|\/| _____ SEBİLÜRREŞAD Cild 13 - Unknown 120608 34203 7732 _____ Dini ilmi edebi siyasi haftalık mecmua-i İslamiyyedir dairesinde metin ve esaslı hatvelerle ilerleyen Sebilürreşad gird-bad-ı vekayi’e rağmen Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle bugün on üçüncü cildine başlıyor. Ahval-i hazıranın tevlid ettiği buhran-ı azim karşısında mesaimize sebatkarane devam edebilmek için ne kadar ağır müşkilata ma’ruz kaldığımızı kariin-i kiram takdir buyururlar. Maamafih müşkilat-ı maddiyyeye mukavemet rimizce ibzal buyurulmakta olduğunu da müftehirane beyan edebiliriz. Ceridemizin tarih-i intişarından bu ana kadar güzeran olan altı seneyi mütecaviz zaman zarfında her gün zuhura gelen şuun ve inkılabat-ı guna-gunün; Hilafet-i muazzamanın te’ali-i şan u şevketine İslamiyet’in ve müslümanların yükselmesine çalışmaktan olduğunu nüshalarımızı ta’kıb edenlerin i’tiraf edeceklerine eminiz. Kavmiyet gibi frenk-perestlik gibi milletin piş-i azminde açılmak istenilen sun’i cereyanların birer zıll-ı zail daha doğrusu serab-ı muğfil olduğunu bütün ümem-i İslamiyye’nin düşmanlarının ribka-i tahakkümlerinden kurtulmak için peygamber-pesendane bir azm tima’ etmeleri teşettüt-i kulubden inhitat-ı secayadan başka hiçbir faideyi müfid olmayan bu kabil ehva’-i fasideyi kat’iyyen nazar-ı iltifata almamalarıyla mertebe-i sübuta vasıl olmuştur. Sebilürreşad bu gün bütün ümmeti bütün eazımı bütün rical-i milleti kendi meslek-i sedadında görmekle bahtiyardır. Son zamanlarda zuhur eden hadisat-ı azimeyi alem-i rinin hulul ettiğine bera’at-i istihlal olmak üzere telakkı edebiliriz. Bi-eman ve yabancı pençeler altında inleyen müslümanlara lütf-i Rabbaninin artık bir ufuk-ı nur-a-nur açmasını temenni edelim. Müslümanlar bu fırsattan hakkıyla rine rehber olacağında şübhe yoktur. Bu tarihi günlerde bütün müslümanları serir-i Hilafet etrafında toplanmış görmek saadetine mazhar olan Sebilürreşad Allah’tan umarız ki bu cildinde kari’lerine ordu-yı İslam’ın muvaffakiyatını tebşir donanma-yı hümayunun muzafferiyatını tebliğ etmek bahtiyarlığına da nail olur. Birkaç asırlardan beri fer u tabını gaib eden şa’şaa-i Hilafet’in cihan-ı lim. Sebilürreşad bu cildini esaret zencirleri altında inleyen müslümanların beşaret-i istihlaslarıyla doldurmak saadetine mazhar buyurulmasını dergah-ı uluhiyyetten kemal-i tazarru’la niyaz eyler. Meal-i Celili: Eğer nusret istiyorsanız işte ayağınıza geldi… Ey akvam-ı İslamiyye Salib etrafında toplanan milBaşmuharrir letler arasından bir takım hilekarların guna-gun desiseleri bir takım dessasların bitmez tükenmez hırsları sizin elinizdeki o ma’mur o vasi’ iklimlerin o mübarek o tatlı nehirlerin o semavi o nezih dininizin o analarınızdan doğduğunuz günden beri mahkumiyet yüzü görmemiş olan hür alınlarınızın akvam-ı nasraniyyeden birkaç şirzimenin dest-i kahrında esir olmasını intac etti. Bu herifleri sizin memleketlerinize açlık zaruret sevk etti. Hürriyetinize temellük edebilmelerine ise meftur olduğunuz kerem semahat seciyeleri yardım eyledi. İşte bugün onların sizin memleketinizde ahrarı züll-i esaret altına almaktan erbab-ı mecd ü izzeti muhakkar etmekten ma-melek namına neniz var ise gasb eylemekten başka hiçbir düşünceleri yok. Evet bu milletler şikarına saldıran aç canavarlar gibi sizin üzerinize saldırdılar. Sizi hayattan hareketten mahrum eşya-yı hasise gibi aralarında paylaştılar. Bugün siz onların elinde iğtinam olunmuş birer bi-çare ganimetsiniz. Sizi o muğfil medeniyetlerinin zavahiriyle aldattılar. Gözlerinizi o murdar bid’atleriyle kör ettiler. Bu suretle kalplerinize malik oldular sinirlerinizi uyuşturdular. Sizi en mühlik en içinden çıkılmaz girivelere sürüklediler. Siz de hiç akibeti düşünmeksizin onlara ram oldunuz. Size ne kadar ibretler hem birbirini vely eden ibretler tecelli etti. Üzerlerinize peyderpey olmak şartıyla ne kadar musibetler felaketler boşandı. Dininizin ne kadar şe’airi mu’attal bırakıldı. Birçok taraflarda ne kadar ihvan-ı dininiz cebren tenassur ettirildi… Düşünmüyor musunuz? Heyhat! Siz gaflet atalet uykusuna dalmışsınız. Nereye doğru gitmekte olduğunuzdan haberdar olmak ne gibi tuzaklar hazırladıklarını velev bir an için olsun düşünmüyorsunuz. Efradınız birkaç yüz milyona baliğ sayılan gazilerden iken nasıl oluyor da her taraftan üzerinize çullanan birkaç şirzime-i Salib’in esareti altında inlemeye o hakim olduğunuz memleketlerde mahkumiyetin en sefiliyle yaşamaya razı oluyorsunuz? Bu kadar zillete bu kadar meskenete nasıl katlanıyorsunuz? Ölümden bin kat bedter olan böyle bir hayatı nasıl oluyor da hoş görüyorsunuz? Hayvanların bile dayanamayacağı bu kadar müstekreh mezalime niçin katlanıyorsunuz? Cenab-ı Hak sizi dünyalar kadar mevahibine füyuzatına celail-i ni’metine gark etmiş iken bu hale nasıl razı oluyorsunuz? Öyle zannediyorum ki siz kesretinize güvendiniz üzerinizdeki ni’am-ı ilahiyyenin çokluğuna mağrur oldunuz da o kadar derin uykuya daldınız ki artık kulaklarınız hiçbir sada-yı ikazı işitmiyor gözleriniz önündeki harekat-ı rezileyi bile görmüyor. elinden bunların mekrinden hiçbir ümmet-i İslamiyye kurtulabildi mi? Acaba Tunus’da Cezayir’de Marakeş’de Garbi Sudan’da Sahra-yı Kebir’de Fransızların olduğumuz şu sahifeler kifayet eder mi? Heyhat! O zulümlerin binde birini teşrihe cildler yetişmez. Acaba Rus barbarlarının Asya’daki otuz milyon müslüman hakkında reva gördüğü şena’atleri beyana takat müsaid midir? Nerede! Bunların en hafif zulümleri: Camileri yıkmak efkarı dalal içinde inletmek insanları mezellettin en safil derekesine indirmektir. Şuracıkta insaniyyetin düşmanı hürriyetin en büyük hasmı akvam-ı İslamiyye’nin varisi medeniyat-ı şarkiyyenin muharribi olan İngiltere’nin yapmış olduğu fenalıkları hülasaten söylemek istiyoruz. Lakin bunları saymak kabil değil ki. Evet bu millet elindeki müslüman müsta’merelerinde o kadar cinayetler o kadar hıyanetler bindebirini yapamamıştır. Artık Neronlar Cengizler Hülagular Timurlenkler… o dünyaları dolduran mezalimleriyle hali bir seyretsin. Göreceği manzaralar akıllara dehşet verir natıkaları mebhut bırakır: Adım başında ser-nigun olmuş bir serir-i hükumet adım başında boğulmuş bir hürriyet adım başında bir zulm-i şeni’ bir gadr-ı feci’! Eski hükümdarların necl-i necibi hak-i zillette sürünüyor. Eski ümeranın evladı sokaklarda yatıyor yahud en sefil hizmetlerde kullanılıyor. Zannetmem ki Hindli kardeşlerimiz zamanın pek ender olarak ihzar edeceği şu fırsatı kaçırsınlar. Zannetmem ki bundan istifade için el birliğiyle kıyam etmesinler. Şuracıkta Mısırlı kardeşlerimle de biraz hasbihal etmek neden beri İngilizlerin kabza-i esaretinde bulundunuz. Pekala! Bundan ne kazandınız? Bu herifler sizin memleketinize çöktüğü zaman sizler hürriyetle Kanun-ı Esasi teşri’iyyeyi ortadan kaldırmak oldu. Yerli sanayiiniz dünyanın her pazarında geçiyordu. nize karşı müdhiş bir harb açtılar. Fabrikalarınız mu’attal oldu tezgahlarınız kapandı da bugün ma’mulatın en adisine mensucatın en basitine varıncaya kadar her şeyi hariçten getirmeye mecbur oldunuz. İngilizlerin bu işgal-i meş’umundan evvel memleketinizde her şey mebzul idi. Arazi-i Mısır’ın yetiştirdiği guna-gun hububat dünyanın her tarafına sevk olunuyordu. Lakin bu herifler sizi gafil avlayarak bütün hıtta-i Mısriyye’yi yalnız kendi fabrikaları kendi destgahları için pamuk yetiştirebilecek bir derekeye nasıl nail oldular. un gibi buğday gibi mevad bile memleketinize hariçten geliyor. Şübhe yoktur ki bu harb birkaç ay daha devam ederse bütün tezgahlar kapanacak. Tabiidir ki bu meş’um leketinde bulunmanıza rağmen açlıktan öleceksiniz. Sizler bu meş’um işgalden evvel memleketinizde bey gibi efendi gibi yaşıyordunuz. Arazinizin akaratınızın hakıkı sahibleri hakıkı mutasarrıfları idiniz. Böyle borç altında murabahacıların elinde inlemiyordunuz. Bugün yükü iki kat etti. Diğer taraftan İngiliz siyaseti eşrafınızı sadatınızı elim bir hırmana ebedi bir sefalete mahkum etti. Otuz bu kadar seneden beri kabza-i işgalde esirsiniz. Bu müddet zarfında ahlakınıza namusunuza vurulan darbeler emvalinize emlakinize isabet eden musibetlerden daha hafif değildir. lini verdiler. Bunun neticesi olarak kendi evlerinizde bile hükmünüz yürümez oldu. Irzınızı namusunuzu himayeden aciz kaldınız. Ehl-i beytini arslanlar gibi himaye eden erbab-ı gayret bugün öyle bir hale geldi ki gözlerinin önünde evladının namusu heder olup gidiyor da o zavallı baba sesini çıkaramıyor. Elini oğuşturmaktan yahud bir köşeye çekilip ağlamaktan başka bir şey yapamıyor. Kazaları köyleri dolaşınız. En başlı şehirleri geziniz. Eğer sıyanetullah olmasa ırzını namusunu muhafazaya kudretyab olabilecek kaç kişi görebilirsiniz? Üzerinize işgal musibeti çöktüğü zaman memleket vakarını tanır yaşlılar haya nedir bilir gençler salahtan ayrılmaz analar iffet sahibi kızlarla dolu idi. Hepinizde din gayreti ahlak gayreti Kur’an gayreti vardı. Yurdunuzda aziz idiniz. Mihmana hürmet eder ahdinizi misakınızı yerine getirir idiniz. Bir derecede ki en adi bir zimminin bile hakkını üzerinizde bırakmazdınız. Esefa ki bütün bu ahval ma’kus oldu: En sefil yabancılar hüküm nüfuz sahibi oldular da sizler kendi vatanınızda yabancı kendi arazinizde yanaşma kesildiniz. Bu meş’um işgal Sudan’ı sizden kopardı. Hem şurişler ra kopardı. Sonra da kendi kılıçlarınız kendi toplarınız kendi kanlarınız kendi canlarınız kendi ciğer-pareleriniz larınız heder oldu. Sudan fetholunarak hükumet-i Hidiviyye’ye kendilerinin Sudan üzerinde hakk-ı meşru’ları olduğunu de buna çar na-çar boyun eğdiniz. büyüğünüz de onun hakkında merhamet göstermiyor. Aranızda adavet husumet o dereceyi buldu ki esası tevhid olan din şi’arı ittihad olan vatan sizi hiç birbirinize bağlamamış gibi müteşettit bir halde yaşıyorsunuz. Yine o İngilizler misyonerleri memleketinizin her tarafına dağıttı. Onları alabildiğine himaye etti. Bunlar da müslümanları kendi dinlerini terzil etmeye teşvike başladı. leketinde efradı kamilen müslüman olan bir cema’atin ta içinde aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimize Kur’an-ı Kerim’e istediği gibi dil uzatmaktan çekinmez oldu. Bu misyonerlerin yapmadığı hiçbir faziha kalmamışken siz nihayet hükumete müracaat etmekten başka onlara karşı ne yapabiliyordunuz? Hükumet zahiren İslam hükumeti ka bir şey değildi. Onun için bütün müracaatlarınız hiçbir neticeyi müntic olmuyordu. Söyleyin bakalım: Düşmanlarınıza karşı i’dad ettiğiniz kuvvet nedir? Allahu zü’l-celal buyuruyor. Ya siz onlara karşı nasıl boyun eğiyorsunuz. Zimam-ı umuru onların eline nasıl teslim ediyorsunuz ki Kur’an-ı Hakim mü’minlerin hakkında buyuruyor. Onların her hükmüne inkıyad ettiniz. Bütün emirlerine bütün nehiylerine itaatte bulundunuz. Bu suretle Kitabullah’a isyan etmiş oldunuz ki o size ancak Allah etmişti. Düşmanlarınıza karşı yumuşaklıkta pek ileri gittiniz. Elinizdekini avucunuzdakini bu cebbar heriflerin uğrunda o kadar israf ettiniz ki ceza-yı ameliniz olarak artık siz de kuvvet-i azmden eser bırakmadılar. Nazarlarında hiç kıymetiniz kalmadı. Onların yanı başında kendi memleketinizde bulunduğunuz halde yabancı kendi yurdunuzun sinesinde iken yine zelilsiniz. Unuttunuz mu ki İslam size nefislerinize karşı nasıl hayır ile vesayada bulundu? Kur’an-ı Hakim size nasıl izzetle mecd ile emretti: kelam-ı ilahisini düşünmediniz mi? Yoksa asdaku’l-ka’ilin olan Halik-ı Zü’l-celal’in kavlindeki sıdktan şübheye mi düştünüz? Yoksa sizi ni’am-ı ilahiyyenin en büyüğünden mahrum etmekte olduklarını gözünüzle görüp dururken hala bu heriflerin va’adlerine mi inanıyorsunuz? Evet onlar sizi hürriyetten mahrum bıraktılar. Size karşı olan vaz’iyetleri beha’ime karşı olan vaz’iyetleri gibi. Hepinizi sevk ediyorlar. Muamelelerinde şefkatten merhametten eser görünmüyor. O günü unuttunuz mu ki İngiliz zabitleri “Re’sü’t-tin” havalisinde ellerindeki tüfenklerle sizin ciğer-parelerinizi güle oynaya avlıyorlardı. Danşvay hadisesini bu cebabirenin oradaki ma’sum ihtiyarlara mazlum gençlere karşı reva gördüğü mezalimi hatırdan çıkardınız mı? Ne garibdir ki on üç milyon müslüman birkaç bin yorsunuz! Nerede kaldı o şehamet-i İslamiyye? Nerede kaldı o hamiyet-i diniyye? Nerede kaldı o mefahir-i tarihiyye? İlk Ehl-i Salib muharebelerinde gösterdiğiniz me’asir-i muhalledeyi tahattur etmiyor musunuz? Mora’da Yunanlıları niran-ı hüsrana atmış olduğunuzu bilmiyor musunuz? Donanmanızın Devlet-i Osmaniyye’nin donanmasına müzahir olduğunu hatta Avrupa hükumetlerinin hıyaneti olmasaydı Navarin’de onunla beraber büyük işler görmek üzere olduğunu hatırlamıyor musunuz? Bilmiyor musunuz ki: İbrahim Paşa Vehhabilik beliyyesini sırf sizin kılınçlarınıza dayanarak ortadan kaldırmıştı da diyanet-i Muhammediyye’nin asarı Hilafet-i eylemişti? Unuttunuz mu ki: Daha geçenlerde Balkanlılar Salib namına Hazret-i Mesih namına müslümanlar hakkında hatıra gelmeyen feca’atleri şena’atleri irtikab etmişken Hem siz ne zannediyorsunuz? Eracife ebatile kapılmak hususunda o kadar ileri gidiyorsunuz ki İngiltere’nin bütün mukadderat-ı beşeri altüst edecek donanması bütün rub’-ı meskunu dolduracak askeri var sanıyorsunuz! Hayır hayır! Artık batıl meydana çıktı. Hak sabit oldu. Bugünkü Avrupa Harb-i Umumisi iyice gösterdi ki İngilizler hatta kendi adalarını hatta kendi sularını müdafa’adan bile acizdir. İngilizler Almanlara i’lan-ı harb ettiği zaman herkes kıyamet kopacak İngiltere’nin altı yüzden ziyade olan gemileri denizin dibindeki balıkları gökyüzündeki melekleri herc ü merc edecek topları dağları devirecek milletleri hak-i helaka serecek zu’m-ı batılına düştü! Evet zünun evham bu merkezde idi. Lakin zaman ne gösterdi: Her gün evrak-ı havadisi okuyorsunuz. Hiç İngiltere donanmasının bir iş görebildiğini hiç İngiliz gemilerinin düşman tahte’l-bahrlerinden düşman torpillerinden kurtulduğunu işittiniz mi? Hergün donanmasının birer suretle musab olduğunu duymuyor musunuz? Heriflerin efrad-ı bahriyyesindeki korkaklık bugün adeta darb-ı mesel oldu. Mahiyetleri olanca üryanlığıyla meydana çıktı. Eğer öyle değilse üç aydan beri devam etmekte olan şu harb esnasında gerek kumandanlarının maharetini gerek askerlerinin şeca’atini gerek gemilerinin satvetini te’yid edebilecek bir misal bulun da gösterin! Dünyada bundan büyük rezalet işitilmiş midir ki Lord Kitchener harbden kaçan İngiliz gençlerini toplayabilmek bindirip içlerine gönderiyor. Nerede o herifler nerede vatanlarını dinlerini müdafa’a için canlarını fedadan çekinmeyen Almanlarla Osmanlılar! Ey ihvan-ı din zaman esaretten kurtulacak zamandır. Dininizi himaye vatanınızı tahlis için bundan müsaid eyyam olamaz. Artık İngiltere’den korkmayınız. Çünkü onlar başkalarıyla o kadar meşgul ki sizinle uğraşmaya hiç vakti yok. Bir de onların kuva-yı berriyye ve bahriyyesine bundan böyle o kadar büyük ehemmiyet atfetmeyiniz. Çünkü o satvetin mahiyetini gözünüzle gördünüz. Durmayınız. El ele vererek Mısır’ı tahlisa koşan fedakaran-ı İslam’a yardımda bulununuz. Vatanınızı kurtarmak bu sefil düşmanı içinizden sürüp çıkarmak için canla başla uğraşınız. Cünud-ı müslimin inayet-i Hak’la oraya yaklaşır yaklaşmaz telgraf telefon tellerini kesiniz! Demiryollarını tahrib ediniz. Köprüleri yıkınız ki düşman firara zafer-yab olamasın. Gaye-i amaliniz hangi vesile ile olursa olsun memleketinizi düşmandan tathir etmekten ibaret olsun. Eğer hakıkı mü’min iseniz kalbinizde onlara karşı hiç merhamet hissi bulunmasın. Bir de bilmiş olunuz ki sizin memleketiniz Haremeyn-i Şerifeyn’in kapısı Ravza-i Mutahhara’ya giden yolun anahtarıdır. Artık Cenab-ı Hakk’ın en mukaddesi olmak üzere halk ettiği bir buk’a-i mübarekeyi Cenab-ı Hakk’ın düşmanlarına çiğnetmeyiniz. Hele Lord Kitchener’in İngiliz muharrirlerinden birine söylemiş olduğu şu sözü hiç unutmayınız: “Elbette bir gün gelecek ki ben Ka’be’yi Avrupalı Amerikalı seyyahlar Yukarıdaki beyanname Mısır’daki kardeşlerimize dağıtılan Arapça bir beyannamenin tercümesidir. Memleketimizde John Lubbock’u bilenler çoktur. Bu adam İngilizlerin en meşhur mütefekkirlerinden olup geçende vefat etmiştir. İlmi edebi felsefi birçok eserleri vardır. Bunların kısm-ı a’zamı başka lisanlara tercüme edilmiştir. Ciddiyattan hoşlananlar Lubbock’un asarını okumalıdırlar. Lubbock’un müellefatı vicdanı tenvir ahlakı tehzib edecek hakimane fikirleri havidir. Lubbock insanlara yaşamanın yolunu öğreten İdare-i Hayat ünvanlı eserinde diyor ki: “Lord Polnigrock Fikr-i Vatanperveri nam eserinde Sokrat’ın şu sözünü naklediyor: “Ne kadar ehemmiyetsiz olursa olsun hiç kimse bilmediği bir san’atı icraya cesaret edemediği halde san’atların en gücü olan idare-i hükumete nefsinde ehliyet mülahaza eder.” Sokrat bu sözü Yunanistan’daki tecrübesine göre söylemiş idi. Bugün edemez idi.” Koca Lubbock cidden doğru düşünür. Hakıkati görür bir adam imiş. Vuku’at-ı hazıra fikrindeki isabet-i kat’iyyeyi ma’a ziyadetin te’yid etti. re eden kafaların boşluğunu anlamış o acı hakıkati söylemekten kendini alamamıştır. Fil-hakıka her yer gibi İngiltere’de de o ağırbaşlı dahiler doğru fikirli siyasiler kalmamış yanlış düşünen dört kişinin siyaset-i sakımesi hem dünyayı ateşe yaktı hem de İngiltere’nin başını belaya soktu. Bela kendi padaş-ı amelleridir. Allah teşdid etsin! Yalnız teessüf edecek bir şey varsa o da İngiliz menafi’i yüzünden dünyanın ateşe yanması Avrupa’nın al kanlara boyanmasıdır. Harb-i hazıra muharebe denmez kıyamet denir. Bunun müsebbibi de Almanları siyaseten ve iktisaden mağlub etmek fikr-i hod-binanesini rehber-i hareket ittihaz eden İngiliz diplomatlarıdır. Bu hain adamlar demir taşa urup ateş çıkarmayı o ateşle sigaralarını yakıp keyif çatmak siyasetini ta’kıb ediyorlar. Acaba bu siyaset devam edecek mi? Hiç şübhe yok ki adalet-i ilahiyye yerini bulacak dünyayı tufan-ı huna gark eden caniler cezalarını çekecek. Ferd i’tibarıyla olursa onların çekecekleri ceza tek bir ma’sumun hun-ı na-hakkının cezası bile olamaz. Mesela bu harbin müsebbiblerini çarmıha gerseler etlerini cınbız ile koparsalar Hiç! Lakin öyle olmayacak. İngiliz milleti istihkak kesb ettiği belayı bulacak. Layık olduğu dereke-i hüsran ve hizlana tenzil edilecek. Hakıkı bir satvetle değil belki mevhum sihir-engiz bir kuvvetle kainatı asa-yı tahakkümü karşısında serfüru ettiren o cadu-yı siyasetin çehre-i na-pakindeki nikab-ı mel’anet kalkacak. Şimdiye kadar Himalaya Dağları’ndan daha mehib ve metin zannolunan satvet-i kahiresinin dağ şeklinde teressüm etmiş bir kara buluttan başka bir şey olmadığı anlaşılacak. Alem-i yakında o sehab-ı kesifi parça parça edecek. kaddes’in kenarında dolaşıyorlar. Dört yüz milyon Muhammedi’nin kıbletü’l-amali olan makam-ı mu’alla-yı Hilafet’e kurşun atıyorlar. Ey müslümanlar! Gözünüzü açınız. Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem liva’ü’l-hamdi Halife-i Müslimin’in yed-i emanetindedir. Ona isar edeceğimiz ilk takdime-i hürmet a’la-yı illiyyinde melaike-i mukarrebin ile hem-pervaz olacak ruhunuz olmalıdır. Ey müslümanlar! Sizde ruhtan histen eser yok mu? Ne zamana kadar bu zillete tahammül edeceksiniz? La’net o zelilane hayata ki sahibini dünyada sefil ahirette rezil eder. Iman demek zillet demek değildir. Iman demek ta’arruza tecavüze hakarete tahammül etmek a’da-yı dinin tahakküm-i kahirine serfüru eylemek değildir. lemle tasviri mümkün değildir. Mesela bir hıttanın üç yüz milyona karib sekenesi elli bin kişiden ibaret bir kuvvetin karşısında tiril tiril titriyor. Her türlü hakarete her türlü zillete eyvallah diyor. Bu nasıl tahammül nasıl vicdan nasıl iman? Herkes kendi etrafına bir daire-i menfa’at çizmiş o dairenin içinde miskinane bir hayat geçirmeye razı olmuş “Aman kimse bana ilişmesin aman bana bir şey olmasın da ne olursa olsun” fikrini düstur-i zindegani ittihaz etmiş! Bu düşünce ile bu duygu ile insan can ve cihandan aziz olan insaniyyetine ne kadar sahib olabilir? Asırlardan beri tevali eden belaya ile makam-ı Hilafet’in son muharebede uğradığı felaket İslam’ın dide-i giran-ı gafletten sur-ı İsrafil’in bile uyandıracağı ca-yi iştibahtır. Ey müslümanlar! Artık asırlardan beri üzerinize çöken kabusu atınız. Dide-i intibahınızı açınız. Hak ve hakıkati görünüz. Bu gaflet ne zamana kadar imtidad edecek? Bu cehalet ne vakte kadar bizi pençe-i hüsranında zebun eyleyecek? Ya görmüyoruz yahud görmek istemiyoruz. Dünya bildiğimiz dünya değildir. Her şey değişti. Eski fikirleri eski düşünceleri mezara gömünüz. Yoksa o fikirler o düşünceler bizi hufre-i na-budiye gömecektir. Gafletle cehaletle idame-i hayat mümkün değildir. Cedelgah-ı hayata silah-ı ma’rifetle girip mevcudiyetimizi muhafazaya çalışmaz isek netice pek vahim. Uğrayacağımız bela takdir edilemeyecek kadar azimdir. Ne ise bunu atide ittihaz edilecek tedabir cümlesinden addedelim. Fakat mükellef olduğumuz bir takım veza’if vardır ki bunların ihmali kat’iyyen ve katıbeten caiz değildir. Gösterilecek en küçük bir terahi pek büyük bir felaketle neticelenir. Görüyorsunuz ki bu dinin üç kavi düşmanı silaha sarıldılar. Akurane bir savletle alem-i İslam’a hücum ediyorlar. Bugün bütün mü’minler en büyük ibadet olan def’-i sail farizasıyla mükellefdir. Bu üç düşman-ı din ü imanı ne kadar kahretmek ne kadar ızrar eylemek mümkün ise zerresini ihmal etmemeli. Elinden bir şey gelmeyenler hiç olmazsa bu hainlerin mel’unane teşebbüslerini dindaşlarına anlatarak onların kalbinde humud halinde bulunan ateş-i gayz u tün mesaiyi bunların istihsaline te’minine hasr etmeli. Feilla ne yerin üstünde ne de altında bizim için bir melce’ yoktur. Allah’ın Peygamber’in kahr u gazabıyla makhur ve müdemmer olmayalım. Bizden evvel gelip geçen mü’minleri mahşerde yüzümüze tükürtmeyelim. Hayat bizim için ar olmasın şeref olsun. şerefle ölmeyi ar ile yaşamaya tercih edelim. Dünyanın ateşlere yandığı şu sırada biz de selametimizin te’mini esbabına teşebbüs edelim. Atılane tevekkül-i mecnunane tevessülle hiçbir şey olmaz. Biz vechullahı ayine-i eşbahda gördük. Ruhumuzu alem-i ma’nadan haberdar eden bu suret alemidir. Suretten ma’naya dir. El-hasıl alem-i İslam bugün pek büyük bir tehlike karşısında bulunuyor. Her müslim için bunun def’i farz-ı ayndır. Herkes istita’ati müsaid olduğu kadar bu tehlikenin önüne geçmeye çalışmalı kat’iyyen mağlub-ı fütur olmamalı. Tezelzülden masun bir azim ile: “Evet biz dinimize hukukumuza tecavüz ettirmeyeceğiz. Bize savlet edenlere silahımız yoksa dişimizle yumruğumuzla hücum edeceğiz.” fikrini zihnine yerleştirip Allah’ın nurunu söndürmeye kıyam eden ağızları yumruklarıyla tıkamaya çalışmalı. etmektedir. Bunu a’zam-ı ibadat bilmeliyiz. Bu ciheti ihmal edersek hiçbir ibadet hiçbir taat bizi Cenab-ı Hakk’a takrib edemez. Bundan başka ne yaparsak vesile-i bu’d olur kurb olmaz. Ve’s-selamü ala meni’ttebe’a’l-hüda. eden yabancı değil yine bir İngiliz’dir. Fakat Gladstone gibi halefleri gibi insaniyyet düşmanı bir İngiliz değil . V . Strickland. Mister Strickland Seylan Adası’nda Cenubi Hindistan’da Singapur’da Cava’da tam üç sene seyahat ediyor. Oralarda mensub olduğu millet tarafından irtikab edilen vahşetleri ika’ olunan zulümleri gözüyle görerek ruhu isyan ediyor bütün hissiyat-ı insaniyyesi galeyana geliyor. Ruhunun o feveranıyla kalemi eline alıyor İngilizlerin bütün o mezalimini insaniyyete karşı o bi-payan tasallutlarını bir kelimede hülasa etmek istiyor kaleminin ucundan şu kara damla dökülüyor: Bunu kitabına ünvan ittihaz ediyor sonra da İngiliz kavmine mensubiyetinden mahcub olduğunu söyleyerek milletine Lord Byron’un şu mısra’ı ile hitab ediyor: Evet hakıkaten faziletsiz bir millet! Dünyada kendinden başka hiçbir milletin yaşamaya hakkı olduğunu kabul etmek istemiyor. Ayak attığı memlekette bütün meziyyat-ı insaniyyeyi mahvediyor bütün ahlak-ı necibeyi boğuyor. Bu suretle taht-ı esaretine aldığı milleti beha’im derekesine indiriyor. Artık o bi-çare esaret-zedeler kızgın güneşler altında la-yenkatı’ çalışıyor bu zalimler de onların bütün mahsul-i mesaisini toplayıp Londra hazinelerine naklediyor! lerin kanlı alın terleriyle vücud bulmuştur. Şark’da Siyah Buk’a hep bu fecayi’le malidir. Bir İngiliz kalemle yazılan bu seyahatname baştanbaşa tercüme edilmeli ki İngiliz tiyneti bütün dekayıkıyla müslümanlar ve umum Şarklılarca anlaşılsın. Biz bu makalemizde bir sile-i mezalimi teşrihte devam edeceğiz. Kitabın ilk makalesi Seylan Adası hakkındadır. Muharrir tikleri bu adanın bir harabezar olduğunu beyan ettikten sonra zavallı ahalinin hal-i pür-melalini ta’rif ediyor oralarda münteşir hastalıkları sayıyor daha sonra da İngiliz “Seylan Adası milyon ahaliyi kemal-i refah ile geliyor. Bu ada vaktiyle kendi sahiblerinin elinde iken ziraati o derece müterakkı idi ki mezru’ tarlalar bila-fasıla yüzlerce mil imtidad ederdi. Ada ecnebi fatihlerin dest-i ler ise asırlardan beri bu inhitatı tesri’ etmekten başka bir şey yapmamışlardır.” Bu beyanattan sonra muharrir İngiltere’nin taht-ı esaretine aldığı memleketleri nasıl inhitat gayyasına sevk ettiğini anlatıyor ve diyor ki: “İngilizler zaif bir memlekete çullandılar mı hemen o za’aftan istifade ederek ahalinin son eser-i hayatlarını da mahv için her vesile ile çalışırlar ve ahalinin malını mülkünü gasb ve garet ederler. Diyebilirim ki İngilizler kadar hırsızlık ve katillik usulünü bilen yoktur. Şübhesiz ahali malsız mülksüz kalarak serserileşti mi hemen aynı ahlak yetten tecerrüd ederek vahşileşiyorlar. Seylan’da bir gün geçmez ki müdhiş cinayetler vukua gelmesin.” ler üzerine kurmuşlardır. Faziletleri öldürmek ve insanları vahşileştirmek. Bunlar İngiliz azamet ve ihtişamının esasıdır ki her memlekette hep bu esaslar tatbik edilmektedir. Eserin muharriri bundan sonra daha müdhiş bir ibreti daha mühlik bir yarayı teşrih ediyor. Avrupa medeniyet-i Hıristiyaniyyesi’nin İngiltere’nin azamet ve ihtişamı uğrunda ve Şarklıların vahşileşip ve hayvanlaşmaları için oynadığı rolü bütün hararetiyle yazıyor ve diyor ki: “Medeniyet-i Hıristiyaniyye’nin Şarklıları mahvetmek dir. Evet bu katil silahlardır ki secaya-yı milliyyeyi ve an’anat-ı mevruseyi kökünden süpürüyor. Ve müslümanları hıristiyanların icad-kerdesi olan yeni bir nazariye-i mel’une esiri ediyor. O nazariye ki Hıristiyanlık medeniyet-i aliyyesini ! ta’mim etmek uğrunda en mühlik silahları isti’mal etmektir. Bu silahlar ise yukarıda dediğimiz gibi zehirli kü’uldür ki onun vasıtasıyla en yüksek faziletler en bülend ahlaklar en sevgili adetler en mer’i an’aneler mahvoluyor.” yesi’nin Şarklıları hayvanlaştırmak için ittihaz ettiği hatt-ı hareket Şark’ın her tarafında kemal-i faaliyetle tatbik olunuyor. Ve o katil zehirlerin canhıraş te’siriyle müslümanları tedenniden tedenniye uğratıyorlar. Vücud-ı İslam bozuk uzuvlara telkıh olunan o rezail-i medeniyye te’siriyle bütün o milletlerin din aşkı vatan sevgisi gibi fezail-i an’aneviyyeden nasıl tecerrüd ettiklerini dinlerini vatanlarını terk ettikten sonra ne kadar kaba bir Avrupa malı olduklarını o medeniyet-i sefilenin bütün kabayihi ye’nin aleyhine tertib edilen su’-i kasdların karşısında tüylerin ürpermemesi kabil midir? Vaktiyle Avusturalya ahalisinin kısm-ı a’zamı bu katil kü’ullerin zehirleriyle mahvedilmişti. Sonra aynı silah müslümanların mevcudiyetlerini de ortadan kaldırmak Fi’l-vaki’ bütün İslam memleketlerini baştanbaşa gezecek olursak hıristiyanların İslamiyet aleyhine bu silah-ı mel’unu ne kadar büyük bir muvaffakiyetle kullandıklarını görürüz. Fazilet-i ahlakiyyeden başka bir şey olmayan din-i mübin-i İslam’ın müslümanların kalblerine ektiği tohm-ı faziletin nasıl tedrici bir surette tebah olduğunu ve o fezail-i aliyyenin yerine nasıl bir takım ihtisasat-ı safilenin kaim olduğunu müşahede ederiz. Müslümanların tasfiye-i ahlakı istikbal-i İslam nokta-i nazarından en mühim bir şeydir. Bu ise medeniyet-i Hıristiyaniyyenin mevcudiyet-i İslamiyye aleyhinde kullandığı müdhiş silahın sümumunu akım bırakmak ile kabil olur. Bedihidir ki medeniyet-i Hıristiyaniyye’nin bu zehirli silahı mahvedilirse Garb’ın Şark üzerindeki tasallutu da birlikte mahvolacaktır. Bugün kemal-i kat’iyyetle anlıyoruz ki İngiltere’nin hakimiyeti müslümanları ahlaksızlaştırmak ve fezail-i İslamiyye’den tecrid etmek esasları üzerine kaimdir. Şübhesiz ahlak tarsin edilir ve fezail-i İslamiyye müslümanların ruhunda hiç sarsılmayacak bir surette temelleşirse uful edecektir. Garb’ın Şark üzerine tasallutu maddi bir kuvvetin mahsulü değil bilakis bizdeki ma’nevi za’afın neticesidir. Ma’neviyatımızı takviye ettiğimiz takdirde esaretten izmihlalden hayvanlıktan kurtulacağımız aşikardır. Lehü’l-hamd bugün bu hakıkat fiilen anlaşılmıştır. Müslümanlar İslamiyet’in ebedi zindegisiyle mücehhez olarak bu ma’nevi za’aftan kurtulmak için cihad-ı akdese atılmışlardır. Pek yakın bir vakitte o gayr-ı mantıkı gayr-ı tabii hakimiyetin tarumar olduğunu ve Müslümanlığın şems-i saadeti eski revnak ve şa’şaasıyla müslümanları rikistan-ı tedenni ve izmihlalden kurtararak hayat-ı fazıla sahalarına eriştirdiğini göreceğiz. Şübhesiz bunun kadar ma’kul bir şey yoktur. Cebanet meskenet esirlik ruh-ı dehşetli kuvvetiyle bütün o bar-ı giran-ı hüsranı arkasından atmaya azmediyor. Darü’l-Hilafe’nin alem-i İslam’a bu seferki şanlı ve nurlu rehberliği tarihin kayd edeceği en muazzam harikalardandır. Çünkü Müslümanlık bu sayede −tam İngiliz muharririnin dediği gibi− “hayvanlaşmak ve serserileşmekten” ve daha sonra hüsrana gömülmekten kurtulacaktır. Kat’i olarak söyleyebilirim ki manlık en müdhiş hasm-ı canından yakasını kurtarıyor. Yaşasın Hilafet-i muazzama yaşasın Millet-i İslam. Şu günlerde matbuat-ı Osmaniyye Afganistan’dan sıkça bahseylemeye başladığı için Sebilürreşad’ın muhterem kari’lerine bu memleketin bir az mazisi ile hal-i hazırından ve o hali ihzar eden esbab ve avamilinden suret-i muhtasarada bahsetmek istiyorum: Afganistan hükumetinin bizim gibi parlak muhteşem bir mazisi yoktur. Müreffeh bir geçmişe malik değildir. Çünkü yedi sekiz kadar hükümdardan evvel bazı emirler taht-ı idaresinde bulunuyordu. Bunlar Afganistan’ın umur-ı dahiliyye ve hariciyyesini ıslah edemedikleri gibi memleketi de i’mar edemediler. Pek çok değildiler ve çoğunun sözleri bile geçmezdi. Çünkü o zaman Afganistan’da derebeyler bütün dehşet ve şiddetle hüküm-ferma idi: Birçok müteğallibe güruhu Afganistan’ın her tarafında hüküm sürüyor ahaliye zulüm ve gadr ediyordu. Bu gibi birçok sebebler ve amillerle Afgan mazisi Afgan refahı ayaklar altına alınmıştı. Vakı’a Afganistan’da bazı büyük hükumetler de teşekkül etmiş birçok seneler hükümran olduktan sonra muzmahil ve münkariz olmuştur. Ez-cümle Cihangir Timur Han senelerce Afganistan’da hüküm sürdü. Gerek onun gerek birkaç oğlunun zaman-ı saltanatlarında Afganistan pek çok büyümüş ve kuvvetli bir hükumet olmuştu. Fakat bütün bu azamet bu satvet pek çabuk hitam buldu. Hüküm ve nüfuz yine derebeylerine geçti. Tarihin daha eski sahifelerini karıştıracak olursak bazı mekin hükumetlerin adil müdebbir hükümdarların da Afganistan’da icra-yı saltanat eylediklerini görürüz. Mesela: Gazneviler… Bunların büyük bir hükümdarı olan Sultan Mahmud Gaznevi… Fakat bugün Osmanlı hükumetinin mazisi diye Oğuz Han’ın teşkil ettiği hükumeti nasıl gösteremezsek Gaznevileri de hal-i hazırdaki Afganistan hükumetinin mazisi amillerinden olarak öylece telakkı ve kabul edemeyiz. Afganistan hükumeti hiç olmazsa bundan sonra gelecek nesile mutantan bir mazi bırakmak istiyor ve bu maksad uğrunda çalışmaktan hiç geri durmuyor. Pek çok değil belki yirmi beş sene evvel ormanlarla dikenlerle yabani ağaçlarla muhat olan Afgan memleketi bugün muntazam şoselere güzel bağçelere mezru’ tarlalara muhteşem fabrika bacalarına malik bulunuyor. Daha otuz kırk sene evvel muhaberat tatarlar vasıtasıyla cereyan ederken bugün bütün muhaberat telefonla telsiz telgrafla vuku’ buluyor: Belki daha dün fillerle develerle beygirlerle icra edilen nakliyat bugün Afganistan’ın kendi fabrikalarında yaptırdığı otomobillerle oluyor. Maziye doğru bir iki adım yürürsek bu fikr-i te’aliyi Afganlılara ilham eden ne gibi sebebler olduğunu görürüz: senesinden sonra Afganistan Emir Şir Ali Han hazretlerinin taht-ı idaresinde bulunuyordu. Ve bu sıralarda üzerine Emir Şir Ali Han emareti büyük oğlu Yakub Han’a terk ederek gitti ve orada vefat etti. Emir-i cedid Yakub Han da henüz hapisten çıkarıldığı için idare-i hükumetten anlamıyordu. Bu sebeble Afganistan adeta sahibsiz bulunuyordu. İngiliz orduları ilerleyerek Kabil ve Kandahar’ı zabt ettiler. Her tarafta ahali kıyam etti ve neticesinde İngilizler Yakub Han’ı emir bırakmak ve Kabil’de Gemzi isminde bir sefir bulundurmak şartıyla müsalaha yaptılar. Afganistan bu herc ü merc içerisinde iken Afgan askerleri birçok aylıklarını alamamışlardı. Müterakim maaşatı almak için Maliye Nezareti’ne müracaat ettikleri vakit Maliye nazırı askere hitaben: “Gidiniz İngiliz sefirinden nesi’ni kurşuna tuttular. Emir bu hali işitince derhal vükeladan Hüda Nazar Han isminde birisini askere “Sefirin öldürülmeyerek salimen saraya getirilmesini” tenbih için gönderdi. Lakin Nazar Han askere: “Emiriniz Sefarethane’nin yakılmasını emretti” diye tebliğ etti. Askerler bunu duyunca derhal Sefarethane’yi yaktılar. Sefir telef oldu. Bu esnada İngiliz ordusu Afganistan’dan tamamıyla çıkmamış Celalabad’da bulunuyordu. Bu faci’ayı duyunca derhal geriye dönerek Kabil’i zabt ve Yakub Han’ı esir ettiler. Bu sırada Kandahar’da bulunan külliyetli İngiliz kuvvetini de Kabil’e getirmek istiyorlardı. O zaman Belh valisi olan Yakub Han’ın küçük biraderi Eyüb Han ma’iyyetindeki askerle İngiliz ordusunu muhasara mahv ü perişan etti. Ba’dehu Kabil ahalisi de silaha sarılarak Tamam bu sıralarda idi ki on yedi sene Rusya memalikinde oturmuş olan Şehzade Abdurrahman Han Belh’e geldi. Oradaki asakir-i Afganiyye kendisine bey’at ettiler ve onu emir nasb ettiler. İngilizler Kabil’de son derece müzayakaya giriftar olduğundan Emir Abdurrahman Han hazretlerine bir hey’et göndererek kendilerinin muhasaradan tahlisiyle muahede ve musalaha akdini taleb eylediler. Emir-i müşarun-ileyh hazretleri de gayet ağır şartları İngilizlere kabul ettirerek muhasarayı ref’ etti. Ve İngiliz ordusunu hudud haricine yolladı. Abdurrahman Han hazretlerinin ne kadar teceddüdperver bir zat-ı sütude-sıfat olduğunu geçenki makalemizde biraz söylemiştik. Ondan sonra Habibullah Han geldi ve Afgan milleti ile birlikte çalıştı. den Afganistan’ın hiçbir guna korkusu yoktur” diyecek bülend bir mertebeye su’ud etti. Hülasa-i kelam her tarafta ve herkes yaşamak için yek-diğerini mahvetmek çarelerine tevessül ettiği şu zamanda Afganistan da çalışarak hayat kazanmak istiyor. Ve inşaallahu’r-rahman kazanacaktır. Müslümanlığın hayat ve memat günleri olan böyle buhranlı bir zamanda herkes maddi ma’nevi bütün mesaisini düşmanlara karşı açılan cihad-ı ekbere hasretmek mesail-i mühimme-i şer’iyyeyi parmağına dolaması ve bu vesile ile Sebilürreşad ve erkan-ı tahririyyesine istihfafkarane ta’rizatta bulunması cidden şayan-ı teessüftür. Hasbe’l-hamiyye şimdilik ihtiyar-ı sükutu evla görüyoruz. Çünkü münakaşa devrinde değil mücahede zamanındayız. İnşaallah sırası gelir gelmez bu cihaddan o cihada geçeriz. Meal-i Celili Ey mü’minler! Genciniz ihtiyarınız zengininiz fakıriniz umumen düşmanınıza karşı çıkınız ve malınızla canınızla Allah yolunda mücahede ediniz! Size söylüyorum ey mü’minler bu cihad-ı umumi sizin için her şeyden hayırlıdır. Eğer siz hayrı biliyor ve onu şerden tefrik ve temyiz etmek idrak ve iz’anına malik bulunuyorsanız. Meal-i hakimi beyan olunan bu nazm-ı celil hayru’l-kurun olan ahd-i celil-i Cenab-ı Hatemü’l-enbiya aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz hazretlerinin altın kalemlerle yazılmaya el-hak seza olan menakıb-ı celile-i gazavetinden mefahir-i ulviyye-i mücahedatından hususuyla –Gaza-yı Bedr-i kübra ve feth-i mübin-i batha gibi– Kur’an-ı Hakim’de adeta tafsil derecesinde mezkur olan “Tebük Gazası’nı” amir olarak celalet-bahş-i nüzul olan ayat-ı kerimeden biridir. Vakta ki hicret-i seniyyenin dokuzuncu sali idrak olundu li-hikmetin Ceziretü’l-Arab’ı baştanbaşa vasfına şayan bir ateşin hanüman-suz kaht istila etti. O zaman Şam’da Rum kayseri bulunmuş olan Herakil Ceziretü’l-Arab’ın üzerine çöken bu hevl-engiz kazayı asumaniyi ! düstur-ı tabiisince fırsat addederek büyük bir kuvvetle mehcer-i İslamiyet’e yüklenmeyi tasmim etti. Kayser aklınca nur-ı tevhidi söndürecek cihan-ı insaniyyeti baştanbaşa Teslis’in bir kişver-i muzlimi görecek nakusların tanin-i velveledarı arasında i’lan-ı şadmani edecekti. Zavallı Herakil! Hiç –kuvve-i kudsiyye-i teslisiyle ?!– keşfedemiyordu ki Şam’da üç senelikten ibaret bir ömr-i vapesin-i saltanatı kalmıştı! Hiç ihtimal ve imkan vermiyordu ki pek yakın bir zamanda o vesi’u’l-enha mülkünü bütün hazainiyle eminü’l-ümme Ebu Ubeydetü’l-Cerrah radıyallahu anhüma terk ederek ateşin yaşlar boğucu hıçkırıklar içinde kaçacak. Toros Dağları’ndan aşarken o dünya cenneti addettiği kişver-i bi-vefasını son defa görebilmek hülyasıyla dönüp hazin hazin ağlayarak bir müddet baka kalacak! Herakil o cesim ! ordusunun teşkiliyle uğraşırken Başmuharrir bir kafile-i ticaret –sanki bu feci’ su’-i kasdı vaktinden evvel haber vermek için– Şam’dan Medine-i Münevvere’ye gidiyordu. Sükkan-ı Darü’l-iman Kayser’in hazırlanmakta olduğu bu mühinane tecavüzünü istihbar edince kükrediler Kayser bu rubah-pesendane teşebbüsüyle güya bir arslan sürüsüne karşı bıyık büktü! Kılıç salladı! Hepsini birden pür-gazab ayaklandırıp üzerine indi. Kafileden teraşşuh eden bir haber Daru’s-Selam’a yayıldı. Sem’-i hümayun-ı Cenab-ı Risalet-penahi’ye aleyhi’s-salatü ve’s-selam vasıl oldu. Yaran-ı tevhid Harem-i Şerif’e da’vet buyuruldu. Cenab-ı Eşca’u’r-rüsül efendimiz hazretleri kemal-i vakar ve sekinetle doğruca minber-i hümayunlarını teşrif buyurdular. Iradına başladıkları beliğ huş-rüba bir hutbeleriyle bütün sahabe-i güzin gaşy oldu. İşte bu hutbe-i celilenin: müjde-i lahutisi idi. Türkçe meal-i münifi: “Her kim bugün hüküm-ferma olan şu kaht-ı elim içinde şu kabus-ı usret altında nagehani baş gösteren harb için asker techiz ederse onun için cennet vardır. Onun için Hakk’a vuslat vardır. Onun için ebedi saadet vardır işte bu ni’met-i uzmayı lisan-ı Hak’tan şimdiden tebşir ederim.” demektir. Bu müjde-i risaletten –cümleden ziyade– sermest olan yar-ı gar-ı vefadarları hemen hanesine koştu. Bütün mevcudu olan dört bin dirhem gümüşü kapıp hak-i pa-yi Rahmeten li’l-alemin’e arz ve takdim etti. Zat-ı akdes-i risalet-penahi henüz minberde idiler. Fedakar ma’şuklarına sordular: “ailen için birini ayırdın mı?” O dünya hazinelerine nazar-ı ruhi bir lisan-ı istiğna ile: “ Onlar için Allah’ın lütfunu Resul-i zi-şan’ının atıfetini ibka ettim.” cevabını verdi. Her biri birer canlı tevhid-i ilahi olan o sabıkın-i iman o müessisin-i bünyan-ı İslam ne kahtın tehdidine ne de zaruretin şiddetine asla ehemmiyet vermediler ma-meleklerini feda ederek birkaç gün içinde bütün techizatıyla kırk bin –bir rivayette yetmiş bin– kişilik mükemmel bir orduyu Cenab-ı Kumandan-ı a’zam sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine arz ettiler. Ordu-yı hümayun Daru’s-Selam’dan hareket ettiği esnada Cenab-ı Hak Şamiler üzerine nikab-ı kahr u celaleti ref’ buyurdu. Herakil’in o cesim ordusuna müdhiş bir ta’un musallat oldu. Maksadlarını unuttular. Kendi derdlerine düştüler. Ordu-yı hümayun Tebük’e kadar geldi. Rumların Şam’da duçar oldukları ta’un kahr-ı ilahi haber alındı. Cenab-ı Hakimü’r-rüsül efendimiz hazretleri bu müstevli marazın tahribatı esnasında Şam üzerine yürümenin hasma temasın caiz olamayacağı beyanıyla Tebük’de birkaç gün aram ve istirahatten sonra avdet emrini verdiler. Sahabe-i güzinden birkaç zat ordu-yı hümayunun hin-i azimetinde bila-ma’zeret istibta etmişler geri kalmışlardı. Ordu-yı hümayun Medine-i Münevvere’ye girerken bunlar rehgüzarında saf-beste-i ta’zim olarak Zat-ı hazret-i risalet-penahi tam bunların hizalarına gelince mukaddes yüzlerini çevirdiler. Selam vermediler müşarun-ileyhim oracıkta yıldırımla vurulmuşa döndüler derhal ileri koşup yeni bir mevki’-i intizarı tuttular. Yine selam yok! Eyvah!... Üçüncü bir mevki’-i intizar… Yine nafile! Bunlara hiçbir kimsenin selam vermemesi yüzüne bakmaması lüzumu ferman buyuruldu. Sükkan-ı Darü’s-Selam bunlardan yüz çevirdi. Bu mukata’a-i uhuvvet ve cem’iyyet tam elli gün sürdü. Kırkıncı günü idi ki taraf-ı celil-i risaletten “Aileleriyle hem-firaş olmamaları” emr-i alisi hikmet-efza-yı sudur oldu. Artık dünya o vüs’atiyle beraber başlarına dar gelmeye başladı. Nihayet çile doldu. Tevbelerinin nezd-i Hak’ta mazhar-ı kabul olduğuna dair “ Bila-ma’zeret geriye kalıp da Tebük gazasına gitmeyen üç zatın da Allah tevbelerini kabul etti. Onlar geriye kalmalarından ve hususiyle resulümün ve ümmetinin selamı iltifatı her türlü alaka ve münasebeti kesmelerinden o derece müteessir ve muztarib oldular ki dünya o vüs’atiyle beraber başlarına dar geldi. Karanlık zindan kesildi kalbleri hümum ve gumumun şiddetinden bunaldı. Artık tamamıyla anladılar kanaat getirdiler ki Allah’ın kahr u gazabından sığınacak yine Allah’ın bab-ı merhametinden başka hiçbir melce’ yok. Sonra ihlas-ı tam ile Allah’a tevbe ettiler Allah da onları –tevbelerinde ihlaslarını muhafaza etmek sabit-kadem olmak üzere– afv ü safh buyurdu. Bilmiş olunuz ki Allah günahlarına nedamet ve bab-ı merhametine inabet edenlerin tevbelerini kabulde lütfu pek mebzuldür. Merhameti bi-nihayedir.” Beşaret-i ilahiyyesi inayet-bahş-i nüzul oldu. Ma’ruz kaldıkları o müdhiş mahkumiyetten kurtuldular da adeta yeniden hayat bulmuşa döndüler. timaiyye efradının ta ailesine varıncaya kadar kendisinden yüz çevirmesi kemal-i nefretle yanından kaçması kadar felaket mi olur? Ölüm bu musibet-i haileye nisbet pek ehven kalır. Sen böyle bir nefret-i umuminin içinde bulun böyle binlerce ihvan-ı cem’iyetin darabat-ı tahkır ve tel’ini altında ezil de sonra yine huzur ve rahat içinde yaşa! İşte İslamiyet’in te’sis ettiği bünyan-ı marsus-ı cem’iyet ve milliyyet! İşte İslamiyet’in emrettiği cem’iyyet! böyle mal ve canlarıyla hizmet ettiler. Bu muza’af ulviyetleridir ki hakıkı insaniyyeti meydana çıkardı. Bu takat-i ber-endazane gayretleridir ki efradı yüzlerce milyona baliğ olan koca bir millet-i İslamiyye ve medeniyye vücuda getirdi. Müşarun-ileyhim hazeratı herbiri –hafıza-i enamda ila yevmi’l-kıyam bakı kalacak– bir menkabe-i me’ali bir dasitan-ı mefahir teşkil eden bu mal ve can fedakarlıklarına mukabil şahsiyetleri namına zerre kadar bir menfa’at istemediler. İstemek şöyle dursun hatırlarına bile getirmediler. Onların sultan-ı amali i’la-i kelimetullah tevhidine alarak zalam-ı şirk ü dalalin mahvı idi. Cem’iyet-i medeniyye-i İslamiyye saye-i celadetlerinde büyüdükçe büyür insanlar için en mes’ud bir melce’-i hayat en canperver bir saye-i emn ü eman oluyordu. bunu istiyor daima bunu emrediyor. Onların muhatab oldukları Kur’an-ı Kerim’e aynıyla biz de muhatabız. Onların me’mur oldukları ahkam-ı celile-i ilahiyye ile bila-fark biz de me’mur ve mükellefiz. Biz onların İslamiyet’e ne kadar sarıldıklarını itaat ve de bizim o mukaddes kanun-ı ilahiye karşı ne kadar lakayd ne kadar müteba’id bulunduğumuzu bi-tarafane munsifane düşünürsek iddia etmekte olduğumuz iman ve İslam’dan ne kadar haz ve nasibimiz olduğunu anlarız! Her mü’min İslamiyet’in hıfz-ı ulviyyeti ihvan-ı dininin sıyanet-i hayatı için mal ve canını feda ile mükellefdir. bahımız budur. Bugün hakıkı mü’minler için en mühim fariza-i Kur’an iyye işte budur. Düşmanlarımızla tutuştuğumuz bu harb-i bi-eman esnasında ahkam-ı cihadın müstenid olduğu ehadis-i şerife-i nebeviyyeyi bilmekteki fevaid-i uzma gayr-ı münker olduğundan bu babda vüs’ ve imkan dairesinde fazla ehadis-i şerife cem’ etmek kasdıyla bu haftadan i’tibaren cihada müte’allik asarın Sebilürreşad’a dercini tensib eyliyoruz. Ve mina’llahi’t-tevfik. Meal-i Şerifi Her kim Kelimetullah amma yalnız Kelimetullah üstün olsun diye döğüşürse işte onun cihadı Allah yolunda cihaddır. Hadis-i şerifin ravisi olan Ebu Musa el-Eş’ari radıyallahu anh diyor ki “A’rabinin biri Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin huzuruna geldi. Dedi ki: Ya Resulallah! Adam var ki adı anılsın diye harb eder. Adam var ki ganimete nail olsun diye harb eder. Adam var ki şan ve şeref sahibi olsun diye harb eder. Bunların hangisi Allah yolunda harb etmiş olur? Bunun üzerine Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu.” Bu hadis-i şerif sıhah-ı sitte ile Müsned-i İmam Ahmed bin Hanbel hadislerindendir. Meal-i Şerifi üzerinize vacibdir. İster muti’ ve sadık ister facir ve fasık olsun her müslümanın arkasında namaz kılmak –bu müslüman kebairi işlemiş olsa bile– üzerinize vacibdir. her müslümanın cenaze namazını kılmak –bu meyyit kebairi Bu hadis-i şerif Sünen-i Ebi Davud ile Müsned-i Ebu Ya’la’nın Ebu Hüreyre radıyallahu anhdan mervi hadislerindendir. Meal-i Şerifi Her kim fisebilillah cihad için yola çıkarsa bu ameli kıyamet günü kendisine isabet eden toz toprak kadarınca misk-i hoş-buya münkalib olur. Hadis-i şerifin ravisi Enes bin Malik radıyallahu anhdır. Muharrici Ziya’-i Makdisi’dir. Her kim bir esirin fidyesini vererek düşman elinden kurtarırsa işte o esir benim. Yani beni kurtarmış gibi olur. Bu hadis-i şerifi Taberani Mu’cem’-i Kebir’inde İbni Abbas radıyallahu anhdan rivayet ediyor. “İslamiyet aleyhine tehacüm-i a’da vaki’ ve memalik-i esir edilmeleri mütehakkık olunca padişah-ı İslam hazretleri nefir-i am suretiyle cihadı emrettikte ayet-i celilesi hükm-i münifince kaffe-i müslimin üzerine cihad farz olup genç ve liminin malen ve bedenen cihada müsara’at eylemeleri farz-ı ayn olur mu? El-cevab: Olur.” “Bu surette el-yevm makam-ı Hilafet-i İslamiyye ve memalik-i mahruse-i şahaneye sefain-i harbiyye ve asakir-i berriyyesiyle hücum etmek suretiyle Hilafet-i kak olan Rusya ve İngiltere ve Fransa ile onlara mu’in ve zahir olan hükumetlerin taht-ı idarelerinde bulunan kaffe-i müsliminin dahi mezkur hükumetlerin aleyhine farz olur mu? El-cevab: Olur.” “Bu surette maksudun husulü cemi’-i müsliminin cihada müsara’at etmelerine mütevakkıf iken bazıları –ne’uzü billahi te’ala– tehallüf etseler tahallüfleri ma’siyet-i azime olup gazab-ı ilahiye ve bu ma’siyet-i şeni’anın cezasına müstahık olurlar mı? El-cevab: Olurlar.” “Bu surette hükumet-i İslamiyye ile muharebe eden hükumat-ı mezkure ahali-i İslamiyyesinin kendilerini katl ve hatta cemi’-i ailelerini mahv ile ikrah ve icbar edilmiş olsalar bile hükumet-i İslamiyye asakiriyle muharebe etmeleri şer’an haram-ı kat’i ile haram olup katil olmalarıyla nar-ı cahime müstahık olurlar mı? El-cevab: Olurlar.” “Bu surette harb-i hazırda İngiltere ve Fransa ve Rusya ve Sırbiye ve Karadağ hükumetleriyle zahirlerinin ye-i İslamiyye’ye mu’in bulunan Almanya ve Avusturya aleyhine harb etmeleri Hilafet-i İslamiyye’nin mazarratını mucib olacağından ism-i azim olmakla azab-ı elime müstahık olurlar mı? El-cevab: Olurlar.” Bu fetava-yı şerife Zilhicce-i şerife’nin’nci Cumartesi günü merasim-i mahsusa-i diniyye ile Fatih Cami’-i Şerifi’nde yüz bine yakın bir cema’at-i müslimin huzurunda okundu. İlk defa olmak üzere böyle büyük bir günü idrak eden müslümanların sürur ve heyecanı ta’rif olunamayacak bir halde idi. Daha sabahtan erkek kadın genç ihtiyar bütün müslümanlar Darü’l-hilafe sokaklarına dökülmüşlerdi. Her taraf donanmış bütün cem’iyetler bütün esnaflar bayraklarla tekbirlerle Fatih’e şitaban oluyorlardı. Makarr-ı Hilafet-i uzma bu derece samimi bu derece heyecanlı bir ictima’-ı diniyi belki asırlardan beri görmemişti. Bugün bütün ehl-i sesler susmuş bütün cereyanlar durmuş; yerler gökler yalnız bir sada ile inliyordu. Allahuekber Allahuekber… Müteessir olmak ağlamak nedir bilmeyen en katı yürekliler bile gözyaşlarını zabt edemiyorlardı. Bu muazzam günü idrak ettiğinden dolayı her taraftan bin nida-yı mahmidet yükseliyor Fatih’in heybetli kubbelerini ra’şeler titreten o hitab-ı izzeti karşısında her mü’min kemal-i huşu’ ve hudu’ ile “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” diyordu. Fatih’in minber-i mu’allasından tebliğ edilen bu emr-i celil ne azametli idi ki aktar-ı cihana yayılan üç yüz küsur milyona hitab ediyordu. Artık İslam’ın yevm-i felahı gelmişti. Pa-yi rıf’atine takılan esaret zencirlerini kırıp atmak zamanı hulul etmişti. Nur-ı ali-i İslamiyet’i itfaya cür’et eden müttefikın-i Ehl-i Salib’e karşı genç ihtiyar kaffe-i müsliminin ayaklanarak sell-i seyf etmeleri ferman buyuruluyordu! Hangi mü’min vardır ki din-i mübinin bu ferman-ı azameti karşısında vücudu lerzeler içinde kalmaz? Asırlardan beri zalam-ı istibdad içinde inleyen alem-i İslam için hürriyet güneşinin tulu’ etmek üzere olduğu tebşir olunuyordu! Hangi müslüman vardır ki bu müjde-i saadet karşısında sevincinden sürurundan titremez? sa’at Hırka-i Sa’adet-i Hazret-i Fahr-i Kainat aleyhi efdalü’s-salavati ve ekmelü’t-tahiyyat şebeke-i mübarekesinde bırakılan o fetava-yı şerife bala-yı minberden üç yüz küsur milyon ümmet-i İslamiyye’ye hitaben okunduğu zaman bütün kalbler böyle sürur ve neşat mevceleri içinde çırpınıyordu. Bütün alem-i İslam’da in’ikaslar husule getirecek olan bu muazzam ihtifal-i diniyi hülasaten kayd etmeyi münasib görüyoruz: Sure-i Feth tilaveti hitam bulduktan sonra cema’at-i kübra ile öğle namazı kılındı. Müteakıben binlerce müslüman tarafından tekbirler alınmaya başladı. O esnada fetva emini hazretleri fetava-yı şerifeyi başının üstünde tutarak minbere çıkmaya başladı ve Cuma namazında hatibin durduğu kademede tevakkuf etti. Gür bir sada ile atideki hitabeyi irad etti: “Ey ihvan-ı müslimin! Bugün düşmanlarımız İslamiyet aleyhine müdhiş ve azim tehacümde bulunuyorlar. Binaenaleyh İslamiyet tehlikede bulunuyor. Cümle müslümanlar üzerine farz olan cihad için böyle zamanlarda şer’-i şerifin ehl-i İslam’a tahmil buyurmuş olduğu vazife-i mukaddeseyi mübeyyin beş aded feteva-yı şerife okuyacağım. Aksa-yı Şark’da bir müslüman kadını esir edilse Aksa-yı Garb’da bulunanlar onu tahlise şitaban olmaları ahkam-ı şer’iyye icabat-ı aliyyesindendir. Rical mukavemete muktedir olamazsa nisanın dahi harbe iştirakleri farz-ı ayn olur. Her zamanda olduğu gibi bilhassa böyle zamanlarda bilumum müslümanların Hükumet-i Seniyye’ye mu’in ve zahir olmaları lazımdır.” Fetva emini efendi hazretleri bu beyanattan sonra ayet-i celilelerini ve suret-i münifeleri balaya münderic beş aded feteva-yı şerifeyi ve bunun hitamında da muharebatta taraf-ı ali-i Risalet-penahi’den kıraat buyurulan ed’iye-i me’sureden bazılarını kıraat eylediler. Kaimen dinleyen cema’at-i müslimin büyük bir te’essür ve galeyan içinde idi. Lisan-ı şeriatten vuku’ bulan bu tebliğ-i ali kulub-ı mü’minine dehşetler ilka etmişti. Bütün simalar heyecanlı sürurlarla iman nurlarıyla parlıyordu. Fetva emini hazretleri minberden iner inmez evvela minberin yanında huşu’ ve huzu’ üzere bulunan Dahiliye Nazırı Talat Beyefendiyle musafaha ettiler. Bu musafaha-i diniyyeyi gören cema’at-i müslimin kendilerini zabt edemeyerek sevinç gözyaşlarıyla her ikisini kucaklıyor ve arkalarını sıvıyorlardı. Diğer taraftan cami’-i şerifin isti’ab edemeyip bütün Fatih meydanlarını dolduran binlerce müslüman dışarıda bu ahkam-ı münife-i diniyyeyi istima’ için sabırsızlanıyorlardı. Nihayet fetva emini muavini efendi cami’-i şeriften çıkarak dest-i ihtiramlarında tuttukları feteva-yı şerifeyi oradaki cema’at-i müslimine de bala-yı kürsüden tebliğ buyurdular. Esna-yı tebliğde bir bölük asker tarafından merasim-i ihtiramiyye icra olundu. Herkes heyecanından ağlıyordu. Asakir-i mansure-i İslamiyye’nin muzafferiyeti ehl-i İslam’ın refah ve saadeti için edilen duaya elli altmış bin ehl-i imanın hep birden can ü yürekten “amin”leri bütün Fatih kubbelerini inletiyordu. Duadan sonra İzmir Meb’usu Seyyid Beyefendi tarafından cihad-ı İslam hakkında beliğ bir nutuk irad buyuruldu. Müteakıben bütün o cema’at-i kübra-yı müslimin Harbiye Nezareti’ne doğru tekbirlerle yürüyerek sokakları doldurdular. Harbiye Nezareti önünde en meşhur hutaba-yı İslam’dan Tunuslu Şeyh Salih Efendi hazretleri tarafından lisan-ı azbü’l-beyan-ı Arabla gayet fasih ve beliğ bir hutbe-i diniyye irad bir dua-yı nusret kıraat buyuruldu. İttihad-ı İslam rüesasından Şeyh Salih Efendi hazretleri esna-yı hitabette heyecanından titriyordu. O fesahat ve belağate herkes hayran oldu. Aminlerle tekbirlerle bütün o kafile-i İslam Babıali’ye doğru teveccüh etti. Hey’et-i Vükela önde Sadr-ı a’zam Said Halim Paşa hazretleri olduğu halde binek taşına çıkarak gelen hey’et-i muazzamayı selamladılar. Bir hey’et-i mahsusa tarafından milletin hükumetle beraber olduğu sadr-ı a’zam yapaşa tarafından da milletin bu müzaheretinden dolayı hey’et-i hükumetin müteşekkir kaldığı beyan olundu. Oradan Topkapı Saray-ı Hümayunu’na gidildi. Saray-ı Hümayun’a muvasalat olunduğu zaman keyfiyet arz-ı atebe-i ulya kılınmış ve bunun üzerine Halife hazretleri ma’iyyet-i şehriyarilerinde mehadim-i mülukaneleri ve sadr-ı a’zam paşa ve şeyhü’l-İslam efendi ve Harbiye ve Bahriye nazırları ve Hırka-i Şerif Daire-i fahiresinde Ordu ve Donanma-yı İslam’ın tevali-i nusreti efendiler bulunduğu halde daire-i fahire-i mezkure pişgahında ahz-ı mevki’ buyurmuşlardı. Bir hey’et-i meb’use tarafından zat-ı hazret-i hilafet-penahiye arz-ı ta’zimat ve te’yid-i sadakat olunması üzerine Halife-i a’zam hazretleri suret-i münifesi atide münderic nutk-ı hümayunu “Milletim tarafından şu suretle vukua gelen tezahürat-ı dindarane ve vatanperveraneyi muhafaza-i vatan uğrunda gösterecekleri sebat ve metanete en bahir bir bürhan addederim. Müdafa’a-i hak ve adl için üç büyük düşmana karşı ihtiyarına mecbur olduğumuz bu harbde Allahuazimü’ş-şana hakkıyla tevekkül ve sahib-i şeriatimiz efendimiz hazretlerinin ruhaniyet-i risalet-penahilerine tevessül ettiğimiz halde tevfikat-ı ilahiyyeye mazhar olacağımıza kalbim mutma’indir. Evladlarım! Vatanımızı a’daya çiğnetmemek ve bir zamandan beri her tarafta duçar-ı tecavüz olan millet-i İslamiyyeyi şu beliyyeden tahlis etmek sizin göstereceğiniz gayret ve metanete mu’allaktır. Bu makam-ı mukaddesde vaki’ olan da’avatımızın nezd-i ilahide karin-i kabul olacağını eltaf-ı Sübhaniyyeden ümid ederim.” Nutk-ı hümayunu müteakib Buhari-i Şerif tilavetine me’mur ulema-yı kiramdan Abdüllatif Efendi hazretleri tarafından beliğ ve müessir bir dua okundu. Hırka-i Sa’adet Daire-i fahiresinin pişgah-ı mübarekinde Halife-i müslimin hazretleri de bizzat “amin”han oldular. Bütün o kitle-i İslam hep birden “Padişahım çok yaşa” avazeleriyle saray-ı hümayundan müfarakat ettiler. Müteakiben o muazzam alay tekbirlerle musikalarla davullarla Almanya ve Avusturya sefarethanelerine gittiler. Orada da mütekabil samimi nutuklar irad olundu. Ba’dehu bütün cem’iyetler esnaflar tekbirlerle kafile kafile avdet ettiler. “Ordu ve donanma “Düvel-i muazzama arasında harb i’lan edilmesi üzerine her daim nagehani ve haksız tecavüzlere uğrayan devlet ve memleketimizin hukuk ve mevcudiyetini fırsat-cu düşmanlara karşı icabında müdafa’a edebilmek üzere sizleri silah altına çağırmıştım. Bu suretle müsellah bir bi-taraflık içinde yaşamakta iken Karadeniz Boğazı’na torpil koymak üzere yola çıkan Rus donanması ta’lim ile meşgul olan donanmamızın bir kısmı üzerine ansızın ateş açtı. Hukuk-ı beyne’l-milele mugayir olan bu haksız tecavüzün Rusya canibinden tashihine intizar olunurken gerek mezkur devlet ve gerek müttefikleri İngiltere ve Fransa devletleri sefirlerini geri çağırmak suretiyle devletimizle münasebat-ı siyasiyyelerini kat’ ettiler. Müteakiben Rusya askeri Şark hududumuza tecavüz etti. Fransa ve İngiltere donanmaları müştereken Çanakkale Boğazı’na İngiltere gemileri Akabe’ye top attılar. Böyle yek-diğerini vely eden hainane düşmanlık asarı üzerine öteden beri arzu ettiğimiz sulhü terk ederek Almanya ve Avusturya ve Macaristan devletleriyle müttefikan menafi’-i meşruamızı müdafa’a için silaha sarılmaya mecbur olduk. Rusya Devleti üç asırdan beri Devlet-i Aliyyemizi mülken pek çok zararlara uğratmış şevket ve kudret-i milliyemizi arttıracak intibah ve teceddüd asarını harb çalışmıştır. “Rusya İngiltere ve Fransa devletleri zalimane bir ten ve kalben merbut oldukları Hilafet-i muazzamamıza karşı hiçbir vakit su’-i fikr beslemekten fariğ olmamışlar ve bize müteveccih olan her musibet ve felakete müsebbib ve muharrik bulunmuşlardır. İşte bu defa tevessül ettiğimiz cihad-ı ekber ile bir taraftan şan-ı Hilafet’imize bir taraftan hukuk-ı saltanatımıza karşı ika’ edilegelmekte olan ta’arruzlara inşaAllahu te’ala ile’l-ebed nihayet vereceğiz. Avn ü inayet-i Bari ve meded-i ruhaniyyet-i Peygamberi ile donanmamızın Karadeniz’de ve cesur askerlerimin Çanakkale ve Akabe ile Kafkas hududunda düşmanlara vurdukları ilk darbeler hak yolundaki gazamızın zaferle tetevvüc edeceği hakkındaki kanaatimizi tezyid eylemiştir. “Bugün düşmanlarımızın memleket ve ordularının müttefiklerimizin pa-yı celadeti altında ezilmekte bulunması bu kanaatimizi te’yid eden ahvaldendir. “Kahraman askerlerim din-i mübinimize ve vatan-ı azizimize kasd eden düşmanlara açtığımız bu mübarek gaza ve cihad yolunda bir an azm ü sebat ve fedakarlıktan ayrılmayınız. Düşmana arslanlar gibi savlet ediniz. “Zira hem devletimizin hem feteva-yı şerife ile cihad-ı ekbere da’vet ettiğim üç yüz milyon ehl-i İslam’ın hayat ve bekası sizlerin muzafferiyetinize bağlıdır. Mescidlerde cami’lerde Ka’betullah’da huzur-ı Rabbü’l-alemin’e kemal-i vecd ü istiğrak ile müteveccih üç yüz milyon ma’sum ve mazlum mü’min kalbinin dua ve temenniyatı sizinle beraberdir. “Asker evladlarım; bugün uhdenize terettüb eden vazife şimdiye kadar dünyada hiçbir orduya nasib olmamıştır. Bu vazifeyi ifa ederken bir vakitler dünyayı titretmiş olan Osmanlı ordularının hayru’l-halefleri olduğunuzu gösteriniz ki düşman-ı din ü devlet bir daha mukaddes topraklarımıza ayak atmaya Ka’betullah’ı ve merkad-ı münevver-i Nebevi’yi ihtiva eden arazi-i mübareke-i Hicaziyye’nin istirahatını ihlale cür’et edemesin. Dinini vatanını namus-ı askerisini silahıyla müdafa’a etmeyi padişah uğrunda ölümü istihkar eylemeyi bilir bir Osmanlı ordu ve donanması mevcud olduğunu düşmanlara müessir bir surette gösteriniz. Hakk u adl bizde zulm ü udvan düşmanlarımızda olduğundan düşmanlarımızı kahretmek için Cenab-ı Adil-i mutlakın inayet-i samedaniyyesi ve Peygamber-i zi-şanımızın imdad-ı ma’nevisi bize yar u yaver olacağında şübhe yoktur. Bu cihaddan mazisinin zararlarını telafi etmiş şanlı ve kavi bir devlet olarak çıkacağımıza eminim. Bugünkü harbde birlikte hareket ettiğimiz dünyanın en cesur ve muhteşem hidleriniz şüheda-yı salifeye müjde-i zafer götürsün sağ kalanlarınızın gazası mübarek ve kılıncı keskin olsun.” Zilhicce ve Teşrinievvel Arkadaşlar! Sevgili başkumandanımız Halife-i zi-şan efendimiz hazretlerinin irade-i seniyyelerini tebliğ ediyorum. Allah’ın barek padişahımızın hayır-duasıyla ordumuz düşmanlarımızı kahredecektir. Bugüne kadar karada ve denizde zabit ve asker kardeşlerimin gösterdikleri kahramanlıklar düşmanlarımızın perişan olacaklarına en büyük delildir. Ancak her zabit her asker unutmamalıdır ki harb meydanı fedakarlık meydanıdır. Orada hangi asker daha ileri atılır hangi asker düşmanın şarapnel ve kurşunlarından yılmayarak ayak direr sonuna kadar sebat ederse o asker kazanır. Tarih şahiddir ki Osmanlı askerinden sebatlı Osmanlı askerinden fedakar hiçbir asker yoktur. Hepimiz düşünmeliyiz ki başımızın ucunda Peygamber’imizin ve sahabe-i güzin efendilerimizin ruhları uçuyor. Şanlı babalarımız başlarımızın ucunda bizim ne yapacağımıza bakıyor. Eğer onların hakıkı evladı olduğumuzu göstermek bizden sonra geleceklerin la’netlerinden kurtulmak Zincirler altında inleyen üç yüz milyon İslam ve eski vatandaşlarımız hep bizim muzafferiyetimize dua ediyor. Ölümden kimse kurtulmayacaktır. Ne mutlu ileri gidenlere ne mutlu din ve vatan yolunda şehid olanlara… şehidlerimizin ruhuna fatiha.” “Padişahım çok yaşa” “Cihadın i’lanı ile bugün arasında geçen bir devr-i tehassüs vardır ki onun müslüman kalbinde hasıl ettiği te’siri tedkık etmemek Osmanlı matbuatı için bir zıya’dır. Zıya’ değil bir ihmaldir. İhmal değil bir günahtır. Makarr-ı Hilafet’in şu son harbi hakıkaten menafi’-i memlekete müdafa’a-i vatana i’la-yı şan-ı millete ma’tuf bir ittihad ile karşılayan matbuatı şimdiye kadar cihad-ı İslam’a dair bildiği düşündüğü her şeyi ruh-ı ümmete bütün safvet ve gayretiyle telkın etmeye çalıştı. Fakat henüz cihada ta’alluk eden veza’if-i neşriyye tamam olmadı. Kafkasya hududlarında isar-ı hayat eden yiğitlere el-Ariş vadilerinde Mısır’a doğru ilerleyen ketibe-i mübarekeye daha sonra kim bilir nerelerde aynı hiss-i mukaddesle kurtarmaya bu milletin tarih-i mefahirini kucaklarına alarak ebediyete doğru götürmeye çalışan mücahidin vazife-i vataniyyelerini ikmale muvaffak oluncaya kadar bu cihadın şerefini kıymet-i ulviyyesini bugünkü ihtiyac kudret-i tebliğimizle tekrar edip duracağız. O kadar ki bizim sükut ettiğimiz dakıkada mücahidin-i ümmet de ellerindeki süyuf-ı hamaseti hududlarımızdan eski hududlarımızdan ufuklardan daha uzak ve geniş bir saha-i fütuhat üzerinde makhur bir düşmana karşı kemal-i mefharetle kınlarına koyacaklar… Artık İslam kurtulacak! Afganistan yahud Buhara içinde kıbleye teveccüh eden bir müslüman bütün hukuk-ı hakimiyyete malik bulunduğu halde makam-ı Hilafet’le daha sarih ve müeyyed bir irtibatı haiz olduğunu artık Rus’un İngiliz’in esiri olmadığını düşünerek huzur-ı kalb ile ibadet edebilecek! Bu maksadın husulü için makarr-ı Hilafet’te temevvüc eden liva-i ittihadın cihad-ı Muhammedi sancağının oralardan görülmesi buradaki avaze-i da’vanın oralardan işitilmesi lazımdır. Biz böyle bir neticenin pek az bir zamanda saha-i hail yoktur. İran ile eleleyiz... Kafkasya’nın medhalinden mukaddesenin hilalini beklemekten alınmış bir me’lufiyet-i nusret altında Rusya’ya karşı kıyam edecek milyonlarca nüfus-ı İslamiyye bu cihad-ı mukaddesi bütün Şark’a bütün Asya’ya neşr ü i’lan edecektir. Garb’ın iki medeni memleketininin her türlü müessesatı vesait-i neşriyyesi dünyaya i’lan etmeyi kendi menfa’atlerinin ilcaatından biliyorlar. Elbette birleşeceğiz. Ümmet-i Muhammed elbet birleşecek fakat ondan evvel hududlarımızdaki İslam ve Osmanlı Ordusu’na o müjde-i cihad ile beraber gönderilecek menakıb-ı diniyyeyi teşci’atı vatan destanlarını nağamat-ı milliyyeyi artırmaya matbuat son dereceye kadar sarf-ı gayret etmelidir. Mümkünse cihad hakkında lisan-ı nebeviden sadır olmuş bir hadis-i şerif efvah-ı fuhuldan çıkmış bir hikmet bırakmayalım. Biz yazalım. Tekerrürden bile hazer etmeyelim. Yarın Kafkas hududunda bir lahza-i istirahatini okumakla geçiren genç bir zabit bir fedakar-ı vatan okuyup yazan bir asker kalbindeki hiss-i diniye bir nefha-i teşvik daha götüren bir mev’iza yahud onun kılıncından beklediğimiz zaferi ifham eden bir na’me-i şevk u ümid bir neşide-i intizar daha okusun! Bunun ne büyük te’sir-i nafii var!” Teşrinisani Sabah Hüccet-i katı’a-i necatımız olan Kitab-ı Semavi’nin emrine imtisalen cihad-ı umumi i’lan edildi. Kelime-i tayyibe-i tevhid ile habl-i metin-i İslam’a mu’tasım olan dört yüz milyona karib kitle-i muvahhidin hadis-i nebevisi müfad-ı alisince seyf-i sarime sarılıp mevcudiyetleriyle onun icabat-ı tabi’iyyesinden bulunan hukuk-ı sarihalarının muhafazasına da’vet edildi. Yaşamak için ölmek lazım geldiği hakıkatinin bir hakıkat-i ictimaiyye bir zaruret-i diniyye olduğu amme-i muvahhidine tebliğ olundu. Acaba sebebi ne idi? Niçin bu son tedbire müracaata lüzum görüldü? Evet bu son tedbirdir. Zira bundan sonra yapılacak bir şey yoktur. Bundan sonra yapılacak bir şey varsa o da bu farizanın ta’arruz-ı a’dadan muhafaza azm-i merdanesiyle meydan-ı hamiyyete atılmaktır. Bu dakıkadan i’tibaren bütün müslümanlar hayat-ı atiyye-i milleti muhafaza için cihad fariza-i mukaddesesinin bila-te’allül bila-tereddüd ifasıyla mükelleftirler. Zira din-i İslam’ın şan-ı bülendine layık bir surette paydar olabilmesi ümidi zevale yüz tuttu. Ribka-i İslam’a fekki na-kabil bir esaret zenciri vurulup kıyam-ı haşre kadar ehl-i tevhidi zillet-i esaret altında zebun etmek azm-i mel’unanesinin meydan aldığı kat’iyyen sabit oldu. Bunun bir mukaddime-i meş’ume ve mel’unesi olmak üzere cihan-ı İslam’ın badi-i felahı şu haysiyetle en kavi bir istinadgahı demek olan makam-ı mu’alla-yı Hilafet’e ta’arruza başlandı. İslam’ın intibaha yüz tuttuğu şu sırada onun re’s-i mütefekkirine bir darbe-i kahire indirilmek ni yek-diğerine rabt eden habl-i metin kesilecek bütün müslümanlar şirazesi kopmuş bir kitabın sahaif-i perakendesi gibi sarsar-ı küfr ü dalalin önünde darmadağın olup gidecek bu perişanlık kıyam-ı haşre kadar cem’iyet yüzü görmeyecek!... Bir kere bu maksad hasıl olduktan yani İslam’ın re’s-i mütefekkiri ezilip kolu kanadı kırıldıktan sonra İslam namını taşıyan her ferd zillet ve sefalet derekatının en son derekesine indirilecek. Onu müteakib bugün Kur’an’a yarın imana öbür gün vicdana ta’arruza kıyam edilerek ma’azallah alem-i İslam pek mühlik pek feci’ bir istihaleye uğratılacak!... mani’ olmak bu fecayi’e meydan vermemek için i’lan edildi. Mevzuu bu kadar mühim maksadı bu derece ali olan bir şeyin fikr-i uluhiyyet hiss-i diyanetle çarpan yürekler üzerinde nasıl bir te’sir icra edeceğini beyana kalkışmaya hacet yoktur. Bundan müteessir olmayan kuluba ne insan denir ne de sahib-i iman! Onların hayvandan demeyelim –çünkü o da muhafaza-i mevcudiyeti farkı yoktur. Biz eminiz ki bu da’vet-i kübra alem-i İslam’da muntazar olan te’siri icra etti. Daha da edecektir. Şayed zuhur-ı asarında biraz te’ehhur görülecek olursa bunun için başka sebeb aramamalıdır. Çünkü müsliminin bu da’vete lin başlıca sebebi ümmet-i Muhammed’in pek baid pek müteferrik kıta’atta bulunmaları beyne’l-İslam tahaddüs eden şuun-ı mühimmenin i’lamını te’min edecek vesaite malik olmamalarıdır. İşte melhuz olan te’ehhurun en kavi en tabii sebebi budur. Bizim afvı gayr-ı kabil seyyi’atımızdan biri de silm ü sükun zamanlarında rabıta-i memekliğimizdir. Bunun ne kadar azim bir günah olduğu bugün anlaşılıyor! Bakınız muhatara baş gösterince her şey unutuldu. Va esefa ki İslam birbirine el uzatmak birbiriyle yek-vücud olmak istediği halde aralarında aşılmaz dağlar geçilmez denizler olduğunu gördü. Bu hal ati-i İslam için bir ders-i ibret olmak lazım gelir! Gelelim asıl maksada: Sabah gazetesinin balaya naklolunan makalesinde münderic mülahazat-ı muhıkkaya tamamıyla Sebilürreşad iştirak eder. Bir maksad ne kadar ali onun husulü emrinde arzu ne derece şedid olursa ulviyet ve ehemmiyetiyle mütenasib bir surette ta’kıb edilmedikçe dakıka be-dakıka kuvvetini gaib eder. Kendi haline terk edilmiş olan bir ateş gibi yavaş yavaş muntafi olur. Ateşi idame için mahrukatı eksik etmemeli maksaddan muntazar olan neticeyi elde etmek için de onun husulü esbabına tevessülden bir an hali kalmamalı. Asırlardan beri nü’as ile dem-güzar olan kalbleri uyutmamak Hani bu cihadın ulviyetini ümmetin her tabakasına anlatmak için ateşin nutuklar müessir hutbeler beliğ makaleler?... Gazetelere ne oldu? Hepsi talaş ateşi gibi birden bire parladılar birden bire söndüler! İşte Sabah gazetesi bu makale ile gerek rüfekasını gerek amme-i müslimini ifa-yı vazifeye da’vet ediyor. Buna min cihetin teşekkür min cihetin te’essüf olunur. Fil-hakıka bu emr-i azimin neticesi bir güne münhasır kalmış olsa idi bir günlük neşriyat bir günlük tezahürat husul-i maksad için belki kafi gelirdi. Halbuki asıl mes’ele bundan sonradır. Mevsiminde söylenen bir söz dünyayı yerinden oynatır. Tab’-ı beşerin sözden te’essürü hiçbir şeye makıs değildir. Bu maksad-ı ulvi layık olduğu ehemmiyetle ta’kıb edilmeli. Bir de garib bir hal vardır: Söz lazım olmayan yerde sabahtan akşama kadar israf-ı kelam ederiz. Söz söylenecek yerde de bilakis iltizam-ı sükut eyleriz. İşte bunun misal-i sarihi de bugünkü halimizdir. Sabah’da münderic makalenin en mühim bir fıkrası da: “İslam muzaffer olacak! Bu hükumetin ilelebet bir vahhid şübhe edebilir. Bizi asırlarca bu siyaset yaşattı. Sultan Selim Hilafet-i mukaddesesi namına okunulan re secde ederek o sözü “Hadimü’l-Haremeyn” diye tashih etmemiş mi idi? Niçin sonra hükumet-i Osmaniyye bu siyaset-i azimeyi terk etti. Faidesi görüldü mü? Avrupa’nın ümid-i teveccühüyle iza’a ettiğimiz asırlarda bize siyaset-i İslamiyye’den bahsetmeyişimize karşı bir mükafat mı verildi. Yoksa her gün hükumetimiz gibi mu’azzez vatanımızdan birçok cesim kıt’aları daha çeke çeke koparıp bizden almadılar mı?” Teşrinisani Sabah . Sebilürreşad’ın yevm-i intişarından bu ana kadar memlekete isma’a çalıştığı hakıkat işte bu hakıkat idi. Onun bu husus hakkındaki neşriyatı gah bir maksada gah saika-i taassuba hamlolundu. Evet bu devlet İslamiyet’le yaşar İslamiyet’le payidar olur. Bunun aksi tasavvura cevaz ve imkan yoktur. Her kim bu hükumet-i Osmaniyye için başka bir şekil bir hayat tahayyül ederse ya haindir ya ahmak! Komitecilerin da’valarını kabul ettirmek için ileri sürdükleri bütün delillerinin hülasası şu idi: “Edyan edyan olmak haysiyetiyle gittikçe siyasi ehemmiyetlerini kuvvetlerini zayi’ ediyor ictimai olmaktan ziyade şahsileşiyor. Bina-berin edyan ancak ırklarla birleşerek ırklara muavin ve hatta hadim olarak ehemmiyet-i siyasiyye ve ictimaiyyesini muhafaza edebilir. İhtimal ki bir zamanlar İslamiyet bir uhuvvet-i camia olabilirdi. Fakat hissiyat-ı diniyyenin gevşemiş ! olduğu bu asırda rabıta-i diniyye bize destgir olamaz. Çünkü İslamiyet’in esasını teşkil eden vahdet bugün hal-i husufdadır.” kati teslim etmek büyüklüğünde bulunan bir zat-ı muhterem onların yegane i’timad ve istinad ettikleri Ağaoğlu Ahmed Beyefendi kendilerine cevab veriyor da’valarını esasından çürütüyor. Me’muldür ki onlar da insafa gelip hakkı teslim ederler. Tercüman-ı Hakıkat’in fi Teşrinievvel sene tarih ve numaralı nüshasında Ahmed Bey diyorlar ki: Meal-i Şerifi Allahu te’ala hazretleri kendi yolunda gazaya çıkan kimse için şöylece tekeffül etmiştir: “O kimsenin gazaya çıkışı mahza benim yolumda cihad ve mahza bana ya Cennet’e idhal etmeye veya istediği kadar ecre veya ganimete nail olsun yine çıktığı meskenine kadar geri getirmeye zaminim. Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olan Allahuazimü’ş-şana kasem ederim ki Allah yolunda açılmış hiçbir yara yoktur ki kıyamet gününde vurulduğu zamanki hey’eti ile huzur-ı Rabbü’l-alemine çıkmasın. O zaman yaranın rengi kan rengi rayihası misk rayihasıdır. Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olan Allahuazimü’ş-şana kasem ederim ki müslümanlara meşakkat olmasa hiçbir vakitte Allah yolunda gazaya çıkan bir seriyyeye girmekten kalmazdım. Lakin ne yapayım ki ben de müslümanlara hayvan ve levazım-ı saire-i seferiyye tedarik edecek kadar genişlik yok. Onlarda da bu levazımı tedarik edip de arkama düşecek kadar genişlik yok. Halbuki ben sefere çıktığım vakit onların geride kalması kendilerine giran gelir. Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olan Allahuazimü’ş-şana kasem olsun gönlüm arzu eder ki Allah yolunda gazaya çıkayım da katlolunayım. Sonra yine dirilip gazaya çıkayım da katlolunayım. Sonra yine dirilip gazaya çıkayım da katlolunayım. Bu hadis-i şerif Buhari Müslim Nesai Müsned-i Hüreyre radıyallahu anhdır. Meal-i Şerifi Her kim Allah yolunda gaza etmeksizin veya cihadı arzu edip de kendi kendine keşke mücahidinden olaydım demeksizin vefat ederse hısal-ı nifaktan bir haslet üzere ölmüş olur. Bu hadis-i şerif Sahih-i Müslim ile Sünen-i Ebu Davud ve Sünen-i Nesai ve Müsned-i İmam Ahmed bin Hanbel hadislerindendir. Ravisi Ebu Hüreyre radıyallahu anhdır. Başmuharrir : ][ : Meal-i Şerifi Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduklarını Yevm-i kıyamette aleyhinde hüküm ve kaza edilenlerin birincileri üçtür: Birincisi; şehid olmuş bir kimsedir ki huzur-ı Rabbü’l-alemine getirilir. Hak te’ala kendisine ihsan ettiği ni’metleri sayar. O da onları ikrar eder. Hak te’ala: “Öyle nin yolunda harb ettim de şehid oldum” der. Buyurur ki: “Hayır sen yalan söylüyorsun. Sana cür’etlidir desinler diye harb ettin. Bu söz de söylenmiştir.” Ondan sonra emrolunur yüzükoyun sürüklene sürüklene ateşe atılır. dir ki huzur-ı Rabbü’l-alemine getirilir. Hak te’ala kendisine Hak te’ala: “Öyle ise bunlara mukabil ne yaptın?” der. O da: “Ya Rab ilim öğrendim ilim öğrettim senin yolunda Kur’an okudum” der. Buyurur ki: “Hayır sen yalan söylüyorsun. da sana kari’ desinler diye okudun. Bu söz de söylenmiştir.” Ondan sonra emrolunur yüzükoyun sürüklene sürüklene ateşe atılır. Üçüncüsü; Hak te’ala kendisine vüs’at vermiş ve malın her sınıfından kendisine ihsan etmiş bir kimsedir ki huzur-ı Rabbü’l-alemine getirilir. Hak te’ala kendisine ihsan ettiği ni’metleri sayar. O da onları tın?” der. O da: “Ya Rab uğrunda infakı sevdiğin hiçbir sebil bırakmadım ki malımı senin yolunda o uğurda sarf ve infak etmeyeyim” der. Buyurur ki: “Hayır sen yalan söylüyorsun. Bunları sana cömerd desinler diye yaptın. Bu söz de söylenmiştir.” Ondan sonra emrolunur yüzükoyun sürüklenir. Ondan sonra da ateşe atılır.” Bu hadis-i şerif Ebu Hüreyre radıyallahu anhdan mervi olan Müslim hadislerindendir. Meal-i Şerifi Her kim sıdk ve ihlas ile Hak te’aladan şehadet niyaz ederse Hak te’ala onu –yatağında ölse bile– menazil-i şühedaya isal eder. Bu hadis-i şerif Sehl bin Hanif radıyallahu anhdan rivayet olunan Müslim hadislerindendir. Meal-i Şerifi Her kim talebinde sadık olarak şehadete talib olursa şehadete nail olamasa bile sevab-ı şehadete nail olur. Bu hadis-i şerif Enes bin Malik radıyallahu anhdan rivayet olunan Müsned-i İmam Ahmed ile Sahih-i Müslim hadislerindendir. Meal-i Şerifi Her kim Allahu te’ala’dan Allah yolunda katl olunmayı samim-i kalbinden sıdk ile niyaz ederse Hak te’ala ona bir şehid ecri verir. O kimse yatağında ölse bile. Bu hadis-i şerif Sünen-i Ebu Davud’da Muaz bin Cebel radıyallahu anhdan ve Hakim’in Müstedrek’inde Enes bin Malik radıyallahu anhdan rivayet edilmiştir. Meal-i Şerifi Her kim düşmana Allah yolunda bir ok atar da okunu oraya yetiştirirse isabet etsin etmesin bu ameli bir kul azad etmek gibidir. Hadis-i şerifin ravisi Ebu Nüceyh Amr bin Anese’dir. Muharricleri İmam Ahmed Nesai İbni Mace Taberani Mu’cem-i Kebir’de Hakim’dir. Meal-i Şerifi Her kim üzerinde cihad eseri olmaksızın Allahuazimü’ş-şan huzuruna çıkarsa üzeri gedik olarak yani dininde noksan olarak huzuruna çıkmış olur. Hadis-i şerifin ravisi Ebu Hüreyre radıyallahu anh muharricleri Tirmizi İbni Mace ve Hakim’dir. hümayunuyla tevşih ve imza-yı Hilafet-penahi ile tezyin buyurulan ve bin üç yüz otuz üç sene-i Hicriyyesi Muharremi’nin atideki beyanname müsliminin da’vet edildiği cihad-ı ulvinin İslamiyet’in düşmanı olup adavetlerini Makam-ı Hilafet-i uhuda ri’ayet ve ibraz-ı asar-ı meveddet eyleyen ve düvel-i saire teba’alarıyla mütekabilen hüsn-i mu’aşeret İslam’ın şi’ar-ı adl ü müsalemeti icabından bulunduğu beyanıyla Makam-ı Meşihat-ı İslamiyyece ta’mimen tebliğ edilmiştir. Milel ve akvam için mevahib-i Sübhaniyyeden olan ni’am-ı istiklali imhaya çalışarak beşeriyeti taht-ı esarete almak isteyen ve asırlardan beri saadet-i beşeriyyenin gaddar bir düşman-ı bi-emanı olan Moskof hükumetinin Şark-ı karib ve baidde hudusüne sebebiyet verdiği mesaibden bu defa Merkezi Avrupa da azade kalamayarak lam’ı ribka-i esaretinde bulundurmayı gurur-ı millilerinin en ahengdar zevki addeden ve şu hakimiyet-i zalime-i gayr-ı meşrualarının tahtında gasb-ı hürriyyet ve te’min-i menfa’at gibi türlü türlü amal-i hasise besleyen ve binaenaleyh alem-i İslam’ın nokta-i istinadını teşkil ettiği ve İslamiyet’in medar-ı kıvamı bulunduğu için Hilafet-i Celile-i İslamiyye’yi sarsmak ve bu makam-ı aliyi mümkün olduğu kadar za’afa uğratmak hiss-i kin-aludunu sinelerinden bir an ayırmayan İngiltere ve Fransa hükumetlerini de kendisine peyrev kılmıştır. İ’tilaf-ı Müselles namını taşıyan işbu hey’et-i cebabire geçen asırda Hindistan’daki Asya-yı Vüsta’daki ve Afrika’nın ekser cihatındaki akvam-ı İslamiyyeyi kaffeten hakimiyet ve hükumetlerinden ve hatta hürriyetlerinden mahrum ettikleri gibi yarım asrı mütecaviz bir zamandan beri yek-diğerine zahir olarak memalik-i Osmaniyye’nin pek kıymetdar bir takım aksamını ziya’a uğratmışlar ve daha dün denecek kadar yakın bir zamanda dahi komşularımızı teşci’ ve himaye ederek vukua getirdikleri Balkan Harbi’nde nice yüz bin nüfus-ı ma’sume-i İslamiyyenin heder olmasına ve binlerce pak-damen-i muhadderat-ı ve mukaddesat-ı celile-i İslamiyyenin baziçe-i hevesat olmasına ma’nen ve maddeten sebeb oldukları gibi bu defa da bütün küre-i arzı bir mahşer-i heyca haline getirecek olan her nevi’ ihtilatatı iltizama ve bu ateş-i cenk ü cidalin en dil-suz şerarelerini yine kalbgah-ı ümmet-i Muhammed’e doğru saçmaya başlamışlar ve tertibat-ı mel’anetkaraneleriyle el-iyazü billah nur-ı mübin-i ilahiyi kadire ve kudret-i kahiresini idrakte ukul-i beşerin aciz ve kasır bulunduğu ferman-ferma-yı ekvan-ı Huda-yı bi-çun-ı azimü’ş-şanın saadet-i dareyn-i beşeriyet için nur-ı güzin-i ilahisi olan ve sıyanet-i celile-i Samedaniyyesiyle mübeşşer bulunan din-i mübin-i İslam’a karşı izhar-ı adavet eyleyenlerin er geç gazab-ı ilahiye duçar ve ma’nen ve maddeten tar u mar olacakları derkar olup hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn Halife-i müslimin eyyedallahu bi’n-nasri’l-mübin hazretleri kurretü’l-uyun-ı mü’minin bulunan Beytü’l-haram ve Ravza-i Mutahhara-i Fahru’l-enam ile Kudüs-i Şerif’i ve Necef ve Kerbela ve Merkez-i Hilafet-i Ulya’yı ve hasılı makamat-ı enbiya merkad-i evliya ve menazil-i şüheda olan bütün darü’l-İslam’ı müsta’inen bi-tevfikillah şe’amet-i tasalluttan sıyanet ve namus-ı din-i mübini şeva’ib-i mezelletten himayet etmek ve i’la-yı kelimetillah fariza-i mühimmesinin ba-kemal-i şehamet istikmal-i mukteziyatına tevessül eylemek üzere amme-i müslimini baladaki fetava-yı şerife ahkam-ı münifesine tevfikan cihad-ı umumiye da’vet ve salifü’z-zikr a’da-yı İslamiyet’in kahr u tedmiri için kahhar-ı zu-intikam olan Cenab-ı Münizilü’l- Kur’an’dan niyaz-ı nusret ve inayet eylemek hususunu Hilafet-i Celile-i Makam-ı Hilafet kalemrev-i hükumetinde bulunan teba’a-i Osmaniyye’nin yirmi yaşından kırk beş yaşına kadar olanlarını bila-istisna taht-ı silaha da’vet ederek bi-havlihi te’ala techiz eylediği ordu ve donanma-yı hümayun ile şimdiye kadar ömürlerini neşr-i ilme vakfetmiş bulunan ulema-yı müderrisin ve muallimin ümid ve istikbal-i din ve millet olan bilumum talebe-i ulum ve fünun ile kısm-ı a’zam-ı me’murin bi-kes ailelerin şeyh-i fani pederlerin ve validelerin destgiri olan şübban-ı vatan bugün peyderpey manatık-ı cihada tahşid edilmekle beraber bilumum mü’minin işbu cihad-ı ekberden hissemend-i sevab olmak için hükmüne emrini almıştır. Bina-berin Kırım Kazan Türkistan Buhara Hive Hindistan gibi hükumat-ı zalime-i mezkurenin kabza-i tasallutlarında bulunan ve Çin ve Afgan ve bilumum müsliminin ala kadri’l-istita’a işbu cihad-ı ekbere bu babdaki fetava-yı şerife mü’eddasınca Osmanlılar neste’izü billah ve ve ayat-ı kerimelerini teemmül ederek dünya ve ahirette teveccüh edecek azab-ı elimden tahlis-i giriban ve iktisab-ı saadet-i cavidan eylemeleri en büyük feraiz-i diniyyelerinden hele düşmanların zir-i tabi’iyetlerinde evlad-ı müslimini taht-ı silaha alıp Halife-i müsliminin veya muavin ve müttefiklerinin aleyhine sevk ile Şark ve Garb ma’rekelerinin en ateşbar mıntıkalarında itlaf ettirmeleri daha doğrusu din-i İslam aleyhine olan cinayetlerini yine ehl-i İslam eliyle yapmak hususunda bin türlü ihtiyalat-ı le’imane göstermeleri mü’min kalbinin tahammül edemeyeceği en dilsuz bir belva olmak mülabesesiyle şu kari’a-i müdhişeye bir an evvel çaresaz olmak için alem-i İslam’ın her nevi’ fedakarlığı bile müvekkilen alallah sabreylemesi akdem-i veza’if ve ehemm-i ibadattandır. Din-i mübin-i ilahi namına cihada şitaban olan müslimini her hususta mazhar-ı fevz-i nusret buyuracağı inayet ve eltaf-ı celile-i Samedaniyyeden mev’ud ve şeriat-i garra-yı Ahmediyye’nin i’la-yı şanı zahir ve destgir olmak için ruhaniyet-i mukaddese-i nebeviyye hazır ve mevcuddur. Ey ümmet-i Muhammed! ayet-i celilesi hükmünce din-i mübin-i İslam’ın sırr-ı nüzulü siyer-i cemile-i cenab-ı risalet-meaba ittiba’ ve nev’-i insaniyyetin haiz olması lazım gelen fezail ve meziyyatı iktisab ile beyne’l-beşer nümune-i imtisal ittihaz olunacak bir ümmet-i fazıla te’sisi olduğuna göre mebnası vahdet ve tevhid şi’arı ilim ve amel hedefi hak ve saadet-i beşer olan bu din-i alinin hangi kavme hangi iklime hangi hükumete mensub olurlarsa olsunlar kaffe-i efradı kalbleri Allah’a yüzleri Ka’betullah’a müteveccihen livaü’l-hamd-i Muhammedi altında toplamış ve nasiyelerine huzur-ı Rabbü’l-aleminde ser-nigun-ı hudu’ olmuş bir ümmet-i muazzama-i vahdaniyye halinde yaşamaları ve cami’a-i şevketlerine te’addi etmek isteyen ehl-i bağy ü fesada daima sima-yı mehabetini gösterivermek hasisasına malik bulunmaları icab eder. Ey Allah’ın muti’ kulları olan müslümanlar! Felah ve necat-ı muvahhidin için cihada gidenlerden sağ kalanların nasibi saadet ukbaya rihlet edenlerin rütbesi şehadettir. İhya-yı hak yolunda feda-yı can edenlerin va’d-i celil-i ilahi mucebince dünyası izzet ukbası cennettir. Ey izzet ve saadete teşne ve dil-dade ve ey i’la-yı hak yolunda bezl-i mal ve can ederek her türlü mehalik ve muhatarata ve mücahedata göğüs vermeye amade olan müslümanlar! Kerim’inde vaad ve tebşir eden Allahuazimü’ş-şanın ayet-i celilesindeki emr-i Sübhanisine imtisalen gönül birliğiyle taht-ı ali-i saltanatın etrafına toplanarak ve el birliğiyle kürsi-i mu’alla-yı Hilafet’in ayaklarına sarılarak biliniz ki devletimiz bugün İslamiyet’in adüvv-i canı olan Moskof İngiliz ve Fransız hükumetleri ve müttefikleriyle muharib bulunuyor. Emiru’l-mü’minin ve halife-i müslimin hazretleri sizi cihada da’vet ediyor. Ey mücahidin-i İslam! Cenab-ı Hakk’ın nusret ve inayeti ve Nebiyy-i muhteremimizin meded-i ruhanisiyle a’da-yı dini kahr u tedmir ve kulub-ı müslimini sermedi saadetlerle tesrir eylemeniz va’d-i celil-i ilahi ile mü’eyyed ve mübeşşerdir. Şeyhü’l-İslam ve müftiyyü’l-enam Hayri Şeyhü’l-İslam ve müftiyyü’l-enam sabıka Ziyaüddin Şeyhü’l-İslam ve müftiyyü’l-enam Musa Kazım Şeyhü’l-İslam ve müftiyyü’l-enam sabıka Es’ad Eminü’l-Fetva Ali Haydar Kadi’l-asker Ömer Hulusi Kadi’l-asker Ataullah Efendi-zade Mehmed Şükrü Kadi’l-asker İbrahim Es’ad Kadi’l-asker Mustafa Tevfik Kadi’l-asker Ahmed Hulusi Kadi’l-asker Mehmed Es’ad Kadi’l-asker Necmüddin Kadi’l-asker Mahmud Es’ad Kadi’l-asker ve Emin-i Fetva sabıka Tevfik Kadi’l-asker İsmet Müsteşaru’l-Meşihati’l-İslamiyye Evliya-zade İbrahim Evliya el-Kadı bi-Dari’l-Hilafeti’l-Aliyye Mustafa Rıza Vekilü’l-ders Ali Reisü Meclisi’t-Tedkıkati’ş-Şer’iyye Hüseyin Kamil es-Sultaniye el-Mukarriru’l-evvelü’d-dersi bi’l-hadra Mehmed Eşref es-Sultaniye el-Mukarriru’s-sani’d-dersi bi’l-hadra Nasuh Efendi-zade Mustafa Asım es-Sultaniye el-Mukarriru’r-rabi’u’d-dersi bi’l-hadra Tırnovili Vildan es-Sultaniye el-Mukarriru’l-hamis li’d-dersi bi’l-hadra Mehmed Hilmi es-Sultaniye el-Mukarriru’s-sadis li’d-dersi bi’l-hadra Aydoslu Sadullah es-Sultaniye el-Mukarriru’s-samin li’d-dersi bi’l-hadra Eyüb Reisü Meclisi’l-Meşayih Mehmed Es’ad Reisü’l-Müsevvidin Ahmed Es’ad Müdiru’l-i’lamati’ş-şer’iyye Ali Mektubi’l-Meşihati’l-İslamiyye Mardini Yusuf Sıdkı Efendi-zade Ebu’l-Ula. S – Din-i İslam nazarında fi sebilillah cihadın hakikati neden ibarettir? C – Din-i İslam nazarında fi sebilillah cihadın ma’nayı hakıkısi a’da-yı İslam’a karşı bedenen malen muharebe etmek için bezl-i mechud etmek olanca kudreti sarf eylemektir. Şu kadar var ki a’da-yı İslam denilince müslümanlara dinen muhalif olanların kaffesi anlaşılmamalıdır. Evet a’da-yı İslam’dan maksad bize karşı din muharebesi eden bizi memleketlerimizden sürüp çıkaran vatanlarımıza müstevli olan yahud bize düşmanlık edenlere yardımda bulunanlar yahud bulunmak ve bunlara inzimam eden milletler bu güruhtandır. Lakin bize karşı din muharebesi etmeyenler vatanlarımıza müstevli olup bizi yurdlarımızdan çıkarmış olmayanlar eğer hiyanetleri görülmeyen sadık zimmilerden ise yahud Alman milletiyle onun isrine teba’iyyet eden milletler gibi kendileriyle aramızda bir muahede mevcud ise bunlar hiçbir zaman bizim düşmanımız değildir. Bundan başka onları sıyanet etmek onlara karşı adl ü insaftan hiçbir zaman ayrılmamak malımızla canımızla atımızla silahımızla kendilerini müdafa’ada bulunmak onlarla el ele verip bizim düşmanımıza ve onların düşmanına karşı yürümek bu uğurda kanımızın son damlasına varıncaya kadar akıtmak bunların kimse tarafından velev acı bir sözle olsun incitilmesine meydan bırakmamak biz müslümanların üzerine farzdır. Hem bizim şu hareketimiz Cenab-ı Hakk’ın rıza-yı ilahisini calibdir. Allahuzü’l-celal hazretleri: “Cenab-ı Hak sizinle din muharebesi etmeyenlere sizi yurdlarınızdan çıkarmayanlara karşı iyilikle adl ile mu’amele etmekten sizi nehy etmez. Cenab-ı Hak adl ile hareket edenleri sever. Allah sizi ancak o kimselere karşı dostluk göstermekten nehy eder ki sizi memleketlerinizden çıkarmış ve çıkarılmanıza yardımda bulunmuştur. Böylelerine dostluk gösterenler yok mu işte onlar zalimdirler.” Buyuruyorlar. Diğer bir ayet-i celilede ise “Onlar size karşı doğrulukla harekette bulundukça siz de onlara karşı doğrulukla hareket ediniz. Elbette Cenab-ı Allah müttakıleri sever” buyuruluyor. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz “Zimmilere karşı iyi mu’amelede bulunmayı size tavsiye ederim.” buyuruyor. Alim-i şehir Şihab-ı Karafi Kitabü’l-Furuk’unda diyor ki: “Zimmilerin bizim zimmetimizde bulunması bizim de kendilerine bir takım hukuk bahşetmemizi icab ediyor. Binaenaleyh her kim zimmetimize dahil olanları velev acı bir sözle velev ırzına dahl suretiyle yahud diğer bir suretle rencide edecek olursa hatta doğrudan doğruya buna cür’et etmeyerek bu hususda diğer birine mu’avenette bulunursa o adam hem Allah’ın ahdini hem Resulullah’ın ahdini hem din-i İslam’ın ahdini nakz etmiş olur.” İmam-ı şehir İbni Hazm Meratibü’l-İcma’’ında: “Bizim zimmetimize vasıl olanlara haricden bir hücum vukua gelecek olursa o muhacimlere karşı atlarımızla silahlarımızla kıyam etmek bu uğurda canımızı feda eyleyerek Allah’ın ahdinde din-i İslam’ın ahdinde bulunan o zimmileri sıyanet eylemek biz müslümanların üzerine vacib olur.” dedikten sonra bu babda icma’ bulunduğunu söylüyor. yerine me-i din sözleriyle zahir oluyor ki fi sebilillah cihadın ma’nası öyle bize dinen muhalefette bulunanları her ne suretle olursa olsun öldürmek kadınları çocukları bulunmak sonra da bunu harb-i mukaddes namıyla yad eylemek değildir. Nitekim Yunanlılar ile Sırblılar bu mel’anetleri ika’ etmekten geri durmadıkları halde Fransızlarla İngilizler Moskoflar alem-i İslam’a karşı hakıkatten gafil olan akvamın husumetini celb için müslümanların cihaddan maksudu budur gibi kizb ü iftirada bulunmuşlardır. Bizim indimizde cihad-ı mukaddes medeniyet-i hakıkıyye ile mütemeddin olup haysiyetiyle vatanımıza milletimize düşman olanlara karşı olanca kudretimizi sarf etmek muharebe etmektir. S – Nazar-ı İslam’da fi sebilillah cihadın neticesi gayesi nedir? C – Fi sebilillah cihadın neticesi düşmanın fitnesini def’ etmek ve kelime-i hakkı i’la eylemekten ibarettir ki bu kelime kelimetullah ve dinullahtan başka bir şey değildir. Evet İngilizler Fransızlar Moskoflar gibi vahşi düşmanlar memalike müstevli oldukları zaman ahalinin elindeki malı gasb ediyorlar. Sına’at gibi ticaret gibi ziraat gibi esbab-ı ma’işetin kaffesini ellerine geçiriyorlar. Araziyi cebren sahiblerin elinden alıyorlar milletin sırtına altından kalkamayacağı derecede ağır vergiler yüklüyorlar. Ahaliyi zaruretin sefaletin son derekesine indirerek merkebler sığırlar gibi sırtından geçinilen fakat hiçbir nazar-ı merhamete layık olmayan behaim menzilesine tenzil ediyorlar. O zavallı ümmet-i mahkumenin elinin emeğini alnının terini kendileri kemal-i afiyetle yedikleri halde buna mukabil bi-çarelere köpeklerin önüne atılan kırıntılardan [da]ha hasis birkaç lokma atıyorlar. Bu düşmanlar halkın dinine de hücum ederek cami’leri yıkıyorlar yıkmadıklarını da kilise haline getiriyorlar. Müslümanların dünyada saadetini ahirette felahını mucib olan ayat-ı ilahiyyeyi kaldırmaya müslümanlara dinini öğretecek ne varsa hepsini mahvetmeye onları cehl Şeriat-i celilenin müebbed kanunlarını ibtal ederek yerine zalimane kanunlar vaz’ ediyorlar. O zavallıların elini ayağını bağladıktan onları kımıldayamayacak bir hale getirdikten sonra ahlaklarına hücuma başlıyorlar. Şe’air-i İslamiyye namına ne varsa birer birer mahvediyorlar. Kadınları yoldan çocukları baştan çıkarıyorlar. Taht-ı esaretlerine aldıkları milletleri o hale getiriyorlar ki bu mezalime karşı hiç kimse i’tiraz etmeyi ses çıkarmayı hatırına bile getiremiyor. Küçük bir hoşnutsuzluk hissettikleri dakıkada müslümanların gözlerini yıldırmak beride tek tük kalan ulemasını eşrafını zavallıların gözleri önünde idam ediyorlar. Bu derece şiddetli bir istibdad vahşetlerine boyun eğdiriyorlar. Sonra bu zalimane hareketlerinin takdis olunmasına da hayvan sürüsü haline gelen o bi-çareleri mecbur tutuyorlar. Artık o zalimlerin pençesine düşen milletin elindeki avucundaki gittikten sonra haysiyeti de ırzı da namusu da pamal-i hakaret oluyor. İnsanlıkla hiçbir alakası kalmayarak behaim gibi topraklar üzerinde sürünüp duruyor. le sefalet girdablarına izmihlal hufrelerine sürüklemekte olan zalimlerin İngilizler Fransızlar Moskoflar olduğunu bütün cihan biliyor. Hem bu heriflerin icra ettikleri vahşetlere ma’ruz olan yalnız müslümanlar değildir. Bütün alem-i beşeriyet bunların zulmünden bunların fitnesinden bi-zardır. Yeryüzünde kendilerinden başka hiçbir milletin yaşamaya saltanat sürmeye hakkı yoktur! Bütün ru-yı zemin onların malikanesi bütün insanlar onların kölesidir! Üzerlerine oturdukları serir-i saltanatların taht-ı Fir’avn’dan farkı yoktur. Şeytan orduları gibi mel’anetleri bütün cihana yayılmıştır. Ayak basdıkları yerde zulümden vahşetten başka hiçbir şey hükümran olmaz. Onlar beşeriyeti böyle boğmak istiyorken İslamiyet lam kendi müntesiblerine büyük bir hürriyet ve saadet bahşettiği gibi cenah-ı re’fetine giren bütün zimmilerin hukukunu mallarını canlarını namuslarını sıyanet ile de emrediyor. Ne ahlaklarına dokunuyor ne dinlerine bir ta’arruzda bulunuyor. Bunun için İslamiyet hakıkaten Allah yoludur. Cenab-ı Hak: “Iman etmiş olan kimseler Allah yolunda cenk ederler. Kafir olanlar ise şeytan uğrunda muharebede bulunurlar. Şeytanın dostalarıyla cenk ediniz. Şeytanın hilesi şübhe yoktur ki zaifdır.” Buyuruyor. İşte bu ayat-ı celile cihad-ı İslam’ın kimler aleyhinde olduğunu tamayerine yazılmıştır. mıyla gösteriyor. Bizim cihadımız Hak düşmanı insaniyyet düşmanı olan a’damıza karşıdır. Müslümanlar hakkı yükseltmek beşeriyeti kurtarmak için muharebe ediyorlar. Yoksa cihad –düşmanlarımızın işa’a ettiği gibi– her müslüman olmayanı saika-i intikam ile yahud taassub-ı dini ile öldürmek demek değildir. Cenab-ı Hak “Dinde ikrah yoktur. Iman “Sizin dininiz sizin benim de dinim benimdir” buyuruyor. Bununla beraber sulh ve müsalemeti te’sis Hak ile ona tarafdar olanların galebesini te’min için cihad-ı mukaddes düşmanımızın kuvveti mahvoluncaya kadar devam eder. Allah tevfik ve nusret ihsan buyursun. S – Bu gibi düşmanlar üzerimize hücum edince cihadın hükmü nedir? C – Fransız İngiliz Rus gibi düşmanlarımız böyle her taraftan üzerimize saldırınca bütün müslümanlara; erkek kadın mu’inli mu’insiz piyade süvari her mü’mine cihad farz-ı ayn olur. Cihaddan kaçanlar dünyada zilletten ahirette de hüsrandan kurtulamazlar. Cihaddan korkanları Cenab-ı Hak şiddetle tevbih ediyor. “Ey iman edenler size ne oluyor ki size harbe koşun denildiği zaman yere mıhlanıp ağırlaşıyorsunuz. Ahirete bedel hayat-ı dünyaya mı razı oldunuz? Öyle ise biliniz ki ahirete nazaran hayat-ı dünyadan gitmezseniz Allahu te’ala sizi pek elim bir azaba giriftar eder. Size bedel muti’ olan diğer bir kavim getirir. Ve bu kaçamaklarla din-i ilahisinin kuvvetlenmesine hiçbir zarar da ika’ edemez. Allah’ın kudret-i azimesi her şeye yeter.” Sonra “İster neşat ile ister cebr-i nefs ile ister az ister çok silah ile harbe koşup Allah yolunda mallarınızla nefislerinizle cihad ediniz. Cihadı yapmak yapmamaktan ne kadar hayırlı olduğunu bilseniz…” ayet-i kerimesinde de müslümanlar için hayır ve saadetin fevz ü felahın ancak bu suretle harekette olduğu beyan buyuruluyor. Binaenaleyh cihad i’lan olunur olunmaz her mü’min için o da’vete icabet elinden gelen her fedakarlığı ifa farz-ı ayn olur. Hiçbir müslüman geriye kalmamalı. Bütün dünyada ne kadar müslüman varsa hepsi yek-vücud bir kitle-i muazzama halinde harekete başlamalı. Gerek Hilafet-i Muhammediyye-i Osmaniyye’nin liva-yı muzafferiyyeti altında gerek Almanya ve müttefiklerine iltihak ederek harb-i mukaddese iştirak etmeli alem-i İslam’ı ve bütün beşeriyeti İngilizlerin Fransızların Moskofların esaret zencirlerinden kurtarmalıdır. “Aded ve adüvvün çokluğuna azlığına bakmayın fevz ve nusret ancak Allah’tandır.” S – Hak yolunda cihad edenlerin vazifeleri nedir? C – Evvelen; kemal-i metanet ve cesaretle daima ilerlemek sabır ve sebat göstererek düşmanla pençeleşmek açlığa susuzluğa sıcağa soğuğa kara yolculuğuna deniz seferine hasılı meşakkatlerin enva’ına göğüs germek tahammül göstermek silah arkadaşlarının kusurlarını afv etmek düşmandan daha mütehammil daha sebatlı olmak daima faikiyeti kazanmak için çalışmak birbiri ardı sıra muzafferiyetler ihrazı için daima ilerlemektir. Cenab-ı Hak: “Ey iman eden kimseler sebat gösteriniz hem düşmanlarınızdan fazla sebat gösteriniz. Daima da muharebeye hazır bulununuz. Bununla beraber Allah’tan her zaman korkunuz ki felah bulasınız.” Buyurmakla bizim ne kadar sebatkar ne kadar şeci’ olmamız lazım geldiğini bildiriyor. Imanı tam olan hakıkı müslümanlar hiçbir zaman korku nedir bilmezler düşmandan yüzçevirmek nedir hatırlarına getirmezler. Müslümanlar meydan-ı cihadda yüzlerini çevirirse ancak ya daha şiddetli savlet için mağlub görünerek düşmanı aldatmak yahud diğer bir müfrezeye iltihak etmek için çevirirler. Bu iki halin haricinde her hangi müslüman düşmandan firar ederse Allah’ın gazab-ı şedidine uğrar dünyada zilletten ahirette de hüsrandan kurtulamaz. Cenab-ı Hak: “Ey iman edenler siz kafirlerle harb için karşılaştığınızda onları çok bulursanız kaçıp da onlara arkanızı çevirmeyiniz. Böyle bir zamanda tekrar hücum niyetiyle geri çekilerek yahud müslümanlardan diğer muhariblere yardım niyetiyle bir tarafa iltihak ederek arkalarını çevirenler müstesna olmak üzere her kim küffara ardını çevirirse Allahu te’ala tarafından büyük bir gazaba giriftar olmuş olur. Ve son yurdu cehennemdir. Cehennem ne fena varılacak yerdir!” Harbden firar edenlerin Cehennem’den başka sığınacak yer bulamayacaklarını beyan buyuruyor. Sonra diğer bir ayet-i kerimede de: “Sizden sabırlı yirmi kişi varsa kafirlerden iki yüz yüz kişi varsa bin kişiye galebe etmek üzere sebat etsin.” Buyuruyor. Müslümanların şeca’at-i fıtriyyeleri seciye-i esasiyyeleri budur. Hiç şübhe yoktur ki Allah’ın emirlerine itaat ederek sebat gösterenler daima kazanırlar. Dünyada ulüvv-i şana ahirette de makam-ı refi’a mazhar olurlar. Küffarın hud’alarına aldananlar onların nasihatlerine uyanlar Hak . buyuruyor. Hele şu ayat-ı kerime pek hakimanedir: “Siz o müşrikleri ele geçirmek hususunda gevşek davranmayınız. Eğer siz acı duyuyorsanız onlar da sizin gibi acı duyuyorlar. Halbuki siz Cenab-ı Hak’tan onların ummadıkları bir saadeti de ümid ediyorsunuz.” “Sıkılmaya gelmez. Bu defa size düşmanlarınızdan elem isabet ettiyse onlara vaktiyle sizden elem erişmişti. Bu eyyam-ı fevz ü nusreti biz halk arasında tedavül ettiririz. Gah onların gah diğerlerin olur.” Hasılı düşmanların hepsi ittifak etseler yine i’la-yı Kelimetullah ra farz-ı ayndır. İyi bilelim ki muzafferiyetimiz sebatımıza menuttur. Her türlü meşakkatlere göğüs gerer sebat gösterirsek hiç şübhe etmeyelim ki Cenab-ı Hak nusret ve zafer ihsan buyuracaktır. Madem ki düşmanlar İslamiyeti mahv için memleketlerimizden bizi çıkarmak için üzerimize saldırmışlardır. Bizim de onları yakaladığımız yerde öldürmemiz memleketlerinden çıkarmamız farzdır. Çünkü Cenab-ı Hak: “ Müşrikler nasıl sizin kaffenizi katlediyorlarsa siz de onların cümlesini katlediniz. Hem biliniz ki Allah kendisinden korkanlarla beraberdir. Onları her nerede bulursanız katlediniz. Onlar sizi nereden çıkardılarsa siz de onları oradan çıkarınız. Zira çektiğiniz mihnet katilden daha şediddir.” Buyurur. Saniyen; Allah’a tevekküldür. Cenab-ı Hak “Her kim Allah’a tevekkül ederse Allahu te’ala ona yeter.” buyuruyor. Nusret ve muzafferiyeti ihsan edecek ancak Cenab-ı Hak’tır. Hiç şübhe etmeyiniz ki Cenab-ı Hak va’dini incaz buyuruyor. Elverir ki biz sabır ve sebat gösterelim. Düşmana tefevvuk için gücümüz yettiği kadar her türlü esbabı elde edelim. “Eğer siz Allah’ın dinine ve resulüne yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve küffar ile mücahedenizde sizi sabit-kadem eder.” Salisen; Allah yolundu cihad edenlerin bir vazifesi de düşmanın fitnesini mahv tecavüzünü def’ ederek Müslümanlık alemini esaretten kurtarmak ve Kelimetullah’ı i’la etmektir. Cenab-ı Hak “Siz müşriklerle harb ediniz ki mihnete ve devam-ı şirke mahal kalmasın da din halis olarak Allah için olsun. Eğer sizi mihnete giriftar etmekten şirkten vazgeçerlerse yakalarını bırakınız. Zira ancak zalimlere ilişmek var.” Buyuruyor. Şer’in tecviz etmediği zulümden fazla taşkınlıktan sakınmalıdır. İntikam alacağım diye haddi tecavüz etmemeli adaletten ayrılmamalıdır. Çünkü gayr-ı meşru’ değil Allah uğrunda cihad eder. Cenab-ı Hak: “Ey iman edenler hukuk-ı ilahiyyeye son derecede muhafazakar olunuz kemal-i adaletle şehadet ediniz. Bazı kimselere bu’zunuz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adalet ediniz. Takvaya en ziyade yakışan odur. Allah’tan dardır.” Buyuruyur. Ey gaza meydanlarında din düşmanlarıyla çarpışan mücahidin-i İslam! Cihadınız Allah uğrundadır. Hiçbir vakit ağraz-ı nefsaniyyenize kapılmayınız. Düşmanlarınıza karşı olan nefretiniz adaleti terk etmenize sebeb olmasın. Size vacib olan daima adalettir. Adalet takvanın en büyük rüknüdür. İşte bunun için düşmanlarımızın kadınlarını çocuklarını ihtiyarlarını a’malarını mecnunlarını savma’alarında yaşayanlarını harbe iştirak etmedikleri muharebe hakkında bir fikir vermedikleri takdirde öldürmekten sizi men’ ediyor. Kezalik yiyeceğiniz şeylerden ma’ada elinize geçirdiğiniz ganimetleri almaktan da sakınınız. Bunlardan ma’ada bir şeyi ancak zaruret halinde alabilirsiniz. Şu kadar ki bilahare yine iade etmek lazımdır. Rabi’an; düşmanla temas ettiğiniz zaman daima Allah’ı anınız. Onun azametine iltica ediniz. Ondan nusret tişecek ancak O’dur. Ondan başka sığınacak hiçbir yerimiz yoktur. Allah nusret isteyenlere rahmetini esirgemez. Daima “Allahuekber Allahuekber” deyiniz. Daima “Ya Rab! Bize sabır ve sebat nusret ihsan buyur. Düşmanlarımızın kalbine korku ver.” duasını tekrar ediniz. Allah’ı ananlar muhakkak felah bulurlar. “ La havle ve la kavle Bütün o şevket ve azamet bütün o pür-şan ü şeref mazisiyle Şark’ın tarihini yaldızlayan koca Hindistan bugün faziletsiz ve pek bayağı bir kavmin zir-i tahakküm ve teğallübünde inliyor. Hindistan derken o tecavüzat ve şekavete karşı sızlayan her yürek İngilizlerin bu alçak tabiatlı kavmin ser-nigun ve makhur olmasını o kadar samimi temenni ediyor ki… Hindistan o pür-feyz memleket bütün cihanın enzar-ı tahsinini celb etmiş bütün cihangirlerin tabiat-i cenkcuyanesine bir galeyan vermiştir. Bu sebeble ta evvelden Hindistan’a sarkmıştı. Sonra Nadir Şah Timurlenk gibi muharib hükümdarlar hep Hindistan’ı zabt etmişlerdi. Napolyon Bonaparte de Hindistan’ı zabt etmek için Mısır’a gelmiş fakat orada mağlub olmuştu… ilh. Tarihi açmak ve tafsilat vermek neye yarar? Zaten bunlar herkesçe ma’lum olan şeylerdir. Hindistan gayet zengin bir memleket olduğundan hahiş ve arzu-yı umumiyi celb etmiştir. Hatta Hind mahsulat ve ganaimi efsanelere bile karışmıştır. Ma’lum olduğu üzere İngilizler Hindistan’ı bir kumpanyanın desaisi sayesinde zabt etmişlerdi. Ve sonra gizli perdeler arkasında dena’et-i faci’alarını oynarken zavallı Hindlilere o mağdur müslümanlara karşı gayet halim ve mülayim davranıyorlar daima her şeyi menfa’atleriyle muvafık olarak gösteriyorlar haber veriyorlardı. Ah! Gafil İslamlar… Bilirler mi idi ki okşanarak tatlı sözlerle kandırılarak mezbaha başına sürüklenen bir koyuna benziyorlardı… Şu sözlerimize bir misal olmak üzere atideki vak’ayı gösterebiliriz: Mısır vak’a-i ma’lumesinde Arabi Paşa İngiltere’ye rına: “Arabi Paşa isminde birisi Halife’nize isyan etti. Biz de orada Halife tarafından me’mur olarak asiyi te’dib ve tecziye edeceğiz… Gayret-i diniyyesi olan ve Halife’ye merbutü’l-kalb olanlar askerimizle beraber gelebilir…” diyordu. Bu sözlerde bir hakıkat bir samimiyet gören Hindli müslümanlardan ve Afganlılardan mürekkeb bir kısım halk İngiliz ordusuna gönüllü yazılmıştı. nami-i Hilafet-penahi’nin zikrolunmasını da müsaade – hatta emir– etmişti. İşte artık bu feca’at piyesinin son perdesi oynanıyor. Artık foya çıkacak çıktı demiyorum… Çıkacak diyorum. Çünkü bugün Hindistan’daki dindaşlarımız ahval-i hazırayı tamamıyla yanlış biliyorlar. İngiltere onlardan Alman zaferlerini ve kendi mağlubiyetlerini gizliyor. Bütün Hind ve İngiliz gazeteleri Fransızların doludur. lık eden bir İslam gazetesini - Pise-i Ahbar– ilave edersek zavallı dindaşlarımızın her şeyden bi-haber olduğunu kolayca kestiririz. Bu dena’etiyle iktifa etmeyen o İslam gazetesi !! bir de bize ders vermeye çalışıyor ki: Gülünç gülünç olmakla beraber esef-engiz bir hal. Bundan on sene mukaddem Afganistan Emiri Habibullah Han hazretleri Hindistan’a bir seyahat icra etti. Müşarun-ileyh hazretlerinin bu seyahati bir maksad-ı siyasiyi ta’kıb etmiyordu. Hindistan’da ilk Cuma namazını Akra nam cami’-i şerifte eda etti. O zaman o cami’de okuduğu bir hutbenin Hindliler üzerindeki te’siri el-an bakıdir. Emir hazretleri güzergahına tesadüf eden müşrif-i harab cevami’i ta’mir ettirdiği gibi bazı yıkık puthaneleri de imar ediyordu. Salat-ı id-i adhayı Dehli Cami’-i Kebiri’nde kıldı. Hindliler ve mecusiler tebrik-i ide geldikleri zaman emir hazretleri evvelden beri aralarında mevcud olduğunu bildiği bir ihtilafı halletmek üzere İslamlara karşı muhtasar bir nutuk irad etti. Bu nutkuyla mecusiler raf oldu. Emir hazretleri bu nutkunda şu yolda idare-i kelam etmişti: “Dindaşlarım Mecusilerle bir memlekette yaşadığınız gibi menfa’atiniz ticaretiniz hep müşterektir. Binaenaleyh onları gücendirmeyiniz. Şeriatimiz pek vasi’dir. Boğa yerine deve veya koyun kesebilirsiniz. Emiriniz olmadığım için bu sözleri söyledim. Eğer emiriniz olsaydım emrederdim.” oldu. Böylelikle bu ihtilaftan öteden beri istifade eden İngiltere’nin de istifadesi hitam buldu ve Mecusiler de artık emir-i Afgan’ı İslamlar kadar sevmeye başladılar. Zahiren pek ehemmiyetsiz görünen şu mes’ele ma’nen o kadar ehemmiyetli ve mühimdir ki belki İngiltere’nin Hindistan hakimiyetine büyük bir darbe vurmuştur derim. Bu siyaseti hep Habibullah Han kullandı. O dur-endiş zatın bir gayesi vardı. Eskiden o düşünce Afganistan’da ve Afgan emirinin dimağında mahfuz kalabilirdi. Halbuki… Şimdi bu gaye Hind hududunda İngilizlerin mevcudiyetine bulunan Afgan ordusunun önündedir. Her şey gibi o da vakt-i merhununu bekliyor. Meal-i Şerifi Nezd-i ilahide kendisine hayır mukadder olan hiçbir nefis yoktur ki ölsün de yine dünyaya dönmek hatta dünya ve ma-fihaya malik olarak dönmekle mesrur olsun. Bundan yalnız şehid müstesnadır ki şehadetin faziletini görmüş olduğu için yine gelip katl olunmayı temenni eder. Hadis-i şerifin ravisi Enes bin Malik radıyallahu anh olup Buhari ve Müslim ile Tirmizi ve Nesai’de ve Müsned-i hari ile Müslim ve Tirmizi’de ayrıca “Şehid nail olduğu kerametten dolayı on kere dönüp de katl olunmayı temenni eder” ziyadesi vardır. Kıyamet gününde huzur-ı Rabbü’l-alemin’e ehl-i cennetten adem getirilir. Taraf-ı izzetten kendisine: “Ey Ademoğlu kendi menzilini nasıl buluyorsun?” diye sual buyurulur. “Ey Rabbim menzilim en iyi menzildir” der. Bunun üzerine Hak te’ala: “İste temenni et” buyurur. Bunun üzerine o da: “Ya Rab hiçbir dileğim yok hiçbir şey temenni etmem. Yalnız şunu dilerim ki beni dünyaya on kere iade edesin de senin yolunda katlolunayım.” Ehl-i cehennemden de adem getirilir. Hak te’ala: “Ey Ademoğlu kendi menzilini nasıl buluyorsun?” diye sorar. “Ey Rabbim menzilim en kötü menzildir” der. Bunun üzerine Hak te’ala: “Bu menzilden kurtulmak için dünya dolusu altın feda etmeye razı mısın?” diye sorar. O da: “Evet ya Rab” deyince Hak te’ala: “Yalan söylüyorsun. Ben senden bundan daha az fedası daha kolay şey istemiştim de yapmamıştın” buyurur. O mücrim de cehenneme iade edilir. Bu hadis-i şerif Müsned-i İmam Ahmed ile Sünen-i Nesai’de mezkur olup ravisi Enes bin Malik radıyallahu anhdır. Hadisin kısm-ı sanisini rivayet eden Ahmed bin Hanbel hazretleridir. Başmuharrir Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerine: “Allah azze ve celle yolunda cihad etmeye muadil gelecek fazilet nedir?” diye sordular. “Yapmak elinizden gelmez” buyurdular. Nihayet üçüncüsünde: “Allah yolunda mücahid ayat-ı ilahiyyeye karşı kalbi haşi’ ve muti’ olan saim ve kaime benzer hem de öyle bir saim ve kaim ki Allah yolunda mücahede eden kimse geri gelince[ye] kadar ne sıyamından ne kıyamından bir an gaflet ve fütur etmez.Yapamayacağınız şey işte budur” buyurdular. Bu hadis-i şerif Ebu Hüreyre radıyallahu anhdan mervi Müslim hadislerindendir. Bir din ki insaniyyete rahmet erbab-ı ukul ve idrake ayn-ı hidayet mürşid-i şahrah-ı selamet ve saadet menba’-ı kavanin-i medeniyet me’haz-ı desatir-i ilm ü ma’rifet leri vahşi savletleri karşısında encam-ı kar ref’-i nikab-ı kahr ü celal ederek “Ey Nebiyy-i muhterem nur-ı ilahiyi söndürmeye çalışan kafirlere ve –zahirde İslam geçinirken a’da-yı hakka yardım eden– derk-i esfel-i cahim ashabına kemal-i gılzat ve şiddetle sell-i seyf-i cihad eyle!” emr-i ehemm-i vücubuyla Cenab-ı mübelliğ-i zi-şanını –aleyhi’s-salatü ve’s-selam– seyf-i müdafa’a-i cihad ile teslih ve sultanü’l-mücahidin ünvan-ı celadet ve şehametiyle tebcil ve takdis eder. Bir millet ki sabıkın-ı evvelin-i Muhacirin ve Ensar’ı radıyallahu anhüm ve radu anh o başkumandan-ı akdes ve efham –sallallahu te’ala aleyhi ve sellem– efendimiz hazretlerinin ilk saff-ı gazalarını Bedr-i kübra ufukları üzerinde gibi her kelimesi bir şahid-i iman olan icabet-i teslimiyyet-karanesiyle teşkil ederler. İlk tali’a-i zaferleri olmak bütün cihan-ı ukul ve idraki velehlere hayretlere düşürmek saadet-i uzmasıyla varlıklarından geçerek: Zemzeme-i vecd-averanesiyle raksan olarak arslanları tedhiş edecek bir istihfaf-ı hayat bir istihkar-ı mevt ma-fevka’t-tabi’a vasfına seza bir batş-ı kahirane ile müdafa’a-i hak neşr-i envar-ı hakıkat uğrunda şehadet meydanlarına cennet-i a’lanın firdevs-i na’imin en kestirme yollarına koşarlar artık “millet-i müsellaha” ünvan-ı fahr u mübahatı bu –ila yevmi’l-kıyam medar-ı hayat ve bekası cihad fi sebilillah olan– millet-i mücahideden başka hangi millete hangi cem’iyete yakışır? Bunlar o kahraman şir-dillerdir ki mal ve canlarını rıza-yı ilahiye nailiyet için sinelerinden seyl-i münhadir gibi huruşan bir aşk-ı lahuti ile feda ettiler. Bunlar o rütbe-i bala-terin-i insaniyyet erbabıdır ki üç yüz on dört kişilik mevcudlarıyla İskenderlerin Daraların milyonlar kesretindeki cesim ordularının –o da pek muvakkat– muvaffakiyetlerini hiçe indiren muzafferiyet-i uzmalarıyla şevket ve azameti cihana sığmayan bir devletin vazı’u’l-esas-ı masunu’l-indirası oldular. Hakıkat! Bu fena aleminin dört günlük hayat-ı hab-aludu içinde hak-perestan için hakıkı bir zevk-i hesti varsa o da ancak ve ancak i’la-yı hak neşr-i envar-ı hakıkat uğrunda feda-yı mal ve can etmektir. Ukul-i selime erbabı için bundan büyük bundan ulvi bundan cavidani bir zevk-i ebedi bir hazz-ı sermedi tasavvur olunamaz. Madem ki beka yok haktan dur olarak zemin-i behimiyette batılın pa-yi zulm ü udvanı altında yaşayan hayatın ne kıymeti ne meziyeti ne zevki ne şerefi vardır? Öyle sefil ve miskin öyle zelil ve cebin hayattan ölüm bile iğrenir! Müdafi’in ve müzahirin-i hakkın mukaddes vücudlarıyladır ki bu deni dünya yaşar bu sefil topraklar şeref bulur. Onlar olmasa bu hakdan baştanbaşa bir beyaban-ı vahşet kesilir. Bak ey müslüman! Lisan-ı hikmet-beyan-ı Peyamber-i a’zamiden aleyhi’s-salatü ve’s-selam şeref-sanih olan şu hadis-i şerifi im’an-ı fikr ü nazar ile oku: “Ümmetimden zeval-na-pezir bir zümre-i fazıla daima müzahirin-i hak ve müdafi’in-i hakıkattir ki onlar da ehl-i ilimdir.” Buhari Kitabü’l-İ’tisam [ ] Nazm-ı celil-i hadisin hatimesi olan cümle-i kerimesine dikkat olunsun! Dikkat olunsun ki erbab-ı cehli reddediyor. Çünkü ashab-ı cehl hakka müzahir ve müdafi’ olamaz. Çünkü ashab-ı cehl sada-yı hakkı işitecek sami’a-i ilm ü Butlana zulüm ve udvana sell-i seyf-i kahr u demar de haiz-i kasbü’s-sebak olmak ehl-i ilm ü irfanın şanıdır. Şehadet… O ne büyük o ne kudsi bir rütbe-i ilahiyyedir! Kalbi iman ve Kur’an’ın envar-ı feyz-i beşaşetiyle meşhun olmuş herhangi bir öz müslüman için şehadet meydanına atılmamak rütbe-i ulya-yı şehadetten mahrum kalmak acizler korkaklar gibi ölüm döşeğine uzanarak hırıl hırıl can vermek ne azim bedbahtlıktır! Şehadet hakıkı müslüman için mevt değil binde birine nasib olmayan en mes’ud bir hayat-i ebedidir. Delil mi istiyorsun? İşte şahid-i Kur’an i: “Allah uğrunda hun-ı şehadete bulanarak maktul düşenler hakkında emvat demeyiniz. Bilakis o bahtiyarlar diridirler. Fakat siz o cavidani hayatı idrak edemezsiniz.” Bir şahid-i diğer daha: “Sakın fi sebilillah şehid düşenleri ölü sanmayınız. Bilakis onlar diri ve nezd-i ilahide merzukturlar.” Sen kendi hesabına hanende –velev kuş tüyünden– mükellef döşeğin içinde mevtin o müdhiş sekeratı ile kıvrana kıvrana can verirsin. O ise dininin Kur’an ının milletinin sancağının mu’azzez vatanın müdafa’a ve muhafazası uğrunda sine-i hamasetini düşman süngülerine açar. Birkaçını cehenneme gönderir eğer mukadder ise bir kurşunda sekerat-ı mevt görmeksizin ölüm acısı namına bir şey hissetmeksizin uçar Allah’ına gider. Düşün senin ölümün mü iyi? Onun şehadeti mi hayırlı? Ne gam pür-ateş-i hevl olsa da gavga-yı hürriyyet Kaçar mı merd olan bir can için meydan-ı gayretten Kemend-i can-güdazı ejder-i kahr olsa celladın Müreccahdır yine bin kerre zencir-i esaretten Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten. Sultanü’l-muhaddisin İmam Buhari’nin Hazret-i Ebu Hüreyre radıyallahu anh hazretlerinin rivayetiyle Sahih’inde naklettiği şu hadis-i şerifi okuyalım: “Cenab-ı Hak ancak zat-ı pak-i ehadiyyetine olan la-yetezelzel imanının ve peyamberan-ı izamını tasdikinin sevk-i ulvisiyle fi sebilillah meydan-ı cihada koşan abd-i muhlisine ya nail olacağı ecr-i azim ve mal-i ganimetiyle ailesi nezdine irca’ ve iadesini yahud –ni’met-i uzma-yı şehadete mazhariyet bahtiyarlığıyla mümtaz olanlardan ise– Cennet-i a’lasına idhal buyuracağını fazlen ve keremen ta’ahhüd buyuruyor. Eğer ümmetime ba’is-i meşakkat olmasa ben ordu-yı hümayunumdan geri kalmam ve arzu ederim ki meydan-ı harbde şehid düşeyim sonra dirilip yine şehid düşeyim. Tekrar dirilip yine şehid düşeyim.” Görüyor muyuz vücud-ı akdes ve a’lası ba’is-i icad-ı avalim olan Cenab-ı Rahmeten li’l-alemin aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz hazretleri ne kadar har ne kadar ateşin bir lisan-ı aşk ile rütbe-i celile-i şehadeti temenni buyuruyorlar! Şehadetin büyüklüğüne bundan bahir delil mi olur? Ey tarih! Ey faslü’l-hitab-ı hakayık! Sineni aç aç da o dünyalara sığmayan me’ali-i fütuhat-ı İslam’ı o küreyi yerinden sarsan mefahir-i şükuh-ı azamet ve iclali ortaya saç! Anlat! Hayru’l-kurun olan Asr-ı Saadet’in o herbiri hurşid-i risalet etrafında birer necm-i gisudar-ı iman birer kişver-i ilm ü irfan olan sahabe-i izam tabi’in-i kiram radıyallahu anhüm ecma’in hazeratının ma’şuka-i nailiyet hırsıyla nasıl gaza meydanlarına koştuklarını ne bi-nazir muzafferiyet destanları vücuda getirdiklerini nasıl livaü’l-hamd-i Muhammedi’yi aleyhi’s-salatü ve’sselam şarkan ta Çin surlarına garben ta Fransa’nın göbeğine Puvatya’ya şimalen ta Kafkasya şevahik-ı cibaline Azak ve Karadeniz kıyılarına kadar götürdüklerini anlat! Onların o insan-ı kamillerin önünde gaza vecde gelir o din-i hak fedailerinin ardında zafer secde ederdi! Ah.. Kalb-i İslam o muazzam ruh-ı celadet ve şehameti daima muhafaza etmiş daima o hakıkı ruh-ı insaniyyetle o yüce duygu ile yaşamış olaydı hiç alem-i İslam inhitat ve sukut nedir bilir miydi? Hiç üç yüz bu kadar milyon müslüman çift hayvanları gibi vahşi kan içici Moskofların sahte nikab-ı medeniyyet altında cellad simasını gizlemeye çalışan barbar mağlub ve makhur Fransızların esaret boyunduruklarında gençlerinin bugün şu üç düşman-ı İslamiyet’in canavar orduları içinde hayat gibi mu’azzez bir hakka medeniyet gibi mübeccel bir hakıkate ve nihayet doğrudan doğruya Ka’be-i tevhide ruh-ı İslamiyyet olan makam-ı akdes-i Hilafet’e Hilafet-i Muhammediyye’ye aleyhi’s-salatü ve’s-selam kurşun sıkmaları gülle atmaları ne feci’ bir bedbahtlık ne hail ne iman-suz bir felakettir! Siz bir İngilizi bir Fransızı bir Moskofu alınız da cebren ve kahren İngilizliğe Fransızlığa Moskofluğa karşı harb ettiriniz! Kurşun gülle attırınız bakayım! O musibet-i uzma yalnız bedbaht esir zelil müslümanlara mahsus…! yet esaret ve hayvaniyet mi demektir? Haşa! Bin kere haşa..! İşte bugün –ey müslümanlar:– İslamiyet’in bu üç büyük hasm-ı akuru o nur-ı ilahiyi akıllarınca söndürmek maksad-ı mecnunanesiyle bil-ittifak saldırdılar. Şevketli Halife-i yeganemiz emiru’l-mü’minin efendimiz hazretleri bunların ta’arruz ve tecavüzlerine karşı cihad-ı ekber hazret-i Kur’an-ı Hakim nam-ı akdesine ferman buyurdular. Bu ferman-ı hümayun Allah ve Resulullah’ındır. Bugün yeryüzünde yaşayan erkek kadın kaffe-i ehl-i Hıfz-ı din hıfz-ı Kur’an hıfz-ı istiklal hıfz-ı vatan hıfz-ı namus namına en ufak bir işaret-i Hilafet-penahilerine ve bi’n-netice Allah’adır. Aksi de tamamen aksinedir. bilhassa bugün– ferman-ı Hilafet-penahiden zerre kadar tahallüf meyli gösterirse kat’iyyen müslüman değildir. Onun imanı şübheli ve bi-ma’nadır. Hiç –velev tehallüf suretiyle– a’da-yı dine düşman-ı Hilafet’e yardım eden müslüman olabilir mi? Onun cenazesi zemzemle yıkansa yine murdardır cife-i küfr ü nifaktır. Kur’an-ı Hakim’i –haşa!– tel’in eden mel’un Gladstone’un ruh-ı habisi hortlamış ikinci Ebrehe olmuş Beytullah’ı Ravza-i Mutahhara-i seyyidü’l-enamı yıkmaya çalışıyor. Moskoflar İslam yolumuzu almaya serir-i Hilafet-i İslamiyyeyi parçalamaya Ayasofya Cami’-i şerifi üzerine salib-i a’zamı rekze yelteniyor. müdhiş bir tehlikeye ma’ruz kal[ma]mıştır. Koşalım ey din-i hak erbabı! Allah ve Resulullah’a mal ve canımızla yardıma Hilafet-i mukaddese-i Ahmediyye’yi savlet-i a’daya karşı müdafa’a ve muhafazaya koşalım! İşte o ruh-ı a’zam-ı İslamiyyet tenezzülgah-ı nasutisi olan kalb-i İslam’a o kadim aşiyane-i celadet ve şehametine iniyor. Mehmed Fahreddin Hak ve adaleti bi-perva çiğneyerek müttefikleriyle birlikte insaniyyete karşı i’lan-ı harb eden İngiltere İslamlarla en ziyade temasda bulunmuş İslamlara en ziyade zararı dokunmuş bir garb hükumetidir. Ba-husus Hindistan’ın zabtından sonra Afganistan’la hem-hudud olduğundan Afganistan’ın bu devletten gördüğü zararlar az değildir. Evvelce İngiltere Afganistan’ı rakıb-i müdhişi Rusya’ya karşı bir kale gibi kullanmak istemiş ve bunun Böylelikle Rusya’ya karşı Hindistan’dan emin olacak tek bir İngiliz neferi telef olmadan o koca memleketi Afganlılar vasıtasıyla muhafaza eyleyecekti. Saniyen: Bu mu’aveneti sayesinde İngiltere Afganistan’a tedrici bir surette hükmetmek istiyor kendisini onlara dost ve hami gösterip günün birinde Afganistan’ı zir-i himayesine alabileceğini ümid ediyordu. Eğer Afganlılar buna kanacak aldanacak olurlarsa İngilizler Afganistan’ı pek kolay zabt edecekti. sonra İngiltere Afganistan’ı istila etmek –mukaddema bahsolunduğu üzere– teşebbüste bulundu. Kabil ve Kandahar’ı zabt etti. Lakin o zaman Afganlıların hiss-i hamiyyeti galeyana geldi: Ancak kendilerine mahsus bir besaletle ellerinde eski sistem tüfenkler bulunduğu halde askerine hücum ettiler ve onları hudud haricine kadar püskürttüler. Bundan sonra İngiltere. karşısında bir Afganistan görmüştü. Iman-ı kavisi salabet-i diniyyesi cesaret-i azimesiyle Afganistan İngiltere karşısında artık bir şahsiyet-i mutlakaya malikti? İngiltere Afganistan’a ehemmiyet vermeye başladı. O sıralarda Afganistan Emiri Abdurrahman Han hazretleri Hindistan’a geldikleri vakit Hind viceroyu emir hazretlerine: “Zat-ı aliniz gibi büyük emirin İngiltere’ye dost olması lazımdır” demişti. Afganistan hiçbir zaman İngiltere’ye dost olamaz. Fakat o vakit siyaset muktezası İngiltere ile zahiri bir dostluk rabıtası akd etmişti. Bu halin devamını İngilizler daima arzu ediyorlardı. Zira biliyorlardı ki aks-i hal iyi bir şey değildir. Bundan dolayı İngiltere Afganistan’ın her sözüne Hindistan şimendiferinin ilsakı mes’elesini İngiltere ve Rusya hükumetleri Afganistan’a teklif ettikleri vakit Emir Abdurrahman Han “Kat’iyyen buna rıza-dade olamam. Eğer tehdide cür’et ederseniz hududlarınıza beş yüz bin asker sevkiyle son damla kanıma kadar uğraşırım” diye cevab vermiş ve bunu her iki devlet de bila-i’tiraz kabul etmişlerdi. şeklinde yazılmıştır. Halbuki bugünkü Afganistan ile eski Afganistan arasında gayet büyük fark var. Afganistan fevkalade bir gayret büyük bir sa’y neticesi olarak pek çok terakkı etti. Daha o zaman İngiltere karşısında ehemmiyet-i azimeye malik olan Afganistan’ın bugün kuvveti teza’uf etmiştir. Aynı zamanda dün –velev zahiren– İngilizle dost olan Afganistan bugün ona adüvv-i ekber düşman-ı candır. Bütün alem-i İslam’ın istinadgah-ı yeganesi olan Osmanlı Devleti’nin daima zararına çalışmakla iktifa edemeyerek üstüne de iki dritnotumuzu haincesine gasb eden o hükumete karşı Afganlılar büyük bir hiss-i gayz u intikam duyuyorlar. İngiltere Afganistan için büyük bir düşmandır. Afgan milleti Afgan hükümdarı takdir ettiğine emin olmalıdır. Hususan şimdi cihad-ı ekber dahi i’lan edilmiştir. Telgraf havadisi olarak işa’a olunan ta’vizat ve saire gibi bir takım meva’id Afganlıları ve Afgan ordusunu Cenab-ı Hakk’ın emr-i celil-i Samedanisini halifesinin iradesini icradan men’ edemeyeceğine hiç şübhe etmemelidir. Cihad-ı mukaddese dair beyanname-i hümayun-ı hazret-i Hilafet-penahi şeref-sadır olur olmaz alem-i İslam’da azim bir heyecan ve kıyam asarı görülmeye başlamış ve günden güne tevessü’ peyda etmiştir… Beyanname-i hümayunun ilk te’siri payitahtımızda mukım bulunan İranlı kardeşlerimiz üzerinde görülmüştür. bir ictima’ akd ederek Rusların İngiltere’nin Fransa’nın zulümleri birer birer hutaba-yı İraniyye tarafından ta’dad olunmuş bunların siyasetlerine emellerine la’netler yağdırılmış bil-cümle müslümanların Sünni ve Şiilerin yek-vücud ve müttehid olarak Osmanlılarla beraber emr-i mukaddes-i cihada iştirak etmeye amade oldukları beyan edilmiş Rusların şu son günlerde Urumiye’de yüz on bir İranlıyı asmak suretiyle icra eyledikleri mezalim protesto edilerek sefaretlere ve Babıali’ye İranlı bir hey’et tarafından takdim olunmuş ve atebat-ı aliyatta şeref-mukım olup neşr-i ifazatta bulunan müctehidin-i kiram hazeratıyla İran’daki rüesa-yı kabaile İran kabinesine protestonamenin suretiyle cihada iştirak etmeleri lüzumuna dair müte’addid telgraflar çekilmiştir. Bu vak’adan bir hafta geçmeksizin Tebriz’de birkaç sa’at içinde mezkur şehirde mevcud olup Rusya’nın kuvvetini teşkil eden iki bin kadar Rus Kazaklarıyla beraber Rus general konsolosunu gayur Azerbaycanlılar kılıçtan geçirip geçen senelerde Muharrem’in onuncu gününde Rusların yüzlerce ahrar ile beraber asdıkları merhum Sikatü’l-İslam hazretlerinin intikamını aldılar. İran hükumet-i resmiyyesi istediği kadar bi-taraf olsun İran mücahidleri kabaili ulema ve müctehidleri cihada iştirak etmişlerdir. Efkar-ı umumiyyeye istinad etmek mecburiyetini er geç İran kabinesi de hissedecektir. Yakın bir zamanda bi-taraflığı terk eyleyerek bütün mevcudiyetiyle Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye ile birlikte İ’tilaf-ı Müselles aleyhinde meydan-ı mücahedeye atılacağı muhakkak bir keyfiyettir. Diğer taraftan cihad-ı mukaddesin i’lanını duyan Fas Cezayir Tunus Mısır ve Sudan ahalisi Somali kabaili de İngiltere ve Fransa aleyhinde müsellah bir halde ahz-ı intikama karar vermişlerdir. Her yerde bu din düşmanlarını sıkıştırmaya şaşırtmaya başlamışlardır. Fas mücahidleri tarafından bu ana kadar Fransız askerlerinden binlercesi hak-i helake serilmiştir. Irak ve Suriye cihetinde yaşayan gayur ve dindar İslam kabilelerinin de bir kısmı Süveyş Kanalı’nda diğer kısmı da Basra civarında her gün istihbar etmekteyiz. Çok geçmeksizin muzaffer Osmanlı ordusu Mısır’a doğru inan-ı celadetini atfedince bütün Afrika müslümanlarının rekete gelerek baştanbaşa Afrika’da kıyamlar koparacaklarına emin olmalıyız. Kanal bir kere İngilizlerin kabza-i tasallutlarından kurtulur kurtulmaz Hindistan’daki iki yüz elli milyon Hindu ile seksen beş milyon müslümanın İngiltere aleyhinde ihtilal çıkaracağı bütün İngilizleri mahva kıyam edecekleri tabiidir. netle meydan-ı cihada atıldıklarını gören haber alan Belucistan ve Afganistan kabailinin de şimalen ve cenuben Rusya’nın Türkistanı’yla İngiltere’nin Pencap Eyaleti’ne arslan gibi hücum edeceklerine zerre kadar şübhe etmeyiz. Kafkasya’daki müslümanlara Ermeniler de iltihak ederek Rusya aleyhinde komiteleriyle bomba ve dinamitleriyle silahlarıyla ihtilal çıkarmakta Osmanlı ordularına dört gözle intizar etmektedirler. Bütün bu hadisat bu tezahürat vahdet ve uhuvvet-i İslamiyye esasının müslümanların kalbinde ne metin bir surette yerleştiği müslümanların gaddar hunhar iki yüzlü İ’tilaf-ı Müselles devletlerinden intikam almak için fırsat beklemekte olduklarını tamamıyla gösteriyor. Devletü’l-Hilafe’nin cihad eylemesi şübhe yoktur ki dünyadaki bütün müslümanları silah başına cihada da’vet etmiş ve İslam düşmanlarına makam-ı mu’alla-yı Hilafet’e karşı ta’arruzun oyun oynamanın ne müdhiş ne tehlikeli bir iş olduğunu fiilen isbat etmiştir. sonra bütün o azameti haşmeti servet ve terakkıyatı kibir ve nahveti ile beraber sönüp gidecektir. Daha işin başlangıcındayız. Daha cihad haberini alamamış milyonlarca müslümanlar vardır ki bugün yarın hakıkatten haberdar olunaca yek-pare ateş kesilecekleri bedihidir. Ayet-i celilesi mucebince Cenab-ı Hakk’ın kahhar-ı zü’l-celal hazretlerinin nur-ı ilahisini söndürmek taraf-ı Hak’tan mukadder ve mübeşşerdir. Artık sabr-ı nümanlar söndürülmesine namuslar çiğnenmesine karşı derya-yı gazab ve kahr-ı ilahi cuş u huruşa gelmiştir. Buna karşı hail ve mani’ olacak hiçbir kuvvet yoktur. Kahr-ı Rabbani sel gibi haksızları kafirleri gayya-yı izmihlale sürükleyecektir. mantuk-ı celiline ma-sadak olarak bu zalimlerin kafirlerin hali pek yaman olacak tarihlerde ibret dillerde destan olacaktır. Bu büyük ibretlerden hisseyab olan milletlerin haline ne mutlu! Binaenaleyh bugün oruç ve namaz gibi cihada iştirak etmek ve küffara karşı memalik-i İslamiyye’yi canlarıyla mallarıyla müdafa’a ve sıyanet etmek beyza-i mukaddese-i lundurmak her mü’min-i muvahhid üzerine farz-ı ayndır. Bundan yüz çeviren müslüman değildir. İnsan değildir. Onun için ne hayat vardır ne şeref! Dünyada zilletten ahirette hüsrandan başka hiçbir nasibi yoktur. Artık bu iş bu raddeye gelince akvam-ı İslamiyye arasındaki bütün ihtilafat-ı mezhebiyye de ber-taraf olmuştur. Sünnisi Şiisi Vehhabisi hasılı hepsi bu cihad-ı mübine iştirak etmiş ve edecektir. İngiliz yardakçılarından avcı kelbine benzeyen Aka Hanlarla ona benzer münafıkların tedlisatına hiç kimsenin hiçbir müslümanın ehemmiyet vermeyeceği şübhesizdir. Geceler gebedir. Bakalım neler doğurur! Alem-i İslam’ın istikbali inşaallah yerine ile Buhari pek parlaktır. Elverir ki her müslüman vazifesinde kusur etmesin. Sabah gazetesinin Teşrinisani tarihli nüshasında münderic makale-i mühimmenin bazı şayan-ı dikkat fıkaratını ber-vech-i ati enzar-ı üli’l-ebsara vaz’ ediyoruz: “Şimdiye kadar cihad hakkında yazılan makaleler gözden geçirildiği zaman hükumetin şu husustaki azm ü şiddetinden iki türlü neticeye intizar edildiği anlaşılır: Birincisi; makam-ı Hilafet’in açtığı liva-i cihad altında akvam-ı İslamiyyenin en derin bir heyecan-ı dini ile birleşerek istikbali hakıkaten korkunç bir hale getiren tehlikeyi silahla dağıtmasıdır. Vahdet-i diniyyemizin şu maksadı er geç te’min edeceği bizim için muhakkaktır. çalıştığı nakş-ı mübin-i uhuvvet silinemez. Tarihin üç yüz senedir bunu isbat etmek için hazırladığı isti’dad şimdi asarı daha vazıh surette görülecektir. düşmanlarımıza karşı i’lan ettiğimiz cihadın bugün Kafkasya hududundan Süveyş sedlerine kadar muhasım ordularla göğüs göğüse çarpışan cesur askerlerimiz üzerinde göstereceği te’sirdir bizden evvel gelenlerin ordularda gayret-i diniyyeyi tahrik için ne gibi teşebbüslerde bulunduğunu düşünmek bu hedefe daha kolaylıkla vasıl olmamızı te’min eder. Bir orduyu gaye-i milliyyesi için harb ettirmek yalnız o gayeyi ihtar etmekle kabil olamaz. Askerin saha-i harbde temas ettiği vücudlara etrafındaki muhitin te’siratı tezahürat[ı] ona her an her dakıka ta’kıb edilen maksadı Osmanlı ordularının edvar-ı istilasında muhafaza eylediği serair-i fütuhatı iki sözle hülasa edebiliriz: Terbiye-i müsellaha hiss-i dini! Terbiyenin ilk mektebi ailedir. Kışla hayatı mektebi ta’kıb eder. Bir çocuğa yerde bulduğu lokmayı hiss-i hürmetle öptürmek ona kadr-i ma’işeti ihsas için verilecek derslerin en müessiridir. Kendisine aynı hürmetle kılıcının kabzasını öptürünüz vatanı kurtarırsınız! Bir askerin silahını zevcesinin başındaki örtü gibi alamet-i namus haline koyunuz. Ordunuza istikbali feth edecek kuvveti bahşedersiniz! rine kurulduğu bu an’anat her asırda muhterem bir vedi’a-i ecdad gibi muhafaza edildiği içindir ki millet daima tarihe kılınçla hakim olarak yaşamıştır. Çocuk pederinin gazi kılıncına dokunamaz onu daima başının üzerinde hiss-i tekrim ile görür yediği ekmeği “ni’met” sözüyle takdis ettiren terbiye-i dindarane harbe giren kılıncın da “gazi” olabileceğini mini mini ruhuna telkın etmiştir. Söylemeyen çocukların lisanını valinin mührü açmazsa şüheda kılıncı açar rüesa-i hükumetten daha büyük gaziler şehidler vardır. Bu ma’sumun hayalini bir de dinen tebcile mecbur olduğu büyüklerin mücahidin-i ümmetin menakıb-ı hamaseti ile doldurduktan sonra kendisini yeniçeri ortaları kazanmıştır. Fatih gibi siyaset-i diniyyeyi maksad-ı muazzamının bilen her ma’nasıyla muhterem bir padişah İstanbul’u hocası Akşemseddin’in berekat-ı füyuzuyla fethetmiştir. Fatih ordunun önünde alenen Akşemseddin’in mübarek elini öper Akşemseddin onun arkasını sığar. Padişahın bu derece hürmet ettiği veliyy-i mübarekin günden güne te’ali eden şerefi zaten kenz-i ilham olan kalbinin dualarıyla birleşerek siyaset-i diniyyenin bir kuvve-i mü’eyyidesi halinde yine Fatih’in şahsına rücu’ eder. Ah işte Osmanlıları asırlarca muzaffer eden kuvvetin menşe’-i ulvisi budur. Diyanetle siyaset bu hükumetin ta Kırım’dan Ka’be-i Muazzama’ya kadar uzanan iki cenah-ı i’tilası olmuştur. Fatih’in İstanbul’a hakıkı bir belde-i İslam mahiyet-i ma’neviyyesini veren himmetlerinden biri de Emeviler zamanında İstanbul’a gelmiş olan ashab-ı kiramın kabirlerini arayıp buldurmaktır. Hazret-i Halid bin Eyyub Hazret-i Cabir gibi zevatın türbeleri hep Fatih’in enzar-ı ümmet önünde bulup ihya eylediği mübarek abidelerdir. Fethin müyesser olacağı zamanı Fatih’in dindar ve cesur ordusuna tebşir eden Akşemseddin değil midir? Bu tebşirin hasıl ettiği te’siri düşünmeli! Cihad emr-i mukaddesinin i’lanından sonra dinimizin her türlü füyuzundan istifade edeceğimize her tarafta ortaya birçok büyük mücahidler çıkacağına vicdanen mutma’inniz. Makam-ı Meşihat-i İslamiyye ilk beyanname-i alisini enzar-ı İslam’a koydu. Elbet bunu ordulara gönderilecek dini hey’etler daha büyük teşebbüsler ta’kıb edecektir. Buna i’timad ederek cihadın neticesine amik bir itmi’nan ile intizar ediyoruz. Kariin-i muhterememizin arzuları üzerine bu haftadan hülasa etmeye başlıyoruz. Teşrinisani tarihine kadar olan vekayi’-i harbiyyeyi de başka bir hafta kaydederiz. – Kafkasya hududunda Çoruh mıntıkasına girmiş olan müfrezelerimiz Borçka civarından şehr-i mezkuru geçerek yeni muzafferiyet kazanmışlar. Düşmandan dört seri’ ateşli top ile cephane ve mühim mikdarda ganaim almışlardır. Dağlık arazideki harekat-ı ta’arruziyyemiz muhalefet-i hava hasebiyle hal-i tevakkuftadır. Tebriz’de vukua gelen bir müsademede iki bin kadar Rus İran kabaili tarafından katliam edilmiştir. Binlerce riyle birlikte cihad eylemek üzere Basra üzerine yürüyor. Fas’taki mücahidin-i İslam Fransızları Künne’l-Fera’ civarında büyük bir hezimete uğratmış iki batarya da top iğtinam etmişlerdir. Almanya-Avusturya kuvvetleri Tulbrom ve Pillika cihetinde bazı mühim mevkileri işgal etmişlerdir. Karpatlarda birkaç geçit Ruslara bırakılmıştır. Taht-ı muhasarada bulunan Prezemisel’deki Avusturya-Macaristan askerleri iki mühim huruc hareketi icra ederek şark ve cenub cihetindeki Rusları püskürtmüşlerdir. – Cihad-ı ekber i’lanının gerek vilayat-ı Osmaniyye’de gerek alem-i İslam’daki te’sirat-ı azimesi hakkında Darü’l-Hilafe’ye her taraftan müte’addid telgraflar yağıyor. Süveyş cihetindeki Osmanlı karargahına urbandan ve ahali-i Mısriyye’den fevc fevc mücahidin geliyor. Necef eazım-ı müctehidininden bazı zevat halkı cihada da’vet için Basra’ya azimet ediyor. Cezayir kıyamı kesb-i ehemmiyet ediyor Fransızların Cenubi Cezayir’de Al-Gulea cihetinde gayet mühim bir mevki’de bulunan müstahkem ordugahları mücahidin-i kıyam payitahtın diğer cihetler ile olan muhaberatını kesmişlerdir. Fas şehrinde kanlı iğtişaşlar vuku’ buluyor. ca’da beyannameler neşrederek makam-ı Hilafet’e karşı hiçbir husumet beslemediğini söylüyor. Mücahidin-i İslamiyye reisi olup Tanca üzerine yürümekte olan Şeyh Abdülmalik dahi ayrıca beyannameler neşriyle bunu reddediyor Fransızların İslam’a karşı olan ihanet ve desaisini Afganistan’ın cihada adem-i iştiraki için İngiltere tarafından vuku’ bulan bazı teklifat emir hazretleri tarafından reddolunuyor.Lehistan-ı Rusi’de meydan muharebesi devam ediyor. Avusturyalılar Ruslardan bin esir ile mitralyöz ve birçok mühimmat almışlardır. Karpatlar’daki bazı geçidleri işgal eden Rusların bir kısmı perişan edilmiş bir kısmı da püskürtülmüştür. Sırbistan’daki Avusturya-Macar kıtaatı Kolobara Irmağı civarındaki tepeleri aşmıştır. Fon Mackensen kumandasındaki Alman askerleri Luç ve Luvik civarındaki Rusların birkaç ordusunu münhezim ederek la-ekal kırk bin esir yetmiş top mitralyöz pek çok mühimmat almışlardır. – Bugün Kafkasya’da yalnız tarafeyn keşif kıtaatı arasında ehemmiyetsiz müsademeler oluyor. Mısır hududunda aldığımız esirler Yafa’ya geliyor. Necid Valisi İbnü’s-Suud Paşa’nın makam-ı mu’alla-yı Hilafet’in cihad hakkındaki da’vetine icabeten Vehhabilerden mürekkeb pek büyük bir kuvvetle Basra’ya hareket eylediği Kuveyt Şeyhi Mübarek es-Sabah’ın da cihada adem-i iştiraki için İngilizler tarafından vuku’ bulan bazı teklifatı ta’vizatı red ve sahilde İngiliz donanması tarafından tahrib olunabilecek emlakini de bizzat tahrib ederek anbarlarındaki müddehar zehair ve hurmalarla Ordu-yı Osmani’ye iltihak eylediği haberleri geliyor. Zat-ı hazret-i Hilafet-penahi ile Almanya imparatoru arasındaki münasebat-ı samimeye zamimeten Zeki ve Von Der Goltz paşalar mütekabilen ma’iyyet yaver-i harbleri ta’yin olunuyorlar. Hükumet-i Seniyye ile Armstrong arasında mün’akid İnşaat-ı Bahriyye Şirketi irade-i seniyye ile fesh olunuyor. İstanbul’da Rum Ticaret Mektebi’nde telsiz telgraf alatı bulunuyor.Lehistan-ı Rusi meydan muharebesinde Alman ve Avusturya’nın aldığı üsera yüz bine baliğ oluyor. Rus kuva-yı cedidesinin vürudu hasebiyle meydan muharebesi henüz kesb-i kat’iyyet edemiyor. Sırblar Sırbistan’ın garbında kain bütün şehirleri tahliye ediyorlar. İngilizlerin on beş bin tonilato hacmindeki Bulwark zırhlıları bir işti’al neticesinde sekiz yüze karib mürettebatıyla Times Nehri munsabbında kain Şernes Limanı’nda gark ve na-bedid oluyor. – Batum cihetinden ilerlemekte olan mücahidin-i İslam şehr-i mezkurun on kilometre cenub-ı şarkısinde kain Acara mıntıkasına girmişlerdir. O havalide Ruslar tarafından icra olunan bir huruc hareketi püskürtülmüştür. Köprüköy meydan muharebesinde mağlub olan Moskoflar kırk kilometre ric’at etmişler ve o zamandan beri müstahkem mevzi’lerinden bir adım bile atamamışlardır. Kalküta’da Tahkıkat-i Cinaiyye Dairesi’nde bir bomba işti’al etmiş müte’addid İngilizler mecruh olmuştur. Failleri ta’kıb eden polis me’murlarına bir bomba daha atılmış polislerin biri telef ikisi mecruh olmuştur. Almanlar Langharik’in şimal-i garbisinde bazı mahalleri daha işgal etmişlerdir. Argon ormanında Alman asakiri muvaffakiyetle ilerliyor. Fransızlar Sen Mihbel ve Aprimon cihetlerinde Ruslar Garbi Galiçya’da Donayiç bulunmuşlarsa da muvaffak olamayıp ric’ate mecbur olmuşlardır. Alman tahte’l-bahrleri tarafından batırılmıştır. General Hindenburg’un rütbesi feldmareşale terfi’ edilmiştir. – Tutak civarında mah-ı halin dokuzunda mağlub edilerek şimale atılan düşman takviye kıtaatının vüruduyla Kılıçgediği civarında kuvvetli bir mevzi’i kendine istinadgah ittihaz etmiş ordumuz da karşısında ahz-ı mevki’ eylemiştir. Medine’de sadat ve ulema ve şürefa ve urbandan müteşekkil otuz bin muvahhidinin ictima’ıyla ve Şebeke-i Mutahhara’da merasim-i mahsusa ile çıkarılan sancak-ı şerifin altında cihadın takdis ve tebcili emrinde savvurun fevkindedir. Ahali umumen Padişah’ın emrine canen malen hazırdır. Herkes gönüllü yazılıyor. Gönüllüler miyanında altmış beş yaşında Müdafa’a-i Milliyye Reisi sadattan Şafii Müftüsü Alevi ve üç evladı dahildir. Diğer sadat dahi gönüllü olarak orduya dahil olmuşlardır. Hukuk-ı Hilafet ve vatan te’min edilmedikçe terk edilmemesine huzur-ı Seyyid-i Kainat’ta ahd ü peyman olunmuştur. Cihad-ı ekber i’lanı Somal müslümanları üzerinde de büyük te’sir icra etmiştir. Elli bin süvari Mısır üzerine Fas kıyamı şiddetlenerek Fransızların hali kesb-i vehamet ettiği her tarafta hatta sahillerde bile şiddetli müsademeler vukua geldiği Roma’dan te’yid olunuyor. Afrika-yı Cenubi’deki erbab-ı kıyamın Hammanskon polis mevki’ini zabt İngilizlerin külli telefat ile ric’at ettikleri Lahey’den bildiriliyor.Belçika ordusunun bakiyyetü’s-süyufu Dönkerk’e iltica eylemiştir. Lehistan-ı Rusi meydan muharebesi hal-i tevakkuftadır. Karpatlarda ve baştanbaşa Sırbistan sahne-i harbinde muharebat devam ediyor. Silcak tepesi ve Özice mevkii Avusturya ordusu tarafından ordusunda isyan zuhur etmiştir. – Ordunun ahval-i sıhhiyyesi lehü’l-hamd fevkalade şayan-ı memnuniyyet bir haldedir. olmuştur. Macaristan ve Osmanlı meclis-i meb’usanları arasında meveddetkarane telgraflar te’ati olunmuştur. Almanya Avusturya İtalya matbuatında cihad-ı ekberin alem-i İslam’da hasıl ettiği cereyan-ı istihlas hakkında her gün sütunlarla ma’lumat neşrolunuyor. Cihet-i cami’a-i İslamiyye’nin küre-i arz üzerindeki bütün akvam-ı İslamiyye’yi yek-diğerine ve hepsini birden makam-ı mu’alla-yı Hilafet’e nasıl bir habl-i metin ile rabt eylemiş olduğu bütün cihan nazarında sabit oluyor. Her taraftan malen ve bedenen cihad-ı ekbere iştirak edildiğine dair Halife hazretlerine telgraflar arizalar geliyor. Satvet ve siyaset-i İslamiyye bütün cihanı hayretler içinde bırakıyor. Tunus ve Cezayir’de yüz binlerce beyannameler neşredilerek bütün müslümanlar cihada da’vet olunuyor. Fas şehrinde muhasara olunan Fransız kuvayı askeriyyesini kurtarmak üzere hareket eden mühim bir kuvvet Tadla-Fas yolunda büyük bir mağlubiyete duçar olarak bütün toplarını cephanelerini mücahidine terk etmeye mecbur oluyor. Hindistan’da ihtilal vukuu korkusuyla oraya İngiliz askerleri sevk olunamıyor. Almanlar Şarkı Prusya’daki Rus hücumunu püskürterek bine yakın; Vistül Nehri’nin cenubunda da mukabele hücumda bulunarak esir ve top iğtinam etmişlerdir. Almanya’daki üsera-yı İslamiyye i’lan-ı cihadı haber alır almaz birlikte bulundukları Fransız üserasına hücum etmeleri üzerine ayrı bir yere naklolunmuşlardır. Almanya imparatoru Lehistan-ı Rusi-Galiçya cebhesine gelmiştir. Karpat Dağlarında Hamona’ya doğru ilerlemekte olan Moskoflar yeni bir hezimete uğratılarak müttefikler bin beş yüz esir almışlardır. Sırbistan’da Avusturya ordusu Özice’nin şarkına kadar ilerlemiş ve binden fazla esir almışlardır. – Azerbaycan hududundaki müsademat devam ediyor. Çoruh mıntıkasında esir edilen Rusların ilk kafilesi Trabzon’a vasıl oluyor. Tahran’da bir cemm-i gafir nümayişler tertib ederek Şah hazretleriyle erkan-ı hükumete ve ulemaya hemen Ruslara karşı harbe başlanması talebini havi cihad beyannameleri takdim etmişlerdir. Fizan’ın cenubunda Ayn-ı Alaka Zaviyesi civarında Senusi mücahidleri Fransız müfrezelerini perişan ederek Kanem ve Vaday cihetlerinde muvaffakiyata mazhar olmuşlardır. Müslüman Arnavudlar Sırbistan’a hücuma başlıyorlar. Avusturyalılar Hamona Muharebesi’ni kazanmış ve Rusların la-ekal bir buçuk kolordusunu duçar-ı inhizam etmişler kadar da esir almışlardır. Sırbistan’da ise Valyevo-Çaçak yoluna hakim Süpovar noktasını işgal etmişler bin iki yüz elli esir ile mitralyöz ve mühimmat almışlardır. Almanlar da Şimali Lehistan’da Vistül’ün cenubunda Ruslardan yeniden esir top mitralyöz ve birçok mühimmat almışlardır. Meal-i Şerifi Ebu Said-i Hudri’den rivayet olunur ki: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ona: “Ya Eba Said her kim Allah’ı Rab İslam’ı din Muhammed’i peygamber tanımaya razı olursa onun için Cennet vacib olur.” buyurdular. Ebu Sai buna taaccüb ederek: “Ya Resulallah bu sözü tekrar buyurunuz.” deyince o sözü tekrar buyurdular. Ondan sonra da şunu ilave ettiler: “Bir şey daha var ki ondan dolayı Allahu teala kulunu Cennet’te yüz derece yükseltir. Her iki derecenin arası sema ile arzın arası kadardır.” Ebu Said-i Hudri: “Ya Resulallah bu nedir?” diye sual edince: “Allah yolunda cihad Allah yolunda cihad!” buyurdular. Bu hadis-i şerif Müslim hadislerindendir. Meal-i Şerifi Abdullah bin Ebi Katade rivayet edip demiştir ki babamdan duydum Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden bahs ile dedi ki bir gün Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem içimizde hutbeye durdu ve Allah yolunda cihad ile Allah’a imanın efdal-i a’mal olduğunu söyledi. Öteden biri kalkıp “Ya Resulallah ne buyurursunuz? Allah yolunda harb edip katl olunursam günahlarıma keffaret olur mu?” Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Evet eğer Allah yolunda katlolunmuş ve hin-i katlinde sabir niyyetin halis ileri atılmış geri dönmemiş bulunursan.” buyurdular. Biraz geçtikten sonra Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem yine o adama tevcih-i hitab ederek: “Demin nasıl demiştin?” diye sordular. O adam da: “Ne buyurursunuz? Allah yolunda harb edip katlolunursam günahlarıma keffaret olur mu?” demiştim deyince Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Evet sabir niyyetin halis olarak ve ileri atılmış geri dönmemiş bulunursan günahlarına keffaret olur. Yalnız borç müstesnadır. Bunu bana Cibril aleyhi’s-selam söyledi.” buyurdular. Bu hadis-i şerif Müslim ile Nesai hadislerindendir. Başmuharrir Allah yolunda katlolunmak borçtan başka her günaha keffarettir. Bu hadis-i şerifi Müslim Abdullah İbni Amr radıyallahu anhdan Tirmizi Enes radıyallahu anhdan rivayet ediyor. Meal-i Şerifi Hak celle ve ala hazretleri iki kişinin halinden hoşnud olarak güler. Bunlar biri diğerini katletmiş olarak cennete giren iki kişidir. “Ya Resulallah bu nasıl olur?” deyince: “Biri Allah azze ve celle yolunda kıtale girişir de şehid olur. Sonra Allahu teala katilin tevbesini kabul eder de imana gelir. O da Allah azze ve celle yolunda harbe girişir de şehid olur.” buyurdular. Bu hadis-i şerifi Buhari Müslim Nesai İbni Mace dan rivayet ediyorlar. Meal-i Şerifi Esna-yı cihadda katlolunan hiç bir kafir ile katili cehennemde ebediyyen buluşmazlar. Bu hadis-i şerifi Müslim ile Ebu Davud Ebu Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet ediyorlar. Vakta ki veliyyü’n-ni’met-i cihan-ı insaniyyet ve medeniyyet aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz hazretleri Şam’da Rum Kayseri Hirakl’in tahşidat-ı harbiyyesine karşı nefir-i am suretiyle i’lan-ı cihad buyurdular. Sunuf-ı avamdan bazıları bu mühim ferman-ı hümayun-ı risalet-penahiyi aleyhi’s-salatü ve’s-selam hakkıyla idrak ve ihata edememek yüzünden icabette ağırca davrandılar. Bunların herbiri kendi vahimesinden bir ma’zeret biri bir hayat-ı ebedi kadar kıymetdar idi. İşte bu esnada şu ayet-i celile-i itab celalet-efza-yı nüzul oldu: “Ey iman eden kimseler! Size haydi hepiniz cihada... denilince ne öyle yere yapışıp kaldınız? Yoksa ahirete bedel hayat-ı dünyaya kani’ ve razı mı oldunuz? Bilmelisiniz ki hayat-ı dünya ahirete na’im-i ebediye nisbet birkaç günlük hayat-ı muvakkatten başka bir şey değildir. Eğer siz umumen Resul’ümün emr-i cihadına mutava’at ve müsara’at etmezseniz sizi Rabbiniz müdhiş bir azab ile helak eder ve yerinize başka bir kavim yaratır. Allah’ın kudreti tenahi şanından münezzeh ve müte’alidir.” İşte bu hitab-ı tevbih emr-i vücubisinin bir mukaddimesi idi. Nefir-i am ferman-ı ilahisi hifaf ve sikal bütün muhatabin ve mükellefini –bila-istisna– daire-i umum ve şümulüne alıyordu. “Hifaf ve sikal”den murad-ı ilahi ne idi? Şübhesizdir ki bu bir kayd-ı ıtlak ve ta’mim idi. Şu halde a’malar kötürümler esir-i firaş hastalar herem-dideler Şam’a kadar uzak bir mesafeye maşiyen gitmekten aciz ihtiyarlar ne yapacaklar böyle itab-alud bu kadar kat’i bir emr-i a’zar ashabını emrin daire-i umum ve şümulünden tahsis ve istisna etmek istiyordu. O acil o mübrem seferberlik hengamında a’rabdan bir takımı huzur-ı kudsiyet-neşur-ı cenab-ı risalet-penah-ı a’zamiye aleyhi’s-salatü ve’s-selam geliyor arz-ı i’tizar lardı. Binaenaleyh Cenab-ı Hak celle şanuhu hükm-i istisna ve tahsisi bizzat şu ayet-i celile ile beyan ve izah buyurdu: “Zu’afaya merzaya bir de zad-ı seferini tedarikten aciz olanlara –Allah ve Resulullah’a rütbe-i balaterin-i ihsan ve şühuda isal edenler mu’atebe ve mu’ahazeden masundur. Allah’ın mağfiret ve rahmeti mebzul ve bi-payandır.” Bu ayet-i kerimede “zu’afa” kimlerdir? Hastalar da bunlar miyanında mıdırlar? Öyle olsa cümle-i celilesi atfü’ş-şey’ ala nefsihi kabilinden olmak lazım gelir. Bunun butlanı ise bedihidir. Şu takdirde “zu’afa”dan maksad; herem-dideler meşakk-ı sefere tahammül edebilecek kudret-i bedeniyyeden mahrum hilkaten zaif vücudlar “merza”dan murad da esir-i firaş hastalar... A’malar kötürümler topallar da bunlar miyanında dahil bulunuyorlar. Zad-ı seferlerini tedarikten aciz olanlar ise ayrıca tasrih ve istisna buyuruluyor. Çünkü bunların özürleri zaaf veya ma’luliyet gibi bedeni değil arızidir. Bu gibilerin ordu-yı hümayuna iltihakları –o zamana göre– dik-i ma’işeti mucib olurdu. Kur’an-ı Hakim’in tahsis ve istisna buyurduğu ashab-ı a’zar! Bunlardan maadası hiçbir bahane ile geri kalamazlar. Ve illa ordu-yı İslam’ın a’da-yı dine karşı zaafına mağlubiyetine vatan-ı İslam’ın pamal-i müşrikin olmasına nev’ama rıza göstermektir ki bu azim cinayeti du tasavvur olunamaz. Meğer ki tahallüfü ülü’l-emrin bir lüzum-ı sahih üzerine müsaade veya emrine müstenid ola. Hülasa; şu ayet-i celilenin ibare ve işaretinden de vazıhan anlaşılıyor ki –ashab-ı a’zardan başka– bütün müslümanlar bila-istisna itaat-i mutlaka ile Kur’an-ı Hakim’in askeridir. Emirü’l-mü’minin lüzum ve ihtiyac gördükçe sınıf sınıf cihada da’vet eder çağrılanlar derhal liva-i cihad altına koşarlar. Ashab-ı a’zar için ibzal buyurulan müsaade-i ilahiyyeyi mübeşşir bu ayet-i kerimedeki cümle-i kerimesi özrün bila-mu’atebe ve mu’ahaze kabulünü gayet mühim bir şarta ta’lik ediyor. Bu da Allah ve Resulullah’a rütbe-i ihsan ve şühuda irtika ve i’tila etmiş la-yetezelzel bir imana malik olmak... Böyle sıddikı bir iman-ı ekmel ve ecmel sahibi –düşünülsün ki– fariza-i mukaddese-i cihaddan ni’met-i uzma-yı gazadan memnu’ ve mehcur kaldığına ne kadar dilhun olur. Manii iktiham edince nasıl kuş gibi meydan-ı harbe uçar. Böyle bir iman-ı mücessemi harbden alıkoyan maniin ne derece mukavemet-suz olması lazım geleceği edna te’emmüle bile muhtac değildir. Bu cümle-i celile-i şartiyyeyi hükema-yı müfessirinden Fahreddin-i Razi hazretleri şöyle tefsir ediyor: “Memlekette kalan bu hakıkı ashab-ı a’zar evvelen: Beldede ten be-gayet ihtiraz ve ictinab ederler. Saniyen: Ordu-yı ma’neviyye isaline bütün kuvvet ve kudretleriyle çalışırlar. Mücahidinin hanelerine kendi haneleri gibi bakarlar. Nakden ve bedenen yardım ederler. Zevclerinin hayatlarına sıhhat ve afiyetlerine dair tesliyet ve meserret-amiz haberler verirler. Ailelerinin ciğerparelerinin sıhhat ve afiyette olduklarına her türlü ihtiyacları taht-ı te’mine alındığına dair mücahidine beşaretnameler yazarlar.” Ne güzel ne arifane ne hakimane tefsir! Meratib-i imanın şühud ve ihsan derecesi için bu tefsir azdır bile. Böyle ekmel-i iman sahibleri için bu mu’avenetler bu hizmetler bu gayretler bu himmetler bir şeref değil bir farizadır. Cihada gidemedikten mütevellid teessür ve hicabını ta’dil edebilecek –nazarında pek değersiz– bir iş. mına bu ulvi hisleri bu yüce duyguları hamil olan bir millete hangi cem’iyet-i beşeriyye rekabet edebilir? Bugün şevketlü halife-i İslam emiru’l-mü’minin efendimiz hazretlerinin ordu-yı hümayunları Moskof gibi İngiliz gibi iki büyük düşmanla Kafkasya’nın insan boyunu geçen karlı vadilerinde Süveyş Kanalı etrafında çarpışıyor. Livaü’l-hamd-i Hilafet’i: Hilafet-i İslamiyye’yi ve onu burc-ı istiklalinde taşıyan muhterem ve mukaddes Osmanlılığı üç büyük hasm-ı tevhidin hükm-i i’damından kurtarmaya çalışıyor. Hayatını feda etmiş mevtin üzerine yürüyor. Bu kadar ulvi bu kadar mukaddes bir gaye uğrunda feda-yı can eden bu muhterem ceyş-i İslam’ı geride kalan din kardeşleri düşünmezse kim düşünür? Bunların hıfz-ı hayatları derdini çekmezse kim çeker? Bunlara yardım etmezse kim eder? Bunların ailelerine ciğerparelerine dest-i teavün ve himayeyi uzatmazsa kim uzatır? O ailelerin o yavrucakların gözyaşlarını dindirmez onlara tesliyet vermezse kim verir? Kanlarına susamış canavar düşmanlar mı? Hilafet-i mukaddese-i Ahmediyye’yi ta can evinden vurup öldürmeye çalışan Moskoflar İngilizler Fransızlar mı? Zerre kadar hiss-i dini ve milli sahibi olan herhangi bir müslüman bu emsalsiz tarihi günde üç müttefik-i zulm ü vahşetin üç kalil-i insaniyyetin ya demir pençesini koparıp parçalayarak hayatını kurtaracağını veya Göz önüne getirince masru’lar gibi vücudu titrer kanı ateşlenir sinesi şişer gözleri dolar. Harbe iştirake kudret-i bedeniyyesi varsa –hiç olmazsa o mücahidin-i tevhide sakkalık edebilmek veya yapabileceği münasib bir işi deruhde etmek için– koşar cümle-i celile-i Kur’an iyyesi’nin –ikinci derecede– tahmil ettiği feraiz-i mühimmeyi kemal-i esef ve mahcubiyetle mu’tekıdlerine “Eğer siz Allah’a Allah’ın ezeli dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder.” Kelam-ı ezelisini pek yüksek bir sesle okuyor. Bu nazm-ı celilde “Eğer siz Allah’a din-i Hakk’ına yardım etmezseniz Allah da size yardım etmez.” Mefhum-ı muhalifi mu’teberdir. Mu’teber olmasa biz din-i Hakk’a yardım etsek de etmesek de Allah’ın bize yardım etmesi cevazına kail olmak lazım gelir. Bu lüzumun butlanını ise siga-i şartiyye apaşikare gösteriyor. … Cenab-ı Hak celle şanuhu yardım ihtiyacından münezzeh ve müte’ali iken din-i Hakk’a yardımı zat-ı pakine yardım gibi gösteriyor. Din-i Hakk’a nusretin derece-i ehemmiyeti anlaşılmalı! Haydi ey müslümanlar Allahu tealaya yardıma koşalım! Koşalım ki Allah da bize yardım etsin. Allahümme’hdina ila sebili’r-reşad. YERYÜZÜNDEKI UMUM MÜSLÜMANLARA BEYANNAME Eazım-ı ulema-yı İslamiyye’den mücahid-i şehir üstaz-ı fazıl Şeyh Abdülaziz Çaviş hazretleri tarafından tahrir buyurulup bütün alem-i İslam’da dağıtılmakta olan Arapça beyannamenin tercümesidir: Ey mü’minler Cihad-ı ekberle emrolundunuz nerede o muazzam kitleleriniz?.. Küffara karşı yürümek için umumen çağrıldınız nerede gazileriniz? Yollarınız kesilmiş tehlikeler her taraftan sizi sarmışken hala ne bekliyorsunuz?.. İşte kıblegah-ı muvahhidin olan Beytullahi’l-haram! İşte milyonlarca müslümanların gözbebeği olan Ravza-i pak-i Muhammed!.. Şayed hayatınıza zaaf tari olur sesleriniz kısılır cihanları dolduran nurlarınız sönerse bu mukaddes makamların ne hale geleceğini hiç düşündünüz mü?.. Salib etrafında toplanan milletleri kum yığınları gibi çok görerek onlara karşı kendinizi kuvvetinize rağmen zaif kesretinize rağmen az mı sanıyorsunuz? Onlar size ne kadar entrikalarda bulundular da siz kendinizi koruyamadınız. Ne kadar memleketlerinizi parçaladılar da hiç müdafa’aya koşmadınız. Ne kadar yurdlarınızı çiğnediler de hiç bir acı duymadınız. Ne kadar dininize ta’arruzda bulundular da hiç bir cihadda bulunmadınız! Onlar o barbar İngilizler vahşi Ruslar mütefahhiş Fransızlar ne kadar yurdlarınıza hakimiyet bayraklarını diktiler ne kadar yakanızdan paçanızdan tutarak sizi sürüklediler. Sonra da zillet ve meskenet hufrelerine atmaktan zerre kadar çekinmediler. Nihayet memleketlerinizi yağma namuslarınızı paymal her yerdeki hukukunuzu da selb ettiler. altında inleyen kıt’alar... Bir zamanlar tevhidin şu’legahı olan cami’lerden envar-ı İslamiyye’nin meşrıkı olan minberlerden bugün ma’mur kalmış tek bir mescid yıkılmamış tek bir minber bulabilir misiniz? Hayır hayır! Ehl-i küfr hep o mescidleri şirke makar ittihaz ettiler. O minberlere papaslarını oturttular o minarelere çanlarını taktılar. Gidiniz bunlara benzer memleketleri geziniz! Orada da göreceğiniz hep böyle feci’ haileler acıklı figanlardır! Uzaklara gitmeye dünya ile alakaları kalmayan milletlerden misal getirmeye hacet yok. İşte kendi memleketlerinizde o kafirlerin başınıza getirdikleri musibetleri görüyorsunuz! Birer birer bütün İslam devletlerini mahvettiler. Bugün Devlet-i Osmaniyye’den başka din-i mübinin ya’nın İslam devletleri? Nerede o dinin hamileri olan Afrika sultanları? Hep o saltanatlar münkariz oldu. Bütün o ümera bütün o padişahlar zelil oldu. Bugün onların yıkık harabelerinden silinip gitmiş eserlerinden başka ne görüyoruz? Yalnız ötede beride bir takım perişan miskin ümmetler ki üzerlerine savlet olunuyor da müdafa’aya muktedir olmuyorlar gözleri önünde hergün türlü türlü entrikalar çevriliyor da o derin uykudan başlarını kaldırmıyorlar bütün ma-melekleri gasb olunuyor da hiç bir ses çıkarmıyorlar! Sübhanallah! La havle ve la kuvvete illa billah! Bunlar o dünyaları fetheden gazilerin Bahr-i Muhit-i Atlasi’den Çin’e kadar saltanatları imtidad eden o kahramanların sülalesinden değil midirler? Kralların imparatorların tac ve tahtlarına varis olan büyük büyük ordularla saltanatları deviren Avrupa’nın şarkında garbında Kelimetullah’ı yok mudur? Bunlar iki yüz seneden beri Ehl-i Salib hücumlarını def’ eden o şeci’ mücahidlerin evladları değil midir? O mücahidler ki yüzlerce sene uğraştıkları halde hiç bir zaman kuvvetlerine halel tari olmadı kılınçları kınına girmedi! Hiç bir zaman vahdetleri tefrika yüzü görmedi sancakları ser-nigun olmadı! Lakin onlar besaletle şeca’atle mümtaz idiler. Allah yolunda cihadlarında sabit-kadem idiler. Allah da ni’metlerini onlardan esirgemedi fazl-ı Sübhanisiyle onları muzaffer eyledi. Hiç bir zaman fenalık acısını tatmadılar. Va’llahu zü’l-fazli’l-azim Ey ehl-i tevhid! Ey bu şanlı tarihin sahibleri! Eğer Cennet’i istiyorsanız işte kapıları açıktır. İçinde latif latif nehirler akıyor pür-taravet ağaçlarının gölgeleri uzanıp gidiyor leziz meyveleri dallarından sarkıyor. Bütün bu ni’am-ı ilahiyye kılınçların gölgeleri altındadır! Yok eğer dünyayı istiyorsanız emin olunuz ki himmetini kasreden fedakarlık göstermeyen zillet ve meskenet içinde hayatını sürükleyip de nefislerini vatanlarını düşmanın hücumundan müdafa’aya muktedir olmayanlar hiçbir zaman zillet ve esaretten kurtulmazlar felah ve saadet yüzü görmezler. Silahı elinizden bıraktıktan cihad meydanlarını terk ettikten sonra akıbetiniz ne oldu gördünüz. Evet gördünüz ki Ehl-i Salib sizi köleler haline soktu kumaş tedavül eder gibi sizi çevirip evirdi hayvan gibi sizi teshir etti. Gördünüz ki padişahlarınızı nasıl mahvettiler memleketlerinizi nasıl çiğnediler eşrafınızı nasıl kahrettiler mahremlerinizi nasıl mübah kıldılar. Gördünüz ki sizin mukadderatınıza nasıl hakim oldular eslafınızın metrukatına nasıl kondular! larını sizin ellerinize geçirdi. Sakın bırakmayasınız Allah onların mezarlarını hazırladı sakın gömmeden kaçırmayasınız. Her taraftan onlara hücum ediniz! Bütün dünyayı atlarınızla askerlerinizle doldurunuz. Bombalarla kıyametleri koparınız. Kılınçlarla o kafirleri doğrayınız her tarafta pusular kurunuz. Sonra onları nerede bulursanız muhasara ediniz. Toplarınızın ateşine karşı onları odun keskin kılınçlarınıza vücudlarını kın yapınız. nin ferman-ı hümayunları budur: Cihad daima cihad. Cenab-ı Hak şehidlerinize Cennet sağ kalanlarınıza da nusret izzet vaad buyurdu. “Siz onlarla kıtal ediniz ki Allah onları sizin ellerinizle ta’zib eylesin onları hacil ve sizi onlara mansur etsin mü’min olan müslümanların da sadrlarına şifa vererek kalblerindeki gayzı gidersin” “Allah mü’minlerden kendilerine cenneti ihsan etmek üzere nefislerini ve mallarını satın almıştır. O mü’minler ki Allah yolunda cihad ederler öldürürler şehid olurlar Allah üzerinde Tevrat’ta İncil’de Kur’an’da beyan edilmiş bir vaad haktır. Acaba Allah’tan ziyade vaadine vefa eden kim vardır? Öyle ise giriştiğiniz bu alış-veriş ile müjdeleniniz. Fevz-i azim işte budur.” Cuma gecesi Tepebaşı Tiyatrosu’nda en büyük mücahidin-i teremi Muhammed Ferid Beyefendi hazretleri “İttihad-ı yatro lebaleb dolu idi. Konferansa saat sekiz buçukta başlandı. Ferid Beyefendi hazırun tarafından har ve sürekli alkışlar ile istikbal edildi. Ferid Beyefendi beliğ bir lisan selis bir ifade serbest bir vaz’iyet ile konferansını verdiler. Lisan-ı Arabi ile irad buyurulan bu konferans Hizbü’l-Vatani muharrirlerinden refik-i muhteremimiz Ömer Rıza Bey tarafından Türkçe’ye tercüme edildi. Cemaat tarafından pek çok alkışlara mazhar olan bu mühim konferansın nikat-ı esasiyyesinin bütün ihvan-ı dine tebliği mütehattim bir vazifedir. “Burada konferans vermekle şerefyab olmam için vuku’ bulan da’vetten dolayı Müdafa’a-i Milliyye Cem’iyeti’ne teşekkür ederim. Fakat lisan-ı Türki ile söyleyemediğimden müteessifim. Çünkü İngilizler bu lisanı Mısır’da ta’allümünü ihtiyari kılmak ve imtihanlarda nazar-ı i’tibara almamak ile öldürdüler. Aynı zamanda hazırunun ekserisi lisan-ı Arabiyi mekteplerde senelerce tahsil ettiklerine rağmen sözlerimi anlayamayacaklarından müteessifim. Fransızca söylemekliğim mümkün ise de bizimle muharebe eden bir İslam düşmanı lisanının bu mübeccel ictima’da vasıta-i tebliğ ittihazına vicdanım razı olmuyor. Binaenaleyh lügat-i Kur’an olan ve bütün milel-i İslamiyye’nin lügat-i resmiyyesi olmak icab eden lügat-i Arabiyye’yi tercih ediyorum. Bahsedeceğim mevzu’ bütün müslümanlara şamil olduğundan ve onun nokta-i nazarında hiç bir unsur ve kavmiyet arasında bir fark olmadığından bir Mısırlı sıfatıyla değil bir müslüman sıfatıyla idare-i kelam edeceğim. Şunu da ilave edeyim ki ittihad-ı İslam hakkında o her müslümanın diğer müslümana karşı hangi ırka hangi millete mensub hangi lisan ile mütekellim olursa olsun hissettiği ulvi ihtisasa dair bazı beyanatta bulunacaksam bu beyanatım İslam memleketlerinde ba-husus Afrika-yı Şimali’de Trablus Tunus Cezair ve Fas’ta icra ettiğim müte’addid seyahatlerde re’yü’l-ayn olan müşahedat ve dimi adeta ailem kardeşlerim ve arkadaşlarım arasında gördüm. Sanki memleketimden uzaklaşmamışım. Her yerde uzun bir seferden avdet eden bir kardeş gibi istikbal ediliyor idim. Fi’l-vaki’ İslam memleketlerini gezmeyenler her nerede olursa olsun müslümanları birbirlerine cezb eden bu kuvvetten haberdar olamazlar. Ba-husus Darü’l-Hilafe’ye karşı beslenen ihtisasat-ı aliyyeyi ancak o uzak İslam yurdlarını ziyaret edenler bilirler ve takdir ederler. Cezayir’de olan seyahatlerimin birisinde kabail dağlarında geşt ü güzara çıkmış bu dağların tepesinde te’sis edilen bir karyeye uğramış idim. Bu köyün ahalisi beni görür görmez Mısırlı bir dindaşlarının kendilerini ziyaret kemal-i safvet ve samimiyetle teberrüken ellerimi öpmeye başlamışlardı. Bana karşı bu derece mütehassis olan o kardeşlerin Darü’l-Hilafe’nin mesela bir meb’usuna karşı ne derece mütehassis olacaklarının takdirini zat-ı alilerinize bırakıyorum. Bedihidir ki bu müslümanlar halife-i muazzamımızın cihad-ı ekber hakkındaki da’vetini edeceklerdir. Senelerce onları pençe-i zulüm ve esaretinde ne hedef ve ceza-yı sezasına nail olacaklardır. Yine Cezayir ahalisinden bazıları bu hikayeyi anlatmış Kil Kanalı’nın resm-i küşad ihtifalinde bulunmak için Bahr-i Sefid’i kat’ ediyorken Cezayir Limanı karşısında lenger-endaz olur. Hilalin saye-i nevvarına sığınan bu kahraman sefineyi gören hamiyetli ve mütehassis Cezayirliler hemen fevc fevc Hamidiye’yi ziyarete şitaban olurlar yukarıya çıkamayanlar da yüzünü gözünü zırhlara sürerler. Fransa hükumeti bu hali görür görmez hemen Hamidiye’nin seri’an hareket etmesi için kömürünü vermiş mezkur sefine de çabuk hareket etmekte muztar kalmış idi. Zannederim yine aynı kruvazörün Balkan Harbi esnasında Mısır limanlarında gördüğü fevkalade tekrimat ve alkışlar hatır-ı alilerinizdedir. olmasının başlıca sebebi İslam memleketlerinin makam-ı Hilafetten uzaklığı idi. İşte bu bir takım valilerin ihtiraslarını alevlendirmeye istiklallerini i’lan etmelerine badi oldu. Bir de ale’l-ekser makam-ı Hilafet’in valilerden vergileri toplamak ile iktifa etmesi vilayetlerin ahval-i dahiliyyesini valilerin ika’ ettikleri şurişleri komşu vilayetler bunlara karşı la-kayd kalması birçok müstakil hanedanın zuhuruna sebebiyet verdi. Ez-cümle Mısır’da İhşidiler ler ve saire gibi ki bunlar tarihte mufassalan masturdur. Fakat asr-ı hazırda ittihad-ı İslam’ı ma’na-yı hakıkısiyle esaslandırmak memalik-i İslamiyye arasında muvasalat-ı berriyye ve bahriyyenin teshil ve te’minine yani demiryolların kadar bütün İslam limanlarını birbirine rabt edecek İslam seyr-i sefain şirketlerinin teşkiline bütün İslam memleketleri arasında bir gümrük ittihadı akdine İslam memleketleri ma’mulatının Avrupa ma’mulatına tercihine el-hasıl asr-ı hazırda revabıt-ı diniyyeden sonra en kavi rabıta-i ki bunların hepsi –tam Almanların yaptığı gibi– ittihad-ı umumi-i İslami’nin mukaddimesidir. Ben eminim ki bir İslam seyr-i sefain şirketi mevcud olsa yahud mevcud olan Osmanlı Seyr-i Sefain Şirketi tevsi’-i nitak ederek bütün İslam limanlarına vapurlarını sevk etse her halde müslümanlar onun vapurlarını ücreti daha pahalı olsa da bütün ecnebi şirketlerine tercih edeceklerdir. En mühim mes’elelerden birisi de hacc-ı şerif mes’elesidir. Hac esasen müslümanların tanışmaları ve bir mekanda ictima’larında mesail-i ictimaiyye ticariyye ve siyasiyyeleri hakkında mübadele-i efkar etmeleri için vaz’ olunmuştur. Fakat maalesef bu maksad-ı esasi ihmal olundu ve hac bir takım menasiki eda etmeye münhasır kaldı. Hak celle ve ala’nın hacc-ı şerifi erkan-ı hamse-i tebadül-i menafi’ ve zikrullahtır– ihmal edildi. Bunun için erbab-ı hall ü akdin nazar-ı alisini müslümanlara haccın hikmetini öğretecek her hususta onları tenvir edecek İslam lisanlarına aşina vaiz ve hatiblerin arz-ı mübareke-i Hicaz’a i’zam olunması mevsim-i hacda hüccaca meccanen dağıtılmak üzere Türkçe Arapça Farisi Urdu Malay gibi müslümanların en meşhur lisanlarıyla beyannameler risaleler yazılması tevzi’ edilmesi mes’elelerine celb ederim. Zann-ı acizanemce Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye medresesinde mezkur lisanları ta’lim edecek bir şu’benin küşadı pek muvafık olur. Çünkü bu sayede müslümanları birbirine tanıttırmak rabıta-i ittihad-ı İslam’ı takviye etmek vazifesi gibi büyük ve ulvi vazifeleri ifa edebilecek adamlarımız yetişmiş olur. Biz hıristiyan milletleri gibi dinimizi akvam-ı saire arasında neşredecek misyoner cem’iyetlerinden ziyade müslümanları birbirine tanıttırmak ve neticede ittihad-ı siyasi-i İslamiyi pek yakın bir zamanda fiilen te’sis etmek duruğun meraretini tadanlar zalim milel-i hıristiyaniyyenin müslümanları Darü’l-Hilafe’den tefrik için oynadıkları rolleri bilenler Garblı muallimlerin etfal-i İslam’ın zihinlerini nasıl zehirlediklerini onları Devlet-i Aliyye’den tenfir için ne hezeyanlar kustuklarını görenler misyonerlerin esaret altında inleyen İslam memleketlerinde ne mel’anetler irtikab ettiklerini müşahede edenler… ancak tefrik Devlet-i Aliyye’den tenfir için ne yaparlarsa yapsınlar günden güne bizim kalblerimiz onun muhabbetiyle daha fazla dolar. Bizim Devlet-i Aliyye’ye olan merbutiyetimiz İngiliz his bütün Şimali Afrika’da hatta bir zamanlar Hilafet’i bile i’tiraf etmek istemeyen Faslılar arasında Fransızların pa-yi hakaretleri altında ezildikten sonra doğdu. Çünkü Fransızlar Halife’nin nam-ı muazzamını Cuma namazında zikrettirmemeye başladılar namazlarında hakim-i adile dua etmeye mecbur edildiler. Hakıkat “bazen mazarrat faide-bahştir” diyen pek doğru söylemiş. Çünkü eğer biz bu zulmü bu vahşeti görmemiş olsaydık bugün hissettiğimiz muazzam neticelerini gördüğümüz ve yarın bütün müslümanların siyasi ittihadını da te’sis edecek olan bu mukaddes hissi duymayacaktık. Cenab-ı Hak bu hiss-i ulviyi takdis etsin. Bizi ayrılıktan sonra toplanmak ile mes’ud etsin. Artık geçen geçmiştir. Cenab-ı Allah müşa’şa’ atimizi yakınlaştırsın. Bütün Müslümanlık alemini şenlendirsin amin. Müslüman kahramanlar! Kalkınız!... Yıldırımlar yanardağlar gibi ateşler püskürelim!.. Kısırgalar fırtınalar gibi dehşet saçalım!... Sel gibi akalım dalgalar gibi coşalım!... Cihana zelzeleler ra’şeler verelim!.. Şevket-i İslamiyye afakı tutsun!.. Mukaddes bayrağımız şanlar içinde dalgalansın!.. Can verelim şan alalım!.. Düşmanların taht-ı esaretinde zelilane yaşamaktansa melekü’l-mevtin müşfik kanadları altında müsterihane ve şerefle ölmek bir saadettir... Kalkınız kardeşlerim kalkınız! Salahaddinlerin Tarıkların İslamiyet’in şanını i’la eden mücahidlerin ruhlarını şad edelim!.. İslamiyet’in şan ve şerefini yıldızlara kadar yükseltelim!.. Müslümanlığın esaretine matem tutan sevgili Hilal’in mahzun yüzü gülsün!.. Kalkınız!.. Düşman ayakları altında zelilane çiğnenen mekabir-i şüheda feryad ediyor!.. Mezarlar tabutlar kanlı kemikler hepsi haykırıyor!.. Moskofların İngilizlerin Fransızların zulmüne hakaretlerine daha ne zamana kadar tahammül edeceğiz?... Zulüm hakka ta’arruz en aciz korkak hayvanları bile arslandan şeci’ kaplandan daha cür’etkar kılar!.. Şüheda hürmetine kalkınız!... Moskof süngüleri altında parçalanan müslüman kardeşlerinizin Batum kahramanlarının ruh-ı ma’sumu sizden intikam bekliyor!.. Zavallı Afrika bedbaht Rumeli şühedasının kefenleri henüz solmadı!.. İmdad ve halas bekleyen bu mübarek kıtalar bir sükun-ı hazin içinde hilale mütehassir hazin giryan ırmakları feryadkar kuşlarıyla matem tutuyor!.. Dul kalmış kadınlar yetim çocuklar ihtiyar nineler hala ağlıyor!.. Unutma!.. Allah aşkına unutma!.. Camilere asılmış menhus çanların meş’um sesleri semada melekleri ecdadımızın ruh-ı pakini bi-zar ediyor!.. Minarelere putlar takılmış!.. Kafkasya’nın yeşil ovaları yüz binlerce şüheda-yı müslimin ile dolu!.. Parçalanmış çocukları kafaları kesilmiş kolları ayakları doğranmış unutursan –bil ki– ma’nen ölmüşsün. Ey benim müslüman kardeşlerim!.. Nefsinize i’timad Allah’ınıza istinad ederek cihad ediniz... Bugün: Necat günü ferah günüdür!... Boynumuzdaki zencirleri kırmak zamanı artık hulul etmiştir. Küffar hakimiyeti altında yaşamak Çoruh mıntıkasındaki kıtaatımız Teşrinisani’de yeni bir muvaffakiyet ihraz ile Çoruh Nehri’nin on beş kilometre şarkındaki Ardanuş kasabasını işgal etmişlerdir. ’de şimal istikametinde Acara’ya kadar sokularak Batum’un şarkına varmışlar şark istikametinde kurbünde bir muharebe vaki’ olarak kıtaatımız birçok silah ve bir makineli tüfenk zabt etmişlerdir. Ruslar Ardahan’a doğru firar eylemişlerdir. Batum’un yirmi kilometre şarkındaki büyücek bir mahal olan Geda mevkiini kıtaatımızın cür’etkarane bir savletiyle tahrib edilmiştir. Bu esnada birkaç esir de alınmıştır. Tarafımızdan işgal olunan bir köprünün istirdadı maksadıyla Batum’dan gönderilen üç yüz nefer kuvvetindeki bir Rus müfrezesi pusuya uğratılarak tamamıyla hak-i helake serilmiştir. ’de Acara mıntıkasında yeniden bizim vaki’ olmuştur. Düşman bir top gaib etmiş elimize birçok bomba esliha ve cephane geçmiştir. Bu muharebatta Rusların bize karşı domdom kurşunu isti’mal ettikleri anlaşılmıştır. Van Gölü’nün şarkında ve Osmanlı hududu üzerinde Rus kıtaatının taarruzatı neticesiz kalmıştır. Buna mukabil Revandiz’den muzafferane ilerleyen kıtaatımız hududun yetmiş kilometre öbür tarafında bulunan ve Azerbaycan’da Rusların mühim nikat-ı istinadiyyesinden biri olan Savuçbulak’ı taht-ı işgale almıştır. ’de; Çoruh mıntıkasındaki Osmanlı müfrezeleri el-yevm Borçka Maraditle Maçahel ve Acara sularının arasındaki sırt ve geçitleri işgal ve düşmanın Yukarı ve Aşağı Acara ile olan irtibatını kat’ etmiştir. Ruslar işbu dere arasında kain bir tepede mahsur kalan askerlerine olamadıktan maada sevk edebildikleri kuvve-i imdadiyyeden bir süvari bölüğünü kıtaatımız kamilen mahvetmiş piyadesini de fevkalade zayiata uğratmıştır. Artvin kolundaki kuvvetli Osmanlı müfrezeleri Şavşat’ı işgal ve Ardanuç’tan ilerleyen müfrezeler ise Laşan karyesini zabt ettikleri gibi diğer bir Osmanlı kolu da Saratora’ya vasıl olmuştur. ’de: İngiliz ihrac kıtaatı Dicle Nehri ile Sevaye Kanalı arasında mevzi’de bulunan kıtaatımıza taarruz etmeye teşebbüs etmiş vaki’ olan muharebede düşmana telefat-ı külliyye verdirilerek mağlub edilmiştir. Kıtaatımız bir makineli tüfenk külliyetli cephane iğtinam etmiştir. Haydarabad’da iğtişaş zuhur eylemiş bu münasebetle Bombay’da karaya külliyetli İngiliz piyade ve topçu kuvveti çıkarılmıştır. Pencap’da da galeyan başlamıştır cami’lerde dervişler cihad-ı ekber hakkında vaaz u nasihat etmektedirler. Bu sual Bombay’daki İslam Cem’iyeti neşrettiği bir beyanname ile İngiltere’den soruyor. Bu beyannamede büyük bir te’sir husule getirmiş kışlalarda birçok vekayi’a sebebiyet vermiştir. İngilizler ne diyeceklerini şaşırmışlardır. Alman gazetelerinde yazıldığına göre; Almanya’nın muhtelif şehirlerinde mevkuf olan üsera-yı cihetle Halife-i müsliminin evamirine imtisalen ne zaman meydan-ı gaza ve cihada azimetlerine müsaade edileceğini her gün muhafızlarından sormaktadırlar. Mısır’ın mezarları silah deposu olmuş bir zamanlar ölü taşıyan tabutlar bugün mühimmat nakleyliyor. Zavallı müslümanlar kendi memleketlerinden cenaze alaylarıyla silah kaçırmak mecburiyetinde bulunuyorlar. Maatteessüf külliyetli esliha bulmuşlardır. cihetle Aden’de beyannameler neşrederek ayda İngiliz lirası maaşla asker arıyorlar. Fakat hiç kimse icabet etmiyor. Bunu haber alan İmam Yahya hazretleri ikinci bir beyanname neşrederek müslümanları cihada da’vet etmiştir. Seyyid Zübeyr’in Zeydi kabaili miyanından cem’ olunan Ka’taba Şeyhi Abdurrahman kumandasındaki yirmi bin kişilik bir ordu man hududdaki Ka’ra ve Ukle karakollarına nagehani bir hücumda bulunarak İngiliz asakirini külliyetli zayiata uğrattıktan sonra Aden üzerine püskürtmüştür. Ka’taba şeyhi İngiliz hizmetindeki urbana bir beyanname neşrederek cümlesini cihada da’vet eylemiştir. Cihad-ı ekber i’lanı üzerine İran’daki galeyan ve heyecan eylediği cihetle hükumet bilumum kabailin Ordu-yı Osmani’ye Azerbaycan Vilayeti’nde bir taraftan Ordu-yı Osmani’nin istilası diğer taraftan kabail-i larını anlayan Ruslar zavallı ahaliye karşı pek şiddetli zulümler Siracü’l-Ahbar-ı Afgan’da yazıldığına göre; Afgan askerinin Emir Habibullah Han’ın kumandasında tahaşşüdü hitam bulmuştur. Afgan kıta’at-ı askeriyyesi Belucistan’dan gelen kuvvetler ile takviye edilmiştir. Belucistan’da efkar gittikçe Afganistan ile teşrik-i harekete temayül etmektedir. lerden güzel bir intikam alacaklardır. Bilumum kabail Fransa aleyhine kıyam etmişlerdir. Payitahtın haric ile münasebatı münkatı’dır. Fas şehrinde bile müsademeler oluyor. Ahali “Ya Resulallah” nidalarıyla sokakları dolaşıyor. Ahiren Şam-ı Şerif’ten Darü’l-Hilafe’ye gelen Cezayirli Emir Abdülkadir hazretlerinin mahdum-ı alileri ve Meclis-i Meb’usan-ı Osmani Birinci Reis Vekili Emir Ali Paşa hazretlerinin Fas’ta i’lan-ı istiklal eden birader-i mükerremleri Reisü’l-mücahidin Emir Abdülmalik hazretleri tarafından aldığı mektuplar müfadına nazaran Fas ahvali hakkında verdiği ma’lumata göre; Emir Abdülmalik hazretleri on beş bin mücahidin başında olarak evvelen Taiz’e hücum etmiş ve mahall-i mezkuru zabt ederek i’lan-ı istiklal eylemiştir. Bu sırada cihad-ı ekber kat daha tezyid edilmiştir. Bundan sonra Fas’ın en mühim beldesi olan Kazablanka Darü’l-Beyza’ya umumi bir hücum yapılmıştır. Burada Fransızlarla mücahidin arasında şiddetli bir muharebe vukua gelmiş bu muharebe Fransızların hezimet-i kamilesi ile neticelenmiştir. Fransız askeri telef ve külliyetli mecruh bırakarak Darü’l-Beyza’dan firar etmiştir. Mücahidin şehri işgal eylediği gibi bu muharebede iki batarya top müte’addid mitralyöz de elegeçirmiştir. Ondan sonra yine mücahidler düşmanın arkasını bırakmayarak Tanca istikametinde firar eden Fransızları oradan da def’ ve ihrac etmişlerdir. Bugün Fransızlar Marakeş istikametinde firar ve oralarda muharebe devam eylemektedir. Ahiren Fas’ın cenubuna suret-i mahsusada ademler gönderilerek cihad-ı ekber i’lanı tebşir edilmiştir. Yakın zamanda bu kabailin de kıyamı da muhakkaktır. Fransızlar ordusunda binbaşı olan Emir Abdülkadir Paşa hazretlerinin mahdumları Emir Halid hazretleri de cihad-ı ekber i’lanını Tunus’da haber alması üzerine evvelen Fransızlardan taraf görünerek mükemmel surette Fransız eslihasıyla asker ile Tunus’un cenubunda Senusiler ile birleşmiştir. Bu havalideki kabail Hilafet’e sıkı bir rabıta ile merbut oldukları gibi Abdülkadir hazretlerinin evlad ve ahfadına da pek ziyade sadıktırlar. Bunların cengaverlikleri tarihce ma’lum ve musaddaktır. Otuz sene mütevekkilane bekledikten sonra işte bugün a’da-yı dine karşı kıyam ve bu suretle de fıtratlarında meknuz asar-ı hamiyyeti isbat ve Somali kabaili reisi Fransız ve İngiliz müstemlekelerinde bulunan dost kabilelere haberler göndererek cümlesinin Fransa ve İngiltere’ye karşı kıyam eylemelerini taleb etmiştir. Kariin-i muhteremenin böyle buhranlı bir zamanda abone bedelatının te’diyesinde terahi göstermemek lazım geldiğini lütfen takdir buyurmaları rica olunur. Meal-i Şerifi yolunda katleden müslüman ile o kafir. Şu şart ile ki o müslüman sonradan tarik-i sedadı tutup ifrat ve tefritten kaçınmış olsun. İki şey de bir mü’minin cevfinde ictima’ edemez. Allah yolunda cihada gidilirken kopan gubar ve Cehennem’in ateş yalımı. İki şey bir kulun kalbinde birlikte bulunamaz. Iman ile hased. Hadis-i şerifin ravisi Ebu Hüreyre radıyallahu anhdır. Muharricleri Ahmed bin Ebi Hanbel Nesai Hakim’dir. Nesai’nin bu vadide rivayet ettiği diğer birkaç hadis-i şerifte iman ile hasede bedel şuh ile iman denilmiştir. “Şuh buhlin ziyadeliğine denilir.” Meal-i Şerifi Müşriklere karşı mallarınızla canlarınızla dillerinizle mücahede ediniz. Bu hadis-i şerif Müsned-i İmam Ahmed bin Hanbel Sünen-i Ebu Davud Sünen-i Nesai Müstedrek-i Hakim ve İbni Hibban hadislerindendir. Ravisi Enes bin Malik radıyallahu anhdır. Meal-i Şerifi Allah yolunda uykusuz kalan göz cehennem ateşine haramdır. Hadis-i şerifin ravisi Ebu Reyhan radıyallahu anh muharrici Nesai’dir. Meal-i Şerifi Haşyetullahtan dolayı ağlayan göz ateşe haram edilmiştir. Allah yolunda uykusuz kalan göz ateşe haram edilmiştir. Allah’ın haram ettiği şeylere bakmaktan sakınan veya Allah yolunda çıkan göz ateşe haram edilmiştir. Hadis-i şerif yine Ebu Reyhan radıyallahu anh tarikıyle Hakim’in Müstedrek’i ile Mu’cem-i Kebir-i Taberani ’de bu lafız ile mezkurdur. Başmuharrir Meal-i Şerifi Hiç bir fırka-i guzat yoktur ki Allah yolunda gazaya çıkıp ganimete nail olsunlar da ahiretteki ecr ü sevablarının sülüsanına peşin olarak müstahık olmuş olmasın bunlar eğer hiç bir ganimete nail olmazlarsa ecr ü sevabları tam olarak verilir. Hadis-i şerifin ravisi Abdullah bin Amr bin el-As radıyallahu anhdır. Muharricleri Ahmed bin Hanbel Müslim Ebu Davud Nesai ve İbni Mace’dir. Meal-i Şerifi Allah yolunda cihad eden kimse –hoş kendi yolunda cihad edenin kim olduğunu Allah bilir ya!– saim kaim haşi’ raki’ sacid olan kimseye benzer. Bu hadis-i şerifi Buhari Müslim Tirmizi Nesai Ebu Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet ediyorlar. Bu lafız Nesai’nin lafzı olup diğer rivayatta ziyadesi de vardır ki ma’na-yı şerifi şudur: “Cihaddan dönünceye kadar sıyam ve sadakadan bir an fariğ olmayan saim kaim-i daime benzer. Bir de Allahu teala hazretleri kendi yolunda cihad eden kimseyi ya ruhunu kabz ederse Cennet’e idhal veya ruhunu kabz etmediği takdirde onu müstahıkk-ı ecr ü ganimetin tamamını ihsan ederek yurduna salimen iade etmeyi tekeffül etmiştir.” Meal-i Şerifi Her [kim] Allah yolunda devenin iki sağım aralığı kadar harb ederse Allahu teala onun yüzünü Cehennem’e haram eder. Bu hadis-i şerif İmam Ahmed bin Hanbel’in Müsned ’inde Amr bin Anese’den mervi hadislerdendir. Adl ü şecaati sit ü şöhreti dünyaları dolduran Hazret-i Ömer radıyallahu anh efendimizin taraf-ı hilafet-penahilerinden serdar-ı ketibe-i İslam’dan bir zat-ı muhtereme hitaben şeref-sadır olan emirname-i celilin tercüme-i münifesidir: “Sana ve maiyyetinde olan askere her halde iltizam-ı takva etmenizi emrederim. A’da aleyhinde görülecek tedarikatın efdali harbde gözetilecek mekayidin akvası takvadır. Yine maiyyetindeki askere a’danızdan ziyade Böyle olmadığı surette medar-ı galebe olacak kuvvetten mahrum oluruz. Adedce onlara muadil olmadığımız gibi tedarikat ve levazımat cihetiyle de mümasil değiliz. İrtikab-ı measide a’da ile müsavi olacak olur isek kuvvetce onların bize faik olmaları lazım gelir. Şu halde biz fazlımızla onlara galebe edemez isek kuvvetimizle hiç edemeyiz. Muhakkak bilmelisiniz ki her nereye gitseniz taraf-ı ilahiden müvekkel hafaza-i kiram sizinle beraberdir. ve’l-hafiyyat olan Cenab-ı Allah’tan haya ediniz. Düşmana galebe etmeyi istediğiniz gibi nefsinize galib gelmeyi de isteyiniz. Bizim ve sizin için Cenab-ı Hak’tan bu etme ki sefer kuvvetlerine halel vermemiş olduğu halde düşman karşısına vasıl olsunlar. Mümkün oldukça her Cuma günü ve gecesi askeri ferağ halinde tut ki dinlenip tecdid-i hayat ederek ellerinde bulunan eslihayı ta’mir ve sokmayıp açıkta bulundur. Bu karyelere senin i’timadına mazhar olan ashabından başkasını gönderme. Nezdinde nasihatine sadakatine emniyet edeceğin adamlar bulunsun. Zira şahs-ı kezub bazen doğru söylese bile senin kalacak mesafede taliaları çoğalt her tarafa avcıları yay karakolları tertib et geceleri müteyakkız bulunmaya çalış!... Va’llahu’l-müste’an...” Tarih-i alemde hatta Avrupa’da adalet ve metanetle şöhret-şi’ar olan halife-i müşarun-ileyh hazretlerinin şu emr-i alileri dairesinde hareketle salat-ı hamse-i mefruzayı edaya himmet ve ümmü’l-haba’is olan müskirattan hazer ve mücanebet eden bir müslüman ordusunun nass-ı celili hükmünce mansur ve muzaffer olacağı bi-iştibahtır. Kanunievvel’in birinci günü resm-i küşadı icra buyurulan Meclis-i Umumi-i Milli’de Mabeyn-i Hümayun başkatibi tarafından kıraat buyurulan nutk-ı hümayun-ı Muhterem a’yan ve meb’usan Üçüncü intihabat üzerine geçen Teşrinisani bidayetinde den sonra birinci devre-i ictimaiyyesini küşada beni muvaffak buyuran Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena eder ve sizlere beyan-ı hoş-amedi eylerim. Devletlerle olan münasebatımıza vakit vakit icra-yı su’-i te’sirden hali kalmayan mesail-i muallakayı ber-taraf ederek harici gavail ve müşkilatın imkan-ı zuhurunu vermek ve bu suretle Balkan Harbi’nin mucib olduğu zayiat ve mesaibi biran evvel telafi eylemek üzere sarf-ı mezid-i gayret etmekte iken Avrupa’da sulh-i umuminin vasi’ mikyasda muhtel olmasından mütevellid buhran-ı azim üzerine hukuk ve menafi’-i siyasiyyemizin müdafaa ve muhafazası mes’elesi bit-tabi’ her şeye tekaddüm etmekle ve bahriyyemizin seferber hale vaz’ını irade ettim. Hükumet-i seniyyemiz ihtiyar ettiği müsellah bi-taraflıkta sebata azmetmiş iken donanma-yı hümayunumuz Karadeniz’de Rus donanmasının tecavüzatına duçar olmuş ve müteakiben Rusya ve İngiltere ve Fransa devletleri hududlarımıza asker ve donanma sevk ile fiilen muhasamata başlamış olduklarından avn-i Bari ve inayet-i Peygamberi’ye bit-tevessül düvel-i mezkureye karşı hal-i harbi i’lan ile hududlardaki ordularıma ileri hareket emrini verdim. Rusya Fransa ve İngiltere devletlerinin alem-i İslam aleyhinde öteden beri ta’kıb eyledikleri siyaset-i imhakaranenin silah kuvvetiyle ref’i fariza-i diniyye hükmünü aldığından ısdar olunan fetava-yı şerife mucebince bil-cümle müslimini bunların ve muavini olan devletlerin aleyhine cihada da’vet eyledim. Ordu-yı hümayunun hududlarda ve donanmamızın Karadeniz’de gösterdiği şecaat ve besalet tarihimizin me’asir-i kahramananesi miyanında en büyük bir mevki’ tutacaktır. Seferberlik emrine gösterilen icabet-i seri’a ve muntazama ve levazım-ı askeriyye tedarikinde izhar olunan gayret-i fevkalade milletimizin müdafa’a-i vatan uğrunda bir kitle-i hamiyyet olduğunu isbat etmiş ve bu hareket-i ulviyye-i vatanperverane bi-hakkın şayan-ı takdir bulunmuştur. Meclis-i Milli’mizin dahi müzakerat ve ictihadatında ayn-ı ittihad ve ittifak asarını irae edeceğini ümid eder ve tahsisat-ı askeriyyeye mütedair ve tevzin-i kuva esasatına müteallik kuvve-i icraiyyemizce teklif olunacak Kanun-ı Esasi ta’dilatının ve kavanin-i saire layihalarının sür’atle tedkık edilmesine intizar eylerim. Muazzam müttefiklerimiz Almanya ve Avusturya-Macaristan devletlerinin şanlı orduları tarafından müşterek düşmanlara karşı Avrupa’da ihraz olunan muzafferiyat-ı mütevaliyyeye kuva-yı berriyye ve bahriyyemizin ve emr-i şer’i ile Rusya İngiltere ve Fransa’ya karşı cihada da’vet edilen mücahidin-i İslam’ın Asya ve Afrika’da parlak zaferler ilave edeceğine ve bundan sonra Cenab-ı Hakk’ın muhafaza-i hakk u adl için silaha sarılmış olan Devlet-i Aliyyemize ve çar-aktar-ı cihandaki İslamlara şeref ve saadetle mübeşşer bir istikbal bahşedeceğine mu’tekidim. Devletimizce vaktiyle ecanibe bahşolunan müsaadat-ı mahsusa anen fe-anen eşkal ve makasıdını tebdil ederek hukuk-ı hükümranimizi haleldar edici bir mahiyet-i muzırra iktisab eylemiş olduğundan hukuk-ı beyne’d-düvel esasatından hiç birine temas etmeyen ve kapitülasyon namı altında ictima’ eden bil-cümle imtiyazat-ı ecnebiyyenin ref’ini irade ederek düvel-i sairede olduğu gibi memalik-i şahanemde dahi ecanib ve bunlara müteallik muamelat hakkında hukuk-ı beyne’l-milel ahkamının tatbiki usulünü vaz’ eyledim. Harb-i Umumi’ye iştirak etmeyen düvel-i muazzama ve hükümat-ı saire ve bilhassa komşumuz Bulgaristan dostane olduğunu maa’l-memnuniyye beyan ederim. Selamet-i devlet ve memlekete masruf olacak mesainizin tevfikat-ı Rabbaniyyeye mazhariyetini Cenab-ı Hak’tan niyaz ve Meclis-i Umumi’yi küşad eylerim. Bu sırada Avrupa matbuatı pusulayı şaşırarak akıl ve mantıka sığmaz türlü türlü beyanatta bulunmaktadırlar. Fransa ve İngiltere matbuatı cihad-ı mukaddesin Halife-i re’nin zir-i idaresinde bulunan müslümanların kendi devletlerine sadık kalacaklarına ve Devletü’l-Hilafe’nin hatırı caklarına beyan-ı emniyyet ve i’timad ederek fetava-yı şerifenin alem-i İslam üzerinde hiç bir te’sir husule getirmeyeceğinde hakıkat-i halde gerek İngiltere gerek Fransa hükumetlerinin cihad i’lanıyla fetava-yı şerifenin ısdarından son derece telaşa düşmüş oldukları Londra’daki Batıniler Reisi Aka Han Paris’teki İngiliz dalkavuklarından Muhammed Bey Vahid ile yine Paris’te bulunan Senegal asil-zadeganından ! birine ve Mısır’daki Mergani Şeyhi’ne müracaat edip müslümanlara hitaben kendi lehlerine beyanname istihsal eylemeleriyle sabittir. İngiltere ve Fransa zannediyorlar ki bu gibi satılmış dalkavukların sözleri alem-i İslam üzerinde bir te’sir vücuda getirebilir. Bu muhal bir şeydir. Çünkü Emiru’l-mü’minin ve Halife-i ru-yi zeminin bütün müslümanlar üzerindeki nüfuz-ı alisi o kadar çok o kadar vasi’dir ki düşmanlar ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü hamiyet-i İslamiyye seyl-i huruşanına karşı sed çekemeyeceklerdir. Esasen zat-ı Hazret-i hilafet-penahinin beyanname-i hümayunuyla fetava-yı şerifeyi atebat-ı aliyat müctehidin-i izamı da te’yid etmekle derece-i ehemmiyetini kainata karşı Afganistan’dan Sudan’dan Mısır’dan peyderpey gelmekte olan haberler bize İngiltere’nin Hindistan’da Mısır’da Sudan’da başına geleceği felaketin azamet ve dehşetini gösteriyor. Afganlar İngilizler aleyhinde o derece husumet hissini taşıyorlar ki bugün kendi emirleri bile buna karşı koyup efkar-ı umumiyyeye asla muhalefette bulunamayacaktır. Mısırlılara gelince onlar Osmanlı gazanferlerinin Süveyş Kanalı’nı geçmelerine intizar etmektedirler. İslam ordusu muzafferen bir kere Mısır’a ayak attıktan sonra İngiliz ve Fransızların Afrika ve Hindistan’daki hallerini göreceğiz. Belucistan rüesasıyla Afgan kabaili ve emiri beyninde kuvvetli bir ittihad ve ittifakın husule geldiğini Avrupa’da münteşir bi-taraf gazetelerin cihana neşr u i’lan ettiklerine bakılırsa İngiltere’nin Fransa’dan ziyade bu gir u dar esnasında mutazarrır ve perişan olacağına vazıh bir delil teşkil ediyor. Hindistan Şimdi biraz da bunun aksini yani İngilizlerle Fransızların alalım. Bu iki hükumet müslümanların kendilerine sadık kalacaklarından bahsediyorlar! Bu sadakat şübhesiz bir şeye mukabil olmalıdır ki aklı başında olan bir insan mezkur iddiayı kabul edebilsin. Acaba İngiltere ve Fransa müslümanlara hangi iyiliği etmişlerdir ki onlardan sadakat bekliyorlar?! İstiklallerini mi ellerinden almadılar? Mezarlarını mı topa tutmadılar? Yoksa kendilerinden ağır vergiler mi almıyorlar? Yahud bu ana kadar bir tek müslümana dünya yüzünü gösterip cümlesine köle kul gibi muamelede mi bulunmadılar? Bilakis bu iki cebbar-ı kafir hükumetin hükumat ve milel-i İslamiyye’ye etmedikleri eziyet tatbik eylemedikleri cevr u cefa kalmamıştır. Bütün müslümanlar böyle düşünür. Cahil müslümanlar bile bunu takdir etmiştir. O halde bu kafirlerin nesine gönül bağlayıp onlara karşı izhar-ı sadakat edeceklerdir?... Fas’ta ve Cezayir’deki mücahidlerin Sudan’daki kabail-i İslamiyye ile Senusilerin kıyam ederek her iki gaddar hükumet aleyhinde sell-i seyf-i intikam etmiş oldukları o kadar ayan ve aşikardır ki bunu tekzib etmek Rusya’ya gelince o kaba ve vahşi herifler bir taraftan Almanya ve Avusturya ordularının şeciane darbelerine hemen her an ve dakıkada uğramakta ve bu yüzden yüz binlerce esir ve telefat vermiş ve el-an da vermekte bulunmaktadırlar. Diğer taraftan Osmanlı kahramanlarıyla ve şaşırmışlardır ki kendi gazeteleriyle kumandanlarının bile taht-ı i’tirafındadır. Rusya’da basılan ve neşriyat-ı vakıasından dolayı defaatle sed ve ta’tile uğrayan Reç gazetesinin makalat ve havadisini okuyanlar bizim baladaki müdde’ayat-ı hak-guyanemizin sıhhatini anlamışlardır. Bi’n-netice alem-i İslam İ’tilaf-ı Müselles’in aleyhindedir. Onların lehinde –aylıkçı ve menfaatperest birkaç münafıktan başka– bugün bir tek müslüman gök kubbesi altında bulunmaz. Bu müslümanların cümlesi İ’tilaf keferesinden pek acı intikam alıp onlara bi-avnillahi teala son darbeyi indireceklerdir. Bütün Rus ordularına mensub vahşi Kazakların üçte biri gebermiş ve Almanların eline esir düşmüş oldukları gibi Fransızların da tab ü tüvanı kesilmiş ne mühimmat ve hayvanatı ne de iş görecek ve Alman toplarıyla cesur askerlerine karşı dayanacak adamakıllı kuva-yı askeriyyeleri kalmıştır. İngilizler ki böyle bir askerden İngilizlerin hayır göremeyecekleri meydandadır. İngiltere Adası’ndan ancak birkaç bin gönüllünün meydan-ı harbe iştirak edip cümlesinin telef olduklarına ve el-yevm İrlanda ve Afrika-yı Cenubi’den ve Hindistan’dan ziyadesiyle korktuklarından para ve yalvarma ile güç bela dikiş tutturabildiklerine bakılırsa herkes gibi– kendileri bile iman getirmişlerdir. Londra’da çıkan hür-meşreb ve serbest gazeteler hemen her gün siyasetlerini yüzlerine çarpıp durmaktadırlar. Fransa da öylece İngiltere ve Rusya ipleriyle körkörüne kuyuya düşüp mekr u desiselerine kurban gitmiş olduğuna yüz bin kerre nadim olmuş ve fakat ok yaydan çıkmış bulunduğu cihetle çar-na-çar ses çıkarmamaktadır. Eğer bu dediklerimiz doğru ve akıl ve mantığa muvafık bir şey olmasaydı İngiltere sıra ile İtalya’dan ve sonraları Yunanistan’dan ve en nihayet Portekiz’den –harbden evvel mevcudiyetlerine bile ehemmiyet vermediği halde– muavenet ve imdad namına asker talebine kalkışıp cevab-ı red almakla kendisini rezil ve rüsva-yı alem etmezdi. Demek ki İngiltere ve Fransa’nın müslümanların sadakatlerinden ikide birde bahsetmeleri “dostlar alışverişte görsünler” diye mezbuhane bir tedbirden başka bir şey değildir. Hani o İngiltere’nin azamet ve gururu? Nerede Fransa’nın cümlece ma’lum olan evvelki cilve ve istiğnası? Cümlesinin yerinde yeller esiyor! Hep söz lakırdı idi. Bugün hakaik-i eşya ve zamane bize bunların hiç ve la-şey mesabesinde olup ancak mekr u hud’a siyasetiyle kendilerini biz zavallı müslümanlara dolu fıçı göstermiş olduklarını anlatmış ve maskeyi kelimenin bütün ma’nasıyla ortadan kaldırmış bulunmuştur ki bundan sonra bil-cümle müslümanlar dört el ile Müslümanlığa serir-i mu’alla-yı Hilafet’e sarılacaklar ve inşaallah fütuhat-ı cesimeye mazhar olacaklar bundan sonra dahi hablü’l-metin-i ittihada yapışıp asla ayrılmayacaklardır. Biz müslümanlar çok çektik ırzımız namusumuzdan servet ve samanımızdan yerlerimiz yurdlarımızdan olduk. Her felaketin bir sonu vardır. Cenab-ı Hakk’ın avn ü inayet-i Rabbaniyyesiyle ruhaniyet-i Peygamberiyye sayesinde bundan böyle gün yüzü görüp şad ve handan olacağız ve düşmanlarımıza meydan okuyacağız. Zaman her hakıkati bize pek çabuk gösterecek ve alemi yalanlarıyla sahte yaldızlarıyla aldatmak isteyenlerin yüz karalarını meydana koyacaktır. İslamiyet Kur’an ile kaimdir. Bu Kitab-ı mukaddes-i ilahi durdukça hiç şübhesiz Müslümanlık ve Hilafet bakı kalacak küffar ve müşrikin ise zillet ve hızlana duçar olacaklardır. Bu hafta aldığımız Avrupa matbuatı cihad-ı İslam’ın Avrupa muhitindeki te’siratı hakkında uzun uzadıya tafsilat miyeti fevaid ve muhassenatı hakkında takdirkarane neşriyatına mukabil İngilizler ve Fransızlar ateşler püskürüyor. Ağıza alınmayacak surette İslam’a Hilafet’e rical-i ümmete karşı tecavüzatta bulunuyorlar. Onların mahiyetlerini ortaya koyan bu kabil neşriyat medeniyetlerinin de iç yüzünü bütün cihan-ı beşeriyete göstermiştir. Biz onları böyle hudud-ı edeb ve insaniyyeti çiğneyip geçmiş bir hal-i süfliyyette gördükçe bu çukura daha ziyade yuvarlanmalarını medeniyet-i İslamiyye’nin tealisi namına temenni ederiz. Şimdiye kadar müslümanları hiç de müstahık olmadıkları halde kabalıkla vahşetle itham etmekte olanların ne kadar nezih! ne kadar medeni! olduklarını bütün cihan ile beraber o sahte medeniyetin müdafi’leri de görsünler! mi’nin ibtidasından beri garib istihaleler muhtelif safhalar geçirmektedir. Hükumet-i Seniyye’nin Harb-i Umumi’ye iştirakini önce ehemmiyetsiz telakkı etmek halka da o suretle göstermek istediler. Mısır’ın gayr-ı kabil-i teshir olduğundan zaten Osmanlıların da orada işi olmadığından bütün ordularımızın harekatı Kafkasya’ya teveccüh edeceğinden bahsedip dururken i’lan-ı cihad üzerine birden bire işin azamet ve ehemmiyetini takdir ederek ta’dil-i lisan eylemişler ve emr-i vaki’leri kabul etmek mecburiyetinde bulunmuşlardır. “Afganistan İngiltere’yi ziyadesiyle düşündürecektir. Vakıa emir hazretleri İngilizlerden senevi mühim bir tahsisat alıyorsa da Afgan milleti gayet dindar Hilafet’e fevkalade merbut ve sadık bulunduğu cihetle cihad-ı ekbere vuku’ bulan da’vete bila-tereddüd icabet edeceği bedihi olduğu için emir dahi milletinin hilafına hareket edemeyeceği vareste-i iştibahtır. Fetva-yı şerifin emr-i Kur’an’a emr-i Peygamberiye müstenid olduğunu ve bu hükmü len ve i’tikad eden her müslüman hükümdarı ol vechile hareket etmeye mecburdur.” Almanya’nın Osmanlı Hükumet-i İslamiyyesiyle ittifakından Hıristiyanlık namına pek ziyade gazaba gelen Alber Bonar adlı mutaassıb bir hıristiyan İsviçre’de münteşir La Semaine Litteraire ünvanlı mecmuada bir makale neşrediyorlar ki Tasfir-i Efkar refik-i muhterememiz tarafından naklolunan bu makalenin şayan-ı dikkat bazı fıkralarını biz de ber-vech-i ati nakl ile enzar-ı ibrete vaz’ ediyoruz: “Şu azim gir u darda İslam bu tarik ile belki başını kaldırabilir. Bir hıristiyana göre bu tahammül olunabilecek bir şey midir? “Dünyada olmaz şey olmazmış. Kim derdi ki Şarl Martel’in Puvatya’dan geriye çevirdiği ve ondan sonra da Hıristiyanlığın şarka doğru sürüp götürdüğü İslamiyet günün birinde büyük bir hıristiyan devleti ile birleşerek yine kalkınacak!.. “Müslümanlık ile Almanlık arasında göze görünmez yer altından cari derin rabıta ve münasebetler var. Her semavi bir ittisal ile Hakk’ın gölgesi addetmekte nokta-i nazarları bir olduğu gibi fethettikleri memleketler halkına aynı tazyik ve şiddet muamelede ve harbi beşeriyet için en necib meşgale ve en ali milli bir san’at bilmekte de yek-diğerinin aynıdırlar. “İslam’ın bu cihad ve ittihad teşebbüsü derhal tahakkuk edivermeyebilir. Fas Cezayir Tunus Sudan ve Hindistan gibi görünebilirler. Bunların şu hareketsizliğine bakarak cihad teşebbüsünün akım kaldığına hükmetmek kat’a doğru olamaz. Beklemeli ki cihad fetvaları geniş sahraları geçerek en uzak hurmalıklara kadar yetişsin. Bu teşebbüse bütün te’sirlerini icra ederek nihayet beklenilen muazzam kin ve kıyam dalgasını kaldırabilmesine kafi bir zaman bir mühlet vermek lazımdır. “Eğer bu cihad teşebbüsü muvaffakiyetle neticelenirse şu umumi harbin harikulade bir surette artmış bir şümul ve vüs’at peyda edeceği ve bundan da şimdi zan ve tahmin olunan derecesinden çok fazla adeta hesab ve kitaba sığmaz tarihi neticeler çıkabileceği şübhesizdir. Şarl Martel zamanından beri daima kahr u tağrib edilegelen İslamiyet bu suretle ayaklanarak galibane yürümekle Hıristiyanlık’tan intikamını alacaktır. Hıristiyan milletlerin muharebelerinde İslamiyet’in hakem olması enkaz haline indirdiği İslamiyet yeniden kuvvet ve şevket bularak yükselebilir Alman İmparatorluğu ile ittifak eden bu İslam heyulası tekrar canlanarak satvet ve hakimiyetini Asya’da Afrika’da ve Avrupa’nın birçok yerlerinde yeniden te’sis eder ve oralardaki garblı fatihleri tard ve hayalleri hakıkat olarak hürriyetperver ? ve Latin ve Anglo-Sakson milletler ile medeniyet aleminde münakaşadan azade bulunan Hıristiyanlık faikiyeti ayn-ı kaza ve afet içinde hasar ve izmihlale uğrayacaklardır. “Kendisinden hürriyet adalet ve uhuvvet esaslarının te’yidine intizar olunan tarihi bir tekamülün garib neticesi! Almanya ile Avusturya-Macaristan’ın ihraz edebilecekleri galibiyet yeni müttefik ve müzahirleri yüzünden ve hemen umumi denilecek bir surette yakmaya çalıştıkları ateş i’tibarıyla intizar olunandan daha başka bir mahiyet ve menzileti haiz olacaktır. “Bugün Kayser ile Halife maksadlarını ve tali’lerini birleştirmiş bulunuyorlar. Birinin zaferi diğerinin de muzafferiyeti demektir.” Tasfir-i Efkar refik-i muhteremimiz Kanunievvel tarihli nüshasında bugünkü ta’kıb edilen maksadın Sultan Selim’in gaye-i emel ittihaz ettiği ittihad-ı İslam ve duğunu izah ettikten sonra diyor ki: “Bugün İngiliz Fransız Rus muhacematına ma’ruz bulunuyoruz. Fakat yine büyük bir kuvvetin mazharıyız: ciyyemize mazarrat ika’ eyleyecek derecede haiz-i ehemmiyet olan bu terkib-i mübarekin şu anda bütün kulub-ı mü’mininden kemal-i fahr u ibtihac ile huruc ederek cidden telsiz telgraf sür’atiyle aktar-ı İslam’a intişar eylemesi bu maksad-ı güzinin aslındaki menfa’at-i uzmayı ihtar eder.” Sabah gazetesinde “Muvahhid Ma’sum” imzasıyla cihad-ı İslam ittihad-ı İslam siyaset-i İslamiyye hakkında mühim ve nafi’ makaleler tahrir buyurmakta olan zat-ı muhteremin Kanunievvel tarihli nüshada siyaset-i ricdir ki şayan-ı dikkat fıkaratını ber-vech-i ati nakleyliyoruz: “Bir devletin istikbali hayat-ı siyasiyyesi ileride ta’kıb edeceği meslek müsalemet zamanlarından ziyade hal-i harbde te’essüs edebilir. Zat-ı Hazret-i Hilafet-penahi nutk-ı hümayunlarıyla bu mesleğin mahiyet-i ulviyyesini ricide bir inkılab-ı azimin vukuu lüzumunu hissetmiştir. Şimdiye kadar bilhassa muhasım bulunduğumuz hükumetler bizi ittihad-ı İslam esasından daima ayrı yaşatmak gayesini iltizam ediyorlardı. Kendi menfaatlerinin ilcaat-ı tabi’iyyesi bu idi! Biz de onu hissederek gocundukları noktaya temas ile aradaki münasebatı ihlal etmek istemiyor tavr-ı nezaketle devam etti. Fakat fart-ı ihtiyatın hakıkı ma’nası nedir? Kudretsizlik!. Avrupa’da Hükumet-i Osmaniyye’den başka hiç bir devlet bir sıfat-ı diniyyeyi temsil etmek hakkını haiz değildir. Biz bu hakkı bu kuvveti ma’nen ihraz etmiş iken beraber bütün alem-i İslamı mutazarrır etmiştir. hatta orduların bahşettiği te’sir ile kabil-i kıyas olamaz. Devr-i sabık hasenat namına yalnız Hicaz şimendiferini vücuda getirdi. Şübhe yok ki bunun asıl hedefi bir menfa’at-i şahsiyye idi. Fakat ne olursa olsun Avrupa’ya karşı azim bir tecrübe bir vahdet-i İslamiyye imtihanı olan bu mühim teşebbüs bütün efrad-ı ümmetin yardımıyla beklenilen neticeye vasıl oldu. Avrupalılar da i’tiraf ediyorlar ki ne Papalık ne Siyonistlik gayesinde birleşen mecalis-i mezhebiyye ne de Latin ittihadı Slavlık Anglo-Sakson cereyanları yahud Büyük Britanya hükumetinin mua bu hakıkati i’tiraf ettikten sonra kendi kendine şöyle bir sual irad ediyor: “Dünyada İslamiyet’ten başka bir vasıtaya kuvve-i siyasiyyeye cereyana istinaden bu yolda bir müessesenin şerait-i iktisadiyye haricinde vücuda getirebileceğini iddia edecek bir kimse var mıdır?” Hükumet-i Osmaniyye her ma’nasıyla sakin ihtiyatkar fakat terakkıye karşı mütehalik bir İslam siyasetinin kuvve-i nafizesini kendi muvazenetine esas ittihaz eylemek lazım gelir. Bunun için yapılacak tedabirin şimdiden düşünüldüğüne kat’iyyen şübhe etmeyiz. Alem-i İslamiyet’le aramızda ittihad-ı ma’neviden yahud bazı hususi rabıtalardan başka umumi ve açık münasebetler te’sisi pek lazımdır. Hükumet meslek-i metininin ihtiyacatını bizden iyi düşünüyor! Biz atide metanet ve ciddiyetle ta’kıb edileceğinden emin olduğumuz siyaset-i İslamiyyenin fevaidine şimdiden nazar-ı itmi’nan ile bakıyoruz. Hükumet-i Osmaniyye hiç şübhesiz şerefiyle yaşayacak ve muzaffer olacaktır.” Sabah gazetesinin numaralı nüshasında “Muvahhid Ma’sum” imzalı başmakalenin bir fıkrasında deniliyor ki: “İbtidai milletleri menfi maksadlar namına kolaylıkla birleştiren asabiyet-i kavmiyye her inkılab ve fırsat üzerine bu türlü şahsiyetlerin etrafında kırmak ezmek silah atmak ihtiyacını duyan bir kuvvet teşkiline müsaiddir.” bulunmasının bir hikmeti de budur. Bilmeyerek o cereyanlara kapılanlar hakıkat-i hali öğrensinler bilerek o batıl da’vaları güdenler de maksadlarının muvahhidin-i ümmet tarafından farkına varılmaz zannında bulunmasınlar. Hudud müfrezelerimizden biri Kafkasya’da Oltu şimalindeki Tavusgerd’i işgal etmiştir. Azerbaycan hududunda kıtaatımız Van Vilayeti’nin şarkındaki Sumay ve Çehar’a kadar ilerlemiştir. Ruslar harb gemilerinin himayesi altında Batum cenubunda müfrezelerimizin cenahına taarruz maksadıyla Gonya civarına kıtaat ihracına teşebbüs etmişlerdir. Karaya çıkan Rus kıtaatı telefat-ı külliyye verdirilerek ric’ate icbar edilmiş bu esnada iki top kıtaatımızın eline geçmiştir. Van Vilayeti hududunda Rus süvarisi süvarimiz tarafından tard edilmiş ve Van şarkında İran hududunda Deyr kasabası civarındaki kıtaatımıza Rus kıtaatı tarafından icra edilen taarruzda Ruslara yüz kadar telefat ve birçok mecruh verdirilmek suretiyle tard edilmiştir. ’de: Donanmamız Batum civarını bombardıman etmiştir. Teşrinisani’de: Kafkasya cebhesinde bir piyade taburu tarafından takviye edilen bir Rus süvari livası mevzi’-i aslinin sağ cenahından ileri gönderilen müfrezemize taarruz etmiştir. Bu taarruz def’ ve tard olunmuştur. Kanunievvel’de: Van Vilayeti hududunda müfrezelerimizle Rus kıtaatı arasındaki müsademat bizim için muvaffakiyet-bahş bir surette temadi etmektedir. Saray civarında süvarimiz düşman süvarisi tarafından duçar-ı ta’arruz olmuş ve süvarimizin mukabil hücumu tamamıyla muvaffakiyetle neticelenmiştir. Düşman tard olunarak darmadağınık edilmiştir. Kanunievvel: Van Vilayeti hududunda kıtaatımız Saray civarında taarruz ve nikat-ı istinadiyyeyi hücum ucundaki Suldus civarında kıtaatımızla İranlı kardeşlerimizden mürekkeb bir süvari kıt’ası bir Kazak alayına hücum ederek kamilen mağlub etmiştir. Düşmana kırk telef ve birçok yaralı verdirilerek Rumiye istikametinde ta’kıb olunmuştur. Bu esnada Rumiye Gölü’nde birçok levazımat dolu bir Rus gemisi iğtinam olunarak tahrib edilmiştir. Kanunievvel: Eski kışla gemisi Mes’udiye demirlediği mahalde su etmeye başlayarak karaya oturmuştur. Bir kısmı su üstünde kalmıştır. Efrad kamilen karaya çıkmıştır. Cihad meydanına hareket– Medine-i Münevvere’den varid olan bir telgrafnameye göre Sancak-ı Şerif merasim-i mahsus ile çıkarılmış ve nakıbü’l-eşraf ile birçok seyyidler din-i mübin-i İslam’ı müdafaa maksadıyla hişle liva-yı Muhammedi etrafına toplanmışlardır. Bütün halk muhteşem bir alay ile hususi bir trene rakib olarak muharebe meydanına müteveccihen hareket eylemişlerdir. Mücahidinin trene rükubu esnasında gayet müessir nutuklar irad olunmuştur. Senusi hazretlerinin mahdumu Seyyid İdris ile Seyyid Mehdi hazeratı Medine-i Münevvere’ye vasıl olmuşlardır. Müşarun-ileyhima Senusilerle beraber cihada iştirak edeceklerdir. Necef’de mecdü’l-ulema hazretlerinden Kerbela Meb’usu Abdülmehdi Bey’e ve şehrimizde Farisi lisanıyla Necef müctehidin-i izamından Şeyhu’ş-şeri’a-i Isfahani Seyyid Mustafa el-Kaşani Seyyid Ali Damad-ı Tebrizi hazeratının birçok mücahidlerle beraber Musul Vapuru’yla Bağdad’dan Basra cihetine azimet ettiği bildirilmiştir. Cenab-ı Hak fevz ü nusret ihsan buyursun! Gürcüler fevc fevc iltihak etmektedirler. Azerbaycan’daki Rusları tard etmekte olan asakir-i mansure-i Osmaniyye oralardaki ihvan-ı din müctehidin ve eşraf-ı mahalliyye tarafından kemal-i hararet ve samimiyetle istikbal edilmektedir. Sudan’da idare-i örfiyye i’lan edilmiştir. Mısır’a Avusturalya askeri çıkarılmıştır. İngiliz polis müdürü katledilmiştir. Sudanlılar Alaverna mevkiinde bulunan İngiliz zabitlerini katleylemişlerdir. Asayişi te’min hülyasıyla gilizler Mısır a’yan ve eşrafından birçoğunu tevkıf bir haylisini de Tavra kalesine sevk kendilerini itham edecek delail bulamadıkları zevatı da Mısır’dan teb’id eylemektedirler. Kahire ve İskenderiye’de mütemekkin Girid müslümanları pek şiddetli tazyikata ma’ruz kalmaktadır. Delhi’de münteşir Zikomreyed gazetesi “Osmanlılar hangi tarafı tercih ediyorlar?” unvanlı bir makale neşrettiğinden dolayı iki bin rupiye te’minat akçesi zabt olunmuştur. Mezkur makaleyi iktibas eden Zemindar gazetesi sahibi münşi’-i zafer Ali Han Pencap valisi tarafından Delhi’den teb’id ve Kübrulan civarında kain Keremabad karyesi dahilinde ikamete mecbur edilmiştir. Bombay Şehbender-i sabıkı Halil Halid Bey’le mukaddema münasebatta bulunmuş olanlar tevkıf ediliyor. Afganistan yolları kapanmıştır. Her gün ihtilal-amiz beyannameler neşroluyor. İngiliz me’murları büyük bir acz ve fütur içinde ne yapacaklarını şaşırmışlardır. Afgan emiri hazretlerinin nutku– Tahran’da münteşir Ra’d gazetesinden naklen er- Re’yü’l-am gazetesinde yazıldığına göre: Habibullah Han Hindistan hududunda tahaşşüd eden kuva-yı askeriyyeyi teftiş etmek üzere Zilhicce’nin yirmi birinde Kabil’den infikak eylemiştir. Hududdaki ahali Habibullah Han’ı gayet büyük bir şevk ve hararetle selamlamıştır. Habibullah Han askerlerine hitaben atideki nutku söylemiştir: “Askerler! Siz alem-i İslam’ın ve Afganlıların hasm-ı canı olan İngilizlere karşı yürüyeceksiniz. İngilizlerin enzar-ı tama’ ve ihtirası bir dakıka bile memleketimiz üzerinden ayrılmamıştır. Hindistan ahali-i İslamiyyesi de müttefikleriyle birlikte makam-ı Hilafet-i uzmaya i’lan-ı harb eden İngilizlerin boyunduruğu altında inliyor. İngilizlerin bu zulmü bizi Hindistan’daki kardeşlerimizi kurtarmaya olacağız. Makam-ı Hilafet artık Mısır’ın tahlisine mübaderet eyledi. Fransa’nın taht-ı idaresindeki müslümanlar da daha mes’ud bir hayata nail olmak için cihada iştirak eyliyorlar. “Afgan askerleri! Düşmana icra edeceğiniz hücumlarda göstereceğiniz azm ü şiddetle hakıkı Afganlı olduğunuzu büyük düşmanlarını ezerek memleketimizin ve İslam’ın şan ve şerefini i’la ediniz. Kardeşlerinizi kurtarınız.” Nutkun hitamını müteakiben cünud-ı İslamiyyenin ve alem-i İslam’ın selameti için dualar okunmuştur. Ra’d gazetesi bu nutkun Afgan askerleri arasında pek büyük bir te’sir husule getirdiğini te’min eyliyor. Fas kıyamı gittikçe büyüyor ve ehemmiyet kesb ediyor. Fransa ordular göndermek mecburiyetinde kalmıştır. Rif kabailinden de birçoğu Fransız mıntıkasına geçerek oralardaki mücahidini takviye eylemişlerdir. Yirmi bin kadar mücahidinin kapılarına kadar dayandıkları Fas şehrinin Fransızlar tarafından tahliyesine intizar olunmaktadır. Bazı İspanya gazeteleri de tahliye edildiğini söylüyorlar. Fransız sansürü gazetelerden Fas’a dair olan haberleri çiziyor. Fas Emiri Abdülmalik hazretleri ahiren biraderi Emir Ali Paşa hazretlerine gönderdiği bir mektupta diyor ki: Kitle-i mücahidin gittikçe büyük yekunlar teşkil ediyor. Fas şehrini düşman tahliye etmek üzeredir. Fransızların kuvvetle müdafaa eyledikleri Ziyane el-Arif et-Tehale şehirleri taht-ı muhasaraya alınarak mücahidin tarafından zabt edilmiş ve düşmana külliyetli telefat verdirilmiştir. Bu muharebede zayiatımız ehemmiyetsizdir. Fransız kuva-yı umumiyyesi başkumandanı General Lyautey harekatımızın ta’til edilmesi hakkında gönderdiği teklifatta “Fransa’nın her türlü fedakarlığa ?! hazır olduğunu binaenaleyh isyanımızın terk edilmesi hakkımızda mücahid-i kebir Emir Abdülkadir’in evladıyım maksad-ı mücahedem yalnız Fas’a değil vatanım olan Cezayir’e dahi ma’tuftur. Müslüman olan i’lan ettiği cihaddan ancak gayelerine vasıl olduktan sonra mükafatlarını ihraz etmiş olurlar. Halife-i muazzamımızın emirleri kanımızın son damlası dökülmedikçe ifa edilmiş sayılamaz. Bizim bekası ve şeriat-i garra-yı Muhammedi’nin icrasıdır. Düşmanlarımızın fedakarlığı gasb ettikleri bilad-ı İslamiyyeyi nı reddettim. Levazım-ı seferiyyemiz Fransızlardan zabt edilen şehirlerde terk ettiği mühimmat ve levazım depolarından kifayet eder. Cenub kabailinden müteaddid resuller aldım. Sudan taraflarından pek çok kabail tarafımıza hareket ve mücahidine iltihak etmek üzeredirler. Mücahidinin ahval-i maddiyye ve ma’neviyyeleri pek iyidir. Cenab-ı Hak alem-i İslam’ın muini olsun amin. Fransızlar müslümanların hayr-hahı olduklarına dair Tunus’ta beyannameler neşrederek halkı iğfal etmek istiyorlar. Fakat rüesa-yı İslamiyye tarafından hemen şedid beyannameler neşrolunarak müslümanların aldanmasına meydan verilmemektedir. Yirmi bin kişi ile Sudan’a yürümekte olan Darfur Hakimi Molla Yuşa’ Şeyh Ebubekr’le birleşip Sudan’daki edilen Mısırlılar Hakim Mevlana’nın ordusuna iltihak ediyorlar. Hakim bütün Darfur kabailine beyannameler göndererek Fas’ın kıyamını bildirmiş ve Hartum belde-i tum’u takviye etmek üzere gayr-ı müslim olan Hindulardan Allah ıslah eylesin– Adab-ı İslamiyyeye ve adat-ı milliyyemize mugayir kıyafetlerle parklarda dolaşmakta olan kadınların derdesti Polis Müdüriyeti’nce takarrur etmiş ve keyfiyet me’murin-i zabıtaya tebliğ edilmiştir. Bu münasebetle derdest edilenlerin ebeveynleri hakkında ta’kıbat-ı kanuniyyeye tevessül olunmuştur. Şam-ı Şerif: Alem-i İslam’ın kudret ve ehemmiyetini takdir eden Almanya İmparatoru Giyom hazretleri müslümanlara karşı perverde ettiği hissiyat-ı dostaneye bir nişane-i nevin olarak eazım-ı mücahidin-i İslamiyyeden Salahaddin-i Eyyubi hazretlerinin merkad-ı mübarekine ta’lik edilmek üzere müzeyyen ve murassa’ bir kandil ihda buyurmuşlardır. Bu kıymetdar fanus Şam-ı Şerif’de Avusturya-Almanya konsoloslarıyla eşraf ve mu’teberandan bir hey’et huzurunda Hükumet-i Osmaniyye namına Suriye Ordusu başkumandanına takdim edilmiştir. Meal-i Nazm-ı Hakim “Kalbleri envar-ı tevhid ve itmi’nan-ı tevekkül ile meşhun olan mü’min kullarım o fazilet ve ubudiyet erbabıdırlar ki me’asi ve rezailin kibar ve sıgarından be-gayet censeler derhal hiddet ve infi’allerini yenerek barışırlar. Birbirlerinin ağuş-ı afv u safhına atılırlar ıslah ve ıstılah-ı zatü’l-beyn onlar için ezvak ve iman ve uhuvvetin en birincilerindendir. Onlar o rütbe-i bala-terin-i ubudiyyet ashabıdırlar ki Halık’ları namına me’ali-i ef’al ve mehasin-i a’male da’vet olununca büyük bir teslimiyet bir teslimiyet-i mutlaka ile o anda icabet ederler. Hele cemaatle namazlarına müdavemette büyük bir i’tina ve müte’allik mehamm-ı umurları istibdaddan tahakküm ve tecebbürden münezzeh olarak müşavere ve müzakere zal ederler. Onlar o şeci’ ve kahramanlardır ki muhit-i cem’iyetlerinin bir tarafına bir düşman bağy u tecavüz edince derhal hepsi birden yardıma a’dalarından intikam almaya koşarlar.” Şu üç ayet-i celile sabıkın-i evvelin olan Muhacirin ve Ensar radıyallahu an-ahirihim hazeratının sitayişleri hakkında inayet-bahş-i nüzul olmakla sebebte bir hususiyet var. Maamafih i’tibar: Sebebin hususiyetinde değil nazm-ı kerimin umumiyetindedir. Binaenaleyh bu fezail ve mezaya-yı İslamiyye ve insaniyyeyi haiz olan her mü’min-i kamil bu sitayiş-i Kur’an inin umumunda dahil olmak saadet-i uzmasına naildir. Cenab-ı Kur’an-ı Hakim müessisin-i bünyan-ı tevhid olan sabıkın-i İslam hazeratını bu ayat-ı celile-i sitayişle lahıkın-i imana nümune-i fazilet ve ulviyet olarak gösteriyor: “İşte siz de böyle hakıkı ve ruhu mü’min mü’min-i kamil olunuz olmaya çalışınız!” buyuruyor. Bu ayat-ı celileye im’an-ı nazar edilince görülür ki mü’min ve mu’tekıdlarını birinci derecede mesavi’-i ahlak ve deniyyat-ı ef’alden men’ ve tahzir ediyor. Medeniyet-i yenin esasını sarsacak fenalıkları uhuvvet-i diniyye ve datları hicranları gösteriyor. Saniyen: Mehasin-i a’mal ve me’ali-i ef’ale riyasız saf nezih bir vicdan ve iman ile mübaderete cem’iyetin ruh-ı ictima’ ve ittihadı olan namaza usanmaz bıkmaz bir şevk ve ihtimam ile müsara’ata fukara ve zu’afaya rahimane müşfikane bezl-i kerem ve sehaya teşvik ve tergıb ediyor. Salisen: Bu ulvi ve ruhi esasat-ı diniyye ve ictimaiyye Başmuharrir üzerine mebni olan hürriyet ve istiklal-i millinin muhafazası maniye malikiyeti kemal-i ehemmiyetle tavsiye ediyor. Diyor ki: Bilumum müslümanlar bütün şümul-i ma’nasıyla bir vücud bir ruh bir fikir bir emeldir. Diyor ki: Müslümanlar gayr-ı insani gayr-ı ictimai gayr-ı medeni bütün mesavi’-i ahlak ve ef’alden münezzehtir. Diyor ki: Müslümanlar kaffe-i mekarim-i ahlak ve mehasin-i ef’al ve a’malin ulvi bir mecmu’a-i fezail ve fevazılıdır. Diyor ki: Müslümanlar cem’iyet ve milliyetlerini vatanlarını hürriyet ve istiklallerini müdafa’a ve muhafaza emrinde herbiri bir şeca’at-i mücesseme bir şehamet-i zi-hayattır. Vücud-ı cem’iyyetlerinin –velev en küçük– bir uzviyetine bir tecavüz vukuunda derhal hepsi birden düşmanları üzerine arslanlar gibi saldırıp kahharane intikamlarını alırlar. Zillet-i esaret ve meskenete dinlerini vatanlarını lerine kadar ölmeyi bila-tereddüd tercih ederler. Müslümanlar tecezzi ve inkısam kabul etmez bir vücud-ı tevhid ve ittihad olduğuna göre işte bu hevl-engiz günde din ve Kur’an’ımızın en akur en çılgın en mühin düşmanları kılınçlarını o mukaddes vücudun başına hilafet-i celile-i Muhammediyye’ye aleyhi’s-salatü ve’sselam havale ettiler. Bu kılıçlara karşı siperlik vazifesini Petersburg’un fezaları üzerinde parçalayacak ancak o vücudun kuvvetli elleridir. Bir insan başını elleriyle müdafa’aya çalışır değil mi? O baş giderse bütün vücud bi-ruh olarak hak-i mezellete serilir. İşte re’s-i Hilafet’in elleri yeryüzündeki bütün ehl-i imandır. Bağy ve tecavüz Hilafet-i mukaddese-i İslamiyye’ye olunca mal ve can ile intisar ve intikam almak vazifesi bila-istisna umumen ehl-i İslam’a aiddir. Üç yüz senedir Rusların Fransızların İngilizlerin cebin-i ma’sum-ı nihayet bu kahhar intikam-ı ilahi gününde yine kendi kanlarıyla temizleyecekler. Üç asırdır kesip doğradıkları milyonlarca müslümanların ma’sum kanlarını kendi kanlarıyla ödeyecekler. Ulu Tanrı celle şanuhu ezeli varlığını bi-nihaye kudret ve azametini şu Harb-i Umumi ile münkirlerine karşı bir daha gösteriyor. diyen Fir’avn’ı tanzir ve taklide çalışan Moskof Çarlığı’na zat-ı pak-i ehadiyyetine karşı i’lan-ı harb için Babil Kulesi’ni göklere yükseltmeye çalışan Nemrud’un nüsha-i saniyyesi Britanya Hükümdarlığı’na gökler yerlere düşse süngüleriyle tevkıfe muktedir oldukları iddia-yı mecnunanesiyle kurulan nankör Fransa’ya karşı nikab-ı kahr u celalini ref’ etmiş gazab ve la’net yıldırımları yağdırıyor. nu bu azgınlara gösteriyor. Korkalım ihvan-ı din! Cenab-ı Hakk’ın bir huruşan tufan-ı kahr u intikamından korkalım. Emrine emr-i ekber-i cihadına malımızla canımızla koşalım. Bugün şu üç büyük düşman-ı dinin mevcudiyetleri üzerine düşen Biz ferman-ı celaline karşı la-kayd kalırsak o bizi de bir sa’ika-i kahrıyla yok eder. Ve din-i hakkını ehliyle yaşatır. Hilm-i ilahi şakaya gelmez. Bunu suisti’malde hadlerini fersah fersah tecavüz eden azgınların işte hevl-engiz akibetleri! “Eğer Allah isterse sizi bir anda izhab ve ifna eder ey insanlar! Ve yerinize başkalarını getirir. Bilmiş olunuz ki Allah bu ifna ve i’dama bu icad ve ihyaya kadirdir.” Meal-i Şerifi yet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim. Buyuruyordu ki: İki göze cehennem ateşi dokunmaz. Biri haşyetullahtan dolayı ağlayan diğeri Allah yolunda bekcilik eden göz. Hadis-i şerifin ravisi Tirmizi’dir. Ebu Ya’la ile Taberani de bu mealde bir hadis-i şerifi Enes bin Malik radıyallahu anhdan rivayet ediyorlar. Meal-i Şerifi Bir gün bir gece murabıt kalmak yani a’da-i dine karşı hudud bekçiliğini etmek bir ay saim ve kaim olmaktan hayırlıdır. Biri murabıt iken ölürse yaptığı hayırlı amelin sevabı kıyamete kadar kendisine mütemadiyen verilir. Ve fitne-i kabirden emin kalır. Hadis-i şerifi rivayet eden Selman-ı Farisi radıyallahu anhdır. Muharricleri Müslim Tirmizi Nesai ve Taberani ’de Kıyamet günü de şehid olarak ba’s olunur” ziyadesi de vardır. Meal-i Şerifi Her kim Allah yolunda sarf ve infakta bulunursa sarf ve infak ettiği şey yedi yüz misliyle hesabına geçirilir. Hadis-i şerifin ravisi Harim bin Fatik radıyallahu anhdır. Muharricleri Nesai Tirmizi İbni Hibban ve Hakim ’dir. Şevket-meab ve Hilafet-penah efendimiz hazretleri Bir ay te’cilden sonra Meclis-i Milli’nin birinci devre-i fakiyet-i şehriyarilerinden dolayı meclisimiz hak-i pay-i şahanelerine arz-ı teşekkürat ve tebrikat eyler. Yad-ı elimi yüreklerimizi sızlatan Balkan mesaibinin telafisi için ıslahat ve terakiyat-ı dahiliyyemizi te’min ile meşgul olduğumuz bir sırada Avrupa’da zuhur eden Harb-i Umumi üzerine Hükumet-i Seniyyelerinin –her an ve zaman sebebsiz ve haksız tecavüzata ma’ruz olan– hukuk ve menafi’-i siyasiyye-i Osmaniyye ve İslamiyye’yi muhafaza ve te’min etmek üzere umum kuva-yı berriyye ve bahriyye-i Osmaniyye’yi seferber hale vaz’ etmesi vecaibden idi. Bu farizanın vaktiyle ve hakkıyla yerine getirilmiş olması kitab-ı muvaffakiyat-ı celile-i Hilafet-penahilerinin fusul-i şa’şaadarından biri addolunsa becadır. Devlet-i Aliyye bi-taraflığını i’lan ve onda sebata azmeylemiş düşman bir siyaset ta’kıb eyleyen Rusya ve İngiltere ve Fransa devletlerinin fiilen muhasamatına duçar olması üzerine tevfik-i Rabbani ve imdad-ı ruhaniyet-i Peygamberiye sulhün ihlalinden terettüb eden mes’uliyet-i ma’neviyyeden devletimiz vareste kalmıştır ki bu da girdiğimiz şu ma’rekede bizim için hüsn-i akibete bera’at-i istihlal olacak eltaf-ı ledüniyye-i Rahmaniyyedendir. Müslüman düşmanlarının Saltanat-ı Seniyyelerine müttefikan hücum ettikleri bir zamanda cihad i’lanıyla ru-yi zeminde mevcud olan ehl-i tevhidin taraf-ı eşref-i Hilafet-penahilerinden şu fariza-i diniyyeyi ifaya da’vet buyurulması nur-ı nevvarının kıyamete kadar bekası tebşir-i ilahisiyle mübeşşer olduğumuz Hilafet-i Celile-i İslamiyye’nin hem hakkı ve hem de vazifesi idi. Böyle bir emr-i azim ve mühimmin fetava-yı şerife-i şeriat-i garraya muvafakat ve iktiranı Saltanat-ı Seniyyelerinin ulüvv-i şanına ve İslam’ın felah ve necat-ı karib ve müstakbeline delil ittihaz edilse ahradır. Müslümanlar için cihad fetih ve tahrib-i bilad ve ihlak-i ümem ve ibad için değil ancak himaye-i hak için farz kılındığına ve yeryüzünde yüzlerce milyon nüfus-ı bir hak olduğuna ve bu hakkın idame ve ikamesi ise herkesten evvel Osmanlılara terettüb ettiğine göre İslam’ın azizimizin muhafazası yolunda bezl-i nefs ü nefise cümle memleket halkının her zaman amade bulunduğuna seferberlik emrine umum milletin kemal-i hahişle gösterdiği asırlardan beri a’da-yı İslam’a karşı mücahedeye teşne olarak devletimize imdada hazır ve bizden istimdad ile ancak da’vet-i Hilafet’e muntazır bulunan üç yüz milyon müslümanın canib-i celil-i Hilafet-penahilerinden mezkur üç devlet ile muavinleri aleyhine i’lan olunan cihada derhal icabet edeceği şimdiye kadar görülmekte olan asarıyla zahirdir. Ordu ve donanmamızın düşmanlara karşı göstermekte oldukları asar-ı şeca’at ve besalet mevrus-i ecdad olan kahramanlığın şu dakıka-i mühimmede tekrar canlandığını kemal-i fahr ile tecelli ettirmektedir. Meclis-i Millimiz bil-cümle müzakerat ve mukarreratında ayn-ı hiss-i vifak ve ittihad ile meşhun olarak bu an-ı mühimm-i tarihide vazifesini hüsn-i ifaya sa’i olacaktır. Muhafaza-i hak ve adl için silaha sarılmış olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye ile da’vet-i cihada icabet eyleyen mücahidin-i İslamiyyeye ve muazzam müttefiklerimiz Almanya ve Avusturya ve Macaristan ordularına Cenab-ı Hakk’ın bahş-ı nusret ve fütuhat eyleyeceğine Hiç bir esas-ı hak ve adle müstenid olmayan ve mevcudiyet-i ahdiyyesi bile kalmayan uhud-ı atikanın ilgası memleket için mahz-ı hayr u hikmet ve şayan-ı tebcil bir muvaffakiyettir. Devletimizle münasebat-ı hasene muhafaza etmekte olan düvel-i muazzama ve hükumat-ı saire ve bilhassa komşumuz Bulgaristan ile revabıt-ı dostanemizin idamesi meclisimizce akdem-i amaldir. Her hal ü karında avn-i İlahiyi penah ve ruhaniyet-i Peygamberiyi mededgah ittihaz eden Meclis i’lan buyurulmuş olan cihad-ı mübareki takdis ile mazhar-ı tevfikat-ı Rabbaniyye olmaları duasını tekrar eyler. ORDU VE DONANMA’YA “Kahraman Osmanlı askerleri Milletin ihtiyarından gencine kadar şehidlerinden dirilerine varıncaya kadar asırlardan beri beklediği intikam günü işte geldi. Osmanlılığın ve Müslümanlığın en büyük düşmanı olan Moskoflarla ve müttefikleri İngiliz ve Fransızlarla karşı karşıya bulunuyorsunuz. Onları tepeleyiniz ve şimdiye kadar söndürdükleri ocakların açtıkları yaraların ayakları altında bıraktıkları şehidlerin intikamını alınız ki omuzlarımızı iki kat eden mağlubiyet lekeleri alnımızdan silinsin ve Allah da Peygamber de bizden razı olsun. Halife-i zi-şan düşmanlar aleyhinde cihad i’lan etti. Dünyanın her köşesindeki müslümanlar Emiru’l-mü’minin’in bu da’vetine icabetle silaha sarıldılar. Müslümanlar ve Osmanlılar için felah dakıkası artık çaldı. Siz bu hareketin önündesiniz. Göğüslerinizde iman Arkada bıraktığınız evlad ü ıyalinizi ocaklarınızı hiç düşünmeyiniz. Onlar bize vedi’atullahtır. Şimdiye kadar düşmanın hücumlarına arslanlar gibi göğüs verdiniz onları taraf taraf hudud haricine sürdünüz. Millet Meclisi bu kahramanlığınızı kemal-i hürmetle selamladığı sırada büyük ecdadınızın şanlı halefleri sıfatıyla size şurasını hatırlatır ki şan ve zafer daha ilerilerdedir gözlerinizi uzaklara kaldırınız ve hudud haricinde kurtarılacak kardeşler ezilecek düşmanlar istirdad edilecek haklar bulunduğunu bir an unutmayınız. Kahraman ordu ve donanma Bütün Osmanlı milletiyle beraber bütün Müslümanlık dünyası gözlerini sana dikmiştir. Allah’ın inayeti Peygamber’in ruhaniyeti sayesinde fevz ve necatı senden bekliyor. Uhdene düşen vazifeyi Allah uğrunda cihadı bütün kabiliyetinle yap ve nusreti Cenab-ı Hak’tan bekle.” “Ordu ve Donanma-yı Hümayun Başkumandanlığı Vekaleti’ne” Osmanlı ordu ve donanması vatanın hak ve namusunu müdafa’a için açılan tarik-i cihadda millet-i Osmaniyye ve ümmet-i İslamiyye’nin gaye-i amaline bir meşiyyet-i kahramanane ile yürüdüğü sırada Meclis-i A’yan-ı Osmani bu sevgili vatan evladlarını hürmet ve samimiyetle selamlamayı vecibeden addeyler. Bütün millet Allah’ın inayetine ve da’vamızın kudsiyetine istinad ve ordu ve donanmamız erkan ve efradının derin bir aşk-ı vatan ile gösterecekleri fedakarlığa i’timad etmekte ve Osmanlılığın mefahir-i tarihiyyesine layık me’asir-i kahramanane ile bu i’timada liyakatini isbat eden vatan müdafi’lerinin tevali-i muvaffakiyatına dua eylemektedir. Madem ki hak yolunda çarpışanların yardımcısı Hak’tır Hakk’a güvenen kılıcınız keskin ikbale çıkan yolunuz açık olsun. Asker! Unutmadın ya? Beni Nadir Yahudilerinin Medine civarından sürülmesi üzerine bir kısmı Şam tarafına gitmiş bir kısmı da Hayber kasabasına hicret etmişti. Hatta Hayber’e gidenlerin Kureyşileri kışkırtması dolayısıyla Hendek Muharebesi vukua gelmişti. Vakıa bu muharebe neticesinde Beni Kureyza Yahudileri te’dib edilmiş ve o sırada asıl harbin müşevviki olan Hu[ye]y bin Ahtab da i’dam olunmuştu. Lakin Hayber’deki Yahudiler çoğalmaya ve Gatafan bedevileriyle ittifak ederek müslümanlara engel olmaya başlamıştı. Çünkü Medine ahalisi çiftçi olmakla beraber yetiştirdiği hurmaları Şam taraflarına götürüp satmaya mecbur idi. Hayber kasabası ise Medine ile Şam arasında bulunduğundan müslüman kervanlarının oradan geçmesi tehlikeli olacaktı. Binaenaleyh hem siyaseten hem ticareten bu kasabanın fethi lazım geliyordu. Hudeybiye dönüşünden yirmi gün kadar sonra ve Hicret’in yedinci senesi ibtidasında Resulullah sallallahu teala aleyhi ve sellem efendimiz Hudeybiye’de bulunanların Hayber üstüne yürümesi için emir verdi. Evvelki seferden geri kalmış olanların bazıları da bu defa orduya karışmak istediler. Aleyhi’s-salatü ve’sselam efendimiz bunlara hitaben: – Ganimet almak için değil Allah yolunda harb etmek de süvari olmak üzere kişilik bir kuvvetle Hayber’e müteveccihen yola çıktı. Hayber kasabası Medine’nin şimal tarafında üç günlük kadar bir mesafede kaindi. Pek çok hurmalığı olduğu gibi etrafında da bostanlar ve tarlalar vardı. Evlerine gelince: Hisar içerisinde idi yani taştan yapılmış yüksek duvarlar ile muhafazalı bulunuyordu. Hısn-ı Na’im Hısnu’l-Kumus Hısnu’ş-Şakk Hısnu’n-Nitat Hısnu’s-Selalim Hısnu’l-Vatih Hısnu’l-Ketebe namında başlıca yedi hisarı vardı ki Yahudice “hayber” hisar demek olduğundan bunların hepsine birden “hayabir” denilirdi. Hayber kasabası hala mevcud ve ısıtmalı olmasıyla beraber nisbeten ma’murdur. Nefs-i kasabada etrafında ise kadar ahali oturmaktadır. Resulullah efendimiz hazretleri ashabını durdurup diye dua etmelerini tavsiye buyurdu. İslam mücahidleri Cenab-ı Hakk’a dua ettiler. Kalblerini Allah’a bağlayıp ma’neviyetlerini kuvvetlendirdiler. Orduda ve asker arasında bu gibi kalbe kuvvet verecek şeyler lazımdır. Bir ordunun dindar olması ve Allah’ına rabt-ı kalb etmiş bulunması binlerce kişilik bir imdad almasından ziyade efradına kuvvet verir. Bu hakıkat müslümanlarca öteden beri bilindiği cihetle dini vaazlar verilir efradın ruhu me’ali-i İslamiyye ile terbiye olunur. Bu suretle safa-yı ruh iktisab eyleyen mücahidler de “dini bir uğruna” der ve “Allah Allah!” nidasıyla düşman üzerine koşa koşa değil uça uça gider. Buna binaen her müslüman neferi kulağını zabitinin emrine kalbini Allah’ının inayetine çevirmeli dininin ahkamını da bildiği kadar icra etmelidir. Peygamber’in dua emrini işiten mücahidler bağıra bağıra Allah’tan nusret ve muzafferiyet dilemeye başladılar. Resulullah efendimiz bu defa da yani “Öyle bağırıp çağırmayın. Siz sağır yahud uzakta bulunan birine seslenmiyorsunuz. Sizinle beraber ve sizi yurdu. Peygamber hazretlerinin bu tenbihi hem dini bir hakıkati hem de askeri bir siyaseti havi idi. Çünkü Allah nı değil kalbinden geçeni bile bilir. Sonra bir kale muhasarasına giden askerin sessiz sadasız gidip vürudundan düşmanı haberdar etmemesi lazımdır. Ashab-ı kiram sustu İslam ordusu da Hısnu’n-Netat denilen hisarın önüne kondu. Hisardakilerin haberi olmadığı malarını küreklerini alıp tarlalarına bostanlarına gitmek üzere hisar kapısını açtılar ve karşılarındaki mücahidleri görünce: – Muhammedle ordusu gelmiş diyerek dehşetle içeriye kaçtılar. Ashab-ı kiramdan Hubab el-Münzir hazretleri Peygamber’imizin yanına geldi ve: – Ya Resulallah! Buraya konuşun Allah’ın emriyle değilse yerimizi değiştirelim. Zira ben hisardakileri bilirim. Gayet iyi ok atarlar. Yüksekte bulundukları için bize de kolayca isabet ettirirler dedi. Efendimiz hazretleri: – Fikrin doğru. İnşaallah akşama tebdil-i mevki’ ederiz buyurdu ve akşam üstü oradan çekilip bir kaya arkasını karargah ittihaz eyledi. Dikkat ettin mi? Hubab bin el-Münzir erkan-ı harblik vazifesini yapıyor ve askerin fenn-i harbe muvafık surette ta’biyesini tavsiye ediyor. Mevkiin değiştirilmesi ehl-i la tehlikeden kurtuluyordu. Diğeri de müslüman ordusu Hayber Yahudileriyle Gatafan bedevilerinin birleşmesine mani’ oluyordu. Çünkü Resulullah hazretlerinin Hayber üstüne yürüyeceğini ma’hud İbni Übey bir mektupla Hayberlilere bildirmiş onlar da hurma mahsullerinin yarısını vermek şartıyla Gatafan bedevilerini ittifaklarına almışlardı. Gatafaniler yardıma gelmek üzere hazırlanmış ve hareket etmişlerse de yurdlarına düşman geldiğine dair yolda bir haber aldıklarından geri dönmüşler Hayberlilerin imdadına yetişememişlerdi. Hısnu’n-Netat önünde muharebe yedi gün sürdü. Resulullah efendimiz sabahları karargahtan kalkıp hisar önüne gidiyor orada akşama kadar harb ederek avdet eyliyor karargah muhafazası için de damadı Osman bin Affan’ı bırakıyordu. Mücahidlerden yaralı ve şehid olanlar oraya getirilip mecruhlar tedavi şehidler defnediliyordu. Şehidlerden biri Mahmud bin Mesleme hazretleri idi ki: Ok muharebesi ederken güneşin sıcaklığı ve arkasındaki zırhın ağırlığından fena halde yorulmuş ve biraz nefes almak için hisarın gölgesine çekilip oturmuştu. İçerideki Yahudilerden ikisi bir değirmen taşını duvarın üzerinden aşağı bıraktılar. Taş Mahmud’un tolgasına düşüp ezdi ve alnının derisini tamamıyla sıyırıp gözünü sakatladı. Baygın bir halde huzur-ı Peygamberi’ye getirdiler. Resulullah hazretleri sarkan deriyi mübarek eliyle yerine koydu ve bir parça bezle sarıp bağladı. Lakin biraz sonra mecruh vefat ederek mükafatını görmek üzere cennete gitti. Şehidlerden biri de Amir bin el-Ekva’ hazretleri idi ki Yahudilerin yaptıkları bir huruc hareketinde Merhab denilen zorlu Yahudi ile çarpışmış ve düşmanın bacağını düşürmek üzere salladığı kılıç kısa olduğu için kendi dizine gelerek şehadetine sebeb olmuştu. Ashabdan bazıları: – Amir bin el-Ekva’ kendi kendini öldürdüğü cihetle şehid değildir dedilerse de Resulullah efendimiz Amir’in şehid olduğunu ve iki katlı mükafata müstahık bulunduğunu beyan buyurdu. Doğrudan doğruya Avusturya ve Macaristan’ın dolayısıyla Almanya’nın mevcudiyetini mahveylemeye yeltenen Moskof’a karşı müdafa’a-i meşruada bulunan Almanya’nın milyonlarca Rus sürüsüne daha az bir kuvvetle yalnız müdafa’ada kalmayıp tecavüz ve bi-hakkın galebe eylemesinin esbabını tedkık etmek mesail-i ruz-merre miyanında en şayan-ı ibret ve intibah bir mes’ele olduğundan birkaç satır ile bunu ihvan-ı dine velen devleteyn beyninde bir mukayese icrası lazım gelir. An-asl Rusyalı olup Almanya’da da bir müddet bulunduğum cihetle böyle bir mukayese yapabilmek için yedimde bir derece salahiyet görüyorum. Alman milleti tamamıyla mütemeddin Ruslar ise nim vahşi Alman’ın top ve tüfengi daha mükemmel Rusya’nınki muktedir Ruslarınki ise o iktidardan mahrum Almanların yolları ve şimendiferleri çok ve sür’atli Ruslarınki ise az olanları da pek bati’... İşte Almanların galibiyeti ve Rusların mağlubiyeti tedkık edilirken serd edilmekte olan esbab şunlardan ibarettir. Fakat bir muharebede tarafeynden birinin bu kadar sür’atle galibiyetini te’min için esbab-ı mezkurenin kafi olmadığını fünunun devr-i tekamülü demek olan şu son asır zarfındaki iki vak’a; Boerlerin İngilizlere Trablusluların biyeti tedkık ederken bunlardan başka sebebler arayıp bulmaya mecburiyet hasıl oluyor. Çünkü İslam’ın istikbali düşmanlarına galebesi terakkı ve tealisi için bu sırr-ı galibiyeti istiknah etmekte bizim için büyük faideler vardır. İşte aşağıda yapacağımız mukayese neticesinde bu sebebler kendi kendine tezahür edecektir. Rusya Devleti rub’-ı meskunun dörtte birine hakim ve mutasarrıf olduğu halde nüfusu yüz altmış milyon olmasına nazaran kilometre başına bir kişi isabet ediyor. Halbuki Almanya’da her kilometreye yüz elli Avusturya’da mütenasib olan bu kadar vüs’atiyle beraber yarım asırdan beri Türkistan Hive Hokand ve Buhara hanlıklarını da hiç külfetsiz yutup iştihasını tezyid eden Rusya hükumet-i zalimesi Devlet-i Osmaniyye’yi her zaman hazmı sehil bir lokma addettiği cihetle ilk önce yanı başında nahoş bir kuvvet olarak tevessü’üne engel olmakta olan Avusturya-Macaristan’ı ezip harita-i alemden silmek maksadıyla zalimane bir savletle üzerine atıldı. Muharebenin bidayetinde Belçika’nın Liege şehrinde bibi hakkında mübahase ederken ben muhatabıma Rusya’nın daima cihangirlik fikri taşıdığını bu sebeble tekmil milletleri kendi ribka-i esaretine almak istediğini halbuki Rusya’nın bu fikri taşımaya hiç ehil olmadığını zira koca Sibirya kıtasında kilometre başına ancak bir kişi isabet ettiğini kırk kilometrede ancak bir köye tesadüf olunduğunu halbuki yalnız Sibirya kıtasının tekmil Rusya’yı doyuracak derecede münbit ve mahsuldar olduğunu Rusya kendi idaresi dahilinde bulunan arazinin rice diktiğini müte’addid misaller ve delillerle isbat ettiğim zaman karşımdaki Liegeli hemen da’vamı tasdik etti ve hayret içinde kaldı. Hakıkaten böyledir. Rusya’nın Petersburg Moskova Varşova Odessa gibi başlıca beş on şehri istisna edilecek olursa küsuru bizim Osmanlı beldelerinden daha ma’mur değildir. Ez-cümle benim maskat-ı re’sim olan Peterpavel’de sürekli bir yağmuru müteakib sokaklar geçilmesi mümteni’ bir çamur denizi halini alıyor. Başlıca sokaklardan birinin taş ile tefrişine bundan sekiz sene mukaddem karar verildiği halde henüz mevki’-i tatbika vaz’ olunamadı. Halbuki bunun için ahaliden mühim bir meblağ bile toplanmıştı. Bu paraların kaffesi belediye reisinin kumar oyununa sarf olunduğundan bit-tabi’ ta’mire para kalmıyor. Peterpavel ise yüz bin nüfuslu bir şehirdir. Hem de Sibirya hatt-ı kebiri üzerinde kain en mühim ticaret merkezlerinden biridir. Bunu bir misal olarak söylüyorum. Emin olunuz ki başka yerler de bundan iyi değildir. Halbuki Almanya ve Avusturya’da yüz bin değil bin nüfuslu ufak köyler bile Rusya’nın en büyük şehirlerinden daha ma’mur ahalisi daha rahat daha mes’uddur. rabıta bir samimiyet-i kalbiyye yoktur. İster ahali ister asakir onbaşıdan tutunuz çara varıncaya kadar küçük büyüğe daima nazar-ı haşyetle bakar ma-fevkini her zaman kendisini yutmaya müheyya bir canavar telakkı edir ona karşı zerre kadar kalbinde bir muhabbet bir nu bir hayvan telakkı eder ona karşı ne bir şefkat ve merhamette bulunur ne de elinden gelen cevr u zulmü diriğ eder. Hasılı küçükten büyüğe haşyet ve nefret büyükten küçüğe de zulüm ve şiddet. Binaenaleyh Rusya’da askerlik demek mezara girmek demektir. Vakt-i harbde değil zaman-ı sulhde bile herkes ağlaya ağlaya askere gider. Harb başlayınca artık her meskeni bütün memleketi matem kaplar. Almanya’ya gelince bu mes’ele orada bütün bütün başkadır. Yetmiş milyona karib koca bir kitle-i beşer tamamıyla müttehid yek-vücud bir ailedir. Efrad-ı aile arasında muhabbetten şefkatten samimiyetten başka hiç bir şey hükümran olmaz. Küçük büyüğün her emrine eder fakat unf ve şiddet ile değil rahm ü şefkat ile. İmparator milletin gözbebeğidir. Millet imparatorun öz evladıdır. oynatır. Milletin küçük bir ferdinin elemi imparatorun kalbini sızlatır. Sonra vatan tehlikede kalınca imparator öne düşer bütün Almanya feda-yı cana müheyya olur. Rusya’da ise böyle midir? Halkın bir hayvan sürüsünden farkı var mıdır? Biraz aklı başında olan bir Rus mesela bir Darülfünunlu çarın vücudunu izale için bin türlü tedbirler kurar. Yalnız mektepliler değil herkes çarı Allah’ın belası diye yad eder. Fakat biraz ötede bila-istisna bütün Alman milletinin imparatorlarına karşı derece-i hürmet ve muhabbetleri şayan-ı hayrettir. Bir gün gazeteler imparatorun bir tavsiyesini yazdılar: “Avn-i Hakk’a i’timaden büyük bir harbe başladık. Tamamıyla galib gelmeden kılıcı kınına koymayacağız. İhtimal ki muharebe uzun sürer. Binaenaleyh şimdiden iktisada ri’ayet ederseniz fena olmaz.” Daha ferdası bütün evlerde bütün pansiyonlarda dört kap yemek ikiye indirildi. Tekmil Almanya’daki aileler bunu bir baba nasihati gibi hüsn-i telakkı ettiler ve hemen tatbik eylediler. dafi’i olduklarından Cenab-ı Hakk’a emniyet ve i’timad ederek iman-ı kamil ile sükun-ı tam ile zaferlerinden emin olarak ilerledikleri halde öte tarafta Ruslar haksızlıklarına ve binaenaleyh adem-i muvaffakiyetlerine kendileri de emin olduklarından yalan yanlış havadis lar. Daha garibi var: Rusya’dan gelen mektuplardan ve mu’temed yolculardan alınan haberlere göre kiliselerde ne kadar cesim tesavir ne kadar esnam varsa hepsini sokaklarda gezdirip ekabir-i me’murin de beraber olduğu halde bağırarak çağırarak Allah babalarının Rusya’yı muzaffer ve galib Almanya’yı kahreylemesi temennisiyle akıl ve hayale sığmayacak masharalıklar icra ediyorlar. Bu hareketlerine cebren ve kahren oradaki ahali-i İslamiyyeyi de teşrik ediyorlar. Onların kaffesi –hiç şübhesiz– kalben Almanya tarafdarı olduğu halde Rus’un cebr u tazyiki altında onlar da Ruslarla beraber sokak sokak dolaştırılıyor bağırıp çağırtılıyorlar. Hiç Cenab-ı Adil-i Kibriya zalimlere yardım eder mi? silah çekmek hafiyelik etmek gibi na-meşru’ bir harekette bulunmadıkça kendi memleketlerindekinden bin kat daha ziyade hürriyete malik oldukları halde Rusya hükumet-i zalimanesi General Hindenburg’a verdiği yüz binlerce esirlerin acısını çıkartmak için Rusya’da sakin ve kendi iş-güçleri ile meşgul bulunan Almanları esir-i harb addediyor –hem de nasıl esir-i harb?– muharebe meydanından getirdiğimiz esirler diye yakalıyor ve şehir şehir gezdirip teşhir ediyorlar. Rusya’da mutavattın Almanların adedi iki milyonu mütecaviz olduğundan bu muameleden dolayı Rus gazetelerinin de yazdıkları gibi bit-tabi’ Rusya’daki Alman esirlerinin mikdarı Almanya’daki Rus esirlerinin adedinden daha fazla olacaktır! Şu kadar var ki Rusya’da bilhassa Sibirya’da un ve yağ fabrikalarının ekserisi Almanların elinde olduğundan netice i’tibarıyla bu muameleden mutazarrır olacak yine Rusya ahalisi ve Rus köylüsüdür. çesinden mühim bir kısmını diğer memleket ahalisi mesela Romanya Sırbiya Bulgarya Yunanistan Çin hatta Osmanlı ahalisini iğfal ve ıdlal için sarf ediyor da bugün muharebenin en müdhiş bir zamanında cephane tedariki ve askerinin iaşesi için icab eden parayı bulamıyor bulamayınca da yine ahaliyi ba-husus zavallı İslamları soyuyor. Almanya bankalarında ise ihtiyat altını pek çok olduğundan muharebe dört ay değil dört sene devam etse bile tekmil ordusunu suret-i mükemmelede ahaliyi soymadan iaşe ve iskan edebilecek bir halde bulunuyor. Zira Almanya Rusya gibi her sene memalik-i ecnebiyye ahalisini ıdlal için yüzlerce milyon para sarf etmiyor. Hasılı her hangi cihet mukayese edilse Almanya’nın maddi ve ma’nevi tefevvuku nazara çarpar. Demek oluyor ki Rusya’nın sebebiyet verdiği şu muharebede hak ve adalet Almanlar tarafında zulüm ve inhiraf Ruslar canibinde bulunuyor. Cenab-ı Hak da hakkın yardımcısıdır. kaidesi daima doğrudur. yerine ile Buhari Saniyen Almanya’daki tekmil efrad kemal-i hahişle sevdiği vatanının müdafa’ası için en ziyade ihtiram ettikleri olarak hareket ediyorlar. Rusya’da ise ahali mütemadiyen cebr u zulüm altında inlediklerinden dolayı ne vatanını seven ne de Nikola’ya ihtiram eden kimse vardır. Binaenaleyh orada muharebeye giden efradın gönlünde vatan aşkı olmadığı gibi hükümdar muhabbeti de yoktur. Milyonlarca Rus neferlerinin hayvan sürüsü gibi esir olmalarında en mühim amil General Hindenburg’un maharet-i askeriyyesi ise de bu halin de te’sir-i küllisi vardır. Zira orada vatan için ölmek isteyen yok yahud pek azdır. Salisen; Almanya milleti hükümdarı da dahil olduğu halde Cenab-ı Hakk’ın inayetine i’timad ile beraber zafer ve galebelerini te’min için en ziyade kılıçları ile top ve tüfenklerini hüsn-i isti’mal ediyorlar. Rusya’da ise top ve tüfenk ile kazanamadıkları galebeyi putları sokaklarda dolaştırmak “Yaşasın Rusya kahr olsun Almanya” diye bağırmakla kazanmak istiyorlar. Rus-Japon muharebesinde de mühimmat-ı harbiyye gönderecekleri yerde ilk vagon ile bunları göndermişlerdi. Maa’l-memnuniyye gördük ki o putlar Japonya’ya karşı bile galebeyi te’min edemediler. Hülasa bir tarafta adl ü hakkaniyet vifak-ı tam hubb-i vatan hükümdara karşı ihtiram iman-ı kamil diğer tarafta da cebir ve zulüm ihtilaf ve mübayenet vatana karşı –sarhoşluk ve fakirlikten başka hiç bir hayrını görmediklerinden dolayı– la-kaydlık zalim ve hunhar çara karşı havf ve haşyet zahiri bir inkıyad Hakk’a yaygaraları! Hal böyle iken Rusya hükumeti isterse yirmi milyon asker çıkarsın hangi tarafın galib geleceği bütün erbab-ı iz’an indinde kendi kendine tezahür eder. Bu iki levha biz müslümanlar için ne büyük sahne-i Rus kıtaatı topçu ve makineli tüfenk himayesi altında Çoruh Nehri’nin sol sahilinden ilerlemeye teşebbüs etmişlerdir. Beş saatlik muharebeden sonra düşman püskürtülmüştür. Kanunievvel Van Vilayeti şark hududunda günlerden beri devam etmekte olan muharebeler lehimize neticelenmiştir. Saray civarında Rusların mu’annidane müdafa’a ettikleri mevki’ kıtaatımızın ihatavi bir taarruzuyla sukut etmiştir. Düşman Kotur’a doğru çekilmiş ve süvarimiz tarafından ta’kıb olunmuştur. Kıtaatımız Saray’a girmiştir Kanunievvel. Bila-fasıla düşmanı ta’kıb etmektedir süvarimiz Kotur’un kilometre garbında düşmana tesadüfle piyadelerimizin muvasalatını beklemeden düşmanı Razi ve Kotur istikametine tard etmiştir Kanunievvel. Kotur’a doğru muzafferane ilerleyen kıtaatımız Kotur önünde mevki’-i mezkura hakim birkaç tepeyi işgal etmiştir Kanunievvel. Kafkasya’daki ordumuzun cebhesinde kıtaatımız Alagöz Arhı köyleri Köprüköy’ün kilometre kadar şarkındadır civarındaki mevzi’ine karşı bir gece taarruzu esir bırakarak mevziini tahliye etmiştir Kanunievvel. Bir İngiliz kruvazörü Yafa Gazze arasındaki sahil karakollarımızdan birini kısa ve neticesiz bir surette bombardıman etmiştir. Scolt nam Rus kruvazörü Beyrut Limanı’nda Bir düşman harb gemisi Kanunievvel’de İskenderun şimal sahilini bombardıman etmişse de hasarı mucib olmamıştır. Yalnız bu esnada deve telef olmuştur. Birkaç günden beri Akabe önlerinde görülen İngiliz kruvazörü mahall-i mezkura Kanunievvel’de asker olan kıtaatımız karaya çıkan düşmana hemen taarruzla bunları gemilerine ilticaya mecbur etmiş ve kruvazörün projektörü tahrib edilmiştir. İngilizlerin Mısır’ı işgal için celb ettikleri Hindistan kıtaatı miyanında birçok firar vaki’ olmaktadır. Bu efrad tüfenk ve techizatları ile beraber bizim tarafa geçmektedir. Heyet-i tahririyyemizden S. M. Tevfik Bey’in taht-ı Kirman muhabiri tarafından gönderilen ve aslı bugün intişar edecek Haver’de münderic bulunan Farisice mektubun tercümesidir: Haver gazetesi bu taraflara gelir gelmez halka hakayık-ı ahvali gereği gibi anlatmaya muvaffak olmuştur. Beluc kabaili akd-i ittifak edip Kabil’e Tahran’a iki hey’et göndermiş oldukları işitiliyor. Belucistan hududunda vaki’ Nasrabad Vilayeti’ni muvakkaten elde etmek için mış ve mezkur vilayete İran hükumeti tarafından sabık millet meclisi a’zasından bir zat ta’yin olunmuştur. Belucistan kabaili kamilen müsellah bir halde olup İran ve Afganistan rical-i hükumetiyle anlaşmak üzere gönderdikleri hey’etlerden cevab bekliyorlar. Karaçi hududundaki Beluc kabailiyle İngilizler arasında vuku’ bulan bir müsademe neticesinde İngilizlerden yüz on beş kişi itlaf ve yüz kadarını da esir ettikleri gibi Kelat’taki Beluclar da orada İngiliz me’murlarını dağa kaldırmışlardır. Hind hükumeti dağa kaldırılanların salıverilmeleri için İngiliz lirası bir fidye-i necat teklif etmişlerdir. Beluclarla İngilizler arasında hüküm-ferma olan adavetin esbabı oralarda amed-şüd etmeye başlayan Alman seyyahlarına Belucların ru-yı kabul göstermelerinden münbaistir. Beluc kabaili rüesasına Almanlar bir takım hedaya vermiş oldukları gibi ahiren Hindistan vali-i umumisi tarafından Belucistan’a bir hey’et-i mahsusa vasıtasıyla rüesaya müteaddid lakablarla murassa’ kılıç hançer ve paralar gönderilerek İngiltere’ye karşı sadakat yemini teklif edilmiştir. Rüesa hedayanın Hind müslümanlarının paralarıyla tedarik edildiğini bildiklerinden onları kabul etmişler hıyanet demek olacağını bildiklerinden mezkur teklifi şiddetle reddeylemişlerdir. Şu yakınlarda Beluc kabailiyle herkes intizar etmektedir. Daha doğrusu el-yevm Belucistan kabaili Afgan emirinin Hindistan’a vuku’ bulacak hücumuyla Hindlilerin ihtilalini beklemektedir. Muhabere-i aleniyye: Başmuharririmiz Mehmed Akif Beyefendi’yi telgraf ve mektuplarla soran zevata – muma-ileyh İstanbul’da değildir. Meal-i Şerifi Şeytan Ademoğlu’nun bütün yollarını tutup derkemin oldu. Evvela İslam yolu üzerindeki kemingaha oturup ona: “Dinini babalarının dinini bırakıp da müslüman mı oluyorsun?” dedi. Ademoğlu onu dinlemedi de müslüman oldu. Sonra hicret yolu üzerindeki kemingaha oturup: “Kendi yerini yurdunu bırakıp da hicret mi ediyorsun? Muhacir yabancı memlekette ayağı kazığa bağlı kısrak gibidir. Yerliler gibi serbest olamaz.” Dedi. O yine dinlemedi de hicret etti. Derken cihad yolu üzerindeki kemingahtan karşısına çıkıp: “Cihada mı niyyet ediyorsun? Cihad ise nefsi sıkıntıya komak malı telef etmek demektir. Sen kıtale girişip katlolunacaksın. Karı başkasına nikah olunacak. Mal taksime uğrayacak.” Dedi. O yine dinlemeyip cihada çıktı. İşte her kim böyle yaparsa onu Cennet’e sokmak Allah azze ve celle hazretlerine borçtur. Her kim katlolunursa onu Cennet’e sokmak Allah azze ve celle hazretlerine borçtur. Her kim suda boğulursa onu Cennet’e sokmak Allah azze ve celle hazretlerine borçtur. Her kim hayvanından düşüp helak olursa onu Cennet’e sokmak Allah azze ve celle hazretlerine borçtur. Bu hadis-i şerifin ravisi Sebre bin Ebi Fakih radıyallahu anhdır. Muharricleri Ebu Davud İmam Ahmed bin Hanbel ve İbni Hibban’dır. Meal-i Şerifi Ebu Said-i Hudri radıyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunur: Tebük senesi Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem mübarek arkalarını develerine dayayarak halka hutbe halkın en kötüsü kimdir size haber vereyim mi? Halkın en iyilerinden biri öyle bir kimsedir ki atının sırtında devesinin sırtında ve ayakları üzerinde yürüyerek kendisine ölüm erişinceye dek Allah yolunda çalışır. Halkın en kötülerinden biri de öyle bir facir kimsedir ki Kitabullah’ı okur da hiç bir kötülüğünden vazgeçmez. Hadis-i şerifin muharricleri İmam Ahmed [bin] Hanbel Nesai ve Hakim’dir. Başmuharrir : Meal-i Şerifi Ebu Said-i Hudri radıyallahu anh rivayet eder ki biri gelip: “Ya Resulallah halkın efdali hangisidir? Diye sordu. “Nefsiyle ve malıyla Allah yolunda cihad eden kimse” buyurdular. Ondan sonra kimdir? Diye bir daha sordu. “Ondan sonra Allah korkusundan dolayı vadilerin birine kapanıp halkı şerrinden kurtaran mü’min” cevabını verdiler. Bu hadis-i şerif Sünen-i Nesai hadislerindendir. Hadis-i Şerif Ebu Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet olunur ki: Biri Resullullah sallallahu aleyhi ve selleme: “A’malin efdali hangisidir? Diye sordu. “Allah’a iman” buyurdular. “Sonra hangisi?” diye sual etti. “Cihad” buyurdular. “Ondan sonra nedir?” diye tekrar sual etti. “Hacc-ı mebrur” cevabını verdiler. Bu hadis-i şerif Sünen-i Nesai hadislerindendir. Hısnu’n-Netat’ın feth olunduğu günün gecesi Ömer el-Faruk hazretleri devriye gezerken bir Yahudi yakalayıp öldürmek istemiş fakat esirin: – “Beni Peygamber’inize götürünüz. Ona söyleyecek sözlerim var” demesi üzerine huzur-ı Peygamberi’ye getirmişti. Resulullah hazretleri Yahudi ile şu suretle konuştu: – Ne haber? – Bana eman veriyor musun ya Ebe’l-Kasım? – Evet – Ben Hısnu’n-Netat’tan geliyorum. Oradakiler de bu gece savaşmaya hazırlanıyor. – Nereye gidiyorlar? – Hısnu’ş-Şakk’a gidip çoluğu çocuğu oraya bıraktıktan sonra müdafaada bulunacaklar. Bir de hisarlardan birinde mancınık ve sair harb alatı vardır. Oraya girdiğinizde yerini size gösteririm. Şu halde benim kanımı bağışla. – Korkma eminsin. Şu muhbirin verdiği ifadeden sonra Resulullah efendimiz: – Yarın sancağı birinin eline vereceğim ki o Allah ile Peygamber’ini sevdiği gibi Allah ile peygamberi de onu sever ve hisarın fethi onun eliyle müyesser olur buyurdu. Çünkü birkaç gün mübarek başı ağrıdığı cihetle hergün ashabdan birer zatı kumandan ta’yin ederek hisarın önüne göndermiş ise de fetih müyesser olamamıştı. Ertesi gün ashab-ı kiramın hemen de hepsi Resulullah’ın karşısına geçti – Acaba sancağı bana verir mi? diye gözünün içine bakmaya başladı. Hatta Hazret-i Ömer diyor ki: – O günkü gibi hiç bir yerde kumandan ve emir olmasını arzu etmemiştim. Beni görsün de ta’yin eylesin diye Resulullahın karşısında kalkıp kalkıp oturdum. Resulullah hazretleri: – Bana Ali’yi çağırın buyurdu. Seleme bin el-Ekva’ koştu ve Hazret-i Ali’nin elinden tutup huzur-ı Peygamberi’ye getirdi. Bu Tanrı arslanının gözleri ağrıdığı için üzerlerine bir bez sarmıştı. Resulullah efendimiz o bezi çözüp mübarek ellerini Ali’nin gözlerine sürdü. Mu’cize eseri olmak üzere ağrı ve sızı geçti Ali’nin gözleri tamamıyla iyi oldu. Bunun üzerine silahlandı ve İslam sancağını alıp mücahidinin önüne geçti. Hisarın önüne gelince Yahudiler çıkıp müdafaaya kalkıştılar. İlk evvel Haris isminde biri meydan-ı mübarezeye çıktı. Ve Esedullah hazretleri koşup onu bir kılıçta yere yıktı. Yahudiler korkup hisara doğru çekildiler. Haris’in kardeşi olan ve pehlivanlığı ile ün almış bulunan Merhab ileriye atıldı lakin Ali’nin kılıcıyla o da Yahudi ölüleri arasına katıldı. Kılıç Merhab’ın başındaki tolgayı parçaladıktan sonra kafatasını ikiye ayırmış ve ensesi ile dişlerine kadar inmiştir. Merhab’dan sonra diğer kardeşi Yasir meydana çıktı. Onu da Zübeyr bin el-Avvam yahud Muhammed bin Mesleme hazretleri cansız olarak yere yıktı. Bundan sonra mücahidler şiddetli bir hücum neticesinde hisarı elde ettiler. Muharebe esnasında Hazret-i Ali’nin kale kapısını koparıp elinde kalkan gibi kullandığına dair meşhur bir söz vardır. Ulemadan bazıları bu rivayetin aslı olmadığını söylüyorlar. İhtimal ki Yahudiler içeriye kaçıp kapıyı kapattılar. Hazret-i Ali de omuzlamak suretiyle kapının kanatlarını çıkarıp mücahidinin hücumuna yol açtı. Çöl ortasında bulunan bir hisarın kapısındaki adem-i metanetle Hazret-i Ali gibi bir dilaverdeki maddi ve ma’nevi kuvvet düşünülecek olursa şu halin vukuu pek de istiğrab edilmez sanırım. Hisar feth edildi. Yavaş yavaş öbür hisarlara da girildi. Bunların içindeki Yahudiler Hısnu’l-Vatih ile Hısn-ı Selalim’e kaçıyorlardı. Mücahidler feth olunan hisarlarda birçok yiyecekle beraber Yahudi muhbirin söylediği mancınıkı buldular ve –on dört gün kadar muhasaradan sonra– içindekilerini tehdid için Hısnu’l-Vatih ile Hısn-ı Selalim’e karşı kurdular. Muhasarada kalanlar kurtuluş olmadığını görünce musalaha talebinde bulundular. Nebiyy-i kerim efendimiz de mahsulat-ı seneviyyenin yarısı Medine-i Münevvere’ye gönderilmek yarısı da ücret olarak kendilerinde kalmak şartıyla bunları yerlerinde bıraktı. Hazret-i Ömer’in zaman-ı Hilafet’ine kadar orada kaldılar ve halife-i müşarun-ileyhin emriyle Hayber’den çıkarılıp Hicaz kıt’asından sürüldüler. Sebebine gelince: Daha Resulullah hazretleri hayatta iken Abdullah bin Süheyl namındaki sahabi Hayber’de öldürülmüş ve katili ma’lum olmadığına dair Yahudiler tarafından yemin edilmişti. Sonra Mutahhar bin Rafi’ namında bir müslüman da on tane hıristiyan kölesiyle Hayber’e gelmiş ve oradaki arazisinde kölelerini çalıştırmaya başlamıştı. Yahudiler köleleri teşvik ettiler ve ellerine silah verip efendilerini öldürttükten sonra katilleri kaçırttılar. Daha sonra halifenin oğlu bulunan Abdullah bin Ömer hazretlerine de su’-i kasda kalkıştılar. Bunun üzerine Hazret-i Halife İslam düşmanı olan bu herifleri Hayber’den sürüp çıkardı ve ellerindeki araziyi ehl-i İslam’a tevzi’ eyledi ki hicretin’ncu senesi içinde idi. Bu muharebede on beş müslüman şehid oldu ve doksan üç Yahudi öldürüldü. Toplanan ganaim de süvariye üç piyadeye bir hisse olmak üzere taksim edildi. Muharebede bulunan ashabdan birinin vefat ettiği Resulullah efendimize haber verildi. Aleyhi’s-salatü ve’sselam hazretleri: – Gidin namazını kılın buyurup kendisi namazda bulunmadı. Müteveffanın akrabası ve arkadaşları müteessir oldular ve ne için namaza gelmediğini peygamber efendimizden sordular. Resul-i ekrem hazretleri: – Arkadaşınız ganimete hiyanette bulundu da onun nü aradılar ganaim arasına girmemiş bir gerdanlık bulup çıkardılar. Bu gerdanlık boncuk nev’inden olup iki kuruş etmeyecek derecede bayağı bir şeydi. Fakat gizlenilmiş ve onun saklanılmasıyla mücahidin-i İslam’a hiyanet edilmiş olduğu için alan adamın cenaze namazı peygamber tarafından kılınmamıştı. ya devletleri tebaalarının mal ve canını muhafaza etmek Meclis-i A’yanı’nda Lord Salisbury İngiltere hükumetini katliam esnasında İskenderiye’ye asker çıkarmadığından dolayı şiddetle tenkıd etti. Nüzzardan Lord Granfield Salisbury’ye cevaben: “İngiliz kabinesinin Amiral Seymour’a her türlü salahiyet-i tammeyi verdiğini ve icabında Bedihidir ki bütün İngiliz diplomatları İngiltere işgalinin duçar-ı te’ehhur olduğu emr-i işgalde Fransızların kendilerine peyrev olması korkusundan ileri geldiğini bilirlerdi. Katliamdan sonra Hidiv Tevfik Paşa ile Derviş Paşa riyaseti altında Urabi Harbiye Nezareti’nde ibkaen teşekkül etti. Bu sırada Fransa Rusya Almanya Avusturya ve rerek Hükumet-i Osmaniyye’nin iştirakiyle İstanbul’da bir kongrenin akdini teklif ettiler. Fakat Babıali diplomatları bu kongreye iştiraki diğer Avrupa devletlerinin Mısır’daki alakaları Devlet-i Aliyye’nin hukukuna muadil olduğuna dair bir i’tiraf teşkil edeceği i’tizarıyla teklifi reddettiler. Neticede düvel-i mezkure diplomatları Hükumet-i Seniyye’nin adem-i iştirakiyle beraber İstanbul’da kongreyi akd ettiler. Bu kongreye İngiltere tarafından Lord Duverin gönderilmişti. Lord Duverin hükumeti namına düvel-i muazzama delegelerinin inzimamıyla atideki protokolü imza etti: “Zirde vazı’-ı imza delegelerin hükumetleri Mısır mes’elesinin hallinde Mısır’ı temellük hususundan hiç bahsetmeyeceğini ve tebaası için diğer Avrupa tebaalarının nail olamayacağı imtiyazat-ı iktisadiyyeyi almayacağını taahhüd eyler.” Bu Avrupa hükumetleri tarafından Mısır’ın hukuku hükumeti de bu müte’ahhidler miyanında idi. Fakat o gaddar millet bu ahdini nakz etmek namerdliğini irtikabdan çekinmedi. ken İngiltere Bahr-i Sefid’deki kuvvetlerini tezyid ediyor ve Mısır’ı yutmak için hazırlığını itmam ediyordu. Gazeteleri de efkar-ı umumiyyeyi tehyic ve hükumetin yalnız başına mes’eleyi halletmesini musırran teklif ediyorlardı. Artık oynanan faci’anın son perdesi kalmıştı ki onu da Müstemlekat Nazırı Lord Chamberlain oynadı. Chamberlain bir nutkunda şu zehirleri kusmuştu: “İngiltere sulh ve müsalemeti arzu ve Avrupa diplomatlarının efkarına hürmet etmesine rağmen hiçbir zaman Süveyş Kanalı’nın selametini tali’e bırakamaz ve Şark’daki menfa’atlerini Bunun üzerine Amiral Seymour hükumet-i Mısriyye’ye “İngiltere donanmasına karşı cüz’i bir adavet gördüğü takdirde hemen İskenderiye’yi hak ile yeksan edeceğini” bir ültimatomda beyan etti. Fransa hükumeti de İngiltere ile teşrik-i mesai etmek ker göndereceğini techizattan maksad da melhuz olan anlattı. revabıtı takviye diğer tarafdan da zat-ı şahane ile hidiv-i Mısır arasındaki münasebatı ihlal etmeyi muvafık-ı maslahat gördüğünden zat-ı şahane tarafından Urabi’ye bir nişan gönderilmesi için sarf-ı mesai etti. Bundan maksadı Urabi’ye zat-ı şahanenin himaye ve rızasına nail olduğunu iham etmek idi. Devlet-i Aliyye birinci mecidi nişanını Urabi’ye i’ta edince hemen beklenilen te’sir hasıl oldu: Urabi’nin fırkası kuvvetlendi ve hidiv ile zat-ı şahane arasında burudet yerleşti. Neticede hidiv İngilizlere mayacaklarından emin olur olmaz Amiral Seymour’a İskenderiye’yi bombardıman etmek için bir sebeb halk etmesini emretti. Amiral hükumet-i Mısriyye’ye bir ültimatom takviye edildiği takdirde bunu bir tehdid makamında sayarak İskenderiye’yi bombardıman edeceğini söyledi. etti. Fakat her halde İskenderiye’yi bombardıman etmek ve binlerce ma’sum İslamı yersiz yurtsuz bırakmak isteyen hain amiral ikinci bir ültimatom vererek amelenin beyan ve men’ edilmedikleri takdirde İskenderiye üzerine gülleler yağdıracağını tekrar etti. Hükumet-i Mısriyye hiç böyle bir şeyin hadis olmadığını ve bütün şikayatın haksız olduğunu izah etti ve şayed İngilizler böyle bir şeyi yapanı bulurlarsa derdest etmeleri salahiyetini verdi. Gaddar amiral kanaat etmedi ve Temmuz tarihiyle üçüncü bir ültimatom irsal ederek hükumet-i Mısriyye’nin istihkamlara yeni toplar yerleştirdiğini ve bu toplar kendisine teslim edilmediği takdirde İskenderiye’yi tahrib edeceğini bir daha tekrar etti. Avrupa konsolosları amiralin ısrar ve tehdidatından haberdar olunca müştereken bir mektup yazarak amiralden etmesini çünkü bütün Avrupalıların canları ve malları zarar-dide olacağını müdahale ederek hükumet-i Mısriyye’yi cevaben Avrupalıların malları ve canları mahfuz kalacağını ancak istihkamatın bombardıman edileceğini söyledi. Fakat yalan. O hain her şeyden mukaddem hükumet-i Mısriyye’yi müdhiş ta’vizat vermeye mecbur etmek setinde meclis-i nüzzarı toplayarak ne yapılması lazım geleceği hakkında müzakereye başladılar. Bu mecliste Derviş Paşa da bulunmuştu. Hariciye ve dahiliye nazırları bir zatın inzimamıyla teşekkül edecek hey’etin amirale giderek: “İstihkamlara yeniden hiç bir topun vaz’ edilmediğini nasıl duruyursa öyle kaldığını ve isterse müşahede edebileceğini” tebliğ etmeleri takarrur etti. Hey’et bu kararı amirale tebliğ etti. Fakat amiral yine kanaat etmedi ve mutlaka eslihanın topların teslim edilmesinde ısrar etti. Hidiv ve nüzzar bu teklifin adem-i kabulünü İskenderiye bombardıman edildiği takdirde istihkamatın da cevab vererek mukabelede bulunmasını kararlaştırdılar. Temmuz tarihiyle Lord Seymour’a gönderilen notada “Hükumet-i Mısriyye İskenderiye’nin bombardımanı namus ve mevki’ini muhafaza etmekte olduğunu istihkamattaki toplardan hiçbirisini teslim etmeyeceğini vahim mes’uliyetlerin cümlesi amirale aid olduğunu” bildirdi. Fransa hariciye nazırı amiralin son tehdidinden haberdar olur olmaz İskenderiye’de lenger-endaz olan Fransız filosunun derhal limanı terk ile Port Said’e doğru hareket etmesini emretti. Bu mes’eledeki esrar-ı siyasiyye daha henüz taht-ı hafadadır. Lord Granfield Temmuz tarihiyle Avrupa hükumatına bir nota irsal ederek “İskenderiye bombardımanının zaruretin icab ettirdiği bir müdafa’a olduğunu ğını” izah etti. Acaba İskenderiye bombardımanını icab ettiren zaruretler ne idi? Fransız filosu İngiliz donanmasının yanında bulunduğu halde neden istihkamatın tehdidine ma’ruz kalmıyor ve bu tehdidatı görmüyordu? İtalya ve Avusturya filoları yine aynı mekanda bulunduğu halde niçin müdafa’a-i nefse mecburiyet hissetmiyordu? Bütün Avrupa konsolosları hükumet-i Mısriyye’nin amirale her türlü teshilatı gösterdiğini hiçbir tehdidde bulunmadığını taş atanları derdest etmesini teklif etmedi mi? İskenderiye tılar?!... Bu gaddar İngiltere’nin en kirli en iğrenç bir dam-ı mel’aneti idi. Bu müslümanların Endülüs’ten sonra ikinci defa gördükleri en feci’ en dilsuz kanlı vak’a-i tarihiyye en müdhiş bir hezimet-i İslamiyye idi. Temmuz Salı günü Mısır’ın en matemli en hüzünlü günüdür. Bu yevm-i meş’umda İngiliz korsanları müslümanların başına gadr ve felaket güllelerini yağdırdı. arasında on saat ateş te’ati edildi. Artık İskenderiye istihkamatı birer birer sukut etmiş Re’sü’t-tin saray-ı hidivisinin bir kısmı yıkılmış birçok İslam hanmanları yanmış kavrulmuş idi. Bu yevm-i matemin gurub-ı afitabıyla beraber Meclis-i Nüzzar hidivin riyaseti altında ictima’ etmiş ve mel’un “teslim” bayrağını ref’ etmeye karar vermişti. Temmuz’un sabahında İngiliz donanması ikinci defa olarak İskenderiye’yi bombardıman etmeye başladı. sefarethanelerine dikildi. Bombardıman da nihayetlendi. Mısır hükumeti tarafından Talebe Paşa müzakerat icrası ralin hidivden ba’de’z-zuhr saat üçe kadar el-Meks el-Acemi el-Arab istihkamlarının İngiliz askerlerine karargah olmak üzere tahliye ve teslimine dair emrini beklediğini tebliğ etti. Hidiv ile nüzzar Zat-ı Şahane’den istifsarda bulunmayı kararlaştırdılar. Fakat vakit geçmişti. İngilizler yeniden bombardımana başlayacaklarını tebliğ ettiler. Hidiv Urabi Paşa’ya el-Acemi istihkamını işgal ve İngilizleri asker çıkarmaktan men’ etmesini emretti. Urabi bu emri icra etmedi. Sebeb olmak üzere de güllelerin pek duyunca muhacerete koyuldular. Şehirde ıztırabat baş gösterdi. Bazı sefiller yağma ve garete başladılar. El-hasıl Hal böyle iken Mısır askerleri hidivin sarayı etrafını duklarını söylüyor. İskenderiye bombardımanından birkaç gün sonra Hidiv Tevfik Paşa İngiliz askerlerinin taht-ı muhafazasında sarayına giriyordu!.... Bu hafta zarfında payitahtımızda öyle haller halet-i ruhiyyeler kıl ü kaller çoğalmıştı ki en ağırbaşlı zevat bile maatteessüf kendini bu fütur-amiz cereyana kaptırmaktan alıkoyamamıştır. Umur-ı siyaset kuvvet ve miknet faaliyet-i hükumet her şey... eskisi gibi hatta daha ziyade bir faaliyetle mihver-i matlubunda cereyan etmekte iken zerre kadar telaş göstermeye mahal yoktu. Bereket versin karargah-ı umuminin tekzibi heyecanın bir dereceye kadar önünü aldı. Farz edelim ki düşman bugün İstanbul kapısını Çanakkale’yi zorlasın telaşa mahal ne? Ötede hududlarda yüz binlerce kardeşimiz ateşler içinde karlı dağları kızgın çölleri aşarken biz kaleler içinde telaş gösterirsek bizim için ayıp değil mi? Ne zannediyoruz? Dünya altüst oluyorken bizim zerre kadar keyfimize halel gelmesin mi istiyoruz? Biz düşmanın gırtlağına basıyorken onun bize rahmet mi okuyacağını ümid ediyoruz? Cihadı park seyranı mı zannediyoruz? Düşmandan ne beklenir? İcab ederse Boğazı da zorlayacak! Bu tabii değil mi? Onun her topu bizi ateşpare-i celadet haline getirmelidir. Atı ile denize yürüyen Fatih’in ahfadı karaya hiç İngiliz ayağı mı bastırır? Boğazı değil İstanbul’u topa tutsa zerre kadar müslüman olanın kalbine haşyet gelmez. dımanı dahil-i hesab değil midir? Yoksa yeni bir ihtimal veya emr-i vaki’ karşısında mı bulunuyoruz? Halbuki lehü’l-hamd bugünkü vaz’iyetimiz harb bidayetinden çok kuvvetlidir. Hal böyle iken beyhude yerde telaş edip münafıkları kendimize güldürmekte hiç bir faide yoktur. Bu gibi tasni’atı meydana çıkarıp da zavallı halkın kuvve-i ma’neviyyelerini sarsmaya çalışan münafıklar vatansızlar iyi bilsinler ki: Allah’ın inayetiyle Peygamber’in ruhani yardımıyla biz daima kuvvetli daima metiniz. İnşaallah yakında Mısır’da Afrika’da seraser o nemler yağdıracağız. Artık bundan sonra seyf-i cihad mes’eleyi kökünden halledecektir. Artık bundan sonra cak ve o zavallı müslümanlar ribka-i esaret ve hakaretten kurtulacaklardır. Yalnız Afrika değil İran Hindistan Belucistan da kurtulacak hür ve müstakil olarak yaşayacaklardır. Bugün Rusya’dan mevsuk ve menabi’i sahih olan haberler –ki Rusya matbuatı da bir türlü o hakayıkı inkar edememektedirler– Lehistan’da Ukrayna’da Kafkasya’da olmasaydı Rusya hükumeti Sosyalist meb’uslarını darülfünun talebelerini habs ve tevkıf etmez Kafkasya’daki a’yan ve müteneffizanı Sibirya çöllerine nefy ve teb’id eylemezdi! Çar cenabları da Ali Ömer camilerini ziyarete koşup camiin ta’miratı için iki bin ruble kadar bir lubiyetten mağlubiyete düşen Rus ordusu zavallı bi-kes ve himayesiz Musevileri hissiyat-ı vahşiyyelerini yerine getirmek için her yerde katliam etmezlerdi! Demek oluyor ki Rusya’nın dışı –muharebesi– iyi gitmediği gibi içi de pek o kadar iyi değildir. Mısır’a gelince: Şu son zamanlarda İngiltere’nin oradaki teriyor. İngilizlerin bu harekatı hareket-i mezbuhaneden başka bir şey olamaz. “Denize düşen yılana sarılır” darb-ı meseli fehvasınca İngilizler ne yapacaklarını şaşırmışlardır. O derece ki Mısır’a melik ta’yin edip kabinesini Hariciye Nezareti bayrağını düzeltmekle uğraşıp duruyorlar. Fakat bu icraatları çok sürmez. İnşaallah an-karib ne melikleri ne nazırları ne de bayrakları kalacaktır! Ordu-yı yı sezalarını vereceklerdir. Bir kere Osmanlı ordusu Mısır’a girip Kanal’daki hakimiyet İngilizlerin ellerinden çıktıktan sonra Hindistan’daki sadık ! İngiliz tebaalarının hallerini de biz değil berleri daha henüz alem-i İslam’a yetişmeye başlamıştır. Afganistan’da Belucistan’da Hindistan’da hatta Çin ile Tibet’in İngilizler aleyhinde kıyamla sell-i seyf-i intikam edeceklerine bizim hiç şübhemiz yoktur. Müra’i menfaatperest münafık Hindli Aka Han ile hempalarının milyonlar teşkil eden o münevver dindar müslümanlarla vatanlarının istiklali peşine koşan vatanperver Hindular üzerinde hiç bir gune te’sir ve nüfuzları yoktur. Onlar bu gibi münafıkları iyi tanımışlardır. Daha Balkan Muharebesi esnasında bu mütemellik heriflerin mahiyetlerini Hind müslümanları iyiden iyiye öğrenmişlerdir. Bu Aka Han değil midir ki: Daha Balkan Muharebesi’nde Hind müslümanlarının İstanbul’a vuku’ bulan nakdi mu’avenetlerine sed çekmek sırf İngilizlere hoş görünmek için “Osmanlılar Avrupa’dan çekilsinler vatan-ı aslileri olan Anadolu’ya geçsinler ki Hind müslümanları onlara yardım etsin!” dedi. Fakat bundan kim mutazarrır oldu? Yine Aka Han’ın kendisi. Hind müslümanlarının bu herife ne küfürler savurduklarını kendi gözümle gördüm kendi kulağımla işittim. İddiama şahid olmak üzere bütün Osmanlılarca muhterem tanınmış üç zatı gösterebilirim. Bu zatlar da Hilal-i Ahmer Başkatib-i muhteremi Abdülahad Adnan muhterem azasından Kemal Ömer beyefendilerle Bombay Başşehbender-i sabıkı muhterem Halil Halid Beyefendi’dir. Hatta Aka Han’ın bu küstahane hareketini mısra’ıyla başlayan uzun bir manzume ile tezyif eden Hindistan fuhul-i ulemasından ve Leknehor’daki Nedvetü’l-Ulema Cem’iyet-i muhtereme-i ilmiyyesinin reis-i faziletmendi Mevlana Şibli Numani hazretleri el-an Hindistan’da ber-hayattır. Bu münafıkların İngiltere’ye hiç bir faideleri dokunamaz. Çünkü ahlak ve etvarlarıyla kendi i’tibarlarını Hind müslümanları nazarında iki para etmişlerdir. Hind müslümanları İngilizlere ne için izhar-ı sadakat etsinler? Acaba Hindlileri soyup soğana çevirdiklerinden mi? Milyonlarca zavallı ahali-i müslimeyi fakr u sefalet yüzünden sokaklarda yatıp kalkmaya mahkum ettiklerinden mi? Hasılı hangi iyiliğe mukabil İngiltere’ye sadakat göstersinler? Allah’a kasem ederim ki bugün en adi ve basit fikirli bir Hindli bile İngiltere’nin tahakkümünden memnun değildir. Herkes intikam dakıkasını dört gözle beklemektedir. Hind ihtilalinin tarihini mütalaa edenler Hindlilerin ne derece sabur soğukkanlı fırsat gözetici bir millet olduklarını pekala bilirler. Demek istiyorum ki Hindistan er geç mevcudiyetini hayatını gösterecek ve bütün cihanı veleh ve hayrete ilka eyleyecektir. Onun caklarını büsbütün şaşırıp kalmışlardır. İngiltere lordlarını müsriflerini yaşattıran mükemmel kuva-yı bahriyye te’minine yegane vasıta olan Hindistan-ı pür-zehebdir. Kendileri Hindistan’ı Golden India Picturesque indie tesmiye ediyorlar. Hindistan’dan mahrum olan bir İngiltere mahkum-ı izmihlaldir. Hilafet’e karşı rol oynamanın Makam-ı Mu’alla-yı Hilafet’i hiçe saymanın en ağır cezasını Rusya ve Fransa esasen kendileri muhtac-ı himmet bir halde olduklarından İngiltere’ye yardımları dokunamayacağı gibi İngiltere’nin hiyel ve desayisinden su’-i siyasetine entrikasına kurban olduklarından dolayı onların da yakında kendisinden yüz çevirecekleri muhakkaktır. Rusya’da silah ve top kalmadığına Fransa’da para ve mühimmatın fıkdanına İngiltere’nin askersizlik beliyyesine duçar olduğuna bakılırsa bi-avnihi te’ala her halde Osmanlı Devlet-i İslamiyyesiyle müttefiklerinin bu muharebeden mü’eyyed ve muzaffer olarak çıkacakları bütün erbab-ı tefekkür ve iz’anın taht-ı tasdikindedir. Binaenaleyh hiç korkuya mahal yoktur. Ayağımızı sıkı atalım düşmanlarımızı münafıklarımızı bedhahlarımızı bilelim tanıyalım bu gibi alçakların iğvaat ve ifsadatlarına kulak asmayalım. Bugün hükumetimize zahir olmak bütün dünyadaki müslümanlar üzerine müterettib bir farizadır. Bunun hakkıyla ifasına dinen vicdanen Bir Afgan siyasisi iki sene evvel “ İngiltere ve Alem-i “On dört sene evvel Şam’da bulunuyordum. O zaman Almanya imparatoru ve imparatoriçesi cenabları Şam’ı ziyaret etmişlerdi. Bu esnada İmparator Wilhelm hazretleri kıyafet-i Arabiyyeyi labis oldukları halde “Ben üç yüz elli milyon İslamın dostuyum”demişti. Bu söz asırlardan beri Şark’ta ve alem-i İslam üzerinde hakim-i yegane olan İngiltere’ye karşı büyük ve mühim bir darbe böylece alenen izhar etmiş idi. Bunun için diyorum ki: muhafazası için İslamlara şiddet politikasından vazgeçmelidir. Zira bu ahvali düşündüğüm vakit Almanya’yı rum.” Muharrir İngilizlerin Şark’ta hilim ve mülayemet politikalarıyla te’min-i beka ve mevcudiyet edebildiklerini söyledikten sonra şimdi bu politikanın değişmesine geçiyor bu hususta serd-i mütalaat ediyordu. İkisinin oynadığı büyük siyasi rol bu beyanat ve mütalaayı hakıkate tahvil etti. Garb kan denizi oldu. Bütün hükumetler yek-diğerine harb i’lan ettiler. İngiltere de asırlardan beri kalbinde beslediği garazı izhar etmek sırası geldiğine zahib olarak Almanlığın ve Müslümanlığın mahvı için harbe başladı. Yukarıda naklettiğim makale sahibi bir şarklı bir Afganlı olmak hasebiyle haiz-i ehemmiyettir. Demek ki lılar tamamıyla öğrenmişlerdi. O zat İngilizlere nasihat yollu şu yazıları yazarken ve Hindistan’da İngiltere’nin vaz’iyetini teşrih ederken İngiltere için alem-i İslam’la hoş geçinmediği takdirde İslamların teveccühünü celb etmekte olan Almanya’nın İngiltere’ye müdhiş bir darbe Afganistan bu hadisatı: Harb-i Umumi’yi cihadı tabiatıyla bekliyordu. Ve onun için hazırlanıyordu. Ahiren İngiltere’nin Afganistan’a bir ültimatom verdiği şayi’ oldu. Ben bunu kabul etmemekle beraber – eğer doğru ise– derim ki: İngiltere için bu hareket büyük bir iz’ansızlıktır. sene evvel İngilizler Afganistan’ı mukavemetleri sayesinde ric’ate mecbur olmuşlardı. Bu muharebatta zannederim İngiltere Afganlıları öğrenmiştir. Kemal-i emniyetle söyleyebilirim ki İngiliz istilasında –neticeten– İngilizleri mahv ü perişan eden şey Afganlıların silahları değildi. Zira İngilizler son sistem top ve tüfenklerle mücehhez bulundukları halde Afganlıların ancak bir kısmında martin bulunuyor. Kısm-ı a’zamı çakmaklı tüfenklerle harb ediyorlardı. Yalnız kendilerine has bir besaletle bir hiss-i dini bir muhabbet-i vataniyye vardı. Ez-cümle bir delikanlı muharebeye giderken üç hemşiresi de kendisinden ayrılmamış harbe iştirak etmişlerdi. Muharebe esnasında alemdar olan o genç şehid düşmüş fakat büyük hemşiresi bayrağı yere düşürmemiş kendi ve ortanca hemşireleri de şehid olmuşlar en nihayet küçükleri Afgan bayrağını İngiliz ordugahında dalgalandırmıştı. İşte İngiliz ordusunu mağlub ve perişan eden bu savlet-i cengaverane idi. Şimdi yine Afganlılar o necib ve kudsi ruhu kalblerinde saklıyor. Fakat… Bugün İngiltere ile döğüşecek olan Afganlılar dünkü gibi ahali kabail değil muntazam ve müsellah asakirdir. İngilizlerin bile Bismarck of orient dedikleri ve takdir ettikleri Afganlıların dahi emirinin vaz’ ettiği kavanin ve esasat-ı temeddün bugün Afganistan’da aynen tatbik edildi. Bu gayret ve faaliyet niçin olabilirdi? Elbette istiklali istikbali te’min için. Çünkü Afganistan Asya ortalarında iki gaddar hükumet-i salibiyyenin enzar-ı ihtirası altında ezilmekten ancak böylelikle kurtulabilirdi. Hülasa-i kelam: İşte bugün şu umumi harbde Almanya –muharririn takdir ettiği gibi– İngiltere ve müttefiklerine karşı muzafferken yine Almanya İslamlarla dost ve müttefiktir. El-yevm Almanya ve alem-i İslam menafi’i arasında büyük bir münasebet var. İngiltere bütün bu darabat-ı şedide altında ezilirken zulmü altında inleyen Şark’taki müslümanlar kurtulacak ve mes’ud olacaklardır. Afganistan dört gözle beklediği bu cihadda Belucistanla müttefikan vazifesini bi-hakkın ifa edeceğine hiç şübhe etmemelidir. Afganistan bütün gavamız-ı ahvale vakıftır. Yakında müdhiş bir kuvvetle gazaya iştirakini bütün cihan görecektir. – Hidiv-i esbak şerife suretidir: Zeyd-i müslim Hilafet-i İslamiyye aleyhine harb etmekte bulunan İngiltere hükumetiyle birleşerek Devlet-i Osmaniyye’nin ecza-i memalikinden bulunan Mısır Eyaleti’ni kalemrev-i hilafet-i İslamiyye’den ihraca ve İngiltere memaliki idadına idhale bit-tasaddi hükumet-i mezkurenin himayesinde tasaltun eylese Allahu zü’l-azame ve’l-celale ve Resul-i kibriya’ya ve cema’at-i müslimine hiyanet-i şeni’ada bulunmuş olur mu? El-cevab: Olur. Bu surette Zeyd bağı olarak izalesi vacib olmakla tasaddi ettiği da’vadan rücu’ etmeyip halife-i müslimine kıtali amme-i müslimine vacib olur mu? El-cevab: Olur. Bu surette Zeyd bu harekat-ı fazihiyye ve ef’al-i şeni’a ve fesadiyyesinin cezası eşedd-i ukubata ve hatta katle müstahık olur mu? El-cevab: Olur. Devlet-i Osmaniyye’nin ecza-i memalikinden bulunan Mısır Eyaleti’ndeki hakimiyet-i mukaddese-i Hilafet-penahiyi taht-ı hakimiyetine idhale badi olacak hareket-i menfuresinden dolayı Hidiv-i esbak İsmail Paşa-zade Hüseyin Kamil hakkında terettüb eden ahkam-ı şer’iyyeyi muhtevi olarak bil-istifta sadır olan fetva-yı şerife balaya derc olunmuş ve kendisinin haiz ve hamil olduğu rütbe ve nişanların ref’ ve istirdadına da devletçe karar verilmiş ve merkumun bulunduğu Mısır kıt’ası Dördüncü Ordu-yı Hümayun mıntıkası dahilinde idiğinden Divan-ı Harbce muhakemesinin icrası mezkur Ordu Kumandanlığı’na sır Hükümdarlığı’nı kabul eden Hüseyin Kamil ve avenesi rekette bulunmuşlardır. Hilafet-i İslamiyye’nin çar-aktar-ı cihanda müslümanların necatı için açtığı liva-yı cihada karşı Hüseyin Kamil ile avenesi Müslümanlığın hasm-ı canı olan İngiltere’ye iltihak ettiler ve Hilafet aleyhinde yürüdüler. Bu ne büyük cür’et bu ne mel’anet! Fakat Hüseyin Kamil ile avenesi ve İngiltere buna emin olsunlar ki bugün leyte ve le’alle politikasını ta’kıb eden bir Babıali yoktur. Bugün her türlü fedakarlığı göze alarak silahıyla malıyla canıyla İslamiyet’in müslümanların halası uğrunda bütün varlığıyla cihad edecek sonuna kadar çalışacak bir Hilafet-i İslamiyye vardır. İnşaallah pek yakında o şirzime-i dalle ceza-yı sezasına nail olacak ve Mısır kıt’a-i İslamiyyesi İngilizlerin kabus-ı mel’anetlerinden halas bulacak ve hazire-i mukaddese-i İslam’a avdet edecektir. TEBLIGAT-I RESMIYYE Bir İngiliz kruvazörü bugün Akabe Körfezi’ne girmeye teşebbüs etmiştir. Bu esnada toplarımızın baskın ateşine uğrayarak derhal geri dönmeye mecbur olmuştur. Kruvazörün ateşi tamamıyla te’sirsiz kalmıştır. Kanunievvel: İngilizler Akabe civarında yine bir ihrac hareketine teşebbüs etmişlerdir. İki filika sahile yaklaşmaya çabalamış ise de jandarma postamızın ateşi üzerine dört telef vererek geri dönmüştür. Karargah bil-cümle yanlış şayi’ata bir nihayet vermek için Teşrinievvel’den beri Çanakkale’nin asla bombardıman edilmediğini i’lan eder ve bu bombardıman hakkında o zaman karargah-ı umumi derhal tebligatta bulunmuştu. Bugünlerde de böyle bir vak’a tahaddüs etmiş olsaydı yine kemal-i vuzuh ile tebliğ edilirdi. Bugün bir Fransız torpidosu Geyikli Bozcaada karşısı civarındaki sahil muhafızlarımıza birkaç mermi endaht etmiş ise de hiç bir te’siri olmamıştır. Bugünlerde filomuz Hamidiye ile beraber olmak üzere Karadeniz’de dolaşmış ve hiç bir zarara uğramadan avdet etmiştir. Gemilerimizden biri mah-ı halin on birinde beş zırhlı iki kruvazör on torpido ve üç torpil gemisinden mürekkeb bir düşman filosuna tesadüf etmiştir. Yani Rus harb gemisine karşı bir Osmanlı gemisi. Fakat gemimiz bu mütefevvik düşmana geceleyin ta’arruz ederek Rastislav gemisini kemal-i muvaffakiyetle topa tutmuş. Oleg Atos nam torpil gemilerini batırmıştır. Bu esnada iki zabit ile otuz nefer kurtarılarak esir edilmiştir. Aynı zamanda filomuzun diğer bir kısmı muvaffakiyetle Batum’u bombardıman etmiştir. Ayın on ikinci günü sabahı iki gemimiz bunlara nisbetle Rusların bu kuvvetli mütefevvik donanmasını tekrar muharebeye icbar etmek pol’a kaçmayı tercih etmiştir. Kafkasya cebhesinde kıtaatımız İd ve Oltu mevki’leri arasında kat’i bir muzafferiyet kazanmıştır. Muharebe el-an devam etmekte mütemadiyen yeni muvaffakiyetlerle tetevvüc eylemektedir. Şimdiye kadar altı top zabt ettik. İçlerinden biri miralay olmak üzere binden fazla esir aldık ve birçok cephane ve techizat iğtinam eyledik. hudud kıtaatımız tarafından hududun öbür tarafına atılmıştır. Ruslar ordu-yı aslimizin taarruzu karşısında Arab Kalender Ardaş civarındaki mevzi’lerinden firar suretinde geri çekilmiştir. Kafkasya’da ordumuz ileri yürüyüşüne muzafferane devam ediyor. Kafkas ordusundan bugün alınan ma’lumatta düşman ta’kıb edilerek birçok esir alındığı ve kıtaatımızın silah ve cephane ve sair levazım-ı harbiyye tedir olmayan kari’in-i muhteremenin hiç olmazsa ayda birer mecidiye göndermek suretiyle te’diye-i deyne himmet buyurmaları istirham olunur. Meal-i Şerifi Her kim Allah yolunda gazaya çıkar da niyyeti velev devesinin ayak bağı gibi cüz’i bir ganimetten ibaret olursa niyyet ettiği şeyden başkasına nail olamaz. Hadis-i şerifin ravisi Ubade bin es-Samit radıyallahu anhdır. Muharricleri Nesai Ahmed bin Hanbel ve Hakim’dir. Meal-i Şerifi Biri Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin huzur-ı şeriflerine gelip: “Ya Resulallah! Ne buyurursunuz? Bir adem hem ecir hem şan ve şeref iktisabını kasd ederek gaza ederse neye nail olur?” diye sordu. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Hiç bir şeye nail olmaz.” Buyurdu. O adem bu sualini üç kere tekrar etti. Üçünde de: “Hiç bir şeye nail olmaz” cevabını verdikten sonra: “Allahu te’ala hazretleri kendi rızası için halis olarak ve vech-i kerimi taleb edilerek yapılan amelden başkasını kabul etmez” buyurdular. Sünen-i Nesai hadislerinden olan bu hadis-i şerifin ravisi Ebu Ümame el-Bahili radıyallahu anhdır. Meal-i Şerifi Şurahbil bin es-Simt’ten rivayet olunur ki bir gün Ka’b bin Mürre el-Behzi radıyallahu anha: “Ya Ka’b bize Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden duyduğundan bahset. Ziyade eksik söylemekten de sakın” demiş. Ka’b: “İşittim buyurdu ki her kim daire-i münciyye-i bu aklığı kendisine nur olur” demiş. Şurahbil Hazret-i Ka’b’a yine: “Bize Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellemden duyduğundan bahset de ziyade eksik söylemekten hazer et” deyince Ka’b demiş ki: “İşittim buyuruyordu ki nişan alarak atın. Her kim bir oku düşmana eriştirebilirse o ameli ile Allahu te’ala hazretleri onun Cennet’te makamını bir derece terfi’ eder. Orada hazır olan İbnü’n-Nehham radıyallahu anh “Ya Resulullah derece buyurduğun nedir?” diye sual edince: “Benim derece dediğim senin ananın eşiği değildir. İki derecenin arası yüz yıldır.” Başmuharrir Bu hadis-i şerif Nesai hadislerindendir. Meal-i Şerifi Nişan alıp hayvana da bininiz. Maamafih nişancılığınız bana süvariliğinizden de hoş gelir. İnsan oyalandığı melahinin kaffesi batıldır. Yalnız insanın yayından okunu havale etmesi veya hayvanını terbiye etmesi veyahud zevcesiyle oynaşması müstesnadır. Bunların üçü hak olan melahidendir. Her kim ok atmayı öğrendikten sonra terk ederse kendisine ta’lim edene karşı küfranda bulunmuş olur. Bu hadis-i şerif Ukbe bin Amir el-Cüheni rivayetiyle Müsned-i İmam Ahmed bin Hanbel Müsned-i Şafii Cami’-i Tirmizi ile Beyhakı’nin Şa’bü’l-iman’ında mezkurdur. Meal-i Şerifi Allah azze ve celle hazretleri bir tek ok yüzünden üç kişiyi cennete sokar: San’atında hayır yani cihada yaramasını niyyet eden san’atkarını oku atanı bir de ok atanın yanında durup okları birer birer kendisine ileten kimseyi. Bu hadis-i şerifin de ravisi Ukbe bin Amir el-Cüheni’dir. Muharricleri İmam Ahmed bin Hanbel ile Nesai’dir. sü’l-Kamer gibi cidden kıymetli ve emsalsiz eserler te’lif buyuran Mısır’ın en büyük şairi en latifü’l-beyan muharriri Mustafa Sadık er-Rafii hazretlerinin yüz binlerce nüsha tab’ ve neşredilen Hadisü’l-Kamer kitab-ı meşhurundan bir parça: “Ey kamer! Bu lahzada zamanın tevakkuf ettiğini ebediyetten bir kıt’a-i sabiteye istihale ettiğimi tahayyül ediyorum. Oraya her şey hatta zaman bile öldükten sonra girer. Onun pek tatlı bir hayat daha tatlı bir memat gömülmek isterim. Lakin ne çare ki cemal muhabbete bu derece mes’udane bir ölümü reva görmez. Her aşıkın ruhu bir buse ile çıkıp gitmiş olsaydı yahud bir ibtisam-ı sehharın eşi’a-i nur-a-nurunda uçsaydı daha doğrusu bab-ı semanın kilidi bu rakık gonca-fem olsaydı; kalb-i beşerin nizamı değişir onun her darbesi dünya ile ahiret arasındaki mesafeyi kat’ eden seri’ bir hatve olur. Muhabbet-i hayat yerine muhabbet-i memat kaim olurdu. Fakat cemal daima bahildir. Çünkü ahiret daima baiddir. Muhabbet ise daima bir azab olarak bakıdir. Çünkü cemal muhabbet-i hayatın maddesidir. Zaten arz üzerinde bu bedayi’ olmasaydı Allah’ı tanıyacak onun vahdetine hakıkatte mantuk-ı ilahinin ilk sahaif-i ikna ve i’cazıdır. Taife-i mülhidini göz önüne getirince görürüz ki onların Allah’ı inkarda en ziyade ileri gideni cemalin nezahet ve Ne çare ki onun eşi’a-i ibtisamında semaya çıkamadım. Bilakis onun o ibtisamı kalbimi ihata edince siyah bir bulut eriye eriye nasıl beyaz bir sehab olursa kalbimin de öylece zevebana başladığını hissettim. Bak sen de ey kamer gülüyorsun. Sanki o dilberden kıskanıyorsun. Biriniz semada diğeriniz arzda cemalin mehasinin en şümullü ma’nasını temsil ediyor. ruh-nevaz gül fidanları üzerinde uyanarak bu-yı mu’attarıyla senin şu’a-i dil-firibinde yıkanıyor. Ah o nurlar saçan şu’leler benim alevli ciğerlerimin ateşini ne kadar hafifleştiriyor! O ciğerler ki ruhları tahlil ne mikdarda hayır ve şer ile memzuc olduğunu takdir eden bir ma’mel-i kimyavi halini aldı. Öyle bir tahlilat ki neticesi ser-a-pa hikmettir. Zaten ateşin kalblerin tabayi’ini anlayamayan kalben cahil olur. Velev ki dimağı bütün ulum ile memlu bir kütübhane teşkil etsin. Kalb cahil olunca tabiatın sultan-ı hakıkısi mefkud olur. O sultan ki ne bütün ulumun gayesi olan kuvvet ne bütün a’malin gayesi olan teshirdir. Çünkü her halde tabiat daha kavi daha na-kabil-i teshirdir. Velev ki insanın nokta-i nazarından müsahhar görünsün. Havanın tabakatını yararak yükselen bir tayyarenin tayeranı havaca badi-i taaccüb olamaz. Çünkü asgar-ı mahlukat olan sinekler de uçuyor. Sabih bir ada denecek kadar cesim bir vapurun sath-ı bahrı yararak seyeranı deryaca hiçtir. Çünkü en küçük balık onun fırtınaları karşısında daha sabit daha mütehammildir. Tabiatın sultan-ı hakıkısi ruhun sultanıdır ki Allah’tır. Bu tabiat ise yed-i kudrette bir alettir. İnsan istediği kadar dudaklarını ıstılahat-ı ulum ile memlu bir gencine yapsın tabiat o hurufun medlulatı ile hiç müteessir olmaz. Fakat insan kalbini hiss-i fazilet ile doldursun o vakit tabiat kemal-i huşu’ ile ona münkad olur. Tabiat: En büyük alimi; ağzından ıstılahat-ı fenniyye düz mağarada gizlenen huffaşları kovaladığını seyrimiz gibi seyrediyor. Bu ulumun insanlar ile Allah arasındaki münasebat üzerine te’siratı bir fakırin rüyada kendini sahib-i servet görerek uyandıktan sonra o koca servetten bir parça ekmek alacak kadar bir para bulamamasının aç kalmasının iras edeceği te’siratın aynıdır. Allah niyyete göre mu’amele eder. Defter-i hasenat yet şu ulum fazileti bütün kalblerden sıyırsın. Neticede alim hayvanların cahil hayvanları yuttuğunu göreceğiz. O gün tabiatın dide-i im’anı vahşi hayvanların ruhları pençeleri dişleriyle alim insanların kitapları elleri kalemleri arasında bir fark görmeyecektir. İkisi de behimi bir vazifenin ebkem aletleri olacak ki o da: Her vesile ile yaşamak! Biz bu alim-i hayvaninin suret-i suğrasını cema’at-i mülhidinde görüyoruz. Onların iddia ve iftihar ettikleri bütün felsefe ve ilimleri birbirine mütedahil birçok şeylere delalet eyler ki hepsi bir ma’nada ittihad eder: Uluhiyetle Bir mülhidin fazilet neşri için çalıştığına hiç inanamam. Onlardan öyle bir şey sadır olursa mutlaka ilhad-ı beşerilerini isbat etmek içindir ki bu suretle hem Allah’a küfreder hem bir sıfatullahı taklide çalışırlar. hamsız bir ilhad bir mecnunda akıl yahud bir akılda cünun bulunmasına benzer. Mülhidler felsefe-i ruhiyyeye dine inanmamak istiyorlar. Fakat aynı zamanda bu felsefeyi isbat edecek fikirlerde istihracatta bulunuyorlar. Onlar bize diyorlar ki: “Biz arz üzerindeyiz. Daima arza bakalım gözlerimizi semaya cezb eden kuvveti mahvedelim. Ta ki dimağımızdaki sema başımıza rahmet yağdırsa bunu Vahibü’l-hayat ve Rabbü’s-semavat’tan bilmeyelim. Çünkü arz o rahmeti nehirlerinden toplayacak madde nasıl maddeden fışkırırsa hayat da arzdan öyle fışkıracak?...” Daha sonra bu kelimat boğazlarında erir yutkunmaya başlarlar nihayet susarlar. Sanki gözleri büyük bir belağatla der ki: “Eğer havayı arzdan teneffüs etmeye çare yoksa sade burunlarınız Rabbü’s-semavata iman etsin.” derece zaifdir ki kendilerine en beliğ cevabı teşkil eder. lına aynı zamanda bir canavar kalbine malik olmasıdır. Daha sonra onlar bize diyorlar ki: “İlim falanı isbat filanı nefy etti din de böyle. Bunların arasında mütereddid kalmayınız. İyisi mi ilmi tercih ediniz. Çünkü anlayabildiğiniz bir şey anlayamadığınızdan daha evladır. İlmin kabul etmediğini guş-ı iz’anınıza sığdırmayınız... Yoksa cehl-i ıstılahi ile itham olunursunuz... Eğer fakır bir sosyalist olur da başkasında milyonların mevcud olduğunu etmez. El-hasıl daima görünüz hiç inanmayınız... Eğer sanız insanın ilim nokta-i nazarından hala henüz nakıs olduğunu biliniz. İlim istikbalde kemale vasıl olacaktır. Şimdilik nakıs bir küfür size kafidir... “Sakın küfrün noksanı imanın kemalinden inbi’as ettiğine kail olmayınız. Hayır hayır! Küfrün noksanı ilmin noksanından ileri gelmiştir. İlim bir gün tamam ve o gün en büyük alim en müdhiş kafir olacaktır. Gerçi biz istikbalden bi-haberiz. Amma ilmin zirve-i kemale varacağını biliyoruz...” Ey zümre-i ba’iyye! Bir sinek halk edemeyen türlü felsefelerle anlatmaya koyulur. Evet o ilminiz ki gayesi en derin cehalettir. O ilminiz ki kainatın intizamına bir tefsir-i ameliden başka bir şey değildir. O ilminiz ki beşeriyetin sırr-ı a’zamı olan kalbi intizamsız bırakıyor. Hayır hayır! İlim buna delalet etmez. Alimler de bunu keşfedemez. Fakat bir fırka-i dalle kalbini zaiflaştırarak aklını kuvvetlendirmek istedi. Bu gayesine de nail olduğunu zannetti. Bilmedi ki o kuvvet hem kalpten hem akıldan mahv oldu ve mantık kitaplarındaki kuvvet-i Onların zu’munca fikir serbestleşti bütün kayıdlardan azade oldu. Demek istiyorlar ki “Din-i felsefinin hakıkati hürriyettir.” O gafiller bilmiyorlar ki hürriyetin hakıkati felsefe-i dindir. Bazı vahşiler bir Allah’ın mevcudiyetini ikrar ederler. Aynı zamanda o Allah’ın Allah’ı olmak isterler. Mülhidler lar Allah’ı tamamıyla mahvetmek istiyorlar. Vahşetin en aşağı mertebesi de bu değil midir?.. – – Bugün muazzam bir İslam ordusunun lütf-i ilahiye mam sene evvel müslüman memleketleri sırasına geçmişti. Çünkü Hicret’in’nci senesinde meşhur Amr bin el-As tarafından fethine teşebbüs edilmiş ve’nci sene-i hicriyyede teshirine muvaffakiyet hasıl olmuştu. Faruk-ı muazzam hazretlerinin makam-ı Hilafet’e şeref verdiği sıralarda idi ki İslamiyet güneşi bir taraftan o vakitki İranilerin ateşgede-i dalaletini söndürüyor bir taraftan da Suriyelilerin tarik-ı hidayetini parlatıyordu. Mücahidin-i dinin gayretiyle Dımeşk alınmış Kudüs ele geçirilmiş Suriye ve Filistin hıttaları Müslümanlığın saye-i himayesine iltica eylemişti. Bu muharebelerde fırka kumandanlığında bulunan Amr bin el-As i’la-yı kelimetullah için alem-i İslam’a cesim ve feyyaz bir kıta daha kazandırmak emeliyle Faruk-ı a’zam hazretlerinden feth-i Mısır için izin istiyordu. Halife hazretleri ise müslümanların merkez-i hilafetten pek uzaklaşmalarını istemediği cihetle Amr’ın talebine mütalebatı temadi eylediği cihetle kumandanının arzu-yı cihangiranesine dayanamadı. Dört bin kişilik cüz’i bir kuvvetle Mısır üzerine yürünülmesine müsaade etti. Amr bin el-As şeci’ bir kumandan idi. Lakin askerlikten ziyade nüfuz-ı nazarı ve maharet-i siyasiyyesi vardı. Mısır’ın fethi için gösterdiği şevk ve hahiş de o nüfuz-ı nazar ve o maharet-i siyasiyyeden ileri geliyordu. Zira kable’l-İslam bir Mısır seyahati yapmış ve o esnada Mısrilerin harb ü darb ehli olmadıklarını bir de mecburi tabii bulundukları Rumları sevmediklerini görüp anlamıştı. ve’l-Kahire ünvanlı kitabında bu seyahati şu suretle anlatıyor: Kışın Yemen’e yazın Şam’a gidip ticaretle te’min-i ma’işet eden Kureşilerden bazıları li-ecli’t-ticare Kudüs’e gelmişlerdi ki Amr bin el-As da bunların arasında bulunuyordu. Kafile efradı nöbetle kıra çıkıyor eşyalarını taşıyıp getirmiş olan develerini otlatıyordu. Bir gün Amr bin el-As kırda deve otlattığı sırada bir şahsın hararetten düşüp bayılmış olduğunu gördü ve yanındaki kırbadan biraz su verip onu ölümden kurtardı. Meğer bu adam İskenderiyeli olup beray-ı ziyaret Kudüs’e gelmiş bir papas imiş. Rahib efendi suyu içtikten ve lazım gelen teşekkürü ifa eyledikten sonra biraz öteye çekildi ve derin bir uykuya daldı. Papasın uyumasını müteakib hib-i gafil uyanınca yanı başında yatan yılan leşini gördü ve Amr tarafından öldürülüp kendisinin kurtarıldığını anladı. Koşup Amr’ın alnından öptü ve – Cenab-ı Hak senin vasıtanla iki defadır beni helakten kurtardı dedikten sonra sebeb-i hayatının nereli olduğunu ve ne münasebetle burada bulunduğunu sordu. Amr Mekkeli olup ticaret için Kudüs’e geldiğini ve kazancından bir deve almak istediğini söyledi. Papas: – Sizde bir şahsın diyeti ne kadardır? Sualinde bulundu. Amr: – Yüz devedir cevabını verdi. Papas: – Bizdeki develer o kadar kesretli değildir. Muamelatımız dirhem ve dinar iledir deyince Amr: – O halde bir adamın diyeti bin dinardır dedi. Papas: – Sayende iki defa ölümden kurtulduğum için sana parayı bulup veremem. Eğer memleketime gelecek olursan Cenab-ı Hakk’ı işhad ederim teklifinde bulundu. Amr şu teklife karşı kabul veyahud red cevabını arkadaşlarıyla görüşüp konuşmaya ta’lik etti ve rüfekasına bahsi anlattıktan sonra: – İçinizden her kim beraber gelirse alacağım paranın yarısını ona veririm dedi. Yoldaşları Amr’ın gitmesini tensib ile aralarından birini kendisine terfik eylediler. Papas bunları alıp İskenderiye’ye götürdü. Beldenin vüs’at ve zinetiyle ahalisinin kesreti Amr’ın taaccübünü mucib oldu. O vakte kadar o derece güzel ve kalabalık bir memleket görmemişti. Şehre girmesi de bir yortu gününe tesadüf etmişti. Papas Amr ile arkadaşını ikametgahına götürüp giydirdi kuşattı. Sonra idgah ittihaz edilmiş olan bir meydana getirdi. Orada a’yan ve ümera-yı belde top oynuyordu. Amr oyunu seyrederken atılan top bit-tesadüf esvabının yenine girdi. Görenler şaştılar ve: – Bu Arab mı bize hükümdar olacak? Demeye başladılar. Oyun esnasında top bir ademin elbisesine girerse onun hükümdar olacağı i’tikad edilirdi. Papas Amr’ın kendisine olan hizmet ve insaniyetini anlattı ve taahhüd ettiği iki bin altının te’diyesi için ahalinin mu’avenetine müracaat etti. teslim ve yol azığını tedarik eyledikten sonra yanlarına bir kılavuz katıp misafirlerini Kudüs’e gönderdi. Amr ile arkadaşının Mısır seyahati bir ay sürmüştü. Kudüs’e avdetlerinde Hicazlı refiklerine mülakı oldular. Ve birlikte Mekke-i Mükerreme’ye gittiler. Amr aldığı iki bin dinarın yarısını –vaadi mucebince– arkadaşına verdi. Yarısını da kendi için sermaye ittihaz ederek daha büyük ticaretlere girişti. recini ve sekenesinin ahlak ve tabayiini öğrenmiş ve yenine giren top hakkındaki i’tikad-ı mahallinin hakıkat şeklini almasını temenni etmekte bulunmuştu. Bundan başka Yani “Benden sonra size Mısır kıt’ası meftuh olacaktır. Oraya girdiğiniz vakit ahalisine hüsn-i mu’amelede bulununuz. Zira onlara karşı hem karabetiniz hem zimmetiniz vardır” hadis-i şerifinden hıtta-i Mısriyye’nin feth olunacağını anlamış idi. Bu sebeble mütalebat-ı mütemadiyyede bulunup Hazret-i Faruk’tan müsaade istihsal etti ve Akk kabilesinden kişiye kumandan olarak Mısır üzerine yürüdü. Halife hazretleri Amr’a izin vermekle beraber tereddüdden kurtulamadığı cihetle kumandanın esna-yı hareketinde: – Hadi git. Fakat azimetin hakkında istihare edeceğim tarz-ı hareketini bir mektupla bildireceğim. Bu mektup avdetine dair olur ve Mısır kıtasına girmeden evvel eline değerse dön gel. Yok Mısır’a duhulünden sonra vasıl olursa müste’inen billah ilerle dedi. Harb-ı hazıra iştirakimiz elzem idi. Biz ancak böyle bir muharebeye iştirak ile İslam’ın refah ve saadetini felaketlerini maddi ve ma’nevi hasaratını şeref ve haysiyetini telafi ve te’min ederek gaye-i kusvamız olan i’la-yı kelimetullahta bulunabilirdik. Bu öyle bir fırsat kıymetli bir ganimet idi ki bunda yanılsaydık istinkaf etseydik mahv ü muzmahil olurduk. İ’tilaf-ı Müselles hükumetleri er geç bizi harita-i alemden silip süpürmek için kendi aralarında karar-ı kat’ilerini vermiş fakat vakt-i merhununu beklemekte idiler. Biz muharebe-i hazıraya iştirak etmemiş olsaydık şübhesiz i’tilaf devletleri Almanya ve Avusturya’yı mağlub etmeseler bile onları ziyadesiyle ezip yoracaklardı. Bizim de sukutumuza mukabil en sonra bizi taksime çalışacaklardı. O zaman ne Almanya ne de Avusturya devletleri i’tilafa karşı mukavemet gösteremeyeceklerdi. Zira idarelerindeki müslümanların her türlü emellerine darbe vurmak onlarla bizim aramızda vaki’ olan revabıt-ı diniyye ve uhuvvetkaraneyi bir daha birbirine bağlanamayacak bir surette kırmak. yet’le Hilafet’in tehdidat ve tahvifatından ebediyyen kurtulmak için i’tilaf-ı müselles devletleri bizi yeryüzünden kaldırmak hususunda öteden beri ta’kıb etmekte oldukları siyaset-i isti’mariyyenin en esaslı hutut ve nikatını çizip ta’yin etmişlerdir. Hususuyla şu son zamanlarda Afrika’da Hindistan’da Çin ve Japonya’da Burma’da ve sair diyarda gereği gibi kendiliğinden intişar edip saiksiz bir surette neşv ü nema bulan İslamiyet misyonerci devletlerin enzar-ı dikkatini celb ile bize karşı biraz sonra ta’kıb ve tatbikini kurmuş oldukları fenalıkları bir an evvel kuvveden fiile çıkarmaya mecbur etmiştir. Bu halet-i ruhiyye öyle bir renk ve mahiyet kesb etmişti ki Devlet-i Osmaniyye’nin devam ve bekasını kendi hayat ve istiklallerine karşı büyük bir mania azim bir engel telakkı etmeye başlamışlardı. Yeryüzündeki bil-cümle müslümanların bütün emelleri matmah-ı nazarları yegane müstakil bir halde yaşayan ve Avrupa devletlerine karşı mevcudiyet gösteren Devlet-i Osmaniyye’ye Makam-ı Hilafet’e ma’tuf idi. Biz mahvolmadıkça inkıraza sürüklenmedikçe Fas’a Kap’a Afrika ve Aksa-yı Şark müstemlekelerine gereği gibi sahib olamayacaklarını iyiden iyiye takdir edip ona göre kendilerine bir hatt-ı hareket ittihaz etmişlerdi. Rusya’nın İran’da tatbik ettiği idare-i zalimane ve gaddaraneye İngiltere sırf bu nokta-i nazardan muvafakat etmiş ve müslümanları gayr-ı müstakil bir halde köle gibi yaşatmak için Rusya’ya her türlü müsaade ve mu’avenette bulunmuştu. Fransa’nın Fas’taki hulul ve nüfuzuna yardım eden İngiltere yine Müslümanlığı ortadan kaldırmak emeliyle Fransızlarla tevhid-i mesai eylemişti. disini bir gün bizim iz’ac ve te’dib edeceğimizi bunca zamandan beri irtikab ettikleri şenayi’ ve fezayiin cezalarını vermeye tasaddi edeceğimizi yakından bilirdi. Ehl-i Salib muharebat-ı hunrizanesine karşı yüzlerce seneden beri tek başına göğüs gerip mütemadi bir surette pençeleşen yalnız bu devlettir. Maazallah Osmanlı müslümanlarının mağlubiyetiyle her şey kendi kendiliğinden bitip tükenecekti. Evet bu muharebeden sonra İ’tilaf Devletleri bizi en nihayet on sene yaşatacaklardı. Sonra nagehani bir surette istiklalimize istiklal-i cihana karşı i’lan eyleyeceklerdi. Cenab-ı Hakk’a binlerce defa hamd ü sena olsun ki biz bu acı hakıkati idrak ederek tam zamanında işe müdahale ile i’lan-ı cihad eyledik. Daha doğrusu vahşi Ruslar bizim donanmamıza ansızın taarruz etmekle bizi zorla muhafaza-i mevcudiyete sevk eylediler. Esasen bizim için başka türlü hareket başka yolda düşünmek gayr-ı kabildi. Mes’elenin başka bir yüzü safhası yoğidi. On sene sonra mahv olmakla bir an evvel mahvolmak arasında aklen hiçbir fark tasavvur olunamaz. Lakin şimdi öyle midir? Hayır şimdi iş değişti. Biz büsbütün başkalaştık. Bizi zaif ve na-tüvan hasta ve ölüm yatağında zannedenler aciz ve miskin telakkı edenlerin yanıldıklarını azim hatalara düştüklerini hem görüyoruz hem de kendileri tasdik ediyorlar. Biz muharebeye girişmekle hem kendimizi atide bizi bütün kuvvetiyle tehdid eden muhakkak bir ölümden inkırazdan kurtardık hem de İ’tilaf Devletleri tarafından mevcudiyetleri tehdid olunan Almanya ve Avusturya devletlerine pek büyük yardımımız dokundu. Biz harbe iştirakle Rusya’yı inine tıkarak yollarını bağladık adeta boğazını sıkarak can damarına bastık. Rusya her tarafta mahbus bir hale duçar oldu. Mehmed Ali Paşa kalesine muzaffer İslam bayrağını şan ve şerefle diktikten sonra İngiltere de Rusya gibi mahbus kalacak mağlub olacak dermanı kesilecek çıldıracaktır. Şimdiden o çılgınlıkların –Mısır’da İskenderiye’de Sudan’da Malta ve Kıbrıs’ta her an irtikab eylediği mezalim ve vahşetle– asarını görmekteyiz. Vaktiyle biz daha harbe girişmezden evvel bizi iz’ac ile Sancak-ı Şerif’i çıkarmaya i’lan-ı cihada icbar etmemelerini kendilerine rical-i siyasiyyelerinden biri Times’da neşrettiği bir makale ile ihtar etmişti. Mağrur İngilizler bizim bu kadar müdhiş bir kuvvet olduğumuzu bir türlü tahmin edemediler. Bizimle alay edip durdular bizimle oyun oynamanın akibeti vahim olacağını hatır ve hayallerine getiremediler. En sonra biz de mevcudiyetimizi müdafa’a edecek hukuk-ı İslam’ı pamal olmaktan vikaye eyleyecek bil-cümle tedabire tevessül eylemeye mecbur olduk. Bizim bu muharebeden yegane maksadımız Müslümanlığı yükseltmektir. Yeryüzündeki bütün alem-i İslam’ı Hilafet’i diyaneti Beytü’l-makdis’i atebat-ı aliyatı merkad-ı mutahhar-ı Nebevi’yi Ka’be-i Muazzama-i İlahiyye’yi mevcudiyetlerini müdafa’a ve muhafaza için cihad meydanına atıldık. Bunların vikaye ve sıyaneti beyza-i mukaddese-i İslamiyye’nin muhafazası Makam-ı Mu’alla-yı Hilafet’e min tarafillah tevdi’ olunmuş bir fariza-i mübecceledir. Öyle bir emanet-i mukaddesedir ki ona karşı ne’uzü billah hiyanet şöyle dursun ihmal ve terahi göstermek bile büyük bir cinayet olacaktı. Bu hususta bütün alem-i İslam’a karşı Devlet-i Osmaniyye yegane mes’ul addedilecekti. Her türlü mes’uliyet-i maddiyye ve ma’neviyyeden dini ve dünyevi mu’ahazelerden kurtulmak Binaenaleyh o mukaddes cihad i’lan edilip müslümanlara halas vaktinin hulul ettiğini Halife hazretleri etrafıyla an’anesiyle açık ve her lisan ile anlatmıştır. Makam-ı mu’alla-yı Hilafet kendisinden beklenen ümid edilen vazife-i nazifeyi ifa etmekle vicdanen diyaneten imanen müsterih olmuştur. Elhamdülillah müslümanlar da derhal Halife’nin emrine nidasına da’vetine lebbeyk-han oldular. Halifenin ferman-ı hümayunlarını işiten derhal koşa koşa malıyla canıyla cihada iştirak ettiler. Henüz cihad i’lanını işitmeyenler de –ki i’tilaf kafirleri buna mani olmak istiyorlar– bir müddet sonra duyacaklar ve cümlesi küffar aleyhine sell-i seyf-i intikam eyleceklerdir. Tahdis-i ni’met kabilinden olarak söylüyorum bugün İran Suriye Irak kabail ve aşairi Senusiler Sudaniler Somaliler Yemenliler Hicazlılar Dürziler Lübnanlılar Çerkesler Gürcüler Kürdler... Bütün anasır-ı İslamiyye Osmanlı ordularıyla beraber kafir düşmana karşı göğüs göğüse omuz omuza cihad etmekle meşgul bulunuyorlar. Ulema talebe-i ulum muallimin me’murin müctehidin-i kiram bil-cümle sunuf ve tabakat-ı İslamiyye üzerlerine terettüb eden vazife-i cihadı ifa etmekle mübahi ve müftehirdirler. An-karib bütün Afrika Afganistan ve Belucistan müslümanlarının da küffara karşı cihada iştirak edeceklerini göreceğiz. Allah’a çok şükür! Düşmanların hiyaneti cinayeti bedhahlıkları bizim için mucib-i saadet ve sebeb-i hayat oldu. Bu muharebe yüzünden İslamiyet içinde müslümanlar arasında –öteden beri bir incir çekirdiğini doldurmayacak kadar hiç olan bir sebeble– tekevvün eden ayrılık gayrılık şikak ve nifak da’vaları nizaları da ortadan tabiatıyla zail oldu. Maa’l-iftihar bugün görüyoruz ki Sünni Şii... bütün mezahib-i İslamiyye bila-ihtilaf yek-vücud olarak düşman-ı bi-emana karşı harb etmektedirler. Bir Şii müctehidiyle Sünni alimi arasında safvet ve uhuvvet-i hakıkiyyeden başka bir şey hüküm-ferma değildir. Türk Arab Acem Kürd Çerkes Gürcü Tatar... hep birdir bir olmuştur. Ahiren şehrimizi şereflendiren İran şeh-zadegan ve ulema-yı muhteremesinden Şeyhu’r-reis hazretlerinin bütün millet-i necibe-i Osmaniyye bilhassa zat-ı Hazret-i Hilafet-penahiyle Makam-ı Meşihat-penahi tarafından nail oldukları iltifat ve teveccühat baladaki müdde’amızı öteden beri muhterem bir alimi fazıl bir pişvası olup ittihad-ı ma olan ihtilafatın ber-taraf edilmesine bütün mevcudiyetiyle çalışan bir pir-i muhteremdir. İttihad-ı İslam uğrunda nice güzel eserler müessir manzumeler te’lif ve tanzim buyurmuştur. Müşarun-ileyh hazretleri hatib şair olduğu kadar büyük bir alem-i nihrirdir. Me’mul ederiz ki bu muhterem şeh-zade bu mütebahhir alim atebat-ı aliyat tarikıyla vatana avdet buyuracakları zaman Şiilik’le Sünniliği tevhid ve takribe çalışacak ve her türlü uhuvvet ve samimiyeti yeniden te’kid ve te’yid hususunda mesai-i cemile ibraz eyleyeceklerdir. Bu ince noktaları düşünen Müslümanlığın terakkı ve te’alisine uhuvvet-i eylemeyi bir vecibe-i zimmet biliriz. Balkan Harbi’nin ferda-yı işti’alinde Hizbü’l-Vatani’nin fedakar evladları Avrupa’da ve Mısır’da milleti uyandırmaya çalışıyor istibdadı yıkmak ve hürriyet kazanmak için muttasıl uğraşıyordu. Balkan Harbi’nin hadisat-ı mü’ellimesi Mısır vatanperverlerinin yüreklerini cayır cayır yakıyordu. Çünkü en kavi istinadgahları en kavi emelleri sarsıntıya ma’ruz kalmak üzere idi. Bu sırada bütün Mısırlıların hakıkı ve pür-galeyan hislerine tercüman olarak kahraman reisimiz Ferid Bey’in merhum Kamil Paşa’nın siyasetini tenkıden yazdığı bir makalesi neşrolundu. Ferid Bey’in neşr-i hakayıkta bulunması efkar-ı umumiyyesinin nazım ve muharriki olan el-Alem gazetesi ta’til edildi. Elimizde son kale kalmıştı: eş-Şa’b ! Evet; eş-Şa’b’ı çıkarmak icab ediyordu. Çünkü efkar-ı umumiyyeyi vatan mülhidlerinin dest-i mel’anetine bırakmak bir cinayet idi. Altı kişi idik. Gazetenin bir günlük masarıfını birbirimizden tedarik ederek duvarları isli ve ratıb bir matbaanın köşesinde gazeteyi tahrire başladık. Gazete birinci yevm-i intişarında bir aylık masarıfını çıkarmıştı. Faaliyet yine başladı ve eş-Şa’b on beş günden sonra sekiz büyük sahife neşrolunuyordu. Büyük bir matbaaya ve idarehaneye malik olmuştu. Mücahede yine eski hararetiyle başladı. Bu sefer eş-Şa’b muharrirleri kellelerini koltuklarına almışlardı. Muharrir-i aciz altı ay evvel kendime bir menfa arıyorken daha sıcak bir ağuş daha emin bir penah-ı müşfik buldum: Darü’l-Hilafe!.. Zavallı refiklerim ise Malta’ya o engisizyon adasına kim bilir nasıl işkencelerle ta’zib vataniyi telkın eden sonuncu ses de kısıldı. Evet bütün riyakar ve alçak hainlerin saçtıkları kara zulmetler arasında ümmete rah-ı selameti gösteren o nur da söndü. Fakat inşaallah yarın Halife ordularının seyf-i cihadı o zulüm ve hiyanet ejderlerini mahvedecek ve hilal-i İslam yine o mu’azzez yurdun afak-ı matemine nur ve hayat saçacaktır. İşte bu zavallı menfi kardeşlerimin ruhlarını şad edecek yegane teselli budur. Onlara binlerce selam... Bazı gazetelerin neşriyat-ı kavmiyyede bulunmalarına karşı Yozgad refikimiz ber-veh-i ati nesayihde bulunuyor: “Sevgili Halife’mizin hükumet-i hazıramızın eslaf-ı kiramın isrine tevafuk eden meslek ve maksad-ı mukaddesleri hep Müslümanlığın alem-i İslam’ın terakkı ve te’alisine ma’tuf ve münhasır olduğu her işte ırk kavim hissi ve menafi’-i saire kat’iyyen nazar-ı i’tibar ve ehemmiyete alınmayıp yalnız İslam’ın tahlisi İslam’ın te’alisi bu muharebede bu cihad-ı mukaddesde tamamen tezahür etmiş olduğundan; Arab Türk Kürd Çerkes... velhasıl bu din-i celile mensub bulunanların cümlesi kitle-i vahide hal ve sıfatını iktisab ederek halifemizin hükumetimizin cihad da’vetine çar-aktardan lebbeyk-zen-i icabet olmuşlardır. Bugün bu din-i celilin küre-i arzın her tarafında bulunan milyonlarca mensubini ırk ve kavmiyet hissi gibi olan saiklerin hepsini nazar-ı i’tibar ve ehemmiyetten dadır. Zaten vatan kavmiyet hissi ve menafi’-i saire te’mini maksadıyla muhafaza edilemez. Vatan din için sevilir ve din ile muhafaza olunur. Vatanperver olmak dinli olmak demektir. Zira din vatan vatan dindir. Cehaletle Avrupa’dan alınıp Meşrutiyet’ten sonra meydana çıkarılan bu fikir ümmet-i Muhammed’i tefrikalara uğratarak badi-i mevti olacak bir da’ü’l-efrenc olduğunu Balkan Muharebesi’nde görmüş idik. Bugünkü cihad-ı ekberde dahi muzafferiyetin bilatefrik-ı cins ve ırk bütün müslümanların yek-vücud olması ve hepsinin bütün mesaisini bir noktaya i’la-yı kelimetullaha ma’tuf ve münhasır olmasıyla ihraz edilebileceği tamamıyla tahakkuk etmiştir. did ayat-ı kerime ve pek çok ehadis-i nebeviyye vardır bunlar bir ara toplansa cildler dolusu kitaplar vücuda gelir.” ……………………………….........................…….. Muhterem Ağaoğlu Ahmed Beyefendi Tercüman-ı Hakıkat’in numaralı nüshasında yazıyor: “Avam ne esasatı anlar ne de uzağı görür. Onun dimağı daima zevahir üzerinde cevelan eder ve idrak edebildiğine ehemmiyet verir. Birkaç cahil dinsiz rehber ve mürşidin tahrikat ve iğfalatı da buna inzimam edince artık avam o cüz’iyata tapar onun yolunda her şeyi feda etmeye hazır olur.” Müşarun-ileyh “Uhuvvet-i İslamiyye’nin fikren fiilen ve hissen te’sisi” akvam-ı İslamiyye arasında nifak ve iftirakın kaldırılması vakti hulul ettiğini beyan buyurduktan sonra da diyorlar ki: “İslamları maddeten halas etmek için sell-i seyf etmiş olan Hilafet-i Muazzama-i İslamiyye’den İslam ordularının arkasınca bir de onları ma’nen halas edecek beşaret ve uhuvvet gitmelidir. Cüz’iyyat üzerinde i’tilaf ve imtizac olunarak külliyat ve esasatı müdafa’a ve muhafaza vakti gelmiştir.” Çoruh mıntıkasında icra-yı harekat eden kıtaatımızdan bir müfreze Ardahan’a doğru ilerlerken mah-ı halin on beşinci günü şehr-i mezkur garbında Rus Kazak kıtaatına tesadüf ederek püskürtmüştür. Ardahan’ın düşman tarafından General Zaha’nın kumandası altında Kazak sahra topu ve iki makineli tüfenkten mürekkeb bir kuvvetle işgal edilmiş olduğu haberine rağmen adeden pek dun bir mikdarda bulunan müfrezemiz mah-ı halin on altıncı günü sabahı düşmanın kuvvetli bir surette tahkim ve topçu ile takviye edilmiş mevazi’ine taarruz etmekten çekinmemiştir. Muharebe pek kanlı olmuş ve akşama doğru Rusların büyük zayiatla firar halinde çekilmesiyle neticelenmiştir. Zayiatımız azdır. Rus kıtaatı firar etmezden evvel şehrin büyük bir kısmıyla kendi cephane depoları ve erzak depolarının bir kısmına ateş vermiş ve müslüman ahali emvalini yağma etmiş ve bunlar hakkında her türlü muamelat-ı gaddaraneyi lenmiş ve din kardeşlerimizden birinin öldürülmeden evvel gözleri oyulmuştur. Mühim bir mikdarda cephane ve edevat-ı harbiyye ile düşmanın nakliye kollarından bir kısm-ı azimi tarafımızdan iğtinam olunmuştur. Tahlis edilen ahali-i mahalliyyenin şevk ve şadisi ve Ardahan’da pek parlak bir surette kıtaatımızla omuz omuza harb eden gönüllülerin asar-ı merdanegi ve hissiyat-ı cenkcuyaneleri gayr-ı kabil-i tasvirdir. Erzurum’dan alınan ma’lumatta muzaffer ordu-yı aslimiz cephesinde mevki’-i mezkura doğru büyük bir üsera nakliyatının başladığı ve şimdilik altı yüz esirin Erzurum’a muvasalat eylediği bildirilmiştir. Kanunievvel: Kafkasya Ordusu Kumandanlığı’ndan bugün gelen ma’lumata nazaran kıtaatımız muzafferane bir kısım kuvvet Sarıkamış’a kadar ilerleyerek burada mu’annidane muharebatı müteakib bir muvaffakiyet-i kamile kazanmıştır. Mah-ı halin’sinden i’tibaren Ruslardan ’i mütecaviz esir alarak top makineli tüfenk birçok esliha ve azim mikdarda cephane ve her türlü malzeme-i harbiyye iğtinam eylemiş ve keza bir hayli erzak elimize geçmiştir. Sarıkamış ile Kars arasında tekmil muhteviyatıyla iki dolu askeri tren zabt olunmuş ve Sarıkamış-Kars Demiryolu tahrib edilmiştir. Daha şimalde icra-yı harekat eden kıtaatımız yeni bir muvaffakiyet Rus arazisi dahiline ilerleyen bir kol bir Rus taburunu bir boğazda mühlik bir ateş altına almıştır. Düşman taburu maktul ve esir vermiş ve mütebakı kısmı darmadağınık olmuştur. Mah-ı halin on altıncı günü kıtaatımız İran aşairi ile birlikte Savuçbulak’ın kilometre şimal-i şarkısinde bulunan Miyan-ı Devab mevki’i civarında Rusları kat’i bir surette mağlub etmiştir. Düşman-ı mezkur top ve neferden fazla kuvvette olup muharebe neticesinde ’den fazla telef ve birçok mecruh ve altı top zayi’ etmiş ve elimize birçok tüfenk cephane ve techizat-ı saire bırakarak firar eylemiştir. Bugün anlaşıldığına göre kıtaatımız kendileri ile müttefik olan aşair ile beraber Miyan-ı Devab Muharebesi’nden başka sair muvaffakiyat ihraz etmişlerdir. Ruslar ric’at esnasında orada iki top daha zayi’ etmişler ve birçok esir vermişlerdir. Diğer bir kol düşmanı Miyan-ı Devab’ın cenubunda bir muharebede mağlub ederek iki top birçok silah ve cephane iğtinam eylemiştir. Kanunievvel: Karadeniz’de Sinob civarında iki kruvazörümüzle Rusların on yedi cüz’-i tamdan mürekkeb kuvvetli filoları arasında müsademe olmuştur. Bu muharebenin tafsilatı henüz belli olmamış ise de her halde düşman büyük olan tefevvuk-ı adedisine rağmen bu defa da gemilerimize bir zarar iras edememiştir. Birkaç zamandan beri Suriye sahilinde dolaşmakta olan Rus kruvazörü Askold Kanunievvel’de Yafa civarına asker çıkarmaya teşebbüs etmiştir. Fakat sahil muhafızı tam vaktinde ateş açarak düşman filikalarını birkaç maktul vererek çekilmeye mecbur etmiştir. Abone bedelatını tamamen göndermeye muktedir olmayan kariin-i muhteremenin hiç olmazsa ayda birer mecidiye göndermek suretiyle te’diye-i deyne himmet buyurmaları istirham olunur. Ümid ederiz ki kariin-i kiram bu ricamızı nazar-ı dikkate alır diriğ-i himmet buyurmazlar. ___________ “Takat getiremeyeceğimiz yükü bize yükleme Allah’ım!..” Ey bunca zamandır bizi te’dib eden Allah; Ey alem-i İslam’ı ezen inleten Allah! Bizler ki senin va’d-i İlahine inandık; Bizler ki bin üç yüz bu kadar yıl seni andık; Bizler ki beşer bir sürü ma’buda taparken Yıktık o yaman şirki devirdik ebediyyen; Bizler ki birer hamlede evhamı bitirdik Ma’bedlere Ma’bud-ı Hakıkı’yi getirdik; Bizler ki senin ismini dünyaya tanıttık... Gördükse mükafatını ya Rab yeter artık! Çektirmediğin hangi elem hangi ezadır? Her anı hayatın bize bir ruz-ı cezadır! Ecdadımızın kanları seller gibi akmış... Maksadları dininle beraber yaşamakmış. Evladı da kurban olacakmış bu uğurda... Olsun yine lakin bu ışık yoksulu yurda Bir nur-ı nazar yok mu ki baksın bacasından? Bir yıldız İlahi? Bu ne zulmet! Bu ne zindan! Hala mı semamızda gezen leyle-i memdud? Hala mı görünmez o ziya-pare-i mev’ud? Ömrün daha en canlı hararetli çağında Çalkanmadayız ye’s ile hirman batağında! Kam aldı cihan biz yine ferdalara kaldık... Artık bize göster ki o ferdayı bunaldık… Bir emrine ecdadı da ahfadı da kurban... Olmaz mı bu millet daha te’yidine şayan? Hüsran yine biçarenin amalini sardı; Atisi nigahında karardıkça karardı. Balkan’daki yangın daha kül bağlamamışken Bir başka cehennem çıkıversin... Bu ne erken! Lakin bu cehennem onu yıldırdı mı? Asla! Kum dalgalarından geçiyor öyle şitaban: Guya o saba geçtiği çöller de hıyaban. Kar kütlelerinden iniyor öyle yaman ki: Bir çağlayan akmakta yarıp taşları sanki. Kızgın günün altında beyabanı dolaştı; Yalçın buzun üstünde sekip dağları aştı. Artık gidiyor: Hakk’a giden bir yolu tutmuş; Allah’a bakan gözleri dünyayı unutmuş. Cuş eyleyedursun geriden nevha-i hüsran... Yadında onun şimdi ne matem ne de hicran! Yadında değil lanesinin hüzn-i elimi; Yadında değil yavrusunun tavr-ı yetimi; Yadında değil doğduğu ter döktüğü toprak; Yadında kalan hatıra bir şey o da ancak: Gökten ona aguş açan ecdad-ı şehidi! Artık o da yükseldi fakat yerde ümidi: Bir böyle şehidin ki mükafatı zaferdir Vermezsen İlahi dökülen hunu hederdir! Başmuharrir Meal-i Şerifi Gaza ikidir: Her kim Bari te’ala’nın vech-i kerimi için gazaya çıkar imama itaat eder aziz malını infak eder yoldaşına yüsr u suhuletle mu’amele eder. Gezdiği arzda fesaddan ictinab eylerse uykusu da uyanıklığı da hep ecr-i mesubettir. Her kim fahr için riya için adı anılsın çıkarır ise gittiği gibi geri dönmez. Hadis-i şerifin ravisi Mu’az bin Cebel radıyallahu anhdır. Muharricleri Ahmed bin Hanbel Ebu Davud Nesai Hakim ve Beyhakı’dir. Meal-i Şerifi Mücahidin kadınlarının cihada gitmeyen ka’idin üzerindeki hürmeti atalarının hürmeti derecesindedir. Mücahidinden bir kimsenin ailesine bakmayı deruhde edip ona ailesince hiyanet eden hiç bir kimse yoktur ki kıyamet gününde o mücahidin karşısında durdurulup o mücahide: “İşte bu ehlinin işlerinde sana halef olup fenalık etti. Hasenatından istediğin kadar al” denilmesin. Ve o mücahid de onun amelinden istediği kadar almasın. Ne zannedersiniz? Nesai rivayetinde denilmiştir ki: “Ondan Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ashab-ı kiramına dönerek artık ne dersiniz? Hasenatından bir şey bırakacağını zanneder misiniz? Buyurdu” demektir. Hadis-i şerifin ravisi Büreyde radıyallahu anh ve muharricleri Davud’dur. Meal-i Şerifi Rabbimiz te’ala ve tekaddes hazretleri şöyle bir adama taaccüb eder yani o adamı beğenir ki: Allah yolunda gazaya çıkar arkadaşları münhezim olur o ise üzerindeki vazifeyi unutmayarak döner ve kanı akıncaya kadar küffar ile uğraşır. Bunun üzerine Allah azze ve celle meleklerine buyurur ki: “Bakınız şu kuluma. Bende olan ni’metlere rağbet ederek ve bende olan nikmetten kaçınarak döndü ve kanı akıncaya kadar döğüştü.” Hadis-i şerifin ravisi İbni Mes’ud radıyallahu anh muharrici Ebu Davud’dur. Meal-i Şerifi Bera’ radıyallahu anhdan mervidir ki: Biri müslüman oldu. Ve hemen muharebeye girişip katl olundu. Bunun üzerine sallallahu aleyhi ve sellem: “İşte bu adamcağız az çalıştı fakat çok me’cur oldu” buyurdular. Bu hadis-i şerif Buhari ile Müslim hadislerindendir. Meal-i Şerifi Fi sebilillah hayvan yetiştirip bakmak için infak eden kimse sadaka için ellerini açıp hiç kapamayan yani sadakadan vazgeçmeyen kimseye benzer. Bu hadis-i şerif Müsned-i İmam Ahmed bin Hanbel el-Hanzaliyye radıyallahu anhdan mervidir. Bir zelzele-i kıyamü’s-sa’a gibi bütün Avrupa-yı Garbi’yi sarsan sultanü’l-mücahidin Hazret-i Fatih cennet-mekanın son darbe-i kahharıyla gayya-yı inkıraz ve izmihlale yuvarlanan Bizans İmparatorluğu heyulayı hakimiyyetini –arz-ı mukaddesi ağuş-ı vefasında tutan– Suriye hak-i pakinden Toros Dağları’nın öte tarafına: Şimal-i garbisine tard ve icla etmiş olması i’tibarıyla hadd-i zatındaki dehşet ve ehemmiyetini bir de büyük bir muvaffakiyet-i siyasiyye ile tetvic eden Yermuk Muharebe-i hunini gerçekten melhame-i kübra ıtlakına seza bir levha-i garra-yı fahr u mübahattır. Şark ve garbda İslam merdliğine İslam kahramanlığına İslam ulüvv-i şanına tarih-i medeniyet ve insaniyyette büyük ve mümtaz bir mevki’-i bala-terin-i şan u şeref te’min eden bi-nazir ve bi-misal muzafferiyetler pek çoktur. Fakat bu şanlı muzafferiyet-i muk melhame-i kübrasının kendine has bir mevki’-i iclali vardır. linde adeta ikinci bir Bedr-i kübra –daha büyük bir mikyasta– tecessüm ediyor. Bedr-i kübra galebe-i harika-nümunu şirki ve şirkin alihat-ı menhute-i ahcar ve eşcarını hak-i mukaddes-i Hicaz’dan nasıl süpürdü nasıl müdhiş bir darbe-i kahr u tenkil vurarak saltanat-ı muazzama-i İslamiyyenin üssü’l-esas-ı masunü’l-indirası olduysa Yermuk muzafferiyet-i celilesi de o şevketli saltanat-ı tevhide Suriye kıt’a-i cesimesini kazandırarak nısf-ı küre-i garbinin karanlık ufuklarını ta Bahr-i Muhit-i Atlasi sahillerine kadar barika-i kahr u celaliyle tenvir etti. rü’s-selamına çekilmiş olaydı Ceziretü’l-Arab’da mahsur kalacak belki de kendi öz yurdunda yaşayamayacaktı. Bu azim harb İslamiyet’le Şark İmparatorluğu arasında bir hayat ve memat mes’elesinin hall-i kat’isi demek Bunun içindir ki bedbaht Herakliyus nevmidane bir telaş çılgın bir asabiyetle hemen üç yüz bin kişilik bir orduyu Şam’ı tehdid etmekte olan Eminü’l-ümme Ebu Ubeyde el-Cerrah radıyallahu anh hazretlerinin üzerine yürüttü. olan seyf-i meslul-i tevhid Halid bin Velid radıyallahu anh hazretlerine acilen Eminü’l-ümme’nin imdadına koşması emrini verdi. Biz burada tarih-i fütuhat-ı cihangiranemizin o şanlı sahife-i muzafferiyetini harfiyyen nakledecek değiliz. Pek küçük bir ekalliyet nisbetsiz bir ekseriyet-i azimeyi nasıl mağlub etti? Nasıl piş-i ta’kıbine katarak çiğnedi ezdi? Bakiyyetü’s-süyufunu nasıl şimale doğru kaçırdı? etmek isteriz. Hususuyla Herakliyus’un o cesim ordusu eslihasının mükemmeliyetiyle teşkilatının intizamıyla da mandanları Vartan muazzam ! ordusunun muzafferiyetinden o kadar emin idi ki Antakya’dan velvele-i hareketi aks-endaz-ı dehşet olur olmaz ceyş-i İslam’ın korkudan dizlerinin bağı çözülerek pek güç firar edebileceğini gözleriyle görüyormuş ! gibi sayıklıyordu. Mücahidin-i İslam yerinden kopan yanardağlar gibi üzerine yıkılıp gelen Rumların önünden mev’id-i telakı olan Yermuk’e kadar kemal-i vakar ve sekinetle çekildi. Fi’l-vaki’ Bizanslılar müdhiş hücumlarıyla İslam ordusunu üç defa ric’at ve belki hezimete icbara çalıştılar. Lakin ne mümkün..! “Şübhesizdir ki Allah kendi uğrunda yek-pare kale duvarı gibi saff-ı cihad teşkil ederek harb edenleri sever onlardan razı olur” mediha-i ilahiyyesinin timsal-i zi-hayatı olan ab-ru-yi İslam’ı hangi kuvvet yerinden oynatabilirdi.? Vakta ki nöbet o arslan kümesine geldi sa’ika-i kahr-ı karyalar bütün cihanın kahramanları geçinenler de olsa hevam ve haşerat-ı arz kadar ehemmiyeti olmayacak idi. Üç yüz bin kişilik mehib bir kitle-i beşer kendilerinin ancak onda biri nisbetinde olan otuz bin insandan kaçıyordu. O kadar cebinane ve haifane ki güya ölümden canlarını kurtarabilmek için firarlarına mani’ olan Yermuk Nehri’ne atılıp boğuluyorlardı! Mezkur nehirde boğulan esna-yı ta’kıbde öldürülen çiğnenenlerin adedi meydan-ı harbdeki maktulleriyle beraber yüz elli bini geçiyordu. Dikkat olunmalıdır ki bu tarihin gayet ihtiyatkarane kabul ettiği bir aded-i sahihtir. Galiblerin verdikleri o kıymetdar şehidler ise ancak üç bin sahabiden radıyallahu anhüm ibaret idi. Abdurrahman-ı Gafikı’nin meşhed-i mübareki olan Puvatya harb-i meş’umunda İslamlardan üç yüz bin mücahidin şehadetiyle iftihar eden ve Şarl Martel’i e’izze-i nasara miyanında gösteren frenk tarihleri bilmem Rumların Yermuk saha-i gir u darındaki bu fahiş mağlubiyetlerine ne derler? Taassub-ı salibin derecesine bakılsın. Bu frenk müverrihlerin en müte’ahhirlerinden olan Huart Arablar namına yazıp geçen sene tab’ ve neşrettiği tarihinde Yermuk melhame-i kübrasını adi bir müsademe şeklinde küçültmeye çalışıyor tarafeyn kuvvetlerinden Onlar ne derlerse desinler biz İslam’ın on dört asır evveli bu şanlı muzafferiyeti esbabını maddiyetten ziyade ma’neviyette aramamız lazım geldiğini hakıkat bize emrediyor. Evet işte görülüyor ki İslamiyet’in nefh eylediği ruh-ı ulvi-i insaniyyetle dirilttiği süründüğü sefil vahşi topraklardan kaldırıp cihan-ı beşeriyetin fevkine yükselttiği bir avuç kahraman-ı şir-dil kendisinden on kere çok olan cesim bir orduyu bir hamlede mahvediyor. “Eğer sizden sabir yirmi kişi bulunursa iki yüz düşmanı mağlub ve makhur ederler” va’d-i ilahisinin sıdkına şahid-i zi-hayat oluyor. Bir ordunun ki vasf-ı mümtazı: Şeca’at ve hamaset amirine ale’l-ıtlak inkıyad ve itaat meydan-ı harbde sabır ve sebat azim ve tevekkül istihfaf-ı hayat istihkar-ı mevt sevda-yı şehadet; efradı ruhen vicdanen ziya-yı hurşid gibi gayr-ı kabil-i tecezzi ve inhilal bir vücud adeden az da olsa... hayatına o dört günlük meta’-ı muvakkatine onun şehevat-ı behimesine esir dini milleti devleti vatanı bayrağı uğruna ölmek şöyle dursun ufacık bir cerihaya razı değil hatta bir kılına bütün cihanı fedadan çekinmez hissiz vicdansız korkak ma-fevkine serkeş asi sebat ve mekanet gibi mezayadan ari mahlukat-ı sefileden mürekkeb bir orduyu adeden milyona baliğ olsa yine mağlub ve makhur edeceği şübhesizdir. Ceyş-i İslam askerliğin ruhu olan itaat ve inkıyadda o derece-i kemali bulmuştu ki amiri “ateşe atılınız!” dese tereddüd bile etmek istemezdi. Bu müstesna Yermuk kahramanlarından: Ebu Cehm Beni Huzeyfe el-Adevi radıyallahu anh diyor ki: Harb mi-zademi göremediğim için şayed mecruhin miyanındadır zannıyla elimde bir kap su gittim bir de baktım hakıkaten mecruh ve halet-i nez’de yüzünü mesh ettim gözlerini açtı “Su ister misin?” dedim; “evet” işaretini aldım. Tam suyu dudaklarına götürürken öteden bir mecruh acı bir enin kopardı ammi-zadem suyu ona götürmekliğimi ah.... O da bu ah karşısında mümkün değil suyu içemeyeceğini o zavallının imdadına yetişmekliğimi anlattı. Koştum meğer teslim-i ruh etmiş. Döndüm beriki de gitmiş ammi-zademe koştum o da rahmet-i Hakk’a vasıl olmuş hiç birine suyu içmek nasib olmadı. Görüyor muyuz müşarun-ileyhim hazeratının yek-diğerine karşı olan fart-ı muhabbet ve şefkatlerini? Şurada çeşmenin suyu biraz azalsa biz birbirimizi kırar geçiririz. Kafa yarılmak bile olur. Onlar ise mevtin sekeratı içinde bile kardeşlerini kendi nefislerine onların hayatlarını kendi hayatlarına tercih ederlermiş. Sanmayalım ki bu dem-i vapesindeki şu ulvi su fedakarlığı yalnız bu muhterem şehidlere münhasır sabıkın-i İslam hazeratının hepsi sitayiş-i ilahisine mazhariyet rinde bile!... İşte hakıkı büyük müslümanlar! – – Amr ile ma’iyyeti gece vakti hareket etti. Yola çıkmak tamamıyla gizli tutmak idi. Belki halife Mısır seferinin te’hiri re’yinde bulunur da adam gönderip kendisini geri çevirtir diye kemal-i sür’atle ilerliyordu. Refah mevki’inde bulunduğu sırada Faruk-ı muazzam hazretleri tarafından bir emirname geldi. Amr kasıdı oyalayıp halifenin mektubunu almadan el-Ariş civarında bir köye kondu ve orasının Mısır arazisinden olduğunu sorup öğrenince emirnameyi aldı okudu. Hazret-i Halife mektubunda ordunun şimdilik geri dönmesini emrediyordu. Serdar name-i Farukıyi okuyup mealini tebliğ eyledikten sonra: – Emiru’l-mü’minin Mısır toprağına girmeden evvel avdetimi amir bir mektubunu alırsam geri dönmemi söylemişti. Halbuki şu mektup elime Mısır arazisinde vasıl oldu binaenaleyh dönmeyeceğiz diyerek Bismillahi ve ala bereketillah arş! Emrini verdi. nın önüne geldiler. Oradaki Rumlar müdafa’ada bulundular ve bir ay kadar dayandılarsa da kasabanın yed-i Ferma’daki Kıbtiler yani asıl Mısırlılar müdafa’ada ağır davranmışlar ve adeta bi-taraf kalmışlardı. Çünkü zir-i tahakkümlerinde kaldıkları Rumlardan memnun olmadıkları gibi İskenderiye Patriği Ebu Meyamin’den de müdafa’a etmemelerine dair vesaya ve nesayih almışlardı. Amr Ferma’dan yürüyüp ufak tefek müsademelerle Kavasıra’ya ve oradan Bilbis’e kadar geldi. Bir aylık bir muharebeden sonra Bilbis’i de feth edip –şimdiki Kahire’nin önünde ve Nehr-i Nil’in sahilindeki Makss mevkiine vasıl oldu. Bu mevki’de Ümm-i Düneyn namında bir kasaba ile bir kale vardı. Kasaba ahalisi kaleye çekilip müdafa’aya kalkıştığı cihetle fetih gecikti. Amr bin el-As makam-ı Hilafet’e arz-ı keyfiyet ederek yardım talebinde bulundu. Hazret-i Halife de dört bin kişilik bir kuvve-i imdadiyye gönderdi. Amr bin el-As gelen askerle ordusunu takviye eyleyerek Babü’l-yune yahud Babilyon denilen kasabayı muhasara eyledi. Buranın fethi de te’ehhur eylediği cihetle yine Darü’l-Hilafe’den istimdad etti. Halife hazretleri tekrar bir kuvvet sevkiyle beraber “Sana bu defa da dört bin kişi gönderdim ki içlerinden Zübeyr bin el-Avvam Mikdad bin el-Esved Ubade bin es-Samit Mesleme bin Muhalled gibi bin kişiye muadil tutulabilecek mübarizler var. Şimdi ma’iyyetindeki mücahidlerin mikdarı on iki bine baliğ oldu. Bu kadar bir asker de azlık dolayısıyla bozulmaz” mealinde bir de mektup yolladı. Amr bin el-As bu teşvikname üzerine muhasarayı teşdid ederek kurduğu mancınıkıyla kale dahilinde taş atmaya ve hisarın önündeki hendek kenarından oklar yağdırmaya başladı. Maamafih sura yaklaşılıp da kaleyi teshir eylemek müyesser olmuyordu. Böyle metin bir hisarın önünde ve geniş bir hendeğin kenarında durup da ok atmaktan usanan Zübeyr bin el-Avvam hazretleri: – Ben fedayilik ederek şu kaleye tırmanacağım. Ya diyerek serdarın müsaadesini aldıktan sonra bir takrib dayayıp surun üstüne çıktı. Yalın kılıcı elinde ve “Allahuekber” nida-yı lahutisi dilinde olduğu halde iç tarafa atladı. Bu kahramanın sada-yı tekbirini işiten ve dahil-i kaleye inişini gören mücahidler de hendeğe atılıp merdivene sarıldılar. Yükselenlerin adedi o dereceyi buldu ki Amr bin el-As merdiven kırılacak diye çıkanları men’a mecbur oldu. Dahildekiler Zübeyr’i görünce seyf-i sarimi yıldırımlar neşreden ve bela-yı asmani gibi başları üstüne inen o kahramanın nüzul-i i’tila-nümudundan şaşırdılar haricden ve dahilden aks-endaz olan tekbir sadalarından da sabır ve sebatı aşırıp taşırdılar. Birkaç mücahidin piş-i hamasetinden savuştular ve canlarını kurtaracak bir melce’ aramak üzere öteye beriye koştular. Zübeyr hazretleri dest-i fatihanesiyle kale kapısını açtı. Mücahidin kılıçları da içeriye dalıp etrafa şu’a-ı hamasetini saçtı. Mısır’ın –Rumlara tabi’ bulunan– hükümdarı Mukavkıs derhal adam gönderip Amr bin el-As’tan musalaha talebinde bulundu. Serdar-ı galib de bu talebi kabul eylediği cihetle mukateleden el çekildi ve Ubade bin es-Samit hazretlerinin taht-ı riyasetinde olarak bir hey’et gönderdi. Cenab-ı Ubade fusaha-yı meşhureden ve şüc’an-ı ma’rufeden idi. Rengi siyah olmakla beraber boyu da alabildiğine uzundu. Mukavkıs hey’et-i murahhasanın önünde müşarun-ileyhi görünce şekil ve suretinden tedehhüş ederek: – Aman! Başka birisi ileri geçsin de onunla konuşalım dedi. – Reisimiz budur cevabını verdiler. Bunun üzerine Mukavkıs Ubade’ye hitaben: – Gel bakalım ya esved! Seninle görüşelim. Fakat rıfk ve mülayemetle konuş ki manzaran beni tedhiş ediyor ricasında bulundu. Cenab-ı Ubade: – Ordugahta benden daha korkunç bin kadar mücahid var ki onları görsen ödün patlar. Ben ihtiyarlamış sayılmakla beraber yine olur olmaz düşmandan yüzçevirmem. Rüfeka-yı cihadımın hepsi de böyledir. Biz rıza-yı ilahi isticlabı için harb ederiz. Dünya talebiyle ve dünyalık emeliyle kan dökenlerden değiliz. Efradımızdan herbiri bir kantar altına malik olmakla bir dirhemi bulunmamayı müsavi görür. Açlığı giderecek kadar lokma sarınıp örtünecek derecede setre bizim için kafidir. Zira ni’met ve rahatın ancak ahirette olduğunu biliriz. Zaten Rabbimiz ve Peygamber’imiz de bize bu suretle emretmiş. Dünyada ölmeyecek kadar yiyeceğe ve setr-i avrete yetişecek mikdarda giyeceğe kanaat göstereceğimize bir de himmetimizin rızaullah celbine ve düşman-ı din ile muharebeye münhasır olacağına dair bizden ahid almıştır mealinde bir nutuk irad edince Mukavkıs yanındakilere dönüp gizlice: – Şu adamın nutku gibi hiç söz işittiniz mi? Ben onun yüzünden korkmuştum. Fakat sözü daha korkunç geldi. Şübhesiz ki Allah bunu ve arkadaşlarını tahrib-i bilad de bütün dünyaya galib gelecektir dedi. Sonra da Ubade bin es-Samit’e teveccühle: – Sözünü dikkatle dinledim galebatınıza dünyaya adem-i rağbetiniz sayesinde ve mağlub ettiklerinizin dünyaperestliği neticesinde nail olduğunuzu anladım. Ne ise bunu bırakalım da başka bahse geçelim. Şimdi bize imdad olmak üzere Rumlardan mühim bir kuvvet geliyor. Siz bunlara karşı duramazsınız. Çünkü bir aydan beri karşımızda bulunduğunuz cihetle mikdar ve ma’işet hususundaki kılletinizi görüp anladık. Halbuki Rum ordusu hem adeden hem de zad ü zahire cihetinden kuvvetlidir. Bu mükemmel ordunun elinden kurtulamayacağınızı düşündükçe size acıyorum. İyisi mi beherinize de Rum ordusu gelmeden evvel kalkıp memleketinize gidiniz teklifinde bulundu. Mukavkıs Ubade’yi tahvif ve ıtma’ suretiyle ikna ederek cüz’i bir şeyle mes’eleyi bitirmek istiyordu. Cenab-ı Ubade bu siyasi fikri derhal keşfederek: – Bizi Rumlarla korkutmak vehmine düşüp de hem kendini hem de ma’iyyetini aldatma. Şayed dediğin gibi bir Rum ordusu geliyorsa onunla uğraşmak bizim fer kazanmış son neferimize kadar şehid düşersek yine şanlı bir surette can vermiş olacağız. Maamafih Kitab-ı Mübin’imiz demiş Ma’bud-ı Kerim’imiz izn-i Rabbanisiyle azlık bir cema’atin kalabalık bir orduya çok defa galebe çalacağını vaad etmiştir. Bizim herbirimiz memleketine dönüp çoluğuna çocuğuna kavuşmasını değil sebil-i ilahide şehid olmasını akşam sabah Vahibü’l-amal hazretlerinden temenni eder. Ma’işet hususunda darlık çekmektesiniz diyorsun. Lakin aldanıyorsun gördüğün hal bizim için kafi vafidir. Değil senin memalikin bütün ru-yi zemin bizim olsa yine bulunduğumuz dereceden fazlasını isteyenlerden değiliz. Binaenaleyh sözü uzatmayalım da maksada gelelim: Peygamber-i ekberimizin ahd-i mütekaddimi mucebince emirimiz şu üç şeyden birini kabulde sizi muhtar bırakıyor: Evvelen; din-i İslam’a girersiniz. Bu surette dünya ve ahirette mes’ud olacağınız gibi bizim de savletimizden kurtulursunuz. Çünkü o vakit kardeşimiz sayılacağınız cihetle size taarruzda bulunmak bize caiz olmaz. Saniyen; İslam’a girmezseniz kararlaştıracağımız mikdar üzerinden bir cizye verirsiniz. Bu takdirde de eman ve damanımızda bulunacağınız için sizi muhafaza etmek ve düşmanlarınıza karşı harb ü darb eylemek bize borç olur. Bunların üçüncüsü ise mütarekeyi terk ile muharebeye devam eylemektir ki neticesi ancak cerbeze-i seyf ile hall ü fasl edilir dedi. Mukavkıs: – Dördüncü bir teklifiniz yok mudur? Sualini irad etti. Cenab-ı Ubade şehadet parmağını kaldırıp: – Semavat ve arzin Rabbi hakkı için yoktur. Şürut-ı selaseden birini ihtiyar ediniz cevabını verdi. Mukavkıs meclisinde bulunanlara dönüp: – Söz bitti. Ne diyeceksiniz? Diye sordu. – Bu tekalife kim razı olabilir? Evvelen; dinlerine girmemizi bilir miyiz? Saniyen; cizye vermemizi teklif ediyorlar. Bu zillet ve meskenete katlanmamız kabil olur mu? Bir defalık bir şey taleb etselerdi yıllık cizyeden ehven görünürdü dediler. Bunun üzerine Mukavkıs Ubade bin es-Samit’e: – Gördün ya cizyeyi kabul etmiyorlar. Git emirinle görüş. Razı olursa bir defaya mahsus olmak üzere ne isterseniz verelim de buradan çekiliniz dedi. Ubade kalkıp gitti. Mukavkıs ise: – Yahu! Sözümü dinleyiniz şu üç şarttan birini kabul eyleyiniz. Biliyorum ki bunlara karşı duramayacaksınız. Bilahare kerhen taht-ı itaatlerine gireceksiniz. Dininizi tebdil ediniz tavsiyesinde bulunmam. Lakin şu cizyeyi kabul eyleyip işin içinden çıkınız teklifinde bulundu. Erkan-ı hükumeti: – O vakit bunların kulu kölesi olacağız i’tirazını ettiler. Mukavkıs: – Evet amma ahrarane bir ubudiyette bulunacaksınız. Nefsiniz malınız ehl ü ıyaliniz masun kalacak. Şu hal kendinizin katlinden ve çoluğunuzun çocuğunuzun esaretinden sizin için daha hayırlıdır dedi. – Her halde ölmek bu teklifi kabul etmeden ehvendir diyerek ada ile kasabayı birleştiren köprüyü kestiler. Bunun üzerine İslam mücahidleri yeniden muharebeye Rumlarla Kıbtilerden birçoğunu katl ve esir eylediler. “Dün telaffuzu siyaseten mahzur sayılan bu İslam düsturu bugün harb ve sulh siyasetimizin üssü’l-esası olup çıkmıştır. Bugün hepimiz hançerelerimizin kuvveti yettiği kadar müslümanların ittihadını bağırıyoruz. Dün Bu ittihadı i’lan ve te’min etmek için pek çok bağırmak pek çok çalışıp çabalamak vazifemizdir. Yani bütün olarak amik bir iman ve i’tikad ile böyle biliyoruz. Zaten artık başka türlü düşünmeye zerre kadar ihtimal kalmış mıdır? yegane istinadgahıdır. Birleşin ey müslümanlar dininizin ve varlığınızın ezeli ve ebedi düşmanlarına karşı birlikle karşı koyun onlara Allah’ın birliğinde birleşen kendi birliğinizle hücum edin. Ancak böyle yapabildiğiniz takdirdedir ki nusret sizin necat ve i’tila sizindir. Ve gözlerimizden sevinç yaşları aktığı halde görüyoruz ki siz bu hakıkatleri hep anlamışsınız. Taraf taraf birlik bayrakları altında toplanarak Moskoflara İngilizlere ve Fransızlara Müslümanlığın bu ezeli ve ebedi düşmanlarına karşı saldırmaya başlamış bulunuyorsunuz böylece arş ileri... Fevz ü felah sizindir!.. Hakk’ın kelamı olan mukaddes kitabımız bize bu en ulvi hakıkati çoktan söylemiş idi. Fakat nasıl bilmiyoruz. Galiba zamanın idrak ve vicdanı tağlit eden dalalet-nüma te’sirleri ile biz o hakıkatleri dilimizle söylesek de vicdanımızla his ve ihata edebilmekten uzak kalır olmuş idik. Bizim şu dalalet ve perişanimize düşmanlarımızın tazyik ve ifna siyasetleri de inzimam ederek ezildikçe ezilmiş dağıldıkça dağılmış idik. Yine zaman ile omuzlarımıza binen bu felaket yüklerinin ağırlığı altında İslam’ın –ah o pek ihmal ettiğimiz– ulvi esaslarını daha şeffaf ve nurani bir manzara halinde görüp anlamaya başlamış idik. Fakat felaket gittikçe belimizi büken mütezayid sikletlerin altında o nurani manzaralara doğru kalkınmak ve kavuşmak ne kadar güç olmuş idi. Aziz ve züntikam olan Allah hiç olmaz zannolunan şeylere vücud imkanı bahş ve ihsan buyurdu. Önümüze kendimizi kurtaracak bir şehrah açıldı. İşte bu şehrah her müslümanın cihad için koşacağı varını yoğunu feda etmek azmiyle varlığını tahlis ve i’la eyleyeceği sebil-i zetinde kendi namus ve vakarlarını yükseltmiş merdlerdir. Şehidleri ise Hak teala ve tekaddes hazretlerinin ilahi tavsifi vechile ölü değil diridirler ebedi dirilikle mübeşşer saadet sahibleridir. Şübhe yok halifemiz hazretlerinin emir ve işaretleri larca müslümanlar peyderpey Hak teala ve tekaddes hazretlerinin emir buyurduğu cihad yolunda ittihad ederek Şübhe yok gittiğimiz yolun ser-i menzili İslam’ın ittihadından ve ittihadı ile i’tilasından ibarettir. Şu cihad ve bir inkılab ihdas eyleyecektir. Bu bile ali dinimizin arta kalmış mu’cizelerinden biri sayılsa beca olmaz mı? Gittiğimiz yol İslam’ın ittihadı ise bu ittihadın ila-nihaye dan ihzar etmek de dur-endişlik vazifesidir bin üç yüz bu kadar seneden beri bazı müslüman kavimler hatta bazı kavimlerin muhtelif zümreleri arasında lafzi niza’lar üzerine te’essüflere şayan iftiraklar tahaddüs eylemiş mahdud olan o nizaları munsıf ve hakıkı alimlerin bir araya toplanmasıyla kökünden kesip atarak öylece i’lan eylemek de yarının ve öbür günün i’tilaları sebeblerini tezyid ve teşdid eyleyecek işlerdendir. tihad seli yukarıki tedbirlerle de tanzim kılınınca kariben küre-i arz üzerinde ilk feyyaz neş’eleri ile cilveger muvahhid ve müttehid bir İslam alemi ihtiram mevkiini tutacaktır. Biz eminiz ki bu ulvi netice her hal ü karda tahakkuk edecektir. Onun içindir ki tekrar bağırıyoruz: – Yaşasın İslam’ın ittihadı” Tasfir-i Efkar refikimizin başmuharriri Yunus Nadi Bey numaralı nüshada “İttihad-ı İslam” siyaseti hakkında böyle mühim bir başmakale neşrediyorlar. Zaten Tasfir-i Efkar refikimizin şi’arı bu siyaset-i İslamiyyedir. Gerek Tanzimatçılığın yani bila-kayd ü şart Avrupalılaşmanın gerek kavmiyet politikasının milletin ruhuna uygun gelmediği aksü’l-amelden teşettüt ve iftiraktan zarardan başka hiç bir netice tevlid etmediği bu muhterem refikimizin nazarında da tezahür etmiştir. Bu makale dikkatle mütala’a buyurulursa derin bir kanaat-i siyasiyyenin mahsul-i hakıkati olduğu tamamıyla görülür. Bu hakayık bilhassa Üç Tarz-ı Siyaset muharrir-i muhtereminin nazar-ı ali-i müdekkikanelerine arza şayandır! Ağoğlu Ahmed Bey Muvahhid Ma’sum Bey Yunus Nadi Bey gibi memleketin bellibaşlı muharririn-i siyasiyyesi tarafından bu düstur-ı siyasetin “harb ve sulh” siyaseti olarak tervic buyurulması matbuat-ı yevmiyyemizde büyük bir inkılabdır. Bir zamanlar yevmi gazetelerimizde ce bahsi halinde sıkıla sıkıla söyleniyordu. Lakin bugün siyasi muharrirler göğüslerini gere gere hem de kemal-i safvet-i kalb ile Müslümanlık’tan ittihad-ı İslam’dan siyaset-i İslamiyye’den bahsetmeye başladılar ki bunlar hep milleti memnun ve ümidvar edecek beşaretlerdir. Hani Müslümanlık aleyhinde her gün yığın yığın neşriyatta bulunan İslam’ın kalbine her gün zehirli iğneler sokan muharrirler? Bugün hepsinin sesleri kısıldı. Hiçbirinin çanı ötmüyor. Ve emin olmalıdır ki yarın bütün bütün tıkanıp ebediyyen söneceklerdir. ken arkasındaki millet de şehrah-ı hidayeti tutmuş sessiz sadasız kavgasız gürültüsüz felaha büyük bir saadete doğru yürümektedir. Bu ne büyük bir fazl-ı ilahidir. Gazavatını neşretmekte olduğumuz Şeyh Şamil merhuma dair Ebu Eyyub el-Ensari radıyallahu anh hazretlerinin türbedarı Ahmed Ziver Efendi tarafından gönderilen bir varakayı ber-vech-i ati derc ediyoruz. Gazi-i müşarun-ileyhe aid ma’lumatı havi vürud edecek evrak maa’l-memnuniyye derc olunur: Şeyh Şamil merhum Medine-i Münevvere’ye azimet etmek üzere Dersaadet’e gelerek bir sene kadar burada mazhar olmuştur. Mahdumlarından Gazi Muhammed Bey tarihinde Rusya’dan Dersaadet’e geldiler. Muharebesi’nde Gazi Muhammed Bey’in uhdesine feriklik rütbesiyle Anadolu Ordu-yı Hümayunu Süvari Kumandanlığı tevcih buyuruldu. Ba’de’l-harb Dersaadet’e avdet buyurdular. O sırada müceddeden teşkil olunan Dağıstan Süvari Alayı’na kumandan ta’yin buyuruldular. Fakat Hakan-ı Sabık’ın evhamı üzerine mezkur alayın bir gece dağıtılması hasebiyle paşa-yı müşarun-ileyhin Bağdad’a me’muriyetine irade-i seniyye sadır oldu. Bu iradeyi kendisine tefhim eden zata: “Bağdad’a gidemem. Zira bu gece ma’nada pederim merhumu elinde bir yeşil örtü olduğu halde gördüm buyurdular ki yakında Medine-i Münevvere’ye geleceksin!” demesi üzerine Medine-i Münevvere’ye azimeti hakkında ikinci bir irade-i seniyye sadır oldu. Bunun üzerine Medine’ye azimet buyurdular. Yirmi sene sonra o mahall-i mukaddeste irtihal-i dar-ı beka ile pederleri cennet-mekan Şeyh Şamil merhumun yanına defnolundular. Kanunievvel: Sumay ve Bacirge’den ilerleyen kıtaatımız Rusların Azerbaycan’daki mühim nikat-ı istinadiyyelerinden olan Rumiye’yi dahi işgal etti. Azerbaycan’da hareket eden kıtaatımız Kotur’u tikametinde çekilmiştir. Miyan-ı Devab muharebesinde maktul düşen Ruslar arasında Aleksandır namındaki Savuçbulak Rus Konsolosu bulunmuştur. Merkum binbaşı ve Çar’ın yaver-i harbi idi. Azerbaycan dahilinde hareket eden müfrezelerimiz Rumiye ve Kotur’u işgalden sonra çekilen Rus kıtaatını mevsimin muhalefetine rağmen ta’kıb etmektedirler. Rusların bir kolordumuzun fırka kumandanlarını esir ettikleri hakkındaki yalanları kat’iyyen tekzib olunur. Yalnız geçenlerde bir yaralı kafilesine bir Rus köyünde hücum eden Rus müfrezesi orada ağır yaralı bulunan bir fırka kumandanını esir ve yaralı efradı şehid etmişlerdir. Asıl muharebe cebhesinde kıtaatımız hududun ve Ardahan cihetlerindeki kıtaatımızın harekatı kar ve soğuğun şiddetinden dolayı hal-i tevakkufta bulunmuştur. Rus filosu kruvazörlerimizle ettiği dün bildirilen muharebede hiç bir netice elde edemediği cihetle muharebe mevki’inin civarından geçmekte olan İtalya bandırasını hamil bir İtalyan ticaret gemisini İtalyan bayrağını tamamıyla gösterdiği halde bile bunu gark etmeye tenezzül etmiştir. Rus filosu bugün açık bir şehir olan Sinob’u kavaid-i beyne’l-milel hilafına olarak topa tutmuştur. Bombardıman neticesinde iki hane hafif bir surette hasarzede olmuştur. İnsanca zayi’at yoktur. Yalnız biri Ruslardan müsadere edilen biri de bir Bulgar kayığı olmak üzere dört kayık batmıştır. Buna mukabil gemilerimiz Makaryal ve Şemalı civarındaki Rus kıtaatını muvaffakiyetle topa tutmuştur. Irak havalisinde İngilizler ağır bir darbe yediler. Dün öğleden sonra iki düşman piyade taburuyla seri’ ateşli iki cebel topu Kurna civarındaki bize mensub mücahidin-i Arab kabaili ordugahlarından birine baskın tarzında taarruzda bulunmuşlardır. Fakat bu esnada düşman piyadesi bir pusuya uğramış ve iki saatlik muharebeden sonra maktul ve mecruh bırakarak firar eylemiştir. Her ne kadar kabailimiz ta’kıb esnasında düşman topçusu tarafından yakın bir mesafeden ateş altına alınmış ise de zayiatımız ancak mecruhtan ibaret kalmıştır. Cihad-ı ekber– Havali-i Irak’ın en mühim kabileleri rüesasının Kerbela Meb’usu Mehdi Bey’e gönderdikleri telgrafname ve “Cenab-ı Hakk’ın inayetine müsteniden umum atlarımızla beraber bugün saha-i harbe hareket ettiğimizi Meşihat-i İslamiyye’ye arz ediniz. Nu’me es-Seyyid Hüseyin Muttalib Kaidül-mücahidin-i cihad Selman Mani’ Mütteib İmran. Şeyhu’l-Irakeyn hazretleriyle Kemmune-zade’nin aldıkları ahd ü peyman üzerine bugün Hindiye aşairi kemal-i şevketle Kerbela’ya muvasalat ettiler. Kemmune-zade de iki gece misafir kaldıktan sonra müttefiken Darü’l-harbe hareket ve şu mehabetli hareketleriyle Abone bedelatını tamamen göndermeye muktedir olmayan kariin-i muhteremenin hiç olmazsa ayda birer mecidiye göndermek suretiyle te’diye-i deyne himmet buyurmaları istirham olunur. Ümid ederiz ki kariin-i kiram lütfen bu ricamızı nazar-ı dikkate alır diriğ-i himmet buyurmazlar. Bu nazm-ı kerim-i ilahi Hazret-i Kuran -ı hakimin “Furkan” ünvan-ı celilü’ş-şanıyla mümtaz olan suresinin ayetidir. Bilhassa zat-ı akdes-i Cenab-ı Risalet-penah-ı a’zamiye aleyhissalatü vesselam hitaben celalet-bahş-i nüzul olmuştur. … İmdi –Ey eşce’ü’r-rusül!– Kafirlere sakın ser-füru etme. Rabbinin avn ü nasrına sığınarak onlara karşı sell-i seyf-i cihad eyle! Kemal-i batş ve şiddetle çarpış! O azgınları ser-be zemin-i mağlubiyyet ve makhuriyyet etmeye çalış! Gerçi bu ayet-i celilede muhatab zahiren cenab-ı Sultan-ı iklim-i risalet aleyhisselatü vesselam efendimiz hazretleri iseler de hakıkatte maksud ümmet-i muhteremeleridir. Onları a’da-yı dine husema-yı Hakk’a ser-fürudan zencir-i esaret ve zilletlerine gerden-dade-i ve tahrisdir. Yoksa Halık’a ma’siyette mahluka ita’atten men’ buyuran şehenşah-ı kişver-i nübüvvet ve risalet aleyhisselatü vesselam efendimiz hazretleri için kat’iyyen mutasavver değildir. Demek oluyor ki: Bu ezeli hitab-ı Sübhani ile muhatab cihad-ı ekberle Hilafet-i mukaddese-i İslamiyye’nin ve o serir-i izzet-payeyi hamil olan Osmanlı tak-ı mu’alla-yı istiklalinin bi-eman düşmanlarını kahr u tedmir edinceye kadar bütün mevcudiyetleriyle bütün mal ve canlarıyla çarpışmakla mükellef yeryüzündeki müslümanlardır. Biz müslümanlar ne istiyorduk? Cenab-ı hayrü’n-nasırinden gözyaşlarıyla neyi temenni ediyorduk? Hilafet-i celile-i Muhammediye’nin aleyhisselatü vesselam İslamiyet’in biricik arş-ı istiklali olan saltanat-ı mu’azzama-i Osmaniye’nin zencir-i esaret altında inleyen alem-i İslam’ın Moskof tahakküm-i vahşiyanesinden İngiliz ve Franız tecebbür-i mel’unanesinden kurtulmasını değil mi? na-mesbuk fırsatı bize ihsan buyurdu işte Kuran -ı hakim: “Haydi mal ve canınızla cihad-ı ekbere! Haydi düşmanlarınızdan ahz-i sar meydanlarına!” diyor. Cenab-ı hayrü’n-nasırin bize Almanya gibi Avusturya gibi zi-kudret ve şevket oldukları kadar bugün muhibb-i İslamiyyet müdafi’-i hakkaniyyet ve adalet hadim-i insaniyyet iki zahir ve müttefik de ihsan buyurdu. Daha ne istiyoruz? Hazret-i Kuran -ı hakimin bunca ayat-ı cihadı bunca evamir-i ihda ve irşadı kanımızı ateşlendirmeye ruhumuzu alevlendirmeye bizi hepimizi birden gaza meydanlarına sevke kafi iken bir de şu iki muhterem müttefiklerimizin her gün bir suretle tecelli ve tevali etmekde Başmuharrir olan şanlı galibiyet ve muzafferiyetleri hamiyyet ve şehamet damarlarımızı gıcıklayamıyor mu? Bugün Berlin Viyana: Bütün Almanya bütün Avusturya Hilal-i Ahmerler teşkil ediyor bunlara altın gümüş yağmuru yağdırıyor; Kafkasya’da insan boyunu aşan karları göz açtırmayan tipileri kasırgaları girdabları buzları istihfaf ile İslamiyet’in Osmanlılığın ezeli ve ebedi düşmanı olan Moskof canavarıyla çarpışmakda onları ezmeye mahv etmeye çalışmakda olan ceyş-i mansur-ı zırlıyor gönderiyor insaniyet medeniyet namına bunu bir vazife addediyor... Halbuki bu bize en mühim en mukaddes bir ferman-ı ilahidir. En mübrem en acil bir emr-i Kuran i’dir. Biz müslümanlar; ki bilhassa bugün bütün mal ve canımızla kanımızın son katresine kadar akıtmak veya tarihe muhterem müttefiklerimizin gösterdikleri aynı ulvi duygularla aynı mikyasda galebeler zaferler şan ve şereflerle çıkamazsak yazık bizim taşıdığımız İslamiyet ünvanına! Meal-i Şerifi Her kim Allah yolunda çalışma uğrunda ayakları gubar-alud olursa cehennem ateşine haram olur. Hadis-i şerifin ravisi Ebu İsa Abdurrahman bin Cebr radıyallahu anhdir. Muharricleri İmam Ahmed bin Hanbel Buhari Tirmizi Nesai’dir. Meal-i Şerifi Allah yolundaki bir sabah veya bir akşam seferi üzerinde güneş doğup batan her ne varsa cümlesini infak etmekten evladır. Bu hadis-i şerifin ravisi Ebu Eyyüb Halid bin Zeyd El-Ensari radıyallahu anh olup muharricleri İmam Ahmed bin Hanbel Müslim ve Nesai’dir. Meal-i Şerifi Üç kişi vardır ki her birine yardım etmek Allah azze ve celle hazretleri üzerine haktır: Biri fi sebilillah mücahid diğeri iffetini muhafaza kasdıyla evlenmek isteyen üçüncüsü de efendisine borcunu ödemek niyetinde olan abd-i mükateb. Hadis-i şerifin ravisi Ebu Hüreyre radıyallahu anhdir. Muharricleri İmam Ahmed bin Hanbel Tirmizi Nesai : Meal-i Şerifi Allah celle ve ala hazretlerinin bargah-ı izzetinden mu’temir yani umreye girmiş kimse. Bu hadis-i şerifi Ebu Hüreyre radıyallahu anh rivayet etmiştir. Muharricleri Nesai ile İbni Hıbban ve Hakim’dir. Beyhakı’nin rivayetinde ziyadesi vardır ki: “İşte bunlar o muhterem zevattır ki Allah’dan ne niyaz ederlerse dilekleri ihsan olunur.” Demektir. Meal-i Şerifi Fezale bin Ubeyd radıyallahu anhin şöyle dediği rivayet olunur: Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellemin bir kere şöyle buyurduklarını işittim: Ben za’imim – za’im hamil yani kefil demektir– Her kim bana iman edip müslim olur ve hicret ederse Cennet’in etrafında bir ve Cennet’in ta ortasında diğer bir ev sahibi olacaktır. Kezalik bana iman edip müslim olan ve fi sebilillah cihada giden kimse için biri Cennet’in kenarında biri Cennet’in ortasında diğeri de Cennet’in en ali yerlerinde olmak üzere bir evin kefiliyim. Her kim bunları yapıp da yemesin de istediği yerde ölsün. Bu hadis-i şerif Sünen-i Nesai hadislerindendir. Meal-i Şerifi Deniz üstündeki gazanın ecr u mesubeti karadaki on gazanın ecr u mesubetine mu’adildir. Her hangi bir gazinin denizde başı dönerse fi sebilillah harb edip kanında galtan olan mücahid kadar nail-i sevab olur. Bu hadis-i şerifi İbni Mace Muaviye bin Yahya tarikiyle Ebü’d-Derda radıyallahu anhden rivayet etmiştir. Mısır’ın büyük şairi Nil’in en samimi aşıkı şarkın müdekkik bir doktoru olan Osmanlıların seyf-i hamasetini terennüm eden Mustafa Sadık şarkın sema-yı dehasında parlayan yıldızların biridir. Mustafa: Bir şair-i ilahidir. O en büyük zevki esrarullahı aramakta duyar. İ’caz-ı Kuran şa’ir-i azimü’ş-şanı furkan-ı hakimin o la-yetenahi levh-i hakaikından na-kabil-i tasvir goncalar toplar demet yapar teşnegan-ı şi’ire diriltici kokularını koklatır ve mest eder. Mustafa Nil’in aşıkıdır. Nil onun en tatlı nedimi en sevgili dostudur. Mustafa onun önünde ağlar ve feryad eder. Feza-yı lahutta gezen ruh-ı nafiziyle her derdimizi görür her dermanımızı bulur; sonra da bize bir bedi’a-i şi’riyye içinde takdim eder. Üstadın En-Nazarat’ ı bu ruhun müşahedat ve teşhisatını havidir. Hadisü’l-Kamer o ruhun isyanları ile doludur. Mustafa burada bilhassa mülhidlerin müstebidlerin başlarına mühlik saikaları indiriyor. Hasta Şark manzumesiyle en ciğer-suz yaralarımızı neşterliyor merhemlerimizi sürüyor derin bir hazz-ı vicdaninin mestisi hürriyetleri istiklalleri kutluluyor. İ’caz-ı Kuran Kuran ile beraber yaşayacak bir eser-i muhalleddir. Ona her asrın müslümanları muhtac olacaktır. Mustafa’nın bu kitab-ı mübinini okuduktan sonra Kuran’ı okuyanlar o kitab-ı Lahuti’nin azamet-i hakıkıyyesini bir dereceye kadar takdir edebilirler. Çünkü kuvvet-i takdiriyyeleri o azametin karşısında pek za’if pek acizdir. Hatta Mustafa’nın o pek beliğ pek ruh-perver sözleri bile o ayat-ı beyyinatın yanında o kadar sönük görünüyor ki kara mürekkeb damlalarından başka bir şey olmuyor. burhan-ı azamet-i uluhiyyeyi isbat ediyor ki akıllar hayran ruhlar sekran kalıyor. oluyor ne mu’azzam bir acz! Mustafa Sadık bir hüznü inliyorken onun hiçbir ahı; bir şevk ve süruru terennüm ediyorken onun hiçbir teranesini unutmaz en taş yürekleri bile cerihadar yahud lebriz-i mesar eder. O bu derece hassas bir şairdir. Onu ilk def’a el-Alem gazetesinde gördüm. Bize Osmanlı Kılıcı manzumesini okuyor idi. Biz Himalaya ile Alp arasındaki meydan-ı azimde daima muzafferiyetle şakırdayan Osmanlı kılıcının o mehib sadasını bir vecd ve istiğrak içinde bir huşu’-ı kalbi ile dinliyor idik. Üstad birden bire muzafferiyet ihrazına alışan o sefih celadeti yeni bir zaferin şiiriyle tetvic ederek sustu hepimiz de o zaferi kutluladık. O vakit Trablus Muharebesi pek şanlı bir surette devam ediyor idi. Bunu müte’akib birkaç ay sonra üstadın o şimdiye kadar böylece yazılamayan Tarih-i Edebiyat-ı Arabiyye’ si çıktı bu münasebet ile Mısır’ın en büyük ediblerinden Sadık Bey’in yazdığı “Deha ve İbtikar” makalesi pek kısa bir müddet zarfında kitabdan hiçbir nüsha bırakmadı. Mustafa’nın bu eser-i dehası hakkıyla takdir edilmişti. Birkaç ay sonra İ’cazü’l-Kuran intişar etti. Bu mu’azzam eseri ilk selamlayan Allame-i Şehir Ferid Vecdi Bey vazifelerini ifa ettiler. Bu onun sultan-ı asarıdır. Halbuki o daima beni gördükçe zihnindekini yazamadığından şikayet eder. Mustafa: Pek çok kazanır fakat fakırdir. O fakrda bir lezzet duyar bir şairiyet görür. Bütün kazandığını yetimlere ve yetimelere tahsis etmiştir. O bundan la-yetenahi bir lezzet hisseder. “En büyük şiir budur” der. – – Babilyon Muhasarası yedi ay sürmüştü. Bu müddetin ancak bir ay olduğunu söyleyen İbnü Abdilhakim der ki: dan bir ay kadar bir zaman geçmişti. Kasaba dahilinde bir mikdar Rum ile beraber Kıbti ekabiri mevcud idi. Başlarında da bizzat Mukavkıs bulunuyordu. Müslümanların muhacematı şiddetlenince Mukavkıs ile Kıbtiler kasabanın arka tarafından çıktılar ve nehir içindeki adaya geçip köprüyü kestiler. Kale kumandanı olan Rum kendine tabi’ bulunanlarla dahilde kalıp müdafa’aya devam ettiyse de dayanamayacağını anlayınca sahildeki kayıklarla adaya geçti ve oradakilere iltihak eyledi. Bundan sonra Mukavkıs İslam ordusuna bir heyet-i sefaret yollayıp musalaha talebinde bulundu. Amr bin el-As bu heyeti iki gün iki gece orduda alıkodu. Ba’dehu İslam’a girmek cizye vermek muharebeye devam etmek şartlarından birini kabulde muhtar olduğunu Mukavkıs’a bildirmek üzere geri gönderdi. Elçilerinin gecikmesi üzerine Mukavkıs telaşa düşmüş ve bunların müslümanlar tarafından öldürüldüklerine zahib olmuştu. Halbuki Amr’ın maksadı mücahidlerdeki layıkıyla anlatmak idi. Heyet Mukavkıs’ın nezdine avdet etti ve: – Müslümanları nasıl buldunuz? Sualine: – Bunlar öyle adamlar ki ölümü yaşamaktan ziyade tevazu’u ta’azzumdan fazla seviyorlar. Hiç birinin dünyaya meyl ve rağbeti yok. Kumandanları efradından köleleri efendilerinden tefrik olunmuyor. Namaz vakti gelince ellerini ayaklarını yıkayıp kemal-i huşu’ ile eda-yı salat ediyorlar. Bir tanesi cema’atten ayrılmıyor ve namazdan geri kalmıyor. Cevabını verdi. Mukavkıs bu beyanatı işitince: – Öyle ise bunlar dağa kasd eyleseler yerinden kaldırırlar. Şimdi Nil ile mahsur bulunmalarından bil-istifade musalaha yapmayacak olursak sonunda işimiz fenalaşır. Diyerek tekrar İslam ordugahına adam gönderdi ve mükaleme için murahhaslar i’zamını rica eyledi. Amr bin el-As Ubade bin es-Samit’in taht-ı riyasetinde olmak üzere on kişiden mürekkeb bir heyet-i murahhasa tertib ve tesrib etti. Feth-i vakı’ı müte’akib Mukavkıs yanındaki eşraf ve a’yanı topladı: – İşte korktuğum çıktı geliniz ilerisine varmayınız da cizyeyi kabul edip kurtulalım dedi. Bu sefer hükümdarlarını dinlediler ve teklifine rıza gösterdiler. Mukavkıs derhal Amr bin el-As’a bir adam gönderip yanlarında ancak birer kişi bulunduğu halde görüşmek ve cizye mikdarını kararlaştırmak istedi. Serdar Mukavkıs’ın talebi hakkında ümera-yı mücahide ile müşavere etti. – Bekleyelim sulhü kabul etmeyelim. Re’yinde bulundularsa da Amr: – Emirü’l-mü’minin üç şarttan birini kabul eyledikleri takdirde icabet etmemizi söylemişti. Alelhusus onlarla bizim aramızda su bulunduğu gibi geçecek vasıtamız da yok. Görüşelim de uyuşabilirsek sulhü yapalım. Dedi ve aldığı eman üzerine İslam ordusuna gelen Mukavkıs’la konuşup musalahayı kararlaştırdı. Amel-mande ihtiyarlarla sinn-i büluğa vasıl olmayan çocuklardan ma’ada ahali-i Mısriyye’nin beherinden senevi la müstesna tutulması müslümanların Kıbti beldelerinde günden fazla kalmaması arazi ve emvalin ta’arruzdan masun tutulması şerait-i sulhiyyenin esasatını teşkil ediyordu. Bu karar mucebince cizye vermesi lazım gelen altı milyon Kıbti bulundu ve senevi on iki milyon altın vermeleri tekarrur eyledi. Mukavkıs memleketinde bulunan Rumları bu şartı kabul edip oturmak yahud hıtta-i Mısriyye’den çıkıp gitmek hususunda muhayyer bıraktı. Rumlar: – Kayser’den istizan edelim. Dediler ve Bizans İmparatoru Herakliyus’a keyfiyeti bildirdiler. Mukavkıs da bir tahrirat ile musalaha-i vakı’ayı iş’ar etti. Herakliyus yazdığı cevabda on iki milyonluk ahali-i asliyyeye zamimeten Mısır ve İskenderiye’de yüz bini mütecaviz Rum bulunduğu halde on iki bin kişilik bir Arab ordusuna karşı musalaha yapmaya mecbur olduğundan dolayı Mukavkıs’a teessüf ediyor ve nakz-ı ahd Mukavkıs bu tavsiye üzerine Kıbti ve Rum a’yanını topladı: – İmparator on bin kişiye karşı musalaha yaptığımız bizden yüz kişiye mu’adil olacak derecede fedakar bulunduğunu bilmiyor. Muhacimlerimiz dünyaya karşı ne kadar lakayd ise biz Kıbtiler de o nisbette merbut ve mukayyediz. Binaenaleyh hiçbir vakit onlarla harb ve darb hususunda müsavi olamayız. Ey ma’şer-i Rum! Size gelince: Başınız sıkıldığı gibi buradan çekilip gider ve bizi Arabların pişgah-ı savletinde yapayalnız bırakırsınız. İşte şu iki hakıkati düşündüğüm cihetle ben yaptığım musalahayı nakz etmeyeceğim. Siz de sözümü dinlerseniz senevi iki altın verip malınızı ve iyalinizi temin eyleyiniz dedi. Rumlar imparatorun emrinden dışarı çıkmayacaklarını ve Arablarla yapılan musalahayı kabul etmeyeceklerini söyleyip İskenderiye’ye doğru çekildiler. Mukavkıs da Amr bin el-As’ın nezdine gidip: – Kayser Herakliyus musalahamıza razı olmamış hatta beni acz ve za’f ile ta’yib etmiş. Buradaki valisine de muharebeye devam olunması hakkında emir vermiş. Onu men’ etmek elimden gelmeyeceği için işine karışamam. Yapacağım bir şey varsa tebe’amla beraber şerait-i musalahayı kemal-i dikkatle muhafaza etmektir. Te’minatını verdi. Amr Mukavkıs’ın sözlerini takdir ve teşekkürle dinledikten sonra İslam ordusuna yol göstermek ve icab eden yerlerde köprü kurmak bir de lüzumu oldukça erzak hususunda mu’avenet etmek talebinde bulundu. Mukavkıs bu talebi hüsn-i telakkı eyleyerek hakıkaten Rumlar Bizans’dan imdad almışlar ve Sultays Kasabası’nda tehaşşüd etmişlerdi. Amr bin el-As bu kasabaya hücum eyleyerek şiddetli bir muharebe neticesinde Rumları Gerbun’a kaçırdı ve ta’kıb ederek yirmi bu kadar gün uğraştı. Gerbun muharebatında pişdar kumandanı Amr’ın oğlu Abdullah olduğu gibi alemdar da serdarın kölesi bulunan ve muahharan Mısır çarşılarından biri namına nisbet edilen Vardan idi. Bu muharebelerde mücahidler fena halde sıkışmışlar hatta bir def’a salat-ı havf kılmışlardı. Sonra Cenab-ı Hak ehl-i İslam’a muzafferiyet ihsan etti. Rumlar münhezimen hiline girip kale kapılarını kapattılar. tahkem bir belde idi. Hatta Yakut-ı Hamevi’nin beyanına göre iç içe yedi kalesi ve beher kalenin ayrıca hendeği vardı. Mücahidler suru kuşatıp şehri muhasaraya aldılar. Rumlara deniz tarafından imdad geldiği gibi İslam ordusuna da Mısırlıların erzak hususunda yardımı oluyordu. Bizans imparatoru İskenderiye’nin muhasarasına pek telaş ediyor ve: Arablar İskenderiye’yi alacak olurlarsa Mısır iklimi bütün elimizden çıkacaktır. Diyerek kuvvetli bir donanma hazırlıyor hatta kendisi de beraber bulunmak istiyordu. Fakat emeli hasıl olmadı. Hicretin . senesinde ve İskenderiye muhasarasının beşinci ayında vefat ederek tahlisına çalıştığı İskenderiye’nin feth olunduğunu işitmek meraretini duymadı. Zat-ı hazret-i hilafet-penahinin beyanname-i hümayununu müte’akib şehrimizde mukım İranlı kardeşlerimiz akd ettikleri muhteşem bir mitingde bütün kuvvetleriyle cihad-ı hazıra iştirake amade bulunduklarını söylediler; ittihaz ettikleri mukarreratı da İran kabinesiyle şeref-mukım bulunan müctehidin-i kiram hazeratına telgrafla bildirdiler. Taraf-ı vala-yı Meşihatle Darü’l-hilafe ulema-yı muhteremesi tarafından neşr ve i’lan buyurulan fetava-yı cihad ile beyannamelerin mealine gayesine kesb-i vukuf eden müctehidin hazeratı müte’akiben rimize hitaben neşr ve ısdar buyurdukları beyannanemelerle fetvalarda bu sırada Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’ye ve dolayısıyla bilcümle müslümanlara karşı ibraz-ı adavet ve husumet edip İslamiyeti mahv u inkıraza sürüklemek Şiilerin de ayaklanarak onlarla malen bedenen kalemen ve lisanen her ne suretle olursa olsun muharebe ve mücahedede bulunmaları vücubunu şiddetli bir lisan ile tebliğ ettiler. Çok geçmeden fetava-yı mezkurenin asar-ı fi’liyesi Irak’daki Şii kabail ve aşairi üzerinde görülmeye başladı. Her kabile kendi şeyhiyle beraber müsellah mücehhez bir halde meydan-ı harbe gitmek için hazırlanıp derhal yola düştüler. Müctehidlerle ulema dahi aşayirin önüne düşerek fiilen meydan-ı karzara gittiler. Aşayire mensub kadınlar bile erkekleriyle harbe iştirak etmek suretiyle arslan yavruları olduklarını alenen isbat eylediler. Şimali’de mütemekkin kabail ve mücahidin-i İraniyye birer birer Osmanlı kıtaatına iltihak ederek İslamiyet’in hasm-ı canı ve düşman-ı bi-emanı olan Moskoflara sell-i seyf-i intikam etmekten geri durmadılar. Bir iki aydan beri gece gündüz kuva-yı Osmaniyye ile birlikte Ruslarla harb ederek onları İran’ın en mühim şehirlerinden tard etmeye muvaffak oldular. Muharebat-ı mezkure esnasında Ruslar bilcümle nikat-ı mühimme ile istinadgahlarını erzak ve mühimmatlarını terke mecbur olarak firar etmeye başladılar. Muzaffer İslam ordusu Rusları ta’kıb ederek ve kasabalarıyla şehirlerini birer birer Rusların vücud-ı zalimanelerinden tathir eylediler. Oralarda Osmanlı ve rekze muvaffak oldular. En nihayet Tebriz yolunu tutup Ruslara göz açtırmaksızın şehre girdiler. Osmanlı kıtaatıyla İran mücahidlerinin her yerde hususiyle Tebriz’de nail oldukları hüsn-i kabul merasim-i meyecek kadar fevkaladedir. İslam mücahidleri gazileri gayet zarif ve muhteşem bir tarzda inşa edilmiş bir tak-ı zafer altında sufuf-ı müstakbilin arasından geçmişlerdir. Osmanlı İran bayrakları har ve samimi ve emsali na-mesbuk surette alkışlanmış ve Osmanlı zabitlerine küçük ma’sum kızlar tarafından çiçek demetleri buketleri takdim olunup o nezih ve saf duygular: Ulvi manzaralar binlerce huzzarı fart-ı sürur ile ağlatmıştır. Cenab-ı Hakk’a binlerce şükürler hamd ü senalar olsun. Daha birkaç gün evvel vahşi hunhar Moskof Kazaklarının murdar çizmeleriyle kirlenen bu mukaddes İslam yurdu bugün yine İslam mücahidlerinin mevcudiyetleriyle tathir olunmuş ve oralarda ahaliye ulema-yı dine müessesat-ı İslamiye’ye şeref ve namus-ı halka dakıka başında vesail-i şetta ile tahkıratta bulunan İslamiyet düşmanlarının mevcudiyetinden bir eser kalmamıştır. Üç sene evvel Muharrem’in onuncu gününde Moskoflar tarafından zalimane gaddarane pek feci’ bir surette i’dam edilen merhum Sikatülislam ile rüfekasının intikamları belegan ma-belağ alındı. Müstebid Rusya çarının yeğeni Miyandoab’da Sa[vu]çbulak konsolosu Urmiye’de telef oldular. Külliyetli top tüfenk malzeme Ruslardan Bugün Osmanlı ve İran arslanlarının veche-i azimetleri Culfa ve Kafkasya cihetleridir ki yakında mezkur mücahidlere iltihakları muhakkak olan Şahseven ve Karadağ aşiretleriyle İran’ın Site Şehri’nde gönüllü yazılan binlerce mücahidin yardımıyla İran cihetinden Moskoflara büyük bir hücum icra edilecek ve Rusları def’ ve tenkil ettikten sonra İslam orduları inşaallah Kafkasya’nın göbeğini teşkil eden Tiflis’de birleşeceklerdir. ahalisinin cihada olan şevk ve rağbet haberlerini de bir mezkurenin Kirman tarikiyle Belucistan’a gidecekleri tabiidir. Beluc kabailinin inzimam ve iştirakiyle Hindistan’a büyük bir akın icra edileceği mutasavverdir. İnşaallah dan hatır ve hayale gelmez hakıkı darbeler indirilecek ve Hilafet-i uzmanın İslamiyet’in azamet ve kudreti o kafirlere açıktan açığa tattırılacaktır. Görülüyor ki alem-i İslam içinde en hassas bir unsur teşkil eden İranlı kardeşlerimiz bu dakıkada ma’nen maddeten Osmanlı kardeşleriyle küffarın tecavüzatına karşı birleşip ulemalarıyla rüesa ve mücahidleriyle hutaba ve muharrirleriyle meydan-ı cihada atılmışlardır. tesinin neşriyat ve ifadat-ı bedhahane ve bedbinanelerine rağmen hakıkat-i hal kendisini gösterince Times bile hayrette kaldı. Gerek Times gerek İngilizler İslamiyet’in Afrika’da ve Asya’da daha şayan-ı hayret ve garabet cilvelerini de inşaallah yakında görmekle kibir ve azametlerinin vahi iddi’alarının hiçliğini öğreneceklerdir. “Haza min fazl-i Rabbi” Darü’l-Hilafe’de Sebilürreşad Ceride-i Aliyyesine BOSNA’DA İ’LAN-I CİHAD Darü’l-Hilafetü’l-aliyye’de cihad-ı ekberin i’lanı üzerine umum alem-i İslam galeyana geldi. Biz Bosna-Hersek müslümanları Hilafet’e olan merbutiyetimizi her an kıblegahı bulunan Hilafet-i İslamiye’ye karşı düşman-ı din-i mübin tarafından iş’al olunan naire-i harb hengamında da bedenen ve malen ifa-yı vazifeden geri kalamazdık. Alem-i İslam’ın her köşesine isal edilmesi lazım gelen fetava-yı şerife buraya dahi vasıl oldu. Dünkü Cuma günü ihtifalat-ı lazıme ile emr-i Meşihat-penahiye şerifenin aslı ve tercümesi lisan-ı mahalli ile okundu. Cuma namazı kılındıktan sonra hatib tarafından Sure-i celile-i Feth’in tilaveti esnasında minberin kapısı önünde ahz-i mevki’ eden reisü’l-ulemamız haremeyn-i muhteremeyn payelilerinden faziletli Hacı Mehmed Cemaleddin Efendi hazretleri minbere çıkmaya başladı ve her ayetin hitamında bir kademe ilerleyerek hatibin durduğu yere kadar geldi ve orada fetava-yı şerifeyi teberrüken dest-i ihtiramında tuttuğu halde tevakkuf etti. Kuran-ı Kerim’in tilavetini müte’akib ayağa kalktı ve makama münasib beliğ bir du’a okudu. Ba’dehu cema’ate karşı sebeb-i ictima’ını muhtasaran lisan-ı mahalli Cema’at-i müslimin; mahşerden nümune-nüma denilecek kadar kalabalık idi. Diyebilirim ki: Hiç bu kadar kalabalık görülmemiştir. Cema’at-i İslamiye’nin birçokları gözyaşlarıyla müstağrak olarak kaimen kemal-i huşu’ ve huzu’ ile istima’ ediyorlardı. Bu derece tevazu’ doğrusu ancak müslümanlarda bulunabilir. İki sa’at kadar devam eden bu ihtifalde İslamiyet’in imhasına sa’i olan üç devlet ile onlara zahir olan düvel-i sairenin İslamlara karşı ettikleri cefa ve namus-şiken ahvalden uzun uzadıya bahsedildi. Biz ki Hilafet’in mu’ini bulunan hak tarafdarı devletlerin zir-i himayesindeyiz bahtiyarız. Bu sa’adetin en büyük delilini de böylece alenen ifa-yı cihada icabet edebilmekliğimiz teşkil eder. Düşünmeli ki düvel-i muhasıma taht-ı idaresinde yaşayan müslüman kardeşlerimiz ne halde? Bunlar bizim gibi bir farizanın ifasında mükellef etmek isteseler ya kanı bahasına ifa ederler ya hiç edemezler ki her iki suret gerek dünya ve gerek ahiretce müşkildir. Bunu biz; himaye-i imparatoride ifa ettiğimiz maktan çekinmeyiz. Çünkü fetava-yı şerifenin evamirine tamamıyla ita’at edebiliyoruz. Vatanımızda ifasıyla muvazzaf olduğumuz hizmet-i askeriyyeyi eda etmekle bedenen icabetimiz mümkündür. Malen ise Hilal-i Ahmer i’anesine iştirak ile fariza-i cihadiyyeyi ifa ediyoruz. Şimdiye kadar devam eden harbde biz Bosna-Hersek müslümanlarından mevcudumuzun beşte biri saff-ı harbde bulunuyoruz ki hiçbir millet mevcuduna nisbetle bu kadar fedakarlık göstermemiştir desem yanılmamış olurum. Malen ne kadar fedakarlıklarda bulunduğumuz da meydandadır. Hem yalnız müslümanlar değil; bütün gazeteler gayri müslimlerin bile bu emr-i hayra iştirak etmelerini mu’lin beyannameler neşr ediyorlar. Ez-cümle Viyana’da teşekkül eden Hilal-i Ahmer Cem’iyyeti’nin –ki a’zaları hep nazırlardan ibarettir– Novye Fraye Peresse’de neşr ettiği beyanname şayan-ı dikkattir: “Karadeniz ve Çanakkale Boğazı’nda düşman mermilerinden husule gelen sis arasından güneş parladı. Hilal’in nevvar çehresi arz-ı didar-ı ibtisam eyledi. Onun zir-i cenahında sekiz yüz bin müslüman süngüsü göründü. meydan-ı cihada atıldı. Bunların kimisi peder kimisi kardeş kimisi oğul.. Aynı maksad için bizimle beraber yek-vücud bir kitle gibi çalışıyorlar bu uğurda feda-yı can ediyorlar. Reva mıdır ki; bunlar böylece istihkamlara gömülü oldukları halde düşmana kışa ve her musibete karşı göğüs gersinler de biz burada rahatca imrar-ı evkat edelim; tabii değil. İşte bizim müttefikimize ittifakımızın kuru bir şekilden ibaret olmadığını göstermek için Hilal-i Ahmer i’anesine iştirakimiz lazım. Her ne kadar bizim de bu gibi i’anelere ihtiyacımız şedid ise de i’tibar i’aneye değil i’ane verenlerin çokluğunadır ki asıl maksad da budur bu hüsn-i uhuvvettir. İleri daima ileri! Ta ki nevvar hilali İslam Afrika ve Asya’nın göbeğine dikinceye kadar daima ileri!” Müslümanlar için aynı zamanda İslamiyet için ne bahtiyarlık biz ki şimdiye kadar za’if idik sebebi aramızdaki tefrika-culuk idi. Şimdi ise ahvalin şedaidi mesaibin kesreti aklımızı başımıza getirdi. Kusurumuzu anladık. Çalışmaktan başka çare-i necat olmadığını ra’ye’layn gördük. Bu suretle Cenab-ı Hak da bize medeniyet-i hazıranın iki devlet-i kaviyyü’ş-şekimesini müttefikimiz kıldı. Bundaki hikmetin derecesini ta’yinden aciz olduğum ki: Bu fırsatı ganimet bilerek bundan istifade edebilirsek bu suretle yalnız mevcudiyet-i ma’neviyyemizi değil İslamiyet’i muhafaza edebileceğiz ki ayet-i celilesinin mazmununa ma-sadak olarak hareket etmiş olacağımız için Cenab-ı Hak’dan nusret istemek de hakkımız olur. Şüphesiz ki nusret-i ilahiyye bize ve müttefiklerimize yar ve zahir olur nasıl ki asarı nümayandır. Safer sene Muhterem efendim Ben çocuklarımın tahsiline meraklı bir babayım. İki oğlum var: Birisi on iki yaşında diğeri de dokuz. Büyüğünün derslerini her gece kendim öğretiyorum. Küçüğünün derslerini de büyüğüne müzakere ettiriyorum. Dün akşam küçüğün tarih dersi müzakere olunuyordu. Çocuğun elinde mekatib-i ibtidaiye ve Sultaniye sınıflarına mahsus olmak üzere taraf-ı alinizden yazılan ve “Müslümanlığı ilerleten Osmanlılar için çalışan büyük adamlarımız”ı rakam sırasıyla gösteren Tarih Okuyorum ünvanlı kitabınız vardı. Ders . sayfada . sıra rakamında bulunan Salahaddin-i Eyyubi hazretlerinden başlıyordu. Çocuk onu kardeşine anlattı. Sonra sıra . ye geldi: “Cengiz Han”! Çocuk yine kitabın başındaki mukaddimeyi tekrar ederek “Müslümanlığı ilerleten Osmanlılar Cengiz Han’dır.” diye Cengiz’in büyüklüğünü anlatmaya başladı. – Dur oğlum dedim burada bir yanlışlık olacak! Bu herif putperestin biridir. Müslümanlığı ilerleten Osmanlılık münasebet ve mecburiyet olmadığı halde nasıl girmiş?.. Müslümanlığı ilerletmek değil Müslümanlığı müthiş bir surette perişan edenlerin en birincisi bu mel’undur. Osmanlıların ceddi de bu mel’unun şerrinden kaçarak kurtulmuş da bu devleti teşkil etmişlerdir… Çocuk hayrette kaldı: – Madem ki öyledir dedi bu kitabı yazan zat neye bu herifi onların arasına katmış? Bunun müslüman olmadığını bizim devletimizin ecdadı bunun şerrinden kaçarak kurtulduğunu bilmiyor muydu? – Bilmesi icab ederdi. Fakat bir sehv-i tertib olsa gerek!.. Sen geçen sene Küçük Tarih-i Osmani okumuştun. O kitabı bul da getir sana bir şey göstereceğim. Çocuk kütübhaneyi karıştırarak bulup getirdi: – A Bey baba bunun da üzerinde Ahmed Refik yazıyor. – Öyle ya bu da onun kitabı unuttun mu?.. Aç bakayım baş taraflarını! Biraz karıştırılınca icab eden sayfa bulundu. Oku bakayım şurdan. Çocuk okumaya başladı: “Asıl ismi Timuçin iken sonraları Cengiz Han namını alan Tatarların reisi Cengiz Han gayet merhametsiz na saldırdığı sırada bütün kabileler kaçmaya başlamıştı. Ceddimiz olan Türkler de Cengiz’in yüzünden Asya’dan çıktılar reisleri Şah ile Anadolu’ya geldiler…” A Bey Baba bu nasıl şey? Bu gayet merhametsiz bir adam imiş! Ecdadımız onun yüzünden memleketlerimizi terk etmiş kaçmışlar. Şimdi aklıma geldi. Geçen sene hocamız da demişti ki: Bu Cengiz mel’unu kadar kan döken bir zalim dünyaya gelmemiştir. – Öyle ya. Bu hem İslam düşmanı idi hem Osmanlıların ecdadının düşmanı idi hem de insan düşmanı idi. Bunun yaptığı fenalıkları tarihler yazmakla bitiremez. – O halde niçin halifelerin İslam kumandanlarının sevgili padişahlarımızın sırasında bunu da yazmış? – Onu ben de anlayamadım. İhtimal bir yanlışlık olmuştur. Bu zalim putperest herifi o e’azım-ı İslam arasına niçin kattığını ben kendisinden sorarım. Siz orasını böyle belleyin de alt tarafına geçin… Şimdi on günden beridir çocuk her gece soruyor: – Bey Baba! Hani soracaktın? Sordun mu?... yazıyor çocuğun sualini nazargah-ı müdekkikanelerine arz ediyorum. Ben va’adimi yerine getirdim. Artık cevap verip vermemek zat-ı alilerine aittir. Bakı ihtiramatımın kabulü rica olunur efendim. Kafkasya’daki kıtaatımız hududda ehemmiyetli kuva-yı imdadiyye almış olan düşmanla birkaç günden beri şiddetli muharebeler icra etmektedir. Kafkasya’da kıtaatımız mütefevvik kuvvetlerle taarruz eden Ruslara karşı mevzi’lerini mu’annidane bir surette müdafa’a etmektedir. Düşmanın kolordularımızdan birinin cenahını çevirmek hususundaki teşebbüsatı akım bırakılmıştır. Kanunievvel: İngiliz Mısır kuva-yı işgaliyyesinden bir mikdar hecin süvarileri bu def’a da ileri karakollarımıza Azerbaycan’da büyük ve yeni bir muvaffakiyet ihraz ettik. Kıtaatımız mücahidin-i İraniyye son iki nikat-ı istinadiyyesi olan Tebriz ve Selmas dün miş olan Ruslar bu her iki mevki’i firar suretinde tahliye etmişlerdir. Hoy’un garbında süvarimizle düşman süvarisi arasında vuku’ bulan müsademede düşman birkaç maktul ve mecruh bırakarak tard edilmiştir. Bugün Safir namındaki Fransız tahte’l-bahri Çanakkale medhaline sokulmaya teşebbüs etmiş ve derhal mağruk olmuştur. Mürettebatından bir kısmı tarafımızdan esir edilmiştir. Dün Çanakkale Boğazı medhali ilerisinde batan Fransız tahte’l-bahri Safir hakkında atideki tafsilat i’ta olunur: Anlaşıldığına nazaran mezkur tahte’l-bahr medhale görünmeden yaklaşmak maksadında cesinde mahv olmuştur. Mürettebattan ber-hayat kalanları kurtarmak hususunda tarassud botlarımızın bütün mesa’ilerini sarf suretiyle gösterdikleri gayret Osmanlı Hükümeti’nin düşmanlarımızın insaniyete muhalif harekatına karşı asilane bir cevap teşkil eder. Şattü’l-Arab’da İngilizlerin tahkimatına karşı yapılan bir gece ta’arruzunda düşman tamamıyla baskına uğratılmış ve takriben kadar maktul ve mecruh verdirilmiştir. Kurna civarında bir düşman süvari bölüğü bir piyade müfrezemize baskın icra etmek teşebbüsünde bulunmuş ise de bu ta’arruzu bir ganbotun ateşiyle himaye olunduğu halde bile telefat-ı külliyye hazret-i padişahi uhdeme tevdi’ edilmiştir. Vatanım içinde pek hususi ve hürmetkar bir muhabbetle sevdiğim ve seviştiğim bu mübarek toprağın muzafferen müdafa’a edilmesi ve İslam sancağının Irak evladları hamasetiyle i’lası şerefine beni de teşrik edeceği Askerler ve muhterem Irak mücahidleri Sizler daha toplanmaya bile vakit bulmadan bir avuç kahraman cüz’ünüz düşmanlarınızın ayağlı askeriyle aylarca pençeleşti. Yalnız bu bir avuç kahraman bu mübarek toprağın ma’neviyetiyle lerzan olan düşmanınızı durdurabildi. Çünkü biz Kuran’ı müdafa’a ediyoruz. Onlar Mısır’daki Hindistan’daki müslüman kardeşlerimiz esaretlerinden zencirlerden kurtulmasın Kuran yeryüzünden kalksın! diye çabalıyorlar. Biz atebat-ı mübarekeyi müdafa’a ediyoruz. Onlar hasis bir menfa’at-i ticaret için bütün mukaddesata saldırıyorlar. Ey muhterem Irak mücahidleri Sizin bugün her tarafdan coşan galeyan-ı cihadınızdan rinden geçmedikçe atebat-ı mukaddese onların pay-ı mülevvesi altında çiğnenmeyecektir. Irak dinini şerefini mukaddes toprağını muzafferen müdafa’a edecek; muhitlerden İngiliz esaretiyle inleyen zavallı müslümanların Askerler Ecdadınızın kanını İslam cesaretini gösteriniz bütün ordularımız düşman hududlarında erkekce muzaffer oluyorlar lar. Üç aylık yollardan din kardeşleriniz size mu’avenete koşuyor. Artık bir avuç kumanın karşısında zebunane duran ma’aşlı asker mahv olmalıdır. Nebiyy-i zişanımız küffarın Ceziretü’l-Arab arz-ı mukaddesinden tardına bizi hususiyetle me’mur ediyor şaşkınlık günleri geçti. Şimdi ta’arruza hazırlanınız. Uluhiyet-karin-i nam-ı kudsi-i Risalet-penahi üç yüz elli milyon müslümanın ruhunda şa’şaa-paş-ı hidayet olan Seyyid-i Kainat efendimiz hazretlerinin sene-i devriye-i veladet-i hümayunlarını idrak ile bahtiyar olan ve bugün Allah’ın inayetine ve onun meded-i ruhaniyyetine mine arz-ı tebrikat ederiz. Tercüme-i Meal-i Celili “Size ne oldu ey mü’minler ki: Allah yolunda mukatele ve muharebe etmiyorsunuz? Hususiyle din kardeşlerinizden zu’afa-yı rical ve aceze-i nisvanı ve etfali zebun-ı pençe-i kahr u esareti bulundukları müşriklerin ta’zib ve ri ki: Fart-ı hüzn ü kederle “Ey rahmeti tenahi şanından münezzeh ve müte’ali olan Rabbimiz! Biz za’if kullarını ahalisi zalim ve müşrik olan bu memleketten kurtar bize kendinden: Kendi lutf ve merhametinden bir hami ve zahir gönder bize kendinden; kendi kuvvet ve izzetinden bir nasir gönder!” diye gece gündüz yalvarmakta feryad ü istimdad etmekte.” le Mekke-i Mükerreme’nin fethinden evvelce şeref-nüzul etmiştir. Gerek za’f ve fakr gerek men’ ve zecr yüzünden Mekke-i Mükerreme’de mahbus ve bütün ma’na-yı feci’iyle esir kalmış azab ve ukubetin enva’ıyla inim inim de işkencelere duçar edilen– evladlarıyla beraber göstererek düştükleri bu cehennemi felaketten kurtulmak yaşları içinde nasıl du’alar etmekte nasıl yalvarmakta olduklarını anlatarak gayret ve hamiyetlerini hamiyet-i diniyye ve milliyyelerini tahrik ediyor kanlarını ateşlendiriyor kalblerine gayz u intikam alevleri serpiyor: “Ne oluyorsunuz? O meyl-i batalet ve atalet ne!.. Nafile nafile! Sizi cihaddan sa’y ve amelden afv etmeyeceğim. yı ihvanınızı yürekler parçalayacak işkenceler ukubetler veylaları bargah-ı uluhiyyeti sarsıyor. Gidiniz Mekke’nin fethine! Koşunuz o mazlumların imdadına!” Bugün makam-ı mu’alla-yı Hilafet’iyle Ka’be-i ulya-yı tevhidiyle Ravza-i mutahhara ve mu’attara-i seyyidü’l-enamıyla aleyhisselatü vesselam beraber bütün alem-i İslam’ın üzerine üç azgın devlet üç çılgın millet üç vahşi ve akur hükumet çökmüş mahvetmeye Kuran -ı hakimi kelime-i tevhidi yeryüzünden kaldırmaya çalışıyorlar milyonlarca din ve millet kardeşlerimizi mülevves murdar çizmeleri altında eziyorlar mukaddes hilal-i tevhide hak ve adle insaniyet ve medeniyete karşı cebren ve kahren sürükleyerek kendi dinlerine ulu Peygamber’lerinin mukaddes sancağına kurşun attırıyorlar. Dereler gibi kanlarını döktürüyorlar. Başmuharrir nüzul olmuş olan aynı ayet!... İtab aynı!... Emir aynı!.. Hal –daha vasi’ pek vasi’ mikyas-ı felakette– aynı!... Mısır’da Tunus’da Cezayir’de Fas’da Kafkasya’da Türkistan’da Hindistan’da milyonlarca üsera-yı ihvanımızın teşkil ediyor. Enin ve vaveylaları Arş-ı ehadiyyeti sarıyor. Bu müstesna günde gayretin fedakarlığın mertliğin yüzde altmışı Serir-i Hilafet-i İslamiye’yi dört asırdır omuzlarında taşımakla müftehir bulunan Hazret-i Ertuğrul’un evladından bekleniyor. Çünkü Harameyn-i Şerifeyn’i onlar aguş-ı tekrim ve ta’zimlerinde taşıyor. Bütün alem-i İslam’ın metbu’-ı dini ve muta’-ı şer’isi onlar! Ey metbu’-ı meşru’umuz! Ey veliyyi’n-ni’met-i ihtidamız! Bütün alem-i İslam’ın girye-bar gözleri size mün’atıf kolları size uzanmış istimdad ediyor. Hazret-i Selim’in ruh-ı paki fevkinizde! Yed-i yemin-i şehametiyle Mısır’ı yed-i yesar-ı kahr u celadetiyle Kırım’ı Kefe’yi Volga sahillerine kadar Kafkasya’yı gösteriyor ma’şuka-i ruhu olan “İttihad-ı İslam!” Hindistan! diye haykırıyor. Osmanlıların o dünyalara neşr-i tevhid eden ulu hakanı birinci mu’azzam Halife-i İslam’ı ruhen size riyaset ediyor. O şa’şaası çeşm-i cihanı kamaştıran devr-i cihangir-i Selimi bütün ihtişam ve azametiyle bütün celalet ve şevketiyle avdete hazırlanıyor. Hilal üç yüz yetmiş milyon muvahhidin ma’şuka-i vicdan u imanı mukaddes Hilal sema-yı ulviyyetinden Kırım’a Kafkasya’ya Mısır’a Türkistan’a Hindistan’a Cezayir’e Tunus’a Fas’a aguş-ı şevket ve iclalini açıyor. Fakat çalışınız ve bizi tav’an ve kerhen çalıştırınız. Sizin sa’adetiniz İslamiyet’in!... Sizin te’ali-i şan u şevketiniz İslamiyet’in!... Size bütün cihan-ı İslam muti’! Feda! Lakin çalışınız ve çalıştırınız! Meal-i Şerifi Cabir bin Abdillah radıyallahu anhin şöyle dediği rivayet olunuyor: Uhud günü idi. Asker bozulup herkes yüz çevirmişti. Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellem Ensar’dan on iki kimse ile bilikte bir kenarda idiler bu on iki kimsenin Talha bin Ubeydullah da var idi. Müşrikler bu cema’ate yetiştiler bunun üzerine sallAllahu aleyhi ve sellem dönüp: “Bu heriflere kim karşı çıkacak?” buyurdular. Talha “ Ben ya Resulallah!” dedi. Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellem: “Hele sen dur!” buyurdular. Ensar’dan biri: “Ben Ya Resulallah!” dedi. “Peki sen.” buyurdular. O zat savaştı. Nihayet katl olundu. Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellem dönüp baktılar ki yine müşrikler orada. Yine: “Bunlara kim karşı çıkacak?” diye sordular. Yine Talha “Ben ya Resulallah” dedi. Bu def’a da “Hele sen dur” cevabını aldı. Öteden bir Ensari “Ben ya Resulallah” dedi.” “Evet sen” cevabını aldı. Ve katl olununcaya kadar cenk etti. Ondan sonra Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellem her def’asında bu sözü tekrar ettikçe küffara karşı bir Ensari çıkıp kendisinden evvel çıkan zat gibi döğüşür akıbet katl olunuyordu. Nihayet yalnız Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellem ile Talha bin Ubeydillah kaldı. Yine Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellem: “Bu heriflere karşı kim çıkacak?” deyince Talha “Ben Ya Resulallah” deyip cenge tutuştu. Ta ki elinden vurulup parmakları kesilince “acısından “İşiş!!” dedi. Bunun üzerine yine Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellem: “Eğer işiş diyecek yerde Bismillah diyeydin bu halkın gözü önünde melekler seni semaya ref’ ederlerdi” buyurdular. Ondan sonra da Hak tea’la müşrikleri oradan def’ etti. Bu hadis-i şerif Sünen-i Nesai hadislerindendir. Her kim bir gaziyi techiz ederse ya’ni esbab-ı seferini verip yol salarsa gaza etmiş olur. Kezalik her kim bir gaziye ailesinin işine bakmak için hayr ile halef olursa gaza etmiş olur. Bu hadis-i şerif Sünen-i Nesai hadislerinden olup ravisi Zeyd bin Halid El-Cüheni radıyallahu anhdir. Meal-i Şerifi Her kim bir gaziyi başkasına muhtac olmayacak kadar techiz ederse o gazi ölünceye kadar veya dönünceye kadar her ne ecre nail olursa o da onun kadrine nail olur. Hadis-i şerifin ravisi Abdullah bin Ömer radıyallahu anhdir. Muharrici İbni Mace’dir. – – ay sürdü. Fethin gecikmesi dolayısıyla halife hazretleri serdara bir mektup gönderdi ki “İki seneden beri Mısır fethini bitiremeyişinize taaccüb ediyorum. Muzafferiyetin te’ahhuruna mutlaka ahvalinizin tebeddülü sebeb olmuştur. Cenab-ı Hak ancak sıdk-ı niyyet sahibi olanlara nusret ihsan eder. Ben sana dört kişi göndermiştim ki her biri yüz cengavere karşı durabilirdi. Mektubumu alınca ma’iyyetine bir nutuk iradıyla kendilerini cihada teşvik et ve sabr u sekinet tavsiyesinde bulun. Bir de o dört kişiyi kumandan ta’yin ederek umumi bir hücum yaptır bu hücumu da Cuma günü zevali vaktinde icra ettir ki o zaman icabet ve rahmet vaktidir.” mealinde idi. Amr bin el-As halifenin emri mucebince askeri teşvik ve teşci’ eyledikten sonra liva-yı İslam’ı Ubade bin es-Samit’in eline tevdi’ etti ve yirminci sene-i hicriyye Muharremi Bu savlet-i cansiperane karşısında şehri müdafa’a eden Rumların kuvve-i ma’neviyesi kırıldı. Burclar barular üzerinden birer ikişer sıvışıp başlarının kaygısına düştüler ve ahaliden atik davrananlarla birlikte gemilere atlayıp sahilden uzaklaştılar. Kale kapıcılarından olup da müdafi’lerin savuşması dolayısıyla ne yapacağını şaşıran İbni Besame namında biri burc üzerinden mücahidlere seslendi ve kendisiyle açacağını söyledi. kılıçlarının parıltısı arasında girildi. Sahilde bulunan yüz bu kadar cesim gemi üst üste olmak üzere içine dolan binlerce halkı alıp denize açılmış gemilere binemeyen Rumlarla ahali-i asliyyeden olan Kıbtilerden altı yüz bu kadar bin kişi de teslim olmaya mecbur kalmıştı. Amr bin el-As bir lutf-ı mahsus olmak üzere bunlara da nüfus başına senevi iki altın cizye ta’yin etti. Fazla olarak arazilerinden de harac namıyla bir vergi alacağını söyledi. ölümden ve esaretten kurtulduklarına müteşekkir ve müslümanların düşman-ı mağlublarına gösterdikleri ulüvv-i cenaba mütehayyir kaldılar. Fetih esnasında Rumlardan bazıları şehirden çıkmış ve çöle doğru savuşup kaçmıştı. Amr bin el-As İskenderiye’de cüz’i bir kuvvet bırakıp firarilerin ta’kıbine çıktı. Serdar-ı galib ile muzaffer ordusunun gaybubetini – alan Rumlar gemilerini çevirip İskenderiye’ye geldiler ve muhafızlardan bazılarını öldürüp bazılarını geri çekilmeye mecbur ettiler. Amr bin el-As şu hadiseyi işittiği gibi koşup geldi ve o gemi arslanlarının çabuk davrananlarını sefinelerine atik olmayanlarını da denizin dalgaları arasına kaçırdı. Bundan sonra haber-i fethi makam-ı Hilafet’e –bilahare Mısır valisi olan– Muaviye bin Hudeyc ile yolladı. Faruk-ı a’zam hazretleri bu müjdeyi işitince secdeye kapanıp nasırü’l-müslimin olan Cenab-ı Hakk’a arz-ı şükran etti. Amr bin el-As İskenderiye’nin ümran ve intizamını görünce Mısır’ın merkez-i idaresi yapmak ve orada ikamet eylemek istemiş bu hususda da halife hazretlerinden Cenab-ı halife Amr’ın istizanı üzerine arada deniz bulunup bulunmadığını sormuş ve Nil’in hengam-ı feyezanında bazı ovaların deniz halini aldığı bildirilince: –Aramıza deniz giren bir yere müslümanları iskan etmeni Kufe valilerine de “Aramızda deniz olmasın ki deveme bindiğim gibi yanınıza gelebileyim” mealinde bir ta’mim yollamıştı. Emr-i halife mucebince Amr bin el-As İskenderiye’den kalktı ve bugün Kahire civarında namına mensub cami’in mebni bulunduğu mahalle çadırını kurup oturdu. Arapça’da çadıra fustat denildiği cihetle Amr’ın fustatı kurulan ve git gide ma’mur bir kasaba halini alan o mevki’e de Fustat namı verildi. Mısır ve bilhassa İskenderiye’nin memalik-i İslamiyye aradan yüzlerce sene geçtiği halde yüreklerindeki yara bir türlü unutulup kapanmamıştır. Buna binaendir ki Mısır ve İskenderiye fethinden bahsettikleri sırada Ömerü’l-Faruk hazretlerinin emriyle İskenderiye Kütübhanesi’ndeki kitapların Amr bin el-As tarafından hamamlarda yakılmak suretiyle imha olunduğunu yazarlar da o şanlı zaferi şu suretle kirletmek isterler. Hatta Medeniyet-i İslamiye Tarihi ünvanlı kitabın muharriri müteveffa Corci Zeydan bile bu garaz-ı muta’assıbaneden kurtulamamış ve eserinin ekser kısmında yaptığı gibi suret-i haktan görünerek müselsel ve mutavvel ibarat ile isnad-ı vakı’ı te’yide çalışmıştır. Müverrih-i müdekkik Diyarbakırlı Said Paşa merhumun bu hususda verdiği ma’lumat o rivayet-i müzevvereyi red ve ibtale kafi bulunduğundan aynen eylemek istedim: “İskenderiye Medresesi’nde felasife taraflarından tedris olunan dersler diyanet-i Mesihiyye’nin tağlit ve tahrib ve kütübhane kitaplarla beraber ihrak olunduğu tarihçe sabittir. Hazret-i Ömer’in Hilafet’i zamanında Amr bin el-As istizan ettikten sonra İskenderiye Şehri’ndeki mektepleri ihrak ile şehr-i mezkurda bulunan dört bin hamam altı ay müddet şu kitaplarla kızdırıldığını sıhhat olmadığı tahkıkat ve edille ile sabittir. İskenderiye kasır ve kütübhanesi Kayser’in havali-i Mısriyye gazası esnasında muhterik oldu. Diocletianus İskenderiye Şehri’ni nehb ettirmiş ve Theodosius zamanında Serapeion Mektebi hedm olunmuş idiği tarihlerde mezkur olup Koryom Medresesi’ne müte’allik bir şey zikr olunmamış Kayser ikinci Theodosius zamanında İskenderiye’deki nadir kitapların kaffesi vilayata nakl olunmuştur. Patrik Kyrillos ve Marşiyanos zamanlarında İskenderiye’de müverrihlerin rivayetine göre Amr bin el-As’ın fethinden otuz sene mukaddem İskenderiye’de mektep kalmayıp mekatib-i kadime kitaplarından Aristo te’aliminin şerhine dair yalnız kırk cild kitap kalmıştı. Bu rivayatın cümlesi İskenderiye’deki mektepler feth-i İslam’dan mukaddem harab olduğunu isbat eder. Tetkıkata nazaran tarihce sabit oluyor ki İskenderiye’nin fethinde kütübhane külliyen ihrak olunmayıp ol vakit Aristo’nun te’alim-i fasidesine dair Foryom Medresesi’ndeki kırk cildden başka kitap namına eser na-mevcud idi. Müverrihin-i İslamiye taraflarından yazılmış olan ümmehat-ı tarihi bu abd-i aciz birer birer gözden geçirdim. ümmehat-ı merkumede hiç bir bahse tesadüf etmedim. Usulü’l-Ma’arif sahibi Mısırlı Refa’a Bey Ebü’l-Fida’nın rivayet eylediği bir bahsi kitabına derc-i vird etmiştir ki o bahs şudur: “Amr bin el-As İskenderiye’nin fethinden sonra orada bulunan kütübhanedeki kitaplar hakkında ne mu’amele edeceğini Hazret-i Ömer radıyallahu anh efendimizden cild kitap ihrak olunup İskenderiye’de bulunan hamam altı mah müddet o kitaplarla kızdırılmıştır.” Bu hikaye Ebü’l-Fida’nın bize vasıl olmamış bir eserinde mezkur ise orasını bilemem. Hamam sahibi Ebü’l-Fida’nın yedimde mevcud tarihinde bu bahsi göremediğim gibi Dımaşkı Ebü’l-Fida’nın Tarih-i İbni Kesir diye ma’ruf olan kitabında dahi öyle bir bahse tesadüf edemedim. Mamafih hikaye-i mezbure tarihlerde münderic olsa bile muvazene ve tetkık olunsa altı ay günü havi olup eyyam-ı mezkurenin aded-i hamam olan dört bine hasıl-ı darbı adede taksim olmasıyla cild adede taksim olunduğu halde her hamama günde yarım cild isabet eder. Yarım kitap ile –değil ki bir hamamın akşama kadar kızdırılıp işletilmesi– bir tencere su bile kaynatılması mümkün olamayacağı bedihidir. Bu muvazene hikaye-i mezkurenin serapa masnu’ olduğunu isbata kafidir. Katib Çelebi ve Nasırü’t-Tevarih sahibi gibi bazı müteehhirinin bu mebhase dair yazdıkları sözlerin hiç birisi ümmehat-ı tevarihe müstenid değildir. Rivayet-i mezkurenin menşe’ ve me’haz-i intişarı merkum İbnü’l-İbri’nin eseridir. İşbu İbnü’l-İbri Fransızlarca Ebü’l-Ferec diye ma’rufdur. Paşa merhum bu İbnü’l-İbri nam-ı diğer Ebü’l-ferec’e dair de şöyle bir haşiye tahrir ediyor: “İşbu Ebü’l-ferec Asya-yı Suğra’da vaki’ Malatyalı Heron bin Toma namında bir Yahudinin oğlu idi. Asıl edip evail-i halinde babası Toma’dan fenn-i tıb okuduktan sonra Antakya’ya azimet ve orada kabul-i Nasraniyet etmiş ve millet-i Ya’kubiyye ulemasından Süryani ve Arabi ve Yunani lisanlarını öğrenip bir müddet Antakya’da milleti riyaset-i ruhaniyyesinde bulunmuştur. Birisi Süryani ve diğeri Arabi lisanı üzere iki büyük tarih-i umumisi vardır. Arabi lisanıyla muharrer tarihi Latin lisanına tercüme olunarak sene-i miladiyesinde Oksford’da ve Süryani lisanındaki tarihi sene-i miladiyesinde Leipzig’de tab’ olunmuştur.” sene evvel İslam ordusunu muzafferen Mısır kıtasına eyleyen cenab-ı Hakk’ın bu def’a da yine o kıt’ayı İngilizlerin yed-i gasbından kurtarmaya azm eden cünud-ı müslimine muvaffakiyet bahş olmasını ümid ve temenni Nil’in bestekar-ı ahzanı Mısır’ın şanlı kahramanı Mısırlıların büyük enmuzec-i şehamet ve fedakarisi ittihad-ı Mustafa Kamil budur. Mustafa pek az insanlara nasib olan pek hararetli bir aşk-ı mukaddes ile yanıyor ve dünyanın cennetinde zencirler içinde inleyen ma’şuka-i vicdanının halası için bütün vatandaşlarının yüreklerini o aşk-ı mukaddesin alevleri o imanın nurları ile suzan etmek için çalışıyordu. Mustafa’nın pek müessir bir cazibe-i lisaniyyesi vardı. Onu bir def’a dinleyen onun meczubu olur idi. Çünkü Mısır’ın bütün amali onun ruhunda parlıyor o ruh bir afitab gibi bütün ruhları nurlandırıyor idi. Mustafa; “Kalbim soldan sağa intikal etse Ehramlar yerinden oynasa ben yine cihadımdan geri kalmam” diye pek kuvvetli bir Mustafa’nın ruhunu bütün safvet ve samimiyetle bütün kahramanlık mezayasıyla görmek isteyenler mutlaka onun Mes’ele-i Şarkiyye sini mutlaka birkaç nutkunu okumalılardır. Mustafa Kamil’in ruhu Avrupa’nın desais-i hafiyye-i iblisanesi üzerine o kadar muşa’şa’ bir nur-ı intibah değildir. Mustafa’nın on dokuz sene evvel “İngiltere İslamiyet’in dünkü bugünkü ve yarınki ebedi düşmanıdır.” terane-i hatifanesi kulağımda daima çınlar; İngiliz namını her ne vakit duyarsam alevlenir pür-hiddet bir vaz’iyyet-i düşmanane alırım. Çünkü o isimde gizli bir ruh-ı redaet vardır ki nefrine ve ölüme şayandır. Mustafa işte bu ruh-ı redieyi boğmak öldürmek uğrunda şehid olan Mısırlıdır. Mustafa bunun için gece gündüz çalışan daima çalışan; “Mısır bagılerin mezarıdır.” diye proğramında katileyi vurmak için mütarekesiz bir harb açan serdar-ı millettir. Mustafa İngiltere’yi Mısır’ın kızgın çöllerinin laciverd seması altında açılan her istibdadı yutan bermukteza-yı adl-i ilahi mahkum-ı ınkıraz milletlere kazılan makber-i cehennemiye diri diri gömmek; onu orada en dil-suz azablarla ateşlerle yakmak intikam-ı İslam’ı almak; sonra tarihin okunmayan sahifelerine bir laşe gibi defn etmek için çalışan fakat bi-vefa ömrünün hıyanetiyle bu uğurda şehid olan büyük bir müslümandır. Mustafa: Ma’neviyeti yıpranmış müthiş bir ta’zibin bir istibdadın zebunu olmuş ma’neviyeti adeta ölmüş bir milletin diriltici ve kurtarıcı dahi-i vatanperveridir. O “deha” bu milleti kurtardı onun kalbinde bir aşk-ı mukaddes alevledi muhtasar imanını nurlandırdı. Artık Mustafa’nın takdir-i dehasını deha-şinaslara bırakmak Mustafa: Ruhunda beslediği emellerin tahakkukunu görmeden uful etti. Fakat istikbalden emin olarak vazife-i deha ve kahramanisini ifadan mütevellid bir inbisat-ı ma’nevinin refrefleri arasında lahuta yükseldi. O ruh-ı milletin serir-i azameti olan gençliğin duşünde kaldırıldı. veda’ıyla kabrine o Mısır için ebedi bir abide-i kahramani olan meşhed-i mu’allasına milletin şehik-ı matemi arasında konuldu. Mustafa Kamil’i her şarklı ba-husus her müslüman bir mukteda addetmeli; onu okumalı ve anlamalıdır. Fakat maalesef te’arüf-i İslam mes’ele-i mühimmesi le hemen hemen kopacak derecede gevşediğinden biri birimizden istifadeye vicdanlarımızı tevhide hiç çalışmamışız. Biz içimizde parıldayan muşa’şa’ dehaların kıymetini bilmiyoruz. Avrupa’nın bir çok şairlerini kahramanlarını bildiğimiz halde ahlafımıza numune-i imtisal daha doğrusu yegane hatıramız olarak kalacak miras-ı ebediye onları bigane bırakıyoruz. aziz hatıralardan daima canlı hatıralardan birisi de Mustafa Kamil’dir. Mustafa Kamil alem-i İslam’ın ruhu mesabesinde olan Mısır’ı o pek aziz pek sevgili Mısır’ı İngiliz pençe-i landırmak; orada İngiliz mel’aneti İngiliz ceberut-ı mütemerridanesi yerine cenah-ı kudsi-i Hilafet’in saye-i nevvarını yaymak emel-i ulvisi uğurunda son derece fedakarane evet o Mısır için yüzlerce sene lazım olan şebabeti feda ederek mücahede etti. Onu ne İngiliz zindanları yıldırdı. Ne İngiliz donanması korkuttu ne de İngiliz rağmen cihad ve sebat etti. Mustafa Kamil ittihad-ı İslam’ın en büyük ulü’l-azm kahramanlarındandır. Va esefa ki arz-ı mübareke-i Hicaz onun hitab-ı ulvisinden mahrum oldu. Evet Mustafa tam Mekke-i Mükerreme’de alem-i İslam’ın her tarafından gelen yüz binlerce hüccac arasında o cazibedar ve uyandırıcı hitabeleriyle bir cereyan-ı ittihad bir cereyan-ı bir ölüm... Mustafa’nın bu mes’ele hakkında çok mühim yazıları pek ali fikirleri vardır. Fakat o fiilen işe başlamak istiyordu. O dinimizin en mühim erkanından olan hacc-ı şerifin evet o ittihad-ı İslam’ın küçük ve kudsi bir tezahür-i fi’lisi olan o feyizli ictima’ın bütün İslam memleketlerine Fakat ömrü vefa etmedi. Mustafa Nil şairi Şevkı’nin: Diye başlayan ve serapa milletin sinesinden kopan neşide-i muhalledesiyle Mısır’ın o ma’şuka-i vicdanının aguş-ı ebedisine gömüldü; milletin sinesinde cavidani hayatı yaşamaya başladı. Bu ayet-i kerimeyi okuyunca bütün tarih-i İslam gözümün önünde canlanıyor onun zinde ve vakur peri-i temsil eden o peri-i pür-azamet bütün cazibe ve güzelliğiyle aşk-ı vicdanımı alevliyor ruhumu nurlandırıyor Cenab-ı Hak o belagat-i lahutiyyesiyle müslümanların hiç bir vakit kafirlerin esiri olmayacaklarını küfrün buyuruyor. Şimdi bütün felaketlerimizin esasını bütün feca’atiyle görüyorum. Hastalıklarımızın en dehşetlisini müşahede ediyorum..... Biz marizü’l-kalb imişiz Allah’ın buyurduğu gibi mü’min değil imişiz. İşte sukutumuzu ta’cil eden yara bu imiş. Ecdadımızı en yüksek şahika-i medeniyyete her zaferi her terakkısi o imanın kuvvetine vabeste yeksan etmiş yerine daha rasin ve na-kabil-i inhidam bir bina-yı tevhid kurmuş idi o kuvvet hiç mağlub olmamış daima galib gelmiş idi. Demek bizim za’fımız zilletimiz deruni bir za’fın neticesidir: Za’f-ı imandır. Bugün biz ruhumuzu aydınlattık. Kılıcımızı çıkardık Artık avn-i Hak’la zafer muhakkaktır. O zafere inanmayan varsa onun imanından şüphe ederim. Zafer muhakkaktır. Çünkü Allah “Uğurumuzda cihad edenlere yolumuzu gösteririz” buyuruyor. Zafer muhakkaktır. Çünkü bugün muharebe eden seyf-i hamaset-i İslam’dır. Bu ise her zaman muzafferdir. Allah’ın nusreti ile mev’uddur. Zafer muhakkaktır. Çünkü ne zaman i’la-yı kelimetullah uğrunda a’da-yı İslam ile fedakarane çarpışmışsa müslümanlar daima Allah’ın fazl-ı azimine nail olmuşlar galib gelmişlerdir. Fakat her müslümanın zafer hakkındaki kana’ati bir tereddüd bir endişe gösterenler bedbin olanlar Hak te’ala’nın emr-i celiline Zafer muzaffer olmaya azm muzaffer olacağına iman etmiş olanındır. Cebin ve za’ifü’l-akl ve’l-kalb olanlar daima münhezim olurlar nedametten nedamete felaketten felakete uğrarlar. Bilakis her mü’min cenneti kılıçların gölgesinde görerek cihad eder. Kurb-ı rahmana teşne olan ruhu cam-ı şehadet ile seyrab olur. Artık o cenneti görmeyenler i’layı kelimetullah uğrunda can vermeyenlerin müslümanlıkları ancak isimlerindedir. Allah hiç bir vakit müslümanları kafirlerin esiri etmez. Abdülgani Said Cezair mücahid-i şehiri Abdülkadir merhumun evlad-ı kiramından olup ahiren Fas’a giderek orada Fransızlara karşı i’lan-ı cihad eyleyen ve bir çok mevaki’de retleri tarafından buradaki ekaribine gönderilen ve bir sureti Tasvir-i Efkar refikimizde intişar eden mektubu ehemmiyet-i fevkaladesine mebni biz de ber-vech-i ati derc ediyoruz: “Cenab-ı Hak umum ehl-i İslam’ı tevfikat-ı Samedaniyyesine mazhar buyursun amin. “Bu kere dahi mücahidinin vaki’ olan muhacemat-ı şedideleri üzerine Fransızların en ziyade tahkim ettikleri Fas şehrini lehü’l-hamd on beş günde feth etmeye muvaffak oldum. Geceli gündüzlü devam ve iştidad eden harb üzerine şeci’ ve bahadır mücahidler rayet-i İslam’ı Fas’ın burc ü barularına rekz ettiler. Şehir ahalisi azim meserretlerle bizi istikbal eylediler. Tehlil sadaları afakı çınlatıyordu. Gözyaşlarıyla ahali yekdiğerini der-aguş ediyorlar ve cevami’-i şerife minarelerinde Cenab-ı Hakk’a arz-ı şükran için münacatta bulunuyorlardı. Mücahidinin savlet-i kahramananesine mukavemet edemeyen düşmanlar esna-yı firarlarında mühimmat ve erzak depolarını ihrak etmek istemişlerse de hücum-ı kat’imiz üzerine emellerine muvaffak olmadıkları için bütün ganaim elimize geçmiştir. Mücahidin düşmanı ta’kıb eyleyerek Evcan Raza Acde şehirlerini de düşmandan dan muharebesi vaz’iyyetinde olduğu halde Cenab-ı Hakk’a binlerce hamd olsun ki kat’i muvaffakiyetle lehimize neticelenmiş ve zayi’atımız nisbeten pek az olduğu halde Fransızlar kadar maktul ve esir ve bir hayli mikdarda mecruh terk etmiştir. İğtinam ettiğimiz esliha miyanında makinalı tüfenklerle üçü büyük çapta ve kabil-i arabaları ve iki takım sıhhiye alatı mevcuddur. Merdud düşmanımızdan istirdad eylediğimiz yerler ahalisi mütetavvi’ olarak kuvvetlerimize iltihak ediyorlar. “Fas şehrindeki büyük camide cihad-ı mukaddes beyannameleri bir cemm-i gafir önünde kemal-i huşu’la kıraat edildi. Binlerce müslümanların saf kalblerinden kopan tekbir sadaları ve mersiyeler ortalığa başka bir ruh-ı inbisat veriyor cihad fi sebilillah avazeleri güngüre-i asmanı inletiyordu. Afrikalılar namına irad ettiğim hutbede: “Ya ma’şere’l-müslimin! Halife-i a’zamımız i’lan-ı cihad-ı mukaddes eylemiştir. Her müslümana cihada alınacaktır. Cedlerinizin ruhlarını şad ediniz. Hükumat-ı olmalarını arzu eden düşmanımız bizim de memleketimizi bi-gayri hakkın elimizden aldı. Hürriyetimizi istirdad edelim. Bugün siz de bütün mücahidler de gördüler ki müstahkem olan Fas şehri dahi pek az bir fedakarlığa mukabil Hak yolunda kan dökmeye azm edenlere mukavemet edemedi. Ve yed-i teshir-i İslam’a intikal etti. Allah te’ala hazretlerinin inayetiyle sizlere kavuştuk. Şühedamız da sırrına mazhar oldular.” Hutbe derin bir teessür uyandırmış ve fevc fevc mücahidin iltihaka başlamıştır. Belde ahalisi istiklal merasimini parlak bir surette ifaya müsa’ade edilmesini arzu ettiler. Cevab verdim dedim ki: “Acizin kalbi büyük Allah’ına merbuttur. Allah’ıma binlerce hamd ederim ki bizleri tevfikat-ı Rabbaniyyesine mazhar kıldı. Bu mesruriyetle geçirdiğimiz günleri görmeye muvaffak olduk. Merasim sürur meydan-ı harbe yakışıyor. Gayemize tamamıyla vasıl olduğumuzda zaten merasim ifa edilmiş olur. Şimdi silahlarımızla düşmanlarımız Fransızlara ölüm saçalım. Merasimin fahri gazada görülür. Nusret sebat ve metanetle ihraz olunur. “Fransızlar artık dahilde harb etmek istemiyorlar Fransa’dan kuvve-i imdadiyye gelmesini bekliyorlar. Zaten Fransızların Fas’da mevki’leri müşkil ve tehlikelidir. Umum yolları tarafımızdan işgal edildi. Yalnız sevahil Fransızların taht-ı hakimiyetinde ise de inşaallah yakında yed-i meşru’umuza geçecektir. Halife-i mu’azzamımızın beyanat-ı hümayunları Fas’ın her yerine neşr edilmektedir. Mücahidin iki kol üzerinde hareketle şark ve şark-ı şimali ve garb cihetinde muharebeye girişmişlerdir. Cenab-ı Hak nusret ve inayetini bu def’a da mücahidine bahş u ihsan eylemesini tazarru’ ve niyaz eder ve sa’adet-i sermediyyenin ihsanını münacat eyleriz. Size son sözüm şudur: “Ey mücahidler sebat edelim metin olalım nusret bize teveccüh etmiştir..” Muhterem Efendim Diş fırçalarının neden i’mal olunduğuna dair öteden beri ehl-i İslam arasında bir şüphe bir tereddüd vardır. Bendeniz bunun esasını anlamak için birkaç doktordan sordumsa da kat’i bir cevab almaya muvaffak olamadım. Bit-tabi’ bu hususda her doktorun sözüne i’timad edememekte de ma’zuruz. Fakat zat-ı aliniz gibi hakıkaten bir tabib-i hazık-ı müslimin bu hususdaki beyanatı bütün ehl-i İslam için hüccettir. Binaenaleyh bu babdaki şüphemizi hal buyurmanız ricasıyla ma’a’l-ihtiram şu mektubu takdim ediyorum. Muhterem efendim Tarihi bir sualinizi okudum. İ’tirazınıza cevab vermemeyi nezaketsizlik addederim. İ’tirazınızın birincisi şu: Tarih Okuyorum’un baş tarafında “Osmanlılık için uğraşan Müslümanlığı ilerleten büyük adamlarımızı gözümüzün önüne getirmeliyiz” diye yazdığım halde kitabda mevcud meşahir-i İslamiyye arasına Cengiz’i niçin katmışım? Evvela: Kitabın başındaki fıkra mukaddime değildir. Milletimiz vatanımız namı altında müstakil bir parçadır. Bu parçanın mündericat-ı kitaba şumulü yoktur. Kitaptaki parçaların her birini de sıra numarasıyla okutmak şart değildir. Çocuklarınızın tahsiline meraklı bir baba olmanız hasebiyle Maarif Nezareti’nin bu sınıfa ait proğramını bit-tabi’ bendenizden daha iyi bilirsiniz. Şu halde ta’rifnamenizde: “Çocuk yine kitabın başındaki mukaddimeyi tekrar ederek “Müslümanlığı ilerleten Osmanlılar Han’dır” cümlesi sırf iddi’anızı isbat için uydurduğunuz bir cümledir. Bu cümlenizi kitabdaki sair fıkralara tatbik edemezsiniz. Ederseniz o zaman “Müslümanlığı ilerleten Osmanlılık için çalışan adamlarımızdan kırk üçüncüsü Kırım Muharebesi’dir. Balkan Harbi’dir. Vatanını sevdir” demek icab eder. Binaenaleyh bu iddi’anız doğru değildir. Eğer kitabın başında “Müslümanlığı ilerleten zevatın isimleri ber-vech-i atidir” denilmiş olsaydı o zaman hakkınız olabilirdi. Cengiz’in zulmünden bahsettiğim halde burada onu müslüman meşahiri arasına neden katmışım? Sebebi: Cengiz Timurlenk ve Hülagü’nün İslam ve Osmanlı tarihlerine ta’allukları olduğu içindir. Dahil edip de kendilerini medh etmedim ki; zulümlerinden yine bahs ettim. Fakat zat-ı alinizin maksadınız başka. Bendenizi aynı zamanda tezad ile itham etmek. Eğer maksadınız Müslümanlığa fenalık edenlerin müslüman meşahiri arasına dahil edilmesi olsaydı o zaman Tarih Okuyorum’daki Hülagü’yü ileriye sürer “Bu mel’un herifi Fakat Küçük Tarih-i Osmani’de Hülagü’den bahs olmadığı mayacaktınız. Zaten i’tiraznamenizde: “– A! Bey Baba bunun üzerinde de Ahmed Refik yazıyor. – Öyle ya; bu da onun kitabı.” Cümleleri tarihi sualinizin halisane hüsn-i niyyete müstenid olmadığını gösteriyor! Olsaydı bu basit suali acizlerine mektubla da sorabilirdiniz. Fakat o zaman “vazife-i teşhir” ifa edilemezdi! Bir de azizim bendeniz Cengiz perestişkarlarından değilim. Halis Osmanlı Türküyüm. Cengiz’in ve Timurlenk’in ecdadımıza ettikleri fenalıkları ben de sizin kadar muaheze ederim. Fakat Turan ırkının fenni ve ilmi bir surette tedkıki lazım geldiği zaman bu meşahiri nazar-ı dikkate almaya mecburiyet görürüm. Milliyetim namına gelince: Osmanlı Türkünden başka bir şeyden bahs etmek lar Orhanlar Fatihler Yavuzlardır. İbni Kemal’in gaza yollarındaki vaz’-ı merdanesi Ebussud’un saltanatlı bir devrimizdeki mücahede-i alimanesi Sokullu’nun idare-i piranesi bendenizi vecde getirir. Daima Osmanlı tarihini tedkık etmek milletimizin büyüklüğünü devletimizin esbab-ı za’fını gücümün yettiği kadar vatandaşlarıma anlatmak isterim. la mübahasat-ı kalemiyyede bulunmaya hasbe’l-vazife me’zun olmadığımı beyan ile hatm-i kelam eylerim efendim. Rusların ta’arruzu her tarafda tevkıf olunmuştur. Kafkasya ordusunda başka şayan-ı tezkar bir haber yoktur. Kafkas ordumuzun sol cenahını çevirmek hususunda adem-i muvaffakiyete duçar olduğu bildirilen Rus kuva-yı asliyyesi mütekabil ta’arruzumuz üzerine ric’at etmekte ve kıtaatımız tarafından ta’kıb olunmaktadır. Ahval-i hevaiyye sebebiyle Kafkasya’daki harekat-ı askeriyye her iki tarafdan duçar-ı tevakkuf olmuştur. Bir kısım cebhemizden ric’ate mecbur ettiğimiz düşman tutunabildiği yeni mevzi’ini tahkim ile meşguldür. Kafkasya cebhesinde her tarafda sükun ber-devamdır. Dün bildirilen Şattü’l-Arab’daki muharebatta alınan üseranın ifadesine nazaran ateşimiz karşısında geri dönmeye mecbur olan düşman ganbotunun Şipifel tesmiye olunduğu ve mühim surette hasar-zede olduğu gambotun Karler ismindeki süvarisiyle dan edilen ateşle telef oldukları anlaşılmıştır. ’de sunuf-ı selaseden mürekkeb İngiliz kuvveti üç ganbot himayesinde Kurna civarındaki kıtaatımıza icra eylediği ta’arruzda zayi’at-ı külliyye vererek makhuren ric’ate mecbur olmuştur. Zayi’atımız pek ehemmiyetsizdir. ’de İngiliz kruvazi Dervis İskenderun civarına asker çıkarmaya teşebbüs etmiş ise de sahil karakollarımızın ateşi altında düşman yedi telef vererek çekilmeye mecbur olmuşlardır. Belucistan: Belucistan’da cihad başlıyor.– İngiliz gazeteleri ahiren Hindistan hududunda İngiliz askeriyle Belucistan ahalisi arasında bir müsademe vuku’ bulduğunu bildirmişlerdir. Cenubi İran’daki Kaşgay Aşireti tarafından Belucistan payitahtına neşr olunan cihad fetvaları beyannameleri büyük bir galeyan ve heyecan tevlid etmiştir. Müte’addid mahallerde kıyamlar vuku’ bulmuştur. Afganistan’dan Ruslar tard edilmekte olduğu gibi Belucistan’da İngilizlerin tardına başlanmıştır. Müslümanlar birbirinin kardeşinden başka bir şey değildir; onun için iki kardeşinizin arasını bulunuz; Allah’dan da korkunuz ki rahmetine nail olabilesiniz. Dünyada mevcud ümmetlerin efradını tedkık etsek her birinin amaline muttali’ olsak görürüz ki kısm-ı a’zamında bir ta’assub-ı cinsi mevcuddur. Asabiyyet-i cinsiyye gözeden adam mensub olduğu cema’atin mefahiriyle mübahi olacağı gibi kavmine isabet edecek zarardan müte’essir olarak def’i için mukateleyi bile göze aldırır hem bu gayretin nereden geldiğini hiç düşünmeksizin göze aldırır. Hatta taliban-ı hakıkatten bir çoğu ta’assub-ı cinsinin insanda tabii olan umur-ı vicdaniyye sırasında bulunduğunu zannetmektedir. Lakin bu zan doğru değildir. Çünkü biz bir ufak çocuğu alsak da daha sinn-i temyize vasıl olmadan başka bir ümmetin efradı arasına bıraksak reşid oluncaya kadar orada büyütsek kendisinin doğduğu yeri mensub olduğu milleti hiç ona söylemesek görürüz ki tab’ında cinsiyet-i asliyyesine karşı hiç bir meyl görülmez. Gerek vatan-ı aslisi gerek bu sonraki mahal nazarında müsavi olur. Hatta sonradan gelerek yetişmiş olduğu yer kendisine daha hoş görünür. Halbuki ta’assub-ı cinsi bir meyl-i tabii olsaydı değişmezdi. olduğuna zahib olamayız bu bir hasisa-i fıtrıyye değil nüfusa zaruretlerin resm etmiş olduğu melekat-ı arıza cümlesindendir. Neredeki insanın bir çok hacatı bulunur ve efradında bir terbiye-i kamilenin fıkdanı sebebiyle menfaat-i hususiyyesini tercih etmek meyli yüz gösterirse hırs ve tama’ına müsaid zaman gördüğü gibi başkalarına ta’arruza başlar. Bundan dolayı insanların bir kısmı diğer kısmının te’addisine ma’ruz kaldığı için beşeriyet bir çok asırlar bunun şedaidini çektikten sonra nihayet neseb denilen rabıtaya sarılmakta muztar kaldılar ve bugünkü ecnası meydana getirdiler ta ki her kabile rabıta-i cinsiyetle birleşen efradının kuvveti sayesinde kendi menafi’ini kendi hukukunu diğer kabilenin te’addisinden muhafaza etsin. Lakin insanın bütün etvarında mu’tad olduğu vechile bu hususda da hadd-i zarureti tecavüz ettiler bir dereceye geldiler ki her kabile diğer kabilenin nüfuzu altına girmeyi kat’iyyen istemez oldu. Şunun olmayacak yahud adil olsa bile onun ahkamına inkıyad etmek kendisi için zillet olacak. Asabiyetin bu nev’ine karşı olan zaruret zail olursa şimdi de o zaruretten öylece vareste kalır. Hele bu zaruret huzur-ı azametinde kuvvetlerin kudretlerin mahkum-ı sayesinde külliyen mu’attal kalır. Başmuharrir Sonra o kuvve-i fevka’l-hayalin tenfiz-i ahkamına me’mur olan zat bütün efrad-ı milletin o ahkam-ı celileye karşı mutava’atını te’min eder. Şimdi nüfus böyle bir hakim-i mutlakın vücudunu yakınen bildiği gibi artık asabiyet-i cinsiyyeden müstağni kalarak hukukunun himayesi gavailinin müdafa’ası için bu saltanat-ı mukaddesenin sahibine kemal-i itmi’nan ile arz-ı teslimiyyet eder. Bu sayede artık lüzumu kalmayan asabiyet-i cinsiyyenin nüfuzdaki eseri de külliyen mahv olur. beraber müslümanların cinsiyete kat’iyyen i’tibar etmemeleri asabiyet-i diniyyeden başka ne kadar asabiyet var ise hiç birini tanımamaları bu hikmete mebnidir. Zira din-i İslam ile mütedeyyin olan bir adam i’tikadında rüsuh bulduğu gibi cinsiyyet kavmiyyet gibi şeylerden sarf-ı nazar ederek rabıta-i hususiyyeyi bir tarafa bırakarak bütün efrad-ı milleti cem’ eden alaka-i umumiyyeye hasr-ı nazar eder ki o alaka alaka-i diniyyeden ibarettir. Çünkü din-i İslam’ın usul-i esasiyyesi yalnız halkı Hakk’a da’vet etmekten nüfusun cihet-i ruhaniyyesi üzerine rın cümlesini kafil olduktan başka insanlar arasındaki mu’amelata hudud vaz’ etmiş külli cüz’i bütün hukuku beyan etmiş ahkam-ı şer’iyyeyi tenfizi der’uhde eden kuvve-i hakimenin daire-i salahiyetini tahdid eylemiştir. Bir halde ki umur-ı ibadı eline alan zatın o ahkama karşı umura ne verasetle; ne kavmi kabilesi arasındaki imtiyaz olamayıp ancak ahkam-ı şeriatin tahdid eylediği dairenin haricine kat’iyyen çıkmamak ve o ahkamı bi-hakkın tenfize muktedir olmak sonra ümmetin rızasını istihsal eylemek sayesinde nail olabilir. O halde müslümanlar üzerinde hakim olan kuvvet hakıkatte onların bir cinsi diğerinden kat’iyyen ayırmayan ilahi şeri’at-i mukaddeseleriyle ara-yı ümmetin ictima’ıdır. Veliyyü’l-emrin efrad-ı saire-i milletten bir imtiyazı varsa o da ahkam-ı şeri’ati muhafazaya icabında müdafa’aya hepsinden daha haris daha gayur olmasıdır. Hasebin nesebin insana bahş edebileceği mefahirin himaye hususunda şer’an te’siri yoktur. Belki rabıta-i hakıkıyye-i şeri’atten başka ne kadar rabıta varsa şari’in lisanıyla tezyif olunmuş o gibi rabıtalara o gibi asabiyetlere dayananlar mezmum olmuştur. Cenab-ı Peygamber “Asabiyete da’vet edenler asabiyet için mukatelede bulunanlar asabiyet uğurunda ölenler bizden değildir” buyuruyor. Bu hususdaki ayat-ı kerime ehadis-i nebeviyye pek çoktur. Lakin ayet-i kerimesi cümlesinin fevkindedir. İşte bundan dolayıdır ki bir çok zamanlar akvam-ı muhtelife-i müslimin arasında veliyyü’l-emr olanların ne kavmi kabilesi arasında bir şeref ve imtiyazı olur; ne de mülkü babasından dedesinden tevarüs ederdi. Evet bunları arş-ı hükumete ancak şeriate karşı olan inkıyadlarıyla ahkamını muhafazaya gösterdikleri himmetleri yükseltirdi. Reis-i hükumet ahkam-ı ilahiyyeye ne kadar imtisal eder menafi’-i şahsiyyeden ne kadar tecerrüd eylerse o nisbette muta’ olup meyl-i ihtişam refahet-i ma’işet gibi şeylerde nefsini diğerlerine tercih eder. Bu suretle metbu’ tabi’lerden fazla bir nasib alacak olursa o müttehid olan ecnasın her biri kendi asabiyetine dönerek araya bir ihtilaf düşer reisin saltanatı tezelzüle uğrar. Müslümanların bidayet-i zuhurundan şimdiye kadar gördüğümüz seyri hali bundan ibarettir: Rabıta-i kavmiyyeye asabiyet-i cinsiyyeye asla ehemmiyet vermezler; yalnız cami’a-i diniyyeye bakarlar. İşte bundan dolayıdır ki Arab Türk’ün saltanatından müteneffir değildir; Acem Arab’ın hükumetini kabulden çekinmez; Hindli Afganlı’nın tabiiyyetine münkad olur; hiç birisinde eser-i zatın şeriate salik olduğunu gördükten sonra hükumet hangi şekle girerse girsin hangi kavme geçerse geçsin bunu kerih görmez. Evet reis-i hükumet tuttuğu meslekte ahkam-ı şer’iyyeden udul eder kendi hakkı olmayan bir takım metalibe el uzatırsa o zaman kalbler huruşa gelir öyle bir reise muhabbetten ruhlar isyan eder de o reis hakim olduğu kavmin vatandaşı bile olsa nazarlarda bir ecnebiden daha fena görünür. Edyan-ı saire erbabı miyanında müslümanların şu hasisa-i mümtazeleri vardır ki: Bir buk’a-i İslamiyye’nin hükumet-i İslamiyye’den ayrıldığını işitir işitmez cinsiyete kavmiyete bakmaksızın son derecede müte’essir olurlar hangi cinsden olur ise olsun bir cema’at-i İslamiyye’nin arasında evfak bir reis-i hükumet evamir ilahiyyeye riayet eder halkı o evamirin hududu dahilinde hükmündeki efrad gibi muti’ olur beyhude bir takım debdebelerle ihtişamlarla temeyyüz sevdasından uzak durur ise böyle bir hakim için memleketini tevsi’ etmek şan ve şevketin gayesine varmak kabil olur hem bu hususda ne öyle büyük büyük masraflara ne de düvel-i mu’azzamanın müzaheretine ne de tarafdaran-ı medeniyyetin avene-i hürriyyetin müdahalesine arz-ı mek diyanet-i İslamiyye’nin usul-i evveliyyesine ric’at eylemek şartıyla bunların hepsinden müstağni olur. Kendi hakimlerinin mezalimine adalet-i şer’iyyeye muhalif mu’amelatına tahammül edemeyerek bir ecnebi tabiiyyetine dehalet eden bir kaç müslüman görünceye kadar dehrin saçları ağardı. Zamanın rengi uçtu: Bununla beraber bu mülteciler daha ilk hatveyi atar atmaz nedamete başladılar ki bunların hali aynıyla kendini öldürmek olanlara benzer. Memalik-i İslamiyye’nin musab olduğu taksimler tefrikalar ancak velayet-i umurda bulunanların diyanet-i İslamiyye’nin esası olan usul-i kavimeden Başka bir şey değildir. Eğer bunlar kava’id-i şer’iyyeye rücu’ eder selef-i salihin isrini ta’kıb eylerse az zaman zarfında eski şevketlerini devr-i Raşidin’deki izzetlerini Merhum Şeyh Muhammed Abduh Dün telaffuzu değil tasavvuru bile memnu’ addolunan ve hatta kendilerini samimi taraftarları miyanında gösteren bazı şahsiyetlerce bile muhalattan addedilen “İttihad-ı İslam” terkibi bugün cemalinden ref’-i nikab ediyor. Bir alihetü’l-hüsn gibi alem-i İslamiyyet’i tabende cemaliyle ilahi bir vecd ü istiğrak içinde gaşy ediyor. Medid bir küsufa tutulmuş güneş... piş-i iclalinde teraküme neşr-i envarına mümana’ata çalışan o zalam-engiz tabakat-ı zulm onun intıfa ve inkisar şanından olmayan ziyasına dayanamayarak nihayet mahv oluyor. Evet “İttihad-ı bütün azametiyle bütün kudret-i kahiresiyle cihan-ı akl ü ye kim ve hangi kuvvet muktedir olabilir? nedir? İttihad ne demektir?... Bunlar nazar-ı hakim erbabından sorulsun! Harim-i tevhidin mahremi olmayan onu yalnız bir şekilden bir hey’et-i lügaviyyeden ibaret zanneden ukul-i kasıra idrak edemezse elbette ma’zur sayılır. “İttihad-ı İslam” yalnız bir terkib-i lafzi bir düstur-ı adi değildir. “İttihad-ı İslam”ı tefsir ediyorlar tahlile muhal ve mümkine taksime kalkışıyorlar. Aldanıyorlar. Pek çok aldanıyorlar. “İttihad-ı İslam”ın merci’-i halli faslü’l-hitabı garbın maddi ve camid dimağından fışkıran nazariyat-ı ictima’iyye ve desatir-i ırkıyye ve unsuriyye değil ibadının fevkinde kahr u celaliyle hakim-i mutlak olan Cenab-ı Hak’dır. Onun ta’dil ve tebdilden tahrif ve tağyirden şanı münezzeh ve müte’ali olan ezeli kanun-ı esasisi Kuran -ı Hakim’idir. cihan-ı tevhiddir. Vücudun hayatı ruh ile kaimdir. Eğer ruh çekilirse vücud tefessüh eder dağılır. İşte o zaman garbın nazariyat-ı ictima’iyye ve desatir-i milliyyesi onun mersiye-i vefatı olur. Müslümanlar her ne zaman Hazret-i Kuran’a tam bir teslimiyet-i mutlaka ile inkıyad ettiler ahkam-ı evamir ve nevahisine dört el ile sarılarak çalıştılar ise yükseldiler. Müslümanlar o i’tila devirlerini işte bu teslimiyet ve ınkıyadın mükafatı olarak altın kalemlerle tarihe yazdılar. Bu devirler gerçi ma’duddur. Fakat şan ve şerefi istikbal namına te’min ettiği hayatı na-mahduddur. Müslümanlar gayr-i imani nefsaniyet gayr-i tevhidi tefrikalar gayr-i insani şikak ve nifak yüzünden gayyay-ı olan hatta aralık aralık meyl-i i’tila harikaları gösteren yine işte o lahuti edvar-ı cihangiranenin cazibe-i tevhidi hayat-ı şevket ve azameti idi. Garbın yanar dağlar gibi feveran ederek Suriye sahillerine yığılan arz-ı mukaddese yapılan Salib ordularına karşı Salahaddin-i Eyyubi’nin bir avuç mücahidle sell-i seyf-i cihad etmesi İngiliz kralı arslan yürekli Rişar’ı tilki gibi Akka kalesinde haps etmesi ve nihayet kahr-ı mağlubiyetle hüngür hüngür ağlatarak hasien ve hasiren Britanya’ya avdete icbar etmesi ne idi? Nasır Lidinillah Bağdad’da hilafet-i İslamiyye’nin levazım-ı sukut ve izmihlalini kendi öz elleriyle hazırlar ateş-i kin ü gayzını ta’dil için hasm-ı canı Muhammed Harzem Şah’a Cengiz gibi vahşi yırtıcı canavardan müfteris asrının Firavn’i ıtlakına şayan bir düşman-ı insaniyyet ve İslamiyyet’i musallat eder Türkistan baştan başa bir kan deryası kesilir medeniyet-i İslamiyye’nin altı asırlık nice ma’mureleri o ateş tufanları içinde yanar o kan deryaları üzerinde yüzerken Kaya Alp oğlu Süleyman Şah merhumu Cengiz’in zulmünden çekinmek bahanesiyle Mahan’dan hicrete sevk eden ve nihayet Hazret-i Ertuğrul’u Ca’ber kalesi önünde büyük kardeşlerinden ayırıp mütereddid hatveleriyle Asya-yı Suğra’ya götüren ne cennet-makarrının gaybubet-i ebediyyesini ta’kıb eden matem-engiz dakıkalarda necl-i celili Cenab-ı Osman ebediyyü’l-iştiharı olacağını –keşf-i istikbal iddi’asıyla– biri çıkıp da söylese inanır mıydı? Yoksa bu havarık-ı şuun tali’ denilen ma’bude-i hayalin bir lutf-ı tesadüfü müydü? Biraz da müslümanca düşünelim. Tefekkürat ve muhakematımızı bütün bütün maddileştirmeyelim. “İttihad-ı İslam”ı Hazret-i Kuran -ı hakim başta kelime-i celile-i tevhid olmak üzere nazm-ı ezelisiyle milliyeti dine rabt etmek belki aynı din yapmak bütün mü’min ve mu’tekıdlarına kavmiyet ve unsuriyet farklarını zerre kadar bile nazar-ı ehemmiyyete almaksızın mütesavi bir hukuk-ı hayat-ı ictima’iyye ve medeniyye tevzi’ eylemek insaniyyet ve İslamiyet’in cem’iyyet ve medeniyyetin ruh-ı ma’nası olan mekarim-i ahlak hubb-i me’ali buğz-ı mesaviyi vacibü’l-ittiba’ bir düstur-ı muta’ olarak telkın ve ta’lim etmek suretiyle hall ü faslı... İşte “İttihad-ı İslam”ın tezelzül ve inhidam şanından olmayan üssü’l-esası! Tarih-i zuhur ve intişarından bir asır geçmeden bütün beşeriyyeti piş-i celal ve azametinde zanu-zede-i dehşet ü ta’zim eden işte bu “İttihad-ı İslam”dır. A’dasının vücudunu değil bir dakıka bile bekasını kendisi için en büyük bir musibet en tahammül-suz bir felaket addeden işte bu “İttihad-ı İslam”dır. Garbın üç buçuk asrından beri çiğnemeye ezmeye boğmaya öldürmeye bütün kuvvetiyle çalıştığı işte bu “İttihad-ı İslam”dır. kopan kan ve ateş tufanları işte bu “İttihad-ı İslam”a karşıdır. Onlar “İttihad-ı İslam’ın” mevcudiyet-i İslamiyye demek olduğunu belki bizden ziyade bilirler. O “ruh-ı naimin” teyakkuz ve intibahı kendileri için ne yaman bir zacir ne kahhar bir müeddib olduğunu pek a’la takdir ederler! Şimdi böyle azametli bir düstura böyle sehhar bir amile böyle füsunkar bir nazıma nasıl za’f u acz isnad olunabilir? İngiliz Britanya Adası’ndan şarkan Çin’e garben Amerika’ya cenuben Ümidburnu’na kadar yarı dünyayı istila eder yüzlerce milyon müslümanları putperestleri ve daha bir çok milletleri pençe-i esaretine almaya muktedir olur da “İttihad-ı İslam” kendi aşiyanesine neden malik olamaz? Gayr-i tabii sa’y ü ameller –velev muvakkat olsun– semeredar olurlar da en tabii çalışmalar niçin semere vermez? Müslümanlar ne zaman çalıştı da muvaffak olamadı? Acaba Cenab-ı Selim-i Evvel daha bir kaç sene yaşamış olaydı Hindistan bir kişver-i Kuran olmayacak mıydı? Ah müslümanlar! Tevhid-i ilahiyi bırakır Kuran -ı Hakim’e arkalarını çevirip İslam’ın ma’nasından hakıyazılmıştır. katinden ruhundan mücerred kuru bir lafzını kabul ile çerlerle parçalayarak İslamiyet’de birer uzviyetten ibaret olan her ırka her unsura müstakil birer millet ünvan-ı mevhumu verirler sonra da Hıristiyan beyne’l-milelini tanziren bir İslam beyne’l-mileliyyetini tahayyül ederlerse elbette “İttihad-ı İslam” düsturu yalnız hilafgirlerince değil hatta “lafzi!” taraftarlarınca bile gülünç olur. Zaten böyle zaruret neticesi olan bir ittihad-ı lafzinin İslam’a izafet ve nisbetine Kuran -ı hakim gülüyor. “A’rab dedi ki: İman ettik Allah’a inandık sen de daima onlara söyle: Hayır hiç de iman etmediniz nafile kendinizi aldatmayınız. Lakin şu kadar ki siz lafzen müslüman olmuş oldunuz.” Nazm-ı kerimiyle böyle ağızdan müslümanlığı tezyif ediyor. Hıristiyanlarda “beyne’l-mileliyyet” varmış!! Onlarda milliyetin te’addüd ve tenevvü’ü pek tabiidir. Çünkü onlarda vahdet-i din vahdet-i kitab yok. Onlara yakışır. Fakat bizde bütün alem-i İslam’ın Allah’ı bir kitabı Kuran milleti İslam iken “beyne’l-mileliyyet” düstur-ı teslisi nasıl kabul olunabilir? Kur’an -ı hakimde millet ayn-ı din olunca milliyetin te’addüdü dinin te’addüdü demek olmaz mı? Eğer milel-i İslamiyye terkibi sahih ise “edyan-ı İslamiyye” ta’birinin de sıhhati iktiza etmez mi? İslamiyet’de kaç din var?? Cenab-ı Hakk’ın celle şanuhu milleti dine ondan bedel olmak suretiyle bu kadar kuvvetle rabt edişinde milleti dinden ibaret kılmasındaki hikmeti düşünelim. Alem-i İslam’ı teşkil eden anasırdan hiç birine istiklal-i milli vermemek her birini gayr-i müstakil bir uzuv ad hadis-i celili de bu hakıkati te’kid ve te’yid etmiyor mu? Müslim bir Arab gayr-i müslim bir Arabı hem-ırkı diye nasıl sevebilir? Ona nasıl kardeş nazarıyla bakabilir? Bu düstur-ı Kuran isini tekzib çıkmaz mı? İslamiyet hükm-i muta’ıyla mü’minle gayr-i mü’min arasında hukuk-ı karabet hukuk-ı irsiyye namına hiç bir şey bırakmıyor. Bir dinin bir milleti bir ruhun bir vücudu olur. ye ve milliyesi ta’bir-i diğerle bu “İttihad-ı İslam” ruhudur. Garbın alem-i İslam’a yılan sürüleri akreb kümeleri gibi misyonerleri musallat etmesi irfan ve medeniyet nikabı altında mu’azzam mutantan kiliseli mektepler te’sis ve bu uğurda milyonlarla altınlar sarf ve istihlak etmesi müslümanların selamet ve saadeti namına mıdır; yoksa ancak vahdet-i İslamiyye ve milliyemizi zehirlemek boğmak öldürmek ve sonra bizi lokma lokma yutmak için midir?... Cebr ü tahakkümünün kırılmaz zannolunan demir elleriyle zavallı vatanımızın her tarafında teessüs etmiş olan bu şekavet-i medeniyye binalarından bu mel’anet darü’n-nedvelerinden işte Cenab-ı Hafız-ı İslamiyyet şu “cihad-ı ekber” şerefine bizi kurtardı. O yılan sürülerini o akreb kümelerini bir tezlil-i kahharane ile içimizden def’ ve ref’ etti ve o muhteşem müessesatı nur-ı didelerimizin terbiye ve tahsillerine tahsis ile bi-gayri hakkın taşıdıkları ünvan-ı ma’rifet ve fazileti tashih buyurdu. Bu ervah-ı habise kitlelerinin İslamiyet’e ve müslümanlara ne müthiş şeyatin-i iğva ve tadlil oldukları uzun senelerden beri İslamiyet’imizi tesmim Ka’be-i imanımızı tahrib sa’y-i muza’afla çalıştıklarını daha geçen günlerde matbuatımız bir lisan-ı telehhüfle yana yakıla söylemedi mi? Allah’ım! Sen ne büyüksün! Sen ne erhamürrahiminsin! Sen sözünde ne doğrusun! Sen va’dinde ne kerimsin! Acaba biz aciz kullarına bırakmış olaydın o kapitülasyon zencirlerini boynumuzdan çekip alarak parçalayabilir onları Paris’in sima-yı mağruruna; Londra’nın çehre-i menhus ve murdarına fırlatabilir miydik? Acaba biz biçarelere kalsa mekteb-i ma’rifet mekseb-i medeniyet namı altında o şekavet ocaklarını o tanassur ve irtidad darü’n-nedvelerini tathir ünvanlarını tashih ile evladlarımıza tahsis edebilir miydik? Dünkü Balkan felaketinde Londra’da “heykel-i salib”e kemal-i zillet ve makhuriyyetle hilafet-i Muhammediyye’nin teslim eylediği İngilizlere has bir kin-i mel’unane niyamından sıyrıldı! Nasıl galiblerinin fevk-i serinde barikalar saçıyor saikalar yağdırıyor! Kahr u intikam ateşleri püskürüyor! Allah’ım! Sevgili Peygamber-i zi-şanın yed-i yemin-i şehametine verdiğin bu kılıcı sen çektirdin değil mi? Sen bunun hakkını vereceksin değil mi? Sen bunun nasıl bükülmez kırılmaz bir seyf-i kahr u intikam olduğunu Moskof’a Fransız’a İngiliz’e göstereceksin değil mi? Bütün bu havarik-ı şuunun halik-ı yeganesi sensin! “Cihad-ı ekber” i’lan ettiren sensin! diye kalbine hubb-i İslam’ı müttefik ve zahir eden sensin! Asırlardan beri birbirine yan bakan anasır-ı İslamiyyeyi tevhid eden ittihad ettiren onları bir ruh bir kalb bir fikir bir emel yapan onları “cihad-ı ekber”e gaza meydanlarına cinan-ı şehadete koşturan sensin! Hulasa: senin ezeli sözün senin ebedi va’d-i kerimindir. Sen muhit-i İslamiyyet’de ebediyyen mecra bulamayacak kavmiyet cereyanlarına mevhum ırkı rabıtalara rağmen “İttihad-ı İslam”ı deruhde eyledin. O ruh-ı naimi uyandırdın. müjde-i ezelisinin nasıl gayr-i kabil-i inkar bir hakıkat olduğunu bir daha isbat ettin! Hilafet-i mukaddese-i Ahmediyyeyi ve o emanet-i kübranın hamili olan mümessil-i istiklal-i İslam bu saltanat-ı mu’azzama-i Osmaniyyeyi istihkar ve tezlilin ne afv olunmaz bir cinayet olduğunu mağrur ve mütehakkim düşmanlarına gösterdin. Ya Rab! Hilafet-i İslamiyye’nin yegane timsal-i istiklal ve şevketi vücud-ı İslam’ın nasıye-i efendimiz hazretlerini arzu ettiğin “İttihad-ı İslam”ın ikmaline cihangirane devirler icadına muvaffak eyle! lerinin bir makale-i fazılanelerinden bir parça: ki nur-ı hakıkatle feth edecektir. Zira din-i İslam insanlar meşhur Ernest Renan “İnsaniyetin müstakbelde dini din-i İslamiyet’tir” demiştir. Müslümanlığın kava’id-i akl u hikmete muvafık olduğuna yakınen i’tikad eden müslümanlar bunlardan ibret almalı ve asrımızın ma’kulat devri olduğuna hiç şüphe etmemelidir. İslam’ın bugün kuvveti timsal-i hakimiyyeti Devlet-i Osmaniyye’dir. Devlet-i Osmaniyye’nin menba’-ı kuvveti medar-ı kıvamı İslam’dır. Kim ne derse desin hakıkat-i kat’iyye şudur ki İslam terakkı ettikçe Devlet-i Aliyye kuvvetlenecek Devlet-i Osmaniye’nin kuvvet ve satveti tezayüd ettikçe İslam fevz ü felah bulacaktır. kulubdür. İttihad-ı kulub ise beyne’l-müslimin İslam’ın zuhurundan beri mevcuddur. Bundan dolayıdır ki dünyada ne zaman İslam devletleri beyninde muharebe vuku’ bulmuş ise bu muharebelerde haklı tarafa bile şeklinde yazılmıştır. haksız taraf kadar müslümanların kalbi kırılmıştır. Yine bundan dolayıdır ki bugün alem-i İslam’ın hangi kısmında bir cüz’-i müslimine lahık olan musibet bütün alem-i Biz alem-i maddiyatta bulunuyoruz. Alem-i maddiyatta mere veremez. Bu alemde celb-i maslahat ve def’-i mazarrat yalnız temayülat ve avatıfla mümkün değildir. Bu temayülat ve avatıfın mevcud olduğu ancak asar-ı fi’liyyesi göstermek bugün her zamandan ziyade farzdır. Çünkü bugün ayan beyan zahir oldu ki alem-i medeniyyet dediğimiz alem-i Nasraniyyet memalik-i Osmaniyye’de bir hükumet-i meşruta teessüsünden hiç memnun olmadı. Yine bugün ayan beyan zahir oldu ki alem-i Nasraniyyet bin türlü hiyel ve desayisle yapma medeniyet ve hmel bir hale getirmeye din ile siyaset ayrıdır diyerek müslümanları tesmime çalışıyor. Yine bugün ayan beyan zahir oldu ki alem-i Nasraniyet müslümanların arasına kavmiyet ve cinsiyet gibi tezviratla zahirde cem’iyyet-i İslamiye’ye mensub münafikıni alet ederek tefrika sokmaya çalışıyor. Din-i İslam yalnız ahirete müte’allik bir takım nesayihden dahildir. Bundan dolayı “din ve millet ikisi birdir” sözü Dinin siyasiyatta bi-taraf kalması lüzumunu iddia edenlere şurada feylesof-ı zaman Tolstoy’un Islav Kongresi’ne yazdığı mektubu nakl ederim. Tolstoy akvamın Kongresi’ni tebrik ettikten sonra diyor ki: “Bence beşeriyetin sükun ve istirahatini te’min edecek olan yegane Nil vadisinin milyonlarca esaret-zede müslümanların kanlı göz yaşlarını deryalara deryaların hunin emvacıyla Darü’l-hilafe kapılarına nakl eden o nehr-i mübarekin gümüş kadar saf inci kadar parlak kumlu sahillerinde; mazlum evladının figanlarını la-yenkatı’ velvelelerle göklere matemi şehkalarla tertil ettiği ayat-ı hürriyet her şafak beni gaşy eder; Nil’in münevver hatıratıyla hicran-zede kalbimi gah uzun uzun ağlatır gah piş-i hayalime müstakbelin nurlu ufuklarını açarak güldürür. Zaman olur ki ruhum bütün alaikdan sıyrılarak la-yetenahi bir füshat olur ki kanatlarım bir darbe ile mecruh olur; kendimi topraklarda görürüm; o vakit bütün mevcudiyetim feryad etmek ister kitab-ı hayatım bütün sahaif-i keder ve sururuyla karşımda tecelli eder münkeşif olur. Ondan bir yaprak koparır cerihamı sararım. Aişe Nil’in o ebed-karin şairesi ne büyük bir ruhdur!.. O en yüksek kadınlık faziletlerini en ulvi ma’nasıyla temsil eden sema-paye bir kadındır. O aşiyan-ı ebedisini ümmetin saf ve dırahşan kalbinde te’sis etmiş bir validedir. Aişe o büyük müslüman kadını dehrin en gönül metin göz yaşlarıyla yazmış; mukaddes milliyetimizi milliyet-i etmiş ilahi bir şairedir. Ruhum ile ve bütün benim gibi Kuran’dan aşk-ı Muhammedi’den feyz alan ruhlar ile o ruh-ı güzin arasında ezeli bir aşinalık la-yetezelzel birer rabıta vardır. Ondaki bütün mehasin kudsiyet-i lahutiyyenin ekmel-i kemalinden muktebesdir. Onun ruhuna şu’leler saçan nur nur-ı ilahidir. Bu nurdan bi-nasib ve mahrum yabancı ruhlarla bir müslüman ruhu arasında bit-tabi’ hiç bir aşinalık hiç bir samimiyet olamaz. Milletin ruhuyla hem-ahenk olmayan o kabil bi-nasiblerin dillerinden kalemlerinden dökülen lekeler kendi eteklerini bulaştırmaktan başka hiç bir kıymete malik değillerdir. Müslüman kadını odur ki sözlerinde nur-ı iman nasiyesinde edeb-i İslam münceli olur. Her hali her vaz’ı iffetin timsalini tecsim eder. Huzur-ı ismetinde bütün ruhlar kalbler hürmetten takdisden başka bir hisle mütehassis olmaz. kadınlığının bir enmuzec-i kemal ve mehasinidir. Edib geçinen nice kadınlar vardır ki onun huzur-ı ismetinde huzur-ı edeb ve ilminde şakk-ı şefe etmeye bile muktedir olamazlar. Gayr-i mü’min muhitlerden toplanan üç beş kelimeyi bir araya getirmekle kendini bir şey zannedenler bu büyük ruhu tetebbu’ etmeli de bir müslüman kadınında münceli olan fezail ve mehasini efkar-ı aliyye ve münevvereyi görmelidir. Biz daima bu muhterem validemizin huzur-ı faziletinden ne zaman onun neşide-i imanını dinlesek ruhumuz ilahi bir vecd içinde çalkanırdı. O bize nelerden bahsetmezdi. Bütün dertlerimizi biliyordu. Bazan latif bir şiir ile ruhumuza bir selsebil-i nur döker bizi mest ederdi. Bazan da en gamız mesailin karanlıklarına nur-ı cevval-i zekasını yırtar bizi irşad ederdi. Bir gün arkadaşlardan biri mesturiyet aleyhinde uzun bir bahis açtı. Aişe sonuna kadar dinledi. Fakat cevabı ne kadar müskit idi. Bize “Ben afafımın satvetiyle izzet-i hicabımı sıyanet ederim” mısra’ıyla başlayan bir bedi’a-i garrayı okudu. Takdiratımızı rüfekadan birinin bir münasebet dolayısıyla milliyet bahsine girişmesi ancak durdurabildi. “İman-ı milli” mes’elesi mevzu’-ı bahs olunca Aişe bize “imanın” felsefesini ne kadar vazıh telkın etti: “İmanın nuru ruhu –dedi– sevgidir. İnsan Allah’ını sevdiğinden perestiş eder. Vatanını sevdiğinden aşık olur milletini sevdiğinden hadim olur. Bunlar Ka’be-i envar-ı muhabbettir. Bunlardan birisi sönük olur perver hakıkı bir hakperest hakıkı bir vatanperesttir. Mülhid bir milliyetperver tasavvur etmem. Çünkü onun ma’neviyyeti envar-ı imanı saran birbirine mezc eden ruh-ı tevhidden mahrumdur. Böylece o ma’neviyet ölür. Şairimizin “En büyük mülhid güzelliğin iffetin en büyük düşmanıdır” demesi pek doğrudur. Çünkü nezahet ve habasettir. Azamet-i ilahiyyenin meczubu olmayan o nurdan mahrum olan “iman”ı vatan ve milliyet kudsiyeti nurlandıramaz. Allah’ın aşkı ile suzan ve abadan olmayan bir yürek hiç bir vakit kudretullahın asar-ı rahmetini göremez hissedemez öyle bir yürek sahibi canavar insandır; hain-i din hain-i millet hain-i vatandır. Evet milliyet din miz din olmalıdır. Çünkü bizi behimiyetten insaniyyete zulmetten nura teferrüd ve temerrüdden cem’iyyet ve dir. Biz onun kuvvet-i galibanesi ile yükseldik. Ne vakit o kuvveti elden çıkardık vicdandan çaldırdık ise tedenniye doğru yuvarlandık. Dinimiz “rahmeten lil-alemindir”. Biz o rahmeti teşmil etmek için cihad ettiğimiz zaman tarihin en la-yemut sahifelerini işgal ettik. Gayemiz serteser alemde i’la-yı Kelimetullah idi evet bütün alemi bir milliyet-i vahide ile emn ü itmi’nan içinde yaşatmak idi. Bilmem hürriyet ve müsavat-ı amme diye gece gündüz bağıran çağıran budalalar dinimizden daha büyük ezeli bir kanun; ilahi bir düstur bulabilirler mi? Sulh-ı umumi ve ilga-yı harb diye vakit geçiren deliler ondan daha rasin bir bina-yı uhuvvet-i insaniyye keşf edebilirler mi? Hayır! Hayır! Ben Kuran’ın i’cazını ekseriya burada görüyorum. kanun-ı kat’i-i vacibü’l-imtisalinin bütün alem için va’d ettiği ni’metler nazarımda hal-i hazırı görünce canlanır. Bakınız: Emrazımızı edviyemizi istikbalimizi ve istikbal-i alemi dahiyane bir i’caz ile on dört beyt içine sığdıran dahi-i a’zam Abdülhak Hamid Bey bugünkü alem-i diye tavsif ediyor. O zulmetin o hilalin ne olduğunu derin derin düşünsek dahi şairin meramını anlayabiliriz. Evet zulmet bizim zulmet-i imanımız hilal ise onun nurudur. “Hilal semt-i semadan edince ref’-i zalam” Pek mu’azzam bir netice bütün beşeriyeti meşmul-i refahiyet edecek bir netice bütün kalblerin serteser alemin temenni ettiği aradığı ve bulamadığı netice evet o gün “Adaletimizden kalır beşer hoşnud” lam imanını taşıyanlar icra edebilir. İstikbalin ruhu odur. Hamid yine o mu’azzam vakur sesiyle bize pek büyük ümidler veriyor. “Diyanetimizin mahz-ı milliyyet” olarak tanılacağını müslümanların “feza-yı şeri’atte” toplanacağını “Şeri’atimizin mahz-ı siyaset” olarak anlaşılacağını bu şiir-i muhalledinde söylüyor. Bil-münasebe söyleyeyim ki Hamid bu şiiriyle dünyanın “Kendisi dahil olduğu halde” en büyük şairlerinin en bedi’ mülhematı üzerine bir afitab-ı muşa’şa’ gibi parlayan ve daima parlayacak bir tac-ı dırahşan koymuştur. en müheyyic ateşlerini parlatan imanın vicdan-ı insanda vicdan-ı beşeriyetteki mevki’i... İşte İslam iman-ı millisinin beşeriyet için hazırladığı ittihad-ı amm müsavat-ı amme selamet-i amme budur...” Ben ve bütün arkadaşlarım bu neşide-i imanı pek müteheyyic bir halet-i ruhiyye içinde dinliyor idik. Muhterem validemiz son sözünü bitiriyorken bi-keran ve derin tefekkürata dalmış her türlü endişe ve tevesvüsat-ı siyasiyyeden kurtulmuş İttihad-ı İslam’ın o müstakbel sa’adet-i beşeriyyeyi bütün aleme serpecek mu’azzam kurtarıcı kuvvetin aciz bir cüz’-i la yetecezza-yı asgarı olmuş Bugün o muhterem validemizin ulvi fikirlerini nakl ediyorken hissiyat-ı ta’zimkaranemi Hamid Beyefendi hazretlerine de takdim ediyorum. − Amr bin el-As’ın kumandanlığı ve ma’iyetinin kendisine derece-i ita’ati − Sekizinci sene-i hicriyye Cumade’l-ahiresi içinde idi ki Beli ve Uzre denilen kabail halkından bazıları Medine-i Münevvere’ye baskın yapmak üzere Vadi’l-Kura’nın arka tarafında toplanıyorlarmış diye işitildi. Resul-i Ekrem sallAllahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri Muhacirin ve Ensar’dan mürekkeb bir müfreze tertib eyledi kumandanlığına da Amr bin el-As’ı ta’yin ile bu kabail üzerine sevk etti. Amr bin el-As’ın kumandan ta’yin edilişinde bazı sebebler vardı. Ez-cümle: Bunun büyük anası Beli kabilesinden olduğu cihetle belki sulhen iş görebilirdi. Sonra Amr askerliği bildiği gibi zabitliği de sevdiği cihetle bir müfreze başında bulunduğu takdirde hem muvaffakiyet göstermiş hem de gönlü hoş edilmiş olacaktı. Müfreze hareket etti ve gündüz saklanıp gece yürümek şartıyla düşmana yaklaştı. Amr düşmanın çokluğunu görünce Medine’ye bir adam gönderip yardım istedi. Resulullah efendimiz de iki yüz kişilik bir müfrezeye Ebu Ubeyde hazretlerini kumandan ta’yin eyleyerek Amr’ın imdadına yolladı. Bu ikinci müfreze içinde Hazret-i Ebubekir Hazret-i Ömer gibi ashabın pek büyükleri vardı. Ebu Ubeyde Amr bin el-As’ın karargahına gelip birleşti ve namaz vakti olunca eda-yı salat için imam olmak – Sen yardım için geldin. Madem ki kumandan benim Ebu Ubeyde hazretleri uysal bir zat idi. – Resulullah ihtilaf çıkarmayın diye bize tenbih etti. Sen bana uymazsan ben sana uyarım dedi ve Amr bin el-As’ın arkasında namaz kıldı. Bakılırsa Ebu Ubeyde gibi en evvel müslüman olanlardan ve Bedir’de bulunup cennete gideceğine dair müjde alanlardan bir zat alelhusus Ebubekir Ömer gibi iki rükn-i İslam dururken Amr’ın imam olması yakışıksız bir şeydi fakat kumandan bulunduğu cihetle askerin rabt u zabtı kendisine aitti. Başkasının imametine müsaade ettiği takdirde kumanda hususundaki salahiyetini azaltmış olacaktı. Askerlikte kumandanın vazifesine kimsenin müdahale edemeyeceğini pek a’la bilirsiniz. Nitekim Ebubekir es-Sıddik hazretleri de bunu takdir ederek Amr’ın verdiği bir emre müdahale etmemişti. Bakınız nasıl: Arabistan çöllerinde gündüzleri hava ne kadar sıcak olursa geceleri de o derece soğuk olur. Hususiyle Arabların pek de soğuğa tahammülleri olmadığından azıcık serinlik çıkar çıkmaz titremeye başlarlar. bir gecede üşüdüler ve ısınmak için ateş yakmak istediler. Amr ateş yakılmasını yasak etti ve: – Her kim emrimi dinlemez de yakacak olursa onu yaktığı ateşin içine atarım dedi. Şu yasağın hikmeti anlaşılamadığı için askere ma’nasız göründü. Gidip Hazret-i Ömer’e şikayet ettiler. O hazret de birden bire parladı – Ne demek? Bu adam bu kadar halkı soğuktan öldürmek mi istiyor? diye söylendi. Fakat yanı başında Ebubekir es-Sıddik hazretleri: – Ya Ömer! Resulullah onu bize kumandan ta’yin etti. Kumandanın işine karışılmaz diyerek Cenab-ı Ömer’i susturdu. Acaba serdarın sebeb-i men’i ne idi? Ma’iyyetindeki askerin ne kadar olduğunu düşmana keşf ettirmemek Öyle ya. Karanlık bir gecede düz bir çölün ortasında küme küme yakılan ateşler en uzak yerlerden bile görünür ve o kümelerin başında ne kadar adam bulunduğu aşağı yukarı bir tahmin ile anlaşılır. Eğer Amr bin el-As men’ etmemiş olsaydı yakılacak ateşin aydınlığından mücahidlerin ancak beş yüz kişi olduğunu düşman anlar ve ertesi gün korkusuzca karşı durmaya kalkardı. Lakin serdarın tedbiri sayesinde mikdarı anlaşılmayan koca bir kabile halkını darma dağın edip bir çok ganaim alarak Medine-i münevvere’ye döndü. Yasak mes’elesi de Resulullah hazretlerine arz edilince Amr’ın hareketi taraf-ı Peygamberi’den takdir buyuruldu. Demek ki bir ordu efradı için kumandanın emir ve nehyine i’tiraz eylemek değil tamamıyla ita’at ve teslimiyet göstermek lazım imiş. Kafkasya’da yeniden ta’arruza geçen kıtaatımız Oltu istikametinde ilerleyerek karşılarında bulunan düşmanı tard ve bir mikdar techizat-ı harbiyye bulunan malzemenin elimize geçmemesi için Narman Kafkas cephesinde şayan-ı iş’ar bir vak’a zuhur etmemiştir. Geçende Oltu istikametinde ta’arruz eden kıtaatımız Ruslardan üç yüz esir bir hayli tüfek ve techizat-ı harbiyye aldı.: Kafkas cebhesinde bugünlerde cereyan eden mevzi’i müsademeler kıtaatımızın muvaffakiyetleriyle neticelenmiştir. Artvin’de kıtaatımıza ta’arruz eden bir düşman müfrezesi zayi’at-ı azime ile püskürtülmüş ve kıtaatımız tarafından ta’kıb esnasında düşmana birçok levazım bıraktırılmıştır. Rusların Azerbaycan dahilinde son düşman kısm-ı küllisiyle cereyan eden muharebe lehimize devam etmektedir. Kanunisani’de işbu kasaba cenubunda düşmanın bir kaç hattan mürekkeb müstahkem mevazi’inden birinci hattı kıtaatımız tarafından zabt edilmiştir. gecesi Kurna civarında tel örgüleriyle tahassun etmiş olan iki tabur kuvvetindeki düşmana karşı ufak bir müfrezemizin icra eylediği baskın harekatı muvaffakiyetle neticelenmiş düşmana hayli telefat verdirilmiştir. Ertesi günü gambotları himayesinde o civarda bir mahalle asker çıkarmaya teşebbüs etmişlerse de tekrar püskürtülmüşlerdir. Bu müsademede düşmanın bıraktığı maktuller miyanında bir İngiliz yüzbaşısı ve bir küçük zabit bulunmuştur. Donanma-yı Osmani Karadeniz’in sahilindeki bir Rus mevki’-i askerisini Kanunisani’nin on beşinci günü muvaffakiyetle bombardıman etmiştir. Bulgaristan ve Romanya’daki kari’lerimize: Sebilürreşad abone bedelatını Filibe’de Balkan idarehanesine göndermeniz rica olunur. EL-UKSUR’DA Hava ağırdı fakat pek dokunmuyordu sıcak; Guruba vardı esasen yarım sa’at ancak. Yakındı sahile mihmanı olduğum mesken; Yavaş yavaş iniverdim ağaçlı bir tepeden. O Nil’i koynuna çekmiş yeşillenen vadi Ki yok hazan safahatında ömrünün ebedi; Önümde na-mütenahi zümürridin mevecat Döküp döküp uzuyor: Sanki bir serab-ı hayat! Ne yal ü bal-i mutarra! Ne imtidad-ı medid! Bu yal ü bali semadan kucaklayan hurşid Ki Nil’i şarkına almış da garba geçmişti; Ufukta son lemeatıyle parlıyor şimdi... Fakat ziyasına hala tahammül imkansız. Solumda bir büyücek hurma var ki yapyalnız... Zemini haylice mail de olsa çaresi ne? Büründüm artık onun zıll-i pare-paresine. Bu noktadan ne müheyyic fezaya doğru nazar! _____________ Birer kanat iki sahilde yükselen ovalar: Nigah uzandı mı bir kerre duş-i sahirine Hayal uçup gidiyor başka alemin birine! Zemine şimdi o gündüz alev saçan afak Gülümsüyor yüzü artık muhit-ı reyyanın... Muhatı çünkü semadan inen bu çağlayanın. Deminki samte bedel hande çınlıyor yer yer: Gülümsüyor koca vadi gülümsüyor tepeler; Gülümsüyor suyu tırmanmak isteyip öteden Uzun kürekli kayıklarla bir büyük yelken; Gülümsüyor beriden gölgeler döküp Nil’e Otel binaları etvar-ı imtinanıyle. Gülümsüyor kıyıdan beş ya altı hatve kadar Gülümsüyor suyu kırbayla aktaran fellah; Gülümsüyor bunu ömründe görmeyen seyyah! Gülümsüyor çalılıklarla örtülmüş dereler; Gülümsüyor sayısız tarlalarla meşcereler. Gülümsüyor karılar başlarında topraktan Güğüm kılıklı birer kap dönerken ırmaktan. _____________ Başmuharrir Gülümsüyor kıyılardan balık tutan çıplak Çoluk çocuk suyu kepçeyle aktarıp durarak. Sabahleyin dolaşıp gördüğüm o heykeller; Ki sermediyyete çılgın zavallı hırs-ı beşer –Kuluba nakşedecek yerde yad-ı rahmetini– Fezaya kazmak için zıll-i bi-kerametini; Dikip de her kayadan bin hayata seng-i mezar Bu korkuluklara vahşetle vermiş istikrar; Ki secdeler edecekmiş ayaklarında zemin; Ki Arş’ı titretecekmiş alınlarındaki çin! Fakat zaman denilen dest-i kibriya-yı mehib Bu kahramanları etmiş ki öyle bir te’dib: Ne enf-i nahveti kalmış kırılmadık ne kolu! Civar-ı ibreti enkaz-ı laşesiyle dolu. Ne çehrelerde mehabet ne cebhelerde gurur; Silik hututuna çökmüş bütün meal-i fütur. Adaletin bu kadar bi-eman tecellisi Nigah-ı zaire vermekte merhamet hissi. Evet mezarı o heykellerin uzaktı bana… Şu var ki mün’atıf oldukça gözlerim o yana Gülümsüyor diyorum onların da çehreleri. Gülümsüyor koca bir ma’bedin yıkık kemeri. Gülümsüyor sağa baktıkça karşıdan “Kurnak”; Gülümsüyor o sütunlar ki Nil’e müstağrak Zılal-i ra’şe-nümasıyle oynuyor emvac. Gülümsüyor dağınık başlarında altın tac Semaya fırça vuran hurmalar sevahilden. Oturmuş olduğum asude sath-ı mailden Biraz yukardaki çardak biçimli gölgeliği Nasılsa görmek için kalkayım dedim... Ne iyi! Fransız İngiliz Alman on üç kadar seyyah Üçer beşer küme olmuşlar: İnliyor akdah! Birinciler gülüyor... Çünkü ceyb-i meşhunu Yerinden oynatıyor kainat-ı medyunu. “Sedan” düşündürecek olsa olsa maskarayı... Refah unutturur insana en derin yarayı. Cihan bir emrine amade... “Öl!” desin ölecek. Tutuşturup bütün akvamı karşıdan bakıyor; Çelikle taş vuruşurken herif çubuk yakıyor! Üçüncüler gülüyor... Çünkü zur-i bazusu Ne derse “doğru!” denen bir kefil-i namusu. Beşer ki kuvveti bahşetmiyor henüz hakka; Ne çare var onu kuvvetle almadan başka? Zebun musun? Yalınız ağlamak senin hakkın! Evet bu saha-i cuşun bu cuş-i ezvakın Oturmuş ağlıyorum ağlasam da ma’zurum: Vatan-cüda gibiyim ceddimin diyarında! Ne toprağında şu yurdun ne cuybarında Bir aşina sesi yahud bir aşina izi var! Sadama beklediğim aksi vermiyor ovalar. Bileydim ey koca Şark ey cihan-ı duradur Senin nerendeki evladının nasibi huzur? Başın belalara girmiş; elin kolun pamal; Görür müyüm diye karşımda müslüman yurdu Bütün diyarını gezdim ayaklarım durdu... Yabancı sesleri geldikçe reh-güzarımdan Hep inkisar-ı emel taştı ruh-i zarımdan! Vatan-cüda olayım sinesinde İslam’ın? Bu yok mu? En acı bir intikamı eyyamın! Benim ilerledi ömrüm düşük kolum kanadım; Bu intikamı çalışsın da alsın evladım. Ufukta şimdi güneş sönmek üzre sallanıyor; Şu var ki çehresi hala parıl parıl yanıyor. Biraz geçince şua’at-ı vapesiniyle Dikildi piş-i nigahımda ansızın Nil’e Miyaha ra’şe veren bir amud-i nuranur. Fakat bu zıll-i mübahi bu intıba’-ı vakùr –Ki çok zaman kalacak sandım imtidadından– Beş on dakıkada Nil’in silindi yadından! Yazık o gölge de milyarla zıll-i na-yaba Katılmak üzre atılmış meğer bu girdaba! Görünmüyor güneş artık önünde perde cibal; O şimdi başka ufuklardan etti arz-ı cemal. Acıklı ruhunu mağrib hazin hazin döktü; Zemine şam-ı gariban yavaş yavaş çöktü. Değişti çehresi Nil’in: Önümde az kumral; Deminki zıll-i sütunun yerinde pek koyu al; Biraz ilerde fakat adeta karanlıktı. Bu reng-i mateme dağlar da aşina çıktı: Karardı baktım uzaktan dumanlı cebheleri. Ridası mağribin artık kucaklamıştı yeri. Cebin-i esmer-i vadide titredikçe zılal Uyandı ruh-i garibimde bir hayal-i muhal: Cihan-ı samiti karşımda ağlıyor sandım... O gölgelikten inip nura doğru tırmandım. Meal-i Şerifi Atların alınlarında kıyamet gününe kadar hep hayır ve bereket bağlı “ve asılı” durur. Hadis-i şerifin ravisi Abdullah bin Ömer radıyallahu anhdir. Muharricleri İmam Malik Buhari Müslim Nesai ve İbni Mace ve Ahmed bin Hanbel hazretleridir. Yine bu hadis-i şerifi Urve bin Ebi’l-Ca’d radıyallahu anh tarikiyle Enes radıyallahu anh tarikiyle Buhari ; Ebu Hüreyre radıyallahu anh tarikiyle Müslim Tirmizi Nesai İbni Mace ; Ebu Zer ile Ebu Said-i Hudri radıyallahu anhüma tarikleriyle tarikleriyle Taberani rivayet ediyor. Demek ki mütevatirdir. Meal-i Şerifi Atların alınlarında ta kıyamet gününe kadar hep hayır ve bereket bağlıdır. Atı olanlar onu infakta avn-i Amma nazarlık makamındaki gerdanlıkları takmayınız. met işini tahmil ediniz. Cahiliyet evtarını intikamlarını almaya alet olmayı tahmil etmeyiniz. Bu hadis-i şerif İmam Ahmed bin Hanbel Cabir bin Abdillah radıyallahu anhden rivayet ediyor. Meal-i Şerifi Cerir radıyallahu anhin şöyle dediği rivayet olunur: Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellem efendimizi gördüm. “Ta ruz-ı kıyamete kadar atların alınlarında hayır ve bereket ya’ni ecir ve ganimet ma’kuddur” diyerek bir hayvanın alnından tutup başını mübarek parmaklarıyla çeviriyorlardı.” Hadis-i şerifin muharricleri İmam Ahmed ile Müslim ve Nesai’dir. Yine bu hadis-i şerifi Urve tarikinden İmam Ahmed Buhari Müslim Tirmizi ve Nesai tahric etmişlerdir. Meal-i Şerifi Bereket atlardadır. Hadis-i şerifin ravisi Enes bin Malik radıyallahu anh muharricleri İmam Ahmed İbni Hanbel Buhari Müslim ve Nesai’dir. Meal-i Şerifi Atlar üçtür. Biri Rahman azze ve celle hazretleri içindir. Biri insanın kendisi içindir. Biri de şeytan içindir. Zat-ı pak-i Rahman’a has olan at Allah azze ve celle hazretleri yolunda cihad için haps edilen attır ki onun yemine bevline tersine varıncaya kadar nesi varsa hepsi sahibinin mizanda hasenatıyla ağır basar. Şeytana has olan at kumara ve iddi’aya sebeb olan attır. İnsana has olan at ki fukaralığa karşı setr ve vikayedir. Bu hadis-i şerifi İmam Ahmed bin Hanbel hazretleri – – Paşa’yı ele almış etrafına İngiliz askerlerini doldurmuş çekildi. Tahşidat yapmaya tedabir-i harbiyyeyi ittihaz etmeye başladı. İdare-i örfiyye ve hal-i harbi i’lan etti. Divan-ı harb-i örfi de Harbiye Nezareti Vekili’nin taht-ı riyasetinde teşekkül etti. Temmuz’da Hidiv İngilizlerle sulhün in’ikad ettiğini Urabi’ye tebliğ ve derhal İskenderiye’ye azimet etmesini emr etti. Bunun üzerine Urabi hidivden şerait-i sulhiyyenin ba-telgraf iş’ar edilmesini isteyince hidiv tercih-i sükut ederek cevab vermedi; fakat hükumet-i Mısriye’ye ve ayrıca Harbiye Nezareti’ne sulhün in’ikadını hal-i harbin hitam bulduğunu iş’ar eyledi. Harbiye Nezareti Vekili Meclis-i nüzzar a’zasından rüesa-yı aklam ulema ve a’yadan müteşekkil bir meclis akd ederek mes’eleyi müzakere etti. Meclis hidive bir heyetin irsaline bu heyet tarafından Kahire’ye da’vet edilmesine karar verdi. Heyet Mısır’a avdet edince Urabi’ye hidivin İskenderiye’den ancak İngilizlerin izniyle ! müfarakat edebileceğini tebliğ etti. Bunun üzerine Urabi’nin tarafdarları heyecana galeyana geldiler. Hatta hidivin azl edilmesini bile istediler. harb-i umumi başladığı zamanlarda ölen Mısır Reis-i Nüzzar-ı esbakı Mustafa Fehmi Paşa o sırada Urabi’nin efkar ve mesleğine en şiddetli en fedakar tarafdarlardan Temmuz’de Hidiv Tevfik Paşa Urabi’nin isyanından dolayı azline dair bir emr-i ali ısdar ederek istihzarat-ı harbiyyenin ibtal edilmesini emr etti. Harbiye Vekili yine ümeradan ulemadan müdürlerden mütfülerden rüesa-i aklamdan nazır vekillerinden a’yandan fuzaladan elhasıl a’zası beş yüz kişiyi geçen bir ictima’ tertib ederek hidivin telgrafını tebliğ etti. Uzun müzakerelerden sonra emr-i hidivinin adem-i icrası İngilizleri tard etti. Bu karar temhir olunarak zat-ı şahaneye irsal edildi. Urabi’ye de resmen tebliğ olundu. Bu sırada hidiv İngilizlerle beraber İskenderiye’de; millet de ordu ile beraber aleyhlerinde idi. cereyan etmesini intac etti. Avrupa’da ise bombardıman umumun dehşetiyle karşılandı: Temmuz’da Devlet-i aliyyemiz bütün Avrupa devletleri nezdinde İngiliz donanmasının hareketini protesto etti. Dersaadet’de ictima’da devam eden düvel-i mu’azzama kongresi Temmuz’de Avrupa namına hükumet-i Osmaniyye’ye: Ordusunu; kumandanının salahiyetini takyid etmek Mısır idaresine müdahale etmemek zat-ı şahane tarafından verilen fermanları düveli mesini tebliğ etmeyi kararlaştırdı. Karar Temmuz’da hükumet-i Osmaniye’ye tebliğ edildi. Herkes cevabı bekliyordu. Avrupa teklifinin kabulü gerek hükumet-i Osmaniye gerek Mısır’ın menafi’i nokta-i nazarından kabule şayandı. Fakat maalesef diplomatlarımız İngilizlerin o gaddar kavm-i la’inin nasihatlerine kulak asarak aldandılar ve Avrupa’nın teklifini –her ne vakit isterse Avrupa’nın teklifine lüzum görmeden Mısır’a asker sevk edebilmek mülahazasıyla– red ettiler. İngilizlerin iki yüzlü olduklarından dolayı hiç taaccüb etmeyelim. Bu bir an’ane-i siyasiyyedir. İngilizler bir garaz-ı mel’un uğrunda namuslarını bile feda etmekten hiç çekinmezler; hem de bunu şerefli bir şey tanırlar. Bunlar vaktiyle bizim diplomatlarımıza bütün Avrupa’nın bize düşman ancak kendilerinin bize dost oldukları hezeyanını iblisane bir deha ile anlatabilmişler ve fazla olarak onların Dersaadet Kongresi’ne ancak Avrupa’nın aleyhimizdeki mesa’i-i düşmananesini akım bırakmak için iştirak ettikleri yavesini göz boyayıcı bir maharetle zihinlere yerleştirmişler idi. Evet göz boyayıcı bir maharet! Çünkü İskenderiye bombardımanı gibi her gafleti yırtıp atacak saika-asa bir tarraka-i cehennemi gürleyip duruyordu. Bu sıralarda Fransa Hükumeti parlementodan her ihtimale karşı ve icabında Süveyş Kanalı’nı himaye etmek bir karar-ı kabul vermesini talep etti. Uzun ve gürültülü bir münakaşadan sonra karar verildi. Meclis hükumete hiç bir meslek-i siyasinin ta’kıbini tavsiye etmeyerek ittiba’ edilen politikanın netayicine intizar etti. Babıali Avrupa teklifine cevap vermeden mukaddem Fransa ve İngiltere’nin delegeleri kongrenin Süveyş Kanalı’nı himaye edecek devletlerin ta’yinini teklif ettiler. Fakat teklif kabul edilmedi ve herkes cevaba intizar etmeyi tercih etti. Merhum Said Paşa Temmuz’da “Hükumet-i Osmaniyye’nin Avrupa delegeleriyle müzakerede bulunmayı kabul edeceği” cevabını verdi. Onların teklifinin kabul veya red edildiğine dair harf-i vahid yoktu. Böylece hükumet-i Osmaniyye bidayeten red ettiği bir teklifi Avrupa tarafından Mısır’a asker sevk edilmesi teklif olunduğu zaman kabul etti ve delegelerle müzakereye başladı. Bu devre-i tarihideki siyaset-i Osmaniyyeyi tarih teessüf çerçeveleri içinde kayd edecektir. Temmuz’da Fransız Hükumeti Süveyş Kanalı’nı himaye etmek için parlementodan milyon frank istedi. Meclis tarafından bir encümen teşkil olundu. Encümen hükumetin teklifini müzakere ederek kararını tebliğ eyledi. Kabine Reisi Freycinet ile Bahriye Nazırı Amiral Jauréguiberry arasında Süveyş Kanalı’nı işgal mes’ele-i mutasavveresinden dolayı bir ihtilaf hadis oldu: Freycinet Fransızların ancak kanalın şimal sahilini işgal etmelerini amiral de mutlaka Zekazik Şehri’nin lüzum-ı işgalini duymaz milyon masarıfın kabulünü red etti. Temmuz’da meclisde müzakereler başladı. Mösyö Freycinet yukarıda tafsilatını arz ettiğimiz siyasetini teşrih ederek meclisden i’timad talep etti. A’za birer birer bu siyaseti tenkıt ettiler neticede re’ye karşı sada ile sukut etti. Hükumet-i Osmaniye bu kabinenin sukutundan bir gün mukaddem yani Temmuz’da ma’hud kongreye Mısır’a asker göndermeyi İngilizlerin Osmanlı ordusunun vusulünü müteakib derhal müfarakat etmeleri şartıyla kabul ettiğini tebliğ etti. Lord Dufferin buna cevaben: Ancak zat-ı şahane Urabi’nin asi olduğuna dair bir beyanname neşr ederse Osmanlı ordusunun Mısır’ı işgal etmesine İngiltere’nin muvafakat edeceğini söyledi. İşte İngilizlerin serapa levs ü çirkten teşekkül etmiş tinet-i habisesi! Bir vakitler Urabi’yi teşvik eden zat-ı şahane tarafından bir nişan almasına sebeb olan hükumet-i Osmaniyye’ye Fırka-i Ahrar’ı teşvik etmeye sevk eden İngiltere şimdi de Urabi’nin Tam bu sırada hidiv İngiliz Donanması Kumandanı Amiral Seymour’a Süveyş Kanalı’nı işgal ve Urabilerden muhafaza etmesini talep etti. Mösyö Dolsis ise Urabi’ye kanalın hiç bir vakit İngilizler tarafından işgal edilmeyeceğini İngilizlerin telkınatına binaen va’d ! etmişti. Fakat her va’di neks etmek her ahdi çiğnemek İngilizlerin milli adetlerindendir. Dersaadet Kongresi daha hala ictima’ edip duruyordu. Hatta İtalya delegesinin: Bütün Avrupa devletleri tarafından kanalın muvakkaten işgaline dair olan teklifini müzakere ediyordu. Bu teklif Almanya Rusya ve Avusturya tarafından kabul edilmişti. O vakit Ruslar İngilizlerin müttefiki değil düşmanı idiler. Bu fırsatı kaçırmayan hükumet-i Osmaniyye’nin Mısır’a ordu sevk etmesini teshil için tazminat-ı harbiyyesinin te’cil-i tekasitini kabul etti. Ağustos’de İngiliz ve Hindistan askerleri Süveyş’i Çünkü hükumet-i Osmaniyye’nin ordu sevk etmesine Burada zikr etmek istemediğim sade sahife-i hatırattan değil mümkün ise tarihden bile tayy ettiğim bir hadise vuku’ buldu. – – Sahabe-i kiramın hun-ı şehadetiyle muhammer arz-ı Mısır’ın harim-i mukaddesi pis İngiliz çizmeleriyle çiğnenmesi müslümanları İngilizlerin ebedi düşman-ı canı eden vakı’anın son perde-i feci’ası tamam oluyordu. ve Ağustos’da İngiliz askerleri İnşaallah yakında rehakar Hilafet ordusu tarafından işgalini beklediğim Portsait ve İsmailiye’yi işgal etti. Müte’akiben General Wolseley Süveyş Kanalı’nın seddini!! i’lan ederek İngiliz donanmasının serbesti-i mürurunu ve istediği yere asker çıkarabilmesini te’min etti. Dolesbis protesto etti. Fakat dinleyen olmadı. Süveyş Kanalı’nın işgali üzerine Fransız gazeteleri kıyameti kopardılar. Fakat çe faide?. Alman gazeteleri Fransızlarla güzel alay ettiler. Almanya’nın Mısır’da yegane menfa’ati dostu Devlet-i Osmaniyye’ye mu’avenetten başka bir şey olmadığını beyan etti. Ağustos’de Mısır ordusu ile İngiliz ordusu Mahmese’de çarpıştılar. Netice pek feci’ oldu. İngilizler bir çevirme hareketi ile Mısır ordusunu perişan ettiler. Urabi Tellü’l-kebir’e ric’at etti ve Kahire’den imdadlar yetişti. Bir kaç gün sonra Tellü’l-kebir vak’ası da hezimet Artık tafsilatın sonunu Urabi’nin kaleminden dinleyelim: “Bunun üzerine Köprü’l-Kassasin cihetinde iki mühim hareket-i harbiyye vuku’ buldu. İki ordu büyük bir sebat gösterdi ikincisinde Raşid Hüsnü Paşa yaralandı yerine Ali er-Rubi Paşa tayin edildi. Daha henüz hiç bir tahkimat yapmamış iken İngiliz ve Hindistanlı askerler üzerimize hücum etti; süvari ve topçu süvariler sabah karanlığında üzerimize iki sa’at mühlik ateşler yağdırdılar. Daha sonra bir fırka süvari ordumuzu çevirerek Çarşamba Şevval Eylül sene’de hezimetimize sebeb oldular. İngiliz süvarileriyle ta’kıb edildiğim halde Bilis’e geldim. Burada Ali er-Rubi Paşa ile mülakat ettim. Beraber Enşas’a gittik ve oradan tren ile Kahire’ye vasıl olduk. Meclisin bütün a’zası harbiyede hal-i ictima’da fikrinde olmadıkları ! anlaşıldı. Binaenaleyh İngilizler kalmadı. Ve neticede mezkur devlet hakıkati ! anlayınca ahalinin hürriyet rahat ve refahını te’min edeceğine Ne müthiş satırlar! İskenderiye’nin bombardımanından sonra İngilizlere nasıl i’timad edilir idi? İskenderiye katli’ammından sonra İngilizlerin muhibb-i insaniyyet oldukları nasıl kabil-i tasavvur olurdu? Fakat İngiliz hiyanet ve mel’aneti o kadar dehşetli idi ki hem Halife’yi hem hidivi hem Urabi’yi hem Fırka-i Ahrar’ı aldatabilmiş idiler. ken Babıali Lord Dufferin ile bir ittifak-ı harbi akdi için muhaberatta devam ediyor idi. Mezkur Lord her gün yeni bir ta’dil yeni bir madde icad etmek ile ordu-yı Osmani’nin Mısır’a sevkini te’hir ediyor ve hükumet-i Osmaniyye’nin Urabi’nin isyanına dair bir beyanname neşr etmesi için uğraşıyor idi. Nihayet nail-i meram oldu. Ağustos’de zat-ı şahane Urabi’nin isyanını i’lan ve Mısır ordusuna Urabi’nin emirlerini icra etmemesini tenbih etti. Bu beyanname Tellü’l-Kebir vak’asından bir hafta mukaddem neşr olundu. Urabi’yi Hilafet’in müdafi’-i hukuku ve mazhar-ı rızası tanıyan ordu ve ahalinin ma’neviyyeti za’ifleşti. Müdafa’a ihmal olundu. Fazla olarak hidiv-i sabık da İngilizlerle birleşmiş ve hatta İngilizlerle beraber yolları gösterecek zabitler bile irsal etmiş bulunuyor idi. Elhasıl Urabi’nin vaz’iyyeti pek müşkilleşmiş Ağustos yevm-i meş’umu mu’azzez ve sevgili Mısır’ın yürekler paralayıcı ruz-i matemidir. O gün o dil-rüba ma’şuka-i vicdan İngiliz rida-yı vahşetine me’yus olmaksızın büründü. O gün tarih-i İslam’a Endülüs feci’asından sonra en dil-suz en siyah sahife-i matem yazıldı. O gün mücahid-i a’zam Salahaddin-i Eyyubi’nin bir zaman saliblerin hücumat-ı akuranesini püskürten ahenin kalelerinin kulelerine İngiliz rayet-i mel’aneti dikildi. O gün koca bir kitle-i mu’azzama-i İslamiyye’nin mukadderatı “imha ve ifna” siyasetini bütün feca’atiyle tatbik eden canavarların kanlı ve mülevves pençelerine düştü. O gün seyyidü’l-kainat ve kurretü’l-ayni’l-müslimin Hazret-i Muhammed aleyhi efdalü’s-salavat efendimizin ruh-ı güzini ağladı ma’neviyet-i Selim’in sarım-ı celadeti dest-i yemininde alevler saçtı. O cihangir halifenin ruhu gazabından titredi. O gün İngilizler Kahire’ye dahil oldular..…. Üç gün sonra Lord Dufferin Darü’l-Hilafe’de kemal-i şevk ve şetaretle “Artık Osmanlı ordusunun lüzumu kalmadığını” kında güzel güzel haberler yazmaya başladı. Mesail-i müslümanlar hakkındaki takdiratı cidden şayan-ı dikkat ve ibrettir! Muma-ileyh baron cenabları diyor ki: “Siz öyle tabiate karib terakkıye müste’id bir dine sahibsiniz ki adeta ona mehd-i medeniyet ve terakkı diyebilirim. Endülüs’ün yaşadığı ve bizi hala yaşattığı o büyük günler hatıradan çıksa da tarihden de silinmez ya... Ben şarkın medeniyet ve terakkısinin hayranıyım.. Mütala’a ettiğim asar-ı atika bana bu hususda hayretler ğuyorsa medeniyet de işte öylece iklim-i şarktan zuhur etmiştir. Asuriler Babililer Mısriler terakkinin evc-i balasında iken Avrupa barbarlık aleminde günler geçiriyordu. Bağdad’daki halife nezdine bir me’mur-ı mahsus yollayan İmparator Şarlman da İslamiyet medeniyetinin bir takdir-hanı idi… Sonra şark biraz husufe uğradı. Şarkın haluk evladları garb cebabiresinin tahakkümüne düştü… Allah’dan tazarru’ ederim ki bu güzel fırsatla o bülend asman-ı şark yine parlasın. Bütün kalbimle temenni ederim ki şark ve garb birbirine ittika ederek kalkınsınlar. Ve bu suretle beşeriyete hizmet etsinler. Eminim büyük bir kana’at-i vicdaniyye ile eminim ki yine bu büyük günler avdet edecek… Dünya Rus gibi İngiliz gibi Fransız gibi bütün müslüman alemini ribka-i esarete almış haydudların elinden inşaallah halas olacaktır. Yazınız… Memleketinizin samimi ahalisine yazınız… Bu muharebenin ehemmiyetini takdir etsinler… Ecdadları gaziler gibi azm ile i’timad-ı nefs ile gazaya girişsinler… Herhalde kazanacaklarından emin olsunlar… İzzet-i nefislerini göz önüne getirerek düşünsünler ki bugünkü kahramanane hareketleriyle ribka-i esarete geçmiş üç yüz milyon müslümanı halas edeceklerdir. Padişah-ı Osmaniyan ve halife-i İslamiyan hazretlerinin bütün ahkam-ı şer’iyyeye istinad ederek i’lan buyurdukları “cihad”ın hikmet ve kudsiyyetini biz hıristiyanlar bile takdir ediyoruz. Zira bugün bu üç zalim devletin altında bulunan müslümanların hali insaniyeti harekete getirecek kadar müdhiştir. İnşaallah zafer bizimle beraber olacaktır. Zira hak bizimle beraberdir... Ben Alman Milleti gibi Osmanlı ikliminde de bu hususda büyük bir i’timadın mevcud olduğuna kat’iyyen kani’ bulunuyorum.” Günden güne hal ve mevki’ kesb-i vuzuh ediyor. Alem-i İslam’ın intibahını inkar edenler bile yanılmış olduklarını anlayıp i’tiraf eyliyorlar. Müslümanlar her tarafda dıklarını asarıyla isbat etmişlerdir. Rusya’da şu son günlerde birbirini vely eden ihtilaller şikayetler firarlar haps ve işkenceler tevkıfler keyfiyetin mahiyetini açıktan açığa göstermiştir. Bunca tehdid ve tahviflere kuva-yı cebriyye ve zecriyye isti’maline rağmen husule gelen kıyam ve isyanları Moskoflar bir türlü teskine muvaffak olamamışlardır. Bakü’de Tiflis ve Erivan’da Bahr-i Hazer sevahilinde Türkistan-ı Rusi cihetlerinde yaşayan müslümanlar Rusya’dan intikam almak zamanının layıkıyla yaklaştığına iman ederek faaliyata teşebbüs etmiş var kuvvetleriyle Moskof hükumeti aleyhine ayaklanmışlardır. İhtilalci komiteci milli emeller ta’kıb eden ve senelerden beri esaret zencirlerini kırıp hürriyet ve istiklallerini elde etmeye uğraşan unsarlar –hususiyle– müslümanlar bugünkü parlak fırsatlaradan reye girmiştir ki o gibi cereyanların durdurulmasına çalışan bi-taraf İran hükumeti dahi izhar-ı acz etmeye başlamıştır. Azerbaycan’da müstahlıs sıfatıyla ifa-yı vazife eden Osmanlı kıtaatına hemen her gün yüzlerce mücahidler aşayir ve kabayil iltihak ettikten başka İran’ın Kazvin Geylan Mazenderan Hemedan Tahran vilayetlerinden binlerce müsellah efrad-ı kabail ve ahali can atarak Azerbaycan’daki Osmanlı kardeşlerine doğru koşup Ruslar aleyhinde omuz omuza harb etmektedirler. Horasan Eyaleti’nin merkezini teşkil eden Meşhed Şehri’nde de Rusya’nın konsolosunun vahşi Kazaklarının zulüm ve istibdadlarından müdahalat-ı mütehakkimanelerinden bizar olan ahali nagehani bir surette Rusya konsoloshanesine hücum ederek Rus konsolosuyla onun muhafazasına me’mur beş kazağı öldürmekle teşeffi-i sadra muvaffak olmuşlardır. İran’ın cihat-ı cenubiyyesinde yaşayan Kaşkailer ise i’lan-ı cihad haberlerini Belucistan kabaili arasında neşr ve isale çalışıp onları Hindistan’ın Sind cihetlerine hücuma teşvik ve tergıbe muvaffak olmuşlardır. Beluc kabaili Hind hududunda cihad i’lanını yapmakla beraber oradaki İngiliz asakirine oldukça bir ders-i te’dib vermişlerdir. Bu halet-i ruhiyyeyi İngiltere’de münteşir gazeteler bile yarım ağızla bilahare i’tirafa mecbur olmuşlardır. Hindistan’ın Kalküta Aligarh Pencab ve sair şehirlerinde sirayet etmeye başlamış ve İngilizleri iyiden iyiye düşündürmüştür. Bunun üzerine Hindistan ve Belucistan müslümanlarının aleyhdarlarının fikrini çelmek ve onları aldatmak için kendi ellerinde bir alet gibi oynayan Batıniler reisi Aka Han’ı Londra’dan Hindistan’a i’zam lerdir. Bu hizmetine mükafat olarak merkuma İran-ı Cenubi dahilinde ilerde teessüs edecek bir hükümdarlık veya bir riyaset-i hükumet va’d edilmiştir. Hindlilerle Afganlılar ahiren Siracü’l-Ahbar gazetesinde ona cevaben yazdıkları makale ile hakıkati meydana koymuşlardır. Hindlilerle Afgan ahalisi İngilizlerin Süveyş Kanalı’ndaki mağlubiyetleriyle kanalın kapanmasını bekliyorlar. ötesinde vaki’ Hüveyze kabaili –ki bin kişiyi mütecavizdirler– oraya İngilizleri def’ için koşan Osmanlı ve mücahidin-i derece-i bedahete varmıştır. Bingazi ve Sellüm cihetinden binlerce gayur mücahidlerle hareket edip el-yevm Mısır’ın Sive noktasına yetişen Senusi mücahidleriyle Sudan Darfur Berbere mücahidlerinin Sudan’da İngilizleri pek fena bir halde tazyik etmekte oldukları da meydandadır. İnşaallah yakın zamanda bu muhterem mücahidlerle Osmanlı kıta’atı Kahire’nin Cize Ovası’nda birleşecekleri hemen muhakkak ve emr-i vaki’ gibidir. Bu dakıkada cihan-ı İslam’ın her tarafında yaşayan müslümanlar ayaklanıp ahz-i intikam için silaha sarıldıkları keyfiyeti artık inkara mahal bırakmayacak hakayık cümlesindendir. Kış mevsimi hitam bulup ilkbahar taravet ve letafetiyle arz-ı endam eder etmez İslam yiğitleri mü’min kitleler hain İngilizlerle zalim Moskofları demir çenberler içine alıp son darbeyi vuracaklar ve artık bu tüvan bırakmayacak surette tepeleyeceklerdir. İslam ve cihad bayrağı altında bir emr-i mukaddes-i dini uğrunda halisen muhlisen li-vechillah Halifetü’l-müslimin’in emriyle vazife-i nazifelerini ifa için ayaklanan yeryüzündeki müslümanları hangi kuvvet durduracak? Cenab-ı Hak bu suretle azamet ve kudretini İ’tilaf küffarına celi bir surette tanıttırmaya azm etmiş meşiyet-i ilahiyyesi bu vadide karar kılmıştır. Bu öyle bir mu’cize-i bahiredir ki İslamiyet’i mahv ü perişan etmek isteyenlere Müslümanlığı ölüm yatağında çırpınmakta olduğunu zan edenlere ulvi bir gösterişle zan ve kıyaslarının hataalud olduğunu gösterecektir. Mevcudiyet-i İslamiyye ve makam-ı Hilafet’le istihza etmek ve ona karşı oyun oynamak olduklarını anlatacaktır. Böyle acı tecrübelerden sonra Fas’ın Mısır’ın İran’ın sair bilad-ı İslamiyye’nin istila ve taksiminin gayr-i kabil-i hazm bir iş olduğunu İngiltere ve müttefikleri öğreneceklerdir. Fransızların Fas’daki mevki’leri o rütbe za’f ve endişeye duçar ola gelmişlerdir ki Fas’daki kuva-yı umumiye kumandanları bulunan General Lyautey’e istediği gibi davranmaya me’zun olduğuna dair Fransa hükumeti tarafından bir me’zuniyet-i fevkalade verilmiştir. Rusya’da el-yevm hüküm-ferma olan silahsızlıkla parasızlık bir tarafdan dahilde başgösterip günden güne tevessü’ peyda eden ihtilaller diğer tarafdan Moskofların mağlub bir hale geldiklerini göstermekte olduğu gibi Süveyş Kanalı’nın öbür yakasında halet-i nez’ ve ihtizar içinde bulunan İngilizlerin an-karibi’z-zaman Mısır’ı gaib edip Hindistan’daki tehekküm-i cebbaranelerinin de zevale mahkum bulunduğunu işrab etmektedir. İngiltere Adası’nda mahsur kalan müddeti İngiliz balıkçılarıyla bezirganlarının azamet ve ceberutlarının son günlere eriştiğini tabi’at-i eşya ve ilcaat-ı kevniye alenen meydana çıkarmıştır. Her suudun bir nüzule mahkum olduğuna iman ve kana’at getirenlerce İngiltere’nin her halde küçülüp zevale doğru yüz tuttuğuna dair zerre kadar şüpheleri kalmamıştı. cihadın ehemmiyetini kabul etmek istemeyenlere bu menazır-ı hamaset ve şeca’ati göstermekle iktifa ederiz. Kuran yeryüzünde bakı kaldıkça müslümanlar mahv ü munkarız olmayacaklar ve ebediyyen bu diyanet-i hakka sayesinde düşmanlarını ezip tebah ettikten sonra ali ve muhterem mevki’lerini muhafaza eyleyeceklerdir. Binaenaleyh daha işin –cihad te’siratının– başlangıcındayız. Biraz sonra daha neler göreceğiz!? havalisine vasıl olmuşlar İngiliz ileri karakollarını kanal üzerine tard eylemişlerdir. Bu esnada İsmailiyye ve Kantara civarlarında muharebat vuku’ bulmuştur. Bu muharebat devam etmektedir. Mısır harekat-ı askeriyyesini icra eden ordumuz ileri kıtaatıyla çölden kemal-i muvaffakiyet karakolları Kanal üzerine tard edilmiş ve hatta bazı piyade bölüklerimiz Kanal’ı Tusum ile Serpiyom arasından öte tarafa da geçmeye muvaffak olmuştur. Düşman harb gemilerinin ve zırhlı vagonlarının ateşine rağmen kıtaatımız bütün gündüz esnasında düşmanı işgal ve vesait-i müdafa’asını vazıhan keşfe muvaffak oldular. Bir İngiliz kruvazörü topçumuz tarafından ağır surette hasar-zede edilmiştir. Kuvve-i asliyyemizin ta’arruz-ı kat’isi başlayıncaya kadar ileri kıtaatımız kanalın şark sahilinde düşmanla teması muhafaza edecekler ve keşif vazifesine devam eyleyeceklerdir. Donanmamızın bir kısmı bugün Yalta Limanı’nı muvaffakiyetle bombardıman etmiş ve diğer bir mevki’de de bir Rus vapurunu batırmıştır. Bulgaristan ve Romanya’daki kari’lerimize: Sebilürreşad abone bedelatını Filibe’de Balkan İdarehanesi’ne göndermeniz rica olunur. Baksana kim boynu bükük ağlayan? Hakk-ı hayatın senin ey müslüman! Kurtar o biçareyi Allah için Artık ölüm uykularından uyan! Bunca zamandır uyudun kanmadın; Çekmediğin kalmadı uslanmadın. Çiğnediler yurdunu baştan başa Sen yine bir kerre kımıldanmadın! Ninni değil dinlediğin velvele... Kükreyerek akmada müstakbele Bir ebedi sel ki zamandır adı; Haydi katıl sen de o coşkun sele. Karşı durulmaz cereyan sine-çak... Varsa duranlar olur elbet helak. Dalgaların anlamadan seyrini Hufre-i girdaba nedir inhimak? Dehşet-i maziyi getir yadına; Kimse yetişmez yarın imdadına. Merhametin yok diyelim kendine; Merhamet etmez misin evladına? “Ben onu dünyaya getirdim...” diye Kalkışacaksın demek öldürmeye! Sevk ediyormuş meğer insanları Hakk-ı übüvvet de bu caniliğe! Doğru mudur ye’s ile olmak tebah? Yok mu gelip gayrete bir intibah? Beklediğin subh-ı kıyamet midir? Gün batıyor sen arıyorsun sabah! Gözleri maziye bakan milletin Ömrü temadisi olur nekbetin. Karşına müstakbeli dikmiş Huda... Görmeye lakin daha yok niyyetin! Ey koca Şark ey ebedi meskenet! Sen de kımıldanmaya bir niyyet et. Korkuyorum Garb’ın elinden yarın Kalmayacak çekmediğin mel’anet. Hakk-ı hayatın daha çiğnenmeden Kan dökerek almalısın merd isen. Çünkü bugün ortada hak sahibi Bir kişidir: “Hakkımı vermem” diyen. Başmuharrir Tercüme-i Meali “Siz o müşrikleri ele geçirmek hususunda gevşek davranmayınız. Eğer siz acı duyuyorsanız onlar da sizin gibi acı duyuyorlar. Halbuki siz Cenab-ı Hak’dan onların ummadıkları bir saadeti de ümid ediyorsunuz. Bilmiş olunuz ki: Allah ezelen ve ebeden ilim ve hikmetle muttasıfdır.” Bu ayet-i celilenin şeref-nüzulüne sebeb Bedr-i Suğra hadisesidir. Biraz izah edelim: Uhud Muharebesi İslam’ın muzafferiyet-i kat’iyyesiyle tetevvüc etmek üzere me’mur müfreze “Biz galib mağlub.. Siz buradan ayrılmayacaksınız.” Emr-i kat’isi hilafında terk-i mevki’ etmeleri yüzünden o şanlı galebe mübeddel-i mağlubiyet olmuştu. Düşman ordusu başkumandanı Ebu Süfyan bin Harb bu haksız muzafferiyetinin humar-ı gururuyla “Gelecek sene yine Bedir’de buluşalım…” diye haykırdı. Hazret-i Faruk-ı a’zam radıyallahu anh de emr-i celil-i Risalet-penahi ile aleyhissalatü vesselam “Ne’am….!” cevabını verdi. Vakta ki mev’id-i telakı geldi. Medine-i münevvere seferberliğe hazırlanmaya başladı. Keyfiyet Mekke’ye aks edince Ebu Süfyan tereddüde düştü. Zaten o bala-pervazane sözünden nedamet getirmişti. Darüsselam’da ordu-yı İslam’ın seferberliği haberiyle Mekke’ye gelen Nu’aym bin Mes’ud el-Eşca’i’yi sahabe-i güzin arasına ilka-yı fitne-i hiras etmek üzere Medine-i münevvereye gitmesini yirmi deve va’diyle itma’ etti. Herif gitti Kureyş ordusunun kesret ve dehşetinden bahs etti. Hiçbir zaman ve mekanda eksik olmayan bazı za’f-ı kalb ashabı tereddüde düşünce derhal bu ayet-i celile salatü vesselam efendimiz hazretleri hiçbir ferd da’vet-i cihada icabet etmese tek başlarına düşmana karşı çıkacaklarına yemin ettiler. Bin beş yüz mevcudlu bir ordu-yı hümayun ile mev’id-i telakıye koştular. Korkak düşman bu dehşetli haberi alınca titredi dizlerinin bağı çözüldü; mevsimin hal-i kahtını bahane ederek daha birinci merhaleden döndü. Mekke’ye kaçtı. Kahramanlık İslam’da korkaklık da düşmanda kaldı. nazm-ı celile im’an-ı nazar edilirse her harfinin büyük bir düstur-ı hikmet olduğu anlaşılır. Hiç öz müslümanın kalbinde korkaklık yer bulabilir mi? Ölümden korkmak… O hiçbir hakıkı sahib-i iman ve teslimin kabul edebileceği bir şey değildir. Müslüman demek her nefesde ölüme muntazır ve hazır demektir. Onun Allah’a imanı uluvv-i şeca’ati mi yoksa dünüvv-i cebaneti mi iktiza eder? O bilmez mi ki: Korkaklık kendisini kaderin pençe-i hükmünden kurtaramaz; ölüm korkusu insana bir hayat temin edemez; bilakis düşman kılıcı altında zelil bir ölüm ta’cil eder. Fazla olarak hançerlenirken vatanının istila dininin imha ırz ve namusunun pamal-i vahşet-i a’da olduğunu son nazarlarıyla görür o dakıka-i hevil-nakte ne müdhiş cinayet me keşki merdane hasma karşı çıkıp da kahramanane bir ölüm der-aguş edeyim…” enin-i hüsran-aluduyla can verir. Cenab-ı Hak şu nazm-ı keriminde “Ey müslümanlar! Sizin a’da-yı dinden korkmanız ne kadar ayıb ne kadar zillettir. Siz harbin şedaid ve alamını çekiyorsunuz da onlar çekmiyorlar mı? Hususiyle siz ba’s ü ba’de’l-mevte haşr ü neşre kitap ve hesaba inanıyor da rahmetimi rica ediyorsunuz. A’danız ise sırf bir namus-ı vatan bir gayret-i merdi ile harbin o kadar mesaibine yarasına ölümüne katlanıyor da yine o ar-ı cebanet ve zilleti irtikab ediyor. Ben emir ve nehyimi bilir ilim ve hikmetle muttasıfım. Haydi a’da-yı dininizin istikbaline haydi ebedi şan ve şeref meydanına koşunuz!” Hakıkaten ne itab-amiz bir mev’iza-i hikmet! Korkaklar cebaneti hazm ü ihtiyat levazımından zannederler. Halbuki cebanet tab’-ı leimin deni bir hadi’asıdır. Dinini vatanını milletini sancağını Allah’ın emir ve ferman buyurduğu vechile canından ziyade sevmeyenler düşmana bırakıp kaçan korkaklar acaba hangi semt-i necata müteveccihen firar ederler? Nereye kaçıyorsun? Kime iltica edebileceksin? Efradı korkak aşk-ı din sevda-yı vatandan mahrum zillet ve esarete razı bir millet için istiklal ve hakimiyet nasıl tasavvur olunabilir? Hele Kuran -ı hakim öyle zillet ve esaret içinde yaşamak isteyenleri daha nüzul ederken red etmiştir. İşte nazm-ı celil! Meal-i Şerifi Hiçbir cins Arab atı yoktur ki her seherde şu birkaç kelime ile dua etmesi için kendisine izin verilmesin. Dua şudur: Ya Rabbi sen beni kullarından istediğine hizmetkar ettin. Beni ona nasib ettin. Artık beni kendisine en sevgili olan ehli ve malı sırasına da koy. Bu hadis-i şerifin Nesai tarafından Ebu Zer tarikiyle tahric edildiğini Münziri rivayet ediyor. Eldeki matbu’ nüshanın “cihad” bahsinde hadisi bulamadım O halde ya başka bir bahisde olacak veya nüshalar beyninde ihtilaf olacak demektir. Meal-i Şerifi Binek hayvanlarının en hayırlısı alnı akıtmalı burunu sakarlı yağızdır. Ondan sonra yalnız sağ ayağı sekil olmayan alnı akıtmalı attır. Yağız olmadığı takdirde de yağız benekli kıramtık dorudur. Bu hadis-i şerifi Tirmizi İbni Mace Hakim Ebu Katade radıyallahu anhden ve İbni Hibban Ebu Katade lerdir. Lafz-ı hadis Tirmizi’deki lafızdır. Meal-i Şerifi Edineceğiniz atların alnı akıtmalı ayakları sekil kıramtık doru yahud alnı akıtmalı ayakları sekil al veya alnı akıtmalı ayakları sekil yağız olmasına dikkat ediniz. Bu hadis-i şerifi Ebu Davud ile Nesai Ebu Vehb radıyallahu anhden rivayet etmişlerdir. Lafz-ı hadis Ebu Davud’undur. Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin gazve-i Bedir’de ve zat-ı risaletleri için yapılan gölgelik altında şöyle dua ettikleri İbni Abbas radıyallahu anhümadan mervidir: Allah’ım! Ahd u va’dine kasem ederek mücahidine nusret vermeni taleb eylerim. Rabbim! Eğer bugün şu cem’iyet-i cihadı helak edecek olursan sana ibadet eyleyecek kalmaz. Diğer rivayete göre “Ehl-i imandan müteşekkil olan şu fie-i mücahidini bugün helak eylersen ruy-ı zeminde sana ibadet edecek kalmaz.” Başka bir rivaye göre “İlahi! Müşrikin-i Kureyş şu hizb-i tevhide galebe çalarsa şirk de galib gelip din-i kavimin paydar olamaz.” Dinin ilk harbe saldığı ordu Düşmana karşı saf olup durdu Ok atıldı mübareze oldu Şevk-i cennet yüreklere doldu Çekilip seyf-i satvet-i İslam Koşdu birden mücahid-i kiram O kılıçlar savaik oldu bütün Zulmet-i zulm ü küfrü yakmak için O süyuf öyle lem’alar attı Bedr-i şirki husufe uğrattı Doğruyorken adüvvi ehl-i hüda Kapanıp secdeye Resul-i Huda Suz-ı dille diyordu: Ey Rabbim! Lütf-ı incaz-ı va’dedir talebim Öldürürsen mücahidini eğer Dini müşrik güruhu mahv eyler Sana yerde ibadet eyleyecek Kimse kalmaz meğer ki gökte melek. Va’de-i intisarı incaz et Küfrü kahr eyle dini i’zaz et. Bu münacatı Hak edince kabul Oldu dinin adüvleri mahzul Biz de ey Halik-ı mükerremimiz! Sana öyle dehalet etmedeyiz Saldı düşman taraf taraf ordu Sakla ya Rab! Bu din ile yurdu Etmesin arz-ı vahdeti telvis “Cündüna galibun” va’desi var Eyle ya Rabbim! O va’deyi izhar Koşuyor harb edip de kan döküyor Din yolundan dikenleri söküyor Bastığım kum mu kar mıdır? Demiyor Yiyecek lokma var mıdır? Demiyor Girdbad-ı rumale göz yumuyor Sipenkine karşı gayreti komuyor Nur-ı iman uyununu bürüyor Bu mezahimde Cennet’i görüyor Gülleler; bombalarla torpiller Patlıyorken o cünd-i din-perver Atılıp türlü türlü mehlekeye Veriyor şan vücudu ma’rekeye Bu cünud-ı hamiyyeti ya Rab! Eğer eyler isen esir-i ta’ab Müslümanlık heder olur Rabbim! Günü günden beter olur Rabbim! Harameyn-i güzine çan asılır Mushafın üstüne ayak basılır Hetk-i ismet olur hicab açılır Müslümanlar dilinde ismi’llah Kalır ancak yürekte sanki bir ah Samte mecbur olur da bank-i ezan Gümletir kainatı çan çan çan Unutup din-i hakkı belki seni Olur insanların çoğu: Veseni Yok yok.. Ey Rabb-i Kadir ü Adil! Adlin olmaz bu işlere kail. Hıfz-ı dini ta’ahhüd etmişsin Olamaz ki o din-i Hak bitsin Hıfz-ı dinin vedi’a yurdumuza Kıl inayet o halde ordumuza “Bana yardım edin ki ben de size Edeyim” va’d-i kibriyanı bize Artık ifa buyur ki biz ettik Hakk’a nusrette gayete gittik Gencimiz ihtiyarımız coştu Hak yolunda gaza deyip koştu “Cahidu” emr-i paki sami’ine Dininle Ka’be’nin müdafi’ine Zafer u galibiyyet ihsan et Mecma’-ı düşmanı perişan et Geriye cünd-i Hakk’ı döndürme Batar İslam o nuru söndürme Yürüsün de mücahidin ileri Yürüsün ferr u tab-ı din ileri Münkesif olmasın o nur-ı mübin Bi’n-nebiyyi ve alihi amin “Vücub ve imtina’ ve imkan ahkam-ı şeri’atten olan vücub hürmet cevazdan başka bir mahiyette değildir. Mansurizade Said İslam Mecmu’ası sahife ” Cevazın ahkam-ı şeri’atten olmadığına dair İslam Mecmu’ası’ nın onuncu sayısındaki makalenize ta’biriniz vechile mukabelede bulunmuş idim. Mecmu’a-i mezkurenin on dördüncü sayısında hakk u hakıkati izah ve nızı beyan buyurmuş idiniz. Bu kere beyanat-ı aliyyeniz mucebince hakka rücu’ ederek yukarıda zikr olunduğu vechile cevazı vücub ve hürmet gibi ahkam-ı şeri’atten sayıyorsunuz. Bundan dolayı aleni surette arz-ı şükran ederim. Ancak İctihad Hataları ünvanlı makalenizde yine hayli hatiat vardır. Hatiatınızı şerh ve tafsile hal-i hazır müsaid değildir. Gerek bu makalenizdeki hatiatı şerh ve tafsil ve gerek on dördüncü sayıdaki ma-ba’dli cevabnameniz ve cerh cihetlerini atiye ta’lık ediyorum. Müslümanlıkta mübahesat-ı ilmiyye serbesttir. Ehil olan her hangi bir mes’ele-i fıkhiyye hakkında beyan-ı [ Saffat /] ayet-i kerimesine telmih. yerine ile Buhari mütala’ada bulunabilir. Yalnız bu hususda bir takım adab-ı mahsusa vardır ki ona ri’ayet lazıme-i edeb ve fazilettir. Bir müctehid bir mes’elede hata edebilir. Ehl-i musib de olsalar müsab ve me’curdurlar. Çünkü taharri-i hakk u hakıkat yolundaki hüsn-i niyyetleri derkardır. Binaenaleyh İctihad Hataları tedkık buyurulurken hezeyan gibi ta’birleri kullanmamayı her hatıra gelen şeyi fikir diye derc buyurmakta isti’cal göstermemeyi ve bu gibi mebahis-i diniyyede hürmetkar lisan kullanmayı refikimizden ricaya hakkımız vardır zannederiz. – – feci’ neticeleri pek dil-suz ve ibret-nüma bir surette ebsar-ı usul-i hulul ile yavaş yavaş memleketin idaresini” pençe-i tahakkümlerine almaya başladılar. İlk evvel bir emr-i hidivi ile Mısır ordusunu ilga ettiler. Kumandası İngiliz zabitlerinin dest-i mel’anetinde yeni bir ordu te’sis etmeye başladılar. Daha sonra mali “mürakabe-i senaiyye”yi ağraz-ı denaetkaranelerinin piş-i istihsalinde bir mani’a gördüler ve hemen izalesine karar verdiler. Müte’akiben Mısır’da binaen artık meclis-i nüzzarın ictima’ında bulunamayacağını” hükumet-i Mısrıye’ye tebliğ etti. Bu tebliğ murakabe-i senaiyyeyi ilga demekti. Çünkü yalnız başına Fransızlarla mürakabe olamazdı. rüfekası General Lu’ya teslim oldular ve divan-ı harb muvacehesinde muhakeme edildiler. Urabi’yi müdafa’a eden İngiliz Da’va vekilleri idi. Muhakeme pek seri’ cereyan etti. Urabi ve rüfekası i’dama mahkum oldular. Fakat hükm-i i’dam hidiv tarafından müebbed nefye ta’dil edildi. Bu sırada Riyaz Paşa Dahiliye Nazırı idi. Muhakemenin sür’atle cereyanını mesuliyet-i hakıkıyyenin adem-i zuhurunu görmesi üzere isti’fa etti. Çekildi. Urabi hadisesi bu suretle nihayetlendi: Hud’akar ve gaddar İngilizler meramlarına nail olmuşlardı!... Urabi hadisesi hakkında bir hüküm vermek mes’uliyetleri eşhasa tevzi’ etmekte ihtilaf vardır. Bazıları Urabi’nin Mısır’ı teslim etmek için İngilizlerle ittifak ettiğini söylüyor; bu suretle Urabi hain ve namussuz oluyor. Mustafa Kamil bu hüküm hakkında: “Tamamen yanlıştır. Urabi selamet-i niyyete malik idi. Fakat sür’at etti ve aldandı” diyor. Bazıları da: Hidiv Tevfik Paşa’nın İngilizlerle müttefik olduğunu söylüyor. Mustafa Kamil bu hususda da: “Hidiv Tevfik Paşa “bir hidiv olmak sıfatıyla” müdahale-i ecnebiyyenin en büyük musibet olduğunu bilirdi. Memleketin bu müdahaleye ma’ruz kalmasını istemezdi. Fakat İskenderiye bombardımanını müte’akib Urabiler tarafından Devlet-i Aliyye’nin mu’avenetiyle hal’ edileceği veyahud öldürüleceği kendisine telkın edilmişti. Kendisini yalnız bulan hidiv hayatını muhafaza etmek için İngilizlere iltica etti. Hidivin işgalden dolayı pek elem-dide olduğuna bir çokları şehadet ediyor. Hidiv Tevfik Paşa müsalemet tarafdarı idi. Hatta bazı vakitler o kadar za’ifleşirdi ki derhal teslim olurdu. Bedihidir ki hidiv hazimli ve azimli olaydı Mısır çok tehlikelerden kurtulurdu.” da bir hükm-i sarih veremez. Onun en mühim esrarı daha hala gizlidir. Bunlar münkeşif olduğu takdirde hükümler derhal değişir. Fakat her halde pek vuzuhlu görünen Urabiler ile Çerkesler hidiv ile Urabiler hidiv ile makam-ı Hilafet tefrika ve ihtilafa düşmemiş olsaydı; Urabi hadisesi vuku’ bulmazdı. İngiltere Mısır’a müdahale etmezdi Hükumet-i Osmaniye İngilizlerin desiselerine kapılmazdı Tevfik Paşa İngilizlere iltica etmeye mecbur olmazdı. Bu İslam memleketinin sukutu tek bir illetten vaki’ oldu: Tefrika! Bilcümle İslam memleketlerinin esbab-ı sukutunu araştıracak olursak netice-i tedkıkatımızda yine tefrika illetini görürüz bunun ilacı ittihaddır. emr-i Sübhanisine bila-tefrik bütün müslümanların ittiba’ıdır... kat olduğunu İngiliz ordusunun taht-ı hidiviyyeti tarsin etmek Mısırlıları medenileştirmek ile mükellef olduğunu bu vazifeyi ifa eder etmez hemen Mısır’ı Mısırlıların eline teslim ederek Mısır’ın hiç bir şuununa müdahale etmeyeceklerini lerini birer birer ta’dad edecek olsak koca cildler doldururduk. Fakat bu gadr-i mel’unanenin misallerinden bir kaçını enzar-ı kariine arz etmekle iktifa edeceğiz. Lord Salisbury müte’addid defalar “İngiltere namusu Mısır’ı tahliye etmeyi icab ettirir”; Gladiston: “Mısır’ı temellük etmek güzeldir; fakat Britanya’nın verdiği va’dine vefa etmesi daha güzeldir daha şereflidir” dediler. Ve yine bu Gladiston Mustafa Kamil’e Kanunisanisi’nde gönderdiği bir mektubda diyor ki: “Benim fikrim hiç değişmedi. Mısır’ı namusumuzla kendi menfa’atine olarak vazifemizi bitirdikten sonra terk etmek bir vazifedir. Benim nokta-i nazarıma göre Mısır’ı tahliye etmek zamanı senelerden beri hulul etmiştir. Mevki’-i iktidarda iken bu mes’ele-i mühimmenin halli için başka hükumetlerin mu’avenetine ümidvar idim.’de Londra’da Fransız Sefiri Mösyö Vadington’un mesleği emellerimi takviye etti. Fakat buna rağmen müzakerat hiç ilerlemedi. Hatta birinci hatveyi aşamadı. Bunun sebebini bilmiyorum”. Bunu bilmeyecek ne var: Namussuzluk ve gaddarlık! aldanmışlar idi. İskenderiye katliamını her milletin nefret ve istikrah edeceği en alçak vesail ile tertib eden; Urabi hadisesi esnasında namusunu hud’akarlık münafıklık desisecilik ile lekeleyen İngilizler guya Mısırlıları medenileştirecek dam-ı felaket olduğu sonradan anlaşıldı. Bütün o namus namına verilen va’adler diş gıcırdatan rakıblerin ihtiraslarını teskin etmek içindi. Yani İngiliz diplomasisi “Namus-ı milli haysiyet-i milliyye”sini aldatmak uğrunda üzerine müstenid bir politika ta’kıb ettiler: İngilizlerin nüfuzundan ma’ada Mısır’da her nüfuzu öldürmek. Halife-i mu’azzamın nüfuz-ı ma’nevisini mahv etmek ve Devlet-i Aliyye ile Mısır’ın arasındaki rabıtaları kesmek . Hidivin hukukunu gasb etmek Mısır idaresini ele almak Mısırlıları büyük ve mühim me’muriyetlerden koğmak . Mısır’da şurişler icad etmek ve işgalin devamı esbabını hazırlamak . Mısırlıların namını iftiralarla lekelemek. Ma’arifi öldürmek serveti gasb etmek. Vatansız dinsiz derbederler vasıtasıyla Hilafet aleyhinde propaganda yapmak ve bunları himaye etmek!.. Bunların hepsi “Taht-ı hidiviyyeti tarsin etmek” perdesi altında yapılıyordu. Fakat görülüyordu ki bu bahanenin te’siri pek uzamayacak. Yeni müşkilatın icadı lazım Öğleye daha iki saat var... Muhterem bir arkadaşımla Babıali Yokuşu’ndaki kitabcıların tozlu camekanları muhitin bir türlü canlanamayan bi-ma’na ye’s-aver rağbetsizliğine karşı adeta için için feryad eden adedi kadar tenevvü’ arz eyleyen kitapların adlarına seri’ ve mütecessis nazarlar fırlatarak ilerliyorduk. Hava lehü’l-hamd kara kışta bulunduğunu hissettirmeyecek derecede mülayim ve latif; güneş vakit vakit gözükerek ısıtamayan ölgün donuk bir ışık huzmesi püskürüyor. lik mütefekkir aşağı yukarı inip çıkıyorlar. Arada acı bir safir ile nahoş bir gürültü ile sami’ayı ve zihni tırmalayan hızla kırlangıç sür’atiyle gelip geçiyorlar. Oh; işte köşeden hazin ve müessir bir heva terennüm eden bir askeri bando göründü. Sonra göğsü aşk ve fesiyle müzeyyen bir sancak sancağı bir meşy-i celadet ve hamasetle ta’kıb eden beş yüzü mütecaviz bir ketibe-i hamiyyet ve fedakari! Balkan faci’at-ı müellimesinin fart-ı teessürümden bir çok zaman onulması müteassir hatta müteazzir sandığım derin yaraların zehr-agin te’sirleri altında ezilmiş bezgin kalbimde derhal bir zindelik bir kudret-i nev bir ra’şe-i emel-feza belirdi; sağlam bir iman sönmez bir ümid-i reha ve i’tila taşıyan Fethi Can’ın kolunu çektim. Bizde ancak böyle günlerde görülebilen şu nehr-i zi-hayata şu cereyan-ı mehabete bir az tebe’iyyet edelim dedim. Musika ufak bir fasıladan sonra –ey gaziler! Şarkısını tutturarak bütün gönülleri sürur heyecanlarıyla doldurup taşırmaya başladı. Ben artık pür-emel Farukların Halidlerin Tarıkların Salahaddin-i Eyyubilerin Ertuğrul’un oğlu Osmancık’ın Yıldırım’ın Fatih’in Yavuz’un Kanuni’nin cihanı titreten azametli ihtişamlı hür ve mes’ud devirlerini piş-i hayalimde canlandıraraktan yürüyordum. Deniz kıyısındayız. Bando sol tarafda durdu. Başladığı hava-yı müheyyecin terennümünde ber-devam. Ancak muallem efraddan mürekkeb bir kıt’ada görülebilen bir intizam-ı mişyetle mevkib-i hamaset geçiyor kendilerini öz ve vefakar yurdumuz olan Anadolu yakasına kadar hiç görmediği bir kafile-i dilaveran ile lebaleb dolmuştu. Musika susmuştu. purun yanına kadar vardı nesi olduğunu bilemediğim bir arslanı aratıp buldurdu. Çarşafının altından çıkardığı bir bohçacık ile al bir mendil vererek samimi dualar ederek uzaklaştı: Öteden uzun boylu kırçıl sakallı abani sarıklı bir müslüman vapurun davlumbazına şayan-ı hayret bir çeviklikle tırmanarak kaptan mahalline kadar çıktı aradığını bularak bir fişenklik tevdi’ etti biri birine sarılıp doya doya koklaştılar tatlı göz yaşlarıyla ayrıldılar. Sağımda peyda olan altı yedi yaşında tahmin eylediğim bir yavrucak elinden tutan zata gördüklerinden mülhem bazı sualler iradına kalkıştı: – Bey baba bu vapura binenler kim? – Yavrum bu gördüğün kahramanlar din ve vatan halife ve millet uğurunda gönüllü olarak cenk meydanına koşan can vererek şan almaya azm eden canımızdan aziz kardeşlerimiz! – Bizim en büyük düşmanımız zalim Moskoflar değil mi? Ne olur söyleseniz de bu ağa beylerim bizim yüzlerce yıllık öcümüzü onlardan alsalardı.. – Zaten onlar da mel’un düşmanlarımızdan hadsiz zulümlerin hesabını sormaya gidiyorlar. mini vapurun ortasında dalgalanan ay yıldızlı rayetin üzerindeki yazıyı kolaylıkla okuyabildi: Gönen Gönüllü Efradı… – Bey baba ya bu kahverengi kadife elbise giyinmiş kılıcı boynundan asılı kim? – O bu gördüğün fedailerin başı amiri; Çerkes Bekir Bey diyorlar. Arkalarında bu tatlı muhavereye benim gibi kulak misafiri olan yüzü nurlu bir hoca ilave etti: Bekir Bey yürekli En büyük zevki erlik merdlik yolunda savaşmakta bulmuştur. Bu umumi düğünden geri kalmayı erkekliğine yediremedi… Allah cümlesinin mu’ini olsun!... Solumuzda ak sakallı yetmişlik bir ihtiyar vapurdakilerden üç kahramanı titrek eliyle göstererek: İşte onlar benim kardeşlerim. Balkan Harbi’nde Cavid Paşa kolunda beri rahat komayan mihrabımızı yıkmak namusumuzu pamal etmek neslimizi söndürmek hırs-ı vahşiyanesinden bir türlü vazgeçmeyen gaddar Moskoflardan intikam almaya gidiyorlar. Ben kış ayları girdi gireli keyifsiz yatıyorum. Buraya kadar zorla gelebildim. Yürümeye boğuşmaya mecalim olsaydı bu büyük düğüne onlarla beraber mutlaka karışırdım.. Gönlündeki cevher-i iman ve dığım bu ihtiyar Taşköprülü Ahmed Çavuş yanımızdan uzaklaşırken har ve mühtez bir lisan ile: – Ooo..f düşmanla cenkleşmeye doyamadım! Diyerek bizdeki ümid-i halas ve selameti bir derece daha takviye eyledi. Artık vapurun hareket zamanı gelmişti. Musika verilen du’a-yı padişahi etrafı çın çın öttürdü. Vapur ayrılık düdüğünü sık sık çalarak sahilden aheste aheste ayrılırken musika hubb-i din ve vatan ile meşhun yüreklere alevli ateşler salan “Ey gaziler!..” şarkısıyla.. binlerce halk rengarenk mendiller sallayarak gözlerinden dumu’-ı meserret akıtarak hayırlı dualar ederek yakında zafer ve fetih müjdeleriyle mütehassir kalblere ab-ı tesliyyet ve iftihar serpecek olan –Müdafa’a-i Milliyye’nin bir gelin gibi giydirip kuşattığı– bu yurdun öz ve öz evladlarını teşyi’ eyliyordu. Sevinçle dönerken ruhumda bir ukde-i elem peyda olmuştu: Aczimi unutarak nakıs ve sönük bir ta’rifini yapmaktan kendimi alamadığım bu levha-i garra zerrelerden afitablar muhalled abideler halk ve ibda’ eden kudretli san’atkar şairlerimizin ediblerimizin kalem-i dehalarıyla tesbit ve te’yid edilemeden üç beş günlük fani bir yaşayıştan sonra müebbeden sönüp mahkum-ı nisyan olması!... Hava fasl-ı rebi’in son gönderindeki kadar ceyyid ve ruh-perver; yed-i ulya-yı Sani’in icad ve ikad eylediği neyyir-i alem-tab açık nilgun sema-yı feyz-i rahmetten afak-ı şehre furuğlar ibtisamlar serpiyor. Acı tatlı binlerce şuun ve vekayi’e sahne-i cereyan olmuş olan Babıali Caddesi evvelki günkü gibi yine cuşan ve huruşan bir mevkib-i zafer-mev’udun bank-i uluhiyyet-karinine ma’kes.. Güzergahdaki umumi hususi bilcümle mebani… dükkanlar ticarethaneler allı beyazlı necm ü hilal ile pirayedar bayraklarla donatılmış.. Cihan-ı mu’alla-yı İslam’ın füruzan bir mihr-i irfan u feyz-agini olan Hazret-i Mevlana’nın sehhar ve ilahi neva-nay-ı nalan aşkından iktibas-ı zerrat ve cezebat eyleyen mevlevi gönüllülerinin bugün gulgulat-ı tekbir ve tehlil ile titretip inlettikleri payıtaht caddeleri meşyi imkansız kılacak derecede bir cemm-i gafir ile dolup taşmıştı. Ben bugün aynı emel-i i’tila ile müteheyyic bütün bir ruh kesilen Darü’l-Hilafe’nin na-mesbuk şevk ve tehalükü karşısında Server-i Dü-cihan’ın çehar-yar-ı güzinin hulefa ve selatin-i izamımızın tarih-i satvet ve mefharetimizdeki müebbed ve la-yemut menkabelerinin şahid-i vuku’u olan müstesna günleri iştiyak ve heyecanla anarak sevindim. Makarr-ı Hilafet ve saltanattan Nil-i mübarekin reyyan kıldığı diyar-ı mu’azzeze-i İslam’a doğru zemzemedar bir cuybar-ı hamaset şeklinde akıp gidecek ve o hıtta-i mütehassireye yaklaştıkça tezyid-i azamet ve mehabet edecek olan bu kevkebe-i muvahhidinin hubb-i ilahiye tecelligah olan kulub-ı mütehassisede husule getirdiği te’sir-i gaşy-averi duymak ve tasavvur edebilmek için kilometrelerce uzayan rehgüzarı baştan başa kat’ ve müşahede eylemek gerek idi. Fariza-i mukaddese-i cihadı Halife-i zi-şanımızın san buyurdukları rayet-i celilenin mütemevvic saye-i gülgununda şad ü handan edaya azm eden sikkepuş mücahidler zümresi bugün cennet-makar fatih-i Mısır Yavuz Sultan Selim Han hazretlerinin türbe-i şerifesini ziyaretle ruh-ı pür-fütuhuna arz-ı tahiyyat ettiler. Sevgili padişahımız efendimiz hazretlerinin ve yüz binlerce din kardeşlerinin samimi hayırlı dualarını alarak enbiya ve evliya mehdine İslam matla’ına müteveccihen şehrimizden müfarakat eylediler. Hak onlara ve düşmanlarımızla arslanlar gibi çarpışan merd ihvanımıza selamet ve muvaffakiyet ihsan buyursun. Amin. Komitecilerin da’valarını İslamiyet’de Da’va-yı Kavmiyet ünvanlı eserin - . sahifelerinde hulasaten derc ettikten sonra cevaben de demiştik ki: – Da’va-yı kavmiyyet ve cinsiyyet şer’an mezmum ve merduddur. Ta’bir-i şer’isi vechile bir da’va-yı cahiliyyettir. ve sa’adetine en müthiş darbedir. Ba-husus hemen hemen bütün diyar-ı İslam diyar-ı küfre ınkılab etmişken buradaki bir avuç müslümanın ben Türküm ben Arabım ben Kürdüm ben Lazım ben Çerkesim gibi da’iyelerle yekdiğere karşı zerre kadar revabıt-ı muhabbeti gevşetmeleri –hele düşmanlarımızın pa-yı tecavüzü ta kalbgahımıza bastığı bir sırada– cinnettir. Ve asabiyet-i kavmiyye bayrağını ellerinde tutanların aldığı ma’naca da vatanperverliğe münafidir. Din ve iman akıl ve serab-ı muğfili ardında koşan Arnavud kardeşlerimizin başına gelen musibet-i uzma bize müdhiş bir ders-i ibrettir. Aynı esbab aynı netayici tevlid eder ka’ide-i tabi’iyye ve ma’kulesine binaen bu meslekte devam ettiğimiz takdirde er geç bizim de başımıza gelecek musibet budur. Bunlar sulh zamanında cereyan eden ilmi münakaşalar müsadematı faydasız değildi. A’raz-ı şahsiyyeden tamamıyla mu’arra olan bu müdafa’alar daha o vakit efkarın tenvirine hayli hizmetler etti. Bu neşriyat ile tarafeynin nikat-ı nazarı oldukça tavazzuh eyledi. Yalnız hüküm kalıyordu ki onu da hadisat vermekte gecikmedi: Avrupa’da zuhur eden kavmiyet cereyanları bütün milletleri birbirine düşürdü. Aynı dine mensub olan birçok akvam birbirinin düşman-ı canı oldu. Milyonlarca insan yekdiğerinin kanını içti; hala da içmekte devam ediyor; kim bilir daha ne kadar da içecek!... Diğer tarafdan Halife-i mini İslam bayrağı altına da’vet etti. Türk Kürd Arab Acem Laz Çerkes… Bütün akvam-ı İslamiyye bir vücud gibi olarak icabet ettiler hududlara yayılarak canlarını fedaya başladılar. Bunları Halife’nin bayrağı altına cem’ ettiren ne idi? Acaba “gevşemiş zan olunan” din hissinden başka bir şey miydi? İşte ötede kavmiyet cereyanlarıyla yekdiğerinden ayrılan milletlerin akıbeti! İşte beride –İslamiyet’in aralarındaki kavmiyet da’iyelerini kaldırıp cümlesini hem fikren ve hissen hem de fiilen birleştirdiği bir vahid-i kül teşkil ettiği– akvam-ı İslamiyye’nin vahdet ve ittihadı!... Şimdi hakk u hakıkatin bundan büyük bundan parlak bir tecellisi olur mu? Artık millet-i İslamiyye’nin ittihad ve te’alisi için rabıta-i diniyyeden başka hiçbir rabıtanın da tahakkuk etmiştir. Bugün gerek hükumetimizin gerek matbuatımızın esasü’l-esas siyaseti vahdet-i İslamiyyedir. Ba-husus Tasfir-i Efkar ve Tercüman-ı Hakıkat refiklerimizin bu babdaki neşriyatı mütevalidir. Tercüman-ı Hakıkat’in numaralı nüshasında Ağaoğlu Ahmed Beyefendi diyorlar ki: “Bundan daha bir sene evvel İslamiyet’den vahdet-i sederken insan adeta etrafına bakınıyor içindeki fikirleri hisleri söylemekten çekiniyordu. … Harb-i hazırın bize te’min ettiği ve edeceği daha bir çok faydalar arasında biri de başımızın üzerinden şu kabusu atarak aklımız kalbimiz ve dillerimiz için serbest bir saha hazırlamaktır. Bu hususa ait asırlardan beri mahrum olduğumuz bir ni’mete vasıl olduk yani istediğimiz gibi alem-i İslam hakkında fikirlerimizi hislerimizi meydana koyabiliriz. Bugün Mısır hududunda kanlarını isar eden İslam mücahidleri Arab olsun Türk olsun Kürd olsun Çerkes olsun bir vahid-i kül teşkil ederek hep aynı fikir aynı his ile meşhundurlar Halife-i zi-şanımızın ma’nevi evladı olan ve hablü’l-metin-i uhuvvetle kaffemize merbut bulunan Mısırlıları düşman istilasından düşman tasallutundan kurtarmak! İşte yegane ve Huda-pesend maksad! Aynı fikir aynı his hududumuzun diğer cihetlerinde yani İran ve Kafkasya taraflarında da hakimdir. Şu mukaddes ve ali mücahedeye hiçbir hususi fikir karıştırılamaz kimse sırf kendine has olarak bir hisse-i iftihar ve mübahat çıkaramaz. Bu bir İslam kavgasıdır. Ve kaffemiz aynı mücahedeye iştirak etmekle aynı derecede bahtiyar ve mes’uddur. Bundan sonra da acaba “ben mi” “sen mi” üzerine mi kavga edeceğiz? Ben veya sen kim olursa olsun yalnız el verir ki müşterek ve mukaddes emel için mücahede ederken el ele ve kalb kalbe vererek o ma’nevi vahdetimizi cihana irae edelim!” Yine Tercüman-ı Hakıkat’ in numaralı nüshasında müşarun-ileyh tarikatlerin vahdet-i İslamiyye esasına olan hizmetlerinden bahs ederken diyorki: “…İslamiyet bu gibi ne kadar ta’dad olunamaz tükenmez kuvvetleri haizdir! Fakat maatteessüf bir çok zamanlardan beri biz şu kuvvetlerden istifade eylemek fikir ve isti’dadını gaib etmiştik. Daha doğrusu elimizde bulunan kuvvetleri bile bilmeyerek tanımayarak kuşe-i nisyana atmıştık!... … İslamiyet kavlen değil fiilen de; iddi’a ile değil fikir ve his ile de hakıkaten bir vahid-i kül teşkil ediyor…” Tasfir-i Efkar refikimizin Mısır muhabir-i mahsusu Ahmed Rasim Bey de Kudüs’den gönderip numaralı nüshada münderic bir mektubunda diyorlar ki: “Bana öyle geliyor ki Suriye kariben: –Ey İslam Arab uyan İttihad-ı İslam’ı gaye bil! diyecektir. Çünkü Suriye kendi kitlesinin haricinde diğer İslam kitlelerinin mevcud olduğunu biliyor bilmeyecek olur ise kendisinin de diğer takdir ediyor. Diğer tarafdan biz bütün Arabistan’a Arab olduğunu ancak vahdet-i İslamiyye hissini vermekle anlatmaya muvaffak oluruz ki bugün pençeleştiğimiz üç adu-yı baren-didenin bellerini kıracak ancak bu darbe-i mühimmedir. olsun onun şa’şaa-i ikbalini diğer aktar-ı İslam’a isal edecek vesait-i mübarekenin ardı arası kesilmez.” Zaten her müslümanın kalbinde müslüman olmak dur. gibi ayat-ı Sübhaniyyeye i’tikad eden bir müslümanın bir İslam kavminin başka türlü düşünmesi başka gayeler ta’kıb etmesi mümkün müdür? Edenler bulunursa sebebi gerek eşhas gerek akvam-ı İslamiyye için bir imtihan günüdür. Her şahıs imanı nisbetinde vahdet ve te’ali-i cihada iştirak eder. Allah cümlemizin bütün akvam-ı İslamiyye’nin “Mısırlı evladlarıma bir usul-i hulul ile yavaş yavaş memleketin idaresini nasıl taht-ı tahakkümüne almış olduğu cümleye ma’lumdur. Hırs ve zulme istinad eden bu müdahalata karşı vakt-i merhununa intizaren ihtiyar-ı sükut ediliyor idiyse de çekmekte olduğunuz azab hiçbir zaman nazar-ı şefkat-i şahanemden dur kalmıyor ve daima teessürümü mucib oluyor idi. Azim bir kitle-i İslam’ın meskeni olan güzel ve feyzdar Mısır’ı tahlis için bu def’a ordularımdan birinin sevkine bahş-ı fırsat eyleyen Cenab-ı Hakk’a hamd ü senalar ederim. Müsteniden bi-tevfikatihi te’ala ordu-yı hümayunumun maksad-ı şahanem dairesinde memleketimizi te’sirat ve teşkilat-ı ecnebiyyeden halas eyleyerek olacağından ve Mısırlı evladlarımın mukteza-yı hamiyyetleri olan fedakarlıkla bu mücahede-i mukaddeseye Mehmed Reşad : Meal-i Şerifi Rebi’a bin Zeyd radıyallahu anhden mervidir ki Nebiyy-i Ekrem sallAllahu aleyhi ve sellem esna-yı seferde yolun kenarına bir gencin çıktığını görüp “Neden yoldan sapıp kenara çıktın?”diye sordular. “Tozdan kaçındım” cevabını alınca “Bu tozdan kaçınma. Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü azimü’ş-şana kasem ederim ki bu toz Cennet’in zeriresidir.” buyurdular. Bu hadis-i şerif Ebu Davud’un Merasil’inde Nesai’nin Künni’sinde Begavi’de ve Taberani’nin Mu’cem-i Kebir ’inde mezkurdur. Muğire bin Şu’be radıyallahu anhin şöyle dediği rivayet olunur: Bir def’a gazada bulunuyorduk. Biri çıktı. Katl olununca[ya] kadar cenk etti. Öteki beriki “Bu adam kendini tehlikeye attı” diye ta’n ettiler. Ömer radıyallahu anhe hali arz olundu. Cevaben yazdı ki: “Eğer dedikleri gibi ise bu adam haklarında Allah azze ve celle hazretlerinin: “Halkın bir kısmı da rıza-yı ilahi mukabilinde nefsini satar” buyurduğu kimselerdendir. Bu hadis-i şerifin ravileri Veki’ Feryabi Abd bin Humeyd : Meal-i Şerifi Sa’d radıyallahu anhden mervidir ki Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bir kimsenin: “Ya Rab salih kullarına ve kanın akacak” buyurdular. Bu hadis-i şerifi Ebu Ya’la Adeni ile İbni Ebi Asım’dan İbni Hibban ile Hakim İbni Hüzeyme’den rivayeten tahric etmişlerdir. Başmuharrir : Kays bin Ebi Hatim’den rivayet olunur ki Ebu Bekir radıyallahu anh Şam taraflarına bir ordu gönderdi. Bu orduyu yaya olarak teşyi’a çıktı. Yanındakiler: “Ey Resulullah’ın halifesi bir hayvana binseniz diye niyazda bulundular. Hazret-i Halife ise: “Allah yolundaki bu adımlarımı Allah rızası için atıyorum” cevabını verdiler. Bu hadis-i şerifin muharrici İbni Ebi Şeybe’dir. Cihad ister farz-ı ayn olsun ister farz-ı kifaye olsun o ciheti ta’yin etmek bizim vazifemiz değildir. O herkesin gayret-i diniyyesine hamiyet-i vicdaniyyesine müte’allik bir mes’eledir. Bizce muhakkak olan bir şey varsa o da Halife-i mu’azzam efendimiz hazretlerinin emirleri din-i mübin-i İslam namına cihad hakkında şeref-sadır olan ferman-ı hümayunlarıdır. Bunu hiç bir mü’min inkar etmeyeceği gibi –bir ma’zeret-i şer’iyye karşısında bulunmadıkça– bilfi’l ita’at etmekten de kat’iyyen istinkaf edemez. Bütün müslümanların bu ferman-ı hümayunu bila-kayd u şart sem’an ve ta’aten diye kabul etmesi bir fariza-i diniyyedir. Zira umum ehl-i İslam’ın hayatı üli’lemr-i a’zam olan halifeye ita’at etmektedir ki esas i’tibariyle bu ferman-ı Sübhanidir. Filhakıka bu derecede lebilirse de biraz im’an ile mülahaza olunursa hikmet-i ulviyyesi güneş gibi aşikar olur. Bu sebebe mebnidir ki: Hazret-i Server-i alem efendimiz dahi buyurmuşlardır. Hiç şüphe yoktur ki umum ehl-i İslam mükellef oldukları sem’ u ta’ate her zaman için müheyya olup halife-i mu’azzama diyanet namına ita’at uğrunda her nevi’ fedakarlığı bila-tereddüd kemal-i şevk ve iştiyakla kabul ederler. Bunun ise yalnız bizce değil umum düşmanlarımızca dahi müsellem olduğu hakkımızda ta’kıb etmekte oldukları vesail-i desais-karilerinden nümayandır. Tamam iki asırdır ki a’da-i din-i mübin rical-i siyasiyyunu sırf müslüman olduğumuz için bizim hakkımızda her nevi’ tahkıratı reva gördüler; gerek eşhasımıza gerek cema’atimize her türlü mezalimi irtikab ettiler; her fırsattan bilistifade İslam’ı alabildiğine ezdiler; o derecede ki altında bulundurdular. Bu hakayıktan çoğumuz gafil bazılarımız da mütegafildir. Esas itibariyle layıkıyla mülahaza olunursa düşmanların re-i Ahmediyye eseri olduğu aşikar olur. Hazret-i Server-i alem efendimizin hadis-i şeriflerinin sırr-ı alisi kıyamete kadar mu’cize olarak bakıdir. Evet müslümanlık öyle ilahi bir kudret ve kuvveti haizdir ki bir aylık yol ötede bulunan din düşmanları onun heybet ve azametinden titrerler. E’azım-ı din misal olarak getirilen bu bir aylık mesafeyi en seri’ bir vasıta-i seyr ile takdir etmek bu hadis-i Risalet-penahiyi o suretle anlamak lazım geldiğini söylemişlerdir ki uluvv-i himmetin bu derece-i kusvası ancak müslümanlığa hasdır. cesidir ki: Yüz seneden beri bütün devletlerin bir gün gelip de umum İslam aleminde din namına müslümanlık namına büyük bir heyecan azim bir hareket olunacağına kana’at-i kamileleri vardı. Hep o kıyam-ı umuminin dehşetiyle endiş-nak olarak daima zuhuruna muntazır de işa’a ederlerdi. Hatta bir zamanlar Mekke-i Mükerreme’de müslümanların cihad-ı ekber için büyük tedarikleri olduğunu bu maksada mebni orada her sene müslümanların Hicaz’da mukaddes bir hazine-i müslimin olup cihad-ı ekber için ta zaman-ı sa’adetten şimdiye kadar her sene her mü’min takati derecesinde kendi hayatında toplayabildiği meblağ-ı cesimi götürüp o hazineye tevdi’ etmekte olduğunu matbuat sütünlarında mevsuk menba’lara bu babda ma’lumat-ı lazıme alabilmek için Rus Hükumeti külliyetli paralar sarf ederek kendi tebasından ve kendine sadık bildiği müslümanlardan Şimal Türklerinden bazı adamları bir kaç seneler mevsim-i Hac’da Hicaz’a gönderdiler. senesinde Orenburg Müftüsü Mehmedyar Sultanef zahiren Hacı batınen de Rus hafiyyesi olarak Mekke’ye gelmiş ve Rusya’ya avdetinde hükumet-i metbu’asının Dahiliye Nezareti’ne gayet hafi bir rapor takdim etmişti. Kezalik üç sene sonra’da Rus Harbiye Nazırı Koropatkin Abdülaziz Devletşin namında bir erkan-ı harb zabitini on bin ruble ikramiye mukabilinde nim resmi hafiyelikle Hicaz’a göndermişti. Merkum arz-ı Filistin’i dahi cevelan ettikten sonra Petersburg’a avdetinde son derecede mel’anet-amiz gayet uzun bir rapor yazmış Rus Hükumeti’ne takdim etmişti. Mezkur rapora nezaret-i aidesince ehemmiyet-i fevkalade verilmiş nezaret hesabına iki yüz nüsha tab’ olunarak bu babda ehliyeti olan me’murin-i mütehassisine hükumetin esrarı diye tevzi’ olunmuştu senesinde de Salih Tulatef namında bir Asatin askeri doktoru Hicaz’a gönderilmişti. Bunun gibi diğer devletlerin de her sene Mekke’de müslüman kılıklı birer hafiyye bulundurarak müslümanların esrarına muttali’ olmak istemeleri hiç şüphesiz o mu’cize-i bahire eseri o havf u endişe neticesi değil midir? Bundan başka bütün rical-i siyasiyyenin efkarını dehşetler içinde senelerce meşgul eden bütün mahafil-i düveliyyede gayet müthiş bir mes’ele şeklini alarak gittikçe makam-ı Hilafet’i tehdid derecesine kadar götürülen “Mes’ele-i Şarkiyye” dahi bu havf u endişe neticesi değil mi idi? siyasi dahilerin gözlerini yıldıran; onları bin türlü endişelere düşüren tedbirlere sevk eden “cihad-ı ekber” bütün dehşetiyle bugün zuhur etti. Ferman-ı Halife’ye zaten can u dilden ita’atle mecbul olan ve kendilerine cihad emri tebliğ olunabilen bütün alem-i tevhid bütün müslüman ümmetleri diye diye meydan-ı cihada döküldüler: Ümerası gidiyor eşrafı gidiyor a’yanı gidiyor meb’usanı gidiyor mevlevileri gidiyor talebe gidiyor hasılı bütün efrad-ı millet sırası geldikçe seve seve darü’l-cihada şitaban oluyor. Yalnız bu kafile-i fedakaran arasında ulema-yı izam hazeratı görülmüyor. Artık beyaz sarıklı ulema-yı kiram hazeratının da bir kafile teşkil ederek hududlarda din düşmanlarıyla çarpışan mücahidin-i İslamiyyeye alemdarlık pişvalık etmeleri zamanı gelmiştir. Ey müderrisin-i kiram ey ulema-yı izam! Herkes sizi her umurda pişva-yı ümmet olarak görmek istiyor. Öteden beri daima bazı hayır-hahan-ı ümmetin sizin tavır ve harekatınızı tedkık bazan da tenkıd eylemeleri sizlere karşı olan hüsn-i zan ve fart-ı i’timadlarından idi. Yoksa hiç bir hakıkı müslümanın ulema-i kirama karşı a’raz-ı şahsiyyesi olamaz. Bütün efrad-ı millet kemal-i samimiyetle arzu eder ki: Bütün cereyan-ı ahvalde ulema-yı kiram millete rehber olsun. Bugün hükumet-i hazıramızın faaliyet ve metanetini en mühim mes’elelerdeki muvaffakiyatını görüyor; bu azm-i Huda-pesendane ile asırlardan beri ezhan-ı cihanı lelerin dahi düşmanlarımız tarafından bir daha mevzu’-ı bahs ve münakaşa değil hatırlara bile getirilmeyeceğine milletce kana’at hasıl olmuştur. Hükumet-i seniyyemizin günden güne muvaffakiyatı tezahür ettikçe milletin de şevk ve iştiyakı galeyana gelerek diye feda-yı can etmek istediklerinde daima önlerinde ulemayı ...... Müderrisin-i kiram hazeratından mürekkeb bir kafile-i ulema darü’l-cihadda arz-ı mehabet edecek olurlarsa ordu-yı İslam arasında ne azim te’sir hasıl edeceğini anlamayan var mıdır?...................... ve ittifaktan ayrılmasın; emin olunuz ki yakın zamanda cihan-ı İslam büyük tahavvülata uğrayacak istiklalini hürriyetini kazanacaktır... Abdürreşid İbrahim Ahirü’l-edyan olan Müslümanlığın muhafazası dört yüz milyonu mütecaviz olan müslümanların zencir-i esaretten tahlis-i giriban etmeleri için ba-fetva-yı şerife Halife-i ayı tecavüz ettiği halde hala “İran” hükumeti kendisini bi-taraf gösteriyor! Halbuki diğer tarafdan müctehidin-i yor Halife-i İslam’ın askeriyle birlikte düşman-ı İslam’a karşı muharebe etmelerinin farz-ı ayn olduğunu kendilerine tefhim ediyorlar. Cihad-ı mukaddes i’lan edileli alem-i İslam’ın her tarafında pek mühim neticelere badi olacak hareket ve galeyan-ı diniyye müşahede olunmaktadır. Zaten nasıl bi-his kalınabilir ki bu muharebe İslamiyet’in muhafazası müslüman düşmanlarının mahv ü perişan olması içindir?.. Müslümanlar nasıl bi-taraf kalabilirler ki bu cihadın herkes üzerine farz-ı ayn olduğuna dair Şeyhülislam ve müfti’l-enam hazretleri tarafından fetava-yı şer’iyye sudur etmiştir?.. Bu mes’elede İran hükumeti komşuları olan İslam hükumetlerine pişdarlık ederek meydan-ı cihada en evvel kendisi atılacak iken hala kendisini bi-taraf göstermesi bizi duçar-ı hayret ediyor. Biz İran Hükumeti’nin meydan-ı mücahedeye atılmasından pek büyük neticeler bekliyoruz; bilhassa vahdet-i yenin ihyasına ta’alluk eden şu mes’elede... Hele İran ile Afganistan’ın Belucistan’ın Türkistan’ın müttefikan hareket etmesinde müslümanlık namına büyük büyük neticeler elde edileceği vareste-i izahdır. ri ahkam-ı İslamiyye’nin muhafazası için her vesile ile hizmetten nasıl geri durmamışlar ise bugün de salat-ı diniyyenin takviyesi vahdet-i İslamiyye’nin tezahürü hususunda sairlerine pişdarlık etmelerini onların uluvv-i efkarından müsellem olan himmetlerinden beklemekte herkesin hakkı vardır. Acaba İran mecd-i sabıkını ulemasıyla hükemasıyla Yoksa bugün İslam’ın başında kartal gibi dönen felaketi müdrik değil midir?.. Evet alem-i İslam’ın hatta insaniyyetin bile medar-ı ri Tirmizileri İbni Mace Ebu Davud Begavi Ebu Cafer-i Belhi Küleyni gibi e’azım-ı ümmeti İran arazisi meydana getirmemiş midir?.. Tabib-i şehir Ebu Bekir er-Razi dir?.. Hüccetü’l-İslam Ebu Hamid el-Gazzali Ebu İshak el-İsfirayini Beyzavi Hoca Nasirüddin et-Tusi Ebheri Adüdülmilleti ve’d-din gibi müslümanların ma bihi’l-iftiharı olan ulema-yı Usuliyyun ile ulema-yı Kelamiyyun bilad-ı Fars’ın iftihar edeceği zevatlardan değil midir? Feylesof-ı şehir Ebu Ali bin Sina Şihabüddin el-Maktul ve emsali İran toprağında meydana gelmemiş midir?.. Evet lisan-ı Kuran olan lisan-ı Arabiye hizmet edenlerin o lisanın usulünü zabt ederek fünun te’sis edenlerin miyanında serdarlık vazifesini yapanlar ehl-i Fars’dır. Sibeveyh Ebu Ali el-Farisi Razi; takat-i beşeriyenin yetişebileceği bir tarzda dekaik-ı Kuran’ı anlamak i’caz-ı Kuran ı beyan etmek maksadıyla ulum-ı belagat te’sis eden Abdülkahir-i Cürcani de onlardan değil mi? Sıhah-ı Cevheri Mecdüddin el-Firuzabadi gibi e’azım bilad-ı Fars’dan değil midir? Zemahşeri Sekkaki Ebulferec el-Isfehani Bedi’ü’z-zaman el-Hemedani gibi dekaik-ı Kuran’ı izah me’alim-i dini teşyid eden e’azım-ı ümmetin hepsi arz-ı Fars’dan değil midir?.. Serdar-ı müverrihin olan İbni Harir et-Taberi ile coğrafiyyinin önünde bulunan Istahri Kazvini bilad-ı Fars’dan değil midirler?.. Şibli Nehavend’den Ebu Yezid-i Bestami Bestam’dan Şeyh Muhyiddin-i Arabi’nin üstad-ı hakıkısi olan üstad el-Herevi Herat’dan daha doğrusu bunların hepsi bilad-ı İraniyye’den değil mi idi?.. Sadrüşşeri’a Fahrülislam el-Pezdevi Amidi Merginani Serahsi Sadedddin et-Teftazani Seyyid Şerif Cürcani İyiverdi gibi İslam’a büyük büyük hizmetler yapmış olan evlad-ı Fars hatırlardan çıktı mı? Kutbü’ş-Şirazi Sadrü’ş-Şirazi müteehhirin içinde re’s-i hikmet olan Mir Bakır ed-Damad Mir Finderges ve sairleri nereden idi? Bunların hepsi de bilad-ı Fars’dan değil mi idiler?.. Hangi fazilet tasavvur olunur ki: Onda ehl-i Fars için yed-i tula olmasın?!.. Cenab-ı Hakk’ın İslam üzerine ihsan eylediği hangi meziyet vardır ki ehl-i Fars onu iktina kavl-i nebevisi ehl-i Fars’ın meziyetini beyan hakkında şeref-sudur etmemiş midir?.. Ey İran! Pür-şan ü şeref mazini hatırla!.. İslam’a ulum-ı İslamiyye’ye olan asarına bak da neş’et-i İslamiyye miyye’nin tezahürü için di’ame olmaya çalış! Vahdet-i vacibdir. Hem bu sizi teşkil eden anasıra göre güç bir şey değildir. Biz öyle zan ediyoruz ki: Afganistan ile bir olarak vahdet-i İslamiyyeyi te’min için sesinizin çıktığı kadar bağırmak düşmana mukavemet için müttefikan yemin ederek mütecavizlere karşı bir hısn-ı hasin olmaya çalışmak takdir etmişsinizdir. Dostlarıyla el ele vererek düşmanlardan tam ma’nasıyla intikam almak için bundan daha münasib zaman olmadığı kat’iyyen size hafi değildir. Öyle zan ediyoruz ki: İngilizlerin Hindistan’ı istila etmesi ancak sizin ile Afganistan arasında ihtilaf vuku’ bulması ile tamam olduğunu unutmadınız! Siz bilmiyor musunuz ki Hindistan’da olan her müslüman nazarını Pencab tarafına dikmiş sizin Afganistan Ey İran! Sen bir çok tecrübeler atlatmış ibret-amiz pek mühim havadis-i ruz-merreyi müşahede etmiş iken bundan sonra da ayrı baş çekmeniz nasıl doğru olabilir?.. Şevket ve satvetin ittihaddan hasıl olduğunu yakınen bildiğiniz halde böyle bir fırsat gününde komşularınız olan hükumat-ı İslamiyye’den ayrı durmanız onların atıldığı cihad-ı mukaddese hala iştirak etmemeniz doğru olur mu?.. Bu zaman muahat zamanı ittifak zamanıdır; düşman-ı din ü vatan her tarafdan memleketinizi ihata etmiş; her birisi sell-i seyf edip sizi lokma lokma taksim etmek memleketlerinizi yağma etmek istiyorlar. İngilizler ne çabuk unuttunuz?. En mukaddes bir gününüz olan Muharremü’l-haramın onuncu günü müctehidlerinizi baş aşağı asmak suretiyle i’dam eden Moskoflar ile İngilizler değil mi idi?.. Ey İran! İşte senin de bu canilerden intikam alacağın zaman geldi. Eğer bu fırsatı fevt edecek olursan hiç bir zaman böyle bir fırsat bulamayacağına emin olmalısın! Bugün İngilizlerin başlarındaki felaket bilhassa Mısır mes’elesi kendilerini büsbütün şaşırmış kuvve-i askeriyyesine tam ma’nasıyla za’af tari olmuş binaenaleyh onun hiç bir tarafa bakacak vakti yoktur. Moskoflara gelince: Onlar da belasını bulmuş General Hindenburg’un ni bile görecek dermanı kalmamıştır. Komşunuz bulunan Afgan emiri ise bilfi’l meydan-ı mücahedeye atılmış demektir; pek yakın bir zamanda Belucistan ile müttefikan dır. Zaten İngiliz düşmanlığı gerek Afgan emirine gerek bütün Afganlıların damarlarına kadar işlemiş kanlarıyla Hulasa: İran Şahlığı ile Afgan Emareti’nin müttehiden Halife-i İslam hazretlerinin ferman-ı hümayunlarına şevket ve satvet-i İslamiyye’nin yeniden parlamasına dolayısıyla bil-umum müslümanlarda bir hayat-ı nevin bir amal-i teceddüd-perverane vücuda gelmesine badi olacağı muhakkaktır. Zaten yukarıda da söylediğimiz gibi bugün makam-ı Hilafet i’la-yı Kelimetullah için muhafaza-i hukuk-ı İslamiyye cihada bütün müslümanları da’vet etmiş olmasıyla böyle bir vakitte İran’ın bi-taraf kalması dindaşlık ile kabil-i te’lif değildir zan ederiz; Bilhassa komşuları olan Afganistan ve sairenin müteheyyi-i hareket oldukları böyle bir zamanda!.. Binaenaleyh bugün İran’da bulunan efkar-ı münevvere ashabına ulema ve müctehidin-i izam hazeratına terettüb eden en büyük en mühim bir vazife var ise o da: Gazetelerle risalelerle ceraid-i mevkute ile ahaliye hali anlatmak İran’ın fırsatı fevt etmeyerek bir an evvel meydan-ı mücahedeye atılmasında muhakkak olan fevaid-i maddiyye ve ma’neviyyeyi izah ederek efkar-ı umumiyyeyi o tarafa meyl ettirmektir. Hem bu vazifeyi ahkam-ı diniyyeden biri olmak üzere ifa etmelidirler. Çünkü bugün yeryüzünde olan bütün müslümanlar üzerine cihadın farz-ı ayn olduğunu –para ile satılmış birkaç hazele istisna edilince– anlamayan yoktur. –La semehallah– de Turan’dan eser bile kalmayacağı artık bir kat’iyyet-i riyaziyye ile malumdur. Şu halde İran bir hükumet-i İslamiyye olmak sıfatıyla kat’iyyen bi-taraf kalamaz. Aksekili Ahmed Hamdi lin muvakkat olduğunu Mısır’da asayiş takarrur eder etmez Mısır’ı tahliye edeceklerini binlerce def’a va’d ettiler. Bedihidir ki bütün bu va’dler hem Mısırlıları aldatmak; hem hukuk-ı hakimiyyetini isteyecek Babıali’yi oyalamak hem de Avrupa’daki rakıblerinin hırs-ı istilakaranesini teskin etmek için İngiliz namusu namına ileri sürülüyordu. Fakat buna rağmen Mısır’da “iade-i asayiş” yalanının te’sir-i münevvimi uzun müddet devam etmeyecekti. talebler vuku’ bulacaktı. İngiliz diplomasisi yeni müşkilat sönmesinden milyonlarca müslüman kanının heder olmasından zerre kadar müteessir olmayan bu mel’un diplomasi Sudan müşkilatını İblisane bir maharet ve muvaffakiyet Kariler tahattur ederler ki sergüzeştin birinci faslında hidiv-i esbak İsmail Paşa tarafından Sudan’a bazı İngiliz me’murları ta’yin edilmişti. Bunlar zahiren memur batınen Sudanlıları Mısır hükümetine karşı Mısırlıların parasıyla esafil idiler. Urabi ihtilali Mısır’da başlar başlamaz Sudan’da –tam İngilizlerin istediği gibi– Mısır hükumeti ve Mısırlılar aleyhinde rayet-i isyan küşad edilmiş ve orada da ihtilal başlamış idi. vetli bir ordu görmüşlerdi. İlk evvel bunları i’dam ve Mısır’ı en dinç ve zinde evladlarından mahrum etmek orada inhizama duçar ediliyordu. Üç sene zarfında Mısır’ın genç ruhundan doğan altmış binden fazla bahadır Sudan’ın cehennemi-i gir u darında mahv oldu. Bu meş’um harblerden kurtulanlar en yüksek sesleriyle İngiliz kumandanlarının Mısırlıları dervişlerin eline düşürmek senesinde İngilizler hükumet-i Mısriyye’den Sudan’ı Mısır’dan ayırmayı taleb ettiler. O vakit riyaset-i nüzzarı işgal eden Şerif Paşa bu talebi red ve isti’fa etti. Yerine Nubar Paşa ta’yin edildi. Nubar Paşa gibi ecnebi ve Mısır ile hiç bir rabıtası bir alakası olmayan bir vezir bir beis göremezdi ve görmedi. Bunun üzerine İngilizler Mısır mes’elesini ve Sudan mes’elesini daha fazla müşkilleştirmek için Mısır ordularıyla bil-iştirak Sudan’a bir İngiliz ordusu sevk etmeyi kararlaştırdılar. Bir çok hezimetlerden bir çok faci’alardan Sudan’ın adeta nısf-ı ahalisi mahv ü perişan edildikten sonra mukaddes hilalin yanına İngiliz mel’anetini fevka’t-tasavvur şena’atiyle temsil eden İngiliz bayrağı dikildi. Elhasıl İngilizler Sudan’ı nihayet bir merkez-i desais yapmaya muvaffak oldular. İcabında oradan istedikleri kadar şurişler ihtilaller çıkarırlardı. Kullandıkları Silahlar kendilerine mahsus olan haysiyetsizlik ve şena’at ile icad etmeye muvaffak oldular ise müslümanların ta’assub-ı dinilerini ileri sürerek Avrupalıların selameti için de öylece muvaffak oldular. Güya Mısırlılar her lahza Avrupalıları gebertmek için ihtilale müheyya imişler! Ve bu Yine İngilizlerin işa’at-ı bedhahanelerinden birisi: Mısırlıların kendi memleketlerini idareye adem-i iktidarlarıdır! Ya’ni İngilizler Mısır’ın idaresini tanzim etmek oldukları gayr-i ma’lum İngilizler koyuyor! Halbuki Mısır’ın tarihi bunu tekzib etmeye pek kafidir. Herkes teslim eder ki Mısır’daki tabaka-i münevvere herhalde Bulgarya Sırbistan ve Yunanistan’daki tabaka-i münevvereden yüzlerce kere fazladır. Fakat arada bir fark var ki ta’assubun hangi cihette bulunduğu o farkı bilmeye vabestedir. Mısırlıların yegane kusuru müslüman olduklarıdır. Fakat bu öyle bir kusurdur ki ancak onun sayesinde kurtulmak mümkündür. Herhalde bizim için İngilizlerin nazarında kusurlu olmak kaba saba bir Avrupa malı olarak maskara olmaktan yüz bin kere hayırlıdır. mes’elesidir. Güya idare Mısırlıların eline verilecek olur bu tehlikeleri ancak İngiliz işgal-i askerisi men’ ediyormuş! Fakat bunu da hadisat tekzib etmekte gecikmedi. Urabi defe’at ile dainlerin hukukuna ta’arruz etmeyeceğini ve murakabe-i senaiyyeyi kabul ettiğini i’lan etmiş gönderdikleri vakit hükumet-i Mısriyye vasıtasıyla deynin bir kısmına vaz’-ı yed ve masarıflarını oradan tedarik etmişler ve ancak mehakim-i muhtelitanın hükmü üzerine Süveyş Kanalı’nın Bi-taraflığı tazminat vermeye hükumet-i Mısrıyyeyi mecbur etmişti. Paraya pek şiddetle muhtac olan hükumet-i Mısriye ’de dokuz milyon lira istikraz etti. Bunun üzerine İngilizler Mısır şuun-ı maliyyesi hakkında bir karar vermek ’de Londra’da ictima’ eden düveli kongre Mısır idarelerinin masarıfı beş milyon lira olmasını taht-ı karara aldı. Mart’da Süveyş Kanalı’nın bi-taraflığını te’min etmek için ikinci bir düveli kongre akd edilmesi takarrur etti. Paris’de ictima’ eden kongre Süveyş Kanalı’nın bi-taraf kalmasına karar verdi; Nisan’de celselerini hitama erdirdi. Fakat kararın nasıl icra edileceği hakkında bir karar ittihaz edilmemiş idi. Fransız delegesi kararın icrasını düvel-i mu’azzama tarafından intihab edilecek iki delege ve istişari bir re’ye malik bir Mısırlıdan müteşekkil ve bir Osmanlı delegesi riyaseti tahtında olarak bir hey’ete havale edilmesi fikrinde idi. Fakat İngiliz delegesi bunu red etti ve kararın İngilizlerin nüfuzu altında olan hükumet-i Mısriye tarafından icra edilmesini teklif etti. İngiliz delegesinin beyanatından İngiltere’nin Süveyş Kanalı’nı nasıl İngiliz hakimiyeti altına almak istediği pek a’la anlaşılır. Mustafa Kamil bu hususda diyor ki: “İngiltere Süveyş Kanalı’nı Devlet-i Aliyyemiz ile muharebe ettiği zamanda veyahud diğer devletler ile muharebe ettiği takdirde aleyhlerinde isti’mal etmek istiyor. Bunun en bahir burhanı İngiltere’nin Urabi hadisesi esnasında kendi namusunu hetk ederek Süveyş Kanalı’nı Bedihidir ki Süveyş Kanalı’nın selameti ve bi-taraf kalması ancak Mısır’ın İngilizlerden halas bulmasına vabestedir. Mısır Mes’elesi Hakkında Muhaberat ve Müzakerat daha aldatmak ve Rusya aleyhinde isti’mal etmek istediler. Bu sırada Rusya ve İngiltere arasında Afganistan mes’elesinden dolayı şiddetli bir ihtilaf zuhur etmişti. Lord Salisbury Sir Drummond Volf’u Babıali ile Mısır mes’elesini halledecek bir ittifakname akdi bahanesiyle riyeti İngilizlerin Mısır’ı tahliyeye amade olduklarını ileri sürerek hükumet-i Osmaniyyeyi istimale etmek ve Rusya aleyhinde bir ittifak akd eylemek idi. Fakat Sir Drummond Volf daha İstanbul’da iken Rusya ile hadis olan me’muriyeti nihayet hitam buldu. Drummond Volf “İngiltere’nin ağraz-ı hakıkısini gizlemek için İstanbul’da bir kaç gün daha kaldı. Ve hükumet-i Osmaniyye’den refakatinde Mısır’ın ahvalini tedkık etmek ve bir ittifakın esasını vaz’ etmek için fevkalade bir komiserin Mısır’a Muhtar Paşa Mısır’a azimet etti ve senesini Mısır’da bila-faide zayi’ ettiler. Neticede Drummond Volf birden bire İngiltere’ye avdet etti ve Osmanlı fevkalade komiserini Mısır’da yalnız bıraktı. Gazi Muhtar Paşa bu müddet zarfında Mısır ordusunu tanzim ve Sudan’ı istirdad etmek Hükumet-i Osmaniyye ve Fransa Drummond Volf’un seferinden haberdar olunca sebebini istifsar ettiler. İngiliz hükumeti tarafından Volf’un İstanbul’a gönderilerek hükumet-i Osmaniyye ile doğrudan doğruya müzakereye devam edeceği cevabını aldılar.’de Volf yine esas olmak üzere senesini müte’akib üç sene murur ettikten sonra ya’ni’de Mısır’ı tahliye edeceklerini fakat bu üç senenin hitamından mukaddem Mısır’da İngiliz ordusunun devam-ı işgalini icab edecek bir şuriş vuku’ bulursa İngiliz askerlerinin daha fazla bir müddet kalacağını İngiliz ordusunun Mısır’ı tahliye etmesini müte’akib Mısır’da bir şuriş vuku’ bulduğu takdirde asayişi iade etmek yalnız İngiliz ordusunun hakkı olduğunu arz etti. Hükumet bu ittifakı kabul etti ve Mayıs’de Sadrazam imza etti ve yalnız Zat-ı Şahane’nin tasdiki kaldı. Fransa bu tasdika i’tiraz ederek Rusya ile birlikte bu ittifakın aleyhinde kıyameti kopardılar. Fransa Hariciye Nazırı Mösyö Florans haricdeki süferasına mezkur ittifak mucebince “Mısır’da İngiliz işgal-i askerinin ebediyyen devam edeceğini çünkü İngilizlerin her daim şurişler icad edebileceklerini ve bu suretle Devlet-i Aliyye’nin Mısır’daki hakimiyetinin mahv olacağını” mutazammın beyannameler gönderdi. Fransa ve Rusya Zat-ı Şahane’yi ikna’ etmeye muvaffak oldular Zat-ı Şahane mu’ahedeyi tasdik etmedi. Ve Sir Volf Londra’ya avdet etti. Bunu müte’akib Mısır hakkında ancak senesinde müzakerat başladı ki bu müzakeratta Lord Salisbury Taraf taraf kabail-i İraniyye cihad meydanlarına şitaban oluyorken hala İran kabinesinin bi-taraflıktan ayrılmaması üzerine İran’da münteşir Ra’d refikimiz ber-vech-i ati serd-i şikayat ediyor: “İran bi-taraf kalsa ve harbe iştirak etmese bile sulh zamanında Rusların yine tecavüzat ve müdahelatından kurtulamayacaktır. Rusya İran’ı tahliye edip memleketin –Rusya ve İngiltere– bizim için geride ne bıraktılar? Hangi hakkımızı zayi’ etmediler? Milli haysiyetimize ri’ayet eylediler mi? Makamat-ı mezhebiyyemizi muhterem addettiler mi? Ulema ve müctehidlerimizi sırf hürriyetperverlik cürmüyle vahşiyane bir surette katl ederek diyar-ı ademe göndermediler mi? Memleketimizin bütün büyük ve küçük işlerine müdahaleden geri kaldılar mı? Elli seneden beri İran’ı sertaser atlarının nallarıyla pamal ettikleri halde bu ana kadar hangi va’dlerini ifa eylediler. Kendilerini düvel-i mu’azzama ve milel-i mütemeddineden addettikleri halde hangi sözlerini ve va’adlerini kuvveden fiile çıkardılar? Hayır.. Hayır ... O halde İran rical-i hükumeti fırsatı elden bırakmamalıdırlar. Zira bir daha bu kıymetli fırsatlar ele geçmez. İran kendi mevcudiyetini fiilen muhafaza edebilmelidir ki atiyen sulh masası başında sözünü isma’ edebilsin. Aksi takdirde İran bu muharebede bi-taraf kalsa bile hakk-ı hayata malik olamaz.” Yine İran’da münteşir Nevbahar refikimiz yazıyor: “Artık bundan sonra alem-i İslam arasında İran kendi mevki’ini muhafaza etmelidir. Nifak ve şikaka meydan vermemelidir. Alelade bir duvar gibi hail ve mani’a teşkil etmemelidir. İran’ın vaz’iyyet-i coğrafiyyesi cidden Afganistan Belucistan memalik-i İslamiyyesi arasında bir duvar gibidir. Eğer İran kendisini İslamiyet lehinde kullanırsa mevcudiyetini İslamiyet’in te’ali ve terakkısine ki işbu keşmekeş-i umumi neticesinde alem-i İslam’ın yüzünü güldürür. Aksi takdirde bundan sonra her müslüman Zaman geçtikçe insanlar yeni yeni tecrübeler hakıkatler öğrenirler. Dehşetli kuva-yı bahriyyeleriyle kendilerini denizler ilahesi kadar kuvvetli güçlü bilen İngilizler bu dakıkada Alman tahte’l-bahrlerinin savlet ve kahramanlıklarına karşı kendilerini zebun ve aciz görüyorlar. Almanya’nın başına –Japonya müstesna olmak üzere– aded ve isti’dad noktasından evc-i a’laya varan İ’tilaf-ı Müselles devletlerini bu kadar çabuk mağlub edeceğini kimse zan ve tahmin etmez hatıra bile getirmezdi. Mazurya bataklıklarının şarkında dokuz günlük muharebe neticesinde Rusların bir –onuncu– ordusunu mahv ü perişan eden Almanya ve onun mütefennin ulema-yı askeriyyesi fenn-i harb için cihanda yeni bir çığır açtılar. Prusya-yı Şarkı muzafferiyetinin emsalini hiç bir tarih-i askeri bu ana kadar kayd etmemiştir. Bu muvaffakiyet Rusların mağlubiyeti hakkında halen ve istikbalen herkese Rusların gayr-i muntazam ve plansız olarak –azim kitleleriyle– harb etmekte olduklarına ve bu yolda harb etmenin neticesi ziya’ ve hüsran olacağına kendi müttefikleri bile kani’dirler. Rusya’nın mağlubiyet-i mütevaliyyeleri an’ane-i harbiyyelerinin kıymetini düşürdükten başka i’tibar-ı malisini de sıfır derecesine indirmiştir. Bin türlü tehdidat ve şaklabanlıklarla Rusya Maliye Nazırı Bark ancak on milyon lira –o da altın değil ancak kağıt para– kendi müttefiklerinden koparabilmiştir. Bu para ise Rusya’nın hiç bir derdini tedavi etmez. Bu kadar az bir meblağla Rusya hiç bir iş göremez. Paradan ziyade Rusya silaha baruta alat ve edevat-ı harbiyyeye de muhtacdır. Rus Kazaklarının ancak onda birinde tüfenk olup kusuru tüfenk yerinde ellerinde idmancılara mahsus uzun değnekler vardır. Kuva-yı maddiye ve ma’neviyyesi kıymet-i harbiyyesi fevkalade yerinde ve mükemmel olan Alman askerlerine karşı Rusya’nın değnekli askerleri ne yapabilirler? Harbin başlangıcında Fransızlarla İngilizler ilk hafta edeceğine hulya ederlerken şimdi müttefiklerinin boş bir fıçı olduğuna iman getirmişlerdir. Bunun içindir ki evvelce Rusların amaline karşı Fransa menabi’iyle hazineleri her zaman açık iken şimdi Rusya’ya bir para verecek bir müessese Fransa’da kalmamıştır. Rusya askerlerinin ahval-i sıhhiyeleri de bozuktur. Kolera gibi sari hastalıklar Rusya ordusunda –hatta Petersburg’da bile– intişar ve sirayet etmiş ve bir düşman-ı bi-eman gibi onları döküp kırmaktadır. Varşova’ya doğru demir hatveleriyle ilerleyen Almanlar pek yakında orayı ele geçirdikten sonra şark istikametini ta’kıb ile Avusturya ordularıyla birleşecekler ve cenuba doğru ineceklerdir. İhtimal ki müttefiklerle Osmanlılar Rusya’nın Karadeniz sahillerinde birleşip Rusya’nın cenubunda da Ruslara son darbeyi vuracaklardır. Böyle yapmakla Sazanof’la rüfekasının Duma’daki hezeyanlarına İstanbul’un istilasına karşı fiili ve mahsüs bir cevap vereceklerdir. Rusya’nın siyaseti de kuva-yı askeriyyesi kadar her tarafda –hususiyle Balkanlar’da– iflas etmiştir. Sofya’daki suikasd Bulgar efkar-ı umumiyyesini Rusya aleyhinde çevirmiş ve onları fevkalade bir asabiyyete duçar eylemiştir. Avusturya Hükumeti’nde şu son zamanlarda vuku’ bulan tebeddülat-ı siyasiyye mezkur hükumetle İtalya arasında menafi’-i ciddiyye ve hakıkiyye esasları üzerine mübteni yeni bir anlaşma ve i’tilaf husule getirmiş olduğu gibi Almanya tarafından Bulgar hükumetine verilen yüz elli milyonluk avans da Bulgarları kendi taraflarına celb ve cezbe hizmet etmiştir. Avrupa mahafil-i siyasiyyesi müttehid ve müttefik tanımaya başlamıştır. Almanya’yı açlıkla tehdid eden İngiltere şimdi aynı hale ma’ruz kalmış ve bi-taraf devletlerin bayraklarını su’-i isti’mal etmekle yeni hud’a ve tezvirata teşebbüs etmek istemiştir. Fakat Almanya Bahriye Nezareti İngiltere’nin bu desiselerine kulak asmayarak sıkı surette azm etmiş ve hükumetini Amerika notasına karşı verecek cevabın zeminini ihzara yardım eylemiştir. tiştirmezden evvel Almanlar oralara yeniden sekiz kolordu göndermiş ve tahte’l-bahrleriyle İngilizlerin Fransa’ya asker çıkarmalarını men’ edebilmişlerdir. Fransızlarla İngilizler Ruslardan fevkalade me’yus olduklarından kendi derdlerine yanmaktadırlar. Bu senenin ilkbaharı güzel mu’attar latif rayihadar çiçekler yerine kulaklarımızı tıkayacak sami’alarımızı patlatacak şimdikinden daha müthiş top ve tüfenk seslerini bize isal edecektir. Bize gelince hamden sümme hamden el-yevm müte’addid sahalarda –düşman yurdunda– arslanlar gibi vaz’iyyet alarak din düşmanlarını düşündürecek surette hücuma müheyya bulunmaktayız. Azerbaycan’da Süveyş Kanalı’nda Kafkasya’da kış esnasında harb edip rın hululüyle savlet ve kahramanlıklarını daha ziyade düşmanlara tanıttırmaya çalışacaklardır. Cihad-ı mukaddesin kuva-yı Osmaniyye’ye iltihak ettikleri halde baharın yanaşmasıyla adedleri milyonlara baliğ olacak ve İ’tilaf kafirlerini yok edecek surette hücuma amade olacaklardır. müdde’amızı te’yid ediyor. İran efkar-ı umumiyyesine binesi İran’ın haysiyet-i tarihiyye ve İslamiyyesi’ne yakışacak surette bir vaz’iyyet alacağına herkes mutmaindir. Bu kabine içinde Rusların düşman-ı bi-emanı olan Muhbirü’s-Saltana’nın bulunması İran’ın Ruslara karşı muhterem Azerbaycan’da vali iken Ruslar onu sipehdara azl ettirinceye kadar çalışmışlardı. Ara yerde bi-taraf bir İran kalmadıktan sonra Hindistanla Afanistan’ı İngilizler aleyhinde ayaklandırmak hiçtendir. İngiltere Süveyş Kanalı’nda mağlub olup hakimiyetlerini gaib ettikten sonra Hindistan’da ani olarak vuku’ bulacak ihtilalleri asla söndüremez. Hususiyle Japonya Çin Cumhuriyet-i meşrutasıyla harb u darba giriştikten sonra Hindistan’ın kıyamını bastırmak hususunda milyonlarca Hind müslümanlarıyla bahadır Afganlıların savlet-i İslamiyyelerine karşı hiç bir mevcudiyet gösteremeyecektir. Mesmu’at-ı mevsukamıza nazaran Afganistan Emareti şimdiden Hindistan ile Türkistan-ı Rusiye hücum etmek için hazırlanmakta ve mevsim-i şitanın hitamına sabırsızlıkla intizar eylemektedir. Afganistan bir tarafdan Belucistan ve İran-ı Cenubi kabaili diğer tarafdan Hindistan duvarlarını tazyik ettikten sonra Hind müslümanları ve vatanperver putperestleri İngilizleri bir dakıka bile orada yaşatmazlar. Hele Nil vadi-i mübarekine Osmanlı ordularının duhulünden sonra İngiltere bütün Afrika’daki müstemlekelerini gaib edeceğine zerre kadar şüphe edilmemelidir. Afrika müslümanlarıyla oralarda yaşayan Almanlar re gereği gibi muvaffak olacaklardır. Cihad-ı mukaddes haberlerinin intişarıyla İslam mücahid ordularının kımıldanmalarına şu kış mevsimi hakkıyla mani’ teşkil ediyordu. Öyle bir hail-i tabi’i ki çaresi sabır ve teemmülden başka bir şey yok idi. Fakat bu mani’a baharın hululüyle ortadan bir kere kalkarsa artık o zaman i’tilaf keferesi cihad-ı mukaddesin ne kadar büyük bir silah olduğunu anlayacaklar ve ehemmiyetini yiyecekleri darbelerle layıkıyla takdir edecekler hatta alem-i İslam’a karşı bu ana değin irtikab ettikleri su’-i mu’ameleden son derece na- !!! dim olacaklardır. Fakat Meal-i Şerifi Her kime benimle birlikte gaza etmek nasib olmadıysa denizde gaza etsin. Bu hadis-i şerifi Taberani Mu’cem-i Evsat’ında Vasile bin el-Eska’ radıyallahu anhden rivayet etmiştir. Meal-i Şerifi Bana ümmetimden bazı kimseler Allah yolunda gazaya çıkmış olarak gösterildi. Bunlar denizin enginine açılırlar. Bunlar taht üzerindeki padişahlar gibidir. Bu hadis-i şerifi Enes radıyallahu anhden Buhari Müslim Tirmizi Nesai ve Ümm-i Haram bint-i Milhan en-Neccariye radıyallahu anhadan yine Müslim ile Nesai ve Ahmed bin Hanbel İbni Mace tahric etmişlerdir. Meal-i Şerifi Ümmetimden denize tahtlar üzerindeki padişahlar gibi binen kimselerin haline taaccüb ederim ya’ni pek beğenirim. Bu hadis-i şerifi Buhari Ümm-i Haram radıyallahu anhadan rivayet ediyor. Meal-i Şerifi Deniz gazisinin kara gazisi üzerinde derece-i fazileti kara gazisinin kendi ehlinin içinde ve mal ve mülkünün başında oturan kimse üzerinde derece-i fazileti kadardır. Bu hadis-i şerifi Taberani Mu’cem-i Kebir’inde Ebudderda radıyallahu anhden rivayet ediyor. Meal-i Şerifi Ümmetimden denizde gazaya çıkacak ilk ordu kendine cenneti vacib kılmıştır. Kezalik ümmetimden medine-i Kayser’e ya’ni Kostantınıyye’ye veyahud –o sırada Kayser’in makarrı olan– Hımıs’a gaza edecek ilk ordu mağfiret-i ilahiyyeye mazhardır. Bu hadis-i şerifi Buhari Ümm-i Haram bint-i Milhan radıyallahu anhadan rivayet etmiştir. Başmuharrir FIKIH VE FETAVA Mansurizade Said Efendi’ye: Şu sıralarda münaza’a-i kalemiyyeye hiç de mahal yok idi. Evvelce cevazın ahkam-ı şeri’atten olmadığına dair yazmış olduğunuz makaledeki hataları meydana koymuş intisarınıza kıyam eden zata da layıkı vechile bir cevap vermiş idim! Uzun müddet bir tetebbu’ neticesi olacak ki iki buçuk ay sonra ma-ba’dli bir cevabnameniz ile arkadaşınızın diğer bir cevabı saha-i matbu’atta görüldü. Ahval-i hazıra münasebetiyle mukabelede bulunmayı münasib görmemiş vazgeçerek İctihad Hataları ünvanlı diğer bir makalede sarahaten cevazı ahkam-ı şeri’atten gösterdiğinizden ve bir takım hatiata duçar olduğunuzdan dolayı bu cihetleri Buna cevaben “Yanlış fakat meşhur bir şümulü zat-ı da’vayı kat’iyyen tağyir etmeyeceği için öteden beri kabul olunan lisan-ı beyan ile ifade etmiş olduğumuzu bizim gibi muşikaf mu’arızların bir ipucu yakalayacağını bilmiş olsaydınız uzun bir mukaddime ile ahkam-ı şeri’atin derece-i şümulünden bahs edeceğinizi fakat yine bizim tarafımızdan sadede gel ihtarını işitmemek için “Ahkam-ı şeri’atten olan vücub hürmet cevaz” dediğinizi böyle demekle eski fikirden rücu’ ma’nası çıkmayacağını haber veriyorsunuz. A gözüm! Madem ki cevazın ahkam-ı şeri’atten olup olmaması mes’elesinin zat-ı da’vaya te’alluku yok imiş! Madem ki evvelce uzun fakat bi-sud bir makale ile ahkam-ı şeri’atin derece-i şümulünden bahis buyurmuş ten bir de cevazdan” gibi kolay bir ta’bir var iken ağleb-i ta’birinize göre “Yanlış fakat meşhur” olan ilk makalenizdeki ta’birinize göre “Şeri’at-i İslamiyyeyi alude etmeyi muvafık görmediğiniz bu derece akıl ve mantıktan haric bir hata-yı azim” olan bir şümulü hak ve hakıkati izhar! Maksadıyla yazmış olduğunuz makalede –zat-ı da’vayı tağyir etmese bile– niçin beyan ediyorsunuz? Bunda ne hikmet ne nükte vardır? Size göre cevazı nasıl anlamalı? Bilmelisiniz ki asar-ı kalemiyyenizi mutala’a edenler cevaz hakkında şöyle diyeceklerdir: “Tatbikat-ı Mecelle’nin beyanına göre cevaz hükm-i şer’idir İslam Mecmu’ası’nın onuncu ve on dördüncü sayılarına göre cevaz hükm-i şer’i değildir yirmi birinci sayısındaki makalenin sarahatine göre cevaz hükm-i şer’idir; yirmi ikinci sayısındaki makaleye nazaran cevaz hükm-i şer’i değildir fakat öteden beri kabul olunan lisan-ı beyan ile hükm-i şer’idir. Bundan sonra gelecek sayılardaki makaleye göre cevazı ta’yin etmek mümkün değildir: İhtimal ki hükm-i şer’idir. İhtimal ki hükm-i şer’i değildir gaibe ilim lahık olmaz” Ne acibdir ki cevazın ahkam-ı şeri’atten olduğu iddiasında hiç bir nokta-i istinad kalmadığını cevazın ahkam-ı kanuniyyeden olmadığını bil-ıztırar teslim ettiğimi kemal-i serbesti ile beyan ediyorsunuz! Rüfekadan bir kısmı sizin yazdığınızı ıstılahat-ı ilmiyyeye vakıf olmayanlar lisan-ı ilmi bilmeyenler anlayamıyorlar demişler idi. Meğer ki o anlayamayanlar içinde zat-ı alileri de bulunuyor imiş! Bir kere daha göz gezdirecek olur iseniz Sebilürreşad ’ın . sahifesinde şu ifadeleri görürsünüz: “Kütüb-i hukukiyyede beyan olunduğuna göre kanun bütün efradın mükellef olduğu kava’idin heyet-i mecmu’asıdır. Asl-ı sani ya’ni kanun ef’al ve harekatı takyid etmek için vaz’ olunur kaziyyesi hakkında münakaşada bulunmak pek uzun olacağı vechile asl-ı saniyi kabul edeceğiz”.. Mantık kitaplarında beyan olunduğu vechile ulum-ı müdevvenede mevzu’ olan ıstılahatın ta’rifleri ta’rif-i kabil-i i’tiraz değildir isbata da muhtac değildir yalnız bir zat daha başka bir türlü ta’rif edebilir. O ta’rif daha iyi olabilir. Hususen “La meşahate fi’l-ıstılah” sözü elsine-i ulemada pek ziyade zebanzeddir. sani maksadı ihlal etmeyeceği cihetle kabul edeceğiz demiş ettiniz” neticesini istinbat ettiniz? Yoksa mantık dediğiniz hatırınıza hutur eden her şey mi? Makalenizi şerh ve tafsil maksadıyla yazmış olduğum dört makalede serd eylediğim delaili irad ettiğim tevfikan red ve cerh edeceğiniz yerde mantık ve münazara kavanininden gaflet veya tegafül göstererek “Hiç bir nokta-i istinadınız kalmadı bil-ıztırar teslim ettiniz” gibi amiyane sözler ile cevaba kalkışıyorsunuz. Ne garibdir ki henüz delail ve i’tirazatın kısm-ı a’zamına karşı şakk-ı şefe bile edemediğiniz halde “Hüner beni kuvvet-i edilleniz buyurun kozumuzu paylaşmaya bugün de dün kadar yarın kadar müsa’iddir” diye cesaret gösteriyorsunuz! Hemşehrim! Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın! Şu kadar ki makalelerimin bazı cihetlerine cevab vermek maksadıyla yalan yanlış bir şeyler yazdığınız halde henüz pek çok delail ve i’tirazatımın altında bulunuyorsunuz! Henüz mahkum-ı edillemsiziniz! Henüz cevap vermek mevki’indesiniz!. Artık nasıl oluyor da böyle söz söylemeye cesaret ediyorsunuz? Kozumuzu paylaşalım diyeceğiniz yerde i’tirazatımın kaffesine velev ki yalan yanlış olsun cevab vermeli idiniz edillemin kaffesini velev ki kanun-ı münazara ve mantık haricinde olsun red ve cerha yeltenmeli idiniz. Dört makalem ile ma-ba’dli cevabnameniz meydandadır: Henüz kulub-ı ümmetten silinmemiştir. Başka söze ne hacet! Esna-yı müdafa’ada maba’di var dedikten sonra iki buçuk ay ihtiyar-ı sükut etmek sonra o mes’eleyi olmuş bitmiş gibi göstererek diğer bir mes’eleye geçmek sıkışınca “Gel kozumuzu paylaşalım” demek kanun-ı münazaranın yeni bir kanunu mudur? Mantığa yeni bir ka’ide mi vaz’ olundu? Yoksa şakk-ı şefe edemediğiniz delail ve terk mi ettiniz? Yoksa darb-ı meselini nefsinize de mi tatbik buyurdunuz? On dördüncü sayıdaki cevabınızın red ve cerhini gelecek haftaya ta’lik ediyorum ancak şimdiye kadar şakk-ı şefe edemediğiniz delail ve i’tirazatımı hulasaten nazar-ı intikadınıza arz ediyorum: haram olabilir mübah ahkam-ı şeri’atten olmasa bile yine ilm-i fıkhın hayta-i tasarrufundadır” bunun delaili Sebilürreşad’ın . sahifesinde mufassalan beyan olunmuştur. Buna bir şey demediniz!. münhasır değildir” bunun delaili Sebilürreşad’ın . sahifelerinde ber-tafsil beyan olunmuştur. Buna da bir şey buyurmadınız! zı tahakkuk ve tebeyyün etmemiş diye fiil ve icrasında mümana’at olunuyor” diye serd ettiğiniz mukaddimeyi kat’i surette red ve cerh ettim. Bu cihet Sebilürreşad’ın ve . sahifelerinde beyan olunmuştur. Bunu da sükut ile geçiştirdiniz! tasrih bulunmamış bulunuyor.” diye irad ettiğiniz mukaddimatı kat’i surette red ve cerh ettim. Bu cihet de Sebilürreşad ’ın . sahifesinde beyan olunmuştur. Buna da bir cevap vermediniz! da bir acz ve za’f içinde ric’at ediyor” diye dermiyan ettiğiniz da’vayı da kat’i surette red ve cerh ettim. Bu husus Sebilürreşad’ın . sahifesinde beyan olunmuştur. Buna da bir şey söylemediniz! tifta ve iftadır” bunun delailini Sebilürreşad’ın . sahifesinde ber-tafsil beyan ettim. Buna da bir şey yok! cevaz bilinemiyor da şeri’at gayr-i kabil-i tatbik bir hale geliyor” diye iddi’ada bulunduğunuz mukaddimeyi kat’i bir surette red ve cerh ettim. Sebilürreşad’ın ve . sahifelerine müraca’at olunsun. Buna da sustunuz! muhafaza-i nizam ve intizam maksadıyla vaz’ ve te’sis olunmuştur” kazıyyesini bi-tarikı’l-mu’araza red ve cerh muhafaza-i nizam ve intizam maksadıyla vaz’ ve te’sis olunmuş bir kanun değildir. Böyle bir kanun şeri’at-i celilemizin bir rüknüdür. Şeri’at-i celilemiz ma’na-yı lügavisinin delaleti vechile öyle zahir vazıh bir yoldur ki böyle bir kanunu müştemildir. Şeri’at-i celilemiz ancak dünya ve ahirette mesalih-i ibad için Cenab-ı Hak tarafından vaz’ olunmuştur diye irad ettiğim da’vayı edille-i kat’iyye-i akliyye ve nakliyye ile isbat ettim. Delilinizdeki suğranın memnu’ olduğunu ilmi olmadığını delile gayr-i makrun bulunduğunu bilakis bi-tarikı’l-mu’araza ettim. Bilirsiniz ki i’tirazatın eşeddi mu’arazadır. Sizin en kuvvetli delilinize de en şiddetli i’tiraz ile mukabele ettim. Müsadere ale’l-matlubda bulunduğunuzu da ilave eyledim. Sebilürreşad’ın . sahifelerinde bu cihetler tafsil olunmuştur. Bu cihetlere hiç yanaşamadınız; evet bir cevap verdiniz: Mükabere. sahifesinde edillesiyle beraber beyan olunmuştur. Buradan da sükut! ayet-i celilesindeki maksad he bir örf-i cahiliyyeyi men’dir” bu cihet ber-tafsil Sebilürreşad ’ın . sahifelerinde beyan olunmuştur. Buna da hiç bir şey yok! nazm-ı celili eşyada delalet eder” bu bahis Sebilürreşad’ın . sahifesinde beyan olunmuştur. Burası da meskutün-anh! bir delil-i şer’iye ihtiyacı yoktur” diye dermiyan ettiğiniz da’vayı da kat’i surette red ve cerh ettim. Sebilürreşad’ın . sahifesine müraca’at olunsun. Buraya da bir söz demediniz. lürreşad’ın . sahifesinde edillesiyle beyan ettim: Bunun hakkında da hiçbir söz demediniz. da’vayı Sebilürreşad’ın . sahifesinde delaili ile izah ettim. Buna bir şey demediniz. beyan edilmemiş ise cevazı sabit olur” da’vasında bulunmak Zahiriye Mezhebi’ni kabul etmek demek olacağını Sebilürreşad’ın . sahifesinde izah ettim. Bunu kabul edip etmediğinizi bildirmediniz! Sebilürreşad’ın . sahifesinde felsefe-i cedide ile red ve cerh ettim. Buna atik felsefeden olsun bir şey demediniz. tağyir olunacağını istizah ettim. Henüz bir cevap alamadım. Zikr olunan on yedi maddenin altında henüz zebun olan altından kalkabileceğini –velev ki bir sürü laf ile olsun– beyan edemeyen bir zatın muşikaf mu’arızına meydan okuması acaib-i alemden biridir. Hüner bu on yedi maddeyi kava’id-i şer’iyye zavabıt-ı felsefiyye kavanin-i ilmiyye ile red ve cerh etmektir. Bu meydanın racülü iseniz kavliniz fiilinize mutabık olsun. Yoksa bugün de kuvvet-i edillemize karşı zebunsunuz yarın da!... Efrad-ı insaniyyenin bazısından zevi’l-ukulü valih ve hayran bırakan efkar-ı insaniyyeye dehşetler ilka eden ameller sudur ettiği mevcudatın şehadeti asarın delaletiyle sabittir. Akl-ı za’if ashabı bu gibi muhayyirü’l-ukul a’mali gördükçe –velev ki zaman-ı sübutta olmasa bile– mu’cizeye haml ediyorlar; havarik-ı adat zannında bulunuyorlar. Bazı gafiller de bu gibi a’mal-i müdhişeyi a’mal-i kevakibin ervahına tavali’in muvafakatine nisbet ediyorlar. Akl-ı kasır erbabına gelince: Onlar da bu gibi a’mali esbabını idrakten savabı fehmden aciz oldukları cihetle –tesadüf ve ittifakı olarak hasıl olmuş şeyler diye kabul ediyorlar. Fakat hikmet-i ilahiyyeden nasibedar hidayet-i Rabbaniyye’ye mazhar olanlar yakınen bilirler ki: Hakim ve Habir celle şanuhu hazretleri her hadiseyi bir sebebe herkesi bir amele rabt etmiştir; bununla beraber kainat-ı mevcude arasından insanı mevhibe-i akliyye kuva-yı ruhaniyye ile mümtaz kılmıştır ki bunlar ile akılları veleh yayı kendine ram eder.. İşte tekalif-i şer’iyyenin menatı da ancak o mevhibe-i akliyye bu kuvve-i ruhaniyye olduğu gibi inde’l-ukala medh u zemme; Vasi’ü’l-kerem ve Seri’ü’l-hesab indinde sevab ve ikaba istihkak da ancak bu sıfatlar iledir. Nazar-ı im’an-ı basirete malik olanlara hafi değildir ki: Kuva-yı insaniyyenin teşabühünde fıtrat-ı beşeriyenin temasilinde ukulün yekdiğerine mütekarib belki de idrakatın mütesavi olduğuna delalet eden pek çok şeyler vardır. Fikr-i selimin irşadı da gösteriyor ki: Fazl-ı ilahi muhakkak surette her insanı bir gaye-i kemali dar olacakları şeyi –ancak dikkat-i nazara malik olanların anlayabileceği bir surette– mütefavit olarak ihsan eylemiştir. Hayrete mahal yok... İnsanın hilkatinde kemale doğru bir isti’dad-ı fıtri mevcud; measir ile teferrüd celail-i asar ile temeyyüz etmek hususunda her ferdde bir meyl-i külli meşhuddur. Cevvad-ı mutlak tarafından bir ihsan-ı umumidir ki: Kasıd kasdında sadık salik ciddinde halis oldukça ne bir talibi haib ve hasir bırakır ne de bir saili red eder: Pekala! Madem ki böyledir beni ademden bir cumhur-ı a’zamı en hasis bir menzile çakılıp kalarak inayetin kendileri için hazırladığı meyl-i garizinin ayırdığı menazil-i aliyyeye vusulden alıkoyan illet nedir?.. Neden dolayı ekseriyet-i azime pek adi bir hayata zillet ve mahkumiyet gibi behayimin bile ünsiyet edemediği bir hale razı oluyor da fıtratın bahş eylediği mecd ü şerefi hakimiyet ve istiklali elde etmeye çalışmıyor?. Alelhusus bu menazil-i hasiseye aldanıp kalan insan kümesi adl-i ilahiyi mü’min ve vaad ve va’id-i Rabbaniyi musaddık bakiyat-ı salihat üzerine sevabı ümid eden olunacağı her nefsin ameli nisbetinde mücazat göreceği günü mu’terif olan bir millet olursa!.. Böyle olan kimseleri sa’y ü amelden alıkoyan şeref ve ala talebinden men’ eden şey acaba nedir?.. Eğer müsebbebat esbabına red olunur hakaik kendi hudud ve rusumundan taleb olunursa görülür ki: Bu durgunluğun Evet “cebanet” öyle bir illettir ki: Memleketlerin temelini gevşedir binasını hedm eder. “Cebanet” öyle bir ninde caygir olan nizam ve intizamı duçar-ı inhilal eder. “Cebanet” öyle bir illettir ki: Müluk ve selatinin azimetlerine saltanatlarını devirir. “Cebanet” öyle bir illettir ki: Hayır yapmak isteyen e’azım-ı ümmete karşı hayır kapılarını kapatır me’alim-i hidayeti mahv eder; zillete tahammülünü meskenet içinde yuvarlanmasını sikleti dağlardan bile ağır olan bar-ı esareti sırtında taşımasını nefse ehven gösterir. Cebanet nefse ihaneti sabır ile zilleti pişkinlikle karşılamasını tavsiye eder. “Cebin” olanlar haziz-ı mezellet ve meskenette inim meskenet içinde vakit geçirmeyi adeta refah ve sa’adet bilirler. Yok yok!.. Belki “cebanet” ile muttasıf olanlar her dakıka her an ölüm acısını tadarlar lakin yine onlar her hale razıdırlar; düşmandan başkasını görecek gözden yalnız solumakla çıkan nefesden şiddet ve meşakkatin hisden başka bir şeyleri kalmasa bile yine bulundukları hale razı olurlar da o dereke-i süfladan sıyrılıp şeref ve alaya su’ud etmek istemezler. şeyi kuru bir kana’at uğurunda mahv edip bitirir de artık maksuda eriştiğini muradını elde ettiğini zan eder! Kainatı kendine ram edecek bir kuvvete malik olan insan yerin dibine girmek daha ehven değil mi? Cebanet bir çok sebeblerden tevellüd ederse de bunların birisinin cevheri iyice tedkık ve mülahaza edilince hepsinin aslı ölüm korkusu olduğunu görüyoruz. Binaenaleyh cebaneti tevlid eden esbabın başlıcası havf-i mevttir. Halbuki ölüm her sahib-i hayatın merci’i her zi-ruhun münteha-yı tarikıdır. Ölümden korkmak kadar ma’nasız bir şey olamaz. İnsan ölümden ne kadar tedehhüş ederse o nisbette huzur ve rahatı münselib olur. Çünkü ölüm denilen akıbete er geç her ferd-i zi-hayatın ma’ruz olacağı kat’i bir hakıkattir. İnsan nerede bulunursa bulunsun bundan kurtuluş yoktur. Bunu lisan-ı şeri’at nazm-ı münifi ile ifade etmiştir. Ölüm için bir vakt-i mu’ayyen bir an-ı ma’lum yoktur; onun zaman ve mekanını “Mukaddirü’l-acal” celle şanuhu hazretlerinden başka kimse bilmez: dan gaflet etmesi kuva-yı mevhubesini ma-hulika-lehine sarf et[me]tiği vakit Cenab-ı Hakk’ın kendisi için hazırlamış olduğu sa’adet-i dareynden zuhul etmesi sebebiyledir ki: Havf-i mevt nefse şu maraz-ı katili iras edecek dereceye kadar kesb-i şiddet ediyor. Evet; insan bazan kendisini unutur da Cenab-ı Hakk’ın hafız-ı hayat kıldığı şeca’atin ikdamın fenaya sebeb olduğu zannına düşer! Cahil öyle zan eder ki: Meydan-ı şeca’atin her adımı başında ölüm vardır; öyle tevehhüm eder ki: Her yer muhataralıdır. Ma’ahaza gözünün önündeki asar-ı insaniyyeye şeref ve me’ali talebinde olanların nail oldukları fevz ü sa’adete tarik-ı azmlerinde tezlil ettikleri mesa ‛ ibe atf edilecek olan bir nazar o gibi korkunun kuru bir vehm ve hayalden –kendilerini sebil-i Hak’dan çıkaran her hayırdan mahrum eden– desais-i şeytaniyyeden başka bir şey olmadığını vazıhan göstermektedir. Cebanet şeytanın ibadullahı sayd etmek onları sebil-i her rezilenin illeti her haslet-i zemimenin menşeidir. Bütün fenalıkların mebdei kaffe-i fesadın tohumu ancak cebanettir. Hiç bir küfür yoktur ki ba’is ve mucibi cebanet olmasın. Cebanet öyle bir marazdır ki cem’iyetleri perişan eder revabıt-ı sılatı kat’ eder; orduları münhezim selatin ve ümerayı arş-ı cehaletten arz-ı mehanete esbab cebanetten başka bir şey midir? Edaniyi irtişa gibi bir denaete el uzattıran cebanet değil mi?. Bunu kizbde ma’işet-i insaniyyeyi ifsad eden sair marazlarda da kolayca i’tibar edebiliriz. Çünkü bunların hepsi tedkık edilecek olursa sebeb-i yegane olarak cebaneti bulmamak kabil değildir. Fıtrat-ı insaniyyeye malik olan her ferd için; alelhusus Allah’a peygamberlerine yevm-i ahirete iman edip de amellerinin cezası olmak üzere ecr-i hasen makam-ı ala ümid edenler için cebanet gibi bir zemime ile muttasıf olmak ardır ayıbdır. Millet-i İslamiyye’nin cebanet gibi bir sıfat-ı redieden en uzak bulunmaları ise usul-i dinleri iktizasındandır. Çünkü bu rıza-yı ilahiye mukarin olan şeyleri edadan alıkoyan mevani’in en şiddetlilerindendir millet-i İslamiyye rıza-yı ilahiden başka bir şey taleb etmezler. Kuran-ı Kerim’i eline alıp da okuyanlar pekala bilirler ki: Cenab-ı Hak; hubb-i mevti alamet-i imandan saymış mu’anidlerin kalblerini onunla imtihana çekmiştir. Bakınız! Cenab-ı Hak mü’min olmayanların zemminde ne buyuruyor: Dikkat ediliyor mu?.. Sebil-i hakta ikdam i’la-yı Kelimetullah uğurunda bezl-i can etmek alamet-i imanın en birincilerinden sayılıyor. Rıza-yı ilahiye mukarin olan en büyük amel; muhafaza-i hak i’la-yı Kelimetullah uğurunda sell-i seyf ederek meydan-ı mücahedeye atılmak hak düşmanlarıyla cansiperane boğuşmak olduğu nasıl tasrih ediliyor?.. Mücahede meydanına atılmak istemeyenler nasıl tevbih ve tezlil olunuyor?.. Kitab-ı ilahi mü’minlerin vasfında ikame-i salat ita-i zekat keff-i eydi ile iktifa etmiyor. Bunları mü’minin de münafıkın da müşterek oldukları şeylerden addeylediği cihetle münferiden “iman”a delil olmak üzere Kelime-i Hakk’ı i’la adl-i ilahiyi muhafaza uğurunda bezl-i can etmeyi gösteriyor. Belki bunu fikdanı zamanında yerine başkası kaim olmayacak derecede bir rükn-i müstakil addediyor. Evet “Ben mü’minim” kaziyyesinin sıdkını muhafaza-i adl ü hak uğurunda bezl-i can etmeyi gözüne aldırmaktır. Zan edilmesin ki: Din-i İslam ile cebaneti kalb-i vahide cem’ etmek mümkündür! Bu nasıl mümkün olabilir ki: Din-i İslam’ın her bir cüz’ü şeca’at temsil ediyor ikdam tasvir ediyor. Allah için ihlas rıza-yı ilahiyi istihsal sayıyor. Hakıkaten mü’min olanlar bilirler ki: Acal yed-i ilahiyyededir; onu nasıl dilerse sarf eder. Feraizi edada gecikmek ömrün tezayüdü için hiçbir faideyi müfid olmadığı gibi o yolda ikdam etmek de ömründen bir dakıka bile tenkis etmez. Mü’min iki halden hali değildir: Ya şeref ve haysiyetiyle yaşar yahud şan ve şerefle terk-i hayat ederek mensub olduğu cema’ati yaşatır; bu suretle hem milletin hayatını te’min eder hem kendi şahsını mertebe-i şehadete is’ad eder!... Bir mü’min için bu iki sa’adetten başkası muntazar değildir. Cenab-ı Muhammed sav’in tebliğ eylediği ahkama iman ile cebanetin bir arada bulunacağını tevehhüm edenler pek ziyade aldanıyorlar bu gibilerde eser-i imandan hiç bir şey yoktur. Kuran-ı Kerim’in her ayeti cebin olan kimsenin iddi’a-yı yor. İşte bunun içindir ki: Verese-i enbiya olan ulemadan hakkı beyan etmelerini i’la-yı Kelime uğurunda ikdamı emr eden bu hususda üzerlerine vacib olan şeyi edada terahiyi nehy eden ayat-ı ilahiyyeyi ümmete açık bir lisan zan ederim. Hem öyle ümid ederiz ki: Eğer ulema-yı kiram hazeratı az bir zaman şu farizayı -emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker– ifa edip de Kuran -ı şerifin ma’nasını tebyin ve nüfus-ı mü’mininde ihya ile kaffesine va’z u nasihatte bulunsalar şu millette dünyalar durdukça hatırası bakı kalacak eserler bıraktığını görür mecd-i sabıklarını Çünkü mü’minler eslaflarından tevarüs ettikleri ahlak ve adat kalblerinde temerküz eden asar-ı akayid dolayısıyla pek cüz’i bir tenbih ile birden bire toplanıp ayağa kalkarlar gaib ettiklerini istirdad mevcudu muhafazaya şitab ederler; bu suretle ind-i ilahide makam-ı Mahmud’a nail olurlar. MISIR’IN EHEMMİYETİ “Mısır vücud-ı İslam’ın ruhudur” nazariyesini hadisat-ı hazıra: Cihad-ı mukaddes ciddi ve vakı’i bir surette mütemerridanelerine ram ettikleri günden beridir ki alem-i İslam’daki tahakküm-i cebbaranelerini teşdide “mahv ü imha” siyasetlerini bütün feca’atiyle tatbika koyuldular. Ruh-ı İslam’a doğrudan doğruya saldırmaya re’s-i İslam’ı: Makam-ı Hilafet’i tahzir etmeye muvaffak oldular. İngilizlerin Mısır’da temdid-i ikamet etmeye muvaffak olmaları en canlı ülü’l-azmı bile me’yus ediyordu. Çünkü vücud-ı İslam’ın ruhu pençe-i mel’anetlerinde eziliyor idi. Fakat lillahi’l-hamd “ruhu kurtarmak” hissi ve gayesi ile müslümanların cihada kalkmaları pek gecikmedi. Bedihidir ki böyle tarihi bir sırada Mısır’ın teşrih-i ehemmiyeti faidelidir. Fakat onu Mısır’ın aşık ve şehid-i hürriyeti merhum Mustafa Kamil’in savt-ı la-yemutundan dinlemek icab eder. sene evvel Mustafa Kamil Mısır’ın ehemmiyeti hakkında şöyle icale-i kalem ediyor “İngilizlerin Mısır’da uzun müddet kalabilmelerinden kimse endişeye düşmesin. Çünkü onlar gerek Mısır’da nüfuzlu olsunlar gerek nüfuzsuz kalsınlar her halde Mısır mes’elesinin cevheri kat’iyyen değişmeyecektir. Artık birdir. Mısır mazide Allah’ın oku idi ise hala mütemerridlerin makberi olmakta devam etmektedir. Maziden istikbali keşf edenler edvar-ı tarihin yenileştiğini ve kat’iyyen değişmediğini bilenler hükmederler ki İngiltere’nin Mısır’da temdid-i ikamet etmesi sebeb-i helaki olacaktır. Salisbury bir nutkunda diyor ki “Tamahkarlık siyaseti en mu’azzam memleketlerin sebeb-i si ve rical-i siyaseti hisse-mend-i ibret olsunlar. Çünkü ve vahşiyanedir. İngiltere çiğnediği milletlerin hukukunu hiç kale almayarak bir ucu İskenderiye’den başlayan diğer ucu Ümidburnu’nda intiha eden bir memleket-i Afrikıyye teşkil etmek istiyor. Fakat Avrupa diplomatları bilsinler ki Mısır mes’elesinin ardında en mühim mesail-i siyasiyye kanlı halleri bekliyor. Ticaret-i düvel Bahr-i Sefid Afrika mes’eleleri ba-husus Hıristiyanlık ve Müslümanlık mes’elesi Mısır mes’elesi halliyle beraber başgösterecektir. hayatiyyeyi ihtikar eder ve Avrupalıları kovar. Mısır’da ve dolayısıyla Afrika-yı Vusta’da ancak ticaretini tervic etmek ister. İngiltere bu siyaseti su’-i tali’ neticesi olarak pençesine düşen her memlekette tatbik ediyor ve istiyor ki Nil’in sath-ı sim-abı üzerinden ancak kendi ticareti sel gibi aksın. gölü olur. Çünkü o vakit Cebelitarık Malta Kıbrıs ve Mısır limanlarını Suveyş Kanalı’nı üss-i harekat-ı harbiyye tehlike; Mısır’ı kurtarmak idareten müstakil ve himayet-i aliye-i Devlet-i Aliyye ile sayedar etmek ile kabil-i def’ olur. şarktaki müstemlekeleri bi-faide olur. Afrika ve Asya’daki muvazenet-i düveliye zayi’ olur. Çünkü şark-ı aksa ve Asya sularıyla garb arasındaki muvasalat İngiltere’nin keyfine tabi’ olur. İngiltere nasıl’de Süveyş Kanalı’nı gibi tahakküm eder. Mehmed Ali vaktiyle Napolyon’un “Suriye Mısır için zaruridir” sözünü düstur-ı harekat ittihaz ederek Suriye’yi lük eder etmez Suriye’yi yutmaya çalışacaktırlar. Daha sonra İngilizler Beyt-i Makdis gibi emakin-i mukaddeseyi ne olacağı düşünülsün. Demek Mısır mes’elesi ile tev’em Müslümanlık mes’elesi var. ye’yi paralamak ile uğraşıyor. Böylece Mısır’da kendisini payidar etmek istiyor. Müte’akıben bilad-ı Arabiyyeyi ceberutuna ihza’ yed-i mel’anetinde bir alet olacak bir Hilafet icad etmek gayesini ta’kıb ediyor. Osmanlı siyasiyyunu Mısır mes’elesini en mühim mes’ele-i hayatiyye tanımalı ve İngiliz hud’alarına hiç aldanmamalılardır! seyi irtikab etti. Artık diplomatlarımızın en mukaddes vazifeleri İngilizleri Mısır’dan çıkartmak için çalışmak ve böylece Müslümanlığı ve haysiyet-i Osmaniyeyi en müdhiş tehlikeden kurtarmak; olmalıdır. Bütün müslümanların nazarı –emakin-i mukaddese Darü’l-Hilafe’den sonra– Mısır’a müteveccihdir. Kuran-ı Kerim otuz def’a ayat-ı beyyinatı içinde Mısır’ı zikr etmekle ehl-i İslam’ın nazar-ı dikkatini oraya celb ediyor. Cenab-ı Fahr-i alem sallAllahu aleyhi ve sellem Mısır’ı “rabıta-i kübra” diye tavsif buyuruyorlar. Mısır müslümanlar için bir meşrık-ı nevvardır. Ve bunun “Mısır Devlet-i Aliyye için bir mes’ele-i hayatiyyedir.” Mustafa Kamil Mısır’ın ehemmiyetini böylece izah ettikten sonra Mısırlılara tevcih-i hitab ediyor! “Madem ki memleketimiz bu kadar mühimdir. Mısırlılar bütün kuvvet ve şiddetleriyle hukuk-ı mukaddeselerini masını istiyorsak her karyede bir müessese-i irfan açalım. Her Mısırlıya hukukunu ve vazifelerini öğretelim hürriyet hırsızlarıyla cihada hazırlanalım. Her Mısırlı “Vatanını kurtarmak uğrunda alemi alt üst etmek icab ederse bile hiç tereddüd etmeden elinden geleni yapmalıdır” mebde’-i alisini taşımalı ve onunla amel etmelidir.” Üstad-ı a’zamımız ve serdar-ı mübeccelimiz merhum Mustafa Kamil Mısır’ın ehemmiyetini [bu] suretle izah ediyor. Buna bir şey ilave etmek istemem. Çünkü Hilafet ordusu liva-yı rehayı berat-ı necatı hamilen şevket-i Mısır’a doğru kahramanane yürürken dört yüz milyon muvahhidin ruhuna en parlak ve mukni’ bir surette necat-ı minareleri üzerine alem-i tevhid dikilirken “hayye ale’lfelah” nida-yı mukaddesine “semi’na ve eta’na” cevab-ı azim-karanesiyle on dört milyon mü’min tarafından telbiye edilecektir. Çanakkale’nin İngiltere ve Fransa filoları tarafından bombardıman edilmesi kendilerinin son derece telaşa düştüklerini isbat ediyor. Bugün Fransa Avrupa’da Almanlara karşı mağlub olmaya mahkum olmaktan ziyade bu mağlubiyet zir-i idaresinde bulunan Tunus Cezair Fas müstemlekatına da sirayet ve nüfuz etmiştir. İngiltere’nin yeti tezelzüle uğramıştır. Almanya ve Avusturya’nın Rus toprağı dahilindeki mütevali muvaffakiyetleriyle Boğazların kapalı bulunmaları Fransa ve İngiltere’nin Avrupa harb sahnelerinde Almanya’ya karşı bir an evvel mağlub olmalarını intac eyleyecektir. İngiltere’nin Boğazlar’ı tehdid etmesi hem müttefiki Rusya’yı hem de kendilerini bir mevt-i muhakkaktan tahlis etmek gaye-i hayaliyyesine ma’tufdur. Böyle yapmakla İngiltere Balkan vaziyet ve siyaseti üzerine bir te’sir icra etmek istiyor. Halbuki bizim zannımızca bu hülyalarında her iki hükumet ziyadesiyle yanılmışlardır. Boğazlar’ın zorlanması onlar için yeni hayat değil ihtimal ki bir an evvel mahv ü tebah olmalarını intac edecektir. muhitlerinde ve bil-umum Hind müslümanları üzerinde bir su’-i te’sir hasıl edecek ve bi’n-netice orada önü alınmayacak bir surette kıyam ve isyanın serzede-i zuhur olmasına yardım ettikten başka aynı zamanda gerek bul ve tahsin görmeyecektir. Hele Bahr-i Sefid hakimiyetinde kendisini İngiltere ve Fransa kadar bir sahib-i hak ad ile istikbalini buna merbut-ı telakkı eden İtalya devleti tirmeyecektir. Eğer tahminimizde yanılmazsak bugün değilse herhalde bu hafta zarfında İtalya’nın gürültülü tanin-endaz notasının İngiltere ve Fransa’ya verileceğine emin olmalıyız. İtalya Boğaz’ın bombardımanına –hele Fransa ve İngiltere tarafından olmasına– asla dayanamayacaktır. Çünkü ma’azallah muvaffakiyetleri herhalde vutluk’daki menafi’-i hayatiyye ve siyasiyyesine bu hal büyük bir darbe demektir. İtalya’yı bi-taraflıktan –İ’tilaf-ı Müselles aleyhine olarak– çıkaracak olan İngiltere ve Fransa’nın bu küstahlıkları kendilerine çoğa oturacağına şüphe etmemelidir. İtalya’nın İttifak-ı Müselles kitle-i muharibesine iştirak etmesi ise hem Balkanlar üzerinde hem de İ’tilaf-ı Müselles’den intikama müheyya olan bilcümle hükumat ve milel-i İslamiyye üzerinde gereği gibi te’sir edecek ve kainatı bu gasıb hak tanımaz mağrur Binaenaleyh bizim için kemal-i sükunetle vekayi’-i atiyyeye nigeran olmak ve metanet ve vakarımızı elden bırakmamak daha doğrudur. Zaten biz harbin ibtidasından la hesaba dahil etmişizdir. Yapacağını bilen ve adımlarını vaktiyle hazırlamış olan biz müslümanlar için bundan başka bir düşünce olamaz. Çanakkale bombardımanı iyi düşünülürse Müslümanlık’la Nasraniyet arasında istikbalde en büyük bir alamet-i farika ve hatt-ı fasıl teşkil ediyor ki buna müslümanlar çoktan intizar edip duruyorlardı. Şubat: Bugün düşmanın kuvvetli on zırhlısı Çanakkale Boğazı medhalindeki tabyalarımıza kable’z-zeval sa’at onda ateş açarak ba’de’z-zeval sa’at beş buçuğa kadar devam etmiş ve ba’dehu Bozcaada istikametine çekilmiştir. Anadolu sahilindeki tabyalarımızdan endaht edilen mermiyattan düşmanın “Agamemnon” sisteminde bir zırhlısı daha iki zırhlısının hasara uğradığı tarassudat neticesinde anlaşılmıştır. Şubat: Dünkü yedi saatlik bombardımanda düşman gemilerinin ağır topları Çanakkale Boğazı’nın harici rağmen tarafımızdan yalnız beş şehid mecruh olmuştur. Bugün dahi düşman donanması bombardımana devam etmiş. Fakat öğleden sonra Seddülbahr bataryamızın ateş sahası haricine çıkmıştır. Şubat: Bugün Çanakkale Boğazı’na düşman filosu tarafından ta’arruz vuku’ bulmamıştır. Şubat: Düşman donanması bugün Seddülbahr Şubat: Düşman donanması Seddülbahr bataryasına karşı bugün de bati bir surette ateşe devam etti. Bazı nikata keşif kolları ihrac için yaptığı teşebbüsler akım bırakıldı. Bilahare düşmanın beş zırhlısı diğer bir kaç bataryalarımıza karşı bila-muvaffakiyet ateş ederlerken bataryalarımızdan endaht edilen yedi merminin isabeti üzerine geri çekilmeye mecbur olmuştur. Şubat: Düşman donanması bugün Çanakkale Boğazı’ndaki istihkamatımıza üç sa’at bila-muvaffakiyet ateş etmiş ve bataryalarımızın müessir mukabelesi üzerine geri çekilmeye mecbur olmuştur. Aynı zamanda dört Fransız zırhlısından ve torpidolardan mürekkeb bir düşman filosu Maarız körfezi sahilindeki mevazı’ımızı hiç bir netice elde edememeksizin bombardıman etmiştir. Tayyarelerimizden düşman gemilerine muvaffakiyetle bombalar atılmıştır. Kale-i Sultaniye’den Şubat tarihiyle Osmanlı Ajansı’nın tebligatı: Düşman donanması bugün dahi bombardımana devamla altı yüzü mütecaviz mermi atmış atılan mermiler “Kontr Amiral” gemisinin arka direğini kırmış ve düşman gemilerine birkaç def’a isabet etmişlerdir. Dün gece Boğaz’a girmek teşebbüsünde bulunan düşman torpidolarının üzerlerine bataryalarımız tarafından açılan ateş neticesinde bunlardan birisi batırılmış ve diğerleri de derhal ric’ate mecbur edilmiştir. Şubat: Irak’da Ehvez civarında mitralyöz ile mücehhez cahidin arasında vuku’ bulan müsademelerde düşman elli maktul ve bir çok esliha ve mühimmat terk ederek firar eylemiştir. Bir Fransız kruvazörü Şubat’da Akabe civarına kadar asker çıkarmışsa da müfrezelerimizle sa’at devam eden musademe neticesinde düşmana telefat verdirilerek gemilerine çekilmeye mecbur edilmiştir. Düşmanın top ve mitralyöz ateşlerinin şiddetine rağmen yalnız nefer şehid ve mecruhumuz vardır. Korye Dellasera gazetesinin Kahire muhabiri Sudan ordusunda asker firarilerinin adedi hergün tezayüd etmekte ve Mısır üzerine yürüyen on dört bin kadar mücahidin-i Senusiyye’nin her tarafda hüsn-i kabule mazhar olmakta bulunduğu gazetesine gönderdiği bir telgrafnamede sır’daki müslümanların Mısır sultanı namına ısdar edilen evamir ve ihtarattan hiç birini tanımak istemediklerini ve hutbenin Halife-i Müslimin namına kıraatini taleb ve iddi’ada Sellum’dan Roma gazetelerine vuku’ bulan işaratta Senusi mücahidlerinin pişdar kıtaatını teşkil eden on yedi bin kişilik bir kuvvetin kemal-i sür’atle Mısır’a doğru Muhterem efendim Diş fırçalarının neden i’mal olunduğuna dair geçenlerde le nazar-ı dikkatimi celb etti. Bu hususda bu fırçaları Umumiyet i’tibariyle muhtelif hayvan kıllarından imal olunduğu gibi bazı nebatat elyafından da yapıldığını bildirdiler. Şu halde kat’i bir hüküm vermek caiz olamaz. Binaenaleyh kimyager tarafından tahlil olunup da hangi kıldan i’mal olunduğu ta’yin edilmedikçe her hangi bir fırça hakkında şüphe bakıdir. Fakat biz müslümanlarca fırçaya ne hacet! Bizim ne güzel misvakimiz vardır. Lakin biz ondaki havass-ı nafi’ayı takdir edemiyoruz. Bugün misvakin fırçaya müreccah olduğu fennen ve tecrübeten anlaşılmıştır. Avrupa’da bile pek çok zevat misvak isti’mal ediyor. Şu halde bendenize kalırsa ihvan-ı dinin misvak kullanmalarını tavsiye ederim. Meal-i Şerifi Denizdeki bir gazanın ecri karadaki on gazanın ecrine mu’adildir. Deniz üstünde başı dönen gazi de Allah yolunda kendi kanına bulanmış kimse gibidir. Bu hadis-i şerifi İbni Mace Ümmü’d-Derda radıyallahu anhadan rivayet etmiştir. Meal-i Şerifi Denizde başı dönüp de kay’e mübtela olan gazi için bir şehid fi sebilillah deniz seferine çıkıp da boğulan kimse için de iki şehid ecri vardır. Bu hadis-i şerif Sünen-i Ebi Davu d’da Ümmü Haram bint-i Milhan radıyallahu anhadan mervidir. Deniz şühedası indallah kara şühedasından efdaldirler. Bu hadis-i şerifi Taberani Mu’cem-i Kebir’inde Sa’d bin Cünade radıyallahu anhden rivayet ediyor. Mansurizade Said Beyefendi’ye makalenizin şerhini atiye bit-ta’lik bu def’a ma-ba’dli cevabnamenizdeki akvali kava’id-i ilmiyeye tevfikan red ve cerh edeceğim. Akval-i vahiyyenizi üç madde de izah ediyorum: Evvela – Bazı Mu’tezile’nin tabakat-ı Hanefiyye ve Şafiiyye’de dahil olduklarını uzun uzadıya beyan ettiğim halde istizahımın vechini anlayamadığınızı beyan buyuruyorsunuz. Menşe’-i galatınızı meydana çıkarmak için böyle bir sual vaz’ ettiğimi anlayamayacak ne vardır? “Usul-i fıkıhda Mu’tezilelik Ehl-i Sünnetlik gibi mezhebler yoktur” sözü maksada ta’alluk etmediğinden orasını münakaşa etmeyeceğim. Fakat Telvih’den nakl ettiğiniz fıkaratı kable’l-bi’se olan ef’al-i ihtiyariyenin hükmünü beyan ediyor. Sebilürreşad’ın . cildinin . sahifesinde bu Başmuharrir bahsi zikr eylemiş idim; zannederim ki manzur-ı alileri olmuştur; Telvih’in bazı Mu’tezile ve bazı Hanefiyye ve Şafi’iyye dediği zevatın kimler olduğunu aynı sahifede görebilirsiniz. Razi Mahsul’de bazı Mu’tezile ve bazı Hanefiyye ve Şafi’iyye dediği cihetle Teftazani Telvih’de böyle zikr etmiştir. Müntehab’da da böyle mezkurdur. Ancak Şeyhülislam İbni Teymiye el-Harrani Minhacü’s-Sünne ’de “Kaleti’l-Hanefiyye” demiş Emir İbnü’l-Hac Et-Takrir ve’t-Tahbir’de “ekserü’l-Hanefiyye siyyeme’l-Irakıyyin” sözüyle Şeyhülislam el-Harrani’nin kavlini takyid eylemiş olmasına mebni Sebilürreşad’da takyid vechile yazılmıştır. Cevazın hükm-i şer’i olmaması da’vası ile kable’l-bi’se olan ef’al-i ihtiyariyyenin mübah olması mes’elesi arasında asla mülazeme yoktur. Eğer Telvih’de ayrıca bazı Hanefiyye ve Şafi’iyye mezhebi olmak üzere cevazın hükm-i şer’i olduğuna dair bir ibare görmüş iseniz hemen nakl buyurun. Yoksa deliliniz da’vayı istilzam etmez. E’azım-ı usuliyyin-i Hanefiyye’den İbnü’l-Hümam et-Tahrir’de e’azım-ı ulema-yı Şafi’iyye’den Gazzali e l-Müstesfa’da e’azım usuliyyin-i Malikiyye’den Ebu’l-Abbas el-Karafi Tenkıhu’l-Fusul’de meşahir-i usuliyyin-i Hanefiyye’den Fenari Fusul-i Bedayi’ de bu iki mes’eleyi ayrı ayrı bahislerde yazıyorlar. İşte size dört kitab! Şerh-i Muhtasarü’l-Münteha Fusulü’l-Bedayi’ etTakrir ve’t-Tahbir’de beyan olunduğuna göre ef’al-i na Basriyyin göre ef’al-i ihtiyariyye mübah bazılarına Bağdadiyyin göre haramdır bir kısmı da tevekkuf var ise de çoğu re’y-i evveli tercih etmişlerdir. Mu’tezile-i Basriyyin’e göre ibaha fi’il ve terkteki hareci nefy Mu’tezile-i Bağdadin’e göre nefy-i hareci aklın hükmü cumhura göre nefy-i hareci şer’in hükmüdür. Bu babda başka bir mezheb ma’lum değildir. Bi’setten evvel olan ef’al-i ihtiyariyenin ibahasına kail olan fukahanın her halde cevaza hükm-i şer’i değildir demeleri lazım gelmez. Bazı Mu’tezile ef’al-i ihtiyariyyenin ediyor diyerek ibaha-i şer’iyyeye ihtiyac görmüyor hatta Görülüyor ki bi’setten evvel olan ef’al-i ihtiyariyyenin ğildir diyen ancak bazı Mu’tezile’dir. Bi’setten evvel olan ef’al-i ihtiyariyyenin ibahasına kail olan Hanefiyye ve Şafi’iyye ayrıca ibaha-i şer’iyyeye kail oluyorlar. İbaha-i şer’iyye nefy-i harec demek değildir belki İbnü’l-Hacib’in Muhtasarü’l-Münteha’da tasrihi vechile hitab-ı nefy-i harec Karafi’nin Tenkihü’l-Fusul’de tasrihi vechile i’lam-ı nefy-i harecdir. şeri’a tasrih ediyor Sebilürreşad’ın . sahifesinde “İbaha-i asliyye eser-i hitab değildir” denilmiş idi. İbaha-i asliyye başka ibaha-i şer’iyye yine başkadır. Zan ederim ki bu ikisini karıştırıyorsunuz. Telvih sahibi Teftazani Muhtasarü’l-Münteha haşiyesinde diyor. Binaenaleyh bi’setten evvel olan ef’al-i ihtiyariyyenin etmez deliliniz da’vanızı istilzam eder vechile sevk olunmamıştır. Takrib tam değildir. Bir kere de dört kitaba müraca’at Telvih’e dikkat buyurula! Saniyen: Cevazın hükm-i şer’i olup olmaması mes’elesinin emr-i ıstılahi olduğunu kabul etmiyorsunuz. Bu babda irad eylediğim edille-i selaseden yalnız birine cevab vermek istediğiniz halde henüz ikisinden bahs buyurmadınız onlara dair şakk-ı şefe etmeyecek misiniz? Bu cihet de geçen haftaki makalemde zikr olunan on yedi maddeye ilave buyurula! Salisen: Edille-i selaseden birincisine cevap vermek maksadıyla Usulü’l-Hazari’den nakl ettiğim fıkaratı redde kıyam ediyorsunuz; müellifinin “Cumhur-ı şari’in sükutu ‘ebahtehu’ kuvvesinde bir hitabdır diyorlar” demesi me-i usulü onun kavlinden teberri ediyorsunuz. Hayret! A gözüm! Usulü’l-Hazari’yi bir kerecik olsun gözden geçirdiniz mi? Müellifi Muhammed el-Hazari’nin vukufsuzluğunu bu sözüyle nasıl anladınız? Hükümde isti’cal ediyorsunuz. Bu istidlalinize felsefe-i cedidede “ta’dad-ı nakıs safsatası” denir. Müellifin bu sözü farz edelim ki cumhur sözü değildir. Fakat her halde usul-i fıkha ve hadis-i şerife mutabıktır. Elif– Hanefiyye ve Şafi’iyye tarikları üzere yazılan kütüb-i usuliye-i meşhureden Müsellemü’s-Subut’da şöyle deniyor: Be– Fusulü’l-Bedayi’ de şöyle deniyor: Cim– Beyzavi Minhacü’l-Usul’de ademü’l-müdreki edille-i makbuleden gösteriyor. Şerh-i Minhac’da ademü’l-müdrek delilinin Şafi’i indinde mu’teber bir delil olduğu zikr olunuyor. Mirat’da ademü’l-müdrek delili hücec-i fasideden gösterildiği cihetle acaba bundan naşi mi “ulema-i usul ve fukaha-i mezahib böyle söz söylemekten çok ali ve münezzehdirler” diyorsunuz? Dal– Cevaza hükm-i şer’i diyen fukaha-yı Davudiyye hatta İmamiye ve İbaziye şer’in sükutundan ibaha-i amme istihrac etmiyorlar mı? Şer’in sükutu istishab demek değil mi? Bi’setten evvel olan ef’al-i ihtiyariyye mübah olur bi’setten sonra haliyle kalırsa hükm-i asli takrir olunursa istishab olmaz mı? Bir şeyi hali üzere bırakmak istishab değil mi? Artık Usulü’l-Hazari’deki kavlin usul-i fıkha muvafık olduğu edille-i erba’a ile sabit oluyor. – Usulü’l-Hazari’nin kavli hadis-i şerife muvafıktır: Ashab-ı sünenden Tirmizi ile İbni Mace şu hadis-i şerifi tahric ediyorlar: hadis-i şerif de Usulü’l-Hazari’deki kavli isbat ediyor. Garibi şu ki “Bu sükut acaba kable’l-bi’se olan sükuta şamil midir” diyorsunuz. A birader! Kable’l-bi’se olan ibaha ibaha-i asliyyedir. sükutu “Ebahtehu” kuvvesinde olsun. Kable’l-bi’se olan sükut bir hüküm değildir fakat ba’de’l-bi’se olan sükut bir hükümdür. Hadis-i şerif mucebince afvdir. İbaha-i şer’iyyedir; hiç olmazsa bir hükm-i takriridir! Daha garibi “Eimme-i mezahib caiz olan şeylerin kaffesi ayet-i kerimesiyle sabittir derler” diyerek da’vayı delil-i vahide kasr etmek istiyorsunuz. Bir da’vanın müte’addid delili olmaz mı? Biliniz ki eimme-i mezahib müte’addid delil ile isbat ediyorlar. Nitekim ayrıca Karafi ayet-i celilesi şerif ile; Beyzavi ayet-i celileriyle; Şevkani ayet-i celileleriyle hadis-i şerifleriyle; Mu’tezile delil-i akli ile isbat ediyorlar. Ehadis-i şerifeyi tetebbu’ etmeksizin ve ümmühat-ı kütübe müraca’at eylemeksizin Telvih ile yola çıkan yaya kalır! – – Halife-i Resulullah Ebubekir es-Sıddik radıyallahu anh hazretleri ordu kumandanlarından birisine atideki vasiyyeti yazmıştır: “Yola çıktığında arkadaşlarına unf ile davranma onları ol ve zulmü kendinden uzaklaştır. Çünkü zalim olan bir kavim hiç bir vakit felah bulmaz muvaffak olmaz. Ve “Düşmanlarla karşılaşınca –tekrar hücum niyyetiyle geri çekilen yahud müslümanlardan diğer muhariblere yardım niyyetiyle bir tarafa iltihak edenler müstesna olmak üzere– harbden yüz çevirenler Allah’ın gazabına müstehak olurlar.” Muvaffak olduğunuz takdirde yaşlıları kadınları çocukları öldürmeyiniz. Ekinleri yakmayınız ağaçları kesmeyiniz yiyeceğinizden fazla hayvan zebh etmeyiniz. Mütareke ederseniz gadr etmeyiniz musalaha ederseniz nakz etmeyiniz. Yolunuzda savma’alarda yaşayan rahiblere tesadüf edeceksiniz. Bunları uğrunda infirad ettikleri ve kendileri için razı oldukları halde bırakınız. Savma’alarını yıkmayınız ve onları öldürmeyiniz vesselam.” Tufan-ı Nuh’u müte’akib tarih-i beşeriyyette ikinci bir kan tufanı vuku’ buldu. Bu tufan Avrupa gir u dar-ı muvahhişinde kabarıyor ve dehşetiyle cihanı istila ediyorken mü’minlerin halası için yine bir sefine-i necat belirdi. Bu sefine-i necat cihad-ı mukaddestir. Bedihidir ki biz bu sefineye rakib olduğumuz halde o tufanın cebel-asa dalgalarıyla çarpışacak ve sallanacağız. Fakat herhalde Cudi’ye varacak ve kurtulacağız. Yalnız o şartla ki sebatkarane ve fedakarane cihad edelim. Şimdi alem-i İslam’ın bu cihad ile olan alakasını nazar-ı tedkıke alacak olur isek netice-i tefahhusumuzda hüküm ederiz ki alem-i İslam’ın hayatı ve istikbali bu cihadın neticesine merbuttur. Bu cihadın muzafferiyet te’min olunması demektir. Cihad-ı mukaddes mukadderat-ı Bunu teşrih edelim: Alem-i İslam’ın mazisini ve hal-i hazırını tedkık eder ferruk” illet-i katilesini görürüz. Teferruktur ki müslümanları bir birine yan baktırdı aralarında kanlı münaza’alar vücuda getirdi. Parçalanmalarına ve birer birer kolayca dam-ı sefalete düşmelerine en tahammül-suz işkencelere ma’ruz kalmalarına sebeb oldu. Teferruktur ki müslümanlara biganelik şuursuzluk yekdiğerine karşı lakaydlik emrazını getirdi ve ma’azallah ez’afü’l-iman derkesinden daha safil kalbler taşımalarına badi oldu. Teferruktur ki krallarının tacları tahtları serteser memleketleri milletleri kelime-i Hakk’ın karşısında zanu be-zemin-i iclal ve ta’zim olan mütemerridleri üzerimize musallat ve bizi meskenet ve esaret zincirlerine mahkum etti. Teferruktur ki Endülüs’den o medeniyet-i İslamiye’nin rengin ve sehhar yurdundan müslümanların ma’lum olan şenaat ile tard olunmalarına sebebiyet verdi. Ve gaddar muhterislerin iştiha-yı istilakaranelerini açtı diyar-ı İslam’ı taksim edilmiş bir ganimet haline getirdi. Teferruktur ki dünyanın en feyizli zekalarını parlatan müessesat-ı irfanımızı birer harabe medeniyet-i aliyyemizi halet-i ihtizara getirdi. Çünkü teferruk zaaf zehrini beraber getirir. Zaaf ile zehirlenen bir milletin nasibi ise er geç izmihlaldir sukuttur. Nihayet teferruktur ki kuvve-i i’caziyyemizi gaib etmemize badi oldu. Kuvve-i i’caziyyesini gaib eden hükumet ve milletler çok geçmeden her şeyi gaib ederler. Görülüyor ki bu illetten kurtulmak için gayet müessir bir deva lazım. İşte cihad-ı mukaddes bu deva-yı şafidir ki vücud-ı İslam’ın uzviyetlerine şevket-i İslamiyyeyi istirdad medeniyet-i İslamiyyeyi tarsin edebilecek kuvvet-i hayatiyyeyi veriyor kuvvet-i i’caziyyesini iade ediyor. Bu devadan hisse-mend-i şifa olmayanlar o zehirin zebun-ı hüsranı olmakta devam edeceklerdir. İşte cihad-ı mukaddesin farziyet-i ayniyyesinin hikmetini bu şifa-yı metin kadrini bilmeyenler anlamayanlar ve his edemeyenlerdir. Demek cihad-ı mukaddes na-kabil-i ictinab bir vakı’a-i bab-ı mütekaddimenin inkişafıdır. Bu inkişaf ise ma’nevi bir kudret ile müeyyed bulunuyor yani na-kabil-i tedmirdir. Bu kudret-i ma’neviyye nedir? Şüphesiz dört yüz milyon müslümanın ruhu. Bu dört yüz milyon ne kadar sıkı bağlanır ise kudreti de o nisbette yüksek kuvveti de o nisbette na-kabil-i inhizam olur. Bu bir kaziyye-i müsellemedir. ları kurtarmak teferruk zehrini ta’kım etmek müslümanların kudret-i ma’neviyyelerini kuvve-i i’caziyelerini toplamak hakk-ı hayatlarını te’min etmek elhasıl i’la-yı Kelimetullah gayesinin kudsiyetinde gizlenin ulvi emelleri tahakkuk ettirmek için bil-fi’l cihada başladı müslümanları cihada da’vet etti Kafkasya Azerbaycan Irak Mısır Çanakkale Bahr-i Siyah cihetlerinde a’da-yı İslam ile fedakarane ve kahramanane bir savlet-i mehibe ile harbe tutuştu. Bir cihetten mağrib-i aksaya kadar şa’şaa-i satvet-i İslamiyyeyi eriştirecek Afrika’nın şimal ve vasatını nura gark edecek ordusu Mısır’a doğru yürüyor; o mu’azzez İslam yurdunu tahlis ile Afrika’yı vahdet-i İslamiyye’nin hazire-i mukaddesesine ilhak etmiş olacaktır. Diğer cihetten yine şa’şaa-i satvet-i İslamiyyeyi Kafkas ve Azerbaycan’dan aksa-yı maşrıka kadar eriştirecek ordusu memleketlerini ihya etmek azmiyle cihad ediyor. Hilafet ordusu en yüksek ma’nasıyla vahdet-i İslamiyyeyi tarsin ediyor ki bu sayede necat-ı İslam vuku’ bulacaktır. Teferruk ve zaaf içinde geçirilen hayata nihayet çekilecektir. Elhasıl alem-i İslam eski medeniyet-i muhteşemesinden daha parlak bir medeniyetin eski satvet-i cihangiranesinden daha kuvvetli bir devletin temelini bu vahdet-i İslamiyye sayesinde cihad-ı mukaddesin muvaffakiyet ile neticelenmesiyle kurabilecektir. Küre-i arz üzerinde her hangi müslümanın taşıdığı yegane emel budur. Çünkü şedaid-i hazıra bütün ruh-ı İslam’ı sıkmaktadır. ediyor. Demek İran gibi Afgan gibi oldukça istiklalini muhafaza eden serbesti-i harekatına malik olan memalik-i cata girmelidirler. Ordularıyla bütün kuvvetleriyle cihad etmelidirler. Kardeşlerini kurtarmalıdırlar. Yoksa akıbet yine o kardeşlerin duçar olduğu akıbettir: Zencir-i esaret tün İslam kardeşlerimiz bu gibi akıbet-i feci’anın mahkumu olmaktaki tehlikeleri pek a’la bilirler. Cihadın hayat ve istikbal-i İslam ile ne kadar alakadar olduğunu takdir ederler. Sükun veya intizarda ise hiç bir faide olmadığı derkardır. Bugün yine “Allah’ın merhametine şayan olanlardan ma’adasına necat yoktur.” ki şayan-ı merhamet olanlar sefine-i necat teehhur etmezler. Hulasa cihad-ı mukaddesin alem-i İslam’la olan alakası hayatidir. Cihad istikbal-i İslam’a hakimdir. Bu hayat ve istikbal müslümanların kudret-i ma’neviyyesi kuvvet-i i’caziyyesi ile müeyyed olursa emindir. Bu emniyet MEKR VE NİFAK MEDENİYETİNİN UFULÜ Papa cenabları bugün büyük bir acz ve fütur içinde; evlad-ı Nasara’nın birbirine düşerek müthiş kan deryalarında boğulmalarına mahv ü müzmahil olmalarına; me’yus ve hayran seyirci olmaktan başka bir şey yapamıyor. Diğer tarafdan milel-i Nasara arasındaki bu cidal-i huninin bu buğz ve adavetin günden güne ziyadeleştiğini gören mütefekkirin mümkün mertebe bunun önüne geçebilmek; hiç olmazsa kılıçların körlenmesi barutların tükenmesiyle beraber bu husumete de nihayet verilebilmek muharebeden sonra da iz bırakabilecek adavetler tevlid etmekte olan yekdiğerinin mesavi ve me’ayibine dair neşriyat-ı hasmaneden tevakkı olunmasını beyannamelerle rica ve niyaz ediyorlar. Çünkü akvam-ı Nasraniyye arasında açılan bu müdhiş uçurum gittikçe derinleşiyor. Kin ve adavet milletlerin bütün efradına sirayet ediyor kalblerinde na-kabil-i hak [ ] izler husule getiriyor. Eğer bu böyle devam ederse Avrupa medeniyeti için Avrupa kavimleri için ne müdhiş felaket! Onun için şimdiden önüne geçmeye uğraşıyorlar. Felemenk’in bi-taraf kalan bu memleketin yüzden fazla ulema hukema ve rical-i siyasiyyesi toplanarak düvel-i muhasamaya hitaben bir beyanname neşr ediyorlar. Lakin ne denilse faide yoktur. Bu bir seyl-i beladır. Bu bir tufan-ı mesaibdir Bunun önüne durmak beşerin yed-i kudretinde değildir. Bu yıkacak harab edecek silip süpürecektir. Önüne geçmek mümkün olaydı geçilirdi. Sanki evvelce bu akıbetler takdir edilmiyor muydu? Hiç şüphesiz hepsi biliniyordu. Hatta bunun için senelerden beri ne kadar çalışıldı; ne kadar haklar ne kadar memleketler çiğnenildi!.. Lakin yine ictinab mümkün olamadı. Bile bile göz göre göre akvam-ı Nasraniyye bu seyl-i belaya kapıldılar; bu kan tufanına tutuldular. Bazan Allah insanlara cezalarını kendi elleriyle verdirir. Bu da münkirlere karşı bir mu’cize-i ilahiyyedir. Ahiret ateşine inanmayanlara Allah dünya cehennemleri yaratamaz mı? İşte yarattı. Mahşer nedir diyorlardı la-yu’ad lardı. Bakınız işte nasıl mümkün oluyor. Bugünün mahşerden bir farkı var mıdır? Avrupa’nın bu felaketten az çok azade kalmış bir ferdi gösterilebilir mi? Gösterilemez. Çünkü bu bir ruz-ı hesabdır; ferdlerden ziyade milletlerin hesab verecekleri gündür. Allah zaman zaman beşerin başına böyle bir kıyamet koparmış onların hesabını görmüştür. Bazı zaman olur insanlar hikmet-i hilkatlerini unutarak dalalet yollarına dökülürler fısk u fücurda zulm ü fesadda pek ileri giderler... Halbuki beşerin bu derece tuğyanına sünen-i ilahiyye müsaid değildir. Ferdler olsun milletler olsun hududu aşınca mutlak onu bir ceza karşılar. Böyle olmasa nizam-ı alem halelden masun olmaz. Ekmel-i mahlukat olan beşerin mekan-ı ebedisi yalnız Cehennem değildir. Cennet de yine insanlar için halk buyurulmuştur. Maksad-ı ilahi beni Adem’in arş-ı kemale su’ududur. Fakat insanlar bu gayeye uğraşmakla ereceklerdir. İşte arz denilen şu yerler bu mücahedenin saha-i fa’aliyetidir. Yalnız melekuti bir muhit insan için hazırlanan mertebe-i alaya vusule kafi değildir. Mücahedenin kıymeti ma’kus iki muvazi kuvvetin ortasında bulunmaktadır. Onun için bu yerlerde zulüm de fesad da olacaktır. Lakin bu bütün bütün ileri götürülemez. Çünkü o vakit dünya sırf şeytani bir muhit olur. Artık insanlar alemin ihtilali budur. Ki tuğyanın bu derecesine sünen-i Beşerin hayatına bakınız bu sünnet-i ilahiyyenin değiştiğini görür müsünüz? Nice milletler nice kavimler gelmiş geçmiş hiç birisi mükafatsız mücazatsız kalmış mı? Haktan adaletten ayrılmadıkça alabildiğine yükselmişler. Bu sayede ne kadar harabeler i’mar edilmiş ne kadar kasvetli kalbler nurlanmış insanlar ne kadar refah ve sa’adet görmüş!.. Haktan adaletten ayrılarak batıla zulme sapınca da alabildiğine düşmüşler. Bu sebeble ne kadar ma’mureler harabe-zara dönmüş ne kadar kalbleri kasvet bürümüş insanlar ne kadar zillet ve meskenet çekmişler… Hayır olsun şer olsun insanlar yaptıklarını zerresine kadar göreceklerdir. Bu bir kanun-ı ilahidir ki dünyalar yerinden oynasa bunun önüne durmak mümkün değildir. Beşerin böyle aczleri var. Tabiatin en müdhiş kuvvetlerini teshir eder onlara karşı koyar da sonra yine tabiatin en küçük bir darbesine karşı mukavemet edemez hurduhaş olur gider. Şimdi Allah cihanı kabza-i teshirlerine alan milletlerin hesab gününü ruz-ı cezasını bize gösterdi. Ne müdhiş an-ı tarihi! Şimdiye kadar mazlum milletlere karşı oldular? Yaptıklarının hep aynına uğradılar. Mu’cize-i mek için hazırladıkları silahlar bugün kendilerine döndü. Dökülen kanlar milyonları aştı. Sönen hanümanlar sayılamaz oldu. Mazlumların alın teriyle vücuda gelmiş nice ma’mureler harabe-zara döndü. Saltanatlar devrildi tac ve tahtlar yerinden oynadı. Yüzlerce milyon halktan felaket görmedik musibete uğramadık hiç bir ferd hiç bir aile kalmadı. Nice iyş ü sefahet meclisleri kabristan oldu. Nice mağrur çehreler şöhret ve şanlar sernigun oldu. Avrupa medeniyeti için Avrupa kavimleri için bu ne müdhiş felaket!. Bunlar bu alam-ı hazıra henüz birşey değildir. Zalim milletler için havsalanın alamayacağı daha dehşetli felaketler beklenir. Bu mekr ü nifak bu zulüm ü fesad medeniyetinin bütün bütün yıkılması beşer “hal-i hazırda bulunan milletlerin zaman-ı sulhdeki sanayi ve ulumu ve alelumum ni’met-i sulhün te’min eylediği menafi’-i umumiyyeye ! ait hususatta teşrik-i mesa’i eylemelerinin” netayicini biz çok gördük. İlimleri mekr ü nifak san’atları cehennem zebaniliği!.. “Menafi’-i umumiyye” diye yıkmadıkları saltanat çiğnemedikleri memleket boğmadıkları hürriyet kalmadı. Zulümleriyle yağma-gerlikleriyle seraser bütün cihan ıztıraba zarurete sefalete düştü. O derecede ki taht-ı esaretlerine aldıkları milletleri hayvandan aşağı kullandılar ezdiler. Mal can soydular; arslan gibi delikanlıları istiklal ve hürriyet istedikleri dularıyla telvis etmedik memleket bırakmadılar. Nihayet onları öyle sersem bir hale getirdiler ki bugün kıyametler kopuyor da o zavallılar henüz uykudan uyanmışlara mahsus bir rehavet ve atalet içinde hayran hayran bu hakıkati rüya zan ediyorlar. Hangi hayır için “teşrik-i mesa’i”de bulundular?.. Ne vakit bir milletin saltanatını devirmek lazım geldiyse o vakit hepsi kartallar gibi üşüştüler uyuştular. Ne vakit içlerinden birisi mazlum bir milleti boğmaya kalkışıp da o zavallı feryad ettiyse ötekiler arkalarını çevirdiler. Bu mezalimi hep “menafi’-i umumiyye” namına hep “Avrupa medeniyyeti” namına irtikab ettiler. Şimdi o medeniyetin üzerinden nikab kalkınca bütün cihan o medeniyetin mahiyetini gördü. Bu hakıkatin tezahürü beşeriyet için büyük bir faidedir. Avrupa’nın başına kopan bu kıyametin bu kadarla kalmayacağını Avrupa akvamını daha müthiş felaketlere sürükleyeceğini kendileri de anlıyorlar. Aradaki kin ve husumetin daimi buğz u adavete inkılab edeceğinden telaşa düşüyorlar. Halbuki bunlar zulmün vahşetin dinsizliğin netayic-i tabi’iyyesidir. Yeryüzünde fesad çıkarmaya nur-ı ilahiyi söndürmeye çalışanlar kıyamete kadar buğz u adavetten kurtulamayacaklardır. Bu “bi-taraf” ulema hukema; zalimler için hazırlanan o müdhiş akıbetin o elim hüsranın önüne durabilecekler mi zan ediyorlar? Ne yapsalar ne söyleseler beyhudedir. Bunca senedir ika’ edilen zulümlerin cezası öyle üç günlük bir felaketle nihayet bulur mu? Aynı dine mensubiyet bu bi-taraf ulema hukema ve rical-i siyasiyyeyi bu temenni-i insaniyet-perveraneye sevk ediyor. Fakat Avrupalıların hukukları da insaniyetleri de hep kendilerine münhasırdır. Fas saltanatı yıkılırken Cezair’in Tunus’un Mısır’ın Afrika’nın boğazı sıkılıyorken; İran parçalanıyorken; Rumeli’de beşeriyetin görmediği zulümler şena’atler icra olunuyorken bu hukema bu ukala bu rical-i siyasiyye ne yaptılar? O vakit niçin bu mezalimi durdurmak üzere devletleri teşrik-i mesa’iye da’vet etmediler. Durdurmak değil hiç seslerini bile çıkarmadılar. O felakat hep bunlar tarafından hazırlandı bu devletler o cinayatta şerik idiler. İ’tilaf-ı Müselles denilen bütün bu gaddar devletlerin yegane maksadları bütün cihan-ı İslam’ı esir etmek İslamiyet’i yeryüzünden kaldırmak nur-ı ilahiyi söndürmek idi. Fakat ne oldu? Söndürmek istedikleri nur-ı cihanefruz onları yaktı. Muhafazası uhde-i Sübhani’de olan bu din-i mübin te’yid-i ilahiye mazhardır. Allah nelere kadir değildir. Alem-i İslam’ın gece gündüz çalışmaya başladığı zamandan i’tibaren yüz senede teşkil edebileceği bir kuvveti bugün Cenab-ı Hak bizimle müttehid kıldı. Dünyanın en çalışkan en kahraman bir milletinin menafi’ini alem-i İslam’ın menafi’iyle birleştirdi on milyondan fazla asker çıkarabilecek Almanları İslam muhibbi yaptı. Bu yirminci asrın mu’cizesidir. Din-i mübinin yükselmesi hanidir. Bunun kadrini bilmeli şükrünü eda etmeli. Bu da ancak bütün müslümanlık aleminin cihada iştirakiyle olabilir. Bugün her Müslüman elinden gelen fedakarlığı diriğ etmeyecektir. Buldukları yerde o İslam düşmanlarını gebertecekler başlarını ezeceklerdir. Felah ve sa’adet müslümanlar ve onlara zahir olanlar için; nekbet ve izmihlal de müslüman düşmanları tahtlarının remad-ı hale inkılab etmiş olduğunu göreceğiz. Bu akıbetten kurtuluş yoktur. Avrupa’da bugün seller gibi akan kanlar hanümanlar söndüren felaketler musibetler hep İslam’ın intikamı hep mazlum milletlerin ahıdır. O zulüm ve ceberut o sim ü zer o zib ü ihtişam o mekr ü nifak o zulm ü fesad medeniyetinin ufulünü seyr etmek... Ya Rabbi İslam için ne büyük bir sa’adettir!... Dünyanın en bayağı müfsidleri oldukları halde muslih ve hayr-hah görünmekte İngilizler kadar mahir bir kavim yoktur. Onlar bu fazihayı nikab-ı riya ile perde-puş olarak irtikab ederler. Teessüf olunur ki müslümanlar uzun bir zaman o nikab-ı mel’un ile örtünen dam-ı felaketi göremediler ve pek aldandılar. Tasfir’in dediği gibi “Koynumuzda yılan büyütmüşüz” de haberdar olmamışız! Ne kadar doğru! İşte o hain yılanlardan birisi olan Amiral Limbos!.. Müslümanların ruhunu ezmek emel-i mel’ununun arkasında koşan ve karşılarında bütün mehabetiyle dikilen Çanakkale’ye bombalar yağdıran Nemrudların başında imiş. İşte milleti “hain kara yılan” şeklinde enzar-ı intibahımıza arz eden mücessem hıyanet mücessem fazihat! Ne ibret-amiz bir levha! unutulmayacak denaetlerinden biri de Sultan Osman ve Reşadiye’yi gasb ile hissiyat-ı İslamiyyeyi son derece rencide ve istihkar etmesi; müessis-i devletimiz ve halife-i mu’azzamımız hazretlerinin nam-ı mübeccellerini taşıyan daha sonra da onları beyza-i İslam’ı himaye ve muhafaza yetim ve sahibsiz tanılan hukuk-ı İslam’ı bila-perva çiğnemesidir. Sanki daha hala uyumakta olduğumuzu hiç aldırmayacağımızı zan ediyor! Fakat Zavallı Piyerloti pek kızmış o kadar kızmış ki bu sinn-i şeyhuhetinde bile mizac-ı şa’iranesiyle beraber Çanakkale makbere-i cahimisine gömülmeyi şimdiden göze almış. Lisan-ı haliyle diyor ki: “Ey müslümanlar sizi ben severim. Fakat öyle uykudan uyanıp da bizimle münaza’aya hukukunuzu istihsale uğraşmaya kalkışacak olur gelir bombardımana iştirak ederim.” Ne beliğ bir söz! Ey Fransa’nın münafık şairi! Keşke bunu çoktan söyleyeydin.... Bu hafta nazar-ı intibahımıza çarpan bu levhalar cidden sezavar-ı ibret ve teemmüldür. Bunları iyi düşünmek kadar ağır olduğu ne kadar muhtac-ı azm ü sebat olduğumuzu bu canlı ibret levhaları gösteriyor. Bunlar biz müslümanlar için ne büyük derslerdir! Biz bizim sa’adetimiz ruz da yine bu hikmetleri feci’ hadiselerden öğrenmek mecburiyetinde kalıyoruz. “Ey mü’minler ağyarı kendinize sırdaş ittihaz etmeyiniz; onlar sizi fesada vermek sizi mahv ü perişan etmekte güçlük çekmezler; onlar daima helakinizi zarar-ı şedid ve meşakkat-i azime içinde bulunmanızı temenni yerine kelimesi ile yazılmıştır. Mü’min /. ederler; artık size olan buğz u adavetlerinin şiddeti ağızlarından taşan kelamlarından anlaşıldı ma’ahaza kalblerinde gizledikleri husumete nisbetle bu pek ehvendir; eğer düşünüyorsanız bu hakıkati pek çok ayat ve alamat Çanakkale: Bugün düşman donanmasının bir kısmı Çanakkale Boğazı medhalindeki bazı bataryalarımıza yarım sa’at neticesiz ateş etmiştir. Bugün düşman sefaini ke’l-evvel Çanakkale medhal bataryalarına karşı te’sirsiz ateşlerine bir müddet devam etmiştir. Düşman donanması dün akşam geç vakit bombardımanı teşdid ile Seddülbahr ve Kumkale mevazi’i civarına toplarımızın ateşinden masun kalan sahilin müsaid kısımlarına sandallar ile asker çıkarmaya teşebbüs etmiş ve bidayette bu hareketlerine müsaade olunmuş man yirmiden ziyade maktul ve mecruh vererek kamilen kayıklarına firar ile çekilmişler ve Kumkale tarafına çıkan ve mikdarı dört yüze baliğ olan düşman kadar maktul vererek aynı suretle perişan ve tard edilmiştir. Her iki müsademede altı şehid ve mecruhdan başka zayi’atımız olmamıştır. Dünkü akıbet üzerine düşman donanması bugün müte’addid parçalara ayrılarak Adalar Denizi sahilinde Dikili Sarmısak Ayvalık gibi müdafa’adan ari açık mevaki’i neticesiz bombar dıman ederek çekilmiştir. Düşmanın Saros Körfezi üzerinde uçan tayyaresinden evvela iki kişi kendisini denize atmış ve ba’dehu tayyare de denize düşerek gaib olmuştur. Dün bugün Çanakkale Boğazı’na karşı düşman filosunun ciddi bir hareketi görülmemiştir. Dün denize düştüğü bildirilen düşman tayyaresinin tayyare bataryalarımızdan edilen ateş neticesinde hasara uğradığı teeyyüd etmiştir. Bugün düşmanın altı zırhlısı Çanakkale Boğazı’na karşı ateşe devam etmiş ve bunlara tabyalarımız tarafından kemal-i muvaffakiyetle mukabele olunmuştur. Öğleden sonra sefain-i mezkureye Majestik ve etmişse de tabyalarımızın ateşi altında bir Fransız zırhlısının saff-ı harbden haric kılınması ve bir İngiliz zırhlısının da müte’addid isabetlerle hasarzede olması üzerine düşman sefain-i harbiyyesi sa’at üçü çeyrek geçe manevra yaparak geri çekilmeye mecbur olmuştur ve bu suretle ateşe hitam verilmiştir. Tabyalarımızda lehü’l-hamd hiç bir hasar yoktur. Bugün öğleden sonra dört İngiliz zırhlısı Çanakkale Boğaz bataryalarımızın müessir ateş menzili haricinden fasıla ile ateş açmışlar ve hiç bir netice elde edemeyerek Bozcaada istikametine çekilmişlerdir. Maarız körfezinde bulunan bir düşman kruvazörü Hurrab Bolayır civarına uzaktan ateş ederken bil-mukabil endahtımızdan mezkur kruvazörün güvertesine iki merminin Bugün düşmanın üç zırhlısı Seddülbahr te te’sirsiz bombardıman etmiştir. Mevcud sisden istifade bataryalarımızın ateşleriyle tard olunmuşlardır. Kafkas cebhesinde ileri karakol müsadematından başka zikre şayan tebeddül yoktur. Kafkas cebhesinde yeni bir tebeddül yoktur. Bin beş yüz mikdarında iki süvari alayı bir mitralyöz bölüğü ile bir mikdar topçudan mürekkeb ki’indeki ileri kıtaatımıza ta’arruz etmişlerse de vuku’ bulan muharebede düşman’ü mütecaviz maktul ve mecruh bırakarak Şu’aybe mevki’ine doğru ric’at etmiştir. Düşmandan bir mitralyöz iğtinam olunmuş ve iki topu gayr-i kabil-i isti’mal bir hale getirilmiştir. Bizden şehid ve mecruh vardır. Karun Nehri mecrasından ilerlemek isteyen İngilizler yeniden bir mağlubiyete uğradılar. tabur piyade seri’ ateşli iki sahra ve iki cebel topuyla bir mitralyöz ve süvari bölüklerinden mürekkeb İngiliz kuvvetleri Şubat’ın . günü Ehvaz civarındaki mevazi’imize ta’arruz etmek zin bil-mukabil ta’arruzları neticesinde düşman dört yüz maktul yüzlerce mecruh ve bir mikdar esir bırakarak Karun Nehri’ne atılmış ve ba’dehu Bender-i Nasırıye’nin cenubundaki vapurlarına makhuren çekilmiştir. Maktulin miyanında bir İngiliz binbaşısı ile dört İngiliz zabiti bulunmuştur. Düşmandan bilcümle teferruatıyla cebehaneleriyle beraber top beş yüze yakın tüfenk iki yüz kadar at ve bir çok malzeme-i sıhhiyye iğtinam olundu. Buna mukabil zayiatımız hamd olsun pek ehemmiyetsizdir. Düşman filosundan iki zırhlı bir kruvazör İzmir sahil bir te’siri olmamıştır. Bu sabah kable’z-zeval saat sekizde biri Fransız üçü İngiliz düşman sefain-i harbiyyesi arkalarında beş aded büyük tonda torpil taharri gemisi olduğu halde İzmir istihkamatını tekrar bombardımana başlamış bir buçuk saat sonra ateşi kesmiştir. Bataryalarımızın mukabil endahtından düşmanın evvela ateş açan bir zırhlısına yedi mermi isabet etmiş ve torpil taharri gemilerinden biri de batırılmıştır. Dün ve bugünkü bombardıman neticesinde cem’an dört şehid mecruhdan başka zayiatımız yoktur. Dün üç düşman zırhlısı İzmir istihkamatına uzaktan büyük fasılalarla üç saat kadar neticesiz ateş açmış ve ba’dehu çekilmiştir. Bugün öğleden evvel bu te’sirsiz ateşlerine bir saat müddet yine devam ettiler. Her Evvelki gün Karadeniz Rus filosu kendi sahillerinde keşfiyatta bulunan hafif filomuzun uzaklığından bil-istifade Kilimli Zonguldak Kozlu ve Ereğli limanlarını bombardıman etmiştir. Zonguldak’da Fransız mahallesinde Fransız Hastahanesi’yle on beş hane tahrib olunmuş ve limanda Taksiyara ismindeki Yunan vapuru batmıştır. Limana yaklaşmak isteyen bir düşman torpidosu bataryalarımızın ateşiyle yaralanarak geri çekilmiştir. Ereğli’de ahşab köhne Rum mahallesine atılan mermiyatın te’siri ile elli kadar hane muhterik olmuş ve Yunan teb’asından Rus vapurları acenta müdürü mecruh ve familyası ile iki çocuğu telef olmuştur. Limanda İtalya bayrağını hamil Prensipe Sacvano vapuruyla evvelce Ruslardan iğtinam olunan Neva Vapuru Heybeliada ve Perisya vapurları tamamıyla batmış ise de mürettebatı kurtarılmıştır. Bu dört mevki’de altı saat bombardıman neticesinde askerden ve ahaliden hafif surette yedi mecruh vardır. Şeyhülislam Hayri Efendi hazretlerinin Maarif-i İslamiyye’nin den şayan-ı memnuniyyettir. Böyle buhranlı zamanlarda bile sarf-ı mesa’iden geri durulmuyor. Gerek evkaf mekteplerinin gerek medreselerin ve tedrisatın ıslahı hakkındaki teşebbüsat ne kadar mühimdir. Bu mesa’i-i mebrurenin nasıl nafi’ semereler vereceği bilahare anlaşılacaktır. Ahlak-ı İslamiyyeyi bozmadan neşr-i maarif edebilmek bu memlekette mühim bir mes’eledir. Şeyhülislam Efendi hazretlerinin ta’kıb buyurdukları mübeccel gaye bu olduğu anlaşılıyor. Cenab-ı Hak muvaffak bilhayr buyursun. Diğer tarafdan bilumum Darü’l-Hilafet’i’l-Aliyye Medresesi’nin felsefe ve hukuk ve sair derslerinde mütedavil ta’birat ve ıstılahatın tevhidi maksadıyla İzmirli İsmail Hakkı Bey Doktor Mustafa Münif Paşa Fuad Hulusi Ma’ruf er-Rasafi Hüseyin Avni Kemal Atıf ve Doktor Galib ve Salahaddin Refik ve İzzet Beylerden mürekkeb olarak taraf-ı sami-i Meşihat-penahiden bir Istılahat-ı İlmiye Encümeni teşkil edilmiştir. Mezkur encümen geçen gün daire-i sıhhıyye-i meşihatte akd-i ictima’ etmiş ve ders vekili mu’avini Nail Beyefendi tarafından celse küşad olunarak İsmail Hakkı Beyefendi müttefikan riyasete bil-intihab ifa-yı müzakerata Birçoğumuzun hala anlayamadığı anlayanlarımızın da bir türlü anlatamadığı şu büyük hakıkati bu kadar beliğ bu kadar kat’i bir lisan ile tebliğ edilmiş; hem de bütün saadetini vatan-ı azim bir mazhariyettir! Eazımı böyle düşünen bir ümmetin fevz ile felah ile mübeşşer olması kadar tabii bir hak tasavvur olunamaz. Cenab-ı Adil-i Mutlak’ın saye-i tevfikınde biz bu hakkın pek yakın bir atide bütün cihan-ı beşeriyyet tarafından teslim olunduğunu göreceğiz. meraretlerine bir az daha göğüs germeyecek kimse yoktur. Azmimizde mücahedemizde sebat edelim tevfiki de Allah’tan bekleyelim. Başmuharrir MÜDAFAAT-I DINİYYE Biraz da nasırınızın sözlerini gözden geçirelim! Nasırınız Sebilürreşad’ın . sahifesindeki intikadatıma cevap vermeye kalkışıyor ona da layıkı vechile bir cevap verelim: Elif- Nasırınızın kavlince “ta’bir-i diğer ile” ifadesinde bir takım maani mündemic imiş! Her zaman caiz ile mübah arasında tesavi bulunmadığını açıktan açığa bu adem-i tesavi kasd olunduğunu göstermek maksadıyla “ta’bir-i diğer” ile denilmiş de harf-i tefsir olan “ya’ni” ile zikr olunmamış; hüsn-i ilzam saikasıyla biraz düşünüp bu maaniyi anlamaya vakit bulamamışım kelime oyuncakları ile meşgul olmuşum. Kardeş! Haydi “ta’bir-i diğer ile” ifadesi ile “ya’ni” arasındaki tesavi bulunmadığını irae etmek için “cevaz ta’bir-i diğer ile mübah” mı demek lazım gelir? Yoksa “caiz ta’bir-i diğer ile mübah” demek mi iktiza eder? “Caiz ta’bir-i diğer ile mübah” dendikten sonra caiz ile mübah arasında tesavi yoktur diye i’tiraz varid olmuş olsaydı böyle bir cevabınız doğru olabilir idi. Yoksa bu cevap asla doğru olamaz. Fiil ve terkte mücazat olmaması” dediğiniz halde makalenin başında “Şer’de ne fiil ve ne terki talep olunmayan şey” diye ta’rif ediyorsunuz. Halbuki bu ta’riflerin biri ibahanın diğeri mübahın ta’rifidir. Demek ki gaflet muhakkaktır. Be- Nasırınız tedlis etmediğini müşteriden metaın ayıbını örtmediğini maksadını tervic için böyle bir harekette bulunmadığını tenvir-i hakıkat uğurunda çalıştığını beyan ediyor. Eğer müddeasında sadık ise ne a’la! Fakat cevaza hükm-i şer’i değildir diyen bazı Mu’tezile olduğu halde evvela zat-ı alileri tarafından beyan-ı aliniz vechile telvihin kavlinden ba’zı Mu’tezile isminin tayy edilmesi saniyen nasırınız tarafından alelıtlak beyan olunması müşteriden kari’den alelhusus usul-i fıkhın bu bahsine vakıf olmayan zattan metaın cevaz hükm-i şer’i değildir mes’elesinin ayıbını bazı Mu’tezile mezhebi olduğunu setr etmek tedlis değil de nedir? Demek ki tedlis mütehakkıktır. Cim- Nasırınız Vahidat-ı seman denilen vahdetlerin bulunmamasını tenakuza esas tutarak “Namütenahi olan umur-ı mübaha ahkam-ı şer’iyye dairesine alınmaz” kazıyyesinin kendi sözü olduğunu “Namütenahi olan umur-ı mübaha ahkam-ı şer’iyye dairesine alınır” kazıyyesinin başkası tarafından irad olunması tasavvur olunan bir muaraza-i mutasavvere olmakla beynlerinde tegayür bulunmadığını beyan ediyor daha tuhafı “nasıl oldu da mantıkın tenakuz bahsini fıkha soktu” sözünü de Ma’lum-ı alileri olsa gerektir ki vahidat-ı seman şeraiti kafi değildir. Bu re’y kudemanın re’yidir. Şemsiyye’de bile “Vahdeteyn” şeraiti tercih olunmuştur. Mantık-ı cedide göre tasavvurat-ı mürekkebede bile tenakuz bulunur. Tenakuzdan kurtulmak için yegane çare tasavvuratı anasır-ı tasavvuratı tahlil etmektir. Zikr olunan iki kazıyye tahlil olunmadığından tenakuz görülememiştir. Bir kere tahlil edelim cihet-i kazayaya bakalım da tenakuzu meydana çıkaralım: “Namütenahi olan umur-ı mübaha ahkam-ı şer’iyye dairesine alınamaz” kazıyyesi muharririn kavlince iki badireden münezzeh olmak zaruretine müstenid olmakla mahmulün mevzua sübutu zaruri olur. Zarurete ta’lik olunan kazıyyenin kazıyye-i zaruriyye olacağında şüphe yoktur. Muharrir indinde zaruri olan bu kazıyyenin nakızı hiçbir vechile kabul olunmamak lazım gelir. Yoksa kazıyye kazıyye-i zaruriyye olmaz. “Namütenahi olan umur-ı mübaha ahkam-ı şer’iyye dairesine alınır” kazıyyesi başkasının sözü olmakla beraber muharrir tarafından imkana ya’ni bu “Hükm-i takrir mahiyetinden başka bir mahiyete malik değildir” kazıyyesine ta’lik olunuyor. İmkana ta’lik olunan kazıyyenin kazıyye-i mümkine olacağında da şüphe yoktur. Muharririn kavli mucebince namütenahi olan umur-ı mübahanın ahkam-ı şer’iyye dairesine alınması mümkün olamaz. Yoksa şeriat iki badirenin ibraz edeceği ayıp ve noksan ile muttasıf olur. Şeriat bunlardan ta’biri vechile gökler kadar münezzehtir. Bu beyana göre muharrir indinde namütenahi olan umur-ı mübahanın ahkam-ı şer’iyye dairesine alınması mümkün değildir. Başka bir taraftan iradı mutasavver olan “Namütenahi olan umur-ı mübaha ahkam-ı şer’iyye dairesine alınır” kazıyyesi her ne kadar muharririn sözü değil ise de muharrir indinde mümkündür. Çünkü muharrir bu kazıyyeyi imkana ta’lik etmiştir. şer’iyye dairesine alınması muharrir indinde hem gayr-ı mümkün hem mümkün oluyor. Muharrir birinci kazıyyede adem-i imkanı ikinci kazıyyede imkanı kabul ediyor. Böylece tenakuza duçar oluyor. Fil-vaki’ tasavvurat tahlil olunmaz ise cihet-i kazayaya bakılmaz ise tenakuz göze çarpmıyor. Tenakuz kaffe-i ulumda kaffe-i efkarda efkar-ı fukahada hakimdir. Mantık-ı umumi ancak adem-i tenakuz kanununu te’min eder her bir fikir fikr-i fakıh de dahil olduğu halde bu kanun haricinde fasid olur. Fakıh mantık-ı umumi kanun[u] haricine çıkamaz. Fıkhın tenakuzdan bahs edip etmeyeceği mes’elesi için Mecelle’nin kavaid-i külliyyesine müracaat oluna. Demek ki tenakuz mütehakkıktır. Dal- Nasırınız intikadımızı doğru bulmuş olacak ki cevabında mezhebini terk ediyor. “Nafiye ancak umur-ı zaruriyyede delile lüzum yoktur” diyor burada insaf gösteriyor. He- Nasırınız medlul ile delil arasındaki farkı gördüğünü şu kadar ki delilin medlul medlulün delil makamında naklen delil ile medlul arasında “Dalliyet ve Medluliyet” alakası bulunduğunu beyan ediyor da yine yanıldığını meydana koyuyor. “Burada Delil-i sem’isiyle ta’birinde medlulü delil yerinde isti’malimiz” sözü yine delili medlulden fark edemediğini Farz edelim ki medlul diyecek iken mecazen delil lafzı edip medlulü kasd ettiği delili medlul yerinde kullandığı halde medlulü delil yerinde isti’mal demekle yine delil rinde değil belki delili medlul yerinde isti’mal eylemiştir. Alaka nam risaleden nakl ettiği dalliyet ve medluliyet alakasına gelince muharrir burada şimdiye kadar duçar olmadığı büyük bir hataya duçar olmuştur. Şöyle ki: Alaka risalesinde zikr olunan dalliyet ve medluliyet alakasından maksat dal veya delil veya medlul lafızları değil belki dal olanlar delil olanlar medlul olanlar bu elfazın tenavülü bulunanlardır Dalli zikr edip medlulü kast etmek lafzı zikr edip ma’nayı irade etmek gibidir: terkibinde olduğu gibi. Keza medlulü zikr edip dalli kast etmek ma’nayı zikr edip lafzı irade etmek gibidir: terkibinde olduğu gibi. Nitekim risalenin şarihleri böylece maksadı ’ye haşiyesine müracaat olunsun. Ne hacet! Dalliyet ve medluliyet alakasını şarihler söylemese bile yine böyle yanlış anlamamalıdır. Çünkü dalliyet ve medluliyet alakasından maksat muharririn anladığı vechile olsaydı alakat-ı saire mesela masdariyet: Masdar lafzını zikr edip sadır ma’nasını kast etmek külliyet: Kül lafzını zikr edip cüz’ ma’nasını kast edmek Biçare musannif Mahmud el-Antaki böyle yanlış anlaşılmamak ka-i masdariyyete ni’met ma’nasında müsta’mel olan “yed” lafzını alaka-i külliyyete parmak uçları ma’nasında müsta’mel olan “esabi’” lafzını alaka-i illiyyete sıcak ma’nasında müsta’mel olan “nar” lafzını ilh... misal irad eylemiş alaka-i dalliyet ve medluliyete misal iradına lüzum görmemiştir. Alakattan maksat elfazın mütenavilleri olduğu alakat-ı saire emsile ile izah olunduğu halde anlaşılıyor ki mücerred dalliyet ve medluliyet alakasında misal zikr olunmadığından muharrir şaşırıp kalmıştır. Delil ile medlul arasında bir alaka bulunabilir. Fakat o alaka dalliyet ve medluliyet olamaz. Demek ki zühul muhakkaktır. Figaro ceridesinin son nüshalarının birindeki başmakaleyi okuduk. Muharrir bu makalesini iki esas üzerine tertib ediyor: Birincisi Almanların İ’tilaf-ı Müselles hükumetleri arasına nifak sokmak için Fransızlar aleyhine bir takım neşriyat-ı kazibede bulundukları; ikincisi ise ahalinin Fransa hükumetine olan sadakatini ihlal maksadıyla yine Almanların Afrika’da da tahrikat icra eyledikleri tafsilata girişiyor ki tenakuz ile malamal olduktan başka hepsi yalan hepsi hakıkatin şekl-i muharrefidir. Biz evvela bu iki esas hakkındaki mütalaamızı bildirmek; sonra da hakıkate ve insaniyete hizmetle karşımızdaki milletlerin efkar-ı umumiyyesini uyandırmak istiyoruz. O biçare milletlerin efkar-ı umumiyyesini ki hükumetlerinin zimamdaranıyla rical-i matbuatı tarafından durmayıp aldatılıyor ve bu şirzime-i ihtirasın su’-i siyaseti yüzünden başlarına yağmadık tufan-ı mesaib kalmıyor! Gerek Almanya devlet-i fahimesinin; gerek Hilafet-i mukaddese-i İslamiyyeye sahip olan Devlet-i Osmaniyye’nin –ki sizler desaisinize ifsadatınıza revac vermek nuz–; gerek bütün alem-i İslam’ın cihan-ı beşeriyyet hakkında yalnız bir maksadı vardır. Makasıd-ı mutasavverenin en nezihi en adili olan; insaniyetin rahat ve saadetini herşeyden ziyade tekeffül eden bu maksat ise gayet sarihtir; kizb ile tahrif ile mahiyetini değiştirmek kabil değildir. O da şudur ki: Her millet her devlet istiklal-i siyasisine tamamıyla sahip olarak yaşamalıdır; dünya bütün akvamın ticaretine tarşı açık olmalıdır; bu hususta kimsenin kimseye mümanaata hakkı bulunmamalıdır; milletler arasındaki cidal her birinin kendisinden yüksek gördüğü diğer milletin seviyesine çıkmak yahud daha ziyade yükselmek için silah-ı sa’y ve mücahedeye sarılmasını icab eden rekabet-i haseneden başka bir şey olmamalıdır. Bir millet kendisinden daha müterakkı gördüğü diğer millete bu terakkısinden dolayı düşman nazarıyla bakmamalı; bilakis terakkı-i insaniyyete daha ziyade hizmet etmiş olmak i’tibariyle şayan-ı hürmet ve muhabbet görmelidir; bir fert yahud bir millet diğer ferdi yahud milleti ilimde edebde sınaatte ticarette servette nasın hürmet ve muhabbetini kazanmakta kendisinden daha ileride görünce onun bu rüchanını te’min eden esbabı araştırmalı; terbiye ve tahsilin faikıyyeti san’atın fazla metaneti muamele-i ticariyyenin daha suhuleti elhasıl kanaat hüsn-i hulk hüsn-i muamele şefkat ihlas hilm hayırhahlık gibi evsaf ve mezaya-yı güzideye sarılmak suretiyle o mevkii elde etmeye çalışmalı. İşte dünya durdukça terakkısine münteha tasavvur edilemeyen kemalat-ı beşeriyyeyi ihraz hususunda kendisinden ki gerek ümmet-i İslamiyyenin gerek Almanların istediği bundan başka bir şey değildir. Nitekim haşmetli İmparator hazretleri Tanca’yı teşriflerinde “Ben yalnız iş amele bir de tezgah tanırım; bu üç şeyden başkasına müdahaleyi hatırıma getirmem” buyurmuşlardı. İşte mahiyet-i necibe ve makasıd-ı neziheleri müşarun-ileyh gibi hakıkaten naziri bulunmaz bir vücud-ı kamil tarafından şu sözlerle temsil olunan Alman milletini müslümanlar o günden i’tibaren kendileriyle tamamıyla müttehid gördüler; o millete karşı son derecede halis bir muhabbet beslemeye başladılar; haklarında hiçbir fedakarlığı esirgemediler; bu ittihad-ı fikri ve kalbiyi açıktan açığa i’lan etmek ve hakıkı bir ittihad-ı maddi ile birleştirerek kuvveden fiile çıkarmak için fırsata muntazır oldular. Zira pek iyi biliyorlardı ki böyle bir ittihadın vukuu anında den emin olacak; kaviler birbiriyle boğuşmak ıztırarından azade kalacak; nahak yere beşerin kanı dökülmeyecek; servetler saadet-i beşeriyyeyi te’min uğurunda sarf edilecek; milletler yekdiğeriyle hürmet ve meveddet-i mütekabile dairesinde ihtilat edecek; mesalih ve muamelat-ı alem kaide-i adl ü insafa müraat şartıyla tebadül eyleyecek; kainatta sulh ve sükun hükümran kesilecek; hak her yerde nüfuzunu yürütecek; batıl hiçbir yerde dikiş tutturamayacak; her tarafta mes’ud bir umran i’mar ma’nasına gelen bir isti’mar görülecek. İşte gerek Hilafet-i hükumetinin bir taraftan ulum fünun alat-ı harbiyye ve rical ile diğer taraftan hakayıkı neşr eracifi tezyif efkar-ı alemi tenvir gafilleri ikaz gibi vesait ile istihsaline çalıştıkları gaye bundan ibarettir. Lakin İngiltere Fransa Rusya hükumetlerinin başındaki eşhas ile bunlar tarafından satın alınmış olan gazetecilerinin kısm-ı a’zamı ancak bir maksat arkasında koşuyorlar ki o da bütün ümmetleri istiklal-i siyasisinden mahrum bırakmak; hepsini kendi boyundurukları altına almak; servetlerini mülklerini ticaretlerini kamilen yed-i ihtikarlarına geçirmek; ne kadar menabi’-i kesb ü san’at varsa cümlesine kendileri sahib olup başkasına bir şey bırakmamak; alem-i insaniyyeti ilelebed behaim derekesinde bulundurmak; biçareleri kendi hesaplarına kadar bedava tene’um için her türlü terakkıyat-ı ilmiyye ve fikriyye ve maddiyyelerine olanca kuvvetleriyle hail kesilmek; müteali yahud tealiye namzed gördükleri akvama saika-i hasedle her türlü fenalığı reva görmek; ve böylelerini mahv için iktiza ederse bütün dünyayı harab etmekten çekinmemek suretinde hülasa edilebilir! Artık bu maksada vüsul için durmayıp hazırladıkları alat-ı harbiyye ile o alat-ı harbiyye gibi hisden iradeden mahrum bıraktıkları milyonlarca beşeri istihdam ve tadlil-i efkar taklib-i hakayık tervic-i batıl ifsad-ı ukul gibi; hissiyat-ı necibeyi ihtisasat-ı fazılayı mahv gibi; akvam arasına ilka-yı şikak gibi her türlü vesait-i mel’uneye müracaat ederek bütün insaniyetin azab içinde ızdırab zaruri görürler; bu vicdansız milletlerin kendilerinden başkasına karşı olan nazarları behaime karşı olan nazarları gibidir hatta behaim cemadat onlara nisbetle daha kıymetlidir. Bunların olanca şiddetleri şenaatleri insaniyete ba-husus boyundurukları altına düşmek felaketine ma’ruz kalan zavallı ümmetlere müteveccihtir. Zira ta’kıb ettikleri gayenin şenaati ittihaz eyledikleri siyasetin şeameti bir de bütün dünyayı esaret altına almakla teskin olunabilecek ihtirasları saikasıyla nazarlarında kendilerinden başka ne kadar ümmet varsa düşmanlarıdır. Onun için her türlü vasıta-i mel’uneye her türlü mezalime müracaat ederek ba’zan intikam ba’zan te’min-i durmazlar. Bundan daha garibi şudur ki: Bunlar kendi vatandaşlarına bile merhamet etmezler. Evet vatandaşlarının servetini kendi emellerine hadim ettikten onları kendi maksatları uğurunda behaim gibi kullandıktan başka gah pek naçiz bir bedel mukabilinde; gah vatanperverlik namıyla aldatarak hakıkatte hiçbir nef’i hiçbir vech-i meşruu olmayan; ne bir hakkın ne bir saadetin te’mini gayesine ma’tuf bulunmayan muharebat-ı mühlikeye sevk ederler. Milyonlarca beşerin mahvıyla neticelenen bu muharebeler sırf kendi ihtirasat-ı sefilelerini te’yid için ihtiyar olunmaktadır ki hem kendilerine hem milletlerine ebedi bir la’netten başka bir şey kazandırmaz. rin; o her ferdi mensub olduğu ümmete birçok zaman birçok servet birçok meşakkat bahasına mal olan yığınlarca ebna-yı ademin mahvını istilzam eden bu muharebeye alem-i insaniyyeti sürükleyenler İngiliz Fransız Moskof milletlerinin re’s-i karında bulunan birkaç haris-i gafil eşhastan başka kimse değildir. Maksatları ise önlerinde bulunan her kuvveti devirmek küre-i arzı yalnız kendi aralarında taksim etmek sekene-i arzı esaretleri altına almak ibadullah ile bildikleri gibi oynamaktır. Haşmetli Almanya İmparatoru hazretleri bunlara ne kadar nasihatte bulundu; açmak istedikleri harbin tevlid edeceği netayic-i elimeyi kendilerine ne kadar açık bir surette gösterdi. Lakin dinlemediler. Zira ihtirasat-ı sefile kulakları sağır gözleri kör eder. Bugün alem-i beşeriyyet iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmı teşkil edenler sebil-i sedadı ta’kıb edip gidenlerdir ki insaniyetin saadetini rahatını müdafaa için olanca kuvvetleriyle çalışıp duruyorlar. İkinci kısma dahil olanlar aldatıp duruyorlar da bu mel’un harekete “medeniyeti müdafaa hürriyete nusret” ismini veriyorlar. Görülüyor ki bizler bütün bu fenalıkları karşımızdaki üç hükumetin mukadderatını dest-i ihtirasına alanlara evet yalnız onlara hasr ediyoruz. Zira kat’iyyen biliyoruz ki bu üç milletin efradından birçokları olan işlere razı değildirler. Bu hususta bizim ta’kıb etmekte olduğumuz maksad-ı mübeccele kalben iştirak etmektedirler. Geride kalan halkın efkar-ı umumiyyesi ise büyükleri tarafından ta’kıb eden velev tek bir adam bulununca o millete hürmet etmek vebali geride kalanların boynuna yüklemek vacib olur. O halde ey hazret-i muharrir müslümanlarla Almanlar bu hakıkatleri neşr edip de alem-i beşerin efkarını tenvire çalışırlar ve onları tarik-ı sedada da’vet ederler ve senin gibi erbab-ı iğfalin desaisine kapılmamak için fikirleri ikaza uğraşırlar; yahud efkar-ı umumiyyenizi milletinizin birkaç asırda toplayabildiği yirmi milyardan fazla altını Rusya gibi bir müstebid hükumete kaptırmış olduğunuzu kendilerine ihtarda bulunurlarsa bu bir hata mı olur? Evet siz milletinizin elinden aldığınız bu paraları Moskoflara verirken milel-i saire hakkında beslemekte olduğunuz makasıd-ı vahşiyyeyi istihsale o vahşi kavmi muin ve müzahir olacak hayal etmiştiniz. Heyhat! Rusya hükumeti sizin gibi eşhas vasıtasıyla milletinizi soyarak bu yüklerce altını memleketine taşırken düşündüğü ne idi biliyor musunuz? Kendi levazımını ikmal ile o koca ayı bir kolunu şark-ı karibe diğerini şark-ı aksaya atmak kafasını da Akdeniz’e çıkarmak idi. Eğer bu maksadı istihsal edebilseydi dünya yüzünde ne senin gibi eşhasın ne de mensub olduğunuz milletlerin zerre kadar nüfuzu kalmayacaktı. İşte sizler siyasetteki hamakatiniz saikasıyla milletinizin olanca servetini Rusya gibi bir hükumeti takviye uğurunda heder ettiniz. Harb-i hazır ne müdhiş bir hatada bulunduğunuzu size gösterdi. Zira görüldü ki Rusya hükumeti size yardım etmek şöyle dursun kendisini müdafaadan aciz. Tarih sizi hamakatle vahşetle vahşilere müzaheretle itham edecektir. Pekala. Müslümanlarla Almanlar bu hakayıkı neşr edince yalan söylemiş iftirada bulunmuş yahud Araplarla alelıtlak akvam-ı şarkıyyeden her hangi birini tahkır etmiş mi addolunmak lazım gelecek? Yok yok hakayık-ı bahireyi bi-perva söylemeye yalancılık demek yalancılığın müfteriliğin müntehasıdır. Fazla olarak bunu alem-i beşerriyyete hakıkat suretinde yutturmaya çalışmak hamakat-i müfritadır. Sonra neşr-i hakayıka çalışanları teşnia kalkışmak o hamakate bir de gılzat ilave eylemektir. Daha sonra bu yalanların ibadullah arasında revac bulacağına inanmak bütün alem-i insaniyyeti hayrını şerrini nef’ini zararını tefrikten aciz cemadat derekesinde muhakkar görmektir. Ey muharrir-i muhterem senin o parlak makalen gerek mensub olduğun milletin gerek müttefiklerinizin mukadderatına hakim olan eşhasın zamairini öyle vazıh bir surette bildiriyor ki azıcık hisden nasibedar olanlar Kastettiğiniz gayeyi pek acib lakin pek sarih bir surette gösteriyor. Makalenin sonunda diyorsun ki: “Tunusluların menafii hamilerini değiştirmeye kalkışmamalarını suret-i kat’iyyede icab eder. Zaten bu hakıkati hissetmiş olduklarını bid-defeat gösterdiler. Zira Tunuslular ne Türk mayı istemezler.” Bu sözün de kalb-i hakıkatten ibarettir. Zira Tunuslular; büyük küçük; kadın erkek ... hepsi; hatta para ile elde etmiş olduğunuz bazı erazili bile; hiçbir vakit Fransızların kendilerine hami olduğu i’tikadında değildirler. Bunların başına bela olmuşlardır. Tunus’u sahib-i hakıkısi olan Hilafet-i İslamiyye’nin elinden gasb etmişlerdir. Tunus devlet-i Hilafet olan Devlet-i Osmaniyye’nin ecza-yı memalikindendir. Tunuslular Osmanlıdırlar. Bir imtiyazları var ise hükumet-i Osmaniyye’nin fermanlarla kendilerine bahş etmiş olduğu dahili imtiyazlarına malik olmalarıdır. Halife tarafından ihsan olunan bu fermanların muktezasına muvafık olmayan her hareket Tunusluların leyh Fransız istilasından kurtulmak hakkı sahib-i meşruuna menfuru göstermek istediğin Türk istilası altına girmek olmayıp; bilakis nazarlarında en mukaddes en muazzez bir gayedir her lahza bekledikleri mes’ud bir hayattır. Alman çizmesi altında kalmalarına gelince ey muharrir bilmiş ol ki: Ne Tunuslular Alman çizmesi altındadır ne de müslümanların dostu olan Almanlar şimdiye kadar böyle bir emel beslemiştir. Bilakis Almanlar onların hürriyetlerini şereflerini ve şeref-i Hilafet’i te’yid o da müşahededir. Hayır ey muharrir Tunuslular sizin çizmeleriniz altındadır. Şayet sözünü aks edip de “Ne de Fransız çizmesi altında kalmayı isterler.” demiş olsaydın hakıkatin ta kalbine isabet etmiş olacaktın ve biz de sana teşekkür edecektik. Lakin sen makalenin bidayetinden nihayetine kadar tahrif-i hakayıkı iltizam etmişsin. Diyorsun ki: “Otuz seneden beri himayemiz altında bulunan Tunusluların bu sayede iktitaf eylemiş oldukları semeratı lisan-ı şükran ile i’tiraf edeceklerini zannederiz. Binaenaleyh ondan bahse lüzum görmeyiz ...” Ey hazret-i muharrir Tunusluların bu i’tiraftan bahs etmeyişinize ve i’tirafın tafsilatına girişmeyişinize teşekkürler ederiz. Bununla beraber ben yine Tunusluların sizin hakkınızdaki hissiyatını şuracıkta bildirmek istiyorum: Tunuslular an-samimilkalb i’tiraf ederler ki Fransa himayesi bunların elinde umur-ı idarelerine aid hiçbir rine Fransızlardan olmak üzere bir naib-i hükumet başvezir ve maarif nazırı yerine yine Fransızlardan bir katib-i umumi nasb etmiş her eski idarenin başına yine Fransızlardan birer reis ve her memleketteki kaidin yanı başına yine Fransızlardan bir müfettiş ta’yin etmiştir. Sonra yeni bir takım idareler te’sis etmiştir ki hepsinin gerek rüesası gerek müstahdemini kamilen Fransızdır. Re’y nüfuz tamamıyla bu yeni me’murların elindedir. Tunus Beyi’nden polis neferine varıncaya kadar hiçbir ferd için kendi başına bir iş görmek amirleri bulunan Fransızların emri lahık olmadıkça kendiliklerinden bir harekette bulunmak kabil değildir. Siyasi hukukı medeni mali askeri bütün mesailde yerliler ecsad-ı meyyite kabilinden olup bu ecsadı harekete getiren ervah kamilen Fransızdır. Yine Tunusluların Fransa himayesinden iktitaf eylediği semerat-ı nafiadan olmak üzere arazi kamilen yerlilerin elinden çıkmış erbab-ı isti’mar! namı verdikleri Fransızların eline geçmiştir. Bu maksadın husulü için Fransızlar garib bir takım tariklere müracaat etmişlerdir. Şöyle ki: Ahali elindeki arazi dört kısma münkasemdir. Birincisi arazi-i haraciyyedir. Bu nevi’ arazinin her parçası efrad-ı milletten birine aid olup satmak başkasına vermek vakf etmek veresesine bırakmak gibi bütün tasarrufat sahibinin hakkıdır. Bütün bilad-ı İslamiyyede yegane kanun-ı tasarruf olan şer’-i şerif muktezasınca efradın malik olduğu bu hukukun hiçbirine Halife-i A’zam tarafından bile müdahale caiz olamaz. Sahibi muayyen olan haracı te’diye ettiği müddetçe malına sahiptir. Halbuki Fransa himayesi bu hukuku tamamıyla paymal etti. Arazi-i haraciyyeyi yüzlerce seneden beri selefen an-halef tevarüs suretiyle sahip olan eşhasın elinden aldı ve bunların hükumete aid olduğunu i’lan etti. Tunus Beyi’ni bu arazinin erbab-ı isti’mara Fransızlara verilip başkasına verilmemesi hakkında bir emir ısdarına mecbur etti. Kezalik topraklarını satarken yerli müslümana satmamalarını; yalnız İtalyanlara İspanyollara Musevilere elhasıl yerli müslümandan maadasına satmalarını şart ittihaz etti. Bu suretle vatanın dörtte birine yakın mikdarı milletin elinden çıktı. Dün arazi sahibi olup mülkünü işleten müslümanlar bugün Fransızların yanaşması kesildi. Biçareler erbab-ı isti’mar denilen Fransızların koyunlarını sığırlarını domuzlarını güdüyorlar; tarlalarını sürüyorlar. mi’lerin zaviyelerin evkafı gibi. Bu nevi’ arazi en kıymetdar topraklardan müteşekkil olmak üzere mühim bir yekun teşkil eder ki evvelce millet isticar suretiyle bu araziden intifa’ ederdi. Nezareti ise Meclis-i Şer’i’ye aiddi. Zira mal esasen milletin malı olup kanun-ı şer’i muktezasınca vakf edilmiş ve nezareti hükkam-ı şer’a tefviz olunmuş idi. Halbuki Fransa himayesi ne şeriate ne ölenlerin vasıyyetine ne kalanların hukukuna riayeti aklına getirmeyerek bu arazi hakkında da keyfi bir takım kavanin vaz’ etti. Bunu da zavallı ahalinin elinden alarak erbab-ı isti’marın dest-i ihtikarına geçirdi. Üçüncü ve dördüncü kısma dahil olan arazi emlak-i hürre ve evkaf-ı hassadan ibarettir ki bunlar da birer birer sahiplerinin elinden çıktı. Şöyle ki: Ya Fransızın biri bir hektar toprak satın aldığı halde komşusu bulunan müslümanın yüz hektarlık arazisini benimsedi Fransa mehakimine müracaat olununca da bit-tabi’ Fransız haklı çıktı fazla olarak hak sahibi mahkum oldu; yahud bu araziden bir kısmı Tunus hükumetinin parasıyla satın alındı ki bu para hakıkat-i halde ahalinin kendi parasıydı. Bu da ahalinin elindeki toprağı alarak erbab-ı isti’mara vermek maksadıyla te’sis edilen Ziraat İdaresi vasıtasıyla diği araziden yerliler çıkarıldıktan sonra o arazi kemal-i müsaade ile Fransızlara taksim olundu. Bundan başka o araziyi i’mar için kendilerine külliyetli sermayeler de bahş edildi. Yerli müslümanlar Fransa kanunu mucebince bu müsaedatın kaffesinden mahrum bırakıldı. Yine Tunusluların Fransa himayesinden kazandıkları menafi’den olmak üzere Sadıkıyye ismindeki külliye-i muazzama zabt edildi; Tunus’taki diğer maarif müessesatı gibi Fransız me’murlarına verildi. Gerek bu külliyede gerek diğer medreselerde ta’lim ve tedris yalnız Fransız lisanıyla hiçbir faydası olmayan bir takım ehemmiyetsiz mebadi-i fünuna hasr edildi. Programlar da talebeye gayet az ma’lumatı pek uzun zamanlarda telkın etmek maksadı gözetilerek tertib olundu. Hatta Fransa ricali ceridelerinde alenen dediler ki: “Himaye altında bulunan bir millet kesb-i irfan eder de himayesi altındaki milletin seviyesine vasıl olursa hami ile mahmi arasında fark kalmaz. Belki yerli olduğu için mahmi hamiyi geçer bu ise bizim himayeden beklediğimiz maksada münafidir.” ma’ruz olduğu seneden beri ancak iki müslüman tabib yetiştirebildi. Bunlardan biri Fransa himayesinden gördüğü eltafa müteşekkiren vatanından hicrete mecbur oldu. Diğeri ise halen Tunus’ta oturuyor. Lakin ötekinin berikinin mahsudu olmaktan bir terakkı göremiyor. Bu miktarı her halde dörtle beş arasında olmakla beraber Fransızlar huzur-ı mehakimde bu zavallılarla beraber bulunmaktan Bundan başka hayatının bir büyük kısmını tahsil uğurunda geçirip şehadetname istihsaline muvaffak olan Tunuslular yetmiş beş nihayet yüz Franklık bir hizmet bulabilmek için kapı kapı dolaşmak ıztırarında bulunuyorlar. Ey muharrir-i muhterem! Şu söylediklerim bilirsin ki denize nisbetle katre bile değildir. Zaten mu’tad-ı kadiminiz olan tahrif-i hakayıka tehdidlere asılsız minnetlere kalkışmamış olsaydınız Tunusluları büsbütün hisden mahrum cemadat derekesine indirmeseydiniz bu kadarını bile söylemeye lüzum görmezdim. Ey Fransızlar! Siz aldanıyorsunuz. Gafletiniz saikasıyla pek fahiş hatalara düşüyorsunuz. Gururu bir dereceye vardırdınız ki mahlukatı bıraktınız da halik ve razıkınız olan Allah’a karşı i’lan-ı harb ettiniz. Bütün edyan-ı semaviyyeden tecerrüd eylediğinizi suret-i resmiyyede fesad-ı ahlak ile doldurdunuz. Bir haldeki Fransa dünyanın dört köşesinden gelen süfeha-yı akvamın ka’besi oldu. İbadullaha karşı reva görmedik zulmü bırakmadınız. Zuafanın üzerine çökerek samanını elinden aldınız hayatlarını söndürdünüz. Fikirlerini işkenceler altında ezdiniz. Ağızlarına gem vurdunuz. Hiç kimsede zulmünüzden şikayete mecal koymadınız. Nihayet müttefiklerinizle beraber bütün dünyayı dest-i gasbınıza geçirerek şenaatlerinizi ta’mim etmeyi kurdunuz. Lakin hüsrana düştünüz. İhtirasatınıza hevesatınıza baziçe etmek istediğiniz alem-i beşeriyeti Cenab-ı Hak elbette himaye edecektir. Tarih kelam-ı hukema kütüb-i semaviyye şehadet ediyor ki sizdeki üç fazihadan yalnız biri ümmetlerin mahvı için baligan ma-belag kafidir. Halbuki sizler o fazihaların üçünü de cem’ etmiş hem her birinde gaye-i kusvaya vasıl olmuşsunuz. Eğer bunlardan vazgeçmez tarik-ı hakka rücu’ eylemezseniz yevm-i felaketinizin gelmek üzere olduğunu size tebşir ederim. Bu yevm-i felaket de emin olun ki pek uzak değildir. Avrupa medeniyetinden bizar olanlar o bela ile hanümanları yıkılan perişan ve pejmürde sefil ve zelil olanlar sade müslümanlar değildir. O ateş o bela kendi yurdunu da yakıyor tahrib ediyor. Ve bu harabiyetin dehşet ve kasvetinden korkanlar da bizimle beraber ağlıyor yıldırım gibi ifna etmesini temenni ediyorlar. Fil-vaki’ rekabet hissi tefevvuk gayesi bugünkü harbi ika’ etti. Bu bir zarurettir; hayat-ı beşeriyyenin muvazenesini te’min ve muhafaza eden kanun-ı fıtratın muktezasıdır. Görülüyor ki rekabet hissi ve onun bir neticesi olan tefevvuk gayesi tabiidir daimidir. Lahey kongreleriyle sulh ve müsalemet diye bir takım kesanın bağırmalarıyla ona mukavemet edilemez. Bilakis silahlar keskinleştikçe topların cehennemi ağızı genişledikçe daha kolaylıkla icra-yı ahkam eder. yet-i hazıranın icad-kerdesi olan cehimi ve mahv edici alat ile mücehhez olduğundan o hiss-i rekabet ile insaniyeti yükseltmek ve hayırda fazilette müsabaka ve tefevvuk etmek kasd edilmediğinden medeniyet-i hazıra yine kendi eliyle icad ettiği cehennemler ile yavaş yavaş mahv oluyor. Avrupalılar bunu bilmiyor değillerdi. En büyük ulema-yı asırdan V . Esterkaland bunu bütün tafsilatıyla yazmış ve medeniyet-i hazıranın akıbetini bütün fecaatıyla tasvir etmiştir. Müşarun-ileyh Şarkta Siyah Buk’a nam kitabında diyor ki: “Lahey kongrelerinin o edebi muharebat-ı salibiyyenin keskin silahlara askerlik üzerine hiçbir te’siri olmayacaktır. Silahları yapan garp zebanilerinin elidir; onların aleyhinde söz söylemek tam bir kaplana veya bir timsaha akıl öğretmek kabilindendir. Fakat bu “kan dökmek ve öldürmek” dini ancak Avrupa’da hükümran olan ve kan dökmekten başka vazifesi olmayan gorilla neslinin tedrici bir surette inkırazı ile nihayet bulacaktır. Bu yavaş yavaş kendi kendine vaki’ ve mutlaka bu gorilla nesli taht-ı esaretine aldığı milletler tarafından zencir-bend olacaktır.” Dürüst düşünenler Esterkaland’ın bu isabet-i fikrini takdir ederler. Bu gorilla neslini zencir-bend etmek bu gorilla medeniyetini gebertmek insaniyet için en müfid bir iştir. Bu uğurda çarpışan hak silahları muzaffer olursa Fakat medeniyet-i hazıra bugünkü nizaa rağmen masun kalırsa ne olur? Bunun cevabını büyük bir edib ve hak-bin bir mütefekkir olan Evryman gazetesinin sermuharriri bulunan Luk Nors’dan dinleyelim: “Bazıları diyor ki: ‘Medeniyet masundur.’ Fakat bu masuniyetin ma’nası milyonlarca insanın yurtsuz kalması milyonlarca ma’sum çocuğun ma’den aramak muhatarasını göze alarak nan-paresi için uğraşması taamın hayattan kıymetdar olmasıdır. Evet bu medeniyetin masuniyeti her şeyin eskisi gibi döneceği; ölüm fabrikalarının yine açılacağı; milyonlarca kadın erkek ve çocuğun yerin dibinde kırbaçlar altında sermayedaran için altın arayacağı; top tüfenk süngü ticaretinin ilerileyeceği; hapishanelerin darağaçların tezyid edileceği; cabbarlığın devam edeceği; kadınların karın doyurmak temenni etsinler ki bugünkü kanlı ölüm karnavalı bu medeniyetin ufulünü müjdelesin.” Pekala. Hepimiz de an-samimilkalb bu temenniye Cevabını yine Luk Nors’dan dinleyelim: “Avrupa medeniyetinin sukutuna en hayırlı delil Avrupa’nın bugünkü halidir. Bu medeniyetin ihtiraatı ulumu makinesi düzenleri onu ancak tarihin en büyük harbine eriştirdi. Medeniyet-i Hıristiyaniyye sukut etti. Ümid edelim ki harb-i hazır onu yaratan medeniyetin ölümü ile neticelensin.” Şimdi Avrupa medeniyetinin terakkıyatını! yine Luk Nors’un kalemini istiare ederek sayalım: “Bu medeniyet üç şeyde muvaffak oldu: Tefehhuş Hodgamlık Riyakarlık. Bunlardan maadasında herşeyde haib olmuştur. Bugünkü mezbaha bunları tarumar edecek yıldırımdır. Buna da hiç kimse teessüf etmeyecektir. Çünkü bu medeniyet menfaat papaslarının şuriş-i ictimai ika’ etmek için kullandığı sihirdir. Halbuki medeniyetin meziyeti insanların ictimaına hizmet etmektir. Hal-i hazır ise insaniyete şeyn-aver kasvetli muhataralı su’-i kasdlarla malamal bulunuyor. Sanki bütün zekalar top ağzından fışkırmış. Bugünkü ilim vasıta-i teneffu’dan başka bir şey değil. San’at ve edebiyat ise sıfır mertebesindedir. Nasıl bu mertebede olmaz ki cehennemi akisler yapıyor. Fakat fena yahud iyi bunların hiçbirisi bu medeniyetle beraber mahv olmayacaktır. Bilakis kurtulacaktır. Bir medeniyetin sukutunu müteakıb bir diğeri yerini işgal eder. Bu da eskisinden fena olamaz. Artık siz ey insanları cümleler ve kelimelerden fazla sevenler bütün kuvvetinizle Allah’ınıza dua ediniz ki yakında cihan harbi olacak olan Avrupa Harbi hıristiyan medeniyetinin mezbah-ı helaki olsun.” Luk Nors ve Esterkaland’ın bu beyanatı medeniyet-i hazıranın mahiyetini teşrih ediyor. Fil-hakıka bu medeniyet tam bir İngiliz şairinin dediği gibi “Kan altın ve menfaat ekanim-i selasesinden müteşekkil bir Jehova’dır ki dalalet-i beşer gayyasında yaşıyor.” Ma’lum ya gün çekiyor nabud oluyor. Bir vakitler guya bu azabın karşısına durmak isteyenler sulh ve müsalemet propagandasını yapıyor muhteşem Lahey Sarayı’nda ictima’ ederek parlak nutuklarla sulhün paydarlığından münasebat-ı lardı. Bu ictima’larda –irad olunan nutukların– Esterkaland’a göre– köpeklerin havlamasından farkı yoktur. Orada bağıranların her biri en büyük cabbar olmak istiyor. yetleri. Her birisinin gizlediği niyet budur. Yukarıda söylediğimiz bugünkü hiss-i rekabet ve gaye-i tefevvukun erişeceği kemal! de budur. Böyle bir gayeye varmak Şimdi hakıkı medeniyetin esasını anlayalım. Esterkaland diyor ki: “Beşeriyeti ancak adalet kurtarabilir. Fakat kilab-ı hazıranın adaleti değil. Muhabbet ile nurlanan adalet. O adalet ki evvela hakimi mahkumun yerine kor mahkumun hissiyatını hakime duyurur. Kendisine reva görmeyeceği bir şeyi başkasına reva gördürmez. Böyle bir adaletle muhabbet birbirine gülümser.” Müşarun-ileyh bu son sözleriyle cidden büyük bir hakıkati buluyor. Medeniyet-i aliyyenin esasını keşf ediyor. Yani Müslümanlık medeniyetine ve gibi ulvi ve na-kabil-i tezelzül esaslar üzerine müşeyyed medeniyete medeniyet-i İslamiyyemize aşina çıkıyor. Hülasa: Hizbü’l-Vatani’nin gayur ve fedakar reis-i muhteremi Muhammed Ferid Beyefendi’nin yine bu sulh kongrelerinin birinde dediği gibi “Sulh ve müsalemet ancak hiçbir mazlum ve esir bir millet kalmayınca paydar olabilir yoksa daima muhteldir.” İhtilali tevlid eden medeniyetin bugünkü seyl-i bela ile mahv olmasını tefevvukun faziletlenmesini temenni edelim. Başmuharrimiz Mehmed Akif Beyefendi ile fazıl-ı muhterem Şeyh Salih eş-Şerif et-Tunusi hazretleri Almanya’dan avdet buyurmuşlardır. Meal-i Şerifi Deniz cenginde şehid olanın ecri kara cenginde şehid olmuş iki kimsenin ecrine muadildir. Allah yolunda deniz tutan kimse de karada kendi kanına bulanmış kimse gibidir. Denizde iki dalga arasındaki mesafeyi kat’ etmekte sevab bütün ömrünü Allah’ın taatinde geçirmek gibidir. Bir de Allah azze ve celle hazretleri bütün ervahı kabza melekülmevti me’mur buyurmuştur. Yalnız deniz şühedası bundan müstesnadır ki bunların ruhlarını kabz etmeyi kendisi der’uhde buyurmuştur. Hak Teala kara şehidinin bütün günahlarını mağfiret eder. Yalnız borç müstesna. Deniz şehidinin ise bütün günahlarını mağfiret eder. Borcu da beraber. Bu hadis-i şerif Ebu Ümame radıyallahu anhdan mervidir. Süyuti bu hadisi İbni Mace ile Taberani’nin Mu’cem-i Kebir’ inden nakl ediyorsa da Sünen-i İbni Mace’nin ebvab-ı cihadında bulunamadı. Raşid bin Sa’d’ın ashab-ı Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden birinden rivayetine nazaran biri: “Ya Resulallah neden bütün mü’minler kabirlerinde melekeynin sual ve imtihanına ma’ruz oluyorlar da şehid olmuyor?” diye sual etti. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri: “Şehidin tepesinde kılıçların parıldaması öyle bir Bu hadis-i şerif Sünen-i Nesai hadislerindendir. Meal-i Şerifi Şehadete talib olana şehadet ecri verilir. Kendisine şehadet nasib olmasa da. MÜDAFAAT-I DINİYYE Taraf-ı alinizden zemin ve zamana göre kıymet takdir olunan i’tirazatımıza ta’biriniz vechile şeriat-i İslamiyyeye en muzır bir esas vaz’ eden bir hata-i ictihadiyi ref’ ve Başmuharrir kıyam ediyorsunuz? Beş buçuk sahife karalayarak yazabildiğiniz cevapta dokuzuncu ve on beşinci maddelerini aynen kabulden başka çare göremeyerek yalnız “Cevaz mes’elesinin emr-i ıstılahi olmasına” dair irad eylediğim edille-i selaseden ikincisine bir de üçüncüsündeki bir ta’rife ilişiyorsunuz. Müdafaanızı tahlil ederek kıymet-i Evvela– İlk cevabınızda “Ya cevazın ma’nası nefy-i hareci i’lam ma’nasından ibarettir ve başka ma’nası yoktur; yahud cevaz ahkam-ı şeriattendir iddiasında ısrar edebilmek için başka çare olmadığından cevaz nefy-i hareci i’lam ma’nasında isti’mal olunur. Bu yolda ıstılahları vardır diyerek cevaz ahkam-ı şeriattendir iddiasında muvaffak oluruz.” cümlesiyle maksadımızı iki şıktan birine haml ediyorsunuz. A birader! Sebilürreşad’ ın ile . sahifesinde cevazın müteaddid ma’nalarını beyan eylemiş olduğum halde şıkk-ı evveli dermiyan etmeniz bi-ma’na kalmaz mı? Makalemiz cevazın hükm-i şer’i olup olmaması mes’elesinin emr-i ıstılahi olduğunu cevazın ta’rifinde mek maksadıyla kaleme alınmakla “Cevaz nefy-i hareci makalemizin mantuk ve mefhumundan anlaşılmaz mı? Makalemizde ta’kıb eylediğimiz gaye yeni bir şey gürültülerinden ibaret olduğunu irae ile sizi bu gibi gürültülerden kurtararak vazıh müstakım bir yolda musahabe-i Çi fayda ki bu gibi niza’-ı lafzi gürültülerine alıştığınızdan mıdır? Nedir? Hala bunlardan vazgeçemiyorsunuz. Saniyen– “Cevaz nefy-i hareci i’lamdır” da’vası “Cevaz hükm-i şer’idir” da’vasının mebdeidir yoksa hem mebdei hem neticesi değildir. Zat-ı aliniz “Cevaz nefy-i hareci i’lamdır da’vasını hem mebde’ hem netice gösteriliyor” diyerek iki buçuk sahife karaladıktan sonra müsadere alel-matluba kadar varıyorsunuz. Sebilürreşad’ sinde bunu görmüş iseniz hemen nakil buyurun. “İbaha cevaz nefy-i hareci i’lamdır” da’vasının mebdei “Mübih Allahtır” da’vasıdır. Çünkü ilim alim zikir zakir iktiza ettiği gibi ibaha da mübih iktiza eder. Mübih kimdir? Şüphesiz ki Allah’tır. Mübih Allah olunca ha nefy-i hareci i’lam demek olunca bin-netice ibaha “cevaz” hükm-i şer’i olur. Bunun müsadere alel-matlub neresinde? Olsa olsa sizin zihninizde? Bütün iddianıza rağmen “Cevaz nefy-i hareci i’lamdır” da’vasının başka bir sebebi başka bir mebdei vardır: Mübih Allah’tır. Zu’munuz vechile şeriat-i İslamiyyeye en muzır olan bir esas “Mübih Allah’tır” esasından müteferri’dir. Bu esasa da şeriat-i İslamiyyeye en muzır bir esas diyecek misiniz? “Cevazdaki ıstılah iddiası gibi vücub ve hürmette ıstılah sübut-ı harec bulunduğundan sübut ve takyidin hükme muhtaç olacağı cay-ı tereddüt görülememiş ancak sübut veya hükmün akıl veya şer’i olmasında ihtilaf olunmuştur. Sübut-ı şer’i i’lamsız ta’bir-i umumi ile hükümsüz olamaz. Cevaz buna makıs değildir cevazda nefy-i harec bulunduğundan nefyin adem-i takyidin hükme muhtaç olup olmaması cay-ı mülahaza görülmüş evvelemirde veya şer’i olmasında ihtilaf olunmuştur. Her nasıl ta’rif olunursa olunsun cevazda harec bulunmadığından ihtilaf butun şer’i veya akli olması bir takım mesail tevlid ettiğinden kubh bahsine müracaat olunsun. Hemşehrim! Beyhude yoruluyorsunuz cevaza hükm-i şer’i değildir demek ile ta’kıb ettiğiniz gayeye vasıl olamazsınız. Çünkü “Caizatı diğer bir asıl cezb eder caizatı teşehhi tagyir edemez cevaz hükm-i şer’i olmasa bile yine muhtac-ı istifta ve iftadır” hani bunlara cevap! Salisen– maddeleri atlayarak . madde sunuz. Bunu anlayamayacak ne var? Sekizinci madde bir kazıyye-i külliyyedir delilin kübrasıdır. Tarik-ı muanedeyi görmez nereye uğrayacağını def’aten anlayarak kübrayı nazra-i ulada inkar eder endişesiyle kübra isbat olunduktan sonra suğra yazılmıştır. Teşekkür ederim ki kübrayı tasdik buyurdunuz. Artık nazar-ı intikadatınızı suğraya: “Caizde maksad ve maslahat-ı şer’ vardır” da’vasına atıf buyurunuz. Burada tertib ettiğim planımı keşf edemediğinizden naşi “Bilmem ki bana bunlar pek garip geliyor ilh” diyorsunuz. Pek doğru söylüyorsunuz. Çünkü kavaid-i ilmiyyenin haricine çıkmayan makalelerimiz gürültücülere tahlil-i mantıkıden gafil bulunanlara pek garip pek yabancı gelir; adeta a’maya elvandan bahs eder! Rabian– Sekizinci maddeyi tasdik buyurduktan sonra maddeleri atlayarak . maddeyi şükürler olsun yine tasdik buyuruyorsunuz fakat “Umur-ı zatında sabit ve mütehakkıktırlar onların mahiyet-i hakıkıyyelerini bildirir ta’rif-i hakıkıleri vardır” diyerek bu kere ilm-i mantıkı ayaklar altına alıyorsunuz mantık kitaplarının eskisinde yenisinde Türkçesinde Arapçasında Frenkçesinde “Ta’rif-i hakıkıler haricde vücudu ma’lum olan bir mahiyeti ta’rifde –vücud-ı haricisi olmayan umur-ı i’tibariyyeyi ta’rif ta’rif-i hakıkı değil belki ta’rif-i ismi olur” deniyor. Mantıkıyyun-ı Efrenc ta’rif-i hakıkıye Definition reelle diyorlar. Bir kere sorunuz veya düşününüz lügat-i Efrencde umur-ı i’tibariyyeye reelle Hamisen– On dördüncü madde münasebetiyle vücub ve hürmet hakkında uydurduğum ta’rifleri münakaşa ediyorsunuz ne acib şey! Bilirsiniz ki ta’rif-i ismiler Haydi buna bir cevap verelim: Emr-i i’tibari olan bu ta’rif ta’rif bil-eamdır. Bazı mantıkıyyin hadd-ı nakısda ta’rif bil-eammı tecviz etmişlerdir. Uydurduğum bu ta’rif hadd-ı nakıstır ta’rif bil-eamdır. Bazı mantıkıyyine göre caizdir. Daha sonra maddelerden sükut ederek cevaz mes’elesinin emr-i ıstılahi olduğunu isbat makamında nazar ile yalnız hükm-i vaz’inin ta’rifine ilişiyorsunuz yine ta’rif münakaşası! Buna da hatırınız için bir cevap verelim: Ahkam Hükm-i tekalifi “ma vaka’a bihi’t-teklif”dir hükm-i vaz’i: “ma vaka’a bihi’t-teklif” değildir hükm-i teklifi: Doğrudan doğruya ef’al-i mükellefine taalluk eder; hükm-i vaz’i: doğrudan doğruya ef’al-i mükellefine taalluk etmez belki evvelemirde hükm-i teklifiye taalluk eder. Mesela ahkam-ı vaz’ıyyeden olan rükün hükm-i teklifiye müteallik olup hükümde dahil olur illet de hükm-i teklifiye mütealliktir fakat hükümde dahil olmayıp onda müessirdir. İlh ... Ahkam-ı vaz’ıyye doğrudan doğruya ef’al-i mükellefine taalluk etmediğinden naşi “Ef’al-i mükellefine taalluk etmez” ta’rifi ile zikr olunmuştur. Telvih’te bu hususta diyor. Birader! Lafzı sureti bırak da biraz da ma’naya maddeye bak. Sadisen– Şeriatin kanun olduğunu inkar ettiğimi tekrar edip duruyorsunuz. Sizin ta’rif ettiğiniz kanun hakkında şeriat-i celilemizin bir rüknüdür demiş idim. Şeriatimizi sizin ta’rif ettiğiniz kanundan daha vasi’ daha külli daha amm daha şamil olduğunu sizin tasavvuratınızdan çok yüksek bulunduğunu beyan ettiğim halde tağyir-i müdde’a ederek ifadeye kalkışmak safsatadan başka bir şey değildir. Tekrar ediyorum şeriat-i celilemiz sizin ta’rif ettiğiniz kanunu müştemildir ondan vasi’dir ondan gökler kadar yüksektir. Bu ciheti münakaşaya bak! Makalenizin nihayetlerine doğru makam-ı tezyifte ehl-i nükulden olduğumu beyan ediyorsunuz. Evet ehl-i nükuldenim: Tarihe hıyanet etmeyerek re’y sahiplerinin ismini zikr ederim ehl-i ilmin sözünü felsefenin kabulü vechile Autorite delili olarak nakl ederim şark ve garp ehl-i ilminin adeti vechile ümmehat-ı kütübü tetebbu’ eylerim. Zihnime doğanı hakıkat bilmem bir hakıkat-i ilmiyyeyi keşf veya isbat veya izah maksadıyla irad edilen sözleri re’yen kabul etmesem bile yine ona bir kıymet takdir ederim; yalnız “halifu tearruf” mazmununu düstur-ı hareket edinen ağızdan çıkan sözü kabul ettirmek için beyhude yere uğraşan karşısında bir müdafi’ görünce aynı nakarat ile mukabeleye kalkışan mısraı ma-sadakınca bir makalede bir türlü diğer makalede diğer türlü idare-i kelam eden müdafaanın güç yerlerinden sükut edip niza’-ı lafzide boğulup kalan tahrif-i vahşiyyetü’l-efrenc illetleriyle ma’lul olan aceze-i ümmetin sözlerini iki paraya bile satın almam çünkü “Bey’-i ma’dum batıldır” Hülasa ikisini tasdik ettiğiniz mevaddan mütebakı on beş madde ile bunlara ilave olunan dört maddeyi yani “ Usul-i Hazari’nin kavli usul-i fıkha ve hadis-i şerife muvafıktır Telvih’den nakl ettiğiniz delil da’vanızı müstelzim değildir mübih Allahtır ta’rif-i hakıkıler haricde vücudu ma’lum olan bir mahiyeti ta’rifdir” da’valarını lerimizi keyfen değil ilmen reddetmeye bakın: hadis-i şerifine müsteniddir. Geçen hafta intişar eden Türk Yurdu’ nun’uncu sayısında Cengiz Han’a aid bir kaside-i medhiyye manzurumuz oldu. Muharrir bu kasidesinde Cengiz’i güneşe bayrağını gökten parçalanma zümrüd nura teşbih ediyor; sonra insanı tarihi Cengiz’e secde ettiriyor; göğü ona zeberced bir saray yapıyor; güneşlere aylara Cengiz’in tacını selamlatıyor; Cengiz’e zaferden abideler diktiriyor; Cengiz’in çıktığı geniş tahtı kıble yapıyor; o “Semavi Kahramana” İskender’i secde ettiriyor; sonra da “Ulu Hakanın” büyük ruhunu tahlil ediyor oradan “bir ırk bir millet aşkı” yaratıyor; ve nihayet Cengiz’in o “Büyük Gazanfer”in önünde “secde yığınlarıyla” muharrir son temennisini ızhar ederek diyor ki: “Lakin yetmez Ulu Hakan küreyi bir Kızılelma yapmalıydı ateş ve kan!...” bundan ibaret!... Memleketimizin kapısını kırmaya çalışan haydutları taşla tepeleyecek kadar kahramanlıklar gösteren; Mısır çöllerinin kızgın güneşleri altında Kafkas dağlarının yalçın buzları üstünde arslanlar gibi din ve vatan düşmanlarına savletlerde bulunan kardeşlerimizin şairlerimize hatta yabancı muharrirlere bile namütenahi menabi’-i ilham olacak bunca menakıb-ı hamaseti gözlerimiz önünde parlayıp dururken içimizden birinin çıkıp da İslamiyet’in de beşeriyetin de Türkün de düşmanı olan bir şakı hakkında kaside-i medhiyye neşr etmesini biz bir türlü havsalamıza sığdıramadık. Eğer zaman müsaid olsaydı bu hususta Türk Yurdu’ yla uzun uzadıya konuşurduk. Biz şu sırada bu kabil münakaşata hiç de taraftar olmadığımız için söylediğimiz kasidenin bazı parçalarını nakil ve bazı hakayık-ı tarihiyyeyi Türk Yurdu’ nun piş-i ıttılaına tekrar arz ettikten sonra yalnız bir sual tevcihi ile iktifa edeceğiz. Ey nurunun her teli bir mızrak olan korkunç güneş! Yanmış büyük ruhunda feza kadar bir alev Canlı cansız her şeye bağırmışsın; –Irkı sev! Millet aşkı yaratmış yüreğinde volkanlar Bir ışığa bağlanmış milyonlarca vicdanlar O aşk ile kanlara boyamışsın her yeri Türk olmayan başlara devirmişsin gökleri; O ateşle düşmanın süngüleri bükülmüş Yağan oklar erimiş damla damla dökülmüş! Gökbayrağın o gökten parçalanma zümrüd nur Sarmış o gökleri ki altında Türk bulunur. Tahtın olmuş Asya gök zeberced bir saray; Selamlamış tacını nice güneş nice ay... Hatırana baş eğsin çekildikçe süngüler Ansın büyük adını güllelerle gümbürder! Tarihe sen diktinse abideler zaferden Tarih sana dikilmiş abidedir muzaffer! Sen ki çamur küreyi parmağında çevirdin Taksan ona olurdu süngün çelik bir mihver! Kıble olmak yakışır kılıçlara Asya.. O çıktığın geniş taht o girdiğin dar makber! Yeryüzünde semavi bir kahramanlık gösterdin Secde etsin kabrine mezarıyla İskender! Kırar yıkar elbette sema öyle dilemiş Pençesinde bir avuç kanla doğan gazanfer! Kırdın yıktın ezdin yaktın... Lakin yetmez ulu hakan! Küreyi bir Kızılelma yapmalıydı ateş ve kan!” Böyle bir kaside-i medhiyyeye mazhar olan Cengiz hakkında bakalım en meşhur müverrihler ne söylüyor: “ senesi Moğol taifesi zuhur edip birçok bilad-ı cuğu esir aldı ki Müslümanlığın zuhurundan beri ehl-i larında hükümdarları Cengiz Han da bulunduğu halde Zilhicce’nin dördüncü günü Buhara’yı istila ettiler. Kaleyi muhasara ve zabt edip içindekileri öldürdüler. Daha sonra da ahali-i beldeyi katl eylediler.” “Cengiz şehre girdi ve kaleyi dairen-madar hasr u buldukları eşyayı hatta cami’lerin minberlerini ve mesahif-i şerifeyi bile hendek içine attılar hendeği imla ettiler. Ondan sonra Moğollar kaleye hücum ettiler ve cebren kaleye girdiler. Mahsurin yaka yakaya cümlesi şehid oluncaya kadar cenk ettiler. Sonra Cengiz Han ahaliye kaffeten dışarı çıksın diye emr etti. Ahali yalnız üzerlerindeki libaslar ile dışarıya çıktılar. Onun üzerine Moğollar girip şehri nehb ü yağma ve şehirde kalmış olanları katl ve ilka-yı nar ile şehri ihrak eylediler. Buhara o zaman bir büyük darülulum olup fukaha ve ulema ile memlu idi ve pek çok cami’ ve medreseleri var idi. Cümlesi yanıp kül oldu. Ba’dehu Cengiz Han ahaliyi esir olmak üzere askerine taksim etti. Nisvan ve sıbyan yekdiğerinden ayrılırken yürekleri delen feryad ü figanları Moğollara hiç te’sir etmeyip onlar hisselerine düşen ehl-i İslam hatunlarının alenen ırzlarına geçiyorlardı. Bunu gören ehl-i İslam’ın ellerinden bir şey gelmeyip yalnız büka ederlerdi.” Zuhuru alem-i İslam için büyük mesaibden olan bu şahs-ı muzır Horasan Kandahar ve Multan cihetlerini tahrib ahalisini katl-i am ve Buhara ile Semerkand Belh Herat gibi büyük şehirleri hak ile yeksan ettiği gibi medeniyet-i İslamiyyenin asarından olan nice ma’mureleri dahi bir daha kesb-i umran edemeyecek surette viranelere çevirmiştir. Gayetle hunriz ve zalim bir adam olup en ziyade hoşlandığı şey bi-günah adamların ve etfal ve nisanın kanını dökmek idi. Askeri mücerred eğlence ekserinde umum ahaliyi kılıçtan geçirmek emrini verirdi. Altı yüz sene zarfında nice emeklerle vücuda gelmiş ve hatta kable’l-İslam’ki akvam ve ümemden dahi kalmış olan nice asar-ı umranı nice kütüphaneleri medreseleri rasathaneleri imha eylemiştir. Ulema ve hukema-yı lam’ın ekser asar-ı müfidelerinin el-yevm mefkud ve nayab olması başlıca Cengiz ile evlad ve ahfadının ve bunların taht-ı emrinde Moğol taife-i vahşiyyesinin memalik-i İslamiyyede ika’ eyledikleri tahribat-ı can-suzun neticesidir. El-hasıl Cengiz Han’ın hurucu alem-i İslam çok geçmeden yine kuvvet ve saltanat eyadi-i İslam’a avdet etmiş ise de medeniyet-i İslamiyye bir daha başkaldıramamıştır.” “Moğollar Türklere nisbetle enli yüzlü geniş göğüslü eli ayağı ufak kalçaları zaif esmerü’l-levn seriu’l-hareke bir kavimdir. En müessir silahları oktur ve öldürmelerinde çocuk ayırt etmezler. Maksatları mülk ve mal değil nev’-i beni Adem’in ifnası ve ma’mure-i alemin tahribidir. Cengiz Han hükümdar olunca Moğolların hepsi taht-ı itaate girdiler. Hatta kendisinde uluhiyet! vehmiyle kulu kölesi oldular.” “Cengiz ordusu Buhara’dan sonra Semerkand’a da musallat oldu. Şehrin etrafında demir kapılar ve kulelerle mücehhez bir sur bulunmakta idi. Asakir-i muhafızası raddesinde olup’i Türkmen ve Kanglı ’i ise Tacik ve Acem idi. Türk tacirleri vatandaşları olan Mongollardan hüsn-i muamele göreceklerini ümid du. Sonra belde tahrib ve sekenesi kılıçtan geçirildi. Sonra Belh Hive’yi Nesa’yı hak ile yeksan ve sükkanını katl-i am eyledi. Nişabur civarında icra olunan katl-i amda kişi Herat ve civarında da bir hafta zarfında kişiyi katl-i am ederek beldeleri tahrib ve ihrak eylediler. Rey Dinaver ve Hemedan şehirleri de bagy edilip sekenesinin bir kısm-ı mühimmi kılıçtan geçirildi.” “El-hasıl o zaman bed’-i İslam’dan beri millet-i İslamiyyenin başına gelmeyen felaketler gelmişti ki aksa-yı garb ve şimalden huruc eden Ehl-i Salib Berrü’ş-Şam’ın mühim beldelerini zabt eyledikten sonra Dimyat’ı istila ile Mısır’ı tazyik ederken aksa-yı şarktan huruc eden Cengiz orduları dahi müddet-i kalile zarfında bilad-ı Maveraünnehr nehb ve nüfus-ı mevcudelerinin sülüsanından ziyadesini nisvan ve sıbyanı öldürüp ve gebe kadınların karnını yarıp karınlarındaki ceninleri telef etmek gibi insanı dilhun edecek ve tüyleri ürpertecek facialar işlediler.” “ ... buna tufan-ı ateş veyahud tufan-ı Hun denilse şayandır. Çünkü bir fırkası bir şehre hücum etse behemehal bedenden kemik yığınından hakisterinden başka bir şey kalmazdı. Bir ordusu bir sahraya uğrasa elbette diz kapaklarına kadar kan ile yoğurulmuş çamura batmadan geçmezdi. Akvam-ı İslamın umumuna bir derece yılgınlık gelmişti ki ...” “Cengiz ordusunun zir u zeber eylediği yerlerden firar ile yakayı kurtaran tavaiften biri de Osmanlıların cedd-i a’lası olan Kayı Han aşireti idi. Aşiret-i mezbure Al-i Selçuk refakatiyle Maveraünnehir’den zemin-i Iran’a Mahan nevahisinde ihtiyar-ı tavattun etmiş iken gaile-i Cengiziyye zuhurunda terk-i diyara ve cihet-i garbiyyeye doğru firara mecbur olmuş ...” olunan izahatıyla Cengiz denilen putperestin ne büyük bir İslam düşmanı ne zalim bir beşeriyet düşmanı ne yaman bir Türk düşmanı olduğu tamamıyla anlaşılmıştır. Şimdi Türk Yurdu mecmuasından sorarız: Bütün anasır-ı İslamiyye gibi Türklerin arasından da namı ilelebed rahmetle yad olunacak namütenahi eazım yetişmiş olduğu ve bunların mefahir-i celileleri kemiyet ve keyfiyet i’tibariyle cidden şayan-ı hürmet bir derecede bulunduğu halde Cengiz’e kaside söylemekten; Cengiz’in mesel sırasına geçen mezalimini ta’kıb ettiği gaye-i mevhumeye hürmeten ma’zur görmeye kalkışmaktan maksadınız nedir? Cengiz muazzam bir Türk İmparatorluğu teşkil etmek Evvel yok idi işbu rivayet yeni çıktı! “Irkını sev” diyen Cengiz’in defter-i a’malinde milyonlarca ma’sum Türkün de kanı olduğunu unutmamalısınız! MAKALAT Çanakkale’nin İngiliz ve Fransız donanmaları tarafından bila-netice bombardımanı başladığı gündenberi şark ve garbın gözleri ordu-yı Hilafet’in göstereceği azm-i diliraneyi ve tevarih-i Osmani’ye zammedeceği menakıb-ı hamaseti müşahedeye koyuldu: Bu pek tabii bir şey idi. Çünkü Çanakkale’nin karşısında düşmanlarımızın göstereceği ye’s ve hezimeti müteakib harb-i hazır başka bir safhaya girecektir. Orada ihraz edeceğimiz kat’i muzafferiyetin neticesinde İngiltere bir buçuk asırdan beri dillerde destan olan hakimiyet-i bahriyyesine veda’ edecek; Fransa o mağrur başını zillet ve meskenetle eğecek; Rusya her türlü müzaheret ve muavenetten mahrum kalarak bi-tab bir halde serfüruya mecbur olacaktır. El-hasıl hak ve adalet kılıçları bu sayede kemal-i itmi’nan lemete felah ve saadete doğru en metin hatve atılacak ve bi-taraf olanlar istikbali vazıh bir surette görerek hatt-ı hareketlerini ona göre ta’yin edeceklerdir. Çanakkale’nin kahraman müdafi’leri ihraz ettikleri rımıza pek elim bir surette öğrettiler. Düşman donanması artık isterse bir kere daha taliini tecrübe edebilir. Fakat –bi-avnillah– hüsrandan izmihlalden başka bir şey kazanamayacaktır. Çünkü Çanakkale müdafi’leri isbat ettiler ki her biri: kavlinin ma-sadakı olan bir hamaset ve gayret-i İslamiyye donanması görünür görünmez istihkamların iki tarafında ezanlar okunur her birinin cebinde birer Kur’an-ı Kerim olan İslam mücahidleri tekbirlerle top başına koşuyorlar. Böyle fedakarane bir azm ile böyle nurlu bir iman ile cihad eden bahadırlar elbette Allah’ın nusretine şayandırlar. Çanakkale muzafferiyetinin netayici cihan-şümul ve bütün beşeriyetin mukadderatı ile alakadardır. Beşeriyetin mühim bir kitlesini cihanın büyük bir kısmını hakimiyetleri altına alarak pençe-i vahşetinde inleten İngiliz Fransız ve Rusların cabbarlıkları sarsılacak peyderpey nabud olacaktır. sine gömecekleri kuvvetler diğer kuvvetlerin meydana çıkmasını ve müttehiden düşmanlarımızın üzerlerine yüklenerek onların hezimet-i kat’iyyeye duçar olmalarını teshil edecektir. Bir cihetten Hilafet ordusu Süveyş Kanalı’nı İngilizlerin boğazlarını sıkıyorken ehramların tepesine alem-i tevhidi dikiyorken Kafkasya’da Moskofluğu kat’i inhizama duçar ediyorken; diğer cihetten Alman müttefiklerimiz İngilizleri adalarında hapsederek açlığa mahkum şimalde Moskofları cenubda Fransızları perişan ve mağlub edeceklerdir. Bu suretle cihan pek büyük bir inkılabı seyre başlayacaktır. Görülüyor ki muazzam ordumuzun vazifesi pek büyüktür. Fakat hiç şüphe yok ki ordumuzun imanı daha büyüktür. Daha büyük vazifeleri der’uhde etmeye kafidir. Bugün eski mücahidin-i İslamiyyenin hamaset ve besaletini ordumuz bir kere daha tarih-i mefahiremize kayd ediyor. Ve o tarihin eski güneşi yeniden doğuyor. Kahraman Mehmed Çavuş bugün cihad eden ordumuzun bir nümune-i şehametidir. Müslümanlığın intikamını öyle ateşin ve harikulade bir saik-ı zi-kudret ile almak için bu derece fedakarane cihad eden bu şanlı gazi lisan-ı haliyle eski bir müslüman şairinin: kavl-i hakimanesini terennüm ediyor. milletine hayat kazanıyor. Böyle bir ordunun uhde-i hamiyyetine Bab-ı Hilafet’in muhafaza ve sıyaneti tevdi’ edilmiştir. Onu o la-yetezelzel imanını muhafaza ettiği gibi muhafaza edecektir. Ve inşaallah o beyan ettiğimiz netaice destres ve beşeriyetin müncisi sırasına dahil olacaktır. Bunu imanlı ordumuzdan beklemeye hakkımız vardır. Çünkü İngiliz Fransız ve Moskof siyaset ve kuvveti ancak bu sayede felah ve saadete mazhar olacaktır. siyaseten bir iş göremediler. Rusya ve Fransa’nın mağlubiyetleri günden güne tahakkuk ediyor. Alman Avusturya Osmanlı silahlarının faikıyeti galibiyeti bi-taraflarca derece-i sübuta varmıştır. Mazurya Epir Çanakkale muzafferiyetleri birbirini vely edip durdu. Yüzbinlerce maktul ve esir külliyetli ganaim alındı. Boğazdaki kıla’ ve istihkamatın kuvvet ve metanetleriyle kahraman müdafi’lerimizin dirayet ve sebatları yalnız Avrupa’da değil cümle cihanda velvele-endaz olmuş ve Osmanlıların bükülmez kollara yılmaz azim ve metanete malik olduklarını bir daha herkese –hususiyle gaddar düşmanlara– gösterdi. İngiltere ve Rusya’nın Balkanlarda sarf ettikleri mesai ve teşebbüsat-ı desise-karane hep boşa çıktı. El-an onlar bi-taraflıklarını muhafaza etmekte sebat ediyorlar. Rusya’nın İngiltere’nin bütün paraları propagandaları vaadleri boşa çıktı. Çanakkale bombardımanından da bekledikleri netice-i siyasiyye hasıl olamadı. Herkes bugün kendi derdini düşünmekte ve atisinin te’minini beklemektedir. Çanakkale taarruzundan gaye ve maksat olarak bu ana değin anlaşılan bir hakıkat var ise Fransa ve İngiltere’nin sırf Devlet-i Aliyye ile müttefikleri arasındaki ravabıt ve muvasalatı kesmek ve virmek ve alem-i İslamı korkutmak imiş. Cenab-ı Hakk’a hamd ü senalar olsun ki Osmanlı bataryalarının şaşmaz gülleleri düşmanlarımızın bütün amalini yıktı gemilerini dehşetli darbelerle denizin a’makına gömdü bizimle eğlenmenin kolay bir iş olmadığını fiilen anlattı. Almanya’nın menabi’-i askeriyyesiyle serveti dakıkadan dakıkaya neşv ü nema bulmakta ve artmakta olup kaht ve muzayaka asarından asla müteessir değildirler. Bugün Alman milletinin harb istikrazı eshamına verdikleri ve bu suretle devlet-i metbualarına vuku’ bulan muavenetlerinin miktarı on milyar Mark’a yani beş yüz milyon Osmanlı Lirasına baliğdir ki iktisaden Almanya devleti gelecek sonbahara kadar bu para ile düşmanlarının göğsüne kurşun saplayabilecek ve askerini tezyid ve ve Galiçya’daki mütemadi muzafferiyetleriyle düşmanı püskürtmekteki maharetlerini bütün alem alkışlamaktadır. Osmanlıların Kafkasya’da Mısır hududunda Irak’da kelimelerle tarih-i harbe geçecek kadar değeri vardır. karadan indirmedikçe ve aylarca Osmanlı kuva-yı külliyesiyle çarpışmadıkça bir şey yapamayacaktır. İngiltere ve Fransa’nın Akdeniz’deki kuva-yı bahriyyeleriyle sefain-i harbiyyelerinin miktarı tam adede baliğdir ki bu ana kadar yirmisinden ziyadesi kısmen batmış ve kısmen saff-ı harbden çekilmek ve ta’mir için havuzlara girmek mecburiyetinde bulunmuşlardır. Altı aya kadar hasar-zede olan gemiler bir daha meydan-ı harbde kendilerini gösteremeyeceklerdir. Mütebakı sefain ise birkaçı büyük ve işe yarar oldukları halde kusurları küçük sefinelerdir ki ancak büyük sefain-i harbiyye maiyyetinde eğer akılları başlarında ise buna teşebbüs etmeyeceklerdir– yirmi sefine daha gaib edecek olurlarsa o zaman Avusturya ve İtalya donanmaları derhal arz-ı endam edip İngiltere ve Fransa’nın Akdeniz’deki hakimiyet-i mevhume-i bahriyyelerinin canına üfürüp muharebat-ı bahriyyeye hatime çekeceklerdir. Kuva-yı berriyyeye gelince bu iki dessas ve serseri hükumetin yüz binlerce değil bir tek asker tedarik edebilmeleri muhaldir. Venizelos’un sukutuyla Gonaris kabinesinin ser-i kara geçmesi müddeayatımızın edille-i bahiresindendir. ne bakılırsa el-yevm her iki hükumet arasında şu son günlerde resmi bir i’tilafnamenin akd ve imza edildiği anlaşılmakta ve hatta İrredenta taraftarlarının sükutları da böyle bir ittifakın mahiyetini te’yid eylemektedir. Romanya ve Bulgaristan’a gelince birincisi el-an mütereddidane bir tarz-ı siyaset ta’kıb etmekle dur-endişlik gösterdiğinden ve ikincinin ise Devlet-i Aliyye ile müttefiklerine la-yenfek bir surette merbut bulunduğunda şüphe yoktur. Alem-i İslam’ın harekat ve sekenatına gelince bugün Mısr-ı Şimali ile Cenubi arasındaki ravabıt ve muvasalatın resmen munkatı’ olduğuna bakılırsa Sudan’da İngilizler aleyhinde azim bir kıyam ve galeyanın hüküm-ferma olduğu anlaşılır. yol almakta ve müctehidlerin ahalinin Devlet-i Aliyye ve cihad lehindeki nümayişleriyle temayülleri iki kere naleyh her hangi kabine olursa olsun İran’da mutlaka efkar-ı umumiyyeye istinad etmek mecburiyetindedir ki aks-i takdirde sukutu muhakkaktır. Hindistan’dan Amerika ve Avrupa tarikıyle –hatta ara sıra İngiliz gazetelerinin i’tirafatıyla da– aldığımız haberler Hint ahalisinin İngilizlerin zu’m ettikleri gibi pek de boş oturmayarak hemen her tarafta ve hususiyle Pencap Sind ve Kalküta cihetlerinde adım başında İngilizler’e karşı müşkilat icad etmekte asla ihmal göstermedikleri anlaşılmaktadır. Yakın zamanda İran’ın vaz’iyeti tahakkuk ettikten sonra behemehal Afganistan’ın da sükut etmeyeceği bedihidir. Her halde bu muharebe neticesinde İngiltere’nin telafisi muhal pek çok büyük zararlara uğrayacağı tabiidir. Mü’telifler beyninde daha şimdiden başgösteren ihtilaf ve mücadelat her üç hükumetin perişan ve bitab olduklarını gösteriyor. İleride İngiltere’nin tek başına kalıp hiçbir müttefike malik olmayacağını tahmin eden siyasiyyunun adedi gittikçe ziyadeleşiyor. İngiltere’nin kendi müttefiklerine karşı harbin bidayetinden bu ana dek çevirdiği entrika ile oynadığı roller yavaş yavaş tezahür etmiş ve kendisini muahezeye başlamışlardır. Boğazların kapalı durup İngiltere ve Fransa’nın bir şey yapamamaları her halde bugün değilse yarın behemehal Rusya’yı Almanya ve müttefikleriyle bir sulh-ı infiradiye sevk etmesi zaruridir. Tek başında kalacak olan Fransa’nın Almanya ve Avusturya’ya karşı kaç gün dayanabileceği cay-ı sualdir. Kaldı ki İngiltere daha şimdiden askersizliğe amelesizliğe mahkum olmakta ve diğer taraftan cihan ile cari olagelen muamelat ve münakalatı Alman tahtelbahirlerinin savlet ve hücumundan atalet ve akamete mahkum olmuş ve erzaksızlıkla malzemesizlik yüzünden avaze-i şikayeti ayyuka yükselmiştir. Hele Mısır’ı tahlise me’mur olan Osmanlı ordusunun Kanal’a doğru vuku’ bulacak hücumları şimdiden İngilizleri titretmektedir ki bu muvaffakiyetin neticesi yalnız hıtta-i Mısrıyye’nin halasıyla kalmayacak muhteşem vasi’ olan Hindistan’ın ribka-i esaret ve ceberuttan kurtulmasına yardım edeceği ve İngilizleri varlığından hayatından mahrum eyleyeceği şüphesizdir. Çanakkale Boğazı Rusya’nın hulkumu mesabesinde olduğu misillü Süveyş Kanalı da İngiltere’nin nefesgahıdır. Hamden sümme hamden bunların biri el-yevm Devlet-i Aliyye’nin taht-ı temellükünde diğeri de matmah-ı enzarını teşkil eyliyor ki ilkbaharın hululüyle onun da taht-ı teshire gireceği kaviyyen me’mul bulunmaktadır. Binaenaleyh biz ve müttefiklerimiz Allah’ın lütuf ve keremiyle bugün de yarın da –hatta sulh masasının başında da– galib mevkiinde; düşmanlarımız mağlub ve makhur mevziinde olsalar gerektir. Mart: Donanmamızın bir kısmı bugün öğleden evvel Karadeniz’de Kırım şibh-i ceziresinin cenub sahilinde Seodosya kasabasının garbında kain bahriye i’malathaneleriyle torpido poligonunu bombardıman ederek yakmıştır. Mart: Bugün öğleden evvel düşman donanması boğaz bataryalarımıza karşı şiddetle ateş açtılar. Muvaffakıyetle mukabele olunmaktadır. Ba’dezzeval saat ikide Fransız Bouvet zırhlısı medhal kurbünde batırıldı. Muharebenin tafsilatı hakkında henüz ma’lumat gelmemiştir. çukta Çanakkale Boğazı’nda bataryalarımıza karşı ateş açan dördü Fransız olmak üzere on altı zırhlı üç kruvazör ve müteaddid torpido botlardan mürekkeb düşman donanmasından bir kısmı öğleden sonra saat üçte bataryalarımızın ateş menzili haricine çekilmiş ve saat altıya kadar gayet fasıla ile bombardımana devam eden sekiz zırhlı bil-ahire bombardımana nihayet verip uzaklaşmıştır. Fransız Bouvet zırhlısından maada düşmanın bir torpidosu batırıldı. İngilizlerin Irresistable sisteminde zırhlısı ciddi surette hasara uğratılarak sancak topları suya girmiş bir vaziyette meyl edip harekete gayr-ı muktedir kalmış ve Afrika ismindeki zırhlısı da aynı surette hasara uğrayıp bir tarafa meyl ederek uzaklaşabilmiştir. Diğer düşman sefinelerine vaki’ olan müteaddid isabetlerin derece-i hasaratı ma’lum olamamıştır. Yedi saat devam eden bu şiddetli muharebe lehülhamd bataryalarımızın galibiyetiyle neticelenmiştir. Metruk iki kışla ile bazı seyirler aksamı cüz’i hasara uğramaktan başka bir zararımız yoktur. Mart: Bugün Çanakkale Boğazı’nda sükunet-i tamme vardır. Ağır surette hasar-zede olduğu bildirilen yin boğaz medhali civarında bataryalarımızın ateşleriyle batırıldı. Düşmanın ağır surette hasara uğrayan diğer bir sefine-i harbiyyesinin Bozcaada’ya doğru sürüklendiği tayyarecilerimiz tarafından görülmüştür. Dünkü bombardımanın şiddetine rağmen istihkamatımızdaki hasarat-ı maddiyye hamd olsun şayan-ı hayret bir derecede azdır. Bütün bataryalarımız her daim ateşe hazır bir halde bulunuyor. İnsanca olan zayiatımız ise zannolunmaz derecede cüz’idir. Dünkü taarruz düşmana batırılan torpidosundan ve verilen hasarat-ı saireden başka cem’an kırk beş bin ton miktarında son sistem üç zırhlıya büyük küçük yüz top ve cana mal olmuştur. Mart: Çanakkale muharebatından anlaşıldığına nazaran batmazdan evvel Fransa Bouvet zırhlısına toplarımızdan büyük çaplı iki mermi isabet ettiği yan taraftan etmiştir. İngiliz Queen Elizabeth zırhlısına obüslerimizden beş Inflexible zırhlısına dört mermi isabet vaki’ olmuştur. Tarafımızdan yalnız bir uzun menzilli top hasara uğramıştır. Efrad zayiatı pek az takriben şehidden ibarettir. Bugün düşman donanması Çanakkale’ye karşı hiçbir teşebbüste bulunmamıştır. Mart: Bugün de Çanakkale Boğazı karşısındaki düşman donanmasının en ufak bir teşebbüsü bile vaki’ olmamıştır. Diğer darülharekatlardan da şayan-ı tebliğ hiçbir haber yoktur. Mart: Çanakkale’de sükunet vardır. Madro adasında bir Fransız zırhlısı görünüşe nazaran Gonova karaya oturmuştur. Madro adası Bozcaada’nın şimalinde gayr-ı meskun ufakcık bir adadır. Mart: Muhtelif darülharekatlarda şayan-ı tebliğ yeni bir hadise olmamıştır. Sebilürreşad abone bedelatını Filibe’de Balkan İdarehanesi’ne göndermeniz rica olunur. Balkan İdarehanesi Sebilürreşad’ a yeniden abone dahi kayd ediyor. Sebilürreşad’ seneliği dört mecidiye altı aylığı iki mecidiye bir çeyrektir. Gayet mevsuk bir menba’dan haber aldık ki İngiliz nazırlarından Mister Luid Corc parlamentoda murakabe-i matbuat mes’elesi müzakere olunurken “Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem geleli beri hiç kimse çıkıp da onun yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu söylememiştir.” demiş. Misterin bu sözü matbuat tarafından neşr olunmak istenilmiş ise de sansür suret-i kat’iyyede men’ etmiştir. Biz evvela müslümanların nazarında hilafet-i İslamiyyenin ne demek olduğunu söyleyeceğiz. Sonra nazırın yukarıdaki hezeyanına nakl-i kelam edeceğiz. Ta ki İngiltere hükumetiyle İngiliz milletinin beşeriyeti aldatmak hususunda nerelere kadar vardığı ve siyasetlerinin son zamanlarda ne çıkmaz girivelere saptığı bütün cihan-ı beşeriyyetin ma’lumu olsun. Edyan-ı semaviyyeden birine i’tikad etmiş olan her ferd bilir ki Allahu zülcelal hazretleri peygamberler göndermiş onları kendisiyle insanlar arasında elçi ta’yin buyurmuş; beşeri zulümden nura çıkarmak hevesata mütabaattan men’ eylemek ve aralarında din-i İlahiyi kendi tarafından halife nasb eylemiştir. Davud aleyhissellama karşı şöyle bir hitab-ı izzet varid olduğu Kur’an-ı Kerim’de musarrahtır: Ey Davud biz seni yeryüzüne halife nasb eyledik. O halde eyleme ki seni Allah yolundan saptırmasın.” Halbuki Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam Efendimiz hazretleri enbiya ve mürselinin a’zamı olduğu pek tabiidir. Zaten aleyhissalatü vesselam Efendimiz arz üzerindeki bütün insanlara bir mebde’ ile ba’s buyurulmuştur ki o da: Efkarın felsefe-i hakıkıyye ile tashih ve kamile ile terbiyesi; adlin bütün ibadullahı mazhar-ı refah edecek bir nizam-ı ekmel ile ikamesi; dinini kabul eden yahud zimmeti altına girmeye razı olan bütün insanların dahili ve harici siyaset i’tibariyle aynı rayet altında cem’i; kulubün yekdiğere şefkat muhabbet muavenet gibi hususatta tevhidi gibi tafsili burada uzun sürecek bir çok fazailden ibarettir. Cenab-ı Hak alem-i İslam’a şunu da farz etmiştir: Aleyhissalatü vesselam Efendimizin irtihallerinden sonra mutlaka bir zata bey’at edecekler ki o zat Allah’ın halifesi olan aleyhissalatü vesselam Efendimizin halifesi tanılacaktır. Bu zat Nebiyy-i muhteremin ikame etmekte olduğu vazife-i irşadı adli siyaseti muhafaza-i asayiş Efrad-ı milletten her biri için halifeye itaat ve onun rayeti altına dühul farzdır. Kim bundan imtina’ edecek olursa seyf-i şeriatle te’dib olunur. Yola gelmediği surette vahdet-i halifeye Resulullah’ın canib-i Bari’den getirmiş olduğu şeriati ikame etmesi i’tibariyle “Halife-i Resulullah ” ıtlakı sahih olduğu gibi; din-i İlahiyi ikame etmekte ve halkı Allah’ın evamirine imtisale nevahisinden ictinaba sevk eylemekte olması i’tibariyle de “Halifetullah” ıtlakı sahih olur. Başmuharrir Halife-i evvel Ebu Bekir es-Sıddik radıyallahu anh hazretlerinin devr-i hümayunlarından Abbasilerin inkırazına kadar alem-i İslam’da hal bu suretle cereyan etmişti. Ondan sonra alem-i İslam arasında bil-fiil mevcud olan vahdet-i siyaset çözüldü. Birçok taifeler meydana çıkarak her biri ayrı bir reis ile idare edilmeye başladı. Müluk ve selatin çoğaldı. Bu hal Devlet-i Osmaniyye’nin zuhuruna kadar devam etti. Devlet-i Osmaniyye’nin zuhurundan bir müddet sonra Sultan Selim-i Evvel Abbasilerin son halifesi olan el-Mütevekkil Alallah’tan Hilafet’i istedi. El-Mütevekkil de Selim-i Evvel’de Hilafet için liyakat-i kamile gördüğünden dolayı kemal-i memnuniyet ve rıza-yı kalb ile verdi. Bunun üzerine alem-i İslam Hilafet’in etrafında tekrar birleşmeye başladı. Al-i Osman’ın Hilafet’i şarkta garpta bütün müslümanlar tarafından kabul edildi. Tunus Cezayir Trablus Mısır Sudan Hicaz fet’e inzimam etti. Lakin cidden şayan-ı eseftir ki alem-i İslam ecza-yı mürekkebesini toplayıp cem’iyetini tahkim ederken tarih-i mefahirini nazar-ı ibreti önünde bulundurmadı. Ulumunu maarifini kuva-yı maddiyye ve ma’neviyyesini ezip bitiren en kıymetli ricalini elinden alan kendisini sebil-i haktan girive-i dalale sürükleyen musibet-i sabıkadan ibret almadı. gerek size gerek vahşi müttefiklerinize alem-i İslam’ın sinesine sokulmak; birçok anasır-ı İslamiyyeyi hilelerle hud’alarla esaret altına almak fırsatını ihzar etmiştir. Lakin iyice bilmiş olunuz ki bugün alem-i İslam şimdiye kadar bilmiş olduğunuz halde değildir. Bi-çarenin başına yağdırdığınız tufan-ı mesaib onu iyice terbiye etti. Kendisine karşı beslemekte olduğunuz makasıd-ı leimeniz nazarında tamamıyla tecelli eyledi. Anladı ki sizler onu mahv etmek dinini çiğnemek nazarında revabıtın en mukaddesi olan rabıta-i kübra-yı Hilafet’i yeryüzünden kaldırmak ve bu suretle bir türlü doymak bilmeyen ihtirasat-ı mel’unenize alabildiğine revac vererek esaretiniz altında bulunanları büsbütün bitirmek henüz istiklallerini muhafaza edebilenleri ise esaretiniz altına almak el-hasıl üç yüz elli milyonluk bir cihan-ı beşeriyyete tarih sahifelerinden başka yer bırakmamak istiyorsunuz. Kezalik bilmiş olunuz ki şarkta garpta hiçbir müslüman kalmadı ki Al-i Osman’ın Hilafet’ini tanımamış ve ona kemal-i ihlas ile iltihaka canıyla malıyla müştak olmamış olsun. Binaenaleyh müslümanları bu dereceye kadar tahkıre kalkışmanız Hilafet-i mukaddeseye taarruzda bulunmanız alem-i İslam’ın bu kadar fedakarane müdafaa etmekte olduğu hukukunu gah böyle perişan tan i’lanı suretiyle fiilen çiğnemeye kalkışmanız hezeyanın müntehasıdır. Daha doğrusu siyasette şaşkınlıktır. Zira bu gibi hareketler millet-i İslamiyyenin uyun-ı intibahını bir kat daha açıyor. Sizin makasıd-ı mel’unenizi nifakınızı müslümanlar hakkında kullandığınız riyakarane lisanların mahiyet-i hakıkıyyesini olanca vuzuhuyla gösteriyor. “Allah bir kavmin belasını murad buyurursa kurtuluş yoktur.” İşte sizin de izmihlalinize irade-i İlahiyye taalluk eylemiştir. Çok zamanlar dünyayı kırdınız ezdiniz. Lakin nihayet tulmanın imkanı yoktur. Müntakım-i Cabbar zalimlerin cezasını imhal eder lakin hiçbir zaman ihmal buyurmaz. Artık inkıraz günleriniz yakındır. Belanızı bekleyiniz. Biz de sizinle beraber başınıza gelecek felaketleri gözlüyoruz. Bu makaleler siyaset-i İlahiyye ve idare-i Nebeviyyenin bazı desatir-i külliyyesini ihtiva etmektedir ki ne ra’i ne de raiyye hiçbir zaman o düsturlardan müstağni olamaz. Tahririne bais olan mecburiyet ise vülat-ı umurumuza nasihatle borçlu olmaklığımızdır. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz buyuruyorlar ki: “Cenab-ı Hak sizden üç şeyi bekler ki bunlar da: Zat-ı Bari’sine ibadet ederek hiçbir vechile kendisine şerik koşmamanız hepinizin birden habl-i İlahi’ye yapışarak tefrikaya düşmemeniz bir de vülat-ı umurunuza nasihatte bulunmanızdan Bu makalelerde ümera hakkında nazil olan ayat-ı kerime esas ittihaz edilmiştir ki onlar da ] [ ayetleridir. şeklinde Ulema-yı kiram diyorlar ki: Birinci ayet ümera hakkında şeref-nazil olmuştur. Onlar emanatı ehline tevdi’ ve beynennas icra-yı adaletle mükelleftirler. İkinci ayet asker ahali ve bunlardan maadası hakkında nazil olmuştur ki bunlar da kısmetlerinde hükümlerinde gazalarında ve sair işlerinde bu emaneti ehline tevdi’ ve bu adaleti lah’a isyan hususunda hiçbir mahluka itaat olunamaz. Hadis-i Şerif.” Bir mes’elede ihtilaf-ı efkar hadis olunca Kitabullah’a ve sünnet-i Resulullah’a müracaat olunur. Şayet vülat-ı emr bunu yapmazlarsa yalnız Allah’a itaati muktezi olan emirlerine itaat olunur. Çünkü bu itaat Allah’a ve Peygamber’ine itaat demektir. Bu suretle onların hukuku gözetilmiş ve Cenab-ı Hakk’ın kavl-i kerimi mucebince amel edilmiş olur. Madem ki bu ayet-i kerime emanatın ehline tevdi’ ve beynennas adl ile hükm olunmasını icab ediyor o halde siyaset-i adile ve vilayet-i salihanın kıvamı olduğu anlaşılır. Mesalih-i Ümmetin Ehline Tevdii Emanatın yerine getirilmesine gelince bunda iki nevi’ vardır. Birincisi: Vilayet yani umur-ı idaredir ki ayet-i kerimenin sebeb-i nüzulü budur. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz Mekke’yi feth ederek Beni Şeybe’den Ka’be’nin anahtarlarını tesellüm edince Hazret-i Abbas sikayet ve sidanet vazifelerini nefsinde cem’için o anahtarların kendisine verilmesini istirham etti. Onun üzerine Cenab-ı Hak anahtarların Beni Şeybe’ye iadesi umura müslümanların bütün mesalihinde o mesalihi görebilecek me’murların en iyisini ta’yin etmek bir vazife-i mütehattimedir. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz buyuruyorlar ki: “Mesalih-i müsliminden birini ifaya me’mur edilen zat yine mesalih-i müslimini rü’yet için ta’yin edeceği diğer bir zatın eslah ve enseb olmasına olur.” Diğer bir rivayette: “Her kim bir cemaatin üzerine bir amir ta’yin ederse şeklinde el-Hakim halbuki o cemaatin içinde ta’yin ettiği adamdan ziyade umumun teveccühünü kazanmış diğer bir adamın bulunduğunu bilirse Allah’a Resulullah’a ve müslümanlara hıyanet etmiş olur.” Bazılarının rivayetine nazaran bu sözü hazret-i Ömer oğluna söylemiştir. Hazret-i Ömer buyuruyor ki: “Mesalih-i müsliminden birine tevelli eden zat meveddet ve karabetten dolayı bir adamı umur-ı İslam’a ta’yin ederse Allah’a Resulullaha ve müslümanlara hıyanet etmiş olur.” Ulü’l-emr olan zatın ilmi askeri mülki bütün vezaif-i hükumet için o işlere en müstahıklarını bulup ta’yin etmesi vacibtir. Yoksa me’muriyete talip olmak yahud talepte tekaddüm etmiş bulunmaktan dolayı bir kimse me’muriyete ta’yin edilmez. Bilakis bu gibi şeyler me’muriyetten mahrumiyeti istilzam eder. Sahihayn’da rivayet olunduğuna nazaran bir gün aleyhissalatü vesselam Efendimizin huzuruna bazı zevat gelerek bir me’muriyet isterler. Fahr-i alem Efendimiz buyururlar ki: “Biz umurumuza talip olanları tevliye etmeyiz.” Sonra Abdurrahman bin Semüre’ye tevcih-i hitab ile: “Ey Abdurrahman! Sen me’muriyete talip olma. Çünkü sen istemeden verilirse muavenete mazhar olursun. Fakat eğer isteyerek alırsan bütün yükü üzerine almış olursun.” buyurmuşlardır. Ulü’l-emr olan zat “ehak ve eslah”ı bırakır da karabetten arkadaşlıktan hemşehrilikten mezhebdaşlıktan; Araplık Acemlik Türklük gibi ırkdaşlıktan; bir menfaat-i maddiyye istihsali gibi rüşvetten; ehak olana kin beslemekten veya husumetten dolayı başkasını ta’yin ederse Allah’a Resulullah’a ve müslümanlara hıyanet etmiş ve ayet-i kerimesinde nehy olunan hıyaneti irtikab etmiş olur. Yine Allah’ü zülcelal hazretleri buyuruyor ki: Çünkü mesalih-i ümmeti tevcih yahud müstahık olmadığı şeyi nın servetini tezyid ve muhafaza yahud bazı müdahinlere emanete hıyanet etmiş olur. Bilakis ihtirasatına muhalefet ederek emaneti yerine getireni Allah sabit-kadem eder; ehliyle beraber servetini muhafaza buyurur. Fakat rakmak suretiyle muazzeb eder; ehlini zelil servetini de mahv eder. Bu zeminde şu hikaye ne kadar ibret-bahttır: Hulefa-yı Abbasiyyeden biri ulemadan bir zattan yetiştiği devirler hakkında bir musahabe istemiş. Bunun üzerine o zat şu vak’ayı hikaye eylemiş: “Ömer bin Abdilaziz’i ölüm döşeğinde iken gördüm. Bazıları – Ya Emira’l-mü’minin! Bir sultan olduğun halde evladına servet namına bir şey bırakmıyorsun. Zavallılar el elde baş başta kalıyorlar!... dediler. Bunun üzerine Emirü’l-mü’minin çocuklarını yanına çağırttı. Ondan fazla olan ve içlerinden hiçbirisi baliğ bulunmayan çocukları geldiler. Bunları görünce gözleri yaşardı ve dedi ki: – Evlatlarım! Allah’a yemin ederim ki ben sizi ne hakkınızdan mahrum ettim ne de ibadullahın malını elinden alıp size bırakmak zilletini irtikab ettim... Sizler her halde ya salih veya gayr-ı salihsiniz. Birinci takdirde salihlerin velisi olan Allah sizi himaye eder. Salih olmadığınız takdirde ise fısk ve isyan uğurunda heder edeceğiniz bir serveti size bırakmayı tabii istemem. Haydi gidiniz!... Bil-ahare kendi gözümle gördüm: Ömer bin Abdilaziz’in evladından bazıları mücahidlere yüz at ihsan etti. Halife-i müslimin Ömer bin Abdilaziz aksa-yı şarktaki Türk diyarından aksa-yı mağribdeki diyar-ı Endülüs Kıbrıs Suriye ve münteha-yı Yemen’e kadar hakim idi. Böyle iken evladına bıraktığı mirastan her birisinin hissesine düşen yirmi dirhem kıymetinden fazla değildi.” Yine alim-i müşarun-ileyh diyor ki: “Diğer bir halifenin evlatları miras taksim ediyorlarken orada bulundum. Her birisine altı yüz bin dinar düm.” Bu babda hikayat vekayi’ müşahedat pek çoktur ve her birisinde erbab-ı ukule pek büyük ibretler vardır. Aleyhissalatü vesselam Efendimizin sünnet-i seniyyeleri delalet ediyor ki: Vilayet bir emanettir; yukarıda beyan ettiğimiz ellere tevdii icab eder. Hazret-i Resul-i Ekrem Efendimiz emaretin emanet olduğunu ve hakkıyla yerine getirilmediği takdirde sahibinin yevm-i kıyamette duçar-ı nedamet ve hüsran olacağını Ebi Zer radıyallahu anha tebliğ buyurmuştur. Müslim hazretleri böyle rivayet ediyor. Sahih-i Buhari’de Ebi Hüreyre’den rivayet ediliyor ki: Aleyhissalatü vesselam Efendimiz “Emanet yerine getirilmezse kıyameti bekleyin!” buyurmuşlar. Bunun üzerine: “Emaneti yerine getirmemek nedir?” diye sorulmuş. “Mesalih-i müslimin na-ehillere tevcih edilirse kıyameti bekleyin!” buyurmuşlar. Müslümanlar bu ma’nayı bil-icma’ kabul etmişlerdir. Veliyyü’l-emr bir çoban gibidir ki nas ile münasebatı bir çobanın sürüsüyle olan münasebatı gibidir. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz: “Hepiniz raisiniz. Her rai raiyyesinden mes’uldür. İmam insanların raisidir ve raiyyesinden mes’uldür. Nitekim bir kadın kocasının evinde raidir ve raiyyesinden mes’uldür. Bir köle de efendisinin malına raidir ve raiyyesinden mes’uldür. Hepiniz rai ve hepiniz raiyyenizden mes’ulsünüz.” buyurmuşlardır. Ebu Müslim Havlani Muaviye bin Ebi Süfyan’ın huzuruna girmiş; ve “es-selamü aleyke eyyühe’l-ecir!” demiş. Hazırun: “es-selamü aleyke eyyühe’l-emir de!” demişler. Ebu Müslim yine: “es-selamü aleyke eyyühe’l-ecir!” demiş. Yine evvelki ihtara ma’ruz kalmış. Fakat bu sefer Muaviye demiş ki: – Ebu Müslim’i bırakınız. O dediğini pek iyi bilir... Bunun üzerine Ebu Müslim Muaviye’ye: – Sen bir ecirsin. Seni bu davarların sahibi onları otlatmak rını tedavi eder ve hastalık sirayet etmemek için sağlamları bir tarafa ayırırsan sana efendin ücretini verir. Eğer böyle yapmazsan seni efendin cezalandırır... diye cevap vermiştir. Halk ibadullahtır. Ulü’l-emr ise Allah’ın ibadullah üzerinde naibleridir diğer taraftan da ibadullahın vekil-i umurudurlar; yani hem vilayet hem de vekalet ile me’murdurlar. Sonra her hangi bir veli ve vekil umur-ı ticariyyesini idare için bir naib ta’yin ettiği zaman ehlini ve aslahını aramaz da malını daha fazlasına satmak kabil iken daha ucuz elden çıkaracak diğer bir adamı ta’yin ederse hususiyle o iltimas ettiği adam ile kendisi arasında muhabbet yahud karabet bulunursa tabiidir ki şerikinin muaheze ve buğzuna ma’ruz kalır; onun hayatına akraba ve eviddasına müdahinlik yaptığına hüküm olunur. NASIL İDARE EDİYORLAR? Fransa hükumetinin Merakeş’de mukım naib-i siyasisi ve Fransa medeniyetinin! müdafii General Lyautey Suku’l-erbia’da bir cemm-i gafire karşı bir nutuk irad etmiştir. Öyle bir nutuk ki baştanbaşa yalan baştanbaşa riya baştanbaşa müslümanları iğfal ile dolu. Boyundurukları altında yaşayan milletleri idare için gerek Fransızların gerek müttefiklerinin yalancılıktan riyakarlıktan başka bir sermayeleri olmadığını din kardeşlerimizin ve bütün alem-i insaniyyetin nazarında tecelli ettirmek birkaç söz söyleyerek hakıkat-i hali bildirmeyi üzerimize bir vecibe addettik. Ceneral Lyautey diyor ki: Mağrib’de ekseriyet ahalinin muharebe ile meşgul olmadıklarını kemal-i huzur-ı kalb ile kendi işleriyle kendi ticaretlerine baktıklarını gördüğüm için doğrusu pek ziyade memnun oldum. Siz bu hususta haklısınız. Zira muharebenin neticesinden eminsiniz. Çünkü sonunda bizim müttefiklerimizin behemehal galebe çalacağımızdan ve bu galebenin de Mağrib’in saadet ve hürriyetini te’min edeceğinden mutmainsiniz. Birçok senelerden beri Almanların siyasetteki maharetsizliklerini gördünüz. Bunlar gafletleri yüzünden hüsrana düştüler. Sandılar ki sulh-i alemi ihlal etmek istemeyen devletlere karşı belalarını bulmaksızın hücum edecek kuvvettedirler. Müttefik ordularımız Almanya ile Avrupa’daki hesabını görecektir. Mağrib’e gelince bu hesap görülmüş bitmiştir. Dün buralarda ötekine berikine taarruzda bulunan Almanlar bugün memleketin haricine sürüldü. Bunlardan Mağrib’de ihtilal çıkarmak için tahrikatta bulunanlar ise esir edilerek Dar-ı Beyza’ya gönderildi; orada muhakemeleri icra kılınacaktır. Konsoloshaneleri kapatıldı mülkleri hacz altına alındı. Bugün denizlerin hakimi ancak bizleriz. Gerek Tanca’da gerek Dar-ı Beyza’da Alman vapurlarından Alman bandırasından eser kalmadı. Ticaretleri külliyen muattal oldu. Nasıl ki artık Avusturya şekeri Alman emtiası görmüyorsunuz. Almanya himayesinde bulunanlardan da kimse kalmadı cümlesi hakkında kanun-ı umumi tatbik olundu. Emin olunuz ki bundan böyle Mağrib’de bu gibi hukuk hüküm sürmeyecektir. Maamafih vaktiyle Alman himayesine girmiş olan Mağribliler için korkacak bir şey yoktur. Zira sükutlarını muhafaza ettikleri müddetçe şahısları masun kalacaktır. Lakin merbutiyet-i kadimelerini yad etmek isteyenlere karşı asla merhamet göstermeyeceğiz. Avrupa’da etmekte olduğumuz harp bizi asla zaif düşürmedi. Zira bizler bir taraftan zuaf askerlerimize müsta’merattaki askerlerimize Trebollulara Senegallilere Mağriblilere sırf i’la-yı hürriyet maksadıyla girdiğimiz şu harbde hazır bulunmak şerefini bahş ederken; diğer taraftan onların yerine başka askerlerimizi ikame ediyoruz. Maksadımız yalnız elimizde bulunan mevki’leri muhafaza değil belki evvelki gibi te’dib etmektir. Bizim adaletimizden; ahlakınıza adatınıza dininize karşı ihtiram edeceğimizden emin olduğunuzu yakınen biliyorum. Almanlar müslüman dostu olduklarını iddiaya yelteniyorlar. Halbuki nerede hakim olsalar yerliler hakkında şiddet göstermekten başka bir şey bilmezler; nereye girseler ma’bedlere hürmet etmezler bilakis yıkarlar... Benden işittiğiniz bu sözleri cebeldeki müslümanlara tebliğ ediniz. Müfsidlerin sözlerine kulak vermesinler; bize karşı kıyama cür’et etmesinler. Sonra görecekleri şiddet karşısında nadim olurlar. Yalan yanlış haberlere kulak asmamalarını kendilerine halisane ihtar eylerim.” böyle bir zamanda hususiyle bu gibi ahval karşısında azıcık ruh azıcık his taşıyan; hele Müslümanlık da’vasında bulunup da velev zerre kadar olsun zevk-i imanı duymuş olan; ve zamanıyla büyükleri tarafından ıdlal edilerek Fransızlar gibi insaniyetin en canavar düşmanlarına satılmış bulunan milletler için lazım gelen ne idi? Evet bu gibi milletlerin bütün efradına büyüğüne küçüğüne kadınına erkeğine vacib olan hareket: Kendilerinin öz düşmanı olan Fransızlarla; alem-i İslam’ın en büyük devleti olan Devlet-i Osmaniyye ve Devlet-i Osmaniyye’nin müttefikleri olup alem-i İslam’ı Fransızların İngilizlerin Moskofların elinden kurtarmak için Halife ile birlikte uğraşmakta bulunan Almanya ve Avusturya hükumetleri arasındaki şu muharebeye aid ne kadar haber varsa hepsini tedkık etmek idi. Vacib olan hareket: Vatanlarını kurtarmak için ne gibi vesaite müracaat lazım geleceğini bu tedkık neticesinde anlayıp zuhur edecek ilk fırsatı hemen düşmanın bakıyye-i kuvvetinden temizlemek kendilerini esaret boyunduruğundan kurtarmak istiklallerini muhafaza etmek vaktiyle düşmüş oldukları tuzağa bir daha düşmemek idi. Zira aynı delikteki akrebe iki def’a kendisini sokturmak elbette akıl karı değildir. Hiç şüpheye mahal yoktur ki naib-i hatib Merakeş’deki diki gibi memnun olmayacak bilakis sinirleri bozularak son derecede me’yus olacaktı. tefiklerinin harpten muzaffer çıkacaklarına kani’ imişler; kendisi de bu kanaatte imiş meali çıkıyor ki hiç aslı yoktur. Evvela Mağriblileri böyle bir kanaatte farz etmek nasıl kabil olabilir ki memleketlerini kurtarmak için Frarsızlara karşı bir taraftan ayaklanıp duruyorlar. Saniyen galebenin nihayet Fransızlar ile müttefikleri tarafında kalacağına kendisi nasıl inanabilir ki Almanya Avusturya Osmanlı orduları hergün Fransızlarla müttefiklerine karşı büyük büyük muzafferiyetler ihraz edip duruyorlar. İşte Belçika hükumeti harita-i alemden silindi memleketi tamamıyla Almanların eline geçti. İşte Fransızların Lil gibi en ma’mur en zengin memleketlerinin kısm-ı a’zamı yine Almanların elinde bulunuyor. Gerek Belçika’nın gerek Fransa’nın en mühim fabrikaları en zengin ma’denleri bugün Almanların hesabına işliyor. Bugün Alman orduları ta şimal denizinden İsviçre hududuna kadar imtidad eden çelikten bir kale halinde. Lehistan tarafında Ruslara öyle müthiş darbeler indirdiler ki şimdiye kadar bir milyona yakın yalnız esir aldılar. Maktulün mecruhun miktarına gelince şüphesiz esirlerin birkaç mislidir. Bu hakıkatlerin kaffesi hatibin pekala ma’lumu iken harbin hala kendi galebeleriyle nihayetleneceği kanaatinde bulunması nasıl tasavvur olunabilir? Anlaşılıyor ki söylediği sözler kat’iyyen kanaatinin hilafıdır. Maksadı miz vechile bu meslek müsta’merelerini idare hususunda kullandıkları yegane re’s-i maldir. “Bu galebenin Mağrib’in saadet ve hürriyeti te’min edeceği ...” sözüne gelince en büyük hayasızlık insaniyete karşı en şeni’ hakarettir. Zira bu vicdansız milletin tuzağına düşmek felaketine ma’ruz kalan o zavallıların sızlar bu muharebeden galip çıkacak olurlarsa Mağrib’in hürriyetini rahatını kelimenin bütün ma’nasıyla selb edeceklerini yakınen bilmiş olmasın. Maazallah böyle bir neticenin husulü anında Fransızlar bütün memlekete müstevli olacaklar; araziyi yerlilerin elinden alıp erbab-ı zavallı ahaliyi köle makamına koyacaklar; toprakla beraber satılan çiftlik hayvanatı gibi elden ele devredecekler; ticareti kamilen yed-i ihtikarlarına geçirecekler; kuvve-i maliyyeleriyle yerli tacirleri iflasa mahkum ederek sanayi’-i mahalliyyeden henüz payidar olanları da kendi masnuatlarıyla büsbütün bitirecekler; vezaif-i hükumeti kendi milletlerinin inhisarı altına alarak yerlileri onların maiyyetinde uşak gibi kullanacaklar; ahlakı ifsad hürriyet medeniyet namına dinsizliği fuhşu fücuru ta’mim eyleyecekler; fünun maarif neşr ediyoruz diye Kitabullah’ı ulum-ı diniyyeyi ortadan kaldıracaklar; batıl müzevver bir takım da’valarla bir yığın siyasi hud’alarla zaviyeleri yok edecekler; efkarı alabildiğine tazyik ile ümmetin terakkısine teali-i hayatına aid her türlü hareketten alıkoyacaklar; ağızlara gem vurarak hiçbir zalimin zulmünden hiçbir müstebiddin istibdadından Evet bu hakıkatlerin kaffesini muhatabları yakınen bildiği gibi hatibin kendisi de pekala bilir. Zaten gerek kendisi gerek arkadaşları Tunus’ta Cezayir’de hatta şu kısa müddet-i tasallutları zarfında bizzat Mağrib’de tatbik ettiler. O halde hatibin maksadı muhatablarını istihfaf etmekten onları bir takım mahlukat-ı safile derekesinde gördüğünü anlatmaktan başka ne olabilir? Zira elbette anlar ki bu söz onların kulaklarında yıldırım gibi patlayacak ve her biri ma’na-yı maksudun büsbütün aksine olmak lazım geleceğini anlayacaktır. Ya Rab sen Müntakım-i Cabbarsın; zalimi imhal edersin lakin ihmal etmezsin. liklerinden maksadı Mağrib’i istila hususunda Fransızlara muarız çıkmasıdır. “Devletlere karşı hücum edecek kudrette olduklarını tevehhüm ettiler...” sözüne gelince ne kadar ahmakça bir sözdür! Zira bil-fiil anlaşıldı ki Almanlar Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle hatibin kasdettiği devletlerin hepsine birden hücuma kadirdir. Nasıl ki hücum etti; nasıl ki hepsini birden perişan etti. İşte bugün ordusu onların topraklarında bulunuyor; memleketlerini kendi hesabına işletip duruyor; muzaffer askerinin me’kulatı meşrubatı düşmanlarının sırtından çıkıyor. Düşmanlarının şimdiye kadar iki milyondan fazla maktul mecruh esir verdikleri kendi şehadetleriyle sabit. Halbuki Almanya memaliki hiç harb yokmuş zaman-ı sulhde imiş gibi refah içinde asudegi içinde. Almanlar bu muzafferiyetleri evvela Allah’a saniyen düşmanlarının kuvveti gibi mevhum olmayıp hakıkı olan kuvvetlerine istinaden kazandılar. O halde gafletleri yüzünden hüsrana düşen sonra açıktan açığa hata ettiğini anlayan hangi taraf olmak lazım geliyor? Hiç şüphe yoktur ki bu hüsran Fransızlarla müttefiklerinin ma-sadak-ı halidir. “Sulh-i alemi ihlal etmek istemeyen...” mugalatasına gelince pek açık bir hakıkattir ki: Birçok ihtirasat birçok gayr-ı meşru’ amal beslemekte olan bu haris milletler bütün dünyayı ihtikarları inhisarları altına almak istedikleri lardan muamelelerinde biraz insafa riayetkar olmalarını derhal bu taleb-i adili haksız görürler; sulh-ı alemi ihlale tasaddi suretinde telakkı ederler; hemen o millete karşı hürriyet ünvan-ı mübeccelini verirler! Maamafih hatib tamamıyla bilir ki artık bu gibi hezeyanların bu gibi kelime oyuncaklarının zerre kadar ehemmiyetleri kalmamıştır; zaman kılıcın hükmedeceği zamandır. Mağrib’in de hesabı görülmüş olduğundan bahs ediyorsun. Doğru söylüyorsun ey hatib! Dediğin hesabın Avrupa’daki neticesi fil-hakıka görülmeye başladı. İşte Almanlar ile müttefikleri hem sizden hem müttefiklerinizden alacaklarını birer birer istifa ediyorlar. En müstahkem kalelerinizi aldılar; en ma’mur en zengin memleketlerinize müstevli oldular; milyonlarca askerinizi öldürdüler esir ettiler mecruh düşürdüler; mühimmat-ı harbiyyenizi iğtinam eylediler. Ey naib-i hatib! Hatırın hoş olsun layıkıyla bil ki bu hesabın neticesi inşaallah gafil zalimlere pek ağır oturacaktır; Mağrib’in tamam olduğunu söylediğin hesabı ise aldattığınız bazı rical vasıtasıyla istiklalini elinden almış olmanızdan metinizden ye’sinizden parmaklarınızı çiğneyeceksiniz. Afrika’dan cehennem olup çıkacak; arkanızda ise hem kendinize hem ahfadınıza la’net-i ebediyyeden başka bir şey bırakmayacaksınız! lara karşı fırlattığı bu süfli sözleriyle Fransızların zaafını vahşetini sonra hukuk-ı düveliyyeyi hukuk-ı insaniyyeyi çiğnemekteki maharetini göstermiş oluyor. Evet Fransızlar nüfuzları altında bulunan memleketlerde mukım olup silahtan kuvvetten mahrum bulunan o memleketlerde harp etmeyi hatırlarından bile geçirmeyen üzerlerinde hiçbir vazife-i siyasiyye bulunmayan bir takım tacirlerin üzerine saldırdılar; mallarını ellerinden aldılar; kendilerini hapse attılar; caniler gibi mahkemelere sürüklediler; kısmı i’dam ettiler; bakıyyesini de esir-i harb addederek hidemat-ı şakkada kullanmaya başladılar; sonra Almanya himayesindeki ahaliye reva görmedik zulmü şenaati bırakmadılar; daha sonra zir-i tahakkümlerindeki zavallı Mağriblilere çalım satmak oradaki Almanlara galip geldiklerini anlatmak için Alman konsoloshanelerini kapattılar; Alman ticaretini bitirdiler; Almanları türlü türlü sıfatıyla ağır hizmetlerde istihdam ettiler... Ey Hatib! Şu ahmakça sözlerinle vahşetini tasvir etmekte olduğun milletin keşke böyle yapacağına o biçareler hakkında hukuk-ı beşere riayet edeydi de mallarını canlarını bi-taraf hükumetlerden birinin sefirine tevdi’ eyleyeydi; yahud hiç olmazsa selametlerini te’min etmek şartıyla memleket haricine çıkaraydı. Keşke o zavallılara hücum etmek suretiyle insaniyetin yüzünü karartacağına bu uğurda kullandığı kuvveti meydan-ı muharebeye saklayaydı da gerek kendisinin gerek müttefiklerinin Alman eline düşen yüzbinlerce hakıkı esirlerini yüzlerce memleketlerini kurtarmaya çalışaydı! Lakin va-esefa ki acz ile vicdansızlık birleşince insanı bu derekeye indirir! yarısı ya esir ya maktul düşmek suretiyle mahv oldu; hele müsta’merattan çekerek kendi Fransız çocuklarını Alman yıldırımlarından vikaye için harbin en ileri saflarına siper makamına diktikleri zavallı müslümanların yüzde onu bile kalmadı?_ Nasıl doğru olabilir ki en zengin memleketleri bütün fabrikalarıyla ma’denleriyle beraber Almanların eline geçti? Nasıl doğru olabilir ki bugün kuvve-i maliyyeleri son derecede perişan açlık olanca şiddetiyle hükümran? Pekala! Bunlar zaaf değil de nedir? Bundan fazla acaba hangi zaafı istiyor? Hayır! Herif kavminin acınacak bir hale geldiğini gözüyle gördüğü Lakin Mağribliler hakıkati pek yakın bir zamanda anlayacaklar; dundan tamamıyla temizleyeceklerdir. “Askerlerimize harpte bulunmak şerefini bahş ettik...” diyorsun. Ey Hatib! Bilmiş olmalısın ki cebren meydan-ı muharebeye sevk eylemiş olduğunuz bütün müslümanları hakıkat-i halde şerefe değil hüsran-ı ebediye sürüklemiş oldunuz! Zira bir kere o biçareleri aldatıp kendi yumurcaklarınızı ölümden vikaye için ön saflara dikiyorsunuz. Saniyen sizin saflarınızda ölen her müslüman saff-ı zulümde saff-ı ilhadda öldüğü için şekavet-i ebediyyeye mahkumdur dareynde hüsrandan başka nasibi yoktur. Salisen ölümden kurtulup taht-ı tahakkümünüzde kalacak olanlara karşı mezaliminiz büsbütün artacaktır. Zira Allah göstermesin bu muharebeden galip çıksanız tuğyanınız alabildiğine şiddetlenecek İslam’ın külliyen mahvına yürüyeceksiniz; mağlub çıktığınız takdirde caat edeceksiniz. O halde müslümanları harbe sevk etmekteki şeref ne olabilir? Sizce “İ’la-yı hürriyet...”in ma’nası bütün insaniyetin malına canına kasdetmek; hürriyet-i şahsiyyeyi kaldırmak; ahlakı bozmak; ibadullahı hayvanat-ı ehliyye gibi kullanmak; hayatı kendinize hasr etmek; başkalarına hakk-ı hayat namına bir şey vermemek gibi şimdiye kadar bütün dünyaya karşı irtikab ettiğiniz tarihen sabit olan şenaatlerinizde tamamıyla serbest kalmanız için hem sizin hem müttefiklerinizin eydi-i tecavüzünüzü kelimenin bütün ma’nasıyla mutlak bırakmak demektir. Evet siz bu hali beşeriyete karşı irtikabından sıkılmadığınız yalanlarda daima hürriyet şeklinde göstermek istersiniz. Nitekim bu muharebeyi onun için açtınız. Lakin beşeriyet bunun vahşetten başka bir şey olmadığını pek güzel anlamıştır. Hatta muhatabların da işi böylece bildikleri için sözlerini kemal-i nefretle dinliyorlar. Hezeyanlarını sükut ile geçiştirmeleri “Asileri te’dib...”e gelince bunun ma’nası Mağriblilerin üzerinize hücumlarından pek güzel anlaşılıyor! Orada mütevali inhizamata uğramakta olduğunuz buralara aks ediyor. Cenab-ı Hak ihvanımızı te’yid edecektir. ediyor. Bu sözün ne demek olduğunu Mağrib’le hem-hudud olan Cezayir’e doğru atılacak ilk nazar tamamıyla gösterir. Acaba Fransızlar orada Kitabullah’ı bıraktılar mı? Halbuki bir zamanlar onu kadın erkek bütün efrad-ı millet ezber ederlerdi. Acaba ulum-ı diniyyeden eser bıraktılar mı? Halbuki bir zamanlar şehirleri köyleri fıkhın ka’besi makamında idi. Acaba lisan-ı Kur’an olan lisan-ı Arap ile edebiyat-ı Arabiyyeden ahkam-ı şer’iyyeden bir şey bıraktılar mı? Heyhat! Şer’-i şerifi nesh ederek yerine bir yığın kavanin-i zalime ikame ettiler; bütün muamelat-ı müsliminde şeriati hiç nazar-ı iltifata almaz oldular; miras nikah mes’elelerine varıncaya kadar burunlarını sokmak kendi bildikleri gibi kanun vaz’ etmek retle? Ümmetin bütün tabakatı arasında fuhşu fısk u fücuru ta’mim etmek; evlatlarını te’dibe kalkışan babaların “Hürriyet-i şahsiyye masundur!” diye ellerini bağlamak suretiyle. Fil-hakıka dini muhafaza ediyorlar. Fakat nasıl? Etfal-i müslimini suret-i mahsusada açtıkları mekteplere cebren sevk etmek; sonra ma’sum zihinlerine bütün edyanın hurafattan ibaret olduğunu ba-husus din-i etmek usulüyle. Doğrusu şeairi-i dini muhafaza ediyorlar. Ancak hangi tarzda? Efrad-ı milleti çok zamanlar hacdan men’ eylemek ve Hicaz’a gideceklerin önüne namütenahi mevani’ dikmek kaidesiyle. El-hasıl bu vahşi milletin yaptıklarını ta’dada kalkışacak olsak hakkından gelemeyiz. Onun için işi herkesin bu babdaki ma’lumatına bırakacağız. lüyor. Halbuki Almanların müslümanlara dost oldukları ayn-ı hakıkattir. İşte bugün cihad-ı fi sebilillahı ikame onların hem bizim düşmanımız olup alem-i beşeriyyeti hususiyle cihan-ı İslamiyyet’i mahva uğraşan Fransızlara duruyorlar. Sonra Almanlar şimdiye kadar bilad-ı İslamiyyenin hiçbirine musallat olmadılar. İstemiş olsaydılar Mağrib’i istila ederdiler. Lakin etmediler ancak Mağrib’in rical-i hükumetini Fransız tuzağına düşerek hem kendilerini hem vatanlarını tehlikeye atacak vaz’ıyette gördükleri girişerek Kongo’yu aldılar ki bu muharebe o hesabı her tarafta tasfiye edecektir. Almanların hükumet-i Hilafet olan hükumet-i Osmaniyye ile el ele vermiş bütün alem-i İslam’ın rayet-i Muhammediyye altında sahib-i müslümanlar hakkındaki dostluklarına siyasetlerindeki “Almanlar müslümanların ma’bedlerini yıkıyorlarmış!” Eğer hatib muktedir ise bu hususta bir tane misal göstersin de hangi ma’bedin Almanlar tarafından yıkılmış olduğunu anlayalım. İşte Tanke müsta’meresi gözümüzün önünde duruyor ki ahalisi Almanları samim-i kalblerinden seviyorlar. Hatta İngilizlerin orada pek acı bir surette yedikleri son dayakta müslümanlar Almanlarla beraber idiler ki harbe iştirakleri hiçbir haber neticesi olmayıp sırf kendi arzuları saikasıyla idi. Şu vak’a iki ümmet arasındaki vifakı tamamıyla gösterir. nacak şeylerden değil! Artık sizin aleyhinize zulmünüzün bütün Mağrib’i istila etti. Memleketin artık vahşetinizden halas olmak zamanı geldi. Başınıza kıyametler koptu. Bunun önüne geçmek imkanı yoktur. Şu perişan sözlerin duruyor. Bütün yalanlarınız bütün hilekarlıklarınız meydana çıktı. Henüz çıkmayanları varsa yakında onlar da çıkacaktır. Zira yalanın ipi kısadır. Bugün sizin ve müttefiklerinizin yedi yüz elli bin askeriniz sade Almanların elinde esir. Avusturyalıların ve Devlet-i Osmaniyye’nin elindeki esirler bu hesaptan hariç. İki yüz elli milyon hektar araziniz hem en zengin araziniz Almanların elinde ma’denlerini fabrikalarını ahalisini kendi hesaplarına cında iken daha cihad fi sebilillah i’lan edildiği haberi cihan-ı İslam’ın her tarafına yayılmamış iken bu kadar muvaffakıyetler istihsal edildi. Ey hatib yapmış olduğun işin hülasası nedir biliyor musun? Rical-i siyasetten olduğun halde bu perişan sözlerinle milletinin vahşetini zaafını temsil etmekte Mağrib’deki hükumet-i askeriyyenize imtisal etmiş oldun! Evet o da tıpkı senin gibi yapmış o da hükumetinizin zaafını vahşetini olanca üryanlığıyla göstermek için her türlü esbab-ı müdafaadan mahrum biçare Mağriblilerin gözlerini oyarak kafalarını keserek taşların üzerine koydurmuş; bununla da iktifa etmeyerek fotoğrafilerini aldırıp ahali arasında neşr eylemiş idi. Kalbi acz içinde korku lecekleri tedbirler hep böyle şenaatlerdir. Bu resimlerden bir tanesini de ben kendi gözümle gördüm dehşetler karşı Allah kadar gayretli kimse olamaz. Öyle ise zalimler ne müdhiş bir akıbete uğrayacaklarını anlayacaklardır. Kıyamet elbette bagılerin başına kopacaktır.” Bu sabah Karadeniz Boğazı tarassut postalarımız tarafından görülen birkaç Rus sefine-i harbiyyesi karakol gemilerimize pek uzak mesafeden te’sirsiz birkaç mermi endaht etmiş ve ba’dehu sür’atle çekilmiştir. Mart: Rus filosu dün Karadeniz sahilinde Ereğli Kozlu ve Zonguldak mevakiine karşı iki binden ziyade mermi endaht ettiği halde ehemmiyetli bir hasarat ikaına muvaffak olamayarak şimal istikametinde çekilmiştir. Yalnız birkaç hane tahrib olmuş ve birkaç da mavna batmıştır. Bombardıman esnasında uçurdukları tayyareler ateşlerimizle tard edilmiştir. Dün gece düşmanın torpido ve torpil sefaini Çanakkale Boğazı’na girmeye çalışmışlar ise de bataryalarımızın ateşi ile püskürtülmüşlerdir. Dün bir deniz tayyaremiz Çanakkale Boğazı haricini dolaşan bir İngiliz harp gemisi üzerine bombalar atarak taarruz etmiştir. “Biraz da kahveye çıksak” demişti arkadaşım. O doğru söylemiş amma ben eğri anlamışım: Mahalle kahvesi nerden de geçti zihnimden? Bakılsa geçmemeliymiş bilir miyim onu ben? Mahalle kahvesi... Berlin... Münasebet mi dedin! Fakat rica ederim dinleyin inayet edin; Fakıriniz en açık bir söz olsa mecburum Kafamda bulduğum eşyayı aktarır dururum. Onun bir örneği geçmişse akıbet elime Derim ki: “Ha! Bu demekmiş o duyduğum kelime.” Otel denildi mi bilfarz o mu’teber kamus Ne söylüyor bakarım bir: Evet lügat me’nus; Kütükte mahlası han sinni la-ekal yetmiş; Zavallı ahir-i ömründe irtidad etmiş; Şu var ki mi’desi ilhadı etmemiş temsil; Ne müslüman ne frenk öyle bir vücud-ı sefil. Yıkanma yok tuvalet yok; yazın belinde çamur; Eteklerinden inerken kabuk tutar yağmur! Değil mi uçkuru sarkan bunakların bir eşi? Bakındı cumbaya bizar eder durur güneşi O nemli yorganı sallandırıp da pencereden! Yatak takımları şayan-ı merhamet cidden: Kadife haline geçmiş patiskadan yastık... Ne istihale geçirmiş hesab edin artık! Benek benek yayılıp kehle intıba’atı Benekli basmaya dönmüş o çarşafın suratı! Kırık sürahide bekler yosunlu bir mayi’ Ki derd-i cu’a gelir üç yemek kadar nafi’: Bir ekmeğin yeri dolmazmış olmadan iki su; Bunun beş ekmek olur belki bir kadeh dolusu. Şimendüfer deyiniz... Buldum işte örneğini: Üşenmeden çevirip nazenin tekerleğini –Yakınsa bindiğiniz noktadan eğer kasaba– Kader müsa’ade ettikçe işleyen araba. Samatya lordu müfettiş; Tatavla kontu müdir; Zavallı milletin efradı orta yerde esir! “Bilet mahalli” midir ismi pek de bilmiyorum Basık tavanlı rutubetli isli bir bodrum Ayakta esneyen avare yolcularla dolu. Biletçi nerde mi? Kumpanyanın o nazlı kulu Vera-yi perdeden etmez ki halka doğru nigah... Ne var telaş edecek? Beklesin ibadullah! Açıldı perde nihayet şu var ki cendereye Kısılmak istemiyorsan sokulma pencereye! Başmuharrir – Biletçi mösyö tren kaçta kalkacak acaba? – Ayağmı ezdin adam... Patlıyor musun ne zorun? – Vurursam ağzına!... – Yahu! Gürültünüz ne? Durun! – Yavaş be! – Çüş be! Gözün kör mü? – Pardon! – İllallah Nasıl ki çıktı şu pardon eşeklik oldu mubah! – Ne laftır ettiği Allahca söyleyin yakışır? – Uzatma! – Tut ki uzattım?.. – Herif de amma hışır! – Suç öldürende değildir ki derseler... – Hele bak! – Nedir ki bir de ki baktım? – Susun bela çıkacak! – Ufaklık olmalı! – Yok mösyö! – Yoksa git bozdur! – Dikilme nafile: Sinyör ne derse kanundur! – Tren kaçar a kuzum... – Haydi! Dinlemez ben laf! – Tren kaçar diyorum dinlemem diyor ne tuhaf! – Kızarsa ağzı bozuktur fena bi şey söyler; Bozarlar onluğu verdin mi koş da bozduruver! Tütüncü “on para az” der. Musibetin büyüğü: Herif simitçi ararken tren çalar düdüğü!.. Sokak deyin mesela... Şimdi baktığım lügate Müraca’at yine lazım mı? Lazım elbette. Evet o bir helezondur ki kutru altı karış; Ya tulü? Bilmiyorum her ne söylesem yanlış. Muvaffak olmanın imkanı yok ki tahmine: Biraz gidip dalıyor haydi evlerin birine! Zamane şi’rine benzer zemin-i tertibi; Zalam içinde mebadisi müntehası gibi. Peki! Ne yapmalı çarpılmak istemezsen eğer? Tekin değil mi nedir pek acaibimsi bu yer? Dilinde Besmele olsun elinde Sure-i Nur Kesende sade mühür... Kimse çarpamaz... Destur! Birinci hatve selamet... İkinci hatve tamam... Üçüncü hatveyi lakin düşünmeden atamam. Ne var mı? Ağzını açmış ki bir yaman uçurum Dalarsa “cub” diye insan çıkar mı bilmiyorum. Uzak dolaş! İyi lakin alındı bir tümsek Ne atlayanda kalır diz ne tırmananda bilek! Kenarca gitmeli öyleyse... İhtimali mi var? Sağında: Ağrısı tutmuş çıkık karınlı duvar; Solunda: Lastiğe sahip çıkan sakızlı çamur! Durundu çareyi buldum... Evet olur mu olur. Şu künbedin üzerinden beş altı taş sökerim; Bataksa al bu da batmaz deyip deyip ekerim. Demek Hazine-i Evkaf’a bir metin köprü Binası terkedeceksin... Uzatma haydi yürü! Vasiyyetim size ey zıplayıp geçen ahlaf: Sakın şu künbed-i feyyazı etmeyin israf. Günün birinde bataklık aşarsa köprümden; Emin olun size lazımdır öyle bir ma’den. Meal-i Şerifi Ümmetimden düşmanlarına karşı kesb-i kuvvet için mal ve zad ve rahil ücret alarak gazaya çıkanlar Musa aleyhisselamın validesi gibidirler ki hem çocuğunu emzirdi hem ücretini aldı. Bu hadis-i şerifi Ebu Davud Merasil’ inde ve Beyhakı ’de yine mürsel olarak Cübeyr bin Nufeyl-i Hadrami radıyallahu anhdan rivayeten tahric etmiştir. Meal-i Şerifi Ey Abdullah [bin] Amr! Eğer sen meydan-ı gazada sabır ve li-vechillah halisen muhlisen savaşırsan Allahu Teala seni kabrinden sabir ve muhtesib olarak çıkarır. Yok eğer riya ve iftihar için savaşırşan Allahu Teala seni kabrinden mürai ve mükasir olarak ba’s eder. Ey Amr’ın oğlu Abdullah! Her hangi hal üzere savaşır veya katl olunursan Allah seni o hal üzere ba’s eder. Bu hadis-i şerif Abdullah bin Amr radıyallahu anhdan mervi olarak Sünen-i Ebi Davud ile Hakim’in Müstedrek ’inde mezkurdur. Meal-i Şerifi Medine’de ardımızda kalmış nice kimseler vardır ki biz her hangi tepeye çıksak her hangi vadiye insek bizimle beraberdirler. Onları gelmekten alıkoyan özürleridir. Bu hadis-i şerifi Enes bin Malik radıyallahu anhdan Buhari rivayet ediyor. Birinci makalemiz layıkıyla tedkık edilince veliyyü’l-emrin mutlaka mevcud olan me’murlardan eslahını ta’yin etmesi icab ettiği anlaşılır. Şayet mevcud olan me’murlar içinde bu me’muriyete eslah olan bulunmazsa o vakit veliyyü’l-emr her mansıba göre efdal olanı intihab etmelidir. Bunu ictihad-ı tam ile yapar ve me’muriyeti hakkıyla ehli olana teslim eder ise emaneti yerine getirmiş vazifesini ifa etmiş ve nezd-i ilahideki mevkii adalet-şiar eimmenin mevki’-i magbutu olmuş olur. Fakat buna rağmen bazı işler bozulur ise “Allah’ın nevahisinden gücünüz yettiği kadar sakınınız.” “Allah hiçbir kimseye vüs’ünün fevkinde teklifte bulunmaz.” Yine cihad hakkında “Allah yolunda cihad et. Sen yalnız nefsinden mes’ulsün.” “Mü’minleri cihada teşvik eyle.” “Başkalarının hesabını sizden sormazlar; siz kendinize bakınız...” ayat-ı kerimesi mucebince vazifesini gücü yettiği kadar ifa eden tarik-ı hidayete salik olmuş olur. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz “Size bir emirde bulunduğumda gücünüz yettiği kadar ifa ediniz.” buyuruyorlar. Fakat hiç yoktan acz gösterilir yahud hıyanet irtikab edilir ise mürtekibi mutlaka ukubet edilmelidir. El-hasıl her halde bir me’muriyet için eslah olan mutlaka bilinmelidir. Çünkü idarenin iki esası vardır: Kuvvet Emanet. Kur’an-ı Kerim bu iki esası “Ücretle tuttuğunun en hayırlısı kavi ve emin olanıdır” ayet-i kerimesinde beyan buyuruyor. Kezalik aziz-i Mısır lisanından Hazret-i Yusuf aleyhisselama “Sen bugün bizim nezdimizde mekin ve eminsin” Hazret-i Cebrail’in vasfında da . buyuruyor. Her idareye göre kuvvet vardır. İdare-i harbiyyede kuvvet: Şecaat-i kalb tecrübe-didelik muhadaa yani plan çünkü harp hud’adır muharebenin her nev’inde kudret ve rüsuhtur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki “ Aleyhissalatü vesselam Efendimiz de “Ok atınız hayvana bininiz. Atıcılığınız bence biniciliğinizden daha hayırlıdır.” “Kim ok atmayı öğrenir de sonra unutursa bizden değildir.” buyuruyorlar. Beynennas hükmetmekte kuvvet: Kitap ve sünnetin delalet ettiği adaleti bilmek ahkamı icra etmeye muktedir olmaktır. Emanet ise Allah’tan korkmak paraya mukabil ayat-ı beyyinatını satmamak insanlardan korkmamakla kaimdir. Bu üç sıfat Cenab-ı Hakk’ın “İnsanlardan korkmayınız benden korkunuz.” ve “Benim ayetlerimi naçiz olan bedel mukabilinde satmayınız” ayet-i kerimesinde musarrahtır. Ferman-ı Sübhani vechile hüküm etmeyenler kafirdirler. Bundan dolayı aleyhissalatü vesselam Efendimiz buyurmuşlardır ki: “Kadilar üçtür; ki hakkı bilirken hilafında hüküm verir; onların makamı cehennemdir. Bazısı da cahil olduğu halde beynennas hakimlik yapar; bunun da cezası cehennemdir. Bir kısmı da hakkı bilir ve ona göre hüküm verir ki bunun makamı cennettir.” Bu hadis-i şerifi ehl-i sünen rivayet etmişlerdir. Kadi: Gerek halife gerek sultan gerek naib gerek vali gerek şeriat ile hükmetmeye me’mur olarak iki kişinin da’vasını fasl edenlere hatta çocukların yazıları hakkında hüküm verenlere denir. Aleyhissalatü vesselam Efendimizin ashabı böyle demişlerdir. Ma’na da zahirdir. Kuvvet ve emanet insanlarda nadiren birleşir. Bunun “Facirin tecellüdünden salihin zaafından sana sığınırım Allah’ım!” diye dua ederlerdi. Binaenaleyh mesalih-i ümmete eslahı ta’yin etmek icab eder. Şayet biri daha emin diğeri daha kavi iki adam bulunursa o maslahat Mesela idare-i harbiyyede facir olsa bile şeci’ ve kavi olan emin fakat aciz ve zaif olana takdim edilir. salih fakat zaif olsa hangisi gazaya me’mur edilir?” İmam hazretleri demişler ki: “Facir-i kavinin kuvveti müslümanlara fücuru da kendisinedir. Zaif-i salihin ise zaafı müslümanlara salahı kendisinedir. Binaenaleyh gazaya kavi facir me’mur edilir.” Aleyhissalatü vesselam Efendimiz “Allah bu dini facir bir adamla da bir rivayete göre dinden nasibi olmayan akvam ile de te’yid buyurur” buyurmuşlardır. Şayet kavi olmakla beraber facir de olmazsa o vakit kendisinin o işte yerini tutacak daha mütedeyyin daha salih bir zat bulunmadığı takdirde kumandanlığa onun ta’yini evladır. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz Halid bin el-Velid’i din-i İslamı kabul ettikten sonra muharebelerde emir nasb ederdi. Ve buyururlardı ki: “Halid Allah’ın müşrikler üzerine sell ettiği kılıçtır.” Halbuki Halid bazan aleyhissalatü vesselam Efendimizce hoşa gitmeyen şeyleri yapardı. Nitekim Halid aleyhissalatü vesselam Efendimiz tarafından Cezime’ye gönderildiğinde onları katl ve mallarını bir şüphe üzerine aldığı için aleyhissalatü vesselam Efendimiz ellerini semaya kaldırarak “Halid’in yaptığından sana beraet ederim Allah’ım!” diye dua buyurmuşlardır. Halid’in bu yaptığı caiz değildi maiyyetindeki zevattan bazıları buna i’tiraz etmişler idi. Hatta bunun üzerine aleyhissalatü vesselam Efendimiz de Cezime’ye diyet verdi ve mallarını tazmin etti. Fakat bununla beraber muharebe zamanında daima Halid’i kumandanlığa tercih buyururdu. Çünkü bazı harekatı birer suretle te’vil olunabilen Hazret-i Halid harb hususunda diğerlerinden liyakatli idi. Vakıa Ebu Zerr radıyallahu anh sıdk ve emanet nokta-i nazarından daha eslah idi. Fakat aleyhissalatü vesselam Efendimiz “Ya Eba Zerr! Seni zaif görüyorum. Bilirsin ki kendim için arzu ettiğim şeyi senin için de isterim. Sen ne iki kişi üzerine emir ol ne de mal-ı yetime mütevelli” buyururlardı. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz Eba Zerr’i zaafına binaen emir ve veli olmaktan nehy etti. Halbuki rivayet olunuyor ki aleyhissalatü vesselam Efendimiz “Bu yeşil kubbenin altında boz toprağın üstünde Ebu Zerr’den doğru sözlü kimse yoktur.” buyurmuşlardır. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz bir def’a Amr bin el-As’ın akrabasının gönlünü almak için müşarun-ileyhi kendisinden daha efdal olanlara tercihan emir nasb etti. Diğer bir def’a da babasının intikamını almak için oğlu Üsame bin Zeyd’i emir ta’yin buyurdu. Yani bir adam cud olduğu halde bir maslahat-ı raciha dolayısıyla onlara takdimen istihdam olunurdu. Aleyhissalatü vesselam Efendimizin halifesi Ebu Bekir es-sıddik radıyallahu anh hazretleri de Hazret-i Halid’i –Irak ve Şam fethindeki bazı hatalarına rağmen– ehl-i irtidad muharebelerinde kumandan nasb ederdi. Vakıa o hatalar kabil-i te’vil idi. Ancak bazıları Cenab-ı Sıddik’a Halid’in bu hataları ağraz-ı mahsusa neticesi olduğunu söylemişler ise de Ebu Bekir hazretleri yine onu azl etmeyerek yalnız itab ile iktifa buyurdu. Çünkü bekasındaki maslahat azlinden melhuz olan fesada müreccah dolduramayacaktı. Bir düstur-ı siyasidir ki en büyük veliyyü’l-emrin ahlakı mülayim ise ona siyaset edecek racül-i hükumetin ahlakı şiddetli olması icab eder. Nitekim ulü’l-emrin ahlakı şedid olursa naibinin mülayemet tarafdarı olması mukteza-yı maslahattır. Çünkü i’tidal ve muvazene ancak bu suretle muhafaza olunabilir. İşte bu dakıka-i siyasiyyeye riayeten Ebu Bekir hazretleri Halid’i Hazret-i Ömer de Ebu Ubeyde bin el-Cerrah’ı ta’yin etmeyi tercih ederdi. Çünkü Halid Ömer bin el-Hattab gibi şiddetli Ebu Ubeyde ise Ebu Bekir gibi halim idi. Her etti. Bu suretle her kim teadülü muhafaza ederse aleyhissalatü vesselam Efendimizin hulefasından olmuş olur. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz buyurdular ki: “Ben rahmet peygamberiyim ben cihad peygamberiyim” “Ben güle güle cihad ederim.” Aleyhissalatü vesselam Efendimizin ümmeti ise hal-i vasattadır. Kur’an-ı Kerim ümmet-i Muhammediyyeyi tavsifen: ve buyuruyor. humanın ikisi de mesalih-i ümmeti idarede kamil idiler. Aleyhissalatü vesselam Efendimizin zaman-ı hayatında birisinin mülayemeti diğerinin şiddeti muvazeneyi te’min etti. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz bu iki halife-i zi-şan haklarında “Benden sonra gelecek iki zata Ebu Bekir ve Ömer’e iktida ediniz!” buyurmuşlardır. Ebu Bekir es-Sıddik hazretleri ehl-i irtidad ile muharebe esnasında Hazret-i Ömer’in ve diğer sahabenin radıyallahu anhum ecmain şecaatine faik bir şecaat-i kalbiyye gösterdi. Mesalih-i ümmeti idarede muhafaza-i emval gibi emniyete mütevakkıf hususatta emin olan takdim edilir. Bunun gibi bütün mesalih-i ümmette daima eslah tercih edilir bir tanesi kifayet etmezse birden fazla ta’yin edilir. Mesalih-i şer’iyyede daha alim daha muttakı daha ehliyetli olanlar takdim edilir. Şayet biri daha alim diğeri daha muttakı ise ihtirasata muhalefet edeceği ve hükmünü ye düşmekten kurtulacak dakık hükümler verilmesi icab edecek yerlerde de daha alim olan takdim edilir. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz bir hadis-i şerifte buyurmuşlar ki: “Cenab-ı Hak şüphelerin vürudu anında hakıkate nüfuz eden nazarları; şehevat-ı nefsaniyyenin hücumu zamanında iradesine sahip olan akılları sever.” Eğer kadi kumandan yahud ahali tarafından te’yid-i tam ile müeyyed bulunuyorsa daha muttakı ve daha alim olanlar daha ehliyetli olanlara takdim edilirler. Ne vakit mesalih-i şer’iyye kadinin ilim ve takvasından ziyade kuvvetine ihtiyaç gösterirse o vakit ehliyeti olan takdim edilir. Çünkü alelıtlak kadinin alim adil ve muktedir olması lazım geldiği gibi bütün mesalih-i İslamiyyeyi ele alanların da böyle olması icab eder. Bu sıfatlardan birisi nakıs olunca derhal bozukluk başgösterir. Ehliyet ya şiddet ve terhib yahud ihsan ve tergıb iledir. Filhakıka her ikisi de lazımdır. Bazı ulemaya: “Şayet fasık bir alim ile dindar bir cahilden başka mesalih-i şer’iyyeye ta’yin edilecek adam bulunmazsa bunların hangisi takdim edilir?” diye sorulmuş. Cevaben: “Eğer fesadın çoğalmasından dolayı dindara ihtiyaç daha ziyade ise dindar olan takdim edilir. Fakat [da]’vaların inceliği ve haklarında lahık olan hükümlerin hafi olması dolayısıyla alime ihtiyaç çok ise alim olan takdim edilir.” demişler. Ekser-i ulema dindar olanı takdim ederler. Zira eimme veliyyü’l-emrin u mutlaka adil ve şehadete ehil olması lüzumunda müttefik oldukları halde ilim hususunda –yani veliyyü’l-emrin mutlaka müctehid olması mı icab eder yoksa mukallid olması caiz midir? Yahud eslah mevcut mu olmalıdır? Hakkında– ihtilaf etmişlerdir. Fakat her halde mümkün olduğu kadar –diğer bir yerde tafsilen beyan edileceği üzere üç kavle göre- efdalin ta’yin edilmesi icab eder. İndezzarure ehil olmayan eğer mevcud olanların eslahı ise ta’yini caizdir. Bununla beraber velayet ve emaret hususunda halkın müstağni olamayacakları şeyler tamamen ve kamilen mevcud oluncaya kadar ahvali ıslah etmeli. Nitekim zaruret halinde bulunan bir adam için kendisinden vüs’unün fevkınde fil-hal bir te’diye talep edilmediği halde yine borcunu ifaya çalışmak acz sebebiyle fariza-i cihad sakıt olduğu bir vakitte yine i’dad-ı kuvvetle cihada hazırlanmak vacibtir. Yalnız hac istitaati böyle değildir ki ademi halinde onu tahsil etmek vacib olmuyor; zira oradaki vücub ancak Ta bidayet-i harbde İngilizler Hindistan müslümanlarının hissiyat-ı diniyyelerini okşamak maksadıyla neşr ettikleri bir tebliğ-i resmide İslam’ın mukaddes ve muhterem beldelerine karşı hiçbir hareket-i harbiyyede bulunmayacaklarını makam-ı iftiharda zavallı Hindli dindaşlarımıza bildirerek onları iknaa çalıştı. Fil-vaki’ birkaç ay da bu suretle geçti. Lakin İ’tilaf-ı Müselles’in hezimetleri tevali edip durdu. Kahraman Heydenburg’un Ruslara Rusya’nın pek şiddetli teşebbüsat ve ısrarı üzerine İngiliz-Fransız Bahr-i Sefid donanmalarına havale olundu. Yirminci asır fenninin en metin ve dehhaş müteharrik kaleleriyle Darü’l-Hilafe kapısında muhasamata başladılar. büyük çaptaki toplarının kuvvetiyle iskat edeceklerine zahib olarak zafer şenliklerini İstanbul’da geçirmek üzere bulunduklarını efrada tefhim ediyorlar efrad ise viski gecelerin nuşin hayalatıyla sermest bulunuyorlardı. Gafil fazakar ve menfaatlerini iyi hesaplamakla iştihar eden nasıl oldu da bu hesapta yanıldılar?.. Boğazlar ve İzmir mağlubiyetinin te’siratı yalnız Britanya adalarına inhisar etmiyor. Bu müslüman muzafferiyetinin Hindli dindaşlarımız üzerinde husule getireceği memnuniyet-bahş te’sirat fevkaladedir. İslam dostunun! böyle daha birçok mağlubiyetlere duçar olmasını bütün müslümanlar Cenab-ı Hak’tan temenni etmektedirler. Böyle milyonlarca ma’sumların duaları elbette tır. Hindli dindaşlarımız İngiliz an’anat-ı siyasiyyesinin neticesi olarak bugün müdafaa-i nefs için bile en basit bir alet-i tedafüiyyeye malik bulunmadıkları elbette kariin-i kiramca ma’lumdur. Böyle olmakla beraber taraf taraf vuku’ bulmakta olan kıyamlar cidden şayan-ı takdirdir. Yakında inşaallah Afganistan ve Belucistan’ın yardımıyla başlarındaki esaret boyunduruğunu kırarak felah ve saadete mazhar olacaklardır. Müslümanlar için Ka’be-i Muazzama Mekke-i Mükerreme ne kadar muhterem ise makam-ı mualla-yı Hilafet-i İslamiyye de o kadar muhteremdir. Mukaddes resmisiyle beyan eden İngiltere sırası gelince hiçbir şey tanımıyor. İstanbul İngiliz nazariyesince İslam’ın muhterem biladı idadına dahil değil imiş! İngilizler koca herifler sözün söz olduğunu beyandan çekinmeyen İslam dostu! İngiltere işte bu suretle hareket ediyor. İngilizler müsterih olsunlar alem-i İslam onların dostluklarının ciddiyetini gerek Boğazlar gerek Hicaz sevahili bombardımanı Bu hafta zarfında şarktan alınan haberler pek itmi’nan-bahş ve memalik-i mezkurenin yakın zamanda anlaşılıyor. İngiltere’nin Hindistan’a yeni baştan İngiltere’den beyaz asker göndermeye fiilen teşebbüs eylemesi ve Hind vali-i umumisinin tensibiyle bilumum Hindistan’da distan’daki asayiş-i umuminin pek de matlub bir halde devam etmemekte olduğunu işrab ediyor. İngiltere matbuatının da Hind ahvali hakkındaki neşriyat ve mütalaatı ahvalin mucib-i endişe olduğunu göstermektedir. Surat Haydarabad Pencab ve Kalküta ile Karaçi şehirlerinde hemen her gün İngilizler aleyhinde harekat-ı intikam-cuyane mülkiyye ve askeriyyeye mensub pek çok İngilizlerin yerliler tarafından itlaf edildiği ajansların samiamıza isal ettikleri cümle-i havadistendir. Hindistan her türlü ihtilattan memnu’ ve ahalisinin amed-şüdü –daha doğrusu mahbus bir halde bulunmasaydılar– hariçle kesilmiş bulunmasaydı ihtimal ki daha ziyade hakayıka vakıf olurduk. Fakat muvasalat yolları tamamıyla İngilizler elinde bulunduğundan o diyar-ı baidede cereyan etmekte olan vekayiin mahiyyatından gereği gibi haber alamıyoruz. İngiltere’nin istibdad-ı medenisinden entrikalarından usanmış olan Hindistan ahalisinin bu sırada sakit kalamayacaklarını herkes bilir. Harb-i umuminin devamıyla İngilizlerin günden güne vuk u’bulan hezimetlerinden elbette Hindlilerin de istifade etmeye tarafdar bulundukları tabiidir. Çünkü larına sıkıca takmış olduğu kölelik boyunduruğunu kırmayı Hindliler her halde düşünüyorlar. Bunun için otuz senedir Hindistan’da gayet hafi surette çalışılıyor. Ahval-i hazıra ile İngiltere’nin istibdadı ahiren –şu son günlerde– vesenilerle müslümanlar arasında bir ittihad-ı hakıkı husule getirmiştir. İhtilafat-ı sabıka şimdilik bir tarafa atılmış yalnız Hindistan’ın iade-i istiklali ciheti taht-ı teemmül ve tefekküre alınmaktadır. Müstahberat-ı mahsusamıza nazaran İngilizler; pek yakınlarda Hindistan’daki müslümanları ikaz edip onlara menafi’-i hakıkiyyelerini öğreten ve yeni bir İslami ve siyasi cereyan icadına sebebiyet veren genç mütedeyyin müslümanları hapis ve tevkıf ederek; her türlü ihtilattan men’ eylemiştir. Şimdiye kadar bunlardan yalnız ikisinin ismini haber alabildik. Birisi Lahor’da yevmi intişar eden Zemindar gazetesinin sermuharriri Mevlevi Zafer Ali Han’dır. Müşarun-ileyh Balkan Muharebesi esnasında Osmanlı Hilal-i Ahmer Cem’iyetine ianat toplamakta büyük bir eser-i hamiyyet nefretlerini celb etmişti. Zafer Ali Han’ın İstanbul’a gelip Osmanlılarla ihtilatta bulunmasını İngiliz sefiri çekemeyerek hakkında pek fena raporlar Hind vali-i umumisine göndermişti. İkinci zat ise Aligarh Darülfünun’u me’zunlarından ve Hindistan’ın erbab-ı kaleminden Mevlevi Hasret Muhani’dir ki evvelce O rdu-yı Muallimi ceridesini neşr ettiği sırada İngilizler aleyhinde pek fena neşriyatta bulunup mahiyet-i zalimanelerini ahaliye tanıttırdığından muma-ileyhi iki sene kadar hapis cezasına mahkum etmişlerdi ki bu zulümlerini bu kere ikinci def’a olarak tatbika çalışmışlardır. Makam-ı mualla-yı Hilafet’e kalpleriyle bütün mevcudiyetleriyle çözülmez bir rabıta ile merbut bulunan Hind müslümanları taraf-ı celil-i Hilafet’ten İ’tilaf-ı Müselles aleyhinde neşr buyurdukları cihad fetvalarını haber aldıktan sonra –ki çoktan buna kesb-i vukuf etmişlerdir– rahat oturamayacakları kazaya-yı müsellemedendir. Baladaki esbaba binaen her halde Hindistan’da bizim hatır ve hayalimize gelmeyen pek azim ve müdhiş hadiseler yüz göstermiştir ki İngiltere hükumeti Avrupa’dan Bu sevkıyattan daha başka şeyler de istidlal edebiliyoruz. askerlere emniyet ve i’timad edememeleri keyfiyeti olsa gerektir. Anlaşılıyor ki yerli asakir hukuk-ı magsubelerini tizam ile kendi vatandaşlarına din kardeşlerine silah atmamaya ahd ü peyman etmişlerdir. İhtimal ki Hindistan’daki putperest nasyonalistler bugün şimendüferleri köprüleri ber-hava ederek telgraf tellerini de kesip münakalat ve muvasalatı keserek İngilizleri bulundukları yerlerde mahbus ve mevkuf bir halde bırakmışlardır. tabakadan– bir milyonu tecavüz etmiyor. Bu kadar az bir kemiyetle milyonluk azim kitleye karşı ne yapabilirler? Esasen Hindistan ahalisi beyninde münaferet ve ihtilaf hüküm-ferma olmasaydı İngiltere hakimiyetine çoktan hatime verilmiş olurdu. Fakat bu ana kadar birbirleri aleyhine tahrik ve teşvik sayesinde mevki’lerini bir dereceye kadar tahkim eyleyebilmişlerdi. Hindistan’da kopacak azim bir ihtilal neticesinde Hind duvarlarına hududu mülasık bulunan Afganistan hükumet-i İslamiyyesinin seyirci vaz’ıyeti almayacağı da ma’lumdur. Afganlılar asırlarca Hindistan’da icra-yı hakimiyyet edip oralarda el-an asar-ı saltanatları bakıdir. Böyle bir ihtilal neticesinde Afganistan her halde istifadeye teşebbüs edecek ve hiç olmazsa Pencap eyaletini Afganistan için bir sahil ve mahreç tedarik etmeye var kuvvetiyle çalışacaktır. Zaten bu keyfiyeti –yani mahreç tedarikini– emir-i sabık merhum Abdurrahman Han hazretleri kendi evladına haleflerine vasiyet etmiştir ki hal-i hazırdaki emir hazretlerinin yegane arzusu bu olsa gerektir. Hind hududunda yaşayan Afridilerin sık sık Pencap hududuna akın icra edip oradaki İngilizleri rahatsız etmeleri küçük ve ehemmiyetsiz bir vak’a sayılamaz. Bu harekatı biz Afganistan’ın harbe mail olduğuna açık bir delil telakkı ediyoruz. Hatta bu hücumları –Afridileri– Afgan askerinin pişdarları biliyoruz. mekte ve İran hükumetinin vaz’ıyet-i atiyyesini ta’yin eylemektedir. Şimdiki Müşirüddevle kabinesinin programı pek güzel ve müstesna bir şey olup efkar-ı umumiyye ile ve Rusya ile İngiltere’yi kızdırmaya sebebiyet vermiştir. Öyle olmasaydı Ruslar yeniden Enzeli’ye asker indirip tedabir-i tahaffuziyye ve ihtiyatiyyeye riayet etmezlerdi. Herhalde şu içinde bulunduğumuz ilkbahar bir ay sonra güzel ve rayihadar çiçekleriyle beraber biz müslümanlara birçok saadetler bahşedecek ve avn-i Hak’la bize parlak münevver bir ati te’min eyleyecektir. Biraz daha bekleyelim. Balkan refik-i muhteremimiz Yazıyor: “Cihad-ı ekber i’lan edildiğinden beri alem-i İslamla en ziyade alakadar hükumat-ı ecnebiyyenin bilhassa Rusya ve İngiltere’nin müracaat eyledikleri silah-ı müdafaa ne gibi şeyler olduğunu layıkıyla tedkık edecek olursak o büyük düşmanlar toptan tüfenkten hatta donanmalarından ziyade bir ümide merbutturlar. O da cihad-ı ekberin icab ve istilzam eyleyeceği vahdet-i ümmet gayesini nasıl söndürmek İslam’ı teşettüte düşürmek ezmine-i kadime an’anat-ı münderisesinde olduğu gibi İslam’ı ta kalbgahından vurmak siyasetine ma’tuftur. Onun için İslamiyet düşmanlarının şu planına yardım edecek her bir hata her hangi bir müslüman tarafından vaki’ ve sadır olursa tarih onu en büyük ve ebedi la’netlerine gark edecektir. Bu hata veya bu hıyanet nedir? Cihad-ı ekber gayesine darbe vuracak şahsi ve içtimai endişe veya ihtiraslara mağlubiyetten başka bir şey değildir. Birbirimize gücenebiliriz. Her müslümanın kendine göre binbir derdi ve elemi var. Tekmil bu dertler ve inkisarlar eşhasa münhasır kalmaz hayat-ı siyasiyye-i ümmete felaket darbeleri vuracak esasata sirayete bırakılırsa müsebbibleri tarih-i İslamın müdhiş mes’uliyet ve la’netlerinden tahlis-i giriban edemezler. Bugün ehl-i İslam için yalnız bir gaye olabilir; o da makam-ı Hilafet-i İslamiyye şevket ve satvet-i istiklaliyyesinin tahlis ve selameti! Böyle bir sevda-yı ulvi ve ruhani ile ittisaf eylemeyip de İslamın vahdet saçan iman ve ikanına karşı şer ve fitne ihdasına çalışan insanların müslüman değil mezardaki ölüleri yiyen canavardan farkı nedir? Cihad-ı ekber öyle ulvi tarihi bir hakıkattir ki onun her sure-i intibahı ümmet-i Muhammed’e vahdet her türlü enaniyet hissinden feragat ezanını okuyor. Bu ezan-ı Muhammedi’yi dinlemeyip hep yine kendi gaydalarını çalmak isteyen vicdanlar en ateşin en metin şer ve fitnelere istinad etseler encam-ı kar haib ve hasir kalırlar.” DIN IRK TEFRIKALARI! Tanin refik-ı muhteremimiz yazıyor: “Rusya Osmanlı devletini mahvetmek için büyük imparatorluk dahilinde çözülmeye başlayan ravabıtı büsbütün kırmak siyasetini kendisi için daha muvafık bulmuştu. Bu nokta-i nazardan hareket eden Moskof siyasiyyunu mesela Kırım’da istiklal meyillerini körüklemekle bütün başka bir usul ta’kıb eyliyordu: Ortodoksluk...” ŞUUN Donanmamızın dün Odesa körfezi civarında cevelanı esnasında tonluk Providant ve tonluk Vastochnaya Zvezda namındaki iki büyük Rus vapuru yüklü oldukları halde donanmamız tarafından batırılmış ve vapurların mürettebatı esir edilmiştir. Bu harekat esnasında Uçakov istihkamı civarında düşmanın torpil taharri gemilerini ta’kıben düşman sahiline doğru parak batmıştır. Bu vak’a Rusların Odesa ve Nikolayef limanlarıyla sahillerinin emr-i muhafazası zımnında döktükleri torpillerin kopup dağılmasından husule geldi. Mecidiye Kruvazörü mürettebatı civarda bulunan Osmanlı sefain-i harbiyyesi tarafından tahlis edilmiştir. Düşman sahilinde vazife-i mukaddese-i askeriyyesini ifa ederken gark olan bu sefine mürettebatının etvar ve harekatı her türlü medh ü sitayişe layıktır. Mezkur kruvazörde bulunan topların kamaları kamilen alınmış ve gemi düşman tarafından yüzdürülmesine meydan kalmamak üzere torpille parçalanmıştır. Bugün Çanakkale Boğazı’na yaklaşmak miştir. Bu gemileri himaye eden iki zırhlı uzaktan fasılalı ve te’sirsiz bir müddet ateş edip çekilmiştir. Dün Çanakkale Boğazı’na yaklaşmak isteyen düşman taharri gemilerinden biri bataryalarımızdan atılan mermi isabeti neticesi Kumkale açıklarında batmıştır. Dün ve bugün Çanakkale’ye karşı düşmanın ciddi bir teşebbüsü görülmemiştir. Evvelki gün medhal civarındaki bataryalarımıza karşı düşmanın iki zırhlısı tarafından endaht edilen üç yüzü mütecaviz mermilerin hiçbir te’siri olmadığı ve bilakis bataryalarımızın endahtından bir zırhlısı ile bir torpidosuna isabet vaki’ olduğu muhtelif rasadat neticesi tahakkuk etmiştir. Kafkas cephesinde: İşhan şarkında hudut yakınındaki ileri kıtaatımıza taarruz eden düşman on sekiz saat devam eden şiddetli müsademeden sonra hududun öte tarafına tard edilmiş ve düşman arazisinde Tavuskerd’in cenubunda Hosur ve Parakez civarındaki karyeler tarafımızdan işgal edilmiştir. Martın sekizinci günü bir İngiliz kruvazörünün Hicaz sahilinde Müveylih kasabasına bombardımanla asker çıkarmak hususundaki teşebbüsü men’ edilmesi üzerine ertesi günü işbu kruvazör tekrar mezkur kasabayı beş saat bombardıman ederek bilhassa hedef ve birkaç haneyi tahrib etmiştir. Düşman bombardıman esnasında filikaları ile karaya asker çıkarmaya çalışmış ve müsellah ahali-i mahalliyyenin mukabelesiyle düşmana telefat verdirilerek tard edilmiş ve bil-ahire kruvazör de çekilmiştir. Nüfusca zayiat yoktur. Yalnız bir deve yaralanmıştır. Halife-i zi-şan efendimiz hazretleri tarafından i’lan olunan cihadın Mısır’daki tezahürat ve tecelliyatı hakkında ahiren şehrimize gelen vatanperveran-ı ümmetten Doktor Nasr Ferid Bey ve rüfeka-yı mücahidesi pek şayan-ı memnuniyyet haberler getirmişlerdir: Cihad haberi ahali-i İslamiyye üzerinde büyük bir te’sir ve galeyan husule getirmiştir. Herkes bu hıtta-i mübareke-i bulacağına iman-ı tam ile mutmaindir. Bütün ihvan-ı din bu yevm-i saadeti dört gözle bekliyorlar. Hilafet ordusu Kanal’ı geçer geçmez onlarla birlikte hareket etmek üzere gizli gönüllü alayları tertib edilmiştir. Mısırlı askerlerle temas edilerek hakaik-ı ahval kendilerine anlatılmıştır. Hidiv-i kazibin sarayı ihrak edilmiştir. Hidiv-i kazibin müraiyane ve hainane nutukları İngiliz ordusuna gönüllü kaydı teşebbüsleri Mısırlı ihvan-ı din arasında kemal-i nefretle karşılanmıştır. Hilafet ordusunun mazhar-ı fevz ü nusret olması için bütün Mısır’daki ehl-i İslam dua ve niyazlarda bulunuyorlar. Hem bu dualarını yüksek sesle minberlerde icra etmekten bile çekinmiyorlar. Bu hususta ulema ve hutaba büyük bir celadet ve metanet gösteriyorlar. İngilizlere karşı durmak tevkıf edilmek nefy edilmek bugün Mısır’da büyük bir şeref addedilmektedir. Mısır ordusu hissiyat-ı dindarane ve vatanperveranesi dan i’lan olunan cihad-ı ekbere karşı perverde eylediği hiss-i itaat ve tebaiyyeti ile cidden bizi garik-ı sürur eyleyecek bir haldedir. İngilizlerin bu ordudan zerre kadar bir fayda bekleyemeyecekleri zaten zikr ve ityandan vareste bir hakıkattir. Sudan’daki Mısırlı zabitan da İngilizlere karşı kat’i bir vaz’-ı aleyhdarane almışlardır. Birçok mevaid ile bunları elde etmeye çalışan İngilizler haib ü hasir kalmışlar hiddet ve tehevvürden çıldıracak bir hale gelmişlerdir. toplanmış yetmiş bin kişiden ibarettir. Bunların elli bini Kanal’da yirmi bini de Senusilerin bulunduğu havalide tahşid olunmuştur. Bunların içinde Hindli müslüman askerler de vardır ki geçenlerde bunlardan beş bini Hilafet ordusuna karşı silah isti’malinden istinkaf etmişler ve bu sebeple putperestlerle aralarındaki şiddetli müsademe vaki’ olduğundan Fransa darülharbine gönderilmişlerdir. Osmaniyyeyi sokaklarda gezdirmekle ahaliyi korkutmak Üsera-yı İslamiyyeyi ahali-i Mısrıyye büyük i’zaz ve ikramlarla karşılamışlardır. Herkes yükses sesle: “Merhaba ey mebrur melekler...” diye Halife ordusunun askerlerini kucaklamak istiyerek hasret yaşları akıtmışlardır. Meğer otel o değilmiş; şimendüfer de keza... Sokak mı benzeyen az çok? Aman canım haşa! Meğer oteller olurmuş saray kadar ma’mur Adam girer de yaşarmış içinde mest-i huzur. Beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak... Nasib olursa eğer hiç düşünme yatmana bak! Sokakta kar yağadursun odanda fasl-ı bahar; Dışarda leyle-i yelda içerde nısf-ı nehar. Hıyat-ı nurunu temdid edip her avize Fezada nescediyor bir sabah-ı pakize; Havayı kızdırarak hissolunmayan bir ocak Gürül gürül akıyor çeşmeler temiz mi temiz; Soğuk da isteseniz var sıcak da isteseniz. Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten; Sanırsınız ki zemininde olmamış gezinen. Ne kehle var o mübarek döşekte hiç ne pire; Kaşınma hissi muattal bu i’tibara göre! Unuttum ismini bir sırnaşık böcek vardı; Çıkıp duvarlara “yastık budur” der atlardı; Ezince bir koku peyda olurdu çokça iti... Bilirsiniz a canım... Neydi? Neydi? Tahtabiti! O hemşehrim sanırım çoktan inmemiş buraya; Bucak bucak aradım olsa rast gelirdim ya! Şimendüfer de meğer başka türlü bir şeymiş: Hemen binip uçuyorsun... Aman bayıldığım iş! Mesafe kaydı mekan kaydı bilmiyor insan; Dakıkanın boyu sa’at ne ihtisar-ı zaman! Evet kucaklıyor eb’adı berk olup nagah Haritanın üzerinden nasıl geçerse nigah! Şehirlerin yapışık sanki hepsi birbirine: Tutup da pencereden fırlatılsa bir iğne Düşer ya “tık” diye her halde mevkıfin damına; Ya şehrin ismi olan levhanın gelir camına! Düdük sadasına hasret kalır işitmezsin. Bizimki durduğu yerden öter durur miskin! Kavurma zenbili yüklenmek i’tiyadı da yok... Nedir kağıttaki peynir mi? Açma koynuna sok... Lokanta keyfine amade istedikçe yanaş... Lisan da istemiyor: Bir işaret et anlaş. Yok öyle heybeye dirsek verip ımızganmak; Yataksa emre müheyya içerde... Hem ne yatak! Uzandığın gibi dünyadan insilah ederek Dolaş semaları artık düşünde yelyepelek! Sokak dedikleri neymiş? Feza-yı bi-payan Ki tayyedilmesinin yoktur ihtimali yayan. Demek vesait-i nakliyye namı tahtında Başmuharrir Havada yerde yerin çok zamanlar altında Uçup duran o havarık bir ihtiyac-ı şedid. Piyade harcı mı haşa bu imtidad-ı medid! Bakın nasıl da mücella ki: Ferş-i nevvarı Zemine indiriyor gökyüzünden envarı! Bu imtidadı nazar şöyle dursun isti’ab Öbür kenara geçerken düşer kalır bitab! Şu var ki düştüğü yerden çamurlanıp kalkmaz; Çamur bu beldede adet değil ne kış ne de yaz. Geçende haylice kar yağdı Berlin’in içine; Bıcık bıcık olacakken takır takırdı yine! Merak edip soruverdim “bırakmayız” dediler. – Bırakmayın güzel amma yağar durursa eğer? “Bırakmayız” sözü aynen tekerrür etmez mi! Evet bu sözde nümayan heriflerin azmi. Bizim diyara biraz kar düşünce zor kalkar. Mahalle halkı nihayet kalırsa pek muztar “Lodos duasına çıkmak gerek” denir çıkılır. Cenab-ı Hak da lodos gönderir fakat bıkılır: Çamur yığınları peyda olur ki mühliktir... “Aman don olsa” deriz... Şüphe yok temizliktir. Donun çözülmesi varmış düşünme artık onu: Yağar erir buz olur... Neyse yaz değil mi sonu? Kalenderin zifir olmuş su görmedik yakası... Bakıp da bir titiz insan demiş ki: – Kahrolası! Nedir o gömleğinin hali yok mu bir yıkamak? – Değil mi kirlenecektir sonunda? Keyfine bak! – Su kıtlığında değilsin ya hey müseyyib adam – Fakıriniz yapamam: Cenab-ı Hak bizi dünyaya durmayıp gömlek Sabunlayın diye göndermemiş bulunsa gerek! Hikaye bizleri te’yid için güzel düstur… Süpürge sohbeti bitmez ki bahs-i duradur. Sokak süpürmek için gelmedik ya bizler de! enbiya ve tarikat-i hukema tarik-ı sünni ve bid’i tarik-i bürhan ve tarik-ı vicdan bid’at-i dalalet ve bid’at-i gayr-ı dalalet. Müslümanlar arasında felsefe pek eskiden beri şüyu’ bulmuş bin tarihlerine kadar şanlı bir surette mevkiini muhafaza etmiş idi. Bin tarihlerinde Avrupa’da zuhur eden felsefe-i cedide müslümanlara intikal eylememiş olmakla yakın bir zamana kadar müslümanlar felsefe-i cedideye karşı yabancı kalmışlardır. El-yevm felsefe-i cedide memleketimize dahil olmuş ve medaris-i İslamiyye ve mekatib-i umumiyyemizde tedris olunmaya başlamış Bu gibi hadisat karşısında bulunanlar felsefenin şimdiye kadar müslümanlar elinde ne gibi safahat geçirdiğini müslümanlar arasında nasıl tetebbu’ ve telakkı olunduğunu ne gibi nazariyat-ı felsefiyyenin kabul veya ta’dil edildiğini hangi nazariyat-ı felsefiyyenin red ve cerh ve hangisinin kabul olunduğunu müslümanların ellerinde bulunan ilm-i kelam ile ilm-i tasavvufun felsefe derece-i te’sirini bu iki ilmin nasıl zuhur ve terakkı ettiğini felsefe-i cedidenin ehl-i İslam arasında nasıl telakkı ve tetebbu’ olunabileceğini mütefekkirin-i İslamiyyenin terakkıyat-ı fikriyyelerini Kadı Adudiddin el-Ici’nin ta’biri vechile müntemin ile’l-İslam olanların müslüman görünenlerin ne gibi efkar ve makasıd-ı mahsusa ta’kıb ettiklerini elbette bilmek isteyeceklerdir. Müslümanlık ile cidden alakadar olan bu gibi mesailin halline bugün ihtiyac-ı kat’i görülmekle mahza ihvan-ı dinimize bir hizmet maksadıyla bu babda tetebbuat-ı mahsusamızı sırasıyla enzar-ı kariine arz etmek istiyoruz. Ümid ederiz ki müslümanlar ba-husus ulema-i İslam hakkında deveran eden birçok efkar-ı fasidenin kalkmasına ulema-i İslamın terakkıyat-ı fikriyye melekat-ı felsefiyye mücahede-i ilmiyyeleri; ve taharri-i hak uğurunda ne kadar ta’b-ı fikride bulundukları hususunda ara-i saibenin yerleşmesine badi olacaktır. Nasın Mezahibe Göre Aksamı Nas mezahib ve diyanat i’tibarıyla bir takım aksama ayrılır: mez hakayık-ı eşyayı münkir olur ma’rifet-i yakıniyyeye kail olmaz bunlara göre ne ilim var ne iman! Sofistaiyye gibi. alem-i mahsusün ötesinde diğer bir alemin bulunduğuna kail olmaz. Bunlara göre esbab-ı ilm ancak histir ma-ba’de’t-tabiiyye yoktur. Felasife-i isbatiyye gibi. yanın bir illet-i ulası bulunduğuna kail olur fakat illet-i ulayı Cenab-ı Hak olarak kabul etmez. Cenab-ı Hakk’a bedel kuvvet madde ve saire kabul eder. Felasife-i maddiyyun gibi. kabul eder. Yalnız bir şeriati ahkam-ı şer’iyye ve hudud-ı şer’iyyeyi kabul etmez. İ’tikadlarınca alem için mebde’ ve maad sabit olunca kemal hasıl olur: İnsanın saadeti tinde olur. Tahsil-i saadet hususunda müstakil olan yegane akıldır. Felasife-i ilahiyyun gibi. Burada mesalik-i felasife hitam bulur. hem bir şeriati ahkam-ı şer’iyye ve hudud-ı şer’iyyeyi kabul eder ancak şeriat-i Muhammediyyeyi kabul etmez: Sabie Yehud Nasara gibi. Hakk’ı hem bir şeriati ahkam-ı şer’iyye ve hudud-ı şer’iyyeyi ayrıca şeriat-i mutahhara-i Muhammediyyeyi kabul eder: Ehl-i İslam gibi. Burada da mesalik-i ehl-i şeriat hitam bulur. Tarikat-i Enbiya ve Tarikat-i Hukema Tahsil-i metalib taharri-i hakayık tehzib-i ahlak hususlarında ta’bir-i ahar ile ilim ve dini taleb hususunda başlıca iki tarik vardır: Tarikat-i enbiya veya tarik-ı şer’i tarikat-i hukema veya tarik-ı felsefi. Anifen zikr olunan esnaf-ı sittenin süluk edecekleri tarik bu iki tarika müncer olur. Burada zikr olunacak tarikatler hatem-i şerayi’-i ahir-i menahic-i felsefiyye olan ilahiyyat tarikatidir. Tarikat-i enbiya veya tarik-ı şer’i – Tarik-ı şer’i hem hikmet-i nazariyyenin taharri eylediği hakkı hem hikmet-i ameliyyenin taharri eylediği hayrı akl-ı kamil ve re’y-i racih ile vahiy ve nakil ile tetebbu’ eylemek tarikıdır. Tarikat-i enbiyada hayır ciheti hak cihetine racih olur. Tarik-ı şer’i daha ziyade hayrı arar. Tarikat-i hukema veya tarik-ı felsefi. – Tarik-ı felsefi de hak ve hayrı ancak akl-ı kamil ve re’y-i racih ile taharri etmek tarikıdır. İ’tikadlarına göre akl-ı kamil ve re’y-i racih hak ve hayra vasıl olacağı cihetle vahye nakle hak ciheti hayır cihetine racih olur tarik-ı felsefi daha ziyade hakkı arar. Tarikat-i enbiyanın gayesi – Tarikat-i enbiya ile nizam-ı kevn hasıl olur onun üzerine mesalih-i amme takdir olunur. Böylece nizam-ı alem bakı kalır mesalih-i tı veya mesalih-i adideyi müştemil olmasın. Hudud-ı şer’iyyeden hiçbir had yoktur ki ya fesad-ı aklı ya fesad-ı hayatı ya fesad-ı nesli ya fesad-ı mali veya fesad-ı dini dafi’ olmasın. Tarikat-ı hukemanın gayesi – Tarikat-ı hukemaya süluk ile insan hakayık-ı eşyaya muttali’ olur böylece huluk-ı Tarik-ı Sünni ve Tarik-ı Bid’i Tarik-ı şer’i iki suretle telakkı olunmuştur: Tarik-ı sünni tarik-ı bid’i. Tarik-ı Sünni. – Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin getirdiği şeye nazar edillesiyle edille-i akliyye ve berahin-i yakıniyyeyi mutazammındır. Tarik-ı sünnide her halde Resul-i zi-şan Efendimiz hazretlerinin getirdiğini bilmek ve mucebiyle amel etmek lazımdır. Asıl tarik-ı şer’i budur. Ashab-ı güzinin ahbar-ı tabiinin eimme-i dinin eslaf-ı ümmetin tarikleri budur. Tarik-ı sünni iki tarika münkasim olur: Tarik-ı bürhan tarik-ı vicdan. Tarik-ı Bürhan: Nazar ve istidlale süluk ile ibadete dine tezkiye-i nefse lüzum görenlerin tarikıdır. Bu tarika süluk edenlere ehl-i enzar istidlaliyyun denir. Tarik-ı Vicdan: Mücahede ve muhasebe-i nefs ile beraber taallüme nazara Kur’an -ı mübin ve hadis-i Resul-i Rabbü’l-alemini tedebbüre lüzum görenlerin tarikıdır. Bu tarika süluk edenlere ubbad sufiyyun denir. Tarik-ı bid’i. – Mücerred nazar veya mücerred riyazat ve mücahede ile husul-i maksadı kafi görmek tarikıdır. Tarik-ı bid’i de iki tarika münkasim olur: Tarik-ı bürhan veya tarik-ı ehl-i kelam tarik-i vicdan veya tarik-ı ehl-i tasavvuf. Tarik-ı ehl-i kelam: “Mücerred nazar ile maksud hasıl olur. İbadete dine tezkiye-i nefse asla lüzum yoktur” diyenlerin süluk ettikleri tarikdır. Tarik-ı ehl-i tasavvuf: “Mücerred mücahede ve riyazat disi tedebbüre asla lüzum yoktur” diyenlerin süluk ettikleri tarikdır. Tarik-ı Bürhan Tarik-ı Vicdan Tarikat-i enbiya nazar ve bürhan veya mücahede ve vicdan i’tibariyle iki tarika münkasim olur: Tarik-ı bürhan tarik-ı vicdan. Tarik-ı bürhan ve tarik-ı vicdandan her birerleri de Tarik-ı sünni-i bürhan mucebince enbiya maharat-ı ukulü getirir yoksa muhalat-ı ukul[ü] getirmez: Enbiyanın getirdiği şey akla hayret verir enbiya aklen muhal olan şeyi getirmez. Akıl en kavi zahir nakil tevafıktır. Tarik-ı bid’i-i bürhan mucebince ibadete dine tezkiye-i nefse lüzum kalmıyor. Tarik-ı sünni-i vicdan mucebince mücahede ve riyazat lüzum vardır. Tarik-ı bid’i-i vicdan mucebince nazara Kur’an ve hadisi tedebbüre asla lüzum yoktur. Tarik-ı bid’i-i bürhanda hem fesad-ı ilm hem fesad-ı amel; i’tikadat-ı bid’iyye ve ibadat-ı bid’iyye; tarik-ı bid’i-i vicdanda fesad-ı amel ibadet-i bid’iyye vardır. Bid’at-i Dalalet ve Bid’at-i Gayr-ı Dalalet Bid’at lügatte ibtidaen olan şeye denir ıstılah-ı şer’de dinde muhdes olan şeydir ki sünnete mukabildir. Bid’at dalalettir. Bid’at-i dalalet: Kitabullah’a veya sünnet-i Resulullah’a veya ulema-i ümmetin istinbat ettiği sened-i sahiha muhalif olan bid’attir. Bid’at-i dalaletten bazısı daha hafif olur. Nitekim bid’at-i teşbih bid’at-i ta’tilden daha hafiftir. Maraz-ı ta’til maraz-ı teşbihten a’zamdır. Selef-i ümmet cehmiyeyi müşebbiheden daha çok zemmetmişler kuna benzer demek Cenab-ı Bari’nin sevmediğini sevmek vacib kılmadığını vacib kılmak haram kılmadığını haram kılmak ve saire gibi. Bid’at-i ameliyyede amel ile beraber amelin şer’a muhalif olduğunu i’tikad etmek şarttır. Yoksa bir kimse fi’l-i mücrimi haram i’tikad ederek işler ise o kimseye bid’at işlemiştir denmez. Müctehidinden ve selef ve halef-i ümmetten birçoğu bid’at olduğunu bilmeksizin bid’at işlemişler bid’at za’ifeyi ehadis-i sahiha zanneder yahud ayat-ı celileden kasd olunmayan bir ma’nayı anlar yahud bir mes’elede nas bulunduğu halde nas kendisine baliğ olmadığından naşi re’yiyle nassa muhalif olarak hükmeder. İşte bu gibi esbabdan naşi müctehid bid’at işler bid’at ile hükmeyler fakat ona zem terettüb eylemez. Dalalet: Haktan sapmak demektir. Bid’at-i dalalet: Bid’at-i şer’iyyedir usul-i şeriate muhalif olan bid’attir. Bid’at-ı Gayr-ı Dalalet: Kitabullah veya sünnet-i Resulüllah’a veya ulema-i ümmetin istinbat ettiği sened-i sahiha muhalif olmayan bid’attir. Bu bid’at bazı kere müsteceb olur: Minare bina etmek kitap tasnif etmek gibi. Bazı kere vacip olur: Firak-ı dallenin melahidenin mekaidini red için delail tertib etmek müdafaada bulunmak gibi. Ashab ve etba’-ı kiramdan bid’at-ı gayr-ı dalalet sadır olmuştur: Cem’-i Kur’an salat-ı teravihi mescidde cemaatle eda etmek müslimin için sikke basmak divan-ı devlet teşkil veliahd intihab etmek gibi. Hazret-i Ömer el-Faruk salat-ı teravihi mescidde cemaatle eda hakkında: Ni’meti’l-bid’a –Ne güzel bid’attir! demiş idi. Evail muhtac olmadığı halde evahirin muhtac olduğu şeyler kaffeten bida’-i hasene bida’-i makbuledir. Binaenaleyh alelıtlak her bid’at dalalet değildir. Atide beyan olunacağı vechile her bid’at-i dalalet de mucib-i ukubet değildir. Efendim Muhterem kari’lerinizden bir zat bana bir mektup göndermiş; şeriat-i İslamiyyenin gavamızına infaz-ı nazar edemeyen Kur’an -ı hakimin badi-i nüzulü olan makasıd-ı muazzamayı anlayamayan birtakım kimselerin son zamanlarda dillerine dolamakta oldukları bazı mesail hakkındaki mütalaatımı soruyor ve bu mütalaatın umumun nazar-ı ıttılaına vasıl olması için Sebilürreşad sahifeleri üzerinde görülmesi arzusunu ızhar ediyor. Ümid ederim ki mütalaatım muhterem mecellenizce mazhar-ı hüsn-i kabul olur. Mevzu’-ı bahs olan mesail şunlardan ibarettir: Kerim nedir: Meani midir elfaz mıdır? Yoksa ikisi birden midir? Kavmiyet ve Din Tarih ile sabit olduğu vechile İslamın zuhurunda Araplar asabiyetle ve ensab-ı mütemeyyize ile mecbul hud kavanin-i ictimaiyye haricinde bir hadise değildi. Belki nefislerini himaye hukuklarını müdafaa ıztırarından dolayı husule gelmiş bir emr-i tabii idi. Zira kendileri muntazam hükumetlerle idare edilen ve hariçteki milletlerin hücumuna karşı vesait-i mükemmele ile müdafaa olunan memalik-i mütemeddinede yaşamadıkları gibi erbab-ı ceraimi ta’kıb ve tecziye edecek; ümmetin mesalihini malını namusunu taarruzdan masun bulunduracak nizamat-ı dahiliyyeye malik hükumetleri de yok Binaenaleyh vesail-i müdafaadan kanundan nizamat-ı düveliyyeden mahrum olan bedevi ümmetlere mensub her cemaat için efradını birbirine rabt edecek bir rabıtaya sarılmak lüzumu netayic-i zaruriyyedendir. Zira mevcudiyetini muhafaza edecek menafiini müdafaaya muktedir olacak bir kitle halinde arz-ı vücud edebilmesi ancak bu suretle kabildir. İşte Arabın sarılmış ve istinad etmiş olduğu bu rabıta neseb ve sıhriyet rabıtalarıyla kabail arasındaki metin ittifaklar idi. Badiyelerde kabail-i Arab bu suretle imrar-ı hayat ediyorlardı. Lakin nizamat ve kavanin-i mahsusa ile idare olunan şehirlerle civarında sakin olanlara gelince bunların yukarıda zikr olunan asabiyete temessükleri evvelkiler derecesinde değil idi. Belki asabiyetin bu sonrakiler arasında ya unutulduğunu yahud unutulmak istenildiğini görüyoruz; ki bu da neseblerin ihtilatından ve mensub oldukları hükumetleri tarafından himaye ve müdafaa olunacaklarına i’timad etmelerinden ileri geliyordu. İşte bundan dolayıdır ki ehl-i badiyede görülmekte olan asabiyete şehir ahalisi Hicaz ahalisi nazar-ı dikkate alınırsa bu hal tamamıyla tecelli eder. Evet Hicazlılar Irak ve Şam ma’murelerinden uzakta yaşar şedid ve haşin adamlar oldukları ve nesebleri sarih ve sahih bulunduğu için asabiyete son derecede mütemessik idiler. Halbuki Lahm Cüzam Gassan Tay’ gibi Arap’tan gayrı akvam ile ihtilatta bulunanları nazar-ı dikkate alırsanız ne asabiyete ne de ensaba temessük etmediklerini görürsünüz. Bir haldeki aynı hanedana mensub eşhasın –guya aralarında karabet-i rahm rabıta-i neseb yokmuş gibi– birbirine düştükleri görülür. Halbuki Hicazlılar aralarındaki rabıta-i nesebe kemal-i şiddetle sarılmalarından dolayı bütün efrad-ı kabile arasında hukuka yahud münazaaya dair hemen de bir şey görülmez. din-i İslam ile ba’s olundukları zaman Arap bu halde idi. Acaba bu risalet-i Muhammediyye hamiyet-i cahiliyye ve asabiyet-i umyaya sarılmış olan ehl-i badiyyeye mi mahsus idi? Hatemü’l-enbiyanın getirmiş olduğu din din-i tevhiddir; bu dinin şiarı: Kıblenin tevhidi vasf-ı mümeyyizi: Ma’bud bil-hakkın tevhidi gayesi ise: Kulub-i beşeriyyetin tevhididir; ki aleyhissalatü vesselam Efendimiz bu din-i mübini bütün alem-i insaniyyete tebliğ ile mükelleftir. Bu hususta ahmer esved ebyaz esfar gibi levn ve ırk ihtilafatının asla hükmü cari değildir. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz evvel emirde etrafında bulunan a’rab ve kabaile ba’s buyurulmuştu. Bu a’rab ve kabailde asabiyet tamamıyla hüküm-ferma idi. Aralarında kan da’vaları münteşir ve emraz-ı ictimaiyye müstevli bir halde idi. Münakaşaya mahal yoktur ki bunlar iki sebepten dolayı insanların ıslah ve hidayete en ziyade muhtac olanları idi: Bir kere aleyhissalatü vesselam Efendimiz onların arasında ba’s buyurulmuştu. Saniyen uzakta bulunan akvamı dine da’vet için o da’veti te’yid edecek ve sahib-i da’veti ma’ruz kalacağı şedaid ve müşkilattan vikaye eyleyecek kuvvet ve müzaheret muktezi idi. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz kavmini İslam’a da’vete başladıkları zaman beyne’l-Arab kan ve intikam da’vaları bir halde idi ki yekdiğerine karşı adavet ve nefretten başka hiçbir his beslemeyen kalbleri ruhları birleştirmek hemen hemen muhal idi. Lakin Allahu Zülcelal Resul-i muhteremini bir taraftan kendi nusretiyle diğer taraftan mü’minin ile te’yid buyurdu. Yoksa aleyhissalatü vesselam Efendimiz arzın bütün hazainini infak etmiş olsaydı yine onların kalplerini birleştiremezdi. Yukarıda beyan ettiğimiz üzere asabiyet ilk evvel Araplar arasında kan dökmeyi men’ ahdi himaye hukuku muhafaza etmek için başlamıştı. Fakat cehalet bu cahil ümmetleri izmihlal ve inkıraz gayyalarına sürükledi. Çünkü asabiyeti kendilerini müdafaa ve himaye etmek ve kıtal için kullandılar. Bu suretle beynlerinde yüzlerce sene süren muharebeler hadis oldu. Neticede arzı i’mar edemedikten başka ne asayiş yüzü gördüler ne de hayatlarını ve haklarını muhafaza edebildiler. Vaktaki aleyhissalatü vesselam Efendimiz din-i hak ve tarik-ı hak ile ba’s buyuruldu; Araplar arasında ahkam-ı şeriati ikame eyledi; ve onların kafalarını biçen ruhlarını öldüren cem’iyetlerini perişan eden aralarındaki ravabıtı parçalayan asabiyet-i cahiliyyeyi kaldırdı; yerine uhuvvet-i İslamiyyeyi vaz’ etti. cahiliyye münteşir olan Araplar bu halde idiler. Lakin bunlardan maadasına yani medeniyetin te’siri altında kalan ve yurtlarında adat-ı medeniyye ve nizamat-ı idare kaim olanlara gelince bunlar da deminki ehl-i badiyeden daha mes’ud ve huzur ve asayişten daha fazla nasibedar değildiler. Çünkü fırka fırka ayrılarak bir kısmı Kisra’ya bir kısmı da Roma Kayserine tabi’ idiler. Vakıa bunların arasındaki asabiyet ötekilerin derecesinde değildi. Bununla beraber yine daimi garetlerden bitmez tükenmez muharebelerden geri kalmıyorlardı. Fakat bu garet ve muharebeler hiçbir vakit kendi mesalih-i milliyyelerini kendi hukuklarını müdafaa kendi harim-i namuslarını muhafaza maksadıyla ihtiyar edilmiyordu. Bilakis Romalılarla İranlıların arası açıldıkça Araplar ordularını tahşid ve teçhizatını ikmal ederek bu iki milletten hangisine mensub iseler güçleri yettiği kadar onun muavenetine şitaban oluyorlardı. Görülüyor ki bu kısım Araplar asabiyet ve hamiyet-i cahiliyyeye sarılmak hususunda Hicaz Araplarına muhalif bulundularsa da Roma ve İran hükümdarlarına ser-füru etmek ve onların her türlü evamirine ale’l-amya münkad olmak yani evamirleri infaz ederken musib yahud muhti olduklarını; bu hareketleriyle bir adl icra yahud bir zulüm irtikab ettiklerini asla düşünmezlerdi. Bu i’tibar ile bunların kendilerine doğru yolu gösterecek; aralarında lazıme-i insaf ve adaleti te’sis ravabıt-ı uhuvveti tahkim edecek olan bir hadi-i hakıkıye ihtiyaçları evvelkilerden yani ehl-i badiyeden az değildi. zi görüyoruz ki etrafındaki Arapları dine da’vet ettikten sonra Yemen Yemame Tihame Irak ahalisini tevhid ve miyyeyi te’sis etti. Bu suretle Arapların arasında birbirine karşı muhabbet merhamet şefkat hisleri icra-yı hükm etmeye kan ve intikam da’valarını unutturmaya başladı. Görülüyor ki Müslümanlık kavmiyeti yıkmak için açıktan açığa hücum etmedi. Lakin bu din-i mübinin esrarını teemmül ve kavanin-i ictimaiyye ve siyasiyyesini tefekkür eden bir nazar-ı hakim kemal-i vuzuhla görür ki Kur’an-ı Kerim kavmiyete açıktan açığa hücum etmemişse de bu mes’eleye karşı tamamıyla mütecahil davranmıştır; hatta Kur’an bu suretle kavmiyeti ta esasından söküp atmıştır dersek asla hata etmiş olmayız. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz gerek badiye-nişin olan gerek şehirlerde yaşayan Arapları hakka da’vet ettikten sonra hemen diğer müluk ve ümeraya mektuplar yazarak hey’etler göndererek; Gassanileri Münzirleri Beni Tayy’i ve emsalini tevhide ve bütün alem-i İslam arasında rabıta-i yegane olmasını istediği uhuvvet-i İslamiyyeye nasıl da’vet etmiş ise; Kisra’yı Roma İmparatoru’nu Necaşi’yi Mukavkıs’ı da öylece da’vet etti. Bundaki sır ve hikmet ise şudur: Fatır-ı Zülcelal’e ma’lumdur ki dünyevi rabıtalara sarılanlar gözettikleri ağraz-ı dünyeviyyeden dolayı nadiren husumet ve cidallerden fariğ olabilirler. Lakin hakkı der-piş ederek halka nazar edenler bütün insanların dest-i meşiyyette müsahhar olduklarını görürler. Bunun naleyh dinde ve taleb-i yakınde kendilerine yoldaş gördükleri evladına beslediği muhabbetten daha kuvvetli olur. Bu suretle aralarında karabet hatta uhuvvet teessüs eder daha doğrusu bir ruh bir ceset gibi olurlar. Bu babda en mühim şey mesalih-i ümmeti tedvire eslah olanı bilmektir. Bu ise emr-i velayetten maksat ne olduğunu ve maksada vüsul yollarını bilmek ile kabildir. Makasıd ve vesail ma’lum olunca her şey tamam olmuş olur. Bu sebepten dolayıdır ki ekser-i selatin makasıd-ı dünyeviyyeyi makasıd-ı diniyyeye takdim ettiklerinden mesalih-i ümmeti bu makasıdı tervic hususunda kendilerine muavenet edeceklere tevdi’ eder olmuşlar; riyaset talebinde bulunanlar da me’muriyetleri kendilerinin bu talebini is’afa taraftar olanlara vermişlerdir. Sünnet-i seniyye ise bu vechile idi ki: Cemaat-i müslimine namazda imamet eden salat-ı Cum’a’yı kıldıran hutbeleri okuyan kimseler harb kumandanları idiler ki bunlar sahib-i saltanatın asker üzerine naibleriydi. Nitekim aleyhissalatü vesselam Efendimiz Hazret-i Ebu Bekir’i namazda takdim ettiği için müşarun-ileyh müslümanlar tarafından kumandanlık ve saire gibi umurda da imamete başkalarına takdim edildi. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz muharebeye bir kumandan nasb buyurduklarında maiyyetine namaz kıldırmaya yine o kumandanı me’mur ederlerdi. Kezalik bir memlekete bir naib ta’yin buyurunca o zat cemaat-i müslimine imam olur hududullahı ikame eder ve bir harb kumandanının yapacağı bütün işleri icra eder idi. Attab bin Esid’i Mekke’ye; Osman bin Ebi’l-As’ı Taif’e; Ali’yi Muaz’ı Ebu Musa’yı Yemen’e; Amr bin Hazm’ı Necran’a naib ta’yin buyurduklarında hep böyle olmuştu. Hulefa-yı raşidin ye’nin bir kısmı dahi böyle yaptılar. Çünkü umur-ı diniyyenin en mühimmi namaz ile cihaddır. Bu sebepten dolayı ekser-i ehadis-i Nebeviyye namaz ile cihad hakkında varid olmuştur. Aleyhissalatü vesselam efendimiz bir hastayı ziyaret edince “Ya Rabbi şu kuluna şifa ihsan et ki namazında hazır bulunsun düşmanının hakkından gelsin.” derlerdi. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz Muaz’ı Yemen’e gönderdiklerinde: “Ey Muaz! Bence en mühim işin namazdır.” buyurmuşlardı. Hazret-i Ömer radıyallahu anh da valilerine gönderdikleri emirnamelerde “Benim nazarımda sizin en mühim işiniz namazdır. Zira her kim namazını kılar ve kılınmasını taht-ı te’mine alırsa dinini de muhafaza etmiş olur. Bu işte mübalatsızlık gösterenler ise başka işlerde daha ziyadesini gösterirler.” diye yazarlardı. Çünkü ta’lim-i Nebeviye göre “Namaz dinin direğidir.” Veliyyü’l-emr dinin direğini doğrultur ise işler yolunda gitmeye başlar. Zira namaz bir kere birçok ahlaksızlıklardan ve münkerattan nehy eder. Saniyen diğer taatın edasına da yardım eder. Cenab-ı Hak buyurur ki: El-hasıl mesalih-i müslimini ele almaktan matlub olan gaye evvela halkın dinini salah üzere bulundurmaktır. Çünkü halkın elinden din giderse hüsran-ı mübinden başka bir akıbetleri yoktur. Artık dünyada nail oldukları bütün ni’metler bi-sud kalır. Saniyen dinin medar-ı kıyam ve bakası olan umur-ı dünyeviyyelerini salah üzere bulundurmaktır ki bunlar da emvali müstahak olanlar beyninde taksim ile mücrimleri tecziyeden ibarettir. Gayrın hukukuna tecavüz etmeyen kimsenin hem dini hem dünyası ma’murdur. Hazret-i Ömer radıyallahu anh ahaliye: “Size valileri ancak Kitabullah’ı sünnet-i seniyye-i Nebeviyyeyi öğretmek ve dininizi ikame etmek için gönderiyorum” derlerdi. Fakat bir taraftan halk diğer taraftan ümera-yı hükumet bozulmaya başlayınca mesalih-i İslamiyye de haraba yüz tuttu. Binaenaleyh veliyyü’l-emr mümkün olduğu kadar halkın dinini dünyasını ıslaha çalışırsa zamanının en büyük adamı Allah yolunda cihad edenlerin en efdali olmuş olur. Aleyhissalatü vesselam Efendimizden rivayet olunduğuna göre “Emir-i adilin bir günü altmış sene ibadetten efdaldir.” İmam Ahmed’in Müsned’ inde kezalik aleyhissalatü vesselam Efendimizden şöyle rivayet olunuyor: “Allah’ın en sevgili kulu emir-i adil en mebğuz kulu da emir-i zalimdir.” Sahihayn’ da da Ebi Hureyre radıyallahu anhdan rivayet olunuyor ki: Aleyhissalatü vesselam Efendimiz “Zıll-i İlahiden başka barınacak bir zıl olmayan yevm-i kıyamette Cenab-ı Hak yedi kişiyi zıll-i Sübhanisine kabul eder ki bunlar da: Emir-i adil ibadet içinde büyüyen genç cami’den çıkınca tekrar gelinceye kadar kalbi oraya merbut olan müslüman muhabbetleri fillah olup birleşmeleri ve ayrılmaları daima bu uğurda olan iki arkadaş vahdet zamanlarında Allah’ı hatırlayarak gözleri yaşaran adam kibar ve güzel bir kadın tarafından vuku’ bulan teklif-i visali “Ben Rabbülalemin’den korkarım” diye red eden insan tasadduk ettiği zaman sol elinin verdiğini sağ eline duyurmayacak kadar gizleyen adamlardan Sahih-i Müslim’ de İyaz bin Hammad radıyallahu anhdan rivayet ediliyor ki aleyhissalatü vesselam Efendimiz “Ehl-i cennet üçtür: Sultan-ı adil akrabasına ve bütün müslümanlara rahim olan rakıku’l-kalb adam afif ve mutasaddık olan zengindir.” buyurmuşlardır. Sünen’ de aleyhissalatü vesselam Efendimizden rivayet olunduğuna göre: “Zekatı bi-hakkın cibayet edenler Allah yolunda cihad eden gibidir.” Cenab-ı Hak cihadı emr ederken buyurmuşlardır. Aleyhissalatü vesselam Efendimize “Ya Resulallah! Bir insan ya yiğitlik ya gazab yahud riya maksadıyla harb eder. Bunların hangisi Allah yolundadır?” diye sormuşlar. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz “Kelimetullah daha ali olsun diye harb edenin cihadı Allah yolundadır” buyurmuşlar. Bu hadis-i şerif Sahihayn’da mezkurdur. El-hasıl maksad dinin tamamen li-vechillah halis ve Kelimetullah’ın herşeyden ali olmasıdır. Kelimetullah Kitabullah’ın mutazammın olduğu kelimatın kaffesini cami’ bir isimdir. Cenab-ı Hak buyuruyorlar. Yani peygamberleri irsal etmek kütüb-i semaviyyeyi göndermekten maksad: Nasın hukukullahı ve hukuk-ı ibadı adl buyuruyorlar. Demek Kitap’tan udul ederek eğrilenler demir ile doğrulurlar. Bundan dolayı din-i mübinin kıvamı Mushaf-ı şerif ile kılıçtır. Cabir bin Abdillah radıyallahu anhümanın: “Aleyhissalatü vesselam Efendimiz Mushafı göstererek bunu terk edenleri kılıcını göstererek bununla vurmamızı emr ettiler” dediği rivayet ediliyor. Gaye böyle taayyün edince ona gittikçe daha yakın vesilelerle tevessül etmek icab eder. Veliyyü’l-emr mevcud adamları tefahhus ederek istihsal-i maksuda hangisi daha akreb ise onu ta’yin etmelidir. Mesela me’muriyet maslahat-ı İslamiyye sadece namaza imametten ibaret etti ise o takdim olunmalıdır. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz buyuruyorlar ki: “Cemaate Kitabullah’ı en iyi okuyan kimse imamet eder. Kıraatta müsavi iseler sünneti en çok bilenleri sünnetteki teki kıdemde de müsavi iseler en müsinn olanları tercih olunur. Bir de hiçbir kimse diğer kimseye o diğer kimsenin hüküm ve saltanatı cari olan yerde namazda izni olmadıkça tekaddüm etmesin. Kezalik sahib-i hane ve sahib-i makamın zatına has olan mahalle izni olmadıkça oturmasın.” Bu hadis-i şerifin muharrici Müslim’dir. Fakat iki kimse yekdiğere küfüv olur veyahud hangisi eslah olduğu mechul kalır ise aralarında kur’a çekilir. Nasıl ki Hazret-i Sa’d bin Ebi Vakkas Kadisiye günü ezan okumak için beynennas niza’ hadis olunca aleyhissalatü vesselam Efendimizin “Eğer insanlar ezan okumakta ve namazda saff-ı evvele geçmekteki fazileti bilip de buna nail olmak için de kur’adan başka çare bulamasaydılar mutlaka beynlerinde kur’a atarlardı.” Hadis-i şerifine mütabaat ederek kur’a çekti. El-hasıl takdim mes’elesini iş vazıh olunca Allah’ın emri mucebince hafi olduğunda da kur’a ile icra eder desindeki emanatı yerine getirmiş olur. Son zamanlarda Avrupa matbuatı sulh sözünü ikide birde ortaya sürüyorlar. Esasen bu fikir ilk önce Rusya sonra Fransa ve İngiltere’den teraşşuh etmiş; daha sonraları bi-taraf memleketler matbuatı tarafından uzun uzadıya mevzu’-ı bahs olmuştur. Rusya müttefikleri bulunan Fransa ve İngiltere’den para çekebilmek için onları sulh-ı münferid ile tehdide başlamış ve müteakıben on milyon liralık bir avans koparabilmişti. Fransa kendisi muhtac-ı himmet olduğundan ileride Rusya’ya muavenet-i maliyyede bulunamayacağını da Paris’te in’ikad eden maliye nazırlarının müzakeratı esnasında Rus murahhas-ı malisine ifham eylemişti. İngiltere ise Rusya’dan tarda para vermeyi vaad ederek işi pamuk ipliğine bağlamıştır. Rusya’da mevcud olan zehair herşeyden evvel kendisine elzem ve böyle bir zamanda harice sevki gayr-ı ma’kul olduğu gibi; yolların kapalı bulunmasından dolayı da gayr-ı mümkündür. Demek oluyor ki Rusya’dan zahire çıkamayacak; Fransa ve İngiltere’den de Rusya’ya Bu acı hakıkat bit-tabi’ Rusları –hususan sulh taraftarları olan erbab-ı hall ü akdi– ki Çariçe dahi o zümreye dahildir– düşündürmüştür. Rusya bu ana kadar milyonlarca telefat verdikten başka yüz binlerce askerini mütecaviz de esir vermiştir ki hiçbir muharebede Rusya bu kadar dehşetli bir surette mutazarrır olmamıştı. Fransızlar da öyle. Fakat İngiltere hükumeti müttefikleri kadar zarara girmemiştir. Bu hal kendisinin can u gönülden harbe iştirak etmek istemediğini isbat ediyor. Nitekim bidayet-i harbden beri sefain-i harbiyyesini içeride saklamış ve onları her türlü tehlikeden muhafaza eylemiştir. Binaenaleyh Rusya yanlış bir yola sapmış olduğunu ve beyhude yere fedakarlıkta devam ettiğini iyiden iyiye anladığı gibi İngiltere’nin de entrikasına iman ederek kendi başına Almanya olmuştur. Fransa’ya gelince o da Alman kuvvetlerini yarıp te’min-i muvaffakıyet edemeyeceğini anlamış olduğundan orada da sulh sözleri teşebbüsleri epeyce yol almıştır. Fransa’daki ihtilafat-ı efkar ve mesalik dahi bu maksadın husulüne yardım edecek olursa gerek Fransa’da ve gerek Rusya içinde dahili iğtişaşlar gürültüler hasıl olacağı bedihidir. Bunun için sulh arzularının menba’-ı hakıkısini İ’tilaf-ı Müselles memleketleri teşkil eyliyor. harbin devamını ve Almanya ile Avusturya-Macaristan’ı kaht beliyyesiyle tehdid etmek ister. Bu ise aylara değil senelere mütevakkıftır. Fransa ve Rusya harbin devamını kendi menfaatleriyle te’lif edemediklerinden işin biran evvel neticelenmesini diliyorlar. Hatta bunun için Amerika’ya vassut etmelerini taleb eylemişlerdir. Almanya ve Avusturya tarafından sulh için bu ana kadar bir taleb vuku’ bulmadığı gibi muvafık bir cevap da verilmemiş olduğuna bakılırsa her iki memleketin efkar-ı umumiyyesi harbin devamını istediklerine bahir bir delil teşkil ediyor. Bize gelince hamd olsun biz bu gibi lakırdıları işitmek bile istemiyoruz. Çünkü bütün hududlarda galib bir vaz’ıyetteyiz. Galibiyetimizin semeratını inşaallah bi-hakkın iktitaf edeceğiz. Cihad günden güne alem-i İslam’da te’siratını göstermektedir. İnşaallah yakında İran na intizar etmelidir. Binaenaleyh henüz sulh zamanından hayli uzaktayız. Düşmanın birkaç tarassud sefaini dün Çanakkale Boğazı haricinden medhal civarındaki bataryalarımıza yarım sa’at te’sirsiz ateş ettiler. Bataryalarımızın mukabil ateşinden düşmanın bir zırhlı ve bir torpidosuna mermi isabetleri görülmüştür. Dün bir kısım düşman filosu bir iş yapmış olmak için İnöz Dragodina iskelesine yirmi kadar mermi attıktan sonra iki filika derununda asker çıkarmaya teşebbüs etmiş ise de orada bulunan cüz’i kuvvetteki muhafızlarımız düşmanın tardına kafi gelmiştir. Düşman ba’dehu o civarda bir haneye bir iki mermi atıp çekildi. Hiçbir ziyan olmamıştır. Kafkas cephesinde ileri mevazi’de hafif müsademelerden başka mühim bir şey yoktur. Evvelki gün iki düşman kruvazörü Suriye sahilinde Gazze iskelesini ve civarını iki buçuk saat fasılalı bombardıman etmiş iskeleyi kısmen tahrib etmiş kasabaya düşen birkaç mermi hiçbir ziyanı mucib olmamıştır. – Biraz da kahveye çıksak demiştiniz... Nerde? – Dolaştırıp sizi bir parça galiba yordum. Uzak değil ma’amafih... – Yorulmadım sordum. – Şu dört yol ağzını tuttuk mu korkmayın... – A’la! – Gözüktü işte! – Aman nerde? Görmedim hala... – Görürsünüz hele bir parça yaklaşın yanına... – Bu kahve... Öyle mi? Yahu nedir bu? Vay canına! Bizim “Düyun-i Umumiyye”den de heybetli; Ne var ki öyle sevimsiz değil bunun şekli. – Bırak şu heykel-i iflası! Yok mu başka misal? – Bırakmadık mı? Fakat anlıyor mu istiskal? Demiş çocuk: “Baba artık ateh getirmişsin!” Hayasız oğluna biçare ihtiyar ne desin: “O kendi geldi ayol ben getirmedim yoksa!” Bu iş de tıpkı o... Kim “gel” demişti menhusa? Bırakmak isteyedur sen bırakmıyor ki seni... Nasıl! Ödünç alarak bol tutar mısın keseni? – Dalıp da milletin alam-ı bi-nihayesine Çevirme bahsi birader yılan hikayesine! Tenezzüh etmeye çıktık unutma... – Doğru evet! Bu kahve... Öyle mi? Lakin hakıkaten hayret! Feza içinde feza... Bir harim-i nuranur Ki asman-ı keriminde bin güneş manzur! Ne selsebil-i ziyadır önümde cuşa gelen. Ki ruh-i pak-i seherdir taşıp taşıp dökülen. Leyale karşı o tufan-ı fecri görmelisin: Huda bilir şaşırırsın donar kalır hissin! Neden böbürleneyim ben de öyle oldumdu; Ziyanın ölçüsü aklımda çünkü bir mumdu. Bizim hesab ile milyonlar oynuyor arada... Gözüm kamaştı bidayette döndü durdu başım; Rezil olurdum eğer olmasaydı arkadaşım. Ne bastığım yeri gördüm ne gittiğim tarafı; Nasıl yıkılmayabildim bu işte en tuhafı! Tuhaf değil düşüyorken yetişti iskemle; Genişçe bir nefes aldım çekip ilişmemle. Bakınmak istedim etrafa anladım pek zor: Başmuharrir Asılmış enseme hain kafam kımıldamıyor! Hayır! İnadının esbabı yok değil varmış; Ben anlamazmışım amma o çok şey anlarmış: Meğerse da’vet edermiş bizim fesin ibiği O yıldırım gibi enzarı bir siperden iyi! Kararı bende kılarmış yığınla berk-i nigah Uzak yakın nereden çaksa... Hem ma’azallah Zemine sarkamasaymış... Tutup da püskülümü; Tepemde kışlayacakmış... Görür müsün ölümü! Demek ki hiç daha fes girmemiş bu memlekete; Bizimkiler ne giyermiş? Külah mı? Elbette! Çenemle gömleğimin irtibatı bir aralık Çözülmesiyle kafam şöyle doğrulup azıcık Ne var ne yok diye etrafı etti istikşaf. Civarı yoklayadursun bizim alık keşşaf; – Biraz siperde otursak... Geçer miyiz o başa? – Neden? – Görülmeyi sevmem de... – Pek güzel gidelim! Benim de vahdete kesretten az değil meylim. Evet görünmeyerek halka pek deminki kadar Kolaydı şimdiki yerden muhite medd-i nazar. Fakat ziyada uçarken nasıl ki bir yarasa Gelen karaltıya dağ taş demez de çarparsa; Benim sinirli nigahım da çarpıp irkilecek Ne olsa “pat!” diye bir kerre... Hay alık kelebek! Çoluk çocuk kadın erkek... Hülasa bulduğuna Sataşmadan geri durmaz bakındı mecnuna! Meal-i Şerifi Mesruk radıyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunur: Ömer bin el-Hattab radıyallahu anhın yanında bir kere şühedadan bahis açıldı. Hazret-i Ömer hazır olanlara: “Şüheda kimlerdir dersiniz?” Hazırun: “Ya Emiralmü’minin şüheda şu gazalarda katl olunan kimselerdir.” cevabını verdiler. Bunun üzerine hazret-i Faruk: “Öyle ben ma’lumat vereyim. Şecaat ile korkaklık öyle bir takım ahlaktır ki Allahu Teala hazretleri onları kimde isterse yaratıyor. Ziyade şeci’ olan kimse kendisinin çoluğuna çocuğuna tekrar kavuşup kavuşmayacağını burasını hiç düşünmeyen kimseler uğurunda da fedakarlık edip cenk eder. Korkak ise karısını bile bırakıp kaçar. Şehide gelinyerine ce o bunların hiç birine benzemez kendisini hasbeten lillah feda eden kimsedir. Nitekim muhacir de Allahu Teala’nın nehy ettiğini terk eden müslüman da dilinden ve elinden müslümanlar selamette kalan kimse olduğu gibi. Bu hadis-i şerifi İbni Ebi Şeybe rivayet ediyor. Meal-i Şerifi Hak Teala sizi kıtal külfetinden azade kılacaktır. İşte o zaman da hiç biriniz oklarıyla oynayıp eğlenmekten bıkıp usanmasın. Bu hadis-i şerifin ravisi Ukbe bin Amir radıyallahu anh muharricleri İmam Ahmed bin Hanbel ile Müslim ’dir. Lazım-ı Mezheb Mezheb Değildir Bir kimsenin kavli diğer bir kavli müstelzim olur ise müstelzim olduğu o kavil kaile izafe olunur mu? Pek basit görünen şu mes’ele ilm-i celil-i şeriatte gayet mühim gayet elzem bir kaideye esas olmuştur. Kailin kavline melzum kavlinin müstelzim olduğu diğer bir kavle lazım denir. Kail bir kavli beyan ettikte onun lazımına bakılır: Lazım kailin ya ma’lumu veya meçhulü bulunur. Lazım kailin ma’lumu bulunur ise kail lazımı ya iltizam eder veya etmez. Lazım kailin ma’lumu olduğu surette: Lazımı iltizam ederse şüphe yok ki lazım kaile izafe olunur; melzum nasıl kailin kavli ise lazım da öylece kailin kavli olmuş olur. İltizam etmediği takdirde lazım kaile izafe olunmaz. Melzum kailin kavlidir mezhebidir; fakat lazım kailin kavli mezhebi değildir. Lazım kailin meçhulü bulunduğu halde: Lazım zahir olunca kailin lazımı iltizam edeceği bizce ma’lum olur ise lazımı kaile izafe etmek caizdir; fakat kailin iltizam etmeyeceği bizce ma’lum olursa o vakit lazımı kailine izafe etmek caiz değildir. Çünkü kail lazımın fesadını bilmiyor bildiği surette kabul etmiyor. Bu tafsile binaen “Lazım-ı mezheb mezheb değildir” kazıyyesi bir asıl oluyor. Levazım kail tarafından iltizam edilmedikçe veya iltizamı bizce ma’lum olmadıkça asla kailine izafe olunmaz. Lazım-ı mezhebi lazım-ı kavli bila-tahkık hemen sahib-i kavle sahib-i mezhebe izafe etmek doğru değildir. Zikr olunan da’va “Lüzum-ı küfr küfür değildir iltizam-ı küfr küfürdür” kaidesinin temelidir. Bu kaideye binaen: Bir kimsenin ağzından çıkan söz veya kabul ettiği re’y küfrü istilzam etse o kimse küfrü iltizam etmedikçe mezhebdir; lazım-ı mezheb mezheb değildir lüzum-ı küfr küfür değildir. Ancak küfrü iltizam ederse bila-şek ikfar olunur. Çünkü iltizam-ı küfr küfürdür lazım-ı mezhebi Kavaidi-i şer’iyye haricinde bir müslümanı ikfar etmek eser-i cehl ve taassubdur; şeriat-i mutahharamız cehl ve taassub şaibelerinden ve her türlü nekais emarelerinden müberra ve münezzehtir. Dalalet ve Gavayet Dalalet: Haktan sapmak gavayet azmak demektir; dal sapık gavi azgın olandır; dal hakkı bilmeyen gavi hakkı bilip de hilafını işleyendir; dal cahil gavi zalimdir ve gazab-ı ilahiye müstehaktır. Sure-i celile-i Fatiha’da gavi olanlara buyuruluyor. Cenab-ı Hakk’ın Kur’an -ı mübinde sena buyurduğu : Alim billah amil bi-emrillah olanlardır; amel ve ibadette basar ve fıkıhta kuvvet sahibi olanlardır; Cenab-ı Bari’nin enbiyaya sıddikıne şühedaya salihine müstakım: Hakkı bilmeyi ilm billahı basar ve fıkıhda kuvveti; hakkı işlemeyi amel bi-emrillahı amel ve ibadette kuvveti mutazammın olan bir tarik-ı vazıhtır; hayır ve salah ve saadet ve kemal tarikleridir; dalalet ve gavayetten külliyen beridir. Cenab-ı Hak Kur’an -ı Mübinde nazm-ı celili ile habib-i Rabb-i mennan Resul-i zi-şan sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerini hem dalaletten hem gavayetten tenzih ve tebrie ediyor. dalalet ve gavayetten beri olup daima tarik-ı hidayette bulunmaları için herhalde akl-ı kamile basar-ı nafize ihtiyaçları vardır. Eazım-ı eimme-i muhaddisinden Şeyhülislam el-Harrani’nin Kitabu’l-Akl ve’n-Nakl’ inde nakl ettiği ehadis-i şerifenin birinde şöyle buyuruluyor: Hadis-i şerif mucebince Cenab-ı Hak şübühat vürud ettiği zaman basar-ı nafizi şehevat hulul ettiği zaman akl-ı kamili seviyor. Şübühat ve şehevatın neticesi dalalet ve gavayettir. Cenab-ı Hak salatta mü’minine demeyi emrediyor. Dalalet-i İkab ve Dalalet-i Gayr-ı İkab Dalalet ve gavayet Kitap ve Sünnet’e muhalif olan ehl-i bid’atte bulunur. Sırat-ı müstakım üzere olan ehl-i sünnettte ne dalalet ne gavayet yoktur. Ancak dal olanın her halde ikaba müstahak olması lazım gelmez. Sünnet-i seniyyeye ittibaa muhalif olan ibtidaın ilk kapısı dinde bila-delil-i şer’i söz söylemektir. Bila-delil-i şer’i dinde söylenilen sözün bil-ahare sünnete muvafık olduğu tebeyyün etse bile yine kail kisve-i ibtidaı iktisa etmiş olur. Kitapta sünnette icma’-ı ümmette bir aslı bulunmayan akvalde hem hak hem batıl bulunabilir. Bid’at: Batıl-ı mahz yani bir cihetinde hak bulunmayan batıl olmaz eğer bid’at batıl-ı mahz olaydı nasa hakkı taleb eden zata nasıl hafi kalır idi? Bid’at: Hakk-ı mahz yani bir cihetinde batıl bulunmayan hak da olmaz sünnete de muvafık bulunmaz. Eğer bid’at hakk-ı mahz olsaydı sünnete muvafık bulunsaydı nasıl batıl olur idi? Bid’at batılı da hakkı da müştemildir bid’atte hak ile batıl yekdiğerine karışmıştır. Buna mebni mübtediin bir özrü olabilir. Tarik-ı haktan inhiraf etmiş olan mübtedi’ ya hak kasd eder hiçbir suretle taammüden Resul-i zi-şan Efendimiz hazretlerine muhalefet edemez; yahud nazm-ı celili mucebince dışı İslam hak kasd etmez belki fesad kasd eder; mübtedi’lerden evvelkisi muhti-i galit ikincisi müfsid ve mülhiddir. Buna mebni bid’at-i dalalet iki surette tezahür eder: Suret-i ulada mübtedi’ hakkı kasd eder fakat bulamaz bundan naşi ameli zayi’ olur maksudu yani rahmet ve sevabı fevt etmiş olur. Kendisine bir faide terettüb etmez. Şu kadar ki kaidesince mübtedi’ ma’zur ve ma’füv olur. Kendisine ikab terettüb etmez. ye’nin Mearicü’l-Vüsul nam kitabında tasrih ettiği vechile Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri bir cum’a hutbesinde buyuruyorlar da buyurmuyorlar. Çünkü hak kasd eden kimse hakkı fevt edebilir haktan sapabilir. Müctehidlerden birçoğu hakka isabet edememişler bulmadan aciz kaldıklarından naşi kendilerinden ikab sakıt oluyor; hatta bazı me’murün-bihi işlediklerinden dolayı ecre bile müstahak oluyorlar. Tabiin ve etba’-ı tabiin zamanında şayi’ olan ve eimme-i hadis ve fıkıhtan bulunan ehl-i bid’atin fırak-ı dalleden bir kısmının herhalde özürleri vardır. Mesela hıyar-ı Havaric’in asıl maksatları zahiren ve batınen Kur’an -ı mübine ittibadır; hıyar-ı Kaderiye’nin asıl maksatları emir ve nehye vaad ve vaide enbiyanın getirdiği şeye ta’zimdir asla muanede-i Resul sallallahu aleyhi ve sellem değildir. Bunlar her halde ma’zurdurlar. Ehl-i muhabbet-i Nebi gibi makasıd-ı hasene ta’kıb edip asla muanede-i Resul aleyhissalatü vesselam kasd etmedikleri halde mücerred kusur-ı nazarlarından naşi haktan sapmış olanları nazm-ı celili mucebince Cenab-ı erhamü’r-rahimin mağfiret eder onTirmizi lardan ikab sakıt olur bunları ta’zib kerem-i Bari’ye layık değildir. Suret-i saniyyede mübtedi’ hak kasd etmez fesad kasd eder makasıd-ı haseneye bedel ağraz-ı seyyi’e ta’kıb eder nifak ve ilhadda müteammid olur. Böyle olan ehl-i ibtida’ bila-şek derekesine göre ukubete müstahak olur. Bunlar hem dal hem gavidir gazab-ı Bari’ye Şayet yukarıdan beri söylemiş olduğumuz sözler kafi değilse o zaman Avrupa’da cereyan etmekte olan vekayi’den Avrupa eskiden beri birbirini vely eden muharebelere bitmek tükenmek bilmeyen akınlara sahne olmuştur ki bütün bunların esbabı sineleri dolduran kin ve buğz-ı mütekabilden başka bir şey değildi. Vakta ki alem-i İslam’a karşı harp açmak hususunda sözü bir ettiler; artık o sinelerdeki ateşler söndü o birbirine kin ve husumet besleyen kalbler birleşti. kendi kavmiyetini kendi müşahhasatını düşünmeye her fırka kendi menafi’-i dünyeviyye ve ağraz-ı maddiyyesini muhafaza ve te’min cihetlerini teemmül etmeye başladı; işte o zaman bunların aynı dine mensub olmaları faide vermediği gibi hepsinin Hazret-i Adem evladı olmasının hiçbir te’siri görülmedi. Belki her ümmet sesini yükseltmeye komşusu bulunan ümmete karşı tedabir-i tahaffuziyyeyi ittihaza daha doğrusu her ümmet kavmiyette kendisine müşarik olanlara müzahir olmaya başladı. Sonra onlarla birleşerek kavmiyet ve unsur i’tibariyle kendilerine muhalif olanlara ika’-ı zarardan asla geri durmaz oldu. Bu suretle her ümmet nefsinde korku hissetmeye ve diğer ümmetlerin şerrinden emin olmak için tedabir-i lazıme ittihaz eylemeye başladı. Hal bir müddet bu tarzda devam etti. Nihayet başlarına kıyamet koparak sulh ve sükun kapıları kapandı. Avrupa’da muharebe meydanlarında buğz ve husumet cehennemleri kaynamaya başladı. İşte bugün o dahiye-i uzma ortalığı kasıp kavuruyor ki yaktığı odunlar uhuvvet-i diniyyeyi bırakarak kavmiyet rabıtasına ve sırf maddi olan menafiin eteğine sarılan o nüfus-ı beşerdir. Avrupa’da unsuriyet tehlikeleri o kadar müdhiş bir şekil aldı ki bugün her ümmet karşısındakini nasıl yeryüzünden kaldıracağını düşünüyor. İşte Cerman ümmeti ma’ruz bulunuyor. Pekala! Bunların hepsinin de Mesihi ve aynı millete mensub olmaları ne faideyi mucib oldu? Bunlar kuluba merhamet ve muhabbet-i mütekabile hissini veren insanları teavün ve tenasura sevk eden vahdet-i diniyyeden yüz çevirerek kavmiyet ve hiddetlerine sarıldılar bu suretle alabildiğine parçalandılar. Bir de bunların şu suretle tefrikaya düşmelerine ve te’alim-i diniyyelerinden uzaklaşmalarına Hıristiyanlığın şuun-ı alakası olmaması sebep oldu. Binaenaleyh dinde bulamadıkları bu kavanin ve ahkamı başka menba’lardan aramaya başladılar. Bu suretle ümmetler arasındaki münasebetler gevşemeye dinin vücuda getirdiği rabıtalar çözülmeye yüz tuttu. Her ümmet servetiyle ticaretiyle san’atıyla mübahata koyuldu; kendisini ve efradını medhul bir kavmiyet suru dahilinde hapsetti. Gide gide bunların kavmiyete sarılmaları rabıta-i diniyyeyi parçalamaları min-tarafillah aralarında ikame olunan ravabıt-ı ki artık ervah-ı beşeriyyeyi istihkar etmekten en hasis menafi’-i dünyeviyye uğurunda yekdiğerinin üzerine atılmaktan geri durmaz oldular. İşte onlar şahsi kavmi garazları ve şeytani vesveseleri uğurunda şimdiye kadar topladıkları ve bir taraftan mütemadiyen toplamakta oldukları milyonlarca şebabı top ateşlerine dinamit volkanlarına sürüklüyorlar. Sonra da pare pare olmuş yüz binlerle cesetler havada uçtukça yahud o cehennemi mermilerin kazdığı uçurumların içinde kaynayıp gittikçe Öyle bir zaman olmuştu ki her ümmetin içinden bir taife çıkarak efrad-ı ümmeti kavmiyete sarılmaya da’vet ederdi. Hem de ne garibdir ki bunlar kendi zu’mlarını te’yid da’vetlerini tervic için tıpkı zamanımızda zuhur ederek tarihden nasibi olmayan ve Avrupalıların musab olduğu şu şikak ve iftiraktan ibret almayan bir takım kimselerin bugün bilad-ı İslamiyyede yapmak istedikleri aynı efkarı neşr ü ta’mim ederlerdi. Bizler tamamıyla eminiz ki ağraz ve hevesat-ı hazıralarına mağlub olmak ve bu gibi da’vetlerin tevlid edeceği netayici bilmemek yüzünden tutup da kavmiyete sarılmayı ve sair ebna-yı beşerden kat’-ı rabıta etmeyi mensub oldukları ümmetlere müstahsen göstermek isteyen o duat-ı kadime hayatta bulunsalardı da etmiş oldukları da’vetin avakıb-ı feciasını gözleriyle görmüş olsalardı ümmetlerini uhuvvet-i diniyyeye da’vet edenlerin en ilerisine geçerler ve hayatlarını kavmiyet tefrikasına karşı mücahedeye vakf ederlerdi. Kavanin-i fıtrıyye ve ictimaiyyeden bazıları ancak birçok asırlar birçok nesiller geçtikten sonra enzar-ı ibrette tecelli eder. Zira bunların içinde öyleleri vardır ki asarı gayet bati surette zahir olur. Pekala! Bütün Avrupa’yı Avrupa’nın milyonlarca evladını kasıp kavuran bu ateşe sevk etmiş olan o duat-ı kadime bu ibretten mahrum olmuşlarsa nesl-i hazır ricali için meydandaki asarı görmeyecek kadar mahrum-ı basiret olmak bu kadar müdhiş faciaları gafletle geçiştirmek caiz olur mu? Gerek Avrupa’daki muharebat-ı hazıra gerek münazaat-ı det-i diniyyeye mukarin olmadıkça hiçbir faide vermez. Bir taraftan İngiltere Fransa’yı diğer taraftan Almanya görürüz ki: Bütün bu devletleri Protestanlık Katoliklik Ortodoksluk gibi mezhep ihtilafıyla beraber Hıristiyanlık dini cem’ etmektedir; unsuriyet cihetinden ise bunlar İslav Latin Cermen’dirler. Eğer kavmiyet insanların yekdiğerini sevmeleri birbirine yardım etmeleri acımaları oldukları halde İngiltere ile Almanya yekdiğere karşı silaha sarılmamak bilakis her ikisi diğerlerine karşı müttehid ve müttefik bulunmak aralarında ayrı gayrı olmamak lazım gelirdi. Vahdet-i kavmiyyenin kendisine yapışanlara hiçbir faidesi olmadığını onlardan hiçbir fenalığı def’e yaramadığını delillere bakıp ibret-bin olmak lazım gelmez mi? İşte İngiltere hem İslavlarla hem Latinlerle birleşerek kavmiyette şeriki olanlara Almanlara karşı silahını çekiyor. Yine musafat ederek amca-zadesi sayılan İngilizlere karşı ebedü’l-abad kavmiyyenin bu iki kavim için faidesi ne olmuş oluyor? Kavaid-i ictimaiyye iktizasınca cinsiyet ve kavmiyete yapışmanın hemen hemen hiçbir yerde tahallüf edemeyecek netayic ve asarı vardır. Bu asarın en bariz ve en zaruriyyü’l-vücud olanı ise kavmiyetini iltizam edip cinsiyetine haris olan ümmetin umumiyeti i’tibarıyla kendisine ve dağınık olarak efradına raci’ olan ticaret sanaat felahat gibi menafi’-i maddiyyeye yapışmasıdır. Kavmiyete temessük elbette maddiyata temessükü istilzam; maddiyat ile buna teferru’ eden umur-ı iktisadiyyeye temessük de yekdiğere karşı nefsaniyet ve adaveti celb eder. Şüphesizdir ki umur-ı dünyaya müstenid olan nefsaniyet hurub ve garata müncer olacak husumetlere mücadelelere yol açar. ettiği bir kaide-i müsellemedir. Hatta daha ilerisine geçip diyebiliriz ki ümmet-i vahideye mensub olan tavaifin maddiyat ile maddiyata müteferri’ hususat-ı iktisadiyyeye temessükleri o ümmet-i vahidenin paralanmasına zaaf ve natüvaniye giriftar olmasına kifayet eder. Nitekim Almanya ile İngiltere bunun misalidir. Arab-ı cahiliyyede ettiği asabiyet ne ise bu iki kavim arasında da mesail-i Düşünülürse rabıta-i iktisadiyye ile Arap’ın asabiyet rabıtası beyninde müşabehet-i tamme vardır. Şu cihetten ki badiye Arap’ı yukarıda da söylediğimiz gibi kendi nefsini himaye ve meharim ve menafiini vikaye etmek mek üzere takım takım kalplerini birleştirecek ravabıt-ı nesebiyyeye ve bu ravabıtın fer’i olan dostluklara ittifaklara ehemmiyet verdiler. Evvelce söylediğimiz gibi onları bu cihete sevkeden şey mahza menfaatlerini himayeye hayatta muhtaç oldukları şeyleri müdafaaya emn ü rahat içinde yaşamak için selamet-i mevcudiyyetlerinin mütevakkıfün-aleyhi olan hususatı te’mine olan hırslarıdır. yet mes’elesidir.” Avrupalıların kitaplarını ve gazetelerini okuyanlar görürler ki mes’ele-i iktisaddiyye bunların fikirlerinde yerleşeliden beri aralarında devam eden iktisadi rekabetlerin kendi hayat ve mevcudiyetlerini muhafaza ğını suret-i mütemadiyyede ileri sürmektedirler. Binanaleyh aralarındaki husumet ve adavetin en şiddetli zamanı Madem ki daimi husumetlere mühlik garetlere sebep olduğundan dolayı asabiyet-i Arabiyyeye karşı muharebe etmek vacib olmuşidi; o halde bu gün akvam-ı medeniyye arasında icra-yı hükm eden asabiyet-i iktisadiyyenin nasibi de insanlar tarafından mebguz ukala ve hukemanın hücumuna ma’ruz olmak; ortadaki asarı da tealim-i diniyye hususıyle din-i İslam vasıtasıyla mahv edilmek Yukarıda kavmiyete sarılmak behemehal kavmin kendine has olan şuun-ı iktisadiyyesine hatta şuun-ı ictimaiyyesine de sarılmaya müeddi olacağını söylemiş ve bu babda el-yevm Avrupa’da cari olan şuun ve hadisatı misal olarak irad etmiştik. Şimdi biraz daha izahat vermek Alem-i İslam kavmiyet ihtilaflarının tevlid ettiği netayici az tecrübe etti. Buna da sebep şu idi ki müslümanlar bidayet-i neş’etlerinde kavmiyete ne sarılmıştı ne de kavmiyetin gösterdiği yolları ta’kıb etmişti. Bundan dolayı aralarında bilahare zuhur eden bütün münazaat mezheb sıbgalarıyla boyanmış ve esbab-ı şer’iyyeye isnad ettirilmiş idi ki her fırka tuttuğu esbabın sıhhatini kendisinin Kur’an -ı Hakim’i gönderen Fatır-ı Zülcelal mahlukatının tabayiini a’lem olduğundan dolayı biliyordu ki efrad arasında ki esbab-ı şikak ve menabi’-i muhasamat kalkmadıkça beşer için cem’iyet kabil değildir; kezalik biliyordu ki ümmetler kavmiyet ve neseb asabiyetlerine sarıldıkça sonunda kanlı muharebelerden kurtulamayacaklardır. Bunun için kulub-i müslimini öyle bir merkez-i vahdet etrafında toplamayı murad buyurdu ki bütün hutut-ı muvasala o merkeze müntehi olsun ve bütün hislerin bütün hareketlerin hayatı o merkezden nebean etsin. Eğer uhuvvet-i diniyyeden başka bir rabıtada hayır olaydı Cenab-ı Hak mü’min kulları için elbette onu ihtiyar eyler ve insaniyetin saadeti için göndermiş olduğu en hayırlı bir ümmete o rabıtaya sarılmakla emreylerdi. asırlarca yaşadıkları halde aralarında şikak ve tefrikadan eser görülmedi; ancak iddia eylediği bir mülkü yahud göz diktiği bir saltanatı ele geçirmek için hiyel-i şer’iyye ve te’vilat-ı batılaya tevessülle dinlerini baziçe edenler tarafından zuhura getirilen harekat bit-tabi’ müstesnadır. Tarih-i İslam’da tavaif-i müslimin beyninde menfaatleri mütebayin olan muhtelif kavmiyetler yüzünden münazaat çıktığı bilinmiyor. Zira onlarda bu kavmiyetlerin hiçbir izi yoktur. Bundan yalnız İran ile Devlet-i Osmaniyye arasında münazaat ve muharebat istisna edilebilirse de bunlar da ne kavmiyet ne mezhep boyasına boyanmış ihtilafat olmayıp ekseriya tarih-şinasların ma’lumu olan esbab-ı saireden neş’et etmiştir. Şurası da bedihidir ki Sultan Selim-i Evvel’e Sultan Gavri’nin muharebe esnasında helakinden sonra Suriye biladının fethini ve ümmet-i Mısrıyyenin Memluklerin Mısırlı olmayan askerleri istihdam ederek Sultan Selim’e mukavemet ve mukatelesinden kat’an-nazar itaatini teshil eden şey bugün ümem-i İslamiyye arasında ma’ruf olan kavmiyetin o tarihlerde mevcud olmaması idi. Kezalik o asırlarda Halife-i Abbas Mütevekkil Alallah’ın sultan-ı müşarun-ileyhe terk-i Hilafet etmesi ve kemal-i tıyb-i nefs ile münkad olması da o asırlarda kavmiyetin kulub-i ehl-i İslam’da temekkün etmemiş olmasından Şu bahsettiğimiz akvam cinsiyetlerine ve sair mümeyyizat-ı kavmiyyelerine yapışıp kalsaydılar acaba hal neye varırdı? Kari’lerimiz bu kavimler bil-cümle mümeyyizat-ı kavmiyye i’tibariyle kendilerine muhalif olan bir padişaha kemal-i ferah ve ibtihac ile ser-füru edeceklerdi gibi bir hayal-i hamma kapılabilirler mi? miyete sarılmak için varını yoğunu feda eden Avrupa gibi bir misal vardır. Acaba Avrupa akvamı içinde mahza dindaş olduğundan dolayı kendisini bir krala bir imparatora veya bir cumhuriyete teslime; hatta içlerinde kendine has olan kavmiyeti bırakıp da diğer bir millet mıdır? Sırp ile Bulgar’dan ibret alalım. Bunların hiçbiri umum İslavlar zümresine dahil olup bu muvaffakıyet-i ammenin za’im ve hamisi olan Rusya’ya iltihak için kendi erkan-ı istiklalini yıkmaya kendine has olan kavmiyetin asarını izaleye razi olur mu? Bütün Latin devletler hıristiyan ve Hıristiyanlığın yalnız bir mezhebine salik oldukları halde hangisi şerik-i cinsi olan diğer devletlere çarpan şey Avrupa ümmetlerinin kendilerine has birer kavmiyete intisab ettiklerinden ve taassub-ı kavminin diğerleriyle müşterek olan kavmiyet-i ammeyi bile unutturacak raddeye vardığından ibarettir. Sırplar Bulgarlar Karadağlılar Ruslar cins-i vahide mensub ve Islavlık kavmiyetine merbut oldukları halde hiçbiri bu kavmiyet-i ammede şerikleri olan diğer kavimlerin mesleğine dahil olmayı hatırına bile getirmez. Bilakis herbirinin gerek lügatin gerek bazı adatın tevlid ve tekvin ettiği kavmiyet-i mahsusalarına yapıştıklarını görüyoruz. Ne kavmiyet-i ammeleri bu milletleri kitle-i vahide haline getirebiliyor; ne de Hıristiyan dini bunları bir araya getirip tevhid edebiliyor. Çünkü Hıristiyan dininde mesail-i tevhid mefkuddur. Fransız İtalyan Romen İspanyol Portekiz kavimleri de böyledir. Aralarında kendilerine has kavmiyat-ı cüz’iyye mevcud olan bu ümmetlerin nicelerini gördük ki dahil oldukları kavmiyet-i amme onları yekdiğere karşı ika’-ı mazarrattan men’e kifayet etmemiştir. Bunların arasında kavmiyat-ı mahsusalarının istilzam ettiği taassub ve menafi’-i iktisadiyyelerine temessükteki ifrat sebebiyle aralarındaki muhabbet ve tenasur duyguları büsbütün gevşemiştir. Bu kavimler eğer din-i İslam’ı kabul edip de dahil olanların kalplerini yekdiğere nasıl bağlayıp onlardan husumetleri buğz ve adavet zulümlerini nasıl izale ettiğini fehm edeydiler birbirinden o kadar uzaklaşmaz hiçbiri diğerine emniyet edemeyecek derecede araları açılmazdı. Evet İslamı icad eden Zat-ı Ecell ü A’la her ne zaman bir ümmet içinde kabile veyahud ister umumi ister hususi kavmiyet asabiyeti zuhur ederse bu asabiyetin behemehal halkı birbirine katan münazaata milletleri mahveden muharebat-ı azimeye müncer olacak vechile başkalarına husumet ve elden geldiği kadar menafi’-i maddiyyeyi kendine hasra meyl etmeyi istilzam edeceğini bildiği için Resul-i Ekrem’i Muhammed bin Abdillah salavatullah ve selamuhu aleyh hazretlerine müslümanları birbirine kardeş etmeyi emretti. Ma’lum olduğu üzere Fahr-i Kainat Efendimizin risaleti bir ümmete yahud bir kavme has olup da diğer ümmet veya kavme şamil olmayan risaletlerden değildir. Binaenaleyh Evs ile Hazrec veya Muhacirin ile Ensar beyninde akd-i muahat buyurmaları aralarına nehb ü garet ateşleri işti’al etmiş ve asabiyet-i cahiliyye hüküm-ferma olmuş ümem-i Arabiyyeden olduklarından dolayı değil idi ve bu muahat ile Resul-i Ekrem sallalahu aleyhi ve sellem Efendimizin matmah-ı nazarı –öyle tevehhüm edildiği– İslam’a da’vet buyurduğu kavmiyetlerin muhafaza-i vücuduna kemal-i hırsından dolayı erkan-ı kavmiyyeti te’sis değil idi. İslam mahza daire-i münciyyesine dahil olan ümem ve akvamın kalblerini tevhid için gelmiştir. Müslüman olmakla beraber bir Acem’in Arab’a bir Berberi’nin Acem’e nasıl kardeş oluverdiğini tarih bize gösteriyor. Bunlardan biri İslam’a dahil olunca kendi cinsinden olmayan ihvan-ı müslimin saflarına katılıp kavmiyye i’tibariyle merbut olduğu kavme karşı muharebe etmekten pervası olmaz. Bu gibileri kendi hem-cinsleri ve ırkdaşlarıyla muharebeden cinsiyet ve kavmiyet alakaları hiç men’ edebilmiş midir? Eğer bu kavmiyet alakaları İslam’ın müslümanlar arasında vücuda getirdiği kardeşlik rabıtasından daha mu’teber olmuş olaydı hiçbir müslüman kendi ırkdaşına karşı sell-i seyf etmez; hatta hiçbir müslüman içlerinde babası kardeşi yakın akrabası olan akvam ile muharebe etmez; din-i tevhid yolunda elindeki kılıcı veya oku bu gibi yakın kimselerin göğsüne saplamakta pervasızlık göstermez idi. Din-i İslam’ın dağınık olan kabail-i Arab’ı bir araya getirmek için te’sis olunup kavmiyeti imha etmediğini hakkında cehalet olduğu gibi; bir müslümanın kavmine olan nisbetini din kardeşlerine olan nisbetine takdim etmesi dahi cehalet ve irfansızlıktır. “Diğer akvam arasında buğz u adavetin gittikçe tezayüd ettiğini görüp duruyoruz. O halde dinin onlara faidesi nedir?” diye bir i’tiraz varid olabilir. Buna cevaben deriz ki: Din-i İslam diğer dinler gibi değildir. Zira edyan-ı sairenin sulta-i ma’neviyyesi yalnız ervah üzerine olup maddiyat ile hiçbir alakaları yoktur. Binaenaleyh bu edyanın tealimi nüfusu tasfiye ve ahlakı tehzib edecek mevaiz ve nesayiha münhasır kalır. Yalnız bunun ise o dinlerle mütedeyyin olan efrad beynindeki alayıkı tevsika ve münasebatı takviyeye adem-i kifayeti ma’lumdur. Din-i İslam ise böyle değildir. Bu dinin Şari’-i Hakim’i –ki mahlukatının fıtratlarını tabayi’ ve ahlaklarını herkesten ziyade bilen O’dur– efrad ve akvamın hem şuun-ı maddiyye hem de şuun-ı ruhiyyede müşterek olmadıkça yekdiğere ittisal ve irtibat peyda etmeyeceğini bildiği için Kur’an-ı Kerim’i yalnız kısas emsal mevaiz ve nesayih-i ruhiyyeyi havi bir kitap halinde bırakmayıp hem ruhi hem ictimai hem de siyasi bir kitab-ı celil olmak üzere da ibadat muamelat ve ahlakça müşabehet-i azime ve bu müşabehet eseri olarak efrad ve cemaat-i İslamiyye beyninde Kur’an-ı Kerim’ce maksud olan te’sis-i ukde-i muvahat hakkında kalplerde şuur hasıl olmuştur. Kur’an-ı Kerim’i layıkıyle tetebbu’ ve esrar-ı şeriati tedkık etmeyenlerden bazılar enbiya-i kiram salavatullahi aleyhim hazeratının kendi kavimlerine “ya kavm!” lafzıyla hitab ettiklerine dair olan ayat-ı kerimeden bil-istidlal Kur’an’ın kavmiyeti men etmek şöyle dursun saireye benzemediğini ve hatemü’l-enbiya salavatullahi ve selamuhu aleyh Efendimiz hazretlerinin bi’set-i seniyyeleri kendi kavimlerine “ya kavm!” lafzıyla hitab eden peygamberan-ı izamın bi’setleri gibi hususi ve kasır olmadığını unutuyorlar. Fahr-i Kainat aleyhissalatü vesselam Efendimiz hazretlerinden evvel meb’us olan peygamberan-ı izamın bi’seti ekseriya kendi kavimlerine has bir bi’set idi. Nitekim Musa ile İsa aleyhimesselam Beni İsrail’e mürsel oldukları gibi Hud aleyhisselam kavm-i Ad’a Salih aleyhisselam da kavm-i Semud’a mürsel idiler. Hatta bir ümmetteki tavaif-i muhtelifenin müteaddid enbiyası olduğu da var idi. Şayed enbiya-yı salife içinde da’vet-i amme ile meb’us bir nebinin vücudu sabit olsa dahi bu umum mevkut ve mahdud olmak lazım gelir. Zira şerayi’-i ilahiyyenin lahıkı sabıkını nesh eder. Meğer ki tevhid-i Bari gibi ebeden sabit olan usulden ola. Zira bu gibi usul şerayi’-i semaviyyeden hiçbirinin ihtilaf edemeyeceği şeylerdendir. Muhammed bin Abdillah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin bi’seti ise her asırda ve her yerde bütün Beni Adem’e amm olan bir bi’settir. Bundan dolayıdır ki şeriat-i İslamiyye o dini kabul eden bil-cümle akvam beyninde ravabıt-ı saireyi unutturacak umumi bir kardeşlik vücuda getirmeyi en mühim makasıdı miyanına idhal etmiştir. Dün öğleden sonra bir düşman zırhlısının medhal hattından fasılalı ve te’sirsiz ateşi esnasında bataryalarımızdan atılan mermilerden dördünün isabeti üzerine zırhlıda iştial husule gelmiş ve der-akab Bozcaada Dün öğleden sonra Maarız Körfezi üstünde uçan bir düşman tayyaresi ateşlerimizle sakatlanarak Sazlı Liman önünde denize düşmüştür. Onu kurtarmak tamamıyla batırılmış ve bu sırada yaklaşan Amiral Nelson Zırhlısı’yla bir tayyare gemisine karşı endaht edilen mermiyatın isabeti üzerine zırhlı uzaklaşmış ve tayyare gemisi sakatlanan tayyareyi arkasında sürüyerek çekilmiştir. Bugün öğleden evvel E işaretli bir İngiliz tahtelbahri Çanakkale Boğazı’nda Karanlık Liman şarkında batırılmıştır. kişilik mürettebatından zabitle yirmi bir nefer kurtarılarak esir edildi. Bunlar miyanında Çanakkale viskonsolosu da zuhur etmiştir. Dün Çanakkale Boğazı’na yaklaşmak isteyen düşman torpidoları üzerine açılan ateşlerden iki düşman torpidosuna kat’i isabet vaki’ olmasıyla geri çekilmişlerdir. Bozcaada üzerinde keşif yapan tayyaremiz düşman sefaini üzerine muvaffakıyetle bombalar atmış ve düşmanın muhtelif cins ateşlerine rağmen tayyaremiz salimen avdet etmiştir. Evvelki gece düşmanın Çanakkale Boğazı’na girmek isteyen altı torpidosu miyanında dört torpil taharri gemisinin dahi bulunduğu ve bataryalarımızın ateşiyle kat’i isabet vaki’ olduğu bildirilen iki düşman gemisinin bu isabetler neticesi boğaz dahilinde tamamıyla battığı bilahare tahakkuk etmiştir. Yalnız karanlık hasebiyle batan gemilerin torpido ve torpil taharri gemileri olduğu anlaşılamamıştır. Demirhisar Torpido’muz Nisan’ın dördünde Adalar Denizi’nde Matino namındaki İngiliz nakliye vapuruna kemal-i muvaffakıyetle taarruz etmiştir. İngiltere Amiralliğinin i’tirafatına nazaran mezkur nakliye vapurundan yüz İngiliz neferi gark olmuştur. Bunu müteakıb Demirhisar Torpidosu İngiliz kruvazör ve torpido muhribleri tarafından Sakız’a kadar ta’kıb edilmiştir. Demirhisar düşman eline düşmemek için kendi mürettebatı tarafından ber-hava edilmiştir. Torpido mürettebatı Sakız Adası me’murini tarafından kemal-i samimiyetle kabul edilmiştir. Dün Rus filosu Ereğli ve Zonguldak mevakiini bombardıman etmiş ve birkaç yelken kayığı batırmaktan başka muvaffakıyet elde edemeyerek şimale uzaklaşmıştır. dud yakınında Milo civarında ileri müfrezelerimizle devam eden müsademat lehimize neticelenmiş ve düşman hudud üzerine tard edilmiştir. Suriye sahilinde daim dolaşan birkaç düşman gemisinin ara sıra bazı mevakıe karşı maksadsız ve te’sirsiz icra eyledikleri nöbet atışları vekayi’ sırasında zikre şayan görülmemektedir. varında müsademat vukua gelmiş ve kıtaatımız düşman haricine çekilmişlerdir. Sebilürreşad muharrirlerinden edib-i fazıl Tahirü’l-Mevlevi Beyefendi Darü’l-Hilafe medaris talebesine tedris ettirdikleri Tarih-i İslam’dan “Tabakat-ı Arab Hükumat-ı Arabiyye Ecdad-ı Peygamberi Asr-ı Saadet” bahislerini bit-telhis risale şeklinde tab’ ve neşretmişlerdir. Son derecede dikkat ve i’tina ile ve gayet revan bir üslub ile yazılmış olan bu eseri muhterem kari’lerimize ve bil-umum talebe-i uluma tavsiye etmeyi vecaibden addederiz. Merkez-i tevzii Sebilürreşad kütübhanesidir. Bedeli elli paradır taşra için yirmi para posta ücreti vardır. Önümde yükseliyor bi-nihaye levh-i cebin Ki cümlesinde okursun hayata karşı metin Bir i’timad-ı beliğin meal-i galibini. O i’timad ile millet bütün metalibini Bugün değilse yarın çare yok halas edecek; Mücahedeyle tevekkül... Ne kahraman meslek! Boşalmasıyla o esnada üç beş iskemle Oturdu karşıma bir kır sakallı ademle Rida-yı mateme girmiş felaket arkadaşı; Sevimli bir de küçük kız... Ya beş ya altı yaşı. Reis-i ailenin pek vak u r olan hüznü Güzide reng-i tecellüdle kaplıyor yüzünü. Kadın da öylece göstermek istiyor temkin; Sönük nazarları lakin büka kadar gam-kin! Zehirli bir düğüm olmuş dudaklarında keder Ki zorlamakla açılmaz... Çözerse girye çözer! Solunda erkeğinin ibtisam-ı cebrisi Sağında yavrusunun inşirah-ı fıtrisi Önünde namütenahi nazar-rüba safahat Enin-i ruhunu bir türlü etmiyor iskat. Görünmüş olmalı bir şey ki sonradan gözüne; Götürdü mendili biçare ansızın yüzüne. – Ne var hicab edecek bunda ey zavallı kadın! Değil mi bir anasın sen ölen de evladın? O haklı girye-i hicranı habse kalkışmak Huda bilir ki hatadır... Günaha girme bırak! Bırak meraret-i ruhun buram buram insin... Boşanmadan dinecek bir bela mıdır ye’sin? Seyirci farzediyorsan muhiti matemine; Yabancı hangi nazardır büka-yi mahremine? Nihayet arkadaşım var değil mi sonra da ben? Vebali boynuna olsun eğer bu zanda isen! Mesaibin ezeli aşinası varsa biziz: Cihanda bir günümüz geçmemiş felaketsiz! Sürura kalsa da bigane müslüman yüreği; Bilir te’essür-i ma’sum önünde inlemeyi. Onunla söyleşilir en acıklı hicranlar; Ki her figanı açık bir lisan kadar anlar. O halde anlaşarak paylaşın melalinizi; Senin nedir bakalım gizli gizli feryadın? Evet boyunca beraber yetişmiş evladın Bahar-ı feyz-i hayatında paymal olarak Fidan-ı vücudunu yutmuş yabancı bir toprak; Başmuharrir Ki nerde belli değil... Bilmek istesen de muhal. Olanca yadı bugün bir çamurlu kanlı hayal! O yadı ruhuna gömdün ki bir vazifendir. “Unut!” demek açılan kabri görmemektendir. Hayır demem... Bilirim pek vefalıdır o mezar. Fakat düşün: Niye oğlun hayatı istihkar Edip de böyle perişan bıraktı annesini? Evet yaşatmak için ümmehatın akdesini “Feda-yı can edeceksin!” demiş “vatan” hissi... Demek heder değil oğlun vatan fedaisi. Bilir misin ne kadar anne var bugün yasta Tunus’ta sonra Cezayir’de sonra Kafkas’ta? Götür de kalbine bir kerre ey kadın elini; Düşün zavallıların sernüvişt-i erzelini! Ne ibtila! Ne musibet! Cihan cihan olalı Bu ızdırabı eminim ki çekmiş olmamalı! Hesaba katmıyorum şimdilik bizim yakada Sönen ocakları; lakin zavallı Afrika’da Yüz elli bin kadının tütmüyor bugün bacası: Ne körpe oğlu denilmiş ne ihtiyar kocası; Tutup tutup getirilmiş –Fransız askerine Siperlik etmek için– saff-ı harbin önlerine. O ümmehatı o zevcatı bir düşünmelisin: Kimin hesabına ölmüş desin de inlemesin Anarken oğlunu biçare yahud erkeğini? “Kimin hesabına?...” Bir söz ki parçalar beyini! Bakınca kasdolunan gayenin şena’atine Ne olsa çıldırır insan işin feca’atine. Ne milletin şerefiyçin ne kendi şanın için; Feda-yı can edeceksin aduvv-i canın için! Geber ki sen: Baba yurdun harim-i namusun Yabancı ökçeler altında çiğnenip dursun! Gebermek istemiyorsun değil mi? Bak ne olur: Rehin bıraktığın efrad-ı ailen tutulur Birer birer ezilir. Hem nasıl vesaitle Ki havsalan tutuşur halim olsa tahlile! Kur’an-ı Kerim’in kavmiyet ve sair asabiyetlere i’tibar etmediğine delil şudur ki Kur’an-ı Kerim’de rusül-i kiramın meb’us oldukları akvama olan hitabları bize hikaye buyurulduğu zaman daima “ya kavm!” yahud “ya kavmina!” gibi ibarelerle beyan olunduğu halde; Fahr-i Kainat Efendimiz hazretlerinin meb’us oldukları akvama hitabları hikaye buyurulurken bunların kaffesi “mü’minin” veya “nas” ta’birine idhal edilerek “ya eyyühe’n-nas” yahud “ya eyyühe’l-lezine amenu” buyuruluyor ki bununla İslamiyet Hak Tealanın bütün beşer arasında te’sis ve ikame buyurduğu şu rabıta-i insaniyyeyi mütesaviyyede gözetecek bir kavmiyet-i diniyye vücuda getirmiştir. Acaba Kur’an -ı Hakimin bundan maksadı insanları muhtelif fırkalara birbirini tanımaz ümmetlere ayıran hususi ve cüz’i kavmiyetlere karşı i’lan-ı harb değil de nedir? Bir kere ayet-i kerimesini tedebbür edelim de bakalım. Bu kavl-i kerimin ma’nası avalim-i beşeriyyeyi ta ahd-i Adem’den beri Hak Tealanın aralarında icad ettiği neseb ve insaniyet bağlarını düşünmeye da’vet etmek yekdiğere karşı nefret ve adavet besleyen bunca limeyi getirmek ta ruz-ı kıyamete kadar aralarında müşkilatı ve buğz u adaveti eksik etmeyecek olan şehevat-ı maddiyye ile heva ve heveslerine tebean işledikleri cinayetten dolayı kendilerini takri’ ve tevbih etmek değil de nedir? Bu tasvir ettiğimiz hal ayet-i kerimesinin mısdakıdır. İlk ayetten anlaşılan şudur: Hak Teala celle şanuhu hazretleri avalim-i insaniyyeyi bir erkek ile bir kadından yaratıp aralarında neseb ve sıhrıyet rabıtasını öyle kavi bir surette te’sis buyurmuştur ki insanlar bunu tezekkür edip düşünmeye haris olsalar mücerred bu tefekkür ve tezekkür sayesinde yekdiğere yabancı olmak şöyle dursun tanışmak lazım geldiğini anlasınlar diye Hak Tealanın bunu takdir buyurmuş olduğunu mertebelerini yekdiğere karşı karabet derecelerini idrak edeydiler behemehal birbirine acır merhamet ederler; yekdiğerinin yardımına koşarlar; şu gördüğümüz derecede mühlik ihtilafata düşmezler; icad ettikleri kavmiyat mazlardı. Sıhriyet münasebetlerini ve karabet-i nesebiyye rabıtalarını akla getirmenin sır ve faidesini tarih bilenlar takdir ederler. Bu babda Amerika istiklal muharebesini misal olarak irad edelim. Amerika hükumat-ı müttehidesi ahalisi miyanında ırk-ı galibin İngiliz olduğu ma’lumdur. Amerikalılar müstakil olmayı kurup da İngiliz ordularını suret-i kat’ıyyede mağlub edince o zamanki İngiltere kralı muharib ordulara imdad gönderilerek İngiltere hükmünün mümkün ve gayr-ı mümkün vesait ile ikinci def’a olarak berr-i cedidde ikame ve te’sisini emreylemişti. Ancak Lordlar Kamarası toplanıp o zamanın başvekili olan Wilyam Pit mevkı’-i hitaba geçerek: “Akrabalarımız ve amca-zadelerimizle muharebe ettiğimiz artık yetmez mi? Onları bırakıp bizim yabancımız olan asıl düşmanlarımızla cenk edecek zaman hulul etmedi mi?” deyince huruc etmiş olan– Amerikalılar beynindeki karabet ve nesebi zikr etmekle meclis hemen teklifini kabul etmiş ve krallarının arzularına ısrarlarına rağmen kardeşleri olan bu asilerin mukatelesinden keff-i yed ederek istiklallerini kabul etmeyi kararlaştırmışlardı. lık rabıtalarını olduğu gibi ikame etmek daire-i imkanda olaydı elbette Kur’an-ı Kerim ümem-i beşeriyyeyi bunlara da’vet edecek idi. Lakin Kur’an-ı Kerim’in münzili olan Hallak-ı Alim hazretleri bu rabıtaya fesad arız olmakla beraber yine halkı kalplerini cem’ edecek ve sinelerinden yabancılık asarını mahv edecek bir şeye da’vet etti; ve gah mev’izaları gah tehzib-i ahlakı gah şuun-ı ictimaiyyeyi mukavvim ayat-ı münifeyi gah siyaset nizamlarını ve idare kanunlarını takrir gibi hususatı cami’ bir kitab-ı celil olarak Kur’an-ı Kerim’i inzal buyurdu. Zira evvelce de söylediğimiz gibi hiçbir dinin şu saydığımız siyaset envaını müştemil olmadıkça ümmetler arasında bir kavmiyet-i müştereke ihdas etmesine imkan yoktur. te icadından aciz olması tealiminin ekseri veya kaffesi yalnız tehzib-i ahlak ve tasfiye-i nüfusa aid olmasından edyanın bunlarla alakası yoktur. Meğer ki Tevrat’ın bazı Şuun-ı İslamiyyeye dair eser yazan tarih müellifleri bu nükteyi idrak etmişlerdir. Bunlar müslümanlardan zuhur eden bil-cümle etvar ve şuunu suret-i umumiyyede tiraat-ı İslamiyye nukuş ve müzeyyenat-ı İslamiyye hadaret-i İslamiyye fünun-ı İslamiyye edebiyat-ı İslamiyye fütuhat-ı İslamiyye... ilh...” derler. Bu gibi sözleri en ziyade tarih-i İslam’ı ta’mik eden Avrupa kitaplarında görüyoruz. Bunlar Arap Acem Çerkes Kürt Türk devletlerini birbirine mezc ederek hepsini Alem-i İslami denilen mecmua-i vahide ve ümmet-i muayyene eczasından birer cüz’ i’tibar ederler. Bu devletlerden birinde zuhur eden fünun sanayi’ muhtereat ahkam ve nizamattan; yahud bu devletlerden birinin yaptığı fütuhat ile ihdas ettiği inkılabat-ı umumiyyeden bahs ettikleri sırada bunların kaffesini bu devletlere ümmet-i İslam’dan birer cüz’ olmaları i’tibarıyla isnad ederler. Hemen hemen Çerkes medeniyeti yahud Acem hadareti ta’birlerine tesadüf edilmez denilse yeri vardır. Evet bazı müelliflerin bu gibi şeyleri Arap’tan ma-ada akvamdan sadır olduğu halde Arap’a isnad ettikleri de vardır. Ancak onun sebebi da’vet-i İslamiyyeyi en evvel izhar ve bütün dünyada şu ma’lum olan inkılabat-ı umumiyye-i siyasiyye ve ictimaiyye ve ahlakıyyeyi ihdas eden fütuhatı en evvel icra eden Araplar olduğu için bu medeniyeti onlara isnad etmişlerdir. Kont Henri dö Kastri diyor ki: “Arap kabaili –İslam’ın aralarında ihdas ettiği– vahdet bozulduktan sonra dahi yine yeni dinine temessükte ber-devam olup rub’-ı meskunun her köşesinde bütün isimler miyanında Arap ismi birinci mertebeyi ihraz etti. Ve her biri Ceziretülarab ailelerinden birine ve alel-husus mecd ü şerefte cümlesine faik olan Kureyş’e intisab ettiler. Tarihte birçok şeylere Arap ismini ıtlak edip filan aile Arap’tır filan kavim Arap’tır filan medeniyet Arap’tır denilmesine sebeb bu olmuştur. Halbuki bunlarla Arap biladı arasında camia-i İslam’dan başka hiçbir vasıta yoktu.” Baladaki izahtan müsteban oluyor ki din-i İslam kendisine ğını giderip bir kavmiyet-i umumiyye ihdas etmek için gelmiştir ve şu hikmete binaen Kur’an-ı Kerim kalblerin yekdiğeriyle i’tilaf etmesine nüfusun tearüfüne hukukun birleşmesine bil-cümle efrad beyninde enva’-ı muamelat ve hukuk ve muhasamatca tesavi husulüne bais olan siyasete müteallik bunca evamir ve tealim ile nazil olmuştur. Kur’an -ı hakimin bu maksadı tamamen olursa olsun terakkıyat-ı medeniyye ile medeniyet-i insaniyye tekamülünün muktezi olduğu hususat ile muakese etmediğini ve etmeyeceğini bir az sonra beyan edeceğiz. Ancak bu mes’eleye girmeden evvel şunu izah etmek isteriz ki din-i İslam bil-cümle ehl-i İslam arasında diğer revabıt makamına kaim olmak üzere amme-i müslimini kendi aralarında ihdas ettikleri revabıt-ı kavmiyet ve alaik-ı asabiyyeti unutmaya sevk ederek “Uhuvvet-i İslamiyye”yi Kitab-ı Hakimin ayat-ı kerimesi içinde ayetleri gibi ümmet-i makla da kalmayarak kardeşlik dini olan ayet-i kerimesi gibi vahdet-i müsliminden ibaret olan rabıta-i umumiyyeden daha beliğ bir ma’na ifade eden ayet-i kerime de vardır. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri ecnas ve akvam-ı muhtelifeden olan müslümanlar beyninde kardeşliği te’sis etmeye başlayıp uhuvvet-i met-i Arabiyye efradına iktisar buyurmadılar. Belki kendi ahd-i celil-i risaletlerinde daire-i İslam’a dahil olan efrad beyninde her hangi cins ve kavimden olurlarsa olsunlar akd-i muahat buyurmuşlardı. Bu babda siret-i tahire-i Nebeviyye atide bazılarını zikr edeceğimiz şevahid ve edille-i müeyyede ile dopdoludur. Şüphesiz şu zikr ettiğimiz tarzdaki uhuvvet-i diniyye hiç kimseyi kendi cinsiyetinden çıkarmayacağı gibi hiçbir müslümanı da mezaya ve hasais-i kavmiyyesinden büsbütün tecrid etmez. Yalnız şurası da sabit ve ma’lumdur ki din-i İslam daire-i münciyyesine dahil olan anasır ve akvamı müslümanlara çizdiği programa tevfikan birbirine yaklaştırmış ve ehl-i tevhid miyanında tutmuştur. Bu program da ecnas ve akvama bir istikamet-i diniyye vermekten tefrik eden “Dine kavmi bir istikamet ta’yin etmek” kaide-i meş’umesine taban tabana zıttır. Bu kaide elbette ve elbette kendisine temessük eden ümem-i İslamiyyeyi günün birinde darmadağınık edecektir. Din-i İslam ümem ve akvam-ı muhtelifenin herhangisinin içine girmiş ise kitabıyla ibadatıyla ahkam-ı teamüliyyesiyle ahlak ve adabıyla teatuf tenasur meanisi gibi lafz-ı uhuvvetin cami’ olduğu meani-i irtibatı takrir ederek girmiştir. Bu meaniyi ayat-ı Kur’an iyyenin bütün harfleri arasında ve terakibi içinde mündemic buluruz. Binaenaleyh hiçbir ümmet-i İslamiyyenin diğer ümmet-i İslamiyyeye lisan nizaından ticaret rekabetinden unsuriyeti muhafazadan dolayı harb ettiğini bilmiyoruz. Bundan şu mevzu’-ı bahs olan ümem-i İslamiyyenin cinsiyet ve kavmiyeti mahv oldu ma’nası çıkarılmasın. Anasır ve akvam bidayet-i dur. Yine Mısırlı Tunuslu Cezayirli Acem Afgan Sudan Türk Çerkes Berberi Çinli Malavi Hindli var idi. Lakin tarih bize gösteriyor ki bu ümmetlerin herbirinin kendine mahsus kavmiyetleri ve mümeyyizatı olmakla beraber yine hiçbir def’a akvam-ı sairede mesela Avrupalılarda olduğu gibi sebeb-i niza’ olan şeyler bunların arasında badi-i niza’ olmamıştır. Bunun da sebebini araştırdığımızda kavmiyete müslümanların bir istikamet-i diniyye akvam-ı sairenin de dine bir istikamet-i kavmiyye vermiş olmalarında buluruz. Daha ziyade izahat almak lazım gelirse ümmet-i Mısrıyyeye nazar-ı ibretle bakmak kafidir. Tahkıkat-ı tarihiyye ile sabit olduğu üzere din-i Nasraniyet’te kalan ihvan-ı kavmini Arap’tan Türkten Çerkesten olan ihvan-ı müslimine tafdil ve tercih etmek oradaki cemaat-i İslamiyyeden hiç birinin hatır ve hayaline bile gelmez. Ümmet-i Mısrıyyenin bütün akvam-ı saire miyanında makam-ı saltanat-ı Osmaniyyeye taalluk ve irtibatıyla müştehir olmasına ve vatandaş ve ırkdaşları olan hıristiyanların mesalihine muhalif olsa dahi yine Devlet-i Osmaniyyeye muhabbet ve nusret uğurunda feda-yı cana amade olmalarına sebeb de işte budur. Hind’e Cava’ya Afrika’daki Berberilere Sudanilere ve sair müslümanlara da atf-ı nazar edilse onların da Mısırlılardan farksız olduğu görülür. Etraf-ı arzda birbirinden uzak kalmış akvam-ı İslamiyyenin nicelerini görürüz ki aralarındaki münasebat-ı maddiyyeyi ihyaya sarf-ı gayret ediyorlar. Mesela Hindliler ma’mulat-ı Türkiyye ve Mısrıyyeyi memleketlerine celb ile uğraşıyorlar. Bunun sebebi hasais-i unsuriyye ve mezaya-yı muhtelife-i kavmiyyelerini kendilerine unutturmuş olan vahdet-i İslamiyye ve kavmiyet-i diniyyedeki iştiraklerinden başka bir şey değildir. Büyük küçük Avrupa akvamının alel-ekser silah muharebatına müncer olan iktisad muharebelerini her gün gözümüzle görüp okuyoruz. Bunlarda din te’lif-i kulube ve yekdiğere karşı merhamet hislerini uyandırmaya kadir olamamıştır. Zira dine bir istikamet-i kavmiyye verip İslamın yaptığı gibi kavmiyete istikamet-i diniyye vermemişlerdir. Kezalik onlar da umumi kavmiyetler de ona dahil olan küçük kavmiyetleri yekdiğerin şerrinden koruyamamıştır. Ve bu tefrika ve nifak Bari-Teala celle şanuhu hazretlerinin ayet-i kerimesindeki vaad-i Sübhanisi tamam oluncaya kadar böylece devam edip gidecektir. İşte hıristiyan akvamın terahum ve muahat gibi Tevrat ve İncil ayatında varid olup muhafazası lundukları halde bunları unutmaları Allah’ın gazabını üzerlerine celb etmiştir. Onlar bu ahd ü misaktan udul etmekle gerek kendileri gerek başkaları üzerine kapanması mümkün olmayan şer kapılarını açmışlar ve beşer yakmışlardır. Cenab-ı Hakk’ın ayet-i kerimesinde nakz-ı ahd edenlere ve emr-i ilahisi mucebince payidar olmak lazım gelen rişte-i muhabbet ve ülfeti kat’ edenlere karşı vaad ettiği hüsran-ı mübin işte budur. ayet-i kerimesindeki’dan bahs ederken bunun ehva ve şehevat-ı muhtelife olduğunu söylüyor. Nasara Kitabullah’a ve ondaki vesaya-yı hakimaneye temessük edeydiler bu ehva ve şehevat çukurlarına düşüp helak olmazlar o alevli ateşlerine yanmazlardı; belki bilakis kalpleri mü’telif sözleri müttehid olur; tanışmamak sevişmemek çarpışmak gibi hasletler yerine sevişmek yekdiğere acımak ve yardım etmek gibileri kaim olurdu ki bu da kavl-i keriminin mısdakıdır. Ayet-i kerimede –Allahu a’lem– denilmek isteniliyor ki: Bunlar bu kütüb-i mutahharada kendilerine inzal olunan ahkama temessük edip de havfa bedel aralarında emniyet kaim olsa müsalemet galib ve hüsn-i ülfet payidar olur. Bunun neticesi olarak da çiftleriyle çubuklarıyla rahat rahat uğraşabilir; yemişleri bol eşcardan hasılatı bereketli ekinlerden toprakları hali kalmazdı. ravabıt-ı muhkeme ile her kavmiyetin fevkinde olan kavmiyet-i diniyyenin derecesini idrak edebilmemiz tarzındaki hadis-i şeriflerini teemmül etmemiz kafidir ki “Yekdiğere karşı merhamet ve merbutiyetleri i’tibarıyla mü’minler bir cesed gibidir. O cesedin bir uzvu müteellim olursa a’za-yı sairenin kaffesi hararet uykusuzluk gibi a’raz göstermek suretiyle o eleme iştirak eder.” meal-i alisindedir. İşte İslamiyet’in teessüsünden i’tibaren görülen ruh bu ruhtur. hazretlerinin ümmeti bu ruh ile temeyyüz etmiştir. Şüphe yoktur ki cinsiyette lisanda temayülatta yekdiğere muhalif olan ve aralarında eskiden beri irsen müntakil birçok kinler ve husumetler hüküm süren müteaddid ümmetlerin kulubunu cem’ ve te’lif edebilmek beşerin takat getirebileceği işlerden değildir. İşte bunun ayet-i celilesinde görmekte olduğumuz vechile bu tevfikini aleyhissalatü vesselam Efendimiz hazretlerinin hakkındaki namütenahi ni’metlerinin mukaddime-i imtinanında irad ediyor. Bununla beraber ayet-i celilesindeki ni’met ile Cenab-ı Hak yalnız kavm-i Arab’ı murad buyurmuyor. Zira ayetteki hitab-ı ilahi doğrudan doğruya ehl-i Medine’den olan Evs ile Hazrec’e aid olmakla beraber bakılmalıdır ki ayet nasıl bütün mü’minine amm bir hitab ile başlıyor: ; sonra nasıl nazm-ı celilinde gördüğümüz tarz-ı hakimde bitiyor. Yukarıda zikr etmiştik ki Cenab-ı Fatır-ı Hakim şeriat-i Kur’an ı o şeriate salik olanlar arasında bir din-i uhuvvet kılmış ve bunun için Kur’an-ı Kerim’i siyasatın envaını şamil bir Kitab-ı Mübin olarak inzal buyurmuştur. Lakin hususunda büyük bir te’siri vardır. Yukarıda da zikr ettiğimiz vechile bir taifenin efradı yahud tavaif-i muhtelife arasında kavmiyet te’sisi leyh vakta ki kavmiyet-i İslamiyyenin revabıt-ı cinsiyye ve asabiyyat-ı cahiliyye yerini tutması murad edildi; bu kavmiyet-i İslamiyyenin tahassun ve istikrarı için dahi bir takım erkan ve şeraitin vücudu zaruri görüldü. Biz bu şeraitten bir kısmını yukarıda söylemiştik. Burada kıymet ve ehemmiyeti evvelce söylemiş olduklarımızdan geri kalmayan yalnız bir rükün hakkında serd-i makal edeceğiz ki o rükün de lisandan ibarettir. Lisanın münakaşa götürmeyen bedihiyyattandır. Zaten ulum-ı dirmişlerdir. Bu hususta etraflıca ma’lumat vermeye kalkışmak bizi alel-acele karalamakta olduğumuz bu makalenin sadedi haricine çıkaracağı için sözü uzatmayacağız. Yalnız tasdiki için edille ve berahine ihtiyac görülmeyecek bazı hakayık iradıyla iktifa edeceğiz. Gözle görülen hadiselerden olduğu vechile hiçbir insan yoktur ki ba-husus zaman-ı tufuliyetinden ve hadaset-i sinninden i’tibaren bir lisanı öğrenmiş olsun da o lisan kendi ruhunda ve fikrinde asıl o lisanın sahibi olan ümmetin maddiyat ve ma’neviyatını az çok andıracak bir takım asar vücuda getirmiş olmasın. İsterseniz mesela uzun zaman bir kısmına İngilizce diğer kısmına ise Fransızca öğretilmiş olan iki sınıf etfali birbiriyle mukayese ediniz. Sonra bu mukayeseyi evvelkilerin ahlak ve muamelatıyla ikincilerininki arasında yürütünüz. O zaman neticeyi ra’yel-ayn görürsünüz. Bu asarın en göze çarpan ve en kolaylıkla husule geleni ise çocuklara gece gündüz okutulan şeyler vasıtasıyla lisanları ta’lim edilen kavmin mehasinine mekarim-i ahlakına hüsn-i niyyetine ve sair bu gibi kalbi celb ve imale edecek hususata dair fikirler vermek neticesi olarak lisan ashabına bir meyl hasıl olmasıdır. Bazı Arap akvamı sahibsiz kalıp terbiyeleri ihmal edildiği sırada lisanın nüfusa olan te’sirine agah bulunan Avrupa akvamının onlara sokulmasındaki sır ve hikmet işte bu olduğu zahirdir. Zira nüfus-ı insaniyye sinn-i tüfuliyette bembeyaz bir kumaş parçası gibi olup gençlerin terbiye-i lisaniyye boyahanesinde aldığı boyaların izi zail olmaz ve onu soldurmakta zamanın hiçbir te’siri görülmez. Bu Avrupalılar Araplara ve ba-husus memalik-i Osmaniyyedeki Araplara sokularak en başta lisan-ı Arabi ta’limi olmak üzere türlü türlü teşvik-amiz şeylerle kalplerini lüman evlad-ı Arapla doldu. Bu mektepler cins ta’lim terbiye i’tibarıyla muhtelif oldukları kadar sebeb-i te’sisleri olan makasıd i’tibarıyla da muhtelif olduğu ve her maksat uğurunda milyonlarca liralar sarf edildiği için bu kin şu kadarını söyleyebiliriz ki bu netayic muhtelif olmakla beraber gaye ve semere i’tibarıyla ittihad etmiştir. Zira neticede ümmet-i Arabiyyeden ismet-i İlahiyye ile mahfuz olmayanlar doğru yoldan sapmış ve ba-husus siyasi olan meyilleri meşrebleri arzuları onları kendi boyasına boyayıp müessis ve muallimlerinin arzu ettiği şekle sokmuş olan mekatib-i ecnebiyyede ahz ettikleri telkınata göre ihtilaf etmiştir. Şu son senelerde içimizden çok kimseler Arabistan’a seyahat ettikçe bir kavmin nasıl olup da kimi Fransa’ya kimi Rusya’ya kimi Amerika’ya kimi İtalya’ya kimi İngiltere’ye meyyal cemaat-i muhtelifeden teşekkül edebildiğine taaccüb ederdi. Halbuki sebeb-i asliyi bilenler buna taaccüb etmezlerdi. Hak Teala Arap kavminin sevad-ı a’zamını muhafaza edip de Avrupa mesaisinin şerrini o mekteplerin ecnebi boyasıyla boyanmış olan cemaat-ı kalileye kasr etmemiş olaydı tehlike ve felaket elbette çok ve daha büyük olurdu. Fransa’nın Cezayir’de Arab’ın pak ve nezih olan nüfus-ı İslamiyyesini şehvani ve hayvani Fransız ervah-ı habisesine tahvil için neler yaptığını lisanını Cezayirliler arasında ne raddelere kadar neşir ve ta’mim ettiğini görenler lisanların nüfus üzerindeki derece-i te’sirini gözleriyle görür gibi olur ve Avrupalıların kendi lisanlarını diğer akvam arasında neşr için ibraz ettikleri sehavet-i müsrifanenin sırrını anlamış olurlar. Fransa hükumeti Cezayir’de bunca paralar emekler sarf ettikten sonra yine o diyar ahalisini arzu ettiği hale getiremeyince altı seneden beri yeni bir tarika süluk ederek kızların mecburiyet-i tahsilini te’sis etti. Bu kızlar bit-tabi’ yalnız Fransız lisanı üzere tahsil göreceklerdi. Fransa’nın bundan maksadı kızları hadaset-i sinlerinde kendi boyasına boyayıp kendi eliyle değiştirerek istediği kalıba soktuğu ensal-i atiyye analarına i’timaden doya doya rahat uykusuna dalmaktır. O tarihlerde Cezayir vali-i umumisinin müsteşarı Mösyö Luisyani ile Mısır’da görüşmüştüm. Bu adam en kurnaz ve en dessas rical-i siyasetten olup kendisini senesinde Cezayir’de in’ikad etmiş olan müsteşrikın mü’temerinde tanımıştım. Onun Cezayir’deki siyaset-i şedidesini takbih ve ora ahalisini ra’ye’l-ayn meşhudum olduğu üzere terakkı ve ta’limden mahrum etmek üzere sarf ettiği mesaiden dolayı kendisine levm eder dururdum. Mısır’da beni ziyaret ettiği zaman kendi aklınca beni tebşir ettiği şey kendi himmetiyle Cezayirli kızların tahsile mecbur edilmesi mes’elesi oldu o zaman kendisine: –Hangi lisan ile? diye sordum. − Bit-tabi’ Fransızca olarak!... Dedi. Bunun üzerine derhal kendisine: − İşte şimdi Cezayir’deki müslümanları istediğiniz hale koyabildiniz!... cevabını verdim. En açık ibret alacak şeylerdendir ki: Fransa Arabi lisanı o taraf ahalisi beyninde müsta’mel oldukça onları birbirine düşürmek ve rabıtalarını çözmek kabil olmadığını görünce asıl Berberileri şifahen ve tahriren bil-cümle muamelatta kendi lisan ve lehçelerini isti’male teşvik etmeye başladılar. Bundan maksatları gerek lisan-ı Arabinin ve gerek din-i İslam’ın bunların arasına ikame ettiği uhuvvet-i İslamiyye birliğine karşı gelmektir. Şüphesiz Fransa siyasiyyunu bu himmetler sayesinde maksatlarının çoğuna nail olmuşlardır. Zira son vakitlerde on üç asırdan beri İslam’ın Arap Berberi demeden aralarında te’sis ettiği muahat istinadgahlarını birer birer çözmeye başladılar. Ve bu iki kavmin efradı arasında ikad ettikleri buğz ve adavet ateşleri ve Berberilerde kardeşleri olan müslüman Araplara karşı kin ve husumeti ihya etmek sayesinde bu iki unsuru darma dağın ettiler. Bu iki takım ahaliyi ayırmak ve yekdiğerinden uzak tutmak sayesinde Fransa hükumeti bilseniz ne gibi maksatlarına nail oldu!... Lisanların nüfus-ı beşeriyyede ne gibi ravabıt ihdas ettiğini insanları birbirine benzetmek için neler yaptığını lisanların kavmiyat-ı diniyyenin en kavi şartlarından olduğunu diniyye ve kavmiyet-i Yahudiyyelerini ihya için elele verdikleri tarihten beri neler yaptıklarına bakmak kafidir. Görüyorsunuz ki lisanlar nüfus-ı beşeriyye üzerinde büyük bir te’siri haizdir; bir haldeki hergün tarihte görülen ekser inkılabat-ı ictimaiyye ve siyasiyyeye sebeb lisandır demiş olsak ifrata varmış olmayız. Yukarıda beyan ettiğimiz üzere din-i İslam’ın maksad-ı alisi bütün İslam ümmetlerini yekdiğeriyle tanıştıracak birleştirecek sair bütün kavmiyetleri unutturacak bir kavmiyet-i diniyye vücuda getirmek olunca lisan-ı Arabın nasıl olup da bütün cihan-ı İslam’da intişar ettiğini anlamak bizim için kolaylaşır. Her müslümanın ayat-ı Kur’an iyye ve ed’iyye-i me’sureden hiç olmazsa ibadetini eda edecek Allah’ına münacatta bulunabilecek kadar lisan-ı Arabiye vukufu vardır. Müslümanlar hayat-ı İslam’ın okurlardı; ettikleri duaların ne demek olduğunu bilerek ederlerdi; dinledikleri hatibleri ne söylediklerini anlayarak dinlerlerdi. Bunların lisan-ı Arabı öğrenmelerindeki sebeb yalnız bu lisanın o hükumat-ı İslamiyyenin lisanı olması değildi. Zira birçok hükumat-ı İslamiyye zuhur etmişti ki Araplarla kendi aralarında Müslümanlık’tan başka vech-i iştirak olmamakla beraber icra-yı hükumet ettikleri asırlarda lisan-ı Arab hem hükumetlerinin lisan-ı resmisi hem de bütün tabakadaki muallim ve müteallimlerin lisan-ı tedris ve tahsili idi. Lisan-ı Arabın bu söylediğimiz devirlerde ihraz eylemiş olduğu kemal-i terakkı edebiyat-ı Arabiyyeye kıymet veren asarın kısm-ı a’zamı Arapların değil belki Araplarla kavmiyet-i diniyyeden başka bir şeyde müşarik olmayan diğer bir takım akvamın lisan-ı Arabın tarih ve terakkıyatına ve Al-i Büveyh Devlet-i Selçukıyye Devlet-i Ekrad tavaif-i müluk devirlerinde te’lif olunan asara muttali’ olmaklığınız icab eder. O zaman sözümüzü müeyyid o kadar deliller göreceksiniz ki artık ne şüpheye ne de münakaşaya mahal kalmayacaktır. Şu zikr ettiğimiz edvar-ı maziyyede lisan-ı Arab’a ehemmiyet veriliyordu. Hatta yukarıda söylediğimiz vechile bu lisan üzere yazılmış asarı anlayarak okurlar Kitabullah’ı mealine vukuf şartıyla tilavet ederlerdi. Namaza kalktıkları vakitte Kur’an-ı Hakim’den: Nefisleri hevesat-ı fasideden men’ edecek fesada yüztutan ahlakı tashih ve tazarru’ ve niyaz edecekleri zaman bu duaları kezalik mazmununa muttali’ olmak şartıyla Arapça tertib ederlerdi. Bunun sebebi ise aleyhissalatü vesselam Efendimize nazil olan Kur’an-ı Kerim’in tahsil görmemiş bazı kimseler tarafından iddia olunduğu vechile yalnız meani olmayıp elfaz ile beraber meani olduğuna iman ve i’tikad etmiş olmalarıdır. Evet Kur’an bugün mesahif-i şerifeden tilavet etmekte olduğumuz ibarat-ı Arabiyyedir. İslam’ın bidayet-i zuhurundan beri kimse çıkıp da “ Kur’an bu ibaratın yalnız meanisidir elfazı değildir.” sözünü söylememiştir. Kur’an-ı Kerim birçok yerlerinde bu hakıkati beyan etmiştir. Cay-ı münakaşa değildir ki tilavet etmekte olduğumuz bu ibarat-ı Arabiyye Allah’ın aleyhissalatü vesselam Efendimize göndermiş olduğu Kitab-ı Mübini ve Kur’an -ı Hakim’ idir. Tabii böyle bir i’tikad müslümanları bu ilahi Kitab-ı Nezihin lisanını öğrenmeye saik olur. Zira bu lisan Hatemül-enbiya’nın lisanı Kitab-ı Kibriya’nın lisanıdır. Filhakıka müslümanlar lisan-ı Arabı mücerred Arap ismiyle müsemma bir kavmin lisanı olduğu için öğrenmiyorlardı. Lisan-ı Arabın lisan-ı İbranide görmüş olduğumuz vechile iki hususiyeti vardı: Evvela ecnas-ı saireye karşı ihraz-ı temayüz eden Arapların mezaya ve müşahhasatı cümlesinden idi. Saniyen İslamiyet’in vücuda getirdiği ve lisan-ı Kur’an ile bütün alem-i insaniyyete tebliğ eylediği kavmiyet-i diniyyenin lisanı idi. ve tederrüs ederlerdi. Hem Araplardan ma-adasının bu lisanı öğrenmeleri din-i İslam’a girmelerini müteakıb başlayıveriyordu. Afrika’nın en meçhul köşelerine Sudan’ın en hücra taraflarına giderseniz görürsünüz ki oradaki efrad Mecusi bulundukça lisan-ı Arabdan bir kelime bilmez. Şeref-i İslam ile müşerref olur olmaz eline kağıt kalem alarak evvela Arabi huruf-ı hecayı sonra kelimat-ı Arabiyyeyi öğrenmeye başlar; nihayet Kur’an-ı Kerim’in ayat ve surelerini tilavet edebilecek hale gelir. Cehaletleri cümlemizce ma’lum olan Sudanlılar bile lisan-ı Arabı Kur’an-ı Hakim’in meanisi kalplerine nüfuz edebilecek derecede öğreniyorlar. Halbuki kendi lisanlarıyla da Kur’an ve hadisi ta’lim ve taallüm edebilirlerdi. Bununla beraber görülüyor ki temayülat-ı ruhiyye ve akayid-i diniyyeleri sevkiyle lisan-ı Arabı gereği gibi öğrenmeye olan ümmetler eskiden beri “ Kur’an meanidir elfaz değildir; her ümmet için dini kavmiyet boyasıyla boyamak lazımdır.” demiş olsalar idi İslam müluk ve ümerası için kulub-ı müslimin üzerinde tasarruf etmek ve bu kadar mütebayin akvam ve ecnası hükümleri altına almak kabil olamazdı. Sultan Selim merhum ne derecelerde ihtiram ve iclale şayandır! Avrupa’daki mülhid muharrirlerin hezeyanlarına kail olan bazı kari’ler “Din hiçbir zaman kavmiyet teşkil edemez. Binaenaleyh dinin kavmiyete münkad olması zaruridir.” mütalaasında bulunabilirler. Biz buna cevaben deriz ki: Edyanın bir kavmiyet-i diniyye vücuda getiremeyeceği tarzındaki iddianın butlanını yukarıda söyledik. Bu hususta edille-i kat’iyye dermiyan ettik ve bunun edyan-ı semaviyye hakkında varid olabileceğini izah eyledik. Bununla beraber Avrupadaki ümem-i Nasraniyye’nin muhtelif kavmiyetleri kendi etrafında toplayacak kanlarını dökülmekten men’ edecek hukuk-ı umumiyyelerini kafil olacak bir kavmiyet-i umumiyyenin vücuduna ne derecelerde mütehassir ve müştak olduklarını tarih bize birçok hadiseleriyle gösterip duruyor. Kurun-ı vusta tarihini karıştıracak olursak miladın onuncu asrında zuhur eden mukaddes Roma Devletini görürüz. Bu suretle tesmiyesine sebeb ise Latin ve Cermen kavimleri arasındaki adavet-i kadime ve ağraz-ı şedideye rağmen Cermen krallarından birisi o devirde bir vahdet-i diniyye Katolik Kavmiyeti vücuda getirmeye muvaffak olmuşidi. Bu vahdet iki ümmet arasındaki tefrikaları bertaraf edecek kavmiyete aid bütün ihtirasatı unutturacaktı. Müluk-i Nasraniyyenin tebeası üzerinde nüfuz-ı ruhanisi olmayarak bu nüfuz yalnız papaya münhasır olduğu için Cermen Kralı Büyük Otto Papa’nın kendisine Roma’da taç giydirmesini taleb etti; ki bu hareketiyle aralarında kavmiyet-i diniyye vücuda getirmek suretiyle iki büyük ümmetin tevhidini murad ediyordu. Tarihe vukufu olanlar böyle bir kavmiyet-i diniyyenin mevcudiyetinden hasıl olan netayici teslim ve i’tiraf ederler. Eğer bu kavmiyet İslam’da olduğu gibi metin bir takım esaslar üzerine bina edilmiş olsaydı ne mevcudiyeti müteessir ne kuvvet ve miknetine halel-tari olur ne de her iki millet yekdiğerinden ayrıldığı andan i’tibaren şahid-i cereyanı olduğumuz o elim ve müz’ic hadiseler vuku’ bulur ve bir daha takarrub ve i’tilafa münkalib olması ihtimali olmayan tebaüd husule gelirdi. Bunun sebebine gelince: Papa’nın nüfuz ve saltanat-ı ruhaniyyeyi tamamen yed-i inhisarına alarak hükümdaranın azamet ve satvet-i hakimiyyetlerine sahib olabilmelerinin onun tarafından tetvic edilmelerine vabeste kalması aralarında ihtilaf cidal kin nefret ve niza’ gibi bir takım ahvalin menşe’-i zuhuru olmuş ve asırlarca temadi eden bu halat nihayet her iki ümmetin parçalanmasına sebebiyet vermiştir. Halbuki biz kat’iyyen eminiz ki eğer bu akvamın kendilerini kavim bir siyaset üzerine cem’ ve te’lif edip de şuun-ı ictimaiyye ve edebiyyelerinde vahdet husule getirecek aralarında teessüs eden bu yeni kavmiyetin idamesini te’mine vasıta olabilmek te’sirini haiz bir lisan ile yekdiğerine rabt ve aralarındaki münasebat-ı ruhiyyeyi muhafaza edebilecek bir kitapları olsaydı bunlar vukua gelen ihtilafatın netayic-i müessifesinden azade kalmakla beraber aralarında samimi bir uhuvvet ve muaneset caygir olurdu. Kitaplarının ihtiva ettiği desatir-i ictimaiyye böyle ulvi bir gayeyi idrakten kasır olmakla beraber rical-i siyasiyyeleri de mensub oldukları hizblerin beynlerini te’lif ederek kavmiyet-i vahide vücuda getirebilmek iktidar ve kiyasetini gösteremiyorlardı. Zaten de kaffe-i mahlukatını meşiyyet-i ezeliyyesinin suret-i tecellisine muvafık bir kabiliyet ve isti’dada malik olarak halk ve tekvin etmiş olan Halik-ı kainattan başka bütün insanlar bir araya gelseler böyle bir emr-i hatire vücud verebilmek daire-i iktidarları dahilinde değildir. Hak bir taraftan nusret-i İlahiyyesine ve ehl-i imanın te’yid ve müzaheretine mazhar kılmış; diğer taraftan Kitab-ı münzeline tevdi’ ettiği ve ne felasife-i ulum ve fünunun ne de ictimaiyyunun öşr-i mi’şarına infaz-ı nazar edemedikleri ahkam-ı siyasiyye ile mü’minlerin kalplerini te’lif eylemiştir. Kur’an’ ın lisan-ı Arabi üzere nüzulü tabiatiyle müslümanların kalplerinde bu lisanı öğrenmeye şedid bir meyil ve arzu ve ona karşı samimi bir muhabbet tevlid eylemiş olduğunu yukarıda söylemiştik. Şimdi şurasını da ilaveten beyan edelim ki eğer akvam-ı İslamiyye arasındaki ayrılığı bertaraf edecek ve miyanelerinde her vechile bir ahenk-i imtizac husulüne sebeb olacak böyle bir lisan olmasaydı onların mevasim-i ammede bir araya toplanmalarında hiçbir faide mutasavver olamazdı. Bundan başka her milletin efradı ihvan-ı dininin hayır ve şerrine saadet ve şekavetine meserrat ve alamına müteallik hiçbir hal ve şanına vakıf olabilmeleri imkanı kalmazdı. Ve şüphe yok ki böyle bir halde Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de ve sünnet-i sahihada müslümanların umumu üzerine terettüb ettirdiği tekalif-i diniyyenin onlar tarafından bi-hakkın ifasına bir mani’ teşkil ederdi. Müslümanların lügat-i Arabiyyeye vakıf olmamaları dolayısıyla aralarında maddi bir rabıta kalmamış olmasından mütevellid öyle haller müşahede ettik ki hamiyyet-i diniyye perverde eden bir kalbi parça parça eder. Medine-i münevverede züvvar-ı Ravza-i Mutahhara’dan hüccac-ı Beytullahi’l-haram’dan müteşekkil on binlerce adam gördük ki bunların tedkık-i ahvali insana dehşet ki bunların hepsi bir mayadan halk olunmuş kaffesi bu dinin saliki bulunuyor da sonra bunlar arasında levn şekil tabiat kıyafet ve lisan i’tibarıyla bir temasül ve teşakül mevcud değil. Bir Cavalıyı bir Hindlinin Hindliyi bir Mısırlının Mısırlıyı bir Türk’ün Türk’ü bir Çerkes’in; hülasa Berberi Sudani Tekruri Senegalli Çinli... hep yekdiğerin yanında görülüyor. Ben iki sene bu cem’iyet-i uzmanın içinde bulundum. Düşünürdüm ki bu kitle-i beşeriyyenin birbirleriyle bilişip tanışmaları yahud içlerinden bir kısmının diğerlerinin ahvalini tedkık ve tefahhus edebilmesi nasıl mümkün olabilir? Kavmiyet-i diniyyeye has bir lisan olan Arapçaya böyle bigane kaldıktan sonra birbirleriyle nasıl konuşup anlaşabilirler? Türkçe ki yetmiş milyon nüfusun lehçesidir onlara bu maksadı te’min edebilir mi? Farisi ki doksan milyon halkın lisan-ı mader-zadıdır bu yoldaki ihtiyaçlarını tatmine kafi midir? Netice-i tefekküratım bana gösterdi ki ne Türkçe ne Farisi ne Hindce ne de elsine-i saire onlara bu yolda faide-bahş olmak hassasından pek uzaktır. Beni ve benimle beraber bazı arkadaşlarımı daha ziyade müteessir eden esbabdan biri de şu idi ki bu muhtelif kavmiyetlere mensub kimselerden biriyle konuşmak Fransızca ve Rusça söylemek mecburiyetinde kalır ve müslümanların bu derece vahdet-i ictimaiyyeden mahrumiyetlerine hayret eder ve der idik ki: Müslümanlar arasında birbirini tanımamak aralarındaki revabıt ve alaikın inkıtaına böyle nazar-ı la-kaydi ile bakmak gibi haller temadi ettikçe; lisan-ı Arabiye bigane ve Kur’an a tevessül fikir ve endişesinden fariğ oldukça kendilerini karşılayacak olan akıbetler ne elim olacaktır! Şurası da bedihidir ki hiçbir ümmet başka bir lisan bir sebebden dini yahud bir kavmin diğeri üzerine tegallüb ve istilası gibi bir zaruret-i mübreme olmadıkça akvam-ı sairenin lisanlarını tahsile de rağbet etmez. Halbuki görüyoruz ki şeriatimiz akvam-ı İslamiyyeden hiç birine diğerine nisbetle mevki’-i siyasisi daha ali kuvvet ve nüfuzu daha metin ve mükemmel olsa da cebren kendi lisanını kabul ettirmek hak ve salahiyetini bahş etmiyor. Bir zimmiyi şer’an kendi din ve i’tikadında serbest bırakmak mecburiyetinde olduğumuz halde müslüman kardeşlerimize başka ne yolda muamele edebiliriz? Bu esas takarrür edince müslümanlar için yapılacak iki şey kalır: Kur’an evvelce de beyan edildiği vechile meani ve makasıd-ı mahsusa ve usul ve ebvab-ı siyasiyyeye delalet eden ibarat-ı Arabiyyeden ibaret olduğuna göre elfaz sair lisanlara tercüme olunup olunmaması hususunda müteaddid akvale zahib olmuşlardır. Bazıları diyorlar ki: Tercüme Kur’an’ ın ma’na ve mefhumunu ve makasıd-ı sairesini havi olduğuna göre Kur’an-ı Arabi hakkında cari olan ahkamın onun hakkında da mer’i olması icab eder. Bazılarına göre de: Tercüme asla aid evsafı cami’ olmakla beraber tercüme aslın gayrı olduğu kazıyye-i zaruriyyesine binaen Kur’an sayılamaz. Hatta bazıları daha ileri giderek Kur’an ın sair lisanlara tercümesi caiz olamayacağını iddia ediyorlar. Bu fikrin tamamen mürevvici olmadığım halde dakık bir ma’na-yı siyasisi vardır; hülasası şudur ki Kur’an-ı Kerim’in tercüme edilmek cevazına fetva vermek lisan-ı Arabın ehemmiyet-i mahsusasıyla telakkı edilmemesini ve her kavim Kur’an ın kendi lisanlarında mevcud olan tercümesine güvenerek Arapça’nın tahsil ve ta’limini terk ve ihmal eylemelerini müeddi olur. Bu ise müslümanların efkar ve amal-i müteferrikalarını bir noktada cem’ ve tevhid ve onlara yekdiğerinin serair ve ahvalini keşif ve taharriye vasıta olabilecek bir lisan-ı umumiden mahrumiyetlerini nın sır ve hikmeti Allahu a’lem bu olsa gerektir ki ben bütün ma’nasıyla buna kail değilim. Bazı kimseler diyorlar ki: Kur’an ın Arapça olarak kalması ve ayat-ı Kur’an iyyenin namazda ibarat-ı Arabiyye Çünkü tahminen yetmiş milyon Türk yüz milyon Acem Afgan Belucistan Hind akvamının kalplerinde İslam layıkıyla peyda-yı istikrar etmemiştir. Bunun da sebebi bu akvamın ahkam ve adaba ve akaid-i İslamiyyeye ve hatta bu müslümanların ağızlarında ibaresiyle deveran eden akıde-i tevhide bile bi-hakkın vakıf olmamalarından ibarettir. Erbab-ı fikr ve basirete hafi değildir ki bu gibi sözler bir takım safsata-perdazanın dimağlarında yerleşmiş olan fikirleri tervic ve kuvve-i muhayyilelerinde başka bir yerde vücud-pezir olamayan evhama şekl-i hakıkat verebilmek şey değildir. Çünkü bir vechile cay-ı tereddüd ve ihtilaf değildir ki Türklerin Acemlerin Hinduların teşkil ettikleri milyonlar içinde öyle kimseler vardır ki i’tikadları nefs-i Araplardan daha esaslı ve daha sağlamdır. Yine kabil-i inkar değildir ki bunlar arasında tabaka-i avamma mensub milyonlarca insanlar var ki iman ve sebebini kavaid ve adab ve siyaseti Arapçadan başka bir lisanla kabil-i izah ve telkın olamamasında mı aramak hiçbir hüküm hikmet siyaset kıssa yoktur ki elsine-i saireye aid kitaplarda bil-fiil mevcud olmasın. Öyle ise avamm-ı nasa aid milyonların şu dinin edillesini akaidini hükmünü ahkamını bilmemelerinin hakıkı sebebini bu gibi esasat-ı diniyyenin Arap lisanıyla mevzu’ olması teşkil edemez. Zira anifen beyan etmiş idik ki bunlar sair lisanlarla vücuda getirilen müellefat-ı diniyyede tafsilat ve izahatıyla mündericdir. Bir de müslüman Arapların milyonlara baliğ olan sınıf-ı avammına Arap olmaları bu hususta daha ziyade bir faide te’min etmemiştir. Çünkü bunların da hal ve şanları akvam-ı sairede aynı sınıfa mensub olanlardan daha iyi değildir. Hatta akvam-ı sairenin avammı cehl ve lügat-i Kur’an’ a adem-i ıttıla’larıyla beraber bu lisan ile mütekellim olanların avammından daha ziyade dine mütemessik daha ziyade İslama sadıktırlar. Şurası da bilinmek icab eder ki ben bu sözlerimle Kur’an’ ın Arapçadan ma-ada başka lisanlara tercüme edilmesinin adem-i cevazına fetva vermeyi yahud bu lisandan gayrı bir lisan ile Cenab-ı Hakk’a tazarru’ ve ibtihalin men’-i ibahasına taraftar olmayı kasd etmiyorum. Evet bu iki ümmetin ukalası için kavmiyet-i cinsiyyeden münbais temayülata karşı durmak ve o fikri tervic için uğraşanları akvam-ı İslamiyyeden her hangi birini kendi kavmiyet-i cinsiyyesine sarılmaya sevk etmekten külliyen men’ etmek vacibtir. Zira din-i İslam cinsiyet ve kavmiyetlere tabi’ olan edyan-ı sairenin hiçbirine benzer bir din olmadığı gibi lisan-ı Arab da elsine-i saireden hiçbiri için onun mahalline kaim olmak ve cihan-ı İslam’da onun vazife-i siyasiyye ve ictimaiyyesini Yukarıda zikr ettiğimiz vechile Kur’an-ı Kerim kavmiyat-ı cinsiyyeyi mahv etmiyor. Bununla beraber onu kale almıyor. Evet kavmiyat-ı cinsiyye olsun. Lakin taraftarı bulunanların istediği gibi değil bilakis İslam’ın arzu ettiği gibi olsun. Pekala! Acaba din-i İslam kavmiyat-ı cinsiyyenin kavmiyet-i diniyye ve uhuvvet-i İslamiyyeye tebean bekasından başka bir suretini kabul etmiş midir? Binaenaleyh nazar-ı İslam’da bir müslüman diğer müslümanın kardeşidir. Onu gayr-ı müslim olan ebna-yı aşiretine hatta gayr-ı müslim oldukları surette ebeveynine bile tafdil eder. Kezalik asabiyet yahud kavmiyet-i cinsiyye kavmiyet-i İslamiyyenin icab ettiği metalibe – hatta bu metalib babaların kardeşlerin ebna-yı aşiretin zararına da olsa– karşı duramaz. Müslümanların ilk vatanı kavmiyet kavmiyet-i diniyyedir. Akvam-ı İslamiyyeden her hangi biri için kavmiyet-i cinsiyyeye sarılmak caiz olabilirse bu cevaz o kavmiyetin kavmiyet-i amme olan kavmiyet-i diniyyeye muarız olmaması ve onu zaafa giriftar etmemesi şartıyla mukayyeddir. Kur’an-ı Kerim Suretü’l-Mücadele. “Allah’a ve yevm-i ahirete iman eden bir kavim bulmazsın ki Allah’a ve Resul’üne muhalefet edenleri – kendi babaları yahud oğulları yahud kardeşleri yahud kabileleri de olsa– sevsinler. İşte Cenab-ı Hak bunların kalplerine imanı nakş etmiş ve onları kendi ruh-ı ilahisiyle te’yid eylemiş ve altından nehirler akan cennetlerine Allah onlardan onlar da Allah’tan razıdırlar. İşte bunlar Allah’ın hizbidirler. Bilmiş ol ki Allah’ın hizbi yok mu işte felah bulanlar onlardır.” Kitabullah’ı teemmül edenler bu ayet-i celilenin din-i yet-i amme ismiyle nasıl hitam bulduğunu görürler. Evet Halik-ı Zülcelal buyuruyor. Artık kavmiyet-i diniyyenin ulüvv-i menzilesini beyan için ve kavmiyet-i diniyyeye nisbetle diğer kavmiyetlerin hiçbir kıymeti olmadığını göstermek için daha ne beklenir? Bütün müslümanlar bu ayet-i kerimeyi gece gündüz kemal-i siyaset-i hakimeden gafil bulunmamalıdırlar! Bununla beraber bu babda şimdiye kadar irad etmiş olduğumuz ayat-ı celile haricinde olarak fazla izahata lüzum görmüyoruz. Din-i İslam’ın kavmiyet-i diniyyeyi vücuda getiren ve o kavmiyetin metin ve kavi bir surette muhafaza-i vücudu için muktezi şerait ve erkanı di-i tamam-ı muhabbet ve rabıta-i uhuvvet ve müsalemet olan yegane bir din olduğunu yukarıda söylemiştik. Kezalik aleyhissalatü vesselam Efendimizin hatemülenbiyai ve’l-mürselin olduğunu ve onun Kitab-ı mübiniyle sünnet-i sahihasında saadet-i dareyni kafil ahkamın tamamıyla mevcud bulunduğunu zikr eylemiştik. Kur’an -ı azimin dekayık-ı esrarını istiksa edenler ve o kitab-ı semavide mündemic olup her biri kütüb-i sünnet vasıtasıyla muttali’ olanlar için bu hususta münakaşa kabil olabilir mi? Maalesef müslümanların tahsil görmeyenleri arasında bir takım kimseler görüyoruz ki “ Kur’an-ı Kerim terakkıyat-ı medeniyyeyi ta’kıb edemez. Ulum ve fünun ve alem-i matbuatta neşr etmek suretiyle nesl-i hazırın ezhanını ahkam-ı diniyyeleri ve kavanin-i Kur’an iyyeleri hakkında tereddüde düşürmek istiyorlar. Zira bir zaman gelir ki bu münkerat büyük küçük bütün efrad-ı müslimin arasında taammüm eder; hem raiyyeye hem ruata şamil olur. O halde bu fiten-i müstevliyyenin önünü almaya şimdiden çalışmak akdem-i feraizdir. Yakınin üç derecesi vardır: İlme’l-yakın Ayne’l-yakın Hakka’l-yakın. nazar ile olan bilgisidir. Mesela oturduğumuz bir odada bal bulunduğunu bize bir muhbir-i sadık haber verir yahud balın asarından bal bulunduğuna istidlal tarikı ile le yahud asardan müessire istidlal etmek suretiyle balın asarıyla balın bulunduğuna inanırız. Haber ile nazarın ifade ettiği ilim ilme’l-yakın’dir den hasıl olan bilgisidir. Mesela oturduğumuz odadaki balı gözümüz ile görürüz balın bulunduğuna inanırız. Balın bulunduğunu bize hiçbir kimse haber vermedi balın asarı ile de balın bulunduğuna istidlal etmedik fakat balı gözümüz ile gördük; var olduğunu bildik. Müşahedenin ifade ettiği ilim ayne’l-yakındir. Ayne’l-yakın alidir. Nitekim ma’den-i hikmet aleyhissalatü vesselam Efendimiz hazretleri buyurmuşlardır. Ahmed ibn Hanmasıyla tatmasıyla başından geçmesiyle hasıl olan bilgisidir. Mesela oturduğumuz odadaki balı tadarız halavetini tu’munu buluruz. ettiği ilim Hakka’l-yakındir. Hakka’l-yakın Ayne’l-yakınin fevkindedir dereceten ondan alidir. Ehl-i ma’rifetin kendilerinde hasıl olan şeye zevk vecd vicdan demeleri bundan naşidir. Fahrü’l-mürselin sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri hadis-i sahihinde üç kimsede: Allah’ı Resulullah’ı her ikisinin ma-adasından ziyade seven zatta; bir kimseyi ancak Allah için seven zatta; küfürde bulunmakta nara atılmak kadar elem duyan zatta halavet-i iman bulunduğunu haber veriyor. Hadis-i şerif usul-i İslam’dan bir asıldır. Çünkü imanın aynı olan muhabbetullah muhabbet-i Resulullah’ı müştemildir; umur-ı selase kemal-i imanın ünvanıdır. Halavet-i imanı tadan ehl-i iman hakkında insanların üç derecesi vardır: Maba’di’inci sahifede rından istidlal etmek tarikı ile bir kimsede halavet-i iman bulunduğunu bilmiş oluruz. ve ehl-i sıdk ve yakınin ahvalinden zevklerini vecdlerini gösteren zevk ve vecde delalet eden bir hali müşahede ve muayene etmek tarikı ile kendilerinde halavet-i iman bulunduğunu bilmiş oluruz. bulunduğunu işittiğimiz veya asarından istidlal ettiğimiz veya müşahede eylediğimiz zevk ve vecdi kendi nefsimizde bulmuş oluruz. böylece üç derecede bulunur. sıyla bilmiş olur. görmüş olur. Nasıl olduğunu tadar sevab ve ikabı ni’met ve nıkmeti nefsinde bulur. nur: servetin ne olduğu haber verilir. Yahud bi-tarikı’l-istidlal servetin ne demek olduğunu bilir. Bütün lezaiz ve alam böylece üç derecede bilinir. Derecat-ı selaseden ancak üçüncü derecede bir şeyin hakıkatine ıttıla’ hasıl olur. Nitekim denir ki bir şeyi tatmayan halavetini nefsinde bulmayan kimse o şeyin hakıkatini bilemez demektir. Çünkü ibare ancak temsil ve takrib ifade eder hakıkat mücerred ibare zevk ile bilinir. Buna mebni başkalarının haber ve nazar denilmiştir. Sem’iyat Akliyat Hissiyat Zevkıyat Selef-i ümmetin ehl-i kelamın ehl-i tasavvufun felasifenin tahsil ettikleri maarif-i yakıniyyenin başlıca dört tarikı vardır: Sem’iyat Akliyat Hissiyat Zevkıyat. Sem’iyat: Muhbir-i sadıktan semaa nakle rivayete müstenid olan maariftir; muhbir-i sadık mahbub-ı Halik Nebiyy-i zi-şan aleyhissalatü vesselam Efendimiz hazretlerinden gelen her haber haktır. Çünkü Resul-i ekrem Efendimiz nazm-ı celili mucebince batıl ve heva söylemez. Cenab-ı Hak Resul-i efham Efendimizin sıdk-ı nübüvvetine delalet eden bir takım ayat-ı bahirat ızhar etmiştir. Haber-i Resul’ün sıdkında hiçbir müslim şekk edemez. Ulum-ı şer’ıyyede sem’iyat hüccet-i kat’ıyyedir. Ulum-ı şer’iyyede Kitap ve Sünnet’i kendi hayaline kendi hatıratına arz etmek aklına mülayim olmayan sarih nakli dinlememek Kitap ve Sünnet’in kat’ı yyetini ihlal mek ulum-ı şer’iyye hayyitasının haricine çıkmaktır. Artık böyle olan kimseler ile mesail-i fıkhıyyeye mesail-i şer’iyyeye dair söylenecek söz kalmamış demektir. Merhum Şeyh Sa’di-i Şirazi bu makamda pek güzel bir cevab veriyor: Şu kadar ki Peygamberimiz ağzından söylenmiş olan hadis-i mekzub sübut ve delaletinde şekk hasıl olan hadis şayan-ı ihticac olmaz. İlm-i celil-i hadise nakd-ı ricale vakıf olanlar burada güçlük çekmezler. Akliyat: Aklın vakıa mutabık olarak delalet ettiği şeylerdir. Akliyat hem ulum-ı şer’iyyede hem ulum-ı akliyyede hüccettir. Bürhan ve delil-i kat’i yakın [ Buhari akli zann etmemelidir. Her fikir hak; delil-i akli denilen her delil sadık değildir. Delil-i akliyi iltizam eden kimsenin mugalata alaiminden beri olması lazım gelir. Mugalataların safsataların kıyas-ı fasidlerin cehl-i mürekkeblerin en bariz alameti hükümde isti’cal etmektir. Bu hal maatteessüf bir takım kimselerin evsaf-ı mümeyyizesindendir. Hasmının müdafaa-namesini günü gününe göremez ise hemen ric’at ve inhizamına hüküm eder. Sonra müdafaa-namesini görünce acaba ne der? Nakle tevakkuf eden bir mes’eleyi akla tevakkuf ettirmek de cehl-i mürekkebin bir alametidir. Çünkü delil-i akli ve nakli ile taleb olunan metalib üç kısımdır: Bunu akıl kendi haline kalırsa ne kabul edebilir ne reddedebilir. Nitekim Ayasofya Cami’-i Şerifi kubbesinin üzerine şu anda bir kuşun konmuş olduğu aklen isbat olunamadığı gibi red de olunamaz. Bu gibi metalib ancak nakil ile isbat olunur. Biraz da geçmeyi ister misin bizim yakaya? Al işte: Bir günü matemsiz olmayan Asya! O eski ma’bed-i irfan o mehd-i İbrahim; O şimdi boynu bükülmüş zavallı hak-i yetim! Zaman-ı rüşdünü andıkça ağlasın dursun Sülük benizli vasiler ne emdiler kanını Ki hali kalmadı artık çıkardılar canını. Bütün hazaini Hind’in o muhteşem yurdun Gider de hırsını teskine üç şakı lordun; Zavallı yerliyi kıtlık zaman zaman kemirir; Bu kan tükürmeye baksın... O muttasıl semirir! Hukuk-ı millete hakim deni bir istibdad… Hayatı ruhu soyulmuş yığın yığın ecsad Verir de hepsini kalmazsa hiç mi hiç parası; Damarlarındaki son damlanın gelir sırası Ki saklı durmayacak ister istemez akacak Gidip efendisinin düşmanıyla çarpışarak. O can alıp veredursun; bilir misin bu ne der: “Ölürse hizmet eder; öldürürse hizmet eder!” Ya çünkü her iki suret lehinde caninin. Şimale doğru çıkarsan vasiyy-i saninin Neron rezilini mahcub eden şena’atini Görür de zaptedemezsin sada-yı la’netini. Ne dul bıraktı ne öksüz o hanüman yıkıcı... Nasıl da keskin ahaliye karşı kör kılıcı! Şu’un-ı cariyeden köy basıp şehir yakmak... Sefilin ordusu katil hükumetiyse yatak! Hazarda sulhü tehassürle yad eden teb’a Sürüldü süngüler altında harbe son def’a; Yıkıldı arkada milyonla bi-günahın evi. Yetim iniltisidir şimdi inleten cevvi! Değil mi bir anasın sen? Değil mi Almansın? O halde fikir ile vicdana sahib insansın. O halde “Asyalıdır ırkı başkadır...” diyerek Benat-ı cinsin olan ümmehatı incitecek Yabancı tavrı yakışmaz senin faziletine... Gel iştirak ediver şunların felaketine. Ki “Paylaşıldı mı artar durur sürur-ı beşer; Kederse aksine: Ortakla eksilir” derler. Başmuharrir “Bazı Şafiiyye ve Hanefiyye’nin mezhebi böyle değildir bazı Mu’tezile mezhebi böyledir bu mes’ele hakkında usuliyyun şöyle söylemişlerdir Hanefiyye’nin delili budur. Hanefiyye ve Şafiyye mülazeme bulunmadığını beyan ediyorlar... ilh” gibi deavi-i usuliyye alelumum mesail-i tarihiyye mesail-i umur-ı ahiret ancak nakil ile haber ile isbat olunur. Şu kadar ki ahkam-ı nakliyyenin kanı sabit olmayan yani kavaid-i mantıkıyye muktezasınca anasır-ı tasavvuratı arasında tenakuz bulunan bir şeyin alem-i haricide bulunması mümkün değildir. ancak akıl ile isbat olunur. Sani’-i alemin vücudu sıfat-ı celilesi; Muhammedü’l-Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin sübutu gibi. Bu kısım asla nakil ile isbat olunamaz. Eğer nakil ile hem nakil ile isbat olunur. Bu gibi metalibde hem akıl hem nakil hüccet-i kat’ıyyedir. Mesail-i kelamiyyenin birçok ciheti bu gibi metalibdendir. Mesail-i riyaziyyede mesail-i felsefiyyede nakil asla hüccet olamaz. Belki akıl hüccettir. Yalnız mesail-i felsefiyyede “Makbulat” kabilinden olarak eimme-i felsefenin kavli bir hüccet-i zanniyye olabilir. Hadisat-ı ictimaiyyede vekayi’-i tarihiyyede akıl asla hüccet olamaz; burada yalnız nakil hüccettir. Tarih-i ulumda da tarih-i şuunatta olduğu gibi hüccet ancak nakildir. Haber-i sadık her ilme göre muhtelif olur. Şer’iyyatta haber-i sadık: Haber-i resul veya haber-i mütevatirdir; eimme-i şeriatin kavli de bir hüccet-i zanniyyedir. Hissiyat hissen sabit olan şeylerdir. Elyevm havass-i selimenin esbab-ı ilimden olduğunu inkar eden hemen kalmamıştır. His tamamıyla ulum-ı tabiatte hakimdir. Mesail-i tabiiyyede hüccet ancak his ve tecrübedir akıl ve nakil burada delil olamaz. Yeni mantıkda musarrah olduğu vechile her bir ilmin kendisine mahsus bir delili bir bürhanı vardır; riyaziyat ve felsefiyat nazarı tabiiyyat his ve tecrübeyi tarih haberi ulum-ı şer’iyye hem nazarı hem haberi hem tecrübe ve hissi isti’mal eder. Her bir ilmin bir cinsden olan edilleyi haytası dahilinde olmayan delili istemek yahud haytası dahilinde olan delili kabul etmemek mantık bilmemek cehl-i mürekkebe atılmak demektir. Hakka’l-yakın ile bilinen bizzat bulunup nefsinde tecrübe edilen şeylerdir. Ehl-i ma’rifet ve ehl-i hadis-i şerifi Sahih-i Buhari’de Ömerü’l-Faruk radıyallahu anh hakkındaki hadis-i meşhur ilhamın da bir hüccet olduğunu gösteriyor. Bi-duni’n-nazar yani bi-tarikı’l-ilham olan maarif ve ulum-ı yakıniyyenin husulü ehl-i enzar arasında muhtelefün-fih den Keyya el-Herasi ile Gazzali; müteehhirinden Razi ile Amidi bi-duni’n-nazar maarif-i yakıniyyeyi kabul ediyorlar. Bi-tarikı’l-ilham olan maarif-i yakıniyye ehl-i enzarın kabul ettiği maarif-i zaruriyyeden ma’dud olacaktır. Ancak nazm-ı celili mucebince fücuru takvadan ayırmalı evhamı ilham bilmemeli hatırat-ı şeytaniyyeyi varidat-ı rahmaniyye zannetmemelidir. Çünkü sem’iyat ve akliyat ve hissiyatta galat bulunabildiği gibi zevkıyat ve vicdaniyatta da galat ve iştibah bulunabilir. Bu hususta mizan ancak Kitap ve Sünnet’tir. Metalib-i yakıniyyeyi hakayık-ı kevniyyeyi tahsil yolunda bulunan nazırin veya salikinin Resul-i Ekrem Efendimiz hazretlerinin getirdiği şeye asla muhalefet etmemeleri şart-ı a’zamdır. Yoksa varacakları mahal dalalet ve gavayettir. Bazan nazır veya salik bir delil-i nakli ile yahud delil-i akli ile veya ilham ile Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin getirdiğine muhalefet etmek ister. Bunun hatası şudur ki delil-i nakli zannettiği delil ya bir hadis-i mevzu’dur yahud ehl-i ilm indinde şayan-ı ihticac olmayan bir eserdir. Delil-i kat’i zannettiği delil-i akli de kıyas-ı fasiddir. İlham zannettiği varidat da varidat-ı rahmaniyye değil hatırat-ı şeytaniyyedir. Akıl olan nazır veya salik hükümde isti’cal etmez; kıyas-ı fasidden cehl-i mürekkebden ve alaiminden ictinab eder şayan-ı Kitap ve Sünnet’e arz eder. Nazar-ı şer’i ile fücuru takvadan tefrik eder. Gerek bi-tarikı’l-akl olsun gerek bitarikı’l-nakl olsun gerek bi-tarikı’z-zevk olsun kabul ettiği bütün müdrekatında Kitap ve Sünnet’i mizan kılar. Kitap ve Sünnet’e i’tibar etmemek zan ve hevaya ittiba’ etmektir ki neticesi dalalet ve gavayettir. Resul-i ekrem Efendimizin getirdiği şeye temessük kaffe-i müdrekatı Kitap ve Sünnet’e arz etmek sırat-ı müstakım üzere gidenlerin; bilakis Kitap ve Sünnet’i heva ve heves ile teşehhi bulunanların tarikıdır. Tashih – Sebilürreşad’ ın numaralı nüshasının . sahifede nazm-ı celilinin aksi olarak kavl-i beliği; nazm-ı celili” denecek yerde sehven nazm-ı celili” denilmiştir. Diyanet-i İslamiyyeye muarız geçinenler kat’-ı yed tahrim-i riba gibi birtakım mesaili ser-rişte ittihaz ederek bil-i te’lif olmayacak ahkam mevcud olduğunu istidlal ediyorlar ve binaenaleyh bu mes’ele onlara gayet giran ve kabih geliyor. Onlar diyorlar ki: İctimaiyyun hukukıyyun bu mes’eleyi başka bir nokta-i nazardan muhakeme ve tedkık ediyorlar. Onların re’y ve fikrine göre ukubetten yegane maksat zecr ve te’dib olduğuna göre bir caniyi hakkında bu derece iltizam-ı şiddet olunmaksızın tarik-ı salaha irca’ daima taht-ı imkandadır. Esasen kısas nedir? Mukabele bil-misilden ibaret değil midir? Sualini irad ettikten sonra kalplerinden feveran eden bir hiss-i tuğyan sevkiyle bu hükmün gayet çirkin ve tahammül-fersa olduğunu alenen iddiaya şitab ederek sarıkın terbiye ve tarik-ı sedada sevk ve irşad suretiyle tashih-i hal ve siretine imkan varken böyle bir hükümle tecziyesi hey’et-i ictimaiyye miyanından çalışacak bir elin eksilmesine sebeb olur... yolunda serd-i mütalaat ediyorlar. Biz burada girive-i dalalete saplanmış olanlara bir lem’a-i hidayet göstermek ümniyesiyle kat’-ı yed hakkındaki hükm-i şer’inin mutazammın olduğu esrarı beyan edeceğiz. Bu kabil kimseler ulema-i hukuk ve ictimaiyyunun sözleriyle istişhad ediyorlar. Halbuki biz her iki sınıf ricalinin re’y ve mezhepleri muhtelif fikirleri hakkında tedkıkat-ı amikada bulunduk. Bu tedkıkatımız bizi bir neticeye isal etti ki o da Avrupa ulema-yı felasifesinin hükümleri müntesibin-i hukukun sözleri münhasıran başka bir şey değildir. Çünkü muhtelif bir takım ahval ve etvarın taht-ı te’sirinde bulunmak nüfus-ı insaniyyede zaruri olarak kendilerine has bir takım infialat ve o infialat ile hem-aheng bir takım i’tikadat tevlid eder ki avam ve havassın akıl ve idrakleri hep bu hadisat-ı vicdaniyyenin hüküm ve te’sirine münkad olur. Ahlak kavanin ictimaiyat tarih siyaset ve emsaline müteallik asarda tesadüf ettiğimiz yeni yeni fikirler hep bu infialat ve i’tikadatın mahsulatıdır. Mütemeddin bir ümmet arasında teessüs etmiş nice kanun var ki medeniyet ve hadaret hususunda onunla hem-rütbe olan diğer bir ümmet nezdinde cay-ı kabul ve tatbik bulamaz. Hele zulm-i mahzdan ibaret nice şeyler var ki ulema-yı teşriin kavl-i mücerredleri siyasiyyunun temayülat-ı şahsıyyeleri ona reng-i kanuniyyet vermiştir. Burada misal olarak hapis cezasını –derecatı muhtelif ve esbabı mütefavit olmakla beraber– münakaşa edelim: Bir insan bir töhmet yahud hakkında lahık olan bir hükm-i kanuni dolayısıyla muvakkaten veya müebbeden hapis ediliyor değil mi? Olabilir ki bu adam ailesi nezdinde aciz peder ve validesinin daire-i mahremiyetine aldığı zevcesinin biçare yavrularının te’min-i kefafına kifayet edebilecek bir şey bırakmamıştır. Şimdi bu adam cezasının istilzam ettiği müddeti mahbesde ikmal edecek; fakat açlık veya o biçare ailenin kanına girecek yahud içlerinden bazılarını tedarik-i esbab-ı maişet endişe ve gailesi fuhuş sirkat hile tezvir gibi enva’ı gayr-ı mahsur bir takım tedabire müracaat mecburiyetinde bırakacak. Bir memleketin hapishanelerinde böyle kırk bin nüfusun mahbusiyetini farz edersek bunların arkalarında hiç olmazsa yirmi bin ailenin vücudunu teslim etmek zaruretinde kalırız ki bu endişe-i maişet kendilerini oradan oraya sürüklüyor; zarurat-ı hayat cisimlerine iffetlerine dilediği gibi hakim oluyor; hep bu hallere de erzak ve ihtiyacat-ı sairelerinin kıvamı olan reislerinin mahbusiyetiyle yegane istinadgahlarından mahrum kalmaları sebeb oluyor. Şurada bir sual terettüb ediyor ki: Hapisten maksat te’dib ve ıslah yahud müttehemi beraet veya mücrimiyeti tebeyyün edinceye kadar tevkıf değil midir? Öyle dası nasıl tecviz olunabilir? Bir insanın böyle bir maksatla lüzum-ı tevkıfi teslim olunabilir. Lakin erkan-ı ailesini teşkil eden bir takım biçareganın medar-ı hayat ve bakası olan sermayesini müsadereye kail olmak teslim olunabilecek şeylerden midir? Mahkeme hapis kararını verir mahkumun-aleyh zindanların ta a’makına indirilir. Bu kimseyi irtikab ettiği ef’al-i seyyieden men’ ve zecr te’dib ve ıslah nası bir müddet şerrinden vikaye etmek tifadesine hail olup bazı vakitler iktiham-ı sa’yden men’ yahud kesb ü amel hususunda serbestane mümanaatla onu yol yapmak bina inşa etmek veya dokumacılık dülgerlik demircilik gibi kendi ihtisası dahilinde ki sanayi’den birinde cebren istihdam ederiz de bir nevi’ sermaye-i ticaret olan sa’yine mukabil ikmal-i müddet edinceye kadar mukavemet-i bedeniyyesini te’min ve hayatını muhafazaya kifayet edebilecek birkaç lokmadan başka kendine hiçbir şey vermeyiz. Vazı’-ı kanun olanların hey’et-i ictimaiyyenin ıslah-ı hal ve şanına hizmet etmek zu’muyla vaz’ ettikleri böyle bir kanunun muvafık-ı adalet olduğuna kail olmak hey’et-i ictimaiyyeye karşı sarih bir zulüm ve onun hukukuna tecavüz değil midir? Haydi caniyi zindana atmak hakkını haiz olsunlar. Fakat onun malik olduğu arazi akar hayvanatı müsadere etmeye kendilerinde nasıl bir salahiyet görebiliyorlar? Bu kadar salahiyete malikiyetlerini a’yan-ı saireden kıymeti dun olmayan sa’y ü amellerini neye istinaden müsadere edebiliyorlar? Mahbusine esna-yı tevkıflerinde işledikleri işler için münasib ücretler tahsis etmek yahud geride bıraktıkları aciz ve dermande ailelerine mesai-i ma’neviyyelerine mukabil telafi-i zaruret ve ihtiyaçlarına medar olabilecek bir şey verip reis-i ailelerinin ve vasıta-i maişetlerinin mefkudiyetinden mütevellid bir zaruret ilcasıyla insanlar arasında alet-i şerr ü fesad olabilmeleri ihtimalini bertaraf etmek bir vazife değil miydi? Bunu medeniyet ve hadaretin evc-i bala-yı tekamüle irtika ettiği iddia olunan böyle bir zamanda ulema-i hukukun vazife-i teşri’ namına yapmış oldukları şeylere bir misal olarak zikr ediyoruz. Yoksa erbab-ı basirete her vakit için muhtelif memleketlerde mevzu’ ahkam-ı kanuniyye arasında nazar-ı ibret ve im’anı calib pek çok şeyler vardır. Bu babda daha vazıh bir fikir edinmek isteyenler atideki misalleri nazar-ı teemmüle alsınlar: Bir Hindli tabiiyyet-i Osmaniyyeyi ihraz eder ise maddi bil-cümle hukuk-ı medeniyyeden mahrum olur. Ezcümle ebeveynine varis olamaz. Bir Osmanlı İngiliz müstemlekatında ağırlığınca altın bahasına olsa da bir karış yere malik olabilmek hakkını haiz değildir. Kavanin-i Mısrıyye’de hükumet-i mahalliyyeye tikadlar dakık hesablar mündemictir. Fransa’da mesela basit bir takım şerait tahtında zina mübahtır. İngiltere’de ise resmen ve bila-kayd u şart memnu’dur. Mehakim-i askeriyye askerden firar veya ihtifa edenlerin i’damına hüküm eder. Aynı zamanda erzak-ı askeriyye nakliyyatında ihmal ve müsamaha edenler aynı cezaya duçar olurlar. Mehakim sarıkları muhtelif suretlerle tecziye eder. müşeddideyi nazar-ı i’tibara alarak cezaları taz’if eder. Bu ve buna mümasil bir takım ahkam-ı kanuniyyeyi efkar-ı münevvere ashabı ciddi bir surette tedkık ve muhakeme ettikçe kavanin-i vaz’ıyyenin zaaf ihtilaf adem-i tenasüb maslahat-ı ammeye adem-i tevafuk ve –kavaid-i adl ü insafa değil– bir takım esasat-ı siyasiyyeye ve takdir edebilirler. Bilmem ki ilmü’n-nefs erbabı esbab-ı müşeddideden addedilen tekerrür-i cürm neticesinde taz’if-i ukubet mes’elesine ne diyecekler? Onlar ki bir fiilin melekat-ı rasiha ve kasd ve iltizama makrun olmaksızın insandan sadır olan adat şekline tahavvül edinceye kadar tezayüd ve tekerrür edebileceğini beyan ve bunun için kitaplarında birçok misaller serd ve ityan ediyorlar. Bir şahıs farz edelim ki sirkati i’tiyad edinmiş. Bu fiili irtikab etmek bir zarar ika’ etmeye mütemayil de değil. Hatta belki de yaptığı bazı ef’ali kendilerinde meleke-i rasiha haline Böyle bir kimse hakkında ulema-i nefs ukubetin tahfifine mi yoksa taz’ifine mi kail olurlar? son mertebeye isal etmek zaruretini cinayetin ilk def’a suretle cinayete tasaddi esbabı esasından kat’ ve mücrim böyle bir seyyieyi tekrir ve düşüncesinden ib’ad edilsin de bu faziha kendisinde adet ve meleke-i rasiha hükmünü almasın. Evet esatize-i ilmü’n-nefse layık olan: Ceraim adet hükmüne ve te’sir-i enfüse tebean ika’ edilen bir meleke hüküm ve mahiyetini iktisab ettiği zaman ukubetin teşdid ve tezyidine bir fayda olmadığını bizimle beraber teslim ve i’tiraf etmek hakşinaslığını göstermektir. Ulema-yı ahlaka münasib olan da şudur: İlk def’a bir cürm ika’ edildiği zaman ukubetin tahfifi mücrimi rettüb edecek cezaya ehemmiyet vermemek gibi ma’kus bir netice vereceğini cezadan korkmamanın da atiyen tekerrür-i cürmün en mühim saiklerinden bulunduğunu takdir ve beyan etmelidir. Bu esas kabul edilince acaba deniyetin en yüksek mertebelerine terakkı etmiş olan muhtelif akvam arasında mevzu’ olan kavanini tedkık ettiğimiz zaman aralarında öyle mübayenetler buluyoruz ki bu kanunların vaz’ı hususunda ne gibi şeylere istinad edildiğini; kavaid-i adl ü insafa ve mesalih-i nasa evfak olan esasata mı yoksa her ümmetçe kendine has olan esbaba mı riayet edildiğini bedaheten gösteriyor. O esbab yelerden ibarettir ki parlamentoların mecalis-i a’yanın şura-yı kavaninin mevcudiyetine rağmen ümmetlerin azim ve iradeleri o gayelerin husul ve tahakkuku önünde bir vaz’-ı inkıyad-kar almaya mahkumdur. Birincisi mesalih-i ümmete aid emanattır ki bunların nasıl eda edilebileceğini izah etmişidik. Şimdi ikinci kısmı söyleyeceğiz. Emanatın ikinci kısmı mesalih-i maliyyedir. Nitekim Cenab-ı Hak düyun hakkında buyuruyor ki meal-i kerimi “Eğer birbirinize emin olursanız emniyet edilen kimse emanetini te’diye etsin ve bu hususta Rabbi olan Allah’tan Bu kısma a’yan ile düyun-ı hassa ve amme dahil olur: Vediaları; şerikin müvekkilin mudaribin emvalini; mal-ı yetimi mal-ı vakfı ve emsalini red gibi. Semen-i bey’ bedel-i karz sadukat-ı nisa’ kadınların mehirleri ücur-ı menafi’ ve emsali gibi düyunu ifa dahi burada dahildir. Cenab-ı Hak Furkan-ı hakiminde buyuruyor ki meal-i münifi Allahu a’lem şöyledir: “İnsan helu’ olarak yaratılmıştır: Kendisine şer isabet ederse yaygara koparır hayra mazhar olursa imsak eder. Ancak salata müdavim olanlar ile mallarında sail ve bi-vayelere bir hak ayıranlar... emanet ve ahidlerine riayetkar olanlar müstesnadırlar.” Yine diğer bir ayet-i kerimede Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Biz sana gerçek bu kitabı insanlar arasında Cenab-ı Hakk’ın sana gösterdiği vechile hükmedesin diye gönderdik hainleri müdafaada bulunma.” Aleyhissalatü vesselam Efendimiz de: “Sana emniyet gösterene emanetini eda et! Sana hıyanet edene sen de hıyanet etme!” buyuruyor. Bu da yine o Resul-i zi-şanın kavl-i alisidir: “Mü’min odur ki: Müslümanlar canları malları hususunda ondan emin olurlar. Müslim odur ki: Dilinden ve elinden müslümanlar salim olurlar. Muhacir odur ki: Allahu Tealanın nehy ettiğini terk eder. Mücahid de odur ki: Zat-ı Kibriya uğurunda nefsiyle mücahede eder.” Bu hadis sahihdir; bir kısmı Sahihayn’da bir kısmı da Tirmizi’nin Sünen’inde mezkurdur. Yine aleyhissalatü vesselam Efendimiz buyuruyor ki: ] [ “Her kim nasın emvalini eda etmek niyetiyle alırsa Allah o emvali onun tarafından te’diye eder. Her kim emval-i nası itlaf etmek maksadıyla alırsa Allah o adamı itlaf eder.” Cenab-ı Hak hakka muvafık bir surette alınan emanatın edasını vacib kılınca... gasb sirkat hıyanet ve bu kabil zulümlerle alınan emanatın da sahibine edası vacib olacağı şüphesizdir. Aleyhissasalatu vesselam Efendimiz Haccetül-veda’ hutbesinde şöyle buyurmuşlardı: Bu kısım emanat hem ulü’l-emre hem raiyyeye şamildir. Bunlardan her biri diğerine karşı edası vacib olanı eda etmelidir. Gerek sahib-i hükumete gerek naibine vacib olan: Her sahib-i hakkın hakkını vermektir. Gerek emvali vergileri cibayet eden me’murin-i hükumete gerek ahaliye de vacib olan: Sahib-i hükumete verilmesi Raiyyenin müstehak olmadığı bir şeyi vülat-ı emvalden hazineden istemeye asla hakkı yoktur. Raiyye istihkakı olmadığı bir şeyi istemeye kalkarsa şu ayet-i celilenin ma-sadakına dahil olur: yerine . Kezalik sahib-i hükumete ifası vacib olan hukukunu –o sahib-i hükumet zalim dahi olsa– eda etmemeye raiyyenin hakları yoktur. Zira aleyhissalatü vesselam Efendimiz böyle buyurmuşlardır. Nitekim huzur-ı saadetlerinde vülat-ı emrin zulmünden bahs olununca “Siz onlara hakları ne ettiği şeyi elbette onlara soracaktır.” Sahihayn’da Ebi Hureyre radıyallahu anh aleyhissalatü vesselam Efendimizden şöyle bir hadis-i şerif rivayet ediyor: “Beni İsrailin emr-i siyaseti peygamberlerin elinde idi. Bir peygamber vefat edince diğeri ona halef olurdu. Benden sonra ise peygamber yoktur; Halifeler olacaktır ve çoğalacaktır... Hazır olanlar: –O halde bize ne ile emir buyurursunuz?.. diye sordular. Resul-i zi-şan Efendimiz buyurdular ki: –Sıra ile hepsine bey’at ve haklarını eda edin. Allah muhafazasını taleb ettiği şeyi elbette onlardan soracaktır.” Yine Sahihayn’da İbni Mes’ud radıyallahu anh aleyhissalatü vesselam Efendimizden rivayet ediyor: “Benden sonra siz istibdad ve hak-şikenlikle diğer beğenmeyeceğiniz bir takım ahval göreceksiniz!.. Bunun üzerine –Ya Resulallah! O halde bize ne emir buyuruyorsunuz? diye sordular. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz buyurdular ki: –Onların vülat-ı emrin haklarını onlara verin kendi haklarınızı da Allah’tan isteyin.” Mesalih-i maliyyeyi idare edenler emval-i müslimini –öyle bir sahib-i mülkün kendi malındaki tasarrufu gibi– keyiflerine göre taksim edemezler. Çünkü onlar emindirler naibdirler vekildirler; yoksa malik değildirler. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz buyurdular ki: “Allah’a kasem ederim ki ben kimseye bir şey vermiyorum yerine yerine yazılmıştır. yeve kimseden bir şey men’ etmiyorum. Ancak ben taksim ediyorum ve emrolunduğum yere veriyorum.” Buhari Ebi Hureyre radıyallahu anhdan bunun gibi bir hadis-i şerif rivayet ediyor. yahud vermemek –kendi malında mutasarrıf olan kimsenin ve dilediğine verip dilediğine vermeyen mülukün yaptıkları gibi– kendi iradesine kendi ihtiyarına tabi’ değildir. Kendisi ancak Allah’ın bir kuludur. Onun emriyle emvali taksim eder ve Allah’ın emrettiği yere verir. Hazret-i Ömer bin el-Hattab radıyallahu anh hazretlerine biri gelip demiş ki: “Ya Emiralmü’minin! Allah’ın malından bir az nafakanı fazlalaştırsan ne olur?” Hazret-i Ömer de cevaben: “Bu neye benzer bilir misin? Tıpkı sefere çıkan bir cemaatin paralarını toplayıp kendini infak etmek üzere birisine teslim etmeleri gibidir. Bu adama o maldan kendisine ayırmak caiz olur mu?” demiş. Yine bir def’a hazret-i Faruk’a pek çok hums-ı mal getirmişler. Hazret-i Ömer: “Anlaşılıyor ki cemaat emanatı bu mu’temedlere tamamıyla te’diye etmişler...” buyurmuş. Bunun üzerine hazırundan bir kısmı: “Sen Allah’ın emanetini te’diye ettiğin için bunlar da emaneti sana te’diye ettiler. Eğer sen emanete hıyanet edeydin onlar da öyle yaparlardı.” diye cevap vermişlerdir. Şunu da bilmek gerektir ki ulü’l-emr çarşıya benzer: Orada ne geçerse o getirilir. Hazret-i Ömer bin Abdilaziz radıyallahu anh böyle diyor. Eğer orada sıdk birr adl emanet revaçta ise bit-tabi’ bunlar getirilir. Yok eğer kizb fücur zulüm hıyanet revaçta ise bunlar getirilir. Veliyyü’l-emre vacib olan: Malı helalinden almak hakkıyla sarf etmek müstahakkından men’ etmemektir. Hazret-i Ali bin Ebi Talib radıyallahu anh bazı naiblerin zulüm ettiğini işittikçe: “Ya Rabbi! Ben onlara ne halka zulmetmelerini emr ettim ne de senin hakkını terk etmelerini.” derdi. Çanakkale cephesinde dün Arıburnu’ndaki düşmanın sol cenahına icra edilen taarruzda düşmanın bir taburu mahvedilmiş ve pek muhkem avcı metrislerinden bir kısmı zabt edilerek iki yüzden fazla tüfenk ile bir makineli mitralyöz iğtinam olunmuştur. Keza dün akşam Seddülbahir’e karşı yapılan harekatta İngilizlere pek büyük telefat verdirilmiştir. Külliyetli cephanesiyle beraber üç makineli tüfenk mitralyöz daha iğtinam edildi. Bugüne kadar iğtinam olunan makineli tüfenklerin mitralyöz adedi ona baliğ olmuştur. Çanakkale cephesinde Arıburnu’nda düşman eski vaz’ıyetindedir. Cenubda Seddülbahir mıntıkasında düşman dün öğleden evvel sefain-i harbiyye himayesinde taarruz etmek istedi. Muharebe öğleden sonra geç vakte kadar lehimizde devam etmiş ve ba’dehu mukabil taarruzlarımız karşısında düşman telefat-ı azime ile eski ihrac mıntıkasına püskürtülmüştür. Sol cenahta bir kısım kuvvetimiz Seddülbahir İskelesi’ne kadar ilerilemiş ve firar eden düşman arkasından bombalar yağdırmıştır. Çanakkale cephesinde Arıburnu ve Seddülbahir civarındaki düşman kıtaatı müsaid vaz’iyet kazanmak hevesiyle –ve mahza tebliğ-i resmilerinde muvaffakıyetle üzere– daima gemi ateşleri himayesinde icrasına teşebbüs etmekte oldukları taarruzlar her def’asında telefat-ı azime ile sahil mevzi’lerine ve siperlerine kadar püskürtülmektedir. Evvelki gece Arıburnu’nda sağ cenahtan bir kısım kuvvetimiz düşmanın avcı siperlerine girerek bine yakın istihkam alatından kazma ve kürek iğtinam etmişler ve buradan düşmanın erzak depolarıyla ihrac iskelelerini ateş altına almışlardır. Düşmanın domdom kurşunları isti’mal ettiği ve elde edilen telsiz telgraf muhaberatından yaralılarımızın ictima’ mahallerine suret-i mahsusada topçu ateşi icra eyledikleri tahakkuk etmiştir. Çanakkale cephesinde düşman donanmasının boğaza karşı bir teşebbüsü görülmüyor. Yalnız Seddülbahir civarındaki düşman akım kalan taarruzlarını dün dahi birçok takviye kıtaatı yardımıyla tecdide teşebbüs ederek muharebe gece yarısına kadar devam etmiş ve neticede azim telefat ile yine ihrac mahalleri civarına püskürtülmüştür. Çanakkale cephesinde Arıburnu’nda dün gece düşmanın dört def’a icra eylediği me’yusane taarruzları süngü hücumlarımızla tamamen tard edilmiştir. Düşman bu taarruzlarında büyük telefata duçar oldu ve tahminen üç taburluk kuvveti mahvedildi. Külliyetli mecruhlarını bugün öğleye doğru peyderpey gemilere nakl ettikleri görülmüştür. Cenubda Seddülbahir’de ise donanmasının ateşleri yardımıyla deniz sahilinden yaptığı taarruz kıtaatımızın mukabil taarruzları ile te’sirsiz bırakılmıştır. Çanakkale cephesinde düşmanın denizden bir teşebbüsü olmuyor. Kara cihetinden dün büyük telefatla akım kalan taarruzları üzerine bugün düşman ciddi bir harekette bulanamamıştır. Çanakkale cephesinde mühim bir hareket yoktur. Hafif piyade ve topçu ateşleri devam ediyor. Bir kısım topçularımız Arıburnu’nda düşman gerilerini ve iskele mahallerini ateş altına almış küçük bir düşman müfrezesinin bir topçu ateşimizin te’siriyle iskelelerine doğru perişan döküldüğü görülmüştür. Empela Kayl İngiliz zırhlısı evvelki gün Boğaz medhali civarında Anadolu kısmındaki bataryalarımıza te’sirsiz endahtı sırasında dört mermi isabeti üzerine geri çekilmiştir. Kafkas cephesinde vaz’ıyet-i umumiyye gayr-ı mütebeddildir. Oltu istikametinde düşmanın taarruzları büyük zayiat verdirilerek tard edilmiştir. Vaz’ıyet müsaid bir surette inkişaf etmektedir. Kafkas cephesinde Oltu havalisinde düşmanın birkaç gündür faik kuvvetlerle ileri kıtaatımız üzerine icra eylediği taarruz tamamıyla tard edilmiş ve mukabil taarruzlarımızla civara hakim tepeler düşmandan zabt olunmuştur. Azerbaycan’da Dilman havalisindeki müfrezelerimiz ve Nisan’da ve mütebakı günlerde Ruslara kısa taarruzlar ve baskınlar yapmışlardır. Bu baskınlarda düşman ehemmiyetli zayiata duçar edilmiş ve müfrezelerimiz tertibat-ı umumiyye dahilindeki vazifelerine muvaffakıyetle devam etmekte bulunmuştur. Azerbaycan dahilindeki seyyar müfrezelerimiz miyetsiz müsademeler olmaktadır. YAZAR İNDEKSİ |/\|