|\/| _____ SEBİLÜRREŞAD Cild 15 - Unknown 285163 60514 14872 _____ MUKADDIME Temhidat-ı anifeden Kur’an’ın bütün beşeriyet alemine tebliğ için nazil olmuş olduğu garaz-ı fıtrinin neden ibaret olduğu anlaşıldı. Şu cihet de ta’ayyün etti ki Kitab-ı Kerim’de ayatında hiçbiri garaz-ı fıtri haricinde olarak tıbbi bir maksada hizmet etmek maddi bir arzunun husulüne cinnin teshirine vasıta ittihaz edilmek ve saire gibi şeyler için nazil olmuş olduğuna gerek sarahaten gerek ihtimalen delalet edecek hiçbir şey yoktur. Buhari ve diğer sıhahda isabet-i ayna ve akreb sokmasına karşı bazı süver-i Kur’aniyye ile istirka’ okumak edildiğine dair ehadis-i şerife varid olmuş halkta ayat-ı Kur’aniyye’nin makasıd-ı anifede kullanılabileceği zan ve rilere götürerek halktaki bu akıdeye istinaden bazı ayat-ı Kur’aniyyenin te’vili hususunda pek çirkin cür’etler göstermiştir. Bunlar te’vil ile de iktifa etmeyerek süver ve ayat-ı Kur’aniyyenin fezaili hakkında ehadis vaz’ına başlamışlar kitaplarını bunlarla doldurmuşlardır. Hatta Keşşaf sahibi gibi Beyzavi gibi Hazin ve saire gibi ehl-i hadis olmayan bir takım müfessirin bile bu cereyana kapılarak bu kabilden birçok ehadis-i mevzu’ayı rivayet etmişlerdir. Sonraları halk bittabi bu meslekte işbu e’azıma peyrev olmuşlar bilhassa onların rivayet ettikleri mevzu’atı sıhhatinde asla tereddüd etmeksizin rivayete başlamışlardır. Gitgide bu telakkıler bu kabil ehadis-i mevzu’aya en meşhur ehadis-i sahiha ve en kat’i kazaya-yı akliyye derecesinde bir i’tibar ve i’timad kazandırmıştır. Bu kuvvet-i i’timad bu kabil ehadise karşı kimsede bir şek ve şübhe uyandırmadığı yahud derece-i sıhhatini tahkıka lüzum hissettirmediği için mevzu’at-ı mezkure asırlardan beri büyükten küçüğe seleften halefe intikal edip duruyor. Şübhe yok ki Beyzavi gibi Zemahşeri gibi e’azımın şöhret-i zatiyyeleri rivayet ettikleri şeyler hakkında en ufak bir tereddüd husulüne mani’ olmuş fezail-i bi-hemtaları erbab-ı mütala’ayı bunların eserlerine tevdi’ etmiş oldukları bu gibi mevzu’atı mütun ve esanidi hakkında tedkık ve tenkıde lüzum görmeksizin kabule sevk etmiştir. Bu hadise ulum-ı İslamiyye sahasında büyük büyük felaketler tevlid etmiş hakkın batıla hidayetin dalalete iltibasına sebebiyet vermiştir. İşin daha fena ciheti İslam aleyhdarlarıyla Cizvitlerin mevzu’-i bahs olan kitaplarda efkar-ı mudıllanelerinin neşr u tervici için en kuvvetli menabi’i elde etmeye muvaffak olmuş olmalarıdır. Çok şükür inayet-i samedaniyye imdada yetişti de rical-i hadisden bazı zevat bu yolda tedavül eden ehadisi tenkıd ile gassını semininden sahihini sakıminden tefrika muvaffak oldular. Fakat bilmem ki müslümanların bu yolda tedvin edilmiş olan asar-ı nafi’anın ulum-ı şer’iyye talebesi ve bil-cümle erbab-ı tahsil miyanında neşr ve ta’mimine himmet edip de bu sayede halkın asar-ı mebhusenin irşadat ve tenviratından istifadelerini te’min onların sahaif-i tenkıdatına mevdu’ hakayıkı teşhir etmek hususundaki kusurları nasıl afv olunabilir? Evet namus-ı dinleri için hakıkaten mucib-i şeyn ve ar olan böyle bir kusuru irtikab etmiş olan müslümanlar şuraya derc edeceğimiz sebebden dolayı kendilerini en ağır günah ve veballere soktular: Onlar mütunu hakayık-ı diniyye ile asla kabil-i te’lif olmayan hatalar mugalatalarla memlu’ asarın afaka neşr edilmekte mekteplerde tedris olunmakta Başmuharrir kütübhaneler bu gibi asar ile doldurulmakta olduğunu görüyorlar da içlerinden birkaç kişi müdafa’a-i hak u hakıkat azm ü gayretiyle meydana çıkıp da bu tesvilat-ı mudıllaneye menba’-ı ilham olan asar-ı İslamiyyedeki galatatı halka ihtar yahud hiç olmazsa onlara İstanbul Mısır ve sair bilad-ı sıyanetine mevdu’ ve mikdarı pek çok olan kütüb-i ehadisi göstererek bizzat iktibas-ı ma’lumat etmelerine delalet kaydında bulunmuyorlar. Vadi-i istitradda sözü hayli uzattığımızdan bahsi süver ve ayat-ı Kur’aniyye ile istirkaya irca’ edelim. Buhari Müslim Ahmed gibi sünen-i sahiha sahibleri ayat-ı Kur’aniyye ile istirka’ babında bir takım ehadis-i şerife rivayet etmişlerdir. Bu ehadis-i şerifenin sıhhat-i esanidi şüpheden vareste olmakla beraber aralarında cem’ ve te’lifi daire-i imkandan uzaklaştıracak derecede te’aruz vardır. mak yek-diğerinden tefrik ederek diyor ki: “Rukye hususunda beyne’l-ulema mevcud olan ihtilaf meşhurdur. Ancak halen vaki’ olmuş yahud vuku’undan ihtiraz olunmakta bulunmuş olan mesa’ibe karşı ta’viz nüsha vasıtasıyla Cenab-ı Hakk’a ilticanın meşru’iyetinde hiçbir ihtilaf yoktur.” Evet ca-yi tereddüd değildir ki Cenab-ı Hak’tan isti’ane ve ahval-i fevka’l-adede onunla isti’aze İslam’ın insanları daima mün’im-i muktedir olan Zat-ı ecell ü a’layı zikre bil-cümle makasıd ve hacatta onun feyz-i rahmetinden istimdada da’vet eden te’alimi icabatın[dan]dır. bir marizin istişfası bir felaket-zedenin istimdadı… bunlar hep şer’-i enverin memduh ve makbul gördüğü Kur’an-ı Mübin’in birçok yerlerde müslümanlara tavsiye ettiği şeylerdir. Rukye bahsine gelince bu babda kabul ve inkar ıtlak ve takyid i’tibarıyla ulema arasında ihtilaf vardır. Bazıları bütün ayat-ı Kur’aniyye ile istirkanın cevazına kail oluyor. Bazıları bunu yalnız Mu’avvizeteyn’e hasr ediyor. Kimi suret-i mutlakada men’ kimi şerait-i mahsusa tahtında delaile müstenid bulunuyor. Bu takdirce mes’ele usul-i dinin mühimlerinden ve mesail-i mecma’un-aleyhadan değildir. Ve böyle olduğu için münkirine cevazına kail olandan daha ziyade ism ü vebal terettüb etmez. Ayat-ı Kur’aniyyeden bazılarıyla cevaz-ı istirkaya kail olanlar miyanında İmam İbnü’t-Tin’in şu sözlerini büyük bir hiss-i takdir ile telakkı ederim: “Mu’avvizeteyn ve sair esma-i ilahiyye ile rukye bir tıbb-ı ruhanidir ki ebrar-ı ümmet tarafından icra edilirse bi-izni’llahi te’ala şifa husulü me’mul-i kavidir. Bu ümmet arasında bu nevi’ kimselerin günden güne peyda-yı nedret etmesi halkın tıbb-ı cismaniye müraca’atına sebeb olmuştur.” Görülüyor ki İbnü’t-Tin ebrar-ı ümmet tarafından tilavet edilmek şartıyla Mu’avvizeteyn ile esma-i kudsiyye-i ilahiyyenin Ancak evsaf-ı lazımeyi haiz zevata nadiren tesadüf edildiği yahud vücudlarından eser kalmadığı için bugün icra edilen rukyelerin te’sirat-ı şifaiyyesini umur-ı vehmiyyeden addediyor. Rukyenin edviye-i mevcude miyanında “key”in kerahetine kail olanlar ve bunu tevekküle münafi görenler bu babda Husayn bin Nümeyr ile zevat-ı saireden mervi olan bazı ehadise temessük etmektedirler ki bunlardan biri Buhari’nin “Rukyeyi tecviz etmeyenler” ünvanlı babda Husayn bin Nümeyr tarikiyle İbni Abbas’tan rivayet ettiği şu hadistir: “Bir gün Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza gelerek dedi ki: Ümem-i salife takım takım bana arz olundular. Bir nebi yanında bir adem ile bir nebi iki adem ile diğer bir nebi birkaç kişi ile daha başka bir nebi ademsiz tek başına geçiyorlar idi. O sırada ufku kaplayan büyük bir kalabalık görerek bunların kendi ümmetim olduklarını ümid ettim. Musa ile kavmi oldukları söylendi ve sonra bana: Şu ve şu cihete bak denildi. Ufku kaplamış büyük bir kalabalık gördüm. Bunlar senin ümmetindir. Aralarında yetmiş bin kişi var ki bila-hesab cennete gireceklerdir denildi.” sellem bunlar kimler olduklarını izah etmeden halk dağıldı. Bilahare ashab-ı Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bunların kimler olabileceklerini aralarında müzakere ettiler ve dediler ki biz şerrin içinde doğduk fakat sonra Allah ve Resulüne iman şerefine nail olduk. Bunlar olsa olsa bizim evladımız olacaktır. Bu kararları Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize baliğ olunca buyurdular ki: Onlar tatayyür etmeyen key ve rukye yapmayan haliklarına tevekkül edenlerdir.” AYAT-I FURKANIYYE Sure-i Bakara ayet . Cenab-ı Hak mü’minlerin da’vet-i din ve takrir-i din yolunda tesadüf edecekleri mukavemetleri ve kafirin ve münafıkınin ashab-ı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bir ademi da’vetinde te’yid ve i’zaz için nefislerini bezl ediyorlar katle hedef oluyorlar kıymetdar hayatlarını gaib eyliyorlar gibi sözler söyleyeceklerini bildiğinden bu mukavemete ve tefevvühlere mü’minlerin nasıl mukabele eyleyeceklerini kendilerine ta’lim ederek evvela sabr ve salat ile isti’ane eylemelerini emreyledi. Şimdi de bu ayet-i kerimede fi sebilillah bezl-i can edenlerin hayat-ı ebediyyeye nail olduklarını beyan ile hakka da’vet ve hakkı himaye yolunda isti’ane olunacak en azim şeyin mertebe-i şehadet olduğuna işaret buyuruyor ve şöyle emrediyor: Ve siz fi sebilillah katl olunanlara emvattır demeyin onlar emvat değil ber-hayattırlar lakin onların hayatlarını siz his ve derk etmezsiniz. Zira o hayat meşa’ir zindegandır. Onlar daru’s-safa-yı rıdvanda bala ve müstesna eltaf-ı rabbaniyye ile mütena’im ve kamrandırlar. Ervah bi-enfüsiha kaim ve bedenden hissolunan eb’az ve eczaya mugayir cevahirdir ki ba’de’l-mevt derrak olarak kalır. Cumhur-ı sahabe ve tabi’in radıyallahu anhüm hazeratı bu i’tikad üzere idiler ayat-ı kerime ve sünen-i nebeviyye de bunu natıkdır. Cemi’ emvatın ruhları bedenlerinden müfarakat eyledikten sonra bakı olduğu halde ayet-i kerimede hayat-ı şühedanın tahsis bi’z-zikr buyurulmasına nazaran o hayatın sair nasın hayatlarından başka bir hayat-ı hususiyye olduğu anlaşıldığı gibi ervah-ı şühedanın ma bihi’l-imtiyazı olan o hayat-ı hususiyye bir hayat-ı gaybiyye olup tefasil-i hakıkatine ıttıla’ hudud-ı idrakimizin haricinde bulunduğuna ve bu ancak vahiy ile bilinir şeylerden olduğuna ayet-i kerimede remz ve işaret dahi var. Bazıları dedi ki: Bu ayet-i kerime şüheda-i Bedr hakkında nazil oldu. Gazve-i Bedr’de altısı muhacirinden ve sekizi ensardan olmak üzere on dört nefer sahabi şehid olmuşidi. Nas tahassür suretiyle fulan ve falan öldü diyorlar idi. Cenab-ı Hak onlar hakkında –öldüler– denilmekten nehiy buyurdu. Şüheda-i Bedr’in isimleri şudur: Muhacirin’den: Ubeyde bin Haris bin Abdulmuttalib Umeyr bin Ebi Vakkas Züşşimaleyn Amr bin Nufeyle Amir bin Bekr Emheci’ bin Abdillah. Ensar’dan: Sa’d bin Hayseme Kays bin Abdilmünzir Yezid bin el-Haris Umeyr bin el-Hümam Rafi’ bin el-Mu’alla Harise bin Süraka Mu’avviz bin Afra’ Avf bin Afra’ –rıdvanullahi te’ala aleyhim ve ala nezairihim ecma’in. Bugüne kadar lisan-ı tevkır-i ümmet ile yad olunan ve aziz ve mübarek şehidlerimizin azm-i merdane ve celadet-i cansiperaneleri ve hayru’l-ahlaflarının savlet-i diliraneleri ile nihayet yüz binlerce efradlı ordu-yı İslam zuhura geldi. Sure-i Bakara ayet . Hakka da’vet ve hakkı müdafa’a uğrunda mü’minlerin hedef ittihaz edecekleri şehadetin faziletini Cenab-ı Münzilü’l-Furkan ayet-i sabıkada zikr etmişidi. Şimdi de onların müsadif olacakları mecmu’ mesaibi zikr ile şöyle buyuruyor: Ey mü’minler sizi elbette havf ve cu’dan bir şey ve emval ve enfüs ve semerattan bir noksan ile ibtila edeceğiz. Sen sabırini kaffe-i umurda hüsn-i akibet ile tebşir et. satveti intifa-i mehavif ve ahzanı icab etmeyip bunlar mahlukatındaki sünen-i aliyyesiyle cereyan eylediğini Cenab-ı Hak mü’minlere bu ayet-i kerime ile ta’lim buyurdu. ve mahsulatında bir afet ile musab olur. Bazen olur ki hark veya gark veya talan veya başka suretlerle emval telef olur. Bazen olur ki müte’allikat ve eviddasının ve ale’l-husus semere-i kalbi olan evladının ziya’ıyla insan mahruku’l-fuad olur. Bazen olur ki a’danın kesret ve kuvvetinden havf ve endişe olunur. Bazen olur ki kaht u gala ile veya muhafaza-i bilad için edilen cihaddan naşi arazi ziraat edilemeyip mu’attal kalmış olmasıyla açlık husule gelir. İmdi fehim ve dilir olanlar şedaid ve muhatarata mukavemeti kendilerine şi’ar edip de mecari-i iktidardan istifade edenler ve bu suretle hüsn-i akibet ile mübeşşer olmaya ehil olanlardır. bütün müslimine şamil idi. Müslimin açlıktan bir mertebeye gelmişler idi ki birçok zamanlar ve la-siyyema Ahzab Vak’ası’nda bir mikdar hurma ile iktifa ediyorlar idi. Medine-i Münevvere’ye hicretleri veba ve hummanın salgın olduğu bir zamana müsadif olduğundan birçok nüfus zayi’ olmuşidi. Bu şedaid ve mehalike sabır ve tahammülleri feyyaz neticeler ilad eyledi. Kırk kişi ile meydan okuyan müslimin milyonlar teşkil etti. Belanın kable’l-vuku’ ihbar buyurulması nefsi belaya tavtin etmek ve onu tahammüle ve ondan istifadeye nefsi hazırlamak içindir. Çünkü bir musibete birden bire tutulmak ba’de’l-intizar giriftar olmaktan daha müşkildir ve insanı şaşırtır. Bir hayli zamandan beri dahili ve harici pek çok mesaib le etmek mecburiyetinde bulunuyor isek de bunların içinden es’ardaki gala-yı fevka’l-ade bugünlerde pek ziyade badi-i şikayet oluyor. Fil-hakıka bu maraz-ı müzmin gittikçe ehemmiyetini arttırmakta ittihaz olunan tedabir ve sarf olunan mesa’iye rağmen seyrini ta’dil etmek şöyle dursun günden güne tehdidkar bir vaz’ alarak kalblerimize ma’azallah netaic-i elimeyi mucib olacağı korkusunu ilka ettiği gibi akibet-bin olanları da derin derin düşündürmektedir. Vaki’a şu afetin önüne geçilmek için şimdiye kadar pek çok kavanin ve nizamat vaz’ ve kararnameler neşr olundu bunlardan nevakısı anlaşılanları defa’at ile değiştirildi şimdi de daha yenileri yapılmak üzere bulunuyor birçok mütefekkirin canibinden de daha başka türlü bir takım tedabir tavsiye olunuyor ve gazeteler tarafından da her gün başka bir suretle halden şikayet olunup duruyor. Biz ne şimdiye kadar yapılan şeylerin isabet ve adem-i isabetini ne tavsiye olunan hususatın kifayet ve adem-i kifayetini tedkık etmek ne de şahsi mütala’atımızı dermiyan etmek fikrindeyiz. Belki şeri’at-i garra-yı Ahmediyye’nin bu babda muttali’ olabildiğimiz ahkamını vaz’-ı enzar-ı kari’in ederek tedkık ve muhakemeyi erbab-ı mütala’aya terk etmek istiyoruz. Fiyat-ı eşyanın fevka’l-ade tereffu’ etmesinin pek çok sebebleri var ise de bunların cümlesini ati’z-zikr dört sebebe adem-i kifayesidir. ni su’-i isti’mal ederek ihtikar eylemeleri veya muhtekirine mu’avenette bulunmalarıdır. mebni ihtiyaten ihtiyacat-ı zaruriyyeleri fevkinde mal iddiharına kalkışmaları ve bir de bazı kimselerin emvali israf etmeleridir. Şu dört şekilden her hangi birinin sebebiyet verdiği gala-yı es’ardan dolayı ülü’l-emrin uhdesine terettüb eden veza’if-i şer’iyye başka başka olduğundan biz de bunların her birerlerinin ayrı ayrı tedkıkini münasib gördük. Birincisi– Diğer üç sebebin müdahalesi olmaksızın ve arz ve taleb kaidesinin tamami-i cereyanı ihlal edilmeksizin sünen-i ilahiyyenin icabat-ı zaruriyyelerinden neş’et eden gala-yı es’ardır. Bu takdirde bayi’ ile müşteri beyninde kararlaştırılacak fiyata hükkamın ve ülü’l-emrin müdahale etmeleri ve eşyaya narh vaz’ eylemeleri şer’an memnu’dur. Nitekim zaman-ı saadet-nişan-ı nebevide Medine-i Münevvere’de bir kere es’ar tereffu’ eylemiş idi. Ahali-i Medine zat-ı pak-i peygamberiye müraca’at ederek eşyaya narh vaz’ olunmasını istirham eylediler. Veli-ni’metimiz peygamberimiz sav efendimiz: “Müs’ir-i hakıkı kabız ve basit ve razık olan Allahu azimü’ş-şandır. Ben Cenab-ı Hakk’a sizden hiçbir kimsenin üzerimde mal ve kandan bir guna mütalebesi olmadığı halde mülakı olmayı ümid ederim.” Buyurmuşlardır. Fil-hakıka eşyanın fiyat-ı asliyyesinden noksan baha gayr-ı mümkün olduğunu da son zamanlardaki tecrübelerle bir kat daha iyi anladık. Şu suretle memnu’iyet-i vaki’a hilafında olarak hükumetçe narh vaz’ edildiği halde dahi mal sahibinin rızasına muhalif olarak kerhen kendisinden bir şey nükudun kesreti de pek o kadar korkulacak bir şey değildir. Zira bu takdirde her şeyin fiyatı her şahsın ücreti ve her yerin kirası bir nisbet-i mu’ayyene dairesinde tezayüd edeceğinden ve herkesin bir noktadan müstehlik ve bir noktadan müstahsil olmasına göre istihlakteki zararlarını istihsal ettikleri şeylerden telafi eyleyebilecekleri tabi’idir. Ancak belki paralarını faiz ile şuna buna vermiş bulunanlar ile me’murin-i devlet ve hademe-i evkaf gibi veza’if-i mu’ayyeneye sahib olanlar mütezarrır olurlar. Bunların içerisinden paralarını faize yatırmış olanların mütezarrır olmasının nazar-ı şer’de hükmü olmayacağı tabi’idir. Devlet ve belediye me’murlarıyla müstahdemin-i evkafa gelince; bunların dahi ma’işetleri taht-ı emniyettedir. Zira aynı zamanda varidat-ı beytülmalde zahiri bir tezayüd hasıl olacağı gibi vakıfların dahi kiraları artacağından ve bu gibi ahvalin tahakkukunda me’murinin maaşatı tezyid olunmak lazım geldiği gibi hademe-i evkafın dahi vazifelerini arttırmak icabat-ı şer’iyyedendir. Bundan başka hükumet tedabir-i hakimane ittihazıyla fazla parayı piyasadan halka zulüm etmeksizin kaldırabileceği gibi emval ve emti’anın teksirine çalışması ve turuk ve me’abirin selametini te’min etmesi ve eşyanın israfına da meydan vermemesi lazımdır. vesait-i nakliyyeyi ve bazı nevi’ ticareti enva’-ı hiyel ve tezvir halin vuku’ veya adem-i vuku’unu layıkı vechile bilemiyoruz. Fakat böyle bir hal vaki’ ise veyahud vuku’a gelir ise şeri’at-i garra-yı Ahmediyye’ye göre bu babda ülü’l-emrin uhdesine terettüb eden vazife gayet mühimdir. Şöyle ki: Bu me’murların gerek irtişa ve irtikab suretiyle elde ettikleri ve gerek nüfuz-ı me’muriyetlerine istinaden suver-i saire ile kazandıkları emval ve eşya ve nakid ellerinden tamamıyla zabt edilerek emval-i mezkure ashab-ı hukuka iade edilmek ve bu cihet kabil olamadığı takdirde beytülmal-i müslimine vaz’ edilmek iktiza eylediği gibi ala kile’t-takdireyn bu adamların hareket-i vaki’alarının derecesine göre ta’zir edilmeleri fakat hareketleri sa’y ile’lfesad mertebesine vardığı halde haklarında bunun hükmünün Şeri’at-i garra-yı Ahmediyye’nin bu babdaki hükmü o kadar vasi’dir ki me’murin hedaya ve bahaya ile dahi zengin olsalar yine elde ettikleri emval hakkında ber-vech-i muharrer mu’amele olunur. Zira zat-ı pak-i peygamberi “Ümeranın nefisleri için aldıkları hedaya ganaimden bi-gayrı hakkın alınan mal menzilesindedir” buyurmuşlardır. Ancak bu hedayadan maksad me’mur oldukları cihetle kendilerine verilen hediyelerdir. Zira bu hediyeleri me’muriyet kuvvetiyle elegeçiriyorlar. Bu kuvvet cema’at-i müsliminin kuvveti olduğundan hedaya-yı mezkure cema’at-i müslimin namına beytülmal-i müslimine vaz’ olunmak icab eder. Nitekim Resul-i Ekrem sav efendimiz hazretleri bir yere me’mur göndermişlerdi. Bu zat mal-ı kesir ile avdet etti ve getirdiği emvalden “Şunlar sizindir bunlar bana hediye olundu” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz sav efendimiz hazretleri hutbelerinde “Sizden biriniz anasının babasının evinde otursaydı ona bir gune hediye verilir miydi?” diye ol zata ta’riz ederek aldığı hediyelerin kendine aid olamayacağını ima buyurmuşlardır. Yine Ömer el-Faruk radıyallahu anh hazretleri Eba Hüreyre radıyallahu anh hazretlerini sadakat-ı Bahreyn’i cibayet avdet ederek getirdiği malların kendilerine aid olduğunu söylemesi üzerine Ömer el-Faruk radıyallahu anh hazretleri müşarun-ileyh hazretlerini pek şedid elfaz ile ta’zir ederek ol malların cümlesini beytülmal için zabt eyledi. Her ne kadar Hazret-i Eba Hüreyre: “Ya Emire’l-mü’minin! Ben ne Allah’ın ne kitabullahın düşmanıyım ve ne de Allah’ın malını çaldım. Lakin atlarım tenasül etti sehimlerim müctemi’ oldu da bu mallar hasıl oldu.” diyerek müdafa’ada bulunmuş ise de Hazret-i Ömer buna da iltifat eylememiştir. Hazret-i Ömer yalnız me’murine değil me’murların adamlarine ve evlad ve ıyaline gelen hedayada bile bu kaideyi tatbik ediyordu. Hatta Hazret-i Ömer’in zevcesi melik-i Rum’un zevcesine bazı hediyeler göndermiş idi. O da hedaya-yı azime ile mukabelede bulundu. Hazret-i Ömer radıyallahu anh bu gelen şeylerden zevce-i mükerremelerinin gönderdikleri malın mislini ayırarak kendilerine i’ta ve ma’adasını beytülmal-ı müslimine vaz’ eylediler. Sahabe-i kiramdan Abdurrahman bin Avf hazretleri Hazret-i Ömer’in şu hareketini tenkıd ile bazı i’tirazatta bulunması üzerine halife hazretleri: “Ya Abderrahman! Sen de haremine söyle o da melik-i Rum’un zevcesine hediye göndersin bakalım ona da böyle hedaya ile mukabelede bulunur mu?” diyerek müşarun-ileyh hazretlerini iskat buyurmuşlardır. Şerh-i Siyer-i Kebir nasıbın vilayetleri gibi cah-ı vilayet ile halktan ahz olunan emvali sultanın beytülmal-i müslimine vaz’ı caizdir” diye muharrer olduğu gibi. Fetava-y ı Feyziyye’de: “Ser-hadd-i İslam’da olan kıla’ın hıfzıyçün mu’ayyen olan mücahidinin vazifelerine bin yük akçe lazım olup mühimmat-ı sefer için dahi nice yüz bin yük akçe lazım olup beytülmalde cümlesinin edasında usret olmağın Hind’de havass-ı beytülmalden gelmiş ve rüşvet tarikiyle cem’ olmuş hazain-i emval olsa halifetullah hazretleri zikr olunan emvalin cümlesini bi-kusur alıp mühimmat-ı sefere ve veza’if-i guzat ve mücahidine vermek meşru’ olur mu? diye vaki’ olan istiftanın cevabında: “Olur vacibdir te’hiri mazınne-i vebaldir. Hazret-i Resul-i Ekrem sav böyle malı beytülmale vaz’ından sonra minber-i şeriflerinde ashab mahzarlarında emru’llah celle şanuhu ne idiğin beyan edip sonra Cenab-ı Hakk’a teveccüh edip: Ya Rab emrini kullarına bildirdim mi deyu ihtimam buyurmuşlar. Sonra Hazret-i Ömer radıyallahu te’ala anh birinden bu kabil mal zabt etmek isteyip: Bu malı kande buldun? deyu hitab buyurmaları üzerine hedayadan cem’ oldu dedikte: Ey Allah düşmanı! Kendi halinde dursan sana bu kadar hedaya gelir miydi? deyu itab edip zabt ettiler. Sair sahabe ve tabi’in ve e’imme-i müctehidin cümlesi bu kavli olup mal-ı rüşvet böyle mahzun olmak helal değildir. Halife hazretlerine lazımdır ki tahlis buyurup müstahıkkıne isal ile müsab ve me’cur ve yevm-i kıyamete değin hayr ile mezkur olalar.” diye muharrerdir. Nitekim kitab-ı mezkurda münderic diğer bir fetvada dahi: “Rical-i devletten olup tavaif-i askeriyyeden bir taifenin reisi olan Zeyd taife-i mezbureye ulufeleri için beytülmalden verilen malın bir mikdarını nefsiyçün alıkoyup ve sair cah-i devlet ile şu kadar mal kesb ve cem’ eylese seyyidü’s-selatin bil-cümle ahz edip beytülmale vaz’ etmeye kadir olur mu? El-cevab: Olur.” diye muharrerdir. Buradaki me’murdan maksad nüfuz-ı hükumet ile iş gören kimse demek olup isterse a’yan ve meb’usandır ister fiyyeden olsun müsavidir. Bunların maaşları ile ve servet-i zatiyyeleri ile mütenasib olmayacak surette malen zenginleşmeleri gemiler iştira evler bina etmeleri veya masarıf-ı kesireyi müstelzim alayiş ve nümayiş yollarında israfatta bulunmaları hıyanetlerine delil-i kafi addolunup ber-vech-i muharrer hükm-i şer’inin haklarında ifası lazım gelir ve evkaf me’murlarının bir vakf-ı mu’ayyene hıyanetleri anlaşılır cah ve nüfuzun yedlerindeki emvalin sahib-i meşru’ları sabit olur ise onlara verilir. Sabit olamadığı halde onlar da beytülmale vaz’ olunur. Ma’a haza bu gibi mevazi’de cema’at-i müslimine de terettüb eden bir vazife-i azime vardır. Bu da ülü’l-emrin tasarrufatında bir garaz ve ivaz bulunup bulunmadığına dikkat eylemeleridir. Zira ekser-i cema’atin ekber-i re’yleri yani zann-ı galibleri ülü’l-emrin mu’amelesinin zulüm veya nasa muzır olduğu merkezinde olacak olur ise bu gibi hususatta ümeraya itaat şer’an memnu’ olduğu gibi emirin de ekser cema’atin ekber-i re’yine muhalefeti caiz değildir. Zira kütüb-i fıkhiyyede “Hakıkat-i hale ıttıla’ mümkün olmayan yerlerde ekser cema’atin ekber-i re’yi hakıkat-i hali rü’yet menzilesindedir” diye buyurulmuştur. ve samanın beytülmal-i müslimine bi-eyyi halin vaz’ı lazım gelip halkın ma’işetini tazyik eylemiş bulunmaları ve vadi-i yapacak olurlar ise o halde şu mu’amelenin evla bi’t-tarik haklarında tatbik olunması ve şiddetle ta’zir olunmaları lazım gelir. Ma’a haza işbu icraatın devletçe yapılacak tahkıkata müsteniden kanun vaz’ı suretiyle ifası mümkün olacağı gibi keyfiyetin hükkam-ı şer’a havalesiyle herkes hakkında sadır olacak hükm-i şer’iye göre mu’amele ifası dahi kabildir. Üçüncüsü– Adiyyen icra-yı ticaret eden ve bununla beraber mu’amele-i muhtekiranede bulunan eşhasın vuku’a getirdikleri gala-yı es’ardır. İhtikar: Gala hasıl olsun diye malı habs etmektir. Zat-ı pak-i Peygamberi: “Calib merzuk muhtekir mel’undur.” Buyurdukları gibi yine haberde: “Allah’ın ve melaikenin ve cemi’-i nasın la’neti ta’amı kaht hasıl etmek için kırk gün habs eden kimsenin üzerine olsun. Bunun feraiz ve nevafilini Cenab-ı Hak kabul etmez. Ve bir de muhtekir katele-i enbiya ile birlikte haşr olunur.” diye de varid olmuştur. cak buğday hurma üzüm zeytin yağ bal peynir tuz gibi kut-ı beşer olan eşya ile arpa yulaf yonca gibi kut-ı behaim olan şeylerde ve İmam Muhammed’e göre: Bunlarla beraber siyabda cari ise de İmam Yusuf rahimehu’llah hazretlerine göre: Ammeye zararı olan her şeyi habs ve imsakte ihtikar cari olur. Bir kimseye muhtekir denebilmesi için bir re’ye göre ekalli bir ay diğer bir re’ye göre kırk gün imsak etmiş bulunması lazımdır. İbni Abidin’in beyanına göre bu müddet dünyada ta’zir ve malını bey’ gibi mu’akabe için takdir edilmiş olup yoksa husul-i günah için değildir. Ma’a haza ihtikarda ızrar-ı nas şart olup kimsenin mütezarrır olmadığı yerlerde bir kimsenin malını habs ve imsak eylemesinde beis yoktur. Tercümesi balada muharrer hadis-i şerifde calibden maksad haricden mal getiren kimsedir. Mel’unun iki ma’nası vardır: Biri rahmet-i ilahiyyeden ba’id demektir. Kebair ve sagair mü’mini daire-i imandan mahrum bulunmadıkları cihetle burada bu ma’na maksud değildir. İkinci ma’nası da derece-i ebrardan matrudiyettir. Burada maksud olan ma’na da budur. Hakimü’ş-şer’a muhtekirin hali arz oldukta ihtikar eylediği eşyadan ihtiyacından fazlasını bey’ etmek üzere emr eyler eğer imtina’ eder ise habs ile ta’zir edip kendi bey’ eyler. Esnaf kendisinde ihtikar cari olan şeylerde te’addi ve fiyat-ı eşyayı ziyadesiyle arttırırlar ise ol vakit evliya-yı umurun ehl-i hibre ile meşveret etmek şartıyla eşya-i mezkureye narh koymalarında beis olmadığı gibi bu hal halkın zaruretten telef olmaları korkusu hasıl edecek dereceye varır ise kimsenin telef olmasına mahal kalmamak için kut-ı beşer olan şeyler muhtekirlerin ellerinden cebren ahz olunarak vüs’at ve refah zamanlarında misilleri kendilerine ödenmek şartıyla suret-i adilanede ahaliye tevzi’ ve taksim olunmak dahi esnafın te’addisi ve halka zulmü tahakkuk edecek olur hazretlerinin re’yine ittiba’an sahib-i vilayetin eşya-i saireye de narh vaz’ edebilmesidir. ki tabi’at-i eşyadan mütevellid gala-yı es’ardan dolayı narh vaz’ı caiz değilse de vesait-i sun’iyye ve zulmiyye ile fiyat-ı eşyanın yükseltilmesinde hükumetin tedabir-i mukteziyyeyi Dördüncüsü– Zi-kudret olan kimselerin atiden adem-i emniyyetlerine mebni ihtiyata ri’ayeten ihtiyacat-ı zaruriyyelerinin kat kat fevkinde mal iddiharına kalkışmaları ve bir de bazı kimselerin zenginlik neş’esiyle emvali israf etmeleridir. Zeylai’nin Kitabü’l-İhtiy a r’dan nakl ü rivayet eylediğine göre “Hal-i ıztırarda olup nefsinin helaki korkusunda bulunan kimse diğer bir kimsenin malından onun rızası olmaksızın tenavül edebilir.” İçinde bulunduğumuz fevka’l-ade zamana göre halkın bir kısmında mal mevcud ise de kısm-ı diğerinde yoktur. Binaenaleyh kendilerinde mal olanlar değer-bahasıyla mallarını olmayanlara diyaneten satmaya mecburdurlar. Bunun için de herkes ihtiyacından fazla mal almamak ve esnaf için de ihtiyacından fazla almak isteyenlere satmamak icab eder ise de bu mes’elenin bi-hakkın suret-pezir olabilmesi Allah korkusundan ziyade hükumet tarafından icab-ı hal ve zamana göre alimane ve hakimane tedabir icrasına muhtacdır. Zira nas hükumet korkusundan dolayı mekarih ve muharremattan ictinab ederler. Nitekim Kelam-ı gevher-nizamı ehl-i eserden nakl olunmuştur. Zaten hükumetin muhafazasıyla mükellef olduğu selamet-i umumiyye de bunu muktezidir. Bir de ma’lum olduğu vechile şeri’at-ı garra-yı Ahmediyye’ye göre israf her zamanda haramdır. Ba-husus hayat-ı metin uhdesine veza’if-i ciddiyye terettüb eder. Binaenaleyh şu zamanda ma-fevka’ş-şeb’ yemek yiyenleri evlerinde sofralarında kadr-i hacetten ziyade ekmek bulunduranları hastaların ve çocukların bulamadıkları enva’-ı et’imeyi nefisleri şöyle dursun mahza tahkır-i cema’at için köpeklerine yedirenleri men’ etmekle beraber ala derecatihim bunları ta’zir-i şer’i ile ta’zir etmek icab eder. ferru’atı ber-taraf ederek diğer muttali’ olabildiğimiz ahkam-ı şer’iyyeyi nakil ve bazı istidlalatımızı da derc ettik. Bununla dar sene evvel kurulmuş olan kavanin-i şer’iyye ile asri bir hükumet idare edilemez diyenleri bir dereceye kadar insafa da’vet etmektir. Hemen Cenab-ı Hak te’sirini halk eyleye amin bi-hürmeti seyyidi’l-mürselin. ALEM-I İSLAM’IN HASTALIKLARI MEDENIYETIN RUHUNU BIRAKARAK YALNIZ ZEVAHIRINDE GARBLILARI TAKLID BELIYYESI Kadının işlerini tesviye etmek biraz nefes almak saf ve ceyyid hava teneffüs etmek maksadıyla sokağa çıkmasına mani’ olan bir nizam-i ictima’i bilmiyoruz. Maamafih ben eminim ki kadınlardan birçoğu hanelerinde pek az otururlar vakitlerinin mühim bir kısmını haricde geçirirler. Memalik-i sairede köylü kadınlar çiftçilikle tarlalarda bahçelerde çalışmakla meşguldürler. Köylü bir kadın ziraat ve felahat işlerinin ekserisinde köylünün şerik-i fa’aliyetidir. Bunu ben birkaç sene evvel şark ve İslam memleketlerinde vaki’ olan seyahatim esnasında re’ye’l-ayn müşahede ettim. Mısır köylülerinde badiyede Irak’ın nevahi-i şarkiyyesiyle Suriye afakında bir hayli dolaştım. Sonra da Türk memleketlerinde ve sairede müddet-i medide geşt ü güzar ettim. Hep bu yerlerde gördüğüm ahval bende şarklı bir kadının Romanyalı Bulgar Macarlı Alman ve saire bir kadından aşağı kalır yeri olmadığı kanaatini hasıl etti. Görüyordum ki evinin işi gücüyle çocuklarına bakıp büyütmekle meşgul olan kadın aynı zamanda eline çift alatını alarak ekin biçmek harman sürmekle bahçelerde çalışmakla mahsulatını südünü yumurtasını pazarlara götürüp satmakla da meşgul oluyor. Şark İslam memleketlerinde erkeklerin göreceği işlerin kaffesinde kendinin de büyük bir hisse-i faaliyyeti olmayan köylü şehirli bir kadın görmediğimi iddia edebilirim. Bu i’tibar ile şarkta ve garbda köylü ve bedevi kadınlar arasında müşabehet-i tamme vardır. Aralarında bir fark varsa o da ma’lumatca veza’if-i beytiyyenin tarz-ı ifasınca kava’id-i sıhhiyyeye ri’ayetce garblı kadının şarklıdan daha yüksek olmasıdır. Çok kere tesadüf ettik ki badiyelerde kadınlar semtlerinden geçen bir garibi çadırlarında misafir ederler meskenlerinde ekmek hurma süt ne varsa takdim ederek adat-ı milliyyeleri dairesinde mihman-nüvazlık ibrazından geri durmazlar. Çok def’a da kadın mahkemelerde sair mecalis-i husumatta bizzat hazır bulunarak hukukunu istediği gibi kendi müdafa’a eder ve bu yolda hiçbir mani’aya tesadüf etmez. Hülasa garblı bir seyyah büyük şehirlerin sıkı sıkıya yüzlerini örtmeyi kocalarıyla akrabalarından başkasıyla ihtilattan çekinmeyi adet edinmiş olan kadınları istisna edilirse Avrupalı bir kadın ile şarklı bir kadın arasında bariz bir fark göremez. Maamafih şehirlerde de yüz örtmek adeti umumi olmayıp yukarı ve orta tabakaya hastır. Ekseriyetini satıcı hizmetçi aşçı makulesi teşkil eden aşağı tabaka nisvanında Bu izahattan şu neticeye vasıl olabiliriz ki müslüman kadını hakkında beyan-ı mütala’a edenler şehirlerde sakin ve mikdarları pek az olan bu kısım kadınları murad ediyorlar. Sonra bu adamlar “hicab” kelimesinin hakıkı ma’nasını fehm ve “hicab” ile “nikab” arasındaki farkı idrak edemiyorlar. Ben şark işlerine çok ehemmiyet verdim. Şarka aid şu’un-ı ictima’iyyenin hakaikine vakıf ahkam-ı İslamiyyenin esrarına habir olanlardan bu cihetler hakkında ma’lumat istihsalinden bir lahza hali kalmadım. Bilhassa birçok badiyeler yuvarlandığı etvar-ı hayatı görüp geçirmek fırsatını bahş eden o uzun seyahatlerim bana bu babda gayet kıymetdar ma’lumat kazandırdı. Şayan-ı i’timad müslümanlardan telakkı etmiş olduğum izahat ve ma’lumattan hasıl ettiğim fikrin hülasası şudur ki: Şeri’at-i İslamiyye kadına yüzüyle ellerinden ma’ada ecza-yı vücudunu setr etmeyi emrediyor. Bu üç uzva gelince bunların setri müşkil olduğu için şeri’atın ruhuyla te’lif kabul etmiyor. Hatta yüzü örtmek birçok hiyel ve desayise hukuk-ı medeniyyenin ziya’ına sebebiyet verdiği gibi daha bir takım sakım netayic de tevlid ediyor. Hele bey’ vekalet şehadet ve saire gibi mu’amelata ta’alluk eden ahvalde bu mahzur daha ciddiyet ve ehemmiyetle kendini gösteriyor. Evet bazı fukaha şehirlerde fitne ve fahişenin ta’ammüm ve intişarından korktukları için sedd-i zerayi’ ve ihtiyata daha ziyade muvafık olanı iltizam maksadıyla her ne kadar hakkında sahib-i şeri’at sallallahu aleyhi ve sellem den bir nass-ı sarih olmasa da ictihad tarikiyle setr-i vech mezhebine salik olmuşlardır. Bu i’tibar ile ise mes’ele nassa müstenid olmayıp daima mezahibin ihtilafına aranın tebayününe cilvegah olan ictihadiyat kabilindendir. İcma’ yalnız yabancı bir kimse ile halvet-i nisvanın hürmeti noktasında olup gerek şeri’at-i İslamiyye gerek adat-ı şarkiyye bunda elinden geldiği kadar iltizam-ı şiddet etmiştir. Bir surette ki oralarda kadın ile erkek mahremane buluşup görüşmek müte’addid vasıtalar koyduktan sonra o da geceleri ve rakıb korkusundan azade oldukları bir sırada muvaffak olabilirler. Şarklıların bu hali musavvir birçok şiirleri biz garblıların sıhhat-i vuku’una ihtimal vermeyeceğimiz derecede garib ser-güzeştleri vardır ki Arab devavin-i eş’arını Bağdadi’nin Hıza net ü’l-Edeb’ini ve Kitabü’l-Ag a n i ve emsali kütüb-i edebiyyeyi mütala’a edenler bu yolda birçok mebahise tesadüf ederler. Anlaşılıyor ki müslümanlarca kat’iyyen mesağ verilmeyen şey bütün mefsedetlerin aile husumetlerinin zevc ve zevce arasında münaferetlerin medeni yolsuzlukların menşe’i olan halvettir. Şayan-ı i’timad ulema-yı İslamiyyeden telakkı ettiğim ma’lumata göre lisan-ı şeri’atte “hicab” yüze nikab tutmak değildir. Nikab kadının yüzüne tutacağı peçe onu muhafaza-i fitne mu’arefe peyda olmasına mani’ olacağı i’tikadından münba’is bir ictihad-ı fukaha ile hadis olmuş bir şeydir. Eğer fukaha-yı İslam ahlak-ı beşeriyyeyi bi-hakkın tahlil etmiş kimselerden olsalar anlarlar idi ki öyle peçe tutunmakla Bilakis simasını tanıyan rakıblerden kendini gizlemek için nikab tutmak hususunda büyük bir gayret gösteren nice kadınlar var ki görülecek bir işi oldu mu sokakların altını üstüne getirir istediği ile beğendiği gibi aşını pişirip kotarır beğendiği gizli fuhuşhanelere dalar çıkar. O bütün harekatta yüzüne koyuvermiş olduğu bir nikab sayesinde esrarının faş olmasından emindir. Ailesini kendi görür fakat onlar kendini göremezler. Ecanibe karşı kadında mehasin-i vechiyyesini [gizlemeye] hizmet eden o nikab kadın pak-tinet ve hakıkaten namuskar olmazsa ailesinin enzar-ı tecessüs ve teyakkuzundan ne kadar rezaletlerini setr ve ihfaya alet olur. Yüzünü kalın peçelerle mestur tutmaya ihtimamkar öyle bed-mayeler var ki hakıkatte meyyal-ı fuhş bir namus züğürtünden başka bir şey değildir. Binaenaleyh kadının peçe tutunması hususunda iltizam-ı şiddet onda hiss-i hicab tevlid edecek daire-i iffete mülazemetini taht-ı zımanda bulunduracak bir vasıta değildir. Bu iki haslet-i mümtazeyi vücuda getirmek için yegane çare iki sınıf mahluk arasında hail teşkiline muvaffak olmak kadının hanesine yabancı erkeklerin münhasıran kadının erkek velileri huzurunda dahil olabilmelerini la-yeteğayyer bir düstur şekline koymaktır. Şu sözlerimi işitenler ihtimal ki onları bir fikr-i izdira ve istihfaf ülfetlerin nasıl fena neticeler verdiğini düşünseler o zaman ye şayan olduğunu mazarrat-ı maddiyesi öyle müsamahalara kat’iyyen müsa’id olmadığını anlarlar. Bir takım gençlerimizin: Bize karşı taht-ı memnu’iyyete alınmak istenilen ihtilatın akibeti neye müncer olabilir? Vereceği netice iki sınıftan birinin diğerinden intifa’ı olacağına göre bunda o derece i’zam edilecek ne gibi bir mahzur mutasavverdir? dediklerini ve her yerde aynı nakaratı tekrar edip durduklarını işitiyoruz. Evvelce Avrupa’da bizim de adetimiz genç kızları te’ehhüllerinden evvel taht-ı murakabede bulundurmak çarşafın peçenin lüzumuna kail olmasak da gençlerle düşüp kalkmalarına meydan vermemek idi. Bu kaideyi birkaç asır mukaddem Latin unsuru ihlal etti. Sair Avrupa akvamı da bu meslekte onlara peyrev olmakta gecikmediler. Hatta kızlarına ihmalkarane hareket hususunda Latinlerden ileri gidenler de oldu. Gitgide otellere hamamlara varıncaya kadar muhtelif nev’ ve şekillerle ihtilat me’lufat sırasına geçti. Memleketlerimizde seyahat edenlere hatta ilk def’a Avrupa’yı görenlere ihtilat mes’elesinin ne renk ve şekil kesb etmiş olduğu mechul bulunmadığı için bu vadide ıtnab-ı makale ihtiyac yoktur. Bizim Avrupa’daki tarz-ı hayatımız fuhşun revacı için vusul için bütün yolları açık ve serbest bulundurmuştur. Bu halet-i ictima’iyye ise şurada bast ve temhid edeceğimiz netayic-i vahimeyi tevlid etmiştir: Evvela; birçok ailelerde zevciyyet rabıtası gevşemiş yahud bütün bütün kırılmıştır. Sebebine gelince evvelce de söylemiş idik ki gerek erkeklerde gerek kadınlarda öyle muhtelif mehasin mütenevvi’ mezaya vardır ki ruhlar üzerinde bıraktıkları te’sirat-ı füsunkaraneden ictinab imkanı yoktur. Binaenaleyh bir erkek kadınlarla ihtilat ettikçe bir kadın bizde me’luf olan bir tarzda erkeklerle hem-bezm olmak fitneden azade kalmasına yahud her taraftan ma’neviyeti üzerine müteveccih te’sirat-ı sahire-i ruhiyyeden tahlis-i nefs etmesine imkan yoktur. Yukarıda bu bahse aid bir hayli söz cereyan ettiği için burada uzun uzadı söz söylemek zaiddir. Saniyen; bizde ve bizim adet ve mesleğimizi taklid eden yerlerde veled-i gayr-ı meşru’ların mebzuliyeti bu bir mes’ele ki ictima’i siyasi ruhi netayicini takdir etmeyenler nazar-ı bir kız büyük şehirlerin birinde ikamet etmiyorsa hamlinin meal ve akibeti ölümdür. Çünkü irtikab-ı zina eden kadınların başlıca düşündükleri tedbir iskat-ı cenin için müstahzarat-ı tıbbiyeye müracaattan ibarettir. Kader sağ olarak meydana gelmesine müsa’ade ederse cenin anasının karnında ölmekten kurtulur. Fakat ecel kendini akab-ı viladetinde atıldığı bir meydanda yahud hücra bir mahalde kollarını açmış beklemektedir. Şayed mevtten tahlis-i giriban ederse ve kendini besleyip büyütecek bir aguş-ı sıyanet ve re’fet bulabilmek bahtiyarlığına nail olursa o zaman da tam büyüyerek zur-ı bazusuna malik olup da şedaid-i zaman edebilecek bir çağa gelinceye kadar ne kadar elem ve mihnetle ihtiyac ve sefaletle muhat bir hayat geçirmeye mahkum olacaktır. Avrupa payitahtlarında ve emsali büyük şehirlerde hükumetler tarafından bunlar için müessesat-ı mahsusa vücuda getirilmiş anaları tarafından bu müesseselere hafif bir ücret verilmek şartıyla bu çocuklar için süt nineler mürebbiyeler istihdam edilmekte bulunmuştur. Bu müesseselere tevdi’ edilen çocukların bakılması terbiyesi artık hükumete aid bir vazifedir. Onun ne babası bellidir ne de nevaziş-i mader lezzetini bilir. Veled-i gayr-ı meşru’unu buralara tevdi’ eden analar arasında çocukla olan alaka ve rabıtasını kat’ etmeyenlere pek az tesadüf olunur. Hükumetler bu çocukların terbiyelerini erbab-ı hayrdan cem’ ettiği i’anat ile te’min eder. Şehirlerde daha hamlin bidayetlerinde ıskat-ı cenin vuku’atı pek çoktur. Ancak buralarda zinakar kadınlar mukarenet vuku’ bulacağı esnada haml hadisesine mani’ olmak için müstahzarat-ı tıbbiyye ve kimyeviyye isti’maline köylü kadınlardan daha ziyade me’lufdurlar. Erkekler de haml hadisesinin mümkün olduğu kadar az mikdarda tahakkukuna hizmet edecek vesaile müraca’at ederler. Fakat acaba bu zani ve zaniyeler hamlin men’ veya taklili hususunda bin türlü tedabir ihtira’ ettikleri halde maksadlarına muvaffak olabilmişler yahud zikre şayan bir raddede takliline güç yetirmişler mi? Hayır. Bizim Avrupa memalikinde bu yoldaki tevellüdatın derecesine vakıf olanlar mes’elenin hakıkaten mucib-i endişe bir mahiyette olduğunu ve netayic-i muhtemelesi tahammülün fevkinde bulunduğunu teslimde bir lahza tereddüd etmezler. Halkı dedikleri gibi ef’al ve harekatında tamamıyla serbest bırakalım fakat hiç olmazsa zinanın çocuk ana vatan hakkında husule getireceği netayicin neden ibaret olacağını şurada biraz münakaşa etmeden geçmeyelim. Ana ne kadar bir hiss-i mükabere sevkıyle la-kaydane bir tavır izhar etse de nedamet hüzün ve esef ateşiyle kalbinin yanmaması ve şiddet-i teessürden hayatını kurtarabilmesi aralarındaki alaka ve rabıta-i maddiyye münkatı’ bulunursa felaketin bu nev’i kadın ceninin sağ olarak tevellüdüne kadar sabır ve mukavemet gösterebildiği takdirde tahakkuk eder. Ekser-i ahvalde meşhud olduğu vechile cenini vesait-i ma’lume ile iskata tevessül ederse o zaman da kendi birçok emraza bilhassa müdavatı gayet mu’dıl rahim hastalıklarına giriftar olur. Maamafih ıskat-ı cenin esnasında ananın terk-i hayat etmesi vuku’at-ı nadireden değildir. Bu irtikab-ı fuhşu müteakib kadının ma’ruz kaldığı maddi hüsranların bir kısmı. Fuhuş ve zinanın nefretle telakkı edildiği memalikte gerek kendinin gerek ailesinin namus ve haysiyetine iras edeceği rahneyi siz takdir ediniz. Yalnız şurasını izah edeyim ki mes’elenin te’siratı ırz ve namusu lekedar etmek hususuna maksur da değildir. Katolik aleminde irtikab-ı fuhşun netayicinden biri de böyle bir töhmetle mahkum olanın tekrar te’ehhülden ebediyyen mahrumiyetidir ki bu mürtekib-i zina için gayr-ı mütenahi bir menba’-ı alam teşkil eder. Gayr-ı meşru’ çocukların iskatı için kullanılan mu’alecatın sebebiyet verdiği rahim hastalıklarından bahs etmişken şurada bazı namuslu ailelerin de bir takım makasıd-ı hasise uğrunda bu menfur tedbire müraca’at etmekte olduklarından Bazı garblı kadınlar ve bunların adat ve mesalikini taklide heveskar bulunan şarklı hanımlar hüsn ü anlarını muhafazaya son derece haris ve ihtimamkar oldukları için bunu te’min edecek her hangi bir tedbire müracaattan geri durmazlar. Bunlar gebeliğin safvet-i hayata te’sir esbab-ı istirahati manda hamlin gebe kadınların karınlarında husule getirdiği çirkin tağayyüratı da görmektedirler. Kendinin ince belli düz ve latif karınlı mevzun kametli top memeli adalatı sert bir hilkatte olduğunu görüp bilen bir kadın haml ü viladet arızalarını görüp geçirmeye ve hamlin te’siriyle karnında bir takım katmerler peyda olduğunu adalatının gevşediğini memelerinin sarktığını görmeye sonra da çocuklarına bakıp büyütmek için uhdesine terettüb eden veza’ifin tamami-i mehafil-i muhtelifede isbat-ı vücud etmek dostlarıyla buluşup konuşmak her arzu ettiği yere icra-yı seyahat eylemek gibi hayatın ezvak-ı mütenevvi’asından mahrum kalmaya tahammül edemez. Hamlin vaz’-ı hamlin veza’if-i maderanenin kendini amal ve müşteheyat-ı nefsaniyyesinden mahrum etmesinden korkar da hayat-ı maddiyyenin zineti siyaset ve istiklal-i ümemin birer rükn-i rekini olan evladını böyle en hasis maksadlar uğrunda kurban eder. Evet ilim namına aşıkane sergüzeştlerden dostlarıyla muhabereden bütün vakitlerini zevk u safa yolunda heder etmeden başka bir şey bilmeyen o cahil kadın tenasüb-i endamını taravet-i hüsn ü anını muhafaza uğrunda milyonları kurban eder o milyonlar ki dünyanın maye-i izz ü rıf’ati hukuk-ı beşeriyyenin medar-ı hürmet ve sıyaneti akvamın erkan-ı mecdü ikbalidirler. Sefil ve bed-tinet kadınlar o ma’sum vücudları kurban ediyorlar fakat onlarla beraber mensub oldukları memleketlerin azamet ve ihtişamını içinde yetiştikleri ümmetlerin mefahirini de birlikte kurban ediyorlar. Bu afet-i ictima’iyyenin me’asir-i tahribkarisi hakında Fransa güzel bir nümune-i ibret teşkil edebilir. Aynı esbab sevkıyle müdhiş bir tenakus-ı nüfusa uğrayan Fransızlar bünyan-ı mevcudiyyetlerinde ta’miri gayr-ı kabil rahneler açıldığına günden güne şiddetini tezyid eden bu afet-i müstevliyyenin önüne geçilmek imkanı azaldığına tuttukları meslek-i sefihaneden inhiraf etmedikleri takdirde mahv u Fakat ne mümkün bir kere fuhuş aleminde hayat geçirmenin lezzeti dimağlarını sarmış hayat-ı zevciyyet ve bunun levazımından olan veza’if-i şakkaya karşı nefret ve istikrah hissi kalblerinde yerleşmiş iken kadınları da kocaya varıp da başına bir engel almayı sonra da getireceği çocukları bakıp büyütmek emzirmek yedirip içirmek temiz tutmak ve büyüdükçe hüsn-i terbiyesine ihtimam etmek gibi gayr-ı mahdud veza’if altına girmeyi fazla olarak asar-ı haml görmeyi bir türlü havsalalarına sığdıramazken artık bu kavim Fransa hayat-ı zina ve sifahın mutlak surette memlekette devamını hoş gördü. Aile teşkilinin tabi’ olduğu kuyudu nefretle telakkıye yardım edecek cereyanlar kesb-i kuvvet etti. Erkek kadın herkes her dem zuhur-ı ezvak ve lezaize tehalüke saik olan hayat-ı serseriyaneye müfrit bir temayül gösterdi. Fazla olarak bu ser-azad hayatın erkekleri aile halkından kadınları gebelik endişesinden kurtaran tarz-ı güzarişi tecerrüde olan meyl ve ertibatlarını tezyid etti. Fakat o bedbahtlar bu meş’um hayatın kendilerini kat’i bir şünseler nasıl büyük bir cinayet irtikab ne müdhiş bir vebal memleketlerinde tevellüdatın bir ıttırad dairesinde tenakus etmekte olduğunu gözleriyle görerek bir gün olup da Fransa’nın müdafa’a ve himayesi için icab eden adamların tedarikinden aciz kalacağına kat’iyyen hükm ettikleri vakit duçar oldukları yeis ve endişeyi nasıl unutabiliriz. Bu mütefekkirler milliyetlerini silip süpürmek isti’dadını haiz olan bu müdhiş afetin def’ ve izalesi için icab eden tedabir hakkında layihalar istid’anameler tanzimiyle hükumeti tenbih ve irşada çalıştılar. Hatta halin vehamet-i fevka’l-adesinden mütevellid bir yeis ile içlerinden bazıları izdivaca karşı nefret ve istikrah kalblerde bu derece kökleştikten sonra Cezayir ve Fas’tan Fransa’ya birçok erkek celb etmekten kadınları çocuk düşürmek haml vuku’una karşı edviye-i tıbbiyye kullanmak gibi şeylerden şiddetle men’ eylemekten başka çare olmadığını alenen söylediler. İçinde bulunduğumuz Harb-i Umumi galebe ve muvaffakiyetin tarafeyn-i muharibeynden en çok nüfusa malik olan tarafa müteveccih olduğunu gösterdi. Yine bu harb esnasında Fransa’da erbab-ı ilim ve vukufun hükumetten iade-i sulh ve müsalemet esbabına tevessül etmesini mütalebe yolunda kopardıkları feryadı asmana isal ettiklerine şahid olduk. Bu adamları bu vaveyla-yı yeis ve mateme sevk eden sebeb mikdarı zaten az olan Fransa erkeklerini harb bütün bütün kemirip de sulhtan sonra eldeki araziyi civar memalikten celb edilecek adamlar vasıtasıyla Evvelce nüfusunun tezayüd ve terakkısine en ziyade ehemmiyet atf eden bir kavim Almanlar idi. Bir Fransız kadını gebelikten yılandan kaçar gibi kaçarken bir Alman kadınının gebe veya emzikli olduğu zamanı kendinin en bahtiyar zamanı addettiği görülür idi. Bunun maddi te’siratı hakkında bir fikir edinmek isterseniz Almanya’nın milyonlara baliğ olan mu’azzam ordularıyla en büyük milletlere nasıl karşı koyduğunu ordularının satvet-i harikası sayesinde şarkta garbda şimalde cenubda memleketleri nasıl yed-i istilasına geçirdiğini te’emmül ediniz. Bu mes’eleye müte’allik kütüb-i İslamiyyede tesadüf ettiğim en metin ve ulvi sözler miyanında Peygamberiniz sallallahu aleyhi ve sellem’in “ Kadınlarınızın en hayırlısı kocasını seven ve çok evlad getirendir.” sözlerini sayabilirim. Fazla evlada malikiyet ve onların terfih-i ma’işetleriyle hüsn-i terbiyelerine elden geldiği kadar i’tina ve dikkat hususlarına en büyük müşevvik Kur’an’ın sözüyle Resul aleyhi’s-selamın “ Günah vardır ki terfih-i ıyal yolunda sa’yden başka hiçbir şey ona kefaret olamaz.” hadisidir. Bilmem ki milyonlarca erkek ve kadının münasebat-ı gayr-ı meşru’a içinde ifna-yı hayat ettikleri o memleketlerde bunun yerine revabıt-ı meşru’a kaim olup da gerek zürriyetlerine gerek nefislerine karşı saydığımız ceraim ve cinayatı irtikab etmeseler bugün haiz olacakları kuvvet ve satvetin derecesi ne olurdu? Bir asırdan beri tenakus-ı nüfus yüzünden büyük bir tehdid altında bulunan Fransa’da fuhuş aleminde imrar-ı hayat eden kadınlar kocaya varsalar gebe kalmamak için bir takım tedabire tevessül etmeseler memleketin nüfusunu her asırda bir misli arttırmaya muvaffak olurlar idi. Fakat takdir onları düştükleri vadi-i gavayette saplanıp kalmaya meslek-i dalalette sebat ve ısrar etmeye sevk ediyor. Ta ki duçar olacakları akıbet-i elime nazarfirib-alayişleriyle dide-i basiretlerine nikab-ı füsun çektikleri hürriyet-i beşeriyye ve Fransa medeniyeti namına mühlik fitne girdablarına saldıkları birçok akvam ve ümeme bir ibret-i müessire teşkil etsin. Şuraya kadar serd ettiğimiz ifadattan bir kavimde tevellüdatın tezayüd ve tenakusu aralarında zinanın intişar ve nedretiyle mütenasib bulunduğu ve tenakusun en kuvvetli sebeblerinden biri de kadınların gebeliğe ve onun a’raz ve emrazıyla tahmil edeceği vezaife karşı hiss-i nefret perverde etmeleri olduğu vazıhan anlaşılır. Zaten bir takım vekayi’-i sabite de isbat ediyor ki aralarında zina ve fuhuş şayi’ olan bir kavmin gençleri iyi ve kötü harekatı arasında bir muvazene peyda etmeyi bu cümleden olarak metresleri yanında bir de zevce bulundurmayı düşünmüyorlar. Aile kayd ve külfetinden vareste bulunmak yekdiğerin sadakat ve vefakarlığından emin olmayan iki refik-ı hayatın yekdiğerine karşı besledikleri şek ve şüphe adem-i i’timad hislerinin iz’acat-ı mütemadiyyesinden azade kalmak fikri bunları o cihete yanaştırmıyor. Bu fikrimizin hakıkate derece-i muvafakatini anlamak için köy hayatıyla şehir hayatını mukayese etmek izdivac bahsinde fukara ile ağniya arasındaki vazıh farkları düşünmek kifayet eder. Medeniyetten bi’n-nisbe nasibi az olan küçük şehirlerde tevellüdatın naz ve na’ime müstağrak olan ezvak-ı bi-nihaye bulunan büyük şehirlerden daha çoktur. Kezalik fukara ve aşağı halli kimseler ağleb-i ahvalde zenginlerden daha çok çoluk çocuk sahibidirler. Sebebi de bunlarda ihtiyacat-ı beytiyyelerine kifayet edecek mikdardan fazla para pul yoktur ki her yerde genç ihtiyar erbab-ı servet miyanında görüldüğü vechile hevesat-ı nefsaniyyelerini teskin etmeye zevk ve sefahet aleminde gezip tozmaya namus düşkünü şık kadınların bulunduğu yerlere başvurmaya imkan bulabilsinler. Bedihidir ki zevc ve zevce dost tutmak metres tedarik etmek gibi hallerden teba’üdle bütün hissiyatlarını yekdiğere tahsis ederlerse aralarında hakıkı bir muhabbet-i mütekabile caygir olur. Biribirlerine meveddet ve şefkatten başka bir his maye-i tenasül ziya’dan vücuda gelecek nesil ve zürriyyet zina ve sifahdan mütevellid mazarrat-ı ma’lumeden vikaye edilmiş olur. Bu tarz-ı hayatın feyziyledir ki haneler çoluk çocukla şenlenir. Memleketler ümmetlerin maye-i izz ü satveti mevcudiyet-i siyasiyyesinin medar-ı bekası olan birçok erkeklere malik olmakla tezyid-i azamet ve ihtişam eder. Bu tenakus ve tezayüd-i nüfus bahsinde sözü fazlaca uzatmakla sizi sıkmış olduğumu hissediyorum. Fakat bu mes’elenin siyaset-i ictima’iyye mebahisinin en mühim ve en incelerinden olması bu taşkınlığımı afv ettireceğini zannederim. Hatırınızda olsa gerektir ki bir vakitler Türk gazeteleri bu mes’ele ile bir hayli iştigal etmiş sütunlarını bu bahse aid makalat hakıkate uzak yakın efkar ve mütala’at ile doldurmuş nıyla bir bend-i mahsus açarak herhangi bir taraftan serd edilen fikir ve mütala’ayı enzar-ı kari’ine arz etmeyi ihmal etmemişti. O zaman ben bu bahse müte’allik neşr olunan bütün mütala’atı ehemmiyetle ta’kıb etmekte idim. Ancak serd olunan fikirlerin çokluğuyla beraber içlerinde ehemmiyetle telakkıye şayan pek az efkara tesadüf ettim. Bundan dolayıdır ki bu bahsi etrafıyla tedkık etmeye ümmetlerin bünyan-ı mevcudiyetlerini hedm ve de’aim ve erkanını zir u zeber eden en kuvvetli bir kazmanın madde ve esası üç şeyden haric olamayacağını delail-i katı’a ve me’asir-i mahsusesiyle ber-tafsil izah etmeye lüzum gördüm. Yalnız şurada tekrar edeyim ki bu şeyler miyanında en tehlikeli ve me’asir-i tahribi en ziyade meydanda olan fuhuşun intişarıdır ki sebebi hürriyet-i ihtilat ve mevaki’-i fitne ve fesaddan adem-i mücanebettir. Fuhuşun valideler hakkında mucib olduğu tehlike ve mazarratlar hakkında beyanatıma şurada hitam vererek sözü fuhuşun evlad-ı zina üzerinde la-yenfek bir surette bıraktığı me’asir-i feci’aya ve onun vatanların selametine derece-i te’sirine intikal ettirmek isterim.” Abdülaziz Çaviş MEMALIK-I OSMANIYYE’NIN VAZ’IYET-I IKTISADIYYESI Avrupa Asya ve Afrika’nın mültekasında vaki’ Basra Körfezi Bahr-i Muhit-i Hindi Bahr-i Ahmer Bahr-i Sefid Adalar Denizi Boğazlar Marmara Denizi ve Bahr-i Siyah hazain-i tabi’iyyesine malik ve akvam-ı beşerin her nev’ine vesait-i hayatiyye ve iklimiyyenin en güzellerine mazhar bulunan memalik-i Osmaniyye’nin vaz’iyet-i iktisadiyyesi dünyanın en mükemmeli en fevka’l-adesi sayılır. Karadeniz sevahili Şimali Almanya’ya ve Bavyera’ya mu’adildir ormanlar ve madenler nokta-i nazarından tamamıyla bu memleketlere benzer. Konya Vilayeti ve Antalya Livası Fransa ve İspanya’nın iklimine teşekkülat-ı tabi’iyyesine pek müşabihtir. Marmara havzası dünyanın en mu’tedil en dil-firib yerlerinden ma’dud olduğu gibi ma’deniyat edebilecek bir isti’dadı haizdir. Adana Vilayeti’nin kuvve-i inbatiyyesi Mısır’a pek mütefevvikdir. Suriye ve Lübnan İtalya’nın mesahasında olup iklim ve teşekkülat-ı tabi’iyyece de ona pek müşabihtir. Medyen arazisi eskiden beri kıymetdar ma’denlerle şöhret-şi’ardır. Cemal-i tabi’at nokta-i nazarından Asya’nın İsviçresi olan Yemen kıt’ası “Mes’ud Arabistan” namıyla ma’ruf olup gerek ma’deniyat gerek feyz ve bereket i’tibarıyla her memlekete rekabet eder. Bu güzel kıt’a bir zamanlar Minilerin Seb’elilerin ve Hımyerilerin yüksek medeniyetlerine saha idi. Dünyanın hububat anbarı olan ve Kilidya Babil ve Asur medeniyetlerinin mehd-i zuhuru bulunan Irak ve el-Cezire kıt’aları Mısır’dan daha büyük ve zengin Brezilya’dan daha feyizli ve bereketlidir. Bu kişverlere bu vasi’ nadir ülkelere sahib olan milletin alem-i iktisadiyatta pek yüksek bir mevki’i olmalıdır. Sakarya Kızılırmak Seyhun ve Ceyhun gibi terakkiyat-ı zira’iyye ve sına’iyyeye melahat-i nehriyye ve teşebbüsat-ı ticariyyeye pek müsa’id muhteşem ve mu’azzam nehirlere şark-ı karib içinde yegane zengin kömür ma’denlerine Bakü ve Romanya petrollerine mütefevvik mebzul petrol ma’denlerine malik olan milletin cihandaki mevki’-i iktisadisi pek metin pek yekta sayılır. Sonra zeka deha metanet ve iktidar muhtevi olan bir memleket bütün saha-i irfan ve iktisadda en mümtaz bir mevki’i haiz olmak iktiza etmez mi? Evet akıl mantık bunu iktiza eder. Fakat acaba bizim vaz’iyet-i iktisadiyye ve maliyyemiz ne haldedir? Maa’t-teessüf pek fenadır. Bütçemiz harici istikraz vasıtasıyla muvazene buluyor. Ecnebi mu’aveneti olmasa halimiz harab iflasımız muhakkaktır. Ne sanayiimiz var ne servet-i tabi’iyyemizden timizin vaz’iyet-i müsa’adesiyle istihsalatımız arasında hiçbir tevafuk ve nisbet yok. Acaba bu tenakuzun esbabı nedir? Neden tabi’atın bu bi-payan in’am ve ihsanından istifade edemiyoruz? Memleketlerin en gerisi milletlerin en fakıri bulunuyoruz? Bu medeniyetin sırrı nedir? Daimi muharebat Rusya’nın inkişafına hail olmamıştır. Çin zengin bir memleket olduğu halde muharebe yapmadan tedenni etmiştir. Binaenaleyh vaz’iyetimizin tedennisine yalnız bunları sebeb göstermekle iktifa doğru değildir. Zann-ı acizaneme göre bu inhitat-ı iktisadinin esbabı müte’addiddir: Bir kere: Denizciliğin terakkısiyle ticaret kafilelerinin münderis olması gerek Arabistan gerek Merkezi Asya ve Anadolu için çok mühim bir amil-i tereddi olmuştur. Saniyen: Hakayık-ı diniyyemizin yerine Nasraniyet’in zühd ve kabalığı yahud Hindistan fakırlerinin dünyadan sarf-ı nazar edercesine kanaat-i miskinaneleri bize sirayet etmiş ve bizi terakkıden alıkoymuştur. Salisen: Beyhude bir takım münazaralar münakaşalarla karşı camid kalmışız. Rabi’an: Her memleketin hükumet teşkilatı ameli ve muntazam bir makine gibi işlerken bizimki nazariyat ve ameliyat-ı kırtasiyye ile boğulmuş. Hamisen: Sanayi ve ticarete karşı nazar-ı hakaretle bakarak yalnız hükumet me’muriyetine saplanıp kalmışız. Sadisen: İhmal ve teseyyübümüzden dolayı başımıza imtiyazat-ı atika denilen baş belası musallat olmuş. Sabi’an: Ecnebilerin enzar-ı iştihasını tahrik eden zengin ülkemizi mu’attal bırakmışız. Başka bir din ile mütedeyyin olmak hasebiyle birçok harici muharebelere dahili isyanlara ma’ruz kalmışız… Kuvvetli bulunduğumuz zamanlarda imtiyazat-ı atikanın mazarratı hiç mesabesinde idi. Fütuhat devrinde muharebatın devamı ne Emeviler ve Abbasilerin ne de Selçukıler ve Osmanlıların medeni terakkiyatına mani’ olmamıştır. Yani şunu arz etmek istiyorum ki tereddi-i iktisadimizi şerh ve ta’lil için yalnız bu son iki sebebi göstermek kafi değildir. Esbab müte’addiddir. Zengin olan her memleket istirahata meyyal sefahete ve zevkiyata meclub olur. Az bir himmetle esbab-ı ma’işeti te’min eden ve kanaat hastalığına mübtela olan her cema’at çabuk tedenni eder ve fakr u zarurete duçar olur. Harb-i Umumi feyzdar memleketimizin etrafında dolaşan muhtelif tama’karlığın tesadümünden neş’et etmiştir. Herkes bizden arslan payını almak bizi yutmak ister. Kabahat onlarda değildir bizdedir. Beşeriyet hareket ediyor. Faaliyet tezayüd etmektedir. Yerinde saplanan atıl kalan tedenni eder mahv ü na-bud olur. Bu cihan-şümul Harb-i Umumi yüzünden borçlarımız arttı. Vaz’iyet-i iktisadiyyemiz daha fazla nazikleşti. Mütenebbih olup da işlerimizi bir yoluna koyamazsak atimiz ma’azallah pek hatar-nak olur. Eski atalette devam edersek la-kadderallah istiklalimizi gayb etmek tehlikesine ma’ruz kalacağımıza hiç şübhe edilmesin. Binaenaleyh ne yapmalıyız? Böyle mühim bir mes’elenin halli bir adamın haddi değilse de herkes kendi fikrini beyan etmekle mükellef olduğundan dolayı bu babda hatıra gelen noktaları serd ediyorum. Ümid ederim ki diğer dindaşlarımız da bu mes’ele hakkında beyan-ı fikr ederler. Evvela: Madem ki mebzul madenlerimizi işletmek için bizde kafi sermaye ve mütefennin adamlar yoktur; hükumet derhal diğer memleketlerde mer’iyyü’l-icra olan hakk-ı hakimiyet yahud hakk-ı mülkiyye usulünü kabul ve takrir etmelidir. Bu kanunun yahud usulün ismi İngilizce Royalty Sistem Fransızca Rövedans Almanca Abgabe İtalyanca ve ve buna dair birçok eserler yazılmıştır. Esası: Bir memlekette ne kadar madenler varsa hükumetin mülkü sayılır hükumet ya kendisi işletir yahud işletmek üzere kira ile başkalarına verir. Fakat madem ki servet-i madeniyye bir memleketin muhtalif batınlarının müşterek bir hakkıdır madem ki fazla ihracat ile mevcud damarların cevherleri çabuk tükenebilir; gelecek batınlarının da menfa’atine hizmet edebilmek maksadıyla hükumet yüksek ücret alır. Bazen kendisi bu madenleri işletir fakat ekseriyetle kiraya verir. Bir madenin mevki’-i coğrafisine mahiyetine vesait-i nakliyesine ehemmiyet-i ticariyyesine işletme masrafına göre ücreti hasılat-ı safiyyeden yüzde otuz ila yetmiş tutar. Hemen hemen vasati olarak hiç beş para sarf etmeden servet-i madeniyyeden yüzde kırk elli elde edilmiş olur. Fakat bu usulün faidesi yalnız bundan ibaret değildir. Madenlerde çalışacak bütün kollar bidayette fen me’murlarından başka hepsi ahali-i mahalliyyeden olur. Cevahir-i madeniyyenin nakli için nehirler tathir demiryollar temdid olunur. Madenlerin ihrac ameliyatından istifade etmek isteyen muhtelifü’l-cins nice adamlar Amerika’ya Avusturalya’ya Brezilya’ya hicret etmektense tabi’iyyet-i Osmaniyye’ye dahil olur. Yani nüfusumuzu tezyid eder. Mevcud olanları da ataletten kurtararak mevfur kazanç ile mes’ud eder madenlerimizin istihsali için birçok san’atlar memleketimizde te’essüs eder. Sanayiimiz mazhar-ı inkişaf olur. Bu usulden sermayedar dahi müstefid olur. Fil-vaki’ şimdiki gibi değilse de adalet ve mantık dairesinde her halde müstefiddir. Zira sermayesi hükumet tarafından himaye edildiği faizi de sarfiyat miyanında dahil olduğu cihetle hem sermaye tehlikeden masun hem de faiz istihsal olunduktan başka epey bir kar da te’min eder. Bu usulün diğer bir muhassenatı daha vardır ki inhisar ve ihtikarın önünü alır. Mesela kalay bakır demir gibi ihtiyacat-ı zaruriyyeden olan ma’adin fiyatlarının fahiş bir surette tezayüd etmemesi için bu usul pek lazımdır. Prusya hükumeti kömür demir kurşun gümüş ve bakır madenlerini bu usule göre işletmektedirler. Avusturya Rusya İspanya ve Hindistan’da daha birçok madenler bu usule tabi’dir. Tuz her memlekette bu usule tabi’dir. Prusya’da bu usule göre senesinde işlenmiş olan madenlerin varidatı . mark idi. Almanya Avusturya terakkı memleketlerde cari olan bu usul şimdiki vaz’iyet-i zaruridir. Bazı madenlerin hükumet tarafından işlettirilmesi lazımsa müsmir bir istikraz ile işlettirilmeleri her halde mu’attal kalmalarına tercih olur. Şimdiki usul ile ya servet-i milliyyemiz mu’attal ve tama’kar sermayedarların enzar-ı hırsı daima bize mün’atif kalıyor yahud hiçbir faidemiz olmadan bütün menafi’i ecnebilere terk etmiş oluyoruz. Halbuki bu servetten hem biz hem ensal-i atiyye istifade etmeliyiz. Binaenaleyh bu usulü derhal kabul eylemek iktiza eder. Almanya Avusturya ve Macaristan’da milyarlarca servet mu’attal duruyor iş arıyor. Biz de istikbal endişesiyle madenlerimizi ecnebilere vermekten korkuyoruz. Tabi’i fakır kalıyoruz. Ve bugünkü siyasetin nazım-ı hakıkısi olan sermayedarların teveccühünü gayb ve hırslarını tahrik ediyoruz. Her hangi hükumetle hoş geçinmek istersek onun sermayedarlarını memnun etmeliyiz. Binaenaleyh bu usul yalnız memalik-i mahrusede değil bütün alem-i İslam’da kabul ve takrir edilmekle çok faideli ve bereketli bir devreye dahil olmuş oluruz. Her işte i’tidal şarttır. Siyasette iktisadiyatta da böyledir. Fazla hırs ve tama’karlık ifrat ve tefrit ihmal ve teseyyüb doğru değildir. Yanlış yollarda gideceğimize böyle ma’kul bir esas üzerine hareket etmeleyiz. Saniyen: Yirminci asrın garibesi olarak köhne bir usul üzere teşekkül etmiş olan Nafia Nezaretimizi kökünden değiştirerek yerine hiç olmazsa Mısır’ın Nafia Nezareti’ne benzeyen ameli bir müessese ikame etmeliyiz. Şimdiye kadar bir iki küçük işi istisna edilirse bu muhterem nezaret bizzat hiçbir ameli işte bulunmamıştır. Vazifesi ameliyattan ibaret olduğu halde her yerden ziyade mu’amelat-ı kırtasiyeye boğulmuştur. Anadolu’yu her şeyden ziyade tahrib eden bataklıkları kurutmak biraz himmete muhtac olduğu halde ecnebilerin gelmesine kadar mühmel ve mu’attal kalıyor. Nehirlerden istifade etmek şimdiye kadar hiç hatırına gelmedi. Su tramvay ve diğer şirketlerle mukaveleler tanzim ederken halkın menafi’ine ehemmiyet vermeyen ve vaz’ olunan şerait on beş sene zarfında tenfiz edilmediği halde yine şirketleri müdafa’a eden bu nezaretin irva ve iska namına bir şey yaptığı yoktur. Hükumet halkın ihtiyacatını te’min ve tatmin ahvalini terfih ve ıslah servetini tezyid ve tenmiye etmedikçe ecnebi cereyanları yalnız gayr-ı müslim anasır arasında değil anasır-ı müslime arasında da icra-yı te’sirden hali kalmayacağına emin olmalıdır. Nafia Nezareti’nin bu sakım hareketine sebeb ataletten başka bir şey değildir. Çölleri cennete çeviren çorak yerleri ma’murelere kalb eden Avrupa’nın fakır memleketlerini cennet-asa dil-nişin ve feyzdar şehirlere tahvil eden fa’al mütefennin hamiyetli ve gayur mühendisler isteriz. Ancak bunların himmetiyle memleketimizin hayratından müstefid olabiliriz. Bunlardan tek tük adamlarımız varsa da onlar da nafia radeniz ve Adriyatik denizleri arasında nehirler vasıtasıyla ticaret rabıtaları te’sis etmeye çalışan dimağlar varsa bizde de nehirleri başımıza musallat bir bela gibi telakkı eden kafalar vardır. Parasızlık amelenin kifayetsizliği kafi birer ma’zeret değildir. Mısır’da bir asırdan beri meydana gelen müdhiş ve mu’azzam nafia işlerinden yüzde seksen beşi hemen hemen parasız olarak yapılmıştı. Sudan’da yapılmakta olan bütün miştir. Harb zamanında Hindiye süddesini ikmal yüz kanal hafr ve bir buçuk milyon dönümün irva ve iskasını te’min eden İngilizler eski vesaitimizle ve aynı ahali ile bu işleri yapmışlar asi ve şerir kabailin tavattununa sebeb olmuşlardır. Harbden evvel İzmir Vilayeti’nde ameli bir başmühendisin himmetiyle ve valinin mu’avenetiyle bütün Nezaret’in yaptığı ordusunu Sudan’da kullandıkları halde biz hal-i hazırda aynı usulden neden istifade etmiyoruz? Mısır’ın bütün işleri böyle angarya usulü vasıtasıyla meydana gelmiştir. Bu usul nev’a-ma mugayir-i adalet addediliyorsa da İzmir Vilayeti’nde kabul olunan bu usulü memleketin her tarafına teşmil etmek zaruridir. Orada bataklık kurutmak nehirleri tathir etmek yollar ni muhafaza servetlerini tezyid ve hallerini terfih için –harici düşmana karşı nasıl harbe gidiyorsa– her sene ziraat mevsimlerinden gayrı bir zamanda her adam on beş gün meccanen çalışmak mecburiyetindedir. Hastegan ve ma’lulinden başka bizzat gidip çalışmak istemeyen zenginler beher gün için iki ila dört amelenin ücretini rayic akçe hesabıyla te’diye ederler. Bunlardan cem’ olunan paraya vilayet tarafından tahsis olunan mebaliğ-i mahdude zam olunarak bununla lazım gelen alat ve edevat satın alınır. Ve demirbaş makamında her zaman vilayetin deposunda hazır bulunur. Vilayetin ser-mühendisi yapılacak eder ve ehemmi mühimme takdim ederek tatbikata başlar. Bu usulü bizim gibi ahval-i maliyyesi müsa’id olmayan her hükumet ittihaz ve kabul etmek mecburiyetindedir. Fakat Nafia Nezaretimiz bilemiyoruz her nedense bu usulü beğenmiyor buna aid bir kanun layihası tanzim edip Meclis-i Meb’usan’a vermiyor. Hürriyet-i şahsiyye meşrutiyet… gibi şeyler müfid işler görmekten bizi men’ edemez. Dört sene seve seve harb eden her adam kendi menfa’ati çocuklarının sıhhati ve ailesinin refahı için senede bir ay çalışır kemmel yollar şoseler inşası nehirlerimizin tathir ve seyr-i sefaine salih bir hale ifrağı mümkün olur. Sakarya tarikiyle Karadeniz ve Marmara Denizi arasında Kızılırmak ve Fırat vasıtasıyla Bahr-i Siyah ve Basra Körfezi arasında Fırat ve civarında bulunan nehirlerin en muvafıkı vasıtasıyla Basra ve İskenderun körfezleri arasında Kızılırmak ve Seyhun vasıtasıyla Bahr-i Siyah ve Bahr-i Sefid arasında mu’zamat-ı umurdan ma’dud olan projelerin tatbikine mahal kalır. Servet-i milliyyemiz memleketimizin ihtiyacını tatmin edecek demiryolların inşasına gayr-ı kafidir. Ba-husus halkımız müctemi’an büyük işlere girişmek i’tiyadında değildir. Daima ecnebi sermayelere muhtac kalacağız. Binaenaleyh fazla vesveseye düşmek lüzumsuz yere evhama kapılmak ma’nasız düşüncelerle vakit geçirerek her şeyimizi mu’attal bırakmak asla caiz değildir. Bu muharebe esnasında İzmir-Bandırma İzmir-Afyonkarahisar hadidiyyesi ve Hicaz demiryolları olmasaydı vaz’iyet-i harbiyyemiz ne kadar tehlikeli olurdu. Çanakkale’de harikalar gösteren yorulmak bilmez şedaidden yılmaz kahraman ordularımızın memleketin her köşesine koşmaları tahammül-fersa vaz’iyetlere göğüs germeleri bu asrın en büyük mu’cizesidir. Bizce Almanya Fransa Avusturya İngiltere ve İtalya’da olduğu gibi vesait-i nakliyyemiz mükemmel ve mebzul olsaydı kahraman askerlerimizin fazl ve rüchaniyeti mükemmel bir surette alem-i Binaenaleyh Nafia ile Harbiye nezaretleri bi’l-ittifak memleket için en lüzumlu hatları ta’yin etmelidirler. Resmi listesini neşr ettikten sonra talib olanlara iki mühim şart vaz’ etmelidir: Biri; çıkaracakları hisselerin yarısını Osmanlılara tahsis etmek diğeri de hükumetin yirmi beş elli sene zarfında hatları satın almak hakkını kabul eylemek. Bu liste ile mukayyed olmalıyız. Bu hatlardan başkasına da kim talib olursa vermeliyiz. Vesait-i nakliyyemizin tezayüdü nisbetinde terakkıyat-ı medeniyye ve ilmiyye inkişafat-ı ticariyye halkın fa’aliyet ve serveti tezayüd eder. Hasılat-ı zira’iyye ve ma’deniyyesini harice yahud çarşıya sevk edemeyen bir insan fazla çalışmaz. Bilakis tenbel olur. Gerek hükumetin hazinesi gerek asayişin mevcudiyeti gerek millet bundan mutazarrır kalır. Her şeyi yapmak hevesine düşmemeliyiz. İtalya Romanya Mısır Amerika-yı Cenubi’nin inkişafı hep ecnebi sermayesi sayesinde olmuştur. Menafi’-i milliyyemizi himaye edecek şeraiti koyduktan sonra ecnebilerin ve milletdaşlarımızın siyaset bunu iktiza eder. Şimdiye kadar ta’kıb ettiğimiz mesleğin sekametini gördük. Binaenaleyh ba-husus imtiyazat-ı atikanın ilgasından sonra ma’kul makbul müfid ve ameli bir siyaset ta’kıb etmeliyiz. Salisen: Vaktiyle Şark-ı Karib’in esbab-ı servet ve te’alisinden olan ticaret karvanları yerine kaim olan ticaret-i bahriyeden hisse-mend olmadığımızdan dolayı birçok ma’murelerimiz harab kalmış. Bu ticaret-i bahriyyeden istifade edenler bi-payan servet ve refaha nail olmuşlardır. İngiltere Felemenk Portugal Yunan ve İtalya’nın varidat ve müstemlekatından bir kısm-ı mühimmi ticaret-i bahriyye yüzündendir. Muhtelif denizlerde uzun sevahile malik olan bizim gibi bir devletin Romanya’dan bu hususta geri olmamız acınacak hallerdendir. Sefainin inşa ve i’malatına pek muvafık limanlarımız mevcuddur. Malzeme-i evveliyye de mebzuldür. Mahir denizcilerimiz de kafi mikdarda bulunuyor. Yalnız fen ve sermayemiz eksiktir. Hükumet-i seniyye harbden evvel Armstrong Fabrikasıyla burada süfün-i harbiyye ve ticariyye inşasıyçün bir fabrika te’sisine dair bir ittifak akd etmişti. Bu gayet ma’kul bir siyasettir. Harbin nihayetine kadar mu’attal kalmak ve harbin akıbinde hissolunacak sefain müzayakasına ma’ruz bulunmaktansa şimdiden Alman Avusturya Danimarka ve Felemenk fabrikaları ile bunun gibi mukaveleler ederek bir an evvel ticaret gemilerinin inşasına mübaderet etmeliyiz. Fevt olunacak vaktimiz yoktur. Müteyakkız davranacak olursak belki Şark-ı Karib’in münakalat-ı ticariyyesine hakim olabiliriz. Hiç olmazsa kendi sevahilimizin ticaretini bizzat idare etmeliyiz. Mu’attal sermayeler çoktur. Tuna yolu açıktır. Bütün düvel-i mu’azzama i’malat-ı harbiyye için Harb-i Umumi esnasında on binlerce fabrikalar te’sis etmişler. Birkaç darussına’anın veneti te’min eyledikten sonra pek kolay bir iştir. Şimdiden başlamazsak harbden sonra çekeceğimiz müzayaka ödeyeceğimiz fahiş ücretler bugünkü ataletimizin cezası sayılır. Vaktinde hareket etmek elzemdir. Düvel-i merkeziyyenin sermayedaranı iş arıyorlar. Böyle müfid paydar ve feyzdar bir iş bulunca tereddüd etmeden başlarlar. Bizden azim ve da’vet onlardan kabul ve faaliyet Cenab-ı Hak’tan da tevfik ve berekettir. Şimdiki teseyyüb devam ettikçe kaçakçılığa bünyan-ı millimizi sarsacak ecnebi entrikalarına efkar-ı umumiyyemizi altüst eyleyecek zehirli neşriyata karşı hududlarımızın açık ve hamisiz kalacağı tabi’idir. İngiltere’nin Basra Körfezi’ndeki vaz’iyeti Fransa’nın Suriye ve Lübnan’daki vaz’iyeti İtalya’nın Antalya’daki nüfuzu hep ticaret-i bahriyye vasıtasıyla te’min edilmiş şeylerdir. Rabi’an: Hükumet mufassal bir idari program hazırladıktan sonra mu’amelat-ı kırtasiyyeden ziyade mahallinde bunu tatbik edecek şayan-ı i’timad muktedir me’murlar ta’yin etmelidir. Muhaberatla vakit geçirmektense fi’liyatla müte’addid eserler meydana getirmek daha elzemdir. Hükumet-i merkeziyye namuslu gayur zeki zevattan muntazam bir hey’et-i teftişiyye vasıtasıyla me’murlara bahş ettiği salahiyet ile programın tatbikinde hüsn-i isti’mal edilip edilmediğini anlayabilir. Yoksa şimdiki usule göre en ufak bir hareket için istizan etmek yazıp çizmekle faal ve müterakkı milletlerle rekabet edemeyiz. Almanya Amerika veyahud ameliyyeyi taklid etmeliyiz. Hamisen: Hazret-i Peygamberimiz ticaretle iştigal etmiş ve ticaret hakkında pek sitayişkarane teşvikat-ı sarihada bulunmuş hatta rızkın onda dokuzu ticarette bulunduğunu beyan buyurmuş olduğu halde Harb-i Umumi bidayetine kadar müslümanlardan bir tüccar bulmak pek nadir bir şeydi. zengin melekutullaha yani cennete dahil olmaz” diye yazılmışken onlardan bütün tüccarlar zenginler milyonerler çıkmaktadır. Biz Nebiyy-i ekremimizin vesayası hilafına olarak Fil-vaki’ harb esnasında milli ticaret altında bir hey’et peyda olmuş ise de bunlar meşru’ ticaretten ziyade ihtikar su’-i isti’mal nüfuz vasıtasıyla haydutluk etmektedirler. Maa’t-teessüf hissiz arsız namussuz bir güruh müslümanlara alem-i ticarette ebedi bir şeyn bıraktılar. Bizim aradığımız temenni ettiğimiz şey biz de Avrupa ve Amerika’nın tüccarlarına vaktiyle namus emanet sadakat ve iktidarla rehber ve hüsn-i misal olmuş eski müslüman tüccar sınıfına benzer piyasamıza hakim olacak tüccarlardır. Anasır-ı gayr-ı müslime gözümüz önünde ekalliyet-i sagıre oldukları halde ticaretimize hakim servet-i milliyyeye sahib hepsi mes’ud ve müreffehtirler. Eski ataletten ferağat ve ciddi ticaretle namus dairesinde hareket etmezsek bu memlekette hakim olduğumuz halde iktisaden mahkum mertebe-i elimesinde kalacağız. Ne yapıp yapıp müslüman tüccarlarının adedini arttırmalıyız. Ticaret bugün müterakkı bir fendir. Ondan bi-behre olanların muvaffakiyeti enderdir. Binaberin bütün mekteplerimizde iktisad-ı siyasi defter tanzimi ve mu’amelat-ı ticariyye[ye] dair münasib bir mikdar da ma’lumat öğretmeliyiz. Sadisen: Daima memleketimizin ziraat memleketi olduğunu söylemekte ısrar ettiğimiz halde Romanya Ukrayna’dan getirdiğimiz hububat olmasa idi payitahtımızın ahalisi açlıktan mahv olurdu. Ziraate salih arazimiz mebzul ta’til etmek bir müslümanın karı değildir. Müttefiklerimizin memalikinde mezru’ olmayan bir karış toprağa tesadüf olunmadığı halde biz hal-i harb diye bütün memleketi çorak çıplak bırakıyoruz. Halbuki iklimimiz ve arazimizin kuvve-i Amele yoktur demekle mes’ele bitmez. Bugün fen ve makine zamanıdır. Bir makinist bir aletle günde yüz yahud bin kişinin yaptığı işi yapabiliyor. Mevsuku’l-kelim bir zatın rivayetine göre Almanya’da isti’mal olunmakta olan fenni usul-i ziraat Macaristan’da tatbik olunacak olursa verdiği mahsulün beş mislini verir. Acaba bizden yüzlerce def’a daha mütefennin olan Macaristan’da bu neticeyi verecek usul bizde tatbik edilecek olursa ne kadar hüsn-i netice verecektir? Harbin idamesi i’aşe mes’elesi olduğu ve harbin hitamında sefain-i nakliyyenin nedreti ve hububatın kılleti yüzünden bütün cihanda müdhiş sıkıntı yahud kaht hükümferma bulunacağı cihetle düvel-i merkeziyye ile ittifak ederek oradan on binlerce alat-ı zira’iyye ile harb esirleri buraya getirerek hali ve mu’attal kalan münbit yerlerimizi zer’ edip hasılatından bir sülüs yahud bir nısf bile i’ta eylemeyi ta’ahhüd ettiğimiz takdirde hem kendimize hem müttefiklerimize büyük hizmetler etmiş oluruz. Böyle bir ittifak mümkün değilse birçok alat tedarik ederek bizim amele taburları ile mükellefiyet-i zira’iyyeye tabi’ olanları muntazam bir usul tahtında çalıştıracak olursak kendi derdimize deva bulmuş oluruz. Belki yüksek fiyatla diğer yerlere ihtiyacımızdan fazla kalan hububatı sevk edebiliriz. ziyade istihsalatı tezyid ve fenni vesaitle taz’if etmekten ders ve ta’lim ile yarısını da ulum-ı zira’iyye tatbikatıyla geçirmelidirler. Edebiyat şiir felsefe ve diğer safsatalar ile ma’lul olan binlerce gençten memlekete birkaç mütefennin zürra’ yetiştirmekle bir faide te’min edemeyiz. Zamanımız aliyat ve ameliyat devridir. Şiir ve hayal zamanı geçmiş ve ancak yorgunluktan fikrini istirahat ettirmek isteyen azimkar ve fa’al amele tenezzüh zamanında bazen şiir okur edebiyatla memleketimiz kurtulmaz. Almanya’dan gelirken her yolcu hat güzergahında bulunan arazinin hatta istila-yı askeriye duçar olan Sırbistan’da bile her karışın mezru’ olduğunu görür. Fakat memalik-i mahruseye dahil olur olmaz tek tük mezru’ tarlalara tesadüf edebiliyorsa da ekseriyet-i arazi çıplak olduğunu nazar-ı tahassür nazar-ı istiğrab ve hacaletle müşahede eder. Avrupa’da malik olduğumuz bu mahdud kıt’ayı bile zer’ etmekten aciz mi kaldık? Hat güzergahındaki araziyi zer’ etmezsek hasılat-ı zira’iyyesinin nakli güç olan araziyi mi zer’ edeceğiz? Keşke biz de şair edib feylesof iddiasında bulunan gençlerin bir rub’u ziraat mütehassısı bulunsalardı. Fransızların sakım usul-i ta’liminden sarf-ı nazar etmeliyiz. Ameli usule alışmalıyız. Bab-ı Meşihat’ten medreselerde dahi ticaret ve ziraate aid bazı ma’lumatın idhalini istirham ederiz. Halkın an’anatına ve ma’neviyatına aid nafi’ tekamülat ve ıslahatı rehber olmalarını istirham ederiz. Sabi’an: Bu asır sanayi’ zamanı ali medeniyet asrı olduğu herkesçe müsellemdir. Almanya’yı cihangir bir millet Amerika’yı dünyada en zengin hükumet İngiltere’yi en muhteşem imparatorluk derecesine is’ad eden sanayi’dir. Bizim eski azametimizin esbab-ı sukutundan biri de sanayi’a adem-i ihtimamımızdır. Dinimizin emirleri sarihtir. Ahiret hüsn-i amel ile mütehallık olmalıyız. Umur-ı dünya için yız. Dinimiz umur-ı dünyada herkesle rekabet eylememizi maddi saadetten müstefid olmamızı emrettiği halde böyle bir gaflet ve cümud bize neden ve niçin tari oldu. Rusya’nın harb-i hazırdaki duçar olduğu muvaffakiyetsizlik esbabını ta’dad eden İngiliz muharrirleri diyorlar ki: “Vaktiyle oraya milyonlarca ton silah ve cephane sevk ettiğimiz yerde bunları yapacak makinelerden birkaç yüz bin ton göndermiş olsa idik hem biz sefainimizden hüsn-i istifade eder idik hem Rusya bu felakete duçar olmaz ve mevcud demiryollarıyla başka şeylerin naklinden müstefid olurdu.” Acaba bu mütala’a bizim vaz’iyetimize de muvafık değil mi? Mesela memalik-i Osmaniyye’ye her şey Almanya’dan getirmektense onu yapacak makineler ve elleri celb etmek daha kolay değil mi? Memalik-i Osmaniyye’nin her tarafına sevk olunacak her şeyi İstanbul’dan sevk etmektense muhtelif merkezlerde istihsal ve i’mal etmemiz daha muvafık değil mi? Ordu için lazım gelen şeylerin i’malathanelerini yalnız payitahtımızda cem’ etmek şimdiki vesait-i nakliyemize nazaran hatadır ve tehlikeden hali değildir. mayedarlar kendi menfa’atlerini gözeterek böyle bir fikre muvafakat gösteremezler. Fakat onlara bir faide-i müştereke gösterdiğimiz dakıkada seve seve bize yardım etmeleri ve rehber olmaları muhakkaktır. Sermaye hissiz tama’kar ve menfa’atperest bir kuvvettir. Ondan hüsn-i suretle istifade etmek bize terettüb eder bir vazifedir. Bahriye Nezareti’yle Armstrong Fabrikası arasında akd olunan mukaveleye benzer usul ve esasatın sanayi’imize de tatbiki mümkündür. Ve her ecnebi bundan maa’l-memnuniyye danya Toros Haleb Bağdad Bitlis Sivas ve Ereğli mıntıkaları hepsi sanayi’-i ma’deniyye ve i’malat-ı harbiyyeye pek müsa’iddir. Orada te’sis edeceğimiz her fabrika iki kolorduya mu’adil sayılır. Sanayi’-i adiyyeye gelince bir millet her şeyde hatta iğne iplik için ecnebilere muhtac kalırsa dünyanın en kuvvetli ordusuna malik olsalar bile müstakil sayılmaz. Cihanın en şevketli hükumeti olsa bile za’if ve esassız addolunur. Zengin metin ve müstakil olmak istersek sanayi’a hasr-i himmet etmemiz zaruridir. Romanya İtalya Rusya Yunanistan ve birçok yerlerdeki sanayi’ müesseseleri ecnebi ve yerli sermayeler vasıtasıyla bik olunmasın? El-yevm bazı vatandaşlarımızın elinde birkaç milyon lira vardır. Haricden gelecek sermaye ile teşrik edildiği takdirde birkaç sene içinde memleketimiz sanayi’ memleketi olmazsa da bir kısım ihtiyacatımızı hiç olmazsa kendimiz istihsal edebiliriz. Tüccarlara karşı göstereceğimiz teşvikat ve imtiyazatı erbab-ı sanayi’imize ma’a ziyadetin bahş etmeliyiz. Memleketin direği ve istinadgahı erbab-ı ziraat ve sana’at ile tüccarımız olmalıdır. Mevadd-ı evveliyyemiz mebzul ve tezyidleri mümkündür. Biraz himmet ve hüsn-i tedbir ile her memleketten daha zengin olmamız ve her milletle rekabet etmemiz muhakkaktır. İklim-i harre mu’tedile ve baridenin hasılat-ı muhtelifesi bizde mevcuddur. Mevki’-i coğrafimiz servet-i tabi’iyyemiz pek müsa’iddir. Yaptığımız borçların itfası ancak sanayi’imizin ve ticaretimizin inkişafıyla kabil olacaktır. Hükumetin vaz’ ettiği Teşvik-i Sanayi’ Kanunu gayr-ı kafidir. Fransa hükumetinin bazı sanayi’in devam ve inkişafı için resmi fabrikaları varken memalik-i şarkiyyede hükumetin millete rehber olması iktiza ettiği halde Hükumet-i seniyye’nin hiçbir şey yapmaması doğru değildir. El birliğiyle mes’ud ve zengin metin ve müstakil muhterem ve şevketli olmamız bi-avnihi te’ala muhakkaktır. Kuvve-i teşri’iyyece geçen devre-i ictima’iyyede kabul ve neşrolunan kanuna tevfikan teşkil edilmesi iktiza eden Darülhikmeti’l-İslamiyye’nin resm-i küşadı – Ağustos Pazartesi günü– merasim-i mahsusa ile icra edilmiştir. Darülhikmeti’l-İslamiyye’ye tahsis olunan daire-i Meşihat’teki Tedkıkat-ı Şer’iyye ve eski Kadıaskerlik aksamı suret-i mükemmelede tefriş ve tanzim olunmuş saat dokuz buçukta rical ve me’murin-i ilmiyye hazır ve Darülhikmeti’l-İslamiyye reis vekili ile a’zaları mevcud oldukları halde Şeyhü’l-İslam Musa Kazım Efendi hazretleri kısa ve fakat müfid ve mühim bir nutuk irad ederek resm-i küşadı icra ve hey’etin veza’if-i esasiyyesi ve bunun ehemmiyeti hakkında gayet ruhlu ve şümullü mütala’at serd ü beyan buyurmuşlardır. Fil-hakıka hey’etin veza’ifi pek ulvi ve pek mühimdir. Hikmet-i İslamiyye ta’birinin ma’nası ilim ve amel olmasına nazaran bir encümen-i ilmi –encümen-i daniş– demek olan Hey’et-i Mahsulat-ı İlmiyye-i İslamiyye’nin vesait-i ameli bir şekil iktisab eden esaslı bir hey’et-i amile hükmünü alır. En başında hakayık-ı diniyye ve me’ali-i İslamiyyeyi neşr ü ta’mim ile mükellef olduğunu beyan eden kanun ve nizamname gözden geçirilirse vazife-i ilmiyyesi i’tibarıyla vahdet-i nacak ve bu babda hakayık ve mebadi-i İslamiyye ahkam ve havayic-i İslamiyye fezail ve gayat-ı İslamiyye esasatı dairesinde alem-i İslam ve alem-i medeniyyetteki ulumu mecari-i efkar ve ihtisasatı etvar ve netayic-i hayatı ta’kıb ve tedkık ve tarih-i İslam’ın bilhassa son asırdaki şu’unatını dahil olduğu safahat-ı diniyye ve ictima’iyyeyi tahrir ve tedvine sarf-ı efkar edecek olan hey’et vazife-i ameliyyesi noktasından müslümanların terbiye-i diniyyesini inkişaf ettirecek. Bu maksad-ı ulvinin husul-pezir olması için devair-i müte’allikasıyla ve bilhassa taşra müftü ve müderrisleriyle münasebat-ı daimede bulunacak imamların hatiblerin vaizlerin tenvir ve irşadına aid mukarrerat ittihaz ve bu babda asar ve mü’ellefat-ı nafia neşr edecektir ki bu Daru’l-Hikme’den hükumetin milletin bilhassa alem-i İslam’ın ne kadar mühim şeyler intizar eyledikleri tezahür eder. Asar ve mü’ellefat-ı nafia neşri maddesinde biraz tevakkuf edeceğiz. Bunu çok esaslı görüyoruz. Zaten nizamname de bu hususta izahat ve tafsilat-ı lazımeyi kayd ve tesbit eylemiştir. Ahkam-ı İslamiyyeyi fevaid-i maddiyye ve ma’neviyyesiyle mekatibde okunacak ulum-ı diniyye medarise aid ulum-ı re arasındaki kıymetini gösterecek kütüb-i hikemiyye ve kelamiyyeyi ahkam-ı şer’iyye-i İslamiyyenin ulum-ı hukukiyye ve felsefe-i ictima’iyye ile münasebat ve mukayesatına teşrihat-ı hukukiyye ve kemalat-ı medeniyyesine tarih ve esbab-ı terakkı ve tedennisine aid asarı hatta tarih ve coğrafya-yı İslam’ı bilhassa terbiye ve tergıbat-ı diniyyeye dair neşriyat ve ilmi müdafa’atı bu hey’etin bu noktadaki faaliyetinden bekleyeceğiz. Şeyhü’l-İslam Efendi hazretlerini böyle bir teşkilat görüyoruz. Mehakim-i şer’iyyenin Adliye Nezareti’ne rabtı ile Daire-i Meşihat’te husule gelen boşluğu bu müessese dolduracak sönük bir halde kalan hayat-ı İslamiyye ve insaniyye buradan tulu’ ve intişar edecek olan aftab-ı feyz ve irşad ile halinde her aradığımızı bulacağımıza şübhe yoktur. Maziyi göz önüne getirmek halden ibret almak ihtiyacat-ı müstakbeleyi ariz ve amik tedkık etmek suretiyle metin ve vakur adımlarla yürümek iktiza eder. Hey’et düşünmelidir ki hükumet ve bilhassa makam-ı Meşihat bu müesseseyi teşkil ve hey’eti intihab ve ta’yin ile bu noktadan vazife-i asliyyesini Henüz bast ü beyan ettiğimiz vechile kendilerinden çok şeyler ümid ederiz inkisar-ı hayale uğramayacağımıza da iman ve i’tikadımız var. Duş-ı fazilet ve hamiyyetlerine ehemmiyetli bir vazife tahmil olunduğu ve bunu kendilerinin de tahammül eylediği hiçbir dakıka nazar-ı dikkatten dur tutulmayarak Daru’l-Hikme’nin teşkilinde ve bilhassa kendilerinin ve delail-i kat’iyye ile bir an evvel irae ve isbat eylemelerini hey’et-i muhteremeden taleb etmeye kendimizde hak görür ve Cenab-ı Hak’tan muvaffakiyet temenni eyleriz. FILISTIN CEBHESI VE Nazırı Mister Balfour’a İngiltere’nin Filistin mes’elesinde ta’kıb ettiği siyaset hakkında şedidü’l-meal bir muhtıra takdim ederek Siyonistlere verilen vaadlere karşı alem-i matbuatında gördüğümüz bu muhtıranın hülasasını bervech-i ati derc ediyoruz: “El-yevm Filistin’e hakk-ı malikiyyet iddiası hevesine düşen Yahudiler bin sekiz yüz seneden beri Filistin’de hiçbir hakları yoktur. Ondan evvel bile bu araziyi ancak orada yaşayan akvam-ı asliyyeyi katl-i am etmek suretiyle oralarını yed-i gasblarına geçirmişlerdi. Ehl-i Salib muharebeleri esnasında kısa bir zaman istisna edilirse bin üç yüz seneden beri Filistin’de icra-yı hakimiyyet eden müslümanlar bütün edyana karşı kemal-i adalet ve insaf ile kemal-i merhamet ve müsamaha ile muamele etmişlerdir. Bundan başka alem-i İslam’da bulunan Yahudilerin memalik-i Nasraniyede yaşayan Yahudilerden kat kat fazla hüsn-i mu’amele rıfk ve mülayemet merhamet ve müsavat görmüş olduklarını tarih kemal-i iftihar ile isbat etmektedir. Filistin ahalisinin yüzde sekseni halis müslümanlardan ibaret olduğu halde Yahudilere mümtaz bir mevki’ bahş edilmesini kemal-i şiddetle protesto ederiz. Yahudilerin istismar sevdası menfa’atperestlikleri meşhur ve ma’lumdur. Binaenaleyh komşularına tasallut ederek iki taraf arasında münaza’alar müsademeler tevlid edeceği muhakkaktır. Şayed kendi mukadderatını ta’yin etmek kaidesine göre Filistin’de Kudüs payitaht olmak üzere bir hükumetin teşekkülü lazım geliyorsa bu hükumet be-heme-hal müslüman olmalıdır. Reis-i hükumetin ma’iyyetinde müşterek bir meclis teşkil olunabilir. Onun a’zası miyanında müslümanlar hıristiyanlar Yahudiler haiz oldukları nüfusa göre ve aynı hukuka malik olmak şartıyla bulunurlar. Her unsurun inkişafına meydan açık olur. Bir unsura mahsus olmak üzere sun’i gayr-ı tabi’i mu’avenet-i siyasiyyede yahud gayr-ı meşru’ mu’avenet-i idariyyede bulunmak hem adalete hem siyasete mugayir olduğu cihetle gayr-ı caizdir. Hürriyet uğruna harb etmekte olan ve küçük milletlerin hukukunu müdafa’a etmekte bulunan İngiliz hükumeti Filistin ahali-i İslamiyyesinin hukukunu paymal etmemeli bütün alem-i İslam’ın ba-husus müslüman teba’anın teveccühatını zalimane bir hareketle gayb etmemelidir.” HABEŞISTAN AHVALI Geçenlerde Habeşistan’da cereyan etmekte olan inkılab-ı azimden bahis bir makale neşr etmiş orada cereyan etmekte olan hadise hakkında hayli ma’lumat vermiştik. Bugün de en mevsuk menba’lardan istihsal ettiğimiz ma’lumata binaen kari’lerimize mühim bir müjde vereceğiz. Habeşistan Necaşisi Libac Yasu resmen İslamiyet’i kabul eylemiştir. Şimdi muntazaman cami’lere devam etmektedirler. Neseb şecerelerine müraca’at ederek kendisinin el-yevm İb kadısı ve San’a Belediye reisi ile aynı aileye mensub olduklarını anlamış onlara hususi nameler göndererek aralarında uhuvvet-i İslamiyyenin teessüs ettiğini ihbar etmiş bundan sonra beynlerinde revabıt-ı ailenin te’yid edilmesini rica etmiştir. Müşarun-ileyh Necaşi hazretleri Harar’da bulunan sefirimizi Hazret-i Halife-i A’zam’ın mümessili diye bütün ef’al ve harekatında müşavir-i has gibi telakkı ederek onunla tevhid-i hareket etmektedirler. Bu haber-i beşaretten bütün Müslümanlık aleminin son derece memnun olacağı tabi’idir. Muhterem dindaşımız Necaşi hazretlerine arz-ı hürmet eder ve muktedir sefirimizin himmet ve dirayetlerini de yad ederiz. Cenab-ı Hak böyle mes’ud haberlerle alem-i İslam’ı dilşad eylesin. RUSYA AHVALI Petrograd’ın Beynelmilel Ticaret Bankası Müdürü Vorgaft el-yevm Amerika’da Bolşevikler aleyhinde tahrikat-ı şedidede bulunmaktadır. Bu adamın fikrine göre: “Japonya ve Çin dörder yüz bin Amerika da yirmi beş bin asker vermek suretiyle teşkil olunacak bir hey’et-i seferiyye sabık reis-i cumhur Mister Roosevelt’in riyaseti altında sevk edilecek olursa yüz binlerce vatanperve[r]an da buna iştirak edecek ve o vakit Almanya bu hey’et-i seferiyyeye karşı Fransa cephesinde harb etmekte olan faik kuva-yı askeriyesinden cılar bunu yapmayacak olurlarsa Almanya Rusya’dan yirmi milyon muntazam mu’allem bir ordu teşkil ederek muzafferiyet-i kat’iyyeyi ihraz edecektir.” El-yevm Bolşevikler aleyhinde ve müdahale lehinde Amerika’da propaganda yapmak üzere İngilizler tarafından me’mur edilen Hukuk-ı Nisvan Cem’iyeti Reisesi meşhur gürültücü Madam Parnkhorest dahi baladaki fikri şiddetle tervic ve iltizam etmektedir. Lenin asker ve amele hey’et-i icraiyyesi huzurunda i’aşe müşkilatından bahsederken demiştir ki: “Erzakın fiyatını birkaç tama’kar muhtekirin keyfine terk etmek muvafık değildir. Fazla fiyat koparmak için un çuvallarını bir yerden diğer yere nakl eden seyyar tüccar memleketin mukadderatıyla istihza ediyor. Ve ma’kul teşkilatın mızın te’min ettiği ve edeceği faideleri pekala idrak ediyorlar. Fakat maa’t-teessüf zürra’ tarafından bu faideler takdir olunamıyor. Çiftçilerin ekseriyeti eski zaman sermayedaran ve mütegallibenin zehirli te’siratı altındadır. Köylülerimizi muhtekirlerin elinden kurtarmak hem kendilerini mes’ud hem inkılabımızı feyzdar eder.” Koministler namına idare-i kelam eden Troçki de demiştir ki: “Eylül’ün evasıtına kadar pek sıkıntılı günler geçireceğiz. Fakat azm ü himmetle sabır ve hüsn-i idare ile bugünleri geçirdiğimiz gibi inkılabımız her türlü tehlikeden azade olarak paydar kalır. Binaenaleyh kardeşim Lenin’in taleb ettiği ekmek için harb-i mukaddesin icrası pek elzemdir müsta’cel ve mübrem bir vazifedir.” MUKADDIME Ulema bu hadis-i şerifi mevaki’-i aidesinde beyan edilmiş olduğu vechile muhtelif suretlerle tevcih etmişlerdir. Bu maksadla söylenen sözler hakıkı bir kıymet-i istidlaliyyeden ari oldukları için ber-tafsil serd ve temhidinden sarf-ı nazarla birkaç kelime ile ruh ve mahiyetlerine işareti münasib gördük: Rukye ve key’in terkinden maksad hastalığın zevali hususunda Cenab-ı Hakk’ın lütfuna i’timad takdirine rıza ve inkıyad olup yoksa vuku’u ehadis-i sahiha selef-i salihden menkul asar ile sabit olduğuna göre bunların esas ve tevekkül esbaba tevessülden çok alidir. nazariyyeyi kabul etmiş olduklarını ifade ettikten sonra diyor ki: Hakıkat şu merkezdedir ki Cenab-ı Hakk’ın kudret ve hikmetine i’timad hakkındaki takdir-i ezeli hükmünün nefazına hakıkı surette rabt-ı kalb eden kimsenin kanun-ı etmesi tevekküle münafi addedilemez. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz muharebede üst üste iki zırh başına miğfer tolga giymiş Uhud Dağı’nın geçidine ordu-yı hümayunun arkasını muhafaza için tir-endazlar yerleştirmiş Medine etrafına hendek kazmış sahabe-i kiramına Habeş kendi de ihtiyar-ı hicret etmiş idi. Ekl u şürb esbabına tevessül etti ve ailesinin geçineceklerinin gökten inmesine intizar etmeyerek iddihar-ı erzak teşebbüsünde bulundu. Devesini bağlamak mı başı boş bırakmak mı muvafık olacağını soran kimseye: Bağla sonra da tevekkül et. Cevabını vererek bununla ihtirazın tevekküle münafi olmadığını izah buyurmuştur. Gazzali a’mal-i mütevekkilin ve izale-i mazarrata sa’y bablarında bu mevzu’ hakkında gayet mufassal mütala’at dermiyan ve celb-i menfa’atin esbabını meratib ve derecata taksim eylemiştir. Ez-cümle emraz ve mazarrat-ı sairenin esbab-ı izalesini kısımlara ayırdığı sırada demiştir ki: Sebeb mevhum olursa şart-ı tevekkül onun terkidir. Çünkü Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz “ İstirka eden key yapan tevekkül kaydında bulunmuyor demektir.” Hadis-i şerifiyle hakıkı mütevekkillerin bu gibi mevhumata i’timad etmeyeceklerini beyan buyurmuştur. Nefsü’l-emrde mevzu’-i bahs olan esbabın en kuvvetlisi key sonra rukye olup tatayyur en dun mertebesidir. Esbabdan te’siri kat’i olanlar hakkında Gazzali: Bu nevi’ esbabı terk; tevekkül icabatına muvafık hareket değil belki haramı irtikab etmek demektir diyor… Daha sonra esbab-ı mütevassıtanın yani etibba tarafından müdavat olunmak gibi te’siri maznun olan esbabın mevhum hilafına olarak tevekküle münafi ciheti olmamakla beraber terki maktu’da olduğu gibi mahzur olmadığını söylüyor. Tedavinin meşru’iyeti hakkında birçok edille serd ettikten ve bunu kavil ve fi’il-i resule müstenid sünnet-i sahiha ile te’yid ve isbata çalıştıktan sonra key’in memnu’iyyeti hakkında şeref-varid olan hadis-i şerifin hikmetini beyan sadedinde Gazzali demiştir ki: Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellemin key’den men’ etmesinin sebebi bunun rukye gibi esbab-ı mevhumeden olduğuna binaendir. Rukye ile key arasında fark husule getiren şey key’in kat’i bir ihtiyaç olmadığı halde vücudu fil-hal ateşle yakmak gibi bir mahzur-ı maddiyi mutazammın olmasıdır. Key vasıtasıyla tedavi edilen her nevi’ veca’ ve ıztırabın ateşle yakmak tebdirini iltizam etmeyen bir usul lüzumu olmadığı halde hastada bünyesini tahrib edecek sirayetinden bi-hakkın i’tiraz olunacak elim bir yara açmak demektir ve her ikisi tevekkül hasletinden uzak olmakla beraber key ile rukye arasındaki fark budur. Başmuharrir Kur’an-ı Kerim ile istirka’ hususunda Gazzali’nin sözleri bundan ibarettir. Fakat bilmem hafızası nasıl kendine yar olmuyor da risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin ki erbab-ı tevekkülün seyyid-i ser-efrazıdır rukye yaptığını nefs-i hümayununa rukye yapıldığını ve buna ruhsat verdiğini unutuyor. Sıhah-ı hadiste buna dair birçok ehadis mevcud olduğunu tahattur edemiyor. İhtimal ki Gazzali rukyenin esbab-ı mevhumeden olduğuna dair serd ettiği mütala’at ile makam-ı nübüvvet ve ahyar-ı ümmetin gayrı bir taraftan yapılan rukyeyi murad ediyor ve bu kudsiyetleri sayesinde tevessülü makbul ve mergub olan esbab-ı maznune idadına dahil olacağına kail bulunuyor ki bu surette sözleri İmam İbnü’t-Tin’in lisan-ı ebrardan sadır olan rukyenin tıbb-ı ruhani teşkil edeceği hakkındaki beyanatına tevafuk ederek onunla fikren müttehid bulunmuş olur. Şurada tıbb-ı ruhaniye dair söz geçmişken istitradi olarak ulemanın eski yeni bu mes’ele hakkında ne düşündüklerinden de bahs etmeyi münasib görüyoruz. Teşrih edeceğimiz fikirler rukye ve ta’vizin celb-i menfa’at ve def’-i mazarrata ne vechile birer sebeb teşkil edebileceklerini enzar-ı kari’inde daha ziyade vuzuh ile tecelli ettirecektir. Zaten bu son senelerde ruh ve ahval-i ruhun ziyadece kurcalanmasını kım zevatın ortaya çıkarak mü’essirat-ı maddiyyeden başka hiçbir şeyde te’sir bulunmadığına esbab-ı ruhaniyyeye ciddi bir kıymet ve ehemmiyet atf etmek doğru olmadığına dair fikirler neşr etmeleri fırsattan bi’l-istifade mes’elenin umumi tarz-ı telakkısi hakkında bazı mertebe izahat vermenin muvafık olduğuna hükmettiriyor. Yukarıda Ruhu’l-Emin’in Kur’an-ı Kerim’i tedavi kaza-yı hacat teshir-i cin gibi dağları yerlerinden oynatmak mesafe-i arzı tayyetmek ve saire gibi amale hadim olmak üzere getirmediğini maksad-ı nüzulü sırf insanları şeh-rah-ı kavime sevk ve irşad maaş ve me’ada müte’allik şu’un-ı beşeri mahlukatın sahirelerin hasidlerin zalam-ı leylin şerrinden tahaffuz hususunda Cenab-ı Hak’tan isti’aneyi teşri’ için nüzul ettiğini inkar edemeyiz. Surenin maksad-ı nüzulü bu olduğuna göre erbab-ı salah ve ittikadan bir zata istirka kasdıyla bu sureyi okutmakta ne gibi bir harec tasavvur olunabilir? Hatta sure-i mebhuseden başka ayat-ı Kur’aniyye ile rukyede her ne kadar böyle bir gaye ile nüzul etmemiş olsa da beis görmeyen zevat da vardır. Ez-cümle Muvatta’da varid bir hadise nazaran Hazret-i Ebubekr es-Sıddik radıyallahu anh Cenab-ı Aişe’ye rukye yapan bir Yahudiyeye “ Ona rukyeyi Kitabullah’dan yap” demiştir. Bu eser beyanat-ı salifemizin fevkinde olarak bir gayr-ı müslim tarafından da olsa Kitabullah ile istirkanın cevazına bir delil teşkil eder. Nakil cihetinden varid olan ehadis ve akvalin icmalen meal ve müeddaları bundan ibaret olup şimdi de mes’eleyi akli bir surette tedkık ile ulemanın eski ve yeni bu babdaki efkar ve mütalaatını gözden geçirelim: Evvel-emirde şu cihet ma’lum olmak icab eder ki felasifenin mütekaddimin ve müteahhirini arasında turuk-ı ruhaniyye ile mu’alecenin red ve efkarı hususunda ittifak mevcud değildir. Felasife ta’birinin daire-i şümulüne müslüman hıristiyan ve milel-i saire hükemasının hepsi dahildir. Hatta biraz aşağıda Avrupa’nın asr-ı hazırdaki pişva-yı enam olan efkar ve mesalik-i mahsusaları halk nezdinde kat’i birer düstur mahiyetini iktisab eden feylesoflarıyla etibba-yı meşhuresinin bu mes’eledeki tarz-ı tefekkürlerini izah edeceğiz. Ervahın vücudunu teslim etmeyen maddiyyun bile tıbbın bu nev’ine kail olmakta yalnız ruhun asar ve mezahirini akla nisbet etmektedirler. Binaenaleyh edyan ve milel-i saire erbabı bu usul-i müdavata tıbb-ı ruhani tıbb-ı dini tıbb-ı nasrani ve saire ünvanı verirken görüyoruz ki maddiyyun buna başka bir nokta-i nazardan tıbb-ı akli ilac-ı akli ve buna mümasil bir takım namlar veriyorlar ve ünvanda ihtilaf etmekle beraber böyle bir usulün mevcudiyet ve te’sirine kail bulunuyorlar. Sure-i Bakara ayet Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede sabirlerin evsafından birini zikr ile şöyle buyuruyor: Onlar ki o sabirler ki kendilerini bir musibet isabet eyledikte “ Biz mahlukın-i Huda’yız yine ona rücu’ ederiz” derler. Maksad onlar bu cümleyi velev ki ma’nasını ta’akkul etmeksizin mücerred tekellüm ederler demek değildir. Murad onlar Allah’tan gelip yine Allah’a gittiklerini ve her şeyin melekutu yedullahta olduğunu ve hikmet-i aliyye neyi icab etmiş ve sünnetullah ta’bir olunan nizam-ı ilahi neyi ihtiyar eylemiş ise zat-ı uluhiyyeti ancak onu işlediğini mu’tekid ve mu’tekil olduklarından bu ma’nayı ta’akkulun sevkıyle lisanlarından hengam-ı musibette bu cümle sudur ediverir demektir. İmdi bu i’tikad ve ta’akkulu haiz olanlar iman ve teslimce öyle bir sabra cedir ve cesbandırlar ki o sabır himmetlerini taksir etmeyip bilakis sebat ve muvazabetlerini tezyid eder. Kaffal rahimehullah dedi ki sabır insan mekruhun elemini hissetmemek veyahud mekruhdan ikrah eylememek değildir zira bu mümkün değildir. Sabır ancak nefsi ceza’ın da nefis onun asarını ibrazdan men’ edildikte gözyaşı görünse veya levn tagayyür etse bile o hüznün sahibi sabir olur –F münafi değildir bu merhametten ve rikkat-i kalbden neş’et eder. Bir insanda bu merhamet mefkud olsa katı yürekli bir adam olur ki ondan ne hayır umulur ne şerrinden emin olunur. Ceza’-i mezmum mesaib ve nevaibde cemahir-i nasda müşahede ettiğimiz üzere sahibini musibetten naşi a’mal-i meşru’ayı terke ve şer’in nehy eylediği ve aklın kabih gördüğü adat ve a’mal-i mezmume-i muzırrayı ahza sevk edendir. Sahihayn’de vürud eyledi ki Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz oğlu Cenab-ı İbrahim halet-i nez’a geldikte büka eyledi: Sen bizi bundan nehy etmemiş miydin? Sualine cevaben dahi bunun merhamet olduğunu ihbar edip “ Göz ağlar kalp mahzun olur biz Rabbimizin hoşud ve razı olduğundan başka bir şey söylemeyiz biz senin firakınla ya İbrahim pek mahzunuz” dedi. Bunu Ş eyhayn hadis-i Enes’den rivayet eylediler. –Ayn. Sure-i Bakara ayet Cenab-ı Hak belayı zikr ve ona sabredenleri tebşir eyledikten ve sabirini beşarete müstahak eden vasfı da ilave ettikten sonra şimdi de icmalen beyan-ı mükafat ile şöyle buyuruyor: Onlar Rablerinden üzerlerine sunuf-ı tekrim ve re’fet feyezan edenlerdir. Ve [evkat-ı mesaib ve şedaidde yapılması icab eden umura] hidayet ve irşad olunanlardır. [Mihan ü meşak azm ü celadetlerine mani’ olmadığından onlar ulüvv-i nefs ve kerem-i ahlak ile dünyanın hayır ve rahatına nail ve saadet-i ahirete müsta’id olurlar.] Salavat salatın cem’idir. Salat: Fil-asl dua ma’nasınadır. Cenab-ı Hak buyurdu ki onlara dua et demektir. Burada salavat ile murad enva’-ı tekrim ve necah ve indallah ve inde’n-nas i’la-i menzildir. –Ayn. Salatın cemi’ sigasıyla irad buyurulması kesret ve tenevvü’e tenbih tafhim olmakla cemi’ sigasıyla irad edilmekten müstağni olmuştur. –Kaf Şın. Meal-i Şerifi: Bolalsın diye erzak celb eden kimse merzuktur. Muhtekir de mel’undur. Ravisi Ömer bin el-Hattab radıyallahu anh muharrici Müsliminin yiyeceği ta’amı bahaya çıksın diye habs eden kimseyi Hak te’ala cüzzam ile iflasa çarpar yahud çarpsın. Ravisi yine Ömer radıyallahu anh muharricleri İmam Ahmed bin Hanbel ile İbni Mace’dir. Bu hadis-i şerifi Isfahani ile Ebu Ya’la Osman radıyallahu anhın mevlası Ferruh’dan naklen ve Ebu Yahya el-Mekki tarikinden daha tafsilli olarak rivayet etmişlerdir. Şöyle ki: Bir gün Hazret-i Faruk-ı A’zam mescid-i şeriften çıkarken kapı önünde yığılmış birçok taam görüp çokluğuna taaccüb ederek: “Bu ne?” diye sual buyurmuşlar. “Memlekete celb edilmiş taam!” cevabı verilmiş ve Hazret-i Ömer radıyallahu anh da: “Bu taamı da onu bizim için celb edeni de Hak mübarek etsin!” duasında bulunmuş. Yanındaki ashab-ı kiramdan biri: “Ya Emire’l-mü’minin bu taam ihtikar olunmuştur” deyince ihtikar edeni sormuş ve: “Osman radıyallahu anhın mevlası falan ile senin mevlan filan” cevabını almış. Bunun üzerine her ikisini çağırtıp: “Müsliminin ta’amını lardan: “Malımızla mal satın alıyoruz. Dilediğimiz vakit de satabiliriz.” Cevabını alması üzerine meal-i şerifini balaya aldığımız hadis-i şerifi Cenab-ı Fahr-i kainat efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemden işitmiş olduğunu söylemiş. Bunun üzerine Ferruh: “Ya Emire’l-mü’minin Allah ile ahdim olsun bundan sonra hiçbir taamı ihtikar etmeyeyim” demiş mi? İstediğimiz vakit alır istediğimiz vakit satarız” cevabını vermiş. Ebu Yahya el-Mekki: “Ben sonraları Ömer’in mevlasını cüzzamlı sakat olarak gördüm” dermiş. Meal-i Şerifi: Her kim müslümanlar sonradan bahalı alsınlar diye bir mikdar malı habs ve ihtikar ederse hati yani ism ve ma’siyeti müte’ammid bir kimse olacağından Allahu te’ala ile rusül-i kiramı ondan beri’ü’z-zimmedirler. Ravisi Ebu Hüreyre radıyallahu anh muharricleri İmam Ahmed ile Hakim’dir. Meal-i Şerifi: Mal ancak günahı müte’ammid olan kimse habs edip bahaya çıkarır. Ravisi Abdullah bin Ömer muharricleri İmam Ahmed ile ashab-ı Sıhah’dan Müslim Ebu Davud ve Tirmizi’dir. Hiyanette hadd-i gayeye varanlardan başkası ihtikar etmez. Bu hadisi Abdürrezzak el-Cami’’inde Safvan bin Süleym’den mürselen rivayet ediyor. Meal-i Şerifi: Muhtekir ne kötü kuldur ki Hak te’ala es’arı ucuzlatırsa yerinir bahalandırırsa sevinir. Hadisin ravisi Mu’az bin Cebel radıyallahu anh olup Taberani’nin Mu’cem’-i Kebir’i ile Beyhakı’nin Şu’abü’li man’ında tahric edilmiştir. Meal-i Şerifi: Her kim bir yiyeceği bahaya çıksın diye kırk gün habs ederse Allahu te’aladan beri Allahu te’ala da ondan beri olmuş olur. Bir de herhangi yurd ahalisi ki içlerinden biri larsa Allahu te’ala onlardan beri’ü’z-zimme olmuş olur. Bu hadis-i şerifi İbni Ebi Şeybe Ahmed bin Hanbel Bezzar Ebu Ya’la Hilye sahibi Ebu Nu’aym; Abdullah bin Ömer’den Hakim Abdullah bin Ömer ile Ebu Hüreyre radıyallahu anhumdan rivayet etmişlerdir. Meal-i Şerifi: Her kim müslümanların alış verişlerinde cari olan es’arından birine bahaya çıkarsın diye karışırsa taraf-ı Bari’den onu cehennemin ateşi bol bir yerine baş aşağı atmak cezası tahakkuk eder. Bu hadis-i şerif İmam Malik’in Muvatta’ında Ahmed bin Hanbel Müsned’inde Taberani’nin Mu’cem-i Kebir’inde Hakim’in Müstedrek’inde Beyhakı’nin Sünen kitabında Ma’kıl bin Yesar radıyallahu anhdan rivayet edilmiştir. Her kim bir mikdar taamı ümmetimin zararına bahaya çıkarmak için habs eder de yine o taam ile tasadduk ederse sadakası kabul olunmaz. Bu hadis-i şerifin ravisi Mu’az bin Cebel radıyallahu anh muharrici İbni Asakir’dir. Meal-i Şerifi: Bir mikdar taamı ihtikar eden kimse re’sü’l-malini de kazancını da sadaka olarak verse yine günahına keffaret olmaz. Bunu İbni Ebi Şeybe Ömer radıyallahu anhın hadisi olmak üzere rivayet eder. Meal-i Şerifi: Mekke’de ihtikar-ı ta’am ilhad fil-harem nev’inden olan zulümdendir ki faili “Her kim harem-i Mekke içinde zulüm etmek suretiyle tarik-i savabdan meyl ve udulü kasd ederse ona pek elim bir azab tattırırız” ayet-i kerimesiyle inzar edilen azab-ı elim Bu hadisi de Ziya-ı Makdisi ile İbni el-Münzir ve Tarih’inde Buhari hadis-i Ömer radıyallahu anh olmak üzere rivayet etmişlerdir. Ali radıyallahu anh da bir gün Fırat sahilinde gezerken tüccardan birine aid bir yığın erzak görmüş. Meğer bu erzak bahaya çıksın diye habs edilmiş bir mal imiş. Yakılsın diye emr etmiş. Bu hadis Abdürrezzak’ın el-Cami’ inde tahric edilmiştir. Meal-i Şerifi: Halık Kabız Basıt Müsa’ir bahalı ucuz yapan Allah-ı azimü’ş-şandır. Ben ise hiçbir kimsenin ne kan ne de mal hususunda kendisine zulm ettiğimden dolayı benden hiçbir hak mütalebe etmesine mahal vermeksizin Hak te’alaya mülakı olmak reca ve ümidindeyim. Hadis-i şerifin ravisi Enes bin Malik radıyallahu anh muharricleri Meal-i Şerifi: Ben elbette ve elbette kimsenin malından hiçbir şeyi gönlü hoş olmadan diğerine vermeye meydan kalmaksızın Hak te’alaya mülakı olacağım. Alış veriş ancak terazi ile olur. Bu hadis-i şerifi Beyhakı Sünen’inde Ebu Sa’id Hudri radıyallahu anhdan rivayet etmiştir. Ebu Davud ile yine Sünen’inde Beyhakı’nin Ebu Hüreyre’den rivayetlerine göre: Yani “Ya Resulallah narh koy”diye niyaz etmiş. Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de: Yani: “Yok kıymetleri indiren çıkaran Allah’dır. Ben ise Hak te’alaya kimsenin üzerimde hiçbir hakkı olmaksızın mülakı olmak isterim” cevabını vermişler. Kezalik Bagavi ile Mu’cem-i Kebir’inde Taberani Ubeyd bin Nadla’dan rivayet ederler ki bir sene kaht oldu. Halk: “Ya Resulallah narh koy” diye niyaz ettiler. Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de: Yani: “Allah’ın bana emr etmediği hiçbir sünnet ve kaideyi sizin başınıza çıkarmaktan dolayı Hak te’alanın suali bana teveccüh etmeyecektir.” Siz benden böyle bir şey istemeyiniz de fazl ü kereminden ihsan etsin diye Hak te’alaya yalvarınız.” cevabını vermişler. Hak azze ve celle hazretleri hiçbir ümmete gazab edip de o ümmetin alacağı malları bahaya çıkmamak fesad çoğalmamak sultanlarının cevri şiddet peyda etmemek olmaz. vermez sultanları iltizam-ı afaf etmez fukarası namaz kılmaz. Bunu İbni en-Neccar İbni Abbas radıyallahu anhümadan rivayet ediyor. MEDENIYETIN RUHUNU BIRAKARAK YALNIZ ZEVAHIRINDE GARBLILARI TAKLID BELIYYESI – – “Gebe kalmamak için bir takım ilaçlar müshiller isti’mal eden zinakar bir kadın kendinden ziyade millet ve memleketini dünyaya getireceği evladdan mahrum eder. Heder ettiği ma’ü’l-hayatın hilkat-pezir olup dünyaya insan olarak çıkmasına imkan hasıl olduğu takdirde milletine memleketine te’min edeceği menafi’ ziya’a mahkum olur. Ahalisi mail-i fuhş olan memleketlerin bu yüzden duçar oldukları zararın derecesini anlamak için gebeliğe karşı tedabir-i mani’aya tevessül eden ve bu itiyad-ı le’imane sayesinde benin ü benatın te’min edeceği şan ve şerefden millet ve memleketlerini istifade ettirmek kaydında bulunmayan milyonlarla kadını göz önüne getirmek kafidir. Beşeriyetin esasını mahv u tahrib eden bu mu’alecatın te’sirat-ı faci’asından kaçıp kurtulan ceninler pek nadirdir. Maamafih barınabilenler de bilahare mevadd-ı katile ile tesmim edilerek düşer gider. Bu ameliye-i cinaiyye esnasında kendisiyle beraber anasını da sürükleyip götüren pek çoktur. Hasılı zinadan mütehassıl ceninler içinde bu cinayet-i le’imeden kurtulabilenler pek azdır. Gayr-ı meşru’ çocukları doğurur doğurmaz anaları kendi elleriyle felaket ve bedbahtlığın pençe-i bi-emanına teslim ettikleri bu bi-çareleri sokaklara hali binalara ücra yerlere bırakıvermekte yahud diri diri toprağa defn etmekte oldukları yalnız muntazam bir idareye tabi’ olan büyük şehirlerde bu gibiler için vücuda getirilmiş müesseseler mevcud olduğundan gayr-ı meşru’ surette gebe kalan kadınlar vaz’-ı haml akabinde çocuğu zabıta tarafından daima taht-ı tarassudda bulundurulan mu’ayyen mevki’lere bırakarak bunlar oradan müessesat-ı mahsusasına nakl edildiği evvelce beyan edilmiş idi. Şurada biraz da o bedbaht çocukların akibetlerinden bahs edelim: Ölümün pençesinden giribanını tahlis edebilen bu kabil çocuklar zikr olunan müesseselerde süt ninelere tevdi’ edilir ki bunların ücretleri hayrat-perver ağniya tarafından teberru’ belediyelerle evkaf idarelerinden tahsis olunan paralarla te’min edilmiştir. Bu nevzadlar bu gibi müessesatta yahud kalbi merhametli bir kimsenin aguş-ı sıyanetinde biraz büyüyünceye kadar bakıldıktan sonra mader-i aslisine tabi’ata terk edilir. O bedbaht artık o dakıkadan i’tibaren zaruriyyat-ı hayatını tesviye edecek bir mu’avenetten şefkat-i peder ve maderden mahrum olduğu gibi içinde yaşadığı ümmetle kendi arasında bir alaka-i nesebiyye yoktur. Bir veliyy-i müşfikin enzar-ı sıyanetinden revabıt-ı nesebiyyenin te’min edeceği hissiyat-ı nevazişkaraneden mahrum olan bu biçare bir felakete ma’ruz kalır hastalanır yahud mübrem bir ihtiyac karşısında bulunursa hali ne olacak? Hayat ve mevcudiyetine sebeb olanlar büyük bir servet ali bir şöhret mühim bir cah ve kudret sahibi iseler bunun hayat-ı müstakbelde çekeceği çileler sefaletlerden mütevellid hüsranının derecesi ne ile ölçülecek? Zahiri biganeliklerine rağmen ciğerparelerinden tabi’i alakalarını kesememiş hatıra-i hazinini kalblerinden silememiş olan ana-babanın alam-ı derunu ne ile tesliye edilebilecek? Biz evladımız hafif bir nezleye yahud ehemmiyetsiz diğer bir hastalığa tutulduğu zaman şuraya buraya koşup doktor aramak eczahanelerden ilaç celb etmek hususunda dakıka fevt etmiyoruz. Gözlerimize uyku girmeden yanlarımız yatak yüzü görmeden endiş-nak ve muztarib bir halde etrafında sabahlıyoruz. Bir nevzadımız beşiğinden çıkıp emeklemek çağına gelir gelmez bütün vakitlerimizi onun istirahatini hüsn-i nümüv ve terbiyesini te’min edecek vesaitin istikmaline hasr ediyoruz. Herhangi birimiz çocuğunun yiyip içeceği yazlık kışlık elbiselerinin tedariki yolundu neler sarf etmiyor? Bundan başka ana-baba adeta bütün ömürlerini çocuğun temizliğine yoluyla beslenmesine riyazet-i bedeniyyesine terbiye ve tekemmülüne hizmete vakf ediyor. Hal-i hayatımızdaki mesa’i-i müşfikanemizden evladlarımızın nasibi bu. Fazla olarak içimizden herhangi bir peder kendinden sonra evladı hadisat-ı dehre zebun olmamak hayatın bar-ı gavaili altında ezilmemek için onlara miras bırakacak servet ü saman arazi ve akar tedarik etmedikçe kalbi rahat edemez. Görülüyor ki bütün şerayi’-i semaviyye ve vaz’iyye adat-ı cariyye hukuk-ı medeniyye meşru’ bir evladın huzur ve rahatını melhuz ihtiyac ve felaketlere karşı esbab-ı tahaffuzunu te’min ediyor. Beşikten başlayarak peder ve maderinin enzar-ı şefkat ve ihtimamı bir lahza üzerinden eksik olmuyor. Hüsn-i tağziye ve tenmiyesi için ucuz bahalı hiçbir şey diriğ olunmuyor gönlünü hoş etmek için her arzusunu hasıl olma kardeşine bu bedbaht me’va-yı sefili olan sokak ortalarında bin türlü mihnet ve ıztırab çeker de hiçbir taraftan kendine bir aguş-ı tesliyet açılmaz. Şedaid-i ihtiyac cek bir merd-i kerem-kara tesadüf etmez. Bunlar olmayınca kendini zir-i himaye ve terbiyesine alarak halini görüp gözetecek hüsn-i terbiyesine ihtimam edecek ihtiyacat-ı hayatiyyesini tesviyeye emr-i ma’işetini tanzime medar olur bir miras bırakacak kimi bulabilir? Her ikisi aynı suretle babalarının birer cüz’-i vücudu oldukları halde veled-i meşru’ ile aralarındaki elim ve feci’ farklar bunlar. Acaba zavallı veled-i zinanın saha-i hayatta tesadüf edeceği bedbahtlıkların vebalini kim çekecek? Onun böyle tali’sizliğe sefalete mahkum olmasından kim mes’ul olacak? Ortada bir cani şefkat ve gayret hislerinden tecerrüd etmiş ahen-dil bir mücrim varsa o da fıtratın kendine bir vedi’ası olan o cevher-i hayatı mahallinin gayrı bir yere tevdi’ edip de bilahare insan şeklinde tek ü tenha bi-nihaye zaruretlerin ihtiyacların şedaid-i alamına hedef bir halde şu cidalgah-ı hayata çıkmasına sebeb olan değil mi? Hiç şübhesiz o bedbahtlar kendilerini bu mehalike sevk eden sefil ve siyeh-baht olarak alem-i vücuda gelmelerine sebeb olan vesile-i isti’taf olacak bir aileye şeref ve imtiyazıyla müzaheret edecek dar ve kederli zamanlarında görüşüp konuşarak alam ve teessüratını dağıtacak yakın akrabaya malikiyetten kendilerini mahrum eden o kimseleri ma dame’l-hayat la’netle yad ederler. Ya Rab! Bu çocuğun bu halde vücuda gelmesine sebeb olan bir yürek ne katı yürektir kanun-ı fıtratın ana-baba kalbinde evlada ta’yin etmiş olduğu mevki’i bilip dururken bütün bu fenalıkları o kendine yapmış gibi evladına karşı bigane duran yad-ı namından ihtiraz eden şahıs ne alçak şahıstır. Bir def’a müessesatta bu çocuklara bakan mürebbiyelerden birine bu nevresideler analı babalı çocuklar gördükçe ne yolda izhar-ı hissiyat etmekte olduklarını sordum. Cevaben dedi ki: Biz onlara daima analarının babalarının ölmüş kendilerinin bakımları ta’lim ve terbiyeleri hükumetle erbab-ı hayr tarafından deruhde edilmiş olduğunu söyleriz. Bununla mutmain ve müteselli olurlar. Ancak bir kere nev-civanlık çağına varıp da hal ve vaz’iyetlerinin hakıkatini anladılar mı artık teessürden inkisar-ı hayalden kendilerini alamıyorlar. Hele tali’in müsa’adesine mazhar olmayıp da dar ve sefil bir hayata mahkum olanlar şu mübareze-i hayat sahasında kendilerine zahir ve destgir olacak alamını tahfif edecek en aşağı hal-i pür-melaline bakarak hakkında bir hiss-i teessür ve şefkat besleyecek bir kimseye malik olmayı şiddetle temenniden tecrid-i hissiyat edemiyorlar. Evlad-ı zinanın alam ve teessüratının derecesini anlamak lar tesliyetine arz-ı iftikar edecek bir kimsesi kalmamış bir halde tahayyül etsin. İşte o zaman o zavallı çocukların ne derece elim bir vaz’iyette oldukları nazarında ta’ayyün eder hain pederlerin irtikab ettikleri cinayetin derecesini anlar kalblerini sızlatan teessüratın fikirlerini daimi surette işgal eden hatıraların mahiyetine vukuf peyda eyler. Ben eminim ki zani olan pederler rabıta-i maddiyyelerini kat’ etmiş oldukları evladlarının meal-i hallerini şöyle bir düşünseler ne gözlerinin yaşı diner ne de ba’dema hayatın lezzetini duyarlar. Fakat ne faide ki heva ve heves gözleri bağlı kalbleri kör bir halde bunları dalal ve gavayet vadilerine kapıp koyuvermiş zahiri rabıtasızlıkla kendilerinden ayrı duran cüz’-i vücudlarını yad ettirecek bir şu’ur bırakmamış. Zinanın ma’sum bir takım ruhlara karşı nasıl cinayetler gördünüz. Fuhşun taammüm ettiği yerlerde millet ve memleketin hey’et-i umumiyyesine arız olan felaketler analarla evladınınkinden daha aşağı değildir. Bilirsiniz ki memalik demek aralarındaki hususi rabıtalarla evladı bir araya toplanmış ümem ve akvam demektir. Bu hale nazaran ümmet ağleb-i ahvalde unsuriyet din ve lisan gibi alaikin yekdiğerine rabt ettiği kitlelerden teşekkül eder. Bu kitlelere de aralarında uzaktan uzağa neseb ve sıhriyet alakaları mevcud olan aileler vücud verir. Ailelerin yegane nazımı ise babalık evladlık kardeşlik gibi efradını pek yakından biri birine rabt eden sebeblerdir. Şurası da bedihidir ki adet-i beşer aralarında bu gune revabıttan biri olmadıkça insanların yekdiğerlerine karşı hissiyat-ı müşifkane beslemek biri birlerinin imdad ve mu’avenetine şitab etmek gibi kaydlardan kendilerini vareste görmeleri aralarındaki ala’ik-i nesebiyye ne kadar kuvvetli olursa yekdiğere karşı hüsn-i müzaheretin o nisbette metin ve esaslı olması merkezindedir. Pek az hami ve zahiri olan bir kimse bir kavim arasında te’ehhül etti mi ona derhal rında hiçbir rabıta-i nesebiyye bulunmayan bir takım efrad tesadüfen bir yerde toplandılar mı bunların hali muhtelif kavmiyetlere mensub olarak bir noktada birleşmiş olan eşhasın hallerine benzer ki ne birinin herhangi bir hali diğerini alakadar eder ne de aralarında samimi bir hiss-i muhabbet ve merbutiyet bulunur. Evlad-ı zinanın halleri de bunları andırmaz mı? Arab Türk Alman Çerkes İngiliz Rus Japon Çinli bir takım kimseler Paris’e giderler. Ve gider gitmez şehvet mezraalarına tohm-ı zürriyet ekmeye başlarlar. Bunların orada yetiştirdikleri nesil arasında ne gibi rabıta bulunabilir? Böyle gayr-ı meşru’ surette vücuda getirdikleri evladda yek-diğere karşı muhabbet ve şefkat gayret ve asabiyet gibi hislerin uyanmasına saik ne olabilir? Onlar ki behimane şehvetlerin meydana attığı hevesat-ı nefsaniyyenin saha-i alemin her tarafından sürüp getirdiği derme çatma bir takım mahluklardır. Şu cihet de şüpheden varestedir ki içinde fazla mikdarda evlad-ı zina bulunan bir ümmetin efradı arasında revabıt-ı milliyye münkatı’ olur. Bir cem’iyet efradına terettüb eden hukuk ve veza’if-i mütekabileyi şuur ve idrak kabiliyeti fevkalade kesb-i za’f eder. Bu makule eşhas mensub oldukları akvam arasında ekseriyet teşkil etmeye haseb ü neseb sahiblerine karşı adeden faikiyet kazanmaya başladılar mı nerede olurlarsa olsunlar biri birlerine karşı la-kayd ve bigane bir hayat ta’kıb ederler yekdiğerlerine kanları kaynamaz meveddet ve samimiyet hissi kalblerinde yer bulamaz. Bu hal ise kendilerinde gayret ve asabiyet hislerinin körleşmesi ahlak-ı kerime ve secaya-yı fazılanın peyderpey zeval bulması için gayet müessir bir amil teşkil eder. Neticede ahde vefa hukuku müdafa’a alaka-i vataniyyenin istinadgahı olan revabıt-ı nesebiyye ve unsuriyye ile yekdiğere merbut olanların mülk-i müştereki hükmünde olan mesalih-i amme uğrunda feda-yı nefs hassaları da veda’ edip gider. Aralarındaki rabıtalar hep çözülmüş olan ümmetler ne bedbaht ümmetler sekenesiyle hiçbir alaka ve rabıtası kalmayan memleketler ne sahibsiz memleketlerdir. Aralarında hiçbir rabıta bulunmayan derme çatma adamlar arasında alaka-i vataniyyenin paydar olması hiçbir gün neşve ve meserretine hüzün ve elemine kısmen olsun midir? Tabi’atın evladı ta’bir-i mahsusu vechile amal-ı şehevaniyyenin her taraftan önüne katıp getirmiş behimiyetin her türlü sevaikine ram ve münkad bulunmuş olan cani ve mücrimlerin evladı olduklarını pekala bilip durur kendileriyle ne sinesinde yaşadıkları topraklar ne efradını teşkil ettikleri ümmetler arasında hiçbir rabıta olmadığını takdir ederken yalnız vatan ve milliyetlerinin müdafaasına çalıştıklarına şeyi müdafa’a kaydında bulunmaları ümid olunabilir mi? Bu cihan-şümul Harb-i Umumi’nin en mühim esbab-ı hakıkiyyesi miyanında: Alem-i İslam ve ba-husus şark-ı karib memleketleri hakkında düvel-i mu’azzama miyanında hasıl olan rekabet Bağdad Demiryolu Basra Körfezi Boğazlar yabiliriz. Alsaz-Loren İngiltere-Alman rekabet-i ticariyye ve bahriyyesi hürriyet-i akvam ve demokrasi Islav tehlikesi… meli kıt’asına komşularımızın göz dikmeleri Balkan Muharebesi’nin mühim sebebi hemen hemen diyebiliriz ki yegane sebebi memalik-i Osmaniyye hakkındaki muhtelif ve mütezad ihtirasattır. Binaenaleyh bunlar tamamen ortadan kalkmadıkça Harb-i Umumi kat’iyyen hitam bulamaz. Şunu iyice bilmeli ki İngiltere’nin mihver-i siyaseti Hindistan’dır. Cebel-i Tarık Malta Kıbrıs Mısır ve Süveyş Kanalı İbrim ve Aden Hindistan’a giden yolun en mühim merkezleri olduğu içindir ki bütün bu yerler birer vesile ile zabt ve teshir olunmuştur. Yine bunun içindir ki İngiltere Basra Körfezi’nde metin ve yekta bir vaz’iyete malik olmak istedi ve oldu. Hindistan’a giden karayollarında da metin birer istihkam ikame etti. Onun nazarında Tibet Afganistan İran harici birer kal’a yahud muvakkat birer mani’a mesabesindedir. Napolyon zamanından i’tibaren ta ittifak akd edinceye kadar Fransa ile aralarında tehaddüs eden ihtilafat; ya doğrudan doğruya yahud bi’l-vasıta hep Hindistan yüzünden vuku’a gelmiştir. Sonra Rusya’ya karşı senesi i’tilafına kadar ta’kıb ettiği siyaset ki evvela bizi sonra Japonya’yı ona karşı kullanmak idi. Bu da Hindistan’ı tehlikeden masun bulundurmak ettiği ittifakın gayesi lübbü ruhu Hindistan’ın sıyanetidir. Bize karşı ika’ edegelmekte olduğu fenalıkların ta’kıb ededurduğu siyaset-i menhusesinin bütün sırrı Hilafet-i Uzma’nın nüfuzu yüzünden Hindistan’ın tehlikede kalmasıdır. Almanya’ya karşı beslediği nefret ve gayzın adavet ve kinin menşe’i Bağdad Demiryolu’yla Basra Körfezi’ne yani Hindistan’ın dış kapısına yaklaşmasıdır. Binaenaleyh daima evvel Hindistan’ın vaz’iyetini nazar-ı dikkate almalıdır. Hindistan bir memleket olmaktan ziyade bir alemdir bir kıt’adır. Üç yüz elli milyon nüfusu havi bir kişverdir. Yani beni beşerin bir humsu orada yaşıyor. Servet-i tabi’iyyesi efsaneler gibi kadim ve gayr-ı mahduddur. Çin’den sonra vüs’at servet ve kesret-i nüfus i’tibarıyla Hindistan gelir. Hindistan İngiltere’nin elinde kaldıkça erkek kadın etmekte oluyor. Ve kendini küçük bir ma’bud gibi telakkı edebiliyor. Hürriyete insaniyete adalete karşı en büyük cinayet bu kıt’anın ecnebi bir hükumet tarafından teshir olunmasıdır. Mister Sing’in dediği gibi bugün İngiltere’de tatbik olunmakta bulunan ahz-ı asker kanunu Hindistan’a teşmil edilecek olursa . yani hemen hemen yetmiş dört milyon asker çıkarılır. Böyle bir kuvvet İngiltere’nin elinde bulundukça insaniyete karşı bir cellad tavrıyla düvel-i sagıreyi yutmak isteyeceği sulh-ı alemi hergün tehdid edeceği pek tabi’idir. Mısır’ın işgali cihat-ı tis’anın teshiri Şarkı Afrika’nın zabtı muharebeler zalimane siyasetlerle bu halde bulundurması hep Hindistan askerleriyle Hindistan paralarıyla yapılmış şeylerdir. Yani Hindistan ahalisi bir taraftan ecnebi tasallut ve tahakkümüne boyun eğmek diğer taraftan müslüman akvamın taht-ı esarete düşmelerine sebeb olmak dolayısıyla iki kat günah işlemiş oluyorlar. Ne kadar teessüf olunsa azdır ki bu bi-çare Hind askerleri Fransa’da Çanakkale’de Filistin ve Irak’da kendi celladlarının amal-i fütuhat-cuyaneleri uğruna bu kadar kanlar döktüler. Hala da döküp duruyorlar. Bundan feci’ bir hal tasavvur olunamaz. Maamafih vatanperver Hindiler bu hakıkati idrak etmemiş değillerdir. Fakat ne çare ki ellerinde silah yok mühimmat yok. Teşkilat-ı siyasiyyeleri henüz taht-ı intizama girememiş. Böyle iken yine orada isyanlar çıkarıyor İngilizleri hayli meşgul ediyorlar. Günden güne de bu faaliyetleri kesb-i şiddet eylemektedir. Bu derece mezalim ve esaret altında bulunan Hindistan ahalisi bugün adeta bir barut deposu gibi küçük kıvılcımla tutuşmaya İngilizleri ber-heva etmeye müsta’id hale gelmiştir. Bu tehlikeyi takdir eden yüz elli seneden beri tatbik edegeldiği müstebiddane usul-i hükumeti tebdil ediyor onları bir müddet daha uyutturacak münevvim maddeler zerk etmek niyetiyle bazı salahiyetler veriyor. Fakat ne yapsa geç kalmıştır. İş cereyan-ı tabi’isini almıştır. Hürriyet-i akvam için harb etmekte olduğunu iddia eden On Dokuzuncu Asır ve Maba’di namındaki mecmu’anın Kanunievvel nüshalarından birinde Ceneral Yat’ın “Gazze ve Bağdad’ı Zabt Ettikten Sonra” ser-levhalı makalesini dikkatle okusunlar. Orada hakıkati bütün uryanlığıyla görebilirler. Muma-ileyh ceneral bu makalede Harb-i Umumi’nin Almanya’nın Hindistan’a yaklaşmasından ve göz dikmesinden neş’et eylediğini gayet açık bir lisanla söylüyor. Pek uzun olan bu makalenin zübdesi şundan ibarettir: “İngiltere cihanda kaldıkça Bağdad Demiryolu’nun ikmaline müsa’ade edemeyiz. Bilakis öteden beri Sesil Rodos tarafından kurulan ve birçok kimseler tarafından hayal addolunan planı meydana koyacağız. Ümidburnu’ndan Kahire’ye kadar imtidad edecek bir şimendüfer ile bütün Afrika’nın nısf-ı şarkısi İngiliz müstemlekatından ma’dud olmalıdır. Almanya müstemlekatını zabt ettikten sonra artık bu mes’ele bitmiş sayılır. Mısır ilhak edildi Filistin ve Irak istilayı askeri altında. Fakat İskenderun’dan Fırat havali-i şimaliyyesine ve İran hududuna kadar imtidad eden bir hatta vasıl olmak zaruridir. Hindistan ve Belucistan ve Cenubi Acemistan’dan muzla Arabistan Şibh-i Ceziresi sayesinde ittihad ve irtibat kesb edebileceğinden bütün Arabistan balada zikr olunan hatta kadar İngiltere’nin memaliki miyanında bulunmalıdır. Şimdilik Cape Town’dan Kahire’ye ve Kalküta’dan Kahire’ye Haleb olacaktır. Çin’in en işlek kasabası olan Kanton’dan Kala Limanı’na kadar imtidad edecek ve Hükumet-i Osmaniyye’nin hakimiyetinden kurtulması mukarrer olan Zehi hülya! Zehi gaflet! Boğazlar’ı kat’ edecek diğer iki hat da Haleb’de birleşecektir. Bu cihangirane projenin tatbiki Rusya’nın tefessühünden daha fazla kesb-i suhulet eder. Bunu Harb-i Umumi vasıtasıyla İngiltere te’min etmezse ne kadar galib gelirse gelsin muvaffak olmuş sayılmaz. Almanya tamamen mağlub olmadıkça bunu kabul edemeyeceğinden İngiltere her ne yapıp yapıp şarkta dünyanın en mu’azzam imparatorluğunu kurabilmek için Almanya’yı tamamen ezmeye hasr-ı himmet etmelidir.” zübde-i makal budur. İngiltere’nin ümidi emeli gayesi bu satırlarda pek güzel görünür. Hürriyet demokrasi insaniyet ümem-i sagırenin selameti… bunlar birer tuzaktır. Onlarla Wilson gibi mutaassıb ahmakları aldatabilir. Bu plan ilk bakışta pek hayali gibi görünürse de aldanmamalıyız. hesabını yapar projesini hazırlar sonra ona göre bezl-i himmet eder hiçbir fırsat gayb etmeden çalışır azim ve sebatla uğraşır. Binaenaleyh bu tehlikeye karşı mütenebbih ve müteyakkız olmalıyız. Almanya kendi müstemlekatını kurtarmak şarkta haysiyetini muhafaza etmek İngiliz hakimiyetinden iktisadi ve siyasi halas-yab olmak isterse şimdiden İngiltere’nin bu mu’azzam planını kırmak için bize yardım etmelidir. Biz de kendi mevcudiyetimizi sıyanet eylemek selamet-i mülkümüzü ve istiklal-i millimizi muhafaza edebilmek alem-i müdhiş korsanın belasından kurtarmak için İngilizleri bütün memalik-i Osmaniyye’den tard etmeliyiz. Bunu yapdığımız gün Harb-i Umumi biteceğine emin olmalıyız. Bunda hiç şübhe yoktur. Sebebini izah edelim. Geçenlerde Petit Parisien gazetesi pek acı olan fakat hakıkatten başka bir şey olmayan bir fıkra yazmıştır. Orada diyor ki: “Fransa bugün sulh yapmak istese de yapamaz. Zira bunu yaptığı gün İngiliz donanması sevahilini muhasara eder ve Fransa ahalisi açlıktan mahv olur.” Bundan anlaşılıyor ki garb darü’l-harekatındaki muharebat bitse bile donanması ihraz-ı tefavvuk etmedikçe garbda İngiltere’yi mağlub edemeyiz. O kendi adalarına çekilip muharebat-ı bahriyyede inad edebilir. Binaenaleyh harbi bitirmek için onun mihver-i siyaseti adeta canı olan Hindistan’ı tehdid etmeliyiz. Onun cihangir imparatorluğunu Arabistan’ı ve Mısır’ı kurtarmakla yıkmalıyız. Bağdad’ın hiçbir ehemmiyet-i askeriyyesi olmadığını kabul eden İngilizler onun ehemmiyet-i tarihiyye ve ma’neviyyesinden acısını ve bu hadisenin Hindistan’da tevlid eylediği galeyan ve isyanları izale edebilmek için Hulefa-yı Raşidin’in payitaht-ı mu’allasını zabt ettiler. Tabi’i biz Filistin ve Tur-ı Sina’yı istirdad ederek Mısır’ı zabt ettiğimiz gün İngiltere’nin ümid ettiği imparatorluk yıkılır. Süveyş Kanalı’nın zabtıyla meti boğulur. Bu ihtinak dolayısıyla İngiliz milleti inaddan vazgeçer. Bütün Irak’ı ta Fav ve Kuveyt’e kadar düşmanın levsiyyatından tathir ettiğimiz gibi Hindistan’a gitmeden İngiliz’in arş-ı saltanatı gıcır[d]ar nüfuz ve azameti tehlikede kalır. Çünkü Hindistan’ın dış kapısına dayanmış oluruz. O vakit İngiliz inadı İngiliz nahvet ve gururu İngiliz azamet ve ceberutu ortadan zail olur. Ve herkesten evvel İngiltere hükumeti sulh ister. Farz-ı muhal olarak inadında ısrar ederse o zaman mevcudiyetini Rusya’nın duçar olduğu felakatten binlerce def’a daha bedter büyük bir tehlikeye atmış olur. Irak tarikiyle merkezi ve Cenubi İran’a Kafkasya tarikiyle Şimali Acemistan’a Türkistan tarikiyle de Afganistan’a girer oradaki tan’a üç cihetten ta’arruz ederiz. Hindistan hududunda bekçi vazifesini ifa eden Aferidiler Mehmendiler ve bütün dağ kabaili bize rehberlik edecekleri Hindistan’da zalim İngiliz boyunduruğundan kurtulmak isteyen bütün Hindiler bahusus din kardeşlerimiz iltihak eden kuvvetlerin yardımıyla kasırga şiddetiyle ihtilale mübaşeret edecekleri şüphesizdir. Bu sayede az zamanda Hindistan’ın istihlasını te’min ederiz. Hindistan elinden çıkınca artık İngiltere tac ve tahtı yıkılmış demektir. Bu te’min edildikten sonra harb de nihayet bulur. Almanya dostumuz da bu müdhiş düşmanın şerrinden kurtularak meramına erer. Bütün Asya ba-husus alem-i İslam gerek Almanya için bundan daha mes’ud bir gün tasavvur olunur mu? Acaba Almanya bu celi ve vazıh hakıkati idrak etmiyor mu? Biz de niçin bu işe mübaşeret etmiyoruz? Alman mehafil-i aliyesiyle karargah-ı umumisinin bu projenin ehemmiyetini takdir ettiklerine kanaatimiz ber-kemaldir. Nitekim Alman evrak-ı havadisinden ve mecmu’alarından tercüme olunan fıkraları okudukça ve Alman mahafili surette ma’lum olduğu anlaşılıyor. Biz Galiçya’da Romanya’da ve Makedonya’da müttefiklerimizin yardımına koşarak hem Rusya’yı yıkmak hem de müşterek i’tilafın taarruzunu suya düşürmekle meşgul iken takbelemize mani’ olmaz bilakis daha ziyade gayrete getirir. Sulhü teşri’ için şarkta harbin son fasılları meydana gelecektir. Bu mütala’at ve mülahazatımız nazar-ı dikkate alındığı takdirde şimdiye kadar her türlü noksan ve adem-i kurtaran ve yüzümüzü güldüren Cenab-ı Kadir-i Mutlak hazretleri yakın bir zamanda ümidimiz fevkinde nice mes’ud günler mübarek neticeler ebedi semereler bahş u ihsan edecektir. Memleketimizin taksimi Harb-i Umumi’ye nasıl sebeb olmuşsa mücahidin-i İslam’ın himmeti müttefiklerimizin mu’aveneti ve Cenab-ı Hakk’ın te’yid ve inayet-i sübhaniyyesiyle düşmanların bu topraklarda haybet ve hezimetleri Harb-i Umumi’nin hatimesi ve nihayeti olacaktır. Eminim ki Osmanlı münevverleri içinde İran’ı tanıyabilecek pek az kimseler vardır. Az daha cesaret edersem diyebilirim ki onların adedi de beşi geçmez. Eski İran’ı tarihini an’anatını ticaret ve san’atını ruhiyyatıyla siyasiyyatını bir tarafa bırakalım. Şu son zamanlarda İran’da meşrutiyet devri başlayalı bu devrin tarihini vasi’ Osmanlı ülkesinde hiçbir ferd hakkıyla layıkıyla bilmez. Hatta komşu müslüman memleketin evza’ı geçirdiği alam ve ıztırabatını içinde cereyan eden ecnebi mezalim ve fecayiini tetebbu’ eden bir Osmanlı tasavvur etmem. Bu dakıkada yakın ve iman ile söylüyorum ki hal-i hazırdaki İran tamamıyla Osmanlılar Harb-i Umumi’nin ibtidasından bu ana kadar Devlet-i Osmaniyye uğrunda İran ile İranlıların –bi-taraflığa rağmenihtiyar ettikleri fedakarlıkların derecesini kamilen takdir edebilen kimseler birkaç kişiden ibarettir. son derece çalıştılar. Milyonlarca altın sarf ettiler. İran’da propaganda için etekler dolusu para döktüler. İran hükumetine nice nice vaadlerde bulundular. Ez-cümle İran’a borçlarını bağışladılar. Gümrük tarifesinin ta’dilini kabul eylediler. İran’a mükemmel bir kuvve-i askeriyye teşkili için her türlü mu’avenette bulunacaklarını resmen vaad ettiler. Daha evvelce İran’a hıtta-i Irakiyye’nin “Atebat” denilen emakin-i müteberrikelerini peşkeş verdiler. İstiklalini tamamiyet-i mülkiyyesini tanıdılar. Muhasım devletler –yani Almanlarla Türkler– tarafından İran’da icra edilen harekat-ı askeriyye esnasında hasıl olan zarar ve ziyanları tazmin bul ettirmeye söz verdiler. Daha neler neler söylediler. Bütün bu yaldızlı vaadlere tatlı ballı sözlere İran inanmadı. Müslüman komşusuna karşı bilerek fenalık etmeyi İslam düşmanlarının makasıdına kör alet olmayı arzu etmedi ve bu çirkin menfa’atleri birer birer vesaik-i resmiyye ile red ve takbih eyledi. Arasıra İran’daki kabineler değiştiği zaman Osmanlı matbuatı efkar-ı umumiyyesi izhar-ı ta’accüb ediyorlar. Fakat bu kabinelerin ne sebebden dolayı değiştiğini bilmiyorlar. Çünkü komşularının vaz’iyet-i siyasiyyelerinden tamamıyla bi-haber bulunuyorlar. Doğrusunu söylemek lazım gelse mezkur kabinelerin sık sık değişmesi terk-i mevki’ eylemesi sırf Osmanlı menafi’ini gözetmekten münba’isdir. Bu harb içinde İran hükumetiyle milleti İran kapılarını hududlarını Osmanlı askerlerine açtılar. İran hudud-ı garbiyyesini teşkil eden Kasr-ı Şirin mevki’inden Tahran kapısına kadar imtidad eden ve yüzlerce kilometre teşkil eden şoseleri dağları nehirleri şehirleri Osmanlı askerlerine karşı açık idi. Osmanlı mücahidinine gazilerine hemen –bila-istisna– her yerde gereği gibi asar-ı mihmannüvazi ibrazı hususunda bi’l-umum İraniler birbirine müsabakat ediyorlardı. Osmanlı askerlerini evlerine aldılar yedirdiler içirdiler her türlü esbab-ı istirahatlarını te’min ettiler. Onlara kendi efrad-ı aileleri gibi hürmet gösterdiler. Hele Hemedan Vilayeti’nde İranilerle Türkler –mezheb ihtilafatına rağmen– bir arada cema’atle namaz kıldılar. İran’daki muharebelerde İran askerleri jandarmaları kabaili Osmanlı askerleriyle Ruslara karşı yan yana harb ettiler. Mücahidin-i birçok kimse şehid oldu. Kirmanşah’da Osmanlı askerleri Hasılı bir müslüman komşu hakkında ne yapmak lazımsa hepsini İran yaptı. İngilizlerle Ruslardan memleketin şimalinde ve cenubunda binlerce asker öldürüldü. Pek müdhiş darbeler indirildi. Bu mücahedat içinde İran toprağı harab oldu evler yıkıldı. Ziraat mahv oldu mazlum ve bi-günah ahali Rus Kazaklarının çizmeleri altında türlü türlü işkencelere zulümlere ölümlere duçar oldular. Bugün kaht u gala İran’ı perişan etmiştir. Ahali açlıktan hayata veda’ ediyorlar. Üç ay evveline kadar günde iki bin kişi zaruret ve sefaletten sokaklarda can veriyorlardı. Hülasa olarak diyebilirim ki İranlılar kadar hiç bir müslüman hiçbir İslam memleketi Osmanlı kardeşleri uğrunda fedakarlık etmemiştir. Hele harbin ilk senesinde Irak’daki müctehidin-i kiram hazeratı umumen harbe fiilen iştirak ederek İ’tilafcılara karşı i’lan-ı cihad eyledikleri gibi bu zevat-ı muhteremeden birkaçı harb meydanlarında derece-i aliyye-i şehadeti Bu hafta içinde ajansların bize isal ettikleri haberlere nazaran gelmiş i’tilaf teba’asına karşı İranlılar tarafından tecavüz edilip bi’n-netice İran kabinesi yine isti’faya mecbur olmuştur. Bu kargaşalıkların yegane esbabı İran efkar-ı umumiyyesinin gerektir. Bu kıyamlar İran’da taassub ve hissiyat-ı İslamiyyenin sarsılmayıp devlet ve millet-i Osmaniyye’ye karşı her det mevcud olduğunu isbat ediyor. Halbuki İran ile Osmanlı arasında hiçbir resmi muahede ve mukavele –hatta bir anlaşma– el-yevm mevcud olmadığı halde İraniler her türlü fedakarlıktan çekinmiyorlar. Böyle bir muahede mevcud olaydı hiç şübhesiz İran resmen hükumet-i Osmaniyye tarafını harbe girecekti. İngilizler ise Osmanlılar tarafından şu son zamanlarda İran’a sevk edilen kuva-yı askeriyyeyi bahane ederek İran’ın her tarafına asker gönderiyorlar ve Osmanlıların Azerbaycan’daki teşebbüslerini istila şeklinde göstermeye gayret ediyorlar. “Devlet-i Osmaniyye Türkizm siyasetini ta’kıb ettiğinden Azerbaycan’dakiler Türçe lisanıyla tekellüm ettiklerinden guya oranın istilasına kat’i surette azm etmiş sözler avam üzerinde icra-yı te’sir etmekten hali kalmıyor. El-hasılı Osmanlı-İran muhadenetini ihlal edecek birçok propagandalar birçok teşebbüsat icra edilmekte olduğu halde bu su’-i tefehhümlere meydan vermemek veya önünü almak için Babıali tarafından bu ana kadar hiçbir ciddi teşebbüs vuku’ bulmamıştır. Binaenaleyh bundan sonra İran’a müte’allik sarih ve açık bir siyaset ta’kıb edilmeyecek olursa ihmal neticesinde Huda-negerde İngilizler kendileri için azim istifade te’min eyleyebilecekler ve gitgide İran efkar-ı umumiyyesiyle ahalinin hissiyat-ı İslamiyyelerini teşevvüş ve tezebzübe duçar edeceklerdir. Resmi bir mukavele veya muahede neticesinde İran-Osmanlı fevaid-i azime te’min edeceğinden maada ileride hem de yakın zamanda umum milel ve memalik-i İslamiyyenin birleşmelerine ittihad ve ittifak etmelerine hizmet eyleyecektir ki bu fırsat bir daha ele düşmez emsali bulunmaz şeylerdendir. Bu fırsatı gaib etmemek ve ondan gereği gibi kaddes vezaifindendir. Çünkü harb böyle parlak ve muşa’şa’ bir kuyruklu yıldız bir daha cihan-ı İslam’da taban olmaz. O halde bu fırsatın bu saadetin kıymetini bilenler ne bahtiyar adamlardır. Bu fırsat kaçırılırsa demek oluyor ki alem-i İslam cidden bi-kes hakıkaten yetim ve bi-kes kalmaya mahkumdur. Birkaç hafta mukaddem Darü’l-Hilafe’ye gelen Türkistan gençlerinden “Hacı Kadir Ali Kutluğ Yaroğlu” namında bir zat ile bi’l-münasebe görüştüm. Harb-i Umumi ibtidalarında Türkistan’dan müfarakat etmiş. Birçok zamanlar Afganistan ve Hindistan’da bilahare de Hicaz’da bulunmuş. Oraların ahvaline dair neler görüp işittiğini sordum. Hayli şayan-ı dikkat ma’lumat verdi. Bunları kayd ile kariin-i muhteremenin enzar-ı istifadesine vaz’ etmeyi muvafık gördüm. Birkaç nüsha devam edecek olan bu mülakatı ümid ederim ki muhterem kari’ler merak ve ehemmiyetle ta’kıb edeceklerdir. senesi Kanunievvel’inin’sinde Türkistan’da Fergana Vilayeti’nde Temkan şehrinden hareket ederek Afganistan ve Hindistan tarikiyle Hicaz’a azimet ettim oradan da buraya geldim. Buhara-yı şerif’e geldiğim zaman ehibbadan iki üç zat bir gece belde-i mezkurede kalmak üzere niyyet ettim. Ve ehibbadan birinin hanesine misafir oldum. Memleketimizin usul-i kadimesi üzere konak bay yani hane sahibi akşam taamına eşraf-ı beldeden birkaç misafir de da’vet etmiş bulunuyordu. Esna-yı ta’amda hoş sohbetler ettik ve muharebe havadisleri söyleştik. Nihayet söz Halife-i Müslimin hazretlerinin muharebeye iştirakine intikal etti. Meclisde hazır bulunan Buhara-yı şerif’in ikinci derecedeki ma’ruf müderrislerinden Damla … cenablarına istifta tarzında soruldu: –Damla Hazret! Eğer Halife hazretlerinin muharebeye tisab ederse müslümanlara cihad farz-ı ayn olur mu? Müderris efendi cevap olarak dedi ki: Farz-ı ayn olmak Eğer nefir-i am olursa o vakit nass-ı celili mucebince tebliğ olunmasa da cihad farz olur. Maamafih bugünden i’tibaren umum İslam alemi için vakit zayi’ etmeyip muharebenin kesb edeceği şekle göre ne gibi vaz’iyet almak lazım geleceğini düşünmek aklen icab eder. Bunun Bunun üzerine meclisde bulunanlardan bir zat: Taksin dedi sonra bizim halimiz ne olur? Hususan biz Türkistan müslümanları tamamıyla Rus hükumeti kahrında bulunuyoruz. Silah elde etmemiz mümkün değil. Mümkün olsa bile Damla: Silah isti’malini bilmediğimiz için Cenab-ı Vacibü’l-vücud hazretleri bizim hiçbir özrümüzü kabul etmez. Zira öğrenmek ile emr etmiştir. Kaide-i esasiyyedir. Rus hükumetinin mümanaatı özr-i şer’i olabilir mi olamaz mı? Bu hususta pek cesaret edip de bir şey söyleyemem. Diğer biri: Allah din-i İslam’a nusret versin. Bakalım netice ne olur? Bizim Türkistan halkının rehberi içeri Rusya müslümanlarıdır. Onlar ne vaz’iyet alırsa biz de ona göre hazır oluruz. Öteden bir zat: –Dahili işlerde Tatar büyük biraderlerimiz hakıkaten bizim daima rehberimiz olmuştur. Allah razı olsun. Rusya dahilinde olacak işlerde biz her zaman onlara onlara kıyas edemeyiz. Zira onlar öteden beri Rus ordusunda askerlik etmişlerdir. El-an da muharebede bulunuyorlar. Cenab-ı Hak afvına mazhar eylesin. Damla: Küffar ordusunda bulunan müslümanlar Halife-i Müslimin askeri karşısında bulundukları için şer’an ma’zur tutulamazlar. Biz o cihetleri sükut ile geçirsek daha münasib olur. Muharebe uzun müddet devam ederse bizim halimiz ne olur? Asıl düşünülecek nokta budur. Zira bu cihet çok mühimdir. Rehberlerimiz olmadığı için korkarım ki akibetimiz hasire’d-dünya ve’l-ahire olur. Allah saklasın da muharebe devam etmesin. Ba’de’t-ta’am çay sohbetleri uzun gecenin yarısına kadar devam etti. Muharebe cihada dair pek çok sözler söylendi. Fakat o vakit zabt olunmadığı cihetle muhafazası mümkün olmadı. Ben ertesi günü Buhara’yı terk ettim. Ceharcuy şehrine kadar demiryol seyahati devam etti. İnsan kendi evinde oturuyormuş gibi pek rahat. Ondan sonra gah piyade gah merkeble büyük zahmetler çekerek otuz iki günde Kabil’e geldim. Yollarda her yerde ehl-i İslam umumiyetle muharebe ahvaline dair uzun uzadıya kulaktan gelme havadis olmuş Cermenler Halife ile birlikte cenk ediyorlarmış. Her yerde muzaffer olup düşmanlara galib geliyorlarmış.” Gibi sözler deveran etmekte idi. En ufak köylerde Kuhistan cibal-i şahikasında erkek kadın çocuklara kadar “Halife Cermen” sözleri söylenmekte idi. Posta yok telgraf yok lakin her havadis mevcud. Köylerde elden ele dolaşmış kirlenmiş parçalanmış Siracü’l-Ahbar gazetesi nüshalarına tesadüf olunuyordu. Ben Kabil’de A’zam Han erikinde sarayında bulunuyordum. Burada tamam dokuz ay kaldım. Nefs-i Kabil’e her gün Hindistan tarikiyle telgraflar muharebe haberleri getiriyordu. Her gün “Halife Türk Cermen” muzafferiyeti havadisi söyleniyor “Emir Habibullah Han hazretlerine halife hazretlerinden ferman gelse hemen müslümanlara cihad farz olur.” diye intizar olunup durmakta idi. Siracü’l-Ahbar hergün bir şey bulup neşr eder “Türk Cermen” sözlerini tekrar eder dururdu. Zaten umumiyetle ahali ağzında gazete sütunlarını görmedikleri halde pek çok havadis deveran ediyordu. Bir aralık birçok devletlerin düşman tarafına iltihak ettikleri söylendi. O sırada Siracü’l-Ahbar : “Türk-Cermen askeri on iki padişahlığa karşı muharebe ediyor daima muzafferiyet bizim taraftadır” diye gayet mufassal bir makale neşr etti. Bunun üzerine umum Kuhistan halkı artık cihad farz oldu diyerek kadınlara kızlara varıncaya kadar silahlandılar. Bilahare bu şayi’a büyük nümayişlere sebeb oldu. İkinci hafta halifeden ferman gelmedi. Fakat geliyor denildi. Pek ziyade galeyan ve heyecan oldu. “Şer’an Halife’nin emrine intizar lazım gelir” diye ulemadan bir zat imzasıyla bir beyanname neşr ettiler de bir parça sükunet hasıl oldu. Lakin zaten umumiyetle erkek kadın müsellah. Silah maharetinde kadınlar hiç erkeklerden aşağı kalmıyor. Daima nişan ta’limleri devam ediyor. Nişan ta’limlerinde birinci mükafatı alan kadınlar bile var. Ben bu halleri görünce çok taaccüb ettim. Ne çare bizim Türkistan’da erkeklerin bile silah kullanmaktan aciz olduklarını düşünerek fevka’l-ade mahcub ve müteessir oldum. Bazen kendi kendime kusurun esbabını arayarak bizi bu derece fezail ve mezaya-yı insaniyyeden mahrum eden Rus hükumeti istilası olduğunu ve memleketimizin Ruslar tarafından öldürüldüğüne hükm eder bu suretle müteselli olmaya çalışırdım. Bazen bu gibi bir ma’zeretin kabahatimizden daha büyük olacağını düşünerek ağlardım. Bir kadın silah isti’mal etsin de bu sünnet-i seniyyeden benim gibi bir erkek neden mahrum olsun? Diyerek pek mu’azzeb oluyordum Hülasa ben dokuz ay zarfında Afganistan’da gayet müessir Amma yalnız tüfenk ile. Olsun o da bu gibi ilimden mahrum maarifden uzak olan milletler için az değildir. Gayet güzel yeni sistem silahları mevcud be-heme-hal yalnız tüfenk de olsa erkek ve kadın milyonlarca tüfenk büyük bir kuvvettir. TÜRKISTAN VE KIRGIZISTAN Evvelki nüshalarımızda Avrupa-yı Rusi’de yaşayan ekser akvam ve anasır hakkında beyan-ı mütala’a ederek ve Asya’da yaşamakta olan Gürcülerle Gürcistan’a dair kari’lerimize kafi derecede tarihi ma’lumat vermiştik. Brest Litovsk Muahedenamesi’nin imzasını müteakib günden güne Almanlarla müttefikleri bulunan Türkler gerek doğru ilerlemekten büyük bir zevk duyduklarını görmekteyiz. Anlaşılıyor ki bunların maksadı Türk anasırıyla meskun bulunan Türkistan’ı istila ve teshir eylemektir. Türklerle Almanlar Bakü’den mavera-yı Bahr-i Hazar’ı oradan da Krasnovosk şehrini geçip Hive ve Türkistan yolunu ta’kıb etmek arzusundadırlar. Mezkur hükumetler oralarda yetişmekte olan pamuktan ve sair ham mevaddan iktisaden külliyetli surette istifade edecekleri gibi sanayi’-i harbiyyelerine de azim menba’lar te’min eyleyebileceklerdir ki vaktiyle Rus hükumet-i sabıkası bu memleketlerin ticaret ve medeniyetine oldukça hizmet etmişidi. Rusya’ya aid olan Asya-yı Vüsta idareten tamamıyla Türkistan’la Kırgızistan’dan ibaret olup iki kısma taksim olunabilir. Türkistan’ın hududu Uralsk Turgay Akmolensk şehirlerinden ibarettir ki birincisi Ural Nehri kenarında vaki’dir ki mezkur su Sirderya vadisine munsab olur. Bu yerler kamilen Step Eyaleti’nin vali-i umumisi tarafından Mavera-yı Bahr-i Hazar hududu dahilinde bulunan Sirderya Semireçe Semerkand ve Fergana şehirleri Türkistan’ın bir kısmını teşkil ederek ve askeri bir idareye tabi’ olarak Türkistan Eyalet-i Kebiresi vali-i umumisinin emir ve Rusya Devleti fiilen bu Asya-yı Vüsta’daki eyaletlerinin teşkilatına senesinin Kanunievvel’inde mübaşeret etmiş ve ma’iyyet-i imparatoriden mürekkeb bir hey’et oraya mülki bir idareye tabi’ bulundurulmuş ise de bu ana kadar bu eyaletlerin idareten tevhidi cihetine gidilmeyerek bu son harb zamanlarında bir idare-i muvahhide şekline vaz’ ve ifrağ edilmiş hülasa olarak Hive ve Buhara’yı teşkil etmişlerdir. Haziran tarihli nüshasında Mösye M. Velay tarafından yazılan makalede Avrupa efkar-ı umumiyyesinin nazar-ı dikkatini Türkistan mes’elesi üzerine isticlab etmiş olduğunu gördük. Şu son zamanlarda Avrupa’nın pek meşhur ve müteaddid matbuatında Almanlarla Türklerin müttefikan Kafkasya’dan geçip İran’a girmek için teşebbüsatta bulunduklarını da müşahede ediyoruz. Kafkasya Asya yollarının büyük kapısıdır ki o vasi’ kıt’aya lunur. Faraza Bakü’den Semerkand’a Bakü’den Kazvin’e Tiflis’den Tebriz’e Kütatis’den Batum’a kolaylıkla amed-şüd edilir. Denilebilir ki Avrupa’nın bu kısmı Asya’nın anahtarı mesabesinde olup Asya’nın servetini mass u bel’ edebilir. girmiş demektir. Buraları elde edenler ve tabi’idir ki büyük emeller ta’kıb eyleyeceklerdir. Hakıkatte Türkistan-ı Rusi’nin hududu Türkistan-ı Çini’ye kadar imtidad eder. Böylece zengin ovalar dağlar nehirler ta’kıb edilip Asya-yı Garbi taraflarını Çin deniz ve limanlarıyla birleştirir. Bu yolun cenub cihetine gelince Tebriz Kazvin Hemedan tarikiyle Almanya’nın arzu ve nüfuzu –eğer son noktasına varırsa– kemal-i sür’atle Halic-i Fars’a kadar iner ve orada İngiltere’nin tekmil nüfuz ve haysiyyetini altüst eder. O halde Irak hakkında İngilizlerin besledikleri emeller derhal kurur. Hatta Almanların bu muvaffakiyeti yalnız layacak ve Suriye Filistin Mısır ve hatta Hindistan’a kadar sirayet eyleyecektir. O halde Almanlar Batum’dan i’tibaren niz’e münhasır bırakmayarak bütün meşrıkı teshir edinceye kadar ileri götüreceklerdir. Böylece Almanlar Mesopotami hıtta-i Irakiyye’nin en mahsuldar arazisini elegeçirerek Almanları oralarda güzelce yerleştirecekleri gibi Kafkasya cihetinde Avrupa ve Asya ticaret ve iktisad menfezlerinin anahtarlarını elde etmiş olurlar. Bu ümidlerin kuvveden fiile çıkarılması güç bir şey değildir. Hal-i hazırda İstanbul ve Bahr-i Siyah Almanların nüfuzu altında bulunduklarına bakılırsa üçüncü bir menfez olarak yakın zamanda Ural’dan i’tibaren Alman nüfuzu Mavera-yı Sibirya’ya kadar imtidad eder ve dünyanın birçok menafi’-i iktisadiyye ve menabi’-i serveti dahi kolaylıkla Almanlar eline geçebilir.” HER ŞEYDEN EVVEL FAZILET-İ AHLAKIYYE LAZIM Müslümanlığın en ziyade ehemmiyet verdiği bu mes’ele hakkında İkd a m refikımızın sahib-i imtiyazı Lozan’dan gönderdiği bir mektubda diyor ki: “Herhangi devirde olursa olsun hükkam yetiştirmek Evail-i İslamiyet’te olduğu gibi hakim olacak zevatın nafiz bir kuvve-i ahlakiyyeye sahib olması lazım geliyor. Geçenlerde Almanya’ya bir hey’et gönderildi. Mahkemeler gezilip kanunların tatbiki görülecekti. İstizade-i ma’lumat için bu yollara müraca’at edilmesinden her halde zarar hasıl olmaz. Ancak bizim muhtac olduğumuz hakimlerin yetişebilmesi seciye-i ahlakiyyenin peyda olmasıyladır ki biz buna müşahedattan ziyade nefsimizi terbiye ile vasıl olacağımıza tarih-i adlimiz şehadet eder. Hakimlerin yani ulema-yı hukukun diğer ulema zümreleri gibi bir zümre-i fazilet olarak bir vücud-ı ahlakı teşkil etmesi lazımdır. Bir hakim ne paye ile ne yüksek maaş ile ne de la-yen’azillik ile bir fakıh-i adil olabilir. Bugün Avrupa’nın her memleketinde ancak ilim ve fazl ile ahlak ve fazilet vardır. Bu hey’etlere Almanya’da Fransa’da İngiltere’de Avusturya’da Belçika’da İsveç’de İtalya’da Danimarka’da Hollanda’da tesadüf edersiniz. Bu memleketlerin üçleri yedileri kırkları evliyası aktabı ricalü’l-gaybı Hızır ve İlyas’ı hep o zevat-ı fazıladır. Her memlekette ihtirasat nefs-i emmare hissiyat-ı behimiyye nice fenalıklara sebeb olur. Fakat hiçbir Avrupa memleketi o dediğimiz ricalin vücudundan hali kalmaz. Darulfünun muallimleri hey’etini de o ricalden bi-hakkın addederiz. Kendisinde böyle hey’etler bulunmayan memleket ise mahkum-ı zevaldir. Muharebe-i hazıranın mucib olduğu felaketler hukuk ve fazilet ve ahlak esaslarına doğru ezhan-ı ammeyi hayliden hayli çekmekte olduğunu memleketimin nazar-ı dikkatine arz etmeyi bir vazife addeyledim. Bundan sonra nail-i selamet ve sahabet olacak memleket o esasları anlayan ve tatbik eden memleketler olacaktır. Bir hükumet memleketin efradına ve efradını teşkil eden milel ve akvama karşı ittihaz edeceği hareketle mükafat ve mücazat görecektir. Ba’dema hiçbir hükumet kül ve mecmu’un hakkında bir mu’amele-i Binaenaleyh bir millet ne kadar hak-şinas olursa ne kadar zulüm ve udvana düşman olursa o mertebe mazhar-ı ihtiram olacaktır. Herhangi millet nezdinde haksızlıklar vuku’ buluyor ise o millet hakk-ı bekasını adeta tehlike altında görecektir. Şu asıl ve esasa binaen me’murin-i idareye ve adliyemiz müessesatta fazilet-i ahlakiyyenin üssü’l-esas olması meşruttur. Eskiden bir ta’bir-i ahlakımiz vardı: Dinini dünyasına değişmemek… Meratib-i ahlakiyyata vazife-i mücerrede olarak yükselemeyenler bulunabilir. Bu hal ekseriyeti teşkil eder. Fakat zararı yok ahlak bir emr-i dinidir diye samimi olarak temessük edenler dahi bizim için kafidir. Yani me’murlarımızda ahlakın din gibi hüküm-ferma olmasını isteriz. Zaten Maarif Nezareti dahi umum mekteplerin kıymet-i ma’neviyyesini tezyid eden terbiye-i ahlakiyye cihetine ba’dema i’tina etmekle mükelleftir. O bazı mu’allimler bizim için artık yaramaz. Bu adamlar nizam-ı ictima’imizi ihlal ederler. Yetişecek gençlerde biz metn-i ahlaki esaslar arıyoruz. Mu’allimlerimiz çocuklarımızın ahlak-ı dinilerini an’anelerini tarihlerini milliyetlerini memzucen Türk ve müslümanlığın feza’il-i etmelidirler.” VE KADINLARIN HARICI IŞLERLE UĞRAŞMALARINDAKI HATA Yine İkd a m refikımızın sahib-i imtiyazı Lozan’dan yazıyor: “Nüfus mes’elesi bizim için her mes’eleye mukaddem ve müreccahdır. Vatanımızı müstakbelen muhafaza ancak bununla mümkün olabilir. Fransızları Almanlara karşı düşündüren en mühim mes’ele de budur. Elli sene sonra Fransızlar Almanlara nisbetle müdhiş bir ekalliyette kalıyorlar. Zaten bu netice ile galibiyet ve mağlubiyet halledilir. Devletimiz Almanya’dan bir takım alim ve tecrübe-dide kimseler getirerek bu mes’ele ile pek ciddi surette iştigal etmelidir. Elinden geldiği kadar sarf-ı makderet etmeli sanayi’i şehirler halkına gördürmelidir. Hele bizde tedarik-i ma’işet için gurbete çıkmak beş altı sene aileden ayrılmayı ve bu da tenasülün inhitata uğramasını icab ettiğinden ba’dema bu gurbet yolculuklarının müddetlerini tenkıs edecek şeyleri düşünmelidir. Kezalik ibtida teba’adan olanların karnı doymalı sıra sonra ecnebilere gelmelidir. İşte en serbest memleket olan İsviçre’deyiz. Burada ecnebilere iş vermek küfür nülür yabancılara ekmek verilmez. Kadınların haricde iş işlemeleri maddesine gelince: Bu mes’ele de bizde gittikçe ehemmiyet peyda ediyor. Kadını mümkün mertebe aile sahibi eylemelidir. Bir kadın için teehhül sında işle meşgul olur. Yoksa kadını insaniyetin nısfıdır diye erkek işlerinde kullanmak iyi bir netice vermez. Ma’a haza kadın öğreneceğini öğrenmeli hukukuna sahib olmalı fikren teali eylemelidir. Kadının ma’lumat sahibi olması bilhassa ailesi ve evladları için gerektir.” MISYONER TEHLIKESINE KARŞI Müteka’id Erkan-ı Harbiyye Feriki Enver Paşa bu mevzu’ hakkında Ati gazetesinde mühim bir makale neşr etmişlerdir ki bazı fıkralarını ber-vech-i ati nakl ediyoruz: “Amerika’da Protestan dini hüküm sürer ve din mes’elesine burada pek ehemmiyet verilir. Amerikalılar esasen müslümanları taassub-ı dinilerinden dolayı sevmedikleri halde zahiren esbab-ı siyasiyye perdesi arkasından ve guya medeniyet ve insaniyyet namına Türklere zulüm ve vahşet ederler. Ehl-i Salib mes’ele-i kadimesi zamanımızda Avrupa’da ekser-i evkat sönmüş bir halde bulunduğu halde Amerika’da öteden beri ma’nen devam eylemiş ve eylemektedir. Amerikalılara kalsa dünya yüzünde hiçbir hükumet-i İslamiyye bırakmazlar. Ma’lum olduğu üzere bu mes’ele-i diniyye zamanımızda “Dini misyonlar” namı tahtında “Misyonerler” tarafından mevki’-i tatbik ve icraya konulmaktadır. Fakat Amerika misyonerlerinin malik oldukları resmiyet ve ehemmiyeti ve hususuyla san’at-ı milliyyeyi Katolik misyonları haiz değildir. Amerika misyonerleri bütün Amerikan milletinin mücahid ve mümessilleridirler. Amerika misyonerleri öteden beri memalik-i Osmaniyye’ye sessizce ve hemen kimsenin haberi olmaksızın yerleşmişler Rumeli ve hususuyla Anadolu’da sarf-ı mesa’iye başlamışlar ve Türklere karşı Bulgarları Ermenileri Kürdleri ve Suriyelileri tahrik ve teşvik veya sıyanet ve himaye etmişlerdi. Amerikanların Ermenilere olan müzaheretleri herkesçe ma’lum ise de Bulgarlar ile Suriye hıristiyanlarına olan derece-i nüfuzları o derece ma’lum değildir. Amerikalılar Suriyelilerden Türklerin aleyhinde bulunmak üzere Amerika’da adeta bir koloni teşkiline muvaffak olmuşlardır ki bunların her bir haline Amerika’da iken tarafımızdan vukuf-ı tam hasıl olmuştur. Şimdi ise Amerika hükumeti hürriyet namına Harb-i Umumi’ye dahil olmuş bulunuyor ki bu bizim için en büyük bir tehlikedir. Çünkü Amerikalıların netice-i amali bizi yeryüzünden kaldırmaktır. Ve bu da’valarından aciz kalmadıkça kat’iyyen vazgeçmezler. İmdi bu hale karşı tarafımızdan yani göz kapamayı muvafık-ı hal ve maslahat görenlerimiz vardır. Fakat kat’iyyen emin olmalıyız ki Amerikalıları böyle dini teşebbüslerinden hiçbir şey vazgeçirmez ve mesela bir yangına karşı nasıl maddeten mukabele olunmak lazım gelir ise bizim dahi o yolda Harb-i Umumi zamanından bi’listifade Amerikalıların memalikimize hakk-ı müdahalelerini esasından kaldırmamız lazım gelir. Emin olmalıyız ki Amerika halkını ve efkar-ı milliyyesini bu Harb-i Umumi’ye sevk eden esbabdan biri Türkler ve müslümanlar aleyhinde harb etmek ve şarkta Hıristiyanlığı kurtarmaktır. Bir vakit Rusya Devleti dahi dini ve ecnebi misyonerlerden aciz kalarak onlara karşı bir kanun te’sisine mecbur olmuş ve Sibirya ile Asya Rusyası’nda ecnebi misyonlarını bu suretle men’ eylemiştir. Fikrimizce bizde dahi bu yolda hareket etmekten başka çare yoktur. Zaten hiçbir devlet kendi ahalisini bir ecnebi devleti tarafından te’sis edilen ma’bedlerde gönderdiği ecnebi rahibleri vasıtasıyla ibadet ettirmeye muvafakat etmez. Tedrisat dahi bu yolda vuku’ bulamaz. Bizde ise ecnebiler kendi teba’amıza rahibleriyle vatanımıza ulum ve efkar-ı siyasiyye de tedris edebilirler. Halbuki bu gibi ahvale Çin’de bile tesadüf edilmez. Payitahtımızda hükumat-ı ecnebiyye her nasılsa inşa etmiş oldukları ma’bedlerinde kendi teba’asına kendi rahibleriyle giremez. Anadolu’ya gelince: Hiçbir hükumet-i ecnebiyyenin misyonerler göndermeye ve bu kıt’ada mektepler açmaya hakkı yoktur ve olamaz. Rusların Asya’da yaptıkları gibi bizim dahi Anadolu’yu ecnebi nüfuz ve müdahalesinden kat’iyyen tecrid etmemiz zamanı gelmiştir ve buna şimdi muvaffak olamaz isek ileride hiç olamayız.” TRABLUSGARB’DA MÜCAHİDIN-İ Zaman gazetesi Nieuwe Rotterdameche Courant gazetesinden aynen nakl ediyor: Enver Paşa Trablusgarb ahalisi bilhassa Senusiler arasında evvelki muharebede iktisab ettiği nüfuz ve şöhreti şimdiye kadar muhafaza etmeye muvaffak olmuştur. Enver Paşa Trablus’tan ayrılalı beş sene olduğu halde oradaki nüfuzundan zerre kadar gaib etmemiştir. Paşa-yı müşarun-ileyhin evamir ve ta’limatı bütün Trablus ahalisi tarafından bila-kayd ü şart ve bila-tereddüd derhal ifa edilmektedir. Ahali-i İslamiyyenin Trablusgarb’ı artık kamilen istirdad etmiş olduklarından bahsedilebilir. Trablusgarb’da İtalyan’ın hakimiyeti ancak sahilde birkaç noktaya münhasır kalmıştır. Dahilde ahali İtalyanları asla tanımaz. Memalik-i Osmaniyye ile Trablusgarb arasında bir tarik-i muvasala te’mini ne suretle kabil olduğu bir sır hükmünde kalmıştır. El-yevm Trablus’ta binlerce askerden mürekkeb ve mükemmel toplarla mücehhez Osmanlı kıtaatı mevcuddur. Bu kıtaatın nasıl teşkil edildiği ve topların nasıl nakl edilebildiği bilinmeyen şeylerdendir. Son zamanlarda münferid müfrezeler halinde bile sahilde tutunmaya muvaffak olan bu kıtaata müttefik hükumetler tahte’l-bahirleri erzak ve techizat getirebilmişlerdir. Bundan bir müddet evvel Trablus’a muvasalat eden Şehzade Osman Fuad Efendi hazretleri ahali tarafından pek büyük bir hararetle istikbal edilmiştir. El-yevm yirmi beş yaşlarında olan bu prens güzel bir terbiyeye ve ma’lumat-ı askeriyyeye maliktir. Müşarun-ileyh hazretleri terbiye-i askeriyyesini Almanya’da görmüş ve mülazım sıfatıyla hassa alayında idare-i mülkiyyede bulunmuştur. Müşarun-ileyh Osmanlı ordusunda yüzbaşı rütbesini haiz olup el-yevm Trablusgarb’da ahali ve kıtaata karşı zat-ı Hazret-i Hilafet-penahi’yi temsil etmektedir. Kıtaat-ı Osmaniyye el-yevm İtalyanlar elinde bulunan limanları karadan topa tuttukları gibi tahte’l-bahirler dahi kıtaatını topa tutmalarına dikkat etmektedirler. Tahte’l-bahirlerden mürekkeb bir filo daima Trablusgarb sularında dolaşmakta olduğundan bir müddetten beri Trablusgarb sularında pek o kadar büyücek düşman sefain-i harbiyyesi görülmüyor. Diğer cihetten müttefik tahte’l-bahirler sevahili muhasara eden Osmanlı kıtaatına denizde müessir surette mu’avenet ettiklerinden mahsurlar ekseriya Avrupa’dan kuva-yı mu’avine taleb etmeye mecbur oluyorlar. Telsiz telgraf istasyonlarından gayrı İtalya’yı Trablus’a rabt eden bi’l-umum vesait-i muhabere birkaç aydan beri kamilen tahrib edilmiştir. İtalyanların sevahilde işgal ettikleri mahallerdeki kıtaata erzak tevzi’i için gönderdikleri sefain ya tahte’l-bahirler tarafından imha ediliyor veyahud her nasılsa sahile ilticaya muvaffak oldukları takdirde yerliler tarafından duçar-ı hücum oluyorlar. Yerliler böylece yakaladıkları sefainin mürettebatını doğruca dahile sevk ediyorlar. pek çok bahs ediyorlar. Hatta gazeteler Haziran’ın yirmi altısında yerliler tarafından vuku’ bulan ta’arruza İtalyan sahil topçuları şiddetle mukabele ettiklerinden bütün Mısrata sahilinin ateşler içinde kaldığını ve düşmanın bin müşkilat Aynı gün yerliler karadan da ta’arruz ettikleri sırada tahte’l-bahirler tonluk bir gemiyi sahile sürerek karaya oturtmuşlar ve hamulesini yerlilere iğtinam ettirmişlerdir. Yerliler ise hamulesini rahat rahat tahliye ettikten sonra gemiyi ber-hava ederek mürettebatını dahile sevk etmişlerdir. Son zamanlarda yerliler İtalyanlar elinde esir bulunan mu’teberanın tahliyesine mukabil kendi ellerinde bulunan esirlerden bir mikdarını serbest bırakmaya muvafakat etmişlerdir. Vaktiyle İtalyanlar esna-yı ric’atlerinde yerli mu’teberandan bazılarını birlikte götürmüşlerdi. Şimdi ise Eritre’ye sevk etmiş olmaları muhtemeldir.” Cedd-i emcedimiz cennet-mekan Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman hazeratının ahd-i berin-i şevketlerinden ve üç asır müddetle zir-i idare-i saltanat-ı Osmaniyye’de bulunmuş olan Kars Ardahan Livana Batum kal’alarıyla mülhakatı geçen doksan üç harb-i meş’umu neticesinde tazminat-ı harbiyyeye mukabil eyadi-i a’daya intikal eylemiş idi. Ol zamandan beri hami-i İslam olan makam-ı Hilafet-i mu’azzamamızın enzar-ı şefkat ve übüvveti mader-i vatandan iftirak etmiş olan mahall-i mezkure ahalisinin ahval-i hüzn-iştimaline in’itaftan hali kalmamış olmağla buraların tekrar memalik-i mahruse-i şahanemize iltihakını lerine arz-ı hamd ü şükran-ı bi-payan eylerim. Müttefikın-i haşmet-karinim Almanya imparatoru ve Avusturya ve Macaristan imparator ve kralı ve Bulgaristan kralı hazeratıyla Saltanat-ı Seniyye-i mülukanemiz murahhaslarının Brest Litovsk beldesinde Ruslarla akd ettikleri musalahanameye tevfikan ara-yı umumiyye-i ahaliye müraca’at olunmuş ve bu esnada müslim ve gayr-ı müslim sekene-i mevcude-i mahalliye taraflarından hakk-ı şahanemizde nemizde badi-i memnuniyyet-i fevkalade olmuştur. Memleketlerinizin mader-i mu’azzez vatana iade-i irtibat ve iltihak hususunda vaki’ olan istid’a ve talebiniz bu kere tahtgah-ı Saltanat-ı Seniyyemize irsal ve ib’as eylediğiniz hey’et-i mahsusa canibinden tekrar ve te’yid kılınarak Osmanlılıkla beyninizde caygir olan revabıt-ı kadime ve tarihiyyenin hiçbir suretle duçar-ı inhitat ve zeval olmayacağı şehriyaranemizin cümlenize tebliğini ve hey’et-i mezkure a’zasının selam-ı hümayunumuzla taltiflerini irade ve memleketlerinizin memalik-i şahanemize ilhakı hususundaki arzunuzun kabulüyle icra-yı memalik-i Osmaniyye’den addolunmasını ve umur-ı idaresinin ona göre tanzimini hey’et-i vükelamıza emr eyledim. Şu hadise-i müteyemminenin devlet ve milletimiz hakkında badi-i hayr u saadet olmasını dergah-ı Bari’den tazarru’ ve niyaz eylerim. Cenab-ı Hak cümlemizi muvaffak bi’l-hayr buyursun amin. Zilka’de – Ağustos . Amsterdam’da bulunan Yahudilerin Muhaberat Dairesi’ne Viyana’dan gelen bir telgrafnameye nazaran: Avusturya hükumeti Karakov’da bulunan bütün Siyonistlerin merkezlerini ve ictima’ salonlarını kapatmış Viyana’da dahi birçok sosyalist Siyonistleri bazı talebeler de dahil olmak üzere tevkıf etmiş ve İ’tilafcılar’a meyyal olan Siyonist cem’iyetlerini de fesh eylemiştir. Galiçya’da ise bu çılgın Yahudilere karşı katliam yapılmıştır. Londra’daki Grişam külliyesinde Doktor V . Ç. Masterman bu mevzu’ hakkında uzun bir nutuk irad etmiştir. Bazı fıkralarını nakl ediyoruz: “Bu koloniler otuz sene evveli Rusya Yahudilerinden hicret eden talebeler vasıtasıyla te’sis olunmuşlardı. Bu talebeler vesait-i fenniyyeden alat-ı cedideden mahrum oldukları ve lisan-ı mahalliyi ve memleketin ahvalini bilmedikleri halde azim ve sebat ile Filistin’de Siyonist temellerini kurmuşlardır. Bugün Filistin’deki Siyonistlerin arazi-i mezru’ası yirmi bin ebkardır. Bir ebkar üç buçuk dönümdür Arazi bağlar portakal badem ve zeytin ağaçlarıyla mestur ve mebzul ormanlarla müzeyyendir. Bu mezru’atın kıymeti bir milyon İngiliz lirasından fazladır. Bu işlerle meşgul olanlar şu noktayı nazar-ı dikkate almalıdırlar ki: Oradaki müslüman çiftçilerin hukuku mahfuz ve masun kalmak lazımdır. Zira bunlar başka arazi bulamazlar. Halbuki onların dedeleri Beni İsrail’in oraya hicret etmelerinden nice asır evvel orada bulunuyorlardı. Binaenaleyh sakin oldukları köylere ve malik oldukları mezru’at ve araziye ta’arruz edilmemelidir. Bugünkü batnların evlad ve ahfadına miras kalacak olan araziyi sattırmamalıyız. Bunların istismar ve zer’ etmeyecekleri vasi’ ve metruk arazi vardır. İşte bu kabil araziye Siyonistlerin faaliyeti dahil olması müslümanların menafi’ine hadimdir. Zira bu arazinin inkişafı halinde kendileri daima yevmiyye ile iş bulabilirler. Böylelikle bugünkü fakr u zaruretleri tahfif edilmiş olur. Fakat biz böyle yapmayıp onları emlaklerinden tecrid ve mahrum edecek olursak daima bize karşı muğber gayr-ı memnun köleler gibi sefil bir millet halinde kalacaklardır. El-yevm şarkta arazi mes’elesinde eski zamanlarda olduğu gibi aynı hissiyat hüküm-fermadır. Bunun içindir ki Osmanlılar müslümanların hukuk-ı meşru’alarından ve emlaklerinden mahrumiyet korkusuyla ve ve niyyat-ı fütuhat-cuyane dolayısıyla harekatımızı men’ hususunda faaliyetlerini tezyid ve teşdid ettiler.” Hindistan Nezareti’nin tebliğ-i resmisidir: “Belucistan’daki Maris kabailinin ta’kıb ettiği meslek çoktan beri pek fena idi. Son zamanlarda def’alarda Hatran kabaili ile tevhid-i mesa’i ederek telgraf tellerini kat’ eder trenleri ateşler bulundukları yerlerin etrafındaki hükumet merkezlerini ve depolarını yağma ve tahrib ederlerdi. Bundan başka ahiren Gombaz ve Monro Kal’ası’na karşı birçok karakollarımızı basarak ta’arruz etmişler ve mühim telefat verdikten sonra def’ olmuşlardır. Şimdiki halde onların mesleği pek korkunç ve adavetalud olduğundan onlara karşı ciddi tedabir ittihaz etmekteyiz. Tayyarelerimiz son zamanlarda bu kabilelerin ictima’gahlarını menzillerini bombardıman etmişlerdir.” Fas: Taze havalisinden en son gelen havadise göre Haziran’da Ebu Mahres dağlarında Fransızlarla Fas mücahidleri arasında pek kanlı muharebat vuku’ bulmuştur. Fransız askerleri iki koldan hareket etmişlerdi. Şark’tan gelen kuvvet Taze’yi bir üssü’l-hareke mişti. Mücahidin-i İslam’ın kumandanı garbdan gelen kuvvete karşı yüklenerek onu fena bir halde bozmuştur. Fransız menabi’inden gelen havadise nazaran bu muharebe pek kanlı olmuş ise de Fransa bütün maksadlarını istihsal eylemiş! Bunun ma’nası mükemmel dayak yemiş fakat nihayette bir nokta elde etmiş. Orada cereyan eden muharebat ta’ciz ve iz’ac maksadıyla gayr-ı muntazam bir şekilde olduğundan bir noktanın yahud bir köyün zıya’ı mevzu’-i bahs olmaz. Binaenaleyh Fransa’nın vaz’iyeti o havalide pek elem-nak sayılır. Haziran otuzunda Meluza civarında Resuli’nin kumandasındaki mücahidin-i İslam’ın bulundukları noktaya bir İspanyol müfrezesi takarrub eder etmez mücahidinin ateşlerine ma’ruz kalır ve iki kişi telefat verdikten sonra geldiği yere firar eyler. Bu vuku’at İspanya askerlerine karşı müsadematın başlamasına sebeb olmuştur. Üç Temmuz gecesi Darsele’de bulunan İspanya nokta-i askeriyyesine mücahidinden birkaç silahşör taarruz edip mezkur karakolu zabt ile birçok İspanyalı askerleri katl ve cerh ettikten başka hayli ganaim de birlikte getirmişler. Birçok silah cephane erzak ve katırlar almışlardır. Bunları ta’kıb etmek üzere bir İspanyol süvari müfrezesi sevk olunmuş telefat verilmiş. Arablar galib gelince İspanyalılar topla etrafta bulunan urban köylerini döğmüşler. Bu akılsızca hareket yüzünden birkaç ma’sumla iki kadın katl olunmuştur. Bu çirkin hareket bütün kabail arasında müdhiş bir galeyana sebeb olmuş ve ba-husus Al-i Ebi’l-Hazin kabilesi kendi kan intikamlarını almak üzere Ancire kaidi şeyhi ve kumandanı riyaseti altında büyük bir kuvvetle oraya şitaban olmuşlar. Bunun üzerine İspanya hakimi ve kumandan-ı askerisi bu havalide eskiden beri geçirdikleri acı günleri tekrar eylemeyi ve Fransızların başına gelen belalara ma’ruz kalmayı muvafık görmemişler Resuli’ye bi’l-müraca’a onu müşarun-ileyhin vereceği hüküm iki taraf nezdinde makbul olacaktır. İspanya hükumeti her türlü tarziye vermeye hazırdır. Bu havadisi nakl eden İngiliz gazeteleri şimdiye kadar mücahidin-i İslamiyye’nin İspanya tarikiyle icra-yı nüfuz eden düvel-i ecnebiyye hesabına çalışmakta olduklarını bu bühtanları tekzib etmiş o kahramanların ancak kendi memleketlerini kurtarmak ve kelimetullahı i’la eylemek hissiyle mütehassis olduklarını vazıhan göstermiştir. Harb Matbuat Karargahı’ndan: Cihad-ı mukaddes i’lanı Afrika müslümanları arasında intişara başlayınca Fransız İngiliz ve yanlara karşı her taraftan harekata ibtidar olunmuş ve Kösen namındaki reis topladığı mücahidin ile geçen sene Sudan’a hareket etmişti. İcra ettiği harekata dair kendisinden bu def’a alınan raporda beyanat-ı atiyyede bulunuyor: sene Gat Kazası’ndan Ayr istikametine hareket olundu. Düşmandan gördükleri müzayakadan pek sıkılan kardeşlerimiz bizi pek büyük bir sürur ile karşıladılar. Ayr kıt’asının merkezi olan Ahşades’e teveccüh olundu ve Fransızlarla harbe başlandı. Fransızların diğer merkezinden gelen kuvvetleri mahv edildi. Kafileleri zabt olundu. Ağadi tarafındaki muharebat dört ay devam etti. Nihayetinde düşman tahliye edip çıktı. Bu muharebatta düşmandan üç yüz nefer ve beş zabit katl olundu ve şehir düşmandan temizlendi. Bu hadise Zebidi Hatem Borno Vaday havalisinde pek büyük te’sir rimize sevk etti. Bir gün sabahtan akşama kadar harb ettik. Düşman kuvvetinin üçte birini zayi’ etti ve bizden yirmi şehid on beş mecruh oldu. Cephanemiz az olduğundan çekildik. Bir ay sonra nefer Fransız zabitinden ibaret bir düşmanla Ayr denilen mahalde harbe tutuştuk. Mağlub düşman neferle zabit zayi’ etti. Birçok esliha ve cephane ve hayvanat iğtinam ettik. Üçüncü def’a Miralay Kelencer kumandasında nefer ve zabitten ibaret bir Fransız kuvvetine tesadüf ettik. Muharebe sabahtan akşam karanlık bastıktan sonraya kadar devam etti. Düşman ric’ate başladı. Toz ve toprağın ziyadeliğinden gündüz ortalık adeta karardı. Birçok endahttan sonra topumuz bozuldu. Çekilmekte olan düşman şiddetle ta’kıb olundu. nefer zabit zayi’ etti ve Miralay Kelencer de katl edildi. Mücahidinden şehid ve mecruh oldu. Bunun üzerine düşman Ayr merkezine çekildi ve orada kapandı. Biz de gir ip çıkmayı men’ ettik ve nısf-ı mücahidini muhasarada devam etmek üzere bir reis kumandasında Ayr kıt’asında bıraktık. Mücahidinin diğer nısfıyla Sudan’ın dahiline yürüdük. Biz yolda iken Ayr merkezinden düşman huruc etmiş terk ettiğimiz mücahidin düşman kuvveti kamilen katl tekmil eslihası cephaneleri Biz yürüyüşümüzde devamla Zindur’a tabi’ Kelmeki karyesine geldik. Dört zabitle neferden ibaret bir Fransız kuvvetine tesadüf ettik. Üzerimize ta’arruz ettiler. Birkaç saat devam eden harbi müteakib yalnız bir zabit mecruh olarak elimize düştü. Diğerleri kamilen maktul oldu. Burada kadar hayvan elimize geçti. Fransızların buradaki kışla ve mebanisini yaktık ve yürüyüşümüze devam ettik. Hacıdeve karyesine geldik. Buradaki Fransızlar bizi görür görmez hayvanlarına bindiler ve kışlalarını terkle kaçtılar. Tekmil eşya ve hayvanlarını bıraktılar. deve ve kadar sığır koyun elimize geçti. Toplanan ganaimi deveye yüklettik. Mücahidinin nısfıyla geriye sevk ettik. Diğer nısfıyla Zindur’a teveccüh ettik. Zindur’un birkaç saat mesafesinde Korkum kasabasında nefer ve zabitten ibaret düşmana tesadüf ettik. Bunlar pek az zaman içinde münhezimen çekilmeye başladılar. Ve tekmil eşya ve hayvanlarını terke mecbur oldular. Zindur’a varmazdan evvel Ayr’da terk ettiğimiz mücahidin kumandanından posta geldi. Süratle avdetimiz lüzumu bildirildi ve Ayr’a avdet ettik. MOSTAR MÜFTÜSÜ ALI FEHMI EFENDI Yed-i takdirin ümmet-i İslamiyyeye havale ettiği yeni bir darbe ile daha kalbimiz dilhun oldu. Geçen Salı günü Mostar Müftüsü Ali Fehmi Efendi de ehibba ve hişanı tarafından hak-i mağfirete tevdi’ edildi rahmetullahi aleyh. Ali Fehmi Efendi merhum bu diyarın garib bir kadir-na-şinaslıkla kıymetini öğrenemediği nadiru’l-vücud bir zat idi. Ulum-ı şer’iyyedeki vukufu kendisini memlekette makam-ı iftaya bi-hakkın ıs’ad ettiği gibi edebiyat-ı Arabiyye’de tarih ve siyerde ensabda memalik-i Osmaniyye’de ve hatta diyebiliriz ki diyar-ı İslamiyyede bi-nazir idi. Ahval-i sahabe ve tabi’inden vekayi’-i cahiliyye ile Sadr-ı İslam’a aid ahvalden bahs ederken sanki o asırlarda yaşamış vekayi’i gözüyle görmüş vekayi’ kahramanlarıyla görüşmüş zannettirecek bir vukuf ile bahs eder bunlara müte’allik o çetin eş’arı şayan-ı hayret bir suhuletle okur şerh eder içindeki telmihatın alakadar olduğu vekayi’ ve akvali serd eder şiirin münasebetdar olduğu eşhasın kabail ve neseblerini hep ezber söylerdi. ma’lumatı Mostar’da kendi sa’y ve himmet-i zatiyyesiyle ve kitab mütala’asıyla edinmişti. Lisan-ı Arabi’yi de tahsil kuvvetiyle Arap ulemasına beğendirecek derecede fasih seri’ ve selis olarak konuşurdu. Ali Fehmi Efendi ilim adamı olduğu kadar vatan ve memleket adamı idi. Bosna müslümanları Avusturya-Macaristan hükumetinden vaktiyle bazı mütalebat-ı siyasiyye ve milliyyede bulunmuşlardı. Bu metalibi müdafa’aya cema’atce me’mur edilen hey’etin riyasetinde olarak Viyana’ya Peşte’ye gitmiş oraca dindaşlarının mes’ulünü venetini niyaz için İstanbul’a gelmişti. Ali Fehmi Efendi’nin vatanperverliği Avusturya hükumetinin hiç hoşuna gitmediği diyar ederek Darü’l-Hilafe’de tavattuna karar vermişti. Bu diyarın bu derece faziletli ve hamiyetli bir muhacire karşı gösterebildiği mihmannüvazlık bin beş yüz guruşluk bir Meclis-i Maarif a’zalığı oldu. İ’lan-ı Meşrutiyet’ten sonra meclisin şekl-i ahara girmesi üzerine cüz’i bir maaşla Darulfünun’a mu’allim oldu. Fakat eyvah ki orada da kadr u kıymeti takdir edilemedi. Az müddet sonra isti’fasını verip kuşe-güzin-i istirahat oldu. Ondan sonra da semtine kimse uğramadı. Kendisine tilmiz ve muhatab olabilecek kimseleri bile yetiştirmekte o kadar buhl ve imsak eden bu iklimde böyle bir nadire-i rüzgarı tanıyanların bile az olması ilim ve irfana kıymet biçmekteki kabiliyetimizin noksanına en büyük delildir. Rahman’a kavuştu. Bize de huzur-ı ilim ve irfanda ser-bezemin-i hacalet olmaktan başka bir şey kalmıyor. Merhum sahabe-i kiramın eş’arını bir divan haline ri’s-Sahabe namını verdiği bu eserin birinci cildini tab’a muvaffak olduysa da ma-ba’dını basdıramadı. Bilmeyiz hangi sahib-i himmet onun başladığı bu emr-i mu’azzamı ikmal edebilecek? Fakat bu ırzını dellala vermiş alçaklar Muhiti levse henüz bulmayınca amade; “Diyasetin edebi şekli sökmüyor sade... “Bir öyle felsefe lazım ki: Susturup halkı “Birer birer kırıversin kuyud-i ahlakı. “Mukaddesatını millet bırakmıyor hala; “Fezayı köhne bir Allahtır etmiş istila! “O indirilmelidir Arş-ı Kibriya’sından “Ki biz de kurtulalım şunların riyasından! “Ne istesen yapamazsın: Elin kolun bağlı. “Ta’assubun rolü hala ne müdhiş anlamalı! “Mahalle halkı evimden gelir yabancı koğar... “Evet hayat-ı hususiyyemin de kahyası var! “Karım dekolte çıkarmış gelenlerin yanına... “Peki nedir dokunan bunda komşunun kanına? “O penbe göğsü verirken tabiatin keremi “Aceb ne fikr ile vermişti gizlesin diye mi? “‘Kadın sevilmek içindir’ bu felsefi düstur “Teammüm ettiği gün kalmaz ortalıkta fütur. “Yegane amili zira bu günkü meskenetin Şudur ki: Sosyete yok bir yerinde memleketin. “O olmadıkça da insan bu inkılaba güler! “Çoğaldı farzediniz her tarafta sosyeteler... “Hayat-ı aşka henüz mübtedi giren erkek “Muvaffakıyyet ümidiyle çok şey öğrenecek: “Komilfo olmayı bir kerre önceden kuracak; “Zekası incelecek azmi artacak duracak. “Giyinmek öğrenecek bir zaman olup belki... “Giyinmek iş mi desin! Onda sokreler var ki!... “Bu incelikleri idrake yükselince şebab “Zuhura başlayacak orta yerde istirkab: “On onbeş erkeği birden esir eden kadını Dezarme etmeye herkes olanca san’atını “Olanca nakdini arzetmek ihtiyacıyle “Aman! deyip koşacak elde yoksa tahsile. “Nedir o serveti Garb’ın ya bankalar dolusu? “Tabiatiyle olur: Çünkü işliyor balosu: “Kadın sefahate vurdukça erkeğin sa’yi “Çoğalmıyor mu?.. Bu düstur-i iktisadiyi “Kabul edeydik eğer biz de böyle kalmazdık. Başmuharrir “Bütün bu şeyleri kaç kerre söyledik yazdık! “Fakat kim anlayacak? Borne gördüğün kafalar “Geniş düşünmenin imkanı yok hemen patlar! “Birinci sözleri: Allah ikinci işleri: Din “Üçüncü hamlede vicdana Hakk’a Şer’a yemin! “Devirmedikçe bu evhamı fikrimiz yaşamaz; “Ne yapsa çünkü muhatablarıyla anlaşamaz. “Şu var ki yıkmak için riske etmenin yolu yok: “Hükumetin liberal tavrı daima ekivok. “Muhiti entoleran görmesiyle mevki’ini “Halas için tutacaktır uvertöman dini. “Ya hapse kalkacak artık ya sürmek isteyecek... “O halde diplomatik bir tarik alıp yürüsek... “Rober Kolej’deki dahi-i san’atin kalemi “Vurur bu darbeyi isterse... Çünkü haddine mi “Hükumetin ona kalkıp da i’tiraz etmek? “Herifte bandıralar çifte tek de olsa direk! “Ya nazlanırsa? Evet nazlanırsa yalvarırız... “Niyaza pek yüzü yoktur hemen kanar yalınız “Dehaların çoğu ‘eksantrik’ denir ya hani “Bu personajda da var bir cünun kılıklı mani! “Nedir mi? Arzedeyim... Gülmeyin fakat: Namus! “Sakın bu çifte hecadan çıkan sada-yı abus “-Ki boş beyinleri buldukça öttürür çın çın!“Sevimli şairi göstermesin titiz hırçın. “Onun sarıldığı ahenk-i lafzadır yoksa “Sığar mı fıtrat-ı azadı kayd-i namusa? “Fransa halkını tasviri var ya Bismark’ın; “Bunun da hali o ta’rife benzemez mi bakın: “‘Görülmemiş bu herifler kadar garib unsur... “Liberte namına serdet uzunca bir diskur; “Sonunda hepsini döv kimse i’tiraz edemez. “Liberte anladık amma bu yaptığın ne? demez!’ “Bizim edibe de bir gürledin deminki sesi “Küşadedir size artık harim-i ailesi!..” Deyip de Zangoc’a baş vurdular. O mecnun da Mukaddesatına halkın ibada Ma’bud’a Savurdu pencereden havruz uğratırcasına Gelip gelip tıkanan levsi pis karihasına! Boşandı yerlere küfrün bir öyle murdarı: Ki bağlayıp ebediyyet ipiyle a’sarı Süpürge yapsalar imkanı yok temizleyemez! Bütün cihanı dolaş: Garb’ı Şark’ı her yeri gez... Görür müsün bakalım böyle bir kuduz ilhad Ki ferşi çiğneyerek Arş’a hırlasın? Heyhat! Cinayetin bu şena’at kadar mülevvesini Sizin çocuklarınız dini belliyor ilkin; Esas-ı terbiyeniz mahvı adeta şirkin. Bizim çocuklar için şimdi ilmihal oldu Gömüp de hufre-i maziye Hayy-i Ma’bud’u Ne var ne yoksa mukaddes onunla bitti demek! Şebaba hak veririm... Çünkü üç beyinsiz inek Yazıp dağıttı o mel’un berat-ı isyanı; Sabilerin yüreğinden kopardı imanı! Okuttu sonra da san’at mukayyed olmayacak Deyip hayadan edebden bütün bütün mutlak Paçavralar ki nigah ürperir temasından! TECAVÜZÜN BU DERECESI DE OLURMUŞ! Geçen Perşembe günü intişar eden Vakit gazetesinde Doktor Abdullah Cevdet imzası ve “Hakıkat Her Şeyden Üstün” sernamesi ile gazete sahibine ithaf edilmiş bir makalede: “Biz ne zaman kendi kendimizin ayinesi olacağız ne zaman olduğumuz gibi görüneceğiz ve göründüğümüz gibi olacağız? Bugün Tevfik Fikret Bey merhumun üçüncü sene-i vefatı münasebetiyle Aşiyan’a gittik. Yolda yanımda muharrirlerden biri bulundu: Yokuşu bittabi yayan çıkıyorduk. Hava sıcaktı. Terliyorduk. Yol arkadaşım “Bu cinayet yer de tam dağın tepesinde!” dedi. Bunu işitir işitmez dona kaldım. “Azizim Ravza-i Nebi’yi ziyarete giden bir hacı bu cinayet yer de ne kadar sıcak bir vadide yapılmış dese hüccac buna ne der? Dinin mahall-i mukaddesesi olduğu gibi faziletin ilmin edebin de mukaddes yerleri onların da hüccacı muta’assıbları vardır. Sakın bir daha böyle düşünmeyin ve söylemeyin” dedim. Sözleri de var idi. Biz bu satırları okurken cür’etin küstahlığın din-i İslam’a tecavüzün bu derecesine karşı dona kaldık. Bu müstehcen sevadı mütala’a edenler miyanında kalbinde zerre-i imanı olanların da bizim giriftar olduğumuz beht ve hayrete duçar olmuş olduklarına şüphemiz yoktur. Hazret-i Resul’e sallallahu aleyhi ve sellem olan bu te’addiyi görünce derhal hatırımıza “Din-i İslam garib yani menşe’i olan diyarda yabancı olarak başladı nihayette yine başladığı gibi olacaktır.” Kelam-ı ali-i nebevisi geldi. Evet bu din artık garib oldu. Hem de garibliği bir dereceye vardı ki Nebi-i İslam kendi yurdunda hükümran olduğu yerde Abdullah Cevdet gibilerinin sille-i tahkırine alenen uğruyor da şakk-ı şefe eden bulunmuyor. Gurbetin derecesini düşününüz ki hilafet-i İslamiyye ve saltanat-ı Osmaniyye’nin makarrında Nebi-i İslam aleyhi’s-salatü ve’s-selam yevmi bir gazete vasıtasıyla ala mele’i’n-nas ma’ruz-ı düşnam oluyor da matbu’at-ı saire bunu emvata yakışır bir sükut ile karşılıyor. Midhat Paşa’ya isnad-ı bomba konmuş gibi her taraftan koparılan veya kopartılan protesto yaygaralarına bu gazeteler ma’kes oluyor. Nik ü bed ef’ali hakkındaki intikadat-ı tarihiyye henüz yapılmamış bir kimse hakkındaki iddiayı istinzam ile kailinin kuvve-i ma’neviyyesini kırıp sözünü hemen ağzına tıkmak mesleğini kaddes tanıdıkları mefhar-ı mevcudat efendimiz hazretlerine havale edilen nişter-i tezyif ve tahkıre karşı la-kayd ve bifütur bir vaz’-ı mücrimane ile lal ve ebkem duruyorlar. Kendilerini tenvir-i efkar ve irşad-ı nas ile mükellef gören emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker ile sözde muvazzaf olan erkan-ı matbu’attan hiç birinin kalbinde nur-ı hidayet din-i İslam’a ri’ayet Peygamber-i ahir-i zamana sallallahu aleyhi ve sellem muhabbet hissi hiç yok farz edelim. Zira farzın sahası açıktır ve herbirinin ferden ferda mü’min olmadığına lam’da ve İslam kisvesinde zahir olan matbuat sütunlarıyla görülmesinden hasıl olmuş ve olacak mazarrat-ı siyasiyyeyi olsun acaba idrak etmiyorlar mı? Ediyorlarsa bu kabilden neşriyat-ı düşmananeyi görüp de –vatanperverlik saikasıyla olsun– vicdan ve kalemleri isyan etmemek rütbe-i edebi derece-i imanını geçemeyen böyle bir sahib-i kaleme haddini bildirmemek –cürme iştirak değilse– zül ve meskenetin son derekesidir. Düşünmeli ki merkez ve makarr-ı İslam olmak lazım gelen Darü’l-Hilafe’sinde yüzünden haya tırnakla yolunmuş böyle bir mahlukun tahkırine uğrayan zat-ı mukaddes alem-i kimselerin hiç şübhe yok ki birincisidir. Hukuk-ı beşeriyyeti onun kadar tavzih etmiş hiçbir kimse yoktur. Böyle bir zat-ı mukaddesin hiç olmazsa “tarihi” namı verilebilecek hukukundan te’ami ettikten sonra matbuat artık hakkı hakıkati bir daha ağza almaya haya etmelidir. Çünkü “Hakkı söylemekten sakit kalan kimse dilsiz bir şeytandır” kelam-ı alisiyle hakkın kadrini i’la eden yine o zat-ı alişandır. Gazete muharrirleri bu iğrenç sözleri ihtimal ki te’vil ederek kendilerini ma’zur görürler. Fakat buna da yol yok. Çünkü sahib-i makale küfürbazların sergerdelerinden geçindiğini bütün neşriyatıyla isbat etmiş ba-husus İ ctih a d’ında enbiya-yı kirama karşı defa’at ile bayrak açmış bir kimse olduğu gibi bu na-seza hezeyanlarını bu makaleye derc etmeye bahane aramış olduğuna da makalenin kendisi şahiddir. Muharrir bey açık bir emel-i hulul ve intifa’ ile Dahiliye nazırına huluskarlıkla söze başlayıp Süleyman Nazif Bey’i mu’ahaze ediyor. Bu mu’ahazesinde de vaizliği takınarak aleme ahlak dersi veriyor. Ondan sonra han-ı yağmaya yetişememiş şikar-ı servet ve samanı elden kaçırmış bir bi-vaye-i mahrum tavr-ı hasudanesiyle yeni tüccara meb’uslara dünkü nazırlara ba-husus para kazanmış ehl-i kaleme hücum ediyor. Oradan da Aşiyan’ı ziyaret edenler miyanında ihtimal ki ismi gazetelerde zikr edilmemek gibi bir zühulü ta’mir için Tevfik Fikret’ten ve oraya gittiğinden bahs ediyor. Emrullah Efendi’ye söğüyor gayret-i meslekiyye saikasıyla yine üdebaya dönüp “para kazanmaktan vaçgeçin” nasihatında bulunuyor. Makalenin mevzu’u işte bu. Bu mevzu’-ı müşevveşi ifade eden ibarat ile balaya aldığımız dargın öküz gibi bakıyorlar. Aralarında hasıl olan münasebet tesadüfen ve tabi’i bir surette bir yerde buluşmaktan ziyade cebr-i tabi’atla yan yana getirilmekten boyunduruk altına sokulmaktan ibarettir. Bazı sathi nazaran belki de “Hüccac buna ne der?” istifhamını –kailine yüz bin la’net!– sebb-i Nebi’nin muharrirden sadır olmamış olduğuna delil addederler. Lakin mızrak çuvala sığmaz. Hiçbir münasebet yok iken bu sebb-i şeni’i bir kail-i müfraza isnada etmesi bu sözleri –”Allah’a imanı var mıydı yok muydu?” diye mevzu’-ı münakaşa edilip bazı gazetelerce böyle bir kayd ile mukayyed olmadığı tasrih edilen – Tarih-i Kadim sahibi Tevfik Fikret ile Cenab-ı Seyyidü’l-mürselin’i mukayese vadisinde zikr etmesi Aşiyan zairinin kullandığı lafz-ı galizı her ne tarzda olursa olsun zat-ı nebi hakkında da aynen ve lafzan tekrar etmesi tezyif ve tahkıri ta’ammüd ettiğinin üç delil-i barizidir. Hasılı bu mes’elede matbuat vazifesini ifa etmedi. Hükumet de vaki’a gazeteyi ta’til ederek nev’a-ma bir ceza tertib ettiyse de gazeteyi üç gün ta’til etmekle vazifesi hitama ermiş sayılamaz. Bilemeyiz ihtimal ki bazı esbab-ı siyasiyye dolayısıyla ceza-yı ta’tili bu kadar hafif geçiştirip asıl kanunu da ayrıca tertib etmek üzeredir. Din-i İslam’ın hukuku Kanun-ı Esasi’nin üçüncü dördüncü yedinci onuncu on birinci altmış dördüncü ve yüz on sekiz[inci] maddelerinde mükerreren te’min edilen bir hükumet-i İslamiyyeden bizim beklediğimiz daha ağır bir şeydir. Din-i İslam’da en şedid ceza bu cürm-i menhusun cezasıdır. Matbuat Kanunu’nun on altıncı maddesi de böyle bir mücrimi bir aydan bir seneye kadar hapis ve yirmi Osmanlı altınından yüz Osmanlı altınına kadar ceza-yı nakdi si hiçbir taraftan da’va vaki’ olmaksızın müdde’i-i umumiyi bu cürmü re’sen ta’kıb ile mükellef tutuyor. Ma’a haza bu sütunlardaki şikayetimiz de –usulsüz dahi olsa– da’va makamına kaim olabilir zannediyoruz. Binaenaleyh baş müdde’i-i umumiliğin saika-i vatanperveri ile olsun işe –şayed şimdiye kadar etmemiş ise– vaz’-ı yed etmesine intizar ve Kanun-ı Esasi’nin on dördüncü maddesi mucebince bu satırlarla hakk-ı şikayetimizi isti’mal ettiğimizi Dahiliye nazırı beyefendiye ihbar ederiz. Vakit gazetesi Ağustos tarihli nüshasında; Doktor Abdullah Cevdet adlı bir hasirin iki sütunluk bir yazısını neşr daha doğrusu teşhir etti. Sarih veya zımni duçar-ı ta’arruz olanlar miyanında fakır de bulunuyordum. Vakit gazetesi yazdığım cevabı –galiba medar-ı mübahatı olan bi-taraflığa mugayir olmadığı için– neşr etmeyerek Abdullah Cevdet nedamet etmiş bulunduğunu i’tiraf gibi bir ma’zeret-i acibe sözlerle mecmu’a-i fazılanızın kıymetdar sahifelerine bar olmayacağım. Fakat o hezeyanlar arasında ruh-ı İslam’ın mataf-ı tebcili olan bir noktaya ta’arruz vardı. Cevabımın yalnız bu bahse aid satırlarını lütfen neşr ile hey’et-i ma’sume-i katle muhat ve alude olduğunu aleme gösteriniz. Cür’et-i mütekaddimesine rağmen Vakit gazetesi tarafından neşr olunmak istenilmeyen sözlerimin son satırları bunlardır: “… Abdullah Cevdet Bey bir muharrir arkadaşıyla beş gün evvelki bir macerasından da o makalesinde dem-saz oluyor diyor ki: “… Bugün Tevfik Fikret merhumun üçüncü sene-i devriyye-i vefatı münasebetiyle Aşiyan’a gittik. Yolda yanımda muharrirlerden biri bulundu. Yokuşu bittabi yayan çıkıyorduk hava sıcaktı terliyorduk. Yol arkadaşım Bu cenabet yer de tam dağın tepesinde!... dedi …” Ahlak-ı umumiyye murakıbı Abdullah Cevdet Bey’in zaten bu kadarını bile nefret etmeksizin nakl edemediğim sözünün alt tarafıyla sahaif-i matbu’atı daha ziyade kirletmeyeceğim. sözünü bir hamlede edepsizlik derecesine götürerek zavallı Aşiyan’a sürülen vasf-ı mülevvesi bir kıyas ma’a’l-farık ve küstah bir teşbih-i gayr-ı muhık ile –haşa sümme haşa– Ravza-i Mutahhara-i Peygamberiye kadar bulaştırmak istiyor. Burada calib-i nazar ve gaseyan-aver bir nokta var: Muharebesi’nin diyarımıza getirdiği felaketlere Namık Kemal Bey merhum muhrik beyanı ve mübarek vicdanıyla ağlarken Git vatan!.. Ka’be’de siyaha bürün Bir kolun ravza-i Nebi’ye uzat Birini Kerbela’da Meşhed’e at Kainata bu hey’etinle görün!.. Demiş ve herkesi senelerle ağlatmıştı. Aman ya Rabbi!... Kırk sene içinde ne kadar değişmiş ve ne kadar tereddi etmişiz!.. Kemal Bey mecruh ve mu’azzez vatanın felaketlerine karşı –O zaman menatık-ı harb ve cidalden pek uzak kalmış olan– habgah-ı Muhammedi’den gözyaşlarıyla imdad ve tesliyet dileniyor. Şimdi ise hekim olduğunu şair olduğunu i’lan eden bir madrabaz bu dakıkalarda en fedakar göğüslerle –imanın mübarek sine-i azmiyle– en hain düşman-ı dine karşı müdafa’a olunmakta bulunan bir merkad-ı arş-mahiyeti en pis bir sıfatla ve adeta ve kalemine dolamak edebsizliğinde bulunuyor. Asitan-i bülendi üç yüz milyon ehl-i İslam’ın on dört asırdan beri busegah-ı tebcili olan o Ravza-i Mutahhara’yı bu dakıkada kanları ve canlarıyla müdafa’a eden kahramanlar Doktor Abdullah Cevdet imzası üstüne yüklenmiş olan bu mülevves satırları görürlerse ne derler!.. Veya ne demezler!.. Ahmed Emin Bey Doktor Abdullah Cevdet imzasından gazetesine şeref ve ihtiyac-ı tenkıd ve teşhirine meded bekliyorsa pek yanılıyor!.. MUKADDIME Kadim Yunan ve İslam felasifesi nazariyat-ı felsefiyyeleriyle ulum-ı sairenin kısm-ı mühimmini ervahın vücuduna ve bu alem ile avalim-i ecram-ı ulviyyesi arasında mevcudiyetine kail bulundukları münasebet ve irtibata bina ediyorlardı. Onların fikrince sihir tılsım şa’beze simya ve esrar-ı huruf ilimlerinin esaslarını bunlar teşkil ediyor idi. İbni Haldun Mukaddime’sinde saydığımız ulumdan herbirinin kavaid-i esasiyyesini icmalen beyan hususunda hayli icale-i kalem etmiştir. İbni Haldun bu bahisde el-Buni’den şu sözleri nakl etmektedir: Zannetmeyiz ki kıyas-ı akli tarikiyle esrar-ı hurufa akıl erdirmek mümkün olabilsin. Bu fennin künh ü hakıkatine olsa olsa müşahede ve tevfik-i ilahi sayesinde peyda-yı vukuf müyesser olabilir. Huruf ve bunlardan terekküb eden esma’ vasıtasıyla alem-i tabi’atte tasarruf vuku’u ekvanın bundan teessürü bu fennin erbabından suduru tevatüren sabit olan bir takım asar ile müeyyed olduğu için kabil-i inkar değildir. Müşarun-ileyh felasife-i kadimenin bu babdaki mütalaatından uzun uzadıya bahs onlar tarafından mevzu’ olan bu ulumun kava’id-i esasiyyesini izah ettikten sonra beyanatına şu sözlerle hitam veriyor: Bir narh-ı ilim bütün bu ilimleri isti’ab eder. Esasen hakıkati saha-i ilmin ulum-ı mütearifeye inhisar etmek derecesinden pek vasi’ olduğunu isbat etmiyor mu? Şer’-i enverin tahrim ettiği her ilim mevcud olmamak iktiza etmez. Nitekim sihir haram olmakla beraber hak ve vücudu sabit bir ilimdir. Müşarun-ileyh bundan sonra mevzu’-i bahs olan uluma aid te’lif edilen asara ve bu ilimlerde büyük bir şöhret kazanmış olanların teracim-i ahvaliyle fünun-ı mebhuseye derece-i vukuf ve intisablarına dahil bir hayli ma’lumat-ı müfide vermektedir ki bu mes’eleler hakkında mütekaddiminin efkar ve mülahazatına dair etraflı ma’lumat almak isteyenlerin oraya müraca’atları iktiza eder. Asr-ı hazır feylesoflarıyla etibbasına gelince bunlar da bu vadide birçok efkar ve mütala’at serd etmişler mes’ele erbab-ı din ile maddiyyun arasında birçok münakaşatı badi olmuştur. Bu bahis etrafında cereyan eden silsile-i mübahasat ve münakaşatın ta’mikına hal ve mevki’ müsa’id olsa bu yolda serd edilen efkarın mahiyyatı hakkında pek çok izahat verebilir idik. Buna imkan olmadığı için şurada bugün Avrupa’da buna dair ortaya konulan nazariyelerin en kuvvetli ve en esaslılarını temsil edebilecek birkaç sözle Bu nazariyelerin en kıymetlisi senesinde Londra’da tıbb-ı ruhani ve mu’alece-i diniyye hakkında tedkıkatta bulunmak üzere teşekkül eden ve a’zası en meşhur etibba ile en muktedir ve mütebahhir rüesa-yı ruhaniyyeden ibaret bulunan komisyon mukarreratında mündemicdir. Bu komisyon dair tanzim ettiği raporu her tarafa neşr etmiştir ki İngilizcesinden mütercem hülasa-i meali şudur: “Hey’etimiz ma’ruf bir takım zevatın icra ettikleri tecrübelere bu mevzu’a aid tedrisat ile meşgul bulunan diğer zevatın da vaki’ olan tetebbu’at ve tedkıkatlarına istinaden meydana koydukları nazariyelerin birer hakıkat olduğuna lar miyanında bulunan etibba-yı meşhureden Melen Beramvil Lloyd Töki M. B. Rayet Lord Sandotiş Rahib Samoyel Makomb mukarrerat-ı vaki’asında hey’etin en ziyade şehadetlerine i’timad ettiği e’azımdandırlar. Kudret-i kudsiyyenin irade-i kudsiyye ile takayyüd ve peyda-yı hususiyyet ettiği yani şekl-i ta’alluku tebeddül eylediği hey’et nazarında sabit olmuş bir hakıkat olup dua ve tazarru’un amal-i mergubeye zafer-yab olmak için bir sebeb-i kafi olduğunun taht-ı i’tirafda bulunması da bunun delail-i müeyyedesinden ma’duddur.” Hey’et bu beyanattan sonra kudret-i ilahiyyenin tekvin-i halaik hususunda zat-ı Hak tarafından mevzu’ olan kavanin-i ezeliyyeye muvafık bir tarzda icra-yı faaliyyet ettiğini nazm-ı keriminin medlulüyle izah olunabilir. Komisyonun mukarreratından biri de şudur: “Maddi tababete edilmek icab eder. Çünkü hastanın inayet ve merhamet-i Hakk’a mazhariyetinin yegane vasıtası odur. Gerek cismani gerek akli olsun sıhhatin muhafazası hususunda vesail-i ruhaniyyeden istifade olunabileceğini halk çok kere unutuyorlar.” Komisyon mukarreratında yine deniliyor ki: “İcra olunan tedkıkat-ı amika neticesinde ruhani ve dini mu’alece yollarının usul-i telkın denilen mu’alece-i akliyye yollarından hiçbir farkı görülememiştir. Mu’alece-i akliyyeden maksad telkın vasıtasıyla müdavattan ibarettir ki marazın izalesi hususunda bu usulün te’siri mülakkanların kendilerinde vücudunu kuk ve kuvvetiyle mütenasibdir. Mu’alece-i ruhaniyye usul ve esasatı i’tibarıyla mu’alece-i akliyyeden farklı olmadığı müsellem olmakla beraber din tarikından gelen vesail-i ruhaniyyenin te’siri vesail-i akliyye ile mu’aleceden daha seri’ ve daha kat’i olduğu müşahede edilmiştir.” Komisyon hey’eti telkın vasıtasıyla müdavata nisbetle ecza-yı maddiyye ve kuva-yı akliyye arasında büyük bir fark olmadığı yolundaki iddiasına rağmen telkınin yalnız emraz-ı akliyyede te’sirat-ı tıbbiyesinin devam etmekte olduğu sair hastalıklarda ise bu te’sirin hakıkı olmakla beraber uzun müddet devam edemediği mütala’asında bulunmaktadır. müessir ve müfid neticeler vermekte olduğu tavazzuh ediyor. Yalnız bundan bu gibi hastalıklar için bu usulden başka bir tarz-ı tedavi mevcud olmadığı ma’nası anlaşılmamalıdır. Zira bu nevi’ hastalıkların muhabbet gazab havf ve sair infi’alat-ı nefsaniyye gibi gayr-ı maddi daha bir takım tariklerle müdavatı kabil olduğu tecrübeten sabit olmuştur. Hey’et hastanın esbab-ı ruhaniyyeye tevessül arzusunda bulunduğu takdirde maddi tabiblerle birlikte çalışmak ve mu’avenette bulunmak üzere ulema-yı dinden birinin celbini muvafık görmektedir. Hey’et ulema-yı dinin birer mikdar fenn-i ispençiyari ve a’razıyla keyfiyet-i seyr u terakkılerini ahval-i bedeniyye öğrenmelerini pek ziyade şayan-ı arzu bulmakta böyle yapıldığı takdirde ulema-yı dinden bir çoğunun cehli yüzünden bugün vuku’a gelmekte olan hatarnak hadiselerin önü alınması yahud hayliden hayli azalması imkanı elde edilmiş olacağını kaviyyen ümid etmektedir. Hey’et her beldede bu kabilden vuku’a gelen hadiseleri tedkık ruhaniyat ve telkın vasıtalarıyla yapılan müdavattan hasıl olan netayici kayd etmek aynı zamanda makalelerle konferanslarla halkı tenvir etmek tatbik edenlerin faide ve te’sir-i kat’isini iddia ederek hastanın daha ziyade vehamet peyda etmesine tehlikeli bir vaz’iyete girmesine sebeb olan esassız ve vahi bir takım turuk-ı mu’alecattan tevakkı lüzumunu ezhan-ı nasa yerleştirmek vezaifiyle mükellef daimi komisyonlar teşkilini taleb ediyor. layık olan ilmü’n-nefse ahval-i ruhiyye ve akliyye ve bi’lhasssa ahval-i ruhiyye ile ahval-i bedeniyye arasında mevcud olup hadisat-ı maraziyye ve usul-i mu’alecenin mahiyet ve nev’ini ta’yine medar olan münasebet ve irtibat hakkında hiç şüphesiz ifadesi aynen böyledir öyle zamanlar olur ki tıbb-ı cismaninin hiçbir iş göremediği yerlerde mu’alece-i ruhaniyye ve akliyyenin pek büyük te’sirleri görülür. Bu gibi yerlerde ise etibbanın ellerini oğuşturmak izhar-ı acz ve hayret etmekten başka ellerinden bir şey gelmez. Mecelle sahibi bundan sonra afiyetin bazı kere akli ve hayali veya sair herhangi bir kuvvetin telkın vasıtasıyla tedavi eden zatın intihab edeceği tarika tevcih ve imalesiyle husul-pezir olacağını ve bugün inkara mecal bırakmayacak surette sabit ve mütehakkık olan ahval-i ruhiyye ve akliyyeyi sırf esbab ve serairine akıl erdirememekten mütevellid bir nahvet ve taassub sevkıyle inkara tasaddi etmemek en mühim bir lazıme-i vicdaniyye olduğunu beyan etmektedir. tababet ve Hıristiyanlık aleminin en mümtaz simalarından teşekkül etmiş olan bir komisyonun hülasa-i mukarreratı bu merkezdedir. Bu gibi delail ve nazariyat meydanda durup dururken mi’zaz göstermek bunların te’sirat-ı şifaiyyesini ceffe’l-kalem mi? Ba-husus Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de bunları yapmış Cenab-ı Sıddik kabul ve teslim etmiş asırlarca ulema-yı İslam havass-ı şifaiyyesine kail bulunmuştur. Tıbb-ı ruhani veya aklinin te’siri asar-ı bahiresiyle sabit umur-ı mütehakkıkadan olup inkarı sarih bir cehlden Halik-ı Kainat’ın kudret-i mutlakasına adem-i i’tikaddan ileri gelir. Bununla beraber mes’elede ihtiyat etmek öyle mu’alece-i ruhaniyyeye rukye ve ta’vize iktidar iddiasında bulunan her şahsa bel bağlamamak icab eder. Çünkü e’azım-ı ulema-yı İslam’ın yukarıda beyan edilen re’ylerinden de anlaşılmış idi ki bu gibi şeyler sırf birer mevhibe-i ilahiyyedir. Şu halde turuk-ı ruhaniyye ile hastalıkları bilhassa emraz-ı nefsiyye ve akliyyeyi müdavat edebileceğini iddia eden bir şahıs meydana çıkınca bunun sözlerini bila-kayd ü şart sem’-i i’tibara almamak muvafık olmadığı gibi hastayı bila-tereddüd eline bırakmak da doğru değildir. Hazm ü ihtiyat bu kimsenin ahvalini tedkık etmeyi bu hususta iddiasını te’yid edecek asar-ı muvaffakiyyet göstermiş olduğu tahakkuk ettiği takdirde yapacağı rukyeden dua ve ta’vizden Bir de rical-i din ve erbab-ı vera’ ve takvadan bu işlerle meşgul olanlara en lüzumlu hıfzu’s-sıhha mesailiyle vazife esnasında duçar-ı hata olmamalarını te’min edecek kadar fenni ma’lumat ile mücehhez olmalarını te’mine çalışmak bizlere terettüb eden birer vazife olsa gerektir. Şu noktayı bir kere daha ihtar edeyim ki serd ettiğim mülahazattan Kur’an’ın canib-i sübhaniden rukye yapılmak zal edilmiş olduğunu söylemek istemiyorum. Zaten hikmet-i nüzulü ne olduğunu Cenab-ı Fatır-ı Hakim ne maksadla onu resul-i güzinine vahy u tenzil eylediğini Kur’an kendi haber veriyor. Bu babda “ Kur’ an’dan garaz- ı f ı tr i bahsi ” saha-i beyanı hayli tevsi’ ettik. Eserin tahririnde mümkün olduğu kadar etmemiş olsaydık bu mebhase aid daha birçok tafsilat verir ince ince bir hayli nükat ve hakayıkı kariinin enzar-ı darla iktifaya mecbur olduk. Asr-ı hazırda ilm-i ictima’ nokta-i nazarından inkişaf etmeye başlayan mesailden biri de mes’ele-i vicdandır. Yakın zamanlara kadar yalnız ferdiyet i’tibarıyla tedkıkine uğraşılan vicdanın bugün ictima’i şuunatı tesbit olunmaya ve milletlerin bir vicdan-ı külli-i ictima’i ile kaim olduğu anlaşılmaya başlamıştır. Kudema lisanıyla ifade olunacak olursa millet addedilen ve bir şahsiyet-i ma’neviyye-i hukukiyye olarak suriyyesi vicdan-ı küllisinden ibaret demek lazım gelecektir. Tarih-i edyan erbabının ta’rifinde ittifak edemeyip durdukları din-i mutlak milletlerin vicdan-ı ictima’ilerini iş’ar eden mebadi-i külliyyedir denilse hakıkate takarrub edilmiş olur. Bu mebadi gerek hak ve gerek batıl her ne ise hadd-i zatında o milletin cihet-i vahdet-i hayatı vicdan-ı küllisi dini dir bunun içindir ki dinsiz bir millet tasavvuru tenakuzu mutazammındır. Edyan ve mebadi-i batıla her halde mahkum-ı zevaldir. Fakat mebadi-i hakka bazen mavera-i şu’ura atılsa bile yine dirilir. İle’l-ebed dirilir. Külli vicdanların teessüsü ve hudud ve suğurlarının tanzimi neşv ü nemalarının suret-i seyri… İşte beşeriyetin en mu’dil mesaili ki ulum-ı müsbeteden hiçbiri bunlara dest-i hükumetini uzatamamıştır. Feylesofların mu’arazat-ı mütemadiyyesi ziyade reyb ü husban yükletmektedir. Buna binaendir ki asr-ı hazır feylesofları felsefeden ikan bekleyenlere karşı muhacematı gittikçe artırmaktadırlar. Halbuki muvaffakiyet-i hayatiyye kuvve-i azm ve iradeye bu ise kuvve-i ikana vabeste olduğundan tereddüd ve husban içinde yuvarlanan vicdanların buhrandan başka bir eserleri olamamak kadar tabi’i bir şey de yoktur. Fakat en uzak noktalara kadar intişara çalışan husbanın şuursuzluğa nazaran bir hizmet-i keşfiyyesi dahi olabileceğinden milletler felsefeyi hakim saymazlarsa da hadim ittihaz etmekten de hali kalamazlar. Vicdan-ı ictima’i hadisatı o kadar seyyal ve o kadar mu’dildir ki kökleri ta a’mak-ı tarihe gömülmüştür. Tarik-i tecrübede yürüyen ulum-ı müsbete mevzu’ları her zaman müşahedat-ı ferdiyyenin taht-ı tahakkümüne girebildiği halde mevzu’-ı ictima’i idrak ve ihtisasat-ı umumiyye asırlarca yaşamış milletlerin bile müşahedatını tecavüz eder de hafıza-i tarihiyyeden isti’aneye lüzum gösterir. Bunda müşahidin şuhud-ı kamile muvaffakiyeti teslim olunsa bile bi’t-tekrir netaic-i tecrübiyye istihsaline imkan tasavvur olunmaz. Bir Balkan Harbi’nin ihtisasatı bir Harb-i Umumi metiyle duçar-ı tahavvül oluverirken bu hadisat ve ihtisasattan vicdan-ı ictima’inin kavaninini istikraat-ı ilmiyye ile tesbit etmek elbette müte’azzirdir. Bundan dolayı ferdin bir vicdan-ı ictima’i te’sis edebileceği kabul edilemiyor. Tarih vicdan-ı ferdisi heva-i nefsanisi arkasında koşarak vicdan-ı küllisini tahrib etmiş birçok ferdler gösterebilirse de bütün mebadisiyle bir vicdan-ı ictima’i te’sis etmiş efrad gösteremez. Bu babda ferdi müessislere dair gösterilebilecek emsal yalnız ulü’l-azm olan peygamberan-ı zi-şan hazeratıdır ki bunlardan hiç birisi de tebligatını ferdiyetine şahsiyetine muzaf kılmamış ve cümlesi ahkam-ı ilahiyyenin tebliğine memuriyetlerini da’va ve bi’t-tecrübe isbat eylemişlerdir. Denilebilir ki bu babda en muvafık menhec-i ma’rifet milletlerin tarihlerinde valid-i vicdanları olan nükul-i sabite ile bir hads-i ictima’iye müncer olur. Nitekim edille-i müsbete-i Ümmet olmak üzere takarrür etmiştir. Mütekellimin ve usuliyyin-i İslam’ın da kabul ettikleri vechile hadsiyyat ve mebadi-i hakkaya muvaffak olan bir milletin hads-i ictima’isinden Hadis-i şerifi medlulünce nice zamanlar olmuştur ki vekayi’-i mühimme hakkında nasın hads-i ictima’ileri ukul ve efkar-ı ferdiyyeden ziyade yürüyecek hey’et-i ictima’iyye bir taraftan usul ve mebadisini gaib etmeyerek ikan ve iradesini vehnden muhafaza eder. Diğer taraftan şu’un-ı hayatiyyenin teselsülatını ta’kıben terakkı ile mazhar-ı neşv ü nema olur. Mürur-ı zaman ile götürür. Bir vicdan-ı külli muhtelif şu’abat-ı mezhebiyye ve vicdanlardaki nüfuzu bir nevi’ zaaf irae eyler. İşte asıl verese-i enbiya olabilmek meziyyetini haiz olan ulema’ böyle zamanlarda mebadi-i vicdaniyyeyi tenkıh ve takviye ve füru’at-ı cedide ile aralarındaki münasebat-ı müsbete ve menfiyyeyi ibraz edebilirlerse millet yeniden bir safvet-i vicdaniyye Vicdan-ı küllinin bazılarına göre eczası bazılarına göre de şürutu mesabesinde bulunan vicdan-ı ferdi ile hudud ve münasebatı mes’elesi dahi esasat-ı hukukiyye hakkında ciddi tenvirat husule getirecek mesaildendir. Hürriyet-i vicdan mesaili etrafında dolaşan ve hala on sekizinci asır efkarını temsil etmekte bulunan müsellemat-ı hukukiyye yalnız vicdan-ı ferdi mülahazasına müstenid görünmekle tatbikat nokta-i nazarından mühim cihetlerde duçar-ı ta’aruz ve müşkilat olmaktan vareste kalamamıştır. Hürriyet-i vicdan düsturunun tatbikinde vasıl-ı tekamül olduğunu iddia eden devletlerin yine takyid-i vicdana müte’allik kanunlar vaz’ından azade kalamadıklarını gören hukuk-ı esasiyye müellifleri bu vaz’-ı mütenakızı te’vil etmek dan-ı külli-i ictima’inin ferdi vicdanlara tahmil ettiği ahkam-ı teklifiyyeden ibaret olacağı te’emmül olunursa hürriyet-i vicdan düsturu nazar-ı hukukta dahi ferdiyetten ziyade vicdan-ı külliye tatbikan halledilmek iktiza edecek ve ihtimal o zaman ferdi vicdanların vicdan-ı külliye karşı taşıyacağı veza’if-i ahlakiyye ile hukuk-ı umumiyye bahsi başka incelik kesb eyleyecektir. Ferdde düstur-ı hürriyyet hem cüz’i ve hem izafi bir tecelliyi haizdir. Her ferd hayatını kendi daman-ı şahsisiyle bi’l-infirad te’min edemeyip bir hey’et-i ictima’iyye-i milliyyenin cenah-ı himayetine dehalet mecburiyetinde bulunmak hasebiyle o hey’et-i ictima’iyyenin vicdan-ı küllisi ona bir takım vezaif tahmil eder ki nefsini bunlardan azade farz edecek surette hem efrada ve hem milletine karşı hürriyet-i vicdan iddiasına kalkışacak olan ferdler hiçbir millet içinde ca-yi kabul bulamazlar. Bunun için milletlerin e’azım-ı ahrarı vicdan-ı ferdinin hürriyet-i mutlakası da’vasını değil vicdan-ı külli-i ictima’iyi temsil etmek ümniyesini ta’kıb eden ve ruh-ı külli tasavvuruna ihtisasleri bütün bir milletin ihtisasine tercüman olur da iradeleri o milletin iradatını tazammun eyler. Düstur-ı mezkurun mutlakiyet-i tatbiki olsa olsa vicdan-ı ictima’i hakkında mümkün olabilecektir. Nefsinde kıymet-i hürriyyeti şayan-ı kayd bulunan vicdan-ı ferdi vicdan-ı ictima’iye müte’araza edecek bir tarzda ser-azad yaşamak sevdasına düştüğü ta’bir-i ma’rufuyla heva-yı nefsanisine zebun ferdler mühim bir yekuna baliğ olmaya başladığı zaman milletin salabet-i ictima’iyyesi halele uğrar. Nazm-ı sübhanisinin ima ettiği vechile mazhariyet-i ilm ile tekamül ettikten sonra vicdan-ı külliden lisan-ı şer’in hakullah dediği levazım-ı vahdetten zühul ve da’va-yı ferdiyyet ile ağacından dökülmeye temayül eden veya kendi vicdan-ı ictima’isini başka vicdanlar lehine hedme çalışan ferdler hem kendilerinin ve hem milletlerinin ilel-i nekbeti olurlar. Bilakis vicdan-ı ictima’inin hürriyet-i kamileye mazhariyeti ba’ı her faziletin mebde’i olmak meziyetini ibraz eder. Bu mühimmeye irşad için zemzeme-i tahmidini ta’lim buyuran Kur’an-ı azimü’ş-şan fatiha-i hidayetinde hey’et-i ictima’iyye-i İslam’ın ancak Rahman Rahim Malik-i yevm-i din olan Cenab-ı Rabbü’l-alemin’e hasr-ı ubudiyyet ve isti’ane ile ma-sivaya i’lan-ı hürriyyet edebilecek bir gaye-i kemale vusulü yolunu göstermiştir. Ne büyük devlet ki bir millet yalnız Allah’ına boyun eğebilsin ne büyük ni’met ki bir ferd böyle bir milletten cüz’ olabilsin! Maamafih anlaşılıyor ki vicdan-ı ictima’i düstur-ı hürriyeti de izafiyetten büsbütün vareste kalamıyor. Ferdi vicdanlar hukukunun bunda bir te’sir-i mütekabili olduğu gibi alemde muhtelif milletlerin ayrı ayrı birer vicdan-ı küllileri bulunmak haysiyetiyle bunların nikat-ı tesadümde birbirlerini takyide temayülleri dahi bir emr-i bedihi ve zaruridir. Devletlerin maddiyetlerinde nasıl birer hudud ve suğur varsa milletlerin ve ictima’i vicdanların da ma’neviyetlerinde öyle birer hudud ve süğur vardır. Bunlar ulum ve fünun-ı nafi’a gibi mezaya ve fezail-i beşeriyye ve medeniyye kavafilinin geşt ü güzarına birer mecra-yı selamet ve milletlerin mukaddesatını yağmaya gelecek olan cünud-ı bağiyye-i dalalete birer medhal-i şekavet teşkil ederler ki birinci kapıyı sedde kalkışacak olan taassubdur mezmumdur. İkinciye mukavemet edecek olan salabettir memduhdur. Hudud-ı ma’neviyyesini muhafaza edebilecek salabeti haiz olamayan milletler hudud-ı maddiyyelerini de muhafaza edemezler. Etseler bile istikbalinden emin olamazlar. Er geç fena ve istimsale mahkum kalırlar. zamanda memleketimizin bu babdaki ihtiyacatı nazar-ı umumisi ufk-ı mu’alla-yı Hilafet’ten bir kevkebe-i ümidin tulu’una nasb-ı nazar eylemiş olduğundan vicdan-ı ümmeti tagdiye ve tatmin ve bu noktadan taksim-i veza’ifi te’min edecek bazı teşkilata lüzum hasıl olmuş ve binaberin bu hususa ihtisası tabi’i olan Makam-ı Meşihat-i İslamiyye’nin ümmetin cereyan-ı dinisine nazım ve nigehban olması ve terbiye-i vicdaniyyesine hasr-ı şu’ur ve iz’an etmesi vücubu takarrür etmiştir. Bu suretle Hilafet-i Kübra-yı İslamiyye sada-yı dini-i devletin makam-ı Meşihat’ten bir nefha-i nevin ile yükselmesine namıyla bir daire teşkili hakkındaki kanun ve ona müteferri’ nizamname neşr olunmuş ve bu kere bi-havlihi te’ala resm-i küşadı icra kılınmıştır. Mütala’asından müsteban olacağı vechile nizamnamenin tevdi’ eylediği vezaifin ehemmiyeti ve sinin-i vefire mesa’iye mütevakkıf ümniye-i aliyyenin azameti önünde Daru’l-Hikme kendine atf-ı enzar etmekte bulunan mü’minin ile beraber mühtezzü’l-kalb olarak ve tevfikat-ı sübhaniyyeye sığınarak hizmete mübaşeret etmiş ve üçüncü madde mucebince tasavvura başlamıştır. Teşkilatının ibtidailiği ve ilca-yı hal ile vesait-i lazımesinin fıkdanı içinde Daru’l-Hikme mütefekkirin-i memleketin mu’avenet-i samimiyyesi lüzumunu hissetmezse elbette Daru’l-Hikme’den beklediği hidemat yalnız Devlet-i Osmaniyye ve millet-i İslamiyyeye münhasır bir gaye-i kemal te’allik fezailin taharrisine de mün’atif bulunduğundan Daru’l-Hikme temenni-i mu’avenetini ale’l-umum insaniyet hadimlerine kadar teşmilde tereddüd etmeyecek ve bu vechile hacat-ı insaniyye ve İslamiyyeye de kesb-i vukuf ederek müşkilat-ı diniyye-i İslamiyyenin hallinde bir merci’ olmak şerefini ihraza çalışacaktır. ruhas ve müsa’edat-ı diniyyeyi taharri ve havaic-i İslamiyyeyi tatmine uğraşacaktır. Aynı zamanda Daru’l-Hikme bir dar-ı salabet olmaya çalışacak zarurat ve esasat-ı diniyye ve ahkam-ı aliyye-i İslamiyyeden inhirafı tecviz etmeyerek habl-i metin-i ilahiye i’tisam aşkını besleyecektir. Hemen Cenab-ı Hak tevfikini refik eyleye. MEDENIYETIN RUHUNU BIRAKARAK YALNIZ ZEVAHIRINDE GARBLILARI TAKLID BELIYYESI – – “Arzu ederdim ki ta’addüd-i zevcat bizde de mübah olsun da bilad ve akvam yaşadıkları yerlere karşı derece-i merbutiyetleri anladığınız merkezde olan mader be-hata kimseler gailesinden kurtulsun. Evet ta’addüd-i zevcatın ahval-i menziliyye hayat-ı aile nokta-i nazarından muzır cihetleri olabilir. Fakat fuhşun sirayet ve intişarında husule gelen ve ufak bir nümunesi yukarıda gösterilen mazarratlarla mukayese edilirse bunların ehemmiyet-i maddiyyeleri hiç menzilesine tenezzül eder. Kadınlar afif ve namuskar bir kadının üzerlerine ortak gelmesine tahammül edemezler. Fakat yemin ile te’min ederim ki namuslu bir ortak o ırz ve namus düşkünü kadınlardan elbette pek çok hayırlıdır. O kadınlar ki dam-ı fitne ve tezvirlerine düşürdükleri erkekleri ev barklarını gözleri görmeyecek ciğerparesi evladları bile hatırlarına gelmeyecek surette kabza-i teshir ve tahakkümlerine alırlar. Ümmetleri vatanları müdhiş felaketlere ma’ruz bırakırlar. Bununla beraber bazılarının yapmakta olduğu mut’ayı ki muhadenet dost tutmak usulüne pek yakın olmakla beraber ensali evlad-ı zinanın inkar ve ihmal yüzünden ber-vech-i meşruh duçar olageldikleri bunca fecayi’a hedef olmaktan sıyanet etmektedir. Zina ve sifaha müreccah addederim. Çünkü görüyorum ki nikah-ı mut’adan hasıl olma çocuklar babalarının malı oluyorlar nesebleriyle tanılıyorlar sair baba bir kardeşlerinin müstefid oldukları hukuktan onlar da istifade ediyorlar. Esatize-i İslam’dan birinin şu ufak hikayesi ne kadar ma’nidardır: Londra’da evlad-ı zinaya mahsus müessesattan birini ziyaret ettiği sırada müessese müdürü bu zata: “Sizde bu kabil müessesattan kaç tane var? Sual irad eder. Hiç cevabını alır. Kemal-i hayretle: Nasıl olur? demesi üzerine o zat: Çünkü bizde bu gibi şeylere ihtiyaçtan vareste kılacak kanunlar var” der ki maksadı bi’z-zarure nikah-ı mut’a olacaktır. Bir def’a da şeyhlerden biri kadınların yabancı erkeklerle kezalik erkeklerin yabancı kadınlarla ihtilattan memnu’iyetlerinin hikmeti ne olduğu hakkında irad edilen suale: “Mes’elenin halledilemeyecek bir ciheti yok biz hanelerimizde bulunan zürriyetlerin kendi evladımız olduklarını bilmek evlerimizin haricinde her türlü hukuktan bakıp büyütecek hami-i müşfikten mahrum çocuklarımız olmadığına mutmain bulunmak isteriz” cevabını vermiştir. Bu sözün umumi bir tarzda kabulü doğru olamazsa da birçok vekayi’ ve hadisat bunu te’yid edecek mahiyettedir. Hülasa-i kelam nefsin zevk ve amaline tevafukuyla beraber zina ve sifahın öyle elim netayici o kadar büyük mazarratı var ki mahiyetine ciddi bir nazar-ı tedkık atf edenlerin bunu nefretle telakkı etmemeleri kabil değildir. Şarkın biz garblıların yolsuz addettiğimiz izdivaca müte’allik kanunları seyyi’at-ı ahlakiyye mehazir-i vataniyye ve siyasiyye tevlid etmiş ve edecek olan bu gibi istibahalardan elbette nisbetsiz derece hikmet ve maslahat esaslarına ibtina etmektedir. Evet büyük memleketlerde fenn-i terbiye uleması veled-i gayr-ı meşru’ların günden güne tekessürü mes’elesinin müdafa’a-i vatan nokta-i nazarından tehdidkar bir vaz’ aldığını anlamışlar mechulü’l-asl kimselerin kimin nesi olduklarını bilmemekten mütevellid bir yeis ve inkisar te’siriyle kalblerinde hubb-ı vatan hissinin peyapey duçar-ı inhitat olmasından endişe ederek meslek-i terbiyyelerine “Vatan demek tir” nazariyyesini esas ittihaz etmişler ve bu suretle mahall-i neş’et olmaktan fazla bir ma’na ifade etmeyen vatanı insanın asıl ve maye-i vücudu olan pederi destgah-ı hilkat ve tekevvünü olan maderi makamına ikame etmek istemişlerdir. Avrupa’da bu sınıf ulemayı görüyoruz ki gençlere daima bu yolda telkınatta bulunuyorlar. Şiirlerinde romanlarında mecmu’alarında bu fikrin tervicini hedef ittihaz ediyorlar. Bunların mesa’i-i müstemirreleri her ne kadar bu fikri gençlerin zihinlerine yerleştirmiş ve hatta bir kısmında akıde şekline tim nev’-i beşerdir vatanım ru-yi zemin” düsturunu mahv ü hede hususundaki gayretlerini vatanlarıyla beraber haseb ü neseblerinin şan ve şerefini müdafa’a azm ü gayretiyle mücehhez olan haseb ve neseb sahibleri derecesine çıkaramamıştır. müdafa’a ve mücahede sahasında iki kat fedakarlık ibraz ediyorlar. Bu iddianın en büyük şahidi şudur ki hükümdarlar tarafından idare edilen memalikte bir gaile-i siyasiyye veya harbiyye başgösterince hükümdarlar en ziyade tac ve tahtlarından aba vü ecdadlarının mecd ü ikbalinden kendilerine miras-ı eslaf olan mefahirden saltanat ve asaletten dem vururlar yalnız icra-yı hükumet ettikleri memleketlerden vatandan bahs ile iktifa etmezler. Şayan-ı kayd ve tezkardır ki hakıkaten muhabbet-i vataniyye hissiyle meşbu’ olanlar memleketlerine hizmet yolunda canlarını telef edenler vatan denince hatırlarına doğup büyüdüğü yerin ana baba kardeş kavim ve kabilelerinin ecza-yı vücudundan terekküb etmiş olan sath-ı haki tebadür eder. Yoksa yalnız havası suyu için vatan deyip vatan işitmezler. Ne hacet insan bir yerde bulunur ve o yerin mehasin-i tabi’iyyesinden mena’im ve lezzatından müstefid olur. Fakat o yeri ne kadar sevse vatanın öşr-i mi’şarı derecesinde sevemez. Bunun böyle olduğunu vatan-cüda olanlar pek güzel takdir ederler. Kadın ve hürriyet-i ihtilat mes’eleleri hakkında söyleyeceğim sözler bunlar. Bunları unutmayınız nakş-ı hafıza ediniz Peygamberiniz sallallahu aleyhi ve sellemin “Benden sonra erkek fil bulunmayınız. Şuraya kadar olan ifadatımda bizde hayat-ı zevciyyet şarklıların tevehhüm ettikleri gibi hadd-i kemale varamamış safvet-i ma’işeti haleldar edecek avamilden tecerrüd edememiş olduğunu anladınız. Şu hakıkat bir kere daha nazarınızda tecelli etti ki ictima’i siyasi birçok felaketlerimizin menşe’i; bizdeki tarz-ı mu’aşeret icabınca ictinabı kabil olmayan erkeğin kadınla peyda-yı alaka etmesi mes’elesidir. yerine yerine sehven yazılmıştır. Bir alaka ki iki sınıfın yekdiğeriyle ihtilatını mübah addetmek akıde-i ictima’iyyesi olmasa ne o ne de netayic-i vahimesi vücud bulabilir. Size bir şeyden bahs etmeyi unuttum. Birçok tarafdarları olan bu muhtelif ve mütenevvi’ efkara karşı bazı muharrirlerimiz mütevassıt bir meslek ittihaz etmişler ve bununla en ma’kul ve en salim bir meslek keşf etmiş olduklarına kani’ bulunmuşlardır. Esas i’tibarıyla bu zümre de fuhuş hayatına karşı nefret besliyorlar bir takım kadınların hayatlarını bağlamış oldukları fuhuşhanelere arada bir mu’arefe-i sabıka olmaksızın erkeklerin biri çıkıp biri girmesini kerih görüyorlar. Ve bu makule kadınların döl için celb edilmiş hayvanlardan farkları olmadığını söylüyorlar. Ancak zannediyorum ki bunlar sefahet aleminde insanın tanımadığı bir kadına karşı nasıl bir meyl ve meclubiyet hissettiğini evvelce görüşüp tanışmayan yük haz aldıklarını takdir edemiyorlar. Böyle behimane ve avare-serane hayatı pek çirkin ve şayeste-i nefrin gören bu zevat insanın kendini dilsiz hayvan mertebesinden ali tutması binaenaleyh saik-i muhabbet-i mütekabile olmadıkça iki şahsın münasebatta bulunmaya tarafdar olmamaları icab edeceğini söylüyorlar. Maamafih uzun boylu mu’aşeretin de insanın kalbinde refikıne karşı olan meyl ve muhabbete zaaf iras edeceğini dermiyan ediyorlar. Bunlar nazariyelerinin son noktasını esas ittihaz ederek resmi nikah ve izdivacın bir zaruret-i ictima’iyye olmadığını belki de bunun zevc ve zevceyi daimi bir irtibat nihayetsiz bir refakate mahkum olmak gibi arzu etmedikleri bir hali tahammüle mecbur edeceğine kail oluyorlar. Yine bu noktaya istinad ederek muhabbetin galeyanına zaaf tarafeyne melal iras edecek böyle bir rabıtanın saadet-i maddiyyeyi te’mine hadim bir gaye teşkil edemeyeceğini fıtrat-ı beşer usanç veren bir sebat ve karardan ziyade neşve-i hatıra ba’is olan cevvaliyete mütemayil bulunduğunu iddia ediyorlar. Avrupa’da ve sair memalik-i müterakkıyede birçok kimseler bu nazariyyeyi kabul ettiklerinden muhadenet mesleğinin tarafdaranı çoğaldı. Birçok cihetlerle zevciyyet hayatına benzeyen ve ondan yalnız akd-i resmiye müstenid olmamak müddet-i devamı iki refik arasında meveddet ve samimiyet hissinin devamına münhasır bulunmak ve aradaki rabıta-i muhabbet gevşeyince yeni bir refik aramak için herbirinin bir tarafa gitmesine imkan vermek gibi şeylerden ibaret bulunan bu hayat gitgide sari ve müstevli bir şekil aldı. Bu tarz hayat birçoklarının zevk ve temayüllerine tevafuk etmiş bununla izdivac hayatı arasındaki farkın akd ve şühudun zabt ve tahriri dine yahud adete müstenid bir takım merasimin icrası gibi resmiyet dairesini tecavüz edemeyecek derecede i’tibari olduğu kanaatini perverde etmeleri bunun netayic-i muhtemelesine fazla ehemmiyet vermemelerine sebeb olmuştur. Biz şurada biraz bu mesleğin de ne dereceye kadar yanlış olduğundan bahs edelim: Bu mesleğe salik olanlarda adet alaka ve rabıtaların devamına mü’eddi olacak bil-cümle vesailden mümkün olduğu kadar sakınmak merkezindedir. Evlad peyda etmek arada en metin ve en paydar alakaya vücud vermek demek olduğuna göre bu gibiler ileride idame-i münasebata mecbur edecek bir hal karşısında kalmamak için hamle mani’ edviye isti’malinden hiçbir vakit hali kalmazlar. Zira ta’kıb ettikleri nazariyye uzun boylu ülfet ve muaşeretle hararet-i muhabbeti idame kabil olamadığı en muvafık tarz-ı hayat “yeniden yeniye” hayatından ibaret bulunduğu i’tikadını telkın etmektedir. Bazen olur ki kullanılan türlü türlü ilaçların te’siri olmaz da o kadar ihtirazlara rağmen çocuk peyda olur. Ana baba zamanında meşime-i maderde hayatını ifna edemezlerse çocuğu ciddi bir istiskal ile karşılarlar. Baba büyük bir endişe ve me’yusiyetle onu evladlığa kabul eder. Maamafih ana baba arasında revabıt-ı muhabbeti takviye eden evlad alakasının vücud bulmasına rağmen bunlardan herhangi biri istediği zaman bi-muhaba mevcud olan bütün alaka ve rabıtaları kırarak yeni bir eğlence yeni bir sevda Memleketlerimizde öyle ekdi evladlar görüyoruz ki bunlar daha aşiyan-ı pederde iken ana babalarının geçirdikleri tarz-ı hayatı gözleriyle görüyorlar. Onların yekdiğere karşı olan etvar ve harekatını hayretlerle ta’kıb ediyorlar ukde-i muhabbet gevşediği yenilemek hevesiyle enzar-ı tecessüs şuraya buraya in’itaf ettiği ve müteakiben herbirinin yeni bir refik-ı hayat aramak üzere bir tarafa gittiği zaman encam-ı karın nerelere müntehi olduğuna şahid oluyorlar. Bedihi bir hakıkattir ki nesil ve zürriyete karşı açılan harbin böyle bir cereyan-ı muttarid ta’kıb etmesi nüfusun tenakusuna memalikin mevcudiyetini azamet ve ikbalini müdafa’a edecek insanlara müftekır bir halde kalmasına mü’eddi olur ki bu hal Fransa gibi memleketlerde bütün vuzuhuyla tecelli etmektedir. Evet fuhuş ve metres hayatının aile hayatına galebe ettiği örfi usul-i mu’aşeretin nikah makamına kaim olduğu Avrupa’da tevellüdat alabildiğine tedenni etmiş Fransa bugün nüfuz-ı millisini idame hududunu bilhassa Almanlar gibi muttarid bir terakkı-i nüfusa mazhar olan bir millete karşı müdafa’a edebilecek kuvvet ve iktidardan mahrum kalmıştır. de daima ceninlere karşı edviye isti’mali veyahud hamle mani’ tedabir ittihazı gibi tevellüdatın azalmasına ümmetlerin mahvına badi adat-ı sakıme ile müterafık bir surette yürüyebiliyor. Asırlardan beri devam ettiği hayat-ı sefihane ve fuhuş-perveranenin avakıb-ı vahimesini şu harb-i mu’azzam esnasında anlamış olan Fransa memlekette tezayüd-i nüfusun çarelerini şimdi düşünmeye başladı. Ve en yeni bir çare olmak üzere çocuğu olan kadınlara daimi tahsisat vermeyi düşünerek birinci çocuğa yüz ikinciye üç yüz ve hakeza frank vermeye karar verdi. Yalnız şurası şayan-ı dikkattir ki temayül-i fuhş damarlarına işlemiş olan bu millet tahsisatı erkeklere değil vaz’-ı haml eden kadınlara veriyor. Ve bu suretle millet adam kazansın da isterse bunlar memleketin sahn-ı ezvakında yazları kışları geçirmek için her taraftan akıp gelmiş olan kimselerin tohm-ı sefahetlerinden hasıl olmuş olsun yolunda asırlardan beri ta’kıb ettiği siyasete sadık kalmak istiyor. Bundan dolayı Fransa her mevsimde gelen binlerce züvvarın memlekette bırakacakları ensalin hayatlarını muhafaza edip de bunlardan mevcudiyetini muhafaza edecek asker yetiştirmeye pek ziyade haristir. Fakat acaba Fransa ve emsali milletler böyle mayesiz babası belirsiz adamlarla diğer afif ve namuskar akvamın belli besli pak ve nezih haseb ü neseblerle vasıl oldukları mertebe-i mecd ü te’aliye vasıl olabilecekler mi? Heyhat “Sürme çekmek kudretten sürmeli olmaya benzemez.” Muhadenet mesleğinin tevellüdatın tedennisine nüfusun üzerine icra ettiği te’sirleri anladınız. Bu tarz hayatın verdiği neticeler bundan ibaret değildir. Netayic-i muzırrasından biri de bu mesleği aralarında yaşatan ümmetlerin nizam-ı aileden mahrumiyetleridir. Evet hayat-ı muhadenetten müstefid olmak isteyen ümmetlerin yurdlarında nizam ve sıhriyyet gibi alakadarlar miyanında mütekabil re’fet ve meveddet muvasat ve mu’avenet hisleri tevlid eden rabıtalar vücud-pezir olamaz. Her yurd diğer yurdlarla gayet mahdud surette peyda-yı münasebet edebildiği için yalnız başına paydar olmak mecburiyetinde kalır. Yurdlar rabıtasız kaldığı aralarında ahenk-i ittisal teessüs edemediği takdirde ederler ki neticesi mütesanid bir hayata mazhar olamamak bir ümmet teşkil edememektir. Çünkü nerede muhtelif kitlelere ailelere hedef-i müşterek teşkil edecek müttehid bir gayet ve müteşettit efradı bir noktada cem’ edecek bir rabıta bulunursa orada ümmet teşekkül edebilir. Aşk ve garam esasına istinad etmeyen bir mu’aşereti hoş görmeyen bu muharrirler garamiyyunun müdafa’a ettikleri bu nazariyyeyi doğrusu biz yalnız tahsil görmemiş ahval-i nefsiyyenin esrarına ruh-ı beşerin muhtelif etvarına infaz-ı nazar edememiş kimseler üzerinde icra-yı te’sir edebilecek hulyalar mugalatalar cümlesinden addediyoruz. Fikrimizi Cenab-ı Hak devamlı bir hayat samimi bir mu’aşeret arzusunda bulunanların kalblerinde aşk ve garamın tatlı ve ateşin heyecanlarının yerini tutacak meveddet ve re’fet hisleri halk etmeyi vaad ediyor ve bu vaadin eser-i incazı olarak zevc ve zevce kalbleri daima görülegeldiği üzere biri birlerine karşı samimi temayüllerle rahm ü şefkat hisleriyle mütehalli bulunuyor. Arada bir de beşeriyetin sermaye-i olan evlad bulunması bu hissiyat-ı aliyye ve neziheye daha ziyade kuvvet veriyor. Bir gün Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk’ın kulları hakkındaki ni’metlerini ta’dad varlığına bürhan ikame eden şu ayeti okuduğum zaman ne kadar mahzuz olmuştum! “ Hakıkaten bir kitab-ı semavi ve akd-i diniye devam ve istimrar kasdına istinad eden mu’aşeretlerde sükun ve huzur meveddet ve re’fet asarı o kadar bahir bir surette tecelli eder ki sevda ve garam yolunda afiyet ve zindegilerini heder edenler onun öşr-i mi’şarına nail olamazlar. Birçok kadınlar tanıyoruz ki kocalarının yerine yazılmıştır. kalblerine hakim olmak ve kendilerine olan muhabbet ve mücerreb edviyeye müraca’at ediyorlar. Onlar biliyorlar ki çocuk ebeveyn arasında en kuvvetli bir rabıta meyl ve muhabbetin devamı için en esaslı bir zımandır. Şu esaslara binaen zevciyyet alakalarını tehdid eden en kuvvetli tehlike bunun gitgide kuvvet ve metanetini gaib etmesi ve bu halin te’siriyle mu’aşerette zevk ve huzur hayatta lezzet kalmaması kaziyyesi olduğunu zannedenler hezeyandan sivri akıllı gençlere karşı bir takım efkar-ı batılayı tezyin ve tahsin emeline hizmet etmeden başka bir şey yapmıyorlar. Evet biz de inkar etmeyiz ki teehhül aleminde revabıt-ı zevciyyeyi zayıflatan hatta bazı kere tefrika ve talaka mü’eddi olan bir takım ahval vardır. Fakat bu ahval için akd-i nikah neticesinde hasıl olan hissiyat-ı fazılaya mücerred rabıta-i zevciyyenin devam ve istimrarı iras-ı za’af etmediğine delalet edecek bir takım ilel ve esbab mevcuddur. Sözün hülasası muhadenet hayatının da şu’un-ı ictima’iyyeyi haleldar etmek bunu vasi’ mikyasda tatbik eden ümmetleri büyük büyük zararlara sokmak hususunda fuhuş hayatından geri kalmayacak bir takım vahim neticeleri elim akibetleri vardır. Bu iki hayat bazı cihetlerce yekdiğerinden ayrılırsa da arada mevcud olan fark her iki hayat yüzünden ümmetlere terettüb eden zararlara ev bark hayatının aile münasebatının mahvını nüfusun tedenni ve ensal ve ensabın izmihlalini şeylerden değildir. Veyl kör körüne inkıyaddan tevellüd eden akibetleri düşünmeksizin ümmetleri taklid edenlere! Efsus başkaların duçar oldukları mesa’ibden ibret almayan geçirdikleri acı acı tecrübelerle yürekleri dağlanmış avare bir hayat-ı olanların sözlerinden istifade kaydında bulunmayanlara!” – – Kadir Ali Efendi’ye sual ettik: Buhara ile Kabil arasında yahud Buhara halkıyla Afgan halkı arasında ne gibi fark ne gibi nisbetler gördünüz? – Asıl şehirlerin ebniyesindeki fark göze çarpacak derecede değildir. Yalnız Kabil’de nisbeten nizam ve intizama tanzifata daha ziyade ihtimam edildiği hissolunabilir. Sunuf-ı ahaliye gelince; iki memleket arasında oldukça fark var. Buhara’da talebe kesreti ulema çokluğu göze çarpar. Kabil’de ise sipahi asker ve ümera çokluğu. Kabil’in her ne tarafına baksanız hayat-ı askeriyye görürsünüz. Sokaklarda caddelerde her yerde daima müsellah adamlara tesadüf olunur. Tabi’idir ki şekil ve kıyafetçe tarz-ı ma’işetce de farklar vardır. Lakin elhamdülillah hep müslüman olduğu cihetle yekdiğerine karşı kardeş mu’amelesi yapıyorlar. Ayrılık gayrılık görülmüyor. Bilhassa Afgan uleması esasen Buhara’da yetişmiş oldukları cihetle umum Afganiler Buharilere bir üstad ihtiramı besliyorlar. Bu pek eski bir an’anedir. Mesela benim gibi bir adam de ihtiram görüyor. Kabil’de dokuz ay kaldığım halde on para sarfına lüzum hissetmedim. O kadar uzun bir müddet hep misafir sıfatıyla kaldım. Daha benim gibi pek çok Türkistanlı oralarda aylarca kalır da hep misafir olarak yaşar. Esasen bu adet İslamiyet’in feyz-i diyanetiyle teessüs etmiştir. Zira İslamiyet’te garibe ve yolcuya hürmet vardır. Afganilerde umumiyetle misafir-perverlik gayet büyüktür. – Mezru’at mahsulat cihetleri nasıldır? – Afganistan’da enva’-ı meyve ve hububat gayet mebzuldür. Umumiyetle Afgan halkı mezru’ata pek büyük mesa’i sarf ederler. Toprak terbiyesi hususları gayet mükemmeldir. Bizim Türkistan’da dahi köy hayatı pek iyidir. Afganistan halkı da tam ma’nasıyla köylüdür çiftçidir. Ucuzluk bolluk memleketin şose yolları çoktur. Bütün dağlar zümrüd gibi yeşildir. Usul-i ziraat kadim ise de zürra’ fevkalade çalışkandır. – Siz A’zam Han erikinde misafir olduğunuz cihetle şehzadelerden de bazılarını ihtimal görmüşsünüzdür bize Afgan şehzadeleri hakkında biraz ma’lumat verebilir misiniz? – Şehzadelerden bazılarıyla gayet hoş vakit geçirdim. Esasen konak bayım olan A’zam Han Şir Ali Han mahdumlarıyla Taşkend’den mu’arefemiz vardı. Gençliğinde Taşkend’de bulundukları zaman bizim büyük peder-i merhumun hanesinde iki üç ay kadar misafir-i has olarak kalmışlardı. Şu cihetle ben de kendilerine misafir olmuştum. Çok i’zaz ve ikram ettiler. Tabi’i A’zam Han cenablarının mahdumları vasıtasıyla diğer şehzadegan ile de mülakat ettik. Hususi sohbetlerde bulunduk. Hatta bendenizi birkaç def’alar ava da götürdüler. Afganistan şehzadeleri ava pek meraklıdırlar. Haftada iki gün mutlaka ava giderler. Kendileri gibi ben de av merakı olmadığını hatta silah isti’maline muktedir olmadığımı gördükçe bu halime pek ziyade ta’accüb ederlerdi. Zorla silahı elime verirler benim silahtan korktuğumu görünce hem gülerler hem teessüf ederlerdi. Hatta Habibullah Han hazretlerinin büyük mahdumları “Memleketinize avdet ederseniz mutlaka avcılığa heves ediniz. Hem kendiniz daima avcılığı san’at ediniz hem memleketin gençlerini teşvik ediniz. Böyle silah kullanmasını bilmez erkek nasıl olur?” Hakıkaten olmaz ama maa’t-teessüf bizim diyarda böyle şeyler yok. Onların bütün oyunları silah Hatta on dört yaşlarında Ekrem Han namında küçük bir şehzade ince sesleriyle bir gün sabah namazından sonra asker ta’lim ediyordu gördüğümde hayret etmiştim. Tabi’atıyla bu cihetleri kat’iyyen bizim Buhara’ya kıyas olunamaz. – Şehzadelerin okumaya hevesleri ilme muhabbetleri ne derecededir? – Kendilerini mütala’aya pek hevesli gördüm. Ava gittikleri zaman bile yanlarında müte’addid kitaplar bulunurdu. edip duruyorlardı. Bundan anladığıma göre ilme karşı muhabbetleri pek ziyadedir. – Ne gibi kitaplar okuduklarını öğrenebildiniz mi? – Ben onu zaten bilemezdim. Zira ekser okudukları kitaplar ecnebi kitapları idi. Zannederim hep İngilizce idi. Çünkü bir kere kendi beynlerinde konuştukları sırada: Bu ne lisanıdır diye sorunca İngiliz lisanıdır demişlerdi. Maamafih kütübhanelerinde Farisi kitaplar da bulunuyordu. Bilhassa Abdurrahman Han merhumun tercüme-i hali hepsinde vardı. Zaten her Perşembe akşamı Habibullah Han huzurunda babaları Abdurrahman Han cenablarının menakıbı okunuyormuş. Ekser şehzadeler de orada hazır bulunuyormuş. Her Perşembe saraya gittiklerini görüyordum. Hatta – Demek ki Abdurrahman Han’a büyük hürmetleri var. – Pek hürmet ederler. Umumiyetle Afganistan’da Abdurrahman Han namı pek mübecceldir. Bi’l-umum meşayih hankahında dahi her hafta Abdurrahman ruhuna mahsus hatm-i hace okunur. Zabitan ve ümera-i askeriyenin hepsinde Abdurrahman Han’ın tercüme-i hali bulunur ve daima mütala’a ederler. Söz arasında “Abdurrahman Han Cenab-ı Emir şöyle demiştir” diye mutlaka merhum-ı müşarun-ileyhden bahs ederler. – Şehzadeler ile konuştuğunuz zaman hangi lisan – Hep Farisice konuşurduk. Zaten resmi lisan Farisicedir. Her ne kadar kendilerine mahsus ayrı lisanları var ise de benimle daima Farisice konuşurlar hatta benim yanımda kat’iyyen başka lisan kullanmazlardı. Gayet nazik ve edibdirler. Pek çok Farisi eş’arı bilirler esna-yı mükalemede ale’l-ekser Hafız-ı Şirazi’nin şiirlerinden iktibas ederler. Salabet-i diniyyeleri mükemmeldir. Avda gezdikleri zaman bile namazlarını mutlaka cema’atle kılarlar. Çok sevimli halleri vardır. – Şehzadeler ne gibi avcılığa merak ediyorlar? – Benim bulunduğum zaman kuş avı mevsimi idi. Hep kuş avcılığına gidiyorlardı. Ördek kaz avları gayet hoş oluyordu. Ekseriyetle hayvan üzerinde giderler. Tek tük tesadüf eden kuşları hayvan üzerinden vururlar. Hususi mu’allem köpekleri vardır. Bunlar vurdukça köpekler toplar. Bazen kuşların çok olduğu göllerin etrafında hayvandan inerler o suretle icra-yı sayd ederlerdi. Kazları ekseriyetle “bazi” ta’bir ettikleri kuşları vasıtasıyla tutarlardı. İki üç bazi kuşunu birden kaz sürülerinin arkasına saldırırlar baziler ayaklarıyla deperek kuşları düşürürler köpekler de yere düşen kuşları toplayarak getirirler. Bu pek eğlenceli bir şeydir. Sonra mesela bir su kenarında oturup gülerek oynayarak kuşları kendi beynlerinde taksim ederlerdi. Beni de unutmazlardı. Benim hayvanıma da birkaç kuş asarlardı. Bu suretle akşamları avdan avdetimizde herkes pür-memnuniyet yekdiğerinin silah isti’malindeki hatalarını söyler OSMANLI İTTİFAKININ KIYMETİ Avrupa hükumetlerinin politikalarının siyasetlerinin hedefi daima vazıh ve mu’ayyendir. Kabinelerin değişmesi ricalin tebeddül ve tağayyürü mu’ayyen olan siyaseti asla rahnedar etmez. Çünkü mezkur devletlerin gerek dahilde gerek haricdeki idare ve siyasetleri pek sağlam ve sarsılmaz temeller üzerine konulmuş ve eşhas ile hiçbir alakası yoktur. Avrupalılar içinde bu ana kadar en metin siyaset ta’kıb eden sız milleti kelebek huylu olduğundan daldan dala çiçekten çiçeğe uçmayı mütenevvi’ muhitlerde dolaşıp zevk almayı münharif görünüyor. Bununla beraber İtalya vesair mü’telifine nisbeten Fransa’nın siyaseti esassız sayılamaz. İngiltere usul-i idaresi dikkatle ta’kıb edilirse görülecektir ki hem ahrarane hem de müstebiddane bir tarzda orada tedvir-i umur edilmekte ve her şeyin fevkinde meşrut bir krallığın meclis-i teşri’iyye ve diniyyeyi mülahaza ve muhafaza etmekle mükellef oldukları anlaşılmaktadır. müddet için bile– meydan bulamamamış kesb-i ittisa’ ve siyaset daima tatbik edilegelmiştir. Zahire bakılırsa İngiliz kanunları son derece ahrarane ve serbestane bir mefkure ile taknin edilmiş ise de hakıkat-i halde İngiliz kanunlarından daha şiddetli daha mehib dünyada hiçbir kanun tasavvur edilmez. Ahkam-ı kanuniyyenin fiilen ta’kıb ve tatbiki keyfiyyeti İngiliz zimamdarları için büyük bir vazife teşkil eder. O kadar ki bu hükumet me’murları her türlü mezalimi en büyük gaddarlığı kava’id ve kavanin-i mer’iyyeye nazaran icra etmekten çekinmezler. Cihanın mukadderatıyla İngiltere Devleti her zaman istediği gibi oynamış ve siyasetini türlü türlü entrikalarla çevirmişti. Fakat şimdiye kadar bir İngiliz zimamdarının veya siyasi me’murunun siyaset işlerinde yalan söylediğini iddia edebilecek bir ferd çıkmamıştır. Demek oluyor ki İngilizler siyaset umurunda yalanı doğru bir kalıba ifrağ etmekte maharet sahibi olmuşlardır. Esasen hulul-i muslihane ile tedrici surette akvam-ı cihanı takallüb ve nüfuzları altına sokmak hususunda İngilizlerin büyük tecrübe ve ihtisasa malik oldukları herkesçe müsellemdir. Akvam-ı şarkiyyeden ma’dud olup da İngiliz siyaset-i kahiranesinin zebun ve kurbanı olan milletlerin İngiltere’nin bu üstadane mahareti fiilen görüp teslim ve i’tiraf ediyorlar. siyasetinden teba’üd ve ictinab etmeye çalışıyorlar. Akvam-ı mezkure içinde İngiltere’nin entrika ve tezviratına layıkıyla kesb-i vukuf ve ıttıla’ edenler Hindliler Mısırlılar ve daha sonra İranlılardır. getirdiği halde el-an “Hindistan benimdir” demiyor! Öylece Mısır dahi günün birinde “Mısırlıların olacaktır” demekte tereddüd etmiyor. İranlılara gelince daima İngiltere zimamdarları beyanatlarında “İran kuvvetli bir hükumet şeklini iktisab edinceye kadar İngiltere ona yardım etmelidir” diyorlar. Halbuki zevahirden sarf-ı nazar edersek gerek Hindistan’ı ve Mısır’ı ve gerekse İran’ı İngiltere Devleti fiilen istila etmiş ve bu İslami ülkelerde her istedeğini icra etmekte hiçbir müşkilata ma’ruz olmamıştır. tecarib ve maharete malik olabilmişlerdir? sualine cevap olarak deriz ki: Bu hükumetin me’murları hep çekirdekten yetişmiş türlü türlü dahili ve harici me’muriyetlere ta’yin edilmiş dünyanın her tarafını me’muriyetle seyr ü seyahat eylemiş kimselerdir ki zaman onlara cihanın sıcağını soğuğunu tedrici surette tattırmıştır. Bundan başka bu millet küçüklükten güzel bir milli ve ictima’i terbiye görüyorlar. Ve mektepten dinç sağlam faal ve cevval bir unsur gibi yetişiyorlar. Ailevi terbiyeleri de o milleti son derece serbest mütedeyyin hür fikirli olarak hayatın meydan-ı mübarezesine atıyor. Şüphesiz bu suretle mücehhez olan bir ferd milletine devletine büyük ve parlak hizmetler ifa eder. kimselerdir. Sair hükumet ve milletler gibi İngiltere hiçbir zaman kaht-ı ricale uğramamış bundan sonra da uğraması mümkün değildir. Bugün İngiltere’nin hangi racülünü lordunu tedkık etsek neticede göreceğiz ki devlet ve milletine pek nümayan hizmetler etmiş ve akran ve emsali içinde temayüz eylemiştir. kemmel olup bu iki idare muntazam teşkilata malikiyetle müftehirdir. Dünyanın öbür ucunda vuku’a gelen bir hadiseyi bu mükemmel teşkilat sayesinde İngilizler yarım saatte haber alırlar. Her İngiliz sefiri konsolosu siyasi memuru ve hatta gazetecisi aynı hisle mütehassis aynı mefkure ile mülhem birer kine gibi usul-i siyaseti icabat-ı zamanı lazım gelen ta’kıbat ve tatbikatı bütün me’murlarına süferasına zerk ve telkın eder ve bir şeyin vuku’undan evvel mensubinini haberdar eyler. Bu makine daima yeknesak dönüp tedvir-i çarh eyleyip harekat ve sekenatıyla azim faideler te’minine muvaffak olur. Her İngiliz Hariciye me’muru her gazetecisi birer İngiliz casusudur. Bugün Hariciye mesleğine mensub olan her nın ötesinde berisinde köşesinde bucağında yaşayan İngiliz dostlarıyla düşmanlarını tanırlar isimlerini ezberlerler. Faraza bulunan İngiliz tarafdaranıyla aleyhdaranını bilirler ve onlara karşı o yolda ittihaz-ı tedabir ve izhar-ı hissiyat ederler. Almanya Devleti vaki’a büyük ve muntazam bir teşkilat-ı askeriyyeye malik olmakla beraber meydan-ı siyasette pek ma’lumatsız tecrübesiz bi-çare ve yaya kalmıştır. Asr-ı hazır lere müsa’id olduğundan pek çok def’a süngü ucunun keskin kılıcın kurşun ve barutun halledemediği mes’eleyi ufacık bir tedbir-i siyasi ve idari halleder. Ve ince kalem ucu o gibi müzmin ve düğümlü derdlere birer deva-yı şafi ve acil teşkil eder ki Almanya bundan kamilen mahrumdur. Öyle olmasaydı bugünkü günde Almanya’ya karşı yirmi üç küçük ve büyük hükumet i’lan-ı harb ve husumet eylemezdi. Hele şark ve alem-i İslam hakkında Almanların hiçbir tecrübeleri yoktur. Bunu kendileri bile tasdik ve i’tiraf ederler. Hatta diyebilirim ki Osmanlılar kadar İslam ve şark memleketleri hakkında tecrübe ve ma’lumat sahibi değildirler. Bu tecrübesizlik ve ma’lumatsızlık yüzünden Almanya’nın –ve dolayısıyla– Devlet-i Osmaniyye’nin şarktaki menafi’i altüst oldu. Her yerde Almanların yerine İngilizler geçti. Nümune olarak İran’ı göstermek kafidir. yonlarca para sarf ettiler. Pek çok siyasi ve askeri hey’etler kildiler. Bugün İran’da Almanya’nın ne sefiri ne bir konsolosu vardır. Daha fenası: İran efkar-ı umumiyyesi Almanlardan hoşlanmaz ve Almanları vaadlerinde gevşek adamlar bilirler. Halbuki İran hükumet ve milleti için Almanya’ya sarılmak mesabesinde idi. Bu işteki Almanların hatası ma’lumdur kendileri bile bir türlü inkar edemezler. Çünkü mevcud olan vesayık hakıkati Her şeyden evvel İran İslami bir mes’eledir. Bu ise komşu müslümanın –yani Devlet-i Osmaniyye’nin– eliyle halledilmeli Almanya’nın silah ve parası İran’ı ittifak-ı murabba’ zümresine her İranlı İran işlerinde bu iki hükumetin el ele verip çalıştıklarını gördükleri dakıkada memleketlerinin düşmanları olan Almanların bu hatası Osmanlılara da çoğa mal oldu. Hatta ileriye gidip bu hata neticesinde hıtta-i Irakiyye’nin İngilizlerin eline düşmesine sebeb teşkil etti diyebilirim. Şarkta da yani Kafkasya’da Kırım’da Mavera-yı Bahr-i Hazar’da el-yevm aynı tehlike ve hata korkusu melhuzdur. Eğer bu işlerde Alman-Osmanlı müşterek teşebbüsatı samimi ve doğru bir esasa müstenid olmazsa ileride Almanlar daha büyük felaketlere ma’ruz kalacaklardır. Bunun önünü almak için evvela Dobruca-Meriç hadisesini Almanlar kökünden hall ü fasl etmeli müteakiben İran teşrik-i vazife ederek müttehid ve samimi bir vaz’iyette davranmalıdırlar. O zaman Devlet-i Osmaniyye’nin şark ve İslami siyaseti günden güne revnak-pezir olur ve ihtimal ki takdir tedbire muvafık gelirse avn-i Hak’la Hindistan kapısına doğru tefiklere nasib olur. Bu cihet taht-ı te’mine alındıktan sonra mecburiyet hisseyleyecektir. İngiltere’ye iyi ve kat’i bir darbe urmak için her halde İran hükumetini elde etmek icab eder. Bu sayede İran’daki kuvvetlerin teşkil ve tanzimi kolaylaşır. Bu iki İslam –Osmanlı ve İran– kitlesine bütün alem-i melidir. Diyanet-i İslamiyye bu ciheti bi-hakkın te’min eder. Be-şart-ı an ki tedbirde kusur ve hata etmemeli ve İngilizler gibi milel-i şarkiyye ve İslamiyyenin hissiyatını an’anatını rencide eylememeye çalışmalıdır. Başka suretle silah kuvveti İngilizleri mağlub etmez ve harbin devamına müsa’ade ettikçe günden güne muvaffakiyetine hizmet edilmiş olacaktır. Şunu da arz edeyim ki bugünkü Bulgar dostluğu Almanlar için ileride büyük siyasi ve iktisadi menafi’ te’min eyleyemez. Almanlar menfa’at ve devamlı bir şeref-i galibiyet isterlerse Osmanlılarla daha ziyade samimi olmalı ve müslümanlara sarılmalıdırlar. Ber-mukteza-yı kava’id-i İslamiyye ve hissiyat-ı necibe-i Osmaniyye Osmanlılar hiçbir zaman mertlikten vazgeçmeyecekler ve Almanlar uğrunda bu harbde büyük hizmetler cesim fedakarlıklar gösterdikleri gibi yarın da vefadarlık ve hakşinaslık edeceklerine şüphe ve tereddüd göstermemelidir. Biz Osmanlı-Alman ittifak ve muhadenetinden memnunuz. Fakat bunun daha ziyade tahkim ve tarsinini arzu ederiz. Ancak bu suretle müşterek düşmanları mağlub etmek kabil ve müyesser olabilir. Devlet-i Osmaniyye’nin samimiyeti elbette bütün alem-i cizab ve temayülden azim kuvvetler menfa’atler doğar. Alem-i İslam’ın yegane ümidgahı Haremeyn-i Şerifeyn’in hadimi emiru’l-mü’minin Halife-i zi-şan efendimiz hazretlerinin payitaht-ı saltanat-ı seniyyeleri olan Dar-ı saadet’e yarın Balkan treniyle Afrika mücahidlerinin muhterem ve mu’azzam reisi ve o havalide padişahımız efendimizin mu’azzez vekili Seyyid Ahmed eş-Şerif es-Senusi hazretleri kemal-i vakar ve iclal ile teşrif buyuracaklar ve emiru’l-mü’minin hazretlerinin misafir-i hassı olarak aramızda bulunacaklardır. Bütün din kardeşlerimiz namına emir-i müşarun-ileyhe beyan-ı hoş-amedi ile arz-ı şükran eyleriz. Bu cihad-ı mukaddes esnasında a’da-yı din uhuvvet-i şikak ve adavet hüküm-ferma bulunduğu kemal-i meserret ve memnuniyetle i’lan edip dururken asi Hüseyin hidiv-i kazib gibi hasis menfa’atlere tapanlar ve düşmanın amal-i harisasını tervic edenler maa’t-teessüf İ’tilaf hükumetlerinin elinde bir alet olurken İmam Yahya ve Muhammed Nasır Paşa Yemen’de Emir İbnü’r-Reşid Necd’de Uceymi Sadun Bey ve Useymi Bey Irak’da Monla Muhammed bin Abdillah Somal’da merhum Ali bin Dinar Darfur’da ve Seyyid Ahmed eş-Şerif es-Senusi Trablusgarb’da vahdet-i İslamiyyenin rasanetini izhar ve i’la-i kelimetullah uğrunda her türlü fedakarlığı ibraz edegelmişlerdir. Bunların içinde Hazret-i Senusi-i Ekber’in hususi bir vaz’iyeti vardır. Yedi seneden beri düşmanlara karşı büyük besalet ve şeca’atler göstermek harikalar yapmakla şöhret-şi’ar olmuştur. Yedi sene evvel İtalya hükumetinin korsandan farkı olmayan kuva-yı berriyye ve bahriyyesi Trablus’a sebebsiz ve haksız olarak ta’arruz ettikleri vakit emir-i müşarun-ileyh Kufra vahasında ta’lim ve tefakkuh ile meşgul idi. Herkese yeis tari olduğu zaman iman kuvvetiyle arslan azmiyle memalik-i Osmaniyye’den oraya şitaban olan kahramanlara zahir olmuş ve on binlerce mücahid ile Afrika’daki Osmanlıların ve İslamiyet’in en son kal’ası olan Trablusgarb’ın istiklalini muhafazayı deruhde eylemiştir. Maddi silahlara mükemmel vesaite ve mebzul erzak ve cephaneye gayr-ı mahdud para ve nüfuz-ı siyasiye karşı İslam’ın en büyük kuvveti: Kavi ma’neviyyatı metin imanı la-yetezelzel tevekkülü sarsılmaz uhuvvetidir. Bu sayededir ki Trablusgarb’ın istilasını bir tenezzüh-i askeri addeden oldular. Yaptıkları cinayet bütün alem-i İslam’da münebbih bir elektrik cereyanı gibi müdhiş bir nefret şedid bir hiddet tevlid etti. Mısır ahalisi mücahidlerin imdadına bezl-i himmet ettiler Tunuslular büyük gayretler gösterdiler. Hindistan’dan ve alem-i İslam’ın her köşesinden tek tük gönüllüler geldi birçok i’aneler gönderildi. Enver Paşa ma’iyyetinde bulunan müdafi’in-i İslam’ın imdadına Seyyid Ahmed eşŞerif es-Senusi’nin yetiştirdiği cüyuş-ı muvahhidin İtalya’nın ordusunu mağlub ettiler bütün haysiyetlerini kırdılar. etlerine kehhalin teşviklerine İngilizlerin i’zam ettikleri lakablarına İtalya menfa’atine hizmet eylemek üzere Mısır’dan gönderilen İzzet el-Cündi Hasan Hammade Abdülhamid Şedid beylerin icra ettikleri tesvilat ve iğvaata ve ahiren Aziz Ali Bey vasıtasıyla bütün vesait-i müdafa’anın tahribine karşı hükumet-i seniyye bi’l-mecburiye akd-i sulh etmesine rağmen pak ve hakayık-ı İslamiyyenin mazharı olan tarikat-i Senusiyye’nin muhterem ve mu’azzam reisi kemal-i cesaretle ve metanetle cevab-ı red vererek büyük bir sebat ve azimle kema fi’s-sabık cihada devam ettiler ve Harb-i Umumi i’lanından beri bu mücahedatına germi verdiler. Tabi’i her taraftan imdaddan mahrum ancak arasıra mader-i vatandan ve Mısır’dan bazen de Nigirya Nijerya tarikiyle kaçak olarak gelen bir mikdar silah cephane para ve erzakla koskoca bir devlet-i mu’azzamaya ve onun hesabına çalışanlara karşı gelebilmek ulü’l-azmden olmak Cenab-ı Hakk’ın kudretine kemal-i imanla rabt-i kalp eylemekle olur. İşte emir-i müşarun-ileyh hazretlerinin en mühim sıfat-ı mümeyyizesi budur. Vaktiyle kendi arzularına mutava’at etmediğinden ve şeri’at-i garranın ahkamına kemal-i inkıyadla hareket ettiğinden dolayı ondan intikam almaya cür’et edenler el-yevm Avrupa’nın muhtelif köşelerinde menfi iken emir-i müşarun-ileyh hüsn-i niyyeti ve sıdk-ı imanı dolayısıyla meydan-ı fahr u vegada mücahidin-i İslam’ın başında Hazret-i Padişah’ın vekaletini haiz olarak bulundular. Kanal Seferi yapıldığı vakit cüyuş-ı Osmaniyyenin harekatını teshil edebilmek için Merbut’a taarruz etmiş ondan sonra Sive’nin harici ve dahili vahalarını aylarca işgal eylemiş ve bu suretle hemen hemen yirmi bin İngilizi işgal eylemiştir. Onun elinde biraz mükemmel vesait olsa idi bütün Sudan Cava Vaday Sahra-yı Kebir Mısr-ı Ulya belki de Tunus’un halası bi-havlihi te’ala muntazardı. Bütün bu harikaları ibda’ eden zat alayiş ve nümayişten münezzehtir. Azamet ve gururdan pek uzaktır. Ahlak-ı diniyyesi pek pak secaya-yı aliyyesi nadirattandır. Vahdet-i kalbi çarpmakta olan bu zat-ı muhterem Padişah-ı nev-cah efendimiz hazretlerinin makam-ı Hilafet-i uzmayı ihraz ettiklerini la Türkler arasında la-yetezelzel uhuvvetin metanetini göstermek düşmanların yalan şayi’alarını kökünden kesmek Halife-i akdesimize karşı ihlas ve sadakatini ibraz eylemek ve bi’l-fi’il bey’atte bulunmak üzere karar vermişler bunun üzerine pek yorucu ve tehlikeli bir seyahati iktiham ederek el-yevm payitahtımıza teşrif ediyorlar. Kılıç alayında hazır bulunmaları İ’tilaf tezviratına karşı pek canlı ve beliğ bir tekzibdir. Binaberin mir-i müşarun-ileyhe beyan-ı hoş-amedi Şimdiye kadar kılıç alaylarında Hazret-i Padişah’a kılıç taklid eden ya şeyhü’l-İslam nakıbü’l-eşraf hazretleri yahud Veled Çelebi idi. Halbuki bu sefer gerek Emir-i Mekke Şerif Ali Haydar Paşa hazretleri gerek Seyyid Ahmed eş-Şerif esSenusi hazretleri gibi sülale-i tahirenin en nebil ve pak evladı bulunacaklardır. Bu bizim için ne kadar mes’ud bir hatıra olacaktır. Asi emir-i Mekke’yi tekzib etmek ve yaptığı tefrikanın su’-i eserini izale eylemek istersek Şerif Ali Haydar Paşa hazretlerine bu taklid vazife-i mühimmesi bahş olunmalıdır. mesrur eylemek istersek Afrika’nın reisü’l-mücahidini de bu vazifeye iştirak ettirilmelidir. İkisinin de müştereken aynı vazifeyi ifa etmeleri mümkün olduğu için Padişah efendimiz Halife-i akdesimiz hazretlerinin böyle bir teceddüdün icrasına müsa’ade ve ferman buyurmalarını umum muvahhidin namına istirham ederiz. Bu bir iki hafta zarfında gerek İran ve gerek Kafkasya’dan da gayet garib ve garib olduğu kadar merak-aver havadis sahaif-i matbu’atta tesadüf olunuyor. Bir taraftan Tahran’da sebebi gayr-ı ma’lum kısa bir iğtişaş neticesinde İngiliz siyasetini ku’d-Devle’nin riyaseti altında diğer bir kabine gelmiş. Diğer taraftan Irak’tan otomobiller vasıtasıyla bir İngiliz fırkası Bakü’ye sevk olunmuş imiş. Üçüncü bir taraftan Çeh-Islovak kıta’atına yardım edebilmek için Krasnovosk işgal edilmiş ve oradan Türkistan-ı Rusi’deki İngiliz muhiblerine yardım edilecekmiş. Dördüncü bir taraftan New York Tribune gazetesi Haziran’da Acemistan’ı İ’tilaf hükumetlerine imale etmek üzere Amerikalı bir hey’et Tahran’a gönderiliyormuş. Bu hey’et zahiren İ ran’daki zaruret ve kaht-zedegana yard ı m eylemek ü zere hus u s i suretle giden bir hey’et-i hayr-perverane diye say ı l ı rsa da hak ı kat-i h a lde siyasi i ş lerle me ş g u l olacak İ ran’ ı a det a Amerika h ü k u metine kar şı K üba’n Bunlar hep birbirine merbut mes’elelerdir. İ ngiliz siyasetine bir alet olmak istemeyen ve kendi memleketinde İ ngiliz askerlerinin harek a t- ı zalimanesine müsa’ade etmeyen Tahran hükumeti Ceneral Percy’nin kumandasındaki kuvvetin tahrikat ve tehdidatına ve el altından alenen icra ettiği iğtişaşa karşı isti’fa etmiştir. Zira a’zası satmak istemiyor. Fakat yerine gelen zat dahi Venizelos olmayacağını ve efkar-ı umumiyyeye karşı gelemeyeceğini şimdiden te’min edebiliriz. Şu halde İngiltere’nin yeniden bi-taraf bir milleti ezmek ve şarkta ikinci bir Yunanistan faci’asını oynamakta olduğunu bütün cihan görsün. Bi-çare kardeşimiz İran’ın muntazam bir ordusu olmadığından bu haksız ve zalimane harekata karşı ancak protesto hürriyet kahramanları fedakar evladları cengaver kabaili bu mütemadi te’addiyat ve tahkırata karşı mücahedeye kıyam edecekleri muhakkaktır. Amerika’nın fukara-yı halkın sıkıntısından istifade etmeye kalkışması gülünçtür. Şimdiye kadar sarf edilen İngiliz ve Rus paraları tehdid ve tergıbleri bir faide te’min etmediği gibi bu yeni hile dahi iflas edecektir. Amerika Aksa-yı Şark’ta büyük bir hareket-i askeriyye yapılmasından tehaşi ediyor. Japonya’nın tevessü’ünden ve fütuhat-cuyane siyasetinden korktuğu için Rusya’nın hükumet-i hazırasını devirmek isteyenlere Acemistan tarikiyle yardım etmek istiyor ve böylelikle Hindistan’ın devam-ı esaretine çalışıyor. Hürriyet-i akvam için harb eden Amerika üç yüz elli milyon insanın hukuklarını İngilizlere kurban ediyor. Fakat Anglo-saksonlar’dan bundan başka şey beklemek cinnettir. En mevsuk menba’lardan aldığımız ma’lumata göre; Bakü’ye ve Bahr-i Hazar’ın diğer limanlarına sevk olunan kuvvetler asker olmaktan ziyade erzak cephane ve para getiren birer müfreze başında birkaç zabit ve birkaç siyasi muharriktir. Bunları göndermekten bir netice hasıl olacak mı? Düşman için hiç faideli bir neticeler hasıl olmayacaktır. Bizim için İslamiyet için ise çok mes’ud neticelere sebeb olması bi-avnihi te’ala muhakkaktır. Evvela: Bizimle müttefiklerimizin ve Rusya’nın şimdiki hükumetleri arasındaki nokta-i nazar ihtilafatını izale edecek ve yerine ittifak-ı ara ittihad-ı efkar ve harekat kaim olacaktır. Saniyen: Gerek Kafkasya’nın gerek İran’ın ve Merkezi Asya’nın vaz’iyet-i siyasiyyelerinin tasfiyesine ve ıslahına bir amil-i mühim olacaktır. Salisen: Irak’ın kızgın çöllerinde ve gayr-ı müsa’id şera’it altında harb etmektense Bakü gibi mühim ve havası müsa’id bir yerde çarpışmak daha evladır. Düşman üssü’l-harekesinden uzak kaldıkça iki ordunun zindeliği metaneti meydan-ı vegada sabit olacağından memnun olmamız lazımdır. Rabi’an: Geçenlerde Bakü’nün sukut ettiğine dair intişar eden şayi’a asılsız değildir. Bakü’nün en mühim ve müstahkem yerleri istasyonu ve petrol ma’denlerinin en mühim yerleri kanlı bir muharebe neticesinde zabt edilmiş ve düşmanlarımız nefs-i kasabaya hasiren ric’at eylemişlerdir. Onlara gelen imdad harekat-ı muzafferanemizi men’ edemez. Bilakis galibiyetimizi tezyid ve ganaimi teksir edecektir. Nüfus i’tibarıyla Bulgaristan’a hemen hemen müsavi olan servet-i tabi’iyye nokta-i nazarından Belçika ile rekabet eden milyonerleri bütün Prusya’daki milyonerlerden ziyade bulunan hasılat-ı zira’iyye ve hayvaniyyesiyle el-yevm dünyanın en zengin yerlerinden sayılan yüz elli bin cengaver yiğit ve yedi yüz zabit çıkarmakta bulunan Azerbaycan memleketinin bir fırka ile zabt olunamayacağı bedihidir. Şimdiye kadar ma’sum kanlar akıtmakta İngilizler tarafından yalnız başına mahv olmaları adalete muvafık olmadığından o iblisane teşvikatta bulunan İngilizler onlarla birlikte teslim-i ruh etmek intikam-ı samedaniye ma’ruz kalmak üzere oraya vasıl olmuşlardır. Türkistan’da İngilizlerle tevhid-i mesa’i etmek isteyen ancak hunhar Kazaklardır. Bunların akibeti ise ma’lumdur. İngiltere cepheleri tezyid ettikçe korkudan çılgıncasına harekete başladıkça saat-i sukutu takarrub ediyor. Ve İslamiyet’in te’alisine bilmeyerek yardım ediyor. Şuna emin olmalıyız ki ler ve Asya’nın istihlasını tesri’ eyleyeceklerdir. On beş vilayetin meb’usları Pekin hükumetinin tasarrufat-ı hainanesine karşı gelebilmek için Nankin’de bir ictima’-ı umumi akd etmek istemişlerse de hükumet askerleri tarafından men’ olunmuşlardır. Bunlar bütün düvel-i mu’azzama konsoloslarına müraca’atla Pekin hükumetinin harekat-ı gayr-ı kanuniyyesi hakkında nazar-ı dikkatlerini celb etmişlerdir. Kanun-ı Esasi mucebince yapılması lazım gelen her istikrazın kanuni olabilmesi için Meclis-i Meb’usan’ın tasdikine ğallibesi ile askeri partisinin yapmakta olduğu istikrazların gayr-ı kanuni olduğunu binaenaleyh Meclis-i Meb’usan tarafından kabul olunmayacağını i’lan etmişler ve istikbalde Çin milleti ile düvel-i ecnebiyye arasında lüzumsuz ihtilafata mahal kalmamak üzere bu istikrazların adem-i tekerrürünü taleb eylemişlerdir. Meb’uslar bundan başka bu müstebid hükumete karşı bütün halkı isyana teşvik edip hürriyetleriyle memleketin selametini muhafaza için bu menhus güruha karşı kıyam etmelerini havi uzun bir beyanname neşr etmişlerdir. Çin ahval-i dahiliyyesi karıştıkça karışıyor. Pekin hükumeti bu senenin bidayetinden beri her ay Japon hükumetinden birçok imtiyazat-ı iktisadiyye ve siyasiyye mukabilinde yirmi milyon yen yani iki milyon İngiliz liralık birer istikraz almaktadır. En son istikraz Kırın’da bulunan zengin ormanlar mukabilinde üç milyon İngiliz lirasından ibarettir. Bu mes’ele yüzünden memleketin her köşesinde müdhiş bir infi’al hüküm-fermadır. Ağustos’ta ictima’ı mutasavver olan Meclis-i Meb’usan’ın suri intihabatında Pekin hükümeti vilayat-ı şimaliyyede ekseriyet kazanmış olduğunu i’lan ediyor. Fakat vilayat-ı cenubiyye ahalisi bu hükumeti tanımadıktan başka ona karşı hal-i isyandadır. Binaberin birkaç tama’karın menafi’-i hasisesi ve birkaç hazelenin ceblerini doldurması için Çin kişverleri ahalisi kan deryalarına boğuluyorlar. misyonerin katli yüzünden Çin ve İngiltere hükumetleri arasında ihtilaf çıkmıştır. İngiltere katillerin te’dibini istiyor ve şayet Pekin hükumeti bizzat yapamayacaksa kendisi bizzat te’dib edeceğini i’lan ediyor. Çin hükumeti bu cinayet havali-i cenubiyyede vuku’ bulmuş olduğu cihetle şimdilik bir şey yapamayacağını i’lan etmekle beraber hiçbir suretle etmiştir. İngiltere hükumeti Çin hükümetinin protestosuna ehemmiyet vermeyerek cinayet vuku’ bulan mahalle bir kruvazör göndermiştir. Fazla tafsilat yoktur. FAZIL-I MUHTEREM ABDÜLAZIZ ÇAVİŞ EFENDI HAZRETLERINE Muhterem efendim Sebilürre şa d mecmu’asının bu haftaki nüshasında münderic makale-i fazılanelerini mütala’a eyledim. Müstefid oldum. Makalenizde İbni Hacer Fethu’l-Bari’den naklen: “Rukye ile ta’viz nüsha takmakı yekdiğerinden tefrik ederek buyurur ki: Rukye hususunda beyne’l-ulema mevcud olan ihtilaf meşhurdur. Ancak halen vaki’ olmuş yahud vuku’undan ihtiraz olunmakta bulunmuş olan mesa’ibe karşı ta’viz nüsha vasıtasıyla Cenab-ı Hakk’a ilticanın meşru’iyetinde hiç şüphe yoktur.” Diye mündericdir. Bu takdirde nüsha takmaya cevaz-ı şer’i vardır demektir. Halbuki müsa’adenizle arz edeyim: M. Şemseddin Bey Huraf a ttan Hak ı kate nam eserinin ’ncü sahifesinde “İslamiyet’in naşiri nüsha bazu-bend tılsım ilh. gibi masharalıkları külliyyen men’ ve tahrim etmiştir” diye yazıyor. Hatta hadis-i şerif nakl ile: hadis-i şerif nüshalar bazu-bendler def’-i nazar için elbiselere öteberi asılması kadınların kendilerini kocalarına sevdirmek fikriyle reml döktürmeleri sihir yaptırmaları şirktir” diyor. Rica ederim. Allah aşkına Sebilürre şa d’da izah ediniz. Siz nüsha isti’mal etmenin meşru’iyetine hüküm veriyorsunuz. Şemseddin Bey bu gibileri şirkle itham eden hadis-i şerif naklediyor. Vaki’a hadis-i şerifde ta’vizden bahs olmadığı halde Şemseddin Bey bunu neden ilave ediyor. Üstad-ı muhterem Meclis-i Maarif reis-i fazıl-ı muhterem merhum Hacı Zihni Efendi Hazret-i Peygamber’in bir a’rabinin boynunda bir nüsha gördüğünde “Çıkar onu” diye tenbih eylediğini ve nüsha takmaya mu’arız bulunduğunu vaktiyle bana bir suale karşı söylemişler idi. Zihni Efendi merhumun bu mütala’asını müteakib Şemseddin Bey’in Huraf a ttan Hak ı kate nam eserindeki nüsha takanların müşrik olacağına dair hadis-i şerifin Türkçe mealini okuyunca tevbe ve istiğfar ederek boynumdaki nüshayı çıkardım. Şimdi bu hafta Sebilürre şa d’daki makale-i fazılanenizi okuyuncu doğrusu ben de şaşırdım ve benim gibi birçok kişi alem-i İslamiyet’in medar-ı iftiharı olan zatınız gibi bir mütebahhirin İbni Hacer Fethü’l-Bari’den naklen nüsha taşımanın meşru’iyetinden bahs etmesi nüsha takanların hiçbir vechile müşrik olamayacağı hususunda bize kanaat bahş olmuş ise de Şemseddin Bey’in hadis-i şerifde ta’vizden hiç bahis yok iken nüsha takanların da müşrik olacağı kendiliğinden ilave buyurmaları bilmem doğru mudur? Bu kitabın benim gibi birçok kari’leri “Biz de bilmeyerek müşrik olmuşuz” diyerek nüshaları boynundan atmışlardır. Tekrar ederim lütfen bu ciheti izah ediniz. Bir de Zihni Efendi merhumun bendenize nüsha hakkındaki beyanatı ne dereceye kadar muvafık-ı hakıkattir. Bu ciheti de izah buyurmanızı İslamiyet namına temenni ve muhterem ellerinizden öperek takdim-i ihtiramat eylerim efendim. CEVAP Tefsirin mukaddimesinde söylemiş olduğum sözler Sebilürre şa d’ ın geçen nüshasında tercüme suretiyle münderic bulunduğu ve muhterem sailin tabi’i hatır-nişanı olduğu için tekrarına lüzum görmeyerek şurada irad edilen suale muhtasaran cevap vermekle iktifa edeceğim. Ma’lum olduğu üzere İslam’dan evvel devr-i cahiliyette Arab hastalıkları tedavi etmek amaline zafer-yab olmak için rukye ve ta’viz kullanırdı. O zamanlar ehl-i şirk ve abede-i evsan olan Arab’ın bunları kullanmaktaki maksadı evsan ve esnama ecram-ı ulviyyeye taife-i cinne ahbar ve ruhbanın ervahına ilticadan başka bir şey değildi. Bu cihet nazar-ı dikkate alınınca rukye ve ta’viz hakkında Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden sadır olan bir men’ ve tahzirin Kur’an ile yapılacak rukye ve ta’vize şümulü olamayacağı tezahür eder. Evet muhterem sailimizin Şemseddin Bey ile Hacı Zihni Efendi merhumdan nakl ettiği sözler doğrudur. İmam Ahmed Ebu Davud İbni Mace Hakim İbni Mes’ud’dan şu hadisleri rivayet ediyorlar: “Rukyeler temimeler boncuklar alaim-i şirktir.” “Üç şey sihir enva’ındandır: Rukyeler boncuklar temimeler.” Ancak şu ibarat-ı nebeviyye delalet ediyor ki aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimizin bu üç şeyden tahzir buyurmasındaki hikmet bunların isti’mali zat-ı Bari’nin gayrıya dehalet alihe-i batılaya tazarru’ ve münacat maksadını tazammun etmekte olmasıdır. Ve illa bu gibi şeylerin Cenab-ı Hakk’a niyaz ve ibtihale rahmet ve eltaf-ı sübhaniyyesini istid’aya vesile ittihazı mahz-ı tevhid Ehadis-i nebeviyyeyi okuyanlar çok kere bir hakıkat-i tarihiyyeden gafil bulunuyorlar ki nazar-ı dikkat ve mülahaza önünde bulundursalar ehadis-i mezkurenin ma’ani-i hakıkiyyesini idrak hususunda duçar oldukları muvaffakiyetsizliklerin birçoğundan vareste kalırlar idi. Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz yirmi bu kadar sene dünyanın her sınıf halkını tevhid-i Hakk’a da’vet etti. Bu da’vet veseni saibi Yahudi nasraniye alim cahil kaffe-i nasa şamil idi. Şu halde Risalet-penah efendimiz bir bedeviyi boynuna nüsha takmaktan men’ eder yahud rukye ve ta’viz şirktir derse bundan maksadı Kur’an ile yapılan ta’viz olduğuna nasıl hükm edebiliriz? Ba-husus ki Arab o zamanlar henüz cahiliyet aleminde yaşıyor putperestlik şirk temayülatı vicdanlarına hakim bulunuyor idi. Bu tarz-ı tevcihi kabul etmezsek rivayat-ı salife ile kütüb-i sahihada rivayet edilmiş olan şu hadisi nasıl te’lif edebiliriz? “Bir zat Ya Resulallah bizi rukyeden nehy ettin ben ise akreb sokmasına karşı rukye yaparım dedi. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: Bir din kardeşinin menfa’atine hizmet edebilecek olan kimse hemen etsin buyurdu.” Buhari Tarih’inde serd ettiği gibi sair birçok erbab-ı hadis de rivayet ediyorlar ki Risalet-penah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi akreb dalamış ve şiddet-i ıztırabdan bayılmış idi. Öteki beriki rukye yaptılar. İfakat-yab olunca bana şifayı Cenab-ı Hak ihsan etti sizin rukyeniz değil buyurdular. Serd ettiğimiz şu izahattan tezahür ediyor ki Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimizin hedef-i amali halkın kalblerini Cenab-ı Hak’tan başka bir müessir bulunduğu i’tikadından tecrid Hak’tan gayrıya istinad adetini bi’l-külliye fesh ü ibtal etmek idi. Bu adet ise mu’asır akvamın kaffesini Ehl-i Kitab bile işi ahbar ve ruhbanı Mesih bin Meryem’i birer Rab tanımak derecesine kadar vardırmışlardı. Hülasa-i kelam mevzu’-i bahs olan ta’vizlerin temimelerin mündericatı esma-i hüsna-yı ilahiyye yahud ayat-ı Kur’aniyye’den ibaret ise bunu takmak Cenab-ı Hak’tan maksada delalet etmez. Şu halde madem ki lisanen Cenab-ı Hakk’a tazarru’ mübah oluyor bilmem ki tahriren memnu’iyetini nin bir delili olmaktan başka bir şey midir? Yok eğer bunların mündericatı Cenab-ı Hakk’ın gayrı bir şeye ilticayı tazammun ediyorsa şüphesiz ki isti’malleri şirke mü’eddi ve binaenaleyh kat’iyyen menhidir. Ta’viz ve temimelerin emrazın izalesi hacatın husulü emrindeki derece-i te’sirleri bahsine gelince ben bu mes’elede öteden beri İmam İbni et-Tin’in fikrine mütemayilim. Onun gibi ben de şu i’tikaddayım ki rukye lisan-ı ebrardan sadır olursa tıbb-ı ruhani zümresine dahil olur. Asırlardan beri olduğu gibi ehli nadir olur yahud hiç kalmazsa vehmiyyat kabilinden olur ki bir takım deccaller halkın paralarını çekmek onları tedavinin hakıkı yollarını bilen erbab-ı fenne müraca’attan alıkoymaya vasıta ittihaz ederler. Ahalisi cahil olan yerlerde ne kadar adamlar gördük ki hastalarını tedavi esbab-ı ma’işetlerini te’min hususunda bu muzır deccallerden aldıkları efsunlarla iktifa ederek etibbaya müraca’atı kisb ve amel gibi esbab-ı meşru’aya tevessülle taleb-i rızkı beyhude bir külfet addederler. Neticede türlü hastalıkların müdhiş sefalet ve ihtiyacın pençe-i kahrında cehaletin o mudil deccallerin telkın ettikleri evhamın kurbanı olarak hayatlarına veda’ edip giderler. Bu babda daha ziyade izahat isteyen tefsirdeki rukye faslının hatimesine müraca’at etsin. Abdullah Cevdet’in ma’hud makalesinde bahsettiği muharririn ğu ve Cevad Rüşdü Bey’in orada söylediği sözün o tarzda olmayıp: “Bu sıcakta bu cenabet yokuş da çıkılmaz ki…” şeklinde olduğu ve bu sözlerine karşı Abdullah Cevdet tarafından kendisine hiçbir mukabelede bulunulmayıp gazeteye derc olunan Ravza-i Nebi hakkındaki hakaret-amiz cevabın esna-yı tahrirde ve i’mal-i fikr edilerek yazıldığını ifade etmiş olduğu gazetemizin baş tarafları makineye verildikten sonra mesmu’umuz olup tenvir-i hakıkat maksadıyla bunun da zikrini vecibeden addeyledik. “Okur yazar” denilen eski baş belasından Olunca ümmet-i merhume büsbütün me’yus; Muhit-i fikrine çullandı kanlı bir kabus. Çekilse: Arkada mazi denen leyal-i azab; Atılsa: Önde bir ati ki dalga dalga serab! Ne gökte yıldıza benzer ufak bir aydınlık; Ne yerde göz kadar olsun ışıldayan bir ışık Adem bulutları döktükçe gölge tufanı Kefenli gezmede mevtin hayal-i üryanı! Bağırmak istedi lakin duyulmuyordu sesi. Bunaldı... Çünkü tıkanmıştı büsbütün nefesi. Nihayet oldu bu rü’yadan öyle bir bidar: Ki hepsi gitmiş elinden ne yar var ne diyar! Çatırdamakta bütün hanümanının temeli; Alev saçaklara sarmış... Yerinde yok Rumeli! Şakı çarıkların altında hurdehaş iman Huda’yı titretiyor eyledikçe istiman! Domuz çobanları “Balkan”da hanedan-ı vakur! O hanedanlar o beyler bütün bütün makhur. Reis-i aileler kamilen şehid olmuş; Kapanmış evlere dullar yetimler dolmuş. Zemin-i camidi seyyal bir alevdir bürüyor: Bütün sular durarak pıhtı pıhtı kan yürüyor. Değil ki mahremi olsun yabancı enzarın Bu ihtimali tasavvurdan ürken ebkarın Açılmadık yeri yok şimdi hepsi meydanda; Rida-yı ismeti bir yanda kendi bir yanda. Hariminin eşiğinden uzanmamış başlar –Üzerlerinde muhafız bölük bölük canavar– Sürüklenip karakışlarda Varna sahiline Sefinelerle taşınmakta Rusya dahiline! Bu yanmadık yeri kalmışsa kağşamış yurda Meğerse Avrupa kundak sokar dururmuş da “Uyan şu uykudan etrafı yangın aldı yetiş!” Demek lüzumunu hiçbir beyin düşünmezmiş. Unutmuşum bunu olmuştu hisseden gerçek... Çıkıp da: “Ortada fol yok yumurta yok” diyerek! Sizin de varsa da pek kanlı bir hezimetiniz; Bizimkiler ona benzer mi; nerde! Nisbetsiz. Fransız ordusu galibdi vakıa “Yena”da; Fakat yenilmediniz bence siz Napolyon’a da: Başmuharrir Zafer değil de nedir öyle bir perişanlık Ki buldu verdiği gayretle vahdet Almanlık? “Sedan”da harikalar gösteren bu vahdettir; Demek o kanlı hezimet de bir saadettir. Bizim felaketimiz böyle olmuyor asla: Muhiti ye’s ederek her taraftan istila Ne intibaha ne ikdama vermiyor meydan. Bunun da hikmeti: Millette bir değil vicdan. Vatan gülünce bizim muhterem vatandaşlar Tahammül etmez olur ekşi çehreler başlar! Mesaib etmeye görsün zavallı mülkü zebun; Asık suratlıların hepsi münbasıt memnun! Nasıl bu memleket atiden olmasın nevmid? Ufuklarında sönük bir ziya cılız bir ümid Belirmesiyle bakarsın deminki baykuşlar Meşimesinde fezanın o nuru boğmuşlar! Koşarken Avrupa ta’cile ihtizarımızı; “Gebermek istemeyiz biz!” desek de kim dinler? Kımıldasan “Ezeriz mahvolursunuz!” derler! Kımıldamaz da durursan işittiğin nakarat: “Çalışmayanlar için yok cihanda hakk-ı hayat.” Sözün hülasası: Beyhudedir boğuştuğumuz; Çalışmasak da çalışsak da mevte mahkumuz! Ne söyleyip duruyor görmedin mi İngiliz’i: “Üzülmeyin yaşamaktan kesin ümidinizi! “Hakıkat ortada ma’nası var mı evhamın? “Bilirsiniz ki: Mısır kainat-ı İslam’ın “O sıska gövdesi üstünde adeta kafası; “Diyar-ı Hind ise göğsünde kalb-i hassası; “Sizinkiler de kımıldanmak isteyen koludur. “Ki boş bırakmaya gelmez ne olsa korkuludur! “Biz İngilizler olup hali önceden müdrik; “O beyne pençeyi taktık o göğse yerleştik. “O halde bir kolu kalmış ki bizce çullanacak “Yolundadır işimiz bağladık mı kıskıvrak! “Hem öyle zorla değil çünkü “fikr-i kavmiyyet” “Eder bu gayeyi teshile pek büyük hizmet. “O tohm-i la’neti baştan saçıp da orta yere “Arab’la Türk’ü ayırdık mı şöyle bir kerre “Ne çarpınır kolu artık ne çırpınır kanadı; “Halife’nin de kalır sade bir sevimli adı! “Donanmamızla verip sonra Şark’ı velveleye “Birinci hamlede bayrak diker Çanakkale’ye; “İkinci hamleye Darü’l-Hilafe! der çekeriz!” Ne bahtı kapkara milletmişiz ki dünyada; Şu beyni kurtaralım der koşarken imdada; Beş altı pençe bir olmuş boğazlamakta bizi! Silindi gitti Hilal’in şu anda belki izi Zavallı Marmara’nın şerha şerha bağrından! Bir İngiliz bezidir belki şimdi dalgalanan Bizim Çanakkale afak-ı tarumarında O Dar-ı Saltanat’ın bab-ı şerm-sarında! Sen ey Boğaz ki uzattın da ahenin kolunu Halife yurdunu tehdid eden deniz yolunu Cihana karşı asırlarca bağladın durdun; Açık değil ya henüz rehgüzar-ı mesdudun; Yerinde kaldı ya kıblem harim-i imanım? Huda rızası için söyle pek perişanım! Uzakta olmama rağmen civar-ı zarından Civarım inliyor avaz-ı ihtizarından! Şu anda cebheni görmekteyim: Ateş yağıyor; Bulutların biri binlerce yıldırım sağıyor! Nigahı bin bu kadar mil mesafeden kavuran Alevleriyle beraber o seyle karşı duran Karaltılar nedir asker mi taş mı gölge midir? Huda rızası için seçmiyor gözüm bildir. Ne taş ne gölge ne asker... Serab korkuyorum Yığınla kül kesilen sırtlarında manzurum! Taş olsa çünkü erir; gölge olsa parçalanır; Taşar gelir de bu tufan önünde sed mi tanır! Durun!.. Kımıldanıyor gördüğüm hayaletler... Bakın: İlerledi... Asker! Huda bilir asker! Evet gözüm seçiyor şimdi bir bir efradı: Halife ordusunun en muazzam evladı Ki pak alınları İslam için son istihkam. Huda rızası için ey mücahidin-i kiram! Sebatı kesmeyiniz çünkü sade sizde ümid; Dönerseniz ebediyyen söner gider Tevhid Harim-i hak yıkılıp savletiyle evhamın. O elde tuttuğunuz yer hayat-ı İslam’ın Yegane ukdesidir. Yad ayak basarsa eğer Olur me’alimi dinin bir anda zir ü zeber! Ümidi sizde kalan üç yüz elli milyon can –Ki hasta göğsünü yıkmakta şimdiden halecan– Kopup damarları şirazesiz kitaba döner; Kalır sahaifi yerlerde rast gelen çiğner! Minareler sökülür sinesinden afakın; Fezaya söylemez artık lisanı Hallak’ın! Onüç onüç buçuk asrın ne varsa kalbinde Hayat-ı maziyemizden şu an için zinde; Boğar da hepsini bir bir tutup tutup nisyan Bütün mefahirimiz bir serab olur o zaman! Göçer hazire-i tarihe Beyt’i Mevla’nın; Çürür gider ayak altında göğsü Kur’an’ın! Bilirsiniz ki hemen yüz yüzelli yıldır biz Ne varsa elde verip muttasıl çekilmedeyiz! Ömer’lerin Yavuz’un biz vefasız evladı Sıyanet eylemedik yadigar-ı ecdadı. Ne yar-ı candı o lakin biz olmadık ona yar; Sonunda parçalanıp yurdumuz diyar diyar Küçüldü öyle ki: Yoktur yaşatmak imkanı Dönüp de arkaya namusu dini vicdanı! Evet bu hisler için bir mezar olur ancak Kalırsa elde nihayet beş on karış toprak! Enin içinde vatan... Kıymayın şu mazluma Huda rızası için ric’at etmeyin!.. — Korkma! Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz; Bu yol ki Hak yoludur dönme bilmeyiz yürürüz! Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun? Meğer ki harbe giren son nefer şehid olsun. Şu karşımızdaki mahşer kudursa çıldırsa; Denizler ordu bulutlar donanma yağdırsa; Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar Taşıp da kaplasa afakı bir kızıl sarsar; Değil mi cebhemizin sinesinde iman bir; Sevinme bir acı bir gaye aynı vicdan bir; Değil mi cenge koşan Çerkes’in Laz’ın Türk’ün Arab’la Kürd ile bakıdir ittihadı bugün; Değil mi ortada bir sine çarpıyor… Yılmaz! Cihan yıkılsa emin ol bu cebhe sarsılmaz! Nasıl ki yarmadan afakı pare pare düşer Huda’yı boğmak için saldıran cünun-i beşer; Nasıl ki nur-i hakıkatle çarpışan evham; Olur şerare-i gayretle akıbet güm-nam Şu karşımızdaki mahşer de öyle haşrolacak. Yakında kurtulacaktır bu cebhe... — Kurtulacak?.. Demek yıkılmayacak kıble-gah-ı amalim... Demek ki ölmüyoruz... Haydi arkadaş gidelim! Berlin: Mart Mehmet Akif Son MUKADDIME Üstad-ı hakim Şeyh Muhammed Abduh merhum diyor : Kur’an bir asırda nazil oldu ki rivayat-ı tarihiyyenin mütevatir haberlerin te’yid ettiği vechile Arablar arasında fesahat-ı lisaniyye evc-i bala-terinine vasıl olmuş hadsiz hesabsız yetiştirdiği büleganın bahş ettiği revnak ve şerefle a’sar-ı mütekaddimenin kaffesi üzerinde bir mevki’-i mümtaz kazanmış idi. Arab sözde hasma galebe natıkalarının te’sir-i füsunkarı karşısında kalblerin en hassas noktalarını vicdan ve muhakemenin mecbur-ı inkıyad olacak cihetini bulmak aklın zeka ve fitnatın en büyük asar-ı tekamülünden olduğunu takdir ederdi. Bundan dolayı da natıka ve kudret-i beyan hususundaki nasib-ı fıtrilerini isbat yolunda en hararetli münakaşalara girişirler bu vadide haiz oldukları kudret ve kemal ile müfahareye canlarını feda edercesine bir tehalük gösterirler idi. Yine tevatüren sabittir ki Arab Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimize karşı koymak da’va-yı nübüvvetini hükümsüz bırakmak canib-i ilahiden haber verdiği şeylerin vahi ve bi-esas olduğunu isbat edebilmek için müraca’at etmediği bir çare bırakmıyor. Elinden gelen her şeyi yapıyor idi. Bunlar içinde Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimize karşı mu’anedeye mücerred nahvet-i saltanat sevkıyle kıyam eden müluk kuvvet ve kudretten münba’is hodgamlık vvete icabeti izzet-i nefislerine münafi gören hutaba şuara küttab bulunuyordu. Bir taraftan Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimize inkıyadı nefislerine yedirememekten diğer taraftan aba vü ecdaddan müntakil akıdelerinin duçar-ı tenkıd ve tezyif olduğunu görmekten mütevellid bir gayz ile pür-tehevvür bir hale gelmiş olan bu adamlar Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimizle gayet hararetli mücadelelere giriştiler. Bütün kuvvetleriyle üzerine yüklendiler. Risalet-penah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz ise bu hallere hiç ehemmiyet vermeyerek mütemadiyyen fikirlerini tahti’e ediyor akılsızlıklarını yüzlerine vuruyor sanemlerini tahkır ve tezyiften geri durmuyor idi. Bu muhtelif kuvvetler karşısında da’vasını yürütmek için istinad ettiği yegane hüccet birinin aynını söylemeyi yahud zemin-i münakaşaya öyle on sure koymayı tekliften ibaret idi. Arab’ın eğer imkanına kail bulunuyorsa istediği kadar ulema fusaha bülegayı toplayıp da hasmın istinad ettiği hücceti ibtale kendini de ilzama teşebbüs etmesine ne mani’ vardı? Fakat heyhat tevatüren sabit oluyor ki tahaddi meydan okumak birçok zaman devam ettiği Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimizin sada-yı da’vet ve irşadını boğmak için son derece gayret ve tehalük gösterdiği halde semere-i mesa’ileri saha-i mücadelede acz ü nevmidi içinde geri dönmek oldu. Kelamullah’ın füruğ-ı i’cazı karşısında her kelam revnak ve letafetini gaib etti. Kur’an’ın hükm-i bülendi bütün ahkamı pamal eyledi. Bir eminin lisanından böyle bir kitabın suduru en büyük bir mu’cize onun sun’-ı beşer kabilinden olmayıp afitab-ı makam-ı rububiyetten sadır olmuş bir hüküm olduğuna en kavi bir bürhan teşkil etmez mi? Üstad-ı hakim yine bu babın diğer yerinde makam-ı ta’lilde şu sözleri pek güzel söylemiştir: İ’caz-ı Kur’an ortaya bir emr-i vaki’ koymuştur: Kuva-yı beşeriyyenin Kur’an’ın mertebe-i belagatine erişebilmesine imkan olmaması. “Kuva-yı beşeriyye” diyoruz. Çünkü Kur’an Arab lisanı üzere nazil oldu. Bu kitab-ı mukaddesin hal ve şanı bütün Arablarca ahd-i peygamberide ma’lum olmuştu. O asırda si Arab’ın natıka-perdazlık hususunda gösterdiği gayret ve rekabet da’vet-i seniyeye karşı izhar-ı inad ve istikbar izah ettiğimiz mertebede idi. Böyle olmakla beraber onun o feyyaz karihası sihir-kar natıkası mu’araza sadedinde hiçbir şeyle Kur’an’ın da’va-yı i’cazına karşı koymaya kudret-yab olamadı. Artık bir İranlı bir Rum bir Hindli’nin Arab’ın aciz kaldığı bir işi başaracak kadar belagat-ı Arabiyye’de yüksek bir iktidara malik olabilmelerine akıl nasıl imkan tasavvur edebilir? Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimizle kavmi arasında neş’et-i terbiye i’tibarıyla temasül-i tam bulunduğu hatta birçoklarının okuyup yazdıklarından dolayı şahsi bir imtiyazları olduğu halde tanzir hususunda cümlesinin aciz bir mevki’de kalması mevzu’-i bahs olan kelamın alelade beşerden sadır olma kelam nev’inden olmayıp lisanından sadır olduğu zata inayet-i mahsusa-i ilahiyye olduğunun en kat’i bürhanıdır. Bir de Arab’daki kudret-i beyan ve belagatın vazife-i belağın ifasına karşı gösterdiği mukavemetin derecesi meydanda durup dururken Kur’an’ın iddia-yı i’cazı karşısında hepsinin mahkum-ı acz olduklarını söylemek bir kavmin kuva-yı umumiyyesiyle çarpışmayı gözüne kestirmek te’yid-i ma’neviye müstenid olmadıkça hiçbir akılın karı değildir. Gayet açık ve sırf Arabi bir lisan ile nazil olmuş olan Kur’an-ı hakim üslub-ı beyan i’tibariyle Arab’ın tanıdığı mesalik-i kelamiyyeden hiç ayrılmamış bütün mu’arızlarına bu şart dahilinde i’caz-ı bahirine ser-füru ettirmiştir. cazlarla mukteziyat-ı ahvale mutabakatlarla belagatin gaye-i kusvasına vasıl olmuştur. Itnab müsavat icaz kinaye ta’riz teşbih enva’-ı ihtisas hasr ve saire gibi mukteziyat-ı ahvalin teşkil ettiği esalib-i kelamiyye Kur’an’da mebzulen mevcuddur. Kitab-ı kerim’in ihtiva ettiği bütün enva’ıyla cedeller bürhanlardan hadden efzun olduğu gibi hasmı ikna’ ve ilzam etmek mükabirleri lal bırakmak ehl-i kitab ve müşrikinden mu’anidlerin selamet-i fikirden mahrumiyetlerini yüzlerine vurmak gibi tasarrufat-ı guna-gunu hayret-bahş bir raddededir. Kur’an bu gibi makasıd-ı kelamiyyenin tarz-ı edasında adet-i Arab’a ri’ayeti elden bırakmamış sonradan yetişme ulema-yı kelamın ta’kıb ettikleri esalib-i cidale asla yanaşmamıştır. Hedef-i beyanı avam ve havas bütün insanlara ahkam-ı münzeleyi sarih bir surette telkın olduğu için edayı maksad hususunda sarahat ve vuzuhu ta’kıd ve ibhama tercih etmiştir. Münazaratında ezhan-ı ammenin ihata edemeyeceği derece ince ve yüksek zeka-yı havassın iltifat etmeyeceği mertebe sade bir tarz iltizam etmeyerek ikisi arasında bir meslek tutmuştur. Kur’an-ı hakim’in tarz-ı hitabına gelince bu yolda birçok şeyler yazılmış ise de İbni el-Kayyım’ın İ tk a n’da nakl etmiş olduğu sözleri biz hakıkaten sezavar-ı takdir buluyoruz. le bir te’emmül et bir padişah göreceksin ki mülk-i vücud yed-i kudretindedir. Hamd lazımsa yalnız zat-ı pakine edilir. Zimam-ı umur elinde olduğu için her iş onun irade ve tedbiriyle husul bulur yine onun takdiri dairesinde netice-pezir olur. Mülk-i ekvanın hiçbir köşesi kendine gizli kalamaz. Kullarının gizli aşikar hiçbir hal ve karı nazar-ı ıttıla’ından kurtulamaz. Saltanat-ı alemin tedbir ve tedvirinde yektadır. Görür ve işitir verir esirger nail-i mükafat eder duçar-ı mücazat eder. Mükrimdir mühindir o yaratır o besler takdir eden de hükm-i takdirini infaz eyleyen de kendidir. Umur-ı kainatın müdebbir-i hakıkısi zat-ı zü’l-celalidir. Küçük büyük her iş saha-i tecelliye onun arş-ı celal ve azametinden inip gelir bi’n-netice yine o bargah-ı mu’allaya yükselir. Bir zerre hareket ederse ancak onun izniyle hareket eder. Bir yaprak düşerse be-heme-hal onun ma’lumatı tahtında düşer. Düşün ve gör ki o nasıl zatının sena-hanı oluyor kendi kendini ne yolda tebcil ve tahmid ediyor. Kullarına nasihat eyliyor mucib-i felah ve saadetleri olan yolları gösteriyor. Onları bu yolları tutmaya teşvik helaklerini mucib olacak ahvalden tahzir ediyor. Esma’ ve sıfat-ı ilahiyyesini öğreterek kullarına kendini tanıtıyor. Ni’am ve eltafını sayıp dökerek onlara kendini sevdiriyor. Ni’metlerini ihtar etmekte kullarının itmam-ı ni’mete kesb-i tikamı olacak ahvalden tahzir maksadını gözediyor. İtaat ederlerse hazırladığı eltaf ve inayatı isyan ederlerse haklarında tertib edeceği enva’-ı ukubatı şimdiden söyleyip bildiriyor. Dostlarına düşmanlarına karşı yaptığı mu’ameleyi ve her iki zümrenin akibetleri nereye müncer olduğunu haber veriyor. Dostlarının yaptıkları en güzel işleri haiz oldukları en güzide evsafı yad ederek sitayişlerinde bulunuyor. Düşmanlarını ef’al-i seyyi’e ve evsaf-ı redi’elerini teşhir ederek yeriyor. Hakayıkı tebyin için meseller irad ediyor mütenevvi’ deliller bürhanlar serd ediyor düşmanlarının ilka-yı şübhe maksadıyla meydana koydukları evham ve mugalatata güzel güzel cevaplar veriyor. Sadıkın sıdkını te’yid kazibin kizbini i’lam ediyor hakkı söylüyor doğru yolu gösteriyor. Kendine karşı her suretle fakr u ihtiyac mevki’inde bulundukları ve bir lahza tavr-ı istiğna takınmak imkanı olmadığını aynı zamanda kendinin değil insanlara bütün mevcudata karşı istiğna-yı mutlak sahibi olduğunu söylüyor. İnsanlara o dikçe o nisbette bir şer terettüb etmeyeceğini haber veriyor. Onun tarz-ı hitabından sevdiklerine karşı ne kadar latif bir taraftan da kusurlarını afv ma’zeretlerini kabul eyliyor. Hukuklarını himaye ve müdafa’a lütfunda bulunuyor onlara hall ü tesviye onlara karşı olan va’dlerini ifa ediyor. Hülasa bir dost ki dostluğunu kazanmak bahtiyarlığına nail olanlara başka bir dost aratmıyor. Bir müddetten beri gerek Sebilürre şa d gibi sırf bir lisan-ı din ve şeri’atle natık olan ceraid-i usbu’iyyede gerek sair yevmi gazetelerde emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münkere dair bir takım beyanat-ı mütevaliyyeye tesadüf etmekte olduğumdan dolayı bendeniz de bu hususta biraz izahat vermek isterim. Ferman-ı ilahisiyle emsali ayat-ı celilenin ahkam-ı aliyyesine binaen fırak ve mezahib-i İslamiyyenin cümlesi emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münkerin vücubunda ittifak etmişlerdir. Ancak Ehl-i Sünnet’e göre bu vücub farz-ı kifaye nev’inden olup bu fariza bir ferd veya bir cema’at tarafından ifa olunursa diğerlerinden sakıt olur. Çünkü ayet-i kerimede buyurulup buyurulmamıştır. cümlesine nazaran Cenab-ı Hak felahı da bu emre bi’l-fi’il mübaşir olanlara tahsis etmiştir. ayetinde de beyan olunduğu üzere Cenab-ı Hak emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker cümlelerini de izafe etmedikçe mücerred Allah’a ve yevm-i kıyamete iman etmekle mü’minin salahına şehadet buyurmamıştır. ayetinde dahi Cenab-ı Hakk’ın mü’minleri emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker ile sena buyurması emr-i mezkurun nazar-ı ilahideki kudsiyet ve faziletine daldır. Fırak ve mezahib-i İslamiyye arasında bu babda bir ihtilaf var ise emr-i mezkurun keyfiyet-i tatbikine raci’ olup zat-ı mes’eleye aid değildir. Sa’d bin Ebi Vakkas Üsame bin Zeyd İbni Ömer Muhammed bin Müslim ve saire gibi ashabdan bazıları ile Ahmed bin Hanbel ve emsali misillü kudema-yı Ehl-i Sünnet’ten ma’dud bulunan bazı zevat; münkerin tağyiri için kalp ve lisan gibi cevarihin isti’maline kadar cevaz veriyorlarsa da bu babda yed ve silah gibi esbabın el-Asam da buna kaildir. Bi’l-umum revafız dahi bu re’ydedir. Ancak revafız bu re’yi hadisede bir natıkın huruc etmemiş olmasıyla takyid ediyor ve “Bir natık sahib-i emrin hurucu halinde kendisiyle beraber sell-i seyf etmek vacibdir” diyorlar. Ehl-i Sünnet’ten bu re’ye kail olanlar Hazret-i Osman ile mezkuru’l-esami ashab-ı kirama iktida etmişlerdir. Maamafih Ehl-i Sünnet’in bu makaleye kail olanları da bu ictihadlarını hadisede bir adlin mevcud olmaması suretiyle takyid edip yoksa mes’elede tağyir-i münkere teşebbüs etmiş bir o münkerin tağyiri için sell-i seyf etmesi vacibdir diyorlar. Ehl-i Sünnet’ten birçok taifelerle cemi’-i Mu’tezile ve cemi’-i Havaric ve Zeydiyye fırkalarına göre münkerin tağyiri suret-i kat’iyyede sell-i seyfe ihtiyac gösterir ve bu iddia ile meydana atılan ehl-i hak dahi münkeri izale ile te’min-i muzafferiyetten me’yus olmayacak bir kemmiyet ve keyfiyyette olur ise o vakit münkerin tağyiri bir fariza mahiyetini iktisab eder. Yoksa adeden kalil oldukları gibi ümmid-i muzafferiyet dahi za’if ise o halde tağyir bi’l-yed vazifesinin müsa’id bir zamana ta’liki icab eder. bin Beşir Hasan bin Ali Abdullah bin ez-Zübeyr hazeratıyla vaktiyle onlara teba’iyyet etmiş olan ashab-ı kiramın cümlesi bu re’ye kail oldukları gibi Enes bin Malik gibi ashabdan Abdurrahman et-Ta’i Ata es-Sülemi el-Ezdi Hasan-ı Basri Malik bin Dinar Müslim bin Yesar Ebi el-Havra’ eş-Şa’bi Abdullah bin Galib Ukbe bin Abdilgafir Ukbe bin Sahban Mahan Mutarrif bin el-Muğıre İbni Şu’be ile bu mertebede bulunan birçok fudala-yı tabi’in dahi bu re’yde idiler. Onlardan sonra gelen birçok tabi’u’t-tabi’in dahi bu ictihadı muhafaza ettiler. Ebu Hanife Hasan bin Hay Şüreyk Malik Şafi’i Davud ve ashabları gibi zevat-ı izamın akval-i şerifeleri de bu ictihada delalet etmektedir. Gelelim bu iki taifenin bu babda istinad etmekte oldukları delaile: Kudema-yı Ehl-i Sünnet’in bu babdaki istinadgahları ve saire gibi bi’t-netice nehy-i kıtali ve hatta arkasına vurulup malı ahz olunsa bile bu mu’ameleye karşı vücub-ı sabr ve teenniyi amir olan bir takım ehadis-i şerifeden başka ayet-i celileleridir. Hazret-i Osman’ın hadise-i katlinde müşarun-ileyhin iltizam-ı sabr u teenniyi isti’mal-i silaha tercih eylemesi de bu babdaki delail cümlesinden olmak üzere irae edilmekte olduğuna balada yı Ehl-i Sünnet’in dermiyan etmiş oldukları delail bu babda bir guna hüccet teşkil etmez. Çünkü evvela; darb-ı zahr ve ahz-ı mala karşı vücub-ı sabrı amir olan hadis-i şerif bu misillü hususatı ber-muceb-i hükm-i şer’i icraya me’mur olan haiz olan imama karşı sabrın vücubu ise inkar olunamaz. Hatta böyle bir emre karşı imtina’ eden kimse fasık ve asi addolunur. Hazret-i Peygamber zulme müdafa’a imkanı mevcud bulundukça sabrı emr etmemiştir. Zira buyurulmuştur. Hatta bazı ulemaya göre zulme müdafa’a imkanı mevcud zammun eder. Nehy-i kıtale dair olan ehadis-i seniyye ise bilahare hadis-i şerifleriyle nesh edilmiştir. Şu ayetlerde beyan buyurulan Adem’in başka olduğu cihetle bize göre delil ittihazına salih değildir diyorlar. Rivayet olunur ki bir gün birisi huzur-ı peygamberiye gelmiş ve bi-gayrı hakkın malını almak isteyen bir adam hakkında ne yapması lazım geleceğini sormuş. Hazret-i Peygamber dahi cevaben: “Malını kendisine verme” demesi üzerine “Ya Resulallah o adam bu yüzden benimle mukateleleye kalkışırsa ne yapayım?” sözünü tekrar etmiş. Buna cevaben: olmaksızın Müslim “Kendisiyle mukatele ediniz” buyurmuş. “Ya o beni öldürürse hüküm nedir?” sualini irad eylemiş. Ona da “Nara müstahık olur” cevabı verilince merkum yine “Ya ben onu öldürürsem?” demiş. Bunun üzerine Resulullah efendimiz de “Cennete gireceksin” hükmünü beyan buyurmuşlardır. Hazret-i Osman’ın hadisesine gelince bunu da müdde’aya delil olabilecek bir mahiyeti haiz görmüyorlar. Çünkü müşarun-ileyh üzerine gelen kimselerin yalnız kendisini muhasara ettiklerini görüyordu ve öyle de zannediyordu. Kendisini katl edeceklerini kat’iyyen bilmezdi. Yoksa katillere karşı müdafa’aya kıyamı kat’i ve zaruri idi diyorlar. Buraya kadar olan izahat fırak-ı İslamiyyenin emr bi’lma’ruf ve nehy ani’l-münker hakkındaki nikat-ı nazarlarını beyandan ibaret olup emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münkerin tabi’ olduğu bir takım kuyud ve şürut-ı mühimmeyi de – – Avrupa muharrirleri on dokuzuncu asrın bidayetlerinden beri İslam mes’elesiyle ve onun mahiyet ve hasa’isi hakkında tedkıkat icrasıyla meşgul olmaya başladılar. Lakin maa’t-teessüf bu mesa’i bir devre tesadüf etti ki oluyor cem’iyetlerini perişan aba vü ecdadlarından tevarüs ettikleri medeniyet-i hakıkiyyelerini harab ediyor idi. Çünkü ümem-i İslamiyye on beşinci asrın sonlarından beri geçen asırlardakinden büsbütün başka yeni bir kisveye bürünmüştü. Buna da sebeb Avrupa devletlerinin usul-i siyasetlerini vesait-i mümkineye müraca’atla İslam’ın kesr-i nüfuz ve şevketine çalışmak ehl-i İslam’ı muharebat-ı mütemadiyye Bu devrin hululünden i’tibaren idi ki Endülüs müslümanları üzerine felaket bütün dehşet ve şiddetiyle teveccüh etti. Engizisyon mezalimi mevcudiyetlerini kemirdi. Bakiyyetü’s-süyuf da şuraya buraya dağıldı. Nihayet tarihin kayd ettiği inhitat baş gösterdi. Yine o vakitlerden i’tibaren Osmanlı fütuhatın Avrupa’nın şark ve merkezine doğru tevessü’ü bu devlete karşı bir harb ve cidal kapısı açtı ki bir daha kapanmak imkanı hasıl olmadı. Fazla olarak Afrika’da Hind’de Cava’da Vüsta Asya’da birçok İslam ümerasının ahlakı bozularak ma’iyyetlerine karşı müstebiddane hareket etmeye başlamaları işleri bütün bütün çığırından çıkardı. Diyar-ı İslam’da perişanlık nizam ve intizam nadanlık ilim ve irfan sefalet ve harabi refah ve umran yerine kaim oldu. Garbi Avrupa’nın şarkta müstemleke ve ticaret-i bahriyye politikasını tutması inhitat-ı İslam’ın sür’atle terakkısine müessir bir surette yardım ediyordu. Garbi Avrupa şarkta ticaret yollarını Arabların bıraktıkları izleri araştırarak bunları esasından mahv u tahrib etmeyi hedef-i siyaset ittihaz etmişti. Ez-cümle Portekizlilerin Kalküta’da Cezayir-i Bahreyn’de tesadüf ettikleri İslam sefain-i ticariyyesine yaptıkları Hükumat-ı mebhuse bu usul sayesinde ticaret-i bahriyye-i muvaffak oldular. Böyle ictima’i siyasi birçok gailelerle meşgul bulunan müslümanlar memalik-i İslamiyyeyi asırlarca mağbut-ı cihan eden medeniyetlerini ulum ve sanayi’lerini edebiyatlarını de temadi edip gittiği bir sırada dokuzuncu asrın bidayetleri hulul edip de şarkın ahval ve etvarına peyda-yı ıttıla’ hevesiyle Avrupalılardan birçoğu nazarlarını o cihete atf edince akvam-ı İslamiyyeyi izah ettiğimiz halde buldular. Ben kendi hesabıma Garbi Avrupa devletlerinin devr-i fütuhatlarından beri İslam alemine karşı besledikleri kin ve adavetin de İslam’ı hakıkı şekil ve suretinden başka bir şekil ve surette göstermek hususunda büyük bir dahl u tesiri olmuş olduğunu söylemekte bir mahzur tasavvur etmiyorum. ve bu kıt’anın cihet-i şimaliyyesi hakkında tatbik etmek istediği tahvil-i siyaseti enzar-ı cihanın İslam’ı hakıkı kisvesiyle görebilmesine mani’ kesif bir sis vazifesini ifa etmiştir. Evet bu devlet Afrika’nın bu eyaletlerini kabza-i temellüküne geçirmeyi tasmim ettiği tarihten i’tibaren İslam hakkında bedhahane isnadatta bulunmaya onu en muzlim renklerle teşhir etmeye başladı. Tabi’i bundaki maksadı cehalet her tarafdan üzerlerine saye salmış yüzlerine karşı ilim ve amel kapıları kapanmış olan akvam-ı mahalliyyenin kuvve-i ma’neviyyelerini sarsmak idi. Fransa bu maksad-ı hainanesini tervic etmek için kurun-ı vüstanın İslam aleyhinde yazılmış olan müdevvenatına yeniden hayat vermek nakısadar göstermek mesleğini iltizam etti. etmek istedikleri bu gibi siyasi fitnelere revac vermek için ruh-ı İslam’ın medeniyeti kabule müsta’id olmadığı akvam-ı hususunda Avrupa akvamıyla hem-inan gidebilmek kabiliyetinden mahrum bulundukları nazariyyesini ortaya koydular. Artık alem-i İslam’dan bir şey koparmak istedikçe mu’ayyen bir gaye ile icad ettikleri bu hurafenin muhitleri dahilinde husule getirdiği te’sirat-ı siyasiyyeden istifade etmeye başladılar. Bu da pek tabi’i bir şeydir. Çünkü düşmanlarından tehalükü ümmetleri çok kereler bu maksadlarını istihsal için bil-cümle vesail-i mümkineye müraca’ata sevk eder. Bu uğurda hasımlarını başka bir renk ve şekilde göstermek kat’iyyen alakadar olmadıkları şeylerle itham etmek gibi ahlakı şena’atler irtikab etmek icab etse de garaim-i siyasiyyenin olmadığını müslümanlar me’abide karşı taşıdıkları kayd-ı vicdaniyi bırakmadıkça garb akvamıyla saha-i temeddünde münafeseye girişmeyi hatırlarından bile geçirmemek icab edeceğini söylüyorlar. Evet böyle bir söz medeniyette adab ve siyasette tarihi olmayan bir din erbabı hakkında söylenebilir. Fakat insaf edilsin bu fikir İslam hakkında ca-yi tatbik bulabilir mi? O mu’azzam Roma memleketi ondan evvel ve sonra gelen memalik-i saire birçok devirler geçirdiler o devirler esnasında teşkil ettikleri akvam mühezzebiyet kesb etti vahdet-i ictima’iyyeleri kuvvet buldu maarif ilerledi kanunlar ıslah edildi siyasi düsturlar yavaş yavaş teessüs etmeye başladı da kazandıkları miknet ve azameti ondan sonra kazandılar. Dide-i cihan bir ümmet görmemiştir ki terakkı ve temeddünden azamet ve ikbalden büyük bir nasib almış olsun ve fakat buna asırlarca en aşağı kurun-ı adidece çalışmadan ahkam-ı zamanın icab ettiği bir takım zaruri merhaleleri kat’ etmeden muvaffak olabilsin. Yalnız ehl-i Kur’an böyle değil onlar bu mes’elede harikalar gösterdiler. Bir suretteki bir sıçrayışta kendilerini başka kimselerin ulaşamadığı belki hiçbir ümmetin yorulmaksızın yaklaşamadığı bir evc-i tekamülde buldular. Bi’set-i Resul hengamında Arab aralarında kat’a aheng-i ülfet ve mu’aşeret bulunmayan bir takım kitlelerden müteşekkil bulunuyor idi. Daha ileri gidelim tarih-i kable’l-İslam ümem-i Arabiyye arasında bir gune vahdet ve vifak teessüs etmiş olduğunu tek bir memleket halkı miyanında bile imtizac-ı tam husule geldiğini yahud bu kavmin efradı din-i vahid etrafında birleşmiş olduğunu kayd etmiyor. Biri birlerinin kanına doymamak intikam hislerinin ardı gelmemek derecesinde yekdiğere muhasım bir vaz’ almış olan bu kavmin ne üzerlerinde hakim olacak aralarında bir vahdet-i siyasiyye te’min edebilecek kanunları ne de ulum ve ma’arife ziraate sanayi’e iktisadiyata intisaba saik olacak nizamları olduğu bilinmiyor. Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin Mekke’den Medine’ye hicret ettikleri gün Arab işte bu halde ke’ye kadar olan on sene zarfında neler yapmış olduğunu düşünelim: Bu on senenin mahsul-i feyzi olarak meydana esaslı bir düstur geldi. Bir uhuvvet teessüs etti ve o uhuvvet sayesinde Arab’ı sefalet ve perişani vadisinde sürükleyen muntazam bir kitle halinde yaşamalarına mani’ olan rekabet-i unsuriyye hisleri ortadan kalktı. Öyle kalbler yekdiğeriyle peyda-yı ülfet ve istinas etti ki yeryüzündeki hazain sarf edilse barışıp birleşmeleri ihtimali yoktu. Bu on senenin tecelliyat-ı mes’udesidir ki Arablar arasında tamamıyla şura ve demokrasi esasatına mübteni düsturi bir hükumet teessüs etti. Bir hükumet ki hakim ile mahkum avam ile emir arasında ister cinai ister medeni olsun kaffe-i hukukta müsavat gözetiyor idi. Bu şekl-i hükumete göre kimse Kur’an’ın vaz’ ettiği kavanin fevkinde bir mevki’a sahib olmak imkanı kalmadı. Çünkü Kur’an nazarında müluk ve ümeraya perestiş eski asırların vücud verdiği an’anatın bekaya-yı asarından ma’dud idi. eder. Çünkü tevhid demek ibadet olunmak daire-i tekliften haric bulunmak yalnız Halik-i kevne mahsus bir vasıf olduğuna hukuk-ı amme nokta-i nazarından bir tarağın dişleri gibi mütesavi bir vaz’dadırlar. Nitekim Kur’an’ın ayeti de bunu takrir ve te’yid etmektedir. ve ümeranın bünyan-ı hukuku yıkıldı onlara mertebe-i avamın fevkinde bir mevki’-i rüchan ve imtiyaz-ı ebedi te’min eden an’ane zir ü zeber oldu. O vakitten i’tibaren halk hükümdarlarından müstakımane bir siyaset aramak re’ayaya ta’alluk eden icraatlarından hesab sormak hukuk-ı beşeriyye cümlesinden olduğunu anladılar. Bunun fevkinde olarak bir de Kur’an müte’addid yerlerde halka içlerinde emr-i idare ve siyasette erbab-ı hükumeti murakabe ve emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker veza’ifiyle mükellef bir zümre bulundurmayı emr etmektedir. Kur’an bu ve bu gibi ayetlerle İslam aleminde hürriyet-i kelamın tenkıdin esaslarını vaz’ etmiş müslümanlar arasında idare ve siyaset adamlarına icraatlarından dolayı hesab soracak bir taife bulunmasını emr etmekte bulunmuştur ki bu usulün en güzel bir şekl-i tatbiki a’zasını milletin kendi arasından intihab etmekte olması bu a’zanın hükumetlerden hesab aramak ve kavanin-i siyasiyye ve idariyyeyi teşri’ etmek salahiyetini haiz bulunması i’tibarıyla bugünkü Meclis-i Meb’usan’dır. Bugüne kadar hangi bir kanun vardır ki demokrasinin bu derecesine varsın da caniye cihanın isterse en mağrur ve en zi-nüfuz bir hükümdarı olsun icra-yı kısas edebilsin? Cebele bin el-Eyhem kıssasını unutmayalım: Müluk-ı Arab’dan olan Cebele bir gün Ka’be-i Mu’azzama’yı tavaf ederken ridasının etekleri ucuna basan bir A’rabiye tokat attı. Ömer bin el-Hattab radıyallahu te’ala anh kısasa teşebbüs edince avam ile müluk arasında hiçbir fark gözetmez misiniz? dedi. Aldığı “hayır” cevabı fena halde nahvetine dokunarak gece olunca gizlice firar ile Kostantıniyye hükümdarına Sahib-i şeri’at sallallahu aleyhi ve sellem hutbetü’l-veda’da şöyle diyordu: Ey nas mü’minler kardeşten başka bir şey değillerdir. Gönül hoşluğuyla olmaksızın bir adama kardeşinin malı helal olamaz. Benden sonra küfre avdet edip de biri birinizin boynunu vurmaya kıyam etmeyiniz. Size bir şey bırakıyorum ki ahkamına tevessül ederseniz bir daha dalalet yüzü gör mezsiniz: Kitabullah. Ey nas! Rabbiniz bir babanız da birdir. Hepiniz Adem’in evladısınız. Adem ise topraktan olmadır. İnd-i ilahide en makbul olanınız en ziyade ittika edeninizdir. Bir Arabi’nin bir Acemi’ye fazl ve rüchanı yoktur. Meğer ki vasıta-i rüchan takva olsun” Bu ulvi sözlerin demokrasiye aid bu kıymetdar düsturların bütün ruhlarını ve ayetleri sinesinde toplamıştır. Demokrası esasatına tamamıyla mutabık bu gibi desatir-i Muhammediyye sayesinde nev’-i beşerin gözleri açıldı. Bir fırkanın diğer fırka üzerinde rüchan ve tefevvuk iddia etmesine hiçbir sebeb olmadığı herkesçe anlaşıldı. Evet Kur’an’ın vaz’ ettiği düstur nazarında tefazula esas olabilecek bir şey varsa o da fazilet ve meziyyet ve ahlaktan ibarettir. Ve hiç şüphe yok ki Arab’ın zu’afasını bu dini kabule sevk eden esbabın en büyüğü bu düsturun ulviyetidir. Onlar anladılar ki bu dine salik olmakla onun müntesibini arasında tesbit ettiği hürriyet uhuvvet efrad arasında kaffe-i hukukta müsavat esaslarından mükemmelen istifade edeceklerdir. Arablar arasında diyen dehri vicdanını ecram-ı ulviyyeye rabt eden ve ona karşı zanu be-zemin-i ibadet olan zemzeme-i ayinini eflaka çıkaran mecusi ve sair bir takım milletler vardır ki milliyetleri ne saadet-i dünyeviyyelerini te’mine ne şekavet-i uhreviyyeden azade kalmalarına hizmet ediyor ne de hayat-ı ictima’iyyelerinin kesb-i salah etmesi şu’un-ı siyasiyyelerinin nizam altına girmesi hususunda amil-i müessir olabiliyor idi. İslam miyan-ı nasda müsavatı emr eden kava’id-i adl ü insafı tesbit eyleyen o mu’azzam düsturlarıyla tecelli edince zu’afa güruhu o asırların kendilerini zebun ve bi-tab bırakan ağır ağır kaydlarından kurtulmak Bila-ihtiraz diyebiliriz ki İslam’ın medeni ve siyasi düsturları yalnız Arabları müstefid etmemiş belki bunlar sair avalim-i beşeriyye için de yeni bir devrin fatihası olmuştur. [Birkaç nüsha devam edecek olan bu makalenin aslı Almanca olarak Berlin’de intişar eden Alem-i İ sl a m mecmu’asında neşr olunmuştur.] Bu Harb-i Umumi müslümanların gözünü açtırdı maziye nisbetle alem-i İslam muhitlerinde pek azim uyanıklık ve tanya’nın bütün entrikalarını meydana çıkarttı. Her tarafta uhuvvet-i İslamiyyeyi ileride daha sıkı bir surette temhid ve te’min için cem’iyetler teşekkül etmiştir. İngiltere’nin İslam memalikinde bu ana kadar oynadığı rollerle çevirdiği entrikaların üstünden birer birer tabi’at örtüsünü kaldırtmış İngiliz rical-i siyasiyyununun müslümanlar hakkında besledikleri bedhahane temenniyata müte’allik olan gizli muhaberelerin fotoğrafları alınarak aynen neşr olunmuştur. Ahiren Berlin’de bulunan birkaç İranlının Ke ş f-i Telb geçmiştir ki İngiliz ricalinin İran memleket ve milleti hakkında beslemiş oldukları su’-i niyyatı belegan ma belag irae ve isbat etmektedir. Fotoğrafları alınan bu vesaikten öyle anlaşılıyor ki el-an İngiltere İran’ı benimsemekte ve o zavallı memleketin yakasından bir türlü vazgeçmemektedir. Bu vesaiki aynen muhterem kari’lerimize göstermeye hazırız. Fakat İngilizlerin bu gibi fırıldakları meydana çıktıkça gune kesb-i kuvvet ve rasanet edeceğine eminiz. Cereyan-ı tabi’at İngilizlerin mahiyetini umum müslümanlara anlatmıştır. kavemet etmek için alem-i İslam’ın hemen her tarafında büyük cem’iyetler teşekkül ederek İngiliz menafi’-i maddiyye ve siyasiyyesini mahv ü tahrib etmeyi kendilerine büyük bir vazife-i diniyye telakkı eylemektedir. Bu muhterem cem’iyetlerden biri Orman Kardeşleridir. Geçen sene İran’ın eyalat-ı şimaliyyesinden olan Gilan şehrinde teşekkül ederek uzun müddet Ruslarla uğraştılar. askerlerinin mütecavizane ve yağma-gerana zulümlerinin önünü bir dereceye kadar bu yeni cem’iyet alabilmiş ve ahiren teşkilatlarına vüs’at ve intizam vererek ahrar ve tüccar-ı mahalliyye ile ulema-yı kiramdan birçok zevat mezkur cem’iyete intisab eyleyerek samimi surette ittihad ve ittifak eyledikten başka kendi işlerinde sarf edilmek üzere de mallarını cem’iyete tıyb-i hatırla terk ve teberru’ eylemişlerdir. Fedakarane teberru’at neticesinde dört milyon tümen –ki sekiz yüz bin lira eder– kadar bir para elde ettikten sonra Gilan eyaletinin payansız mürtefi’ ve zengin ormanlarına çekilerek orayı kendilerine merkez ve karargah ittihaz eylemişlerdir. Oradan gelen mevsuku’l-kelim bir zatın ya’da esir olup oralara firar eden birkaç Osmanlı zabiti de mevcud imiş. Bu zabitler kardeşlerine ta’lim ile harbe müte’allik Orman Kardeşleri –gazetelerde bir müddet evvel okunduğuna nazaran– Reşt’deki İngiliz konsolosuyla İngiliz bankası müdürünü ve kendi devleti hesabına oralarda casusluk etmekte bulunan Yüzbaşı Noel namında bir zabiti esir ederek ormana götürmüşlerdir. Bu Orman Kardeşleri’nin hamiyet ve teşebbüsat-ı İslamiyyeleri sayesinde İngilizlerin İran-ı şimali kısmındaki entrikalarının önü alınmıştır. İngilizlerin maksadı Tahran-Kazvin tarikiyle Reşt Vilayeti’ne ve oradan da Bahr-i Hazar sahilinde kain Enzeli İskelesi’ne inip ve denizi geçtikten sonra Bakü’deki Ermeni ve sair unsurlara mensub tarafdarlarıyla birleşmek ve o sayede Osmanlılarla Almanların şarka yayılmalarını men’ eylemek idi. Bu ümniyenin husulü için İngilizler o civardaki Ermeni çetelerini güzelce teslih ve techiz ettirerek Reşt’in işgaline tahrik ve teşvik eylemişlerdi. Orman Kardeşleri’nin fedakarane ve gayurane teşebbüsleri olmasaydı şimdiye kadar İngilizler Kafkasya’ya kadar bir nokta-i irtibat hasıl olmuş olaydı Kirmanşah’daki İngiliz kuvveti İran’ın merkez ve kalbgahını istila ede ede yavaş yavaş Anadolu’ya kadar yayılabileceklerdi. Lakin şimdilik bu mühim nokta ve müstesna mevki’ İngilizlerin eline düşmedikten ma’ada İran’daki kuvvetlerinin de mevki’i tezelzüle uğramıştır. Cebir ve kuvvetle bunların uhdesinden gelemeyen İngilizler ahiren bunların arasına nifak sokmak için bulundukları ormana birkaç propagandacı sevk ve i’zam etmişler ve mezkur cem’iyeti bu suretle dağıtmaya karar vermişler ise de Cenab-ı Hakk’a çok şükürler olsun ki İngilizlere satılmış olan müzevvirlerden biri gebertilip diğerleri de güç hal ile firar edebilmişler ve teşebbüsat-ı hainaneleri de büsbütün akamete duçar olmuştur. Orman Kardeşleri muntazam ve mükemmel bir intizam ve ihtimamla mu’ayyen bir plan dahilinde çalışmayı tercih eylemişlerdir. Bu hususta kendilerinin muhtasar bir programları da vardır. İran’da mezkur cem’iyet tarafından dağıtılan beyannamelerde muharrer bulunduğuna nazaran onların maksadı İran ve İslam düşmanlarıyla ila nihaye çarpışıp vatanlarının hürriyet ve istiklalini fiilen istirdad etmek ve İranlıların sair müslüman komşularıyla ittihadına mümana’at gösteren İngilizlere karşı mukavemet ve muharebe etmekten Bu cem’iyetin teşkili evvelce kuvve-i karibeye gelmemiş olaydı hiç şüphesiz İngilizler şimdiye kadar İran efkar-ı umumiyyesini zehirleyebilmişlerdi. Bu muhterem cem’iyet-i İslamiyyenin büyük müessis-i ali-kadrleri Reşt Vilayeti ilerigelenlerinden Mirza Küçük Han a’zaları da: Aka Seyyid Abdülvehhab Aka Seyyid Mahmud Aka Hacı Şeyh Muhammed Hasan Aka Şeyh Ali Aka Şeyh Muhammed Hüseyin hazeratıdır. Bu hey’et daima ormanda yaşamakta ve orada malik oldukları yedi sekiz bin kişilik kuvveti idare ile iştigal eylemektedirler. Şehirde ise: Aka Mir Mansur ile Aka İzzetullah Han’dan mürekkeb olan vekilleri ormandan sadır olan evamir-i cem’iyet tarafından ahiren ormanda muntazam bir ta’limgah zabitleri oradaki binlerce genci çalıştırmaktadırlar. Cem’iyetin şehirdeki gözleri vasıtasıyla şu son zamanlarda Vesaik-i mezkureden anlaşıldığına göre İngilizler Osmanlı kuvvetlerinin ilerlemesini men’ için şarkta Ermeni çetelerinden mürekkeb büyük bir kuvvet hazırlamayı kasd ediyorlarmış. bulunan bu mühim noktalarda karşılarında Orman Kardeşleri gibi muntazam bir teşkilat-ı İslamiyyeye tesadüf etmemiş olaydılar oraları elde ederek Evvelen: Tahran ve İran şehirlerinde bulunup Devlet-i Osmaniyye’nin sadık hayrhahları olan ahrarı yeis ve sukut-i hayale duçar edecekler Saniyen: Mezkur vilayat-ı şimaliyyeden ipek yün pirinç buğday arpa tütün kabilinden yetişen bereketli ve külliyetli mahsulatı İran’da ve Irak’da bulunmakta olan askerlerine sevk ve iddihar eyleyecekler Salisen: Oralarla Tahran arasında çekilmiş olan telgraf tellerini keserek muhaberatı ta’tile uğratacaklardı. Rabi’an: İran’ın en metin ve en güzel Enzeli-Tahran şose yollarını istedikleri gibi kendi menfa’atlerine kullanacaklardı. Hamisen: Osmanlılarla İraniler beynindeki muvasala noktalarını kesip kendi aleyhdarlarının bazılarını kuvvetle mahv u i’dam diğer kısmını da nefy ü tağrib etmek suretiyle Madem ki diyanet-i mukaddese-i İslamiyyenin feyzi oralarda böyle mühim ve hatırı sayılır metin bir kuvvet icad ve daha ziyade mucib-i istifade bir hale sokmak için Devlet-i Osmaniyye tarafından bu dakıkada onlara ciddi surette yardım etmek pek elzemdir. Orman Kardeşleri’mizin paraya ihtiyacları olmayıp kendilerine en elzem olan şey gayur zabitan ile külliyetli mikdarda esliha ve cephane olsa gerektir. Bunun tedarikiyle o cihetlere i’zamı keyfiyyeti Devlet-i Mu’azzama-i Osmaniyye Osmaniyye hissiyat-ı biraderane ve İslamiyyesini fiilen İranlı fedakarlara gösterecek ve kendisinin o gibi askeri ve siyasi eylemiş olacaktır. Bu makale ile muhterem Osmanlı rical ve zimamdaranının nazar-ı dikkatlerini bu mühim mes’eleye celb ediyoruz. Bu istirhamımız ihmal edilirse ileride Osmanlı usul-i siyasetini tahti’e edebilmek için bu yazıları tarih-i harbde canlı bir şahid makamında kayd edeceğiz. OSMANLI – İRAN MÜNASEBAT-I HAZIRA VE ATIYYELERI Payitahtımızda intişar eden Farisiyyü’l-ibare Haver gazetesinden aynen iktibas ve tercüme olunmuştur: Kariin-i kiramın ma’lumları olduğu üzere bir müddetten beri İran ekabir ve a’yanından bir kısmı İngiliz ve Ruslarla zıddiyet ve mücahedede bulunmak ve memleketin menafi’ini vikaye etmek maksadıyla İran’dan hareket ederek ve bir müddet İngiliz ve Rus kuvvetleriyle çarpıştıktan sonra Kirmanşah’a ve Kirmanşah ric’atini müteakib Bağdad’a bilahare de İstanbul’a gelmişlerdi. Müşarun-ileyhimin efkar ve hissiyat-ı vaki’alarından kari’lerimizi nasibedar etmek için bu kere ser-muharririmizi ittihad-ı İslam politikasını ta’kıb eden İran İ’tidal Fırka-i Siyasiyyesi rüesasından ve ulema-yı benamdan Hacı Mirza Ali Muhammed-i Devletabadi hazretleri nezdine i’zam etmişidik. Payitaht-ı Devlet-i Aliyye’ye muvasalatlarından beri kendilerince hasıl olan kanaat hakkında vaki’ olan suallere ber-vech-i zir beyanatta bulunmuşlardır: – Osmanlı-İran bu iki millet-i İslamiyyenin münasebat-ı hazıralarıyla vaz’iyet-i atiyyeleri hakkında zat-ı alilerinin nokta-i nazarını sual edebilir miyim? – Efendim bu iki milletin mezheb nokta-i nazarından evza’-ı sabıkaları ma’lum olduğu vechile pek iyi değildir. Ancak bunların senelerden beri münasebatı müsalemet ve muvafakatla geçtiğine nazaran zahiren fena olmaması iktiza eder. Nazar-ı dikkatten kaçırılmaması icab eden nokta bu iki müslüman devlet arasında hükümran olan tefrikanın sebebi nedir? Hakıkaten esbab-ı din ve mezheb yüzünden midir? Yoksa başka bir esasa müstenid midir? Bunları araştırmak gerektir. Erbab-ı basirete mahfi değildir ki ihtilafat-ı siyasiyye bazen ihtilafat-ı mezhebiyye namıyla bir veya iki devletin mukteza-yı zamana göre icad ettikleri ve ahali arasına ilka eyledikleri nifak ve muhalefettir. Tarihe nazar edilecek olursa görülür ki pek çok mevad ve mesailde devleteynden her biri politikaları iktizası olarak imkan elverdiği mertebede ları ateş içinde bırakmışlardır. Halbuki yalnız bu iki devletin siyaset-i dahiliyyesi böyle olduğu zannolunmasın. Kurun-ı ahire zarfında siyaset-i hariciyye dahi ihtilafat-ı hazıranın izdiyad ve iştidadına medhaldar olmuştur. Hindistan ile İran’ın mevki’-i coğrafi i’tibarıyla komşu bulunmaları hasebiyle İran devleti Rus ve İngiliz hükumetleri tarafından daima taht-ı murakabe ve tazyikatta bulundurulmuştur. Çünkü Rus ve İngiliz hükumetleri hiçbir vakit karşılarında kuvvetli ve kudretli bir İran’ın bulunmasını istememişlerdir. Hususiyle kendilerince ma’lum idi ki iki İslam devletinin cektir. Onun için binlerce entrika ve desise tertib ederek bunların dikkat şurası idi ki: Rus ve İngiliz me’murları ber-mukteza-yı menfa’at daima bir müslümandan ziyade İslam-perest görünüyor ve iş beceriyorlardı. Osmanlı ve İran devletleri arasında arasıra tehaddüs eden ihtilafat onlar için mucib-i istifade olmuş ve bu vesile düşman göstererek ara yerde bu vaz’iyetten kendileri istifade eylemişlerdir. biri olup bu mes’ele bizim için binlerce fenalıkları icad etmiştir. Ve işte aşair tecavüzatı namıyla hudus eden pek çok müsadameler bu müdde’amıza şahid-i yeganedir. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin bugünkü zimamdaran-ı umuru meşrutiyetin evalinde esas-ı istibdadı mahv eden etmeye hazırız.” buyurmuşlardı. İran’ın o günkü erbab-ı hall ü akdi dahi beyanat-ı vakıayı kemal-i meserretle karşılamışlardı. Halbuki tarafeynin bu meyl-i arzusuna gizli parmaklar tekrar mani’ oldular. Dört sene evveline gelinceye kadar bu sözler imtidad etti. En nihayet yine diğerlerinin müdahale ve nazariyatına göre iş görüldü. Maamafih insaf etmelidir ki her iki millet ukalası sinin-i vefireden beri bu derdlere agah olup ilac peşinde koşuyorlar ve İraniler daha ziyade ihtilafat-ı mevcudenin ref’ine sa’i ve amade bulunuyorlardı. Şu da müsellemdir ki beş yüz seneden beri mevcud olan ve memleketin her tarafına kök budak salan bir şecere-i nifakın kolları budakları öyle kolay kolay kat’ edilmez. Belki size evza’-ı sabıkadan bir mücmel… Bugünkü münasebata gelince: Yukarıda işaret edildiği vechile İranlılar pek uzun müddetten beri geçmiş vekayi’in tashihi ve Osmanlılarla vidad ve ittihad te’sisi hususuna pek ziyade hahişger idiler. Nasıl ki bu keyfiyeti mükerreren isbat etmişlerdir. En son tecrübe ve imtihanın şahid-i sahihi: Harb-i hazırda metine va’d ettikleri pek çok menafi’e karşı sebat göstererek Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye ve İslam kardeşlerine sıdk-ı vefa ve şime-i dosti ibraz etmeleri ve hususiyle dindaşlık namına hükumet-i Osmaniyye ve müttefiklerine karşı mümkün olduğu kadar her nevi’ fedakarlıktan geri kalmamaları gibi bi-taraflıkla gayr-ı mütenasib harekatı ihtiyar ve bu yüzden muhasım devletlerden birisi kadar mal ve canca türlü türlü hasarata giriftar olmalarıdır. Bir milletin ayine-i efkarı o milletin a’mal ve ef’ali olması hasebiyle İranilerin bu müddet zarfındaki fedakarlıkları dahi hangi tarafla dost ve hangi tarafla düşman olduğunu herkese Yalnız nazar-ı teemmüle alınacak bir nokta vardır ki o da: Düşmanların ellerine verilen bir bahaneyi vesile ittihaz ederek İranlıları ikna’ etmezlerse ümid olunur ki İran milleti ma dame’d-dehr Osmanlılarla hakıkı birader olarak yaşayacaktır. Binaenaleyh düşmana bahane vermemeye her iki taraf çalışmalıdır. Cümlece mahiyeti ma’lum olan muahedat-ı hafiyyenin etmek pek de kolay değilse de her iki taraf ukalası gaflet ederek kapanmış olan muhalefet kapılarını düşmanlar için açık bulundurmamaları iktiza eder. Hayret edilecek diğer bir nokta daha vardır ki o da: İranilerle Osmanlı ve müttefikleri aralarındaki münasebat-ı meveddet-karaneyi bir mukavele veya bir muahede ile tahkim etmemişlerdir ki bunca teşebbüsat ve tahassüsatın ileride iyi semereler vereceğine emniyet edilsin. Ümid ederiz ki müstakbelde edilir de alem-i İslam’ın düşmanları her ne şekil ve suretle olursa olsun ona bir halel iras edemezler. Son sualiniz olan “Atide ne yapmak lazım gelir?” fıkrasına gelince: İleride yapılacak işe bugün başlamak lazımdır. Yani icab eden program üzerine esas-ı hakıkat tahkim ve tarsin edilmelidir ki matlub netice elde edilebilsin. Bu da ara yerde muktezi olan muahedatın akdine vabeste olup mevzu’muzdan haric ve resmi makamata aid bir mes’eledir. Bizim için mucib-i i’timad ve istinad iki şey vardır: Birincisi dini olan ittihad ve ittifak esasatının tahkimi ve senelerden beri ara yere ilka edilen esassız zıddiyet ve münaferetin kaldırılmasıyla zayi’ olan hukuk-ı meşru’amızın istirdadı hususlarıdır. Bugün din lisan milliyet ırk iklim komşuluk gibi aralarında hiçbir münasebet olmayan akvam ve milel birer bahane ve vesile ile yekdiğeriyle bir rabıta ve münasebet peyda etmeye çalıştıkları halde bilemem ki bu iki müslüman millet ve memleket beyninde mine’l-kadim mevcud olan bunca münasebat-ı haseneye rağmen bir takım güzel ve mühim istifadelerden nasıl sarf-ı nazar edip vakitlerini neden gafletle geçiriyorlar?! Vücudu elzem olan bu ittihada vesile olmak üzere İslami cem’iyetler teşkili kütüb-i müfide tab’ ve tevzi’i müslümanların neşri bu keyfiyeti belegan ma belağ te’min etmeye amil-i yegane olabilir. milletin rüesa ve ser-amedanı yekdiğerleriyle ittihad ederek kendilerince mühim telakkı edilen bir program tanzimi mes’elesidir ki onu da haricden vuku’u melhuz bütün tecavüzattan kendilerini muhafaza etmek ve yekdiğerlerine müte’allik umur ve mu’amelata müdahale edilmemek şartıyla menafi’-i meşru’anın celbi hususunda serbest bulunmaktan Bu tevafuk-ı nazar-ı milli ve İslami tarafeynin hukukunu mahfuz ve masun kılar ve münasebat-ı vidadiyye ve uhuvvetkaranelerini hiçbir vechile ihlal eylemez. Bi’l-cümle İslam zimamdarları için bu mesleği ta’kıb etmekten başka bir çare tasavvur etmem. Binaenaleyh bu iki millet-i İslamiyyenin menafi’-i müşterekesine müfid olabilecek yegane bir tedbir işte bu ittihad-ı günün birinde tabi’atın hükmüyle hitama erecek iyi kötü her milletin mukadderatı ta’ayyün edecektir. İşte o millet-i saadet-mend ve bahtiyardır ki diğerlerine karşı mağlub ve mahkum mevki’inde kalmayıp mümkün mertebe kendi mukadderatını te’min etmiş bulunsun. Balada arz ettiğim vechile milel-i İslamiyye mazideki gafletlerinden halasları için can u gönülden çalışmayacak olurlarsa; Huda-negerde kör körüne reh-sipar-ı hak-i adem olacaklarına şüphe etmemelidir. Bilakis kemal-i sıdk-ı vefa ile yekdiğerine takarrub ve ittihad eyler ve birbirinin nef’ ve zararını düşünürlerse bu badireden halas ve kamyab olacaklarında şüphe ve tereddüd kalmaz.” VE RUSYA MÜSLÜMANLARININ İSTIKBALI Ş im a l i Almanya gazetesi yani Berlin hükumetinin mürevvic-i efkarı ve nim resmi gazetesi bu hafta zahiren yalnız Kafkasya müslümanlarına aid fakat hakıkat-i halde bütün Rusya müslümanlarının ve memalik-i Osmaniyye’nin istikbaline dair pek mühim ve müessif bir havadis neşr etmiştir. Telgraf ajanslarının bize isal ettiği hülasa İstanbul afakında müdhiş tarrakalara sebeb olmuş efkar-ı umumiyyenin hiddet ve tehevvürüne meydan vermiştir. Gafil ve tatlı hulya ile müteselli olanların bile gözlerini açmıştır. Bütün matbu’at-ı Osmaniyye şedid makaleler yazmaya Almanya hükumetini tenkıd etmeye başlamışlardır. Fakat vaz’iyet-i hakıkiyyeyi gösterip de ona karşı ta’kıb edilmesi lazım gelen siyaset hakkında kat’i bir fikir beyan edene maa’t-teessüf tesadüf olunmuyor. Binaenaleyh biz bu mes’ele hakkında birkaç kelime söylemek mecburiyetindeyiz. Fikrimizi birkaç noktaya hasr ediyoruz: Bizim kusurlarımız; Almanya hükumetinin vefasızlığı ve esbabı; Yeni muahedenin ehemmiyet-i ameliyyesi; Ta’kıb edeceğimiz siyaset; Gazetelerimizin atalet ve kusurları. Harb-i Umumi’ye iştirakimizden evvel hükumet-i Osmaniyye ile merkezi devletler yahud Almanya arasında akd edilen ittifaknamede gerek Mısır gerek Kafkasya ve Karadeniz’in vaz’iyet-i müstakbelesi hakkında elbette sarih kayıdlar vazıh şartlar mevcuddur. Şu halde ona göre alenen Almanya’yı mes’ul tutmak hakkımızdır. Bunu yapmamak büyük bir kusurdur. Mevcud değilse nasıl ihmal edilmiştir? Nasıl bu gibi hayati mes’eleler hakkında bir şey ta’yin etmeden harbe girdik? Farz edelim bazı şartlar vardı da hiç kimsenin hatırına gelmeyen Rus tefessüh ve inhilali üzerine o şera’it gayr-ı kafi kaldı. Pekala bu ihtilal başlar başlamaz Rusya’nın vaz’iyetine göre neden dolayı daha şümullu daha vasi’ diğer bir ittifakname yahud bir zeyl yapılmadı? Tabi’i o vakit Almanya hükumetinin iştihası mahdud idi. Göstereceğimiz menfa’atlere seve seve kanaat ederdi. Fakat bu fırsatı gayb ettik. Brest Litovsk Sulhu Kafkasya Cumhuriyeti tarafından reddedildiği vakit gerek Rusya hükumetine gerek müttefiklerimize yeni bir vaz’iyet tehaddüs etmiş olmasından ona göre serbesti-i hakk-ı hareketimizi muhafaza etmekte olduğumuzu beyan ve netayic-i muntazara ve mutasavvere hakkında kat’i bir ittifak yahud bir anlaşma yapabilirdik. Fakat maa’t-teessüf bunu da yapmadık. Evvela; Trabzon’da saniyen; Batum’da ahali-i mahalliyye ile akd ettiğimiz ibtidai mukavele[na]meleri de Rusya ve Almanya hükumetlerine takdim ve muvafakatlarını istihsal etmedik. Bazı mahafilde garib ve acib hayali projeler gayr-ı mahdud tama’karlıklar doymak bilmez marazi bir iştiha peyda olmaya başlamıştı. Su’-i tedbirimizle Gürcüleri Almanya’nın kucağına attık. bi’i bulanık suda avlamak isteyenler fırsat buldular. Kendi ni’met addeden Kafkasya’nın yeni hükumetleri her taraftan gördükleri teşvik ve iğfalata kapılarak büyük büyük ümidler beslemeye başladılar. İhtilafata teşettüt-i efkara meydan verildi. Berlin’de Gürcülerle Almanlar arasında Berlin ve Moskova’da Rusya ile Almanya arasında cereyan eden muhaberatı ta’kıb mümkünse men’ yahud işkal mümkünse bizim menfa’atimize muvafık bir hale ifrağ edebilirdik. Gerek Rusya gerek Gürcistan dün Almanların düşmanlarıydı. Rusya hükumeti bugün de Almanya’nın sunuf-ı hakimesinin sevmediği ların müttefikiyiz. Tabi’i daha fazla te’sirimiz vardır. Neden ondan istifade etmedik? Neden ciddi ve ameli bir program hazırlayıp her tarafa takdim ile herkesi ikna’ etmedik? Moskova’da üç ay evvel iktisadiyat nazırı alenen Sovyet Meclisi’nde Bakü’nün ehemmiyeti hakkında ve Rusya’nın nokta-i nazarını mübeyyin bir nutuk irad eylemişti. Bakü’de bulunan Amele Meclisi’ne de açık bir beyanname göndermişti. Buna karşı acaba orada bulunan sefirimiz ne gibi icraatta bulunmuştur? Hükumet-i Seniyye’ye haber verdi mi yahud böyle şeylerden hiç haberdar olamadı mı? Rusya hükumetiyle müdavele-i efkar neticesinde uzlaşmaya çalıştı mı? Hükumet-i Seniyye bu babda kendisine kat’i ta’limat verdi mi? Lenin iki ay evvel Almanya emperyalizminden masun kalacak bir Kafkasya’nın istiklalini alenen kabul etmiş ve yalnız hudud-ı şimaliyyesinin ta’yinini istemiş olduğu vakit bu fırsattan istifade etmek sefirimizin aklına geldi mi? Hükumet-i Seniyye’ye ihbar etti mi? Evrak-ı havadise kadar geçmiş olan bu mühim havadisten hükumet-i Seniyye haberdar oldu mu? Olmuş ise ne yapmıştır? Almanya ile Rusya arasındaki münasebat-ı siyasiyye ve iktisadiyyenin yeniden te’sisi için akd olunan celselerde Rusya’nın sanayi’ ve ticaret komiseri olan Brunski bugünkü bunun hülasasını göndermiş ne de kendisini bu mes’ele ile alakadar addederek muhaberata iştirak etmiş! Bu hatasıyla hem-hudud şimaliyyemizin selametini hem Rusya müslümanlarının istikbalini tehlikeye ilka etmiş oldu. Acaba kendi kahramanlığını Kont Mirbah’ın katl olunduğu otomobil ile yarım saat şehir içinde dolaşmakla izhar etmeyi unutmayan ve evrak-ı havadise bu lüzumsuz nümayişi maa’l-iftihar kayd ettiren bu muhterem sefirimizin böyle mühim işlerden haberi yoksa yahud haberi olduğu halde çalışmamışsa milletine karşı mu‘ateb olmaz mı? Gerek onu gerek Berlin Sefareti’nin me’murlarını vazifelerinde göstermekte oldukları atalete karşı cezasız bırakmak doğru mudur? Her yerde vesait-i istihbariyyemiz pek noksandır. Her memleket sefaret me’murininden başka ya sefarete mülhak yahud muhtelif işlerle meşgul oldukları halde istihbaratla propaganda ile meşgul olan birçok me’murlar bulunduruyor. Halbuki bizde maa’t-teessüf hem sefaretlerimizin me’murları fedir. Acaba neden şimdiye kadar yapmadık? Asri bir darulelhan yahud son sistem bir darülfünun te’sis etmeye çalışan hükumet böyle hayati bir mes’eleyi nasıl ihmal ediyor? Bütün gazeteler ba-husus İkd a m ceridesi bizim sefaretlerin yoktur. El-yevm bizim için Berlin Sefareti’nden daha mühim bir yer yoktur. Fakat acaba rical-i hükumet içinde oraya ta‘yin olunan Sefir-i kebir Rıfat Paşa’dan daha faal daha cevval ve sahib-i iktidar ve tecrübe-dide bir kimsemiz yok mudur? Almanya kendi menfaatlerini doğru yanlış te’min eylemeye salahiyetdardır. Fakat niçin biz kendi işlerimizin yapılmasını ondan bekleriz? Acaba istiklal-i millisini te’min etmeye çalışan milletler böyle zillete razı olurlar mı? Haşa. Binaenaleyh kendi kusurumuzu bilmek ve ona göre ıslahat yapmak ve istikbalde hatadan tevakkı etmek bize düşen bir vazifedir. Evvela: Almanya hükumeti Rusya’da cereyan eden ahvalden tevahhuş ederek Bolşevik hükumetinin mevki‘ini tarsin ve kendine tarafdar kazanmak emeliyle Brest Litovsk Muahedesi’ni ta‘dil etmek istemiş. Şu kadar ki fazla tama‘karlık dolayısıyla Rusya müslümanlarının hesabına fedakarlık yapmış. Halbuki asıl ihtilalci sosyalistlerin kızdıkları şey Kafkasya’dan ziyade Lehistan Litvanya İstonya Finlandiya ve Ukrayna mesailidir. Bunları kendi arzularına göre halletmedikçe ne kadar ta‘dilat yapılırsa yapılsın sebeb-i Saniyen: Rusya mes’elesinde Almanya hükumetinin ta‘kıb ettiği müşevveş siyaset yüzünden sosyalistler de gayr-ı memnundur. Nitekim Forvartis gazetesi Helfrih’in avdeti münasebetiyle bu hususta sarih bir fıkra yazmıştı: “Sefaretimizin Moskova’dan müfarakati düşman memleketlerinde meserret ve ihtimamla kabul olunacak bir havadis ise de bunun sebebi yine Brest Litovsk Muahedesi’dir ve şarkta Muhafazakarlığın yahud burjuvaların mürevvic-i efkarı olan bu gazete aynı günde ve aynı münasebetle hükumete hücum ediyor ve diyor ki: “Bolşevik hükumetinin merkezi mütezelzildir. Bütün Rusya’da Almanya’ya karşı müdhiş bir nefret hüküm-fermadır. Sefaretimizin işgal-i askerimiz altında bulunan bir kıt‘aya intikal etmesi şarkta Almanya’nın Diğer nüshasında da diyor ki: “Sefaretimizin Rusya’dan ric‘ati Rusya’da mağlub olmamız demektir. İhtilal-i dahili parti münaza‘atı kanlı muharebat ile parçalanan Rusya milleti Brest Litovsk Muahedesi’ni yırtmaya muktedir olmuştur. Cereyan-ı ahval Almanya’yı yeniden Rusya ile hal-i harbe doğru sevk ediyor. Son saatte bunu men‘ edecek gayr-ı muntazam bir çare bulunmazsa bu acı netice husul-pezir olacaktır… Her halde şimdi herkes Brest Litovsk Muahedesi’nin yok olmuş olduğunu anlıyor.” Diğer gazeteler hatta Avusturya gazeteleri bile aynı hücum ve aynı şiddetle hükumete ta‘riz ediyorlar. Anlaşılıyor ki tama‘kar ve basiretsiz siyasilerin aklına son çare Kafkasya hesabına fedakarlık yapmak gelmiştir. Fakat geçmiş ola. Salisen: Almanya merkez partisi ekseriyet partisi olduğundan klarikal yani kilisenin hizbi demek bulunduğundan geçen kış esnasında onun reisi olan Erzborg Kafkasya şöyle dursun Hükumet-i Osmaniyye hesabına hacalet-aver bir sulhü İsviçre’de yapmaya teşebbüs ettiği ve bu teşebbüsünü Reichtag’da da alenen inkar etmediği halde Hükumet-i Seniyye ne i’tiraz etmiş ne de Almanya hükumeti bize ma‘kul bir te’minat vermişti. Bu parti bizi satmaya hazırdır. Halbuki Başvekil Hertling’in re’s-i kara getirilmesi bu partiyi elde etmek ve liberal ve sosyalistlerden tefrik etmek için yapılmış bir hareket-i siyasiyyedir. Binaenaleyh ancak bu partinin tazyikiyle Gürcistan hakkındaki kayıd vaz‘ olunmuştur. Rabi‘an: Yahudiler Almanya’da haiz oldukları nüfuz-ı siyasiden istifade ederek bizim aleyhimizde çalışıyorlar. Liberal Partisi’nde sahib-i nüfuz olduklarına nazaran gerek mukabilinde bizi satmaya hazırdır. Biz onlara menfa‘at göstermeyince onlardan faide beklememeliyiz. Bu partiden bazıları i’tirazatımıza ve Osmanlı gazetelerinin tenkıdatına türlü türlü te’viller icad ediyorlar. Güya biz bir sulh-i münferid yapmakla Almanya’yı tehdid ediyormuşuz. Almanya’ya karşı azamet satıyormuşuz! İlh… Akıl ve hayale gelmeyen retmek kendimizi müdafa‘a eylemek hatırımıza gelmedi ve hala da gelmiyor. Hamisen: Garb cephesinde sıkışan Almanya şarka yeniden kuva-yı askeriyye sevk etmekten tevakkı eylemek istiyor. Askeri partisinin mürevvic-i efkarı olan gazeteler bizi Kafkasya’da değil Arabistan’da harb ettirmek ve Kafkasya’daki servet-i definelerini kendi inhisarları altına almak müslümanlarının istikbaline dair Rusya ve Almanya arasında cereyan eden muhaberattan bahs eylediğimiz halde hiç kimse bunu nazar-ı dikkate almamıştır. Yani Almanya’nın vefasızlığı evvela; partiler arasında muvazeneyi te’min etmek saniyen; Rusya’dan bazı menafi‘-i yısıyla yeni bir cepheden kurtulmak rabi‘an; iflas-ı siyasiye ma‘ruz kalmamak hamisen; ta‘ahhüdü ancak Hükumet-i Seniyye’ye karşı olup Kafkasya müslümanları ile bir ahdi olmadığı ictihadında bulunmak sadisen; Kafkasya müslümanlarının elindeki mevadd-ı ibtidaiyyeden mahrum kaldığından böyle ma’nasız ve haksız bir muahede ile Rusya vasıtasıyla bazı menafi‘ te’min etmek istemesinden ileri gelmiştir. Sabi‘an; bugünkü siyaset hissiyata değil menafi‘a müstenid olduğu halde gerek ona gerek Bolşevik hükümetine mu‘ayyen birer menfa‘at göstermediğimizden dolayı kendi aralarında menafi‘-i müşterekelerini tatmin etmeye çalıştılar. Saminen; aramızda yaşayan Alman tüccarları askerleri ve zabitanı buradaki ihtikar ve su-i istimalattan bahis birçok mektublar yazıyorlar. Bazen hakıkati tasvir ediyorlarsa da çok def‘a Tatavla mahsulü olan havadisi musanna‘ şayi‘aları hakıkat diye gönderiyorlar ve bizi Alman milleti nazarında mahkum-ı inkıraz gibi gösteriyorlar. Bütün bu sebebler lehimizde bulunacak siyasilerin ve partilerin vaz‘iyetini tezelzüle uğratıyor. Almanya Hariciye Nezareti’nin me’murları millet nazarında düşman yahud muzır mahluk addolunuyorlar. Bütün cihana karşı fen san‘at ilim ve askerlikle meydan okuyan Almanya me’murlarının fikr-i siyasiden mahrumiyeti kabalığı tedbirsizliği ve su-i siyaseti yüzünden bütün cihanı kendine düşman yapıyor. Bir hatayı ıslah etmek isterken daha feci‘ini icra ediyor. Binaenaleyh bunların harekatlarına karşı mütenebbih olmaklığımız lazım olduğu gibi fazla teessüre de lüzum yoktur. Zira başka şey beklemek hamakattir. Ağustos tarih ve numaralı nüshamızda Almanya-Rusya münasebat-ı bahsederken “Acaba bu mes’eleden dolayı mı Kafkasya’nın vaz‘iyeti muğlak ve mu‘allak kalıyor? Acaba Fas mes’elesinde olduğu gibi koskoca bir müslüman memleketi feda mı olunuyor? Acaba alem-i İslam’ın ve ba-husus Rusya müslümanlarının bulundukları memleketlerin madenleri Almanya’ya kafi değil mi?... Hükumet-i Seniyye’nin bu gibi müzakerat ve muhaberattan ma‘lumatı var mı? Bunlara meydan vermeden Rusya müslümanlarının ve ba-husus Kafkasya’nın mukadderatını bir an evvel ta‘yin ve takrir etmelidir. Bugün siyaset aleminde hissiyat değil iktisadiyat hakimdir. Ona göre bir hatt-ı hareket ittihaz etmek icab eder.” diye hükumetin nazar-ı dikkatini celb etmiş idik. Fakat maa’t-teessüf gerek hükumetimizin bu mes’elede haberi olmadığı gerek Almanya’nın hasis bir menfa‘at mukabilinde otuz milyon müslümanı satmaya teşebbüs ettiği tezahür eylemiştir. Naschi Week İskyrec gazetesinden Rheinisch-Westfälische Zeitung gazetesi bu telgrafı naklediyor: “Bolşevik hükumeti aleyhindeki hareket sür‘atle intişar ve tevessü‘ ediyor. Viyana hükumetinden Bolşevik Sovyetleri iskat olunmuşlar yerlerine ihtilalci sosyalistler geçmişlerdir. Ural havalisinde aynı şey takarrür etmiştir. Nover hükumetinde fi‘ilen bir ihtilal zuhur etmiştir. Kazan’da gündüz ortasında Bolşeviklerin mahalli reisi olan Oleşinski sokakta katlolunmuştur. Saratof vilayetinde otuz iki şehremaneti Bolşeviklerin aleyhine geçtiler. Gerek Ryazan ve gerek Novgorod vilayetlerindeki Bolşevikler katliama ma‘ruz kalmışlardır.” Bu havadisle beraber Çeh-Islovakların Don Kazaklarının Sibirya Kazaklarının ihtilalleri ve Morman’daki i’tilaf-ı ta‘arruzi Moskova ve Petrograd’da ihtilalci sosyalistlerin harekat-ı tedhişiyyesinin tevessü‘ü Dahiliye nazırının katli ve ahiren Lenin’in cerh edilmesi –daha doğrusu katli– Bolşevik hükumetinin son dakikalarını yaşamakta olduğunu gösterir celi alamattandır. Almanya gazetelerinin i‘tirafı vechile Brest Litovsk Muahedesi ortadan kalkmış yok olmuştur. Binaenaleyh ona zeyiller beri Rusya’nın vaz‘iyeti daha fazla hatar-nak olmuş şimdiki hükumet tedrici olarak hiçe müncer olmakta ve İ’tilaf tarafdarı kuvvet kesb eylemektedir. Biz geçen makalemizde söylediğimiz gibi o hükumete mu‘avenet etmiş ora müslümanlarının yardımını te’min etmiş Rusya ve Almanya’nın aralarını bulmuş olsaydık işler bu hale gelmez idi. Bizce bugün yüzde seksen hatta doksan Rusya yeniden düvel-i merkeziyyeye karşı harb edecektir ve o vakit Almanya ehemmiyetimizi yeniden takdir eyleyecektir. Şayed tahminimiz doğru çıkmazsa Almanya’nın yaptığı muahede bizi hiçbir suretle bağlamaz. Ve biz Brest Litovsk Muahedesi’ne ayrı zeyiller ilave etmeye salahiyetdarız. Yani bu muahedenin hiçbir ehemmiyet-i ameliyyesi olmadıktan başka gözümüzü açmalı ve kendi menafi‘imizi muhafazaya sevk etmelidir. Evvela: Biz her şeyden evvel Bakü’yü kurtarmaya gayret etmeliyiz. Bu hareket ne Bolşevik hükumetini ne de Almanya’yı Rusya gerek bütün Kafkasya ve Türkistan tehlikededir. Bu halin devamı düşmanın siyasetine pek ziyade yardım edecektir. Bakü’yü kurtardığımız takdirde herkes emr-i vaki‘i kabul etmek mecburiyetinde kalacaktır. olduğu için Şimali Kafkasya müslümanlarına ve ba-husus Dağıstanlılara ne kadar mu‘avenat-ı maddiyyede bulunmak mümkünse derhal yapmalıyız. Şimalden gelmesi melhuz olan her türlü tehlikeye karşı ilk hatt-ı müdafa‘amız bunlar olacaklardır. Bunların Don Kazaklardan ayrı olduklarını hem Almanya hem de şimdiki Rusya hükumeti beyan etmiştir. Lenin’in Kafkasya istiklali hakkındaki beyanatı alenidir. Bunlardan istifade etmeliyiz. kesb-i ehemmiyet edeceğinden müttefiklerimizle bi’l-ittifak ya muvakkaten emanet olarak tesellüm etmeliyiz yahud silahdan tecrid ederek emin bir yerde harbin nihayetine kadar mahfuz bırakmalıyız. Almanlar aleyhinde hareketi muntazar bulunduğundan bu memlekete fazla silah cephane yahud donanmadan hiçbir şey verilmemelidir. rak mevki‘inde bir ay daha kalacak olursa geçenlerde beyan ettiğimiz siyasete göre yani Rusya müslümanlarının istikbali partisi gerek imparatorla bi’z-zat bu mes’eleleri halletmeye hasr-ı himmet ederlerse eminiz ki hüsn-i suretle menafi‘imiz muhafaza edilebilir. hümayunlarını müttefik hükumetlere tebliğ edecek hey’etler bu mes’elenin halli için Halife-i a‘zamımızın hatt-ı destiyle muharrer sarih teklifatı havi birer name-i hümayunlarını hamil olmalıdır. metler nezdinde bulunan sefaretlerimizi ıslah etmeli ve bu gibi mesail-i mühimmeyi ta‘kıb etmek üzere kendilerine sarih ta‘limat i‘ta olunmalıdır. mize celb aleyhimizdeki iftiraları tekzib bize aid olan mesail hakkında evvel be-evvel havadis cem‘ edecek faal cevval zeki elsine-i ecnebiyyeye vakıf zevattan müteşekkil birer hey’et bulunmalıdır. muhtelif gazetelerimizin tahrir hey’etlerinin bu gibi mesaili kemal-i dikkatle ecnebi gazetelerinden ta‘kıb ve tercüme edecek birer me’mur ta‘yin etmeleri elzemdir. Bugünkü hadiseler üç aydan fazla bir zamandan beri İngiliz evrak-ı havadisinde yazılıp durduğu halde bizce mechul kalması hem ayıb hem de afv olunmaz bir kusurdur. setten anlar me’murlar harekat-ı askeriyyeyi idare edecek bir mikdar zabitan göndermemiz elzemdir. Bunlar mu‘ayyen bir program mucebince hareket ettikleri takdirde hem oranın müslümanlarını kurtarırlar hem de Rusya bize karşı harb edecek olursa İ’tilafcıların bugün yapmakta oldukları harekatı ika‘ etmekle bize düşman olacak herhangi hükumeti kikaya kadar bırakmak hamakattir. Şimdilik daha vaktimiz vardır. Ondan istifade etmeliyiz. mete her türlü istihbaratta bulunacak mufassal ma‘lumat ve muntazam programlar hazırlayacak hata ve taksirden mes’ul olacak bir dairenin teşkili elzemdir. Teşettüt-i efkar yüzünden şahsi ictihadlardan mütenakız fikirlerden ma’nasız tama‘karlıktan ve ahiren hissiyata ibtina eden siyasetten pek çok zararlar gördük. Bari geçirdiğimiz acı tecrübelerden huz olan Rusya muharebesi yeniden başladığı vakit bi-avnihi te‘ala muzafferiyetimiz muhakkaktır. Tabi‘i bundan başka hatırımıza gelmeyen yahud zikri caiz olmayan birçok noktalar vardır. Fakat bu kadarı da kafidir. Yevmi gazetelerimizin tahrir hey’etleri milletin en münevver efradından müteşekkil olduğu halde maa’t-teessüf şiir ve hayalata daha fazla ehemmiyet veriyorlar. Ajansların pek geç verdiği havadisle gazetelerini dolduruyorlar. Ecnebi gazetelerinden bi-hakkın istifade edemiyorlar. Ecnebi memleketlerde muhabirler bulundurmuyorlar. Başka memleketlerdeki gazetelerin muhbirleri kendi hükumetlerine hem rehber hem de gönüllü muhaberat me’murluğu ederler. Memleketlerine aid her türlü havadisi türlü türlü vasıtalarla istihsal ederek bazen gazetelerle bazen sefaretlerle memleketlerine Bulundukları memlekette gazetelere doğru havadis verirler konferans verirler yalan havadisi tekzib ederler. Fakat bizim gündelikçilerde böyle şeyler aramayınız. Hatta nefs-i İstanbul’da tercüme ve neşr olunan havadisleri bile okumaya tedkık etmeye vakitleri yoktur. Yevmi ve siyasi gazetecilik böyle olmaz. Kuru gürültüden ma’nasız atıp tutmalardan bir şey hasıl olmaz. Bilakis işleri daha ziyade işkal eder. Mesail-i siyasiyye ile iştigal edenler suretle hükumeti irşad etmek iktiza eder başkalarını bol bol tenkıd eden yevmi gazetelerimiz biraz da kendi kusurlarını tashihe himmet eylemelidirler. RESMI BIR DARBE Daily News gazetesi Temmuz tarihli nüshasında Ümem-i sagırenin istiklali da’iyesiyle ortaya çıkan İngilizlerin ne kadar riyakar mahluklar olduğunu göstermek için bu münakaşatı hülasaten nakl ediyoruz: “İrlanda milliyetperver reisi Mister Dillon pek uzun ve müessir bir nutkunda diyor ki: İtilaf hükumetleri Lehlerin ve vücuda getirmeyi alenen ta’ahhüd ediyorlar. Fakat acaba bunlar sulh masası başına oturup da Lehlerin Islavların Çeh-Islovakların istiklalerinde ısrar ve İttihad-ı Milel Cem’iyeti’nin fikirlerini iltizam ettikleri vakit onlara tevcih olunacak muhik i’tirazata acı tahkırata karşı ne cevap verecekler? Bu hükumetler bilmelidirler ki hakimiyetleri altında tuttukları memleketlere hürriyet bahş etmedikçe tasavvur eyledikleri fikirler adi birer hulya halinde kalır. Böyle ulvi böyle pak gayelerin tahakkuk-pezir olmaları lüm ve istibdad altında inleyen İrlanda’yı evet yedi yüz seneden beri her türlü işkencelere su’-i mu’amele ve katillere rağmen kendi istiklalini kendi hürriyetini istihsal etmekten feragat etmeyen bu mazlum memleketi unutuyorsunuz? ediyorsanız kabahat ona aid değildir. Bu husustaki kusur tamamıyla Olister ihtilalcilerine kemal-i şiddetle mu’avenet ve müzaheret eden Mister Bonarlav’a kezalik Olister düşmanlarına karşı tevcih ve isti’mal olunacak silahların mezkur ihtilalcilere iadesinden alenen bahseden Sir Edward Karsun’a aiddir. Acaba bu gibi hareketlerde bulunan nazırların ef’alinden ve bunlara muvafakat ve müsa’ade eden hükumetin siyasetinden şüphelenmekte İrlanda ahalisi haklı değil midirler? Bugün İrlanda’da en müdhiş mürteci’ Çar hükümetini gölgede bırakacak zulüm ve istibdad hüküm-fermadır. Askeri bir diktatör memleketimize musallattır. Muhtariyet hakkında tertib olunan proje ortadan kadırıldıktan sonra asker vermekten imtina’ımız üzerine o menfur ve menhus nizamname-i müstebiddane mezarından çıkarılarak tatbik edilmeye başlandı. Bütün İrlanda ahalisi şu kanaattedirler ki Sinn Féyn Cem’iyeti’nin nüfuzu tenakus ettikçe zulüm ve istibdad tezayüd ediyor. Hükumetin şimdiye kadar va’d ettiği tatlı Almanya ile tevhid-i mesa’i ettiğimizden bahsederek bugünkü cebbarane ve cinayetkarane siyaseti müdafa’a etmek Harb-i Umumi’den biraz evvel Olister’i ziyaret etmişti. Yani Almanya ile tevhid-i mesa’i edenler varsa orada aranmalıdır. Fakat eminim ki Almanya hükumeti bu mes’eleye karışmış olsa bile haklı sayılır. Bütün vuku’atın mes’uliyeti İngiltere hükumetine yüklenmelidir. Hükumet milletin arzusunu te’min etmiş olsaydı ecnebi entrikalarına meydan kalmayacağı bedihi idi. Binaenaleyh şayed Londra hükumeti ittifak dairesinde İrlanda mes’elesini halletmekten kat’-ı ümid etmiş ise bu tehlikeyi mümkün olduğu kadar hüsn-i suretle ber-taraf etmelidir. Ben bazı arkadaşlarımın i’tirazına rağmen bu mes’eleyi halledilmek üzere Mister Wilson’a havale etmelidir derim. Kanuna itaatten adaleti iltizamdan korkmayan hükumet bunu yapmaktan niçin tevahhuş etsin? Bence hükumet böyle merdane bir harekette bulunduğu takdirde kendine tarihde zerrin hurufla bir sahife yazmış ve bütün cihanın olur. Hakkından emin ve hüsn-i siyasetine kani’ olan bir hükumet bundan imtina’ eder mi?..” Hükumet namına cevap veren Mister Şurt Mister Wilson’un bu mes’eleye karıştırılmasını ma’nasız görerek bu ithamatın asılsız olduğunu söyledikten sonra bütün kabahati kopmuş. Sir Mark Sayks İrlandalıların muhtariyetten vazgeçerek larını tavsiye etmiştir. Bunun üzerine Hürriyet-perver Partisi Reisi Mister İskovit demiştir ki: Bu münakaşattan anlaşılıyor ki bizim için İrlanda mes’elesinin bir an evvel halli elzemdir. Bu işle meşgul olan her racül-i hükumet birçok ta’ahhüdatta bulundukları gibi İrlanda’nın iki kısmı arasındaki münakaşat ittifaka müncer olmadığı zamanda bile hükumet bu mes’eleyi hüsn-i suretle halledeceğini va’d etmiştir. Böyle iken bu mes’elenin hallini ihmal ile herkesi yeis ve fütura düşürmek ma’kul mu? Madem ki bu muğlak mes’eleyi halledemiyoruz bari müstemlekattan gelen başvekillere havale etmeliyiz. Her halde vaz’iyet pek nazik ve hatarnak olduğundan bu elemnak mes’elenin bir an evvel halline bezl-i himmet etmeliyiz. Amele Partisi namına Mister Edmund Mister Dillon’un beyanatına müzaheret etmiş ve İngiltere’nin derhal İrlanda’ya muhtariyet bahş etmesiyle bu hacalet-aver mes’elenin halledilmesi kolay ve mümkün olduğunu söylemiştir. Eski amele nazırlarından Mister Herbert Samuyel de şu sözleri ilave etmiştir: El-yevm İrlanda’nın şekl-i idarisinden ve orada hüküm-ferma olan zalim ve haksız ahvalden anlaşılıyor ki İrlanda ahalisi hukuk-ı tabi’iyyelerinden hürriyetlerinden mahrumdurlar. Muhtariyet layihasının Meclis-i Meb’usan listesinde zikr edilmemesi Alman entrikalarından yonun atalet ve su’-i niyetinden neş’et etmiştir. Bence bu Alman entrikası mes’elesi gerek hükumete gerek bu komisyona Allah’tan bir lütuf gibi telakkı edilmelidir. Fakat hakıkat saklanmaz. Bu mazlum milletin hukuk ve hürriyetini böyle hilekar bir cema’atin tezviratına rağmen bahş etmeliyiz.” hafaza-i istiklalinden insaniyet ve adalet uğruna harb etmekte olduğundan bahseden İngiliz hükumeti Meclis-i Millisi huzurunda bütün alem nazarında en ağır ithamlar altında bulunuyor. Çehre-i hakıkısi makasıd-ı hafiyyesi riya ve zulümkarlığı kendi meb’usları lisanından işitiliyor. Artık buna bir şey ilave etmeye lüzum yoktur. Müslümanlara düşen bundan ibret almak mütenebbih olmaktır. SENUSI-I EKBER HAZRETLERININ BEYANNAMELERI Elhamdülillahi Rabbi’l-alemin ve’s-salatü ve’s-selamu ala eşrefi’l-mürselin seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecma’in. Emma ba’d; Din-i İslam ile mütedeyyin müslüman kardeşlerimizi düşmanların nasihat şeklinde eyleriz. Müslümanlara uyanmak a’da-yı İslam’ın kendilerini nereye sevk ettiğini aynı basiretle görmek gerektir. Düşmanlar zahiren sizin menfa’atinize çalıştıklarını söylüyorlar. Fakat Huda bilir ki yalan söylüyorlar. Onlar sizi parçalamak sizin etmek sizin eski satvetiniz hürriyet ve istiklaliniz uğrunda mücahede etmekliğiniz iktiza ettiği bir zamanda sizi za’if düşürmek Önünüzde Harb-i Umumi gibi nadiren sanih olacak bir fırsat var. İslam’ın yegane istinadgahı olan Devlet-i Osmaniyye bütün kuvvetlerini toplayarak müslümanların ve İslam’ın şanını yükseltmek için bu Harb-i Umumi’ye iştirak etti. Binaenaleyh şarkta garbda ne kadar müslüman varsa hepsinin Devlet-i Aliyye’ye mu’avenet etmeleri hepsinin bu mukaddes uğurda fedakarlıkta bulunmaları iktiza eder ki Devlet-i Aliyye bu muharebeden mansur ve muzaffer olarak çıksın ve rayet-i İslam’ı i’la etsin. muhafaza etmeye gayret ettiklerini söyleyenlerin sözlerine kat’iyyen havale-i sem’-i i’tibar etmeyiniz. Afrikalılar Arab değil mi? Öyle ise neden Afrika’dan Irak’dan çıkmıyorlar? Niçin bu memleketlerin istiklal ve hürriyetini bahşetmiyorlar? Niçin söyledikleri sözleri ef’al ile te’yid etmiyorlar? Acaba İngilizlerle müttefikleri şimdiye kadar menafi’-i İslamiyyeye hiçbir hizmette bulundular mı? Hangi bir İslam memleketine girdiler de o memleketin ahalisi nail-i refah oldu?... Acaba müslümanlara her terlü zulüm ve kahrı reva gören müslümanların hukuklarını çiğneyen cami’lerini seddeden tahrib eyleyen Din-i İslam’ı adat-ı İslamiyyeyi tahkır ehl-i İslam’ı tehdid ve tahvif eyleyen Fransızlar değil mi? Acaba Hilafet-i İslamiyye’nin imhasına gece gündüz çalışan onun satvet ve kuvvetini kırmaya uğraşan ve bu uğurda her türlü mezalim ve i’tisafatı irtikab eyleyen irsi ve tarihi düşman-ı İslam Rusya değil mi?.. Nihayet yirminci asr-ı medeniyet ve hürriyette vüzerası parlamentolarının hitabet kürsülerinde Din-i İslam’ı ve Peygamber-i ahiri’z-zamanı sebbeden Kur’an’ın mahvını taleb eyleyen müslümanların Din-i İslam ile mütedeyyin oldukça kat’iyyen terakkı etmeyeceklerini beyan eyleyen İngiliz vüzera ve diplomatları değil mi? Bu devletler Arabların şan ve rif’atini istiyorlarsa İtalya’nın gayr-ı meşru’ ve sırf kuvvetine güvenerek Trablus’a bağy u garet ettiği zaman neden i’tiraz etmediler? Bunların su-i niyyetlerine bundan daha sati’ bir delil olabilir mi? Asla. Müslümanların diyarında ferman-ferma olanların kim olduğu müslümanların çektiği sefalet ve zillet cümlenizce ma’lum ve ancak din ve devletimizin düşmanlarınca mechuldür. Çünkü a’da-yı İslam’ın gayesi müslümanları pençe-i esaretlerine almak ve imha etmektir. Binaenaleyh cümleniz bunların keyd ü mekrinden tevakkı ediniz. Onların tatlı dilliliğine güler yüzlülüğüne kat’iyyen aldanmayınız. Onları yumuşatan harb-ı hazırda verdikleri müdhiş zayi’attır. Birleşiniz. Birbirinize mu’avenet ediniz. Cenab-ı Hakk’a ve Resulü’ne isyan eden sizi memleketlerinizden ihrac memleketlerinizi istila edenlere yardım etmeyiniz. Hilafet-i hilafet dört asırdan beri mevcudiyet-i İslamiyyeyi sarsılmaz bir metanetle müdafa’a ve bu şanlı müdafa’a sayesinde Din-i ninizi devletinizi müdafa’a ediniz. Şeri’at-i İslamiyyeyi sıyanet eyleyiniz hayat ve namusunuz uğrunda feda-yı can eyleyiniz. Ta ki Devlet-i Aliyye’miz bu muharebeden muzaffer çıkınca o vakit istediğiniz ıslahatı taleb eyler ve talebiniz muhik olduğu takdirde bütün müslümanlar sizi te’yid eder. Görüyorum ki bazılarınız ecnebilerin desiselerine inkıyad ile meva’id-i kafiriyyelerine aldanmışsınız. Öyle ise haydi İngilizlerden Mısır’dan çıkmalarını İtalyanlardan Trablus’u terk etmelerini Fransızlardan Tunus Cezayir’i Fas’ı esaretten tahlis etmelerini taleb ediniz. Talebiniz is’af edildiği takdirde o vakit diyecek yok. Yoksa işe iktiran etmeyen mücerred söz merduddur. ŞEYH AHMED-I SENUSI HAZRETLERININ TEŞRIFLERI Darü’l-Hilafe’yi teşrif edeceklerini geçen hafta yazdığımız Şeyh Ahmed-i Senusi hazretleri Cuma günü muvasalat buyurmuşlardır. Merasim-i istikbaliyye pek parlak olmuştur. padişahi veliahd hazretleri ve hükumet namına müte’addid zevat bulundukları gibi muhtelif akvam-ı İslamiyyeye ve memleketimizin mahafil-i aliyyesine mensub müte’addid hey’etler birçok zevat da gelmişlerdi. Şeyh hazretlerinin sevimli mübarek simaları görünür görünmez bütün ruhları bir heyecan kapladı. Enver Paşa hazretleri müşarun-ileyhin ellerinden öperek merdivenden indirdiler. Şeyh hazretleri de bi’l-mukabele gayet samimi bir surette Enver Paşa hazretleriyle birkaç def’alar musafaha ettiler. Ba’dehu resm-i selamı beyaz bir ihrama bürünmüş olup başlarında sırmalı bir ikal belinde zat-ı şahane tarafından ihda buyurulmuş murassa’ bir kılıç vardı. Beşuş ve nurani siması bütün müstakbilinin gönüllerini şetaretle doldurmuştu. Şeyh hazretlerini ümera-yı mücahidinden Seyyid Muhammed ez-Zari ta’kıb etmekte idi. Askerin teftişini müteakib orada bulunan zevat ve hey’etler kemal-i ta’zim ve iştiyakla müşarun-ileyhin ellerine eteklerine sarıldılar. Herkes pür-heyecan bazıları kendini zabt edemeyerek ağlıyor öteden Hindli müslümanlar müheyyic ve yüksek sesle “es-Selamü aleyküm es-Selamü aleyküm!” diye bağırıyor. Vahdet-i İslamiyye’nin tecelligahı olan bu levha-i ulvi karşısında şeyh hazretleri de pek müteheyyic olmuşlardı. İslamiyet’in feyz-i kudsisi ruhları bu derece galeyana getirmişti. Biri çöllerin ortasından diğeri Himalaya Dağları arkasından öteki buzlu sahralardan hasılı dünyanın dört köşesinden gelen bu insanları bu derece hasret ve iştiyaklarla sarmaştıran ağlatan heyecana getiren rabıta ne büyük ne ilahi bir kuvvettir. Bir müddet istirahat ettikten sonra şeyh hazretleri Istabl-ı Amire’den gelen arabalarla Topkapı Saray-ı Hümayunu’nda Müşarun-ileyh hazretlerinin Darü’l-Hilafe’yi teşrifleri bütün müslümanların kalblerini sürurlarla ümidlerle İslam’ın şanlı hatıralarıyla doldurmuştur. Bu hadise-i uzmanın bütün İslam memleketlerinde de pek büyük hüsn-i te’sirler icra edeceği şüphesizdir. Hemen Cenab-ı Hak bütün ehl-i İslam’ı böyle vahdet ve saadete mazhar etsin. Emiru’l-mü’minin padişah efendimiz hazretleri Ağustos’un ’nci Cumartesi günü sahabe-i kiramdan Ebu Eyyub-i Ensari hazretlerinin merkad-ı şeriflerinde Hazret-i Faruk-ı A’zam radıyallahu anh hazretlerinin seyf-i mübareklerini kuşanmışlardır. İcra olunan merasim fevkalade parlak olmuştur. Mevkib-i hümayun Darü’l-Hilafe’yi neşveler sürurlarla doldurmuştur. Hele taklid-i seyf vazife-i mübeccelesinin Seyyid Ahmed-i Senusi hazretlerine tevdi’i pek ziyade hüsn-i te’sirler icra etmiştir. Bunun sair memalik-i sizdir. Zat-ı şahanelerine karşı müslümanların kalblerinde zaten mevcud olan ihtiram ve muhabbet bu vesile ile en ulvi derecesine yükselmiştir. Suret-i icrası yevmi gazeteler tarafından uzun uzadıya tafsil edilen bu rasime-i mu’azzama Ruşen Eşref Bey oğlumuz tarafından pek parlak bir surette tasvir edildiği için bir kısmını aynen iktibas ediyoruz: Etrafını ketum renkli beyaz ve penbe çiçekli çiniler narin mermer sütunlar yayık revaklarla nefis oymalı eski tunç parmaklıklar sarmış türbe meydanında güneşin seyrine göre ağır ağır kıpırdaşan gölgeler arasında sırmalar çuhalar ve murassa’ nişanlar gittikçe kesifleşiyordu. Ve güneş doğmadan ön güzergahına nazirsiz renklerden nasıl bir haşmet sahnesi hazırlarsa türbenin önünde de şehzadelerden vezirlerden ve müşirlerden bir renk ve azamet tufanı birikti. Nihayet padişah –kudumuna hazırlanan– bu sahnenin ortasından bir güneş gibi doğdu. Onun azametli tecellası karşısında dünyevi her büyüklük küçüldü onun didarıyla gözler kamaştı. Her parıltı onun huzurunda silikleşti her ses onun sesi önünde kısıldı. Omuzunda Mahmud-ı Adli’nin harmaniyesi biçiminde yakası sırma dallı gümüş ve uzun bir pelerin ve belinde Yavuz Sultan Selim’in beyaz saplı geniş ve kıvrık kılıcı vardı sağında solunda taşıdıkları gümüş buhurdanlardan tüten beyaz dumanlar hayali birer tuğ narinliğiyle çinilere ve çınarlara doğru savruluyordu. Havada fiske fiske anber ve öd kokuları dolaşıyordu. Halife’nin etrafında şehzadeleriyle yaverlerinden vükelasıyla vüzerasından bir altın hale teşekkül etti. Sanki Eba Eyyub-i Ensari türbesinin eşiğine bir parça ışık vurmuştu. Görünmez yerlere sinmiş güvercin sesleri bu sükunun ortasına uzak baygın zikir sadaları döküyordu. Türbenin dar kapısından dışarıya güzel bir misk kokusu gibi müessir Kur’an ahenkleri uçuyordu. Koyu mavi zeminli çinilerin önünden beyaz bornozuyla dinç bir esmerin elindeki asayı aşınmış mermerlere hafif hafif dokundurarak bir iki adım attığı görüldü. “Şeyh Ahmed-i Senusi” dediler. Çöller ortasında ulaşılmaz bir vaha görmüş gibi heyecanlı ve muti’ bir eda ile Halife’ye yaklaştı. Uzak ve sıcak diyarlardan onu bu serin ve sakin köşeye kadar koşturan kuvvetin kalemle anlatılmaz ulviyetine beyaz ihramlı vücudu canlı ve beliğ bir ta’birdi. Yanında Çelebi Efendi siyah cübbesinin geniş yenleri göğsünden dökülerek uzun sikkesinin altında boynu bükük dermansız bir pervane hafifliğiyle çinilere sürüne sürüne yürüyordu. Padişah Şeyh’in ve Çelebi’nin hürmetlerini samimiyetle kabul etti. Ulemasını şehzadeleriyle vükelasını Ve o ziya alemi türbenin loşluğuna doldu. Kendisi içeriki kapının sağına konmuş sırma dal işlemeli bir beyaz minderde istirahat buyurdu. Sağında Veliahd ve şehzadeler sol yanında çöllerin şanlı nüfuzlu Şeyhi Şeyhü’l-İslam Çelebi Efendi ve vükela türbenin sessiz yarı şeffaf dehlizlerinde coştu kesildi uzadı kısaldı yandı sönükleşti dindi. Bunu Şeyh Senusi’nin bir duası ta’kıb etti. Nihayetsiz sarı mesafelerin berrak ufuklarına baka baka Allah’ın büyüklüğünü Muhammed dininin kudsiyetini Halifeliğin sarsılmaz kudretini dindar Sağ eli beyaz göğsünde yaralı bir kanad telaşıyla çırpınıyor sesi hummalı bir hasta gibi kesiliyordu. Kademe kademe ilerleyen bu ziya merhalesinde Eba Eyyub-i Ensari’nin gümüş parmaklıklarla çevrili merkadi etrafına kondu siyah çuhaların üstünde çiğlikleri boğulmuş sarı sırmalara gümüş fanuslardan dışarının ışıkları azar azar damlıyordu. Şeyh yeşil atlas örtülü bir ufak kürsüde duran damla damla altın benekli uçuk yeşil kadife kaplı kında mahfuz geniş ve mübarek kılıcı aldı. Faruk-ı A’zam’ın eli sürülmüş emaneti bir mukaddes emele kavuşmuş gibi kucakladı öptü esmer alnına parlak siyah gözlerine hafif siyah sakallarına sürdü. Ve sonra padişahın elmaslar içinde pırıldayan göğsüne ellerini hürmetle hafif hafif sürerek kılıcın ince kurdelalarını omuzuna geçirdi. Halife’nin göğsüne doğru eğilmiş durarak Sure-i Feth’i fasih ve müessir okudu. Huşu’ bu Kur’an’dan başka her sesi boğmuştu. Halife Şeyh’le tanıştığı için pek memnun olduğunu ve daha bazı şehriyarane iltifatlarını nakıbü’l-eşraf vasıtasıyla bildirdi Halife’nin misafiri her kelimeyi bir mürid tevazu’uyla eli göğsünde yerlere eğilerek dinliyordu. Orada şehzadeler vükela padişaha tebriklerini arz ettiler ve Sultan Mehmed Han kuşandığı kılıcı öpüp başına koyduktan sonra yine kürsüye bıraktı ve eflatun bir seccadeye doğru yürüdü. Dünyanın her azametini huzurunda eğilten dinin en kudsi anları başladı! Halife’yle veliahd Eba Eyyub-i Ensari’nin ruhuna penah olan bu yerde belki cedlerinin alın koydukları aynı yere secde etmek için namaza durdular. Türbeyi kuşatan ziya sessiz bir cereyan halinde ağır ağır dışarıya aktı. Halifeyle Veliahd huzur-ı ilahide yalnız kaldı. Cumartesi: Ağustos sene Hisardere imamı Mustafa Asım ve Karakol Kumandanı Hüseyin Avni efendilere: Risalemizin neşir ve ta’mimi hususunda lütfen ibzal buyurulan himemat-ı aliyyelerine bilhassa teşekkürler ederiz. Mehmed Vahidüddin Başmuharrir ESRAR-I KUR’AN MUKADDIME nazil olduğu tarz-ı beyanında Arab’ın me’luf olduğu edayı ma’ani tariklerinden ayrılmadığı anlaşıldı. Bunun hikmeti de Kur’an’ın i’cazını teslim hususunda Arab’a vesile-i te’allül olabilecek bir cihet bırakmamak eda-yı meram hususunda aynı şera’ite tabi’ olduğu halde nazirini söylemekten ortaya o ayarda bir sure koyabilmekten aciz kalmış olduklarını alem nazarında isbat etmek olduğu mertebe-i sübuta vasıl oldu. Böyle bir gaye ilcasıyladır ki Münzil-i Kur’an evsaf-ı zatiyyesinden bahs yahud kullarıyla cereyan eden şuunu hikaye eylediği zaman Arab’ın kullandığı uslublara muhaveratında ri’ayet ettiği şivelere muhalif bir lisan kullanmamıştır. Bu hakıkati lisanda hakıkı bir selikası rasih ve metin melekesi olanlar pek güzel anlarlar. Fakat öyle adamlar var ki Arab’ın meramını ifade için müraca’at ettiği gunagun şiveleri ihata edemiyorlar. Bu mu’azzam ve kıymetdar lisanın elsine-i saireden medar-ı temayüzü olan inceliklere akıl erdiremiyorlar. Onun İngiliz Fransız Alman gibi ecnebi akvamın bile kayd ve tedvini uğrunda birçok emekler sarf ettikleri mehasin ve mezayasına aşina bulunmuyorlar. Nice kimseler var ki lisanın ruhuyla istinas edemedikleri onun kendine mahsus güzelliğini göremedikleri için süver-i Kur’aniyyenin bütün safahatına serpilmiş olan o hayret-bahş üslubları anlamak nükat-ı lisaniyyenin zevkine varmak kudret ve kabiliyetini gösteremiyorlar. Bilmem ki esrar-ı lisana aşinalık namına esassız mücadeleden vahi safsata ve mugalatadan maada sermayesi olmayan kimselerden başka kimler ayat-ı Kur’aniyyeden birçoğunun tefsir ve te’vili hususunda ta’assüf yollarına sapar? Şuraya derc edeceğimiz ayat-ı hakimenin mehasini ruh-i belağati temsil eden dekayıkı zevk-i selime hakıkı bir selika-i Arabiyyeye malik olan bir kimsenin nazar-ı im’anına ne vechile hafi kalabilir? “O müşriklerden evvel gelenler de mekr ü hile yolunu tuttular. Allah onların hanümanlarını temelinden kavradı tepelerinden damları başlarına göçtü. Ummadıkları yerden azaba giriftar oldular.” . “ Onlar bir hile yaptılar haberleri yok iken biz de hilelerine bir ceza tertib ettik. Bak hilelerinin akibeti neye müncer oldu. Kendilerini de kavimlerini de mahv ü helak ettik. İşte hanümanları zulümlerinin neticesi olarak serilmiş yerde yatıyor.” “Onlar hile yoluna saptılar. Allah da hilelerinin cezasını verdi. Allah mekre mücazat “Ey ins ve cin gün gelecek işimizi gücümüzü hesabınızı görmeye hasredeceğiz.” “Bizi gücendirdikleri gibi kendilerinden intikamımızı aldık kaffesini suya gark ettik onları gelip geçmiş hal ve şanları ahlafa mucib-i ibret olmuş kimseler yaptık bıraktık.” “Allah yolunda malınızı infak ederseniz onun mukabilini size kat kat verir hem de günahlarınızı mağfiret eder.” “ Hani o kimse ki Allah yolunda malını infak etsin de mukabilini Allah’tan kat kat ve birçok fazlasıyla alsın.” Üstad-ı hakim Şeyh Muhammed Abduh merhumun bu son ayetin tefsiri hakkında serd etmiş olduğu kıymetdar sözleri şurada nakl etmeyi münasib gördük: Cenab-ı Hakk’ın infak kelimesi yerine adeten istikraz edenin karz verene muhtac mevkiinde bulunduğunu gösteren “ikraz” ta’birini kullanmasında bir incelik var ki neşve-i temyizi Allah’a imanı olanın kalbini vecd-i meserretle doldurur vicdan ve muhakemesini mazmununa inkıyada mecbur eder. Bu ta’bir mü’minlerin kalblerini hudu’ ve istikanet hisleriyle çarptıracak ferman-ı la-yezale imtisal için valihane bir tehalüke sevk edecek bir kuvve-i teshiriyyeyi haizdir. Bunun ulviyet-i meali karşısında bir vaz’-ı huşu’ alarak varını vermeye can atmayan bir kalb hidayet-i ezeliyyeden nasib alamayan nefehat-ı feyz-i akdesden behresi olmayan bir kalbdir hayra temayül hissi girmemiş fenalık bed-mayelik a’makından taşmış bir kalbdir. Hangi bir büyük adamın edeceği lütuf Cenab-ı Hakk’ın bu lütfuna mu’adil olabilir? Düşünmeli ki Cenab-ı Perverdigar mahz-ı lütfuyla nail-i saman ettiği kullarını muvasat gibi kendilerinin de birlikte yaşadıkları kimselerin de saadetine badi olan bir fazilet-i ictima’iyyeye irşad ediyor fazla-i servetlerinden bir mikdarını doğrudan doğruya saadet-i hallerine muhafaza-i şeref ve istiklallerine hadim bulunan mesalih-i amme uğrunda bezl ü infak gibi ulvi bir meziyete sevk ve hidayet eyliyor ve bu hidayet ve irşadını emir ve teklif suretinde değil istifham şeklinde tecelli ettiriyor. Günün birinde kendilerine de isabet etmesi ihtimalden ba’id olmayan derd-i ihtiyacı zenginlere hatırlatmak için zatına müstakrız ünvanı veriyor sonra da bu muvasat ve fedakariye ez’afıyla mukabele va’dinde bulunuyor. Cenab-ı Hakk’ın ni’met ve ihsanına müstağrak ettiği kullarından birçoklarının fevkinde bir paye-i refah ve saman bahş eylediği bir kul olsun da böyle bir lütfa mazhariyet karşısında kalbi donarak hiçbir eser-i ihtizaz göstermesin. Eli erbab-ı ihtiyaca muavenet için uzanmasın sonra o adama Allah’a ve her hayır ve ni’metin ondan geldiğine imanı vardır denilsin….Asla. Düşün. Bir padişah tahayyül et. Onun fukara için iane cem’ etmek istediğini ve bu maksadla sana bu yolda mütelattıfane ve nevazişkarane sözler söylediğini farz eyle. Sözlerinin kalbinde nasıl bir mevki’ tutacağına semahat ve fedakariye davrandırmak için eline ne yolda bir te’sir icra edeceğine kendin hüküm ver. Bu sözleri şuraya naklettik ki halk lisan-ı Arab’ın serairine aşina olan erbab-ı irfanın ayat-ı Kur’aniyyeyi ne yolda muhakeme ettiklerini kitab-ı kudsi derunundaki hazain-i hikmetin ukul-i selime ashabına nasıl münkeşif olduğunu anlasınlar. Arab Kur’an-ı Hakim kendilerine nazil olduğu zaman bu gibi esrar-ı baliğayı anlayamayacak bir halde değildi. Fesahat ve belağatte bülend bir payeyi haiz olan bu adamlar ayat-ı ilahiyyeyi can kulağıyla dinlerler hem de kelamullahın asar-ı satı’a-i i’cazı karşısında başları önlerinde bir vaz’-ı hürmet ve takdir alarak dinlerler idi. Bağy u inad basar ve basiretlerine perde-i’ama çekmiş mevzu’-i bahs olan ayet-i karzı işitince sevk-i tuğyan ile demek cür’etini göstermiş olan bir kafir-i mütemerrid istisna edilirse Arab’dan hiç biri ayat-ı münezzeleden birini tenkıde yeltenmiş olduğu işitilmemiştir. Çünkü kendilerinde ibarat-ı Kur’aniyyenin mehasinini dekayik ve esrarını nazarlarından kaçırmayacak bir zevk-i selim bir meleke-i rasiha vardı. Kur’an-ı Hakim’in tefsirine teşebbüs edenlerden birçokları esalib-i Arab’a hakkıyla aşina olmamak ibarat-ı Kur’aniyyenin ruhuna nüfuz edememek edeb-i lisana aid sermaye-i ilmileri pek mahdud olmak gibi halat ilcasıyla Kur’an-ı Kerim’in sit-i bülendine pek çok zararlar iras etmişlerdir. Bu adamlar tefsir vadisinde istedikleri yollara gitmişlerdir. Gavamız-ı lisana olan derece-i vukufları ne mahsul-i karihaları olan tevcihlerde ne de başkalarından rivayet ettikleri fikirlerde hatadan azade kalmalarına kafi gelebilmiştir. Hele efkar-ı mahsusaları tefsire aid rivayatın menba’larını teşkil eden kimseler eski zamanlarda gelip geçmiş a’sar-ı kadimenin sine-i ihtiramına gömülmüş olduklarından dolayı halkın her sözlerini büyük bir i’timad ve hürmetle telakkı etmeleri ve onları ahkam-ı sariha ve sünen-i sahiha mertebelerine çıkarmaları dini katmerli felaketlere sokmuş erbab-ı dini de ümem-i saire yanında büyük hacaletlere giriftar etmiştir. Bunun bir misalini ayet-i kerimesinin tarz-ı tefsirinde görürüz. Müfessirlerin bu ayet-i kerimeyi tefsir vadisinde söylemiş oldukları uzun uzun sözleri nakl ile sahifeler doldurmak cihetine gitmeyeceğiz. Yalnız şunu ihtar edeceğiz ki söylenen sözlerin kesretine serd edilen fikirlerin mebzuliyetine rağmen müfessirlerden hiç biri ayetindeki nefyin nehy-i teklifi olduğuna işaret etmemiştir. Hakıkatte ise burada nehiyden maksad müslümanlara bir vazife tahmil etmektir. O vazife müslümanların mabedlerinin himaye ve muhafazasını en büyük bir vazife bilmeleri zikr-i Huda ile ma’mur olmasına mani olmak isteyen harabına çalışan zalimlerin oralara girmelerine bütün mevcudiyetleriyle mümana’at etmeleri ma’abid kapılarını yalnız zalemeden canlarını kanlarını muhafaza için onların harim-i emn ü emanına iltica maksadıyla gelenlere açmalarıdır. Bu tekliften maksad müslümanları dini ve mahall-i mukaddese-i diniyyeyi bu gibi eşirranın tecavüzatından masun bulundurmak için her türlü vesaile müracaatla mükellef tutmaktır. Bu ayet-i kerime muktezasınca müslümanların vazifeleri cami’ler mescidler yapmak ve sonra bunları muhafaza cihetini hiç düşünmemek muhafaza için icab eden esbabı istikmal hususunda ihmalkar davranmamak değildir. Bu şerait dahilinde ma’abid yapmak düşmanların bilahare bunları yed-i istilalarına geçirerek kilise ve saireye tahvil etmelerine imkan hazırlamak demektir. Ne hacet daha yakın vakitlerde Devlet-i Osmaniyye’nin elinden çıkan yerlerde cami’lerin nasıl kiliseye çevrildiğini cebir ve ikrah ile tanassur ettirilen biçare müslümanların alınlarına Salibler resm edildiğini görmedik mi? Bu haller hep müslümanlların mabedlerini himaye hususunda lakayd davranmaları onun selamet ve mahfuziyetini te’min esbabını tehyi’e hususunda ciddi bezm-i azm göstermemeleri neticesi değil midir? Şüphesizdir ki müslümanlar cevami’ ve mesacidlerinin esbab-ı himaye ve müdafa’asını hazırlamakla kendi mevcudiyetlerini şeref ve istiklallerini memleketlerini müdafa’a vesailini ihzar etmiş olurlar. ayeti tefsir vadisinde birçok sahayif imla ettikleri ayat-ı Kur’aniyyenin mütehammil olmadığı birçok yazılar yazdıkları halde hiç biri bu hakıkatin etrafında bile dolaşmamıştır. Diğer bir misali nazm-ı keriminin tarz-ı tefsiridir. Bu ayetteki nefy-i te’kidinin tevcih ve tefsiri yolunda da müfessirler vaki’a mutabık ciheti olmayan akla hadisata tevafuk etmeyen bir hayli sözler söylemişlerdir. Halbuki buradaki siga-i nefyde evvelkinde olduğu gibi bir vechile ihtimal-i mesağ bırakmayan nehy-i kat’iyi tazammun etmektedir. Müslümanlar bu ayetle küffarın ribka-i hakimiyyetini kabul etmekten men’ edilmiş oluyorlar. Zaten Cenab-ı Hak’ın ahkam ve tekalifi arasında kafirlerin müslümanlara tahakkümlerini icab edecek bir kayd bulunamamak tabi’i bir keyfiyet değil midir? Bilakis ayat-ı Kur’aniyye miyanında müslümanlara ülü’l-emr kendi ayetler vardır. Buna binaendir ki gayr-ı müslim bir hakime rızasıyla teslim-i zimam-ı inkıyad etmek ona karşı bir vaz’-ı tezellül ve huşu’ almak müslümana yakışır bir hal değildir. Böyle yapanlar asim olurlar. AKVAM-I İSLAMİYYE’NİN ESBAB-I İNHİTATI Bir zamandan beri cihan İslam’ın bila-istisna her tarafına savlet eden maddi ve ma’nevi inhitatın esbabıyla bu esbabın retlerinin son zamanlarda intişar eden gayet mühim bir eseri de aynı mevzu’a dair olmak üzere cidden yüksek cidden kıymetdar cidden musib fikirleri ihtiva etmekte bulunduğu cihetle hem muhterem kari’lerimizi bu eserin mündericatından haberdar etmek hem de mütefekkirin-i milleti bu mevzu’ üzerinde beyan-ı mütala’ata da’vet eylemiş olmak için nüsah-ı matbu’ası pek az kalmış olan bu eserin bu haftadan i’tibaren neşrine başlıyoruz. Ümid ederiz ki eser haiz olduğu ehemmiyetle mütenasib bir telakkıye mazhar olacak ve mütefekkirin-i erbab-ı kalemin önünde pek feyizli bir zemin-i tetebbu’ ve muhakeme açılmasını intac edecektir. Alem-i İslam’ın her tarafında bugün ıslahat ve terakkıden te’ali ve istiklalden başka bir mes’ele mevzu’-i bahs değildir. Halbuki kemal-i istiğrab ile müşahede ediyoruz ki akvam-ı hakkında el-an hüküm-ferma olan cehalet-i amikanın izalesiyle hiç kimse ciddi bir surette meşgul olmuyor. Görüyoruz ki akvam-ı mezkurenin bu maraz-ı hevl-nakten tahlisi vazifesini deruhde edenler büsbütün kat’-ı alaka edecek derecede mazilerden fekk-i nazar eyledikleri ve şifa-yab etmek istedikleri ni bile ihtiyar etmedikleri halde gayretlerinde muvaffakiyet tahayyül edip duruyorlar. Bu hal ise nekbet ve inhitatımızın arz edebileceği en hüzn-engiz bir manzaradır. nibe duhulünden sonra bütün hakıkat ve ehemmiyeti ile tezahür etmiştir. Akvam-ı mezkure müstevlilerine nisbeten pek dun şerait altında hayat-güzar olduklarından inhitatlarını bizden evvel müşahede edenler zir-i ribkasına dahil oldukları akvam-ı hıristiyaniyye olmuş ve mütefekkirleri bizden çok zaman evvel bu mes’ele ile iştigal eylemiş idi. Ensal-i kesireden beri musab bulunduğumuz bu marazdan haberdar olmaklığımız ecanib sayesindedir demek oluyor. Hayfa ki garblılar müslümanlara aid olan her şeye bilhassa Din-i İslam’a karşı mevrus ve gayr-ı şu’ur bir kin ve husumete mübtela idiler. Bundan ma’ada zihniyetleri de şahid oldukları vekayi’ ve hadisatın secaya-yı hakıkıyyesi müvellidi olan avamil ve halat-ı ruhiyyeyi bi-hakkın ihata edemeyecek kadar zihniyet-i ve hadisat-ı şarkiyyeyi kendi halet-i fikriyye ve ruhiyyelerine nazaran pek yanlış tefsir ederek ona göre hüküm verdiler ve ne atf eylediler. Bu i’tikadlarını takviye eden şey de alem-i İslam’daki bu marazın umumi olması idi. Şayan-ı hayret bir vahdet ve umumiyyet arz eden bu hadiseyi bil-cümle akvam-ı müslime arasında müşterek aynı bir amile isnad eylemek zaruretini hisseylediklerinden ve akvam-ı müslime beyninde dinlerinden başka bir rabıta-i şeriat-i Ahmediyye’ye tabi’ oldukça milel-i İseviyyeye nisbeten kat’i bir ma-duniyet halinde kalacaklarını avaz-ı bülend Dest-res oldukları bu hüküm ve netice pek sathi olmakla beraber hem tabi’ oldukları hissiyat ve ebatili tatmin hem de mantık ve muhakemelerine tevafuk ediyor idi. Hakıkat-i halde ise zat-ı mes’eleyi tebdil ve tağyirden başka bir şeye hizmet etmiyor idi. Akvam-ı Müslimenin dinlerinin bir netice-i zaruriyyesi olarak duçar-ı inhitat olduklarını iddia ederek mes’eleye bir mahiyet-i diniyye ve mezhebiyye verdiler ki bu hal canib-i İslam’dan reddiyyat ve i’tirazat-ı şedide vuku’una hasım tarafından ise aynı şiddette müdde’ayat ve mu’ahezat suduruna badi oldu. Müslümanlar bunu dinlerine karşı hıristiyanların besledikleri husumet-i bitmez tükenmez vahi metafizik münakaşatını andırır ateşin bir münazara-i husumet-cuyaneye münkalib oldu. Vicdan ve muhakemeleri tatmin ve tenvir edeceği yerde daha ziyade meraret ilavesi bir takım ihtirasat-ı muntafiyyenin yeniden bidayet-i zuhurundan beri hakim olan bu halet-i fikriyye işte bu suretle daima tezahür-i bi-tarafiye hail olmuş ve keyfiyyetin pek büyük bir ehemmiyeti haiz bir hadise-i tarihiyye ve ictima’iyyenin istilzam edeceği bir tarzda muhakeme edilememesine sebebiyet vermiştir. Mamafih bu münakaşat sayesindedir ki mes’elenin ehemmiyetini nihayet takdire muvaffak olduk da içimizden bazıları onu daha gayr-ı şahsi ve daha bi-tarafane bir tarzda tedkıka koyuldular. Lakin onlar da mes’elenin hey’et-i umumiyyesini arasında yollarını şaşırdılar ve inhitat-ı İslam’ın netayicini rımızın istibdadına kimi ulemamızın cehline ve kimi ser-i karımızda bulunanların iktidarsızlığına atf etti. Esbab-ı tedenniyatımızı veca’ib-i diniyyeye karşı gösterdiğimiz veyahud kadere mutava’atımızda bulanlar da oldu. Bütün bu efkar ve mütala’atta görülen mütenakız ve bi-payan tenevvü’ bize yalnız şunu öğretti ki efkarımızda hüküm-ferma olan teşevvüş esbab-ı inhitatımızı temyiz ve teşhis kudretini müfekkirelerimizden selb eylemektedir. Bu hususdaki bütün talakatları bize bilmediğimiz hiçbir şey öğretmedi. Halbuki biz kendilerinden bilmediklerimizi öğrenmek istiyorduk. Bilmediklerimiz ise neden atıl ve cahil kaldığı noktalarından ibarettir. Mesrudat-ı salifeden inhitat-ı İslam mes’elesinin nasıl tebdil-i tabi’at ve mahiyet eyleyerek bir şekl-i dini iktisab ettiği tezahür etti. Bizden evvel hıristiyanlar bu mes’eleyi zemin-i münakaşaya vaz’ ile çare-i hallini araştırmasaydılar hiç şübhe yok ki iş bu renge girmez idi. Gayr-ı kabil-i inkardır ki hadisat-ı ictima’iyyeden i’tikadat-ı diniyyenin dahl ü te’siri ne kadar büyük olsa her halde efradın mazisi seciyyesi zihniyeti ve hatta yaşadıkları iklimi gibi birçok avamil-i mütenevvi’a da o te’sire inzimam eder Zaten bir hadise-i ictimaiyyeyi münhasıran dini ve mezhebi mahiyetler arz eden hadisattan ayırarak tesciye eden de budur. Bundan dolayıdır ki her nerede olursa olsun mesela Fransa’da veya Almanya’da serzede-i zuhur olmuş bir vak’a-i ictimaiyyeyi bir mes’ele-i diniyye gibi telakkı ederek memalik-i mezkurede mer’i bulunan edyana atf ve isnad ve bu sayede edyan-ı mezkurenin kıymet ve mahiyetini ta’yin eylemek hiç kimsenin hayalinden bile geçmez. Herhangi bir kavmin hayatı an’anatını secayasını te’sis ve i’tikadat-ı diniyyesine bir mahiyet-i hususiyyet vererek mefkuresini tenmiye eden bir takım hadisat-i ictima’iyyenin bir te’akub-ı daimisinden başka bir şey değildir. Hıristiyanlıkta Katoliklik Ortodoksluk ve Protestanlık; İslamiyette ise Sünnilik ve Şiilik bu suretle tehaddüs etmiştir. Bu ihtilaf aynı kilisede bile tecelli edebilir. Fil-hakıka Alman Katolikliği İspanya veya İtalya Katolikliğinden pek farklıdır. Protestanlıkta Ortodokslukta da hal aynıdır. Bize gelince diyebiliriz ki Türk Sünniliği Arab Sünniliğinden Acem Şiiliği de Hind Şiiliğinden farklıdır. Bir dinin alacağı seciye zemin-i tedvini olan muhite tabi’ olduğundan o muhitteki te’siri de onu tedvin ve tatbik edecek efradın seciyesine tabi’ olmak zaruridir. Avrupa akvam-ı hıristiyaniyyesi bu babda bizi tenvire hadim bir misal teşkil eder. Fil-vaki’ akvam-ı mezkure dinlerini medeniyetlerine hadim bir unsur-ı terakkı haline getirecek bir tarzda tedvin ve tefsire imkan bulmuşlardır. Şark hıristiyanları ise dinlerine ne o seciyeyi ne de o te’siri bahş edebilmişlerdir. Din-i İslam saadet-i beşeriyyeye hadim ve onu te’min eden bil-cümle anasır ve avamili cami’ min külli’l-vücuh bir din-i ekmel olduğu halde bu dine tabi’ olanların akvam-ı hıristiyaniyyeye nisbeten calib-i nazar bir mevki’-i ma-duniyyette bulunduklarını görüyoruz. Acaba akvam-ı İslamiyye dinlerinde mündemic ni’am-ı na-mütenahiden ne için istifade edemediler? Şimdiye kadar olduğu gibi Din-i İslam’ın milel-i müslimeyi akvam-ı garbiyye kadar mazhar-ı terakkı ve inkişaf olmaktan neden men ettiği yolundu bir sual irad eder isek bu ana kadar irtikab edilmiş olan bir hatayı tekrar etmiş oluruz. Çünkü bu şekilde bir sual ile mes’elenin çare-i hallini bir takım metafizik münakaşatta aramaya mahkum oluruz ve mahiyet-i tarihiyye ve ictimaiyyesini izale ederek aynı menfi neticelere varırız. Bu kanaati te’yid edecek bir sebeb de şudur ki ne hıristiyan ne Buda dinleri Avrupalılarla Japonları temeddünden men’ etmemiş olduğu görüldüğünden hiçbir dinin hasail ve evsaf-ı mukteziyyeye malik hiçbir kavmi terakkı ve tekamülden alıkoymayacağı bir bedahet haline girmiştir. Ayn-ı saadet olan Din-i İslam’ın insanları bahtiyar olmaktan men’ eylemeyeceği ise bi-tarikı’l-ula kabul edilmek akvam-ı İslamiyyenin dinlerinden ne için layıkıyla istifade edemediklerini teşrih etmek isteriz. Ma’lum olduğu üzere Din-i İslam’ı kabul eden akvam uzun bir mazi-i medeniyyete malik akvam-ı şarkiyye idi ki bunlardan herbirinin kendisine mahsus adat ve an’anatı akaid-i ahlakiyye ve felsefiyyesi ayrı bir halet-i ruhiyyesi ve ayrı ayrı esasat-ı ictima’iyye ve siyasiyyesi var idi. Nur-i İslam zaman ile vehn ve hezale başlayan medeniyetlerine hayat-ı taze bahş etti. Kudret-i muhyiyane ve müceddidanesi sayesinde o milletler yeniden canlanarak hiç idrak edemedikleri bir şahika-i medeniyyete reside oldular. Ve beşeriyete daha ziyade adalet müsavat ve nur-ı ma’rifet bahşederek medeniyet-i garbiyyenin tezehhür ve inkişafına hadim bir medeniyete şahid oldu. Hal böyle iken akvam-ı müslime bugün vücuh-ı adide maktadırlar. Bu hezal-i umuminin memalik-i İslamiyyenin her yerinde iktisab etdiği seciye-i mahsusa şunu isbat ediyor ki müslüman akvamının bu inhitatını hala nüfuzundan kurtulamadıkları kable’l-İslam hayatlarının üzerlerine ika’ eylemekte olduğu te’sire atfetmek lazım gelir. Şu halde akvam-ı müslimenin inhitatı evvel ve ahir vuku’ bulmuş bil-cümle inhitatlar misillü bu akvamın te’min-i istikbal zımnında mazilerinden ne gibi şeyleri unutmak ve feda etmek Akvam-ı müslime için bu noksan-ı takdir hiç şüphe yok ki ahkam-ı diniyyelerinin yanlış telakkı ve tatbik edilmesinden tehaddüs eder. Çünkü temessük eyledikleri dindeki gaye-i kusva fıtrat-ı beşeriyyedeki kabiliyet-i tekemmüliyyeyi hatayasından kurtarıp hakıkat ve kemale la-yenkatı’ takarrublarını te’min edecek bir te’ali-i fikri ve ahlakıye mecbur kılmak ve bu sayede saadet-i beşeriyyeyi te’min eylemektir. Akvam-ı müslime mütemadiyen hal-i tahavvülde bulunan dan mütevellid ihtiyacat-ı cedidelerinin ancak dinlerinin daha ali ve daha feyyaz bir tarzda tefsir ve tatbikle kabil olacağını Kable’l-İslam hayatlarının te’sir ve nüfuzuyla Din-i İslam’ın zenet-i gayr-ı mütehavvile teessüs eyledi ki terakkılerine hail olup duruyor. Binaenaleyh akvam-ı müslimenin şeh-rah-ı rif’at ve saadetteki cereyan-ı tekamüllerine devam edebilmeleri Türkler hakkında hal akvam-ı saire-i İslamiyyeden az çok farklı bir mahiyette cereyan etmiştir. Kable’l-İslam kurdukları medeniyet ba’de’l-İslam tekamüllerine hail olacak kadar şekim ve müterakkı bulunmadığından kabul ettikleri şeri’at-i cedideye büyük bir muvaffakiyetle hadim oldular. Ancak Arab ve Acem medeniyetleriyle temas-ı yakın halinde bulunduklarından ne bu medeniyetlerin te’sirine ma’ruz ne de akıbetine giriftar olmaktan kurtulamadılar. Ağustos tarihli son nüshanızı bugün okudum. Mündericatı miyanında Doktor Abdullah Cevdet Bey’in ahiren Vakit gazetesinde intişar eden makalesine verilen cevabı ve bunun bir de mukaddimesini kemal-i dikkatle mütala’a ettim. Bu hadise-i kalemiyyenin mebadide yani doktorun makalesini okuduğum vakit bende hasıl ettiği te’siri biraz maziye doğru irca’a mecburum. Bu suretle sizin “... Kendilerini tenvir-i efkar ve irşad-ı nas ile mükellef gören emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker ile sözde muvazzaf olan erkan-ı matbu’attan hiçbirinin kalbinde nur-i hidayet Din-i hissi hiç yok… ilh” Sözlerinizin cevabını vermiş ve ayn-ı zamanda nur-ı dide-i vicdanımız olan Fahr-ı Kainat efendimizin ta’rif ve tavsife sığmayan ulüvv-i kadrinin bizde ne dereceye kadar bilindiğini anlatmış olacağım. Bundan bilmek kaç sene evvel yine Sebilürre şa d sahifelerinde Celal Nuri Bey’in “ Hatemü’l-Enbiya ” tesmiye ettiği eserinin mukaddimesine i’tiraz etmiştim. Bu makale eserin neşrinden evvel bir mecmuada merhum Mahmud Esad Efendi’ye ithaf suretiyle gözükmüştü. O vakit buna karşı yazdığım o makalemden dolayı kübera-yı ümmetten müteaddid zevat-ı fihamın tahsin ve iltifatlarına mazhar oldum. Sonra ta Fatih’den ihtiyar-ı meşakkatle Kızıltoprak’daki evime gelerek beni bulamadığı için “Kendisini zaten tanımam Sebilürre şa d’daki makalesinden dolayı teşekküre gelmiştim. Allah ondan razı olsun.” diyerek avdet eden pek yaşlı bir efendinin kendini tanıtmak külfetini bile zaid ve bi-lüzum gören saf ve hasbi duasını aldım. O vakit Celal Nuri Bey bana “eski ve çürük kafalı” demişti! Ben o makalenin ruh-ı celil-i Risalet-penahi’nin iğbirarına bütün vicdanımla mu’tekid bulunduğum için bu müdhiş cezayı ona kafi görerek –sırf kendime aid bir sözden dolayı– celalet-i Muhammediyyeyi sermaye-i makal edinmekten haya eylemiştim. ne de bir müslüman memleketinde müslüman payitahtında müslüman bir adam tarafından böyle bir kitap neşr edilir mi diyen görüldü… Bendeniz kendimi hiçbir vakit erkan-ı matbu’at sırasında görecek kadar hod-bin olmadığım için bu mes’elede başka mu’terizlere intizar etmiştim. Bence o vakit o bahis kapanmayacak ve hey’et-i ictima’iyyemiz o derece la-kayd olmayacaktı. Kanun-ı Esasi maddeleri kadar bu bahsin ta’alluk ettiği din ve ma’neviyete de medeni bir ri’ayet ve hürmet görecektik. Bu mes’ele üzerine artık birçok söz söylenebilir. Mesela: Benim kanaat-i vicdaniyyeme kalırsa ne Dozi’nin Tarih-i Abdullah Cevdet Bey ne de eserinde bu müellifden mükerreren bahs ile nübüvvet-i Muhammediyye’ye inanmayarak peygamberliği –haşa– sırf dehaya ve dehayı da bilmem kimin kavlince maraza kalb etmek isteyen Celal Nuri Bey Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi tanımak şerefine hiç mi hiç mazhar değildirler. Hal böyle olunca bir insan cahili bulunduğu bir şeyi bir mes’eleyi veya bir zat hakkında nasıl konuşmak lazım geleceğini – pek tabi’idir ki– bilemez. Cehli idrakine ve adem-i idraki de edeb-i kelama ri’ayetine manidir. Bizde hakıkat-i samiyye-i Muhammediyye’yi bilmeyenler ma’lumatı bu ma’rifete mahdud surette müsa’id olsa bile irfanları pek kıt olduğu değildir. Fakat onların ekserü’l-kesiri hiç olmazsa bu yolda kat’i bir sükut ihtiyar etmişlerdir. Nitekim tanıyanların da binde biri mukabilleri gibi ebkem ve bertaraf kalarak başkası yazsın da ben okuyayım demişlerdir. Bu tanımamak mes’elesi ruh-ı İslam’ın ictima’i ma’neviyatına muzır bir noksan ve çirkin bir leke olduğu kadar dört yüz milyon müslümanın da vicdan-ı müşterekine çöken bir sıklet halinde hissiyatına dokunduğu için en mühim bir ahlak kaziyyesi şeklini alıyor. Bunun vehametini her gün her türlü harekat ve tasarrufatımızda görüyoruz. Peygamber’ini seven ona layık olduğu hürmet-i vicdaniyyeyi duyan o asil ve pakize müslüman kalbleri azalıyor. Onun yerine gafil hırçın kaba cebin zevksiz kalıblar çıkıyor. Çünkü nasıh ve adil olmak nezaket ve şehamete zevk-i rakık-i Muhammediye kısmen malik olabilmek için o ekmel-i mevcudat olan Nebiyy-i Kerim’i tanımak ve mümkün mertebe taklid etmek elzem. Dünyada Nebiyy-i Zi-şan’ı hakkıyla tanımış bir müslümandan daha kibar daha centilmen daha necib ve dilaver daha kerim ve nazif adam bulmak mümkün müdür? Hele buna bir de ilim munzam olursa o hakim-i alinin ka’bına varılabilir mi?... Mizac-ı nebinin ulviyet ve rikkati yakıcı çöllerde deve kanı ve hurma şarabı içerek zorbalıkla bütün ömrünce vuruşan vuhuş-ı beşerden mefahir-i insaniyye halk etti. Medeniyetler faziletler çıkardı. İşte bunlar hep Kur’an’ı elinde kainata karşı yalnız gönderilen Nebiyy-i Zi-şan’ın te’siridir. O Nebiyy-i Zi-şan ki bize “Ed-dinü’l-mu’amele” “Ed-dinü’n-nasiha” kelimelerini söyledi. Bu iki hadis-i şerifin ihtiva ettiği vüs’at ve ulüvv-i ma’naya ile’l-ebed hayran olmamak mümkün değildir. Din hak insaniyet bundan daha veciz ve daha şümullu hiçbir hakim hiçbir mütebahhir tarafından hiçbir zaman böyle ta’rif edilememiştir. Abdullah Cevdet Bey’in ulüvv-i kadr-i Nebi’yi hakkıyla suduruna badi oldu. Böyle bir bahtsızlığa duçar olmamak şarttır. Yani sözlerinden öyle istidlal ediyorum ki bu hal kasıd değilse elbette cehil seyyi’esidir. Bilenin bilmeyenin bila-kayd ü şart ma’neviyat ve vicdaniyata müte’allik Hem de basit bir frenk müellifi nakıli derekesinde yazı yazması bizde pek ileri vardığı için İslam’ın garib kalacağı hadis-i şerifini bütün ruhumla tasdik ediyorum. Nitekim bundan dolayı biz cihan-ı hakıkat ve medeniyette garibiz. Hangi teşebbüs ve tedbirimizde felah buluyoruz ki gurbetimiz hissedilmesin! Bu noksan şübhesiz bir musibettir fakat cidalleri şahsi infi’allerin zaif bulduğu cihete sevkıyle yekdiğerinin hasm-ı zimamı olan zevatın mu’ahiz ve münekkidi olmaktansa asıl musibeti imhaya kemal-i sıdk u sebat ile çalışmak daha doğru ve daha müsmir olur mecmu’alarda hatta hükumet mefkure ve zihniyetinde hep beraber yürümeli. Hükumet her şeyden evvel kendinin bir “İslam Hükumeti” olduğunu bildiği için İaşe Nezareti gibi hatta bir Ahlak-ı Umumiyye Nezareti var diye düşünmelidir. Bendeniz bu bahse dair ba’dema bir şey yazarsam bunu Abdullah Cevdet Bey’in hadise-i kalemiyyesinden dolayı değil sırf nübüvvet-i seniyye-i Muhammediyye’yi tebcilen hasta kalblere bir deva olmak üzere yazacağım efendim. Kızıltoprak Eylül Ali Suad FUZULI-I BAĞDADI’DEN NEF’I-İ ERZURUMI’YE Bir tezelzüldü sanki bir mahşer Sordum eflake haif ü mağmum Dediler Ebediyyette bi-huzur oldum. O avan-ı gumum u hayrette Seni andım düşündüm ağlayarak. Ben ölürken bu gamla nalende Titriyordu sesimde kalb-i Irak. Kahraman Erzurum’un evladı Canlı bir kal’asıydı İslam’ın; Kalacaktır mü’ebbeden yadı Safha-i hatırında eyyamın Kadın erkek çoluk çocuk ne kadar Hak yolunda şehidi var burada: Bir mu’azzam haziredir dağlar Kaldı bir ordu her harab ovada!.. Nef’i ey benim ruhumdan mütevellid necib oğlum!.. Ben şimdi seninle biraz hasbihal etmek isterim. Evvela senin buraya… Bu ebediler alemine nasıl geldiğini hikaye edeyim: Kur’an’a iman eden şairler Hassan bin Sabit’in etrafına toplanmış herkes kendi lisanıyla Salahaddin-i Eyyubi’ye Mahmud-i Gaznevi’ye Yavuz Sultan Selim’e kasideler inşad ediyordu. Ka’b bin Züheyr birdenbire titredi. Kasidesini huzur-ı Nebevi’de okurken görülen heyecanı yine uyanmıştı. Dedi ki: – Öbür dünyada üstünde dem-güzar olduğum yıldız ben buraya geldikten sonra kendi güneşinin etrafında bin Kur’an eden şairlerden hangisine fevkalade bir hal olursa ben burada titrer sarsılır muztarib ve mu’azzeb olurum. Peygamber’imin bana bürde-i şerifesini ihsan ederken tebşir ettiği ni’am-ı ebediyyeyi hala görmedim. Ka’b bin Züheyr’e Hassan bin Sabit cevap verdi – Ben de senin gibiyim aziz kardeşim dedi. Sülale-i ma’neviyyemizden yeryüzünde bir ferd kalıncaya ve o ferd son mısra’ını söyleyinceye kadar biz huzur-ı sermediden nasib-i mev’udu alamayacağız. Hassan bin Sabit’e teveccühle Ka’b bin Züheyr sözünde devam etti – Fakat bu seferki haleti hiçbir zaman hissetmedim dedi. Şair-i taib Ebu Tayyib el-Mütenebbi: – Eşkıya elinde paralanırken bile ben bu kadar sarsılmamıştım. Afak-ı fenadan atılan siham-ı hadisatın bu dakıkada acaba hangisine hedef oluyoruz?.. Bu sırada sen birdenbire göründün ey Nef’i!.. Lerzan ve nalan iki elin kanlı başını havaya doğru tutmuş dergah-ı Acem şairleri Enveri ile Urfi – Ah!.. O … Bizim Osmanlı cem’iyetine hediye ettiğimiz büyük şair Nef’i!.. Osmanlı padişahlarının menakıb-ı gazevatını terennüm eden mısra’ları yeryüzünden aks ederken biz ruhlar raksan olurduk dediler. Ebedilere büyük bir keder müstevli oldu!.. Bu sükunet-saray-ı lem-yezele Kan u efgan içinde geldin sen; Havf u hiddetle gayz u haşyetle Müştekiydin Murad-ı Rabi’’den Doğrulup bargah-ı Mevla’ya Dedin: – Ey Rabb-i adl ü Rabb-i ibad Sana geldim garib ü bi-vaye Beni koydu bu hale kahr-ı Murad!.. Sana geldim şehid ü avare; Söyle ey Rabb-i münzilü’l-Kur’an Söyle sen yazdığım kasidelere Yakışır mıydı böyle bir ihsan?... Bu sözlerin alem-i ervahda bir gulgule bir feryad koparttı Nef’i. Kur’an’a iman eden her şair senin gibi ve seninle beraber Sultan Murad-ı Rabi’’den senin hun-ı ma’sumunu da’va ediyordu. Burada gece yok gündüz yok. Aradan ne kadar zaman geçti bilmem seni bargah-ı Mevla’ya müteveccih dua eder bir halde gördüm. Biz duayı yalnız fanilerden beklerken senin bu halin hepimizi i’cab ediyordu. Sözlerini dikkatle… Can ve iman kulağıyla dinledim. Sen vecd ve istiğrak – İlahi!... Murad-ı Rabi’’den razı ol. Ve onu lutf ü kereminle sun. O eğer beni öldürmekle asim ise işte name-i a’malim o günahı benim hesabıma kayd et. Ben eğer bi-gayrı hakkın onun defter-i ef’aline geçir ya Rabbi!.. Beni afv et… O yalancı dünyanın kendi gibi yalancı teessürlerine kapılarak bir zaman ondan sana şikayet etmiştim zenb ü cürmümü afv et ilahi!... Sen böyle söylüyordun Nef’i!... Halindeki bu tahavvüle ben beht-i azim ile hayret ettim. O dakıkadaki şevk ve şükranının sebebini sen yine kendi tavsifinle Hem döner hem eşkini eyler safasından revan Tavrında ebedilere anlatırken diyordun ki: – Sultan Murad-ı Rabi’ o benim büyük padişahım Bağdad’ı nihayet istirdad etti. Bakınız işte İmam-ı A’zam’ın türbesini tavaf ile İslam’a nusret diliyor. Şair Yahya Efendi de padişahın arkasında huşu’-ı ta’zim ile el bağlamış gözlerinden mübarek çehresiyle ak sakalına Katif’in incilerinden daha güzel yaşlar dökülüyor. Bakınız işte Dicle işte Fırat!... yor. Yetim Irak yetim Bağdad eb-i ezelisine kavuştu. Keşki bin canım daha olaydı da padişahımın celladı elinde ve tahtı önünde revan olaydı!.. O vakit ben buraya şakı değil şakir lerzan değil raksan gelirdim!... Ah ey Nef’i!... Bu hutben hepimizi vecde getirdi. Ve her taraftan bir gulgule-i şükran bir velvele-i dua yükseldi. Beklediğimiz kıyamet başka bir surette ve başka halette kopmuştu. Kur’an’a iman eden şairler Hassan bin Sabit’i imam ederek bargah-ı a’laya yüz tuttular ve dualarına va’d-i kabul alıncaya kadar Sultan Murad-ı Rabi’ için Allah’tan gözyaşlarıyla afv u gufran niyaz ettiler. Şimdi ey şair!.. Sen de ben de –senin ve benim gibi birçok ehl-i iman da– yetimiz… Yetim-i dar yetim-i diyar yetim-i tarihiz. Benim Bağdad’ım da senin Erzurum’un gibi a’da-yı din elinde inliyor. Dicle’ye bak: Dalgalarından Revan-ı pak-ı Muhammed semada giryandır Muhalledatını İslam’ın ettiler tahrif; Eder mücadele nakus ile ezan-ı şerif!.. Nevhaları buralara kadar aks-endaz!.. Allahuekber!.. Fırat’ı dinle: Mevcelerinden Ser-i mübarekin ey kurre-i dü-çeşm-i Resul Şehadetinde senin ten cüda olup gitti; Bugün de –tali’-i İslam’a bak ki– meşhedini Verip aduya yetim-i vatan cüda etti!.. Naleleri buralarda bile velvele-saz!.. Allahuekber!... Ey Nef’i ey benim ruhumdan mütevellid oğlum!. Biz şimdi her ikimiz Hem-tali’ ve hem-derdiz Seninle beraber gel Sultan Murad-ı Rabi’’in huzur-ı mübarekine yüzler sürelim. O hamiyetli padişah bize hem delil olsun hem şafi’. Halife-i bi’l-Hakk-ı İslam’ın liva-yı hakimiyyeti senin Erzurum’unla benim Bağdad’ımın burçları üstünde galibiyetle temevvüc edeceği güne kadar bize terettüb eden vazife ağlamak ve yalvarmaktır. Biz bu vazifeyi ifa ederken secdelerimizle arş-ı a’la titresin!.. – – Baladaki ifadatımızı te’yid için Coollabum’un Kur’an-ı Kerim için tertib ettiği fihristte Arab’ın ma’adası akvamın o zamanki ahvali hakkındaki beyanatını nakl etmeyi münasib gördük: Altıncı asr-ı miladide Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin viladeti sıralarda afak-ı beşeriyette müdhiş kasırgalar esiyor alem emvac-ı ıztırabat içinde çalkanıp duruyor Avrupa’da Vizigotlar İspanya’da ve Cenubi Fransa’da Katolik Kalofis ve oğullarıyla çarpışıyorlar Şark İmparatoru Jüstinyanus’dan imdad istiyorlar idi. İmdada gelen Rum serdarlarının hasmın yed-i istilasından kurtarmış oldukları memalik üzerinde hakk-ı fetih iddiasına kalkışmaları o yerlerin sahiblerini memleketlerini bu defa da bunların pençe-i tihama mecbur ediyordu. Asl-ı Fransa’da Kalofis’in oğulları yekdiğere karşı su’-i kasd tertibiyle meşgul bulunuyorlar biribirlerinin kanına giriyorlar idi. Vizigot Melikesi Pronho ile Frank Melikesi Fridid Kont arasında temadi edip giden mücadelat tarihin en kanlı kara sahifelerini yazıyor idi. Semberler’in ahlafını ribka-i esaretleri altına almış ve arazilerini gasb etmiş olan Saksonlarla kanlı münaza’ata girişmişler bugün ilk safta bulunan fakat o zaman zalum ve hunhar bir kuvve-i vahşiyyenin amal-i müfterisanesine cevelangah olan o yerlerin ilk garetgerleridirler. paye verilmiş olan bu ünvan eski mehabetini gaib etmiş idi. Sadme-i inkılabat ile hurd u haş olmuş olan o heykel-i mu’azzamın başı ve henüz muhafaza-i mevcudiyyet edebilen bir cüz’ü olan “Roma” Havari Petro’nun sade bir makarrı olmaktan başka bir ehemmiyeti kalmamış olmasına tahammül edemiyor hadd-i zatında bir merkez-i dini olmasının kendine bahşetmiş olduğu eski gurur ve nahvetten iktibas-ı feyz etmek da’iyesinde bulunuyordu. Yani en yüksek riyaset-i diniyyenin Papalığın makamı olmaktan kazanmış olduğu şeref ve imtiyazı mefahir-i salifesi makamına ikame etmek istiyordu. Bu da Büyük Şarlman siyasetinin vücud vermiş olduğu muvakkat bir nüfuz ve ehemmiyetten başka bir şey değildi. Roma bu gayenin husulüne muntazır olmakla beraber vakit vakit nüfuz ve tahakkümleri altına girmiş olduğu Hürumların Astrogotların Şarkı Roma imparatorlarının Lombardiyalıların geçirdikleri boyunduruğu silkip atamıyor idi. Roma gibi belki de ondan ziyade mazisinden uzaklaşmış hakıkatte şark imparatorluğunun güzel memaliki sırasına geçmiş olan Yunan memalikinin de sathi bir arayiş ve Garben Ren nehri munsablarından şarkan Tuna Nehri munsablarına kadar imtidad eden bir saha dahilinde şimal cenubu sıkıştırıp duruyor idi. İskandinavyalılar Norveçliler Danimarkalılar mütevali muharebeler nagehani hücumlarla Trakya Makedonya Lombardiya İtalya’yı pa-yi istilaları altında çiğnemiş olan Gotlarla Hunların harekatını tanzir ediyorlar idi. Tam o sıralarda Türkler de Vüsta Asya içerlerinden taşmaya başlamışlar idi. O Türkler ki ileride Yunan İmparatorluğu’nun o geniş saha-i hükümranisini daralta daralta hududunu Kostantıniyye’nin surları içine sıkıştıracaklardı. Hülasa birinci asr-ı miladide Roma İmparatorluğu’nun o herem-dide alemin Mösyö Renan tarafından tasvir edilen o zamanki haliyle altıncı asırdaki hali arasında bir mücaneset kalmamıştı. Bu hal Şarkı Roma İmparatorluğu’nun geçirdiği devre-i tahammürden inbi’as etme bir eser-i ufunet değildi. Bu gurur-ı kahiranesiyle cihana sığmayan mezalim-i şeni’a çamurları temsil eder bir hal idi. O zamanlar Asya’nın sükun ve asayişi Avrupa’dan daha mükemmel değildi. Tibet Hind azamet ve iktidarıyla fikir ve lisanlarının ulviyetiyle el-yevm köhne Avrupa’ya hakim olan milletleri hakıkı samimi bir hiss-i tebcil ile kendine rabt etmiş olan bu iklimler Çin mesail-i siyasiyye felsefiyye ve ta’bir-i veciz ile mesail-i ictimaiyye miyanında mahiyet-i vücudu büyük bir garabet arz eden bu memleket dahilde haricde giriştikleri muharebat ile şirazelerinden çıkmışlardı. Bu memalikte hükümran olan din münaza’atı gavail-i harbiyyeyi daha müşkil ve mu’akkad bir hale ifrağ etmişti. müdahaleye başlamış olan Fars ülkesi Asya-yı Arabi’ye karşı bir vaz’-ı mütecavizane almış olan Kostantıniye Grekoromenlerle muhasamata girişmişti. Şuradan buradan gelme asker tüccar hükkam her sınıf halktan toplanma bir kitleden ibaret olan Grekoromenler Mısır’ın devha-i irfan-ı kadimini kurutarak mezari’-i servet ve samanından istifadeye inhimak mesleğini iltizam etmişlerdi. Bunların henüz Vandallardan istirdad ettikleri Şimali Afrika sahillerinde o ma’mur ve müreffeh yerlerde tatbik ettikleri siyaset de aynı merkezde idi. Hülasa-i kelam hava her tarafta adavet ve husumet ihtizazatıyla mütemevvic bulunuyordu. Tab’-ı beşere hayırdan ziyade şer mülayim geliyordu. Efkar hilm ü sekinet cihetine Kainatın bu umumi şurişinde her yerde en büyük bir hisse-i menfa’at koparanlar harb ü darb için velvelelerini ayyuka çıkaran rüesa idi. O zamanlar daimi olmasa da kalblerde aks-i te’sir bırakabilecek yalnız bir sada vardı: Ümmetleri memleketleri eli silah tutan bahadırları biçare zürra’ı soyup soğana çevirmekten ibaret olan sada-yı iğtinam. Eğer bazı inzivagahların garib ve vecd-engiz köşelerinde sönük ziyası titreyip deveran-ı mişkat-i irfan olmasa girdbad-ı hadisatın daire-i te’sirinden haric kalabilmiş istikbal mürşidleri vasıtasıyla ruhtan ruha intikal etmiş olan tohm-ı felsefe bulunmasa o bi-eman kuvve-i müfterise sahiblerinin gaye-i maksudelerine doğru dev adımlarıyla yürüttükleri barbarlık kainatı baştanbaşa bir vahşet-abada çevirecekti. Saha-i alemin yalnız bir köşesi bu umumi hareketten uzak kalmıştı. Uzak kalmasının sebebi ahalisinin hikmet ve basiret erbabı olmaları değil mütemeddin olduklarını bir mevki’de bulunmaları idi. Ceziretü’l-Arab Avrupa afakında sami’a-çak tarrakalar hasıl eden yıldırımların uğultusunu uzaktan uzağa işitiyor bu gürültüler oraya ancak derinden derine ve pek hafif bir surette aksedebiliyor idi. Cezire-i Hind ile Çin’in vücudunu bilmiyor Asya ile olan alakası Fars diyarından öteye geçmiyor idi. Arab Fars memalikini de Suriye’ye en karib sahalarda cereyan ederek Rum kayserlerinin ya sit-i şehametlerini i’la eden galibiyetleriyle yahud nüfuz ve satvetlerini rahnedar eyleyen mağlubiyetleriyle neticelenen hadisat-ı harbiyye dolayısıyla tanımıştı. Ahd-i risalet-i Muhammediyye hulul ettiği zaman bahsettiğimiz ümmetlerin ahvali bu merkezde idi. Şeriat-i İslamiyye sahibi zuhur edip de meydana koyduğu bir takım hukukun ri’ayet-i ahkamına halkı da’vet ettiği zaman karşısında eşraf ümera müluktan başka mukavemet eden bir kuvvet bulmadı. Bunlar daire-i nüfuzları muhit-i hakimiyetleri dahilinde amal ve efkar-ı müstebiddanelerini yürütmek iktidarını gaib etmeden korkuyorlar idi. Zaten halkı hukuk-ı ammelerini istihsal ve müdafa’aya da’vet eden muslih ve müceddidler karşısında erbab-ı istibdadın aldıkları vaz’ her zaman ve her yerde bu merkezdedir. Resul-i İslam sallallahu aleyhi ve selleme eza hususunda bilhassa ileri gidenler müşrikler idi. Çünkü bunlar tam ma’nasıyla demokratik bir siyasetin esası olan tevhide kail olmayı hiç arzu etmiyorlar idi. Resul aleyhi’s-selam ise daha evail-i bi’setinde . suresiyle bu usul-i siyaseti halka telkın etmişti. Müslümanlar arasında uhuvvet akd etmiş olan İslam gayr-ı müslimleri onların müstefid oldukları hukuktan mahrum etmemiştir. Onlara da ibadetlerinde merasim ve adetlerinin oldukları müslümanlardan kısas sair bil-cümle hukuk ve de’avi dolayısıyla onlarla mürafa’a hakkını bahşetmiştir. Çünkü İslam müntesiblerine gayr-ı müslimlerin mal ve canlarını aralarında mevcud ve mün’akid uhud ve mukavelatın nakz ve ihlalini haram kılmıştır. Bir müslümana nasıl bir müslüman kardeşini aldatmak hukukuna tecavüz etmek arada mevcud olan bir ahid ve mukaveleyi nakz u ibtal etmek nasıl haram ise onun gayr-ı müslimlerle olan münasebatında hiçbir fark ve rüchan gözetmeksizin aynı esası muhafaza etmiştir. Düstur-ı İslam olan Kur’an’da bu hükmü te’yid edecek birçok evamir-i şedide vardır. ve saire… çocuklarını himayeyi emrediyor ve bununla efrad-ı beşer arasında umumi bir tezamun esasını vaz’ etmiş oluyor. Bu ayet muktezasınca bütün vün fikrine ri’ayetle mükelleftirler. Müslüman veya hıristiyan olmalarının kırmızı beyaz sarı siyah herhangi bir ırka mensub bulunmalarının farkı yoktur. teklif ediyorsa bunu mal ve canlarını himaye mukabilinde yapıyor. Binaenaleyh onları taht-ı hakimiyetlerinde bulunduran müslümanlar himayeden aciz kaldığı gün onlardan bu vergiyi istifaya bir hak ve salahiyetleri kalmıyor. Esasen bir müslümanın tabi’ olduğu hükumet-i İslamiyyeye verdiği şeylerle nisbet edilirse bu verginin ehemmiyeti ne olabilir? Kisb ü karıyla meşgul olan bir zimmi mal ve canının hukukunun muhafaza ve te’minine mukabil hükumet-i İslamiyyeye senede birkaç guruş verirken bir müslüman her sene İslam’ın zekat namı verdiği vergiyi vermekle mükellef bulunuyor ki mikdarı mecmu’-ı malının onda bir rub’udur. Hayvanları ekini bağ ve bostanı ma’deni olup da şeriatın ta’yin ettiği hadd-i nisaba baliğ olmuş ise bunlardan da hükumete birer hisse ayırmaya şer’an mecburdur. Bu ahval mülahaza edilirse hükumat-ı İslamiyenin gayr-ı müslimlerden cibayet etmekte olduğu cizye onlara en hafif ve en müsa’id şerait tahtında yaşamak hakkını bahşetmekten başka bir şey midir? kitab-ı muhkemin saye-i feyza-feyzinde mevzu’-i bahs ettiğimiz mahdud seneler geçmemiş idi ki İslam aleminde gayet metin ve paydar bir takım esaslar kuruldu. Bu esaslar üzerlerinde mu’azzam ve muhteşem hükumetleri müşfik bir siyaseti ulvi ve pür-şa’şaa bir medeniyeti temsil eden mu’alla kaşaneler taşıyorlar idi. Maddi tedbirleri ictima’i nizamları nefs gibi dünyayı kendi azm ü iradesine ram etmek onun kayd-ı tahakkümü altına girmemek gibi Kur’an’ın daima telkınden geri durmadığı bir takım ma’aliyi tazammun etmektedir. Bu mehasin-i idariyye ve ictima’iyyesi sayesindedir ki seyahat ve müsaferet be’s ü kuvvet hakimiyet-i siyaset riyaset onun saye-i feyzine iltica ediyordu. En fahiş hatalardan biri de İslam’ın geri kalmasının terakkı yolunda bir eser-i hayat gösterememesinin sebebi onun Cenab-ı Hakk’a tevekkülü teklif ve mensubinini daima buna teşvik etmekte olması yolunda ezhan-ı ammeye yerleşmiş olan bir fikirdir. İslam’ın bugünkü acz ü za’afının hakıkı sebeblerinin bu noktada temerküz ettiğine sağlam bir kanaat hasıl etmiş olan gayr-ı müslimler daima bu fikri neşr ü tervic etmektedirler. Bu adamlar Kur’an’ı Kur’an’ı getiren zatın siret ve ahvalini onu düsturu’l-amel ne ittifaklarının mebde’i olan on beşinci asra kadar geçen zamana aid tarihini şöyle bir göz önüne getirseler bu fikre tarafdar olmazlar ve bunu müdafa’aya yol bulamazlar idi. Kur’an’ı ele alalım ve daha bunlara mümasil nice ayetler buluruz ki hepsi kisb ü ticarete sa’y u amele teşviki tazammun etmektedir. Easen tevekkülün ma’nası onların tahayyül ettikleri gibi olsa en ziyade halkı bu hasletle ittisafa da’vet eden zatın sa’yi terk ve ataleti iltizam etmesi kisb ü kar cihetine iltifat eylememesi icab eder idi. Halbuki işte onun tarihi işte hadis ve siyer kitapları bunlar onun Cenab-ı Hakk’a tevekkülü olduğunu isbat ediyorlar. Vazife-i risalet kendine sinn-i kemale vasıl olduğu zaman teveccüh etmiş olan bu zat sinninin hayli terakkı etmiş olduğu zamanlarda bile başkalarına nümune-i imtisal olacak gayret-i fa’alane ibrazından geri durmamıştır. Ayakkabını yamar ailesinin hizmetlerine iştirak eder de’avi-i nası rü’yet ve fasl eyler halk muvacehesinde hutbeler irad eyler namazlarda imam olur askerin kumandasını deruhde eyler idi. Hendek hafrı ameliyatında omuzuyla toprak taşır müşriklerle ehl-i kitabın mu’anidleriyle mücadeleye girişir Arab’ın gönderdiği hey’et-i zairenin istikbaline çıkar hükümdarlarla muhaberatta bulunur etrafa seriyyeler gönderir zu’afa-yı müsliminin hallerini araştırıp soruşturur det esbabına tevessül fikrini atalete cehd ü gayreti dua ve tazarru’a feda etmek demek olaydı o Nebiyy-i Muhterem hayatında tuttuğu mesleği tutar mıydı? Yahud ikinci halifesi olan Ömer bin el-Hattab minber üzerinde hutbe irad eder der mi idi? Romalıların büyük bir medeniyetleri pür-şa’şaa bir tarihleri vardı. Yalnız onlar birçok devirler geçtikten ve o devirler esnasında hesabsız kıyamlar avam tabakasının rüesa ve zadegana karşı i’lan-ı isyan gibi bir takım hadiseler geçirdikten sonra bu mevki’-i bülende vasıl olabildiler. Bu musara’a ve mücadeleler bu şuriş ve kıyamlar olmayaydı Rum milleti aheste adımlarla yürüyerek temeddünün o ali mertebesine varamazdı. Bir de İslam’ı göz önüne getirelim. Bu din-i ulvi intisab edenleri fevri bir surette temsil mahiyetlerini başka bir mahiyete kalb ediyor idi. Gelip Peygamber’in Kur’an ını dinleyen bir bedevi huzurundan çıktığı zaman lisanından zülal-i hikmet neb’an etmekte aklı siyaset ve fıkıh ile kalbi şecaat ve besaletle dolarak taşmakta olduğu halde çıkar idi. Bu iddianın ne dereceye kadar muvafık-ı hakıkat olduğunu anlamak isteyenler Resul aleyhi’s-selamın ma’iyyetinde bulunan sahabenin isimlerini araştırmalı bunların lam’dan evvelki halleriyle İslam’dan sonraki hallerini mukayese etmelidir. Zaten bu mes’elede pek ileri gitmeye lüzum yok. Hulefa-yı Raşidin ile mu’asırları olan sahabenin tarihine bir nazar atfetmek mes’eleyi pek güzel tenvir eder. rindeki te’siri ahd-i risalete münhasır değildir. Bu dini kabul eden hiçbir ümmet görmüyoruz ki ani bir surette hali değişmesin: Kendine kuvvet ve şehamet ziraat ticaret sana’at adalet ilim ve edeb kazandıracak esbaba tevessül hususunda büyük bir isti’cal göstermesin. Şiir kitabet musikı resim gibi sanayi’-i nefiseye meftuniyete saik olmasın. Kavanin-i levazımı olan şeylerde behre-yab-ı kemal olmak meyl ve arzusunu uyandırmasın. Arablarda sonra Berberlerde Afrika zencilerinde bir takım Memluklerde Asya’nın göçebe akvamında husule getirdiği tahavvülü düşün. Dahil-i İslam olan o milyonlarca Çinlileri Endülüsü ilim ve edeb ticaret ziraat sana’atın en parlak ve en mu’tena bir merkezi haline ifrağ etmiş olan ümmetlerle Afrika’nın birçok yerlerinde Suriye’de Irak’da Anadolu’da Hind’de Çin’de Bahr-i Muhit-i Hindi adalarında Asya-yı Vüsta ve Asya-yı Rusi’de bulunan akvama atf-ı nazar et. Göreceksin ki İslam kavanin-i adile ve siyaset-i hakimanesiyle bedavet ve cehalet fakr u sefalet za’af ü teşettüt içinde puyan olan hep bu akvamın kamet-i liyakatlerini mecd ü azamet ittihad ve satvet irfan ve edeb hil’atleriyle arayiş-pezir etmiştir. Denilebilir ki İslam bütün edvar-ı hayatında bir köprü vazifesini görmüştür ki üstünden geçen uyuşuk ve atıl akvamı sa’y ü ikdama perişan ve mahrum-ı On birinci asr-ı miladide Çin’den kopan Tatar tufanı me’alim-i İslamiyyeden paydar hiçbir şey bırakmadı. Güzergahına tesadüf eden müessesat-ı ilmiyye ve sana’iyyeyi silip süpürdü. Müslümanların asırlardan beri teşyid ve ihkamına çalıştıkları abidat-ı medeniyye-i İslamiyeyi zir u zeber etti. Aynı adamlar kabul-i İslam eder etmez ilim ve medeniyetin en hararetli hamileri oldular. Hatta Cengiz Han ahfadından Batu Han oğlu Bereket Han’ı görüyoruz ki diyanet-i İslamiyyeye salik olur olmaz bir takım mebani-i ilmiyye vücuda getirmeye e’azım-ı ulema-yı İslam’ı mukarrebini miyanına idhal etmeye başladı. Hülagü’nün biraderi Kubilay Han hey’et ulemasından Cemaleddin’i beraberinde Çin’e götürerek onunla memleketi halkına İslam ilim ve medeniyetini felsefe ve kavaninini şu ümmetlere münhasır değildir. Onun kavaninini kabul ve tatbik hususunda tecviz-i kusur etmeyen herhangi bir ümmette asar-ı feyz nümayan olmaktadır. Bu dinin en ulvi ve en bahir asarından biri de Kur’an-ı hakim’in ayetinde tasrih ettiği vechile hür ve müstakil yaşamak hakimiyet-i ecnebiyyeyi kabul etmemek mes’elesidir. Hükm-i Kur’an icabınca bir müslüman elinden geldiği kadar bir hükumet-i ecnebiyyeye ser-füru etmemekle mükelleftir. Dinlerine hiss-i sadakatle merbut olan müslümanların müdafa’a-i hürriyet ve istiklal yolunda gösterdikleri şevk ve tehalükün menşe’i budur. Bu esasa binaen her müslüman bila-kayd ü şart bir cündidir. İslam’daki cündiliğin ruhu birçok cihetlerle şayi’ olan ma’nasıyla değil hakıkı ma’nasıyla “Alman militarizm”ine benzerse de yalnız İslam militarizminin ma’nası daha şümullü dairesi daha vasi’dir. Çünkü lere aid bir vazife değildir. Düşman istilası tehlikesi tahakkuk ettiği zaman vatanını müdafa’a için meydan-ı mücadeleye atılmak erkek için olduğu kadar kadın için de bir vazife hem de ihtiyari değil erkek gibi edasına mecbur olduğu bir vazife-i askeriyyedir. Müslümanlar İslam’ın zuhuru tarihinden i’tibaren yedinci asır zarfında teşri’ adab ve siyaset ve ticaret gibi şeylerle meşgul oldular. Devlet-i Abbasiyye devri gelince Mansur me’haz-ı ulumu araştırmaya ve bilhassa ulum-ı riyaziyye ve felekiyye hakkında tedkıkat ve tetebbu’ata girişti. Mansur-ı Abbasi’nin bu yoldaki mesaisine Harun er-Reşid’in oğlu Me’mun peyrev olarak haricden birçok alimler mütercimler celb etti. Mükemmel kütübhaneler medreseler te’sisine muvaffak oldu. Daha ondan evvel pederi Reşid büyük pederi Mehdi Asya’nın her tarafından celb ettikleri ulemayı in’am ve iltifatlara müstağrak etmişlerdi. Bu mesai-i maarif-perverane sayesinde Bağdad ve daha birçok İslam memleketleri fünun adab siyaset felsefe felekiyyat riyaziyyat tabi’iyyat musikı ve sairenin mehd-i tekamül ve intişarı olmuştu. Tarih o zaman Antakya ve Harran beldelerinin en büyük tedrisat-ı tıbbiyye merkezlerinden biri olduğuna şehadet etmektedir. Harun er-Reşid’in tabib-i hususisi Hüseyin bin Yahya’nın Yunan lisanından Arabca’ya tercüme ettiği her eser için Me’mun’dan kitabın ağırlığınca altın almakta olması hulefayı Abbasiyye’nin ilme ve erbabına ne derece ehemmiyet vermekte olduklarına bir delildir. Devlet-i Abbasiyye’ye mu’asır veya ondan sonra olan hükumat-ı İslamiyye ilme ve ehl-i ilme karşı hürmet ve takdir göstermek hususunda onlardan aşağı kalmamışlardır. Görüyoruz ki Hemedan hükümdarı Şemsü’d-Devle’nin İbni Sina’yı kendine vezir ve tabib-i has yapıyor Isfahan meliki Ala’ü’d-Devle’nin riyaset ve vezaret mevkiini İbni Sina’ya tahsis ediyor. Ebubekr er-Razi Tarih-i vefatı Devlet-i Samaniyye hükümdarlarının emriyle tıb ve kimyaya aid eserler te’lif ederek yanlarında pek mühim bir mevki’ tutuyor. Mahmud-ı Gaznevi Feylesof Biruni’yi ma’iyyetine alarak onunla beraber ulum ve medeniyet-i İslamiyye’yi Hind’e idhal ediyor. Avrupa Razi ve İbni Sina’yı tanımış ve altı asırdan beri onların asar-ı mühimme ve nafiasından istifadeye koyulmuş miş ve kendilerini layık oldukları mevki’-i tebcil ve ihtirama – – – Kabil’de bulunduğunuz zaman Habibullah Han hazretlerini görebildiniz mi? – Daima dolaşmakta oldukları cihetle pek çok defalar tesadüf olunurdu. Kendileri gayet serbesttir. Hep yalnız gezer ale’l-ekser otomobil ile yalnız başına Cuma namazına gelirdi. Tam namaz vaktinde gelir mihraba geçer namaz kıldırırdı. Biraç defalar arkasında namaz da kıldım. – Demek Cuma namazında kendisi imam oluyor? – Evet asıl Kabil’de cami’e geldiği zaman mutlaka kendisi dolaşır. Fabrikalara gider mekteplere gider hatta bazen kendi akrabalarının düğün cemiyetlerine de gidermiş. Bu son vakitlerde yeni açılmış mekteplerin imtihanlarında hazır bulunuyormuş. Bilhassa Türk lisanı dersleri imtihanında bulunmaya i’tina gösterirmiş. – Demek oluyor ki Afganistan’da mekteplerde Türk lisanı da tedris olunuyor. – Evet Emir sahib Türk lisanı ta’limatına çok ihtimam ediyor. Yalnız Özbekler arasında değil umum Afganistan mekteplerinde Türk lisanının ta’mimine fevkalade germi verilmektedir. Zaten Türk unsuru olan Özbek akvamında lisan-ı Türki lisan-ı maderdir. Zannederim Afganistan’da Türkçe tekellüm eden Özbekler nısf derecesinde değil ise de yüzde kırk nisbetinden aşağı değildir. Buhara hududunda Mezar-ı Şerif havalisinden ta Kabil’e kadar meskun olan kabailin kaffesi Özbek’tir. Zaten en cengaver millet Özbek akvamı olduğu cihetle Afganistan’da bi’l-umum süvari askeri Özbek’tir. Başka kabailden de piyade ve topçu askerleri olur amma Özbekler hilkaten süvaridir. Zaten Abdurrahman Han daima öyle dermiş: “Bütün Afganistan isyan ederse terbiye etmek için on bin Özbek kafidir.” – Ali mektepler ve medreselerde intizam taht-ı te’mine alınmış mı? – Zannederim Harbiye Mektebi’nden başka ali bir mektep yoktur. Yalnız Harbiye Mektebi vardır. Muallimleri umumiyetle mekteplerin adedi pek çok ise de hep ibtidai mekteplerdir. de vardır. Kız çocukların ta’limine de ehemmiyet veriliyor. Emir sahib cenabları kendi akrabalarından birini kızına okuyup yazmak ta’lim etmediği için memuriyetten tard etmiş. Okumak yazmak için umum köylü ahaliyi de bizzat teşvik edermiş. Bazı köy mekteplerinin imtihanında Habibullah Han cenablarının bizzat hazır olduğunu işittim. Hatta bazı çocuklara kendi eliyle mükafat ve fukarasına ihsan verdiğini söylediler. – Afganistan’da ne gibi fabrikalar bulunduğunu öğrenebildiniz mi? – Mühim olan büyük fabrikalar hep esliha fabrikalarıdır. Top tüfenk i’mal olunuyor ben bu fabrikalara aid fazla bir ma’lumat veremeyeceğim. Çünkü dahilini gezemedim. Yalnız iki fabrikada daimi olarak sekiz yüz amele çalışmakta olduğunu söylediler. Bir de şayak fabrikası vardır ki onu gezdim gördüm. Gayet güzel ince şeyler işlenmektedir. Fakat bu fabrika nümune olarak yeni küşad olunmuş ibtidai derecede ufak mikyasdadır. Ancak yüz altmış kadar amele çalışmaktadır. Emir cenabları bu fabrikaya çok ehemmiyet veriyorlar. Haftada bir defa bazen de daha ziyade geldiği oluyormuş. – Memleket dahilinde telgraf falan bulunuyor mu? – Hayır telgraf yoktur. Mühim olan mevaki’a mahsus telefon var. Fabrikalarda askeri karargahlarda telefon ile muhabere olunuyor. Sonra atlı postalar var. Gayet seri’ münakale hususi postalar ile icra olunuyor. Şose yolları çok ve gayet mükemmel olduğu cihetle memleketin her tarafına posta muvasalası oldukça sür’atle te’min olunuyor. – Memleket dahilinde asayiş nasıldır? Yollarda emniyet var mı? Gitmek gelmek ne suretle te’min olunuyor? – Emniyet fevkaladedir. Bir tek adam ister çocuk olsun memleketin bir başından öteki başına gidebilir. Piyade gidecek olursanız bir kaza ihtimali havf ve endişe edecek hiçbir şey yoktur. Ben bizzat yalnız olarak çok gezdim köylerde dolaştım hatta geç kaldığım zamanlar da olurdu kat’iyyen şübhe olunacak bir hale tesadüf etmedim. Hicaz’a gitmekte olan hacılar miyanında bazen kafileden ayrılmış tek başına gitmekte olan hacılara tesadüf ederdim. Az çok paraları da bulunuyordu. Böyle iken safa-yı hatırla yol kenarında yatar uyur istirahat ederlerdi. Afganistan sahralarındaki emniyet bizim Rusya’daki şehirlerde dahi yoktur. Taşkend’de bir adam geceleri bir ahbabına gidecek olur da biraz geç kalırsa avdetinde tereddüd eder. Afganistan’da öyle şey yok fevkalade bir emniyet-i kamile vardır. – Halkın terbiye-i ahlakiyesi ne derecededir? – Terbiye-i diniyyeleri pek mükemmeldir. Bir kere namaz umum için adeta mecburidir. Büyük küçük herkes namaz kılar. Bilhassa asker arasında namaz kılmayan yoktur. Müskirat lan söylemek de kat’iyyen yok denilecek derecededir. Fuhşiyat falan kat’iyyen hissetmedim. Böyle şeyler gayet münker ve müstekrehdir. Ahlak henüz bakir bir haldedir. Fesad kapıları daha açılmamıştır. Allah muhafaza eylesin. HAKKINDA İRAN DAHILIYE NAZIRININ BEYANATI Şehrimizde intişar eden Farisi Haver gazetesinden aynen tercüme ve iktibas olunmuştur: Dahiliye Nezareti müsteşarı olup meşrutiyetinden beri devlet ve milletine şayan-ı takdir hizmetler ifa eden Ruslarla İngilizlere karşı mücahedatta bulunmak üzere iki sene akdem Tahran’dan azimet ederek tedrici surette buraya muvasalatla bu ana kadar burada ikamet eden Mirza Süleyman Han hazretlerinin Osmanlı-İran münasebat-ı vidadkaranesi hakkında nokta-i nazarını anlamak için ser-muharririmizi müşarun-ileyhin nezdine i’zam eyledik. Vuku’ bulan mülakatı ber-vech-i ati aynen derc ediyoruz: – İran-Osmanlı münasebat-ı sabıkası hakkında fikr-i alilerini lutfen izah buyururmusunuz? – Her iki hükumetin münasebat-ı maziyyesi hususunda her iki tarafın siyasetini tahrik ve tedvir eden yegane şey evvelce din ve mezheb siyaseti idi. Bu siyaset mazide tarafeynin menafi’ini o derecede baltalamıştır ki o sıralarda her iki hükumet-i İslamiyye vesile ittihaz etmişler ve temayülat-ı zatiyyelerini mukteziyat-ı mezhebiyye şekline kalb ve tahvil eyleyerek kuva-yı siyasiyyelerini bu menba’dan almışlardır. Gitgide bu hoşa gitmez siyaset ber-mukteza-yı zaman ve hadisat avamın taassubuna sebebiyet vermiş ve her iki milletin kalbinde muhkem surette kök salmıştır. Her iki tarafın fukaha ve uleması taraflarından da her gün mezkur Bu husumet ve münaferet nihayet bugünkü şekli almıştır. Benim fikrimce o zamanlarda her iki hükumet-i İslamiyyenin hata-alud siyaseti din perdesi altına gizlenmiş. Halbuki bu nifak ve şikak İslam düşmanlarının baliğan ma-belağ istifade etmelerini te’min etmiştir. Garibi şu ki düşman istifadesi İslam eliyle ihzar edilmiş ve her iki hükumetin evliya-yı umuru o nifak tohumlarını hergün sulamaktan çekinmemişlerdir. Nihayet Deli Petro’nun vesayasını harfiyyen itmam ve infaza sa’y-i beliğde bulunmuşlardır. Fi yevmina haza İslam siyaset-i hariciyyesinde din ve mezheb ihtilafının te’siratı azalmıştır. – Devlet-i Osmaniyye ile ittihad etmek hususunda İranilerin hal-i hazırdaki fikirleri ne merkezdedir? – Bugün ale’l-umum İraniler Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin bu Harb-i Umumi’den kemal-i şeref ve istiklal ile çıkmasını temenni ederler. Devlet-i Aliyye İran’ın müslüman komşusudur. Ve inanırlar ki: İran Devleti dahi kendi tamamiyet-i mülkiyesine istiklaline malik olmadıkça kendi umur-ı dahiliyyesinde hakim-i mutlak bulunmadıkça komşusu bulunan Devlet-i Osmaniyye istiklal ve asayişe tamamıyla malik olamaz. Çünkü İran vaz’iyet-i coğrafisi noktasında daima Asya’da Devlet-i Osmaniyye için bir zahirdir. Devlet-i Osmaniyye’nin Azerbaycan ile İran hududuna sevk ettiği kuvvet İran’da ne gibi bir te’sir husule getirecektir? –Yukarıki beyanatımdan bu babdaki fikrimi istinbat edebilirsiniz. Bence ister Devlet-i Osmaniyye tarafından İran toprağına ve ister İran Devleti tarafından Osmanlı toprağına vuku’ bulacak herhangi tetavül ve tecavüz her iki taraf Böyle bir asırdaki her millet kendi mukadderatını tahkim ve idare etmek hususunda serbest bulunuyor. Böyle asker sevki siyasetini faidesiz ve lüzumsuz görüyorum. Ez-cümle şunu da arz edeyim ki Azerbaycan’ı İran Devleti’nin merkezine ve milletin kalbine rabt eden kuvvet bütün tasavvurların fevkindedir. Zira bu ana kadar bir hayli siyaset baltalarının darbeleri o mebna-yı üstüvarı kal’ edememiştir. Bu hususta her iki devletin mütekbil tarihleri ma’ruzatımı te’yid lem delil ve rehber olmalıdır. –Her iki devletin menafi’i ne merkezdedir? Birbirlerine ne gibi yardım edebilirler ki ileride ittihad ve muvalatlarının semeratını iktitaf etsinler? –Bundan sonra her iki devletin ta’kıb etmesi icab eden siyaset her iki tarafın müstakil ve zi-hayat bir uhuvvete malik olmasına çalışmak ve bunu tenmiyeye her vesileden bi’l-istifade sarf-ı mesa’ide bulunmaktadır. Yani serbest ve müstakil bir Osmanlı Devleti yine müstakil ve serbest bir İran devletiyle el ele vererek ve mazinin bütün sahaif-i siyasetinden keff-i nazar ederek herbiri kendi menafi’inin muktezası vechile i’la-yı şan ü şevket için çalışmaktır. Zira bugün bütün cihan siyasetinde ittihad-ı menafi’ rabıtalarından daha kavi bir rabıta mevcud değildir ve tasavvur olunamaz. Nasıl ki bazen ittihad-ı menafi’ iki muhtelifü’d-din olan devleti birbirine öyle bağlar öyle mecbur-ı devletler arasında öyle rabıta husule gelmesi gayr-ı kabildir. Ben ise yakınen biliyorum ki her iki devletin menfa’atleri her zaman ve her makamda birdir. Ve arada ihtilafat-ı nazariyye mevcud değildir. Bunun delili ise İran rüesa ve zimamdaranından birçokları kendi rahatlarından menafi’-i zatiyyelerinden damen-keş-i ferağ olarak ancak bu hatarnak ve fakat kıymetdar olan tarik-i ittihadda sebat ve sa’ye azm etmişlerdir. Eğer ileride fena hadiselerle düşmanların hodbinlikleri müsa’id olursa her halde biz bu iki devlet ve milleti birbirine revabıt-ı kaviyye ile rabt etmeye gelmişiz. Ve kuvvetimiz yettiği kadar bu uğurda çalışacağız ki mukaddes emelimize nail olalım. DINI TEŞKILATA İHTİYAC “Burada yine bir iki söz söyleyeceğim: Acaba neden Hariciye Nezareti Bern Sefareti nezdine bir imam efendi göndermiyor. meydanda üç beş sefaret kaldı. Hiç olmazsa bunların olsun tekemmülüne gayret edelim. Bu hususta Bab-ı Meşihat-i İslamiyye’nin de nazar-ı dikkatini celb ederim. Müslümanların duçar oldukları sefalet-i ma’neviyyeye hiçbir millet duçar olmuyor. Cema’at-i İslamiyye’nin vücudu yoktur. Bayramlardan çok kişinin haberi bile yoktur. Bab-ı Meşihat’e mes’elenin cihet-i dünyeviyyesini biraz arz etmek olduğu üzere din yalnız ahiret için lazım değildir. Bir milletin dini o milletin müessesat-ı ma’neviyye ve medeniyyesindendir. Bir milletin vahşi şirzimesinden fark-ı medenisi onun haraset-i ma’neviyyesi ile ma’rifet-i nefsiyyesiyledir. Din işte bu ma’rifetin en büyüklerinden biridir. Bir cema’atin beyne’l-milel hukuk ve evsaf-ı milliyyesinden biri de tedeyyünüdür. Dinsizlik vahşet gibi addolunur. Mekatib-i ibtidaiyye ve rüşdiyyede tedrisat-ı diniyye farzdır. Dini olmayan milletin ne terbiyesi ne de ahlakı olabilir. Şakirdana veza’if-i diniyyeyi öğretmek gerektir. Hürriyet-i medeniyye hususunda ahali kilisesine be-gayet bağlıdır. Terbiye-i diniyye terbiye-i medeniyyece bir esastır. Yukarıda dinin dünya için lazım olduğunu söyledik. Bunu biz herkesten iyi bilmeliyiz. Fakat maa’t-teessüf Bab-ı Meşihat memleketimizde zuhur etmiş olan siyaset-i diniyye ile meşgul olmamıştır. Şimdiki maarif de öyle. Yoksa Bulgarların Rumların ve sair milel-i Hıristiyaniyyenin medar-ı kıvam-ı milliyeti din ve mezheb olduğu nazar-ı dikkatten uzak kalmazdı. Atina metrepolidi yakınlarda Cemahir-i Müttefika-i Amerika’ya gidecek. Bütün Amerika şehirlerinde Rumlar için teşkilat-ı diniyye te’sis edecek me’murin-i ruhaniyye ikame eyleyecek. Türkler arasında diyar-ı gurbette hiçbir rabıta yoktur. Çünkü ne adam var ne cami’ var ne de erkan-ı ibadetin icrası var. Bu hususta İstanbul’daki mekteplerimiz de şayan-ı terahhumdur. Çocukların ahkam-ı diniyyeden tarih-i İslam’ın en sathi menakıbından haberleri yoktur. Bir makalede Macaristan’daki talebe-i ettikleri ma’lumat-ı diniyye kılletine ne vechile hayret ettiklerini yazmış idim. Her nerede olursa olsun dünyanın en dehri geçinen memleketlerinde bile çocuklarda mükemmelen ma’lumat-ı diniyye vardır. Küçük mekteplerde diyanetin tedrisi ve namaz ve niyaz icrası elzemdir. Maarif Nezareti bu lüzumu da derk etmelidir. Türkler müslümanları bir noktaya celb etmek vazifesiyle dahi muvazzafdırlar. Bu siyaseti de unutmamalıyız. Tedeyyün başka taassub başkadır. Muharebe resimlerinde görmüyor muyuz? Harbe girmeden evvel ayin eyliyorlar. Fransa orduları Katolik rahiblerinin idare-i ma’neviyyesi altında bulunuyor. Yoksa cema’at-i İslamiyye münhal olur ve başı boş hayvanata döner.” AVRUPA’DA MÜHİM BİR İNKILAB-I DINI Bu ser-levha ile Ağustos tarihli Daily News gazetesinde şayan-ı dikkat bir fıkra neşr edilmiştir ki aynen tercüme eder ve yalnız hadis-i münifini zikr ve İslamiyet’in bu inkılabdaki te’sirini hatırlatmakla iktifa eyleriz. Mezkur gazete muharrirlerinden bir zat Doktor Filigord’la bir mülakatta bulunmuş ve doktor ona demiş ki: “Aramızda el-yevm müdhiş bir inkılab-ı dini cereyan etmekte olduğuna hiç şüphe yoktur. Bunun asar ve netayici Fransa İnkılab-ı Kebiri’nden aşağı olmayacaktır. Bazı zevat fikrimin sıhhatinden şüphelenebilirler. Fakat bu dünyaya hükmeden kuvvet fikir kuvvetidir. Eski olsun yeni olsun bu kuvvetin te’siri tenakus etmiyor. El-yevm insanların üzerinde mesail-i diniyye hakkında esaslı ve mühim bir takım tebeddülat vuku’a geliyor ki uhuvvetin hak ve hakıkatin adaletin nusreti neticesine doğru gidiyor. Eminim ki Nasraniyet bundan sonra daha hakıkı ve ameli bir din olacaktır. Cephede bulunan askerlerin arzu ettikleri şey ancak ameli bir dinden a’mal-i yevmiyemize harekat ve sekenatımıza karışan bir dinden ibarettir. Harb bizi mevt ve hayatın hakıkatine çok yaklaştırmıştır. Ba’dema dinin ehemmiyeti kilisenin ayin ve merasimine ehemmiyet vermekten şekl-i hükumete dikkat etmekten ziyade ahlak-ı ferdiyyemize harekat ve sekenatımızda dine tabi’ olmamıza birbirimize mu’amele ederken dinin vaz’ ettiği kava’ide ri’ayet edilmesine ferdin hükumete karşı dine göre vaz’iyet ve hareketine bir milletin diğer bir millete karşı dinin tavsiye ettiği adl ü insafa göre hareket edilmesine ehemmiyet verilecektir. Yani lafız ve şekilden ziyade dinin ruhuna gayesine tevfik-i hareket edilecektir. Bunu tatbik ettiğimiz gibi milletler arasındaki maarife sadakat ve bi’n-netice İttihad-ı Akvam Cem’iyeti meydana gelmesi muhakkaktır. Hülasa-i kelam şimdiki tebeddülat beşeri müttehid bir gayeye doğru sevk ediyor. Bu hareket hem Fransa’da hem İngiltere’de meşhuddur. Herkese kat’i bir kanaat geliyor ki harbin hitamında fezail-i ahlakiyyesini ma’kul ve makbul tarz-ı ma’işetini an’anatını daha fazla muhafaza eden millet yahud milletler zafer-i nihaiyi hakıkı muvaffakiyeti ihraz etmiş olacaktır.” MERAKİZ-İ TEKAYA TA’LIMATNAMESİ Madde - Ayin-i şerif ve adab-ı tarik gibi hususatta merkez dergahlarının sair tekayadan farkları yoktur. Madde - Meclis-i Meşayih Nizamnamesi’ne aid ta’limatnamenin on birinci maddesi mucebince her mıntıka dahilinde bulunan meşayih kendi merkezlerinde bi’l-ictima’ re’y-i hafi ile içlerinden iki zatı birer sene müddetle intihab ederler. cihetlerinin ve gerek cihat-ı saire-i ilmiyye ve diniyyenin tekayada ifa edilip edilmediğine merkez şeyhleri nezaret edeceklerdir. Madde - Mülhak tekkelerin yoklama ilmühaberleri merkezlerden ve merkezlerin ilmühaberleri dahi müfettişler tarafından tasdik edilecektir. Madde - Mülhak tekkelerin yoklama ilmühaberleri merkezlerde hıfz edilerek senede bir kere umumi ve musaddak bir yoklama cedveli merkez şeyhleri tarafından Meclis-i Meşayih’e verilecektir. Madde - Merkezlerde haftada birer saat urefa-yı ümmetten birer zat tarafından turuk-ı aliyyenin gayat ve makasıd-ı aliyyesiyle ahlak-ı fazıla-i İslamiyyeye dair umum için asri mev’iza-i diniyye ifasına ihtimam edilecektir. Madde - Her mıntıka dahilindeki tekaya meşayih dervişanın niyyenin te’yidine gayret ve himmet merkez şeyhlerinin cümle-i veza’ifindendir. Madde - Tekaya meşayihinden devair-i devletçe lede’l-icab taleb olunan ilmühaberler evvela merkezlerinden ve ba’dehu Meclis-i Meşayih tarafından tasdik olunur. Madde - Merkez şeyhleri münasib bir zatı tevkil ederek Meclis-i Meşayih’den me’zun olmadıkça uzun müddet gaybubet edemezler. Madde - Merkez şeyhleri her ay mıntıkalarının şu’unat-ı umumiyyesine dair ilave-i mütala’at ile Meclis-i Meşayih’e bir rapor verecekler ve lede’l-icab yekdiğerleriyle bi’l-müşavere mesalik-i celile-i sufiyyenin ihya ve i’lası hususunda netice-i mütala’alarını Meclis-i Meşayih’e bildireceklerdir. Ağustos AZIM BİR ZİYA’ Efadıl-ı ümmetten Bereket-zade İsmail Hakkı Beyefendi hazretlerinin irtihali Sebilürre şa d’ı pek muhterem pek kıymetli bir rüknünden mahrum bıraktı. Merhum-ı müşarun-ileyh meşhur Hafız Şevket’in yetiştirdiği nevadir-i faziletten biridir ki Manastırlı merhum da kendisinin şerikidir. nakli ulumun kaffesini ciddi bir surette tahsil ettikten ve akran-ı irfanı arasında kendisine bir mevki’-i müstesna te’min eyledikten sonra meslek-i tahrire döküldü. Merhum gerek yazılarındaki kudret-i ilmiyye ve kabiliyet-i edebiyyesiyle gerek zatındaki fezail-i ahlakiyyesiyle derhal Namık Kemal’in nazar-ı iltifatını celb ederek edib-i mu’azzamın yaran-ı fazileti arasına girdi. Biraz sonra ihtiyar etmiş olduğu meslekte daha iyi hizmet edebilmek için garb lisanlarından birine vukuf lüzumunu hissederek Fransızca’ya çalışmaya başladı ve bu lisanı öğrendi. Merhumun pek mühim bir eseri olan Yad-ı M a z i mütala’a olunursa kendisinin nasıl bir muhit içinde nasıl yetişmiş olduğuna dair ma’lumat-ı kafiyye elde edildikten başka ilmi tarihi edebi birçok hakayık daha görülür ki hiçbir sahib-i tetebbu’ için bunlardan müstağni olmak imkanı yoktur denilse mübalağa edilmiş olmaz. teşkil eden fıkıh ile bizim hikmet-i hukukumuz demek olan usul-i fıkıhta olmakla beraber ulum-ı şarkiyyenin hiç birini yı hukuku tarafından meydana getirilen müellefatı da ne ciddi bir surette tetebbu’ etmiş olduğunu görürler. Edebiyat-ı Osmaniyye’yi pek iyi bilir Arab Acem edebiyatında da ihata-i kamilesi vardı. Hayatının son senelerini Kitabullah’a tahsis etmişti. Neca’ib-i Kur’aniyye namı altında cem’ etmiş olduğu ayat-ı kerimenin altındaki teşrihat hakıkaten pek kıymetdardır. lah’ın ilk cüz’ünü gayet etraflı bir surette tefsir ederek Envar- ı Kur’ an ünvanı altında neşr eylemiştir ki merhumun aksa-yı amali bu tefsiri ikmal eylemekten başka bir şey değildi. Merhumun uslub-ı tahriri kendisine has bir münakkahiyeti kendisine has bir halaveti haiz idi. Ciddiyat ile yorulan dimağını dinlendirmek için arasıra şiir de söylerdi. Maamafih eş’arının mevzu’u da kamilen ilahiyat ulviyat ahlakiyat Merhumun irfanı ahlakına ahlakı irfanına faik idi. Asarını okuyanlarla kendisini yakından tanıyanlar bu hakıkati teslim eder. Hiç şüphe yoktur ki ma’sum olarak geldiği bu dünyadan ma’sum olarak gitti. hayırlı evladından birini daha gaib etmiş oldu. Bir iki hafta evvel ebedi ziya’ını bildirdiğimiz Hersek Müftüsü allame-i bi-müdani Ali Fehmi Efendi gibi bugün kendisinden ebediyyen mahrum kaldığımız İsmail Hakkı Bey gibi nevadir-i faziletin arkalarında bıraktıkları müdhiş boşluğu doldurabilecek meziyyette vücudlar bulunsaydı belki teessürümüzü ta’dil edebilirdik. Lakin heyhat! Günler geçtikçe biraz daha akımleşen afak-ı İslam bu ervah-ı zekiyye ve aliyyeyi bundan sonra nasıl doğuracak bilmem! Hayır hayır bize bu yeisi veren musab olduğumuz ziya’ın büyüklüğüdür. Yoksa Ali Fehmiler İsmail Hakkılar hak-i mağfirette yattıkça elbette ümmet-i İslamiyyeden hayr münkatı’ olmayacak elbette onların fıtratında onların ahlak ve faziletinde birçok nadireler daha yetişecektir. Li’llahi’l-Fatiha. Şimdiye kadar Kuveyt’in hamisi gibi görünen İngilizler Irak ve Filistin’de yapmakta oldukları ufak tefek ıslahat namıyla buralarını muhafaza etmek münasebetsiz haksız zalim bir harekette bulunmuşlardır. Kuveyt’in şeyhi Cabir bin Mübarek İngilizlerin elinde bir alet olmaktan imtina’ ettiğinden Necid Emiri İbni er-Reşid’e karşı sessiz olarak bir adavet göstermediğinden ve Kusaym Bureyde ve diğer kasabalarla icra-yı ticaretten imtina’ ve İngiliz murakabesini kabul etmediğinden dolayı Temmuz’un bidayetinde İngilizlerin ta’arruzlarına duçar olmuştur. İngilizler Kuveyt’i kara ile her türlü muvasalattan men’ etmek üzere karaya bir müfreze çıkarmışlar ve Şeyh Cabir’in urbanıyla müsademe etmişlerdir. İngilizler mitralyöz ve cebel topları ile müsellah bulunduklarına nazaran Kuveyt’i kara tarafından muhasara etmektedirler. Bu şedid mu’amelata rağmen Şeyh Cabir hamiyet-i İslamiyyesini muhafaza ettiği halde el-yevm İbni es-Su’ud makarrı olan Riyad’da bir İngiliz me’muru ikame ediyor. Oradan hareket edecek her yolcunun evrakını bu me’mur imza etmedikçe velev ki emirin hususi hizmetcisi olsun hareket etmek ve yiyeceği kadar olsun erzak getirmekten mahrumdur. Şeyh Cabir’in salabet-i ahlakiyye ve metanet-i diniyyesi şayan-ı takdirdir. İbni es-Su’ud’un za’af ve mutava’atı hata-yı siyasisi ise şayan-ı takbihtir. İngilizler hergün arzu ettikleri hürriyet ! hakkında pek canlı ve fiili deliller göstermektedirler. Zaten yalancının mumu ancak yatsıya kadar yanar. Asi Şerif Hüseyin Emiru’l-mü’minin’e karşı hal-i isyan ve cema’at-i İslamiyye ile hal-i iftirak ve ihtilafta iken vefat etmiştir. Cinayatta şeriki olan kendi dört çocuğu arasında müdhiş münaferet ve tama’karlık hüküm-fermadır. En büyük oğlu Ali beceriksiz tenbel her türlü nüfuz ve maharetten mahrumdur ve bedevilere hükm edebilmekten çok uzaktır. Onu İngilizler tefrikanın önünü alabilmek için pederinin yerine geçirmişlerdir. Fakat eskiden beri kabail nezdinde sahib-i nüfuz olan pederini bu cinayeti irtikab etmeye sevk eden Mısır’daki İngiliz me’murları ile her türlü tertibatı ihzar eyleyen Abdullah bundan gayr-ı memnundur ve reviş-i ahvalden ağabeyine etmeyeceği anlaşılmaktadır. Radyo ajansının Kahire’den aldığı havadis doğru ise muma-ileyh bi’l-fi’il emarete geçmiş ve Ali’yi hal’ katl nefy veya habs etmiş olduğu anlaşılıyor. Hicaz Demiryolu’nun ufak tefek müfrezelerine karşı birkaç baskın tanzim etmekte nev’a-ma muvaffak olan ve etraftaki bedeviler nezdinde nüfuz kazanan Faysal ise pederinin son günleri esnasında Mekke’de uzaktan hakim-i mutlak kesilmişti. Ali ve Zeyd Medine’ye karşı hiçbir muvaffakiyet etmişti. Kendisi şimalde bulunurken pederinin vefatı ve yerine Ali yahud Abdullah’ın calis olması Faysal’ın iğbirarını mucib olmuştur. Haziran evasıtına doğru Akabe’de Doktor Weizman riyaseti altında ve Hakkı el-Azm’ın ma’iyyetinde bulunan Siyonist hey’eti onunla mülakat ederek İngiltere hükumeti ile Siyonistler arasında akd olunan ittifaktan bahsetmiş ve Arablar namına Filistin’de bir Yahudi hükumetinin teessüsünü istemişti. Kudüs’ün sukutundan beri asilere fazla para silah erzak ve cebhane vermekten imtina’ eden İngiltere’nin Yahudilerle ittifak ettiğini görünce Filistin ve Suriye’ye İngiltere’nin yardımı ile kral olmak hevesinde bulunan Faysal münfa’il olmuş ve Hakkı el-Azm’ın teşvikatına rağmen kendi menafi’-i şahsiyyesi te’min edilmedikçe El-hasıl bugün asilerin vaz’iyeti pek hatar-naktir. İngiltere onlardan hayır beklemediği cihetle eskisi gibi ehemmiyet vermiyor. Ve Fransa Meclis-i Meb’usan Reisi Laşanel’in tavsiyesi üzerine lüzumuna göre silah vermek ve tasarrufatlarını kontrol etmek istiyor. Bunu kendi menfa’atlerine muvafık bulmayan asiler izzet-i nefs mes’elesini ortaya sürüyorlarsa da İngiltere sebat ediyor. Emaret kavgası yüzünden dahi aralarında ihtilaf teşeddüd ediyor ve kariben muharebata müncer olacağı muhakkaktır. Bedeviler eskisi gibi bol bol para erzak ve silah almadıkları ve Kudüs-i Şerif’in İngilizlere teslimine yardım etmiş olan bu asi emir evladından müteneffir bulundukları cihetle şimdi fevc fevc kendi yurdlarına avdet ediyorlar. İnşaallahu’r-Rahman pek yakın bir zamanda bunların dehalet haberini işitiriz. Maamafih dehalet etmedikleri takdirde birbirini katl edeceklerine şüphe yoktur. New York’da intişar eden Menorah Journal namındaki mecmu’a Haziran nüshasında Filistin hakkında birçok mu’teber zevatın efkarını neşr etmiştir. Muhtelif siyasilerin riyakar sözleri miyanında Üstad Morris Jastron’un beyanatı ve efkarı pek haklı ve mantıkı olduğundan hülasasını tercüme ediyoruz: “Yahudileri bir millet addederek inkişafları için Filistin’de bir Yahudi memleketi te’sis etmek bence hem Yahudiler için pek tehlikeli hem de bütün cihanın selamet-i diniyyesini ihlal edecek ve mütezelzil halde bırakacak bir harekettir. Evvela; Filistin’i siyasi ve milliyet-perver Siyonistlerin re’yine göre Yahudilere teslim edecek olursak Harb-i Umumi esnasında vaz’ olunan en mühim esasa yani her milletin kendi mukadderatına hakim ve her kıt’a hakkında bir karar vermek orada sakin olan halkın ekseriyetine bırakılması kaidesine karşı açık bir muhalefette bulunmuş oluruz. Çünkü Filistin Yahudilere aid değildir. Bu kıt’a el-yevm orada ikamet edenlerin mülküdür. Tarih nokta-i nazarından bile Filistin Yahudilerin malı değildir. Zira Beni İsrail oraya gelmeden asırlarca evvel Filistin ahalisi muhtelif cema’atler ve kabilelerle meskundu. Bu kabailin ırkı ve unsuru ekseriyetle Arab’tı. Yani memleketin sekenesi Arablardan ibaretti. Bunlardan başka akvam-ı Samiyye’den olmayan bazı zümrelere de orada tesadüf olunuyordu. Yahudiler Filistin’in bir kısm-ı kalilini zabt ve ahalisini katl ve icla ettiklerinden dolayı eski zamanın zihniyetine binaen bu kısmın sahibi olmuşlardır. Fakat mürur-ı zamanla Yahudiler başka cema’atler tarafından mağlub edilmiş ve rin malı olmuştur. Bugünkü Yahudilerin ecdadı ancak yüz seneye yakın bir zaman kadar Filistin’in bir kısmında hakim bulunduğunu ileri sürerek bütün tarihi iki bin sene esnasında cereyan eden bütün vekayi’i unutarak Filistin’in Yahudilerin malı olduğunu iddia etmek pek gülünçtür. Yahudilerin Filistin’de yaptıkları fetih hakkını tanıyorsak onlardan sonra vuku’ bulmuş olan fetihleri de tanımak mecburiyetindeyiz. Hakk-ı fetihten sarf-ı nazar edip de bugünkü hale bakarsak görürüz ki memleketin en eski ve bugünkü sekenesi Arablardır. Binaenaleyh Yahudilerin haksız hayali ve esassız arzusunu kabul etmek hem muzır hem de bir zulm-i sarihdir. Millet ve kabile üzerine te’sis-i hükumet usulü pek köhne ve tarihin a’mak-ı zulümatına gömülmüş atik bir usul olduğu halde Yahudilerin hatırı için Filistin’de bunu ihya etmek yirminci asrın bir maskaralığı olur. Tabi’i bu hiçbir alimin kabul edemeyeceği bir tereddidir. Bundan başka Beni İsrail vaktiyle Filistin’de hakim bulunmuş olduklarına binaen bu memleketi onlara vermek hükm edebildikleri kıt’ayı vermek lazım gelir. Tarihin nusus-ı sarihasına nazaran bu kıt’a dahil-i memlekette denizden uzak yetmiş seksen mil tulunda ve yirmi otuz mil arzında küçük bir kıt’adır. Bunun şimalinde Finikeliler ve cenubunda Filistinliler sakindiler. Nehrü’ş-Şeri’a’nın şarkındaki zengin yerler hiçbir zaman Yahudilerin hakimiyetine tabi’ değildi. Binaenaleyh bütün Filistin kıt’asını Yahudilere vermek bir cinayet unf ve şiddete müstenid zalimane bir hareketten Maamafih Filistin içinde eskisi gibi pek ufak bir Yahudi memleketi te’sis etmek de hamakatin son derecesi olur. Zira bu hükumet içinde hükumet kabilinden olur. Ve yeni hükumetin terakkı ve inkişaf-ı iktisadisine mani’ sayılır. Yok eğer Filistin Yahudiler nezdinde mukaddes olduğuna binaen onlara veriliyorsa aynı memleket hem hıristiyanlar hem müslümanlar nezdinde daha mukaddes olduğunu hiçbir kimse inkar edemez. Bu hakıkati unutmak dahi müstahildir. Bazılarının iddiası vechile Yahudilerin hükumet teşkilatı derim ki: Hata ediyorsunuz. Zira Yahudilerin açıktan açığa fikirleri emelleri bütün memlekete ve memleketin bütün müessesatına hükm etmekten ibarettir. Halbuki bugün Filistin ahalisi yüzde onu Yahudi otuzu hıristiyan ve yüzde altmışı müslümandır. Binaenaleyh bütün Filistin’in veyahud onun bir kısmının mukadderatını ekalliyet-i sagırede bulunan Yahudilere teslim etmek hem adalet ve meşrutiyet usulüne muhalifdir hem de Yahudilerle hıristiyanlar ve müslümanlar arasındaki münafereti tezyid edecektir. İnsaniyetin selametini beşeriyetin samimi uhuvvetini demokrasinin hükumetler böyle sebeb-i münaferet olacak haksız ve adaletsiz bir harekette bulunmaktan tevakkı etmelidirler. Bence bugün Filistin’de bulunan kolonilerin mevcudiyeti ve inkişafı ile kanaat etmek Yahudiler için pek muvafıktır. Filistin’de bir Yahudi hükumeti te’sis etmek bütün cihanın hürriyet ve selamet-i diniyyesini ihlal nefs-i Yahudi hükumetini tehlikeye ilka ve dünyanın her tarafından bulunan Yahudilerin mal ve canlarını tehdid edecek gayr-ı ma’kul bir hareket-i zalimanedir.” Geçen hafta esnasında Viyana’dan gelen bir telgrafta sadr-ı a’zam paşanın Siyonistlerin amali hakkındaki beyanatı evrak-ı havadiste neşr olunmuştu. Halbuki mevsukan icra ettiğimiz tahkıkat neticesinde sadr-ı a’zam paşa kat’iyyen böyle beyanatta bulunmamıştır. Bilakis sadr-ı a’zam paşa Almanya ve Avusturya Siyonistleri tarafından gelen hey’et-i hususiyyenin taleb ettiği böyle beyanatta bulunmaktan tamamıyla imtina’ etmiştir. Yalnız memalik-i Osmaniyye eskiden beri Yahudileri himayet etmiş ve onlara karşı hiçbir zulüm ve gayr-ı muhik bir harekette bulunmamış olduğunu ve istikbalde bulunmayacağını söylemişlerdir. Arz-ı Filistin’den gayrı yerlere kitle halinde olmamak ve koloni teşkil etmemek şartıyla hicret etmelerini kema fi’ssabık ba-husus imtiyazat-ı atika ilga edildikten sonra kabul etmemiz tabi’idir. Memalik-i Osmaniyye’de anti-semitizmin bulunması gayr-ı mümkündür. Zira ahalimizin yarısı Arab yani akvam-ı Samiyyedendir. Hürriyet-i diniyye Avrupa’da teessüs etmeden birçok asır evvel bizde mevcud bulunduğundan dolayı Yahudilere [ ] karşı adavet-i diniyye beslemek fikrimize gelmez. Fakat hakk-ı hükümranimize karşı su’-i kasdda bulunmaya çalışan Siyonistleri sevmemek hakk-ı sarihimizdir. Rusya inkılabı Romanya sulh haberi ve Lehistan’ın istiklali üzerine Yahudilere zulüm yapacak bir millet kalmadığından dolayı Siyonist hareketi sönmeye mahkumdur. El-yevm ediyorlar. Hakıkat kariben belli olacaktır. Harb dolayısıyla son zamanlarda Mısır’da şeker ve ekmek müzayakası hüküm-fermadır. Mısır’da fazla şeker i’mal edildiği halde İngiltere hükumeti kısm-ı a’zamını kendi ordularına alıyor ve mütebakı mikdarı hakkında da hempalarından birkaç tüccar vasıtasıyla icrayı dolayı çekmekte oldukları müzayaka İstanbul ahalisinin buradaki merhametsiz muhtekirlerden görmekte olduğu ıztırablara benzer. Haydi diyelim İstanbul’un şekeri haricden geliyor. Fakat Mısır’ın şekeri orada i’mal olunduğu halde ahaliyi ondan mahrum bırakmak pek zalimane bir harekettir. Hububat ve saire için narh vaz’ eden Mısır hükumeti ekmeğe narh koymamıştır. Fırıncılar çıkardıkları ekmeğin fiyatını tahammül-fersa bir hale iblağ etmişlerdir. Halk muttasıl şikayet ediyor. Gazeteler feryad ve tenkıd eyliyor. Fakat hala hiçbir şey yapılmamıştır. Harb’den evvel pamuk ziraatine . feddan bir feddan üç buçuk dönümden ibarettir tahsis olunuyordu. Evvelisi sene hububatın müzayaka-i şedidesinden dolayı ahali pamuk zer’iyyatının tenkısi ile hububat zer’iyyatının tezyidini istemişler İngilizler ise buna razı olmamışlardır. Ahiren bu sebeble üç ay kadar Mısır ve Londra hükumeti arasında ciddi muhaberat cereyan etmişti. Halkın ma’işetini te’min etmekten aciz kalacağını i’tiraf eden Londra hükumeti nihayet dört yüz bin feddanın pamuk zer’iyatından tenkısine razı olmuştu. Bu sene vaz’iyet daha müşkil daha naziktir. Halkın ihtiyacatına geçen senenin zer’iyyatı gayr-ı kafi idi. Avusturalya’dan güç hal ile İngiliz ordusuna gelen undan bir mikdarı halka verilmemiş olsaydı açlıktan vefeyat pek ziyade olacakti. Bir taraftan bu endişe diğer taraftan pamuk ticaretinin hükumet tarafınan İngilizlerin hesabına inhisar tahtına alınarak beher kantarına kırk iki mecidiye fiyat vaz’ edilmesi ahaliyi pek iğzab etmiştir. Vaz’ olunan bu fiyat irva ve iska göre pek dun bir halde olduğundan halk hemen hemen pamuk ziraatinden vazgeçmek ve hububat zer’ etmek istiyorlar. Mısır hükumeti ahaliyi tazyik ediyor ve Londra hükumetini Her halde pamuk fiyatını iki misline iblağ etmedikçe ve zer’ olunan araziden daha dört yüz bin yahud yarım milyon feddan hububat zer’ine tahsis olunmadıkça bu müşkilin hallolunması mümkün değildir. Halkın hürriyetini bu kadar zalimane bir surette musallat olmak isteyen İngilizler hürriyet-i akvam ve hukuk-ı insaniyet müdafi’leri olduklarını utanmadan i’lan ediyorlar. Mahrukat fıkdanı yüzünden şimendifer nakliyatı hem yarı yarıya tenzil hem de fiyatı iki misline iblağ edilmiş olmasından dolayı Mısır’da müdhiş vesait-i nakliyye buhranı da zuhur etmiştir. Halk Nil kanallarından istifade etmek mecburiyetinde kalıp el-yevm mellahat-i nehriyyenin inkişafına hasr-ı himmet etmektedirler. Fakat vesait yoktur. namına hiçbir şey kalmadı. Trablusgarb’dan da bir şey gelmiyor. Ancak Sudan ve Hicaz’dan pek az bir mikdar geliyor. Buna rağmen et sıkıntısı çoktur. metinden Bengale harekat-ı ihtilal-karanesi hakkında icra-yı tedkıkatta bulunmak ve ona karşı lazım gelen tedabiri ittihaz etmek üzere İngiliz mahkeme-i temyiz rüesasından bir zatın riyaseti altında Hindli ve Avrupalı me’murlardan mürekkeb bir hey’etin teşekkül edip etmediğini etmiş ise Hindistan hükumetine mufassal bir rapor takdim olunup olunmadığını sormuştu. Ona cevaben Maarif Nazırı Mister Ficher hükumet namına demiştir ki: “Birinci sualinize cevaben derim ki: Evet böyle bir hey’et teşekkül etmiştir. Gayesi; Hindistan harekat-ı ları ve suver-i icraiyyesini ta’yin etmek ve bunlara karşı ne gibi tedabirin ittihazı elzem olduğunu kararlaştırmaktır. Hükumet bu hey’et tarafından bir rapor verildiğini henüz bilmiyor. Mevzu’-i bahs olan hakim Hindistan’daki bu hatarnak mes’eleyi tedkık etmek üzere mahsus oraya azimet etmiş olan Sir Sidny Ravlat’tır.” Geçen Cuma günü Türk Ocağı’nda bir mahfil-i şebab karşısında Fikret’in din ve imanından müslümanlığından bahsetmiş ve işittiğime göre Sebilürre şa d hey’et-i tahririyyesi hakkında gençleri pek fena hiddete getirmişsiniz. Şahsımız hakkında ileri geri söz sarf edilmiş ise aramızda hukuk olmasa da cümlesini bağışlar bizden yana helal olsun hoş olsun deriz. Lakin ortada nazik bir küfür ve iman mes’elesi din-i İslam’ca kime mü’min kime kafir denileceği hakkında zat-ı hakimanelerinin hakemliği deruhte etmesi var ki aradaki hukuk ile beraber onu hoş görmek elimden gelmez. Zira ne yalan söyleyeyim dinimi Allah’ımı Peygamber’imi hak ve hakıkati sizden ziyade severim. Bu kadar sevdiğiniz Fikret’in “fikir ve felsefesi” akıde ve olunuz sizin kadar bana da pek ağır geliyor. Onun hakkında söz söylemeyi gönlüm hiç de istemezken “genç bir mütedeyyin” imzasıyla aldığım bir mektup da onun zeyğ ve dalaline bürhan olan şiirleriyle batıla istidlal edildiğini görünce hakkında birkaç söz söylemek mecburiyetinde kaldım. Derken Abdullah Cevdet denilen kimsenin yine onun namını vesile ederek sebb-i Nebi şeniasını irtikab etmesi Sebilürre şa d’ı söyletti ve lisana getirdi. Fikret’in fikir ve akıdesini mü’minliğini fezail-i ahlakta pişrevliğini izah ve isbat vazife-i müşkilesini hasbe’r-refaka zat-ı alileri deruhte buyurdunuz. Ma’lum olan hüsn-i beyanınızla beraber ne dereceye kadar muvaffakiyet göstereceğinizi bilmiyorum. Fakat sorarım bu kadar zahmete külfete hacet var mıydı? Asarı meydanda duran etvarı mahfaza-i hayalimizden silinmeyen tanin-i savtı kulağımızda hala çınlayan dünkü daha doğrusu bugünkü Fikret’in imanını isbata muhtaç görmek bi-nefsihi onun aleyhine beyyine değil midir? Halk nazarında meslubü’l-iman olmasa bile nefs-i da’vanız onun hiç olmazsa meşkukü’l-iman olduğunu tasdik ve i’lan demek değil midir? Edna mülahaza gösterir ki sireti din ve iman değil küfür ve ilhaddır. Sizin yerinizde ben olsaydım bu kadar zahmetli ve dostum hakkında bu kadar zararlı bir işe girmezdim. Her ne hal ise bahsini ağzıma almak istemediğim o meyyit hakkında maa’l-kerahe ben de söze karışmış bulundum. Karışmak da zaruri idi. Ortalık namını anarken Allahu Azimüşşan’a ve rüsül-i kiramına hakaret ma’nasını da kasdetmeselerdi “Nemize lazım! Fikriyle felsefesiyle akıdesiyle ameliyle haşrolsun!” deyip kırk bin yıl daha sükut ederdik. Fakat ne çare? Sevk-i zaruret bizi bu vadilere kadar sürüklemiş bulundu. Fikret ile benim Galatasaray Sultanisi hey’et-i tedrisiyyesi vardır. Nükte-perdaz hoş sohbet savtı ahengdar ve müessir samiini meshur edecek bir hüsn-i beyana sahip her nerede bulunsa etrafında bir halka-i müstemi’in çevirtecek mıknatisiyyeti haiz bir zat idi. Bugünkü genç perestişkarlarının üç dört sene evvelki ma’nasız inkarları hilafına olarak büyük bir şair idi. Fakat bu kadar uzun süren sohbetlerimiz esnasında şahsına has bir felsefesi hele iman ve İslam’ı olduğuna hiç muttali’ olmadım dersem ümid etmem ki taraf-ı alilerinden seyli-i tekzibe ma’ruz kalayım. Sihr-i beyanı kendisine akrana tefevvük hissini bu his de bir tesallüb ve metanet meziyyetini vermişti. Pek hırçın ve pek mağrur olan bu şairin benliğini dünyada tatmin edecek bir saadet yoktu. Pek yüksek pek bala-pervaz idi. Dide-i izdira ile bakmadığı nim hande-i Birçok kimseleri en ufak taksirlerinden dolayı gayet şeni’ bir surette zemmettiğini kulağımla duydumsa da velev bir kimsenin medhini ağzından işittiğime dair eda-yı şehadete büyük idi. Fakat o vasfı haiz mevcud henüz dünyaya gelmemişti. Daha doğrusu o mevcud-ı yegane kendisi idi. Halik’ına hitaben: “Ben benim sen de sen ne Rab ne ibad” diyen Fikret kendisini hiçbir kimsenin elinden gelemeyecek bir sıhhat-ı eda ile ta’rif ve tasvir etmiştir. Sizi bilmem fakat ben bu ahlak ve meşrebinden dolayı daire-i mahremiyyetine dahil olmuş ciddi ve samimi yaranı idadına girmedim. Maahaza Mekteb-i Sultani Müdüriyeti’nden infisali gününe kadar kendisiyle görüştüğüm halde hatır-şikenane bir muamelesine de ma’ruz kalmadım. Kalmayışım da birinci derecedeki samimi dostları sırasına girmekten ihtirazımın berekatındandır. Zira görüyordum ki vefalı yaranından dilgir etmedik daha doğrusu dilgir olmadık kimse bırakmıyor. Konferansta buyurduğunuz gibi “Sert bir çelik gibi hiçbir vakit hiçbir kuvvet karşısında eğilmedi; nihayet kırıldı.” Lakin tasviri itmam için söyleyeyim bu çelik pek sert olmakla beraber iki yüzüne geleni ceriha-dar eden bir zehirli Acem kılıcı idi. Tab’ındaki bu şeamet sevkıyle uzlet ve i’tizali ihtiyar ile “irfanına tebdil-i tabi’iyyet” ettirdi. Amerika bandırası altında Protestanların propaganda ocağında vatanperverlik makteli olan Robert Kolej’de vazife kabul ederek şübban-ı müsliminin ihsasat-i diniyye ve vataniyyesini ifsada hizmetkarlıkta karar kıldı. Ve en nihayet orada ve böyle şerefsiz bir hizmet ile can verdi. Bu müddet esnasında her şeyi istikbah eden fikir ve nazarından dolayı doğru yanlış her hal ü kaline karşı her taraftan hücumlar başladı. Hatta –ne garib bir tezad-ı hande-feza!– Cuma günü zir-i sakfında konferans verdiğiniz Türk Ocağı Fikret’in şairliğini fazilet-i ahlakiyyesini vatanperverliğini bile inkar edecek kadar ileri vardı. Vefatına ve hatta vefatından biraz sonraya kadar bu hücumları yapan –siz de bilirsiniz ki– Sebilürre şa d değil idi. Bugün ona “Fazilet peygamberi ahlak peygamberi şiir ilahı” diyenlerin yine kendileridir. Acaba bu tahavvülün sebebi ne idi? Yine bizim gibi sizin de şüpheniz yoktur ki sonradan şayi’ olan “ Tarih-i Kadim ”i “Ben ki birkaç pulu tercihinden” “Protestanlara zangoçluk eden” “Şairim;…. matla’lı en son manzumesinin elsine-i nasda deverana başlamasıdır. Şairin Allah’a Allah’ın gönderdiği rusül-i kirama savurduğu cür’etkarane tahkırat o kadar makbule geçti ki düşman-ı din olan ne kadar kimse varsa cümlesinin ma’budu mertebesine çıktı. Cesaret-i medeniyyesi takdir edildi. Ne türlü görüneceğini bilmeyen şaşkın zahiri korkak ve napak batınına uymayan diğer alemdaran-ı ilhada benzememek meziyyetini haiz olduğu sabit oldu da kendisine “büyük adam” denildi. Bütün nazarlardaki haklı haksız siyasi medeni ahlakı seyyiat ve taksiratı hasenata tebdil edildi. Yeni kurulmak istenilen bir din-i ilhada onun namı alem da ibadetler yapıldı matemler tutuldu. Bununla da kanaat edilmedi. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ile hem-mertebe tutuldu ve –ruhuna bir cizye-i ta’zim vermek bedildi. İş bu raddeye geldikten sonra alem-i küfür olarak tebcil edilen bu şahsın hakıkatini izhar etmekten akdem bir farz-ı dini ve İslami bulunur mu? Bizim yerimizde siz olaydınız eminim ki başka türlü hareket edemezdiniz. Bakınız siz Fikret’in hakk-ı refakatine riayeten konferansınızda: “Etrafımızda içimizde bu kadar ahlaken sukut etmiş çalan çırpan yakan yıkan varken fazliyet cihetiyle bi-hakkın mukteda-bih olacak böyle bir kudsi rehberin ! kabacasına tahkır edilmesine gençlik namına tahammül etmek pek güçtür.” Demediniz mi? İşte bizim gibi müslümanlar da Rahmeten li’l-alemin bildiğimiz Peygamberimiz’i müdafaa etmek Rabbü’l-alemin olan Allahü Azimmüşşan’a i’tikadı kalblerden silmeye çalışanlara karşı koymak için bu kudsi rehber dediğiniz kimsenin yüzündeki kudsiyet maskesini yırtıp mahiyetini izhar etmeyi o küfür ve ilhad bayrağını devirmeyi en muazzez ve en mukaddes bir vazife biliriz. Biz Fikret’in hadd ü liyakatinden aşırı ta’zim edildiğine bir şey demiyoruz. Her taifenin kendi büyüklerine ta’zim etmelerini pek tabii görürüz. Fakat bizi de hele mukaddesatımızı tahkıre nam u güftarı alet ittihaz edildikten sonra ona ta’zim daha munsif görmek isterim feylosofum. Abdullah Cevdet’in bütün ehl-i İslam’ı dağdar eden hezeyanını okuduğunuz vakit neden talakatiniz galeyana gelip de kabaca tahkır edildi diye şakk-ı şefe etmediniz de dinine hücum edildiğinden dolayı sızlayan yüreği kanayan bir şair-i dindarın Fikret hakkındaki bir çift sözüne tahammül edemediniz? Yoksa nazarınızda Resulullah’ın Fikret kadar da mı kadr ü kıymeti yoktur? Eğer böyle ise size insafsız zalim bir feylesof demekte hiç tereddüd etmem. Yine tekrar ederim ki bizim Fikret’in şahsı ile hiçbir alış verişimiz yoktur. Bahusus benim. Evet benim onunla ne siyasi ne edebi hatta ne de ülfet ve mu’aşerete aid hiçbir geçmişim niza’ ve hilafım olduğunu bilmiyorum. Akval ve a’malini beğenmemek de –bahusus öldükten sonra– kendisine çatmayı istilzam etmez. Fakat ne çare ki ba’de’l-vefat adeta yeni bir dinin peygamberi ilahı ma’budu mescudu daha bilmem nesi olduktan sonra müslümanlığın kalbini pare pare edecek alet-i cariha da olunca ona ta’arruz etmek kırmak zerre-i imanı olan bir müslüman için vazifedir. Zira alete i’tiraz ve müdafa’a onu isti’mal edenlere i’tiraz ve müdafaa rengini aldı. Bilmem inanır mısınız? Konferansınıza dair de ağız açmak niyetinde değil idim. Fakat yevmi gazeteler Fikret’in akayidini “kasden su-i tefsir” ile “na-bemahal” hücum ettiğimizden dolayı size söz söyletilmiş olduğunu ilan ederek bizi müfteri mevkiine koydular. Asıl iftira ise bu iftira da’vasıdır. Müfterilikten teberri vazifesi beni şimdi sizin gibi sevdiğim bir zata mukabele vaziyyet-i elimesine sokuyor. Gelelim sadede: Talebe teşkilat hey’etinin da’veti üzerine verdiğiniz konferansta hazır bulunup da sizin o aheng-dar sesinizi dinlemek müyesser olamadığı için ifadatınızı yevmi gazetelerin nakline binaen intikad edeceğim. Size olan isnadda yalan varsa günahı gazetecilerin boynuna! “ Zaman ”ın beyanına göre “Din bir cami’a-i kübradır. Muhtelif mizacda muhtelif vaziyette muhtelif ma’lumatta muhtelif ırkta birçok adamları bir maksad etrafında tevhid eden bir bağdır. Bir kuşaktır” demişsiniz. Teşekkür ederiz. Çünkü bundan büyük bağ bundan sıkı kuşak yoktur. Bütün gazetelerin hülasa-i ifadesine nazaran Fikret’in din hakkındaki fikrini teşrih ederken kendisini “Dinsiz olarak tanımadığınızı” söylemiş dindarlığını isbat edecek şevahidi eserlerinde bulup okumuşsunuz. Fikret tamamen mu’tekid anlarmış. Vakit’in zabtına göre fikri ve akıdesi Mutezile ve Mutasavvıfe’ye yaklaşıyormuş ki böyle bir da’vanın zat-ı hakimanelerinden suduruna ihtimal vereceğime muhbirin noksan veya su’-i zabtına vermek isterim. Her ne hal ise devam edelim: “Bir örümcek götürür hakka beni” diyen Fikret Allah ile kul arasında vasıta görmüyormuş. “Bir kudret-i külliyye var ulvi ve münezzeh” diyen Fikret dinimizdeki serbesti bilhassa Sünni mezhebinde tekfir hakkında koyduğu kuyud ibaredeki sakatata rica ederim bakmayın bahis dine intikal etti mi gazeteci mutlaka şaşırıyor dili dolaşıyor söylemesini bilemiyor göz önüne alınırsa hiçbir vakit dinsiz sayılamaz ve bu sebeple kıymetten düşürülemeyecek imiş. ne münasebet! uzun uzun misaller irad ettiğinizi söylüyor. Fakat ne maksatla neyle istişhad ettiğinizi izah edememiş. Yalnız Fikret’in Tarih-i Kadim’ini haşa sümme haşa küfürden Acayib! Fikret’in sebeb-i ta’zim ve tevkıri din-i İslam’a açıktan açığa taarruzudur. Tarih-i Kadim’i de hiçbir kafirin yetişemediği derecede şeni’ küfriyyatı muhtevidir. Bu eserden bahsederken “küfür” lafzından muharrir-i İ kd a m’ın gösterdiği bu tehaşideki riyaya doğrusu diyecek yok. Bak Fikret böyle bir riyayı irtikab etmezdi. Büyük adam sayılması da bunun içindi ya pek uzak ulvi fikirlerle! Meluhlar Latlar gibi müntakim ve müstebid mevcudlara karşı yazdığını muvazzah surette anlatmıştır diyor. Fikret hakkında gazetelerden hülasa edebildiğim beyanatınız işte bunlardır. Eğer hakıkaten böyle söylemiş iseniz –ki ben ona o kadar ihtimal veremiyorum– hem siz Fikret’in de müstemi’leriniz mugalatanın farkına varmayacak kadar gafil imişler. Doktor sihr-i beyanınız cemaatinizi o kadar efsunlamış ki Fikret’in imanına Tarih-i Kadim’ini şahid göstermiş mesmuata nazaran “Yanlışım varsa kalkın söyleyin” tahaddisini tekrar etmişsiniz de yine bir kimse kalkıp tenakuzunuzu size ihbar edememiş. Feylesofcuğum! Fikret büyük bir şairdir deyiniz. Şiiri layık-i takliddir deyiniz. Peki deriz. Numune-i fazilet idi deyiniz birçok kuyud-ı ihtiraziye ile ona da peki deriz. Fakat mü’min idi. Müslüman idi demeyiniz. Çünkü sizi herkesten evvel kendisi tekzib eder. Konferansınızı dinleyenler bilmiyorsa siz biliyorsunuz ki bir kimseye müslim mü’min demek ari bir cezm ü yakın ile iman etmesi lazımdır. Bu altı şeyin hangisinde “Acaba” derse mü’min olamaz. Ya açıktan açığa lazım geleceğini siz söyleyiniz. Siz orada ithamlı ta’birlerle “Fikret tamamen mu’tekid idi dindar idi fakat dini herkesten başka bir surette anlar” demişsiniz. Mana-yı lügavice bir i’tikaddır. Din de muhteliftir. Dindar müslüman dindar hıristiyan dindar Yahudi Budi... ilh… olabilir. Binaenaleyh ne “mu’tekid ” ne “dindar” kelimeleri Fikret’in “müslüman” olduğuna delalet etmez. Siz bayağı Fikret’in inandığı bir şey var idi bir dini de var idi demiş oluyorsunuz ki birincisinde nizaımız yok ise de ikincisi aramızda münaza’un fihtir. Lakin ikinci dava hakkındaki nizaı şimdilik bir tarafa bırakalım da “Dini herkesten başka türlü anlar” deyişinizi intikad edeyim. Dini başka türlü anlamak başka dinde bulunmak yahud din denilen şeyi evham ve hayalattan ibaret addetmek demek değil midir? Sözünüze göre hem i’tikadı hem dini var hem de din ve i’tikadı herkesten herkesin din ve her tarafa hamli mümkün ibareleri bir tarafa bırakınız da “Fikret müslüman idi. Allah’a melaike ve rusul-i kiramına kütüb-i münzeleye ba’s ve nüşura kaza ve kadere hülasa Nebiyy-i Ahir Zaman’ın bildirdiği her şeye noksansız olarak ve bila i’tiraz imanı var idi” diyebilir misiniz? Evet derseniz Fikret’in sözleri sizi tekzib eder. Hayır derseniz bu sözünüz konferansınızı tekzib eder. O hiç birine inanmıyordu ya maamafih siz “bazılarına inanır bazılarına inanmazdı derseniz yine diyen küffar zümresine Hayır Doktor ... hitab-ı ilahisine dahil olmak için bütün müslümanlar arasında müşterek olan şu saydığımız şeylere inanmak onlar hakkında başka türlü düşünmemek gerektir. Başka türlü düşünenler belki sizin ıstılahınızca dinsiz olmaz; fakat müslüman dininde de kalmaz. Fikret ahireti münkir olduğunu hayatında bana ikrar etmişti. Mekteb-i Sultani Müdüriyeti’nden istifa etmesi de dinsiz olarak yetiştirmek istediği talebenin müslüman bir muhit olduğunu istifasından hayli zaman evvel bana söylemişti. Bu sözlerimi size yemin ile te’yide hacet görmem. Zaten edillemin da’va-yı mücerredimden ibaret kaldığını ben de tutarım. Mu’tekadatını kendi şiirlerinden çıkarmayı tercih ederim. Zira İslam’a derece-i bu’d u kurbunu kendisi kadar belagatle beyan edecek kimse yoktur. Fikret: “Bir kudret-i külliyye var ulvi ve münezzeh” demekle acaba imanını kurtarmış sayılabilir mi? Herhangi bir materyalistin de söyleyebileceği bu sözü hilafına karain olmazsa lehine tefsir ve te’vil etmek vakıa mümkün yor “Allah” demiyor. Halbuki Allah’a iman için bu kadarı kafi değildir. Allah ism-i şerifinin Kur’an-ı Kerim’de tavsif edilen medlulüne o vasıf dairesinde iman ve i’tikad etmeli ki Allah’a imanı var denilebilsin. Müslüman olmak için de bu ve ihbaratına iman etmeyi ilave etmek lazımdır. Bakınız müşrikin-i Arab’ın ekseriyyet-i uzması “Allah” ism-i şerifini bilir ve kendisini putların fevkinde tanır iken şürekaya kail ve nübüvveti münkir oldukları için “müşrik” ve “kafir” namını almışlardı. Fikret’in bu mısraı diğer sözleriyle karşılaşınca müşrikin-i Arab kadar da iman ile mütehalli olduğuna delaleti kalmaz. Hem de mügalatalı sözleri münakaşa edip de beyhude uğraşacağımıza müfteri olmadığımızın edillesine geçsek daha hayırlı olur. Dinleyiniz Doktor imana delil ittihaz ettiğiniz Tarih-i Kadim’inden size bazı parçalar okuyorum: “Her şeref yapma her saadet piç Her şeyin ibtidası ahiri hiç Din şehid ister asüman kurban Her zaman her tarafta kan kan kan!” Görüyorsunuz ya dine ve hizmet ettiği Protestanların Yaprağı çevirelim. Coşkunlukla tarih-i kadime söverken; “Yırtılır ey kitab-ı köhne yarın Medfen-i fikr olan sahifelerin. Bunu kimden fakat ümid edelim? Bu azim inkılab-ı hilkati kim Hangi kuvvet taahhüd eyleyecek? Sahib-i kainat evet gerçek Sahib-i kainat olan ceberut O tekarrüb-şiken lika-yı samut O fakat aslı hep bu gavgaların!...” ediyor ! Lakin o bu kadarla kanmıyor. Semayı kendine has bir nazarla tavsif ettikten sonra dönüp şöyle soruyor: “Söyle sen her sedaya ma’kessin Şu heyahay içinde hangi sesin Aksi –fevkinde i’tila-fermud Olan– eyvan-ı Kibriya’ya su’ud Edebilmiş ve söyle hangi dua Müstecab olmuş?.....” Bu sual-i istihfaf-karaneden sonra hemen: ey İlah-ı sema! Seni aba-i din olanlardan Dinledim: “Bi-şebih u bi-noksan “Hayy ü Kayyum u Kadir ü Müte’al “Basıtu’r-rızk Vahib’ül-amal “Kahir ü Müntakim Alim ü Habir “Zahir ü Batın ü Semi’ ü Basir “Müstemendana sahib ü Nasır “Zatı her yerde Nazır ü Hazır ....” Diye vasf eyliyorlar en parlak Sıfatın “la-şerike leh”ken bak: Şu bataklıkta kaç şerikin var? Hepsi kayyum ü kadir ü kahhar Hepsinin “la-şerike leh” sıfatı” Azizim Doktor Fikret’in Mutezile ile Sufiye beyninde mutavassıt olan akıdesi her halde bu olmasa gerektir. Kütüb-i şerik isbat eden hiç bir taifeye rast geldiniz mi? Ve Allah’a şerik isbat eden kimse için “Dini başka türlü düşünürdü” diye mu’tekid mü’min diyebilir misiniz? Hem de adamcağız müşrikin-i Araptan da pek aşağı bir derekede. Onlar şürekayı kavme ki Arabın müşriki onların mü’mininden İslam’a daha karib olsun. Bir de dikkat ediniz. Şair evsaf-ı İlahiyyeyi müslümanların Uzzalar değildir. Basbayağı Kur’an-ı Kerim’in tarif ettiği İlahu’l-alemin’e zeban-dırazlık ediyor. Bir de sizin Molochlara Latlara taarruzu mübah görmeniz müstebid ve müntakim ki bu tahliliniz bizim i’tikad ettiğimiz Rabbü’l-alemin’e de –haşa– tecviz-i hakareti mutazammın olur. Biz Hıristiyanlık’ta olduğu gibi nu’ut-ı İlahiyyeyi nu’ut-ı lutf ü rahmete kasr etmeyiz. Rabbimiz Gafur ve Rahim olduğu gibi Cebbar ve Müntakim ve Şedidü’l-ikabdır. Zalimleri kahretmekten aciz bir İlaha biz ilah diyemeyiz. Binaenaleyh müdafaaten yaptığınız tahlilin de ona faydası yoktur. Devam edelim: “Hepsinin emr ü nehyi saltanatı Hepsinin bir sipihr-i ilhamı Hepsinin mihri mahı ecramı Hepsinin bir hafa-yı mescudu Hepsinin bir bihişt-i mev’udu Hepsinin bir vücudu bir ademi Hepsinin bir nebiyyi-i muhteremi…” Ne istihza değil mi? Yine okuyalım: “Hepsinin cennetinde huriler Hepsinin tu’me-i cahimi beşer; Hepsi hilkatten istiyor makhur Acaba burada namazı kastetmiyor mu dersiniz? Bu istihzadan sonra şerh-i akıdeye başlıyor. Bakınız ne diyor: “Ben ki hepsinden iştibah ederim Kime sorsam diyor ki: “Yok haberim.” Kim bilir belki hepsi vehmiyyat Belki aldanmak ihtiyac-ı hayat; Kim bilir belki hepsi doğru da ben Bi-haber kendi sehv-i hissimden Varı yok bilmek istedim yoku var. Zararı şu ki iştibah ettin mi müslüman değilsin. Şair şüpheyi zararsız görmekle de iktifa etmiyor da medh ü senasına girişiyor. “Şüphe bir nura doğru koşmaktır” diyor. Şüpheler serdediyor. Nihayet Hak Teala’ya dönüp bir tufan-ı gayz u adavet püskürüyor: “İşte en zorlu hasmın ey Hallak; Seni karşında eyleyen ihnak. Bize vaktiyle zehr-i gayzından Verdiğin cur’adır odur bu yılan. Bileceksin bu hasmı elbet sen: Şübhe... En zalim en kavi düşmen; Bize en muğfilane taslitin Yahud en gafilane tağlitin. O bugün –hud’a şeytanet iğva– Seni mülkünden eyliyor icla Üflüyor ma’bedinde meş’alini Kırıyor ellerinle heykelini Ve bütün kudretinle sen mefluc Düşüyorsun... Ne in’idam-i büruc Ne savaik ne bir hübub-i jiyan Ne cehennemlerinde bir galeyan; Ne nazarlar habiri mateminin Ne kulaklarda bir tanin-i hazin... Kopsa bir zerre cism-i hilkatten Duyulur bir tazallüm olsun. Sen Göçüyorsun da arş ü ferşinle Yok tabiatte bir inilti bile. Bil’akis her tarafta ‘kah kah!’lar; Kizbe yalnız riya ve humk ağlar.” Edna mertebesi mü’minün-bih olan şeylere cezm ü yakın-i tam ile i’tikad etmek demek olan iman ve İslam’ı yine edna mertebesi teşkik olan böyle bir küfr ile nasıl te’lif edebildiğinize hayret ediyorum. Sizin davanıza göre Fikret bu kuvve-i külliyyeye inanıyormuş. İnansa ne olacak? Onun kuvve-i külliyyesi alim ve habir midir? Semi’ ve basir midir? Kadir ü kayyum mudur? Vahib ve mani’ midir? Hayır hayır. Öyle ise biz de müslümanca Allah’a imanı var davasına karşı naci ve gayr-ı naci bütün fırak-ı İslamiyye hesabına hayır diyeceğiz. Adamcağız hala şekkediyor. Şekkini de Hallak-ı A’zam’ı ihnak eden satvetli kuvvetli bir el zannediyor. Şekkedince uluhiyete i’tikadı boğdum sanıyor. Ma‘a-haza ünvanını öğrenemediğimiz: “Ben ki birkaç pulu tercihinden Protestanlara zangoçluk eden Şairim...” Manzumesinde –ki bildiğimize göre en son eseridir. Ma’lum-i alileri olduğu üzere i’tibar hatimeyedir– şekk ü tereddüdünden kurtularak inkar-ı sırfta karar kılıyor. Bakınız ne diyor: “Beşerin böyle dalaletleri var. Putunu kendi yapar kendi tapar. Ah git deyrini gez Ka’be’sini Dinle tekbiri işit çan sesini Göreceksin ki bu hep boşluktur Umduğun beklediğin şey yoktur. Düzme Allah’ı gibi şeytanı Buda’sı Ehrimen’i Yezdan’ı; Hepsinin mübdi’i bir vehm-i cebin! Gölgeler gölgeler onlarda derin Bir karanlık sezerek çevrildim. Acı bir darbe yeyip devrildim. Şimdi bi-havf-ı Cenab-ı Yezdan Süzerim fıtratı hayran hayran. Ben ne ma’bud ne mubid bilirim Kendimi hilkate abid bilirim.” Zavallı şair kafirliği ele alınca bak dilin nasıl dolaşıyor! “Düzme Allah” dedikten Yezdan’ı yok ettikten sonra hangi “fıtrat”tan hangi “hilkat”ten bahsediyorsun? Fatır olmayınca fıtrat Halık olmayınca hilkat nasıl olur? Zavallı şair pek açık görülüyor ki müflisü’l-iman imiş. Ama siz: “Enbiyadan yaşarım müstağni Bir örümcek götürür hakka beni” beytinin mısra’-ı evvelini küfre dalalet-i sarihasından dolayı kasden tayyedip yalnız ikinci mısradaki “hak” lafzında mugalata yaparak imanına hükmettirmek istemişsiniz. Bakalım şair kendisi buna razı olur muydu? Onun orada hak demesi “Allah” manasına değildir. ‘Relite veriti’ manasınadır. Adamcağız tabiiyyundandır . “Beni ben bir kayadan fark etme: Bir minik kuşla biriz tapmakta” Kezalik: “Yaşamak dini benim dinimdir” diyor. Orada mügalatatınıza yarayacak bir söz de sarf etmiş de: “Mü’minim varlığa imanım var” demiş. Hele şükür meslek-i felsefisini bu mısradan anlıyoruz. Fikret la-edriyyeden değilmiş. Sofistai değilmiş. Varlığa sevdiği tabiat aleminin sevmediği ehibba ve yaranının vucuduna kail imiş. Ya Allah’ın ya peygamberanın kitapların ba’s ü ukbanın vücudu? Allah’ın vücudunu Tarih-i Kadim’ inde arz-ı iştibah etmekle beraber Zat-ı Akdes’ine şütum-ı galiza savurduktan sonra son manzumesinde açıktan açığa inkar ediyor. Ahiret bahsinde de: “Varırım böylece ben merkade dek; Ba’s ü ukbaya mahal görmem pek.” diyor. Peygamberan-ı zişan hakkındaki fikr-i şeni’i ise şu sözlerinden bellidir: “Saydığın harikalar mu’cizeler Birer efsun-ı zekadır ki beşer Bi-tevakkuf açıyor sırlarını Mu’cizat ehli unutmuş yarını Muğfel ü muğfil o Isa Musa; Köhne bir kizb-i mutalsamdır asa. Beşerin böyle dalaletleri var: Putunu kendi yapar kendi tapar.” Şurada zikrettiğimiz mısraların beşincisinde “O Isa Musa” tabirindeki o gayz-alud mana-yı istihkar hiç kimsenin nazarından hafi kalmaz. Aleme edeb ta’lim etmek mehasin-i ahlakı neşr ü ta’mim eylemek uğrunda feda-yı nefs edip pozitivistlerce de beşerin en büyük nümune ve muktedaları sayılan bu gibi mukaddes zevatı hem alık hem alemi aldatıcı ahlaksız kimseler diye tasvir etmek acaba hüsn-i ahlakın zerresine delalet eder mi? Benim bildiğime göre hüsn-i ahlak sahibi olan hüsn-i ahlak nümunelerine eazım-ı hakıkiyye-i beşeriyyeye hürmet eder. Etmediği takdirde kendine karşı hürmetsizlik hakkını evleviyetle herkese bahşetmiş olur. Bahusus Fikret’in beraber de zikredilecek kadar da değerli değildir. Müslüman olduğumuz için nokta-i nazarımız budur. Onun şairliğine de din ve iman babında i’tibar etmeyiz. İmri’ü’l-Kays da pek büyük şairdir. Kitab ve Sünnet’i anlamak nem’e girecek şuaranın alemdarı olduğunu Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi vesellem hazretleri İmri’ü’l-Kays’ın kızına söylemişlerdir. Bizim bi-şekk ü şüphe anladığımıza göre Fikret müşrikin-i Arap mertebesine bile çıkamayan bir mülhiddir. Onlar hiç olmazsa vücudu’llah’a kail idiler. Kendilerine teveccüh eden muaheze işrak inkar-ı nübüvvet nefy-i ba’s cihetlerindendir. Fikret’e ise bu cihetlerin kaffesinden muaheze teveccüh ettikten başka vücud-ı Bari’yi inkar yüzünden de teveccüh eder. Akif’e; “Din-i hak bence bugün din-i hayat; Sen ne dersin buna hey Molla Sırat.” deyişine bakılırsa ayet-i kerimesinde akıdeleri ta’rif buyurulan Dehriyye taifesindendir. Tahmin ediyorum Fikret’in imanına şahid olarak Tevhid ’ini Na’t’ini bir tavr-ı istihza ile Müfti’l-enam’a ithaf ettiği “ Cihad- ı Ekber ” manzumesini de konferansınızda zikretmiş olacaksınız. Fakat bunların kimi ihtimal ki bakıyye-i hitaben yazılıp en son eseri olan; “Ben ki birkaç pulu tercihinden Protestanlara zangoçluk eden Şairim…..” Manzumesinde bakınız ne diyor: “Fakat aldanma sakın üstadım Ben de bir parça muvahhid-zadım” Rabbim garik-i rahmet etsin pederi pek müslüman bir zat idi. Oğlundan nefret ettiğimiz kadar kendisine hürmet ederiz. “Bana anlatma o ra’na dini. Bilirim ben de senin bildiğini” Nasıl Doktor? Bu ta’birlerle dinini istihfaf edebilecek müslüman tasavvur eder misiniz? “Okudum ben de kitab-ı gaybı Dinledim ben de hitab-ı gaybı. Ben de zatın gibi cami’ cami’ Dolaşıp Halik’a oldum raki’. Şevk-i Cennet’le hayalim meşgul Yüreğim havf-ı Cehennem’le melul Ben de tırmandım ulu Tuba’ya Ben de çıktım mele-i a’laya Ben de aşıktım ezan nağmesine Bir koşardım ki o Allah sesine… yerine yazılmıştır. Ben de tesbih ü dua savm u salat Hepsini hepsini yaptım heyhat!” Bunları yaptığına bakınız ne kadar müteessif! “Bilmeden görmeden iman ettim. Nefsimi dinime kurban ettim. Sevdim Allah’ı da Peygamber’i de O alay kaldı bugün hep geride!” Fikret’in bu sözleri varken konferanstaki cemaati imanına nasıl olup da ikna edebildiğinizi cidden merak ediyorum. Artık zat-ı alileri de müstemi’ ve kari’lerimiz de anlamıştır ki biz Fikret’e dinsiz demekle iftira etmiş değiliz. Ama ağzında kudret-i külliyye hak iman din gibi sözler gezdiği için dinsizliğine hükmedilemezmiş. Bir sözü yüzde bir ihtimal ile Bunların hepsi mahallinde zikredilmeyen mugalatalar. Evet müslümanı tekfir caiz değildir. Fakat bu mü’min görünüp fi’l ü kavlinde hata zahir olanlar hakkındadır. Mü’min olmayanın ve mesela bir hıristiyanın bir Yahudi’nin sözlerini söylediği sözler yüzde yüz binde bin milyonda milyon ihtimal lunur? Bilakis böylesini tekfir etmemek ona mü’min demek küfürdür. Zira mü’mine kafir denilemeyeceği gibi kafire de mü’min demek caiz değildir. Büyük şairimiz hakkında akıde i’tibariyle nokta-i nazarımız da imkan yoktur. Konferansınızda Fikret’in akıdesi hakkında Akif ile görüşüp kendisinden deliller bürhanlar istediğinizi ve size mukni’ vesika göstermediğini söylemişsiniz. O meclisinizde hatırladığıma göre ben de hazır idim. Ve bu yazdığımız şeyler delil olarak size okunmuştu. Hafızanıza bunu unutacak kadar za’af arız olduğunu ümid etmem. Alem-i küfr ve ilhad olmuş bir şair hakkında Akif gibi kalbi iman dolu diğer bir şairde gayz ü nefret uyanmamak kabil değildir. Hakıkat böyle iken sizin gençleri tehyic edip onları Akif ve Sebilürreşad hakkında galeyana getirmeniz haksızlıktır. Biz ise böyle şeylere değil da’vamızın hak mı batıl mı olduğuna ehemmiyet veririz. Yoksa pek ala biliriz ki “Kahrolsun Akif!” dedirtecek derecede coşturduğunuz tecrübesiz gençlerin bu duası yine onların o mecliste ki “Yaşasın Fikret!” duaları kadar müstecab olmuştur. Fikret için yazacağınız kitapta bi-taraflığa riayeten bizim edillemize de velev müdafaa vadisinde olsun aynen ve hiç dökmeden dercetmek lütufkarlığında bulunursanız kendi hesabınızda hakşinaslık edeceğiniz gibi bizi de minnetdar etmiş olursunuz. Bakı takdim-i hürmete bu hadisenin vesile olmasından dolayı müteessirim . Ş air E ş ref Başmuharrir MUKADDIME Müfessirinden bazılarının esrarına nüfuz edemedikleri den biri de bazı ayetlerdeki kasemlerle zaid veya mahzuf olduğunu söyledikleri harflerdir. ve ayetlerini misal getirelim. Bazı müfessirler ayet-i savmdaki “La” mahzuf olduğunu kasemi havi olan ayetlerdeki “La”nın zaid bulunduğunu söylüyorlar. Bu adamlar şöyle bir düşünseler eazım-ı erkan-ı müfessirinin ayet-i savmda hazf olmadığına dair olan sözlerini umumiyetle kabule mecbur olurlar idi. maddesinin yapılacak olduğuna dikkat etmek öyle bi-lüzum te’villere girişmelerine mahal bırakmazdı. Mevzu’-i bahs olan kasemlerde “La”nın zaid olması bahsine gelince insanların muhavere aleminde hemen her gün tesadüf edegeldikleri halleri şöyle bir mülahaza mes’eleyi tenvir eder. Evet insanlar muhavereleri esnasında yemin etmek isterler de bunu menfi şeklinde yaparlar. Bundan maksadları aradaki mes’elenin kimseye yeminlerle kasemlerle te’yide lüzum hissettirmeyecek surette müsellemattan olduğunu iddia etmektir. Şu i’tibar ile bu gibi yerlerde yemin eden için nefy maksuddur. Yalnız maksad-ı nefy yemini terk ve ihmal değil müddeasını daha müekked ve daha mübalağakarane bir surette isbat etmektir. en bedi’ tarzda nefsinde cem’ etmiş olduğu bu gibi nüktelerle tezahür eder. Bazen müfessirler ayat-ı Kur’aniyye arasındaki irtibat ve münasebetten gafil bulunuyorlar bazı ayetlerin diğer bazı ayetleri izah veya takyid etmekte olduğunun farkına varmıyorlar da bunları gelişi güzel te’vile yelteniyorlar. Ve bunu akla muvafık bir tarzda yapamayınca taassüf girivelerine sapıyorlar. Ayatın hakıkı ma’nalarına varabilmek için dereler tepeler aşıyorlar. Fakat ayakları kaymadan bu muhataralı yollardan çıkıp kurtuldukları esrar-ı ayatı meydana koyabildikleri nadiren görülebiliyor. Bunun bir misalini bazı kulları doğrudan doğruya dalalete sevk eden Cenab-ı Hak olduğunu isbat sadedinde bazı muhakkık taslaklarının uzun uzadıya serd ettikleri efkar ve mütalaatta bulabiliriz. Bu gibiler müslümanlara hakıkati göstermek lah’ta mevcud olup Cenab-ı Hakk’a isnad etmek istedikleri kelimesinin medlulünü gayet sarih ve vazıh bir surette beyan eden ayat-ı Kur’aniyyeyi enzar-ı müslimine arz etmekten çekinmezler idi. Kitab-ı mübinin hazain-i nükat ve serairi içinde yer yer serpilmiş bir takım ayetler var ki bunlara muttali’ olanlar erbab-ı mekr u tesvilin bu gibi safsata ve mugalatalarının takdir-i mahiyyeti için mühim bir mi’yar elde etmiş olurlar. Evet Kitab-ı Kerim’de ıdlal sıfatının Cenab-ı Hakk için sübutunu tazammun eden şöyle bir takım ayetler var: ve saire. Aynı zamanda şurası da var ki Kur’an ını kullarını dalaletten kurtarıp hidayet yoluna sevk etmek için indiren ellerinde bir hüccet-i ma’zeret bırakmamak için bir takım ahkam ve adabı tebliğe me’mur peygamberler gönderen kudsiyyet ve azametine çevirmeleri için yaratan zat-ı Zülcelal yine o Kitab-ı Mukaddes’in birçok ayatında hikmet-i sübhaniyyesi kullarını zorla dalalete sevk etmek mertebesinden ali olduğunu bizlere beyan ediyor; irtikab-ı hatiata mecbur edip de sonra bundan dolayı kendilerini muaheze etmek adalet-i ilahiyyesine yakışmayacağını söylüyor; kullarına hidayet yollarını göstermekten başka bir şey yapmadığını ancak bu hidayet ve irşad marizu’l-kalb olanları girdab-ı dalaletin derinlerine dalmaya zat-ı ecell ü a’laya karşı takınmış oldukları tavr-ı muhalefette daha ileri gitmeye saik olduğunu haber veriyor. Mes’eleyi biraz izah edelim: Kur’an-ı Kerim bir takım ahkam ve adabı hayat-ı meada aid şuunu avalim-i ruhaniyyenin esrarını ahval-i kabir ve saireyi ihtiva etmekte bulunmuş ve bunlara Müteşabih ünvanı vermiştir. Kur’an bazen melaikenin ahvalinden ve adedlerinden bahs etmek suretiyle müteşabihata dalıyor ve bunda Allah’a ayrılıp seçilmesi i’la-yı din hususunda Allah’a ve resulüne nusret edecekler kimlerse meydana çıkması gayesini gözetiyor; netice hakıkaten de o yolda taayyün ediyor: Bu haber verilen şeyler kalbinde şübhesi olanların dalal uçurumlarına yuvarlanmasına hakıkı mü’minlerin sıhhat ve sübutunu teslim ederek te’yid-i yakın etmelerine sebeb oluyor. Buna bir misal olarak şu ayet-i kerimeyi gösterebiliriz: ] [ nefsin şuun ve etvarına vakıf olanlar bilirler ki inad sahibini hakkı göremeyecek bir hale getirir; kendini yola getirmek hakıkate irşad etmek isteyenlere karşı gayet şiddetli bir tavr-ı muhalefet almaya saik olur. Buna binaendir ki bu haslet-i redieye mübtela olanların şeklinde ayette olmagittikçe tuğyanları artar dalaletleri an be-an peyda-yı şiddet eder şerr u mefsedetleri hadden efzun olur. Bunun bir hakıkat olduğunu bildiren birçok ayat-ı Kur’aniyye vardır: Bu ayetler ve hele ayeti meydanda durup dururken bu müteassif ve safsatakar adamlar fikirlerinin butlanına daha ne gibi bir delil istiyorlar? Müfessirler ıdlal tab’ ale’l-kalb tağşiye-i ebsar göze perde çekmek gibi ta’birleri ihtiva eden ayat-ı kerimeyi te’vil maksadıyla ne kadar vahi ve sakım şeyler yazmışlar maamafih saptıkları girive-i taassüfün karanlıkları içinde şaşırıp kalmışlardır. Hakıkatte ise buna hiç mecburiyetleri yoktu; şuraya derc edeceğimiz ayat-ı kerimeyi göz önünde bulundurmak hall-i mes’ele için kafi ve vafi idi. Bu ayetlere im’an-ı nazar edersek anlarız ki o bir takım müfessir taslakları kendilerini mühlik bir evham ve hayalat girdablarına kaptırıyorlar. Kitabullah’ ın etrafına ortaya attıkları muzlim fikirlerden yüksek duvarlar çekerek envar-ı hidayetin kalbleri nazarları tenvir etmesine mani’ oluyorlar. Hazain-i esrarının kapılarını istifadeye şitab edenlerin yüzlerine karşı vurup kapıyorlar. Evet Kitab-ı Kerim’de öyle maalim-i hakıkat var ki bu makule kimseler yanından gelip geçiyorlar fakat gözleri hiçbir şeyi görmeyerek hayran ve sergerdan bir halde geçiyorlar. Kur’an-ı Kerim bazı yerlerde beyan ve tafsile girişir; sonra mecmu’-ı ayatını bir iki defa dikkat ve teemmül ile gözden geçirmiş olanların ayat-ı tafsiliyyeden edecekleri istifadeye güvenerek birçok yerlerde mufassalı mücmel mukayyedi mutlak bırakır. Kur’an’ ın üslub ve nizamının zevkine varamamış olanlar bu gibi ayatı mantık ve hikmet ulemasının şa sahalarına çekip götürürler onun ahkam-ı aliye ve hakayık-ı bahiresini şükuk ve şübühat cidalgahında kendilerine sermaye-i güft ü gu yaparlar. İşte anifen beyan ettiğimiz ıdlal tab’ ale’l-kulub ve sairenin tefsiri yolunda söyledikleri uzun uzadıya sözler hep bu kabildendir. Ayet-i kerimesi hakkında da müfessirler pek azı müstesna olmak şartıyla aynı mesleği ta’kıb etmişlerdir. Bunlar başlarında Fahr-i Razi olduğu halde kendi kendilerine bir sual iradına kalkışıyorlar: Cenab-ı Hakk’ın adl ü ihsandan başka bir şey emr etmesi ihtimali yok iken nasıl oluyor da kendinden fısk u fesada saik bir emir sadır oluyor? Bu zevat bu kapıyı kendi elleriyle açtıktan sonra akla zevk-ı selime tevafuk etmeyen bir takım te’vilat ile kapamaya çalışıyorlar. Bazıları ’ yı “mütrafini ümera yaptık” şeklinde kıraat ediyor; diğer bazıları kelimesi çoğaltmak ma’nasına olan’dendir diyor diğer bazıları ayeti tarzında tevcih eyliyor. Bilmem bu makule müfessirler son tevcihi bırakıp da Kur’an’ ı zevk ve fıtratın kabulüne tarafdar olmadığı bir takım yollara sevk etmeye neden mecbur oluyorlar? ve emsali ayatın ihtiva ettiği vazıh hakıkatler Kur’an’ ı anlayabilmeleri mıyor mu? “Kur’an’ı düşünemiyorlar mı. Yoksa bir takım kalbler üzerlerinde kilitleriyle mi duruyor.” Kur’an mevzu’-i bahs olan ayetin tarz-ı sevk ve iradında tuttuğu ve muttariden ta’kıb ettiği usul ve mesleğe riayet etmiştir ki o da tafsilden sonra icmal tatvilden sonra icaz delilin takarrüründen sonra işaret ile iktifa mesleğidir. – – vam-ı garbiyye-i Iseviyye arasında tehaddüs etmiş olan şedid ve intıfa na-pezir adavet-i diniyyedir ki Taassub ünvanlı risalemizde bundan bahs edilmişti. İşte o adavetten tevellüd eden bi-nihaye muharebat akvam-ı müslimenin terakkı ve maada bu münaferet-i mütekabile milel-i müslimenin garbta sür’atle inkişaf-pezir olan medeniyeti tanıyıp müstefid-i füyuzat olmasına da imkan bırakmıyordu. Halbuki müslümanların nazar-ı zillet ve istiğna ile gördükleri o medeniyet gittikçe tekemmül ederek akvam-ı garbiyyenin te’sis-i tefevvukunu te’min ediyor idi. Öyle bir illet ki umumiyetinden naşi dinlerine isnad edildi. Alem-i İslam şarkta bitmez tükenmez enva’-ı münazarat-ı hikemiyye ile zaman-güzar olmakta ve metafizik vadisinde bi-nihaye münazaat-ı vahiyye ve akıme ile kuvvetten düşmekte iken beri tarafta yani garbta genç ve zinde milletler usul-i tecrübiyyeye müstenid yeni bir medeniyet kuruyorlardı. Bu usul-i cedide sayesinde o milletler hafayayı tabiate nüfuz ederek kuva-yı bi-nihayesinden te’min-i yeviyyedeki keşfiyat ve ihtiraat sayesinde bu medeniyetten doğan o san’at-ı bi-hemal daima ekall-i külfetle a’zam-ı menafi’ te’minine hadim vesait-i emine ve mükemmele tehiyye ederek akvam-ı garbiyyedeki intifa ʼ iğtinam ve tahakküm hislerini na-mütenahi tenmiye eyledi. Hazain-i şarkıyyeye müncezib olan bu milletler cehennemi alat ve echize-i tahribiyyeye malik haris düşmanlarına karşı müdafaaya kudret-yab olamayan memaik-i İslamiyyeyi istila eylediler. Maamafih nasafet ve basiretten hayli dur olduklarını isbat eden bu müstevliler tarafından müslümanlara reva görülen muamelat-ı zalimane ve gaddarane günün birinde runüma olacak aksi te ʼ siri de tesri ʼ den hali kalmıyordu. O aksülamel tabiatiyle vuku ʼ bulacak idi. Çünkü insanlar hem nev ʼ inin tahakküm ve istibdadına ila-nihaye inkıyad edemezler. Elhaletü hazihi her şey isbat ediyor ki alem-i İslam tarihinde yeni bir sahife-i inkılab çevirmek üzeredir. Her köşesinde ateşin bir emel-i irtika ve istiklal duyulmakta asırlardan beri duş-i tahammülünü ezen o tahakküm-i ecanib her tarafta takat-füruz bir mahiyet iktisab eylemektedir. Maahaza bu cereyanı daha yakından tedkık edecek olursak görürüz ki dün olduğu gibi bu gün de hala vadi-i terakkı ve tekemmülde bizleri tenvir ve ikaz bizlere pişvalık etmek vazifesini der ʼ uhde edenler o vazifeyi eslafından daha iyi ifa edemeyecek kadar yanlış tefsir ve telakkı etmektedirler. Bize daha ziyade saadet vaad edip duruyorlar. Fakat bu saadetin neden ibaret olduğunu ve hele ne yolda istihsal edileceğini layıkıyla bilemiyorlar. Bizim için saadetin en ziyade hayret ve takdirimizi celb eden millete benzememizden ibaret olduğunu ve yalnız alelıtlak her şeyde o milleti taklid ede ede onun gibi mes ʼ ud olabileceğimizi zannediyorlar. Halbuki saadet denilen şeyin herkes tarafından aynı suretle telakkı edildiğine zahib olmak pek fahiş bir hatadır. Saadet tasavvuru aynı seviye-i fikriyye ve ahlakıyyede bulunan insanlar arasında bile tahallüf eder. Bir Alman saadeti elbette bir Fransız’dan başka türlü tahayyül eyler. Her ikisince de bu kelimenin medlulü mensub oldukları milletlerin fikren ve irfanen muzafferiyeti ve akvam-ı saireye tefevvukudur. Şu kadar var ki Alman ruhu ve zihniyeti Fransız ruhu ve zihniyeti olmadığı gibi Almanya Fransa değildir. Binaenaleyh zahiren aynı görünen bu iki saadet telakkısi hakıkat-i halde yekdiğerine o derecelerde mübayindir ki birinin husulü diğerinin adem-i husulüne menuttur. Saadet hakkında olduğu gibi o gayeye müntehi esbab ve vesait hakkında da akvam-ı muhtelifenin telakkıleri başka başkadır. Her millet ancak kendi esasat-ı milliyyesi sayesinde saadete reside olacağına kani ʼ dir. Kendi desatir ve nazariyatını ber-taraf ederek komşularının esasat ve an ʼ anatını kabul etmek hiçbirinin hayalinden geçmez. Zira o esasatın hiçbir zaman şahsiyetiyle kabil-i te ʼ lif olmadığını bilir. Avrupalıların kendi esasat ve desatirine karşı pek büyük hürmet ve muhabbet göstermeleri de bundan neş ʼ et eder. Biz ise cehlimizden onların bu hislerini esasat ve teşkilat-i ictimaiyyelerindeki mükemmeliyete atf edip dururuz. Onlar kendi esasat ve teşkilatlarını ihtiyaçlarına gayr-ı kafi buldukları zaman ye kadar ta ʼ dil ve ıslaha çalışırlar ve bu suretle tekamülleri esasat-ı milliyyelerinin tekamülüyle husul-pezir olur. La-yenkatı ʼ inkişaf ve terakkısini te ʼ min eden cem ʼ iyat-ı muntazama tarafından ta ʼ kıb edilen hatt-ı hareket bundan hayatınca bir hedef ta ʼ kıbi ile meşguldür. Mesela bir Fransız veya bir Alman hangi şeraitte yaşarsa yaşasın bil-cümle [ ] mesaisini bir noktada tevhid eden gaye iyi bir Fransız veya iyi bir Alman ve mümkünse Fransız’ın Alman’ın en Tefevvuk ve teali-i millisinin istihsalinde o ister ki bir hisse-i sa ʼ y ü gayreti bulunsun ve bu hisse mümkün olduğu kadar büyük olsun. Bu emeline vüsul için sarf eylediği gayret müşterek bir ihtiyac-ı ma ʼ neviye hadim ve kavi samimi bir kanaatten mülhem olduğu cihetle mütemadi ve fütur na-pezirdir. Ali bir seciyeye malik olan ihtiyac-ı ma ʼ nevi adeta efraddaki fikr-i ta ʼ kıb ile fedakarlık ve istihkar-ı hayat hislerini tenmiye suretiyle hasail-i ma ʼ neviyye ve fikriyyelerini i ʼ la eder bir din halini alıyor. Öyle bir iman-ı kavi ki ma-hasalı olan zur-ı ahenin ile rehgüzarındaki mevanii devirip akvamın te ʼ min-i terakkı ve tereffühüne muvaffak olur. haline nazar edersek aynı bir cemi ʼ iyet aynı bir kavimde birbirinden farklı belki yekdiğerine tamamıyla münafi iki nevi ʼ gaye bulunduğunu görüyoruz ki bunlar halkın kitle-i azimesi ile pek naçiz bir ekalliyette kalan sınıf-ı münevveri tarafından ta ʼ kıb olunan gayelerdir. Bunların birincisi İslamiyet esasına müstenid mevzii bir gayedir. Mesela İran Hindistan Türkiye veya Mısır’daki Acem Hindli Türk veya Arap gaye-i millileri ki bunlara göre saadet herbirinin bir telakkı-i mahsus ile tebaiyet eylediği dinde ve o dinden mülhem esasat ve an ʼ anata irtibat ve muhabbette münderictir. müstenid bir gayedir. Saadeti Hindli Türk Acem veya Arap mefkureleriyle müdrak ve müfesser bir medeniyet-i garbiyyede arar ve birinci gaye muakkıblarının temayülat ve isti ʼdadat-ı mahsusalarıyla kabil-i te ʼ lif bir cereyan-ı teceddüd daima nazariyat ve i ʼ tikadat-ı garbiyyeye müesses bir takım esasat-ı cedide vaz ʼ ına hizmet eder. Görülüyor ki alem-i İslam’ın her tarafında avam ile tabaka-i münevveresi arasında na-kabil-i imla büyük bir uçurum vardır. Halk her yerde ekabir ve mütefekkirini ile kat ʼ i bir hal-i tezadda bulunuyor ve mevcudiyet-i milliyyesinin gayr-ı müteammid ve fakat pek tehlikeli bir unsur-ı tahribkarı gibi telakkı eylediği o sınıfa nazar-ı i ʼ timad ile bakamıyor. Halktan beklediği takdir ve itaati göremeyen tabaka-i mütefekkirin ise vatandaşlarına karşı ihfasından çekinmediği bir çehre-i istihkar ile müteselli olmaya çalışıyor ve memleketini kaplayan cehaletten halas eylemekteki aczinden utanması lazım gelir iken isrini ta ʼ kıbden istinkaf eyleyen muhitindeki huşunet ve taannüdden şikayet edip duruyor. Halkı kemal-i hüner ve ma ʼ rifetine inandıramayınca gunagun vesait-i saire ile te ʼ sis-i nüfuza çalışıyor ve bu suretle tazyik-i ecanibe bir de sunuf-ı münevverenin tazyikı tahammül-şiken bir raddeye getirerek sukut ve tedennilerini kat kat vahimleştiriyor. Son derece gayr-ı tabii ve gayr-ı mantıkı olan şu ihtilaf-ı amik akvam-ı İslamiyyenin vücudu ile dimağı arasında hüküm-ferma oldukça mütefekkirinin olanca ma ʼ rifetleri mantıkları ve muhakemeleri şayan-ı ehemmiyet hiçbir teceddüd tahribe müntehi olacak ve şehrah-ı terakkıde milel-i müslime tarafından sarf edilecek bil-cümle emekler daimi bir akamete mahkum kalacaktır. dir. Mütefekkirin-i İslam hayat-ı müstakbele için kable’l-İslam hayatlarından ne gibi şeylerin unutulup feda edilmesi bugünkü mürşidin de yaşadıkları edvardan ne gibi şeylerin mekte seleflerinden ziyade hüner ve liyakat gösteremediler. Bundan dolayı medeniyet-i garbiyyenin te ʼ siri ile alem-i nihayet verilmesi muktezıyat-ı aciledendir. Herşeyden evvel halk ile tabaka-i münevveresi beyninde vücudu zaruri bulunan o vahdet-i gaye teessüs etmelidir. Ve illa medeniyet-i garbiyyenin te ʼ siri ezmine-i kable’l-İslam’ın te ʼ siratından daha meş ʼ um olacaktır. Mesrudat-ı salifeden müsteban olduğu üzere alem-i İslam’ın bakat-ı mütefekkirenin milletlerine karşı olan vazifelerinde pek fahiş kanaatler beslemelerinden tevellüd eylemektedir. Memalik-i sairede sunuf-ı mütefekkire ve münevverenin vazifesi gaye-i milliyyeye hizmet ederek onu bir kat daha takviye ve i ʼ la eylemek ve ala kaderi’l-imkan tatbik ve icrasına çalışmaktan ibaret ve milletlerinin nail-i hürmet ve tefekkirin-i İslamiyye gaye-i millilerinden başka ve ona tamamıyla münafi bir gaye beslemek hakkını kendilerinde görüyor ve en esaslı ve en mukaddes bir vazifelerine karşı adem-i mübalat gösteriyorlar. Sabit ve paydar bir hiss-i müştereke istinad etmeyerek hiçbir mazi veya an ʼ aneden doğmayan ve yalnız akıl ve muhakeme-i beşeriyye gibi zaif ve rakık bir mesned üzerinde derece-i sübutu meşkuk ve mütehalif bir takım esasat-ı gaye-i hakıkıyye tevlid edip edemeyeceğini ve kıymet ve mesagiyyet-i ahlakıyyesi olmayan öyle gayelerin efrada derin samimi ciddi ve hakıkı i ʼ tikad ve kanaatler mi yoksa sebeb-i dalalet ve nekbetleri olacak hodgamane bir Oportünizm mi bahş u ilham eyleceğini izaha lüzum görmüyoruz. Zira mensub olduğu memleketin nuhbe-i amalinden başka emel ve nuhbeler beslemek hakkını hiç kimsede görmüyoruz. Gayeler içinde en hakıkısi din-i İslam’a müesses ve akvam-ı müslime [ ] tarafından müttehaz olan gaye-i aliyyedir ki burada olanca dikkat ve alakamızla yalnız ondan bahs edeceğiz. Zira yegane bais-i necatımız odur. Akvam-ı müslimeyi saadetlerini ancak dinlerinden bekleyecek derecede şeriatlerine rabt eden zihniyet-i mahsusa ne umumen tahayyül edildiği gibi bir eser-i taassub ve ne de bir dalalet-i fikriyyedir. Belki seciye-i İslam’ın pek tabii ma ʼ kul mantıkı bir neticesidir. Fil-hakıka din-i İslam kendine mahsus i ʼ tikadatı ahlakıyatı kendine mahsus esasat-ı ictimaiyye ve siyasiyyesi ile en doğru en vasi ʼ ve en şümullü ma ʼ nasıyla bir şeriat-i insaniyyedir. rakkı-cuyanesini tatmin ederek daire-i vicdan içinde mes ʼ ud olmalarını kafil her ne lazımsa cümlesini ihtiva eder bir din-i ekmeldir. Bu din-i fevz ü necat ahlakıyatını i ʼ tikadatından dan dolayı öyle inkısam na-pezir bir küll-i tamdır ki insan te ʼ min-i saadeti için o küllün hey ʼ et-i mecmuasına riayet mecburiyetindedir. Bir müslümanın dinine karşı olan irtibatı lazımü’l-eda bir vazife-i vicdaniyyesi olduğu gibi aynı zamanda da o kuvvet ve ehemmiyette bir vazife-i ictimaiyye ve siyasiyyesidir. Bir müslüman desatir-i ahlakıyye ictimaiyye ve siyasiyyesi halikı ve teşekkülat-ı ictimaiyyesinin nazımı olan esasat-ı hayatiyye nazarıyla bakarak hürmet ve irtibat göstermekle te ʼ min-i hal ve istikbali için ihmali mühlik bir vazife-i aliyyeye muvazabet ve tarihle müeyyed bir düstur-ı zamana itaat etmiş olur. Kendisini garblılaştırmaya çalışan mütefekkirinin efkar ve nazariyatına karşı beslediği hiss-i nefret pek tabiidir. Zira o efkar ve nazariyatı kabul ve kendininkileri feda ettiği takdirde hem hayat-ı ma ʼ neviyyesine hem de mevcudiyet-i milliyye ve ictimaiyyesine kasd eylemiş olur. Ahlak-ı İslam’ın secaya-yı farikası hürriyet müsavat ve tesanüd fikirleridir. O bilhassa beşeriyete telkın ve tedvin eylediği tesanüd kılerdeki vuzuh ve kemal ile temeyyüz eder. Son derecede adalet-perverane olan samimiyet-i bi-tarafanesiyle hakayık-ı müsbete ve hadiyyesi kendisine bir liyakat-i cihan-girane bahş eylemektedir. müstahrec olmak i ʼ tibarıyla o da bir hususiyet-i tammeye maliktir. Cem ʼ iyet-i beşeriyyeyi aristokrasi ve demokrasi namlarıyla ta ʼ bir-i digerle biri bir takım hukuk-ı mahsusa ve istisnaiyyeye malik mümtaz ve diğeri hukuk-ı tabiiyyesinden bile mahrum menkub ve mağsub olmak üzere iki sınıf-ı mahsusa tefrik eylemez. Cem ʼ iyet-i İslamiyye ali mutavassıt ve dun derecelerine ayrılan efradı gibi tabakat-ı aliyye mutavassıta ve adiyyeden mürekkeb ve ancak fıtri adem-i müsavatlara karargah olan bir cem ʼ iyet daha doğrusu hal-i tabiide nümayan bir cem ʼ iyet-i beşeriyyedir. Fikrimizi tamamıyla izah için ta ʼbirat-ı garbiyyeye müracaat ederek diyebiliriz ki cem ʼ iyet-i tiktir. Bunlarda hükümran olan tesanüd adalet ve insaniyet fikir ve hislerinden dolayı demokratik oldukları gibi; kanun-ı an ʼ aneye ülülemre riayet tefevvuk-ı ferdiye fazilet ve irfana hürmet sayesinde aristokratiktir. – – TAKLID-İ KAZA Şeriat-i celilemizin emr eylediği kaza bil-hak iman billahdan sonra akva-yı feraizden biridir. Cenab-ı ahkemü’l-hakimin kaza sebebiyle Hazret-i Adem aleyhi’s-selama Hilafet buyurduğu gibi Hazret-i Davud aleyhi’s-selama da kaza isbat eylemiş ve bu babda nazm-ı celilini inzal buyurmuştur. Enbiya-yı zi-şan hususan Nebiyy-i ahiru’z-zaman aleyhimü’s-salavatü ve’s-selam hazeratı kaza ile emr olunmuşlardır. Nitekim nazm-ı celilleri enbiya-yı zişanın mansıb-ı kaza ile mansub olduklarını sarahaten beyan ediyor. Kaza bil-hak adli izhar eyler. Adl ile intizam-ı alem kaim olur zulüm mürtefi ʼ olur hak müstahıkkına isal olunur ma ʼ ruf emr olunur münker nehy olunur ki enbiya bunlar Hazret-i Ömer el-Faruk radıyallahu anh Ebu Musa elAş ʼ ari radıyallahu anha yazmış olduğu bir mektupta “Kaza fariza-i muhkemedir. Sünnet-i müttebiadır.” diyor. Hazret-i Ömer’in bu mektubuna fukaha-yı izam “Siyasetü’l-kaza tedbiru’l-hakem” namını veriyorlar. Bu mektup mucebince kaza farzdır. Hem öyle bir farzdır ki artık onda mensuh olmak müevvel olmak muhassas olmak gibi ihtimallarin hiç biri kamamıştır. İla yevmi’l-kıyam kaza farz olarak bakıdir. Kaza dinde süluk olunacak bir tarikattir ki her halde ona Kaza Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin [ ] mesnun kıldığı bir hükm-i dinidir sünnet-i peygamberidir. Kazayı terk etmek dalalet adem-i terk hidayettir. Kadı’nın lisanıyla hükm-i ilahi ve peygamberiyi ihbar ve tenfiz müftinin lisanıyla hükm-i ilahi ve peygamberiyi beyan eden elfazın ma ʼ nası zahir olur. Şahidin lisanıyla da esbab-ı hükmü ihbar zahir olur. Maamafih kadi hem şahid hem müfti hem sultan hükmündedir. Kadi hükm-i şer ʼ iyi isbat etmesi hasebiyle şahid emr ve nehiy etmesi hasebiyle müfti hükm-i şer ʼ iyi ilzam ve Kaza nasıl bir farz ise taklid-i kaza da öyle farzdır. Çünkü taklid-i kaza ile bir emir mefruz yani kaza ikame olunuyor. nazm-ı celili ile kaza farz olunca zarureten taklid-i kaza da farz olur. Enbiya bizzat kaza ettikleri gibi diğerlerini de kadı nasb ettiler. Hulefa-yı Raşidin de bizzat kazada bulundukları gibi diğerlerine de kazayı taklid eylediler. Böyle her iki farzı ifa buyurdular. Taklid-i kaza babı vasi ʼ dir. Kaza sultan-ı zaman tarafından taklid olunur. Sultanda hiçbir şart aranmaz. Şekl-i hükumet nasıl olur ise olsun reis-i hükumet tarafından kadı nasb olunur; mansub olan kadı’nın hükmü nafiz olur. Sultan kazayı takyid ve ta ʼ lik de edebilir. “Şu beldeye vardığın vakit onun kadisisin. Bu ayın ibtidasından i ʼ tibaren seni kadi nasb ettim. Şu da ʼ vaya bakma. Filanın kaziyyesinden ma-adasına seni kadı kıldım.” diyebilir. İşte üzerinden on beş sene mürur eden bazı deavinin adem-i istimaı bundan neş ʼ et etmiştir. Şu kadar ki emr-i sultani ancak şer ʼ -i celile muvafık olduğu vakit nafiz olur. Eşbah’ ta beyan olunduğu üzere sultan kuzata tahlif-i şuhud ile emr etse ulemaya sultana nasihat edip “Kadılarına böyle bir emri teklif etme.” demek vacib olur. Çünkü sultanın amme-i müsliminde tasarrufu maslahat-ı ammeye müsteniddir. Emr-i sultanide maslahat-ı amme bulunursa tasarrufu sahih olur. Bilakis mazarrat-ı amme bulunursa tasarrufu asla sahih olmaz. Mesela sultan beytülmalden bir şeyin istihlakine yahud bir şahsın malını Sultan-ı zaman kaza-yı taklid ve ta ʼ lik edebildiği gibi kaza ile imreyi de bir zatta cem ʼ edebilir. Çünkü kadı sultanın umur-ı diniyyede naibi emir ise umur-ı dünyeviyyede naibidir. Sultan her iki hususu bir zata tevdi ʼ edebilir. Aynı zat hem emir hem kadı olabildiği gibi kaza ile iftanın cem ʼ i caiz olduğundan aynı zat hem emir hem müfti hem kadı da olabilir. Bir beldede ayrı ayrı emir kadı müfti olmak üzere üç zat bulunabildiği gibi biri emir diğeri kadı ve müfti olmak üzere; yahud biri emir ve kadı diğeri müfti olmak üzere iki zat; yahud hem emir hem müfti hem kadı olmak üzere bir zat bulunabilir. Bunda şer ʼ an bir mahzur yoktur. Maslahat-ı şer ʼ iyyeye göre amel olunur. Hulefa-yı raşidin Hazret-i Muaviye ve Ömer bin Abdülaziz hem emirulmü ʼ minin hem kadı hem müfti oldukları gibi kurun-ı selasede makam-ı kazada bulunan zevat da hem kadı hem müfti idiler. Bundan başka diğer müftiler de hemzenin kesirleriyle emirlik beylik ma’nasına isimdir. var idi. Müftilik resmi değil idi. Bizzat kadı olan hulefa-yı müsliminde kaza ile imre-i amme cem ʼ olunduğu gibi bazı vülatta da kaza ile imre cem ʼ olunmuş idi. Fahrulmürselin Efendimiz hazretleri Attab bin Esid radıyallahu anhı Mekke’ye Muaz bin Cebel radıyallahu anhı Yemen’e hem emir hem kadı nasb eylemiş idi. Ömer bin Abdülaziz rahimehullah da Medine’ye Ebu Bekir bin Muhammed bin Amr bin el-Hazim el-Medeni’yi hem emir hem kadı nasb etmiş idi. Sultan-ı zaman bir beldeye emir nasb edip ona emr-i din ve dünyayı tefviz ederse emirin kazası sahih olur. Fakat zamanımızda olduğu gibi emir ile beraber kadı nasb ederse emirin kazası sahih olmaz. Çünkü umur-ı diniyyeyi kadıya tefviz eylemiştir. Binaenaleyh bir beldede sultan tarafından müvella mansub bir kadı bulunduğu halde emir hükmetse hükmü sahih olmaz. Sultan-ı zaman kaza gibi imreyi de ta’lik ve takyid eder. Mesela “Filan beldeye vasıl olduğun vakit o beldenin emirisin.” der. Çünkü Mute Muharebesinde server-i enbiya aleyhis-salatu ve’s-selam Efendimiz hazretleri “Evvela Zeyd bin Harise’yi emir nasb etmiş sonra Zeyd katl olunursa Ca’fer bin Talib Ca’fer de katl olunursa Abdullah bin Revaha emir olsun.” demiş idi. Tevliye-i kazayı sultan-ı zamana inha eden makamın kadıyı murakabe etmesi hatardan muhafaza eylemesi lazımdır. Evvela: Kadıyı murakabe lazımdır. Çünkü hükm-i şer’iyi yeşa’ hükm edemez. Belki Kitabullah ile sünnet-i Resulüllah taalluk eder bir hüküm bulamaz ise sahib-i re’y olduğu surette kendi re’yiyle sahib-i re’y olmadığı surette müftinin fetvasıyla hükm eder. Kadı yeryüzünde Allah’ın eminidir. Hak eder. Kadı’nın keyfiyet-i kazasını murakabe edebilmek için aid olduğu makamın şerait-i kazayı şerait-i kudatı bilmesi evamir ve nevahi-i şer’iyyeyi bilmesi fakıh olan kadı re’y olmayan kadıyı; hangi hükmün nafiz hangi hükmün gayr-ı nafiz olduğunu; kadı olabilecek zevattan ekmel efdal ve ercah olanı ile ekmel ve efdal ve ercah olmayanı tefrik eylemesi zaruri olur. Saniyen kadıyı hatardan muhafaza lazımdır. Çünkü kadıda hatar ziyadedir. Hak ile hükm edip de hak olduğunu bilmeyen kadı batıl ile hükm edip de onun batıl olduğunu bilen ve bilmeyen kadı birinci makalede nakl edilen ehadis-i şerifede zikr olunduğu vechile ukubet-i Bari’ye müstehak olur. Kadı bir hadise hakkında Kitabullah’tan sünnet-i resulullahtan hilaf sebk etmeyen icma’-ı ümmetten i’raz edip de mücerred teşehhi ile hükm ederse kadı şeriat haini olur; re’yini re’y-i şaria takdim etmiş hükm-i ilahiden hükm-i keyfiye dönmüş hatıratını rıza-yı bariye tercih eylemiş olur. Artık onun hükmü hükm-i lahuti değil belki hükm-i tagutidir. – – Firak ve mezahib-i İslamiyyenin emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker hakkındaki nikat-ı nazarlarını muhtevi olan evvelki makalemin hatimesinde emir ve nehy-i mezkurun tabi’ olduğu bazı şurut ve kuyud-ı mühimmeyi de ikinci bir makale ile beyan edeceğimi yazmış idim. Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkeri teşkil eden rükünler: Muhtesib yani münkeri muaheze ve inkar eden kimse Muhtesebün aleyh yani fi’l-i memnu’u mürtekib olan kimse Muhtesibün fih yani fi’l-i münker üzere dörttür. Bunlardan her biri bir takım şurut ve kuyuda tabi’dir ki ileride her biri ber-tafsil beyan olunacaktır. Muhtesibin mükellef müslim muktedir olması şarttır. Muhtesibin bu şurutu haiz olması lazım olduğuna göre mecnunun ve sabinin kafirin acizin muhtesibin ta’rifinden haric; –me’zun olmadıkları halde– efrad-ı reaya ile fasık rakık ve mer’enin ta’rife dahil olması iktiza eder. Muhtesibin mükellef olması şarttır. Çünkü gayr-ı mükellefe bir şey teveccüh etmez. Maamafih bu kayıd vücubun şartıdır. Yoksa fiilin imkanıyla cevazı akıldan başka bir şeyi olmadığı halde münkeri inkar salahiyetine maliktir. Ve böyle bir şeyi işlerse sevaba nail olur ve hiçbir kimse de sabi’-i mürahık ve mümeyyizin adem-i mükellefiyetinden bahis ile kendisini men’a kalkışamaz. Çünkü münkeri inkar ve muaheze kurbet nev’indendir. O da salat ve sair kurebat gibi ehlinden sudur etmiştir. Velayet nev’inden değildir ki onda teklif şart ittihaz edilsin. Bu vazifenin abd ile ahad-ı raiyye Muhtesibin mü’min olması da şarttır. Çünkü münkeri zammun eder. Dini inkar ile ona adavet eden kimseden bit-tabi’ nusret ve muavenete intizar olunamaz. Bir taife-i ulemaya göre muhtesibin adil olması da şarttır. Binaenaleyh fasıkın vazife-i ihtisabı ifaya salahiyeti yoktur diyorlar. Ve anlaşıldığına göre bu zevat ve ayetleri revahu Ahmed ve Ashabü’sve Cenab-ı Hakk’ın Hazret-i Isa’ya hitaben kelam-ı kudsisiyle istidlalden başka “Bir adam kendisi salih olmazsa başkasını nasıl ıslah edebilir? Ağaç doğru olmalıdır ki gölgesi de doğru olabilsin” sözleri gibi tarik-ı kıyasdan intac edilmiş bazı delail de dermiyan ediyorlar. Fakat diğer bir taife-i ulemaya göre bu delail şayan-ı kabul değildir. Muvafık olan fasıkın da vazife-i ihtisabı ifa edebilmesidir. Çünkü ihtisabda ma’sumiyet şart ittihaz edilirse hem icmaın harkı hem de bab-ı ihtisabın seddi gibi na-kabil-i kabul iki mahzur lazım gelecektir. Ashab-ı kiram ma-dununda olanlar için nasıl kabil olabilir? Peygamberan-ı ret-i Adem ve daha bazı peygamberan-ı izam haklarında zelle isnadı Kur’an -ı azimü’ş-şanda mezkurdur. Velhasıl bu ve emsali bir takım mukaddemat-ı mantıkıyye üzerine mebni ve mülzem bir takım nazariyeler serd edildikten sonra fasıkın kendi nefsini terk ile gayrın ıslahına kalkışması ehemmi terk ile mühim ile meşgul olmak gibi gayr-ı ma’kul bir hareket nev’inden addedilmektedir. Ve aleyhlerindeki delail-i mezkure o noktaya haml edilmektedir. Ve bu nokta-i nazardan vazife-i ihtisabı ifa etmesi caiz görülmemektedir. Yoksa o vazifenin kendisine göre ifası memnu’ olduğunu ifade eder elde bir delil yoktur deniyor. Bir de ma’lum olduğu üzere münkerin tağyiri mes’elesi bazen irad-ı mevaiz bazen de isti’mal-i cebr u şiddet suretiyle vukua gelmekte olduğuna göre fısk ile ma’ruf olan bir fasıkın vaazında bir fayda olmadığı ve vaazında fayda olmadığı surette ise vücub-ı vaazın sükutu tabii bulunduğu onlarca da münker değildir. Fakat cebr u şiddetin isti’mali suretinde bu mahzur gayr-ı mutasavverdir. Yani onda adalet meşrut değildir. Fasık muktedir olursa münkeri tağyir etmesinde fayda vardır zarar yoktur. Ayetlere gelince birinci ayette görülen esbab-ı muaheze ma’rufun kendi nefsi hakkında terki noktasına müstenid olup yoksa gayra emirde bulunduklarından münbais değildir. Şu kadar ki gayra emirleri bu babdaki ilimlerinin kuvvetine delalet ettiği ve alimin ikabı bit-tabi’ daha eşedd olduğu cihetle ilimlerinin kuvvetine nazaran bu babda bir ma’zerete malik değildirler. Ve ayetine gelince bu ayet-i kerimeden murad vaad-i kazibdir ve ona işaret olunmuştur. ’ deki muaheze kendi nefislerini unuttuklarından naşidir. Gayra emr ettiklerinden dolayı değildir. Ayette gayra emrin mezkur olması ise bununla ilimleri hakkında mektir. Hazret-i Isa’ya taalluk eden hadise gelince bu da fasıkın vaaz suretiyle vazife-i tağyiri ifa etmesi şıkkına aiddir. Fasıkın vaazında te’sir olmadığı müsellemattan bulunduğu balada beyan olunmuş idi. Hadis-i mezkurda münderic bulunan kaydına gelince bu kayd tahrim-i vaaza delalet etmez. Ma’nası: Ehem olan kendi nefsinin ıslahını bırakıp da mühim olan gayrın ıslahı mes’elesiyle meşgul olma demektir. Muhtesibin bir taife-i ulemaya göre imamü’l-müslimin veyahud imamü’l-müslimin tarafından mansub vali tarafından me’zun olması şarttır. Ahad-ı raiyyeden olan kimseler zali ve sair bazı ulemaya göre bu re’y doğru değildir. Çünkü ayat ve ahbar-ı varideye nazaran her kim bir münkeri görüp de sükut ederse irtikab-ı ma’sıyet etmiş olur. Nerede ve her ne suretle olursa olsun münkeri gördüğü gibi nehy etmesi lazımdır. Bu hususu imamü’l-müsliminin tefvizi ile tahsis ve takyid etmek asılsız bir tahakkümden ibarettir. Ancak şurası var ki hisbe denilen bu vazifenin ifası için şeriat beş mertebe ta’yin etmiştir: - Ta’rif - Kelam-ı leyyin maksad kelam-ı fahiş değildir. Cahil ahmak Allah’tan korkmaz veya bu ma’naları ifade eder bir takım ta’birat isti’malinden sela çalgı ve işret aletlerini kırmak gibi. - Tahvif ve darb ile tehdid ve münkeri mürtekib olan kimseyi men’ etmek üzere bi’l-fi’l darba mübaşerettir. Mesela gıybet ve kazfe mütecasir olan kimsenin kat’-ı lisanı mümkün olmadığı cihetle darb olunmak suretiyle sükuta icbar edilmesi gibi. ve cem’-i a’vana mütevakkıf olup bu ise bi’n-netice kıtale müncer olacağı cihetle bu mertebede imamü’l-müsliminden da böyle bir zaruret mevcud değildir. Çünkü techil tahmik fıska nisbet Allah’tan havf ile itham yahud bu ma’naları rettir. Icabında imam-ı caire karşı bile irad olunabilir. Hatta tin efdali olduğu ehadis-i adide ile sabittir. Böyle olunca bu misillü hususatta imamdan izin almaya mahal kalır mı? Fakat cem’-i a’van teşhir-i silah gibi fitneyi dai olan şekillerde mın ekserisi vülata ümeraya hatta selatin ve hulefaya karşı bu babdaki vazife-i diniyyelerini bila-tereddüd ve kemal-i serbesti ile ifa etmişlerdir. Müdevvenat-ı İslamiyyede bu misillü vekayia kesretle tesadüf olunmaktadır. O misillü vekayi’ cümlesinden olmak üzere rivayet olunur ki: Hulefa-yı Abbasiyyeden Harun er-Reşid bir gün beray-ı tenezzüh Düveyn denilen mahalle gelmiş ve Beni Haşim’den Süleyman bin Ca’fer namında birisi de maiyyetinde bulunmuş idi. Harun Süleyman’a hitaben: “Senin musikiye fevkalade aşina ve güzel bir sadaya malike bir cariyen var idi. Onu şimdi buraya getiriniz.” Demiş... Süleyman: “Hazırdır efendim!” demesini müteakıb cariye gelip musikı ahengine başlamış. Fakat cariyenin o gün çaldığı makamat Harun’un nazar-ı istihsanını celb etmemiş. Halife tarafından esbab-ı mucibesi sorulmuş. Cariye: “Bu çaldığım kendi udum olmadığı cihetle maharetimi gösteremiyorum.” cevabını vermiş. Bunun üzerine udun celbine adam gönderilmiş. Udu getirmekte olan adam esna-yı rahda çekirdek toplamakla meşgul bir ihtiyara tesadüf etmiş. “Şeyhim yol ver.” diye bağırmış. hemen udu elinden almış yere vurup kırmış. Bunun üzerine o adam hemen ihtiyarı yakalamış; “Bu Emirulmü’minin tarafından vak’anın suret-i cereyanını da Harun’a arz etmiş. Harun bu muameleden fevkalade gazab ve hiddete gelmesi üzerine Süleyman: “Ya Emiralmü’minin hiddete lüzum yoktur. Hemen herifin boynunun vurulmasıyla Dicle’ye atılmasını emir buyurunuz.” demiş ise de Harun tarafından ihtiyarın böyle bir ukubete uğratılmasına cevaz gösterilmeyip beray-ı münazara huzuruna celbi emr edilmiş. Hatta ihtiyar esna-yı rahda ata binmesi hakkında vaki’ olan teklifi bile reddederek kasrın kapısına kadar maşiyen gelmiş. Ancak ber verildiği zaman Harun: “Esbab-ı tarab ve ışreti cami’ olan bu odaya mı getirelim yoksa bunlardan hali başka bir odaya getirelim de orada mı kendisini kabul edelim?” diyerek bi’l-müzakere şıkk-ı saniye karar verilip münkerden hali olan odaya nakl-i mekan ile ihtiyarı oraya istemiş. Udu getiren adam o sırada ihtiyarın elinde bulunan çekirdekle dolu keseyi edeben ihtiyara attırmak istemiş ise de diyerek keseyi atmaktan imtina’ etmiş o adam “Yemeğini biz veririz” demiş ise de “Benim sizin yemeğinize ihtiyacım yoktur” deyip hemen Harun’un huzuruna çıkınca Harun o adama “Bu ihtiyardan ne istersin? Bırak gelsin” demiş. huzurunda oturmuş. Harun: “Şeyhim! Bu yaptığın nedir?” demesine cevaben şeyh tecahül ederek “Ne yapmışsam söyleyiniz” demiş. Harun mahcubiyetinden “Sen benim udumu kırmışsın” sözünün sarahaten iradına kail olmadığından vaki’ olan run’a hitaben “Böyle bir muameleye cür’etimin esbab-ı mucibesi defeat ile aba vü ecdadınızdan minberlerde istima’ etmiş olduğum ayet-i kerimesine müsteniddir. Ben de böyle bir münkeri müşahede etmiş olduğuma mebni tağyirine kalkıştım. Başka bir şey yapmadım.” demesi üzerine Harun ihtiyarın muamelesini bil-istihsan gitmesine müsaade etmiş. fe bir adamın eline altın dolusu bir kese verip “Şu ihtiyarı ta’kıb edeceksin. Eğer esna-yı rahda tesadüf edeceği kimseye ben halifeye şöyle böyle söyledim derse keseyi kendisine vermeyip geri getir. Yok eğer bir şey söylemeksizin yoluna devam ederse keseyi kendisine ver” diye tenbih etmiş. bulunmadığına binaen o adam emirulmü’mininin emirlerini bit-tebliğ keseyi ihtiyara vermek istemiş ise de ihtiyar “Bunu Emirulmü’minin nereden aldıysa oraya iade etsin.” cevabında bulunup kesenin kabulünden imtina’ etmiştir. Bu böyle olmakla beraber zamanın bugünkü icabatıyla devletin teşkilat-ı hazırasına nazaran tağyir-i münker için ber-vech-i bala ta’dad olunan meratib-i hamsenin birinci ve ancak meratib-i bakıyye-i selasenin hod be-hod tatbikatına kalkışmak cezayı müstelzim ahvalden addedilmiş ve binaenaleyh muhtesibin imamülmüslimin tarafından me’zun olmasını şart ittihaz etmiş olan taife-i ulemanın ictihadları kısmen kabul olunmuştur. KÖYLÜLERIMIZ Evvelce köylüler hakkında ceraid-i yevmiyye vasıtasıyla bazı neşriyatta bulunmuştum. Bunun üzerine bazı zevat garib bir takım mütalaat serdetti. Maatteessüf görülüyor ki Payitaht matbuatı köylünün hayatına layıkıyla vakıf değildir. Köylünün hayatına dair yazı yazacak zevatın mutlak o hayat ları şarttır. Yoksa masa başında köylünün hayatı hakkında mütalaat yürütmek pek tuhaf olur. Köylere gazete tavsiye etmiştim. Fakat gazetecilerden de yevmiye birer ikişer sütun sırf köylünün anlayabileceği açık bir lisanla köylünün menafiine tahsis etmek şartını rica ederek tavsiye etmiştim. Yoksa mutavassıt münevverü’l-fikr zevata hitaben yazılan risale ve gazetelerden parlak cümlelerden yüksek şiirlerden amcaların hiçbir şey istifade edemeyeceği belki çiftini nasıl süreceğini harmanını ne yolda döğeceğini mahsulatından sa’yinden ne guna istifade edebileceğini komşusuyla nasıl geçineceğini dinine vatanına devletine hemcinsine ne gibi ve nasıl hizmet ve muavenet edeceğini hülasa dünyada bir dereceye kadar refah-ı hal ve selametle yaşamak ahirette de saadete nail olmanın esbab ve yollarını irae edecek söz ve yazılardan istifade edebileceğini bilenlerdenim. Bu milleti bu köylüyü her felaketten kurtaracak maddi ve ma’nevi ılel ve emrazdan masun bulunduracak maayib ve ahval-i mezmumeden tenzih ve tecrid edecek ancak ve ancak ilim ve irfan olduğunu başka hiçbir çare-i necat ve halas olmadığını ve olmayacağını kat’i surette bildiğim için hükumet maarif hususunda cebr u şiddet göstermez ahaliyi kendi arzu ve fikrine bırakırsa kendi kanaatimce maarifin ta’mimi gaye ve maksud olan vatan ve milletin terakkı ve saadeti de mümkün olamaz. Bugün olmazsa yarın olur diyerek vakit geçirecek bir zamanda değiliz... demiş; mektubun nihayetinde de: El-hasıl köylülerimiz uyanmaz terakkı etmez böyle uyuşuk bir halde kalırsa istikbalimizi pek iyi göremiyorum diyerek sözlerimi bitirmiştim. Köylü evet cahildir. Ben yine iddia ve ısrar ediyorum ki köylü biçaredir. Köylü zavallıdır köylü karanlıktadır nur ve ziyaya muhtacdır. Köylü yetim çocuğa benzer veliye vasiye muhtacdır. Köylü yolunu gaib etmiştir; delile muhtacdır. Köylü vapuru batıp denize düşen çırpınan yolcuya benzer; elinden tutup sahil-i selamete çıkarılmaya muhtaçtır. Öyle iddia edildiği kadar bila-masraf kendisine mal olmadığı yumurtasını üç kuruşa yağını kuruşa kuzusunu liraya vermesin de ne yapsın? Evvelce - kuruşa aldığı bir yemeniye - kuruş altmış paralık basmaya kuruşa aldığı sabuna –ki kaffesi havayic-i zaruriyyenin en mühimlerindendir– - kuruş vermeye mecbur olan; zevci babası bütün akraba ve taallukatı silah altında veya kara topraklar içinde olan; her biri müzaheret ve muavenete muhtaç dört beş ma’sumu bulunan bir kadıncağız ne yapsın? Kendini ve çocuklarını ne ile ve nasıl idare iaşe ve kasabalı olmadığından ismini bile unutmuştur. Yalnız arasıra gazete okuyanlardan işitiyor. Hukuk cinsiyet ve millet efradından olmak nokta-ı nazarından köylü ile İstanbullu ve şehirlinin farkı var mı?... Geçenlerde bir zat tramvay şirketinden yirmi paradan çoğuda bir ise de acaba köylü: Değil para lira hatta lira ve buna mümasil hukukunu bu halinde değil öyle büyük şirket ve kumpanyalardan oldukça mevki’ sahibi bir kimseden istirdad edebilir mi? Köylü guya rençberdir fakat birçok aylar mutlaka yine hükumet tarafından iaşe edilmeye muhtaçtır. Malı yok mu? Çifti yok mu? Tarlası yok mu? Var hepsi var. Hatta harp dolayısıyla iş nedir? Tarla nerededir? Bilmeyen kadınlar bile erkeklerden daha ziyade işçi daha güzel rençber oldular. Fakat çalışmanın yolunu usulünü bilemediklerinden senenin on iki ayını da guya çalışmakla geçirdikleri halde yine aç yine muhtaç yine sefil yine perişandır. Bina-yı devlet – ki şüphesiz köylülerdir– kavi sağlam olmazsa beka-yı hayat mümkün müdür? Mu’teriz efendi köylünün ahval-i mezmumesinden bazısını da yazıyor: Kız kaçırmak kadın oynatmak birbirini darb etmek... doğrudur. Hatta daha çoktur. Fakat köylüyü himaye ve sıyanet etmek hakıkati görmek ve i’tiraf etmek şartıyla insaf edip düşünelim bu kadın oynatmak işret etmek kumar oynamak gibi an’anatımızı hanümanlarımızı yıkan; milliyetimizi ahlakımızı bozan; servetimizi ifna vücudumuzu eksik midir? İşret kumar yirmi liraya gramofon gelin suyu ve saire gibi mühlik muzır mevad ve adat acaba bu köylere nereden geldi? Cahil köylüler bunları kimden öğrendi? Yine tekrar ediyorum köylü cahildir. Köylü menfaat ve mazarratını tefrik ve temyizden acizdir. Ekseriyeti nokta-i nazarından söylüyorum. Yoksa gittiği yolunu tuttuğu işini bilen bazı münevverü’l-fikir zevat tabii müstesnadır. Aklen fena mühlik ve muzır olan bir adetin terki için amcaya söylesek hatta rica etsek “Göreneğimiz eskiden beri adetimiz böyledir terk edemeyiz” der. Kendisine evlad ve dalı olan bir işi ta’rif etsek: “Baba bunu böyle yap ileride bu yüzden hem kendin hem çoluk çocuğun birçok fayda görecektir.” dersek “Göreneğimiz yoktur yapamayız” cevabını verir. Bu kadar cahil olan köylüyü yola getirmek dinini dünyasını söylersin beş söylersin damla damla göl olur kabilinden günün birinde te’sir eder. Şüphesiz amca kendisi gazete okuyacak değildir elbette her köyde bir okur-yazar vardır. Hususiyle harb dolayısıyla hiçbir köy imamsız değildir zannederim. Her ne kadar bu imamların hepsi ihtimal millete değildir. Fakat bu gibi açık ve müessir kitapları makaleleri okuyup anlamak ve ahaliye anlatmaktan aciz olan imam da pek enderdir zannederim. Eğer var ise ferman-ı celilince hitabet ve imamet gibi vazife-i mühimme ve mukaddeseyi ehline tevdi’ etmek tabii Meşihat-i Ma’ruzatımdan dolayı fikr-i acizanem yanlış anlaşılmasın. Köylülerin saya saya bitmeyen ahlak-ı mezmumesini yanlış batıl i’tikadlarını tahsin ve takdir edip vekalet vazifesini deruhde ettiğim yoktur. Belki müşahede ve kanaatlerimi hürriyet-i fikriyye esasına istinaden serbestçe söylüyorum. Köylünün ta ciğerine ruhuna te’sir edip çıkarması ve tebdil etmesi mümkün olmayan o kadar kötü huylar fena fena adetler müdhiş mühlik görenekler şer’a akla fenne mantığa mugayir i’tikadlar vardır ki en muktedir ve ruhşinas üdeba bilmem ki hakkıyla tavsif ve teşriha muktedir olabilirler mi? Çünkü köylünün her hali bir romandır. Acizleri o derece bedbin değilim. Ancak hal-i hazırdaki amcaların fikirlerini tenvir his ahlak seviye ve irfanlarını şan bir ağaca istediğin şekli vermek tabii zordur. Hiç olmazsa herşeye isti’dad ve kabiliyeti olan taze fidana benzeyen çocukları okutalım. Daha küçük iken dinin ulviyet ve kudsiyetini vatan hissini millet muhabbetini ruhlarına ve damarlarına ilkah edelim de babaları gibi olmasınlar. Şimdi burada bir şey daha arz edeyim. İhtimal çok fazla gidiyorsun diyen bulunacaktır. Fakat bu i’tirazı eden zat lütfen bir hafta kadar köy hayatını ihtiyar etsin hiç şüphe etmem ki o vakit beni tasdik eder. Köylünün ekserisinde nikah yoktur. Çünkü zevc ve zevce-i müslime İslam’ın şartını Allah’ını Peygamber’ini dinini Kitab’ını mezhebini kıblesini hatta Peygamber’inin ismini bilmezler. Beynlerinde nikah olup olmadığını benden daha büyük olan ehli cevap versin. Yalnız cehalet yüzünden günde belki bin def’a karısını tatlik eder de haberi yok. Zira ağzı açıldı mı ilk sözü dine imana sebb ü şetm...den ibarettir. Evet bizi kurtaracak ancak maariftir. Her köyde mekatib-i ibtidaiyyenin te’sisidir. Sonra muallimlerin intihab ve ta’yininde de büyük pek büyük dikkat ve i’tina lazımdır. Evvela: Mütedeyyin mu’tekıd muktedir musalli olmak. Saniyen: Ahlak-ı hamide ile muttasıf olmak. Salisen: Vakarını haysiyetini muhafaza eden sözünü tartarak söyleyen söylediğini de her halde icra ve te’sir ettirebilecek zevat tefrik edilmelidir. Yoksa kendini mütefennin muktedir göstermek için değil amcanın ekser-i nasın fikir ve dimağı idrak edemeyen bilip bilmemesine dünyevi uhrevi hiçbir sevab ve ikab terettüb etmeyen mebahisten dem vuran mesela dünya kürevidir hareket ediyor şems büyüktür ve sabittir yıldızlar böyledir... gibi felekiyattan bilmem nelerden bizim amcalar ne anlar? Dünya hareket ediyormuş; varsın etsin! Şems büyük varsın ayrılsın! Amcanın nesine? Bunları bilirse yetmişinden sonra amcaya bir faydası var mıdır? Bilmese dünyevi uhrevi bir mücazatı müstelzim midir? İşte bu gibi –Amcanın nokta-i nazarından söylüyorum– mala-ya’ni şeyler ile vakit geçiren emr-i İlahi ve sünen-i Risalet-penahiden maksad ne olduğunu kat’iyyen bilmeyerek mahz ninesinden dedesinden gördüğü için ara sıra namaz kılan oruç tutan zavallı müslümanlar ile istihza eden muallimlerden zannederim menfaat yerine büyük mazarratlar tevellüd eder. Acaba hakıkatine hüküm ve mezayasına bugün hakıkat-bin olan ecanibin bile hayran ve meftun olduğu bu mukaddes dinin ahkam-ı münifesiyle amel etmekten ne ziyan gördük? Bütün evamiri kaffe-i beşerin menafiini bütün Beni Adem’in dünyevi uhrevi saadet ve selametini kafil olan; nevahisi ise mutlaka vücud-ı Beni Adem’in ilel ve emrazdan felaket-i helakten sıyanetini müstelzim olan bir dinin evamirinden tebaud menhiyatına taannüd edercesine temessük edip de belamızı bulduk ise bunda dinin ne kabahati vardır? Hasılı ben vasat derecede bir köy hocasıyım. Münakaşa ve mübahaseye kudretim vaktim yoktur. Ancak birçok zamandan beri herşeyden bahsediliyor da devletin ve hükumetin rükn-i mühimmi belki ruhu olan bu zavallı köylüler ma’nevi ilel ve emrazı teşrih ile alakadar olan zevat-ı kiramın enzar-ı şefkat ve hamiyyetlerine acizane vaz’ ediyorum. Düşünsünler bu mühlik cehalet ahlaksızlık ve i’tikadsızlık yet ediyor– ta esasından yıkmak ve imha etmek için her ne lazım ise Allah rızası için tevessül buyursunlar. Ve mine’llahi’t-tevfik. Hazret-i Peygamber Efendimiz’in en büyük mu’cizeleri bize tebliğ ettiği şeriat-i celilenin tıbbi ictimai felsefi evamir ve ahkamla dolu olmasıdır. Bazen bir hükmün sebebini birden bire anlayamıyorsak da mürur-ı zamanla ne kadar büyük bir hikmet-i icitimaiyye ve sahihaya mübteni olduğunu nin mazarratı ne kadar müdhiş olduğunu her millet anlamış ve ona göre tedabir-i zecriyye ve mania ittihaz eylemiştir. meler layihalar ve kanunlar ısdar etmiştir ki kendi memleketinde Buna rağmen gerek Harbiye Nezareti gerek İ’malat-ı Harbiye Nezareti bugün daha şedid kanunların ısdarını musırran talep ediyorlar. Ve kat’i muzafferiyeti ihraz edebilmek için testo ederek hükumete hücum ediyorsalar da içki aleyhdarları: Cinayet işlemek halkı zehirlemek safderunları iğfal etmek dolandırmak bir san’at-ı meşrua addolunmadığı gibi zehirli ve müfsid te’siratı meydanda olan içkinin de hürriyet-i ticaret namına serbestisi meşru’ değildir. Buna müsaade etmek milletle istihza etmek demektir... diye cevap veriyorlar. kil olunan komisyonun verdiği rapordan anlaşılıyor ki küul: Gıda değildir. Ve gıda yerine kaim olmaz. A’sabda müdhiş tahribat yaptığı halde vücuda hiçbir faydası yoktur. İçki hararet-i a’sabı ve kanı tahriş ettiğinden vücud onu harice atmak istiyor ve bundan hararet hasıl oluyor ki bu hal marazi bir alamet sayılır. Baygınlığa karşı isti’mal olunduğu vakit hasıl olan tenebbüh mi’dede tevlid ettiği tahriş ve hafif başka vücuda hiçbir faydası yoktur. yerek ulemasından siyasiyyunundan muharrirlerinden meb’usan ve a’yanından bin kişi bir ariza imza ederek içkinin mazarratından şikayet ile men’ini talep ediyorlar. Bu arizayı neşr eden Times gazetesi diyor: “Eminiz ki en ileri gelenlerimizden on binlercesi bu arizayı imza edeceklerdir.” nen tercüme ediyoruz: Ahval-i hazıranın nezaketine nazaran milletin en büyük uleması ve mütefekkirleri tarafından pek hayati bir mes’eleye aid olmak üzere hazırlanan böyle mühim bir arizanın kabineye takdim olunması tarih-i millimizde pek nezih ve bala bir mevki’ tutması muhakkaktır. Bunun için bu arizayı neşr ediyoruz. Vazı’u’l-imza bin zattan başka yeniden imza edenlerin isimlerini de diğer nüshalarımızda neşr edeceğiz. Bu bizim borcumuzdur. “Biz Britanya Adaları ahalisi millet namına hükumetten kendi kuva-yı milliyyemizin son derecesine kadar istihdam ve tevhidini istirham ederiz. Bizi zafer-i kat’iden mahrum bırakan ve istikbalimizi tehdid eden iki tehlike vardır: Biri küulün kuvve-i muhribesi diğeri çocuklarımızın hayatlarının ki bizi zaif düşüren bu iki tehlikedir. Halbuki bunların men’ ve izalesi elimizdedir. Eminiz ki içki beliyyesini aramızdan kaldırmakla harb cebhesindeki kuvvetimiz tezayüd edecek düşmanlarımıza karşı mechudat-ı milliyyemiz kesb-i kuvvet ve şiddet eyleyecektir. Evet içki beliyyesini kaldırmış olsa idik şimdiye kadar altı cebhedeki muharebatta duçar olduğumuz hüsran ve inkisarı kuvvetimizi tezyid etmekle izale edebilirdik. Fazla asker sevk etmek ve i’malat-ı harbiyyemizi ziyadeleştirmekle bu hüsran ve inkisara meydan bile vermezdik. Milletimiz askerlik usulünü diğer büyük müttefiklerimiz gibi kabul ettikten sonra hükumetimizden istirham ederiz ki en büyük müttefiklerimizle rekabet edebilmek için ordumuzu tezyid ve isti’mal edeceğimiz esliha ve cebhaneyi ma’mulat-ı milliyyemizden te’min etmeliyiz. Küulün te’sirat-ı muhribesi ordumuzun ma’neviyatını bozuyor. Askerlerin ahval-i ruhiyyesini ihlal ve cesaretlerini kesrediyor. Milletin kuvve-i istihsaliyyesini tenkıs ediyor ve böylelikle harbin ömrünü uzatıyor. Bu cehennemi ticaretin teemmülünüze arz ediyoruz: sebeble cebhe-i harbde bulunan ordunun vazifesi atalete uğruyor. On binlerce kişi içki dolayısıyla vezaif-i milliyye askeriyye ve i’malat-ı harbiyyelerini bi-hakkın ifa etmekten aciz kalıyorlar. Böyle en muktedir gayur ve çalışkan amilleri yor nakliyatımız teehhur ve tahtelbahr tehlikesine ma’ruz kalıyor. Havuzlarımızda ta’mirat bahriye fabrikalarındaki Hacat-ı zaruriyyemizi tenkıs erzakımızı bel’ ediyor. İçkinin bütün ordularımızın istihlak ettiğinden fazla şeker kullanılmıştır. Kuvve-i maliyyemizi tahrib ediyor: Evet bunu isbat etmek için deriz ki yalnız yirmi ay esnasında İngiliz milleti miştir. Kuva-yı milliyyemizi parçalamıştır. İçki fabrikalarında hububat zer’iyyatında kullanılmakta olan amele yarım milyon kişiden ibarettir. Küul i’malatı için zer’ olunan arazi bir milyon acreden fazladır. Bir acre: Dört dönüm içki fabrikaların Vesait-i nakliyemizden elli milyon ton işgal etmiştir. Kuvve-i ahlakıyye ve ma’neviyyemizi tezelzüle uğratıyor: Hayvani şehvetleri tahrik fuhuş ve münkerata teşvik ettiğinden binlerce çocuklarımızın on binlerce askerlerimizin hayatlarını tehlikeye ilka ediyor. Evet askerlerimizin içki yüzünden duçar oldukları felaketleri harbin bidayetinden beri tezahür etmiş olmasından dolayı Harbiye ve Bahriye Nezaretleri tarafından mütehassıslardan müteşekkil komisyon bunun tedkıki için me’mur edilmişti. Bunun netice-i tahkıkat ve tedkıkatında müskiratın bey’ ve füruhtunu idare ve murakabe edecek bir hey’etin teşkili ve şedid nizamnamelerin vaz’ı taleb olunmuştur. On sekiz aydan beri müskirat füruhtunu murakabe eden bir hey’et teşekkül etmiş ve halk arasında hüsn-i te’siri görülmüş olmakla beraber sanayi’ merkezlerinde hiçbir te’siri olmamıştır. Halbuki bu merkezler her yerden ziyade cebhede bulunan ordularımızın vaz’ıyetiyle alakadardır. Maatteessüf on sekiz aydan evvelki korkunç ve fasid vaz’ıyet orada bakıdir. Yani cebhedeki siperlerde bulunan askerlerimiz aramızda hüküm-ferma olan düşmanın içkinin gadrine kurban oluyorlar. Şimdiye kadar bezl ettiğimiz gayrete rağmen mesela Clyde Nehri boyundaki fabrikalarda boş boşuna zayi’ olan zamanı ancak yüzde yarım tenzil edebildik. Amelelerin ücuratı fuhşiyata koşuyorlar. Zevk u safa ile meşgul oluyorlar. Halbuki vatanın en zinde ve en gayur evlatları düşman karşısında en tehlikeli vaz’ıyette bulunuyor ve kendi vatandaşlarının etmeye uğraşıyor ve canlarını feda ediyorlar. luktan ibaret değildir. Bilakis içkinin te’sirat-ı taliyyesinden dolayı amelenin tenbelliği kuvvetsizliği ve her türlü mesaiden teneffürü dahi büyük bir tehlike istihsalatımızı pek çok tenkıs eden müdhiş bir afettir. Bir seneden beri saray-ı mülukanemizde içkiden bir zerre kalmamıştır. Ma’lumdur ki bir sene evvel i’malat-ı harbiyye fabrikalarındaki mühendislerle harbiye ve bahriye ümerası müctemian bütün memleketimizin içki beliyyesinden tathir edilmesini hükumetten taleb etmiş oldukları gibi vesait-i nakliyye sahibleri de ordu ve donanma efradına merhameten bey’-i müskiratın ilgasını musırran istirham etmişlerdi. İ’malat-ı sefain fabrikaları alenen beyan etmişlerdir ki içki beliyyesi ortadan kalkacak olursa harbin devamına rağmen memlekete lazım olan herşey i’mal olunabilir; bundan başka milletin her ferdi siperde çarpışan askerlerimiz gibi vazifesini hüsn-i suretle ifa eder. Bütün bu sarih hakıkatlere rağmen içki beliyyesi hala memleketimize bir kabus gibi musallattır. Fabrikalarımızın yaptığı tahribatı milletin ahval-i ictimaiyye ve iktisadiyyesini ne kadar zarar-dide etmiş olduğunu beyan etmek müşkildir. çok uzun sürer. Men’ yahud tahdid-i bey’-i müskirat cem’iyetinin faaliyetinden dolayı milletin efradı hüsn-i ahlak sahibi olmuştur. Polis müdirleri ceraimin tenakusundan asayiş ve sükunetin şehirlerimizde daha fazla hüküm-ferma bulunmalarından dolayı alenen teşekkür etmektedirler. Mahkemelerimizin celseleri pek kısaldı ve birçok hapishanelerimiz bomboş kaldı. Hükumet müskirat füruhtunu her yirmi dört saatte iki saate hem pek fasılalı nöbetlere hasrettiği halde ahaliden şayan-ı dikkat bir şikayet yahud ehemmiyetli bir menafi’-i umumiyyenin te’mini için her türlü fedakarlıkta bulunmaya azmetmiş olduğunu anlamalıdır. Eminiz ki bizi tehdid eden tehlikeler milletin efradı arasında şuur-ı milli ve gayretin tenakusundan neş’et etmiyor. Bilakis amelenin ücuratı tezayüd etmiş ve en çoğu kavaid-i parayı içki ve işrete sarf etmekten tehaddüs eyliyor. En reşid ve dur-endiş hükumetin yapacağı en ma’kul hareket millette fazail-i ahlakı mekarim-i adatı hüsn-i terbiyyeyi tezyid ve nakais-i ahlakıyye ve adat-ı mezmumeyi men’ etmekten batını içmekten men’ ile mükellefiz. Böylelikle sıhhat-i umumiyyeyi tarsin fazla ücuratı tasarruf ve sarfiyat-ı yevmiyyemizdeki tezayüdü –ki düşmana bir nevi’ yardım ve milletin mukavemetini tenkıs demektir– men’ edebiliriz. Efrad-ı millet verginin iki misline baliğ olmasından müşteki ve muzdarib iken her gün içki ve müskirat için yarım milyon lira sarf etmemiz ağlanacak ahvaldendir. Amelemiz servet-i milliyyemizi tezyide ve aldıkları fazla ücuratı istismar edecekleri yerde birçok ailelerin keder ve hüzünlerine binlerce vakitsiz mezarın açılmasına ve on binlerce kişinin felaket ve ma’luliyetine sebeb oluyorlar. Yüzbinlerce çocuklarımız nan askerlerimizden yalnız bir misyoner cem’iyetine kırk arzuhal gelmiştir. Bu arzuhal sahibleri kendi ailelerinin içki yüzünden fuhuşa ve fesad-ı ahlaka düşmüş olduklarından papasların vesayeti altına vaz’ olunmasını taleb ediyorlar. Bütün bu feci’ ahval içki beliyyesindendir. doldurmak istediğini makam-ı i’tirazda serdederler. Onlara cevaben deriz ki: Hiçbir müdebbir hükumetin böyle hasis ve muzır bir vergi ile zengin olmaya çalıştığı yoktur. Şayet varidat-ı hükumetin tenakusundan korkuyorsanız Rusya’nın ve müstemlekatımızın yaptıkları tecrübe ve hüsn-i misalden müstefid olmalıyız. Rusya votkanın bey’ini men’ etmiş Fransa dahi apsentin füruhtunu yasak etmiştir. Kadınlara çocuklara ve askerlere her türlü içkinin bey’i tamamen memnu’dur. Kanada’da dahi içki beliyyesi kaldırılmış olduğundan hapishaneler boşalmaya efrad-ı millet yüzünde asar-ı sıhhat nümayan olmaya başlamıştır. Rusya hem paraya hem de kuvvete muhtac idi. Müskiratı men’ etmekle ikisini de elde etmiştir. Efradın iddihar ettiği para yüzlerce def’a tezayüd etmiştir. Harbden evvel tasarruf sandıklarındaki mevduat yüz seksen bin liradan yon altı yüz bin liraya baliğ olmuş senesinde ise on iki milyon lira olmuştur. Rusya’nın hasılat-ı sınaiyyesi bu memnuiyet sayesinde yüzde otuz tezayüd eylemiştir. Bizde ise bu cüz’i memnuiyet dolayısıyla ancak yüzde on nisbetinde bir tezayüd hasıl olmuştur. İşte yalnız bu ziyade içki vergisinden aldığımız paradan fazladır. Para mes’elesinden ziyade alem-i ticarette ve ebhar-ı cihanda haiz olduğumuz mevkie ehemmiyet vermek mecburiyetindeyiz. Tahtelbahr yüzünden kaybetmekte olduğumuz gemilerin yerine sefain-i ticariyye yapmayacak olursak muzafferiyetimiz meşkuk olur. Muzafferiyetimiz muhakkak olsa bile o gün geldiği vakit bizi servet-i milliyyemizin ve saadet-i kavmiyyemizin en mühim rüknü olan ticaret-i bahriyyeden mahrum bir halde bulacaktır. Harb esnasında nakliyye gemilerimizin şiddet-i lüzumu derkar olduğu halde müskiratın nakline iki milyon tondan fazlasını tahsis etmek ma’nasız ve gülünçtür. Bu zehirli ve müfsid ticaret hem vesait-i nakliyyemizi işgal hem de gemilerimizin gelen amelemizin faaliyetini tenkıs ve hareketimizi te’hir ediyor. Bir taraftan tahribat bir taraftan da inşaatımızın tenakusu meydanda iken bi-taraf devletlerin hummalı bir faaliyetle fazla gemiler i’maline gayret etmeleri bizi korkutuyor ve müstakbel iktisadımızı zulmetlendiriyor. like her vakitten ziyade olmuştur. Cesur müttefikimiz olan Fransa Almanlar Paris’in kapısında bulundukları zamanda bile vefeyat-ı etfali hadd-i asgarisine indirmekle kesb-i iftihar etmişlerdir. Tabii Paris’in yaptığı şeyi şehirlerimizin her birisi yapmaya muktedirdir. Fakat bunun için gayret-i milliyye faaliyet-i kavmiyye hükumetin ve milletin tesanüdü lazımdır. Etfalin hayatını tehdid eden her tehlikenin izalesi mümkündür. Fakat her şeyden evvel en büyük tehlike olan Bizi zaif düşüren ve izalesi mümkün olan küulden büyük bir tehlikemiz yoktur. Harb zamanında faaliyetimizi berbad hazar esnasında refahiyetimizi ihlal eden küuldür. Şimdi ise onun mazarratı eskisinden on binlerce def’a fazladır. Küulün te’sirat-ı müfsidesi dolayısıyla ahalimizin bir öşrü fuhşiyat ve fesad-ı ahlaka ve bu yüzden de emraz-ı zühreviyyeye mübtela oldular. Gerek içki ve gerek onun asar-ı muzırrası sayesinde tevessü’ eden frengi illetinin hayat-ı etfalimize ve nüfusumuza ika’ edegeldiği tahribata karşı sakit kalmamız sulhden sonra yeniden içkinin tevsii ile şimdiki nizamnamelerin daha şeni’ ve elem-nakdir. senesinde amelemizin içki yüzünden kaybettikleri zaman iki yüz yetmiş bin güne baliğ olmuştu. Yani iki yüz yetmiş bin amelenin bir günde yapacakları işi kaybettik. Ordumuz aynı senede yine içki sebebiyle iki yüz on altı bin askerin bir günde icra edecekleri hidemattan mahrum kalmıştır. Bunun için Cem’iyet-i Tıbbıyye-i Kraliyye yani İngiltere’nin en büyük ve en muhteşem tıbbi cem’iyeti vatanın selameti nüfusun tezayüdü neslin muhafazası ve mevcudiyet-i milliyyemizi muhafaza edebilmek için müskiratın bey’ini men’ küulün zehirli te’siratına karşı i’lan-ı harb ile milletin tereddisine sebeb olan içki beliyyesini tahdid [ve] eylemiştir. Şüphe yoktur ki bütün bu korkunç mazarratların sebebi Yine şüphe yoktur ki hükumet tarafından müskiratın bey’ ve füruhtunu tahdid etmek üzere ittihaz olunan tedabir millet tarafından kemal-i meserretle kabul edilir. İstiklal-i milliyyemizi tehlikeye istikbalimizi şan ve azametimizi felakete ilka etmemek ve harb-i umumiden muzafferen çıkabilmek için küul levsinden tathir edilmiş bulunmasını millet çehar çeşmle bekliyor. Eminiz ki bir millet içinde küul gibi gizli ve kanlı bir düşman kaldıkça müttehid olmak bütün kuva-yı vataniyyeden olmak imkan haricindedir. Biz bazı muslihler gibi içki isti’malinde i’tidali taleb etmekle ku’l-kelim ve en muhterem simaları olarak hükumetten musırran taleb ederiz ki: Hürriyet uğuruna sonuna kadar harb etmek için resmi komisyonlar mütehassıslar İnşaat-ı Sefain Cem’iyeti tarafından Martında resmen hükumete takdim olunan raporlar mucebince içki beliyyesini tamamen ortadan kaldırmalıdır. Bu raporları yazanlar içki düşmanlarından değilken harb esnasında onun asar-ı muhribesini görerek; onun şeni’ feci’ ve mahuf seyyiatından mütevahhiş ve müteessir olarak milleti kurtarmak üzere böyle muhık bir talebde bulunmuşlardır. Başvekilimiz mühim bir nutkunda sun her türlü fedakarlıkta bulunmak ve namus-i millimizi muhafaza edebilmek için büyük küçük bütün efrad-ı millet mütesaviyen her türlü müzayakaya tahammül etmek elzem ve zaruridir. Binaberin milletimize acımak hayat-ı kavmiyyemizi tehlikeden kurtarmak ve istikbalimizi muhafaza edebilmek müskirat mahallerinin ruhsatnamelerini geri almalı ve hiç olmazsa harbin nihayetine kadar içkiyi men’ etmelidir. fırsattır. Eminiz ki İngiliz milletinin her ferdi kendi KralımızFransa ve Rusya’nın küulün mazarratını men’ etmek üzere tecrimi meyhanelerin istirahat ve tenezzüh yerlerine kalb ve tahvili gerek amelemizi ve gerek askerlerimizi mennun edecek milletin kuvvetini tezyid ve neşat ve neşvemizi teksir eyleyecektir. Azim ve gayret-i milliyyemiz meydana çıkacak; on milyonlarca efrad-ı milletin sıhhatlerini tahrib ahlaklarını yab olacaklar; fazail-i ahlak ile temeyyüz ve makbul adatla mütehalli olacaklar; vücudca kesb-i afiyet ve kuvvet edecekler. Müttefiklerimizle herşeyde müttehid olduğumuz gibi ediyoruz ki milletten emin olsun. Azim ve şiddetle müttefikleri gibi hareket etsin. Harb-i umumide mukadderat-ı milletimizi selamet sahiline isal edebilecek bir azimde bulunduğunu göstermek ve isbat etmek için içki muharebesinde muzaffer olmalı ve bu belayı memleketten tamamen tard ve Baladaki arizanın mealinden dünyanın en muhteşem hükumetlerinden birinin içkiden ne kadar muzdarib olduğunu görüyoruz. Uleması ve mütehassısini yek-zeban olarak tahrim ettiği bir şeyin men’ini istiyorlar. Ve en koyu müslümanlar gibi kemal-i şiddetle hücum ediyorlar. Bununla da etmektedirler. İşte bu İslam’ın büyük bir mu’cizesidir. Müslümanlar bunu kemal-i ehemmiyetle nazar-ı ibret ve intibaha almalı; dinlerinin ne kadar yüksek menafi’-i beşeriyyeye ne derece i’tinakar olduğunu anlamalıdırlar. Şimdi İngiliz milletinde iki fikir vardır: Biri hükumet içki tüccarlarına ehemmiyet vermeyerek menafi’-i amme namına bütün müskiratı men’ etmelidir. Diğeri bu cinayetkar maddenin tüccarları zengin ve erbab-ı nüfuz oldukları cihetle memnuiyete engel olmamaları için hükumet memlekette bulunan bütün içki fabrikalarını satın almalı ve ancak mahrukat ve san’at için lazım gelen küulün i’maline müsaade etmelidir diyorlar. Yani her iki taraf içkinin men’ini kabul ediyor. Yalnız vesaitin isti’malinde fark vardır. Kiliselerin muhtelif mezheblerin rüesası bu men’-i müskirat cereyanı başına geçiyorlar. Dört seneden beri daima hal-i ihtilafta kalan muhtelifü’l-mezheb kiliselerin rüesası men’-i müskirat meclis-i umumisi namında bir müessese teşkil etmişlerdir. Bunların ta’kıb ettikleri ahvali zikr etmezden evvel isimlerini söyleyelim: Babtist Men’-i Müskirat Cem’iyeti Babtist ve Monmouthshire Men’ Edecek Katolik Cem’iyeti İngiltere Resmi Kilisesinin Tahfif-i Müskirat Cem’iyeti Muhtelif Kiliselerin Taklil-i Müskirat Cem’iyeti Arkadaşlar Cem’iyeti Moravya Kilisesi Presbiteryen İngiltere Kilisesi Presbiteryen ve Vels Taklil-i Müskirat Cem’iyeti İbtidai Usul Taraftarı Tahdid-i Müskirat Cem’iyeti. Bunların ta’kıb ettikleri program dokuz maddeden ibarettir. Geçen sene İngiltere’de her türlü tahdidat ve memnuiyete rağmen içki uğruna milyon lira sarf edilmiş olması bunların faaliyetlerini tezyid ediyor. Programları şunlardır: Pazar günleri bey’-i müskiratın tamamıyla memnu’ olması. Haftanın muhtelif günlerinde bey’-i müskirat saatlerinin tahdid ve tenkıs edilmesi. Bey’-i müskirata tahsis olunan yerlerin tenkıs ve verilen ruhsatnamelerin kısmen istirdad edilmesi. Ruhsatnamelerin i’ta ve men’i hususunda mahalli hey’etlerin nüfuz ve salahiyetleri tevsi’ olunması. Kulüplerin ve ictima’ yerlerinin şedid bir murakabe altında bulundurulması. Bakkallara verilen bey’-i müskirat ruhsatnamelerinin geri alınması. Küçük çocuklara ve gençlere müskiratın bey’ini kat’i surette men’ eden bir kanunun ısdar edilmesi. Mahalli Efkar-ı Umumiyye Meclisin kasd ettiği mana: Bir mahalde bulunan bey’-i müskirat yerlerinin tezyid tenkıs veyahud tamamen ilgası için her mahallenin ahalisi üç def’a re’y-i amm usulü mucebince beyan-ı fikir etmeleri lazımdır salahiyeti tevsi’ olunmalıdır. –Programın en mühim maddesi budur– meyhaneler birahane ve içki kulüplerinin yerine kaim olacak istirahat tenezzüh meserret ve nezih ictima’ yerleri hazırlamaktan böyle müesseseseler olmadıkça içki ibtilasına şimdiye kadar alışmış olanları men’ etmek pek güç olur. Halbuki bunu te’min ettikleri gibi mes’eleyi hüsn-i suretle halletmiş olurlar. Bu meclisin başında İngiltere’nin en büyük reis-i dinisi bulunuyor ve bu meclisin haiz olduğu büyük nüfuzdan intihabatta venet vaad ediyorsa ona zahir olacaklardır. Mecmuaların münakaşatı miyanında men’-i müskirat kadar ehemmiyetli bir mevzu’ yoktur. nazarında milletin düşmanı ve halkın celladı töhmetinden kurtulmak için bu mes’ele hakkında ayrı bir program takdim ediyorlar. Bunların hazırladıkları programın en sonuncusu şudur: Harb-i Umumi esnasında ve ondan sonra bir sene nihayetine kadar her türlü içki isti’mali men’ olunmalı. Harbden sonra rakı ve fazla küulü havi olan meşrubatın memnuiyeti devam etmelidir. Harbden sonra müskiratın men’-i füruhtu devam etmeli re’y-i amma müracaat halinde ekseriyet meşrubatın isti’maline karar verse bile her mahallenin salahiyeti münferid ve müstakil kalmalıdır. Şayed harbden sonra memleketin her tarafında veyahud bazı taraflarında biranın isti’maline müsaade olunacak olursa havi olduğu küul yüzde ikiden fazla olmamalı ki bu kadarı müskir olmaz. Harbden sonra fabrika sahiblerine kable’l-harb te’min ettikleri kar beş sene için te’min olunmalı. Bu müddet hitamında hiçbir fabrika sahibine tazminat vermeden veyahud satın almadan hükumet bütün içkinin i’malini men’ etmelidir. Bu ma’lumatı muasır Contemborari Mecmuası’ nın Ağustos tarihli nüshasından alıyoruz. El-hasıl her yerde her memlekette içkinin aleyhinde müdhiş cereyanlar peyda oldu. İslamiyet’in bundan daha vazıh ve beliğ bir mu’cizesi olmaz. Fakat acaba bizde ahkam-ı diniyyemiz sarih olduğu halde neden Bab-ı Meşihat ve ictimaiyat üstadları bu beliyyeye karşı bir şey yapmıyorlar? Acaba millete acıyacak halkımıza rehber olacak alimlerimiz yok mudur? Neden ulema ile doktorlar toplanıp da men’-i müskirat için çalışmak üzere bir cem’iyet teşkil etmiyorlar? Bab-ı Meşihat bu işlerle kendisini hiç alakadar addetmiyorsa şeair-i İslamiyyemizi muhafaza ile mükellef olan Şeyhülislam Efendi hazretlerinin bu hususta lazım gelen ciddi teşebbüsatta bulunmalarına intizar ederiz. Adab-ı umumiyyemizi sıyanet etmek azm-i kavisinde bulunan muhterem Dahiliye Nazırı İsmail Canbolat Beyefendi Sıhhıye Nazırı olmak hasebiyle hem milletin ahlakını hem sıhhatini muhafaza etmek isterlerse içki beliyyesini ortadan kaldırmalıdırlar. O vakit hem fuhşiyat ve fesad-ı ahlak hem de sıhhatin tedennisi ve neslimizin tereddisi zail olur. Onun himmetinden bu fi’l-i hayrı bekleriz. Elinde İslamiyet’in silahı hakayık-ı tıbbıyyenin kuvveti ve milletin ekseriyet-i mutlakasının müzahereti varken muzafferiyetten emin olsunlar. Müslüman bir devletin müslüman bir nazırı için bu gibi fenalıkların önüne geçmek en mühim bir vazifedir. Ve her şeyden akdem ifası vacibdir. Sonra bu münasebetle yeni İaşe Nazırı Kemal Beyefendi’ye de mühim bir ma’ruzatımız vardır. Vesika ekmeklerinin hali ma’lum. Halk bu kadar muzayakada iken un bulmak binlerce çuval en a’la arpaları bazı ecnebilerin ve muhtekirlerin zevklerini tatmin etmek üzere Bomonti Bira Fabrikasına sevk olunuyor. Bira ekmek gibi havayic-i zaruriyyeden değildir. Meşruti hükumetler daima ekseriyetin amal ve menafiine hizmet etmekle mükelleftir. Binaenaleyh biranın rine vesika ekmeğine katmak pek muvafık olur. Zira vesika ekmeği yemeye mecbur olanlar harbin en ağır yükünü taşımaktadırlar. Herşeyden evvel bunları düşünmek mukteza-yı hamiyyet ve vazife-i hükumettir. Milletin sizden beklediği müfid hidematın başında sıhhat-i umumiyyeye pek nafi’ olan; hem mazarratı def’ hem büyük menfaati müstelzim olan bu emr-i hayra tevessül buyurmanızı menafi’-i umumiyye namına istirham olunur. Cenab-ı Hakk cümlemize hidayet ve muzafferiyet ihsan eylesin amin. – – Şarkı medreseleri kütübhaneleri rasadhaneleri devavin ve adabı müverrihleri ve coğrafiyyunu hastahaneleri daru’s-sınaaları ile bir tarafa bırakalım da nazarlarımızı Kahire’ye bilhassa onun Devlet-i Fatımıyye devrindeki haline tevcih edelim. Görürüz ki burada da ulum ve adab pek büyük bir revac ve i’tibar kazanmıştır. Hele müluk-i Fatımıyye’den Melik Aziz ile Hakim zamanlarında Kahire o muazzam mebani-i irfanıyla sair gunan müessesat-ı medeniyyesiyle Bağdad ile müsavi bir mertebeye irtika etmiştir. Çalar saat pandülünün mucidi olan Kahire hakimi İbni Yunus tarih-i vefatı’un hatırlardan çıkması imkanı var mıdır? Şerif İdrisi tarih-i viladeti’nin Kurtuba’da ikmal-i tahsil ettikten sonra on ikinci asr-ı hicri evailinde Sicilya Kralı Rocir’in kendini ne suretle maiyyetine kabul ettiğini tarih bize haber veriyor. Şerif kral namına sekiz yüz batman sıkletinde gümüşten bir tablo i’mal ederek memalik-i alemin etmiş olduğu eserini üç asır kadar müddet Avrupa harita ressamları aynıyla kopya ediyorlar ve mündericatına pek az bir şey ilave edebiliyorlar idi. Ondan yüz sene sonra Sicilya Kralı İkinci Friedrich feylesof-ı şehir İbnü’r-Rüşd’ün oğullarını maiyyetine alarak tarih-i tabiiden nebatat ve hayvanat ilimlerini onlardan öğreniyor Sekizinci asır zarfında peyda-yı şöhret etmiş olan Ebu Musa Ca’fer el-Kufi ile Ebu Bekir-i Razi ve emsaline aid müellefatın tedkıkini bize bu dühat-ı İslam tarafından hamız-ı kibrit ile ma’-i melekinin ne yolda ihtira’ edildiğini civa istihsaline cevahir-i kühuliyyenin tahmirine ne suretle muvaffak olduklarını öğretiyor. Ebu’l-Kasım Halef bin Abbas el-Bukarisi’ın fenn-i cerrahiyi te’sis ve bunun için icab eden alat ve edevatın eşkaliyle öğreniyoruz. Mesaneden taş çıkarmak için yapılacak ameliyenin ilk def’a mevkiini ta’yin eden Ebu’l-Kasım’dır. cab-ı hacizi keşfe muvaffak olması İslam’ın fen alemindeki parlak muvaffakıyatının en mühimlerindendir. Bu gibi eazım-ı ulema İslam memleketlerini dolaşırlar her gittikleri memleket hükümdarından büyük büyük iltifatlar görürler ehemmiyetli mikdarda caizeler alırlar idi. Meclis-i mahsusalarını kayd ve zabt etmek üzere etraftan fevc fevc akıp gelmekte olan tullab-ı ilim ile dolardı. Ulema-yı İslam’ın fünun sanayi’ ulum siyaset ve saireye aid eserleri maatteessüf zaman geçtikçe enzar-ı istifadeden nihan olu[yo]r ve peyderpey tamamıyla ortadan kalkmaya mahkum bulunuyor idi. Bereket versin Hollanda’da Fransa’da Almanya ve İngiltere’de bir takım müsteşrikler bu gibi asarı ciddi bir i’tina ile araştırıp bulmaya ve bu suretle birçoklarını nisyan ve ihmalin pençe-i tahribinden kurtarmaya muvaffak oldular. Bu eserlerin mühim bir kısmı Avrupa-yı garbi matbaalarında tab’ olunmakta olduğunu nazar-ı memnuniyetle görmekteyiz. Müellefat-ı İslamiyyenin birçokları Endülüs’ün Araplarda bulunduğu zamanlar Latince’ye ve sair Avrupa lisanlarına nakil ve tercüme edildi. Ezcümle Roma’da Papa Robert ve diğerleri riyaziyat tabiiyat felekiyat ve saireye müteallik birçok eserlerin Latince’ye nakli hususunda büyük bir eser-i gayret gösterdiler. Hülasa İşbiliye Gırnata Mürsiye Tuleytula Sebte Tanca Merakeş Cezayir Tunus Kayravan Kahire Şam Irak Fars Buhara Hind Sibirya ve sair birçok bilad-ı İslamiyyede vücuda getirilmiş muazzam kütübhaneler cesim medreseler cihanın gözleri önünde vakur ve muhteşem birer abide tarzında yükselerek İslam’ın irfan ve medeniyetini temsil ediyorlar idi. yevm istihzar-ı edviye kanunu namı verilen fen de onların miras-ı faziletleridir. Bu fen Salerna şehrinden neş’et etmiş ve oradan Cenubi Avrupa memalikine yayılmıştır. Müslümanlar ilk asırlarda mesailerini medeniyetin yalnız bir şu’besine hasr etmiyorlar bütün şuabatında mütenasib bir tarzda ibraz-ı faaliyet ediyorlar idi. Binaenaleyh ulum-ı riyaziyye tabiiyye siyasiyye teşriiyye ile şiir ve tahrir ile meşguliyetleri gemicilik seyahat sınayi’-i tezyiniyye musikıye büyük bir ehemmiyet atf etmelerine mani’ olmuyordu. Şehirleri i’mar ve tanzim etmek yeniden şehirler vücuda getirmek ağır kumaşlar kıymetdar esas [ ] metin ve zarif halı kilim ve sair edevat-ı tezyiniyye i’mal eylemek gibi hususatın da faaliyet-i medeniyye-i İslamiyyeden büyük bir nasibi vardı. Müslümanlar Kur’an larının ve ayetleriyle kabul etmiş olduğu düstur mucebince yeryüzünde mevcud her türlü zib ü zinet refah ve ihtişam esbabından istifade hakkına malik idiler. Binaenaleyh Emeviye ve Abbasiye hulefasıyla müluk-i Fatıma ve Aleviyenin selatin-i Osmaniyye’nin Asya’da Afrika’da Garbi ve Şarki Avrupa’da kıymetdar eşya ve evani işlemeli ve murassa’ serirler zerbeft kumaşlar kollanmış yünden pamuktan ipekten ma’mul ve gayet ince ve nazik libaslar giymiş olduklarını tarihte okursak hiç hayret etmemeliyiz. Ne hacet Avrupa tarihleri Endülüs Araplarının giydikleri ridaların güzelliği ve kıymeti hakkında akıl ve hayallere sığmayacak rivayat ile doludur. Müslümanlar tarihlerinin bidayetlerinde binalarının gerek tarz-ı mi’marisi gerek usul-i tezyini i’tibariyle Yunanlıları ağır ve müşekkel bir takım şekiller resm etmek tarz-ı inşada tirdikleri münhaniler taksimler çiçeklerle mukallidi oldukları akvama faikıyyet ve rüchan kazandılar. Onuncu onbirinci ve onikinci asırlar olunca müluk-i Mervaniyyin müluk-i Muvahhidin ve emsali mağribde hendese ve tezyinat-ı mi’mariyyeyi vasi’ mikyasta terakkı ettirdiler ve bu sayede tarz-ı mi’marileri taklid şaibesinden kurtularak müstakil ve sırf İslami mahiyet iktisab etti. Daha sonra Kurtuba İşbiliyye Gırnata’da hayretbahş bir surette inkişaf ve terakkıye mazhar olan İslam tarz-ı mi’marisi fennin hakıkaten evc-i bala-terinine vasıl oldu; vücuda getirdiği asar dünyanın her tarafında birer mu’cize-i san’at telakkı edilmeye başlamış ve mesel-i sair hükmüne girmiştir. Zat-ı hazret-i hilafet-penahi tarafından geçen Perşembe günü saray-ı hümayunda Seyyid Ahmed Şerif es-Senusi hazretleriyle maiyyetleri erkanına bir ziyafet-i seniyye keşide buyurulmuştur. Halife-i a’zamımız hazretleri Şeyh-i müşarun-ileyhe karşı fevkalade iltifatlarda bulunmuş ve ba’de’t-taam yed-i hümayunlarıyla murassa’ Osmani nişanını Senusi hazretlerinin göğsüne ta’lik etmek lütf-i alü’l-alini rayegan buyurmuşlardır. Esna-yı musahabede emirulmü’minin efendimiz hanedan-ı al-i Osman ile aile-i Senusiyye arasında geçen şu hadise-i fevkaladeden bahs etmişlerdir. Vaktiyle cennet-mekan Sultan Murad Han-ı Hamis ile Seydi el-Mehdi arasında bilvasıta muhabere cereyan etmiş yetin terakkı ve tealisine müslümanların intibahına halife-i zaman ile müttehiden çalışacak idi. Halbuki o zamanlar Seydi el-Mehdi Afrika-yı merkezide hal-i faaliyette bulunan Fransızlara karşı mücahede ile meşgul olmakta ve yeniden birçok zaviyeler te’sis etmekte bulunduğundan da’vet-i vakıayı kemal-i minnetle telakkı eylemiş iken icabete muvaffak olamamıştı. Maamafih günün birinde sülalesinden gelecek bir zatın İstanbul’a giderek halife-i zaman ile tevhid-i mesai edeceğini ve bu vahdet sayesinde İslamiyet için terakkı ve saadet devreleri başlayacağını tebşir etmişti. hiyyeyi ihtar ile buyurmuşlar ki: “O zamandan beri bu mazhariyetin kime nasib olacağını düşünüp duruyordum. Aile-i Senusiyyenin en necib evladından sizin gibi bir zatın çöl ortasından kalkıp düşmanlara karşı birçok muzafferiyetler ihraz ettikten sonra hasımlarımızın hakimiyet-i bahriyyelerini istihkar ederek Darü’l-Hilafe’ye gelmesini bu tarihi vaadin tahakkuk-ı mes’udu telakkı ederim. İnşaallah alem-i İslam’a o meşkur hizmetlerde bulunacak necibe-i Senusiyyeden olanı da sizsiniz. Elbirliğiyle saadet-i hakkındaki nusret-i mev’ude-i ilahiyyenin tecelliyatını görerek karirü’l-ayn oluruz.” Bu haftaki evrak-ı havadisimiz İran’da İngiliz harekatından bahs ederken İngiliz askerlerinin Belucistan ve Afganistan tarikıyle gelerek Meşhed’i işgal ettiklerini yazıyorlar. Halbuki bu havadis İngiliz gazetelerinin Afganistan ile bizim aramıza bir nifak sokmak için yaptıkları bir manevradan münbaistir. Afganistan hükumet-i aliyyesi hiçbir ecnebi askerin memleketinden müruruna müsaade etmiyor. Bilakis senesinde Belucistan valisinin biraderi Colonel Yat eser-i hata olarak Afgan hududu dahilinde yirmi metre kadar dahil olur olmaz maiyyetindeki askerden üç kişi katl ve kendisi esir edilerek Kabil’e sevk olunmuş ve bir sene hapishanelere atılmıştı. Birçok muhaberat i’tizarat ve te’minat-ı resmiyyeden sonra serbest bırakılmıştı. Ahval-i adiyyede bu kadar şiddet ibraz eden hükumet harb-i umumi esnasında göstermekte olduğu gayret ve metanet hilafına olarak İngiliz askerlerinin müruruna elbette müsaade etmez. Hakıkat-i hal bundan ibarettir: bat-ı ticariyyesini kara tarikıyle te’min edebilmek için Belucistan ve Sebistan arazisi içinde Belucistan’ın payitahtı olan Kıte’den Beluçkı Dalbendin Bircava Bircend ve Meşhed konaklarını havi olan bir yol açmıştır. Bircava ve Bircend’de casusluk ve her türlü istihbaratta bulunmak üzere hükumet sermayesiyle icra-yı ticaret eden bazı me’murları da vardır. almıştı ve vaktiyle Emir Abdurrahman’ın te’dibatından firar eden ve İngilizler tarafından i’zaz ve ikram edilerek Kıte civarında vasi’ arazide iskan olunan Huzzar kabailinden birinci Huzzar Apayonir ve’ncü taburu orada ikame etmişti. Bunlar şimdiki Afganistan hükumetine karşı kin besledikleri yesine geçirilmesi melhuz olan eslihayı zabt etmekle mükelleftirler. lı-Alman tehlikesine karşı Hindistan’ı muhafaza etmekle mükellef olan askerler bu tarikten oraya sevk olunmuşlardır. Bu hareket hem bize hem Afganistan’a karşı bir taaddi sayılır. Binaenaleyh düşmanın iğfalatına kapılmamalıyız. Geçen ay nihayetinde İngiltere’nin avam kamarasında Aden cebhesi hakkında bir mübahese cereyan etmişti. Harbiye Nezareti namına beyanatta bulunan zat demiştir ki: Osmanlılar Cihat-ı Tis’ayı işgal ettikleri günden i’tibaren te’min-i asayiş nin zer’i için bezl-i gayret ediyorlar. Şimdi oralarda ciddi bir muharebe olmuyor. Biz geçen sene Şeyh Osman karyesini Osmanlılar tarafından tahliye edildiği cihetle istirdad ettik. Yapmakta olduğumuz muharebe tayyare faaliyetine mahsur kalıyor. hüsran olmaz. Senelerden beri hile ve desise ile elde ettiği Cihat-ı Tis’a’yı zayi’ eden; eskiden beri müslümanlar arasına nifak ve tefrika sokmakla Yemen’in feyzdar ve zengin kıt’asını zabt etmek isteyen İngiltere bugün haybet ve muvaffakıyetsizlikle Aden’in gayr-ı sıhhi sıcak ve rutubetli mıntıkasında mahbus mahsur ve küçük bir hareket göstermekten aciz kalıyor. Cenab-ı Hakk’a binlerce şükür oranın kimiyet-i bahriyyesiyle de istihza etmektedirler. Şeyh Said mevkiinden Teşrinisani de bombardıman ve tahrib ettikleri Pirim adasındaki İngiliz müessesat ve kışlalarını yeniden yapmak için İngilizler bir buçuk sene uğraşmışlar ve nice paralar sarf etmişlerdir. Fakat yine Ağustosunda bizim kahramanlarımız yeniden aynı müessesatı yakmışlardır. Dört seneden beri Babülmendeb Boğazı’ndan mürur etmek isteyen İ’tilaf gemileri oradaki askerlerimizin cehennem-asa ateşinden kurtulabilmek ve aynı yerde birkaç sene evvel ateşimizle tahrib olunan sefinelere benzememek için ancak zulmet-i leylden istifade ederek bütün fenerleri söndürmüş oldukları halde alelacele geçiyorlar. Yemen’in mahsulatı bu senelerde lehülhamd vel-minne maa-ziyadetin bereketlidir. Yalnız Cihat-ı Tis’a’dan elde edilmiş olan mahsulat ordunun iaşesine üç sene için kafidir. Orada bulunan kahraman askerimize ve mücahidin-i Hak’tan gerek onlara gerek bütün cüyuş-ı muvahhidine kat’i muvaffakıyet ve daimi muzafferiyetler temenni ve istirham ederiz. Times gazetesi Lord Roze Remir’in uzun bir makalesini neşr ediyor. Bu makale vaz’ıyet-i askeriyye hakkında mufassal ve şayan-ı dikkat ma’lumatı havidir. Onu tercüme ve neşr etmek yevmi gazetelerimize aiddir. Biz yalnız bir fıkrasını nakl ile kari’lerimizin nazar-ı dikkatlerini oldukları cinayata celb ederiz. Muharrir; Fransa hükumetinin şimdiye kadar Şimal ve Garbi Afrika müslümanlarından dokuz yüz bin kişiyi cebren askere alıp garb cebhesinde kırdırdığını Şarkı Afrika’dan ve Sudan’dan bir milyon müslüman asker çıkarmak fikrini veriyor. Garb cebhesindeki müslüman askerlerinin metanet ve kahramanlığından bahs ediyor. Demek bu devletler hala alem-i İslam’a karşı besledikleri kin saikasıyla müslümanları mahv etmeye çalışıyorlar. Biçare din kardeşlerimiz zorla mezbahalara sevk olunuyorlar. Kendi iradelerine malik olsalardı Almanya’ya karşı değil kadar harb ederlerdi. Almanya onlara zulm etmedi. Almanya müslümanlara musallat olmadı. Halbuki asıl alem-i İslam’ın düşmanları İngiliz ve Fransızlardır. Hürriyet uğruna harbetmekte olduklarını iddia eden bu devletlerin tasallutları altında mahv olan milletlerin hürriyetine mani’ olmaları ne kadar gülünçtür. Ne kadar zulm-i sarihtir! müslümanlar mütenebbih olmazlarsa düşmanların amaline hizmet etmek Avrupa’da bulunan Amerikan askerlerin ahval-i sıhhıye ve ahlakıyyelerini teftiş ve tedkık etmek üzere Salon Hayat-ı Fasidesi Aleyhinde namındaki cem’iyet tarafından Doktor Kanon ve Doktor Mur İngiltere’den geçerken evrak-ı resmiyyeye müsteniden yaptıkları tahkıkat neticesinde içki beliyyesi İngiltere’de pek ziyade tenakus ettiğine dair bu rakamları neşr ediyorlar ve diyorlar ki: Reviş-i ahvalden anlaşılıyor ki hükumet aynı ciddiyetle hareket edecek ve müessir kanun ve nizamlar hazırlayacak olursa birkaç sene içinde bütün içki beliyyesi mündefi’ olacaktır. Sekir halinde bulunduklarına binaen mahkum olan kadınların adedi senesinde kişi iken senesinin nısf-ı evveli esnasında kişiden ibaret olmuştur. Lojode Abron’un riyaseti altında teşekkül eden hey’et-i tahkıkıyyenin fikrine göre: Baladaki resmi rakamlar kadınlar hakkında yapılan ihsaiyyattan alınmıştır diye bu tenakusu genç erkeklerin cebhe-i harbde bulunduklarına atf etmek doğru değildir. Zira kadın amele daha fazla para kazandıkları halde böyle bir netice cidden calib-i dikkat olduğu gibi ümid ve şevk verecek bir şeydir. Times gazetesinin Paris’ten aldığı hususi telgraftır: “Meclis-i Meb’usan’ın ekseriyeti ile tur. İzdivac merasimi akd-i nikah usulü daha fazla kolaylaşmıştır. Şimdilik gençlerin ekserisi askerde hatt-ı harbde oldukları cihetle akd olunacak nikahların bütün muamelatını ta’kıb etmek evlenecek kızlara düşüyor. Bu günden i’tibaren katib-i adl izdivac edeceklerin isimlerini iki hafta i’lan etmeyecektir. Dört şahid yerine iki şahidin bulunması kafi olacaktır. Akd-i nikah şimdiye kadar yalnız belediyelerde icra olunuyordu. Fakat bundan sonra zevceynden birisi hasta olduğu veya sair bir özr-i meşruu bulunduğu takdirde müddei-i umuminin bir me’muru zevceynin tensib edecekleri bir eve giderek akd-i nikah edebilecektir. Me’mur gelmese bile akd icrası kanunen makbuldür. - yaşındaki zevceyn için ebeveynlerinin muvafakatini istihsal meşrut değildir. Yalnız onlara bir i’lan göndermek kafidir. Maamafih bu da yirmi beş yaşından fazla olanların ebeveynlerine gönderilmeyecektir.” MUKADDIME Kur’an-ı Kerim’in esalib-i beyan i’tibarıyla Arabın mesalik-i kelamiyyesinden hiç ayrılmamış olduğundan şuraya kadar müteaddid yerlerde delail-i maddiyyesiyle bahs ettik. Bu hakıkat bütün vuzuhuyla meydanda durup dururken ma’hud zat kendi gibilere yeniden yeniye fitne ve fesad kapıları açmak için vesile taharri etmekte olduğunu gösterir fuzuliyane bir tavır ile “Eşya mevcud olmadan Cenab-ı Hakk’ın onu alim olmadığını iddia edenlerin delilleri” serlevhasıyla bir fasl-ı mahsus açarak burada ve bunlara mümasil diğer bir takım ayetler serd ediyor bunlarla mevzu’-i bahs ettiği akıde-i fasidenin sıhhatine Kitabullah’tan delil irad etmek istiyor. Kitabullah ise bu hususta tamamıyla Arab’ın mesalik-i beyanına tebaiyyet etmiştir. Arap nasıl esna-yı muhaveratta hatırına sanih olan maaniyi beyan ve tasvir ederken selikasının icab etmediği kuyud ve i’tibarat ile takyid-i kelama lüzum hissetmezse Kitab-ı Kerim de bu mes’elede aynı tarzda hareket etmiştir. Yani ayat-ı mebhusede ilm-i ilahiden bahs ederken bu ilim kadim midir hadis midir zat-ı uluhiyyetle kaim bir sıfat mıdır değil midir Cenab-ı Hak bi-zatihi eşya-yı alim midir değil midir? Mes’elelerinin saded-i bahs ile alakadar olduklarını nazar-ı mülahazaya almamıştır. Evet bunlar öyle mebahistir ki Kitab-ı Kerim ne bahs etmiştir ne de bahs etmeye onun gibi ayat ile ilm-i ilahinin vüs’at-i bi-payanını kat’i esaslarla ta’yin ettikten sonra bu gibi mebahisi iktihamda nasıl bir fayda mülahaza edebilirler? Hayır o bilmemezlikle “Hikmet-i Felsefiyye” namı verilmiş olan sınai mücadelat ve taassüfatın ilim ve irfan aleminde hiçbir mevkii yoktur. Kitabullahı bu gibi şeylere saha-i tatbik ittihaz etmek kat’iyyen doğru bir şey değildir. Bu babdaki fikrimizi daha ziyade izah ezhana takrib etmek edelim: Şiir söylemek kuva-yı hayaliyyenin ibda’ ettiği türlü türlü teşbihleri mecazları silk-i nazma çekmek hususunda Arab’ın kendine mahsus bir takım usul ve mesaliki vardı ki hiçbir vakit onlardan ayrılmazlar idi. Müvellidin devri olunca onlar da aynı mesleği ta’kıb nazm-ı kariz vadisinde aynı şerait ve adata riayet ettiler. Onlar da müluk ve ümerayı medh etmek ve bu vesile ile caize almak fikriyle söyledikleri kasidelere teşbib ve tagazzül ile başlarlar oradan humriyyata geçerler idi. Mediha-guluk maksadıyla söze başlayan şairlerin karihalarına bu iki zemin-i inşad vasi’ birer cevelangah olur; kalpler neşve-i garam ile müteheyyic bir hale gelir; sagarlar dolup dolup boşalır idi. Başmuharrir Acaba Ka’b bin Züheyr’in Suad’ı ve onun mahmur bakışlı sürmeli gözü mevaid-i urkubiyye esassızlığından kinayesi Ka’b’ın muhayyilesinin vücud vermiş olduğu bir nazenin-i mevhumdan başka bir şey mi idi? Ka’b’ın hacle-i efkarında Suad’ı teşhir etmesi sırf hayalinin zertar-ı bediiyyat kamet aramak o bedia-i hayaliyyeyi şa’r kıldan değil şiirden yaptığı kubbeler çadırlar altında aram ettirmek fikrinden münbais değil mi idi? Muhadramin cahiliyet ve İslam’a kezalik iki devlet zamanına yetişmiş olan şairler şuaranın pişvası olan bu zat ile onun isrine iktifa eden san’at-ı şiir erbabının meslek-i inşadlarına bak. Ayan bir surette göreceksin ki şairler bir takım mevzu’lara dalarlar ki bunlar kendileri için maksud-bizzat değildir. Böyle mevzu’lar onlar için at oynatacak birer meydan san’at-ı şiirdeki iktidarlarının derecesini gösterecek birer mi’yar vazifesini görürler. Hele Arap şuarası söyledikleri kasidelerde kadimen mer’i olan “Iktidab” nesib ve teşbib gibi bir vadiden birden bire maksada intikal adetini bırakıp da “Hüsn-i Tahallüs” usulünü iltizam ettiklerinden beri eş’ar-ı Arabiyyede bu tarz-ı tahayyüle mebzul bir surette tesadüf olunur. Kur’an-ı mübinin üslub-ı beyan i’tibarıyla tamamıyla Araplar arasında cari olan mesalike tebaiyyet etmekte olduğu esası kabul edildikten sonra onun ibaratının kuvvetini mantık nazariyatıyla ölçmek ahkamını san’at-ı cedel felsefe kavaidine tatbikan te’vile çalışmak hamakatten kısa düşünmeden başka bir şeye haml olunabilir mi? Evet evet Kur’an’ın kendine mahsus bir üslub-ı beyanı var ki onun sırrını ancak bir edib-i nüktedan anlayabilir güzelliğini mehasin-i beyanın ruhuna nüfuz eden bir nazar-ı sakıb görebilir. Esalib-i Kur’an bahsine nihayet vermezden evvel Kur’an-ı Kerim’ de varid olan kasemler yeminler hakkında da birkaç söz söylemek isteriz. Ma’lumdur ki her lisanda kasem muhtelif maksatlarla mütenevvi’ şekil ve sigalarla isti’mal olunur. Bir hüküm ve iddiayı yemin ile te’yid ve tevsik etmek lisan-ı Arab’ın mahsusatından olmayıp en nazik ve yüksek lisanlardan barbarlara aid en kaba ve en adi lehçelere varıncaya kadar umum elsine arasında bu hususta bir müşareket-i selikıyye vardır. Her yerde insanları görürsün ki esna-yı muhaverede babalarının kıymetli başlarına şeref-i zatilerine mefahir-i kadimelerine akrabalarının makabirine sevdiklerinin gözlerine yemin ederler. Vakit vakit de muhatabın başını sakalını mecd ü şerefini en sevdiği evlad ve yaranını vasıta-i kasem ittihaz eylerler. Arap lisanının gayrı bir lisana vakıf olanların da bu gibi kasemlerin yalnız Kur’an’ a ve lügat-i Araba has olmadığına bizimle beraber şehadet etmeleri tabii bir keyfiyettir. Ancak şu cihet var ki Arap bu hususta daha ileri gitmiş lügat-i saire ashabının kullanmadıkları yerlerde kasem isti’mal eylemiştir. Te’kidi icab eden yerlerde Arab’ın en sevdiği yahud en mu’tena ve hatir i’tikad ettiği bir şeye yemin etmemesi hemen gayr-ı vaki’dir. Evet şeriat Cenab-ı Hak’tan başka bir şeye yemin etmeyi nehy etmiştir. Fakat öyle anlaşılıyor ki halk bu nehyin taalluk ettiği yerleri anlayamamışlardır. Bu nükteyi idrak edebilmek için muhasamatta yemin icab eden yerlerde mehakimin kabul etmiş olduğu düsturu göz önüne getirmelidir. Bunların hiç birinde yemin edecek kimsenin kendince a’zam-ı mukaddesat olan şeyden başkasına yemin etmesine mesağ gösterilmemektedir. Mahkemede bir müslüman Allah’a bir hıristiyan İncil’e bir Yahudi Cenab-ı Hakk’a ve Tevrat’a yemin edebilir. Çünkü husumat ve muhakematta yeminden garaz yemin edeni hakkı i’tirafa vakıı ikrara mecbur etmektir. Bu maksat ise yemin edenin kahır ve intikamından hazer ettiği serairini habir ızrar ve ibtilasına muktedir olduğunu bildiği bir zatın adını anarak duçar-ı haşyet ve mehabet olmasıyla mümkinü’l-husuldür. Bu hikmete binaen şer’i siyasi bütün mehakimde tahlifler hep bu surette cereyan eder; müslim gayr-ı müslim her ümmete aid mehakimde aynı meslek ta’kıb olunur. Bu esas nazar-ı mülahazaya alınınca Allah’tan maadasına yemin hakkında şeriat-i İslamiyyede varid olan nehyin ma’tuf olduğu cihet ümem-i sairede olduğu gibi ancak hukuk-ı beşeriyyeye aid muhasamat olabilir. Bundan maada te’kid ve tevsikı icab eden mevaki’de insanın en büyük ve en muazzez i’tikad ettiği şeylerden her hangi birine yemin etmesinde hiçbir mahzur yoktur. Bir de Kur’an-ı Kerim’in Arap lisanıyla nazil olmuş olduğu düşünülürse ondaki kasemlerin yeminlerin sırrı bütün vuzuhuyla tecelli eder. Evet Kur’an-ı Hakim te’kidi tenbihi icab eden yerlerde hikaye ettiği haberlere serd ettiği ahkama muhatabların nazar-ı dikkatlerini celb etmek istediği noktalarda mukteziyat-ı ahvale riayet etmiş olmak muhatabatta ehl-i lisan arasında mer’i olan adeti muhafaza etmek için Arab’ın yemin hususundaki mesalikine tebaiyyet eder. Cenab-ı Hakk’ın mahlukatından bir ümidi bir korkusu olmadığı halde ona nasıl yemin eder? Nam-ı pakinden başkasına yemin etmeyi kendisi haram etmişken kendisinden başkasına ondan nasıl kasem sadır olur? Esdaku’l-kailin olduğu halde haber verdiği şeylerin hakıkat olduğuna yemin sirlerin sahaif-i asarını dolduran sualler müşkiller abesle iştigalden yahud cinnet eserinden başka bir şey değildir. Süver ve ayat-ı Kur’aniyyede kasem varid olmuş ise hiç şüphesiz bu belagatin sınaat-i kelamiyyenin icabatına müstenid makasıd-ı mahsusa dolayısıyla varid olmuştur. Kasemlerin siga ve şekillerinin tenevvuu da esbab ve maanisinin tenevvu’ ve ihtilafatından neş’et etmektedir. Bu hakıkate binaen Kur’an-ı Mübin Allah’ın zatına Resulü’ne tin zeytun tur saffat zacirat şems kamer necm leyl asr kalem kağıd sema’ arz nefs ve saireye kasem etmişse bunlar hep kavaid-i belagata müstenid birer sebeb tahtında cereyan eylemiştir. Zemin-i bahs gayr-ı müsaid olmasa şurada Kitabullah’ın her hangi bir yerinde vaki’ olan kasemlerin esrarını tedkık ve istiknaha çalışırdık; fakat bahsin adem-i tahammülü bunlar hakkındaki mütalaatımızı mevaki’-ı aidesine terke mecbur etti. – – dat-ı ictimaiyyesinin mahsulüdür. İctimaiyyatta olduğu gibi siyasette de firak ve sunuf-ı muhtelife arasındaki rekabet ve muhalefetlere mesağ vermeyerek tabi’ ile metbu’ arasındaki münasebatı ta’yin ve tahdid ve bu suretle muvazene-i siyasiyyenin husulünü te’min eder. Hiçbir şekl-i hükumetle takyid eylemediği insanları hukuk ve vezaif-i mütekabilelerine hürmet ve riayet şartıyla ihtiyaclarına göre harekette hür ve serbest bırakır. Gaye-i İslam’ın ne derecelerde ehemmiyet ve hususiyeti haiz olduğu ve mütefekkirinimizin bünye-i İslam’daki bu vahdete nazar-ı ihtiram ile bakarak ellerinden geldiği kadar onu tahkim ve takviyeye çalışmak vazifesiyle mükellef bulunmaları lazım geleceği izahat-ı mebsuta ile tebeyyün eder. Şu hale nazaran cümlemizin olanca mesaimiz cem’iyet-i İslamiyyede nümayan olan aristokratik ve demokratik seciyelerini tenmiye ve i’la ve esasat-ı milliyyemizi tabi’ ve metbu’ arasındaki hukuk ve vezaifin daha layıkıyla idrak ve icra kılınmasını kafil bir tarzda ta’dil ve ıslaha ma’tuf bulunmalıdır. Alem-i İslam’da dinsizliğin cem’iyat-ı Iseviyyedeki dinsizlikten kat kat farklı bir ehemmiyet-i mahsusa kesb eylemesi de bundan neş’et eylemektedir. Ma’şer-i İslam’da dinsizlik mevzu’ ve müesses olan desatir-i ahlakıyye ve ictimaiyyenin red ve inkarı ma’nasını tazammun ederek ferdin sükut-ı ahlakısiyle cem’iyetin inhilal ve infisahını istilzam eder. Bu dinsizlik müslümanlarla maaşir-i İslamiyyeye arız olabilecek felaketlerin en vahimidir. Tarih ile sabittir ki en müterakkı milletler amal ve efkarı pişvayanı tarafından en iyi idrak ve is’af edilmiş olan milletlerdir. Akvam rehberlerinin keyif ve heveslerine hizmet ve itaate rıza gösterdikleri takdirde girive-i inhitata düşerler veyahud bulundukları dereke-i inhitattan tahlis-ı giriban edemezler. Çünkü re’s-i karında bulunanlar gittikçe duçar-ı tereddi olarak nihayet müstebid mütelevvin bedhal ve cahil olup giderler. Bu mülahazaya binaendir ki sunuf-ı mütefekkire ancak mensub oldukları cemiyyat-i İslamiyyenin gayat-ı milliyyelerine hizmet eyledikleri takdirde vazifelerini hüsn-i ifa etmiş olacaklardır. Akvam-ı İslamiyyenin mahrum-ı nur ve irfan kalmalarına ve kendilerinin ise onları tenvire na-kadir olmalarına sebebiyet veren bu teşettüt-i elim bu suretle zail olacak ve tabaka-i münevvere cem’iyetindeki vech-i vücudunu o zaman bi-hakkın idrak edecektir. Tabaka-i mezkure bu tecahüllerinde şimdiye kadar o derecelerde de doğan her türlü tasavvurat-ı garibe ve müfritanenin icrasıyla pek nakıs ve pek mütelevvin olan irfanlarını tatmine hadim ve her türlü ziyankarlığa küşade bi-payan bir saha-i tecrübe addeylemişlerdir. Akvam-ı garbiyye hiç şüphe yok ki bugün aristokrasilerine masdar olan derebeylik hatırat ve teşkilat-ı maziyyesiyle bugünkü demokrasi ve müsavat fikirleri arasında bir devre-i rini böyle la-yenkatı’ ta’dil ve tebdil ede ede zannımızca yukarıda bulmak sevdasındadırlar. Teşekkülat-ı hazıra-i siyasiyyeleri tahavvülat-ı ictimaiyyelerinden mülhem iyi kötü bir takım tedabir-i ruz-ı merre hükmündedir ki ma’kul ve bi-taraf bir idare te’sis ve te’minden ziyade tahavvülat-ı mezkureyi teshile hizmet etmektedir. Binaenaleyh garbın teşekkülat-ı ictimaiyye ve siyasiyyelerindeki mükemmeliyete inanmak ve akvam-ı garbiyyenin rif’at ve refahiyyetini onlara atf ile taklidine koyulmak hata ve gaflet içinde saadet taharrisinden başka bir şey değildir. Zira garblılar bile eserlerinde o kemali bulamıyor ve onları la-yenkatı’ ta’dil ve ıslaha bezl-i gayret ediyorlar. Garbı taklide yeltenen müceddidlerimizin ta’kıb eyledikleri meslek medeniyet-i garbiyyenin netayicini esbabı zannetmekten mütevellid pek ibtidai bir mantık hatasına müsteniddir. Bütün bu i’tikadat-ı sehifeden doğan ve aynı sekamette olmakla beraber mütefekkirlerimiz arasında pek ziyade şüyu’ bulan diğer bir i’tikad da teceddüd ve terakkı emelinde bulunan bir memleketin behemehal demokratlaşması lazım geldiği fikridir. Cem’iyet-i İslamiyye demokratik ve aristokratik ihtiyacatını seyyanen hisseder. Teşkilat-ı ictimaiyye ve siyasiyyesi hal-i muvazenette bulunan bu iki amilden her hangi birinin peyda-yı zaaf etmesiyle muhtel olur. Erkan-ı esasiyyesini teşkil eden tesanüd müsavat ve adalet hisleri tezelzül edecek olursa cem’iyet-i mezkure demokratik havassını zayi’ eder. Bilakis kanuna ülülemre an’anata karşı olan hürmet gevşer ve fezail-i ma’neviyye ve fikriyye takdirden ve tefevvuk-ı fıtri ve ilmi nazar-ı i’tibardan sakıt olursa o cem’iyet aristokratik hassalarından mahrum kalmış olur. Bazen hem aristokratik hem de demokratik havassını gaib eylemesi de muhtemeldir ki bu takdirde cem’iyet inhitat-ı tam halinde demektir. Bundan naşidir ki bir müceddidin vazifesi icab-ı hale göre mensub olduğu cem’iyetin gah demokratik ve gah aristokratik evsafını ve gah her ikisini birden takviye ve tenmiyeye çalışmaktır. Lakin bir cem’iyet-i İslamiyyenin demokratikleşmesi de akvam-ı garbiyyede olduğu tarzda cereyan etmez. Bu cem’iyet aristokrasiye hücum ederek sunuf-ı mümtazesiyle mücadele tarikıyle demokratlaşmaz. Bu mücadeleye lüzum yoktur. Zira aynı hukuka malik olan avamının havassından mütalebe edeceği hiçbir şey yoktur. Cem’iyet-i İslam’ın demokratlaşması tabaka-i havasta zaten mevcud olan efkar hissiyat ve an’anat-ı avam-nüvazinin hukukunu paymal eylemekle değil belki tabaka-i avamında meknuz bulunan efkar hissiyat ve an’anat-ı havas-pesendaneyi takviye ve tenmiye suretiyle saha-ara-yı husul olabilir. Bu hale nazaran cem’iyet-i İslamiyyedeki hasail-i demokratikıyyeyi sunuf-ı aliyyesi ve hasail-i aristokratiyyeyi tabakat-ı adiyyesi te’min ve tarsin ediyor demektir. Halbuki cem’iyyat-ı garbiyyede keyfiyet ber-akistir. Onlarda sunuf-ı muhtelife-i ictimaiyyeyi yekdiğerinden ayıran şeyler adem-i müsavat-ı hukukıyye rekabet-i menafi’ sınıf ve fırka an’anatı gibi hususattan ibaret olduğu gibi tarz-ı maişetleri ve münasebetleri cebr-i kavanin ile teessüs ve taayyün eylediğinden her gün gayr-ı memnun bir sınıf tarafından Bu cem’iyetlerde aristokrasiyi sunuf-ı mümtaze demokrasiyi ler. Maaşir-i İslam’daki sunuf-ı muhtelife ancak seviyye-i ahlakıyye ve fikriyyedeki farklarla yekdiğerinden ayrılırsa da müsavat adalet ve tesanüd fikirleri sunuf-ı mezkure beynindeki münasebatı takrir ve tanzim eyleyerek uhuvvet-i İslamiyyeyi te’sis ve onları yekdiğerine takrib eder. Cem’iyyat-ı garbiyye hakk-ı huzur ve selametlerini kanunlarda aradıkları halde maaşir-i müslime onu i’tikadat ve hissiyatında terbiye-i ahlakıyye ve felsefesinde bulur. Bundan dolayı bil-cümle cemaat-i insaniyyede mutlaka ru-nüma olan rekabet ve muhalefetler cem’iyet-i İslamiyyede bir mahiyet-i hususiyye iktisab etmektedir. Her yerde sunuf-ı muhtelife beyninde cari olan o rekabetler cem’iyet-i İslamiyyenin sınıfları arasında değil belki her bir sınıfı içinde hüküm-fermadır. Tabakat-ı aliyyesi demokrasiye tabakat-ı adiyyesi ise aristokrasiye takarrub için yekdiğerine rekabet-han olurlar. Siyasiyatta garb ile İslam’ın tarz-ı telakkıleri beyninde de o derecelerde bir fark vardır. Garbın teşkilat-ı siyasiyyesi bir takım mücadelat-ı ictimaiyyeden mütevellid ve müstahrec olduğundan o gibi mücadelatın tehaddüs ve temadisine müsaid ve binaenaleyh tabiatiyle teaddi-perver ve tarafgirane bir mahiyeti haizdir. Teşkilat-ı mezkurede de fikr-i adalet ve gayr-endişi ilca-yı zaruretle mühmel ve metruk bırakıldığından onların kıymet-i ahlakıyye ve idariyyesi pek meşkuk ve mualleldir. miyyenin te’sis eylediği teşekkülat-ı siyasiyye ise tabiatiyle siyasi rekabetlerden azadedir. Mensub olduğu efradın zihniyetiyle mütenasib bir tarzda bi-taraflık nasfet ve adalet hislerinin tezahür ve tecellisine küşadedir. Bundan dolayı safahat-ı tekamüliyyelerinde akvam-ı müslime hiçbir zaman garbda mütemadiyen şahidi olduğumuz görmemişlerdir. Mebsutat-ı salifeden akvam-ı müslimeyi inhitat-ı hazırından kurtarmak emel-i vahisiyle İslamiyet’ten ayırmak ve garblılaştırmak isteyenlerin ne büyük bir gaflete düştükleri tebeyyün eylemiştir. Onlar ne garib zihniyetlerdir ki garbın o daima tahavvül eden teşekkülat-ı ictimaiyye ve siyasiyyesinde kemal buldukları halde teşekkülat-ı İslamiyyede müşahede eyledikleri sebat ve istikrar-ı nisbiyi kemal-i rüchanına delil ittihazından Onlar bu hali teşekkülat-ı İslamiyyenin kabiliyyet-i tekemmüliyyeden mahrum olduklarına bir bürhan addediyorlar. Nazar-ı zilletle gördükleri teşkilat-ı ictimaiyye ve siyasiyyemize yirminci asır insanlarının o pek mütenevvi’ ve pek mütehavvil ihtiyacatını te’mine gayr-ı kadir on üç asır evvelki esasat ve kanaate mübteni bir takım köhne ve vahi teşkilat nazarıyla bakıyorlar. Mezkur esasatın ne cihani hürmetlere layık olduğu beşeriyete le tarihen sabit bulunduğu ve bugüne kadar fikr-i beşerin onlardan daha ali daha doğru hiçbir şey bulmaya muvaffak olamadığı mertebe-i bedahette iken o garib zihniyetler daima o esasat-ı rasineyi sekamet ve ma’luliyet ile itham ve tarafdaranını taassub-ı diniye giriftar bir takım mahdud ve terakkı-giriz müfekkireler gibi telakkı ediyorlar. Son derecede gayr-ı tabii olan bu halet-i ruhiyye insanların zaman ile ma’ruz-ı tebeddül ihtiyacatına tebaan daima değiştiği ve binaenaleyh onlara müteallik her şeyin dahi kendileriyle beraber tebeddülü lazım geleceği i’tikad-ı sehifinden tevellüd eder. Böyle bir i’tikad zannımıza göre ahval ve hadisatın pek yanlış bir muhakemesinden başka bir şey değildir. İhtiyacat-ı beşeriyyenin tebeddül-i daimisine rağmen tabiat-i insaniyye değişmez her zaman aynıdır. Bu güne kadar beynennas hod-binler hasudlar mütevazi’ler fazilet ve insaniyet-perverler görülürse bundan sonra da aynıyla insanların akıllısı akılsızı kavisi zebunu iyisi fenası bulunacaktır. Zaman ile tebeddüle uğrayan ihtiyacat hasail ve nekais-ı beşeriyyenin alacağı eşkal-i muhtelifede zamanın husule getireceği ta’dilattır. Bu müessir altında bir insanda tebeddül edecek olan şey nahvet veya mürüvvetinin hıyanet veya re’fetinin suret ve tarz-ı tecellisidir. Fazail ve mesavi-i beşeriyye daima mütehavvil bir çehre arz eder. Bunun böyle olması da zaman hakkındaki telakkı ve muhakemelerinde tebeddül vukuundan neş’et eyler. Lakin halet-i ruhiyyemiz duçar-ı ta’dil olmakla tabiatimize has olan mehasin ve kabaihi izale eyleyemez. Çünkü kabaih ve fazail yekdiğeriyle kaimdir. Bundan dolayıdır ki bütün hikmet-i insaniyye kabaihden doğacak mazarratın mümkün mertebe tehvini ve mezaya-yı beşeriyyeden a’zami bir menfaat te’mini maddelerine münhasır kalmaktadır. Gerek tab’-ı beşer ve gerekse fazail ve mesavi-i insaniyye değişmediğinden insanlara bir hatt-ı hareket ta’yin ve hemcinsleriyle olan münasebetlerini te’sis ve takrir eyleyecek esasatın da tabiatlerinden müstahrec olmak i’tibariyle bizzarur tebeddül etmeyeceği aşikardır. Müessir-i zamanın esasat-ı mezkurede ika’ edebileceği ta’dilat münhasıran tarz-ı tefsir ve tatbika ma’tuftur. Mevzu’-i bahs olan işbu esasatın ihtiyacat-ı zamaneye tevafuk etmediği zannına düşenler galat-ı muhakemeye sapmış olurlar. Böyle bir i’tikad bugünkü insanların o esasları fazail ve kabaih-i beşeriyyenin tarz-ı telakkısinden mütehaddis ta’dilata göre tatbika muvaffak olamamalarından tevellüd eder. Biz o fikirdeyiz ki şer’-i mübin-i İslam’ın ihtiva ettiği desatir-i ahlakıyye ictimaiyye ve siyasiyye serapa tab’-ı beşerden mülhem olduğundan ilelebed nev’-i Adem’in nazım-ı mukadderatı olmaya şayestedir. Hatta öyle zannediyoruz ki akvam-ı garbiyyenin geçirdiği ve geçirmekte olduğu safahat-ı muhtelife-i tekamül eşkal-i bi-payanıyla dinimizin esasat-ı ahlakıyye ictimaiyye ve siyasiyyesini kabule müntehi bir cereyanın bazı tahavvülat ve i’vicacat-ı muvakkatesinden başka bir şey değildir. Bu esaslar haricinde cereyan edebilmesini kabul edemeyiz ve bu husustaki kanaatimiz cazibe veya sukut kanunları haricinde bir mes’ele-i mihanikiyye teemmül edilemeyeceği kadar kavidir. Bazı da’vakar müfekkireler bu babda belki bizi tecebbür-i fikri veya taassub-ı müfritane gibi bir takım dalalet-i akliyye ile itham edebilirler. Halbuki onların din-i İslam aleyhinde göstermekte oldukları taassubu kabul etmeyerek en vasi’ hürriyetlerin bile en müfrit ve en müstebid bir anarşiye adem-i tahavvülünü taht-ı te’mine alacak bir takım hududa malik olduğuna iman eylediğimizden dolayı bize i’tiraz ederlerse bilakis kendileri pek aşırı bir taassub göstermiş olurlar. Çünkü her ne şekilde olursa olsun hakayıka ihtiram en büyük bir vazife olduğu ve insanların ancak o vazifeye tevessül ve tebaiyyet sayesinde terakkı ve tekemmül eyledikleri cihetle bu mecburiyet-i vicdaniyye hürriyetlerine nakısa teşkil edemez. Binaenaleyh cazibe veya sukut kanunlarına ve ulviyetine iman ve ihtiram eylemekle tarafgirane bir meslek-i inhisarı ta’kıb ettiğimizi zan etmiyoruz. Yegane selametimizin İslamiyet’te mündemic bulunduğunda asla şüphe edilemez. Akvam-ı müslime ahlakan cem’iyeten ve siyaseten gittikçe müslümanlaşmaya arzu-keş olmalıdırlar. Bütün amal ve mesaimiz ancak bu gayeye hadim olmalıdır. Çünkü bu gaye hem kemali cihetiyle zeval na-pezir olan esasat-ı İslamiyyenin hakıkat ve ulviyetinden ve hem teşekkülat-ı fikriyye ve ictimaiyyemizle i’tikadat-ı müşterekemizden mütehassıldır. O nuhbe-i bülend cem’iyat-ı İslamiyyenin akıbet-i ahlakıyye ve fikriyyesini te’min ederek fikr-i beşeri Komünizm Nihilizm Anarşizm gibi bir çok tereddiyat-ı dimagıyyeye sülukten men’ edecek ve cem’iyatımızın suret-i daimede terakkı ve tealisine medar olarak onları her türlü inhitattan vikaye ve muhafaza eyleyecektir. Ma’şer-i İslam’ı teşkil eden efradın her biri iyi bir müslüman ve hatta kabil ise ekmel-i İslam olmaktan başka hiçbir emel ta’kıb etmemelidir. Çünkü İslamların en iyisi insanların en iyisi demek olduğundan mevzu’-i bahsimiz olan gaye nev’-i beşerin besleyebileceği gayatın en muallasıdır ki bu mir ve feyyaz gayretlere masdar olacağı tabiidir. Bu gaye menşe’-i yeganesi olan hakıkat kadar bi-hadd ü payan en doğru en kamil bir saadetle nev’-i beşeri be-kam edecek bir gaye-i feridedir. Türk veya Arap olsun İranlı veya Hindli olsun zebun veya kavi cahil veya alim olsun her müslüman ancak bu hedefe merbut ve müteveccih olmalıdır. Ancak bu sayededir ki müslümanlar vezaif-i ahlakıyye ictimaiyye ve siyasiyyelerini bi-hakkın ifaya muvaffak olurlar ve emin ve seri’ hatvelerle saha-i rif’at ve selamette kat’-ı merahil edebilirler. Alem-i İslam muazzam bir ailedir. Onu terkib eden akvam o aile-i necibenin şuabat-ı muhtelifesini teşkil eder. Şuabat-ı mezkurenin iki nevi’ vezaifi vardır. Biri her şu’benin kendine karşı olan vezaif-i hususiyyesi diğeri de şuabat-ı saireye karşı olan vezaiftir. Bunlardan ikinci nevi’ vezaifin vezaif-i umumiyyeye takaddüm eder. Bu vezaifin mahiyetine gelince vezaif-i hususiyye ferdin seviye-i ahlakıyye ve fikriyyesini derece-i kusvaya i’laya ve tam daha mükemmel bir tarzda tatbika çalışmaktır. Vezaif-i umumiyye ise akvam-ı müslime-i saire ile bir tesanüd-i tam terakkı ve tekamüllerine muavenet hususundan ibarettir ki milel-i İslamiyye içinde ribka-i ecanibe girmiş veya o mehlekeye takarrub eylemiş olanları kurtarmak bu vezaif zümresindendir. Çünkü bir millet hürriyet ve istiklalini zayi’ eylemekle tarik-ı tekamülünü şaşırmış mevcudiyetini tehlikeye koymuş olur ki tesanüd-i İslam böyle bir hali tecviz edemez. Vahdet-i İslamiyye bi-payan kuvanın anasır ve avamilin bir küll-i tam halinde ahenksaz bulunduğu vahdet-i kevniyyeye mümasil bir vahdettir. Bütün azamet ve hakıkati bu halinden neş’et eder. Hatime-i makal olarak şunu deriz ki akvam-ı müslime din-i İslam’ı kabul ederek muazzam ve muşa’şa’ bir medeniyet kurmaya muvaffak olmuşlardı. Esasat-ı İslamiyyeyi daha güzel anlayıp daha vakıfane ve fazılane bir surette tatbik ve icra eyledikleri ve onlara daha ciddi ve daha samimi bir irtibat ile bağlandıkları takdirde bugünkü girive-i inhitatlarından yükselerek medeniyet-i hazıranın fevkınde yeni bir medeniyet halk edeceklerdir ki insanlar arasında teessüs ve takarrür eyleyecek re’fet adalet ve müsavat fikirlerinden mütevellid bir tesanüd-i ahenin ile nev’-i beşere bahş edeceği bi-payan niam ve huzuzat-ı ma’neviyye bu medeniyet-i cedidenin esbab-ı tefevvukunu teşkil edecektir. Son – – Müslümanların gerek fenn-i mi’maride gerek tezyinat-ı mi’mariyyede esatize-i alem olmaları ma’mure-i arzın her köşesinde mühendislerinin ayak bastığı müluk ve ümerayı her yerde vücuda gelen maabid kusur gibi müessesat-ı cesimeye bir mücaneset iras etti. Endülüs Şimali Afrika Mısır Suriye Irak ve saire gibi İslam’ın saha-i hükümranisine dahil olan yerler san’at-ı mi’mariyye nokta-i nazarından pek renk bir manzara irae etmeye başladılar. ehline şeref ve imtiyaz bahş etmekte olması müslümanların ma’denler işleterek bununla türlü türlü huliyyat silah ve sair alat ve edevat vücuda getirmelerinin hakıkı amillerinden biri oldu. Fen ve san’at aleminde bu suretle tedricen terakkı ve tekamül ede ede alemi başka bir aleme kalb ettiler. Hayatın şekil ve şeraitini değiştirdiler. Müslümanlar Çin’i takliden çavradan da yapmak yolunu keşfe muvaffak oldular. Barutun keyfiyet-i isti’malinde de yenilikler göstererek birçok şeylerde bu kuvvetten istifade etmeye başladılar. İlk evvel barut vasıtasıyla ağır cisimleri atan Araplardır. Altmış dokuz senesinde Haccac’ın Mekke-i Mükerreme muhasarasında on ikinci asr-ı miladide Mısır’da on birinci asırda Tunus’ta sene-i miladiyyesinde Cebelittarık muhasarasında senesinde Gırnata meliki İsmail’in Baiza ve Tureyfe şehirleriyle aynı seneye aid Cezayir muhasaralarında hep barut kuvvetinin te’sirinden istifade olunmuştur. Fransız müverrih Ferreras bütün bu muhasaratta kurşunun barutla atılmış olduğunu İspanya hıristiyanlarının o vakitten i’tibaren barut kullanmaya başladıklarını kayd etmektedir. sene-i hicriyyesinde Yusuf bin Ömer ipek yerine pamuktan kağıd isti’mal etmiştir ki Yunan müverrihlerinin Varak-ı Dımeşkı namı verdikleri budur. Bilahare İspanya’da eski kumaşlardan kağıd yapmak için ayrıca i’malathaneler te’sis edilmeye başlanmıştır. İslam icad-kerdesi olan bu nevi’ kağıd on üçüncü asr-ı miladide Fusaytula’da kullanılmaya başlanmış oradan Fransa İngiltere İtalya ve Almanya’ya geçmiştir. Müslümanlar nebatat ile de meşgul olarak bunda da çok fenni tecrübelerle nebatatın teksir-i envaına muvaffak oldukları gibi muhtelif işlerde bilhassa şuun-ı tıbbıyyede göstermişlerdir. Müslümanların tabakatü’l-arz ilmine aid bırakmış oldukları birçok asar vardır. Abdurrahman-ı Evvel’in Kurtuba’da bir nebatat bahçesi te’sis ile mütenevvi’ tohumlar cem’ etmek ettiği bir taraftanda daha ziyade terakkıyata teşvik ile meşgul bulunduğu gün Romalıların cumhuriyetin teessüsünden bir Romalı için çalışmayı sınaata intisabı ar addediyordu. Hatta Ogüst bir daru’s-sınaanın idaresini deruhde etmiş olan bir asilzadeyi kendi kendini tahkır etmiş olmak töhmetiyle Eflatun’un hıref ve sanayi’ erbabının hukuk-ı medeniyyeden ne riayetkar bulunuyorlar idi. Memalik-i İslamiyye arasında ticareti te’min muhaberatı mazbut bir şekle ifrağ memleketleri yekdiğerine rabt etmek postalar tanzim ettiler. Bu sayede Endülüs Merakeş Cezayir Tunus Mısır Sahra ve Sudan Arabistan İran Rusya’nın memaliki aralarında peyda-yı irtibat ettikleri gibi hepsinin de Mekke ve Medine ile turuk-ı muvasalası te’min olundu. Müslümanlar biladın tanzimi siyaset-i dahiliyyenin hüsn-i tedbir ve temşiyeti şurta jandarma’nın tensikı hususatına da pek büyük bir ehemmiyetle çalışmışlardır. Teşvik-ı sanayi’ için türlü türlü tedabire tevessül etmekle beraber erbab-ı hıref ve sanayie nakıb kethudalar ta’yin etmişler kütüphane bimaristan ve saire misillü umumi ve cesim bir takım müessesat-ı nafia vücuda getirmişlerdir. Bu teşebbüsat-ı umraniyye ve tanzimat-ı medeniyyenin en parlak asarına on üçüncü asr-ı miladinin sülüs-i ahirinden on beşinci asrın nısfına kadar Gırnata şehri cilve-gah olmuştur. Onuncu asr-ı miladi esnasında emirulmü’minin Abdurrahman Nasır da zaman-ı hilafetinde Kurtuba şehrini vücuda getirdiği bir takım me’asir-i aliyye-i medeniyye ile behişti bir hale ifrağ etti. Kurtuba onun zamanında köşkler bahçeler hayvanat-ı vahşiyye ve tel örgülerle muhat kuş bahçeleri koşu meydanları ile dolmuştu. Her şu’beden vücuda getirdiği daru’s-sınaaların mikdarı pek çoğa varıyor idi. Zehra Taura Ravza kasırları fenni ve mali pek büyük kıymeti haiz Abdurrahman’ın yapmış olduğu meclis salonun tarz-ı lara veleh verecek bir raddede idi. Kasru’l-hilafe denilen kasrı ise bundan daha mükemmel ve daha muhteşem idi Mukri’nin Nefhu’t-Tayyib’ine bak Abdurrahman zamanında Endülüs’te seksen büyük üç yüz küçük şehir vardı ki bunların havi oldukları köyler mezraalar on iki bine varıyordu. Zaman-ı saltanatında Kurtuba ti. Bir surette ki hanelerden aks eden ışıklarla on millik bir mesafe kat’ olunabilirdi. Tuleytula’da İslam’ın hakimiyeti zamanında iki yüz bin nüfus vardı. Kurtuba’nın muhiti seksen fersah olup dahilinde altmış bin kasır seksen bin iki yüz üç hane bulunuyordu. Salamanka yüz yirmi kasaba ve karyeyi ihtiva etmekte idi. vardı. Şayan-ı kayd ve tezkardır ki buralar İspanyol idaresine geçtikten bir müddet sonra bin yedi yüz kırk iki tarihlerinde bütün İspanya’da her nevi’ sanayi’-i nesciyyeye aid olmak üzere ancak on bin müessese bulunuyordu. Umumi ve hususi kütübhanelere gelince İslam’ın bunlara vermiş olduğu ehemmiyetin derecesini takdir gayr-ı kabildir. Bu babda umumi bir fikir verebilmek için şunu haber verelim ki Endülüs Hakimi Abdurrahman Nasır müddet-i saltanatı - ın kütübhanesinde dört yüz bin cild kitap vardı. Bağdad’ta Halife-i Abbasi Nasır bin Mustazi’nin kitapları da hemen buna yakın idi. Kardinal Eksiminos Gırnata şehri meydanlarında bir günden seksen bin cild raddesinde asar-ı İslamiyye yakmıştır. hinde Kahire’de bir kütübhanede yalnız ulum-ı riyazıyye ve hey’ete aid altı bin cild eser ve biri Abdurrahman-ı Sufi’nin olmak üzere iki kere görmüştür. Ehl-i İslam’ın büyük bir eser-i imtiyaz ve rüchan göstermesi tarik-ı teali ve tekamülde sair ümmetleri kendilerine peyrev etmesi yalnız maarif sanayi’ kavanin ve nizamat sahalarına münhasır değildir. Bu şeylerin yanında onlar musikı ve elhana da merak ettiler. İstila ettikleri Fars Hind Roma memalikinde musikıye dair gördüklerini almakla beraber bu noktada durmadılar. Muktesebat-ı saire hakkındaki mesleklerini musikıde de tatbik ederek yeniden birçok alat-ı tarab icad eylediler. Arab’ın bu hususta ne mühim muvaffakıyetler elde etmiş olduğuna Royotam’ın tarih-i musikıye aid bir eserinde söylemiş olduğu şu söz bir mikyas olabilir: Arap’da otuz iki nevi’ rübab kırk bir nevi’ kemençe; on beş ud ve tanbur gibi sair alat-ı veteriyye ki cem’an altmış bir çeşit saz nev’inden alat-ı musikıyye vardı. Her nev’in ferdleri arasında mücaneset bulunmakla beraber bunlar gayet bedi’ ve müdhiş olan şekilleriyle yekdiğerlerinden ayrılırlardı. Musikı Harun er-Reşid’in zaman-ı hilafetinde bilhassa onun sarayında evc-i kemale varmıştı. İbrahim el-Mavsıli ve oğlu İshak Gariz-i Mekki Zeryab bunlar bilhassa saraya hizmet eden esatize-i musikı idiler. Hulefa-yı İslam’ın musikıye olan derece-i i’tinalarına bu fennin erbabına karşı gösterdikleri teveccüh ve iltifata bakılarak nasıl bedayi’-aşina bir zevke hüsn-i tabiate malik oldukları kestirilebilir. Görüyoruz ki Harun er-Reşid bir cariyesi hakkında söylemiş olduğu kıt’ayı bestelemiş olan Zübeyr bin Dehman’a yirmi bin dirhem veriyor. Aynı zat yine bir gün huzurunda terennüm ettiği bazı elhanda büyük bir eser-i kudret ve maharet göstererek kendini taraba getirmiş olduğundan dolayı halife kendini elli bin dirhem caize arz etmesini söylüyor; Zübeyr Rif’de bir yer istemesi üzerine orada vasi’ bir arazi vermekle beraber mühim miktarda tahsisat bağlıyor. Muğni Zeryab senesinde Irak’tan Endülüs Hakimi Abdurrahman-ı Evsat’ı ziyarete geldiği zaman Abdurrahman’ın bizzat karşı çıkmış olduğunu İbni Haldun beyan etmektedir. Halife Mehdi’nin kölesi olan Zeryab İbrahim el-Mavsıli’nin şakirdi olup Endülüs’e musikıyi idhal eden ve o kişver-i Ümmetler arasında musikı ve sair sanayi’-i nefisenin mazhar olduğu terakkı bu akvamın hadaret ve medeniyetteki terakkılerinin derecesiyle mebsutan mütenasib olacağı hakayık-ı müsellemedendir. Böyle olunca İslam’ın terakkıyatı medeniyetinin büyüklüğü siyasetinin ulviyeti hakkında verilecek hükmü İslam hükumetlerinin bütün envaıyla sanayi’-i nefise ve bilhassa musikıdeki behreleri hakkında tarih sahifelerini karıştırarak bu babda esaslı bir fikir edinecek olanlara havale edebiliriz. Müslümanlar bu vadilerde harikalar göstermişler bedayi’ vücuda getirmişlerse bunun şayan-ı hayret bir ciheti yoktur. O ümmetler ki Peygamber’leri der Kur’an ları ferman-ı la-yezalisini azan-ı intibahlarına isal eder hayat-ı maddiyye ve ahlakıyyece onların meratibin kemalin müntehasına varmaları pek tabii bir şeydir. Şuraya kadar olan sözlerimizle İslam memleketlerinin evvelce medeniyetin guna-gun tecelliyatıyla bi-nazir bir siyaset-i hakimane ile ma’mur ve müreffeh bir hayata mazhar olduğunu gösterdik; birçok ümmetlerin barbarlık hayatından vahşet hal ve tavrından hakıkı medeniyete demokratik ve cidden muntazam ve mükemmel bir tarz-ı hayata ani bir surette geçmelerinin hakıkı amili ancak din-i İslam olduğunu izah ettik. Verdiğimiz bu izahat ve tafsilattan sonra bu terakkıyat ve tekamülatı icab eden şeyin sırf İslam’ın ruhu olduğunda şübhe edilemez. Kezalik son asırlarda müslümanların duçar oldukları zaaf ve teehhurun yegane saikı o ruh-ı ulviden irfan ve nur adalet ve medeniyet uhuvvet ve tam ma’nasıyla demokrasi ruhundan uzaklaşmaları olduğunda zerre kadar tereddüd ve iştibaha mahal olduğunu zan etmek pek büyük haksızlık olur. İslam’ın hadaret ve medeniyete kabiliyeti olmadığını ehl-i İslam’ın mücadele-i hayat sahalarında milel-i saire ile rekabet ve müsabakaya muktedir bulunmadığını dine karşı vesile-i savlet ittihaz edenler İslam’ın hakıkatini bilseler tarihini güzelce tedkıka koyulsalar kendilerinin böyle ceffe’l-kalem vermiş oldukları hükümlerle hakıkate tarihe karşı hiç de lazıme-i insafa riayet etmemiş olduklarını anlarlar idi. Önümüzde bugünkü Devlet-i Osmaniyye hilafet-i İslamiyyenin mümessili olan bu hükumet dururken bilmem niçin uzaklara giderek mefahir-i medeniyyeleri maziye karışmış olan memleketlerin ahvalinden da’vamıza delil aramak külfetini ihtiyar ediyoruz. Devlet-i Osmaniyye te’min ettiği en ufak menfaat kendisinin taksim sofrası üzerinden kalkıp uzaklaşmasına bir vesile ihzar etmesi olduğunda şübhe olmayan şu harb-i muazzamı güzel bir fırsat bilerek bir takım dahili ıslahata koyuldu; ve ilk icraatını devair-i resmiyyeyi ıslah ve muamelatını tanzim mes’elesi teşkil etti ki imtiyazat-ı ecnebiyye mes’elesi asırlardan beri bu yolda teşebbüsatta bulunabilmesine kat’iyyen mani’ idi. Görülüyor ki devlet bugün mekteplerde usul-i tedrisi ıslah ile meşgul bulunuyor; bir taraftan da yer yer mektepler medreseler vücuda getiriyor; devair-i adliyyeyi en yeni bir tarzda tanzim etmeye karar vererek bunun mehakim-i şer’iyye mes’elesini de bu komisyonlara havale ediyor. Gaile-i harb onun ahval-i maliyyesini tanzim memlekette ziraat ticaret sanaatin terakkısini te’min edecek vesaili istikmal mes’eleleriyle iştigaline mani’ olamıyor; bu mesai sayesinde tarik-ı terakkı ve felahta atmakta olduğu geniş adımlara bakılırsa az zaman zarfında kendisinin en büyük ümmetler sırasına geçeceğine hükmetmek zaruridir. sil eden ve başında halife-i müslimin bulunan hükumet-i Osmaniyye ıslahat-ı medeniyye yolunda böyle yalnız başına yürüyüp gider mi idi? Hayır hayır İslam bugün yine ber-hayattır; taravet-i hayatını mükemmelen muhafaza etmektedir; ancak bazı etbaı evamirine muhalefet ettikleri için nefislerine acımayarak tarik-ı sefahette ulu-orta ileri atılmış olan ümmetlerin başlarına gelen haller onların da başına geldi. Muhakkak İslam bir ikinci def’a olarak belini doğrultacak etbaı evvelce seleflerinin yaptığı gibi tarik-ı felah ve pür-feyz pür-meali devirlerini dünyaya yeniden getireceklerdir. Ve işte o zaman Kur’an’a ta’n edenler müslümanların saadetlerini terakkı ve teali yolunda ümem-i saire ile münafeseye iktidarlarını te’min eden amil-i yegane onların halkı Kur’an’ larına da’vet etmeleri mes’elesi olduğunu anlayacaklardır. Bu makalenin aslı Berlin’de Almanca olarak intişar eden Alem-i İslam Mecmuası’ında neşr olunmuştur. SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESINE Doktor Rıza Tevfik Beyefendi’nin konferanslarında “Kuvve-i Külliyye” ta’biri epey tefennün ve tekerrür diyor: Geçen gün Türk Ocağı’nda irad etmiş olduğu konferansının İkdam gazetesine menkul bir parçasında da şöyle bir vecize halinde görünüyordu: “Ulvi ve münezzeh bir Kuvve-i Külliyye’ye Neye saklayım doğrusu ya; ben şu “Kuvve-i Külliyye” ta’birinden ve hele şu parçada ahz-ı mevkı’ ettiği cümlenin kuşkulanıyorum; ihtimal ki felsefe-i asrıyyenin edyan-ı medeniyye esaslarında ika’ etmek istediği teceddüdün hafayasından bir nükte-i gamiza olsun; konferansın huzzar ve müstefidini miyanında bulunmadığım için fazıl doktorun ilka eylemiş olduğu şu hitabenin ne insicamı ne de mevzuu hakkında bit-tabi’ bir şey yazamam; söyleyemem. Bununçün şu birkaç satırlar konferansın mevzuuna nazır zannolunmamalıdır asla... ben yalnız vicdan rahatsızlığı hissettiğim şu “Kuvve-i Külliyye” ta’biriyle ahz-ı mevki’ ettiği cümle hakkında bir vakfe-i tereddüd ve tefekkür yapmak istiyorum. Her şeyden evvel Rıza Tevfik Bey acaba şu mutalsam “Kuvve-i Külliyye” terkibinden neyi murad ediyor? Bilsek!.. Eğer tabiatin safahatında mütecelli ne kadar bedayi’ ve acayib varsa cümlesini tabiat-i külliyyenin maksadsız plansız ve kör körüne hareketine ve mekanik fizikoşimik amillerinin netayicine ve en nihayet mebde’ ve meadı muadelesini “Zerre x Hareket x Feza x Zaman” faktörlerine ircaına çalışan felsefenin kanaatini felsefe-i avamı cerh etmeyecek bir ta’bir ile icmal ve ihfa etmek istiyorsa ve yahud Vakero Vacherot ve Renan Renan’ın eserlerinde yazılı: “Dieu n’est qu’un ideal de l’esprit humain ideal que le monde. Realise graduelement par nu progres indefini. Felsefi mefkureyi ve Didero Diderot’nun şu: “Dinu sera-peut etre un jour.” Vecize-i ilhadiyyesinde mermuz faraziyeyi ima ediyorsa ve şu hakıkatten ve harici bir hüviyet ve taayyünden mücerred ve mevhum bir “Mebde’-i Felsefi”ye inanmayı Muhammedi bir iman mahiyetine çevirmeyi arzu ediyorsa doğru bir hareket değildir. Hem aynı zamanda hatadır. Doğru bir hareket değildir: Çünkü Kuvve-i Külliyye gibi mübhem müstahdes yuvarlak zül-vücuh ta’birlerle bu gibi yüksek sadedlerde hiçbir şey ifade ve istifade edilmiş olmaz. Rıza Tevfik Bey bu gibi sahalarda tenekkür etmemeli olduğu gibi görünmek celadetine katlanmalıdır. Ortada ihtiraz edilecek ne var? İslamiyet’te zaten “Düşünme! Hemen ğildir ki irgam-ı vicdan Kitab-ı Aziz’de nassan memnu’dur. ayat-ı kerimedendir. Hem aynı zamanda hatadır: Çünkü Fransız feylosof Karo ve emsali muhakkıkınin nazarında hakıkat-i halde inkar-ı uluhiyyetten başka hiçbir noktaya veya bir gayeye nazır olmayan şu “İmpersonnelle” mefhumların mukabelesinde mevzu’ “Kuvve-i Külliyye” gibi terkibler iman-ı Muhammedi’nin ne Kaimetü’l-akaidinde ne de Kitab-ı Aziz’inde –kabil değil– cay-ı tatbik cay-ı kabul bulamaz. Çünkü şer’-i mutahharın “Iman Melek Vahiy Nübüvvet Ahiret” gibi kelimelerinde maani-i diniyye mütebellirdir; mansusdur ve bin üç yüz seneden beri teselsül eyleye gelmiş bir icma’-ı mutlak ile takannün etmiştir. Şimdi bu kadar kat’i ve icmai bir takannünün karşısında nusus-ı mukaddesemizin mütebelliru’l-medlul kelimeler üzerine hod be-hod te’vil ile tevsi’ ile tefelsüf etmek açıktan tahriftir. Hakayık-ı ilmiyyenin hukukuna zulümdür. Yok; “Kuvve-i Külliyye”den maksad bu ta’dad ettiklerim değil de Zat-ı zü’l-celal Hazretleri ise –ki buna doğrusu ya pek az ihtimal verebilirim. Çünkü “Kuvve-i Külliyye” terkibi yukarısında yazılı “... müntakım ve müstebid mevcudlar...” cümlesine karşı getirilmiştir.– Bu kadar kabih ihamlar kokan ta’birlerdeki ısrarın hikmetini soramaz mıyız? Yoksa “Lafza-i Celal” mütefelsifane konferansların edasına kabalık mı veriyor!... Fakat İbni Sina’nın İbni Rüşd’ün Nivton’un Dekart’ın Puankare’nin Pastör’ün feylesof-ı muhakkık Bergson’un makalelerine “Lafza-i Celal” Dieu bilakis şeref ve ciddiyet vermiştir. Bir de şu nükteyi de arz edelim: Şer’-i Muhammedi edyan-ı sairenin ve hususiyle Mesihiyyetin vicdan-ı beşerle huzur-ı Zül-celal arasında Sur-ı Çin gibi ikame ve te’sis ettiği vesayetin cümlesini vakıa aradan kaldırıp attı ve her vicdana doğrudan doğruya huzur-ı izzete feryad ve münacat etmek arz-ı hacet eylemek hakkını bahş ü teşri’ ettiyse de enbiya-yı izam hazeratının o hayır ve mekarim muallimlerinin hukuk-ı azimesini de ihmal etmedi ve maarif-i ilahiyyede enbiya-yı izam efendilerimizin kudret-i kudsiyyeleri nefehatından istiğna edenlerin imanında meşruiyet görmedi. Enbiyaya imanın derece-i vücubu Kitab-ı Aziz’in en birinci suresinde ve sure-i celilenin ta balasında yazılıdır! buyuruluyor. CİHAD VE ALEM-İ İSLAM – – – Afganistan’da bulunduğunuz zaman Makam-ı Hilafet’ten cihad i’lan olunduğuna dair bir ma’lumat edinebildiniz mi? Bu hususta ne gibi te’sirat hissolunuyordu? – Ben Afganistan’a geldiğim zaman zannederim i’lan-ı cihad olunmamıştı. Lakin acibdir ki herkesin ağzında her yerde bir hiss-i kable’l-vuku’ gibi cihad i’lan olunursa yahud olunacakmış gibi sözler deveran etmekte idi. Evvelce dahi arz etmiştim ben Buhara-yı şerifte iken bile böyle bir his mevcud idi. Afganistan dahilinde ibtida Mezar-ı Şerif’te bulunduğum sırada işittim. Meşhed’den gelen bir yolcudan naklen söyleniyordu: İstanbul’da halife-i muazzam Sultan Mehmed Reşad Han cihad-ı mukaddes i’lan etmiş bütün mü’minlere gaza farz olmuş Afgan Emiri’ne dahi halifeden ferman gelmiş. Haberin mevsuk olup olmadığı ciheti tahakkuk etmemişti. Mamaafih Mezar-ı Şerif halkı gayet büyük galeyanda idi. Çok kişiler mutlaka cihad farz oldu iddiasında idi. Taşkurgan Gündüz taraflarında dahi cihad şayiatı rivayet olunuyormuş. Bilahare Kabil’e geldiğim zaman bütün Afganistan halkının aynı his ile mütehassis olduklarını tamamıyla müşahede ettim. Maamafih mahafil-i resmiyyeye Halife tarafından öyle bir ferman tebliğ olunmadığını öğrendim. senesi Mayıs nihayetlerinde olacak cihad haberi tekrar kemal-i hararetle söylenmeye başladı. Hindistan’da Halife tarafından resmen cihad i’lan olunduğunu mevsuk ve kat’i olarak haber vermişler. Bunun üzerine umum Afganistan baştan başa birkaç gün zarfında haberdar oldu. Ve derhal ordular teşkil olunacağı yeni silahlar tevzi’ olunacağı hatta Halife tarafından esliha gönderildiği dahi tebşir olundu. Herkes düğüne da’vet olunmuş gibi yekdiğerini tebrik ediyorlar yüzlerinde bir beşaşet ve sürur nümayan idi. Maatteessüf Emir Sahib tarafından hiçbir şey söylenmiyordu. Nihayet kulaktan kulağa emir aleyhinde de bazı şeyler söylenmeye başladı. Hatta bazıları emirin İngiliz taraftarı olduğunu dahi iddia ettiler. Bunun üzerine bir nümayiş resmen Halife’den ferman gelmediğini i’lan ederek ezhanı bir derece teskine muvaffak oldular. Kabailde ise galeyan fevkalade idi. Cami’lerde hatibler tarafından Emir Sahib’e ta’yin edileceğine dair hutbeler irad olunarak ahali sükunete da’vet edildi. Diğer taraftan da Hindistan’da bütün müslüman gazetelerinin kapandığı havadisi şayi’ oldu. Bunun üzerine Halife tarafından cihad i’lan olunduğunu yazdıkları mış ve birçok muharrirler de taht-ı tevkıfe alınmış diye cihad mes’elesi tekrar alevlendi. Bu sırada Gürcistan’daki kabail rüesası ictima’ ederek Peşaver’de bulunan İngiliz valisi Lord’a mahsus elçi ile haber gönderdiler: “Peşaver’i hemen terk ediniz. Aksi takdirde sizi kuvve-i müsellaha ile ihrac ederiz. Zira Peşaver esasen lerimize bed muamele ediyorsunuz artık bizim memleketimizde Aynı zamanda Hindistan’ın her vilayetinden firar eden müslümanlar Afganistan’a iltica etmekte idiler. Afganistan’da bulunduğum zaman müşahedatım bana pek büyük ümidler bahş etmişti. Bilahare efrenci ayları hatırlayamıyorum Ramazan-ı şerifin nısf-ı ahirinde idi Halife-i Muazzam hazretlerinin memleketlerinden Basra şehrini İngilizler almışlar Bağdad’a takarrub etmekteler diye bir havadis şayi’ oldu. Bunun üzerine bütün müslümanlar büyük bir asabiyet ile galeyana geldiler. “Artık cihad farz oldu” diye Moman Tira Afridi kabileleri aşayiri Peşaver hududunda vaki’ Hayber Geçidi ağzında İngiliz askerine tecavüzi bir hareket-i askeriyye icra ettiler. Birinci günü büyük bir muharebe olmadıysa da keşif kolları müsademeleri oldu. Ben o zaman Afridiler miyanında bulunuyordum. İbtida müsademe vukuu Peşaver kurbünde Çeharse dedikleri bir mevkı’de oldu. Bu vak’a üzerine İngilizler Hindistan’dan mecusilerden mürekkeb kırk bin mevcudlu bir kolordu sevk ettiler. Zaten Peşaver kurbünde Atak nam mevki’-i müstahkemde yirmi bin mikdarında daimi bir mevcudları da vardı. Derhal takriben altmış bin asker sevk ederek Afridilerin bir daha baş kaldıramayacak derecede terbiye olunmaları için Kalküta’dan kat’i emirler verildi. Muharebe resmen başladı Peşaver’de bulunan İngiliz aileleri umumiyetle Hindistan dahiline kaçtılar. Muharebede Afridiler daima gece baskını yapıyorlardı. Gecelerin karanlıklarından bil-istifade gayet muvaffakıyetli baskınlar yaparak büyük büyük telefat verdirdiler. Bir gün bah erken şafak ile beraber hücum ettiler. İngilizlerin karşısında bulunan Momanlar gayr-ı muntazam firar halinde ric’at ettiler. Bu hali gören İngilizlerin iki ordu askeri dört mitralyöz ile Momanları ta’kıbe başladı. Momanların bazıları silahlarını dahi bırakarak firar ettiklerini gösterdiler. Halbuki ikinci bir tepede gizlenmiş olan Afridiler arkadan İngiliz askerinin hatt-ı ric’atini kesmiş bulunuyordu. Tiralar da sağ taraftan bir yaylım ateşiyle İngilerin üzerine hücum ettiler. Bu hücumda İngilizler asker ve zabit olarak iki bini mütecaviz telefat verdiler. Yalnız üç İngiliz zabiti kurtulabildi. Bundan sonra İngilizler birkaç def’a toplarının himayesi altında muharebe ettiler ise de neticede hep az çok telefat ile çekilmek mecburiyetinde kaldılar. O sıralarda idi İslambol Halifesi Sultan hazretleri tarafından vekalet-i mahsusa ile Gazi-i İslam Enver Gazi hazretlerinin ba-ferman-ı padişahi İran tarikıyle Afganistan hududuna geldiği rivayeti şayi’ oldu. Bu haber pek çabuk tevessü’ etti. Bu şayia üzerine artık eline silahı alan Afridiler ordusuna den binlerce adam firar ederek Afganistan’a geldiler. Hatta Dehli’de resmi İngiliz mektebinde bulunan talebeden de birçok Hindli gençler firar ederek geldiler. Bunları gözümle gördüm. Birkaç talebe ile bizzat da görüştüm. Fevkalade bir heyecan mevcud idi. kabil olduğunu idrak ettiler zannediyorum derhal Hindistan ulemasından bazı adamlar gönderdiler Kuhistan kabailini sulha da’vet ettiler külliyetli paralar sarfıyla işi sulha bağladılar. –Bu kabail rüesasından bazı adamların isimlerini söyleyebilir misiniz? mek münasib de değildir. Maamafih Moman’da Molla Kuhistani namıyla ma’ruf bir zat vardır ki bu adam pek büyük bir nüfuza maliktir. Adeta resmen bir hükümdar gibidir. Afganistan’da umumiyetle az çok servete malik olan adamlara han derler. Bu hanların kendilerine göre mevki’lerinde bir derece nüfuzları caridir. Lakin asıl büyük ma’ruf ve nafizü’l-kelim olanları: Mevlevi Sahib Molla Kuhistani Miyan Sahib gibi namlar ile yad olunurlar ve bunların her birinin gayet büyük kuvvet ve nüfuzları vardır. Eskiden bunların o kadar ehemmiyetleri yokmuş ekseriyetle kendi aralarında yekdiğeriyle muharebe ederek mukatele ederlermiş. Fakat şimdi umumiyetle kabail rüesası birleşmiş aralarında sıkı münasebet peyda etmişler adeta federasyon şeklinde bir devlet haline gelmiş gibidirler. RUSYA İÇKI BELIYYESINI NASIL İZALE ETTI Geçen nüshada İngiltere’de içki aleyhideki cereyanlar hakkında bazı tafsilat vermiştik. Bu nüshada Rusya hakkında muhtasaran bazı ma’lumat veriyoruz. Amerika’nın Mecelletü’l-Mecellat yani Review of Reviews mecmuasının Kanunisani nüshasında da bu mes’leye dair bir başmakale vardır. Evvela onu aynen tercüme ediyoruz: Rusya’yı harbden evvel bilenlerin votkasız bir Rusya tasavvur etmeleri güçtür. Zira insan ekşi lahanasız bir Almanya’yı yahud makaronyasız bir İtalya’yı fikrine getirmekte aynı suubete tesadüf eder. Bir kasabanın halini içkiden husule gelen kavgaları sokaklarda düşüp kalmaları erkek ve kadının hacalet-aver manzaralarını ortadan kaldırmak zihne kolay gelemez. Zira Rusya’nın alamet-i farikası yahud Rusya hayatının sıfat-ı mümeyyizesi sarhoşluktur. Rusya hayatında mazarrattan ibaret değildir. Bilakis oranın hayatında bir ruh bir hülasatü’l-hülasa mesabesinde hayatın her safhasında kemal-i vuzuhla mevcud idi. Rus hakıkat-perver edebiyatında mesela Dostoyevski ve Gorki’nin romanlarında zikr olunan neş’et etmemişti. Bilakis Rusya’nın hayat-ı hakıkıyyesini tasvir edebilmek için imparatorluk ahalisinin yarısını ölüme mahkum tutan küul beliyyesini nazar-ı dikkate almak mecburiyetinde kalmışlardı. Bütün bu şeyler şimdi ortadan zail olmuştur. Sanki bir sahirin işaretiyle hepsi mahv olmuştur. İ’lan-ı harb üzerine Rusya hükumeti bir gün demiştir ki: “Votka bulunmamalıdır.” Ve derhal votkadan bir eser kalmamıştır. Bu emir üzerine her memleket ahalisinden nisbeten fazla müfritane etmişlerdir. Bu vasi’ imparatorlukta bulanan bütün içki fabrikaları meyhaneler ve müskirat dükkanları kapanmıştır. Dünyanın başka yerinde böyle mühim bir inkılab bu kadar seri’ ve garib bir şekilde istihsal olunamazdı. Evet içki beliyyesi içki ticareti böyle kat’i bir surette men’ olundu. Emrin sudurunu müteakıb yirmi dört saat mürur edince çarın o vasi’ imparatorluğunun hiçbir noktasında müskirattan bir damla satılmaz olmuştur. Amerika ahalisine bu inkılab mu’cize gibi görünüyorsa da hakıkat-i hali teşrih ettikten sonra mes’elenin sırrını kemal-i suhuletle idrak ederler. Rusya’nın bütün içki i’malathaneleri hükumet inhisarı altındadır. Meyhaneler içki depoları da onundur. Hususi fabrikalar hem az hem de yaptıkları meşrubatın bey’i için hükumete muhtaçtılar. Başka müşterileri yoktu. Bunun için çar milletini içkiden men’ etmek isteyince bütün millet ister istemez itaat etmek mecburiyetinde kalmıştır. Hükumetin maksadı içki beliyyesini mahdud bir zaman için men’ etmekle seferberliği teshil ve ordunun cem’ ve sevkını tesri’ etmekten ibaretti. Fakat bütün millet içki beliyyesinden kurtulmak ni’metini idrak ve lezzetini hissettikten sonra hükumet eski karlı içki ticaretine da’vet etmeye cesaret edemedi. Zira bütün millet yekvücud olarak içkinin devam-ı memnuiyyetini musırran istemişti. Vaktiyle pek fazla müfrit sarhoş ve ayyaş olan çiftçiler bile bu milli şevk ve galeyana seve seve iştirak etmiş bu beliyyenin izalesini istemişlerdir. Rus gazeteleri milleti te’yid ve hamasetini tezyid etmeye bezl-i gayret ettikleri cihetle her vakitten ziyade milletin teveccühüne muhtac olan hükumet mutavaat etmek ve milletin arzusunu kabul eylemek mecburiyetinde kalmıştır. Bu parlak hareketin neticesinde yeniden kuvvetlenmiş kesb-i afiyet etmiş ve müdhiş bir inkılab-ı ictimai geçirmiş olan bir Rus milleti meydana çıkmıştır. Ceraim ve cinayat yüzde kırktan fazla tenakus etmiş karı döğmek cürmü tamamen zail olmuş sarhoş pederlerinin kasvetinden korkan çocuklar kemal-i istiğrabla analarına pederlerinin her vakit böyle munis ve merhametli kalacaklarını kemal-i meserretle soruyor olmuşlar. İçki beliyyesinin izalesiyle Rusya’nın adab-ı umumiyyesinde mükalemat-ı adiyyesinde kadınların etvar ve harekatında vuku’ bulmuş olan inkılab o kadar azim o kadar mahmus ve celidir ki bu inkılabın harb-i umumiden daha azim ve müessir olduğuna hükm etmekte tereddüd etmeyiz. Petrograd’da intişar eden Reç gazetesinde Rus meşahir-i muharririninden K. Vrobyov bu münasebetle bir makalesinde diyor ki: Memleketimiz şayan-ı dikkat ve azim netayic milletin ahval-i ruhiyyesine tari olan terakkı ve içki beliyyesinin men’inden hasıl olan asar-ı mahmude dolayısıyla milletin tarz-ı hayatında gözlerimiz önünde müdhiş bir inkılab husule geldi. İçkinin memnuiyeti Rusların ahval-i ruhiyye tebeddülün netayic-i müteyemminesi imparatorluğun her tarafında ve ba-husus köylerde pek aşikardır. Kısa bir zamanda Rus köyleri o kadar tebeddül etmişlerdir ki adeta tanınmaz olmuşlardır. havalisinden bir papas yazıyor ki: İçki beliyyesinin memnuiyeti dolayısıyla köylerimizde hasıl olan mübarek tebeddülün tasviri gayr-ı kabildir. Bütün köylülerimiz kemal-i vakar ve nezafetle giyinmeye başlamışlar daha faal müstahsil hassas ve sahib-i idrak olmuşlardır. Vaktiyle çok ayyaş şarhoş bulunan köylüler bana bu yeni tarz-ı hayattan fevkalade memnun olduklarını söylemişlerdir. Mesela bir köylü tanırım: Gece gündüz daima sarhoştu. Evinde kış için kalan en son un çuvalını bile satmıştı. Tavukları yumurtlar yumurtlamaz meyhanelere götürür içtikçe içerdi. Bugün kemal-i meserretle bu adamın avlusuna bir kapı yaptığını evini ta’mir etmekte olduğunu görüyorum. Her akşam evi önünde ailesiyle beraber şen ve şatır oturuyor yarınki işler hakkında müdavele-i efkarda bulunuyor. Tarlasında ve evinde yapılması lazım gelen ıslahat hakkında i’mal-i fikr ediyor. Senelerden beri bunun ailesini tanıdığım halde karısının yüzünü bugünkü gibi mesrur halde görmemiştim. Zavallı kadın dayaktan daima mahzun idi yüzünü daima mavi çizgiler kaplamıştı. Bunun gibi bir çok misaller zikr etmeye hazırım. Bütün halk kemal-i faaliyetle işlerini görüyorlar ve Cenab-ı Hakka votkanın yeniden satılmaması için dualar ediyorlar. Yeniden mesi için niyaz ve istirham eyliyorlar. Diğer bir muhabir de yazıyor ki: “Votkanın men’-i füruhtu gerek amele gerek çiftçiler arasında fevkalade hüsn-i netice vermiştir. Bütün kazandıkları parayı kendi tarlalarına ve ıslah-ı ahvallerine sarf ediyorlar. Şimdi o eski hayasız kaba şarkılardan hiçbir tanesini köylerde işitmezsiniz. Çiftçi evlerinde sarhoşluk kavgalarından bir eser kalmamıştır. Dayak ve kaba rezaletler zail olmuştur. Pazar ve ta’til günlerinde bütün köylerde huzur ve sükun hüküm-fermadır. Hiçbir sarhoşa tesadüf olunmuyor. Kavgalardan patırtılardan eser yoktur. Gerek kadınlar gerek çocuklar bu içki beliyyesini men’ ettiklerinden dolayı rical-i hükumete daima dua etmektedirler.” El-hasıl içkinin memnuiyeti yüzünden o kadar büyük ve mühim inkılab vukua gelmiştir ki onun netayic-i hasenesi Rusya’nın harbe sarf etmekte olduğu bütün masarıfını ıtfa etmeye kifayet edeceğini te’min ediyorlar. Mesela bir köylünün düğününde hiç olmazsa on beş lira votka için sarf ediliyordu. Bütün Rusya ahalisinin bu memnuiyeti kemal-i memnuniyetle telakkı ettiklerine taaccüb edilmemelidir. Bazılarının bunu hayat-ı beşeriyetin en mes’ud devresi addetmeleri Bir muharrir bu münasebetle diyor ki: “Ba’dema sulh ve selametin muhafazası için siyasiyyuna ihtiyacımız yoktur. Zira her vatandaş kendi hukukunu sulh ve selametini muhafaza etmeye muktedir olmuştur. şayet bütün bey’-i müskirat müessesatı kapanırsa hapishaneler boşanır oralara girecek kimse kalmaz ve polisler için iş bulunmaz. Cinayat mahkemeleri mahkum edecek adam doktorlar müdavat edecek hasta bulamazlar.” Aynı senenin Temmuz’unda intişar eden Rikorov of Hıristiyan Verle dini mecmuasında da bu fıkra yazılmıştı: “Mister Gordon kendi eserini yazdıktan sonra Harb-i Umumi içki mes’elesine şimdiye kadar haiz olmadığı bir ehemmiyet ve müsta’celiyet kazandırdı. Rusya hemen hemen her türlü içkiyi Fransa da apsenti men’ etmiş ve bütün Almanya her türlü içkiden tevakkı etmek için münakaşa ediyor. İngiltere’de de içki beliyyesinin tahdid-i mazarratı beliyyesinin kendi milleti için büyük bir tehlike olduğuna kani’ olmasa idi bütün müskirattan vazgeçer miydi? Harbin bidayetinde içki mes’elesini meydana getiren hareket yeni değildir. Mister Gordon Avrupa’da uzun tedkıkatta bulunduğu cihetle içki aheyhindeki hareket hakkında mufassal ma’lumat veriyor. Amerikalıların hayret ve istigrablarını mucib olan şey Avrupa’da içki aleyhdaranının hissiyat ile hareket etmemeleri; bu mes’eleyi kuru bir mes’ele-i fenniyye gibi telakkı ederek laboratuvarlarda kimyahanelerde mütefennin adamlar ve muallimler tarafından bi-tarafane bir suretle kemal-i ciddiyetle tedkık etmeleridir. Avrupa’da Yapılan tedkıkat neticesinde müskiratın te’sirat-ı muzırrası her yerde ve her zamanda erkek kadın ve çocuk için aynı surette tebarüz ediyor. Doktor Henry Cozif Krukz en dakık vesait-i fenniyye ile isbat etmiştir ki küul ne kadar az olursa olsun hayatın en büyük muhriblerinden ma’duddur.” Londra’da intişar eden The British Weekly mecmuasında doktor Robertson Nikol’un yazdığı mühim bir makaleden de bir iki fıkrayı tercüme ediyoruz: Aramızda bir günah büyük ve ma’ruf muzır bir günah mevcuddur; ordumuzun faaliyet ve iktidarını tenkıs eden bir günah her türlü fedakarlıkta bulunmuş olan pederleri mahzun etmekte olduğu için izalesi derhal lazım gelen bir günah hüküm-fermadır. Bunun izalesi elimizdedir. Her merhametli Bunlar daimi endişe içinde bulunuyorlar. Kalbleri kan ağlıyor. Ekseriyetle sevdiklerinden haber almıyorlar. Gamlarını def’ ve muvakkaten başka hayali bir hayatta birkaç saat istirahat edebilmek için içki beliyyesine katılıyor işrete alışıyorlar. Bu mes’ele hakkında çok yazmak tarafdarı değilim. Fakat maattessüf mevsuku’l-kelim mütehassısların şehadetleri bu babda sarihtir. Hükumetin onlara verdiği maaş içki için sarf olunmaktadır. Bu rezaletin harb cebhesinde bulunan askerlere çok fena te’sir icra edeceğine kani’ olmalıyız. Bunlar vatanı için kendi kanlarını ve canlarını feda ederken vatanda bıraktıkları hanümanlar tahrib ediliyor aileler mahv oluyor. Müskiratın men’i bu nakısa-i ahlakıyyemizi bu rezaleti Rusya ve Fransa hükumetlerinin yaptıkları fedakarlık unutulmaz. Glasko Darulfünun üstadlarından Grigori re’ye’l-ayn müşahede ettiği Rusya ahvalini hikaye ediyor. Çin hududundan Finlandiya’ya kadar Rusya içinde icra ettiği seyahat esnasında ancak tek bir sarhoş tesadüf etmiştir. Bu da Rus değildi ecnebi idi. Rusya hükumeti içki inhisarından senevi seksen milyon lira alıyordu. Buna rağmen milletin menafii uğuruna bundan vazgeçmiştir. Bu fedakarlık mukabilinde servet-i milliyyenin muhafazası ve Rus ordusunun kuvvet ve iktidarının tezayüdü serian hasıl olmuştur. Bu mühim noktalar bütün milletin nazar-ı dikkatini celb ile i’mal-i fikre sevk etmelidir. Muma-ileyh kumarın yarışların sinema ve tiyatroların görmüyor. Fakat bunlar şimdilik mevzuumuz haricinde olduğu Dünyanın en sarhoş milleti olan Rusya içki beliyyesinden müstebid ve menfaat-perest bir hükumet sayesinde kurtulmuş ise Memalik-i Osmaniyye meşruti ve İslam bir hükumetin himmetiyle aynı beliyyeden kurtulmayacak mı? Halife-i a’zamımızın hükumet-i İslamiyyesi şeriat-i garranın ahkamını tenfiz ve Avrupa milletlerinin tecarib-i ilmiyyesini kabul ve tatbik etmeye bezl-i gayret etmeyecek mi? Avrupa’nın şimdiye kadar rezaletlerini taklid ettik. Bari biraz da nafi’ şeylerini taklid edelim. Lehül-hamd vel-minne bizde ne Rusya ne diğer Avrupalı milletleri gibi bütün millet içki beliyyesine mübtela değildir. Fakat maattessüf şehir ahalisi ve ba-husus payitahtımız ahalisi münevveru’l-fikir gençler tacirlerimiz ve me’murlarımız bu beliyyenin pençesinde zebun bulunuyorlar ve gittikleri yere aynı rezileti neşr etmeye çalışıyorlar. Milletin bekaret-i ahlakıyyesini ismet-i edebiyyesini yırtıyorlar. Nüfusumuzu ızrar ediyorlar an’anatımızı yıkıyorlar. Bunu men’ edecek milletin muhafızı bekçisi ve mürşidi olan hükumettir. Müstebid Rusya hükumeti senevi seksen milyon lirasını millet menfaati için feda etmiş ise müşruti hükumet-i yüz seksen bin lirayı sene-i maliyyesinin resmi milletin tezyid-i nüfusu serveti faaliyeti ve muhafaza-i ahlakı uğuruna feda etmez mi? Eminiz ki feda edecektir. Ba-husus hapishanelerin masarıfından bir çok tasarruf yapılacağına; İngiliz meb’usu ve içki fabrikatörü mister Canselar’ın te’minatı vechile içki i’malathaneleri sanayi’ ve mahrukat için ispirto yapmakla hiçbir zarara duçar olmayacağına kani’ olduktan sonra tereddüd etmeyecektir. Bazı meb’usların mecliste çıkardıkları i’tirazat milletin menafi’-i aliyyesi karşısında ilmin ve dinin emr ettiği menafi’-i muhakkaka karşısında zail olmalıdır. Müstebid Rusya hükumeti milletin teveccühünü kazanmak için saadet-i milliyenin te’mini uğuruna bu fedakarlığı yapmış ise meşruti bir hükumet milletin teveccühüne daha fazla muhtac değil mi? Milletin saadetini düşünmekte olduğunu fiilen bir an evvel göstermez mi? Ahlak-ı milliyyemizi muhafaza iffet-i nisvanımızı sıyanet sıhhatimizi ve neslimizi tereddiden vikaye edebilmek için dukları gaflet içkiyle dertlerini unutmak gafleti maattessüf bizim gençlerimizde de mevcud. Bütün fuhşiyatın her türlü münkeratın en mühim amili içkidir. Bu kalkacak olursa her türlü fenalıkların izalesi kolaylaşır. cek olurlar. Fakat bunlar da efrad-ı milletten nüfus-ı umumiyyeden bir kısım oldukları için kavanin-i sıhhıyye ve umumiyyemize tabi’olmalıdırlar. İşte Avrupa milletleri hıristiyan oldukları halde aynı şeyi yapıyorlar. Binaenaleyh bu i’tiraz gayr-ı variddir. Ba-husus meşruti hükumetlerde kanun ekseriyet-ara El-hasıl hiçbir sebeb-i ma’kul yoktur ki bu beliyyenin izalesine mani’ olsun. Hükumet-i seniyyeden bu beliyyeyi derhal kemiren dahili düşmanlara içkilere karşı da i’lan-ı cihad etmesi farzdır. Ba-husus ahlak-ı umumiyyenin muhafazası kaldırmak fikrinde bulunan Dahiliye Nazır-ı alişanı İsmail Canbolad Beyefendi hazretlerinin bu fi’l-i hayra da delalet buyurmalarını temenni ederiz. İnşaallah milleti ihya edecek olan bu tarihi hizmet-i mukaddesenin şerefi İsmail Canbolad Beyefendi’ye nasib olur. Servet-i milliyyenin tezyidine hasr-ı fikr etmekle mükellef olan Maliye Nazırı Beyefendinin lütfen bu mühim mes’eleyi tedkık ve kabul buyurmalarını rica ederiz. Müskiratın men’i takdirinde milyonlarca kilo hububat ve meyvenin iaşeyi teshile medar olacağı şübhesizdir. Bu ciheti de İaşe Nazırı Kemal Beyefendi’nin nazar-ı hamiyyetlerine arz ederek onun da bu fi’l-i hayrın husulü için ibzal-i himmet buyurmalarını istirham ederiz. Matbuat-ı yevmiyyemizin bu mühim mes’ele hakkında hiçbir şey yazmamaları şayan-ı teessüftür. Kadınları dalalet yollarına sevk eden sahifelerini behnameler haline koyan bir takım matbuat-ı mevkuteye karşı sözümüz yoktur. Terbiye ve faziletin kıymetini takdir için öylelerinin de bulunması zaruridir. Fakat milletin dertleriyle hem-dert olmak lazım gelen yevmi gazetelerimizin bu beliyye-i uzma hakkında iltizam-ı sükut etmeleri asla caiz değildir. Ötede Avrupa matbuatında matbuatımızın olup geçen şeyleri olsun nakl etmemelerinin ma’nasını anlayamıyoruz. Bu şahıs işi değildir. İçki umumi bir beliyyedir. Bütün fenalıkların menşeidir. Ümmü’l-habaistir. Ahlak ve adab-ı umumiyyeyi tefessühten kurtarmak Düşmanımız olan İngiliz gazetelerinin hemen hiçbir nüshası yoktur ki içki aleyhinde neşriyatı muhtevi olmasın. Düşmanımız kaldırmış kaldırıyor diye onun aksini iltizam etmek halde bütün yevmi gazetelerimizden de bu mes’ele hakkında neşriyatta bulunmalarını temenni ederiz. Sonra bu mes’elede en ziyade alakadar olan içkinin mazarratını herkesten ziyade bilen takdir eden doktorların etıbba-yı müsliminin bu mes’eleye layık olduğu ciddiyet ve ehemmiyetle sarılmamalarından men’-i müskirat için ibraz-ı mesaide bulunacak bir cem’iyet teşkil etmemelerinden dolayı kendilerini muaheze edecek olursak darılmasınlar. Vazifelerini ihmal ede ede hukuklarından mahrum kalan ulema-yı kiram da bari duada kusur etmesinler. Hemen Cenab-ı Hak harbin ağır yüklerine bi-nihaye sıkıntılarına tahammül eden büyük sabır ve metanet gösteren bu necib milleti bu mühim muzafferiyete nailiyetle dilşad ve mes’ud eylesin. Ve bu suretle yeni Halife-i zişan efendimiz hazretlerinin devr-i hümayunları hakıkaten bir devr-i saadet olsun. Üsküdar meşhed-i mübarekinde icra edilen ihtifalde Mekteb-i Harbiyye Başkatibi Kısm-ı Sani Mümeyyizi Salih Saim Bey tarafından irad edilen nutkun hülasa-i mealini ehemmiyetine mebni ber-vech-i ati nakl ediyoruz: Huzzar-ı kiram huzur-ı ma’neviyetlerinde pa-berca-yı ta’zim saf-beste-i tekrim olduğumuz şu yüzlerce ahyar-ı ümmet din ü devlet uğurunda canlarını feda eden evlatlarını ailelerini terk eyleyen ihvan-ı din ve şüheda-yı cennet-mekandır ki kendilerinin esasen Ka’be Toprağı vasf-ı cemiliyle kadr-ı bihteri lisan-ara-yı tahdis ve takdis olan bu belde-i pak ve nevvarımızda bu muhterem Üsküdar’ımızda şeref-medfun olmaları bizler için cidden bais-i hayr u bereket medar-ı şeref ve mefharettir. Kelimetullahı i’la rıza-yı ilahiyi istihsal yolunda devlet-i ebed-müddetimizin düşmanlara karşı nusret-i ilahiyyeye güvenerek açtığı şu mukaddes cihad bayrağı altında kahramanlar gibi istihkar-ı hayat ederek arslanlar gibi çarpışa çarpışa ihraz-ı şehadet eden cennetlere vasıl olan bu mübarek din ü devlet fedakarlarının Kur’an-ı azimde zat-ı ecell ü a’lanın i’zaz ve tekrimine mazhar olmaları ne büyük saadet ne ali bir tevcih-i izzettir! Şehid ... bu ne mübarek bir kelime ne ulvi bir ma’nadır. Bunun karşısında her şey sarsar kemal-i hürmetle baş eğer. Şüheda makberlerinde huşu’dan hudu’dan başka bir şey hissolunmaz. Şüheda-yı kiramın herbiri ehlullahtır. Allah’ı en iyi bilen onlardır. Onlar Allah yolunda can verirler. Allah’ın en mümtaz kulları onlardır. En ali makamlar da onlara mahsustur. Bu topraklara defn olunan onların vücudlarıdır. Yoksa ruhları alem-i melekutta tairdir. Onları ölü zannetmeyiniz. Onlar yaşıyorlar. Asıl ebedi hayata mazhar onlardır. Din de vatan da onların himmetiyle onların fedakarlığıyla yaşar. Şehadetin ulviyet-i derecesi hakkında pek çok ayat-ı kerime nazil olmuş pek çok ehadis-i şerife şeref sadır olmuştur. Hazret-i Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki: “İndellah ecir ve hasenatı mütehakkık olduğu halde ölen hiçbir kimse dünya ve ma-fiha kendisinin olmak üzere dünyaya rücu’u temenni etmez. Ancak şehid nail olduğu derecat-ı azimeden naşi şehid olmak için rücu’ temennisinde bulunur.” “Fi-sebililah yürümekle ayakları tozlanan kimse için cennet vacib olur” iken Allah yolunda can verenlerin mertebesi ne olmak lazım gelir?... Kabristan din-i celilemizce fevkalade şayan-ı hürmet bir mahall-i mübarektir. Ona ibret nazarıyla bakanlar orada neler görür neler okurlar. Dünyanın alayişine meftun nefislerinin dan bir şey anlamazlar. Onların basiretlerine tari olan ama hakıkati görmekten onları men’ eder. Fakat ehl-i iman için kabristan ne ulvi bir levha-i ibret-nümadır. Ba-husus şüheda-yı dinin makberlerinden müteşekkil bu meşhed-i mualla mü’minler için ne mukaddes bir ziyaretgahtır! Bunlar; dinin vatanın bu mübarek şehidleri bütün tarihlere geçen altın kalemlerle yazılan İslam kahramanlığını İslam şecaatini yeni baştan dünyaya tanıttırdılar. İslam ve Osmanlı tarihini cihan-şümul menakıb-ı hamasetle yeni baştan doldurdular. Bunlar unutulmaz. Zaman bu mukaddes hatıraları sine-i milletten silemez sökemez. Bu din bu vatan yaşadıkça bu mukaddes şehidler milletin kalbinde en büyük bu mübarek şehidlerin huzur-ı azametlerinde gözyaşları dökerek onların ruhlarına Fatihalar ihda ettiğimiz gibi yarın da evlatlarımız ahfadımız bunları ziyaret edecek; Allah yolunda feda-yı can eden bu muhterem dindaşları ilelebed hayır Ne şeref o ebrar-ı ümmete ki şüheda-yı mübarekemiz böyle pak namazgahlar te’sis etmek lütfunda bulunmuşlar. Ne saadet o ahyar-ı ümmete ki bu meşhed-i mübarekin afak-ı kudsiyyetini Kur’an larla mevlid-i Muhammedi menkıbeleriyle dolduracak ihtifaller tertib etmek himmetinde bulunmuşlar. Şehidlerine hürmet etmeyi bilen bir millet cihanın en ali en kadir-şinas milletidir. Zaten İslamiyet’in şiarı budur. Bu şiarı ihya eden zevat hiç şüphesiz milletin en muhterem en mübeccel eazımıdır. Allah cümlemizi hak yolundan ayırmasın. Hadis-i şeriftir. tokholm’de bulunan Yahudi Matbuatı Bürosu bir havadis neşr ederek diyor ki: Rusya sosyal demokrat minimalist ve bütün Yahudi sosyalist Petrograd merkezi bir ittihad teşkil ederek anti-semitizm yani Yahudi aleyhdarlarına karşı mücadele etmeye karar vermişlerdir. Moskova’da Rusya Yahudi muştur. Bunun vazifesi Yahudiler kongresi akd oluncaya kadar Yahudi Milli Meclisi’ne yardım etmekten ibarettir. Bu yeni ittihad veyahud federasyon Rusya Yahudilerinin muhtariyeti yolunda atılmış ilk hatve sayılır. Varsav Yahudileri matbuatına nazaran Varsav amele mahafilinde ortadan gaib olmaları büyük bir heyecan ve telaşa sebeb olmuştur. Bunlar siyonist sosyalistlerin hey’et-i idariyyesinin en ileri gelenlerindendir. Fosiche Zeitung gazetesi İznestiya gazetesinden bu şayan-ı dikkat fıkrayı nakl etmiştir: Madem ki ahval-i hazıraya nazaran merkezi Asya’nın en yeni saha-i harb olması melhuzdur; Almanya yeni Hariciye Nazırı Hinçe’nin yakın bir zamanda bu sahaya Alman askerlerini en kısa yoldan sevk etmesini nazar-ı dikkate almak mecburiyetindeyiz. Ancak tecrübe bize gösterecektir ki acaba kendisini Karadeniz suları altında nim-mestur kayalıklar ile Kafkasya tepelerini doğru yoldan tefrik edebilecek mi? Muma-ileyhin Hariciye Nezaretine getirilmesi muayyen bir meslek sahibini intihab ve mesleğini kabul etmek demektir. Bunun mesleği İngiltere ile bir taraf mahv oluncaya kadar harb etmekten ibarettir. Binaberin onun ta’yini Almanya daha uzun muharebata karar vermiş olduğunu kat’i bir suretle gösterir. Sibirya: Tokyo’dan Times gazetesine çekilen telgrafta deniliyor ki: Gazeteler harekat-ı askeriyye hakkında ma’lumat vermekten memnu’durlar. Gerek erkan-ı harbiyye ve gerek diğer devair-i askeriyyenin faaliyetinden anlaşıldığına göre yapılan techizat çok büyüktür. Resmen Sibirya’ya sevk olunacak hey’et-i seferiyye birkaç bin kişiden mürekkeb olacağı i’lan olunmuş ise de her gün Sibirya daru’l-harekatından gelen raporlara nazaran on binlerce kişi lazım olduğu tezahür ediyor. Gerek Kazakların gerek Çeh-Islovakların Macar ve Alman esirleri ile Bolşeviklere karşı harb etmekten aciz oldukları tahakkuk etmiştir. Japon hükumetinden başka Sibirya’nın vaz’ıyet-i hakıkıyyesini bilen yoktur. Binaberin Vıladivostok’a sevk olunacak kuvvetten ziyade asıl Sibirya daru’l-harekatına i’zam olunacak büyük kuvvetler hazırlanmaktadır. – İngiliz Müstakil Amele Partisi bir beyanname neşr ederek Sibirya’da ve Şimali Rusya’da i’tilaf hükumetleri tarafından icra edilmekte olan harekat-ı askeriyyeye karşı protestoda bulunuyor. Ve bu müdahaleyi gerek Rusya hükumetinin arzusu hilafına gerek talebi olmadan vuku’ bulduğuna ve bütün Rusya ahalisi tarafından kemal-i nefretle telakkı edildiğine binaen na-meşru’ ve haksız bir hareket sayıyor. İ’tilaf hükumetlerinin müdahalesini arzu eden Rusyalılar ancak istibdad tarafdarlarından sermayedaranından ve Kerenski hükumetine zahir ve kalilü’l-aded olan sosyalist nazariyatçılardan saikasıyla mürteci’lerin elinde bir alet olmuşlardır. Binaberin hem bütün Rusya ahalisinin ekseriyet-i azimesinin arzusuna muhalif olarak vuku’ bulduğu cihetle gerek demokrasi hürriyet adalet gerek sosyalizme karşı bir hareket-i husumetkarane sayılır. Bizce bunun ma’nası ihtilal ve hürriyet hükumetini mahv u izale ile yerine sermayedaranın ve müstebidlerin hükumetini ikame eylemekten ibarettir. Sibirya muvakkat hükumeti vaktiyle geçen Kanunisani’de Tomsk’da ictima’ eden Duma a’zası tarafından intihab edilmişti. Onun a’zasından bazıları şarka hicret ederek Haziran’da Vladivostok şehrini payitaht olarak i’lan etmişlerdi. Diğer a’zası hala Garbi Sibirya’da Tomsk civarında bulunuyorlar. Bu yeni hükumet programını geçen Temmuz’da i’lan etti. Hülasasını tercüme ediyoruz: “Maksadımız muntazam ve mükemmel bir Rus ordusu ihzar ederek müttefiklerimizle beraber müttehiden Almanlara karşı harb etmektir. Hükumetimiz Sibirya Kal’asını Rusya memalikinden bir cüz’-i la-yenfasıl addederek onu Rusya Federal Cumhuriyetinin bir rüknü sayıyor. Binaberin müstakil Sibirya hükumet-i muvakkatesinin ve menafiini muhafaza eylemektir. Rusya hükumeti tarafından eskiden beri müttefiklerle akd edip Teşrinievvel senesine kadar mer’iyyü’l-icra kalmış olan bütün muahedelerin kabul ve ihyasını tekeffül eder. Sibirya hükumet-i muvakkatesi Sibirya’da nizam ve intizamı te’sis asayişi te’min etmeye hasr-ı himmet etmekle eski Rusya’nın ihyasına hizmet etmiş olacaktır. Sibirya’da nizam ve intizamı te’sis asayişi te’min etmeye hasr-ı himmet etmekle eski Rusya’nın ihyasına hizmet etmiş olacaktır. Sibirya da bunu meydana getirdikten sonra nefs-i Rusya’da kuvvetli ve her tarafta muta’ bir hükumet-i merkeziyyenin teşkiline bezl-i gayret edecektir. Bu gayeyi nazar-ı dikkate alarak yeni hükumet Sibirya esası üzerine milli meclis vücuda getirmek azmindedir. Yeni hükumet teşkilat-ı mahalliyyeyi ihya hürriyet-i şahsiyye ve hukuk-ı mülkiyyeyi de iade etmeye karar vermiştir. Tabii Bolşevik hükumeti tarafından yapılan bütün kavaninin ilgası bedihiyyatdandır. Yeni hükumet dahi bütün partilerin hükumet teşkiline iştirak etmelerine fazla ehemmiyet verdiğinden ve Sibirya Duma’sında ve hükumetinde Burjuva Partisinin mümessili gayr-ı mevcud bulunduğundan dolayı bunlara müsavat dairesinde bu iki hey’ete de iştirak hakkını bahş ediyor. Tahran’dan Times gazetesine iş’ar olunuyor: Tahran ve Şiraz arasındaki yol yeniden açılmış el-yevm münakalat Saidabad tarikıyle icra olunmaktadır. Kaşkay ihtilali tedrici olarak dağıtılıyor. Yeniden açılmış olan yol Şiraz ve Tahran kervan yolu olmayıp Saidabad’dan geçen ve şarktan dolaşan uzun bir yoldan ibarettir. Bu yeni yolun kısm-ı cenubisinde Darab ve Şiraz arasında hayme-nişin olarak yaşayan ve ihtilalde bulunan Kaşkay kabilesi yaşıyor. Tanca’dan Times gazetesine çekilen bir telgrafta deniliyor ki: Gerek Resuli gerek Kasım bin Salih kabaile para dağıtıyorlar. Onları kendilerine celb ile muavenetlerini te’min etmektedirler. Resuli bütün kuvvetlerini Tatuvan garbında on mil mesafede bulunan Dar-ı İbni Kariş’e sevk ediyor. Burasını karargah yapmak niyetindedir. Sahib-i nüfuz olan İspanya Bunlar Tatuvan ile Tanca arasında bir demiryolu temdid etmek leyh kabaili imale ve hattın temdidini kabul ettirebilmek mukabilinde silah ve cebhane i’tasını taleb ediyor. Fakat Başmuharrir MUKADDIME Bu dinin bunca afetlere ma’ruz kalması bir takım kimselerde Kelamullah’ın harim-i esrarına ulu orta saldırmak cür’etinin meydan alması şübhe yok ki ibarat ve kelimat-ı Kur’aniyyenin hakıkı medlullerine akıl erdiremediklerinden peyda-yı rüsuh edenler lisanın halavetini anlayabilecek bir zevk-ı selime malik olanlar için bunların hakıkı meal ve müeddalarını anlamakta hiçbir müşkilat yoktur. Müfessirler ve bunlarla aynı mesleği ta’kıb eden ilm-i kelam ve usul mütefelsifleri bir takım mebahise dalıyorlar ve bununla öyle kapılar açıyorlar ki mülhidler münafıklar kafirler Kur’an-ı Kerim’e dil uzatmak için bu yüzden büyük büyük suhuletlere mazhar oluyorlar; saha-i İslam’da fitne çıkarmak sade-dil bir takım müslümanları Kitab-ı kerimlerinden ayırmak bu gibilere onun deffeteyni arasındaki hükm-i aliyye ve ahkam-ı münifeden istifade yollarını kapamak yolundaki makasıd-ı mel’unelerine vusul için emin yollar buluyorlar. Bundan evvelki bahiste Arap lisanını ve onun esalib-i beyanındaki makasıd ve gayatı bilmemek gerek İslam’ın gerek müslümanların başına içinden çıkılamayan ve çıkılabilmesi manlarına sermaye-i ta’n u teşni’ hazırlamış olduğunu delailiyle daha bazı şeyler var ki din düşmanlarının Kitabullaha tevcih ettikleri i’tirazat ve tenkıdat için en mühim birer sermaye teşkil etmekte olduklarından bunlardan şurada bahs etmeye ve bu mes’elelerde savab ve hakıkatin neden ibaret olduğunu söylemeye kendimizi mecbur görüyoruz. Hakıkat yerine neşr-i hatiatı vazife edinen bu kabil adamlar insaf etseler serair-i Kitabullaha akıllarının ermediğini; meani-i ledünniyyesini tifade etmeleri için Kitabullah’ı kendi haline bırakırlar idi. Müfessirler muhkem müteşabih te’vil ünvanı verdikleri bir mebhase dalarak her hatırlarına geleni eserlerine geçirmişlerdir. Aynı zamanda ne kadar mucib-i ar ve hicab safsatalar engin cehaletler guna gun hezeyanlarla ünvan-ı celaleti medihasıyla müveşşah olan Kitabullah’ı baziçe-i hevesat ittihaz etmek cür’etkarlığıyla kendi berat-ı ehliyetlerini yazmışlardır. Vakıa Kur’an-ı Hakim’de ayeti varid olmuştur. Bu ayetin nazil olduğu zamanda ise halk; Kur’an’daki kelimatın ma’naları cümlelerin meal ve maksadları le olduğu halde bir gün birinin Kur’an’dan bir kelime veya cümlenin mazmununa bi-gane kalıp da anlamak için Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize müracaat ettiği vaki’ olmamıştır. O zaman ki Aleyhis’s-salatu ve’sselam Efendimiz henüz ber-hayat olarak içlerinde bulunuyor sordukları şeylerin cevabını veriyor yanıldıkları şeylerde kendilerine hakıkati gösteriyor idi. Vakta ki bu muhit-ı saffa gitgide ecnebi unsurlar karışarak Arap lisanını halk ders almak sair gayr-ı fıtri vesaile tevessül etmek suretiyle öğrenmeye başladılar karihalarda bittabi’ eski feyz ve küşayiş kalmadı; hakayık halkın gözlerine kisve-i asliyyesinden başka kisvelerle görünmeye onun sima-yı besimi ile insanların fersiz ve alil basar u basiretleri arasına perde çekilmeye başladı. Bir suretteki kalbleri hasta olanlar yahud nazarlarına perde-i cehl ü ama çekilenler Kur’an’da müteşabihat var demeye Kur’an ı mütenakız bir takım vecihlerle tefsir etmeye kalkıştılar. Buna delil olarak da her sahib-i mezhebin ahkam-ı mezhebiyyesini te’yid için Kur’an’ın bazı ayatıyla doğrudan doğruya kendisinde “Müteşabihat”tan maksad ne olduğunu gösteren birçok delail bulurlardı; sair milel ve nihal erbabını da’vet ve onlara tebyin-i hakıkat hususunda Kur’an nasıl yollar tutarak muhasımları çekip çekip harim-i ları üzerinde sihir-kar te’sirler husule getirdiğini anlarlar idi. Bulundukları şevahık-ı nahvet ve taassubdan inip Kur’an’ın gösterdiği vadi-i iz’an ve insafa giren bu kimseler hakayık-ı Kur’aniyyeyi düşünüp elde etmekle meşgul olmaya başlayınca mübhem ve müteşabih addettikleri ayatın suret-i izah ve tebyinini diğer ayat-ı muhkemede buluyorlar idi. Serair-i Kur’aniyyenin bu yolda mütevali inkişafatı muhalefet-i mezhebiyye mübayenet-i milliyye sevkıyle mütehalif efkar ve temayülata sahib olan bu kimseleri akıde-i vahide; Allah’ı tevhid zat ve sıfatını mümasele ve müşabehetten tenzih akıdesi etrafında topladı. Bir takım cahiller erbab-ı mezahibden her birinin diğerlerinden ayrı olan mezhebini te’yid hususunda ayat-ı Kur’aniyyeden istiane ettiklerini söylüyorlar ve da’valarına kaderiye cebriye mücessimeyi rü’yeti inkar edenlerle saireyi şahid getirmekle beraber her fırkanın ayat-ı Kur’aniyyeden riyorlar hatta içlerinden bazı münafıklar bu maksadla eser bile te’lif ediyor. Fakat hiç şübhe yok ki bu makule kimseler ya dalalet-i fikriyyeye duçar olmuş birer muhti yahud halkı meslek Kur’an’ın aheng-i vahdet ve imtizacını ihlal ayatı arasındaki rabıtaları kat’ ederek onu makasıd-ı fasidelerini tervic için kolayca istifade edecekleri bir menba’ haline koymak perişan bir hale ifrağ ettikleri ayat-ı Kur’aniyyeyi bir takım şübhelerle şaibedar göstermek maksadını istihdaf ettiğinde şübhe yoktur. Eğer Kur’an-ı Hakim mevzu’-i bahs olan mezahib-i muhtelifeden her hangi birine sarahat veya karak fırkalara ayrılacak bu muhtelif mezheplere temayül edecek olanlar ashab-ı peygamberi olması icab ederdi. Onlar ki Kur’an kendi lügatleriyle nazil olmuş da’va-yı tahaddi ve i’cazınin esaslarını onlar arasında mütedavil olan esalib-i beyan üzerine kurmuştur. Ve muhakkaktır ki ahlafın zeka-i fıtri maharet-i lisaniyye mezahib-i kelamiyyeye vukuf i’tibariyle onların öşr-i maaşirleri derecesine varabilmeleri imkanı yoktur. Gayet bedihi olan bu esas kabul edildikten sonra bu fikr-i mülhidaneye tarafdar olanların ya akıl ve idrakten nasibleri pek az olduğuna hükm etmek yahud bu yoldaki safsata ve mugalatalarını kendilerinin çürük kalbli Kur’an’a ve onu ind-i ilahiden tebliğ eden zat-ı bi-hemale karşı isti’mal-i mekr u tezvire son derece haris birer kimse olduklarının kat’i bir hücceti mahiyetinde görmek zaruri değil midir? Bu güruh “muhkem” “müteşabih” “te’vil” kelimelerinin ma’naları hakkında ratb ü yabis birçok söz söylüyorlar; fakat bunlar Arabi birer lafız olduklarına göre hakıkı ma’nalarını anlamak için esasları hakkında ıstılah-ı lisan ne merkezdedir; mevadd-ı iştikakıyyelerinin Araplar arasında mütearif olan ma’naları neden ibarettir? Bu cihetler hakkında bir gaye ve maksada yolundan gitmek dirayetini gösterenler nı ele alalım. Bu kelime aslen “hakeme” fethateyn ile’den me’huzdur. “Hakeme” lügatte atın çenesinin iki tarafından başlık kayışlarının geçirildiği demire ve insanın yüzünün ön tarafına ıtlak olunur. Arap bu madde-i asliyyeden iştikak ettirdiği ihkam lafzını bilahare mecazen müteaddid ma’nalarda alakasıyla iki ma’na-yı asli ile irtibattan hali kalmamıştır. Mesela “Geçirdiği tecrübeler onu doğru yola çekip götürdü”. meçhul sigasıyla “Sefihe “Onu tuttuğu işten çevirdi” cümlelerindeki ihkam maddesine aid muhtelif maani-i muhtelifenin esası hep buradandır. Kezalik Arab’ın hüküm ve hikmet maddelerinden iştikak ettirdikleri kelimelerin ma’naları ekseriyetle bu iki esastan müteferri’dir. İmdi Arab’ın bir madde-i asliyeden iştikak yapmak sigalar teşkil etmek hususundaki nokta-i nazarını bilenler mütehalif olmakla beraber şu saydığımız ma’naların mercii “hakeme” lafzı olduğunda şübhe yoktur. Hakeme maddesi mecazen beyan ettiğimiz ma’naları olan ma’nayı müfid olması ihtimali vardır. Kur’an nazm-ı kerimiyle bazı ayatına “muhkem” ünvanı veriyor. Maksad-ı Kur’an nazar-ı i’tibara alınacak olursa ayat-ı muhkeme demek etrafı hakemelerle muhat olduğu için maani-i maksudelerinden bir tarafa inhiraf etmelerine imkan kalmamış bu maanide nass olup diğer maani ve makasıda meyl ve iltifat etmeleri ihtimali münselib bulunmuş demek olur. – – Muhtesibin muktedir olması da şarttır. Çünkü aciz olan bir kimse böyle bir vazifenin ancak kalben ifasıyla mükellef olabilir. Maamafih emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker’den dolayı bir müslimin uhdesine teveccüh eden vücubun sukutu bir vazifenin ifası yüzünden kendisine bir zarar geleceğine veyahud bu babda vaki’ olacak teşebbüsün bir faidesi olmayacağına kanaat hasıl etmesi lazımdır ve bu kanaat de acz mahiyetindedir. Bunda dört hal mutasavverdir: beraber böyle bir sözü tefevvühe kıyamı halinde darb olunacağını muhakkak surette bilmesidir. Bu surette muhtesibden emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker’de bulunmak vücubu sakıt olur. Hatta bu misillü ahvalde bir vacib veya hacet-i mühimmenin def’i gibi ahval müstesna olduğu halde hanesinde inziva ve i’tizale çekilip fi’l-i münkerin cari olduğu mahalde bile bulunmaması lazım gelir. makla beraber bu yüzden kendisine bir zararın isabeti de mutasavver olmamasıdır. Bu halde muhtesibde kudret-i mutlaka mevcud bulunduğundan naşi münkeri izale etmek üzerine vacib olur. kendisine bir zararın teveccüh etmesi de melhuz bulunmamasıdır. Bu surette ihtisabdan bir faide mutasavver olmadığı cihetle vücub tahakkuk etmez. Lakin bu suret hususat-ı diniyyenin tezkarıyla şeair-i İslamiyyet’in izharını ihtiva ettiği cihetle şer’-i ali nazarında müstehab addedilmiştir. olabilip ancak bu yüzden kendisine bir zararın ikaını da muhakkak bilmesidir. Mesela şürb-i hamr ile iştigal eden bir kimseye taş atıp elindeki şişesini kırabilirse de böyle bir hareketinden dolayı onu müteakıb dayak yemesini de muhakkak addetmesidir. Böyle bir surette vazife-i ihtisabın ifası vacib olmadığı gibi haram da değildir fakat müstehabdır. Çünkü değil eşhas-ı adiyyeye hatta muhatara melhuz olan söylenmesi derecat-ı ibadatın efdallerinden addolunduğunu Ebu Süleyman ed-Darani’den rivayet olunur ki müşarun-ileyh bazı hulefadan şer’-i aliye mugayir olarak bir takım sözler işitmiş ve men’a kalkıştığı takdirde bu yüzden katl olunacağını muhakkak addetmiş olduğu halde yine men’ine kalkışmak istemiş ve fakat hulefaya bu suretle vaki’ olacak tebligattan mütehassıl hiss-i kibr u gururun te’siratına ma’ruz kalmak ihtimaline binaen ihlasa müstenid olmayan bir suret-i katilden kendisini muhafaza maksadıyla vazife-i Demek ki eslaf-ı kiram hazeratının bu babda nazar-ı i’tibara aldıkları nokta her bir hareketlerinin mukabilinde İslamiyet faidenin tahakkuku halinde vekayi’-i adide ile sabit olduğu vechile suleha-yı eslaf tehlikeyi de bila-tereddüd ihtiyar etmişlerdir. Mesela kulub-ı a’daya havf u dehşetin ilkası ve bu suretle şevket-i İslamiyyenin takviyesi maksadıyla tek bir asker neferinin azim bir ordu üzerine hücumunu şer’-i ali takdir ve istihsan ettiği halde muzafferiyetten me’yus a’ma ve aciz bir adamın bu yoldaki hareketini tehlike nev’inden addediyor. Her ne kadar bu suretle hücuma cür’et eden bir askerin hareketi de şahsı hakkında tehlikeyi dai ve binaenaleyh ayetinin hükmüne dahil olmak lazım gelirse de; bir neferin böyle harikulade bir surette cür’et ve cesaretini müşahede eden düşman ordusu neferin mensub olduğu kıtaat-ı İslamiyye efradı hakkında da o nefere kıyasen bir fikir ve zehab hasıl ederek meydan-ı muharebede pay-i sebatlarının mütezelzil olmasını intac etmesi bulunduğu cihetle takdir ve tahsin olunmuştur. Amma a’ma Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker vazifesinde de bu minval üzere hareket icab eder. Yani onda dahi eğer din şer’iyyesini hemen ifa ile mehlikeyi ihtara müsaraat etmesi müstehabdır. Muhakkak değilse ma’zurdur. Muhtesibin evvel ve ahir ta’dad olunan evsaf ve şeraitin maadası olarak ilim vera’ hüsn-i huluk gibi üç sıfatla da muttasıf olması lazımdır. ani’l-münker’in mahall-i tatbiki ile esbab ve mevaniini bilmesi Vera’ lazımdır. Çünkü muhtesib vera’ ve takva sahibi olmazsa ağraz ve amal-i şahsiyyeye tabi’ olup vazife-i ihtisabı su’-i isti’mal etmiş olur. Hüsn-i huluk lazımdır. Çünkü hissiyat-ı asabiyye ile müteheyyic bulunan bir kimsenin men’i için yalnız ilim ve vera’ kafi değildir. Bu iki kuvvetin layıkı vechile te’min-i muvaffakıyet edebilmesi hüsn-i huluka mütevakkıftır. Gazab ve kuva-yı şehevaniyye misillü mühlikata karşı ancak hüsn-i huluk ile mukavemet olunabilir. Velhasıl emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesinin kurbet nev’inden addolunması için bu üç sıfat dahi lazımdır. Münkeratın hakkıyla def’i ancak bu üç sıfata tevakkuf eder. Sıfat-ı mezkurenin fıkdanı halinde münkerin def’i kabil olamayıp belki hadd-i şer’iden tahatti ve tecavüz gibi bir mahzurun mevcudiyetine binaen hisbe vazifesi dahi bir münker mahiyetine inkılab eder. hadis-i şerifi de muhtesibin bu sıfat ile muttasıf olması lazım geleceğine delalet eylemektedir. Ancak hadis-i şerifin hükmüne nazaran gerek fekahet gerek hilm sıfatları muhtesibin emir veya nehiy edeceği mes’eleye münhasır olup muhtesibin suret-i mutlakada fakıh ve halim olması şart değildir. Ahkam-ı diniyyenin akl-ı selime mutabakatı dinin yüzlerce seneden sonra keşf olunan hakayık-ı ilmiyye ile kavaid-i fenniyyeyi ihtiva eylemesi o dinin doğruluğuna ve onun mübelliği olan resulün sıdk-ı risaletine en satı’ delildir. Bu i’tibara göre din birçok asırların tecrübeleri sayesinde milyonlarca insanların hayatı bahasına öğrenebileceği mazarratlardan Din-i İslam beşeriyetin en müdhiş düşmanı olan Bir sürü cahil ve sathi nazarlıların muhalefeti ve kıl ü kali yüzünden bu hikmet-i tahrimiyye hayli zaman mestur kaldıysa da Cenab-ı Hak nurunu itmam etmek ve din-i mübinini edyan-ı sairenin kaffesine tercih etmek istediğinden müşahedat-ı vakıa ve tecarib-i ilmiyye ile hakayık-ı satıa üzerine müesses olan ulum-ı cedide içkilerin hikmet-i tahrimiyyesini ve mazarrat-ı müdhişesini hiçbir kimseye söyleyecek bir söz bırakmayacak bir halde izah etti. Hamur mevadd-ı sekriyyenin tahammurundan naşi olan küulden makadir-i muhtelifeyi ihtiva eden mayiattır. Mevadd-ı sekriyyeden maksad ma’na-yı örfisi değil ma’nayı kimyavisidir. Hurma dalları tahta kavun karpuz kabukları mevadd-ı sekriyyeden addolunur. Ve içkilerin ekserisi bugün bunlardan i’mal olunmaktadır. Mukaddema içkiler üzümden hurmadan küçük hurma ağacının sularından yapılırdı. İçkilerin isimleri ihtiva ettiği küul mikdarı ve ona şir. Hepsi insaniyetin düşman-ı bi-emanı olan semm-i katili yani küulü ihtiva eder. Biz burada evvela içkilerin amil-i aslisi olan küulün mazarratını muhtasaran anlatacağız. Ta ki herkes Kur’an-ı Kerim’in fazlını anlasın ve evamir-i ilahiyyeye tevfik-i hareket eylesin. Küul haricden isti’mal olunduğu takdirde mutahhirdir. Muhtelif mikrobları katildir. Çabuk tebahhur ettiği için temas ettiği cisimden hararet-i mevzııyyeyi kaldırarak uçar ve orada mevcud olan küule göre derecesi tehalüf eden bir bürudet tevlid eder. Küul çok ise hafif ve mevzıi bir uyuşukluk yapar. Binaenaleyh hummalarda vücudu tartib ve derece-i harareti tenzil etmek için isti’mal olunur. Fakat küul ile vücudu oğmak cildde bir hararet-i mevzııyye tevlid eder. Çünkü küulün buharları mesam-ı cildiyeye nüfuz eder ve hüceyratı küul terletici serinletici maddelerde esas olarak isti’mal olunur. Ve bu takdirde küul mutahhirat-ı beytiyyenin en iyisi ve en zararsızıdır. Halbuki küul borik ve sublimeye müşabih ve mevzıi serinlikler için en iyi vasıta olduğu halde nadiren bu gibi hususat için isti’mal olunmaktadır. Hamrın rayihası tab’-ı selim sahibini ürpertecek derecede mekruhtur. Tadı ise acı ve sokucudur. Bundan maada ağızda ne kadar durursa o nisbette yakar. Hatta evvela mevadd-ı zülaliyyeyi kuruttuğu saniyen sularını massettiği tattan hoşlanmaları ne müdhiş bir fesad-ı zevke uğradıklarını anlatır. Vakıa ben diş ağrısına ma’ruz olanların başka bir ilac bulmadıkları veyahud doktor bulamadıkları takdirde küul ile birkaç dakıka ağızlarını çalkamalarına müsaade etmekten imtinna’ etmem. Çünkü bu sayede ağrıyan dişin taaffünatını tevkıf ile mümkün mertebe elemlerini teskin ederler fakat sıcak mükemmedat karanfil yağı borik tuzu ve saireyi isti’mal etmeyi tercih eylerim. Küul mi’deye vasıl olur olmaz ağızın gışa-yı muhatisinde hasıl olan te’siratın aynı orada da hasıl olur. Teheyyücat-ı mevzııyyeden naşi ev’ıye-i demeviyyenin tevessüünden ve vücudun hamrın mazarratından kurtulmak için uğraşmasından bir hararet-i muvakkate hasıl olur. O vakit gışa-yı muhati ile küul arasında bir mücadele başlar. Ötekisi usare-i hazmiyyeyi ifraz eden guddelerin esası olduğu için canının hayatı için elzem olan mevcudiyetini muhafaza etmeye uğraşır. Berikisi suları masseder mevadd-ı zülaliyyeyi kurutur. Küul pek çoğalırsa mi’deyi tamamıyla gışa-yı muhatisinden ve usare-i hazmiyye guddelerinden tecrid eyler. Mi’dede mi’devi ve had bir nezleye duçar olur. Bu hal içkinin bir sarhoşu ne kadar elemler ve ne kadar hastalıklara ma’ruz kılacağını beyan eyler. Esasen mi’de hastalıkların menbaıdır. Onun usare-i mutahhiresi sayesinde vücud-ı insani bir çok mikrobların savletinden kurutulur. Onun kuvve-i hazımesinin te’siriyle vücud gıdalanır ve afiyette devam eyler. Sarhoş mi’desinde hararet hisseyledikçe iştihasının açıldığını daha fazla içmeyi arzu ettiğini tevehhüm eyler mi’desinin ateşlerine yeniden bir ateş daha döker nihayet mi’denin imtisas ettiği küuller beynine gider kuva-yı asliyyesi sarsılır ve içmekten fariğ olur. Mi’dede mütebakı kalan küulün kısm-ı a’zamı kan vasıtasıyla saklarda gışa-yı muhatisi müteessir olarak onu imtisas eder küulün mütebakısi hazım ameliyyesi dolayısıyla bazı tahavvülata duçar olarak kalın bağırsaklara gider orada vücudu muhtelif taamların zehirli bekayasından vikaye ve muhafaza eden muhtelif ve zaruri mikroblarla telakı eder bazılarını öldürür. Fakat bu mikroblar küule ihraz-ı galebe ederek suya ve hamız-ı karboniğe tahvil eder. Küulün mikdarı pek çok olursa asarı mevadd-ı beraziyye ile beraber çıkarsa da bu nadiren vaki’ olur. Maamafih küulden tevellüd eden hamız mak’adda esna-yı ifrazda yakıcı bir acı yapar ki sarhoş onu sarhoşluğun ferdasında hisseder. Yazık ki bu öldürücü zehiri mürevvic-i rezail ve hadim-i ahlak bir takım şuara sakı-nameleriyle tezyin herkesi ona tergıb ve teşvik ederler! Görülüyor ki küulün ağızdan mak’ada kadar te’siratı yakmak tahriş ve tahrib etmektir. Bütün tahribat mi’de ve bağırsakları had ve müzmin nezlelere vücudu mikrobların hazım ameliyesinden naşi et’ımenin bekaya-yı sümumunun savletlerine ma’ruz bırakır. Sarhoş tecrübeleriyle içkinin ağzı mi’deyi bağırsakları yaktığını tahrib ettiğini öğrenmiştir. Binaenaleyh bu zehiri terk edeceğine elemlerini içkiye fazla su katmakla tahfife çalışır. Vakıa böylece içkinin yakması hafifleşirse de imtisasına hail olmaz. Belki de ayyaşları tevessü’-i mi’deye ve bundan neş’et eden müteaddid zahmetlere ma’ruz eyler. Bazı ayyaşlar iddia eyliyorlar ki içki susuzluğu itfa eyler ediyor. Çünkü ayyaş içkinin hararetinden içki içmeyenlerin hatta hummalıların yahud yemekte ifrat edenlerin ez’af-ı muzaafası nisbetinde su içer. Bazıları da iddia ederler ki içki gibi görünür. Çünkü hararet-i mevzııyye mi’denin a’sabını adalatı kuvvetleştirerek usare-i hazmıyyeyi tezyid ederek hazmı kolaylaştırır. Fakat bu gibi delaile tutunanlar unutuyorlar ki bu hararet-i muzırra tam bir insanın gözünü şiddetle tazyik edince galat-ı hissi olarak gördüğü ziya gibidir ki menşei adettir. Kanın tezyidi küulün zehrini imtisasa hail olmadığı gibi gışa-yı muhatiyi usare-i hazmıyyeyi ifraz eden guddeleriyle tahrib etmesine mani’ olmaz. Binaenaleyh küul hazmı kolaylaştıracağı yerde onu te’hir ediyor. Bu da’vanın en büyük bürhanı sarhoşluğu ta’kıb eden şiddetli kaydır. Bu mi’denin küulün tahribatından kurtulmak için yaptığı bir ameliyedir. Küul sarhoşların yüzüne mazarratını püskürmekte Mi’denin vazifesini harici bir muavenet ile ifa etmeye alıştırılması bence muvafık değildir. Çünkü mi’de bu muavenet-i hariciyyeye daima arz-ı iftikar eder. Fakat mi’deye bir teşevvüş bir keslan tari olursa vesail-i tıbbıyye-i ma’kule bir ilac yahud biraz bikarbonat soda almakta faide vardır. Bu tafsilattan küulün cihaz-ı hazmiye olan te’siratı anlaşıldı. Şimdi kanın imtisas ettiği kısmı tetebbu’ edelim. Küulün kana olan te’siri cihaz-ı hazmiye olan te’siri gibidir. Çünkü evvela içinde ev’ıyelerin bulunduğu ve deveran-ı demin tamam olması için zaruri olan ağşiye-i muhatıyyeyi tehyic eyler. Hatta ev’ıye-i şa’riyenin “sımame”si na-tamam eyler ve binaenaleyh ensacdaki masl-ı demevinin rakid olmasına sebebiyet verir. Bunun için bazan ayyaşların yanakları kızarır. Küulün ev’ıyeye şiddet-i te’sirine ve onları tehyicine binaen bunlar ev’ıye-i cildiyye ile istiane eder ev’ıye-i cildiyyede intifah eder ve kuturlarını genişletir ki kanın ekserisini istiab ve bu yakıcı belayı ter vasıtasıyla tard ve hararetin kesretle teşe’uuyla alam-ı dahiliyyeyi ibtal edebilsin. Küulün kalbi ve adalatını kaplayan gışa-yı muhatiye olan te’siri onu tehyic etmek olmasına nazaran kalbin cereyanı sür’atleşir ve devresi şiddetlenir ki küulün tahribinden kurtulsun. Maamafih bu faaliyet ev’ıye-i cildiyyenin ittisaıyla beraber hararet-i hayvaniyyenin teşa’uunu tezyid eder ve cismin hararetini düşürmeye sebeb olur. Bilhassa küul atide beyan olunduğu vechile ihtirakatı te’hir ettiği için bazı etıbba küulün bu hassasını müteaffin hummalarda harareti tahfif için isti’mal ederler. Kalb küulün mikdarı az ise bu düşmanı koğmak için mücahedede devam eder. Düşmanın mikdarı çok ise yorulur eski haline veya daha za’if bir hale döner ve kuvvet peyda ettikçe mücahedede devam eder yahud bir sadme-i muhhiyye Küulün kan üzerine te’sirat ve tahribatı bundan ibaret olsa bir şey değil. Fakat bu tahribat beyaz ve kırmızı küreyvelere de sirayet eder. Mukaddema küulün mutahhir olarak ğünü beyan eylemiştik. El-haletü hazihi küul vücudun müdafaası düşmanlarının savletlerini def’ eylemesi gıdaları haml ve fazalatı nakl eylemesi için zaruri olan bu küreyvatı öldüremediği takdirde onların vazifelerini te’hir ve kuvvetlerini nev’a-ma duçar-ı zaaf eyler. Hatta bazı ulema-yı fen-i eyler ve ihtirakat-ı hayatiyyeyi ta’til eyler. Bundan maada küul hüceyratın gıdayı imtisas ve hazm etmesine hail olur onlardan suları masseder ve hamız-ı karbonik ve suya tahavvül edip bir kısmı bazı a’za-yı muhtelife vasıtasıyla ifraz oluncaya kadar öylece kalır. Bunun için bazı ayyaşlar içkinin bir derece-i muayyenede gıda yerine isti’mal olunacağını söylerler. Biz de onlara bütün ihtirakatı tevkıf eden bedenin bütün kuvvetlerini ve vezaif-i hayatiyyesini duçar-ı zaaf eyleyen ciğerin telef olmasına içindeki hüceyratın ta’til edilmesine sebebiyet veren bu gıdanın pek berbad bir gıda olduğunu söyleriz. dia edenler bu hakıkatlerden gaflet etmeseler ve duydukları hararetin sıhhi bir hararet olmayıp ancak a’zanın teellümünden naşi bir hararet olduğunu anlasalar... Ev’ıye-i cildiyyenin genişlemesi ve onlardan hararetin teşa’uuyla cildin ısınması ihtirakın şiddetlenmesinden ve cismin derece-i hararetinin yükselmesinden hasıl olmayıp ifrazat-ı cildiyye ile bu zehirlerden kurtulmak için vücudun netice-i teşebbüsatıdır. Küul ihtirakatı men’ hüceyratı fi’l-i hazmı icradan ta’til ve imtisas etmesiyle vücudda müddehar olan gıdaların ihtirakına ve bizzat hüceyratın zaafına badi oluyor. Bundan dolayı ayyaşlar en adi bir hastalıktan zaiflarlar hastalık müddetleri uzar kesb-i afiyet etmesi ümidi küul isti’mal etmeyenlere nisbetle yüzde elli tenakus eyler. Bunun sebebi hastalık halinde gıdanın derece-i ihtirakattan pek az olmasıdır. İhtirakatı ikmal etmek için vücudda bulunan mevadd-ı müddeharadan sarf olunur. Halbuki ayyaşın vücudunda mevadd-ı müddeharanın hemen hemen fıkdanı bunların hastalığa mukavemet edememelerini ve içki içmeyenlerin mukavemet edebilmelerini intac eder. Binaenaleyh ayyaşlarda vefeyat nisbeti yüzde elli tezayüd eder. Küulün en şiddetli te’siratı cümle-i asabiyyede tezahür eder. Küul kanla beraber vücudu gıdalandırmak üzere deveran eder ve bütün cümle-i asabiyyeyi dimağın merakiz-i ulyasından nüha’-ı şevkiye kadar tedricen müteessir eder. Bu te’sir küulün mikdarına göre hafif bir teyakkuz tehyic veya şiddetli bir sadme icra eder. Bu teyakkuzun asarı her yeyi i’tiyad eden sıçrar güler koşar bağırır yani müteheyyic bir hayvana benzetir. İştigalat-ı akliyye ve sanaat-i kelamiyyeye nükteler söyler mazmunlar sarf eder. Maamafih küul her muş gibi yıkar. Eski kitaplarda müşahede olunan bu misal-i felsefi ne kadar hakimanedir. Guya üzüm ağacını iblis dikmiş ağaç neşv ü nema bulunca bir maymun daha sonra bir köpek daha sonraları da bir domuz keserek kanlarını toprağa maymuna bağırıp çağırmasıyla köpeğe düşüp kalmasıyla hınzıra benzer. Bunların hepsi küulün cümle-i asabiyyeye olan te’siratına mutabıktır: Teyakkuz teheyyüc fütur. Müslüman askerinin tarihte mühim ve payidar bir mevkıi na-kabil-i tagayyür hasaisi vardır. Alemin müverrihleri sizlik töhmetiyle şaibedar gösterebilmeye muvaffak olan bir kimse yoktur. Bunların hep müslüman askerinin harb meydanlarında hasımlarına karşı bir şir-i jeyan kesildiğini şedaid-i mevte kalbinde hiçbir endişe ve fütur hissetmeksizin saldırdığını düşman saflarına karşı giderken göreceği mukavemete alacağı zahm-ı eleme kat’iyyen ehemmiyet vermediğini teslim hususunda yek-zebandırlar. Bir müslüman askerinin haiz olduğu bu hasais-ı şehametin esbabını izah hususunda müverrihler muhtelif fikirler dermiyan etmektedirler. Bu efkar-ı mütehalifeyi ayrı ayrı serd ve tenkıde lüzum görmemekle beraber içlerinden en mühim iğfal-i efkara en müsaid gördüğümüz yalnız bir tanesini münakaşa etmeden geçmeyi münasib addetmiyoruz. Bu fikre taraftar olan müslüman askerinin fart-ı besaletle ittisafının hikmetini fıtrat ve menşei icabınca ganayim elde etmeye toprağı münbit ve mahsuldar iklimi latif memleketlere sahib olmaya son derece haris ve heveskar olmasında buluyor; bu hırs ve temayüle de onun şenliksiz memleketlerde feyz u taravetten ari ve mahsulat-ı tabiiyye namına birkaç hurma ağacıyla biraz ottan başka bir şey yetiştirmek beb gösteriyor. Vekayi’-i harbiyye-i İslamiyyeye aşina olanlar bilirler ki mesela Araplar ki Cenab-ı Peygamber içlerinden yetişmiş ve da’vet-i risalete kendilerinden başlamış olmak dolayısıyla larında ne dünya metaına meyl ve rağbet etmişler ne de kumandanlarına itaatsizlik göstermek kavanin ve nizamat-ı harbiyyelerine riayet etmemek muharebe meydanlarında ahz-ı mevki’ ettikten sonra saflarının intizamına halel getirecek harekatta bulunmak gibi bir hadiseye meydan vermişlerdir. Evet vakıa bazı vak’alarda İslam ordusu arasında zaaf ve hezimet asarı görülmemiş değildir. Fakat bunun başlıca sebebi askerden bazılarının İslam’a intisabları henüz yeni olduğu için kalblerinde iman layıkıyla yerleşmemiş hak ve hakıkati müdafaa yolunda rasih-kadem olanlar derecesine varamamış olmasıdır. Nitekim Huneyn gazvesinde de böyle olmuştu. Müslümanlar Tihame’nin gayet kuytu ve basık vadilerinden birine iniyorlar idi. Düşmanlar ise daha evvelce gelerek vadinin oyuk girinti dar yerlerinde pusu tutmuşlardı. Bunlar kemin-gahlarından çıkarak birden hücum edince müslümanlar bozuldular kimse dönüp yanındakinin haline bakamayacak surette müdhiş bir hezimete duçar oldular. Serdar-ı muazzam sallallahu aleyhi ve sellemlerinin yanında sebat edenler kadın erkek yalnız imanında sadık olanlar idi. Hatta Ümmü Süleym İslam mücahidelerinden biri hançeri elinde Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize: “Sana karşı harb edenleri nasıl öldürüyorsan yanından kaçanları da öylece öldür onlar da katle layık heriflerdir.” diyor idi. Bir de ahd-i risalette dahil-i İslam olanlar miyanında münafık bir taife vardı. Bunların gözlerini bir takım metalib-i maddiyyeye dikmiş olmaları da bazı vekayi’de asker-i görmesine sebeb olmuştur. Ahd-i risalette reisü’l-münafikın olan Abdullah bin Übey ve rufekası müslümanlar ganaime destres oldukça huzur-ı risalet-penahiye koşup gelerek hisselerini isterler muharebe sözü ortaya çıkınca icad ettikleri bahanelerle yerlerinde rahat oturmak için izin koparmak telaşına düşerler idi. Nitekim Uhud vak’asında da aynı hal cereyan etmişti. Ketibe-i İslam miyanında Müslümanlıkları yeni olduğu adat-ı cahiliyye kalblerinden henüz tamamıyla silinmediği yülüyle hareket edenler bu halleriyle İslam safları arasında bozgunluk vukua gelmesine sebeb olanlar da yok değil idi. Ezcümle Uhud vak’asında Aleyhi’s-salatu ve’s-selam Efendimiz askeri ta’biye ederken tir-endazlara: Dağın eteğinde düşman süvarisine karşı ahz-ı mevki’ etmelerini emr etmiş ve: “Düşmanı mağlub ve münhezim ettiğimizi görseniz de yerlerinizden ayrılmayınız; siz mevkıinizde sebat ettikçe bizim Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ordusuyla düşman saflarını yarıp yarıp ilerilediğini görünce aralarında emrine imtisalen mevki’lerinde sebata karar verdiler cahil ve ammi olanlar ganayim lezzetine dayanamayarak saha-i kıtale çullandılar. Muhariblerin arkasını himaye ve müdafaa edecek birkaç tir-endazdan başka kimse kalmadı. Fırsattan bil-istifade düşman dönerek bu noktadan bir hücum göstermekle ordu-yı İslam’ı tar-mar maktul ve mecruh bir hayli zayiata duçar etti; hatta kaid-i a’zam sallallahu aleyhi ve sellem bile başı ile yüzünün birkaç yerinden ceriha-dar oldu. Tarih-i İslam’ın kayd ettiği bazı vekayi’de bu nevi’ hadisat vukua gelmiş ise de mikdarı parmakların adedini tecavüz etmeyecek derece mahduddur. Bu gibi hadiselere ise sırf maddi maksatlarla havza-i İslam’a sokulmuş olan avam sebebiyet vermiştir. Bu zümreyi teşkil edenler ya imanlarında sadık olmayan münafıklardan yahud yakın zamanlarda müslüman oldukları için kalblerinde rasih ve mütemekkin adat-ı cahiliyyeyi mahv u izaleye İslam’ın henüz vakit bulamadığı cehele-i avamdan ibarettir. Endülüs fütuhatında Arap ordusuna iltihak eden Berberilerin tarz-ı hareketleri de aynı merkezde idi. Bunların ganayim-i vefire muvacehesinde zabt-ı nefse muktedir olamamaları Arap ordusunda cari olan nizamata riayet kaydında bulunmamaları cuyuş-ı İslam’ın Fransa’da Şarl Martel’in karşısında duçar-ı nekbet olmalarına sebeb olmuştur. Bir müslüman askerine dini icabınca on düşman karşısından firara mesağ yok idi. Vakıa da Kur’an sabır ve sekineti rehber ittihaz eden yirmi müslim mücahidin iki yüz düşmana yüzün bine galib geleceği hakkındaki vaadinde sadık olduğunu birçok measir-i maddiyyesiyle isbat etti; ve bu kanun-ı muzafferiyyetin bir çok zaman hükmü mer’i ve mahfuz kaldı. Git gide müslümanların adedi çoğalarak mevcudiyetini sarsacak devam-ı da’vetini tehdid edebilecek hadisata hedef olması ihtimali ber-taraf olduktan sonra bu hüküm misleyn hükmüyle mensuh oldu. Bundan böyle bir müslümanın hud’a-i harbiyyeye tevessül yahud bir fie-i İslamiyyeye istinad maksadıyla olmaksızın iki düşmanın önünden kaçmasını meşru’ gösterecek hiçbir sebeb kalmadı. kahramanlığına sebeb öyle ganımete feth edeceği biladın naim ve lezzatından istifadeye haris ve mütehalik olması değildir. Zira gördük ki bu temayülat mevzu’-i bahs ettiğimiz vekayi’de müslümanların galibiyetlerine hizmet etmemiş bilakis hezimet ve hüsranlarına badi olmuştur. Müslümanlar Mısır’ı feth etmeye gittiler. Kumandanları Amr bin el-As harbe girişmezden evvel İslam ordusunda mer’i adete tebean Romalılar tarafından mansub Mısır-ı Ulya hükümdarı Mukavkıs’a metalib-i harbiyyeyi tebliğ etti. Mukavkıs bu babda icra-yı müzakerata me’mur bir hey’et gönderdi. Hey’et avdet edince hükümdar asker-i İslam’ı ne halde bulduklarını sorarak şu cevabı aldı: “Öyle adamlar gördük ki yanlarında memat hayattan tevazu’ rif’atten daha makbul ve mu’teber. Dünya muhabbeti kalblerinden silinmiş; yere oturuyorlar diz çökerek yemek yiyorlar; emirin adi bir fertten farkı yok refii vazi’den hürrü abdden seçmek mümkün değil; namaz vakti olunca hiçbiri icra-yı ayinden geri durmuyor etraf-ı a’zalarını bol bol su ile yıkıyorlar ayinlerinde hakıkaten hayret-bahş bir vaz’-ı huzur ve huşu’ alıyorlar.” Şuraya kadar serd ettiğimiz izahattan anlaşıldı ki bir mülüman askerinin ümem-i saire askerlerinden temayüzünü te’min eden bir takım havas ve mezayası vardır. Tarih-i muharebatının bütün safahatında ona hamaset ve şehamette misl-i sair olmak şeref ve liyakatini bahş eden o evsaf ve mezaya-yı ber-güzidedir ki esasları şu dört noktada temerküz eder: Hak Yolunda Mücahede – Bir müslüman hiç vakit müşteheyat-ı nefsiyye menafi’-i maddiyye uğurunda harb etmez. Gerek Araplar gerek sair ümmetler İslam’ı kabul etmezden evvel yağma-gerlikten hasımlarını mahv ve istisalden başka bir maksadla harb etmezler idi. İslam işi değiştirdi. Ehline böyle makasıd-ı hasise uğurunda cenk ve cidalin menfur bir hareket olduğunu tanıttı; kalblerinde yalnız hakkı himaye ve te’yid uğurunda mücahedeye meyl ve muhabbet uyandırdı. Bu şerita-i cihadı Kur’an müslümanlara karşı bir kanun şekline koyarak muhalif hareketi kat’ıyyen tahrim etti. Bu ayet-i kerime Kur’an’ın müslümanlara hedef ve gaye ğunu gösteriyor şeriat-i İslamiyyenin vaz’ından maksud-ı Bu i’tibar ile mazmun-ı ayete muhatab olanların karvan-ı Kureyş’i yed-i iğtinama geçirmeye ma’tuf olan emelleri Kur’an’ın cüyuş-ı İslamiyye için ta’yin ettiği makasıd miyanına dahil olmadığı hakıkati kendiliğinden tezahür ediyor. Halife-i sani Ömer bin el-Hattab radıyallahu anhın zaman-ı hilafetinde feth edilmiş olan Irak Suriye Mısır arazisi hakkında müslümanlara vaki’ olan tebligatı fütuhat-ı vakıada İslam’ın nokta-i nazarını aşikar bir tarzda tecelli ettirir. Cenab-ı Ömer cünud-ı İslamiyyeyi arazi-i meftuhanın yedinde ibkası hakkında kat’i emirler vermiştir. Ebu Firas Cenab-ı Ömer bin el-Hattab’ın bir gün hutbe esnasında şu sözleri söylemiş olduğunu rivayet etmektedir: “Ey nas Allah hakkı için size amillerimi sizi döğsünler mallarınızı alsınlar diye göndermiyorum; din ve sünnetin ahkamını öğretsinler da’vanızı doğrulukla fasl etsinler adilane hüküm versinler diye gönderiyorum.” Faruk-ı a’zam Ebu Ubeyde’yi Şam ordusuna serdar nasb ettiği zaman ta’yini mutazammın emirnameye şu sözleri derc etmişti: “Ganimet elde edeceğim diye müslümanları tehlikeye saldırma; zinet-i dünyaya karşı gözünü kapa; kalbini onunla meşgul etme; hazer et ki dünya senden evvel gelip geçenleri helak ettiği gibi seni de etmesin.” Halife-i müşarun-ileyhin Kudüs ahalisine göndermiş olduğu muahedenamede şu fıkra münderiç idi: “Şu varaka emirulmü’minin tarafından nunla ahali-i mebhuseye canları malları kiliseleri salibleri hakkında eman bahşetmiştir. Sağlam alil bütün efrad-ı millet bu haktan müstefiddirler. Kiliseleri ne mesken ittihaz ne hedm olunabilir ne de bunlarla emval-i sairelerinin hey’et-i asliyyelerine halel getirilebilir dinlerini terke icbar edilemeyecekleri gibi zararlarını mucib hiçbir muameleye de hedef olmazlar.” Emirulmü’minin Ömer bu muahedenameyi hicret-i seniyyenin on beşinci senesinde müslümanların devr-i cahiliyetlerinden pek uzaklaşmamış oldukları bir sırada yazdı. Fakat Kur’an onların kalblerinden amal-i maddiyyeye incizab temayülatını tamamıyla silmişti. Feth-i bilad hususunda cünud-ı İslamiyyenin ta’kıb ettiği gaye istila ettikleri yerleri ahalisinin ellerinden almak servet ve menafii nefislerine hasr etmek olsaydı ne Ebu Bekir ve Ömer ne de diğer hulefa-yı müslimin kumandanlarına bu yolda tavsiyelerde bulunurlar evamir-i şedide verirler idi. Ve tabiidir ki bilad-ı meftuha ahalisine emval ve arazilerine tasarruf hakkını bahş etmezlerdi. Binaenaleyh İslam’da cihadın hikmet-i teşrii Kur’an’ın vaz’ etmiş olduğu düsturlara tatbik edilecek olursa yalnız hakkı müdafaa batılı mahv u izale esaslarından kunu ellerinden nez’ etmek gibi maddi bir menfaat sevkıyle Müslüman askerinin haiz olduğu evsaf-ı mümeyyize-i aslıyyeden biri bu. Sabır ve Müsabere- Kur’an’ın bu teklifi bütün müslümanlara şamil ise de bilhassa bu emre muhatab olanlar taht-ı silahta bulunan kimselerdir. Sabırdan maksad meşak ve mezahime cebr-i nefs suretiyle de olsa tahammül değildir. Çünkü bu şart dahilinde gösterilecek sabır ve tahammülden ciddi bir faide beklenemez. İslam’da sabırdan murad müslimin şevk-ı vicdani ile müşkilat ve mezahime katlanmasıdır. Daima görüyoruz ki bir zaruret ve mecburiyet ilcasıyla metaib ve mezahime tahammül gösterenler bulundukları cem’iyeti de kendilerine ağır gelen işi de bırakıp kaçmak hususunda ilk elverecek fırsatı kaçırmıyorlar. Muharebe saflarından vuku’ bulan firarların her zaman ve her yerde türlü türlü ma’zeretler serdiyle hizmet-i askeriyyeden sıyrılmak budur. Kur’an müslümanlarda bilhassa müslüman askerlerinde muhalefetin netayicinden ihtiraz esasına müstenid itaat değil deruni bir şevk ve tehalük mahsulü bir itaat olmasını harbinde bir askerin saff-ı harbten firar ettiğinden dolayı luktan kurtulmak için özür ve bahane serdine kalkıştığı yolunda bir hadiseye tesadüf edilmemiştir. Aleyhi’s-salatu ve’s-selam Efendimiz adet-i seniyyeleri huzur-ı hümayunlarından geçirerek harbe yarayanlarla acz ve zaaflarından sıgar-ı sinlerinden naşi yaramayanları tefrik buyururlar idi. Uhud vak’asında aynı muamelelerini tatbik ettikleri esnada ensar-ı kiramın gençlerinden biri Ebu Said el-Hudri sinni müsaid olmadığından dolayı risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin kendini geri çevirmesinden korkarak askerliğe elverişli olanlarla bir seviyede görünmek için ayaklarının ucuna basarak boyunu yükseltmeye çalıştı. İslam işte böyle kalbden doğma bir şevk ve hahişle mekarihe sabır ve tahammülü mensubininde bir tabiat-i rasiha haline getirmiştir. Bir müslüman müşkilata katlanır mekarihe sine-güşa-yı sabır ve tahammül olursa bunu Kur’an’ın vaadi mucebince Cenab-ı Hakk’ın daima sabirlerle beraber olduğuna iman ve i’tikattan münbais bir metanet-i dindarane ile yapar. Buna binaendir ki bir ıztırar ve felakete duçar olanların muhariblerin cümlesini vird-i zeban-ı teselli ettiklerini görürüz. Her halde gerçek müslüman olan bir kimse harb ve emsalinin dan ihtiraz sevkıyle katlanmak mecburiyetini hissetmez. Onu bu gibi mihen ve ıztırabata gönül hoşluğuyla göğüs germeye sevk eden bir şey varsa o da sabır edenlere Cenab-ı Hakk’ın yardımcı olduğuna yalnız rıza-yı nefs ve sükun-ı hatırla gösterilecek ciddiyet ve metanetin rıza-yı Bari’ye nailiyet bahtiyarlığına samimi i’tikadlarıdır. Aza Kanaat- müslüman askerinin medar-ı temayüzü olan secaya-yı fazıladan biri de sade bir hayata kefaf derecesinde yiyeceğe içeceğe giyeceğe kanaat etmesidir. Hayatını idame edebilecek birkaç lokma ile soğuğun şiddetinden koruyacak bir hırka bir İslam askerinin ihtiyacat-ı hayatiyyesini te’mine kifayet eder. Bu mütevekkilane ve kanaatkarane hasletin saikı ise bedihidir ki an-ı viladetinden ne rehber ittihaz etmesidir. Görüyoruz ki mesela bir Fransız bir İngiliz rozbif’e bifteğine varıncaya kadar etini yemedikçe suarelere tiyatrolara balolara yakışabilecek türlü içkilerle mi’desini doldurmadıkça harb sahalarına doğru adımını atmaz. İslam askerine gelelim acıktıkça ağzına atmak için tuzla karışmış bir avuç arpa veya darı onun gıda ihtiyacını te’min eder hararetini bastırmak için birkaç yudum temiz su başka her türlü meşrubattan istiğna hasıl ettirir. Bir mücahid-i müslimin sırmalı kılıç kemerlerine müzeyyen kılıçlara ağır kumaşlardan son modaya muvafık olarak kesilip biçilmiş şık esvaplara ne ihtiyacı var? Hayır hayır o yiyeceğinde hayatiyyesinde en sade şeyleri kendine kafi görür. Elimizde canlı misaller varken ümem-i mazıyyeye aid cünud-ı İslamiyyeden misal iradına ne ihtiyacımız var? Senusiler yirmi seneden beri Vaday’da Neşad havalisinde Fransızlarla Trablus’da Mısır etrafında İtalyan ve İngilizlerle mütemadi muharebatta bulunuyorlar. Fakat ne yiyip ne giyiyorlar? Bu mücahidler İtalya’yı biftek ve makaronya ile makhur ve mağlub etmediler. Fransızlara sırmalı eğerler müzehheb kemerler dar libaslarla karşı koymadılar. Süyuh ve vahalarda soda ve viski ile erguvani pelerinlerle İngilizlere muzaffer olmadılar. Belki naz u ni’mete karşı iffet ve olmakla böyle kuvvetli düşmanlara mukavemet ettiler. Onlar hep bu mücahedeleri esnasında arpa ve hurma yiyorlar; bazıları acı olmak şartıyla kuyu suyu içiyorlar; sert kaba gösterişsiz libaslar giyiyorlar idi. Senelerden beri bir silsile-i muharebat içinde hayat-güzar bulunan Osmanlı askeri de Asya’da Afrika’da Avrupa’da geçirdiği vekayiin kaffesinde dost düşman bütün insanlara mücesssem kanaatin nihayetsiz sabrın zi-hayat bir timsalini göstermiştir. Acıktığı zaman endişe ve fütur göstermek meşak ve mezahimden usanç getirmek susuz kaldığı vakit telaş ve velvele etmek Osmanlı askerinin hayat-ı harbinde tesadüf edilmiş bir hadise değildir. Hülasa bir müslüman askeri aldığı terbiye-i diniyye muktezasınca aza kanaat etmek çoğa göz dikmemek seciyesiyle mütehallidir ki bunu İslam ordularında bulunarak hal ve mahiyetini güzelce tedkık etmiş olanlar i’tiraf ve teslim ederler. Esasen müslüman askeri nazarında Cenab-ı Hakk’ın mücahidine vaad etmiş olduğu niam-ı bakıyyeye nisbetle muvakkat naz u ni’metin ne kadr u kıymeti olabilir? Müslüman askeri harbe girdiği zaman hayat-ı faniyyeden hayat-ı bakıyyeye naim-i suriden naim-i hakıkıye geçmek enva’-ı mekkare ile muhat bir mihnet-haneden safa-yı cavidani esası üzerine kurulmuş bir kaşaneye göçmek akılları muhakemelerinden bedenleri tab ü tüvanından hayat-ı mumeyi haiz dünya meşrubatını feda ederek bezm-i bekanın bi-humar cam-ı neşve ve safasına kavuşmak emeliyle girer. Müslüman askeri harbe girdiği zaman nısfı şeb-i muzlim bir hayattan mecmuu ruz-ı ruşen bir hayata; mülevvesi nezihine müfsidi muslihine karışmış bir muhitten nafiin muzırdan seçildiği ehl-i cennetin cennette ehl-i narın narda ahz-ı mevkı’ ettiği bir muhita kavuşmak için girer. Müslüman askeri harbe girdiği zaman genişliği ile beraber mukassi ve mağmum tatlılığıyla beraber acı ve mesmum olan saadet ve şakavetinden berr u facir şakir ve kafir her ferdi mütesaviyen nasibedar eden bir maişethaneden ayrılıp medhali dar fakat muhiti geniş bir füshat-sarayı müfsitlerin ebedi şakavete muslihlerin daimi bir ni’met ve saadete mazhar oldukları bir aşiyan-ı ebediyi mesken ittihaz edeceğini yakınen bilerek girer. Müslüman askeri harbe girdiği zaman hayır ve menfaati kuvvet ve satvet erbabına cevr u alamı mürüvvet ve hüsn-i siret erbabından olsalar da zuafaya maksur olan bir haneden çıkıp füshat-ı ezeliyyenin menaim ve lezzatını redaet-i ahlakıyyeden tenezzüh edenlere safa ve saadetini birr ü istikamet erbabına tahsis etmiş olduğu bir me’va-yı cavidaniye gideceğini bilerek girer. Müslüman askeri harbe girdiği zaman rızası daimi bir ni’met rahmeti mü’min kulları için gaye-i saadet olan halikının hoşnudisini kazanacağında şek ve şübhesi olmayarak girer. Bir İslam askeri böyle hakıkı ve samimi efkar ve i’tikadat sizin düşman saflarını yarıp ilerlemesinde endişe-i memat hissetmeksizin ateş-i harbin göbeğine saldırmasında şayan-ı taaccüb ne gibi bir hal tasavvur olunabilir? Cünud-ı İslamiyyeden birinin va’d-i Kur’an mucebince bütün ruhani ni’metlere bir anda kavuşmasını kafil olan şehadetten başka bir şeye atf-ı lihaza-i rağbet ederek harbe girdiğine pek ender tesadüf olunabilir. Binaenaleyh müslüman askerinin nişan almak askeri yüksek rütbeler kazanmak fevkındeki ümera-yı askeriyyenin teveccühlerine mazhar olmak emeliyle şedaid-i harbi iktiham ettiğini zannetmek fahiş bir hata olur. Muharebatta cünud-ı İslamiyyenin “Allahu Ekber” kelimesini şiar “Parola” ittihaz etmesinin hikmeti budur. Aheng-i azamet ve celaleti karşısında kalbleri lerzedar-ı mehabet eden ulviyet-i meali bil-cümle makasıd-ı dünyeviyyeyi hiç mertebesine indiren bu kelime-i ulyayı bülend-avaz tan başka hiçbir emel ve maksad yoktur ki şehid olmak can vermak gibi vasıtalarla istihsaline çalışılacak kadar bir değer ve kıymeti haiz olsun; yolunda can feda edilecek maksad-ı a’la gaye-i uzma varsa o da Allah-ı zü’l-celaldir. Rüesaya İtaat- İslam askerinin hasaisinden biri de reisin evamirine itaattir. Ancak askeri bu itaate sevk eden amirinden korkması yahud ondan bir lütuf ve atıfet ümid etmesi değildir. Yegane saik onun rüesaya itaati Allah’a tinde telakkı ve i’tikad etmesidir. Hakıkat-i halde bu itaat keyfiyeti yalnız askere has olmayıp tabakat-ı İslamiyyenin kaffesi rüesaya karşı aynı his ile hareketi bir vecibe telakkı etmektedirler. nazm-ı keriminin sarahaten delalet ettiği vechile ulülemre itaat ister asker olsun ister sunuf-ı saireye mensub bulunsun amme-i müslimin üzerine farzdır. Esasen Kur’an Resul-i güzininin evamir ve nevahisine teklif ve ahkamına etmektedir. Buna binaendir ki zümre-i müsliminden olan ülülemrin sahib-i şeriat salla’llahu aleyhi ve sellemden sadır olan ahkama muvafık olarak ısdar edecekleri evamire itaat nev’a-ma Cenab-ı Hakk’a itaat ve ona takarrub mahiyetindedir. Hülasa İslam askeri hiçbir vakit reis ve amirine isyan etmeyi arzu etmez; çünkü bu onun nazarında Cenab-ı Hakk’a lüman askeri rüesanın evamirine inkıyadı dini ve vicdani bir vazife telakkı eder mensub olduğu şeriat nazarında mücrim ve günahkar olmaktan korktuğu için ümeraya muhalefeti hiçbir gune hatırından bile geçirmez. Esasen “İ’lan-ı nefir edildiği zaman hemen hareket ediniz” hadisi ve ve emsali ayetlerle kavanin-i lahutiyye-i askeriyyenin vaz’ u takririni bizzat şeriat tekeffül etmiştir. Din-i İslam rüesaya muhalefeti evamir-i İlahiyyeye muhalefet telakkı ettiği için hulefa-yı müslimin ukubat-ı zecriyye-i askeriyye mes’elesi hakkında bir karar ittihazına lüzum bile görmemişlerdir. Çünkü nazarlarında askerin itaati tabii ve muttarid bir keyfiyet olup bunu ihlal edecek hadisatın vukuu hemen gayr-ı kabildir. dan biri de kavanin-i şer’iyye-i askeriyyenin hiçbir vechile rüesaya efradın hukukuna tecavüz salahiyetini vermemesi amirlerine karşı efradı hakk-ı hürriyyetinden mahrum etmemesidir. Nazar-ı şeriatte ümera-yı askeriyye ile efrad arasındaki alaka ve münasebet baba ile evlad arasındaki alaka ve münasebetten kat’ıyyen farklı değildir. Binaenaleyh müslüman bir zabit maiyyetine hakareti mucib olacak izzet-i nefislerini ceriha-dar edecek tarzda muamele etmek vüs’ u takatlerinin fevkinde tekliflerde bulunmak hak ve salahiyetini gayr-ı haizdir. Şurasını da ihtar edelim ki adl ü insaf esaslarına müstenid olan bu muamele-i müşfikaneye liyakat mes’elesi şeriat-i İslamiyye nazarında şu veya bu fırkaya has olmayıp bütün müslümanlar bu gibi hususatta aynı hukuku haizdirler. Asker olup olmamanın hiçbir te’siri yoktur. Risalet-meab salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimiz hayat-ı faniyyeye veda’ etmezden evvel ibraz ettiği son hutbede şöyle buyuruyor idi: “Ey nas kimin arkasına bir değnek vurdum ettimse o da bana aynıyla mukabele etsin. Kimin bir malını aldımsa işte malım o da alsın. Benim kendine kin bağlamamdan korkmasın. Çünkü o benim işim değildir.” İşte risalet-meab efendimiz bu gibi kelimat-ı zerrin ile rüesa ile ahad arasında insaf ve intisaf kaidelerini esaslı bir surette vaz’ ve takrir buyurmuşlardır. Nitekim yine o Nebiyy-i güzin “Ümmetimin küçüğü büyüğüne hürmet büyüğü küçüğüne merhamet ettikçe halleri gün günden iyi olur.” Hadis-i şerifiyle de bize büyüğün küçüğe rahm ve atıfet küçüğün büyüğe tevkır ve hürmet hissi beslemeleri saadet-i ruhu olduğunu izah ve beyan buyurmuştur. Şam ordusu serdarı Ebu Ubeyde Emirulmü’minin Ömer bin el-Hattab’a bir mektup yazarak ab u havası latif olduğu mamak fikrinde bulunduğunu arz eylemişti. Cenab-ı halifeden şu yolda bir cevap aldı: “Havası güzel olduğu için Antakya’da oturmamak fikrinde bulunduğunu bildiriyorsunuz; pekiyi ama Cenab-ı Hak fermanıyla a’mal-i salihada bulunan erbab-ı takvaya tayyibatı haram etmemiş olduğunu anlatıyor. Hayır sana düşen vazife askere rahat ettirip yorgunluk aldırmak bol bol yiyip içerek mukatele uğurunda bi-tab kalan vücudlarına biraz iade-i kuvvet ettirmeleri için müsaade-karane hareket etmek idi.” maset ve şehametini dillerde destan eden hasais-ı fazıla mezaya-yı ber-güzidesi bu merkezdedir. Bittabi’ hassas gönüllü adama herşey te’sir eder; o hassasiyet daima onu ağlatır yahud güldürür. Daha beşikte iken ebeveynim Müslümanlık hissiyatını kalbime telkın etmeye başladı. Sonra mektebe medreseye gidince oradaki üstadlarım; okuduğum kitaplar mütalaa ettiğim edebiyat yaşadığım muhit… hasılı herşey bu hissiyatı takviye etti İslam muhabbetini kalbime yerleştirdi. Bu terbiyenin te’siri bu hissin saikasıyladır ki ömrümün beşte bir kısmını İslam’a düşman bir memleket ordusunda geçirdiğim halde papaslar hıristiyan askerleriyle birlikte muzafferiyet duaları yaptıkları bir zamanda ben ve benim din ve ırkdaşlarım dualarını tekrar eder dururduk. Tarih vukuatın tekerrüründen ibaret olduğu gibi tali’ de mukadderatın tebeddülünden ibarettir. İşte tali’ beni bugün mukaddes bir günü Darü’l-Hilafe’de bulunuyorum. Çocukluğumdan beri beslediğim emel bugün tahakkuk ediyor. Kaç yıldır ben bugünün iştiyakıyla mütehassis idim. Üç yüz milyon müslümanın merkez-i hilafeti olan İstanbul’da bir bayram namazı kılmak benim için en büyük bir emel en mütehassiri bulunduğum bir saadet idi. Çocukluk zamanlarımda babamla beraber bayram namazına gidiyorduk. Şimalin karanlık ormanları içinde bulunan köyümüzün camiine girdiğimiz zaman evimizin duvarında asılan Ayasofya Cami’-i Şerifinin resmi gözümün önüne gelir onun hayaliyle kendimden geçerdim. Bayram namazı kim bilir nasıl kılınır? diye tahassürümü babama söylerdim. O da: – Ömrün olursa yavrum belki bir zaman gelir de İstanbul’a gider görürsün… Derdi. Bugün hep o hatıralar canlanıyor cananına kavuşan bir hasret-zede süruruyla sermest bulunuyorum. Hava da ne kadar güzel! Ne latif bir cenub rüzgarı esiyor! Her taraf bayraklarla donatılmış Nabi’nin dediği gibi: Ne kadar alemi devr etse sipehr Bulmaz İstanbul’a benzer bir şehr. Arkadaşlarımdan birisiyle onun arzu ettiği camiye gidiyoruz. Kalbim pek heyecanlı. Hazret-i Halife’nin diyarında bulunuyorum. Merkez-i İslam olan İstanbul cami’lerine gidiyorum. Kim bilir ne yüksek sözler işiteceğim ne heyecanlı mev’izalar dinleyeceğim ne münevver İslam simaları göreceğim!... Bu hislerle camiye girdim. Bir de ne göreyim bütün cami’ askerle dolu. Askerden başka kimseler yok. Bila-ihtiyar sordum: – Bu ne hal? Bu cami’ askerlere mi mahsus? – Hayır efendim! – Yoksa hep adamlarınız asker mi? – Hayır efendim! – Ne garib hal! Asker olmayanlarınız camie gitmiyor mu? – … Her ne ise tekbirler tekrar edildi. Nihayet yavaş yavaş hatvelerle minbere gelen sarıklı bir efendi müslümanların kim bilir kaçıncı def’a olarak kılmakta oldukları bayram namazının niyetini ve ne suretle kılınacağını ta’rif etti. Uyumuş olan ahali derhal kalktı. Namaz kılındı. Birkaç söz hutbe okundu. Amin dendi oldu bitti. Sordum: – Va’z u nasihatler müslümanları faaliyet ve saadete da’vetler müessesat-ı hayriyye ve evlad-ı şühedaya iane toplamalar … biz gelinceye kadar bunlar hep olmuş bitmiş mi?.. – Hayır efendim. Cami’den çıktık. Odama avdet ediyorum. Zihnim şu suale cevap vermekle meşgul! Acaba hangileri şeriat hadimi: Her Cum’a ve bayram namazlarında minber üzerinden saatlerce Kur’an’ın esrarını tebliğ ve telkın eden dini nutuklar toplanarak etfal-i müslimin için mektepler medreseler te’sis eden şimal millet-i mahkumesi imamları mı? Yoksa şimdi metbuum olan şu imam efendi hazretleri mi? Bu hal beni çok müteessir etti. Odama geldim. Kapıyı kapadım. Ağlamaya başladım. O gün akşama kadar İslam’ın garibliğine müslümanların inhitatına ağladım ağladım ağladım … Millet en elim mahrumiyetlere en vahim felaketlere katlanarak hududlarda şu hayat ve memat mücadelesine hatime vermek için uğraşırken vatanın birçok mübarek toprakları düşman istilası altında inlerken Payitaht matbuatının zevk eğlence moda hevesine kadın derdine düşerek bir yığın sefil neşriyatta bulunmasına ne kadar teessüf edilse azdır. Bu o kadar büyük bir tereddi ve inhitattır ki milletlerin ancak izmihlal devrelerinde görülebilir. Ötede harb sahnelerinde kıyametler kopuyorken arkada milyonlarca vatandaş tasviri na-kabil sefaletler içinde kıvranıp duruyorken gençlik namına idare-i kelam eden matbuatın haline bakınız! Bu ne duygusuzluktur! Vatana millete hatta bilumum insaniyete karşı bu kadar alakasızlık bu kadar saygısızlık olur mu? Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir hale tesadüf edilemez. Bütün milletlerin matbuatı hududlarda hayat ve istiklallerini müdafaa için çarpışan askerlerinin mücahedelerini takdis ederken; arkada kalan yetimlerle evladlarını feda edip de kimsesiz kalan validelerin derdlerine çare ararken; içki gibi kumar gibi cem’iyetleri kasıp kavuran emraz-ı ictimaiyyeye karşı gelebilmek için elele vermiş geceyi gündüze katmış uğraşırken; bir kısım matbuatımızın bu gibi vezaife karşı tamamıyla bigane kalarak kadınları modalara zevklere eğlencelere bazı biçare kadınların yuvarlanmış oldukları uçurumlara diğerlerini de sürüklemeleri; gece irtikab olunan rezaletleri edebi şekle bürüyerek gündüz gazetelerde tasvir ile takdis Bu adamlarda zerre kadar millet vatan muhabbeti yok mu? Vatanın feryadlarına milletin elemlerine iştirak etmiyorlar. Bari bir kenara çekilseler de böyle hayat ve memat günlerinde memleketin milletin mukaddesatıyla istihza etmeseler. Mahlukat-ı saire bile huzuz-ı tabiiyyelerini istifa edecekleri zaman bir kenara çekilirler. Bunlar ise hiç olmazsa mestur kalmak icab eden hareketleri sahifeler dolusu tasvir ve teşhir etmekten sıkılmıyorlar. Adab-ı hususiyye yok de bulunan bu gibi gazeteler hiçbir şey tanımıyorsa bunları kanun-ı ahlaka riayet mecburiyetinde bulunduracak bir merci’ yok mu? Matbuat Cemiyeti bunları görmüyor mu? Görüyorsa neye lazım gelen ihtaratta bulunmuyor? edeceği geliyor. Bu kadar tereddi ve inhitattan düşmanlar bile müteessir olur. Biz tüyleri ürpertecek bu iğrenç neşriyattan nümune olarak birkaç fıkra nakl etmek mecburiyetinde kaldığımızdan dolayı cidden müteessifiz. Fakat ne yapalım ki felaketin ne büyük olduğunu anlatabilmek için başka çare göremedik. Fağfur’ un .nci sayısında “ Başbaşa” ünvanlı manzumeden: Bazı hummalı bir nefes duyulur Dinlerim kollarımda inleyeni. En güzel şi’ri bir gecende bulur Böyle tenha gören yatakta seni. Eriyorken dudaklarımda tenin Sarhoşum sunduğun piyale ile Doğuyor mahremiyyetinle senin Bir derin haz günahımızda bile... Yine boynumda kolların çıplak Saçların dalga dalga yastıkta! O hayadan kaçan vücuduna bak Ne güzel parlıyor karanlıkta. Belki dünya tapardı nuruna sen Yükseleydin beyaz ayın yerine: Ben de bilmem cihana mahremken Nasıl aktım senin sinirlerine? Yine Fağfur’un aynı nüshasında “Beyoğlunun Hanımlarına” “Konyaklı bir çay damarlarımda ılık ve munis bir te’sir yaptı.... küçük bir çocuğun elinden tutarak muhteşem beyaz bir buvaya sarılmış şık bir hanım geçti. Acaba dedim atılan nazar kutulara mı idi bana mı? Kalbimde hiç şübhe kalmasını istemem. Derhal paltoma büzülüp hanım efendiyi ta’kıbe başladım.... Pelerinin intihasında incelen beli iştihalı bir gözle süzerek ne zarif ne kibar diye söylendim.” Serbest Fikir mecmuasının birinci sayısında “ Büyükada Hayatı ” ünvanlı musahabeden: bir kaç şık genç kızın şakrak kahkahaları tebessümleri şuh şuh sesler sözler ve bütün bunların ahengi... “Bu şuh hayat insanları yaşatmak için yegane kuvvettir. Ben böyle düşünmeyenlere gülerim: O insanlar ki hayatı elem içinde ızdırab içinde bugünkü feci’ harbin sefaleti içinde görmek isterler onlara acırım. “Yaşamak ancak sürura tebessüme uzun bir kahkahaya zamanla eğlenen çılgın kadın süslerine gölgeli derin kadın gözlerine ihtiyac vardır.... suareler balolar aşıkane maceralar dünyasında hayat zevkten kuvvet alıyor .... biz artık elem istemiyoruz. hissediyorum ki burada ruhları dolduracak bir zevk bir kahkaha vardır. Bana bu heyecanı veren bu hayat mübdi’lerini nasıl takdis etmem. Sonra zannediyorum ki bu takdis ayinini yalnız yapmıyorum. Hayattan bir şey anlamak Yine Serbest Fikir’ in ikinci sayısında “Kadın Tuvaletleri ve Hayat” ünvanlı musahebeden: “Bu hafta da hayatın zevkli eğlenceli safhalarını arıyordum. Her halde bu ızdırabı bulmaktan daha kolay bir şey!. “Bugün büyük lüks içinde yaşıyoruz. Bilhassa kadınlarımız bunların pek mu’tena bir zevkle intihab ettikleri elbiseleri renkleri çorapları tavırları kadar ruhumuzu bir mesti ile halecanlandıran başka bir şey göremiyoruz. “Dikkat ediniz her yeni moda kadının daha fazla daha sevimli hislerle bize hulul etmesini tevlid ediyor. Sonra ne güzel bu moda zevki de her üç ayda bir değişiyor.... her yeni moda kadının bütün hareketlerini yürüyüşünü bakışını söyleyişini de değiştiriyor. Ve bu ibdaın derin felsefesiyle mes’udiyetimizi yaşamanın iksirini hissediyoruz. Oh i’tiraz etmeyiniz evvela yaşamak zevkini temellük edelim sonra yaşamanın vazifelerini yaparız!... Sizi tebrik ederiz hanımlar! Evvela yaşamak sonra yaşatmak!...” Türk unsuruna “Yeni Hayat” için ictimai ahlakı dersler veren Yeni Mecmua’ dan Mini mini iskarpinler Bir çift kadın iskarpini! Ne sevimli güvercinler Parkelenmiş sokaklarda Seyr ederim geçişini: Mini mini ayaklarda Ökçelerin sesi gelir; Yakınlaşır yakınlaşır... Vurunca da neş’elidir; Yine durmaz çapkınlaşır! Bir çift erkek potiniyle Mini mini iskarpinler Tanıştılar bakın hele? Bir tevakkuf .... ve beraber Adımları uydurarak Gidiyorlar: tırık tırak!... Bir çalgılı restoranda Hususi bir küçük oda! Şimdi onlar buradalar. Ara yerde bir masa var. Genç erkek potinleri Çekilerek nazlanıyor. Masa altı bu oyunun Bir kapısız mahbesidir Masa üstü? O da meftun Buselerin sahnesidir. Masa üstü masa altı! Ara yerden masa kalktı! Garson geldi zannederim Vuruluyor kapı. Tık tık! –Anladınız kari’lerim! Açılamaz kapı artık!.... VE AVUSTURYA-MACARISTAN’IN MENAFII Bu serlevha ile Peşter Luid gazetesinde neşr olunan bir makaleyi Tercüman-ı Hakıkat refikımızdan nakl ediyoruz: Düvel-i garbiyyenin inbisat ve inkişaf-ı iktisadisi hükumat-ı İslamiyyenin inkırazı ile mebsuten mütenasib bir vüs’at ve ehemmiyet kesb etmiştir. Afrika’nın sahil-i şimalisi Fransa-İngiliz hırs ve tamaına kurban olup gitti. İtalya dahi o taraflara sokulup yerleşmek renin Afrika’da dikiş tutturabilmesi pek meşkuktür. Buna mukabil İngiltere ve Fransa Şimali Afrika’daki müstemlekelerini metin bir surette ellerinde tutmakta ve bunlarda azim mezkure harb zamanında hem mahsulat menbaı hem insan hazinesi hizmetini ifa ediyorlar. Bu insan hazinesi sayesindedir ki Fransa kendi ordularında hasıl olan boşlukları doldurmaya ve böylece mukavemetini temdid etmeye muvaffak oluyor. Şimali Afrika akvam-ı İslamiyyesini tanıyanlar şu kanaatte müttehiddirler ki akvam-ı mezkure Devlet-i Osmaniyye’nin devam-ı mevcudiyetini ez-dil ü can arzu etmekte ve hükümat-ı İslamiyyenin en kaviyyü’ş-şekimesi olan Türkiye’den Afrika’daki hakimiyet-i ecnebiyyeye hatime çekilmesi gibi bir hizmet ve ni’met beklemektedirler. Müstemlekata aid siyasetinde hatır ve gönüle asla bakmayan niyye’ye karşı beslenilen teveccüh ve muhabbeti hesabat-ı siyasiyyesine katmaya mecbur kalıyor. Akvam-ı mezkurenin bu hissiyatından dolayıdır ki İngiltere velev ancak şeklen ve lafzan olsun Mısır’ı kendi müsta’meratı ıdadına idhal etmeye henüz cesaret edememiştir. Türkiye son hükumet-i müstakılle-i İslamiyye addolunuyor ve şekli bir mevcudiyete malik bulunuyor. Ve yalnız diğer bazı hükumetlerin ve ba-husus Türkiye ve Almanya’nın Asya umuruna müdahalatına karşı bir sed ve mani’ olmak üzere yaşatılıyor idi. İran muntazam ve müretteb plan dahilinde tahrib ediliyor idi. Bazı idarelerin ve tekalif ve rüsumun Rusya’ya ve İngiltere’ye terk ve teslimi suretiyle te’min edilen istikrazlar yekdiğerini vely ü ta’kıb ediyor idi. Nüfuz-ı mali İran’da siyaseten tevessü’ için bir bahane idi. İran’ın kendi mukadderatını ta’yin hususundaki hak tedricen o kadar tahdid edildi ki hükumet-i mezkure son zamanlarda Rusya’nın müsaade ve muvafakati olmaksızın bir tek demiryol ve tarik bile inşa edemiyor idi. Ma’lum olduğu üzere Türkiye’de de aynı muamele tatbik olunmak istenildi. Türkiye’nin İngiltere’de veya Fransa’da akd ettiği istikraz Türkiye’de yeni imtiyazat koparmak için bir istikraz akd etmiş ise istiklalinin bir kısmını feda etmeye mecbur olmuştur. Bu ahval nihayet hükumetin çeşm-i intibahını açtı Türkiye kendi istiklal-i siyasisini kurtarmak için ancak bir çare mevcud olduğunu anladı. O çare de kendini Bu hakıkatin anlaşılması üzerinedir ki Türkiye’nin siyaset-i hariciyyesi yeni bir istikamet almaya başladı. Avusturya-Macaristan devleti bütün hükumat-ı İslamiyyenin serbesti-i inkişafında fevkalade alakadar ve menfaatdardır. Ba-husus Türkiye’nin umur-ı askeriyyede gösterdiği kabiliyet ve isti’dadın hükumet-i mezkurece saha-i iktisadda dahi ibraz olunması ve alem-i İslam’ın rükn-i esasisi sıfatı ile Türkiye’nin haiz olduğu nüfuzun gitgide daha ziyade tevessü’ ve tezayüd eylemesi bizim için gayet mühimdir. İngiltere’nin nüfuz ve te’siri altında kalacak ve Dersaadet hilafetine rekabet edecek bir hilafet-i Arabiyyenin te’sisi ve böylece Mısır’ı Hindistan’a rabt ve vasl edecek bir hükumetin teşekkülü hakkındaki İngiliz tasavvurları şmdiden bir hayalden hakkuku garb sahne-i harbindeki harekatın neticesine bağlıdır. Fransa’nın Alsas-Loren üzerindeki müddeayatı İngiltere’nin tezyid-i kudret ve tevsi’-i arazi hakkındaki emellerinin husulüne karşı ciddi bir mani’ teşkil etmektedir. İngiltere’nin Asya’da ta’kıb ettiği fütuhat makasıdı zahiren te’min edilmiştir. Almanya ve Avusturya-Macaristan devletleri Belçika ve Sırbistan gibi gayet kıymetli iki rehini ellerinde tutmasalar memnuniyet ile bakabilir idi. Lakin Sırbistan Avusturya ve Bulgar işgal-i askerisi Belçika ise Almanya’nın hakimiyeti altında kaldıkça Asya-yı Garbi’ye İngiliz hululü ancak muvakkat bir hal addolunabilir. Asya-yı Garbi’de hallolunacak yegane mes’ele Irak ve el-Cezire mes’elesi değildir. İran mes’elesinin hall ü tanzimi dahi Türkiye ve düvel-i merkeziyye için gayet azim ehemmiyeti haizdir. Türkiye’nin menfaat-i siyasiyyesi müstakıl bir çalışan İngiltere’nin bu vadideki gayretlerini akım bırakacak ve bilakis Türkiye’nin o taraflara doğru tevessü’ etmesine yardım eyleyecektir. Vakıa Almanya için Bağdad hattının kat’ ettiği havalinin başlıca mahreci İskenderiye limanıdır. Fakat Basra Körfezi üzerinde kain bir limana temdid edilmeyen bir Bağdad hattı na-tamam bir eser halinde kalacak ve kendisinden beklenilen fevaidi tamamıyla te’min etmeyecektir. İran istiklali mes’elesi Bağdad hattının Basra Körfezine kadar temdidi mes’elesine sıkı surette merbuttur. Türkiye Irak’ta tekrar hakimiyetini te’sis etmeye muvaffak olur ise İran için iki gayet mühim ihracat tarikı açılacaktır. Bunlardan biri Hanekin-Bağdad-Basra tarikı diğeri İskenderiye yoludur. Bundan maada İran Karadeniz limanları vasıtası ile dahi ihracatta bulunabilecektir. siyasiyyesi icabatından ise İran’ın tekrar serbesti-i iktisadisini elde etmesi düvel-i merkeziyye için fevkalade mühim bir keyfiyettir. Çünkü İran düvel-i merkeziyye için gayet mühim bir mevadd-ı ibtidaiyye menba’ ve hazinesidir. İran’da ameliyat-ı iskaiyye icra olunsa bu memleket Türkistan ve Türkiye İran’ın iade-i istiklalinde son derece menfaatdardırlar. Türkiye’nin şarkında ve şimalinde teessüs etmekte olan bazı hükumat-ı İslamiyyenin teşekkülünden sonra Rusya Türkiye ile artık hemcivar olmayacak ve binaenaleyh Türkiye işlerine müdahale iktidarından mahrum kalacaktır. Hükumat-ı İslamiyyenin ser-efrazı sıfatı ile Türkiye’nin haiz olduğu nüfuz onu ve alem-i İslamiyet’i alakadar eden bütün mesaile müessir bir surette müdahaleye sevk ve mecbur ediyor. Şübhesizdir ki Türkiye hükumat-ı saire-i İslamiyye ile olan münasebat-ı iktisadiyyesini dahi tevsi’ ve takviyeye sai olacaktır. Düvel-i merkeziyye ile mevcud ittifak şark-ı karibdeki Türk nüfuzunu i’la etmeye çok yardım edecektir. Geçen Mayıs’ta Karadeniz’den Bakü müslümanlarına karşı vaki’ olan ani bir hücumda kanlı ve feci’ bir muharebeden sonra Azerbaycan’ın tabii payitahtı olan Bakü şehri Bolşeviklerin elinde kalmıştı. Bilahare Ceneral Biçarakof’un riyaseti altında eski Rus bekayasıyla Ermenilerden müteşekkil bir ordu milli fakat hakıkat-i halde İ’tilafcı bir hükumete intikal etti. Ermenilerle sol cenah ihtilalciler hakim-i mutlak kesilerek az bir zaman sonra şehirdeki Bolşevikleri habsettiler. Westminster Gazette’ in verdiği izahata nazaran Bakü’ye vasıl olan İngiliz kuvveti altı ay evvel Bağdad’dan hareket etmişti. Yolda Ermenilerden Vecelos namındaki hıristiyan bir kabilenin delalet ve muavenetiyle Bakü’ye kadar vasıl olabilmişti. Ma’lum olduğu üzere bu hareket afak-ı cihana azim bir muzafferiyet şeklinde i’lan olunmuştu. Daily News gazetesinin Ağustos tarihli başmakalesi bu kuvveti gerek Türklerin gerek Almanların merkezi Asya’ya doğru bil-cümle istedikleri harekatı men’e kafi görüyordu. Muharririn zehabına göre bu kuvvet sayesinde Bolşeviklere ve Almanlara pek şiddetli düşman olan Kazaklarla te’sis-i münasebet ümid ediliyordu. Bundan başka Kafkasya Ermenileri celb edilecek i’tilaf makasıdı uğurunda istihdam edilecek idi. Hatta bu hareket merkezi Asya’da ve şark-i karibde İ’tilafcıların nüfuzuna hizmet edeceği mülahazasıyla Bakü petrol ma’denlerinden daha mühim telakkı ediliyordu. müslüman ordularının himmetiyle bir anda mahv olmuştur. Altı ay zarfında yapılan harekat-ı askeriyye akamete uğramıştır. Şimdi İngiliz gazeteleri bu hacalet-aver ric’atten dolayı dolayı hükumetlerine hücum ediyorlar. Binaenaleyh Bakü’nün zabtı evvela: İ’tilafcıların bilhassa Saniyen: Muazzez kardeşimiz Azerbaycan’ın tamamiyet-i mülkiyyesini te’min hukuk-ı meşruasını iade zengin ma’den hazinelerinden istifade hakkını bahş etti. Salisen: Şimalden Don Kazaklarıyla Astahan hükumetlerinin taaddiyat-ı mütevaliyyesine Bolşeviklerin hücumlarına cenubdan Gürcistan’ın haksız tevessü’ ve zulümlerine ma’ruz kalan Dağıstanlılar ve bütün Şimali Kafkasya müslümanlarına her türlü imdad yolları açılmış oluyor. İnşaallah bu cengaver din kardeşlerimiz yalnız Vladi Kafkas’ı zabt etmekle Rabian: Hükumet-i seniyyenin ve Almanya’nın demiryolu vasıtasıyla Bahr-i Hazar’a birkaç tahtelbahr irsali ile orada hakimiyet-i bahriyyenin te’mini muhakkaktır. Bu suretle İngiltere’nin Şimali İran’dan merkezi Asya’ya doğru neşr ü tevsi’ etmekte olduğu entrika ağları parçalanır alem-i İslam’a karşı hazırlanmakta olduğu mühlik planlar suya düşer. Hamisen: Bakü merkezi Asya’nın istihlası ve hürriyeti zetelerinin verdikleri ma’lumata göre en son cebhe-i harb orada olacaktır. Sadisen: Rusya Hariciye Nazırı Çiçerin’in tehdidatına ve tahrib olunmadan zabt edilmiştir. Müslüman düşmanı olan Ermenilere karşı ne katliam yapılmış ne de başkalarına bir taarruzda bulunulmuştur. Bu suretle uluvv-i cenab gösterilerek maksadlarımız istihsal edilmiştir. Sabian: Bakü ile Krasnovodski arasında ticaret-i bahriyye te’min edilince merkezi Asya’nın mebzul pamuk yün hububat ve sair mahsulatından gerek biz gerek müttefiklerimiz fevkalade istifade edeceği bedihidir. Oranın pamuğu bütün cihan mahsulatının humsu nisbetinde olduğu için bu sırada pek işimize yarar. Saminen: Tebriz’den ilerleyen ordunun harekatına bahren yardım etmekle Enzeli ve Reşt’ten İngiliz belasını def’ edebiliriz. Bununla nev’a-ma İran’ın istiklaline yardım etmiş oluruz. Zaten Times’ in Tahran’dan aldığı bir telgraftan anlaşılıyor ki Orman Kardeşleri Reşt’te bulunan İngilizlere karşı taarruz etmektedirler. Fakat vesait-i harbiyyenin noksanı yüzünden layıkıyla muvaffak olamıyorlar. Bu hareket onlara büyük bir yardım sayılır. Tasian: Bakü’nün zabtı gerek Afganistan ve İran’a gerek Hindistan’a en kısa yolu açıyor. Bunun siyasi ve askeri ehemmiyeti derkardır. Aşiran: Bakü’nün zabtı muarız devletleri bir emr-i vaki’ karşısında bulundurmuştur. Bolşeviklere bazı müsaedat vaad edilerek yapılan muahedenin ta’diline ırza edilmişlerdir. Almanya’daki parlamenter bir hükumetin teşkili hakkındaki mahrem müzakerat Helfrih’in Moskova sefaretinden detten anlaşılıyor ki Almanya hükumeti de Kafkasya’ya aid maddelerin ta’diline taraftardır. Hasılı Bakü’nün zabtı Asya müslümanları için fevkalade mühim bir hadise bir muvaffakıyettir. Artık müslümanlar ve istiklalerini te’mine muzafferiyetlerini tarsine gayret etmelidirler. Bakü’ye İngiliz askerinin vasıl olmasının ehemmiyetinden bahs eden Şark-ı Karib’ in iktisadiyat muharriri bir fıkrasında diyor ki: “Bu İngiliz kuvvetinin Bakü’ye vasıl olmasının ehemmiyeti harbin iktisadiyat nokta-i nazarından pek büyüktür. Bakü bütün Kafkasya gaz ma’denlerinin merkezidir. Bunu zabt etmek düşmanlarımızı bu zengin ma’denlerin hasılatından mahrum etmek demektir. Fakat Bakü yalnız malik olduğu gaz ma’denlerine binaen mühim olmuyor. İran ve merkezi Asya’dan gelen pamuk odun kereste ipek ve sairenin tevzi’ merkezidir. El-hasıl Bakü Avrupa ve Asya memaliki arasında bir nokta-i elinde bulunması pek mühim bir mes’eledir. Bakü’nün düvel-i merkeziyye nazarındaki ehemmiyetini gösterebilmek etmek kafidir: Tiflis’te bulunan üç yüz doksan bin pod sıkletinde yük Bakü tarikıyle Budapeşte’ye sevk olunacak ve orada Almanya ve Avusturya-Macaristan arasında taksim olunacaktır.” Şark-ı Karib mecmuasının başmakale muharriri oraya sevk olunan İngiliz askerlerini ihrac ve tard etmek üzere garb daru’l-harekatında his olunacak bir derecede Alman askerlerinin Kafkasya’ya sevk olunması lazım geleceğini söylüyor ve pek seviniyor. Halbuki bütün bu hülyalar müslüman mücahidlerin himmetiyle hiçbir Alman askerine hacet kalmadan mahv olmuştur. Azerbaycan askerlerinin himmetini yad etmek ve bu İslam devletini yeniden tebrik etmek için bu fıkralar bir vesile-i hasenedir. Rusya çarlık hükumetinin tefessühü üzerine muahedesini ilga eden Tahran kabinesi İngilizlerin tazyik ve entrikasıyla ıskat edildikten sonra hürriyet-i akvam namına harb etmekte olduğunu ve Reşt’e oradan da Bakü ve Krasnovodsk’a birer hey’et-i seferiyye sevk etti. Bununla iktifa etmeyen tama’kar İngilizler Hindistan’dan fazla asker cem’ ederek Belucistan tarikıyle Meşhed’e kadar diğer büyük bir hey’et-i seferiyye daha i’zam etti. Şark-ı Karib mecmuasının Ağustos tarihli başmakalesinin beyanına göre bu hey’et-i seferiyye bütün Horasan vilayetini Zaten evvelce Sir Persi Sayks Kirmanşah’ta fuzuli olarak teşkil ettiği jandarma kuvvetiyle Tahran’a kadar bütün konak yerleri işgal ederek gelmiş bu gasıb kuvvetle oralarda ferman-ferma kesilmişti. deniyeti İngiliz insaniyet ve demokrasisi! Taht-ı esaretinde ezip inlettiği mazlum milletler miyanına bugün biçare İran’ı da idhal ediyor! Bakü’ye sevk olunan kuvvet mağluben kemal-i hacalet ve rezaletle firar etti. Ne Kafkasya unsurlarını ne de Don Kazaklarıyla Ukrayna’yı bize ve müttefiklerimize karşı tahrik etmeye muvaffak olamadan def’ olup gitti. Yalnız Krasnovodsk’da tahşid ettiği kuvvet demiryolundan bil-istifade Semerkand’a kadar gitti. Türkistan’ın şimal-i şarkı hududunda bulunan dört beş bin Kazak ve Çeh-Islovaklara yardım etmek üzere ilerleyen bu kuvvet medeniyet-i ma’mur yerleri bulunan kasabaları harabeye çeviriyor. Ezcümle İngilizlerin iğfalatına kapılan Çeh-Islovaklar geçenlerde Volga havzasının en mühim ticaret ve sevku’l-ceyş merkezi olan Kazan’ı işgal etmekle hem Türkistan ahalisini Volga havzasından gelen hububattan mahrum ettiler hem de Bolşevik ordularının bu eski İslam merkezlerine doğru yürümesine sebebiyet verdiler. Kanlı bir muharebe neticesinde İngiliz taraftarları firar etmişlerse de; bin seneden beri evvela putperestlerle bilahare hıristiyanlarla muhat kaldığı cihetle bir İslam adası halini alan Kazan şehri Bolşevikler tarafından zabt edildi ahali-i Acaba İngilizler Semerkand ve Buhara’da da aynı cinayeti mi ika’ etmek istiyorlar? Vaktiyle maarif ve medeniyet-i hed’den ilerlemekte olan İngiliz kuvvetlerine karşı muhafaza ve oradaki erbab-ı irticaı imha etmek üzere geçen ay ibtidalarında Bolşevikler işgal ettiler. Bereket versin oranın ahali-i prensiplerine tabi’ bir hükumete mensub bulunmuş oldukları cihetle yağma-gerlikten masun kalabilmişlerdir. Fakat asayişsizlikten tebeddül-i hükumat buhranlarından müsademe ve muharebelerden pek çok mutazarrır olmuşlardır. Ticaretin durgunluğu da hayat-ı iktisadiyyelerine müdhiş darbeler indirmiştir. Hürriyet ve adalet da’vasında bulunan İngiltere’nin Türkistan’da ne işi vardır? Harb-i umumiden bil-istifade oralarını da mı taht-ı zulm ve esaretine almak istiyor? Anlaşılıyor ki İran ve Türkistan’ı işgal ile Afganistan’ı her taraftan kuşatmak haricle muvasalasını kat’ etmek istiyor. El-hasıl bugün İngiltere fütuhat siyaseti emperyalizmi alem-i İslam’a karşı taaddiyat ve tecavüzatı hadd-ı kusvasına baliğ oldu. Alem-i İslam’ın yegane müstakıl hükumetleri kalan Devlet-i Osmaniyye İran ve Afganistan arasında derhal bir ittifak-ı askeri ve siyasi yapılmazsa; düvel-i merkeziyyenin karargah-ı umumilerini merkezi Asya’da ciddi bir hareket-i askeriyye yapmaya ikna’ etmezsek; Asya’nın ve Afrika’nın tehlike menbaı olan Hindistan’ı İngilizlerin pençesinden kurtarmaya çalışmazsak maazallah vaz’ıyetimiz pek hatar-nak istikbalimiz pek karanlık olur. Harekatımızı teshil için Rusya hükumetiyle ittifakımız yahud anlaşmamız elzemdir. Cenab-ı Hak muinimiz olsun. Bu haftaki ajans Kalküta’da bir ihtilal başladığını ve bu ihtilale bir mesi sebebiyet verdiğini yapılan nümayiş esnasında polisin ateşiyle müslüman rüesasından bir zatın katl birkaç kişinin de cerh edildiklerini haber veriyor. Fazla tafsilat yok. Fakat ğu sukut ve hüsran dolayısıyla bütün müstemlekat başvekillerinden mürekkeb bir imparatorluk meclisi te’sis etmekle onların meveddetini kazanmak ve bu suretle kendilerini teshir etmek siyasetini ta’kıb ediyor. Eski şiddet fikrinden vazgeçiyor. Hindistan ahvali pek elemnak bir halde olduğu cihetle vatanperveran cem’iyetleri Hindistan istiklalini yahud muhtariyetini musırran taleb etmektedirler. Ahiren Hindistan Nazırı Montago ile Hindistan hakim-i umumisi uzun tedkıkattan sonra teşkil edilecek Hindistan tarz-ı hükumetine ve yapılacak ıslahata dair mufassal bir program tanzim etmişlerdir. Bu programa göre hükumetin teşkilatı tevsi’ olunuyor yerlilere bazı imtiyazat veriliyor. Fakat hürriyet muhtariyet yahud salahiyet-i hakıkıyye namına zerre kadar bir şey verilmiyor. Hindistan ahalisi bu programı gördükleri vakit hiç birisi memnun olmamış İngiliz iğfalatına kapılmamıştır. Bilakis programın intişarı ıslahat-ı hakıkıyye taleblerini teşdid etmiştir. Bunun üzerine İngilizler siyasi entrikalar çevirmeye başladılar. Kendi bendelerinden Sir Dinşav Vaça Sarend Rans Banarci Mister Samarat gibi menfaat-perest bir takım kimseleri öne sürdüler. İ’tidal-perver diye bunlara birer de isim taktılar. Bunlar vasıtasıyla programı müdafaa etmeye başladılar. etmek istediler. Fakat Hindistan kongresi ve Umum Hind müslümanları ler. Bu ictima’da gerek Hindus gerek müslümanlar namına Neticede yeni hükumet programının ma’nasız ruhsuz faidesiz olduğuna; Hindlileri iğfal için yaldızlı haptan başka bir şey olmadığına karar verdiler ve bu kararlarını i’lan ettiler. Madam Bizant’ın ta’biri vechile böyle bir programın ihzarı bir ar bir hakarettir. Bu mühim mecliste müslümanlar tarafından pek şedid nutuklar irad edildi. Bunların içinde Kalküta müslümanlarının efendiler pek ateşin nutuklar irad ettiler. Tabii böyle metin milli bir ittihada ma’ruz kaldıkça İngiltere’nin Hindistan’da bekası mütezelzildir. Hindistan müslümanları İngiltere’nin Hilafet-i uzmaya karşı harb etmesinden dolayı zaten fevkalade müteheyyic ve muğber bulunuyorlardı. İngiltere’nin İran’a Bakü’ye Türkistan’a asker sevkıne kalkışması üzerine bu teheyyüc büsbütün teşeddüd etti. Hindistan müslümanlarının hissiyatına riayet etmesini mükerreren taleb ettiler. Fakat İngiltere kulaklarını tıkadı. Bu talebleri nazar-ı i’tibara almadı. Sanki müslümanların hissiyatına rağmen Hovard E. Volter namında terbiyesiz bir muharrir İslam DünyasıMüslim Vorld mecmuasının Temmuz nüshasında Hindistan müslümanları hakkında pek hakaret-amiz bir makale yazdı. Muharrir-i bi-edeb o makalesinde Lammen ve Kaytani namında iki cahil ve terbiyesizin tedkıkatına estağfirullah tezviratına Efendimiz hakkında hayasızca tefevvühatta bulunmuş hatta böyle bir şahsiyeti inkara kadar gitmiştir. İttihad-i İslam siyasetini tahkır ederek Osmanlı hükumetinin erkanı aleyhinde de pek bayağı bir lisan kullanmıştır. Bunun üzerine vaktiyle Londra’da İttihad-ı İslam Cem’iyeti’nin reisi Sühreverdi Efendi şedid bir cevap neşr etmiş ve bu hakarete karşı protesto etmek üzere birçok ictima’lar tertib etmiştir. Bunlar fasıla ile ictima’ edecekler İngiltere’den hürriyet-i diniyyeye riayet etmesine dair şedid şikayetlerde bulunacaklardı. Demek bundan istifade etmek isteyen İngiltere müslümanlara karşı gelmiş ve ictima’larını kuvvetle men’ etmiştir. Bu ma’lumatı son gelen İngiliz gazetelerinden aldık. Hakıkatin tamamıyla meydana çıkması için biraz daha beklememiz Bayriş Lands Zaytung gazetesinin Moskova’dan aldığı ma’lumata göre Bolşevik hükumeti son zamanlarda üç grandük katl etmişlerdir. Verilen evsafa nazaran vaktiyle bütün Rusya’nın başkumandanı olan Nikola bunlar miyanında i’dam olunmuştur. Paris Çin sefiri Peli Parisfoyan gazetesi muharrirlerinden birisiyle mülakat ederek demiştir ki: Çin hükumeti bütün İ’tilaf hükumetleri ile Sibirya’ya asker sevk etmeye karar vermiştir. Fakat hiçbir suretle Rusya’nın umur-ı dahiliyesine karışmak istemiyor. Bilakis en büyük gayemiz Rusya ahalisine arzu ettikleri hükumeti kemal-i hürriyetle intihab etmek fırsatını bahş eylemektir. Ma’lumdur ki Çin hükumeti bizzat Almanya tarafından bu hakk-ı sarihten mahrumdur. Binaberin hürriyet-i akvam uğuruna harb etmekliğimizle hakk-ı hürriyetimizi kazanmış olacağız. Kiev İşaba gazetesi bu havadisi neşr ediyor: Astrahan ile Don hükumeti arasında akd olunan bir ittifaknamenin metni Rostof’ta i’lan edilmiştir. Bu ittifakname mucebince her iki hükumet kendi muhtariyetlerini tanıyor ve Bolşeviklere karşı müttehiden harb etmeyi ve iktisadiyat nokta-i nazarından kendilerine ilhakı lazım gelen araziyi zabt eylemeyi taahhüd ederler. Şimali Kafkasya’da Bolşeviklere karşı daha ciddi mücadelatta bulunmaya karar vermişler. Bu yerleri kendilerine etmek en büyük gayeleridir. Stokholm’den Eylül tarihiyle Times gazetesine bu hususi telgraf keşide olunmuştu: Moskova’dan Eylül tarihinde gelen bir telgrafa göre üç hafta evvel Çeh-slovaklar tarafından zabt olunmuş olan Kazan şehri bu sefer Bolşevik orduları tarafından zabt olunmuştur. Tsarskoye Selo’dan on bir tarihinde gelen bir Sovyet telgrafı aynı havadisi te’yid ediyor. Ural nehri üzerinde kain Uralsk zabt edildiğinden Samara ve Simbirinski’nin Sovyetlerin eline düşmesi melhuz ve muhakkak gibi olduğunu beyan ediyor. Uralsk’ı zabt eden ordu Samara’nın cenub-ı şarkisinde vaki’ olan Bozoluk kasabasına fiilen taarruz etmekte bulunduğu cihetle Çeh-slovaklar Samara’yı tahliye etmeye başlamışlardır. Kazan etrafında vuku’ bulmuş olan muharebatta beyaz hassaların mağlubiyeti üzerine meclis-i müessisan a’zasından müteşekkil hey’et-i hükumete karşı Kazanlılar kıyam etmişler ve baruthanede çalışan amele ta’til-i eşgal eylemişlerdir. Times gazetesi yazıyor: “İçki beliyyesine duçar olanlardan birçokları içki isti’malinden tevbe ile yakalarını bu beliyyeden tahlis etmeye çalışıyorlar. Hakayık-ı ahvalden anlaşılıyor ki bunlar alelekser muvaffak olamıyorlar. Zira içkinin te’sirat-ı muhribesi mecmua-i asabiyyeye tasallut ettikten sonra başlıyor. Ayyaş olanlar içmedikleri vakit kalblerini sıkıntı kaplar; fart-ı asabiyyet hiddet-i mizac kendilerini deli gibi eder; her şeyden nefret ederler; kendi nefsinden bile bezgin bir halde bulunurlar. Yüzlerine bakılsa lisan-ı halleri diyor ki: “Merhameten bizi bu halden kurtarınız!” vakıa içince muvakkat bir neş’e hissederler. Fakat farkında değildirler ki bu küulün kanda vücutta tevlid ettiği teheyyücün a’sabdaki uyuşukluğun neticesidir. İçki az mikdarda isti’mal olunduğu zamanda bile a’sabı duçar-ı tevlid eder; sükut ve rahatı selb eder. İfrat derecesine varan ayyaşlardaki te’siratı ise pek acıklı pek muhribdir: Uykusuzluk akli ve cismani her türlü hareketten nefret faaliyetten ve tabii neşveden mahrumiyet her şeye laubalilik irdadesizlik; adem-i tevakkı içkiden başka bir şey düşünmemek mürur-ı zamanla ra’şe-i daime ve felc-i umumi… İşte bu ayyaşlar hep bu ahval ve emraza duçar olurlar. Vakıa bazan felci içki asıl illeti tezyidden başka bir şey yapmış olmazlar. Bu suretle mak kabilindendir.” Midhat Cemal Bey oğlumuzun Çanakkale’ye aid olarak bu ünvan altında intişar eden üç perdelik manzum bir tiyatrosunu gördük. Bizde manzum mensur tiyatrolar yazılabilir; lakin oynanılabilir mi? Garbın measir-i medeniyyece pek ileri gitmiş merkezlerindeki sahnelerini memleketimize getirmek kabil midir? Şark o seviyeyi bulmuş mudur? Bulunduğunu farz ettiğimiz surette o sahnelerin ibdaı mutlaka lazım mıdır? Bu suallerin tedkıkıyle uğraşmak bizim hem vazifemizin hem salahiyetimizin haricindedir. Biz intişarını haber vermekte olduğumuz bu tiyatronun ancak ahlakı lisani edebi kıymetleri hakkında söz söylemek istiyoruz ki eser bu i’tibar cak derecelerde yüksektir. Evvela lisan-ı nazm gayet revan gayet pürüzsüz. Saniyen şiirin garami hamasi ictimai bütün safahatı bila-istisna pek güzel. Salisen vak’anın intihabı tertibi çok mahirane. Rabian muhavereler üç beş sahifesi haricde bırakılırsa mümkün olduğu kadar tabii. İhtimal ki bu “Tabii” kelimesini gayet tabii bulup geçeceksiniz. Halbuki asar-ı edebiyyemizde umumiyetle göze çarpan bir nakısa varsa o da tabiilikten mahrum olmalarıdır. Şiiri tabiatin ya fevkınde ya haricinde aramak bizde şiir lay kolay vazgeçemiyoruz; hatta geçemeyeceğiz. En büyük ediblerimiz bile tabiatin fevkıne çıkmayı teali tabiatle beraber gitmeyi tenezzül sayıyorlar! Onun için Midhat Cemal Bey oğlumuzun eserinde gördüğümüz ulvi sahifeler bizce ne kadar kıymetdar ise her perdesine serpiştirilen tabii muhavereler de onun kadar belki daha ziyade şayan-ı takdirdir. Altı yüz bu kadar senelik mazisine rağmen aruz veznini yıkmak isteyenler artık bu ölçünün efkar ve hissiyatımızı yorlar. İşte Midhat Cemal Bey’in bu vadide yazdığı ilk eseri ediyor. Birçok yerlerini ağlaya ağlaya okuduğumuz bu dastan-ı şi’r u hamaset eminiz ki İslam’ın son ilticagahını kurtarmak tererek feda-yı can eden yüz binlerce şehidin ervah-ı zekiyyesini şad edecektir. CİHAD VE ALEM-İ İSLAM – – – Afridi; Muman; Teyra kabaili ile Afganistan arasında bir alaka ve irtibat mevcud mudur? Ne gibi münasebet bunları yekdiğerine rabt ediyor? – Esasen Afridi; Muman Teyra kabileleri Afganistan ile Hindistan arasında bulunurlar. Ahalisi de umumiyetle müslümandır. Nim göçebe ve nim medeni tarzda hayat geçirdikleri cihetle; ne Afganistan’a ve ne de Hisdistan’a merbutturlar. Adeta serbest ve hususi bir hayat-ı siyasiyyeye malik bulunuyorlar. Kabail rüesası tazminat kabilinden her sene emiri tarafından da maaş tarzında tahsis olunmuş mahiye Kabail arasında umur-ı idare ve kaza tamamıyla kendilerine aiddir. Ahkam-ı şer’iyyeye muvafık surette mahalli meşayih tarafından idare olunur. Tam ma’nasıyla müstakıl bir idare-i mahalliyedir. Mevkı’-ı coğrafileri Celalabad ile Peşaver arasında kain cibal-i şahikadan mürur ve uburu gayet mahdud geçitlerden ve me’cuc denilse caizdir. Aşairin ma’lumatı olmaksızın bir tek neferin bile bir taraftan diğer tarafa geçebilmek ihtimali yoktur. Aşair-i mezkurenin İngilizlere olan adavetleri esasen dini olmakla beraber son zamanlarda İngiltere hükumeti tarafından Hindistan’da reva görülen mezalim ve tecavüzata karşı Hindlilerin feryadları te’siriyle olacak gayet bariz surette siyasi bir tarz-ı husumet şeklini de ihraz etmiştir. Hele İngilizlerin Makam-ı Hilafet’e karşı i’lan-ı harb ederek arz-ı Irak’a tecavüzlerini işitir işitmez bütün bu kabileler ictima’ ettiler öz aralarında mine’l-kadim mevcud olan münafereti izale ettiler kendi beynlerinde gayet sıkı ve samimi bir uhuvvet ve silah arkadaşlığına ahd eylediler. Bu suretle açıktan açığa bir senesi İngilizlere karşı ciddi bir vaz’ıyet alarak mukaddema söylediğim gibi Peşaver üzerine tecavüzi bir nümayiş-i askeri de yaptılar. Bu tecavüzlerinde büyük muvaffakıyetler ihraz ettikleri halde sulhe muvafakat etmeleri tavassut eden ulemanın şeriate istinad ederek cihadın Makam-ı Hilafet’ten henüz tebliğ olunmadığını sebeb olarak ileri sürmeleriyle oldu. Şu nokta nazar-ı i’tibara alınarak mülahaza olunursa birinci fırsatta aynı vaz’iyetin tekerrür edeceğine şübhe olunamaz. Şurada bu mes’eleye münasib ufak bir vak’ayı arz etmek nında bir düğün cem’iyetine da’vet olunmuştum. Bu gibi cem’iyetlerde velime ashabı serveti nisbetinde etraftan üç beş günlük yoldan insanları da’vet ederler; binlerce adam toplanır büyük şenlikler yarışlar güreşler olurmuş. Bu def’a ise büyük bir cem’-i gafir tarafından kurbanlar kesildi Kur’an lar hatimler tilavet olundu. Bundan sonra Halife tarafından cihad müjdesini getirecek adama ikramiyeler olmak üzere bir de bohça teşhir ettiler. Bu bohçada bir kat elbise ile gümüş saplı bir kılıç bulunuyordu. Orada o anda gördüğüm ahval-i ruhiyye bana öyle bir te’sir etmişti ki o mecliste bulunan erkek kadın son ferdine kadar hepsi hemen kalkıp doğru muharebeye gitmeye müheyya idiler. Ben bu halleri gördükçe adeta Hicaz seferinden vazgeçip bunlara iltihak edeceğim geliyordu. – Afridilere mücavir bir Kafiristan vardı orada gayet cengaver gayet ma’ruf kabailden Kafiriler vardı; bunlar ne oldular? Bu Kafirilere aid ma’lumatınız var mı? –O ma’ruf Kafiristan şimdi Afganistan coğrafya haritası dahilinde Nuristan oldu. Kafirilerin birçok muharebeleri meşhurdur. Bilahare merhum Abdurrahman Han bunlar ile muharebe ederek bütün Kafiristanı kendi memleketine ilhak ve ahalisi ihtida ettikten sonra umum Kafirileri Afganistan dahilinde muhtelif vilayetlere sevk ve iskan etti. Afganistan dahilinden de mine’l-kadim müslüman olan unsurları sevk ederek Kafiristan’a iskan etti. Ehl-i İslam’ın oraya yerleşmelerini müteakıb o mevakıa Nuristan namı verildi. Şimdi Afganistan mekteplerinde bu yerler Nuristan tarihi Nuristan coğrafyası namlarıyla tedris edilmektedir. Kafiristan şimdi tamamıyla bir müslüman memleketi olmuştur. Ahalisi kamilen müslümandır. MUKADDIME “Muhkem” kelimesi zuhur ve inkişaf-ı tam alakasıyla “hikme” lafzının yüzün ön tarafı ma’nasından me’huz olması anlaşılmak için izah ve tebyine muhtac olmayan ayat-ı sariha ve vazıha demek olur. Tevhide emir ve nehye adaba kısas-ı enbiyaya müteallik ayat gibi. “Müteşabihat” lafzına gelince bunun misil ve nazir ma’nasına olan şibh maddesinden müştak olduğunu anlamakta müşkilat yoktur. Tenazur ve teşabühün mütefavit mertebeleri za’f u şiddet vuzuh u ibham i’tibarıyla muhtelif dereceleri olduğu ise azade-i beyandır. Evvelce de söylemiş idik ki Kur’an-ı Kerim ahval ve hadisat icabatına tebean ceste ceste nazil olmuş keyfiyet-i nüzulünde muhatabların hal ve şanları haiz oldukları edilmemiştir. Ruhu’l-emin Kitab-ı Kerim’i bir def’ada hübut ettirmemiş vahy u tenzili yirmi bu kadar senede tekemmül etmiştir. Bu esasa binaendir ki Kur’an’ı hakkıyla anlamak isteyenler ayatının yekdiğeri müfessir olduğunu nazar-ı dikkatten dur tutmamalıdırlar. Ayat-ı Kur’aniyyeyi aralarındaki revabıt ve münasebatı nazar-ı dikkate almaksızın biribirlerinden ayırarak makam-ı istidlalde bir kısmını bırakıp bir kısmına sarılmak dine rahne açmak makasıd-ı Kur’an’ ı bilmemek yahud doğru yoldan ve sünen-i sahabeden kasden inhıraf eylemektir. O sahabe ki Kur’an kendi lisanları şive-i beyanları ile nazil olduğu halde ne aheng-i vahdetini haleldar gösterecek böyle fikirlere sapmışlar ne de teselsül-i beyanını te’min eden üslub ve nizam-ı bedi’i hakkında şübheye düşmüşlerdir. Her birerleri Kur’an nazil oldukça kelimat ve ibaratını bir huşu’-ı dindarane ile dinlerler kalbleri ayat-ı münzelenin ihtiva ettiği hikem-i aliyye ve akaid-i sabite ile dolar idi. Tarih sahabe-i kiramın Kur’an’ın serd ettiği hüccetlerden birinde şübhe ettiklerini mezahib-i cedeliyyesinde havi olduğu akaid ve ahkamda aralarında tebayün-i efkar husule geldiğini kayd ediyor mu? Asla! Evet acaba sahabe-i kiram arasında halk-ı Kur’an bahsinde bir ihtilaf-ı nazar vuku’a gelmiş midir; şefaatin nefy ü Kitabullah’dan Cenab-ı Hakk’ın mekana hulul ettiğine ya bizzat her ferd ile beraber olduğuna yahud muayyen bir cihette bulunduğuna dair bir şey istinbat etmişler midir; içlerinden biri çıkıp da “tecessüm”e Allah’ın da başkaları gibi yüzü gözü eli olduğuna dair Kitabullah’dan istidlal daiyesinde bulunmuş mudur; içlerinden meslek-i istidlali Kaderiye Cebriye Mürcie ve saire gibi muhdes bir takım mezahib ashabına medar-ı istinad olacak bir kimse zuhur etmiş midir? Asla! Ayat-ı kerime miyanında zavahirine nazaran bu gibi mezahibden birine medar-ı istinad olabilecek bir ayet varsa bu ancak hususi ma’nalara muayyen maksadlara delalet etmek üzere vürud etmiştir. Bir takım ayetler arasında tearuz mevcud olduğu tevehhümüne gelince bu da hakıkaten dalalet-i fikriyyeye duçar olmuş yahud seviye-i idrakleri bu kabil ayatın serairini anlamak zahiren görülen tebayünü icab eden sebebleri fark edebilmek mertebelerine yükselememiş olan kimselerin sırf sathi-nazarlık ilcasıyla mes’eleyi yekcihet görmelerinden başka bir sebebe atf olunamaz. Hakıkat-i halde bu gibi ayetler mevzu’ları biribirine benzediği için mütemasil ve müteşabih gaye ve maksadları yekdiğerinden ayrı olduğu için mütehalif ve gayr-i mütecanisdirler. Esasen bunların mutlak mukayyed mücmel mufassal mübhem beyyin gibi bir takım kısımlara ayrılmaları aralarında mucib-i iltibas olacak derece tam bir mücaneset bulunmasına imkan bırakmaz. malik olanlar yirmi bu kadar sene Kitab-ı Kerim’in ayatına muhatab olanların hali neyi icab ettiğini bilirler. Akıl ve idrakleri muhtelif kimi serkeş kimi mümaşatkar ferdlerin bir kısmı münevver ve dahi fikirli kısm-ı diğeri cahil ve künd zihinli hey’etlerin hepsine aynı tarzda hitab edilemeyeceBaşmuharrir ğini umumuyla muttarid bir şekilde mücadele olunamayacağını kaffesinin aynı zimam u licam ile idare edilemeyeceğini takdir ederler. Bu haller ilcasıyladır ki; Kur’an’ı Münzil-i Hakim’i muktezıyat-ı ahvale mutabık bir surette ve hikmetinin icab ettiği tarzda indirmiştir. Bazı yerlerde zulmet-i dalali satvet-i beyanıyla parçalayıp dağıtmış lüzum gördüğü noktalarda hidayet yolunu arayanlara lem’a-i rüşd ü sedad göstermiş bir ayetle muanidleri mülzem bırakmış diğeriyle erbab-ı dalaleti iz’ansızlıklarını yüzlerine vurarak rüsva etmiştir. Bundan dolayı ayat-ı Kur’aniyyeyi derince düşünmek tindedir. Bilhassa şu noktayı hatırdan çıkarmamalıdır ki; ayat-ı Kur’aniyyeden bazıları arasında umumi mevzu’ları tearuz ve tenakuzu istilzam eden teşabüh mahiyetinde değildir. Çünkü bu muhatabların ahvalindeki ihtilafın te’siriyle Kur’an’ın muhtelif üslublarda nüzul etmiş olmasının bir netice-i tabiiyyesidir. Bu iddiamızı bir misal ile te’yid ve izah edelim: Bir takım kimseler şefaat mes’elesinde Kur’an’ın ayatı arasında tearuz mevcud olduğunu bazı ayetler şefaati isbat ettikleri halde diğer bazılarının nefy eylediğini söylüyorlar. Bunlar tezvir ve mefsedet şaibesinden azade bir fikir ile şöyle bir düşünselerdi müsbet şefaatle menfi şefaat arasındaki farkı doğrudan doğruya ayat-ı Kur’aniyye içinde bulabilirler idi. Mesela; ayeti bunlara Kur’an’ın nefy ettiği şefaat müşriklerin Allah’dan maada perestiş ettikleri aliheden bekledikleri şefaat olduğu kanaatini telkın etmez mi? Hiç şübhe yok; ayetleriyle menfi olan şefaat bu nevi’ şefaattir. Fakat bu nerede? nazm-ı kerimleriyle makbul-i Huda olanlara ikram ve iltifat-ı ilahi olmak üzere mev’ud şefaat nerede? Mes’ele bu suretle tevcih-i tabiisini bulduktan sonra ayetler arasında tearuz nerede kalır? Zikr-i Hakim’in eczası arasında tebayün ve tehalüf mevcud olduğuna ne ile hükm edilebilir? ler var ki maktulün ecel-i mev’uduyla öldüğüne delalet ediyor diğer bazı ayat var ki ecelinin tamam olmadan kat’ edildiğini gösteriyor yolundaki iddiaları. Bunlar ilk iddialarına; ve buna mümasil ayetlerle ikincisine; ve emsali ayat ile istidlal ediyorlar. Bu zavallılar biraz düşünseler ikinci ayetin hatimesi kendilerini uzun uzadıya tevcih ve te’villere kalkışmak külfetinden kurtarırdı. Acaba ikinci ayetin sonundaki kaydı maktulün daha ziyade muammer olamayacağına Cenab-ı Hakk’ın takdir ve ilm-i ezelisi sebk etmiştir; demekten başka bir şey midir? Bu ise maktulün hayatının katl edildiği andan ziyade devam etmemesine saha-i vücudda durduğu müddetten fazla durmamasına hükm-i ezeli sebkat etmiş kalem-i kudret ser-nüviştini bu yolda yazmış demek değil midir? Bu cihet teslim edilirse artık maktul için ilm-i ezeli-i munkatı’ oluyor demenin bir ma’nası var mıdır? Evet hatime-i ayet bu serd ettiğimiz ma’nayı sarahaten ifade ettiği gibi zımnen de maktul ya’ni katle mahkum olan kimse için mukadder olmadığı halde ömrü ziyadeleşeceğine delalet eyler. Esasen esbab-ı manianın tahakkuku halinde maktulün ömrü ziyadeleşeceği ya’ni eceli imtidad edeceği hiç şübhe götürmeyen bir mes’eledir. Ve bunun böyle olması maktulün ecelsiz ölmüş olmasına delalet etmez. ler getirmek imkanı varsa da onları sıraları geldikçe münakaşa etmeyi daha münasib gördük. Bu makule kimseler muhkem ve müteşabih kelimelerinin hakıkı ma’nalarına akıl erdiremeyince sağa sola bocalamaya ucu bucağı olmayan bir vadi-i hayret içinde nevmid bir halde dönüp dolaşmaya başladılar. Sonra da bu bahse taalluk eden ayetteki; nazm-ı kerimindeki kelimesinin ma’nası hakkında söyledikleri sözlerle eski hatalarını bütün bütün na-kabil-i ta’mir bir hale koydular. Te’vilden maksad ne olduğunu izah yolunda bu adamlar neler söylememişler aklın kabul edeceği etmeyeceği ne fikirler serd etmemişlerdir! Halbuki birçok yerlerinde tekerrür eden bu kelimenin ta’yin-i mealini Kur’an bizim zeka ve tahminimize bırakmamış maksadını doğrudan doğruya kendi izah etmiştir. Cenab-ı Hak rahmet etsin İmam İbni Teymiyye el-İklilü fi’l-Müteşabihi ve’t-Te’vil nam eserinde mes’elede muhtac-ı hall ü tedkık hiçbir cihet bırakmamak şartıyla beyanat-ı şafiyyede bulunmuştur ki hülasası ber-vech-i atidir: “Te’vil” lafzı Kur’an’ın bir çok yerlerinde tekerrür etmekte ve her tekrar edildiği yerde kelamın letiyle gayet vazıh bir surette anlaşılmaktadır. Kelime ba’zan eşrat-ı saate şuun-ı ahirete müteallik Kur’an -ı Hakim’in haber verdiği şeylerin vuku’u ma’nasını ifade eder ki şu ayet-i kerimede ifade ettiği ma’na budur. Mütercimi: Mehmed Şevket Diyanet lügatte dindarlık demektir. Istılah-ı fukahada ma’nası başkadır. Diyanet muamelat ve kazaya mukabil olarak müsta’meldir ma’naları da ayrıdır. Diyanet muamelat mukabilinde olarak cem’ sigasıyla diyanat suretinde kullanılır ise ibadat ma’nasına gelir. Bu halde ahkam-ı diyaniyye: İbadat taht-ı kazaya dahil olmayan ahkam; ahkam-ı kazaiyye: Muamelat taht-ı kazaya dahil olan ahkam demek olur. Her iki ahkam taht-ı fetvaya dahildir. Diyanet kaza mukabilinde kullanılır ise ma’nasına olup ahkam-ı kazaiyyede müsta’meldir. Bu halde diyanet: Ahkam-ı kazaiyyede aynı bir hadisede müftinin nazar ve tasdikı; kaza: Bu hadisede kadı’nın nazar ve tasdikı demek olur. Diyanatın ma’nası taht-ı kazaya dahil olmayan ahkam diyanetin ma’nası taht-ı kazaya dahil olan ahkamda müftinin nazar ve tasdikı’dır. Diyaneten hükümler ve bu ma’naya gelen ahkam-ı diyaniyye: Mükellef ile müstefti ile Cenab-ı Hak beynindeki hükümler; kazaen hükümler ve bu ma’naya gelen ahkam-ı kazaiyye: Beyne’l-ibad olan hükümler ma’nasına gelir. Bina-berin ahkam-ı diyaniyyeden iki ma’na anlaşılır: Biri ibadat yalnız fetvaya dahil olan ahkam diğeri muamelatta hem taht-ı fetva ve hem taht-ı kazaya dahil olan ahkamda müftinin nazar ve tasdikı; ta’bir-i ahar ile umur-ı batına üzere bina kılınan hükümler. Bunun gibi ahkam-ı kazaiyyeden de iki ma’na anlaşılır: Biri muamelat hem taht-ı fetva hem taht-ı kazaya dahil olan ahkam; diğeri muamelatta taht-ı fetva ve kazaya dahil olan ahkamda kadı’nın nazar ve tasdikı ta’bir-i ahar Ahkam-ı diniyyeyi ibadat ve muamelata yahud diğer bir ıstılah ile ahkam-ı diyaniyye ve kazaiyyeye taksim etmek doğrudur. Fukaha-i ızam ahkam-ı diniyyeyi böylece Adabu’l-Kadı babında şöyle deniyor: Keza müfti ile kadı’nın nokta-i nazarlarına hükümlere ahkam-ı diyaniyye kadı’nın nokta-i nazarına göre vereceği hükümlere ahkam-ı kazaiyye demek de caizdir. Nitekim kütüb-i fıkhiyyemizde bu iki nokta-i nazara işaret maksadıyla bazan bazan ta’birleri kullanılmıştır. Ahkam-ı diyaniyye ve kazaiyye ta’birleri elfaz-ı müşekkekeden olmağla bir takım ezhanı galata duçar ediyor da ahkam-ı diyaniyye yalnız ibadata münhasırdır deniliyor. Fil-vaki’ birinci ma’naya gelecek olan ahkam-ı diyaniyye ibadata münhasır olur ise de ikinci ma’naya gelecek olan ahkam-ı diyaniyyenin cevelangahı muamelattır. Diyanet ve kazaya göre hükümlerin ayrı olmasının esbabına gelince usul-i fıkıhda musarrah olduğu üzere bir lafzın mucebi ve muhtemeli bulunabilir. Muceb karineli ve karinesiz niyetli niyetsiz nazar-ı i’tibara alındığı halde muhtemel ancak karine ile niyet ile nazar-ı i’tibara alınır. Keza ukud-i şer’iyyede bir zahir-i hal bir de batın-ı hal vardır. Mesela bey’de icab ve kabul emr-i zahiri rıza’-i tarafeyn emr-i batınidir. Müfti gerek ibadatta gerek muamelatta bila-istisna fetva verebileceğinden müfti yalnız ibadatı ahkam-ı diyaniyyeyi tebliğe muktedir olan zat demek olmayıp birinci ve ikinci makalelerimizde teşrih ettiğimiz vechile müfti hükm-i ilahi ve peygamberiyi mübeyyin olan elfazın ma’nasını bildiren Cenab-ı Hakk’a karşı adeta mütercim gibi bulunan hükm-i ammı beyan eden bir zat olmakla hem ibadatı ahkam-ı diyaniyyeyi hem muamelatı ahkam-ı kazaiyyeyi tebliğe muktedirdir. Şu kadar ki; müfti mücerred muhbir kadı mülzim-i mücbir olmakla ahkam-ı kazaiyyede muamelatta aynı bir hadisede nokta-i nazarları ayrı olur. Müfti hükm-i ammı beyan edeceği cihetle hükm eder. Mükellefin niyeti zahire muvafık olsun olmasın oraya bakmaz; mükellef hakkında teverruan ahvat olanı ihtiyar eder tenezzühen hükm-i şer’iyi beyan eder mükellefin işini Cenab-ı Hakk’a tefviz eyler. Mükellef izharında sadık ise müftinin ihbarına göre muamele olunur. Bilakis mükellef izharında kazib ise müftinin hükmü ona bir faide vermez. Kadı husumatı fasl nizaatı kat’ vazifesiyle muvazzaf olup beyne’l-ibad hükm edeceği hükm-i hassı infaz eyleyeceği cihetle bir guna töhmete duçar olmamak ve hasme şübhe vermemek için mükellefin haline nazar ederek zahir-i hal ile hükm etmeye mecburdur. Kadı hilaf-ı zahire mükellefin izharına ve niyetine bakmaz. Kadı zahire binaen hükm edeceğinden kelamın mucebi ile amil olur. Kaza ilzam olmakla mahkumun hükm-i kadıya imtisali vacib olur. Mahkum hükm-i kadıdan imtina’ etmek için asla ma’zur olmaz. Hükm-i kadı vaki’a mutabık ise kaza hem zahiren hem batınen nafiz olur. Mahkum hükmü terk ederse dünyada ahirette muahaze olunur. Hükm-i kadı vaki’a mutabık olmazsa bil-icma’ zahiren nafiz olur. Mahkum onu terk ederse dünyada muahaze olunur. Batınen nafiz olması mahkum onu terk ettiği surette ahirette muahaze olunması hakkında ihtilaf vardır. Müfti tenezzühen hükm edeceğinden mükellefin niyetine bakarak kelamın muhtemeli ile amil olur. Müfti mükellefin niyetine bakarak fetva verir mükellef hakkında daha hafif olan ile hükm eder. Bilakis kadı mükellefin niyetine bakmayacağından mükellef kelamın muhtemelini niyet eylemiş olsa bile bu cihet anifen beyan olunduğu üzere mekan-ı töhmet olmakla mükellefin niyetine makrun olan muhtemel ile iktifa etmez hilaf-ı mütearif olana i’tibar eylemez. Mükellefin niyetindekini i’tikadındaki[n]i bilmez mükellef hakkında daha şedid olan ile hükm eder. Mükellefin hilaf-ı mütearif olan sözü mücerred niyetine mebni müfti tarafından tasdik olunduğu halde kadı tarafından tasdik olunmaz. Mükellef bir lafzı niyeti ile mucebinden muhtemeline sarf etmek dilerse diyaneten yani müftiye lede’l-müracaa olmak üzere sözü tasdik olunur; fakat kazaen yani kadıya müracaatla lede’l-mürafaa sözü mesmu’ ve mu’teber olmaz. Mükellef mucebe zahir-i kelama niyet ederse veyahud lafzın muhtemelini niyet edip zahirde ona muhalif olmaz ise hem diyaneten ve hem kazaen sözü mesmu’ ve mu’teber olur. Böylece taht-ı kazaya dahil olan ahkamda aynı hadisede müfti ile kadı’nın kavilleri hükümleri hem ayrılır hem birleşebilir hatta çok yerde birleşir. Bu bahsi bazı emsile irad ederek izah edelim: “bir bağdan bir kayıddan azadesin” ma’nasını kasd etse diyaneten talak vaki’ olmaz. Çünkü zevc lafzın muhtemelini kasd etmiştir. Fakat kazaen talak vaki’ olur. Çünkü bu ma’na bila-karine hilaf-ı zahirdir zevc kelamı sarih olan ma’nasından mütearif olan ma’nasına sarf etmiştir. ma’nasını kasd etse yine diyaneten talak vaki’ olmaz fakat kazaen talak vaki’ olur. Çünkü boş beyinli olmak lafzın muhtemelidir mucebi değildir zahire muhaliftir. sun” veya “Taliksın” dese hem kazaen hem diyaneten talak vaki’ olur. Çünkü üç kere ref’-i kayd veya boş beyinlik mutasavver olmamakla kelam-ı lağv olur mükellefin sözü kayd-ı nikaha haml olunur. de diyaneten talak vaki’ olmaz. Çünkü talak ile şetm ma’nası kasd olunmak hilaf-ı müteariftir hilaf-ı zahirdir. Kadı ona mı muhtemeline hilaf-ı mütearife haml ile zevcin niyetine bakarak adem-i talak ile hükm eder. olarak; “Sen taliksın” dese yahud zevc; “Boşsun ve taliksın” lafızlarının ma’nalarını bilmese zevcin sözü diyaneten tasdik olunarak adem-i talak ile hükm olunur ise de kazaen sözü tasdik olunmaz. Çünkü zevc talak kasd etmediğinden müfti onun niyetine göre adem-i talak ile hükm eder. Fakat kadı bu ma’nayı bila-karine zahire muhalif bulduğundan niyetine bakmayarak talak ile hükm eder. Şayed zevc ma’nasını bilir ise lafzı da muhtemele sarf etmemiş ise hem diyaneten hem kazaen talak vaki’ olur. mani’-ı mu’teber bulunmaksızın mesela hasta olmaksızın veya sultan tarafından men’ olunmaksızın gelmese kazaen ve diyaneten yeminde hanis olur. Eğer talak veya atakı bu şarta yani istitaati olur ise gelmeye ta’lik eylemiş ise talak veya atak vaki’ olur. Çünkü istitaat sıhhat-i esbab ve selamet-i alat ma’nasına sarf olunur. Bu ma’na mütearif olmakla mutlak zikr olunursa bu ma’na kasd olunur; fakat mükellef; “Ben istitaat-i hakıkıyye yani ilm-i kelamda beyan olunduğu vechile fi’lin müterettib olduğu istitaate fi’le makrun olan kudret-i hakıkıyyeye niyet eylemiş idim.” dese sözü diyaneten tasdik olunmaz. Çünkü istitaat örfde selamet-i alat ve sıhhat-i esbab ma’nasına ıtlak olunmakla istitaatin zahiri mucebi bu ma’nadır. Kudret-i hakıkıyye bila-karine hilaf-ı zahirdir muhtemelidir. Bazı fukahaya göre istitaat bil-iştirak her iki ma’naya ıtlak olunduğundan her iki ma’na ma’na-yı hakıkı zahir muceb olmakla mükellef ma’na-yı hakıkıyye mucebe zahire niyet eylemiş olduğundan sözü hem diyaneten hem kazaen tasdik olunur ise de mezheb-i racihe göre kudret-i hakıkıyye ma’nası ma’na-yı hakıkı olsa bile mükellef ma’na-yı hakıkıyi kasd etse bile bi-hususıhi ma’nalardan birini ta’yin edecek karineden hali olduğu zaman sıhhat-i esbab ve selamet-i alat ma’nasında isti’mali mütearif olmakla kudret-i hakıkıyye ma’nası hilaf-ı mütearif olacağından yine sözü kazaen tasdik olunmaz. giyer isem… olsun” deyip de; “Ben bir şeye niyet etmiş diyaneten de herhangi bir şey’ ise şart tahakkuk eder yemininde hanis olur. Şafii’ye göre niyeti diyaneten sahih olur. Mezheb-i Hanefiyyece muhtar olan mezhebe göre diyaneten sahih olmaz. Çünkü niyet melfuzda muhtemeli ta’yin halline tesadüf etmemiştir. Artık niyet lağv olur. Tansisan mezkur olmayan nazar tahsis kabul etmez. Çünkü umum ve husus elfazın evsafındandır. Maaninin değil. Gayr-i melfuz takdiren mezkur olanlar ta’mim tahsis takyid kabul etmez. Ancak ekl me’kul lebs melbus iktiza etmekle me’kul ve melbus takdiren mezkur oluyor ve ekl ü libasın muktezası oluyor. Usul-i fıkıhda beyan olunduğu üzere muktezalarda Hanefiye’ce umum bulunmamakla bil-iktiza sabit olan ma’na tahtındaki efradın kaffesine şamil olmamakla muktezanın tahassusa ihtimali yoktur. Onda niyet-i tahassus lağvdır. Şafii’ye göre muktezada umum bulunmakla muktezanın tahsisa da ihtimali vardır bunda niyet lağv olmaz. Fakat hilaf-ı zahir olduğundan mükellefin sözleri kazaen tasdik olunmaz. giyer isem… olsun” deyip de “Muayyen bir taamı veya muayyen bir libası kasd etmiş idim” dese sözü diyaneten tasdik olunur. Çünkü taam ve libas lafızları tansisan mezkurdur ve kabil-i tahsisdir. Niyet sahihdir. Fakat kazaen tasdik olunmaz. Çünkü bila-karine hilaf-ı zahirdir. Görülüyor ki hükm-i diyani ile hükm-i kazailer ancak ahkam-ı kazaiyyede orada da ancak kelamın muceb ve muhtemeli olan yerlerde ayrılıyor hatta çok kere de birleşiyor. Mükellef hakkında hükm-i diyaniler hükm-i kazailerden daha ziyade hafif oluyor. Şayed müsamahat-ı diniyye aranacak yede aramalıdır. – – Muhtesebün-fih ve ta’bir-i aharla münker denilen fi’l-i memnu’ için de dört şart nazar-ı i’tibara alınmıştır: rede ma’sıyet kelimesi zikr olunmayıp da münker denilmesi münker ta’birinin ma’sıyet ta’birinden e’amm olmasından naşidir. Çünkü bazı ahvalde ma’sıyet mevcud olmadığı halde münker mevcuddur. Mesela müskirat isti’mal eden bir sabinin veya mecnunun bu fi’li hakkında ma’sıyeti dai olmadığı halde münkerattan ma’duddur. Ancak seyyiat-ı şer’iyyeden ma’dud bulunan fi’l-i mezkurun ahara sirayetini mucib olmamak için sabi ile mecnunun derhal men’leri cihetine gidilir. meclis-i iş ü işretine hatime vermiş olan bir kimsenin hakkında hısbe muamelesi tatbik olunmaz. Bu gibiler hakkındaki suret-i muamele makam-ı emre aiddir. Ahad için bunda vazife ve salahiyet kalmamıştır. Ancak gecenin hululüyle beraber işbu ma’sıyetin tekrar icrasına kalkışacağı hal ve şanından nümayan olduğu takdirde böyle kimselerin va’z u nasihat gibi vesaita müracaat suretiyle men’leri cihetine gidilir. Ma’sıyeti mürtekib bulunduğunu inkara kalkıştığı surette va’z u nasihatten dahi sarf-ı nazar olunur. Çünkü mürtekibin ma’sıyeti inkar etmesine karşı va’z u nasihatte devam etmek mürtekibin hakkında su’-i zan ma’nasını ifade edeceği ve bir müslim hakkında su’-i zanda bulunmak caiz olmadığı umur-ı ma’lumedendir. rakmayacak derecede zahir olmasıdır. Şu halde hanesinin kapısını kapatıp dahilinde ma’sıyetle meşgul bulunan bir kimsenin aleyhinde tecessüsat icrasına kalkışmak caiz değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk; ayet-i kerimesiyle tecessüsü nehy etmiştir. Rivayet olunur ki; Hazret-i Ömer radıyallahu anh bir gün bir kimsenin duvardan aşmak suretiyle hanesine girip içeride bir ma’sıyet-i mekruhe ile meşgul olduğunu görmüş ve binaenaleyh aleyhinde hükm-i şer’inin icrasına kalkışmak “Ya Ömer; eğer benden bir ma’sıyet vaki’ olduysa senden üç ma’sıyet sudur etti: emr-i ilahisiyle tecessüs nehy olunmuş iken aleyhimde tecessüsde bulundunuz. ayet-i celilesi hükmüne tevfikan kapıdan girmeniz lazım gelirken duvarı aşarak içeri girdiniz. nass-ı celili meydanda iken selam dahi vermediniz” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer radıyallahu anh kendisine tövbe ettirmek suretiyle hakkında ukubet-i şer’iyyenin icrasından sarf-ı nazar etmiş olmakla beraber bir gün minber üzerinde olduğu halde bu mes’elede ashab-ı kiramın re’ylerine bil-müracaa; “İmamü’l-müslimin bizzat bir münkeri müşahede ederse mürtekibi hakkında hadd-i şer’i icrasına salahıyeti var mıdır?” sualini irad etmiş olmasına binaen Hazret-i Ali tarafından bu babda bir adlin rü’yeti kafi olmayıp iki adlin vücudu muktezi bulunduğu cevabı verilmiştir. Bu böyle olmakla beraber sarhoş olan kimselerin na’ra ve sayhası gibi tecessüse hacet kalmadan hane dahilinde cereyan etmekte olan şeyleri cadde ve sokaktan geçenlere sinin ifasını istilzam edeceği muhtac-i izah değildir. Maamafih bu gibi mesailde tecessüs ma’nasını ifade eden ahvalden dahi son derecede tevakkı etmek lazımdır. Hatta bir fasıkın paltosu veya sair libası altında gizlemiş olduğu müşahede olunan şey’in şarab şişesinden ibaret olduğuna dair bir alamet-i mahsusa görmedikçe; “O şişenin şarab olup kelimesi yerine yazılmıştır. olmadığını anlayacağım çıkar göreyim” diyemez. Çünkü o kimsenin fısk ile iştiharı nezdindeki şişenin her halde şarab olmasını icab ettirmez. Olabilir ki o şişe sirke veya başka bir şeydir. Fasıkın da sair nas gibi bu gibi şeylere ihtiyacı vardır. Mücerred onu ihfa etmesi muharremattan olduğuna delalet etmez. Zira insanın bir şeyi ihfada birçok makasıdı olabilir. duğunun ma’lum olmasıdır. Binaenaleyh mahall-i ictihad olan mesaile hısbe vazifesi taalluk etmez. Şu halde sırtlan ve keler eti ekl eden bir şafii hakkında bir hanefinin ve müskir nev’inden olmayan nebizi için veyahud zevi’l-erhamdan olmak sıfatıyla irse nail olan bir hanefi hakkında bir şaifiinin birçok mesail-i şer’iyyede bu hüküm caridir. Her müslimin tabi’ olduğu müctehidin re’yine ittiba’ etmesi mecburidir. Muhtesebün-aleyh ve ta’bir-i aharla fi’l-i memnu’un mürtekibi olan kimseye gelince fi’l-i memnu’un münker addolunacak surette muhtesebün-aleyhden sudur etmiş olması şarttır. Bunun için de muhtesebün-aleyhin yalnız olması kafidir. Mükellef veyahud mümeyyiz olması şart değildir. Mükellef olmayan sabinin şürb-i hamrdan mümeyyiz olmayan mecnunun zinadan men’i şu asıl ve esasdan teferru’ eder. Sabinin şürb-i hamrdan mecnunun zinadan men’i lazım geldiği gibi bir hayvanın dahi birisinin mezruatına girip itlafı halinde men’i cihetine gidilmesinin icabat-ı şer’iyyeden bulunmasına nazaran muhtesebün-aleyhin mücerred hayvan olmasının da kafi olduğu varid-i hatır olabilirse de hayvanın mezruata duhulden men’i keyfiyeti hısbe denilen emr-i bi’lma’ruf ve nehy-i ani’l-münker esasına dahil değildir. Çünkü hısbe hadd-i zatında muhtesebün-aleyhi hakkullahdan dolayı münkerden men’ etmekten ibarettir ki münkerden mufarakati müstelzim olan bu suret-i muamele muhtesebün-aleyhin hakkında bir nevi’ sıyanet demektir. Sabinin şürb-i hamrdan mecnunun zinadan men’i de hakkullaha müsteniddir. İnsanın mezruatı itlafdan men’i de iki hakka müsteniddir. Birisi fi’linin maasiden ma’dud olduğuna nazaran hakkullahdan diğeri de malını itlaf edilmiş olan şahsa nazaran hakku’l-abdden ibarettir. Bu iki hak ise ayrı ayrı Mesela bir adam birisinin vücudundan bir uzvunu o kimsenin rızasıyla kat’ edecek olur ise bunda gerçi o adamın hakkı sakıt ise de zat-ı fi’lin ma’sıyet nev’inden ma’dud bulunduğuna mebni hayvanın mezruatı itlaf etmesi mes’elesinde gerçi hayvana göre ma’sıyet mevcud değilse de hakku’l-gayra binaen men’inin lüzumu sabittir. Şu kadar var ki bu illet-i men’ hayvanın zatına aid olup bir müslimin malının zıya’dan muhafazası noktasına raci’dir. Zira ta’b u meşakkati müstelzim olmadıkça bir müslimin zıya’a ma’ruz bulunan malının muhafazası her müslim üzerine vacibdir. Hayvanın laşeyi ekl ettiği veyahud bir kabın içindeki şarabdan içtiği görüldüğü takdirde men’i cihetine gidilmemesi itlaf-ı mezruattaki let-i men’ hayvana raci’ olsaydı hayvanın laşe ile şarabdan dahi men’i lazım gelirdi. – – Geçen ay Üç Aylık namındaki İngilizce risale efkar ve mutalaatına büyük bir kıymet ve ehemmiyet atf ettiği bir takım kimselerin makalelerini havi olarak mevki’-i intişara çıkmıştır. Hakıkaten garibdir ki: Bu risale Şark’da İngiltere İmparatorluğu’nun en esaslı bir unsurunu teşkil etmekte olan milyonlarca müslümanların şu zamanda olsun hissiyatına hürmet kaydında bulunmuyor; Britanya hükumetine ifa ettikleri askeri ve maddi hizmet ve muavenetlere karşı hiçbir minnetdarlık hissetmiyor. Böyle şeyler bir tarafa dursun. Bilakis müslümanları fikrince hatarnak bir taassub beslemekte olmakla şeriyetin terakkısi hayat-ı ictimaiyyenin salah ve intizamı Garb’ın medeni ümmetleriyle tavaif-i İslamiyye arasında bir aheng-i imtizac husulü gibi gayelerin tahakkuku yolunda mühim bir mania teşkil etmekle şaibedar göstermek istiyor. Makalenin havi olduğu efkarı telhis edip de müdafaatımızı bunun üzerine bina etmedense İslam’a dahl ü ta’rizı havi olan noktaları harf be-harf münakaşa ederek bu kavmin Din-i Mübin’e ve ehline karşı ne gibi efkar ve hissiyat ile meşbu’ olduklarını meydana koymayı münasib addediyoruz. Evvel-emirde şurasını ihtar edelim ki; hakayık-ı sözlerle onların bize karşı beslemekte oldukları kin ve garazı sada hizmet etmek fikrinde değiliz. Çünkü; ve gibi ayetlerle Kur’an bize müslüman kaldıkça Hıristiyanlık Alemi’nin nazar-ı hoşnudisini kazanmaklığımız bir hayal-i muhal olduğu hakıkatini kat’i bir surette anlatmıştır. Bu hakıkat meydanda dururken tabiidir ki bu adamların leh veya aleyhimizde verecekleri hükümde kendilerinden bi-tarafane bir hareket beklemek abesle iştigal demek olduğu gibi vazıh ve müessir bürhanlara istinad etmeden kendilerini muahazeye kalkışmak da faidesiz bir yorgunluktan başka bir şey intac etmez. Makale sahibi olan İslam’ın güzel gördüğü şeylerini sayıp döküyor; kariinin fikirlerini avlamak alt tarafta Kur’an’a din-i tevhide Sahib-i Şeriat sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e yamayacağı nakısalara zihinlerinde yer hazırlamak dirkarlığını izhar hususunda bir lahza tereddüd etmediğini söylüyor; sonra da İslam’ın maayib ve nakayisını icmalen beyan etmekle iktifa edeceğini bu babda fazla söz söylemeye lüzum görmediğini beyan ediyor ve aklınca bu son kaydı lerin muharrire fazla yazı yazmak mütalaa edenlere delail ve izahat taleb etmek külfetini ihtiyara lüzum hissettirmeyecek derece bedihi birer hakıkat olduğu fikir ve kanaatini telkın etmek gibi bir kurnazlık yapmış oluyor. Yalnız İslam aleyhdarlığı eden bu ve emsali matbuatı mütalaa ve ta’kıb eden biz müslümanlara bir vazife terettüb ediyor ki o da bu gibilerin dine rahne açmak için tuttukları tesvilat yollarını tecessüs ve ta’kıb hususunda asla gafil davranmamak onların tağlit-ı efkar yolunda istinad ettikleri safsataları kat’i ve metin delail ve berahin kuvvetiyle mahv u tebah etmektir. Biz uhdemize terettüb eden vazife-i diniyye ve vicdaniyyemizi bu yolda ifa etmezsek hem büyük bir günah işlemiş hem de hakıkate istinad etmeksizin hasım tarafından serd edilen efkar-ı vahiyyeye zelilane bir surette ser-füru etmiş oluruz. Muharrir İslam’a karşı serd ettiği silsile-i nakayisa şu nazariyyeyi mebde’ ittihaz ediyor: “ Kur’an Allah’ı azamet-i zatiyyesiyle mütenasib bir tarzda vasf u ta’rif edemiyor; Zat-ı Hakk’ı beşerin ihtiyacatına gayr-ı kafi bir surette tasvir ettiği gibi Hıristiyanlık’ın rükn-i aslisi olan teslis hususunda münakaşaya girişmekle büyük bir hata irtikab ediyor: Übüvvet-i amme-i kudsiyyeden telakkı-i vahy şerefinden mahrumiyetini i’tiraf etmekle mevki’ini Mesih’in mertebesinden pek aşağıya düşürüyor.” Onların bu iddialarını akıl ve insaf dairesinde redd ü cerha girişmezden evvel şurada maksada esas olacak bazı temhidatta bulunmayı zaruri addediyoruz: Ma’lumdur ki ümmetlerin maaş ve maada yahud yalnız maaşa aid şuunda nail olacakları saadetin derecesi nefs-i sını mevatın-ı şerden uzak dur eden hissiyat-ı zacirenin kuvvet ve metanetiyle mütenasibdir. Çünkü münasebat-ı mütekabilelerinde bütün ma’nasıyla müstakımane hareket türlü hiss-i teaddi ve tecavüzden azade bir samimiyet beslemeleri gibi bir gayeyi te’min etmek ne kavanin ve şerayi’-ı vaz’iyyenin ne de onların tenfiz ve icrasını kafil olan mehakimin iktidarı dahilinde değildir. Bunların bu yolda gösterebilecekleri muvaffakıyet pek mahduddur. Öyle kabahatler eza-yı gayra badi öyle haller vardır ki onları beşerin saadetini te’min etmek fenalıklara meydan vermemek vazifeleriyle mükellef olanların gözlerinin görmesi bile imkan haricindedir. Nüfus-ı emmarenin hem sahiblerine hem de etrafındakilere ne zararlar iras etmekte olduğuna dair uzun uzadı söz söylemeye ihtiyac görmüyorum; beşeriyetin vücud bulduğu günden bugüne kadar küre-i arzın her tarafında mahkemeler teşkili insanlar arasında mütemadiyen tehaddüs eden muhasama ve mücadeleleri fasl u hasm vazifesiyle mükellef hakimler ta’yini mes’elesi cem’iyyat-ı beşeriyyenin en mühim ve en esaslı bir meşgalesi olduğu hakıkati bizi bu yolda da enzar-ı dikkati celb etmeye lüzum hissettiğimiz bir cihet var ki o da halktan bir kısmının diğer bir kısım üzerinde nüfuz ve mekanet sahibi olması bunlardan bazılarının şu vazifesini der-uhde etmeleri ümmetlerin saadet-i hallerini aralarında deaim-i emn ü selametin takarrurunu kafil olamayacağı mes’elesidir. Tabiat-i beşerde öyle şenaatler var ki diğer ma’nevi bir takım amillerden doğma zevacir-i nefsiyye olmasa büyük büyük fitnelere cihan-şümul felaketlere müncer olacağında hiç şübhe yoktur. Acaba mahkemeler yalancılık hıkd u kin hased bedhahlık hırs u şereh buhl ü imsak gibi ahlak-ı redie ile nasıl mücadele edebilecek? Bu gibi emraz-ı nefsiyyeye deva-saz olarak beşeriyet alemini bunların netayic-i muzırrasından kurtarmak hususunda ne gibi vesaite müracaat edecek? Tarih-i beşeriyyet bize gösteriyor ki insan insan olalı iki şey yan yana yürümekten bir an hali kalmamıştır. Beni-İsrail ve daha onlardan evvelki ümmetlerde hakimler cinayat ve sair dünyevi muamelat hakkında hükümler vermekle meşgul iken yanı başlarında mürşidler vaizlar münzirler bulunuyor bunların vazifeleri ahlakı tehzib nüfusu terbiye ervahı tabayi’-ı sefileden tathire inhısar ediyordu. Çünkü bu cihetler ihmal edilirse esbab-ı müdavatları nazar-ı i’tinadan dur tutulursa halk arasında günden güne fenalıkların çoğalması mehakimde kuzatın huzur ve sükun-ı ammeyi te’minden aciz bir mevki’de kalması zaruri idi. İşte bu hikmete mebnidir ki a’sar-ı salifeden hiç biri Kur’an’ın bize haber verdiği vermediği hadsiz hesabsız enbiyadan hali kalmamıştır. Bu mes’elede ilhad mesleğine salik maddiyyun bile bizimle hem-efkardırlar. Zat-ı Akdes’in vücudunu inkar ettikleri semavi va’d ü vaidlere i’tikadları olmadığı halde onlar da türlü türlü vasıtalara müracaatle nüfusu tehzib ve terbiyenin zaruri bir keyfiyet olduğunu i’tiraf ediyorlar. Fransızlar sair Garbi milletler yazdıkları eserler vaz’ ettikleri kanunlarla unsurlarının salah ve tekemmülüne hizmet etmeye çalışıyorlar; bunların adem-i i’tikad ve ilhadları ruh ve ruhaniyatı inkar hususundaki müfrit taassubları herşeyi mubah görmek ve göstermek hususunda gulüv derecesine varan gayret ve ikdamları milliyetlerinin terbiye ve tehzibi için ittihaz-ı tedabir mecburiyetinden kendilerini vareste kılamıyor. Beşeriyetin halini ıslah onu esaslı ve daimi bir saadet ve sekinete mazhar etmek hususunda kuyud-ı maddiyye ve ahkam-ı kazaiyyenin te’siri gayr-ı kafi olduğunu onlar da anlıyorlar. Biz tehzib-i akvam için onların vaz’ etmiş oldukları kanunların hayat-ı maddiyyece beşeriyeti aradığı gayeye isal etmeye bir vechile kafi gelemeyeceğini bilahare kendileriyle uzun uzadı münakaşa edeceğiz. Şuraya kadar bast ettiğimiz izahattan anlaşıldı ki beşerin nizam-ı hayatının mühim bir rüknü saadetinin esaslı bir şartı insanlık aleminde nefs-i emmareye nefs-i levvamenin karin ve tev’em olması nüfus-ı insaniyyede yine kendisinden kuva-yı zacire bulunmasıdır. Bunlar olursa nefis sahibleri günün birinde divan-ı hükm ü kazaya çekileceğini nigehban-ı ef’ali olanların muhasebelerine ma’ruz kalacağını aklı keser kısas ve ceza-yı misli muhakkak addeder de amal ve hevesatına tebeiyet hususunda kendini mutlaku’l-inan farz edemez; bir kabahat işlemek istediği kalbinde gıll u gış kin ve garez hisleri galeyana geldiği nefs-i emmaresi mekr ü hud’a yollarına sapmak için tesvilatta bulunduğu zaman vicdanı şuur-ı kalbisi bu gune mesaviyi iktiham için ayak atmasına a’za-yı vücudundan herhangi birini kımıldatmasına mani’ ve hail olurlar. Bu temayülat-ı nefsaniyye artık kuruntu emel kasıd ve niyet mertebesinden ileri geçemez. Evet insanlar içinde zelleye duçar olan vakit vakit zevacir-i nefsiyyesi hevesat-ı nefsaniyyesine galebe edemeyenler de bulunabilir. Fakat bu gibileri der-akab nefs-i levvame karşılayarak şiddetle levm ü tevbih harekatını tenkıd etmeye başlar malik olduğu bütün vesait-ı terhib ü tahzir ile tashih-ı sirete icbar eder. Ve o zaman kalb evvelce doğan hatıralara yabancı bir nazarla bakmaya şeametlerinden tahaffuza çare aramaya başlar; nefs-i levvamenin te’sir-i irşadıyla yaptıklarına hakıkı tövbe eder meslek-i istikametten ayrılmamak Şimdi kendi kendimize; “Bu vicdan nasıl hasıl olur?” sualini irad edebiliriz. Ma’lumdur ki gerek akli gerek ruhani bütün kuva-yı insaniyye muayyen ve muttarid bir usul sabit bir nizam dairesinde yürüyüp gider; insan ilk yaratıldığı zaman kendine bir akıl mevdu’dur ki buna akl-ı isti’dadi yahud akıl bi’l-kuvve denilir; ma’nası insanın fikir hıfz ve neşv ü nema bulmaya başlar ki bu da kuvve-i isti’dadiyyenin taalluk ettiği eşya-yı cüz’iyyenin teakubundan hasıl olma tecrübelerle vücud bulur; ve insanda ilim hıfz irade lezzet ve elem gibi ihsasat ziyadeleştikçe akl-ı fi’li de tezayüd eder. Akl-ı fi’li rasih ve metin bir hale geldikten kendinden bir takım ihtiraat sadır olacak maddiyat ve ma’neviyatı tedbir ve tensik feyz u isti’dadını gösterebilecek çağa girdikten sonra “akl bi’l-meleke” namını alır. Bu bahsi daha ziyade ta’mik bizi asıl maksaddan uzaklaştıracağı cihetle daha fazla ma’lumat almak isteyenlerin “ilmü’n-nefs” kitablarına müracaat etmeleri icab eder; burada şu kadar izahat vermekliğimiz de kuva-yı akliyye hakkında söylenen sözlerin tamamıyla vicdan ve şuur bahsine tetabuk etmekte olduğunu göstermek içindir. Evet insan yaratılıyor; maamafih bil-cümle mahlukat arasında bir sünnet-i ilahiyye olan kanun-ı tekamüle nazaran akliyye ile vicdan ve şuur kuvvetlerinin mündemic bulunduğu meratib ve etvar ile sair nev’-i hayvanat üzerine fazilet ve rüchan kazanmıştır. Akıl nasıl izah ettiğimiz vechile tabii bir halde mütevali üç tavır ve mertebe geçiriyorsa vicdanda da hal böyledir. aleminde vazifesini hakkıyla ve hudud-ı muayyenesi dahilinde mütevali mümareselerle kesb-i kuvvet ede ede bir kuvve-i mahza bir isti’dad-ı mücerred olmak derecesinden çıkarak vicdan-ı fi’li mertebesine terakkı eder. Misal olarak birkaç genç çocuğun putperestler Yahudiler hıristiyanlar mecusiler budiler arasında diğer birkaçının da İbahıyye Sufiyye Şia Maddiyyun ve saire meyanında yetişmiş olduklarını farz edelim. Sonra da bunların taşıdıkları vicdanları ki hakıkatte hayır ve şerrin birer tecelligah oldukları hüsn ü kubha nisbetle tasarrufat-ı ferdiyyeyi ölçmek kurulmuş mizan-ı nefs olmaktan başka bir şey değildir araştıralım. Görürüz ki bunların şerait-i hayatiyye eşkal-i danlarında da tehalüf ve tebayün vardır. Bir vicdan mesela Mesih’e ibadeti çirkin görür; bir vicdan tevhide kail olmayı şeni’ bir keyfiyet addeder; diğeri ateşe pereştiş edene nazar-ı hakaretle bakar; bir diğeri hulule kail olur da Bari Teala’yı rahimlerde karar etmekten insanın ecza-yı vücudu arasında sereyandan tenzih ve takdis edenleri tekfire kalkışır. Bir de dönüp alem-i ictimaiyyata bakalım; bir vicdan göreceğiz ki kız kardeşini nikah etmeyi menfur bir hareket telakkı ediyor diğer bir vicdana tesadüf edeceğiz ki değil bunda hatta öz kız evladıyla izdivacda be’is görmüyor; diğeri dediyor diğer biri süt kardeşiyle ecnebi bir kadın arasında hiçbir fark görmüyor; kezalik bir vicdan göreceğiz ki talak ve taaddüd-i zevcatta bir mahzur tasavvur etmiyor; diğer bir vicdan mutlak bir tarzda talakı şeni’ bir muamele telakkı ve failini müebbeden habse mahkum ediyor. Sonra aynı kimseler ahval tebeddül ettikçe inkılabat-ı zaman icabatına tevfik-ı hareketi muvafık görüyor. Böyle vicdani kanaatlerin esaslı bir surette tahavvülüne cem’iyyat-ı beşeriyyenin bilhassa Nasraniyet ve Buda ve saire mezheblerine salik olup da mütemadi bir surette tahlil ve tahrim ıtlak ve takyid tağyir ve tebdil ile meşgul olanların tarih-i inkılabatını tedkık edenler bi-nihaye misal bulabilirler. Bu hakıkati daha vazıh bir suretle görebilmek için ümmetler arasındaki muhtelif adat ve şuuna usul-i hayat ve muaşerete atf-ı nazar edilsin görülecektir ki bu ümmetlerin yaşayışları tarz-ı tefekkürleri biribirine uymadığı için hiçbir vakit kalbleri biribirine ısınmaz kanları kaynamaz. Bu daimi münaferetin esbabı tedkık edilsin anlaşılacaktır ki bunun yegane saikı her ferdin yetiştiği muhitten vücud bulmuş o muhitin adat efkar ulum ve muamelatıyla perveriş-yab olmuş olan vicdan-ı hususisinden başka bir şey değildir. Sözü hülasa etmek lazımsa denilebilir ki mehasin ve mesaviyi mazarrat ve menafi’i ölçmek için bir mizan-ı kalbiden ibaret olan vicdan beyan ettiğimiz bir takım müessirat-ı hariciyyenin doğurduğu bir ceninden ahadın içinde yaşadığı guna-gun ictimai hayatların verdiği semereden başka bir şey değildir. Buna binaen muhtelif muhitlerde yaşayan ahadın istikbah ve istihsan hususlarında sırf vicdanın hüküm ve takdirine bir hareket belki bir nevi’ cehalettir. Kezalik gelişi güzel peyda olmuş bir vicdanı efkar ve ef’alin kıymet ve mahiyetini takdir için mizan ittihaz etmek de büyük bir hatadır. Çünkü hüsün ve kubuh mes’elelerinde amal ve ihtirasat-ı nefsaniyye elinde baziçe olan ukul-i beşeriyye başlı başına hakemlik vazifesini ifa edebilmek hak ve salahiyetini haiz değildir. Bilad-ı mütemeddine namı verilen yerlerde el-yevm cari olan hayat kadar elimizde maddiyyunu mebhut ve lal bırakacak ukul-i beşeriyyenin yalnız başına hüsün ile kabih hayır ile şerri temyize ahval-i beşeri tanzime kafi geleceğini zannedenlerin dillerini kesecek kat’i bir delil olamaz. İlhadın umumi bir şekil aldığı şuun-ı ibadı tanzim saadet-i ammeyi te’min için esaslı çareler bulmak hususunda edyandan daha fazla te’sir ve kudret gösterebileceğine ahalisinin sağlam bir kanaat hasıl ettiği bu yerleri gidip görmeli; sırtlarındaki rida-yı edyan çürüyüp dökülmüş Halik-ı Yegane ile alakaları kesilmiş vicdan namı verdikleri şeyden alacakları te’sir ve kuvvetle terbiye-i nefs imkanına sarsılmaz bir kanaat hasıl etmiş olan ahalisiyle temasta bulunmalı da görmeli ki o yerlerin muhit-ı sefilinde ne iğrenç haller ne fenalıklar ne zararlar ne hile ve desiseler yaşıyor! Mahkemeler da’vacılarla mahbesler mücrimlerle dolup taşıyor! Aralarındaki münasebata su’-i niyyet şeytanet ve tezvir iki yüzlülük hakim olduğu Bu mütemeddin memleketlerin en büyük ve en muhteşemlerinde bulunduk; oralarda gördüğümüz fenalıklar mel’anet ve mazarratlar bizim şu kanaatimizi te’yid etti ki: Ulum ve fünun-ı maddiyyede kudret-i harika göstermekle temayüz etmiş olan medeniyet-i hazıra içinde bulunduğumuz asrın azametine geçen asırlara tefevvukuna sebeb olmakla beraber maddi ve ma’nevi fenalıkların müdhiş surette meydan almasına pek kuvvetli bir surette yardım etmiştir. Evet oralarda fenalık bir surette teammüm etmiştir ki akıl her gün enzar-ı hayret ve takdire müdhiş harikalar arz eden bu medeniyetin kudret ve kuvveti önünde bir vaz’-ı tebcil ve huşu’ mu alsın yoksa maddenin ruha galebesini teshil ederek bu sebeble beşeriyetin ülfet ve samimiyet birr ü muavenet hislerinden hak ve nasfeti iltizam muamelatta i’tidal hukuk-ı nasa hürmet ve riayet faziletlerinden istifadesine mani’ olduğu Tarihin karanlık zamanları aydınlaştıkça Garb’ın gurur-ı lunan ma’lumatın akvam-ı kadime indinde de tamamen mechul olmadığı meydana çıkıyor. Hem bu hakayık yalnız nazariyat sahasında tecelli etmiyor; her arzu edenin göreceği tedkık edebileceği asar ile abidat ile sabit oluyor. kendilerine mal etmek istedikleri ilmi harikaların birçoğuna eski insanların da vakıf olduğunu isbat ediyor. Beşeriyet yirmidört asırlık gayretine rağmen ilmin şaheseri olmak meziyetini hala ehramın elinden alacak hiçbir şey meydana getirememiştir. Mısr-ı Kadim’in o bülend o muhteşem eseri koyu ilmi bir zıya ile tedkık edildikçe gizli kalmış yeni yeni kıymetleri meydana çıkıyor. San’atkarlarının kudret-i irfanını hukuk-ı mesaisini açık zinde bir cebhe ile müdafaa eden bu abide kadar ilmin fennin tatbikatını nefsinde tebellür ettirmiş hiçbir eser yoktur. Şübhe yok ki Mısriler Asuriler Keldaniler… gibi akvam-ı kadimeyi bütün nurlarıyla irfanlarıyla tanıyabilmekten pek uzak bulunuyoruz. Eski milletleri medeniyetleri bize öğretmekle mükellef olan tarih o zamanların üzerine çöken kesif tozlu sisi delebilecek kudrete daha eremedi; kadim devirlere aid ma’lumat namına bir iki zafer destanıyla bizi avutmak munkarız ilmi saltanatları bütün tafsilat ve an’anatıyla tedkık etmek; sahifelerini yalnız müluk-i salifenin acib menakıbına gürültülü harblerine tahsis etmeyip yıkılmış abidatı devrilmiş kütübhaneleri bulup bütün nurlu feyizli muhteviyatını meydana çıkarmaktır. Tarih bu temenniyatı bu günkü kudreti vesaitı ile te’min edemez. Zira kadim medeniyet sahalarını ba-husus her tarafı kemalat-ı mütehaccire ile memlu olan diyar-ı şarkı mütereddid adımlarla dolaşmış birkaç seyyahın himmeti gayreti ne kadar fedakarane olursa olsun bu mühim işin altından kalkmaya kafi değildir. Tarihi mazilerin adil münekkıd şahidi mevki’inden düşürmemek için daha pek çok himmet pek çok muavenet mütenasib bir derecede tezyid etmeli hele asar-ı atikayı mahkukatı menkulatı mütefennin riyazi nazarlarla kılı kırk yararcasına ölçüp biçmedikçe onları meydana getiren insanların derece-i irfanını ta’yinde hiç acele etmemelidir. Mısır’daki ehramları biz şimdiye kadar hükümdaranın “mumya”larını hıfza mahsus ale’l-amya yığılmış taş kitlelerinden rur mağrur olduğu kadar da meşhur-i riyazisi hey’et-şinas ’abbé Moreux Avrupa’nın son üç asırlık gurur-ı medenisini kurban ederek her kısmı ma’lumat-ı aliyyenin bir düsturundan teşekkül etmiş bu ilim ve zeka heykelinin önünde secde ediyor. O halde ehramın bu yüksek ve ilmi kıymetini anlayabilmek için sözü L ’abbé Moreux’ya verelim; atinin mazi huzurundaki bu ilk ve haklı i’tirafını onun lisanından dinleyelim: “Akasya ağaçlarının sayesine iltica etmiş olan geniş yolu ta’kıb ederek Kahire’den Cize’ye giden seyyahlar tam çölün başlangıcında mehib gölgelerini o esrar-engiz kum deryasına salmış ehramları müşahede eder. Bunlar üçü büyük altısı küçük olmak üzere dokuz adeddir. Kudemanın acaib-i seb’a-i alemden addettikleri “Keops” Ehramı da burada bulunuyor. Mısır’ın sair cihetlerindeki ehramların bunlar kadar şöhreti yoktur. Cize kasabasının asr-ı hazır tarihinde de ehemmiyeti var. Bonapart; “Asker! Şu ehramların tepelerinden tam kırk asır sizi temaşa ediyor!” sözünü Temmuz tarihinde Kölemen ordusunu perişan etmesi üzerine kazandığı zaferin neşvesiyle burada söylemiştir. Cize’de her zaman tesadüf edilen rehberlerden yahud “pertavsuz”ları ellerinde hiyeroglif mahkukatını tahlil merakıyla dolaşan asar-ı atika mütetebbi’lerinden birinin yanına sokuldunuz mu artık dinleyiniz. Mısır’da icra-yı saltanat eden hükümdar sülalelerinden mezheblerinden mumyalarından bahs etmedik hiçbir şey bırakmazlar. Merakınızı ziyade da’vet edebilmiş olmak onların en büyük zevki tesellisidir. Bu nevi’ gevezeliklere kulak asmayıp da ehramların içine girenler dar geçitlerle yekdiğerine merbut bir takım odalara tesadüf ederler. Fakat bütün bu medhaller mi’mari bir maharetle gizlenmiş haricden belirsiz bir hale getirilmiştir. Hep bu himmetler firavunlardan birçoğunun mumyalarını zamanın dest-i tahribinden muhafaza etmiştir. Cize’deki dokuz ehram arasında Keops namını taşıyan hepsinin kıymetdarıdır ki miladdan dörtbin sene evvel dördüncü sülale zamanında akıllara hayret verecek bir deha-yı ricen de yekpare zannedilecek derecede renkli taşlarla kaplı olduğu rivayet ediliyor. Bu muhteşem abidenin derununa girenler etrafını göz dinlendirici bir sadelikle muhat görürler. Koridorların odaların duvarları her nevi’ tezyinattan hututtan nukuşdan aridir. Üç büyük ehramın nisbeten en küçüğüne birinci def’a Ondokuzuncu Asr’ın ortalarında girildiği halde firavunlardan “Mikerinos”a mahsus olan ağaçtan ma’mul tabut sağlam olarak bulunmuş Londra’daki British Museum’a nakl edilmiştir. Fakat Cize mecmua-i ehramının en büyük ve en kıymetdarı olan Keops Ehramı’na girenler nur-ı zeka ile delinmesi müşkil bir sır karşısında kalıyorlar; bu kadar i’tina ile hazırlanmış bu abidenin derununda sahibinin ne mumyası ne de tabutu var. Ehramın tam ortasında büyük bir maharetle oyulmuş boş bir taş tekne duruyor. Bu tekne neden boş? Firavunun mumyası neden buraya vaz’ edilmemiş? Bu sırrı bir dereceye kadar aydınlatacak ne bir resim ne bir yazı hiç mi hiç bir emare yok; aşağıda tafsil edeceğim bunca hendesi hey’i riyazi havarikın bi-misal bir enmuzeci olan bu abide acaba başka bir maksadla mı yapılmıştır? Mısır a’sar-ı atikasıyla uğraşan ulemanın hiç biri bu esrarengiz suallerin cevaplarını verememiştir. Bu ehram her ne maksadla yapılmış olursa olsun tarzındaki hendesi kudret eb’adındaki ilmi nisbet o kadar kıymetli o derece yüksektir ki bu cihetleri kafi bir vukuf ile tedkık edenler eski Mısrilerin neler bildiğini irfanın ne hayret edilecek medaricine yükseldiğini inanılmaz bir şaşkınlıkla i’tiraf etmektedirler. Ben de tamamen bu fikirdeyim. Keops Ehramı’nın eb’adı arasındaki ma’lumatın tedkıkını yeni Champollionların “hiyeroglif”lerden istihrac eyledikleri sahifeler dolusu izahata bin kere müraccah bulurum. Napolyon refakatiyle Mısır seferinde bulunan ulema bu kıt’anın nirengisini tersim ettikleri zaman Büyük Ehram’ı mebde’ noktası i’tibar etmişler zirvesinden geçen daire-i azimeyi de nısfu’n-nehar olarak kabul eylemişlerdi. Harita ahzında devam olunduğu sırada nirengi zu-kesiru’l-adla’ının tamamen Nil Deltası’nı ihata ettiğini Keops’un zirvesinden geçen nısfu’n-nehar hattının deltayı yekdiğerine tamamen müsavi iki kısma tefrik eylediğini baş döndürücü bir hayretle müşahede etmişlerdir. Tesadüfe haml edilmekten pek uzak bulunan bu keyfiyet bilinerek istenilerek meydana getirilmiş öyle bir neticedir ki; banisi olan mühendislerin kudret-i ilmiyyelerini bugünkü takdir mikyaslarına göre de en bülend en müstesna bir mevki’e çıkarır. Bu ehram üzerindeki tedkıkat biraz daha ta’mik edilirse bahs ettiğimiz kıymetlerini ikinci derecede bırakır daha ne bediaları görülür! Mısr-ı Kadim’de zamanımıza göre bile bi-nazir addedilecek coğrafiyyun yaşadığı da mertebe-i sübuta varıyor. Zira Keops’un zirvesinden geçen nısfu’n-nehar; dünyanın denizlerden en az karalardan en çok geçen yegane nısfu’n-nehar dairesidir. Bu emsalsiz nısfu’n-nehar cihanın bütün arazi-i meskunesini de ikiye tefrik ediyor. Bu dehaya zamanımızda bile yetişilemeyecek bu vüs’at-i irfana nasıl hayret edilmez? Otuz dereceden hatt-ı istivaya muvazi olarak geçen dairenin karalardan a’zami geçen daire olduğu ma’lumdur. Keops’un zirvesinin arz derecesini ta’yin ettiğimiz zaman bulacağız. Bu dereceye inkisar-ı zıya mikdarı ilave edildikte tam dereceyi bulur. Demek ki Keops mevzi’i kaidesinde oturan bir rasıdın kutb-ı şimali-i semayı tam derecede müşahede edebilmesi te’min edilmiştir. Keops’un kaidesini teşkil eden dört dıl’ın vaz’iyeti tedkık edilirse her birinin cihat-ı asliyyeden birine müteveccih olduğu görülür. Bir binayı cihetine vaz’ keyfiyetinin müşkilatı erbabına ma’lumdur. Hatta Paris Katedrali’nin bile orientation tevcihine son derece dikkat edildiği halde yine milimetre kadar inhiraf vardır. Keops Ehramı’nda bu kadarcık bir hata da yok. Hayret ender-hayret!! Herodot bile ehramların tarz-ı inşasındaki nisbet-i hendesiyyeye dikkat etmiştir. Tarihinin bir kısmında ehramların cihlerin mesahalarına müsavi olduğunu söylüyor ki bu rivayet hakıkate muvafıktır. Ma’lum olduğu vechile her muhit-ı dairenin kendi kutruna taksiminden çıkan haric-i kısmet sabittir; takriben π pi remziyle işaret edilen adedinden ibarettir. Keops Ehramı’nın kaidesinin dört müsavai dıl’ı –her biri metredir– cem’ edilirse kaide muhitı çıkar; bunu metre olan irtifa’ın iki misline taksim edecek olursak adedi yani π bulunur. Eski Yunaniler Şems’in büyüklüğünü Peleponnes Yarımadası kadar farz ederler Arz’a mesafesini de kilometre kadar tahmin eylerlerdi. Sisamlı Aristark’ın bu mikdarı biraz daha ileri götürerek milyona Keppler milyona çıkarabildiler. Ondördüncü Lui devri uleması bile bu mesafeyi milyondan ileri götürememişlerdir. Ta tarihine kadar yaklaşmalıdır ki biraz akla yakın mikdarlara tesadüf mümkün olsun. Zamanımızda semavi fotoğraf usulünün terakkıyatı sayesinde bu bu’dun hakıkate pek yakın olarak kilometre olduğu bulunmuştur. Şimdi Keops Ehramı’nın metre olan irtifa’ını bir milyar ile darb edersek yine bu rakamı yani Şems’in Arz’a hakıkı mesafesini buluyoruz. Şimdi hayretinizin derecesini sizden sormaya hakkım vardır zannederim. Dikkat ediliyor ya Ondokuzuncu Asr’ın sonlarında yüzbinlerce lira sarfıyla nice alimlerin hayatını tehlikeye koyarak meydana getirebildiğimiz ameliyat-ı cesime sayesinde elde edilen bu kemmiyet binlerce sene evvel Mısır’ın o muhteşem abidesinde remz edilmiş. Mısırlılar bununla da iktifa etmemişler; Arz’ın nısf-ı kutr-ı kutbisinin mikdarını da hesab edip bu şaheserin rumuzu miyanına idhal eylemişlerdir. Ehram inşaatında kullanılan mikyas-ı tul metredir. Bunu milyonla darb edersek Arz’ın nısf-ı kutr-ı kutbisinin hakıkı tulü bulunur. Demek ki tul mikyaslarını da bu kutbi nısf-ı kutru milyon cüz’ünden birini almak suretiyle intihab etmişler. Metre ta’yininde ta’kıb edilen usule derece-i müşabehete dikkat ediniz. Keops Ehramı’nın takvim nokta-i nazarından kıymeti: Kaidesi muhiti “mikyas-ı tul” ile taksim edersek sene-i nücumi müddeti olan gün bulunuyor. Dahası var; l’anée civile ta’bir edilen adi seneyi ki ne Yunaniler ne de Romalılar hesab edebilmişlerdi; bunu Mısrilerin bildiklerine şübhe kalmıyor. Zira Keops’un dahilinde firavun odasına müntehi koridorun tulünü pi ile darb edersek adedi meydana çıkıyor!!! Eğer mikyas-ı tulü milyona darb edersek Küre’nin muharriki üzerinde bir günde yani yirmi dört saatte kat’ ettiği kavsin tul-i hakıkısini buluruz. Hem bu rakam o kadar doğru çıkıyor ki bizim aletlerle bu kadarını bulmak hala imkansızdır! Firavun odasının derunundaki kasanın masası da Arz’ın kesafet rakamını veriyor! leri gölgede bırakacak bir şey varsa o da ilmin bu bülend dekaikına ehramlardan gayri o diyarın ne tarihinde ne de sair metrukatında tesadüf edilmemesidir; hatta bahs ettiğimiz tul-i mikyasi bile ehramlardan başka hiçbir binada hiçbir eserde isti’mal edilmemiştir. Acaba “ilmin ebediyyen şaheseri” olmak meziyetini taş cebhesinde taşıyacak bu abideyi bina eden kimdir? Bu derece yüksek ma’lumatı ilham tarikıyla mı öğrenmiştir?.. sualler daha!!. Osiris’in daha doğrusu Mısır kahinlerinin bu karanlık esrarını ancak Cize mecmu’a-i ehramının önünde ebedi bir nigehban gibi duran “İsfenks” bilebilir. Acaba onun mütehaccir beyninde gizlenen bu garibeyi de hal ümidiyle çalışanlar bulunur mu?! Geçenlerde Tercüman-ı Hakıkat gazetesinde Sermuharrir Ağaoğlu Ahmed Bey tarafından “Şeyh Senusi Hazretlerinin Seyahatleri” ünvanı altında yazılan başmakaledeki; “İnsan İran Afganistan Hindistan ricalinin etraflarında kopan kıyametlere tamamen lakayd kalarak seyirci bir vaz’iyet almalarını da bir türlü anlamıyor.” fıkrasını okuduğum zaman Ağaoğlu Ahmed Bey gibi bir Alem-i İslam mütehassısının hayatını bu uğurda vakf etmiş olan bir zatın böyle bir ifadede bulunması hakıkaten şayan-ı taaccübdür. Geçenlerde Zaman gazetesi de İran hakkında bu kabil bazı ifadat-ı dil-şikenanede bulunmuş bu münasebetle Haver gazetesi Sermuharriri Seyyid Mehmed Tevfik Bey ceride-i feridenizle “İran’ın Fedakarlığı” ünvanıyla bir makale neşr etmiş idi. Gerek Seyyid Mehmed Tevfik Bey’in gerek bendenizin maksadı bir mübahase yahud bir mücadele-i kalemiyye ve bin-netice su’-i tefehhümün izalesidir. İstanbul’da bulunan bir avuç İranlılar Hindliler Afganlıların hissiyatı rencide olsun olmasın mes’ele bu değildir. Asıl mu’tena-bih bir mes’ele varsa o da Türk Milleti’nin böyle neşriyat sebebiyle mesi mahzurudur. Binaenaleyh bir kimseye taarruz etmek kasdıyla değil belki elden geldiği kadar bu mahzurun izalesini te’min etmek emeliyle icale-i kalemde bulundum. lam din ve diyanetinin istilzam ettiği derecede lebbeyk-han olmadı imkanı nisbetinde olsun nefir-i amma icabet etmedi. Kavanin-i İslam’a göre Alem-i İslam bir cinayet işledi; hem de pek büyük bir cinayet. Fakat acaba bu cinayetini bu cürmünü tahfif edecek belki kendisine beraet kazandıracak esbab-ı mücbire yok mudur? Eğer bu esbab-ı muhaffife ve sevaik-ı mücbire bulunmasa idi Türklere zi’l-kurba car bil-cenb olan Şiilik Sünnilik hane-berendazlığını hall ü fasl etmiş bulunan ve bundan birkaç ay evveline kadar evlerinin eşiklerinde kopan kıyametlere lakayd kalan müterakkı Bakü milyoner İslamları “zı’feyn mine’n-nar”a müstahak olmayacaklar mı idi? Binaenaleyh fakr u faka felaket ve sefalet tufanlarında boğulmuş olan makarr-ı Hilafet’ten baid bugünkü makhur esaret-zede Hindlilere de hiç kimsenin bir diyeceği kalmazdı. Evet Alem-i İslam matlub derecede bezl-i mechud etmedi edemedi. Fakat niyetinin füturundan değil istitaatinin fıkdanından edemedi. Kanı galeyan ediyor canı yanıyor yüreğinin acısını bir türlü dışarıya dökemiyor. veyahud “eli ermez gücü yetmez” bir hal-i aczde bulunuyorlar. Şübhesiz bu da bir kusurdur. Fakat bu kusur ve füturun mes’ulü nesl-i hazır değildir. Bu eski bir derdimizdir; hem de pek eski bir derddir. zamanda maddi siyasi bir müessesedir. İnsanın bulunduğu muhit mahsusat ve maddiyat olduğu için İslamiyet ilk evvel maddiyat ile iştigal eder. Başka edyan gibi maddiyatı hissiyatı faidesiz belki ma’neviyata muarız bir unsur farz ederek tela’ubuna kalkışmaz. Bilakis maddiyatı hissiyatı ifrat ve tefrittan kurtarmakla insanı ma’neviyata vardırmak için salih bir amil haline ifrağ eder. ’ nin hakıkati katmayan bir din beşeriyeti denaet ve maayibden ve onların neticesi olan felaket ve masaibden kurtaramaz. Dediğim gibi maddiyat i’tibarıyla İslamiyet bir müessesedir. Merkeziyet bu müessesenin esasıdır. Ruh-ı İslam iftirak kabul etmez bir müessesedir. Makarr-ı Hilafet de bunun mihveridir. Hilafet’in tabiiyetinden çıkan bir müslim –mürted veyahud evlad-ı gayr-i meşru’ misilli– daru’l-İslam’da bulunan aba vü ecdadının emlakine tevarüs edemez. Beyza-i Hilafet’i muhafaza süğur-ı İslam’ı sıyanet uğrunda her müslim bezl-i mal u can etmeye me’murdur. Bir İslam müsta’meresi ahyanen ecnebi istilasına uğrarsa oradaki bütün lam’a hicret etmeye mecburdurlar. Bu kanunların sıhhati bunların hilafına hareket edenlerin tüyler ürperten felaketi ilk evvel Endülüs’de tecrübe edildi son def’a da Allah fazlasını göstermesin Balkan Muharebesi’nde görüldü. Müslümanlar İslamiyet’in çizdiği siyasetten büsbütün ayrıldılar. Uhuvvet rabıtası gevşedi merkeziyet yerine adem-i merkeziyet kaim oldu. Hilafet şahsi hükumete kanun istibdada munkalib oldu. Ümera-yı yerlerde hod be-hod muhtar oldular. Devr-i Saadet’ten uzak düştükçe ictihad taklide munkalib oldu. Bu İslam müstebidlerin Onların yerine batıl te’villerle sun’i hadislerle istibdadlarını tervic eden mütemellık riyakar ulema kaim oldular. buyuran Resul-i Kerim’in kavline rağmen dinde o kadar mu-şikaflık eşkal-perestlik yaptılar ki avam dini bir yük telakkı ederek dinden lakayd olmaya başladılar. Münafıklar ektiler. Nihayet ahlak-ı umumiyye bozuldu camia-i İslamiyye parçalandı. Müslümanlar ayet-i kerimesindeki mücazata kesb-i istihkak ettiler. Netice ne oldu? Sürüden ayrılan bu koyunları kurtlar birer birer kaptılar. buradadır. Eslafın irtikab ettikleri hatalar için ahlafı umumi bir kabahat için hususi bazı kimseleri mes’ul ve muateb tutmak muvafık-ı insaf değildir. Bundan başka İslamiyet’te teklif-i ma-la-yutak yoktur. Onların bugünkü siyasi esaretlerini makarr-ı Hilafet’le aralarındaki hailleri hudud-ı fasıllarını da nazar-ı dikkate almak lazımdır. Binaenaleyh bu ahval ve şerait dahilinde onlardan istimdad değil belki onların bir vazife olduğu elbette teslim buyurulur zannederim. Bir de bu felaket-zedeler istilaya uğradıkları sırada Alem-i İslam’dan istimdad etmemiş değildirler. Ne kadar gönderdiler. Lakin kulak asan olmadı. Hür ve müstekıl olan müslümanlar bunların imdadlarına yetişmedi. Kendileri yalnız başlarına asırlarca cehd ü cihadda bulundular nihayet mağlub oldular esir düştüler. Esirlerden ne hayır beklenebilir? Siyaseten ölmüş olanlar dirilerin hangi işlerine yarayabilirler? Maamafih bugün bu milletler hareket gösterememekle beraber hissiz değildirler. Cisimleri esaret boyunduruğunda tini muhafaza ediyor. Maddeten mütefessih fakat ma’nen zindedirler. Cisimlerini uğradıkları sekte illetinden kurtarınız eskisi gibi Alem-i İslam’ın fa’al birer uzvu olabilirler. milel-i İslamiyye bugünkü Alem-i İslam’ın dertlerine çare-saz olacak olanlara maraz-ı umuminin teşhisi için birer mevzu’ teşkil ediyor. Bu zinde iskeletleri teşrih etsinler ve hakıkati bulsunlar. Yalnız maddiyat ile yahud yalnız ma’neviyat ile iş görülemez. Nitekim Hindlilerde ma’neviyat mükemmel ise de maddi teşkilatın fıkdanından dolayı kırılmış kol gibi İslam’ın boynuna boğucu bir yük olmuşlardır. Yunanlılar İtalyanlar olduktan başka teşkilat-ı maddiyyenin mevcudiyetine rağmen ma’neviyatın fıkdanından dolayı Avrupa’nın en hakır milletlerindendirler. Maddiyat ve ma’neviyat cisim ve can gibi lazım ve melzum şeylerdir. Din-i İslam’da maddiyat ve ma’neviyat dünya ve ukba ayrı ayrı şeyler değildir. Her ikisi de insanı “meleklere gıbta ettirecek mükemmel bir mahluk yapmak” gayesinin iki adımlarıdırlar. Bu gayenin te’mini için Cenab-ı Hakk İslam milletini intihab etti: ayet-i kerimesinde bu maksad-ı ali sarahaten gösterilmiştir. Millet-i İslamiyye emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerle me’murdur ki bu vazifeyi ancak hakim ve amir olduğu halde ifa edebilir; hem de en mühezzeb en müterakkı en mütemeddin bir millet olmak şartıyla ifa edebilir. Esir mahkum hakır mütedenni bir millet bunu yapamaz. Bununçündür ki Kur’an-ı Kerim’de; buyurulmuştur. Bütün izzetler şerefler dünyevi olsun uhrevi olsun Allah’a ve O’nun Resulüne ve mü’minine şayeste ve şayandır. Binaenaleyh hem de misalen bu vazife-i mukaddeseyi ifa edebilsin. Teşkilat-ı maddiyye ve ma’neviyye ile mücehhez olmazsa her bir hususda birinciliği ihraz etmezse der-uhde ettiği vazifeyi etmiş olur. Kur’an-ı Kerim ve ehadis-i nebeviyyede teşkilat-ı maddiyyenin tedariki hakkında sarahaten te’kidler mevcuddur. Dünyanın en birinci bir milleti olmak için kuvve-i maddiyye tihad ikincisi için de iktisab-ı ulum derkardır. İttihad ve ittifak zaten İslamiyet’in en ziyade ısrar ettiği bir mes’eledir. hadis-i Resul ile sabittir. Eski bir hakimimiz ulumun sınıflarını da ta’yin ediyor; iki kelime ile dünyanın bütün ulumunu kelimesine biraz dikkat ediniz. İlmü’l-ebdandan yalnız ilm-i tababet maksud değildir; belki bugünkü bütün “el-opathy” “home-opathy” jeoloji fizyoloji sosyoloji ve dünyanın bütün lojileri hasılı tababetten tutunuz da “metiter” denilen bütün ecsam-ı arzıyye ve semaviyyeye aid ulumu ihtiva ediyor. bük-mağzan fil-hakıka İslam’ın hakıkatinden haberdar değildirler ve İslam evladı oldukları halde İslam’ı bilmiyorlar. Yoksa mutaassıb hıristiyan misyonerlere ıktifaen böyle tefevvühatta bulunmazlardı. İslamiyet’in vaz’ ettiği ali düsturlar bi-hakkın tatbik edilse öyle bir millet ortaya çıkar ki bütün cihan ona imtisal eder. Ferden ve müctemian maddeten ve ma’nen beşeri i’la ile onun saadetini te’min edecek ettikçe bu hakıkati idrak edeceklerdir. Ve er geç İslam’ın vaz’ ettiği düsturlar cihana hakim olacaktır. Alem-i İslam’ı bugünkü haziz-ı mezellet ve esarete düşüren hiç şübhesiz bu esasattan uzaklaşmasıdır. Ne garibdir ki akvam-ı cihan İslam prensiplerine doğru yürümekte oldukları halde müslümanlar bu esaslardan uzaklaştıkça uzaklaşıyorlar. Dalaletin bu derecesine izhar-ı hayretten başka ne yapılabilir? rika bütün İslam memleketlerini perişan etti. İslam adaleti emr eder. Biz onu çiğnedik. Cebabirenin zulümleri bütün diyar-ı İslam’ı kastı kavurdu. İslam sa’yi emr eder. Biz ona arkamızı çevirdik. Müdhiş bir atalet her tarafı kapladı. İslam Fesad-ı ahlak her tarafı istila etti. Nihayet öyle bir derekeye düştük ki ondan ötesi yerin altıdır. Şimdi bu kadar seyyiata karşı ne bekliyorduk? Bu hal devam ettikçe akvam-ı İslamiyyenin baş kaldıramayacakları pek tabii değil midir? Yeryüzündeki müslümanlar İslamiyet sayesinde terakkı etmişlerdi. İslamiyet’ten uzaklaştıkça idbar ve felaket uçurumlarına sürüklendiler. Bugün müslümanlar lamlar tam müslüman olmalı o vakit cihadın te’siratını görürsünüz. Hasılı aynı hastalıkla musab olan bütün Alem-i – – – Afgan Emiri Habibullah Han hakkında bir fikir edinebildiniz mi? Nasıl adamdır? – Habibullah Han bir kere tam ma’nasıyla gayet sade bir müslümandır. Memleketine göre tam ma’nasıyla bir hükümdardır. Memleketi dahilinde nüfuzu bi-hakkın cari amir-i mutlaktır. Şeri’at-i Ahmediyye ile de amildir. Babası merhum Abdurrahman Han hazretlerinin vasiyetini harfiyyen vezir-i a’zam olan Ekrem Han cenabları bugüne kadar Habibullah Han nezdinde vezir-i a’zamdır. İhtimal ki kendisi büyük bir dehaya malik değildir. Lakin tecrübe-dide vüzeraya maliktir. Evliya-yı umur kamilen bütün ma’nasıyla Özbek adamlardır. Maamafih kendisi gayet çalışkan memleketinin muhafazasına son derece düşkündür. Memleketine tek ecnebi ayağını bastırmaz. Bütün evladlarını Türkçe terbiye eder. Maiyyetindeki Doktor Münir Bey namında İstanbullu bir Türk’tür. Ecnebilere kat’iyyen emniyeti olmadığı cihetle memleketini yalnız müslüman tebeasının yapabileceği sanayi’ ile idare eder. Bütün ehl-i san’atı dahil-i memlekette yetiştirmek mesleğine son derecede azimdir. Ecnebi bir muallime ihtiyacı olan bir san’atı şimdilik kat’iyyen tervic etmek istemiyor. Bu esasen babası Abdurrahman Han merhumun mesleğidir. Onun vasiyeti mucebince Habibullah Han da aynı mesleği ta’kıb etmektedir. Maiyyeti erkanından İsmail Han cenablarıyla bir mülakatımda; “Habibullah Han nasıl adamdır?” diye sormuştum. rek iki kelime ile iktifa etti. Ben kendisiyle mülakat etmedim. Fakat sokaklarda gah piyade olarak gah otomobilinde daima kendisine tesadüf ederdim. Bir def’a cami’den çıkarken pek yakın bulunuyordum. Bana bakarak; “Es-selamü aleyküm” diye yüksek sada ile selam verdi. Habibullah Han hakkında bundan fazla bir şey söyleyecek olursam ihtimal hata ederim. Doktor Münir Bey ma’rifetiyle meydana getirilmiş gayet muntazam bir hastahane var. Bir harbiye mektebi var. Bu müessesat bu adamın mesaisine şehadet eder. Bunlar gayet mühim müesseselerdir. Bu gibi asr-ı hazıra münasib müesseseleri tedrici surette hep müslüman eliyle meydana getirmektedir. Harice ihtiyac göstermek istemiyor. Bu gayet tabii bir halet-i ruhiyyedir. Memleketi tamamıyla mümtaz ve müstakıldir. Milleti hep müslümandır. Bir taraftan kimsenin tecavüz etmek ihtimali yok. Hülasa telaş olunacak bir şey yok. Memleket dahilinde milletin ihtiyacı te’min olunmuş. Esliha-i lazimesini topunu tüfengini kendisi tedarik edebiliyor. Zaten o milletin silahdan başka hiçbir şeye ihtiyacı da yoktur. zetesinde neşr ettiği şayan-ı dikkat ve intibah bir makaleyi Ati gazetesinden nakl ediyoruz: “Evvelen: İslamiyet’in Avrupa’da tevessü’ ve inkişafına mani’ olmak Saniyen: Garbi ve Cenubi Asya’nın Turaniler tarafından halini almasına mahal bırakmamak edvar-ı kadimeden beri Avrupalıların vezaif-i esasiyyesinden ma’dud bulunmuştur. ceziresi ile Boğazlar üzerine sürülmüş ve uyandırdıkları cereyan orada tahdid edilmiş idi. Bahr-ı Sefid’in Asya sevahilini çalışılıyor Merkezi ve Garbi Asya’da ise İslamiyet diğer Türk ve Turanlı avamilin etrafında mevki’ini takviye edemeyecek bir idareye tabi’ tutuluyordu. Fakat Büyük Charlemagne’ın devrinden Gladstone zamanına kadar devam eden ve bütün Avrupa devletleri tarafından ta’kıb olunan bu siyaset Harb-i Umumi’nin zuhuru üzerine bir devre-i tevakkufa dahil oldu. Şimdi Avusturya-Macar grubu Avrupa tarafından İslamiyet’e karşı müştereken ve müttehiden ta’kıb edilmiş olan siyasetten inhıraf etti; Bulgarlar’la Macarlar ırk karabetlerini ortaya koydular ve Türkiye’nin sunuf-ı münevvere ve idariyyesi dahi bu fırsattan bil-istifade bir menba’-ı feyz u hayat addettikleri Asya’ya tevcih-i nazara başlayarak bu hususda Almanya’nın Şimdi mes’ele i’tilaf zümresini teşkil eden devletlerin Türkler tarafından Asya’da yeni baştan ta’kıb edilmeye başlanılan bu siyaset-i cedidenin ehemmiyetini takdir edip etmediklerini ve Asya’da Türklerle Almanlarla teşrik-i mesai etmelerinin kendileri için ne kadar tehlikeli olduğunu anlayıp anlamadıklarını bilmektedir. İ’tilaf Devletleri’nin hal-i hazırda sırf mesail-i Garbiyye ile iştigal eyledikleri ve Şark’ta ta’kıbi lazım gelecek olan programın ne gibi şeraita tabi’ olması lazım geldiğini asla nazar-ı i’tibara almadıkları göz önüne getirilirse vaz’iyetin pek de takdir edilmediğine hükm olunabilir. Asya’da “müfrit Turan” cereyanı karşısında açılan sahanın pek vasi’ olduğunu i’tiraf edelim. Saha-i mezkure kasya ve oradan Sibirya’ya varan üç milyon sekenesi bulunan Türkistan’a ve buradan da Afganistan’a hatta Çin’e kadar uzamaktadır. “Turancılık” propagandacılarının hesabına nazaran yalnız Turan alemi Şarkı Garbi ve Vasati Asya’da otuz milyon nüfusa baliğdir. Mongol Hind ve Arab milletleri dahi bunlara ilave edilince fevkalade bir yekun karşısında bulunulur. Filhakıka yalnız Hind müslümanlarının altmış milyondan fazla olduğunu göz önüne getirmek kafidir. Fakat “Panturanizm” cereyanı Avrupa’da dahi baş göstermeye başlamıştır. Turancılık mefkuresi Islav Lisanı ile tekellüm ettikleri halde aslen Turani olan Macarlarla Bulgarlar arasında: Eslafın uhuvvet ve tesanüdü hislerini uyandırmakta bulunduğu gibi Din-i İslam’ı muhafaza etmiş oldukları laylıkla kapılan Kazan Ejderhan ve Kırım Tatarları üzerinde de icra-yı te’sir etmeye başlamıştır. Avrupa’yı evvela İslamiyet’e ve bilahare Turan cereyanına karşı müdafaa etmek vazifesi sıra ile evvela İspanya’ya sonra da Avusturya’ya ve daha sonra da Rusya’ya terettüb etmiştir. tamamıyla bir yabancı vaz’iyetindedir. Avusturya ise Türkiye’nin müttefikı bulunuyor ve Turancılık’ın tevessü’ ve rına iştirak ediyor. Bundan maada eski Turan mensubinine şayan-ı hayret ve nagehani bir tarzda i’lan-ı perestişe başlamış olan Macar alemi efkar ve hissiyat-ı hazırasını muhafaza ettikçe Avusturya Türkiye için bir tehlike teşkil edemez bir halde kalıyor. Bu i’tibarla Panturanizm cereyanını tevkıf ederek karşısına bir Avrupa medeniyetini çıkarmak vazifesi ancak Rusya’ya kalıyor. edenler mesail-i Şarkıyyenin haiz bulunduğu ehemmiyet ile telakkı olunmadığını kemal-i taaccüb ile müşahede ederler. Gazetelerde dahi aynı hal vaki’ oluyor. İ’tilaf rical-i siyasiyyesi muharebe-i hazıranın tevlid etmiş olduğu siyasi ve arazi mes’elelerinin sırf Garb’a aid olanlarıyla meşgul gibi görünüyorlar. Fakat ortada mesail-i harbiyyenin nikat-ı esasiyyesinin bütün cihana şamil olduğu ve panjermanistlerin te’sis etmek istedikleri hayali imparatorluk yolunun Asya’dan geçtiği unutulmamalıdır. Binaenaleyh mesail-i Garbiyyenin mesail-i saireye tekaddüm ettiği şübhesiz olmakla beraber bu mesailin hususat-ı şarkıyye ile alakadar bulunduklarını daima göz önünde bulundurmalıdır. Berlin-Bağdad Yolu mes’elesi Avrupa cidal-i umumisine sebebiyet veren esbab-ı muhtelifeyi havi cedvelin başında mukayyeddir. çok tahayyülatını ber-hava etmiştir. Fakat Rus inkırazı kat’i bir hakıkat halini kesb ederse Berlin-Bağdad Yolu’nun yerini tutabilecek ve hatta ondan daha ehemmiyetli olabilecek pek çok yollar bulunabilir. Mesela Kırım Tatarlarının üzerinden geçip İran’ı yaran bir Berlin-Buhara Yolu açılabilir. Diğer cihetten Türkistan Afganistan Belucistan kıtaatı da Almanya’yı Hindistan kapılarına isal eder ve Sibirya Kıt’ası da Bahr-ı Muhit-ı Kebir’e hulul ettiren bir yol halini alabilir. Bütün bu yollar Berlin’den başlar fakat hedefe ancak Rusya’nın cesedi üzerinden geçmek şartıyla vasıl olur. Maamafih yarın Türkiye Almanya’ya kafa tutup yoluna mani’ olsa dahi o vakit de ehemmiyeti inkar edilmemesi lazım gelen müfrit Turan cereyanı tehlikesi yine bakı kalır. Bu mes’ele ile iştigal eden muharrirlerin ekserisi onunla istihza ediyorlar. Veyahud bu mes’eleyi ehemmiyetten ari buluyorlar. Olabilir ki bu tehlike bir gün ehemmiyetini gaib eder veyahud esas mes’ele tamamıyla zail olur. Fakat bu hal ancak bu mes’elenin ta’kıb ve tedkıkını terk etmemek şartıyla hasıl olur. Almanya’nın uzak bir istikbalde erilecek ve fakat gayet vasi’ olan maksadlar için harb ettiği göz önüne getirilirse Şark mesailinin ehemmiyeti hemen tezahür eder. Rusya’nın ve hayyiz-i fi’le isal ettirmek isteyenler İ’tilaf zümre-i düveliyyesi siyasetinin ihtiyacatını en ziyade takdir edenlerdir. tabi’ bırakırsa “müfrit Turan” cereyanı siyasetinde Anadolu’yu rine almak isteyen Cermenlerin ekmeğine yağ sürmüş olur. Bu i’tibara göre evvel-emirde mesail-i Şarkıyyenin zümre-i daha büyük bir mevki’ işgal etmesi saniyen: Rusya’nın artık muharebeye iştirak etmese dahi teşkilat-ı dahiliyyesini tanzim ve takviye ile Almanya’nın Asya hakkında beslediği amal ve makasıdı akım bıraktırmak suretiyle “müfrit Turan” cereyanını tevkıf edebileceğine ve bu takdirde dahi kanaat hasıl eylemesi lazımdır. İ’tilafiyyun bu kanaati vaktinde hasıl ederek Rusları artık muharebeye devam edemedikleri muktedir oldukları muavenetle iktifa eylemiş olsalardı tabii daha çok iyi olurdu. Ben Rusya’da tehaddüs eden ahvale karşı ittihazı lazım gelen tarik ve siyasetin Garb devletlerinden hiçbiri tarafından takdir ve ta’yin edilemediğini ve “Lenin” tarafından tecrübe edilen “Radikal Sosyalizm” siyaset ve idaresinden ürkmeye mahal olmadığını tekrar ale’t-tekrar etti. Cumhuriyet Rus ahalisinin mizacına muvafık bir suret-i samimiyyet ile gayret etmeli ve bunu bir an evvel başa çıkarmanın çaresine bakmalı. Zira Berlin’den Bahr-ı Muhit-ı Kebir ile Bahr-ı Muhit-ı Hindi’ye ve Basra Körfezi’ne giden yolları kapayabilecek yegane kuvvet ancak canlı hür ve muhtar bir Rus devletidir. Bu söze iyi kulak vermelidir. Şimdiye kadar yazageldiğimiz makalelerde Rusya müslümanlarının ta’kıb edecekleri en sağlam siyasetin Bolşeviklerle tevhid-i mesaiden ibaret olduğunu söylüyorduk. Halbuki müslümanlar bidayette Kadetlerle yahud Kazaklarla hasılı kuvvetsiz bir takım partilerle tevhid-i mesai ettiler. Ve bu yüzden maatteessüf Bolşeviklerin intikamına ma’ruz kaldılar. Yedisu Cumhuriyeti Türkistan Hükumeti ise Bolşeviklerle anlaştıkları günden i’tibaren her türlü ezadan cefa ve mazarrattan masun kaldılar. Fakat İngilizlerin müdahalat-ı tama’karanesi ve tahrikat-ı iblisanesi sebebiyle oranın müslüman yurtları şehirleri mutazarrır oluyor. Geçen hafta esnasında ihtilalci sosyalistlerle komünistlerin muvafakatiyle bir Turan-ili hükumeti teşekkül etmiş olduğunu ve lisanı Turan lisanı olacağını evrak-ı havadisden öğrendik. Halbuki Turan lisanı namında bir lisan bilmiyoruz. Bundan başka maatteessüf din kardeşlerimizin bu iki parti likeler görüyoruz. Şayed bu havadis doğru çıkarsa Cenab-ı Hakk’tan dindaşlarımızı bu tehlikelerden masun bırakmak Bolşeviklerin ne mal olduklarını tamamıyla biliyoruz. Fakat ne çare ki bugün Rusya’nın en sağlam ve en ameli partisi onlardır. Binaenaleyh onlarla tevhid-i mesai etmek müslümanların menafi’i için elzemdir. Biz vazifemizi ifa etmeye gayret ediyoruz. Rusya ahval-i dahiliyyesini her ecnebi müdekkıktan daha mükemmel surette bilen Daily News Gazetesi Ağustos tarihli nüshasında “ Tefevvuk ve Galibiyet oranın partileri hakkında en doğru ve muhtasar ma’lumatı veriyor. Bu makaleyi kari’lerimize tercüme etmekle ta’kıb ettiğimiz fikrin isabetini göstermeye çalışıyoruz. Fil-vaki’ muhafazakar gazeteleri bunun aleyhinde bulunuyor. Fakat bunların maksadları daima müslümanları ezmek hem de Mezkur gazete muhabiri Mister Arthur Ansom diyor ki: “Son zamanlarda Moskova şehri hükumet-i hazıraya karşı ayın yirmisinde mukabil bir ihtilal yapılacağına dair musır havadis ve şayialarla dolmuş idi. Fakat Sovyet hükumeti bu gibi su’-i kasd ve kıyamları ezmek ve mahv etmekte sahib-i kit Sovyetlerin düşmanları askerleri sarhoş ederek Smolny müessesesini yani amele karargahını basmak ve oradakileri katl etmek istiyorlardı Kadetlerin Moskova’da ika’ ettikleri kıyamı sol cenah ihtilalci sosyalistlerin yaptıkları iğtişaşı ve ahiren Jaro Islavların icra eyledikleri şurişi tenkil etmekle tecrübe-dide ve sahib-i ihtisas olmuşlardır. Bu yeni ihtilalin vuku’u çoktan beri melhuz idi. Bu hemen hemen Zabitan İhtilali’ni andırıyor. Bu yeni harekette mülkiyet tarafdaranından birçokları medhaldardır. Bu hareket sol cenah ihtilalcilerin isyanı üzerine te’hir edildi idi. siyasetten bi-haber olan halk arasında tarafdarlar te’min edebilmekten ibarettir. Bu gibi ihtilalleri icra edenlerin yegane ümidi açlık şiddeti esnasında idrakten aciz siyasetten bi-haber olan avam-ı halkı işgal ederek ihtilale sevk etmektir. Zira isyan esnasında taklib-i hükumetin icrası mümkinü’l-vuku’dur. Şayed Finlandiya’da olduğu gibi ihtilal tarafdaranı fazla kurşun atarlarsa fazla terhibatta bulunurlarsa Sovyet hükumetinin yerine kuvvetsiz çatlak vücudlu bir hükumet re’s-i kara getirebilseler bile bunun bekası ancak açlık muzayakasını tehvin edebilmekle mümkün olur. Moskova’da yapılması mukarrer olan ihtilali hazırlayanlar benim fikrime göre halk arasında tarafdar bulamayacaklardır. Altı hafta evvel sol cenah ihtilalcilerinin yaptıkları hareket esnasında halk bu gibi hareketlerden ne kadar mütevakkı ve müteneffir bulunduklarını açık bir surette göstermişti. Halkın bu vaz’iyeti pek a’la isbat ediyor ki böyle bir ihtilal yapmak isteyenler ciddi hiçbir istinadgah yahud tarafdar bulamayacaklardır. O ihtilal esnasında şehrin bir kısmı ihtilalcilerin elinde bulunduğu mitralyöz ateşi müdhiş bir surette devam ettiği ihtilalcilerin karargahı topa tutulmakta bulunduğu Kremlin şarapnel ateşi altında kaldığı esnada avam-ı halk etraflarda güneş altında seyrangaha çıkmış kimseler gibi kemal-i la-kaydi ile oturuyorlardı. Ateş mıntıkasından gayri mahallelerde caddelerde asude bir hayat mevcud idi. Sanki şehirde ihtilal namına bir şey yoktu. O vakit halk Mirbach’ın katlinden tehaddüs edebilecek muharebattan tevakkı edebilmek için i’mal-i fikr ediyorlardı. Hiçbir kimse sol cenah ihtilalcilerinin tali’ine ehemmiyet vermiyordu. Zira milleti ve ba-husus çiftçileri temsil ve onların namına idare-i kelam etmekte olan sol cenah ihtilalciler hayal-perver romantik zihniyetli mahluklar olduklarına binaen halk ile hiçbir alakaları yoktur. Aralarındaki fark dağlar kadar büyüktür. Bu parti millet mümessili halk vekili diye hiçbir vakit ciddi bir suretle tanılmayacaktır. Olsa olsa bunlar memleketin herhangi noktasında Sovyetler mağlub oldukları yerde ancak halis bir ihtilal-perver komitesi sıfatıyla ma’ruf olacaktır. Bu cemaat gerek Mirbach ve Eichhorn’un katline gerek Ukrayna muhafazakar ve zenginlerine karşı ika’ olunan su’-i kasdlara sebeb olmuştu ve şübhe yoktur ki şimalde gerek karşı zaman zaman aynı siyaseti tatbik etmeleri muhakkaktır. Bu komite eski ihtilal-perver cem’iyetlerin ta’kıb ettikleri mesleği kabul etmektedir. Onların nazarında ihtilal su’-i kasd ile olurmuş. Bu komite ihtilalci sosyalistlernin nokta-i nazarı Almanya’ya karşı harbde devam etmekten ibarettir. Ama harbe devamları Almanya’ya galib gelmek ümidiyledir zannolunmasın. Bilakis onların kanaatine göre Almanya galib gelecek Rusya’nın fazla arazisini işgal edecektir. Fakat böylelikle Alman işgali altında ihtilal fikri ile aşılanmış mıntıka tevessü’ ettikçe ihtilal fikri bi-hakkın te’essüs eder ve Rusya halas bulur. Zira onların nazarında Bolşeviklerin ta’kıb ettikleri ciddi dığından gayr-i muvafık ve gayr-i ma’kuldür. Bu komitenin parolası “Harb değil ihtilal”dir. Bunlar herşeyi yıkmak zihniyetiyle hareket ediyorlar. Hiçbir şey te’sis etmek fikrinde değildirler. İşte bütün fa’aliyetleri bu sahadadır. Bunlar Bolşevikleri gibi amele hükumetini te’sis etmek fikrindedirler. Fakat vesaitte ihtilaf ediyorlar. Rusya’nın diğer partileri sağ cenah ihtilalci sosyalistler bunlar şimal vilayetlerde ve zürra’ın bulundukları mıntıkalarda epey nüfuz sahibidir. Fakat fukara-yı amele ve zürra’ üzerinde hiçbir nüfuzları yoktur. Halbuki fukara kısmı ekseriyeti teşkil etmektedir. Bu parti ihtilalcilerin muhafazakarı addolunur ve Bolşevik hükumeti teşekkül ettiği günden i’tibaren mürteci’ sayılır. Bunların ika’ edecekleri su’-i kasdları Bolşeviklere karşıdır. Aynı şey gerek Menşevikler gerek diğer ehemmiyetsiz partiler hakkında da söylenebilir. Bunlar geçen sene esnasında bütün nüfuz ve a’zalarını gayb etmişlerdir. Bunların tehlikesi tahrikata münhasırdır. Bunların bütün fa’aliyeti Sovyetler aleyhine ameleden karar istihsal etmekten rın bulunması her vakit mümkündür. Zabitanın bir kısm-ı kalili sağ cenah ihtilalcileriyle tevhid-i mesai ediyorsa da ekseriyeti Kadetlere tabi’dir. Kadetler el-yevm ancak erbab-ı emlak veyahud onlara istinad eden bazı münevverü’l-fikr adamlardan müteşekkildir. Bu partinin siyaseti daima erbab-ı emlakin hukuk ve menafi’ini muhafaza etmeye münhasırdır. Sovyetlerin siyaseti emlak sahibi olmayanları memnun ve müdafaa etmektir. Kadetler masına hasr-ı himmet etmişlerdi. Bina-berin avam-ı halk Ancak onlara tarafdar olanlar pek mahdudü’l-aded erbab-ı emlakten ibarettir. Zabitan İhtilali tehlikeli sayılır. Zira onlardan bir kısmı Kızıl Hassa’da müstahdemdirler. Hatta geçenlerde Sovyetlerin su’-i zanlarını isbat eden Jaro Islav Vak’ası oldu. Kızıl Ordusu’nda müstahdem bir zabit kıtaatın toplarını ve cephanesini Beyaz Hassa’ya teslim etmişti. Bunların ihtilalini men’ edebilmek için Moskova’da ne kadar zabitan varsa isimlerini rütbelerini ve adreslerini Bolşevikler kayd etmişler. Talebe etmişler. Bundan başka yeni teşekkül etmekte olan ordunun zabitanını ekseriyetle küçük zabitandan intihab ediyorlar. Troçki’nin neşr ettiği bir i’lana nazaran müracaat edecek herhangi küçük zabit derhal zabit rütbesini ihraz edecektir.” El-hasıl şimdi Rusya’da Bolşeviklerden daha kuvvetli ve metin bir parti yoktur. Bu hakıkati bilmek ve ona göre hareket etmek müslümanlar için hayırlıdır. Geçen gün beşyüz kadar İslam üserası Harbiye Nezareti tarafından tahsis olunan “Arkarn” vapuruyla memleketleri olan Rusya’ya iade olunmuşlardır. Burada bulunan Rusya müslüman gençlerinden bir çoğu beray-ı teşyi’ Galata Rıhtımı’na kadar gitmişlerdir. Vapurun kalkacağı sırada nümayişler rimize gelmiş olan Şimal müslümanları Millet Meclisi a’za-yı muhteremesinden Ataullah Bahaeddin Efendi kardeşimiz tarafından irad olunan nutuk herkesi galeyan ve heyecana getirmiştir. Memleketlerine avdet eden ihvan-ı dinimiz üzerinde büyük bir te’sir bırakan ve Rusyalı müslüman gençlerinden Şakir Efendi tarafından hülasaten zabt olunan bu müheyyic nutku ber-vech-i ati derc ediyoruz: “Selamün aleyküm arkadaşlar siz bugün beş seneden beri hasret kaldığınız vatanınıza analarınıza babalarınıza evlad ü iyalinize kavuşacaksınız. Bugüne kadar pek çok eziyetler cefalar çektiniz. Görmediğiniz meşakkatler kalmadı. Artık bugün müsterihsiniz. İnşaallah bundan sonra daima müsterih yaşarsınız. Lakin bu çektiğiniz eziyetlere meşakkatlere neden duçar oldunuz biliyor musunuz? Çarlık hakimiyeti tahtında bulunan Rusya sizi niçin harbe sevk etti biliyor musunuz? Netice i’tibarıyla bu Harb-i Umumi’de Çarlık Rusyası hesabına bir buçuk iki milyon İslam kardeşler niçin mahv u na-bud oldu biliyor musunuz? Bunlar hepsi şu içinde hür bir hava teneffüs etmekte bulunduğumuz nan u ni’metiyle yaşamakta bulunduğumuz Darulhilafe-i İslamiyye’nin en mukaddes bir ibadetgahı olan Ayasofya Cami’i’nin üstündeki alemini yerinden çıkarıp atmak ve yerine haç takmak için idi. Yurtlarınızdan evlad ü maksad uğruna bu kadar zahmet ve meşakkat çektiniz. Fakat elhamdülillah bugün Ayasofya Cami’i’nin alemi yerinde duruyor. Oraya hiçbir zaman haç takılamaz ve takılamayacaktır. Halbuki bu amali güden Çarlık Rusyası işte bu meram-ı aslisine nail olamadan mahv olmuştur. Rusya’ya ayak attığınızda Çarlık Rusyası’nın mahv olduğunu göreceksiniz. Arkadaşlar Rusya’ya adım atınca size terettüb eden büyük bir vazife vardır. O da nedir biliyor musunuz? İdil-Volga Havzası’nda İslam dünyasının inkişafına ve orada Türk-Tatar hükumet-i İslamiyyesi teşkiline gerek maddeten ve gerek ma’nen sarf-ı gayret etmektir. İşte sizin en büyük vazifeniz budur. Böyle bir maksad uğrunda kanınızı canınızı fedadan çekinmeyeceğinize imanım vardır. Arkadaşlar siz Rusya’ya çıkınca bugün orada icra-yı te’sir eden iki kuvvetten herbiri sizi kendi tarafına cezb etmeye çalışacak. Bunlardan birincisi: Medeniyetin maarifin insaniyetin ve netice i’tibarıyla herşeyin düşmanı ve kör körüne muhribi olan Bolşevizm; ikincisi: Artık ismi bile guşe-i nisyana atılmış olan Çarlık Rusyası’nı ihya etmeye çalışan çarlık tarafdarlarıdır. Sizler bu kuvvetlerin her ikisine karşı kendinizi cezb ettirmemeye gayret edip evvelce arz ettiğim vechile –zamandan istifade tarikını bilerek– İdil-Volga Havzası’nda müstakıl bir Türk-Tatar hükumet-i İslamiyyesi teşkiline sarf-ı gayret ediniz. Bu yolda ibraz-ı fa’aliyet ederseniz kendi Darulhilafe-i İslamiyyemiz olan bu İstanbul şehrinden sıfat-ı esaretle gitmezsiniz. Biliyor musunuz? Sizin merkez-i Hilafet olan İstanbul’dan sıfat-ı esaretle gitmeniz beni ve benimle beraber bütün müslümanları ne kadar müteessir ediyor? İşte buna sebeb şimdiye kadar el birliğiyle istikbalimize çalışmamaklığımızdır. Artık yetişir mütenebbih olalım. Bir hükumet-i adile-i İslamiyye teşkil edip ferah ferah yaşayalım. Sizler de bundan sonra İstanbul’a esir olarak değil seyahat ve ticaret maksadıyla geliniz. Arkadaşlar işte size son sözüm: Orada İslam dünyasının ana babalarınıza evlad ü iyalinize sağ selamet kavuştursun ve istikbal için çalışacak bazularınıza kuvvet ihsan etsin.” ERMENILERIN TEBDIL-I MESLEĞI – TÜRKLERLE ŞIDDETLI MUHAREBAT Eylül tarihli Times gazetesinden: “İran ve Bahr-ı Hazer’i kat’ ederek Bakü’ye vasıl olan kuvveti yerli Ermenilerin tebdil-i meslek etmeleri üzerine geri çektik. Ma’lumdur ki bu kuvvet yine bu Ermenilerin müsta’cil ve musır talebi üzerine oraya i’zam edilmişti. Bakü’de beş-altı hafta kaldığı esnasında askerimiz Türklerle ciddi ve şedid muharebatta bulundu. Türkler kat’i ve azimkar hücumlar yaparak şehri zabt etmek istiyorlardı. Yerli muavenetin tenakusu üzerine Bakü’nün vaz’iyeti pek hatar-nak olmuştu. Hatta hakıkat-i ahvale vakıf olanlar bu kuvvetimizin selametle ric’at edebildiğini görerek büyük endişeden kurtulmuşlardır. Bu hey’et-i seferiyyenin tarihçesi Temmuz’da Bolşeviklerin hükumet derhal İngiltere’ye müracaat ederek erkan-ı harb zabitanı ile sunuf-ı muhtelifeye mensub zabitan ve kıtaat-ı askeriyyenin sür’at-i i’zamını taleb ve istirham etmiştir. Bakü hükumetinin gönderdiği nakliye vapurları vasıtasıyla bu kuvvet Enzeli’den Bakü’ye nakl olunmuştu. Tabii hale ve vaz’iyete nazaran bu kuvvet pek az idi. General Marshall’ın Bakü ile hatt-ı muvasalesi bütün Acemistan arazisini kat’ ettiği ve bin mil tulünde bulunduğu cihetle i’zam ettiği kuvvet ancak şehri müdafaa edenlerin azmini tezyid ve kuvve-i müdafaasını tarsin edebilecek bir mikdarda idi. Bakü’deki kuvvet yedi bin beş yüz Ermeni ve üç bin Rusyalıdan müteşekkildi. Bundan başka Bahr-ı Hazer’deki sefain bizim idaremiz altında bulunmadığı Enzeli ve Bakü arasında iki yüz mil mesafede mevcud olduğu cihetle vaz’iyetimiz tehlikeli sayılırdı. Bahr-ı Hazer sevahil-i merkeziyyesinde teşekkül eden hükumet seyr-i sefaine hakimdi ve Bakü’ye gönderdiğimiz kuvvetin vusulüyle bize fazla geminin lüzumu kalmadığına kani’di. Ermeni askerler şayan-ı i’timad olmadıklarını pek çabuk lerin teşebbüs ettikleri ihata hareketini men’ edecek hareketi mialtı Ağustos’da Türklerin şedid ve kat’i hücumlarına karşı Şimal Estaford ile Wersister askerleri şeci’ane bir suretle harb ettikleri halde ric’at etmeye mecbur kalmışlardı. Maamafih cebhenin muhtelif noktalarında yine ciddi mukavemet dil-i mesleği üzerine mahalli kuvvetlerin adem-i kifayetine ve mikdarı az olan kuvvetimizin adem-i lüzumuna kanaat ederek bir Eylül’de Bakü şehrinden mufarakat etmeye azm eyledik. O gün Türklerin yeniden vuku’ bulan hücum ve şedid savletlerine karşı Royal ve Rockshire askerleri hem Ermenilerin hem de Rusların siperlerini müdafaa etmek mecburiyetinde kaldığından pek fazla telefat vermiş olmalarından çok korkuyoruz. Eylül’ün ikisinde Bakü’nün şimalinde iki yüz mil mesafede bulunan Petrovsk şehrini işgal eden General Biçarof bize imdad göndermeyi va’d eylemişti. Bu kuvvet-i mu’avineyi getirmek üzere Bakü’den nakliye gemileri gönderilmişti. Bu kuvvetin gelmesi halkın ma’neviyatını tezyid ve sonuna kadar mukavemet etmesine sebeb oldu. Türklerin her nedense hücum etmemeleri bu ma’neviyat ve mukavemeti tezyid ediyordu. Rusyalıların elinde bulunan donanma İngilizlerin Bakü’yü terk etmelerini men’ ediyordu. Bu esnada Ermeniler kasabayı Türklere teslim etmek üzere muhaberatta bulunuyorlardı. Bundan dolayı donanma Ermenilerin mahallesini topa tutmuştu. Eylül’de Türkler daha ciddi ve şedid bir hücuma başlamışlardır. On altı saat imtidad eden mukavemetin icab ettiği telefat İngilizler tarafından tahammül edildikten sonra askerlerimiz şehri tahliye etmişlerdi. Ermenilerin teallüllerinden şayan-ı i’timad olmayan harekat ve ahvalinden müteneffir kalmış olan Ruslar idare-i hükumetten ve harekatın tanziminden İngilizlerle beraber Eylül’de feragat etmek dan anlaşıldığı üzre kendi kuvvetini Bakü’den ihrac etmiştir. Tebriz’den hareket eden Osmanlı müfrezesi yüz mil kat’ ederek Cemalabad’a vasıl olmuşlardır. Onların harekatını taht-ı tarassuda alan kuvvetimiz bunlara karşı mukavemet etmeyerek ric’at etti. HİNDİSTAN AHVALİ Bombay’dan Westminister Gazette ‘ye Eylül tarihli bir telgraf çekiliyor. “Hindistan Kongresi hükumetin va’d etmekte olduğu deniliyor ki: Bombay’da fevkalade bir suretle in’ıkad eden Hindistan Kongresi’nde altı bin murahhas a’za hazır Hasan İmam hazretleri kongre riyasetine intihab edilmişti. Bu zat hükumetin va’d ettiği ıslahat projesi aleyhinde pek şiddetli beyanatta bulunmuştur. Bütün a’za bu ıslahattan memnun olmadığını söylemişlerdir. Müşarun-ileyh; “Hükumet halkın hukukunu ve mağduriyetini bildiği halde ihkak-ı hakk için çalışmıyor. İngiliz sanayi’inin menafi’i için halk pek mütereddi pek geri bir halde tutuluyor. Hindistan’da yapılan mensucat-ı kutniyyeden alınan resm-i mahsus Lancashire sanayi’ine karşı rakabette bulunmaktan aciz kalmak için cibayet ediliyor.” demiştir. Hazırundan ve bütün Hindistan ahalisinden hukuk-ı meşrualarını kemal-i şiddetle istemelerini tavsiye ve taleb etmiştir. Nutkun hıtamında ictima’da hazır olanlar hep birden Hindistan’ın milli marşı olan Vande Mataram’ı kemal-i hararet ve hamasetle söylemişlerdir. İngiliz siyaseti tarafdarı ve mu’tedilin reisi olan Sir Dinshah Wachan ismi istihza ve tahkırle zikr edilmiştir. si’nin Reisesi olan Madam Bezant Seyyid Hasan İmam’ın riyasete intihabını teklif ettiği vakit demiştir ki: “Biz kongremizin riyasetine maalmemnuniyye bir müslüman intihab etmekle İngiltere hükumetine Hindus ve müslümanlar arasındaki uhuvvet-i vataniyye ve sadakat-i kavmiyyenin pek metin ve rasin olduğunu göstermek ve ihtilafat-ı dahiliyyeden MISIR AHVALİ Harbden evvel her sene Mısır’dan onbinlerce adamın fariza-i haccı ifa etmek üzere Hicaz’a gittikleri ma’lumdur. Şerif Hüseyin’in isyanı üzerine Urban arasında İngiliz desiselerini nını isbat edecek gençlerin ve şeyhlerin seyahati İngilizler tarafından men’ edilmişti. Şimdiye kadar ancak hükumetin yorlardı. Halbuki bu sene bütün Mısır’dan ancak dörtyüz kişinin gitmesine müsaade edilmiştir. Bununla iktifa etmeyen zemzemin ancak evani-i nühasiyye veyahud kaynatmaya tahammül eden masnu’ kaplar derununda getirilmesine müsaade edilecektir. Bu gibi kaplarda olmayan sular Tur Karantinası’nda men’ olunacaktır. Bu gibi kaplardaki sular ancak kaynatıldıktan sonra sahiblerine verilecektir.” El-hasıl halk İngilizlerin sert muamelesinden şiddetle müştekidir. Gençler İngiliz siyasetine ve hakimiyetine karşı muğber ve halkı ikaz ve tahrik etmekte oldukları cihetle bu sene icra olunan kefaet imtihanında binlerce talebeden ancak yüzde onsekizi muvaffak olmuştur. Bütün gazeteler mecmualar halk talebeler hatta İngiliz mecmuaları bile bu lete nihayet verilmesini yek-zeban olarak musırran taleb ediyorlar. CEZIRETÜ’L-ARAB’DA FAALİYET-İ İSLAMİYYE yük bir intibah hasıl olmuş tehlike karşısında kalan İslam ümerası aralarındaki kadim adavetleri unutarak ittihad etmişlerdir. Bugün Ceziretü’l-Arab’ın her tarafında büyük bir fa’aliyet vardır. Ba-husus Ceziretü’l-Arab’ın en namdar ve sahib-i kudret emirleri olan İbnü’s-Suud ile İbnü’r-Reşid arasında bile bu ümera ile tevhid-i mesai etmiştir. Sabık Mekke Emiri Hüseyin’in Hicaz’ı İngilizlere teslim etmek hususundaki İslam’a karşı olan ihaneti bütün Arab ümerasını ayaklandırmıştır. Asi şerife i’lan-ı cihad eden etmiştir. Ba-husus Taif’in cenubunda Asir’in şimalinde retlerinin Taif’e karşı hareketi asi emiri pek ziyade şaşırtmıştır. Zira müşarun-ileyh Taif’i muhasara ve zabt ettikten sonra Mekke’yi tehdide başlamıştır. Seyyid İdris ile Emir hazretlerinin muvaffak olup olamayacakları belli değildir. Fakat asıl şayan-ı dikkat olan cihet: İslam ümerasının aralarındaki muhasamatı bırakarak yekdiğeriyle ittihad ve te’sis etmeye uğraşan büyük fa’aliyetler göstermeye başlayan bu ümeranın Makam-ı Hilafet-i Uzma’ya karşı tamamıyla sadık bulunmalarıdır. Bu vaz’iyet karşısında Makam-ı Hilafet-i Uzma lazım gelen tedabir-i siyasiyyeyi ittihaz edebilirse Ye’se fütura mahal yoktur. Bütün Ceziretü’l-Arab müslümandır. Ali ve samimi bir siyaset-i İslamiyye harikalar ibda’ eder. FEYLESOF DOKTOR RIZA TEVFIK BEYEFENDİ’YE Zaman’ın geçen Perşembe günkü nüshasında cevab-name-i alilerini okudum. Bir yerinde: “Yoksa merhumun Ehl-i Sünnet nazarında müslim sayılıp sayılmayacağını tedkık etmek –bence!– hiç o kadar ehemmiyetli bir mes’ele değildi.” Sonunda da: “Fikret’i mutlaka müslüman etmek fikrinde değilim.” Buyuruluyor ki mektubumdaki asıl esaslı nokta hakkında aramızdaki niza’ ber-taraf olmuş demektir. Cevabın cihat-ı sairesine gelince; memlekete arız olan şimdiki buhran-ı azim arasında bu makule münazarat ve mücadelatı layık göremediğim için onları ileride fırsat elverirse geniş bir zamanda söyleşmek üzere şimdilik meskutün-anh geçiyorum. Bakı hurmet! MÜSLÜMANLARI VAHDET VE İTTİFAKA DA’VET “Her hal ü karda bizim için çare-i necat ittifak ve ittihaddadır. Bugün ise ittihad ve ittifaka her vakitten ziyade muhtacız. Yeryüzünde bulunan bil-cümle müslümanlar dünyanın neresinde bulunursa bulunsunlar “Ka’be-i Muazzama”ya dönerek eda-yı salat ederler. İbadet ederken müslümanlar arasında görülen bu vaz’iyet hiçbir vakit hatırımızdan çıkmamalıdır. Efrad-ı millet arasında ihtilaf-ı nazar da ancak bundan ibaret olmalıdır. Milletim arasında mekan ve vaz’ ihtilafı bulunsa bile herkes için bir nokta-i ittihad olan vatan ve millet gayesi bir an gözden ve gönülden uzaklaştırılmamalıdır.” Padişahımız efendimiz hazretlerinin lisan-ı hikmet-beyan-ı hilafet-penahilerinden şeref-sudur buyurulan yukarıki sözler; kavl-i meşhurunun mazmununa ma-sadak-ı tam olan vecaiz-i aliyye ve hikemiyye cümlesinden olmakla dinini milletini vatanını seven her ferd-i zi-şuur için hırz-i can ittihaz edilmeli; ve medlul-i münifinin şümul-i külli ve cüz’isi bir lahza nazar-ı dikkat ve i’tibardan dur tutulmamalıdır. Evet olanca vuzuhuyla nazargah-ı ibtisarımızda tahakkuk eden vaz’iyet-i hazıra gayet i’tibarıyla bütün efrad-ı milletin ta’rifi muhale akreb bir hiss-i vatan-perveri ile alakadar oldukları bir mes’ele-i mühimme-i vataniyyedir. Bu mes’elenin bi-tevfikıhi teala hüsn-i neticeye iktiranı senelerden beri bir girdab-ı hevl-engiz içinde bocalayan sefine-i devleti sahil-i selamete çıkaracak bizi canımızdan aziz olan emel-i millimize kavuşturmak suretiyle mes’ud kam-kar edecektir. Böyle ulvi böyle mukaddes bir maksadın husulü ise hiç şübhe yoktur ki din ve imanı namus ve vicdanı olan her ferdin metin bir azim halis bir niyetle o noktaya teveccühlerine vabestedir. Herhangi bir ümniyenin husulü ale’l-ekser kulubun o noktaya müteveccih o noktada müttehid olması suretiyle tecelli edegeldiği la-yuad emsali ile sabit bulunduğundan bizim de bu emr-i azim ve hatirin tahakkuk-ı fi’lisi için tam bir aheng-i vifak ile hareket etmekliğimiz; bu ahengi ihlal edebilmesi melhuz olan her türlü efkar ve havatırı mütecellidane bir azm ile kalblerimizden bir daha avdet etmemek üzere tard etmekliğimiz dinen aklen hamiyyeten lazım; lazım değil vacib; vacib değil farzdır. MUKADDIME Şu ayat-ı kerimenin siyakı da delalet ediyor ki buradaki te’vil tefsir ve beyan demek değildir. nazm-ı kerimi vahy-i kerime imanı olmayan erbab-ı hızlan Kur’an’ın haber verdiği cennet cehennem azab-ı kabir sual hesab melaike gibi maada taalluk eden şuun ve ahvalin tahakkukunu bekliyorlar demek olduğu pek aşikar bir surette anlaşılıyor. Burada “te’vil” bu ma’naya mahmul olunca ayetinde de aynı kelimeden başka bir ma’na anlaşılmasına etmek Cenab-ı Hakk’ın kavl-i kerimiyle mahiyetini ta’rif ve tavsif buyurduğu Kitab-ı Mübin’i ta’lil ve te’vil demektir. Ahval-i maada aid verilen haberlerin inkişaf-ı hakayıkına küffarın intizar etmelerindeki sebeb meydandadır; alem-i maadda cereyan edecek hallerin hakıkatlerini ne vakit ve ne suretle cereyan edeceğini Başmuharrir bilmek alem-i imkanın olmuş olacak bütün hadisatını Alim ve Habir olan Zat-ı Hakk’a has bir keyfiyettir. ayatı da bu hakıkati mu’lindirler. Mü’minler Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği şeylere iman ederler. Bu gibi şuun-ı mev’udenin tafsilatını zaman-ı vuku’unu bilmeseler de bu cihetlerin münhasıran ilm-i halel getirmezler. Fakat küffar için hal bunun aksi merkezindedir. Onlar ber-tafsil bilmedikler hakıkatine re’ye’l-ayn derecesinde muttali’ olmadıkları şeylere bir türlü inanamazlar. Şu ciheti de ihtar edelim ki ahirete müteallik şuunun hakayıkını bilmek keyfiyetinin Zat-ı Hakk’a muhtass olması mü’minlerin şuun-ı mebhusenin evsafını Kitab ve sünnetin beyanatı derecesinde bilmelerine mani’ değildir. muhberun-bihden ibaret olur ki mazi olsun müstakbel olsun haricde mevcud umur demektir. Mesela güneş doğdu denildiği zaman bunun te’vili doğrudan doğruya güneşin doğmasıdır. Hazret-i Ya’kub’un Yusuf’a; sözü cenab-ı Yusuf’un zindan arkadaşlarına; ailesini diyarı Ken’an’dan Mısır’a celb edip de peder ve maderini serir üzerine yanına iclas ettiği biraderlerinin beray-ı ta’zim karşısında secdeye kapandıkları zaman pederine hitaben; sözleri hep bu kabildendir. Esasen kelam haber olursa me’al ve mazmununun muhberun-bihin hakıkatine evl hemzenin fethi ve vavın sükunuyla rucu’ ma’nasına olup te’vil kelimesi bundan müştaktır ve rucu’ etmesi icab eder. Böyle olmazsa kelam meal ve hakıkatten ari batıl ve bi-esas bir sözden ibaret olur. Kelam taleb ve inşayı mutazammın olursa matlub olan bir hakıkate raci’ ve müedda olur. Aksi takdirde maksudun-bih mevcud olamaz. Haber va’d ü va’ide taalluk ederse meal ve merci’i husulü matlub ve muntazar olan bir hakıkatten ibaret olur. Nitekim Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet olunuyor ki bir gün ayet-i kerimesini okumuşlar ve; “Bunlar olacaktır. Fakat henüz zaman-ı vuku’ları gelmemiştir.” buyurmuşlardır. Hülasa mevzu’-i bahs olan ayat ile mümasillerinde “te’vil” kelimesi meal ve merci’ yani ma’na-yı kelamın vardığı hakıkat ma’nasınadır. Bazan Nazm-ı Kerim’de “te’vil” kelimesi ta’bir ve beyan ma’nasına da gelmiştir ki kehene-i Fir’avn’ın; sözleriyle zindanda cenab-ı Yusuf’la beraber bulunup da halas olan arkadaşının; kelamındaki “te’vil” bu ma’nayadır. “Te’vil” bazı yerlerde de sebeb ve illet beyan ve izahı ma’nasına gelmiştir. Ez-cümle Hazret-i Musa’nın ilm-i ledünne vakıf zat ile olan macerasını hikaye eden ayat-ı Kur’aniyye miyanındaki; nazm-ı keriminde de bu ma’naya varid olmuştur: Cenab-ı Musa o zata vakıf olduğu ilm-i ledünden bir nebze telkın etmek şartıyla kendine refakat etmeyi teklif etmişti; “Bana refakat edersen göreceğin garaib halata tahammül edemezsin zaten esrar-ı ledünniyyatına vakıf olmadığın şeylere karşı sabır ve sekinet gösterebilmen mümkün mü?” cevabını aldı. “İnşaallah beni sabir ve mütehammil göreceksin senin hiçbir emrine muhalefet hiçbir hareketine i’tiraz etmeyeceğim.” yolunda te’minat verdi. Vakta ki arkadaşı gemiyi deldi; tesadüf ettikleri iki çocuğu öldürdü; ahalisinin kendilerini bir gece bile misafir etmeye yanaşmadıkları şehir dahilinde mail-i inhidam bir duvarı ücret mukabilinde olmaksızın doğrulttu… Onun bu hareketlerinden dolayı kalben hasıl ettiği ilişikleri daha ziyade gizlemek cenab-ı Musa’nın elinden gelmedi; çünkü bu ahvale bais olan sebebleri bilmiyordu. Sonuna kadar sabr edeceğine onun hiçbir hareketini tenkıd sebeb ve hikmetini sual etmeyeceğine dair mevcud mukaveleyi nakza mecbur oldu. Bunun üzerine arkadaşı harekat-ı vaki’asının sebeblerini birer birer izah etti. ayat-ı kerimede delalet ettiği maani-i muhtelifeden uzun uzadı bahs etmiş bu ayetlere taalluk eden mebahis ve akvali etraflı bir surette bir araya toplamıştır. maani pek vasi’ ve pek şümullüdür. Esasen zahir-i Kur’an’a ve siyak-ı ayata muvafık olarak bu lafzın bu yolda tefsirinde selefin re’ylerine tevafuk etmeyen bir cihet yoktur. Fukaha mütekellimin muhaddisin mutasavvıfenin müteahhırini kendi kendilerine “te’vil” lafzına gayet dar bir medlul vaz’ u ta’yin etmişler kat’iyyen doğru bir hareket olmayarak Kur’an’ı indi bir surette vaz’ ettikleri ma’naya uydurmaya çalışmışlardır. Onlara göre te’vilin ta’rifi “bir lafzı delile mukarin olmak şartıyla ma’na-yı racihden ma’nayı mercuha irca’”dır. hilafiyyede mütearif olan ma’nası budur. Biri: “Şu hadis yahud şu nas müevvel yahud şöyle bir ma’naya mahmuldür.” dediği zaman karşısındaki; “Bu bir nevi’ te’vildir; te’vil ise delile muhtacdır.” der. Sıfat bahsinde cereyan eden niza’lar “te’vil”in butlanını yazılmıştır. bu ta’rifine göre meydana gelmiştir. Yine bu esasa binaendir ki kimi sıfat-ı ilahiyyeye taalluk eden ayetlerin te’vili caiz olmadığını kimi belki vacib olduğunu iddia ettiler. Bir üçüncü de; “Te’vil caizdir icab-ı hale göre yapılır icab-ı hale göre terk edilir.” dedi. Diğer biri; “Te’vil ulemanın karıdır başkaları bu hususda salahıyetdar değildir.” mütalaasını dermiyan etti. Kur’an’ın bazı yerlerinde “te’vil” kelimatı mevzu’larının gayri bir ma’naya haml ayatı teassüf tarikıyla mahall-i hakıkılerinden başka bir suretle tevcih etmek ma’nasına gelir müteşabihat hakkında mevzu’-i bahs olan zümrelerin yaptıkları gibi. Evet bunlar kelimelerin ma’nalarını tahrif esasında müşterek olmakla beraber tarz-ı tahrif i’tibarıyla muhtelif mesleklere ayrılmışlardır. Karamita Batıniye hayır ve emre taalluk eden ayetleri; Saibe-i Felasife Cenab-ı Hakk’a ve ahirete aid haberlerin kaffesiyle ahval-i enbiyaya dair olanların mühim bir kısmını; Cehmiye ve saire kadere sıfat-ı ilahiyyeye taalluk eden ayatı te’vil etmişlerdir. Diğer bir takım kimseler ağleb-i ahvalde sünnete mütemessik olmakla beraber bir takım ayetleri te’vil ibtilasına düşmüşlerdir ki o gibi yerlerde te’vil kelimat-ı Kur’an’ın ma’nalarını tahrifden başka bir şey değildir. ehl-i kelam ve erbab-ı bid’atin ekserisi gibi te’vile kudret ve salahiyet iddiasında bulunanlar Cenab-ı Hakk’ın kullarına hitab ettiği bir kelamı daima okuyup da ma’nasını anlamamayı bir nakısa bir eser-i acz telakkı ediyorlar. Bu gibiler kulaklarının işitmekte akıllarının ermekte olduğu da’vasında da haklıdırlar. Bir hataları varsa Cenab-ı Hakk’ın nefy ettiği te’vil ile kendilerinin isbata çalıştıkları te’vilin ma’na ve maksadlarını ta’yindedir. İçlerinde bid’ate mail olanlar bu nazariyeyi kelimatın ma’anisini tahrife alet ve vesile ittihaz etmişlerdir. Evvelkiler nev’ama cehalet neticesi olarak sükutu ihtiyar etmişler selamet noktasına daha ziyade yaklaşmışlardır; sonrakiler kelam ve cidal sahasında daha ziyade natıka-perdazlık göstermişler aynı zamanda Cenab-ı Hakk’a iftira bilmedikleri şeyleri O’na isnad esma’-i ilahiyye ve ayat-ı Kur’aniyyeyi ilhad vartasına düştüklerini hiç nazar-ı dikkat ve ehemmiyete almamışlardır. Bu fikir ve nazar delalet etmesidir. Hakıkatin bu merkezde olduğuna en büyük delil sahabe-i kiram ve tabiin hazeratından hiç birinin bir ayet hakkında; “Bu ma’nası ma’lum olmayan müteşabihattandır.” diyerek tefsirinden imtina’ etmemiş olmalarıdır. Selef-i ümmet kım ayat var ki ma’nalarını bilmiyoruz bizim bilmediğimiz gibi onları Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem de bütün erbab-ı iman da anlamamışlardır…” yolunda bir söz sadır olmaması da te’vil hakkında serd ettiğimiz nokta-i nazarın en büyük delail-i müeyyidesindendir. Selef te’vil bahsinde herkesin buna salahiyetdar olmadığını söylerler idi ki bu cihet esasen cay-ı münakaşa değildir. Bu mes’eleyi sıfat ve kadere taalluk eden ayat hakkında giriştikleri münakaşalar sevkıyle erbab-ı mezahibin müteahhirleri meydana çıkarmışlardır. Bunlar arasında mes’ele bidayeten; “ Kur’an’ın ma’nası bilinemeyen şeyleri ihtiva etmesi ve bizi bunların ma’nalarını anlamaksızın sade harflerini tilavet ile mükellef tutması caiz olabilir mi?” ünvanıyla mevzu’-i bahs ve münakaşa oldu lafza-i Celalde vakf kıraetine göre ayetin zahirine temessük edenler Cenab-ı Hakk’ın kullarını her suretle imtihan edebileceğini maani-i kelimatı tahrif maksadından başka bir şey’e mahmul olamayan te’vilat-ı fasidelerine imkan elde etmek için salifü’z-zikr nazariyeyi red ve cerh ettiler. Fikrimizce her iki taraf hata etmişlerdir. Evvelkiler Kur’an -ı Mübin’in maanisini fehm ü idrak hususunda vasfına ma-sadak olanlar mertebesine inmişler ikinciler tavr-ı i’tidali tecavüz ederek varta-i dalaline düşenlerle hem-hal olmuşlardır. Bahsi epeyce uzattık. Fakat zannımıza kalırsa bu mebahis etrafında müteahhirinden bir çok kimselerin ayakları kaymış ismet-i fikriyyelerini muhafaza edememiş olması diğer taraftan bu gibi münakaşatın İslam’ın gayri milel ve nihal erbabına dine dahl ve ta’riz için kuvvetli bir menba’ teşkil etmesi biraz uzunca söylemeye lüzum ve ihtiyac hissettiriyordu. Hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyye zamanımızda en mühlik buhranlardan birini geçiriyor. Bu hey’et-i ictimaiyye adeta bir ma’şer-i beşer hal-i ibtidaisine rucu’ etmiş gibi görünüyor. Ahlak an’anat i’tikadat gibi bilcümle avamilin infisahına Efrad-ı hey’etten her biri istediğini yapıyor. Ve bir çoğu kemal-i tefahürle teşhir eylediği nakayısını maayibini seyyiatını medeniyet-i cedidenin fezailinden veya hiç olmazsa netayic-i zaruriyyesinden olmak üzere kabul ettirmeye çalıştığı halde kendisini bir daire-i musibeye da’vet edecek vicdan ve ahlak-ı ictimaiye riayete icbar eyleyecek hiçbir sada-yı i’tiraz yükselmiyor. Vaktiyle o kadar kuvvetli o kadar zinde bulunmuş olan hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyye bu kadar az bir zaman zarfında bu derece nasıl bozuldu? İşte tedkıkine çalışacağımız esbab ve avamil. Asr-ı ahirde devletin mütemadiyen duçar-ı za’f olması ve irsi düşmanlarının ale’d-devam mütezayid bir kudret ve şevket iktisab etmesi efkar-ı umumiyyeyi bi-hakkın işgal ediyordu. Za’f-ı tedrici-i devlet saikasıyla gittikçe te’siratını hissettiren Garb’ın ve bilhassa Fransa ve İngiltere’nin nüfuz-ı siyasi ve iktisadileri günden güne memleketin umur-ı dahiliyyesine müdahale şekil ve suretine munkalib oluyordu. Bu suretle mütemadiyen kesb-i vehamet ve duçar-ı teşevvüş olan ahval-i umumiyye bin-nihaye zimemdaran-ı pür-telaşımızın siyasi delillerimizin dikkat ve i’tina-yı ciddisini Avrupa’ya atf ettirdi. Orada debdebe ve darat ile şa’şaa-paş ezvak-ı safa-bahşa lem’a-nisarın didar-ı pertev-efzunuyla gözleri kamaşarak measirini avamil ve müessiratı zannıyla ahlak ve teamülat-ı Garbiyyenin memleketlerine tatbikı bais-i deva-yı masaibi olabileceğine zahib oldular. O vakit bu medeniyet bütün incelikleri bütün parlaklıkları edilen gaye-i temeddün de hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyeyi frenkleştirmekten ibaret kaldı. Binaenaleyh Fransız ahlak ve adatının taklidiyle efkarının temsilinden başlanılarak mezaya ve hatta nakayısının iktibasına özenildi. Artık Türkçe yerine Fransızca söylemek dinsiz ve sefih geçinmek servetini kumarda veyahud bir Fransız metresi kullanmakla tüketmek etvar ve harekat-ı insaniyyenin mertebe-i bala-terini mütemeddinlerle gayr-i mütemeddinlerin medar-ı temyiz ve tefriki addolunuyordu. Latin zihniyetinin taht-ı tahakkümünde kalan bu frenkleşmiş hey’et-i ictimaiyyede dine an’aneye adete memleketin ta ber-devam olan muzır köhnelikler nazarıyla bakılıyor ve bütün bu esasat-ı ictimaiyye medeniyet ve vatan-perveri-i münevvir namına muhacemat-ı şedideye hedef oluyordu. Avrupa rekabeti milel-i saire-i Garbiyyenin iştirakiyle teammüm ettikçe Fransız usulü üzere teceddüd eylemek gayesi de milel-i muhtelifeyi temsil ve taklid suretine tahavvül etmeye başladı. timaisi yeni rakıbler arasında inkısam ile her biri Osmanlı perestişkar ve tarafdarlar ihraz eyledi. Beray-ı tahsil veya sefarat-ı Osmaniyyeye me’muren memalik-i Garbiyyeye gidip ahlak ve i’tiyadat-ı ecnebiyyeye me’luf bir halde avdet eden bir çok gençlerden maada milel-i muhtelifeden her biri de dahil-i memlekette müntesibler mahmiler mürevvic-i efkarlar tarafdarlar kazandırabilecek mali ve tedrisi müesseseler peyda etti. Fakat en ali en münevver sınıf-ı ictimaimizin Latin esasına bu sınıfın haysiyet ve vakarını izaa ettirdiği gibi aleyhinde dudiyet-i fevkaladeye müncer olmaktan hali kalmadı. Memleket bu suretle an’anat ve inzibat-ı medenisinin muhafızı vicdan ve ahlak-ı muaşeretinin nazımı badi-i te’min-i tekamül-i ictimaisi olan bu sınıf-ı aliden mahrum kaldı. Bu saika ile unsur-ı nazımından rehberden istinaddan delaletten ari kalan hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyenin kısm-ı diğeri de seyr-i zamanı ta’kıb edemeyerek tevali-i sinin ile ihtiyacat-ı muasırasına çare-saz olamayacak derecede mütezayid bir hal-i esef-iştimalde tevakkuf etti. Artık bir tarafta her şeyi kabul ve tecviz eden en ali en münevver sınıf-ı halkın milel-i muhtelifeyi ifrat-karane bir surette temsil ve taklidi harekatı diğer tarafda da kısmen münevver sunuf-ı ma-dunun her türlü teceddüde karşı i’tilaf na-pezir adem-i tecvizi nefret-i şedide ve mütevahhişanesinin asarı icra-yı hükm ediyordu. küşadında hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyye böyle bir halette bulunuyordu. Ulum u fünun-ı müsbetenin hükümran olduğu asr-ı hazırda çocuklarımız ihraz-ı ehliyet ve iktidar-ı nevinine vasıta-i yegane telakkı edilen bu usul-i tedrisin hin-i tanzim ve tertibinde ahlakıyat ile ma’lumatın terbiye ile tahsilin yekdiğerlerinden ayrı şeyler olduğu anlaşılmamış ve yalnız fünun ve zihniyet-i cedidenin esas-ı perestişkaranesine ibtina edilmiş olduğundan mahiyet-i hakıkıyyesi i’tibarıyla bir temsil ve taklid-i sakımden ibaret kalmış idi. Bu sebeble tahsil nokta-i nazarından istihsal olunan netayicin adiliği bu usulü enzar-ı ledikleri bu usul aile hayatı ile beraber hey’et-i ictimaiyyeyi de ihlal etmek gibi hin-i ıslahatta asla intizar etmedikleri daha müessir bir netice husule getirdi. Çünkü nevin ve fenni addedilen usul-i cedide-i tedrisiyyemizden mütehassıl zihniyetle fünun ve ma’kulattan zannolunan şeylerden başka bir şeye riayet etmemeye alıştırılan gençlerin terbiye ve ahlakıyatı biz-zarure pek nakıs kaldı. İşte böyle bir zihniyetle yetişmiş olan nesl-i cedidin danişine idrakine arzu-yı teceddüdüne esasat-ı ictimaiyyeden olan an’ane ve şiyeme usul ve adab inkıyad ve ahlak gibi hiçbir şey mukavemet edemediğinden evladın pek nakıs kalan tahsili ile pederin cehalet derekesine tenezzül etmiş olan köhne ma’lumatı icabatından olmak üzere haysiyet-i pederane ve hürmet-i velediyye kamilen zail olmuş ve bin-nihaye evladın saika-i cür’et ve müddeayatı ile hukuku sakıt olan pederini taht-ı hükmüne alarak reis-i aile tavrını takınması mahiyetindeki netice-i acibe husule geldi. Bu suretle tarz-ı ma’hud-ı tedrisimizin yetiştirdiği birkaç zümre-i tüllab asırlara mukavemetle mütemadiyen duçar olmaktan hali kalmadığı en şedid masaibe rağmen idame-i mevcudiyyet edebilmiş olan hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyeyi dan başka hiçbir şey intikal etmedi. Nesl-i cedidin daniş ve idrakiyle en müşevveş bir zihniyet-i bi-inkıyad ve fetrete duçar olan hey’et-i ictimaiyyemiz halet-i inhilalinde enkaz-ı mazi üzerine bila-sud yeni bir bina-yı ictimai te’sisine sarf-ı mesai eylemiş fakat mahiyet-i ahvale peyda-yı ıttıla’ etmiş olmasına rağmen saika-i acz ve bi-tabi ile ne yapacağını bilememiştir. Bu sebeble zamanımızda vaktiyle ta’yib ve takbih ettiği sınıf-ı münevverin delaletiyle milel-i muhtelifeyi taklid ve temsile ram oluyor. Ve o sınıf gibi hatta ondan daha vapesin bir dereke-i fesad-ı ahlaka bir girive-i halet-i inhilale sürükleniyor. Hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyenin gerek esbab-ı inhilal-i hazırı ve gerek müdafaa-i mevcudiyyetindeki acz-i acibi mücerred teşkilatının mahiyet-i hususiyyesiyle memleketin mündemic bulunuyor. Her memleket gibi Türkiye de esbab-ı müvellidesinin devamı müddetince imtidad etmiş olan derebeylik usulüyle tanzim ve tensikı gibi ihtiyacatı muvacehesinde derebeylik etti. Hakan-ı mağfur cennet-mekan Sultan Mahmud Han hazretlerinin saltanatıyla başlayan bu usul-i cedidenin ihtiyacatına kafil olmak üzere ihdas olunan bir ketibe-i me’murin her türlü manasıbı bil-cümle vesait-i iktidarı kaffe-i rüteb-i teşrifatı ihraz ile zi-kudret ve miknet bir silsile-i kalemiyye suretinde teşekkül etti. Merkeziyet usulünün mahiyet-i ihtiyacatı ilcaatıyla teessüs ederek hükümdarın şahsında müctemi’ nüfuzun bir alet-i munkadı olmaktan başka bir şeyle mükellef bulunmayan bu sınıf-ı mümtaz-ı me’murin bir meziyet-i idareyi haiz bulunabilmekle beraber bir kıymet-i hakıkıyye-i ictimaiyyeden biz-zarure ari bulunuyordu. Çünkü bir sınıf-ı halkın evsaf-ı matlubeyi haiz bir sınıf-ı ali-i ictimai teşkil etmesine mütevakkıf istiklaliyeti istikrarı an’aneyi meziyyat-ı ma’neviyye ve fikriyyeyi cami’ bulunmuyordu. Hükümdarın atıfeten bahş ettiği şan ve şeref nüfuz ve iktidar servet ve saman ve inkıyad-ı mutlakının bir mükafatını teşkil ettiğinden istiklaliyet-i matlubeden bit-tabi’ mahrum bulunuyordu. Efradından herbirinin mukadderatı ma-fevkinin teveccüh ve adem-i teveccühüne veyahud hükümdarın irade-i keyfiyyesine mütevakkıf bulunduğu gibi her tebeddül-i saltanatta da hükümdar-ı cedidin mahmileri selefininkilerine kaim olduklarından halet-i istikrardan da ari bulunuyordu. Selasil-i an’anatı münhasıran mahiyet-i me’murine has olan istirkab ile inkıyad ve hodgami-i amiyane teşkil ediyordu. Seviye-i ma’neviyye ve fikriyyesi de efradından herbirinin mertebe-i me’muriyyetiyle az-çok mütenasib bulunabiliyordu. en münevver sınıfını temsil eden bu hey’et-i mümtaze-i kalemiyyenin kıymet-i ictimaiyyesi bundan ibaret idi. Vaki’a bu sınıf miyanında pek mümtaz şahsiyetler yetişmiş ise de ma’ruz kaldıkları rekabet-i hasmane ve kin ü hased saikasıyla madılar. Memleketin mukadderatına takriben bir asır hakim olan bu sınıf-ı mümtazın idare-i memleket hususundaki ehliyeti de maatteessüf kıymet-i ictimaiyyesinden pek farklı olamamıştır. Çünkü muhit-i aklamdan mütevellid adem-i cesaret hiçbir vakit cür’et edemediği gibi fıkdani-i azm u ehliyetine milliyyeyi ıslah edemediğinden kendisince olduğu kadar memleketçe de mechul müessesat-ı ecnebiyyenin te’sis ve teşkilini tercih eylemiştir. Halbuki bir memleketin müessesatı en muazzez en zi-kıymet miras-ı millisini temsil ettiğini ve müessesat-ı milliyyenin terki mevcudiyet-i milliyyeden de feragati mutazammın olduğunu anlayamamıştır. Bu sebeble usul-i idare-i merkeziyye ricali müceddid değil belki cesareti cehaleti ile mütenasib bir hey’et-i mübdi’a olmuş idi. Esasen bu hey’etin elinden gelebilen icraat-ı yegane de bundan ibaret idi. Çünkü hiçbir sa’y-i ciddiyi hiçbir ehliyet-i hakıkıyyeyi vesait ve ihtiyacatın tatminine müteallık hiçbir idrak-i aliyi istilzam etmediğinden memalik-i Garbiyyede mevcud bil-cümle ihtiraatın kabulünü alem-i ahlafda nam-ı bülend ile iştiharına amil-i kafi buluyordu. Bundan başka icraat-ı vaki’a endişe-i mes’uliyyete de tamamıyla tevafuk ediyordu. Zira memlekete idhal olunan measir-i muhterianın menşe’-i Garbisinden mütehassıl kıymet-i efsun-karane her nevi’ asar-ı ecnebiyyeyi celb ve tervic edenleri azade-i acz ü itham ve mes’uliyet bulundurmakla beraber memlekete de ümidler bahş ediyordu. Ancak; bu ümidler bi-esas ve seri’u’z-zeval olduklarından çok geçmeksizin elim bir inkisar-ı hayale mübeddel oluyordu. Maamafih kabul ve tervic-i ihtiraat keyfiyetinin temadi-i tekerrürü la-yenkatı’ duçar-ı za’f olan bir ümid-i mübhemin etmeyen memleketin ahval-i esef-nakine kemal-i sabr ile tahammüle medar oluyordu. nında bile zü’l-vecheyn olmaktan hali kalmamış olan hükumet-i sabıka-i Osmaniyye mutlakıyet-i idareyi temsil etmiş olmasına rağmen saika-i acz ile vazife-i tabiiyyesini ifa edemediğinden farkında olmaksızın ihtilalkar bulunuyordu. Bu sebeble teveccühat-ı umumiyyeden mahrum kalarak mevki’ini ancak nüfuz-ı vasi’-ı hükümdariyi istediği gibi isti’mal suretiyle muhafaza edebiliyordu. – – Evet bu muazzam ve maddi medeniyet insanları mekarim-i ahlaktan ruhani meziyetlerden mahrum bırakmıştır. Dini kitablarda gördükleri va’d ü vaide iman ve i’tikad eden pek az bir kısmı istisna edilmek şartıyla bu medeniyet-i maddiyyeden rında olduğu vechile huzuzat-ı dünyeviyyeden başka hiçbir şey’e rabt-ı amal etmemekte olduklarını açık söylüyorsam hata etmiş olmam zannederim. Vicdanın hürriyetine tarafdar olan ve onun dini rabıtalardan tecerrüdle istiklal-i tam sahibi olmasını te’min yolunda mücahedelere girişen ne adamlar görülür ki iffet ve istikametin şuun ve muamelat-ı cessemi olduklarını iddia edip dururlar da öte tarafta kainatı alt üst edecek mefsedetler hayat-ı beşeri tesmim eyleyecek şenaatler irtikab ederler; şayed bir taraftan “Allah’dan kork!” yolunda bir ihtara ma’ruz kalırlarsa hodkamane bir tavır ile söyleyeni istihfaf ve tezyife kalkışırlar. Her memlekette pek çoklarını gördüğümüz bu kabil adamlar bize şairin: “Nüfus-ı beşerde merkuz tabiatlerden biri de zulümdür. Binaenaleyh afif cevr u teaddiden müctenib bir adam görürsen bil ki bir sebebden dolayı zulm etmiyor.” Hakim’in: “Nefs-i insaniyyette zulüm gizli bir haslettir. Kuvvet hissederse kendini gösterir za’f gördükçe siner.” sözlerinin mahz-ı hakıkat olduğuna kat’i kanaat hasıl ettirmişlerdir. Zaten Kur’an -ı Mübin; ve emsali ayetlerle bize fıtrat-ı beşerde bu yolda ne gibi garizeler hasletler mündemic bulunduğunu Sözün hülasası her insanda bir vicdan-ı isti’dadi kuvve-i kabile vardır ki muhitini teşkil eden amillerin te’siriyle vicdan-ı fi’liye inkılab eder. Vicdan ise bir mi’yar-ı nefsidir ki akval ve akvalin hüsün ve kubuh menfaat ve mazarrat nokta-i nazarından kıymetleri onunla ölçülür. Vicdan anifen beyan ettiğimiz vechile kendine vücud veren muhitın de mütenevvi’ tabiat ve mahiyette tecelli eder. İnsanların ef’al ve muamelata aid telakkılerinin tehalüf ü tebayününü Bu ahvale mebni alemde bir vicdan yoktur ki varlığını muhtelif ümmetlerde “serbest fikir” bir din ile mukayyed olmayan erbab-ı imanın gittikleri yola gitmeyen demektir denilen bir menba’dan tereşşuh etme adat ve efkardan aldıkça mehasin ve mesaviyi takdir için hakıkı bir mi’yar olmaya elverişli olabilsin. Kanun-ı fıtrat esası üzerine kurulmuş olduğu için hikmet-i baliğa-i sübhaniyye peygamberan-ı savab ve hakıkat yollarına bizzat sevk etmek suretinde tecelli etmiştir. İnayet-i ezeliyye bu suretle bizzat icra edeceği müessir mev’izalar gun-a-gun terğıb ve tahzirlerle insanlarda harekat ve sekenatın takdirine elverişli onları mesaviden kuvve-i tasarrufiyyeyi havi bir vicdan-ı kavim yaratmak istemiştir. Esasen böyle bir şey yapılacaksa bunu Hallak-ı Alim Latif-i Habir vakıf-ı esrar-ı zamir olan Zat-ı Kibriya’dan başka kim yapabilir? Ehl-i sünnet ve cemaat eskiden beri şurada serd ettiğimiz hakayıkı anlamışlar da Şer’’in tahsin ettiği şey’in hasen takbih ettiği şey’in kabih olduğuna karar vermişlerdir. Mu’tezikelimesi yazılmamıştır. le-i müslimin her ne kadar hasen ile kabihi ta’yin hususunda mizan akıl olduğuna kail olmuşlarsa da başlı başına aklın hasen ile kabihi keşf salah veya fesadı mucib halleri temyiz kudretini haiz olduğunu iddiaya cesaret edememişlerdir; ve bu cesaretsizlik ilcasıyladır ki hüsün ve kubuh ile hükm-i aklın salahıyeti dahilinde olduğuna yalnız bu babda keşşaflık vazifesi Şer’a müteveccih bulunduğuna zahib olmuşlardır. Onlar bu nazariyeleriyle demek istiyorlar ki Şari’in hasen kabihdir. Her ne kadar akıl yalnız başına eşyanın hasen ve kubhu maslahata muvafık yahud fesadı mucib olduğu hakkında hüküm verebilirse de muamelat-ı beşeriyyenin kaffesi üzerine terettüb edecek ahkamı taharri ve ta’yin bil-cümle mehasin ve mesaviyi mazarr u menafi’i keşf edebilmek iktidarı dahilinde değildir. Çünkü fi’li ve kesbi olan akıl fikr-i beşer üzerinde muhtelif amillerin mütevaliyen icra ettikleri te’sirden hasıl olma bir semeredir. Böyle muhtelif te’sirata tabi’ olan fıtrat-ı beşeriyyenin peyda-yı inhina etmemesi ise müşkil bir keyfiyettir. Zaten biz de bundan evvel ukulün ne derece mütefavit olduğunu eşyanın hüsün ve kubhuna medh u zemmine dair vereceği hükümler arasında ne mertebe tebayün bulunduğunu bu mes’eleleri ta’mık edenlerin bir kısmı hüsün ve kubuh nef’ u zarar denilen şeylerin sırf birer emr-i i’tibari olduğuna zahib olmuşlardır. Onların nazarında ukul-i beşerin ittifak ettiği bir hüsn-i mutlak veya kubh-ı mutlak yoktur. Bir ümmet arasında din teessüs eder. İcra edeceği mev’izalar vereceği beşaretler hükümler serd edeceği emsal dermiyan eyleyeceği va’d ü vaidlerle onun vaz’ ve tavrını değiştirir hiss ü şuurunu tağyir eder git gide onda eski vicdandan başka bir vicdan vücuda getirir evvelki unsurlarını efkar ve ef’alinde harekat ve sekenatında hiç de evvelkine benzemeyen bir unsura kalb eyler. Evet ne kadar ümmetler gelip geçmiştir ki edyan birkaç sene içinde onların mahiyetlerini hiç o adamlar değil imişler gibi bir mahiyet-i digere kalb etmiştir. Yahudiler azdılar irtikab etmedikleri bir faziha bırakmadılar maharimi istihlal enbiyayı katl gizli-aşikar fuhşiyatı mubah addettiler. Kalblerini kasvet istila ederek taş gibi belki daha katı bir hale geldiler; kan dökmek mezalim icra etmek hususunda ifratın son derecesine vardılar. Mesih aleyhisselam merhamet ve mülayemet esasları üzerine müesses olan şeriat ve risaletiyle teşrif-i alem ettiği zaman Yahudilerle civarlarında bulunan Rumlar ve sair milletler bu halde bulunuyorlar rat’ın hakıkı düsturlarının Musa ve ondan evvelki enbiyaya aid şeriatlerin muhassalası olan eski vicdanlar mesh olmuş lerinin esiri lezaiz ve şehevatın perestarı olan bu cebabireyi da’vete başladı. Tabiidir ki vazife-i belağ ve irşadında muvaffak olabilmek için saha-i kevni istila eden bu mefsedetleri kökünden koparacak vicdan-ı beşere yeni bir şekil ve mahiyet verecek bir şeriate ihtiyacı vardı; evet insanlara o zaman kendileriyle zir-i tahakkümünde yaşadıkları gun-agun fenalıklar şeni’ temayüller arasında hail olabilecek bir vicdan lazımdı. Buna binaendir ki da’vet-i Mesih’in esasını halka merhamet müsamaha hilm ve sekinet afv u atıfet gibi hasletlerin telkın ve takriri teşkil ediyordu; Tevrat’ın ihtiva ettiği türlü türlü kısasların fesh u ibtali bu esasat-ı teşriıyyenin tabii bir neticesi idi. Cenab-ı Mesih lezaiz-i hayatı çirkin gösteriyor halkı dünyaya karşı perhizkarlığa haram ve helal bütün müşteheyat-ı nefsaniyyeyi terke teşvik ediyordu. Zühd ve iffete sevk yolundaki telkınatının te’siri o kadar kuvvetli idi ki eski Ortodoks ve Katolikler işi ifrat derecesine vardırarak asırlarca hakıkı Hıristiyanlık’ın ancak her türlü temayülat-ı şehvaniyyeyi esasından kat’ manastırlara çekilip inziva etmek kaba ve sert libas giymek nezafete düşman nazarıyla bakmak nefis taamlara rağbet etmemek perhize devam yahud alet-i tenasüliyyeyi kat’ suretiyle bahe olan ihtiyac-ı tabii ile mücadele eylemek esaslarıyla kaim olabileceği fikrinde bulunuyorlar Mesih aleyhisselam ancak bu gibi esaslarla birçok insanların fıtrat-ı seyyielerini tebdil edebildi; sengin kalblerini yumuşattı fikirlerini istila etmiş olan vesvese ve evham ordularını dağıttı. Cevval ve bi-karar olan heva ve heveslerine sükunet iras etti. Öyle olmayıp da her iki hayatın metalib ve ihtiyacatını cami’ mu’tedil bir şeriat getirmiş olsaydı ne o serkeş ser-azad insanları yola yatırabilir; ne de kendilerini pençe-i satvetine geçirmiş olan amal-i seyyie ve şehevat-ı nefsaniyye ile mücadeleye kudret-yab olurdu. Fakat alemde hiçbir şeyin bir halde devam edip gitmesine imkan yoktur. Ümmetler yakalarını kurtaramayacakları muhtelif amillerin te’siratından hiçbir vakit azade kalamazlar. Bundan dolayıdır ki tesvilat-ı şeytaniyye temayülat-ı şehevaniyye edyanın nüfus-ı beşeriyyeye ithaf ettiği ahlak ile daimi bir mücadele halinde bulunmaktadır. Şer ve batılın mahiyetleri icabınca revac bulmak sirayet etmek için bir mürevvice bir müşevvike hiçbir ihityacları yoktur. Hakıkat hayır ve menfaat ise böyle değildir; bunlar güzel alem-i maddiyyette mevki’leri metin ve mekin olmakla beraber terğıb ve teşvik suretiyle bir müzaheret görmedikçe payidar olamazlar; erbab-ı birr ü ihsanın mütemadi mücadelelerine dolayı bir batıl görmeyiz ki teşvik ve te’yide muhtac olsun bir hak bulamayız ki te’yid mücahede ve kuvvete istinad etmedikçe idame-i mevcudiyyet edebilsin. Şeriat-i Mesihiyye yerleştikten bilhassa Hıristiyanlık mezheblere ayrıldıktan sonra etba’ı hayati ve ictimai bir takım amillerin te’sirat-ı müteakıbesi altında kaldılar bunu ruhani ve siyasi nüfuz ve kudretin diyanet-i Mesihiyye esasına muhalif olarak bazı hükümdarlarda birleşmesi hadisesi ta’kıb etti. Artık o andan i’tibaren meşrebler biribirine uymamaya mezhebler ayrılmaya başladı. Hıristiyanlık aleminde şerr ü mefsedet bütün şiddet ve dehşetiyle meydan aldı. Hatta ahbar ve ruhbandan birçokları bir hak mukabili olmaksızın halkın emvalini yerler hak yolunu kapayarak halka yanlış yol gösterirler idi. Bizantiye Hükümdarı Kostantin bi’set-i seniyye-i Muhammediyye zaman-ı hükumetine müsadif olan Heraclius gibi cismani ve ruhani her iki riyaseti uhdelerinde cem’ etmiş olan hükümdarlara gelince bunlar fetava-yı Mesihiyye külünkleriyle dini esasından yıkıyorlar sırf vehme müstenid amal-i mahsusalarına zafer-yab olmak için saadet-i beşeri hak ile yeksan ediyorlar idi. Çünkü Tevrat’ta celal ve rehbet İncil’de hubb ü rahmet sıfatlarıyla tecelli etmiş olan Allah’ın kalbler üzerinde eski satvet ve te’siri kalmamıştı. Nasıl kalabilir ki herifler Zat-ı Akdes’i gah Uzeyr’in gah Mesih’in haşa babası yapıyorlardı. Cenab-ı Hak için vahdaniyet tasavvur edemeyecek derece za’f-ı idrake mübtela olmaları neticesi olarak Yunanlık’ın edvar-ı cahiliyyetine aid putperestlik mesleğine süluk ile Zat-ı Hakk’ı Meryem’in rahmine hulul ettiriyorlar sonra insan şeklinde saha-i vücuda çıkarıyorlar sonra berdar ediyorlar onunla kalmayarak içindeki günehkarları kurtarmak için cehenneme sokuyorlar sonra göklere çıkararak bugüne kadar babasının sağ tarafına oturtuyorlar ve ikinci def’a olarak Arz’a hübut edeceği i’tikadını besliyorlar. Daha daha Zat-ı Uluhiyyet hakkında öyle efkar ve i’tikadat besliyorlar ki hiç birinin geceleri kocakarıların söyledikleri masallardan Yunan-ı Kadim’in şi’ir ü hayal mahsulü hurafelerinden farkı yoktur. Diyanet-i Mesihiyye erbabı Vacibü’l-Vücud’u baziçe ittihaz ederek kız oğlan evlad sahibi yapmaya yerleri gökleri yarattıktan sonra yorgun düşürerek istirahat ettirmeye O’nu üçten bir birden üç yapmaya kalkıştılar. Böyle mantıksız münasebetsiz tasvirlerle uluhiyeti bir raddeye getirdiler ki artık fıtratlarında evsaf-ı celal ve cemaliyle bir ilah-ı münezzeh tanıyıp tasdik etmek kabiliyeti kalmadı. Onların bu tarzda tahayyül ettikleri idrakat-ı beşeriyyenin ihata edemeyeceği akaid-i gamiza hicablarıyla mestur ve mahcub bir hale koydukları bir ilah hiç şübhe yok ki ne nefislerini ıslah ve terbiyeye ne heva ve hevesleriyle mücadeleye muktedir olabilir. Ta’bir-i digerle böyle bir ilah hakk ile batıl muzırr vicdan meydana getiremez. İ’tikadlarınca doğup doğurttukları yorup bi-tab bıraktıkları cehennemlere saldıkları astıkları mehabet ve kibriya kisvelerinden tecrid ettikleri bir ilah bu kadar nakayısa hedef olduktan sonra celal ve intikam sıfatlarıyla muttasıf olmak kullarına ef’al ve harekatlarından dolayı inceden inceye hesab sormak sevab ve ikabın takdirinde adil olmak gibi celail-i evsafdan neş’et etme bir azamet ve kudsiyetle kalblerine tecelli edemez. O ilah nasıl yaratabilir ki onlar kendini yaratıyorlar nasıl kadir ve kahir bir hakim-i mutlak olabilir ki kendine işkenceler ediyor ve asıyorlar nasıl münezzeh ve müteal olabilir ki kendini rahimlere sokup insan şeklinde meydana çıkarıyorlar; oğul kız karı dost sahibi yapıyorlar? Hayır hayır nasara ve Yehud’un ma’budlarında kullarının nigehban-ı serairi olacak nefs-i emmarelerine hakim bir kuvvet muamelat-ı dünyeviyyede tarik-ı iffet ve istikametten ayrılmamak gerek nefislerine gerek başkalarına karşı hakkı hak tanıyıp icabına riayet etmek yollarına sevk edebilecek bir kudret kalmamıştır. Ta’bir-i aharla o ma’bud muamelat-ı ictimaıyyede adalet tasarrufat-ı ferdiyyede i’tidal ahkam ve kavaidini vaz’ ve takrir edip de alem-i vücudu müşkilat ve ıztırabattan nev’-i beşeri şuun-ı hayatiyyelerindan önce lafzı yazılmıştır. de tegallüb ve tahakküm emellerinin te’siratından kurtaracak bir kudret ve kuvvete malik değildir. Artık ilah-ı Yehud muhayyilelerinde bir şekl-i vücud vermeye vakf-ı efkar ettikleri ve bunu yapmak için başka ümmetlere ne yaparlarsa yapsınlar ehemmiyet vermedikleri bir maddeden ibarettir. Katolik Ortodoks ve sair tavaif-i hıristiyaniyyenin ma’budları da muhtelif asırlarda uluhiyet hakkında hasıl olan zunun u efkardan temessül etmiş bir ilah-ı mec’ulden başka bir şey değildir. Roma’da İspanya’da Kostantıniye ve sair bilad-ı Roma’da nan merasim yeniden yeniye meydana çıkarılan eşkal ve tezahürat-ı hayat hep bu ilah namına yapılmış şeylerdir. Bu ümmetler icad ettikleri bu gibi seyyiat neticesi olarak muhit-i kavmiyetlerinde azim ve iradelerine hakim ef’al ve harekatlarını tedbir ve tanzime iyisini fenasını fark ve temyize muktedir yeni bir vicdanın mazhar-ı tecellisi olmak bahtiyarlığından mahrum kalırlarsa bunun taaccübe şayan bir ciheti kalmaz. Bize bu nüktelerin kaffesini ehadis-i kudsiyye miyanında varid olan hadisi hall ü izah eder. Yunaniler bile aralarında Felatun ve Aristatalis gibi ilahiyyun zuhur etmezden mukaddem eski devr-i cahiliyyetlerinde bu sırra vakıf olmuşlardı. Onlar da insanlara karşı yalnız bir sıfatla tecelli edecek olan bir ilahın beşeriyetin bütün ihtiyacatını hakimane bir tarzda tedbir ve tanzim edemeyeceğini anlamışlardı; lakin o zamanlar akılları kendiliğinden tevhid yolunu bulamıyorlardı gözle görülemeyecek zunun ve efkar sahasına sığdırılamayacak bir ilah tasavvur edemiyorlardı; muhtelif sıfatları cami’ bir ilah olsun da istediğine veremiyorlar idi. Bu gibi mülahazat onları türlü türlü fikir ve tahminlere sevk etti; kuvve-i hayaliyyeleri kendilerini hayret ve tereddüd dalgaları içinde sağa sola bocalatmaya başladı; bu acz ve hayret sevkıyla ecram-ı ulviyye-i semaviyyeyi toplayarak onlardan hayalen tevdi’ ettikleri nuut ve evsaf-ı mahsusa ile tecelli edecek birer ma’bud düzmeye kalktılar. Harb ilahı hüsün ilahı şiir ilahı kahramanlık ilahı ve saire namlarıyla bir sürü alihe meydana getirdiler. Putperestlik devirlerini müteakıb akılları kemale erdikten mantık ve felsefe kuvvetiyle fikir ve reviyetleri kuvvet ve metanet peyda ettikten sonra bu ma’budların madde ile alakaları kesildi; gitgide bütün sıfat-ı celal ve cemal Vacibü’l-Vücud’da dı. Onlar bu halde iken İslam gelerek Allah’ı hakkıyla tanıdı kadr-i uluhiyyetini layık olduğu surette takdir etti. İbrahim Musa Isa ve sair rusül-i kiramın neşr ü da’vete me’mur oldukları akıde-i tevhidi tazeledi; o akıde ki şübheler vücudunun tab u taravetini haleldar ettikçe amal ve şehevata perestiş önüne perdeler çekerek akılların sezmesine mani’ oldukça taraf-ı ilahiden bir risalet kuvveti gelip yüzünden o perdeleri yırtar cism-i nezihini bulaştırılan sefahet ve cehalet levslerinden tathir eder idi. mensub oldukları kitabın ahkamını bir tarafa bırakarak ahbar ve ruhbanı rab ve ma’bud ittihaz etmişlerdi; bir kısmı putperest idi ki görmek işitmek hayra şerre yaramak şanından olmayan bir sürü sanemlere perestiş ediyorlardı. Ötede bir takım insan kitleleri vardı ki bunlar din kuyudundan azade bir halde bulunuyorlar madde ve onun teşekkülat-ı müteakıbesinden başka bir şey tanımıyorlardı. Efkar ve i’tikadattaki bu herc ü merci ümmetlerin taşıdıkları vicdanların ihtilafı ta’kıb etti; insanların meşrebleri biri birine uymuyor ruhları barışmıyor zevkleri tevafuk etmiyor aleminde bir mertebe tebayün-i efkar hükümran olmaya başlamış idi ki kanlar dökülür hukuk pa-mal edilir de buna ehemmiyet veren bulunmazdı. Halk yalnız biri birlerini tekfir Bu müdhiş buhran-ı ictimaiden son derecede bizar olan dılar. Dört gözle kolluyorlardı ki kudsi ve reha-kar bir rehber önlerine düşsün de kendilerine doğru yolu göstersin; kalblerini bir gaye etrafında toplasın gönüllerinde ef’al ve harekatlarını zabıta altına alacak mevcud olan münaferetleri ülfet ve muvanesete tahvil edecek tek bir mi’yar vicdan geldi. Fetret-i rusül hengamında dünyayı teşrif etmiş olan o hadi-i ümem insanlara ma’budu tevhid din ve akıdesini getirdi; bir tevhid ki bahs ettiğimiz vechile türlü türlü ma’budlarda tecelli ettirilmek istenilen nuut ve evsafı Zat-ı Akdes’de toplayıp birleştiriyordu daha bunlara Kur’an’ın sureler ayetler arasında yer yer beyan ettiği sair sıfat-ı celal ve cemali de izafe ediyordu. Evet Muhammed savi din-i tevhid ile gönderen o ilah-ı müteal idi ki kalblerin daimi surette takallüb ettiğini bir kararda kalmadığını efkar ve amalin türlü türlü tezahüratını meşreblerin mezheblerin biribirine uymadığını biliyordu. Te’sirat-ı müteakıbesiyle hayat ve beşeriyet alemlerinin tedrici bir surette evsaf ve havassını tağyir eden ta’dil ve tebdil mahv u ta’viz gibi tecelliyatıyla o alemleri günün birinde büsbütün başka birer aleme tahvil etmek kudret ve bir nesakda olmadığı kendine hafi değildi. O Resul-i muazzamı hidayet ve din-i hak ile gönderen nizam-ı kainatı hakıkat-i ezeliyyesi üzere kuran o Alim-i Hakim idi. O Perverdigar-ı Müteal kullarının fıtratları ne sırf şiddete ne sade hubb u rahmete mütehammil olmadığını biliyordu; alem-i vücudda hiçbir şeyde karar olmadığı hayatın daimi takallübat ve tahavvülattan ibaret olduğu da daire-i ilm ü Hep bu hakayık Zat-ı Uluhiyyeti’ne ıyan olduğu için Huda-yı Müteal muhtelif fıtratta olan kullarının ıslah ve tehzibi münasib deva vermek istedi. teessir olarak daire-i salaha avdet ederse diğer bir kısmın şiddetli tehdidlerle işkence korkusuyla tuttuğu meslek-i sakımden döneceğinde şübhe yoktur. Öyle bed-maye insanlar vardır ki nevaziş ve merhamet tehzib-i tıynetine hizmet etmek şöyle dursun bilakis temerrüd ve nahvetini artırır. Beri tarafta öyle fıtratı pak adamlara tesadüf olunur ki ufak bir nasihat kendilerine müessir bir ders-i edeb ve ibret teşkil eder. En basit bir telkın ve irşad onlara en kuvvetli bir reh-nüma-yı selamet ve saadet olur. Yine insanlar vardır ki haram işlerler heva-perestliğin rakmadıklarını görünce de Cenab-ı Hakk’ın merhamet ve gufranından lutf u ihsanından ümidlerini keserler; karşılarında reca kapıları kapanır mahafet ve ye’s kendilerini girdab-ı hüzn ü helake sürükler. Öyleleri de vardır ki Cenab-ı Hakk’ın rahmetine vüs’at-i fazl u in’amına olan fart-ı i’timadları kendilerini bütün hakları Şer’ ve vicdanın ta’yin ettiği hadleri istihfafa sevk eder. Hürmetleri hetk mesaviyi iktiham hususunda kendilerinde büyük cür’et hissederler; bir takım saf ve sade-dilleri aldatmak biçareganı müteellim ve mutazarrır etmek yolunda nefislerini mutlaku’l-inan görürler. Sonra bir takım kimseler de vardır ki kalp ve vicdanları amal ve şehevat-ı nefsaniyye elinde bir oyuncak olur da bir halde durmak bir noktada karar kılmak ellerinden gelmez; akıllarının çekilecek dizgini fikirlerinin ölçü ve terazisi yokmuş gibi hasene ile seyyieyi maslahat ile mefsedeti hak ile batılı bir arada karma karışık bir surette yapıp geçerler. Binaenaleyh Hakem-i Habir olan Zat-ı zü’l-Celal’in irade-i sübhaniyyesi o yolda tecelli etmiştir ki bu mizac ve meşrebleri muhtelif adamlardan her birinin derdine göre deva versin kalblerindeki kasveti rikkat ve mülayemete tahvil etsin eğrilerini doğrultsun levs-i rediattan tathir ve tenzih günahlarını afv hürriyet-i mutlakalarını takyid etsin; doğru yolu gösterip dalaletten kurtarsın seyyiat-ı sabıkaları üzerine bir sütre-i afv u gufran çeksin. Böyle bir maksadladır ki Cenab-ı Hak bu muhtelif alemlere bu tavır ve meşrebleri mütebayin insanlara fıtrat ve mizaclarının icab ettiği nuut ve evsaf ile tecelli etmek lutufkarlığında bulunmuştur; Rahman-ı Rahim görünürken Hakem-i Adl Kahhar ve Cebbar vasıflarını takınmıştır. Mu’ti ve Nafi’ na’tleriyle tecelli ederken Zarr ve Mani’ sıfatlarıyla da mevsuf olduğunu bildirmiştir. Bir zerrenin hesab ve münakaşasını kullarına karşı afv u gufran ile muamelede bi-manend birr ü atıfet sahibi olduğunu göstermiştir. Müntekım ve Şedidü’l-ikab görünürken vahdaniyetine iman eltaf ve inayatına şükr eden kullarını duçar-ı azab etmeye hacet görmeyen bir Afuvv u Rauf vasf-ı mukaddesini i’lan etmiştir. rida-yı mecd ü kibriyaya bürünmüş bir Aliyy-i Kebir olması kullarının feryad-ı istimdadını Semi’ niyaz ve ibtihaline Mucib sıfatlarıyla tecellisine mani’ olmamıştır. Kullarına şah damarlarından yakın her yerde kendileriyle beraber olması da Mucib vasf-ı keriminin cümle-i tecelliyatındandır. olsalar ruh ve vicdanlarının doğduğu muhitlar aynı şeraite tabi’ bulunsa o zaman nuut ve evsaf-ı sübhaniyyeden yalnız bir kısmına mazhar olmaları imkanı vardı. Fakat nasıl olabilir ki ahlak ve etvar i’tibarıyla aralarında bütün şiddetiyle Kur’an’ın tanıdığı ve tanıttığı ilahın sıfat-ı cemal ile birlikte sıfat-ı celali de haiz bulunması beşeriyet için türlü türlü esbab-ı saadet hazırlamış ilah-ı Kur’an’a kail ve mu’tekıd olanların kaffesini nizam-ı ictimai nokta-i nazarından en müsaid şeraite mazhar etmiştir. Neden böyle olmasın ki müslümanlar ma’bud-ı yeganelerinin evsaf-ı kudsiyyesi miyanında kendilerini fenalıklara cür’etten men’ edecek celal ve mehabeti biribirlerine karşı hiss-i meveddet ve re’fet taşımayı bir seciye haline getirecek nevaziş ve atıfeti Cenab-ı Hakk’ın mü’min kullarına ne yolda tecelli etmekte olduğunu daha vazıh bir tarzda anlamak isteyenler ve teşrihine aid şu sözlerini nazar-ı im’an ile okusunlar: Kur’an’ın tarz-ı hitabını şöyle bir teemmül et bir padişah göreceksin ki mülk-i vücud yed-i kudretindedir. Hamd lazımsa yalnız zat-ı pakine edilir. Zimam-ı umur elinde olduğu takdiri dairesinde netice-pezir olur. Mülk-i ekvanın hiçbir köşesi kendine gizli kalamaz; kullarının gizli aşikar hiçbir hal ve karı nazar-ı ıttıla’ından kurtulamaz. Saltanat-ı alemin tedbir ve tedvirinde yektadır. Görür ve işitir; verir esirger; nail-i mükafat eder duçar-ı mücazat eder. Mükrim’dir Müheymin’dir; O yaratır o besler; takdir eden de hükm-i takdirini infaz eyleyen de kendidir. Umur-ı kainatın Müdebbir-i hakıkısi Zat-ı zü’l-Celal’idir. Küçük büyük her iş saha-i tecelliye O’nun arş-ı celal ve azametinden inip gelir bin-netice yine o Bargah-ı Mualla’ya yükselir. Bir zerre hareket ederse ancak O’nun izniyle hareket eder; bir yaprak düşerse behemehal O’nun ma’lumatı tahtında düşer. Düşün ve gör ki O nasıl zatının sena-hanı oluyor kendi kendine ne yolda tebcil ve tahmid ediyor; kullarına nasihat eyleyor mucib-i felah ve saadetleri olan yolları gösteriyor; onları bu yolları tutmaya teşvik helaklerini mucib olacak ahvalden tahzir ediyor; esma’ ve sıfat-ı eltafını sayıp dökerek onlara kendini sevdiriyor; ni’metlerini esbabına tevessül etmelerini emir yahud bais-i intikamı olacak ahvalden tahzir maksadını gözetiyor. İtaat ederlerse hazırladığı eltaf u inayatı isyan ederlerse haklarında tertib edeceği enva’-ı ukubatı şimdiden söyleyip bildiriyor. Dostlarına düşmanlarına karşı yaptığı muameleyi ve her iki zümrenin akıbetleri nereye müncer olduğunu haber veriyor. Dostlarının yaptıkları en güzel işleri haiz oldukları en güzide evsafı yad ederek sitayişlerinde bulunuyor; düşmanlaşeklinde yazılmıştır. rını ef’al-i seyyie ve evsaf-ı redielerini teşhir ederek rüsva; hakayıkı tebyin için meseller irad ediyor; mütenevvi’ deliller burhanlar serd ediyor; düşmanlarının ilka-yı şübhe maksadıyla meydana koydukları evham ve mugalatata güzel güzel cevaplar veriyor sadıkın sıdkını te’yid kazibin kizbini i’lam ediyor hakkı söylüyor doğru yolu gösteriyor. Kendine karşı her suretle fakr u ihtiyac mevki’inde bulunduklarını ve bir lahza tavr-ı istiğna takınmak imkanı olmadığını aynı zamanda kendinin değil insanlara bütün mevcudata karşı istiğna-yı mutlak sahibi olduğunu söylüyor. İnsanlara O ihsan etmedikçe zerre kadar hayır adl ü hikmeti icab eylemedikçe en ufak bir şer terettüb etmeyeceğini haber veriyor. Onun tarz-ı hitabından sevdiklerine karşı ne kadar latif taraftan da kusurlarını afv ma’zeretlerini kabul eyliyor. Hukuklarını himaye ve müdafaa lutfunda bulunuyor onlara hall ü tesviye onlara karşı olan vaadlerini ifa ediyor. Hülasa bir dost ki dostluğunu kazanmak bahtiyarlığına nail olanlara başka bir dost aratmıyor. DÜNYADA İKEN UYANALIM KABİRDE UYURUZ Ey Şeriat-i Garra-yı Ahmediyye’ye mensub olan dindaşlarım! Ey kisve-i ilmiyyeyi labis olan muhterem üstadlarım!. Hususuyla köylüler ile düşüp kalkan köylülerin ahval-i ruhiyyelerine yakından vakıf olan köy hocaları meslekdaş ve kardeşlerim! Afv edersiniz benim gibi ilim ve iktidarı noksan mevki’i dun olan bir kimsenin böyle umuma hitab etmesi hata ise de “Söyleyene bakma söyletene bak” darb-ı meselince ruhumdan kopan feryadlarımı inayet-ı Hak ve zularımı pey der-pey enzar-ı kariine vaz’ edeceğim. Olur ki bin sözümden bir danesi bir müslümana te’sir eder de rıza’-i Esasen ben yirmi hanelik bir köy hocası olduğumdan benden öyle ma’lumatlı cümleler parlak kelimeler beklemeyiniz. Meramımı kaba Türkçe olarak anlatabilirsem bu benim için büyük muvaffakıyet ve bahtiyarlıktır. Cenab-ı Hak bu mukaddes Din-i İslam’ı inzal buyurduğu gibi kıyamete kadar da yine kendisi muhafaza buyuracağını va’d ediyor. Şu kadar ki adet-i ilahi muktezası olarak bu zamana kadar enbiya’-i izam evliya-yı kiram ulema’-i fiham ve mücahidin-i İslam vesatatıyla muhafaza buyurduğu gibi ila-yevmi’l-kıyam da yine müslümanlar vasıtasıyla muhafaza buyuracaktır. Şu mühim noktayı iyice nazar-ı dikkate alalım ki: Cenab-ı Hakk vaki’a; “Ben Azimü’ş-şan dini inzal ettiğim gibi yine ben muhafaza edeceğim” buyuruyor. Fakat mesela Ankara’da Konya’da İstanbul’da veya Bursa’da muhafaza ederim diye bir şey buyurmuyor. Biz eğer dinimizin kadr u kıymetini kudsiyet ve ulviyetini bilmezsek dünyada ne kadar san’at ticaret ziraat hüner ma’rifet esbab-ı terakkı ve teali varsa hepsinin bütün beni-beşerin saadet ve selameti dinimizde mevcud olduğunu idrak edip de onun ahkam-ı celilesiyle amil olmaz isek… Sahibi bizden alıp kıymetini bilen başka bir kavme lütf eder ve onlar vasıtasıyla muhafaza eder. Birkaç sene mukaddem bir Alman kumandanının bizim müslüman askerine hitaben söylemiş olduğu müessir muhık muhrik kelamlarının bazısını arz edeyim de bizde eğer zerre kadar haya insaf ve düşünce var ise arımızdan yerlere girelim. Bakınız bir gayr-i müslim ne diyor: “…Sizin peygamberiniz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem; “Sabahleyin üzerinize güneş doğmadan kalkınız!” dediği halde siz öğleye kadar yatarsınız. “Günde beş def’a abdest alınız yani elinizi yüzünüzü ve sair a’zalarınızı yıkayarak taharete nezafete dikkat ediniz!” dediği halde siz haftalarca yüzünüzü yıkamazsınız. Ayaklarınız kirden kokudan çürüyor.” ediyor. Bunu uydurmuyorum. Icab ederse bu zatı da ve söylediği mevki’i de irae edebilirim. Böyle dinimize aid nasihatleri gayr-i müslimlerden işitmek bize ar değil mi? Peki dini nasıl muhafaza edelim? Nasıl mı? Evvela köy hocaları bütün ahalinin ahvalini gördükleri işittikleri fenalık ve rezaletleri hatıra ve gönüle bakmayarak açık ve serbestçe söyler esasat-ı şer’iyyeyi hakkıyla gösterir batıl i’tikadları tashih sonu uçurum olan eğri çıkmaz yollardan kendileri nümune olarak müslümanları tahzir eder; millet-i İslamiyye saptıkları dalalet yollarını terk ederek tarik-ı müstikıme avdet ederler evliya-yı umur da layıkı vechile emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunur ahkam-ı şer’iyyeyi bi-hakkın tatbik eder… İşte din böyle muhafaza edilir. Yoksa müslümanlar köylerde kahvehanelerde köşede bucakta; “Din mahv oluyor fuhşiyat ve rezaletin önüne kimse geçmiyor yandık…” gibi dedikodu ile vakit geçirir bir taraftan böyle söylerken diğer taraftan helal ve haram demeyerek Rahman’a secde etmeyerek her türlü mel’anet ve denaeti irtikab ederlerse dindaşları helak oluyorken kendi zevk u safalarına halel gelmemesini arzu ederlerse o zaman en feci’ kahır ve felaketlere duçar olarak mahv u muzmahil olacağımıza kalıbımı basarak sened vereyim. harrir ve siyasiyyunundan binlerce kişi tarafından imza edilip hükumete verilen layihayı acaba okuduk mu? Okuduk amil olan biz miyiz yoksa onlar mı?” diye arımızdan hiç ağladık mı? Acaba bizim ulemamız bu zamana kadar böyle pek mühim hayati ictimai ve dini olan birçok mesailden hangisine tevessül etti? Kumarın lu’biyatın meyhanelerin kerhanelerin irtikab ve irtişanın ihtikarın atalethane olan kahvehanelerin gazinoların men’ ve lağvı için hangi bir teşebbüste bulundu mu? Dinin rükn-i a’zamı olan namaza kıyam oruca devam edilmesi için ne gibi irşadatta bulunuldu? Böyle dini ve ictimai mes’eleleri başa çıkarmak için hiçbir teşkilat vücuda getirdiler mi? Teşkilat ne demek? Biz bulsak birbirimizin gözünü çıkarırız. Değil ki aynı maksad uğrunda toplanalım cem’iyetler yapalım muntazam surette çalışalım dinimize memleketimize sahib olalım. Verese-i enbiya’ diye geçinen bizler köşe bucağa çekilerek vazife-i ulviyye ve kudsiyyemizi terk edersek bir takım deni ve hasis menafi’-i şahsıyyemizi ta’kıbe koyulursak başkasına bir şey demeye hakkımız olur mu? Biz perişan iken başkalarını ittihada nasıl da’vet edebiliriz? Ama siz diyeceksiniz ki: “Bu zamanda dinden imandan ahkam-ı ilahiyyeden menhiyattan… bahs olunur mu?..” Niçin bahs olunmasın? İşte ben bahs ediyorum ya. Hiç kimsenin de mani’ olduğunu görmedim. Bilakis birçok zevattan nice yüzbaşı binbaşı beylerden ve sair zevattan takdir ve teşviknameler aldım. Yalnız –bir-iki tabur ve alay efendilerden ne bir mektub aldım ne de bu mes’elelere kendilerini alakadar gördüm. Böyle mi olmalıyız? Milletin liyiz. Köylümüzün ihtiyaclarını anlatmalıyız. Terakkılerinin çarelerini araştırmalıyız. Herkes bu hususda bildiğini düşündüğünü yazmalıdır. Bütün müslümanlar indinde büyük bir mevki’ ve emniyeti haiz olan Sebilürreşad ceride-i İslamiyyesinden rica ederiz ki sahifelerini bu kabil yazılara da açık bulundursun. Köylülere mahsus mesail ile de iştigal etsin. Şu kadar ki köylülere aid yazılacak şeylerin her halde gayet açık bir lisanla yazılması iktiza eder. Maşaallah Sebilürreşad şimdi yirmi büyük sahife olarak intişar ediyor. Birçok makaleleri birçok mebahisi ihtiva ediyor. Bunun birkaç sahifesini köylülere tahsis etse ne kadar iyi olur. Sonra eli kalem tutan meslekdaşlarımız köy hocaları ba-husus müfti efendiler bu mes’elelere büyük alakadarlık göstererek gördüklerini düşündüklerini Sebilürreşad’a yazmalıdırlar. Bu suretle bir hareket bir fa’aliyet gösterirsek müslüman köylünün hayatında büyük te’sirler büyük terakkıler husule getirebiliriz. Şunu hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıdır ki köylüye ne söylenecekse ne telkın edilecekse mutlaka din namına olmalıdır. Köylü dinin ahkamına o kadar riayet etmediği halde yine din ağzıyla kendisine edilen nasihati hüsn-i telakkı eder. Köylünün intibahı için bundan başka çare yoktur. Binaenaleyh bu hususda en mühim vazife köy hocalarına ulemaya müftilere terettüb eder. Milleti irşad edecek dalalet yollarından vikaye edecek rah-ı terakkı ve saadete isal edecek hiç şübhesiz din rehberleridir. Şu halde bu rehberler ne yolda hareket edecekler bu gayeye vasıl olmak için nasıl çalışacaklar… Bunlar taayyün etmelidir. Bu hususta herkes fikrini söylemeli düşündüğünü yazmalıdır. Ba-husus müfti efendilerin bu mes’elelerle esaslı ve devamlı bir surette uğraşmaları köy hocalarıyla daimi münasebetler te’sis etmeleri köylülerin hayat-ı ictimaiyyelerini ta’kıb etmeleri köylülere edilecek nasayih ve irşadat hakkında köy hocalarına ta’limat vermeleri iktiza eder. Herşeyi hükumetten beklememeliyiz. Kendi kendimize bu işlerle uğraşmaya bakalım. Aramızda teşkilat vücuda getirelim. Köylülerin terakkısine çalışalım. Bu zamanda münferid mesai ile iş görülemeyeceğini anlayalım. Bu asır cem’iyet asrıdır. Bütün işler müctemian görülmektedir. Köylünün birlikte yapmalıyız. Mutlaka aramızda iştirak-i mesai teessüs etmelidir. Buna göre hazırlanmalı. Bu gayeye doğru yürümeliyiz. Bunun için ben istiyorum ki aramızda bir irtibat husule getirecek bir münasebet te’sis edecek esbaba tevessül edilsin. Bunun için de bugün yegane vasıta matbuattır. Herkes bu hususta yazmalı daima yazmalıdır. tirip iki satır bir şey yazamazdım. Fakat yaza yaza şimdi alıştım. Düşündüklerimi ifade edebilirim zannediyorum. Ben bir köy hocası olduğum halde ifade-i meram edebilirsem kasabalarda tedrisatla meşgul olan hoca efendilerimizin masalih-ı müslimine dair her gün bir çok fetvalar yazmakta olan müfti efendilerin ifade-i meramdan aciz bulunduklarını bit-tabi’ kabul edemem. Olsa olsa bunu ihmale adem-i le meşgul olalım düşündüklerimizi yazalım. Bu gibi şeylerle neşr edelim. dine vatana millete hizmet edelim. Mevcudiyetimizi gösterelim. Mevki’imizi yükseltelim. Herkesten hürmet ve i’tibar görelim. MUSEVI MES’ELESİ – Vakit sermuharriri Ahmed Emin Bey gazetesinin Teşrinievvel tarihli nüshasında “sulh hazırlığı” hakkında şayan-ı dikkat bir makale neşr ile muhtelif mesail-i mühimmeden bahs ediyor. Sırası gelince bu mes’eleler hakkındaki nokta-i nazarımızı biz de beyan edeceğiz. Şu kadar ki hayretimizi mucib olan birkaç nokta hakkında Emin Beyefendi Emin Bey mevzu’-i bahs ettiği mesail arasında Musevi mes’elesiyle ittihad-ı İslam siyasetini de ilave etmiş her nedense birincisini müdafaa ve iltizam ettiği halde ikincisinden arasında ittihad te’sisini hülya diye göstermiş! İttihad-ı İslam aleyhinde bulunan Emin Beyefendi’nin Yahudilerin müdafi’i kesilmesinin hikmetini anlayabilir miyiz? Yahudileri müdafaa eden Emin Beyefendi onların emellerine tercüman olurken diyorlar ki: “Musevi amaline gelince bunların gayesi dünyanın muhtelif yerlerindeki Museviler için bir nokta-i telakı teşkil edecek bir hars merkezi teşkilidir. Musevi müessesat-ı harsiyyesi vücuda getirilmesi için Filistin’de bir mıntıka tefrikı ve buranın fık bir tedbir olur.” Acaba Emin Beyefendi Yahudilerin Arz-ı Filistin’de yalnız bir hars merkezi teşkil etmek istediklerini nereden biliyor? Neye müsteniden Musevi amalini bundan ibaret telakkı ediyor? Hükumet-i seniyye hangi milletin harsını men’ etmiştir? Yahudileri millet-i Osmaniyyeden fazla hımaye eden bir millet yahud bir hükumet var mı? Şimdiye kadar aramızda yaşayan Yahudilere ne gibi taaddiyatta bulunduk? İspanya’dan kurtardığımız Yahudiler şimdiye kadar bize karşı ihlas ve sadakatlerini vefakarlıklarını gösterecek bir şey irae edebilirler mi? Acaba Romalılardan beri düvel-i Mesihıyyenin vaz’ ettiği kanunlar mucebince Musevilerin Arz-ı Filistin’i kanunu yaptığımız halde bazı mürtekib me’murların hıyanet ve irtişaları ile Yahudilerin te’sis etmiş oldukları koloniler yani müstemlekeler kafi değil midir? Bundan daha fazlasını istemek muvafık-ı insaf mıdır? müslüman hıristiyan oranın ahali-i mahalliyyesi Yahudilerin zulmünden feryad etmekte oldukları halde bu teklifin ma’nası nedir? Müsellah Yahudi jandarmaları Yahudi posta pulları Yahudi mahkemeleri Yahudi banka kaimeleri Yahudi nazırları Yahudi bandıraları… Bütün bunları senelerden beri Filistin’de alenen meydana getiren Yahudiler yalnız bir hars merkezi mi istiyorlar? Zorla halktan arazi zabt eden Yahudiler Filistin’de bir hükumet teşkil ederlerse oradaki halkın Max Nordau ve diğer Yahudi rüesası alenen Avrupa ve Amerika gazetelerinde Filistin’de bir hükumet-i Yahudiyye teşkil etmeye kat’i surette karar verdiklerini söyledikleri halde Emin Beyefendi bunların yalnız bir hars merkezi istediklerini Ahmed Emin Bey Yahudilerin Filistin’deki zulüm ve teaddileri ve harb esnasında düşmanlara karşı yaptıkları casusluklar dolayısıyla ordumuza iras ettikleri zararlar hakkında fazla ma’lumat almak isterlerse ahali-i mahalliyyeden veyahud Dahiliye Nezareti’nden sorsunlar. Wilson’ın vaz’ ettiği kaide mucebince her millet kendi mukadderatını ta’yin edecek değil mi? Öyle ise neden Filistin ahalisinin re’yi sorulmasın? Yahudilerin hissiyatı için bir millet feda olunur mu? Vaktiyle Romanya ve Rusya hükumetleri Yahudilere karşı fazla zulüm ve istibdadda bulundukları için Musevilerin hicretleri ma’zur şikayetleri mesmu’ olabilirdi. Fakat bugün bu müsavatsızlık izale olunduktan sonra buna mahal var mıdır? Yahudiler bugün dünyanın her tarafına dağılmışlar yerleşmişlerdir. Filistin ahalisi için ise başka yer yoktur. Bu zavallılar kendi topraklarında yaşamak istiyorlar. Şayed Yahudiler mutlaka yer değiştirmek istiyorlarsa Amerika’ya yahud Brezilya’ya yahud Memalik-i Osmaniyye’nin diğer muhtelif yerlerine hicret etsinler. Ahmed Emin Bey’in Yahudiler hakkında vaz’ ettiği kaideyi tatbik edecek olursak bütün eski milletlerin bekayasına birer muhtariyet hazırlamalıyız. O halde bütün Avrupa bizimle beraber Merkezi Asya’ya hicret etmeye karar vermelidir. yoruz ki Yahudi mes’elesindeki vuzuh-ı mültezem burada asla görünmüyor. Maksad boğuk mübhem bir takım ibareler Hilafet siyasetinin bir hülya hem de muzır muğfil mudıl bir hulya addolunması pek ma’nasızdır. Ahmed Emin Beyefendi müslümanların arş-ı Hilafet etrafında ittihadlarına karşı bu kadar şiddetli davranıyorlar da neden aynı siyaseti Museviler için tervic ediyorlar? Bu tenakuzun sebebi nedir? Ahmed Emin Beyefendi İslamiyet’i nasıl bir şey telakkı ediyorlar? Müslümanlık’ı yalnız i’tikadata müteallik mücerred bir mefhum mu zannediyorlar? İslamiyet i’tikadat-ı mücerrededen ziyade ameli idari ve siyasi bir dindir. Hilafetin hukuk ve vazifesi hakkındaki eserlerden hiçbir tanesini okumadan böyle bir fikirde bulunmak garib bir cür’et olmaz mı? Mesail-i İslamiyye hakkında ma’lumatı yoksa bu gibi mevzu’ları karıştırmamalıdır. Şayed varsa hangi esas üzerine söz söylediklerini beyan etmelidir. dinin esasatı keyif ile tebdil olunmaz. Beyne’d-düvel sosyalist ittihadları umumi amele merkezleri bulunduğu halde müslümanların ittihadı neden gayr-i asri ve hülya sayılsın? Müfrit bir Museviden mutaassıb bir siyonistten beklenebilecek bu mülahazatı biz “Ahmed Emin” imzası üzerinde görebileceğimize doğrusu hiç de ihtimal vermemiştik. Tabii bu mühim mes’ele hakkında bu kadarla iktifa edecek değiliz. Amerika Reis-i Cumhuru Mister Wilson’un siyaset modası kabilinden olarak vaz’ ettiği düstura sathi nazarla bakılacak olursa cazibedar görünür. Reis cenabları bil-cümle anasır ve akvama hatta en küçük kitlelere bile hürriyet ve de yeryüzünden istibdad cebir ve tahakküm esaret ve istila politikası kalkacak ve bundan sonra muazzam hükumetler devletler ve milletler kendiliklerinden küçük ve zaif olanlara tahakküm etmeyecekler ihtirasat-ı siyasiyye peşinde koşmayacaklar herkesi kendi haline bırakacaklardır! Mesela İngiltere hükumeti Asya’da ve Afrika’da yaşayan kümeleri küçük millet ve hükumetleri birer bahane ile müstemlekatının iktisadiyatının menafi’-i maddiyye ve ma’neviyyesinin uğrağı bulunan mühim mevki’lerde sakin müsterih ve fariğu’l-bal bırakacaktır! Hindistan’ı ebediyyen azade ve asude bırakacak; Asya’nın vaz’ıyyat-ı umumiyyesini çok geçmeksizin –kemal-i ciddiyyet ve sür’atle– kat’i bir surette halledecek; o cihetlerde vaz’iyet-i coğrafiyye noktasından ehemmiyetleri olan milletlerin küçük hükumetlerin varlıklarına dokunmayacaktır! Öyle zannediliyor ki İngiltere Devleti bu harb-i cihan-şümul neticesinde düşmanlarına rakıblerine da’vacılarına karşı ihraz-ı tefevvuk edip galib ve muzaffer bir tavırla çıktıktan sonra Wilson Desatiri’ne muraat edecek o düsturların ahkamına sadık kalacak da bin-netice bir taraftan Mısır’da Suriye’de Filistin’de Hicaz’da man sevahilinde; diğer cihetten Kafkasya’da Türkistan’da cek hükumetlerin hukuk-ı sariha-i milliyye ve siyasiyyelerini tasdik eyleyecek ve kendilerine artık hiç ilişmeyecektir. Eğer bazı kuteh-binan böyle düşünüp böyle muhakeme ediyorlarsa biz asla onlar gibi düşünmüyoruz. Aramızda azim bir ihtilaf-ı nazar ve fikir hüküm-fermadır. Biz yakınen biliyoruz ki İngiltere bu muharebe neticesinde gerek Asya’da gerek Hindistan yolu üzerinde kendisi için arkada mucib-i endişe bir mes’ele bırakmayacak bu mesail-i mühimmeyi kökünden fasl u tesviye etmeye çalışacaktır ki bundan sonra nagehani hadisata mahal kalmasın ve İngiltere’yi atiyen düşündürmesin. Esasen İngiltere’ye karşı bundan böyle rekabet edecek ve hususiyle onunla alem-i siyasette boy ölçüşecek kaviyyü’ş-şekime bir Almanya yahud zi-nüfuz bir Osmanlı Devleti kalmayacak olursa tabiat-i eşya hükmünce İngilizlerin nüfuzu Şark’ta ister istemez ilerleyecek ve günün birinde hakıkı cihan ferman-fermalığı İngiltere’ye nasib olacaktır. Acaba Mister Wilson cenabları o zaman akvam ve milel-i sağırenin hukuk-ı sariha-i milliyye ve esasiyyelerini ne ile sıyanet edebilir? Hangi kuvvet ve kudretle İngiltere’nin bu esasat ve desatire ser-füru etmesini te’min edebilir? Emin olalım ki Mister Wilson insanların kanlarında cibilliyetlerinde merkuz olan bir hasleti tağyire asla kadir değildir. Konferanslar kongreler Lahey Sulh Mahkemeleri bu gamız-ı mu’dıla-i tabiiyyeyi halledemez. düsturu bundan sonra da cihanda ahkamını rakacaktır. Bunda zerre kadar şübhe etmemelidir. Almanya’nın bugünkü satvet ve ceberut-ı askerisi pek fena görülüyor; fakat yarın İngiltere’nin hasıl edeceği en müdhiş ve hayret-engiz kuvaya karşı acaba Wilson ağzını açıp da tek bir söz söyleyebilecek mi? bu vadilerde yaya ve tecrübesiz değildirler. Onlar bu ana kadar ta’kıb ettikleri riya ve hud’a sayesinde cihanı yaktıkları halde kimsenin aleni feryadına meydan vermemişlerdir. Fakat hakıkat-i halde istila ettikleri yerlerin ahalisi candan bizar olmuşlardır. Müddeamızı isbat için Mısır ve Hindistan nasyonalistlerinin her zamanki ah u eninlerini şahid makamında gösterebiliriz. Yarın öbürgün Ceziretü’l-Arab’da birkaç sultan-ı vala-şanın! yi mükemmel görünecektir. Sokakları temiz çarşıları güzel hatta ihtimal ki birkaç mektepleri de olur; fakat haysiyet bin kere hayır… Bunların her biri Hindistan’daki raca ve nüvvablardan daha zelil ve madun olacaklardır. Oralarda yalnız ve yalnız İngiliz menfaati İngiliz nokta-i nazarı icra-yı hükumet edecektir. Bütün zahmet hüsran vebal o zavallı sultanların; hayır ve menfaatler ise İngilizlerin olacaktır. Evet İngiltere bil-cümle Asya ve Şark mesailini halledecektir. Hindistan’ın –berren ve bahran– atisinden emin ve mutmainn olacaktır. Hindistan’ın güzergahındaki diyar ve bilad-ı İslamiyye –re’sen ve resmen ol[ma]sa bile– fi’len İngiltere’nin boyunduruğu altına girmeye mahkumdur. Hind tarihi Mısır’ın otuz-kırk senelik vakayi’ini okuyup tetebbu’ edenler bizim ne demek istediğimizi bilir ve anlarlar. Eyvah va esefa henüz biz müslümanlar bir türlü anlamıyoruz ki İngiltere hükumeti her İngiliz ferdi Müslümanlık’a düşmandır. O Türkü Arabı Acemi ve sair milel-i ve’l-mürselin olan Hazret-i Muhammed’e adudur. O mübarek ve mukaddes şahsıyetin pey-revi tabi’i –ister Türk ister Arab ve Acem olsun– kim olursa olsun müslüman olduktan sonra İngilizin hasm-ı canı bilinir. Milliyet husumetleri gürültüleri müslümanların ocağını şimdiye kadar söndürmüştür. Hala Müslümanlık’ın milliyet yerine kaim olduğunu daha doğrusu milliyeti fesh etmiş olduğunu anlayamadık ve hatta bundan sonra da anlayamayacağız. Hatime-i makal olarak deriz ki; Wilson’un desatiri nazariyatı den bu hakıkati bizzat Wilson dahi anlayacaktır; ama ba’de harabi’l-Basra… FAZIL-I MUHTEREM ABDÜLAZİZ ÇAVIŞ EFENDI HAZRETLERINE Muhterem efendim. Ta’viz nüsha mes’elesi hakkındaki sualimin cevabını Sebilürreşad mecmua-i İslamiyyesi’nin numaralı nüshasında mütalaa ile müstefid oldum. Benim gibi meftun-ı fazailiniz olan birçok kari’lerinizin tereddüdlerini izale şeklerini yakıne tebdil eylediğinizden dolayı zat-ı fazılanelerine ne kadar teşekkür etsek azdır. Müsaadenizle bir sualde daha bulunacağım. Üstad-ı muhteremim Hacı Zihni Efendi bir gün sevk-ı kelamla demişti ki: “Toprak tabutu örttüğü zaman artık mevta için bab-ı mağfiret kapanmış demektir. Bu cihetle rahmet-i Hakk’a vasıl olan mevtaların ruhlarına hediye edilen hatimlerin sevabı mevtaya değil kari’edir.” Bu söz el-an zihnimi işgal eylemektedir. Lütfen bu mes’elenin de tenvir edilmesini muhterem ellerinizi pus ile temenni eylerim efendim. CEVAP Meyyit üzerine toprak çekildikten sonra üzerine mağfiret kapılarının kapanmış olacağına dair üstad-ı muhterem Hacı Zihni Efendi merhumdan nakl ettiğiniz sözü te’yid edebilecek kütüb-i hadisde hiçbir esere tesadüf etmedim. Yalnız mes’ele bahs ü tedkıka muhtemil olduğu için şurada hatırıma gelen şeyleri söylemekte be’s görmüyorum: Kendi sa’yinin mahsulü olmayan bir şey’in sevabı meyyite ulaşır mı ulaşmaz mı? Öteden beri bu mes’elede ehl-i sünnet ile mu’tezile arasında ihtilaf vardır. Mu’tezile ayetine istinad ederek bu suale menfi cevap veriyorlar. Ehl-i sünnet ise bunun aksine kail oluyorlar. Ayet-i kerimenin hem Kitab hem Sünnet nız kendi amelinden müstefid olabileceğini i’tikad edenler butlanını isbat için yirmi bir vecih serd ediyor ki birkaçını şuraya derc ediyoruz: Meyyitin oğlu veya başkaları tarafından edilecek duadan Meyyitin tarafından icra edilecek tasadduk veya ıtkın mesubatından müteneffi’ olacağı sünnet ve icma’ ile mütehakkıktır. Nass-ı sünnete nazaran mefruz veya menzur olan hacc ile savm-ı menzurun velisi tarafından icra edilmekle meyyitten sakıt olur. Deyn her kimin tarafından olursa olsun eda edilmekle meyyitten sakıt olur. Cenaze namazından meyyitin intifa’ı muhakkaktır. diyor ki: Kitab ve Sünnet’i teemmül eden kimse insanın bizzat sız delail bulur. Böyle olunca Kitab ve Sünnet’in sarahatine te’vil cihetine gitmek nasıl doğru olabilir? Bahse taalluk eden ehadis-i seniyyeyi istikra’ edenler şuraya derc edeceğimiz nusus ve delaile dest-res olacaklardır: a Valideynin vefatlarından sonra evlad tarafından icra edilecek tasaddukun ecir ve mesubatı onlara vasıl olur. Abdullah bin Amr bin el-As rivayet ediyor ki: Amr kendi pederi As’ın cahiliyette etmiş olduğu bir nezri kendi ifa edip edemeyeceğini Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme sormuş; “Baban vahdaniyet-i ilahiyyeyi tifa’ ederdi.” cevabını almıştır. Ebu Hüreyre’den rivayet olunuyor: Bir kimse Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme; “Babam vasiyet etmeden öldü namına tasadduk edersem ona faidesi dokunur mu?” diye sormuş; “Evet” cevabını almıştır. Aişe radıyallahu anhadan rivayet olunuyor: Bir kimse Nebi aleyhisselama; “Validem kendini öldürdü; zannediyorum ki söz söylemeye mecali kalaydı malından tasadduk eder idi; şimdi ben tarafından tasadduk edersem ona hayrı dokunur mu?” diye sormuş taraf-ı Risalet-penahi’den; “Evet” buyurulmuştur. b Meyyit namına evladı tarafından ifa-yı hac ahd-i saadette vaki’ bir keyfiyettir. Has’amiye hadisinde olduğu gibi haccın evladın gayrı tarafından da ifa edilebileceğine biraderi Şibrime namına ihrama giren zata aid hadis bir delildir. Onun bu hareketine aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz ses çıkarmamış ve Şibrime’nin böyle bir vasiyeti olup olmadığını sormamıştır. c Meyyit namına evladı tarafından namaz kılınıp oruç tutulabilir. Darakutni rivayet ediyor ki: Bir adam; “Ya Resulallah! Ebeveynime hal-i hayatlarında birr ile muamele eder yani kendilerini hoş tutar gönüllerini alırdım. Vefatlarından sonra ne yapar da vazife-i birri ifa edebilirim?” diye sordu. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz; “Haklarında birr üstüne birr ile muamele etmek istersen namaz kıldıktan sonra onlar için de kılar oruç tuttuktan sonra onlar için de tutarsın.” buyurdular. Buhari ile Müslim İbni Abbas’dan şu yolda bir hadis rivayet etmektedirler: Bir kadın huzur-ı peygamberiye gelerek; “Ya Resulallah! Validem vefat etti; üzerinde bir savm nezir kaldı.” dedi. Resulullah sav; “Validenin bir borcu olup da sen te’diye edeydin borç ondan sakıt olur mu idi?” buyurdu. Kadının; “Evet” mukabelesi üzerine; “Orucunu da tutmana bak” dedi. Şu hadis Aişe radıyallahu anhadan rivayet olunuyor: “Bir kimse üzerinde sıyam borcu olduğu halde vefat ederse orucu tarafından velisi tutar.” d Evlad veya saire tarafından edilen duanın meyyite vasıl olacağına; “Şu ‘müteveffa’ din kardeşiniz için istiğfar ediniz ve tesbit münkereyn muvacehesinde sebat ve metanet edilmesini niyaz ve istid’a eyleyiniz. Çünkü o şimdi münkereynin suallerine ma’ruz bulunuyor.” hadis-i şerifi ve; ayet-i kerimesi birer delildir. Kütüb-i sahihada ziyaret-i kubur bahsinde Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet olunmuş birçok ed’ıyye-i me’sure vardır. defninden evvel veya sonra olsun müteneffi’ olacağı tezahür etmektedir. Yalnız arada bir mes’ele kalıyor: Emvat ayet-i kerimesinden istidlalen İmam Şafii ve etba’ı okunan Kur’an’ın sevabı meyyite vasıl olamayacağına Resul aleyhi’s-selamın ashabını teşvik etmemesi de bunu müeyyid bulunduğuna tarafdardırlar. İmam Ahmed meyyite vusulü merkezindedir. Hakıkati beyan etmek lazım gelirse sevab-ı Kur’an’ın emvata ithaf edilebileceğine dair sünnet-i sahihada sabit ve kat’i bir şey varid olmamıştır. Bu babda Leclac ve Ma’kıl bin Yesar’dan rivayet olunan hadisin sıhhat-i esanidinde şek vardır. Şimdi yalnız mes’elede kıyas ile amel edilip de salat savm sadaka ıtk gibi hakkında sahih nasslar bulunan ibadat hakkındaki hükmün kıraet-i Kur’an’a da teşmil olunabilip olunamaması ciheti kalıyor. Bence bunda hiçbir beis yoktur. Bir adamın mal ve sairesini gayra hibe etmesi mümkün olduktan sonra Kur’an okuyan kimsenin sevabını emvata hibe etmesine mani’ ne gibi bir hal tasavvur olunabilir? Ba-husus ki İbni Abbas’ın rivayet ettiği hadis Cde validesi tarafından oruç tutup tutamayacağı yolundaki sualine Risalet-penah sav Efendimiz kıyas isti’mal etmek suretiyle cevap vermiştir. Bir de birr ü fazilete aid rivayet edilen za’if hadislerle amel olunacağı mukarrerat-ı şer’iyye cümlesindendir. Kıraet-i Kur’an hakkında ise esanidi şerait-i sıhhati haiz olmamakla beraber yukarıda zikr edildiği vechile bir takım ma’ruf hadisler vardır. Bazı kimseler sevabın meyyite vasıl olmayacağı yolundaki hadis-i şerifini sened öldükten sonra şu üç şeyden başka sa’y ü amel-i zatisinin munkatı’ olmasıyla diğerlerinin işleyecekleri a’mal-i saliha ve deavat-ı hayriyyenin kendine vasıl olmaması ayrı ayrı şeylerdir. Hadisin ikinci şıkkına taalluk eden hiçbir ciheti yoktur. ayet-i kerimesine gelince; ulemanın bu babda fikirleri bu ve diğer birkaç ayetin sünnet ve icma’ ile tahassus etmiş birer amm oldukları merkezinde olduğunu yukarıda beyan etmiştik. Ayetin tevcihine aid daha bir takım vecihler serd edilmiş olup bunlardan bir vechi ben hakıkaten beğenir takdir ederim. Vecih şudur: Mevzu’-i bahs olan ayet üst tarafındaki ayetinin siyakına nazaran İbrahim aleyhisselamın şeriatine hasdır. Binaenaleyh Şeriat-i Muhammediyye’de nass olamaz ve şeriatler ayrıldığı için bu meselede sünnet-i Muhammediyye’de sabit olan hüküm ile ayet-i mebhuse arasında münafat olacağı iddia edilemez. Teşrinievvel’in onuncu Perşembe günü Meclis-i Milli zat-ı hazret-i padişahinin huzur-ı hümayunlarıyla küşad olundu. Nutk-ı hümayun sadr-ı a’zam paşa tarafından kıraet edildi. Ba’dehu zat-ı hazret-i padişahi kürsi-i riyaseti teşrif buyurdular. Şahane bir vakar deki ibare-i tahlifiyyeyi okudular: “Şer’-i Şerif ve Kanun-ı Esasi ahkamına riayet ve vatan ve millete sadakat edeceğime vallahi.” Ba’dehu padişahımız efendimiz hazretleri huzzarın da bu kelimelerle kasemi tekrar etmelerini taleb ve teklif buyurmaları üzerine bütün meb’usan ve a’yan da hep birden; “Vallahi Vallahi…” diye kasem-i şahaneye iştirak etmişleryazılmıştır. dir. Bu suretle gerek zat-ı şahane gerek meb’usan ve a’yan müştereken dört şey’e: Şer’-i Şerif’e Kanun-ı Esasi ahkamına riayete Vatana Millete sadakat edeceklerine yemin etmiş oldular. Ba’dehu sadr-ı a’zam paşa tarafından meb’usan ve a’yanın Kanun-ı Esasi’de münderic şekil ve suret üzere de resm-i tahlifleri ayrıca icra edilmiştir. Zat-ı şahanenin mufarakatlerini müteakıb Meclis-i Meb’usan akd-i ictima’ ederek reis intihabına başlanmıştır. kişi re’ye iştirak etmiş re’y ile Menteşe Meb’usu Halil Bey reis intihab olunmuştur. Meclis-i A’yan’a da Ahmed Rıza Bey’in ta’yinlerine irade-i seniyye şeref-sadır olmuştur. “Muhterem a’yan ve meb’usan Birader-i mükerremim hakan-ı mağfur Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretlerinin Temmuz tarihinde vuku’-ı fet’i işgal ettim ve Meclis-i Meb’usan’ın i’timadını haiz olan hükumeti ibka ve ısdar eylediğim hatt-ı hümayunumda emniyet ve vifak ve ittihad-ı dahilinin te’sis ve idamesini ve pek uzun süren harbin te’sirat-ı guna-gunundan muztarib olan milletimin ıztırabatının tehvinini ve iaşe hususunun ve vazifelerini kahramanane bir surette ifa etmekte olan ordularımın nun taharrisini emr ettim. Uzun harb senelerinin reh-güzar-ı mesaimize yığdığı müşkilatın izalesiyle meşgul ve bu hunin ve hevl-nak mücadelenin nihayetine silahlarımız elimizde metin ve sakin muntazır bulunduğumuz bir sırada Balkan cebhesinin düşmanlar tarafından yarılması ve bi’n-netice Bulgaristan’da tahassul eden heyecan Bulgar hükumetini münferid bir sulh akdine icbar etti. Bir taraftan vaz’iyet-i cedidenin istilzam ettiği tedabir-i seria-i askeriyyeye derhal mübaşeret edilerek müttefik ordular Balkanlar’a vürud ve hükumetim de memleketin esbab-ı müdafaasını te’min edecek tedabire tevessül eylemiş ve diğer taraftan Amerika Reis-i Cumhuru Mösyö Wilson’a Harb-i Umumi’nin tesviye-i kat’iyyesinin ve müstakbel münasebat-ı milelin istinadgahı olmak üzere dermiyan eylediği esasat dairesinde sulh müzakeresine hazır olduğumuz biz ve müttefiklerimiz tarafından bildirilmiştir. İttihaz edilen tedabir-i askeriyye ve siyasiyyenin bizi müttefiklerimizin yanında haysiyet ve şerefimizle mütenasib bir sulha isal eyleyeceğinden ümidvar bulunuyorum. Vatanın büyük bir kısmı düşmandan tahlis edilmiş bulunuyor. Ordumun kahramanca başladığı [va]zifesini şerefle hitama erdireceğine emniyetim ber-kemaldir. Cenab-ı Hakk’ın cümlemizi fütur ve yeisden korumasını ve teşettüt ve ihtilafata meydan verilmeyerek sizlere de müşkil mesainizde muvaffakıyet ihsan buyurmasını temenni ile Meclis-i Umumi’nin üçüncü devre-i teşriiyyesinin beşinci ictima’ını küşad eylerim.” “Vezir-i maali-semirim İzzet Paşa Tal’at Paşa Kabinesi’nin vuku’-ı isti’fasına ve sizin derkar olan ehliyet ve kifayetinize binaen mesned-i Sadaret rütbe-i samiyye-i vezaret ve müşiri ile uhdenize ve Meşihat-i İslamiyye dahi Mahkeme-i Temyiz Şer’iyye Dairesi Reisi sudurdan Ömer Hulusi Efendi uhdesine tevcih kılınmış ve Kanun-ı Esasi’nin yirmiyedinci maddesi mucebince teşkil eylediğiniz hey’et-i cedide-i vükela tasdikimize iktiran etmiştir. Dört seneyi mütecaviz zamandan beri kemal-i şiddetle devam eden harb-i hazırın memleketimizin tekamülat-ı umumiyyesine ve asayiş ve inzibatına iras eylediği te’siratın izalesi ve sunuf-ı ahalimiz arasında vifak ve muhadenet-i samimiyyenin te’sisi ehass-ı makasıdımız olduğundan bu gayeye vusul için bir taraftan icrasına ibtidar eylediğimiz teşebbüsat-ı siyasiyyenin netayic-i haseneye iktiranı esbabının istihsaline ve diğer taraftan şer’ u kanunun hakimiyetini te’min ile emniyet ve asayişin istikrarı ve ahalimizin esbab-ı huzur ve rahatının müessire ittihazına sarf-ı mezid-i i’tina kılınması hamiyet-i müsellemelerinden muntazardır. Hemen Cenab-ı Hak muvaffak bi’l-hayr buyursun. Amin bi-hurmeti Seyyidi’l-mürselin” Harb-i Umumi’nin bidayetinden beri Merkezi Arabistan’da pek esaslı ve ehemmiyetli dini ve siyasi bir vazife eden muhterem bir zat on gün kadar evvel Darülhilafe’ye avdet ettiği cihetle Ceziretü’l-Arab’ın ahval-i siyasiyyesi hakkında en son ve en mevsuk havadisi almak üzere kendilerine müracaat eyledik. Aldığımız ma’lumattan geçen hafta bir nebze bahs etmiştik. Bu hafta da daha ziyade tafsilat veriyoruz. Müşarun-ileyhin ifadatına göre Kuveyt’te İngilizlere karşı hareket eden Şeyh Cabir olmayıp biraderi Salim bin Mübarek es-Sabah’dır. Çünkü Cabir vefat etmiş yerine biraderi Salim geçmiştir. Bu zat son derece dindar gayretli bir müslümandır hamiyetli bir Osmanlıdır. Şeyh Mübarek ailesi dur. İngilizler müşarun-ileyhin kasrını taht-ı tarassuda alarak Kuveyt ile Kasim arasındaki bütün muvasale yollarını kat’ eyledikleri halde yine emir-i müşarun-ileyh büyük sebat göstermişler zerre kadar metanetlerine halel getirmemişlerdir. Kendileri halk arasında fevkalade büyük bir nüfuzu haizdirler. İngilizler bunu bildikleri için hal’ine teşebbüs edemediler. Yoksa çoktan hal’ ederlerdi. Zira biliyorlar ki böyle bir teşebbüs oranın halkını bütün bütün ayaklandıracaktır. Kerbela ve Necef’de mükerreren vuku’ bulan ihtilallerin Kuveyt’te tekerrürüne sebebiyet vermemek için böyle bir teşebbüse ictisar edemiyorlar. Emir-i müşarun-ileyh Arabistan’ın sadık emirleriyle te’sis-i münasebat ederek İngilizlere karşı büyük bir kuvvet hazırlamakla meşguldürler. Zaten diğer Arab ümerası da tehlikenin azametini idrak ederek İngiliz istilasına karşı çareler taharrisine başlamış aralarındaki rekabet ve adavetleri vifak ve ittihada tebdil eder olmuşlardır. Bu ümera içinde en ziyade telaşa düşen Emir İbnü’s-Suud hazretleridir. İngilizlerin son iki sene zarfında miştir. İngilizler Irak’ı benimsedikten başka yavaş yavaş bütün Ceziretü’l-Arab’a yayılmak istiyorlar. Diğer taraftan asi Hüseyin’in “Melikü’l-Arab” ünvanını takınarak Haremeyn kapılarını İngilizlere açması asabiyet-i İslamiyyelerine son derece te’sir etmiştir. Bu ahval karşısında nalan ve mütenebbih olan Emir ümerasıyla tevhid-i mesaiye koyulmuştur. Ez-cümle İngiliz entrikalarıyla aralarına tefrika ve nifak düşen ve senelerden beri hal-i muhasamada bulunan Emir İbnü’r-Reşid ile barışmış ve onunla müttefikan Ceziretü’l-Arab’daki din düşmanlarına karşı i’lan-ı cihad etmiştir. Binaenaleyh bugün Ceziretü’l-Arab’ın her tarafında büyük bir fa’aliyet hüküm-fermadır. Arabistan’ın her köşesinden gelen binlerce muhacirin on binlerce mücahidin Bureyde cenubunda et-Tamiriyye’de toplanmaktadırlar. Bu mücahidlerin başlarında alamet-i mahsusalar vardır. Ümeranın bu vahdet-perverane hareketi bedeviler üzerinde büyük te’sirler icra etmiştir. Asi Hüseyin’in hıyaneti ümera-yı İslam üzerinde hiçbir te’sir hasıl etmemiş bilakis nefretlerini celb etmiştir. Ba-husus Emir İbnü’s-Suud bu hadiseden pek ziyade münfail olmuş ve Hüseyin’in Melikü’l-Arab ünvanını takınması üzerine bütün bütün galeyana gelmiştir ki bin-netice İngilizlere karşı muhalif bir tavır aldığı cihetle bu sonrakiler nazarında vefasızlıkla irtikab-ı hıyanetle müttehem bulunuyordu. cephane i’tasında da imsak ediyorlardı. Harbin bidayetinde ancak bin mavzer iki mitralyöz biraz da cephane vermişlerdi. Bilahare emirin açıktan açığa İngiliz aleyhdarlığı ta’kıb etmesi üzerine Uceyr İskelesi’nde ikame ettikleri murakıbı Asi Hüseyin’in Mekke-i Mükerreme kapılarını İngilizlere açarak Arabları İngiliz esareti altına vaz’ etmesinden müteessir olan emir-i müşarun-ileyh daha sağlığında Hüseyin’e karşı i’lan-ı cihad etmişti. Bu hususda Asir’de icra-yı hareket eden Seyyid İdris de kendisine muzaherette bulunmuştur. Görülüyor ki “Melikü’l-Arab”a karşı Ceziretü’l-Arab’ın belli başlı hemen bütün ümerası kıyam etmiştir. Bunlara karşı müşkil bir mevki’de kalan “Melikü’l-Arab” ahiren derdin büyüğüne uğramıştır. Taif’in cenubunda ve Asir’in şimalinde Hurma denilen mevki’de ikamet eden eşraf-ı Haseniyyeden Şerif İbni Lü’ey hazretlerinin kıyamı Arab melikini pek ziyade şaşırtmıştır. Muma-ileyh bidayette Şerif Hüseyin’in kıyamını İslamiyet’in şeklinde yazılmıştır. müdafaası maksadıyla vuku’ bulmuş bir hareket suretinde telakkı etmişti. Fakat bilahare Hüseyin’in İngilizlerin elinde bir alet olduğunu ve Haremeyn-i Şerifeyn’i İngilizlerin daire-i nüfuzuna idhal etmekte olduğunu görünce aleyhine dönmüş evvelce aldığı silah ve cephaneyi ona karşı isti’mal etmek üzere iki ay evvel Taif’e doğru hareket etmişti. Birinci musademede muvaffak olamaması azmine halel getirmemiş ye muvaffak olmuştur. Taif’i istirdad etmek üzere Emir Ali’nin kumandasında gönderilen kuvvet muvaffak olamamıştır. Diğer taraftan Emir İbnü’s-Suud’un Şerif İbni Lü’ey imdadına göndermekte olduğu kuvvetleri men’ etmek üzere Mekke’den çıkan ve Mekke’nin üç gün şarkında bulunan Meran’a sevk edilen Abdullah’ın kumandasındaki kuvvet de daha oraya dahil olmadan Uteybe’de urbanın taarruzatına duçar olmuş ve iki mitralyöz bir cebel topuyla bütün silahlarını gayb etmiştir. mağlubiyetler ve hüsranlar içinde terk-i hayat etti. Zaten bedeviler nezdindeki nüfuzu kamilen bitmiş etrafında aylıklı birkaç bin kişiden başka kimse kalmamıştı. Diğer taraftan oğullarının herbirinin yanında İngilizlerin murakıb sıfatıyla bulundurdukları murahhasların tahakkümleri de sikletini meraretini hissettirmeye başlamıştı. Şimdi de kendisine vefakar olmayan çöllerin kızgın toprakları altında azab çekip durmaktadır. İslamiyet’i müdafaa maksadıyla ortaya çıkıp müslüman memleketlerini bunca zararlara duçar etti. İslam arasına nifak ilka etti. Şimdi mezarından kalksın da Filistin ma’murelerinde te’sisine hizmet etmiş olduğu Yahudi hükumetini görsün. Ahval-i harbiyye dolayısıyla Filistin’den ordumuzun çekilmesini müteakıb Yahuda devletini te’sis etmek fikri matbuatta duçar olacaklarını ne müşkil bir vaz’iyet muvacehesinde bulunacaklarını takdir ederek vakayi’in inkişafına intizar eylemiştik. Ahiren Paris’de el-Müstakbel namıyla intişar eden Arapça bir gazetede okuduğumuz makalelerde Arab dindaşlarımızın Yahudilerin icraat-ı mütehakkimanelerinden ne kadar müşteki olduklarını gördüğümüz gibi Yahudilerin Filistin’de neler yapmakta olduğuna da muttali’ olduk. Ez-cümle Kudüs Merkez Kumandanı Miralay Stavros bir ziyafet keşide ederek Yahudi rüesasını da’vet etmiş ve bil-münasebe Yahudi rüesasından Doktor Weizmann bir nutuk irad ederek siyonistlerin makasıdını izah eylemiştir. Doktor Weizmann’ın bu nutkunda mevzu’-i bahs eylediği en mühim mes’elelerden biri Yahudilerin Filistin’de sakin akvam-ı saire ile ittifak ve ittihad dairesinde yaşamak arzusunda bulunduklarını akvamdan hiç birisine karşı su’-i niyyet beslemediklerini izah etmesidir. Halbuki bu sözlerin hakıkat-i hale mutabakattan kat’iyyen uzak olduğunu beyan eden Arab muharriri Weizmann’ın nutkunu tenkıd eden bir makalesinde diyor ki: “Osmanlı ordusunun çekilmesini müteakib Yahudilerin ahvalini tedkık edenler bunların akvam-ı saireye karşı mütehakkim bir vaz’iyet aldıklarını; gerek kavlen gerek fi’len komşularına izhar-ı husumet eylediklerini; türlü türlü iftiralarla vatandaşlarını müşkilata ma’ruz bıraktıklarını müşahede eyler. Yahudiler kendi dindaşlarıyla alış veriş hususunda gösterdikleri tesamuhu sair vatandaşlarına karşı ibraz etmiyorlar. Oğullarını usul-i askeriyyeye tevfikan terbiye ediyor silah kullanmayı öğretiyor Yahudi bayrakları taşıyarak askeri elbiseler telebbüs ederek sokaklarda dolaşıyorlar. Yahudi rüesasının Filistin’de sakin akvam-ı saire ile ittifak ve ef’al tekzib edip duruyor. Hatta Yahudiler daha ileri giderek Arablara karşı hakaret-amiz vaz’iyetler takınıyorlar. Ceneral Allenby’nin şerefine verdikleri bir ziyafette müftimizi ve eşraf-ı memleketi haysiyetleriyle gayr-i mütenasib yerlerde oturttukları cihetle müfti ziyafetten çekilmeye mecbur olmuştur. Bu gibi muameleler Yahudilerin ağzında dolaşan kelimelerin ma’na-yı hakıkısini ifhama kafidir. Bundan maada Yahudilerin mekteplerinden Lisan-ı Arabi ile icra-yı tedrisatı men’ etmeleri Arablarla ittifak etmek hususunda ne kadar ileri gittiklerini isbat edecek bir delil-i satı’dır. Yahudilerin icraat-ı aleniyyeleri bundan ibaret ise icraat-ı hafiyyelerinin ne merkezde olduğu kendi kendine tavazzuh eder.” Arab muharriri Yahudilerin icraat-ı aleniyye ve hafiyyesine karşı kemal-i nefret ve hiddetle beyan-ı mütalaa ettikten sonra asıl icraat-ı hafiyyeye nazar-ı dikkati celb ederek Weizmann’ın; “Bizim Filistin’de hiçbir siyasi maksadımız yoktur.” sözünden bütün bütün hiddetlenerek Alem-i İslam ve alem-i Nasraniyyet’e müracaat ediyor. Filistin’in mutlaka Yahudilerden tahlis edilmesini Yahudilerin icraatına mukabele bil-misil edilmesi için her türlü muaveneti taleb ediyor. Arabların Yahudilerden uzaklaşmalarını Yahudilerin ahlakından vikaye-i nefs eylemelerini tavsıye ediyor. Müteakıben Weizmann’ın Yahudilerin Filistin’i kurtarmak ların ser-a-pa yalan olduğunu beyan ediyor. Asırlardan beri Arabların Filistin’i muhafaza ettiğini ve şimdiye kadar nasıl muhafaza ettilerse Yahudilerden de aynı surette muhafaza edeceklerini söylüyor. Görülüyor ki Arab dindaşlarımızla Yahudilerin arasındaki Kalpakçılarbaşı’ndan geçilerek çarşının Nur-ı Osmaniyye Cami’-i Şerifi’ne karşı açılan kapısından çıkılınca sol tarafa doğru inen sokağın başında yine sol kolda sıra ile dört dükkan görülür ki bunlar on seneden beri fevkalade anılmış; mukım misafir bütün İstanbul halkı tarafından tanılmıştı. Bu dükkanların evvela ikisini işletmekte olan Kamil vardı ki namusu fa’aliyeti kadir-şinaslığı nezafeti insafı zarfında umumun iltifatını daha doğrusu hürmetini kazanmış; pek az denecek kadar mu’tedil bir para ile yemeklerin en nefisini en temizini yiyen müşterileri artık o iki dükkan kabil değil istiab edemez olmuştu. Bu gürbüz delikanlı ikişer üçer sene ara ile alt taraftaki iki dükkan ile karşı sıradaki diğer bir dükkanı da eskilerine ilhak ederek işini büyüttü. Lakin asla şımarıklık göstermeyerek nasıl başladıysa öyle devam etti. Şu gala devirlerinde bile Kamil yalnız gündüz yemeğini verir akşamdan evvel dükkanları kapardı. İkindiden sonra kapalı duran bu dükkanlar Ramazanlarda bayramlarda yine kapalı bulunurdu. Yemekte bira şarab şampanya gibi şeyler içecek Ramazan’da oruçlu müslümanlardan kalan boşluğu dolduracak yüzlerce zübbe ile bir o kadar Frenk demirbaş müşteri yazılmak kanına müskirat namına bir şey soktu; ne de Ramazanları kapısını açık bulundurdu. Birinci teklife karşı; “Bir müslüman “Yılın onbir ayı dünya için çalışıyorum; bir ay da Allah için cami’leri dolaşmalıyım.” cevabıyla reddetti. Ticaret san’at alemine atılmış bütün müslüman gençleri müşterilerinin çoğuna karşı evlad yahud kardeş tavrını takınırdı. Dükkanını kapar kapamaz hem kendi işleriyle hem onların işleriyle uğraşır; bu uğurda hiçbir emekten hiçbir fedakarlıktan geri durmazdı. Yazıklar olsun ki ancak beş altı gün süren mel’un bir hastalık hiç olmazsa yüz yıl yaşamaya namzed olan o gürbüz vücudu topraklara seriverdi! İrtihali o kadar ani o kadar nagehani oldu ki cenaze namazında bulunmayı farz-ı ayn bilen aşinalarının pek çoğu bu son vazifelerini ifa edemedikleri Artık Kamil aramızdan çekildi gitti. Arkasında dört beş yetimiyle refikası bir de zavallı anacığı kaldı. Hayır merhumun zıya’ından musab olan yalnız ailesinden ibaret kalsaydı belki felaketin tehvinine çalışılabilirdi. Lakin Kamil’in gaib etmiş oldu. O ne hayr-hah ne cömerd ne büyük fıtratlı bir çocuk ahlakın bütün inceliklerini nasıl ihata edebilmişti? Şu satırları karalarken Huda bilir ciğerimin sızladığını duyuyorum. O çünkü beni samimi bir dost değil hakıkı bir baba tanır da o kadar fedakarlıklar gösterirdi ki ileride kendi evladımdan görebilirsem dünyada insanların en bahtiyarı olurum. Evet o lutuflar o yararlıklar kimseye söylenmeyecek vardı. Onun büyüklüğü nakz-ı ahd gibi rezilelerden pek münezzeh ahdi kısmen olsun nakz etmek suretiyle ben de biraz büyümek “Odama girdim; kapıyı kapadım; ağlamaya başladım: O gün akşama kadar İslam’ın garibliğine müslümanların inhitatına ağladım ağladım ağladım...” Başmuharrir MUKADDIME Cenab-ı Hakk’ın teşri’ etmiş olduğu ahkamı yahud kütüb-i semaviyyede mevcud ayetlerden birini nesh etmesini Yehud ile nasara kabul etmemekte müslümanlar ise avam ve havas umumiyetle buna kail bulunmaktadırlar. Yalnız müfessir Ebu Müslim ibni Bahr nesh aklen caiz olduğuna kail olmakla beraber Kur’an-ı Kerim’de vuku’unu teslim etmemektedir. Biz şurada neshin ma’nası enva’ ve aksamı hakkında ber-tafsil izahata girişmezden evvel bu bahis hakkında biraz münakaşa etmek istiyoruz: Şübhesizdir ki Cenab-ı Hakk’ın peygamberler göndermek ve onlara kütüb-i mukaddese inzal etmekten maksadı alemi nur-ı irfan ve hidayetle münevver etmek ve nev’-i beşeri dünyevi muamelatından uhrevi hayatında hefve ve hatadan korumaktır. Pek bedihi bir hakıkattir ki tabayi’-i beşer muhtelif şuun-ı vaz’ı şuun-ı hayatiyyenin ıslahı biri diğerinin hukukuna tecavüz etmemek için cemaat ve efrad arasında hudud ta’yini olduğuna göre bu ahkamın ta’yin ve takririnde onunla mükellef tutulacak ümmetlerin mizac ve tabiatlerinin nazar-ı dikkate alınması zaruridir. Emr-i teşri’de bu yolda hareket lazime-i hikmet ve basiret olunca kullarının serair ve mahiyyatını Alim sun’unda Hakim olan Zat-ı Ecell ü A’la her şari’in fevkinde olarak bu yolda harekete seza ve ahra olduğu vareste-i beyandır. Cenab-ı Hak bizden evvel gelip geçen ümmetlere hal ve şanlarından bizi pek az haberdar ettiği birçok peygamberler göndermiş olduğu muhakkak bir keyfiyettir. İmdi ehl-i kitabın o bi-mağz münekkidleri kimi terakkı etmiş kimi dereke-i kısmen münevver kısmen ümmi olan bu ümmetlerin kaffesi muvafık-ı hikmet buluyorlar; yoksa peygamberlerinin sevk u irşadıyla süllem-i felah ve terakkıde yavaş yavaş yükselen tedrici bir tarzda kesb-i safiyyet ve mühezzebiyyet eden bir ümmet hakkında mevzu’ ahkam-ı ilahiyyenin hiç değişmemesini mi iltizam ediyorlar? Akıl elbette neshin cevazını kabul eder. Zaten gerek ahkam-ı ilahiyyenin gerek ahkam-ı mevzua-i beşeriyyenin neshi kabul etmesine ve maslahata ahval ve şuun-ı hayatiyyenin iktizasına göre bu hükümlerden birini diğeriyle istibdal etmesine en birinci delil meşhudatın kendisidir. Bunlar zannediyorlar mı ki Kur’an şarabı def’aten haram kılmış ilk hamlede çoğuna azına müsaade etmemiş olsaydı cahiliyet erbabı şaraba o anda veda’ ederler bila-tereddüd kadehleri ellerinden atarlar idi? Hayır bu mümkün ve mutasavver değildir. Ve bunun içindir ki sair memleketlerde mecalis-i teşriıyye vaz’ ettikleri kanunları kararlaştırdıkları hükümleri lüzum gördükçe değiştirmekten ta’dil ve ikmal etmekten kurtulamıyorlar. Hayat-ı ümemde bu kaide muttarid bir cereyan ta’kıb edip dururken Hakim ve Alim olan Zat-ı zü’l-Celal’in bir ümmete farz kıldığı şey’i hayat fikir ictimaiyat i’tibarıyla onunla mütecanis olmayan diğer bir ümmete de farz kılması nasıl ma’kul bir hareket addolunabilir? Ba-husus ki diyen de kendisidir. Bir ümmete o gün için haline münasib bir hüküm inzal etsin de git gide şerait-i ahval değişmiş şuun büsbütün başka bir mahiyete inkılab etmiş olduğu halde o ümmetin efradını aynı hükme riayet ve inkıyada mecbur tutmak hikmet-i ezeliyye icabıyla nasıl te’lif olunabilir? Sahib-i şer’a layık olan sevk-i maslahatla bir hükmü farz kılmak bilahare tağyir ve ta’dil icab eden esbab vücud-pezir olunca o hükmü nesh rının mahfuziyetini zamin diğer bir hüküm ikame etmektir. Esasen ulema-yı İslam bu mevzu’a dair birçok şeyler yazmışlar gerek Tevrat gerek İncil’de nasıl bil-fi’l nesh vuku’a geldiğini ehl-i kitabın nakz u ibtal edemeyecekleri birçok deliller şahidlerle isbat etmişlerdir. Merak edenler bu yolda yazılan eserlerle ayet-i kerimesinin tefsiri sadedinde serd ettiğimiz mütalaata müracaat ederlerse ma’lumat-ı kafiyye alabilirler. Esasen ahkam-ı semaviyyeyi nesih ve ta’dil hususundaki hikmet kanun-ı hilkatin tazammun ettiği hikmetten farklı bir şey midir? Tıfl-ı nev-zadı emzirmek icab ettiği zaman Cenab-ı Hakk’ın kadının memesinde nasıl süt yarattığını ekl ihtiyacı tahakkuk ettiği vakit çocuğun nasıl dişleri çıkmaya başladığını kelebek nev’inden kurtların her tavr-ı teşekkülünde Halik-ı Hakim’in onlarda o zamana mahsus havass u mezaya elvan ü eşkal icad ettiğini görmüyor muyuz? Bu hikem-i bahire enzar-ı ibret önünde tecelli edip dururken ahkam-ı ilahiyyenin nesih ve ta’dili keyfiyetini kavanin-i tabiiyyenin hiyetinde telakkı etmeye mahal var mıdır? Zannımıza kalırsa ehl-i kitab o sakim fikirleriyle Din-i İslam’da ve Kur’an’da tahayyül ettikleri maayib ve nakayisa güvenerek müslümanlara hücum sevdasına düşeceklerine akıllarını başlarına toplayıp da kendi elleriyle kendi kitablarını nasıl tahrif ve tebdillere uğrattıklarını canib-i Rabbani’den münzel olduğuna mu’tekid bulundukları ahkam-ı düşünseler kendileri için daha hayırlı bir hatt-ı hareket ta’kıb etmiş olurlar. Fakat acaba o zaman dinlerini takdis ve perestiş ettikleri peygamberlerinden mevrus ahkamı baziçe sı da var ki ehl-i kitab İslam hakkındaki tenkıdat ve i’tirazatı müslümanlardan kendilerinin bunca dini seyyiatlarına tahrif ve tebdillerine aşina tarihlerinin hacalet-aver safahatına agah kimselere serd ettiklerini bilseler hiç biri ağzını açıp da dini mücadele ve münakaşa vadisinde bir tek söz söylemeye cür’et edemezdi. Şari’-i Hakim’in maslahata binaen vaz’ ettiği bir hükmü yine hikmet ve maslahata binaen inzal edeceği diğer bir hüküm söylemiştik. Yalnız şu ciheti kayd ve ihtar edelim ki bunun ma’nası Cenab-ı Hak hakıkat-i maslahatı bilmediği için bir hüküm verir sonra onu diğer bir hüküm ile nakz u ta’dil eder daha sonra maslahatı diğer bir cihette görerek o hükmü de nesh eyler demek değildir. Biz müslümanların nokta-i nazarına göre nesih şundan ibarettir: Cenab-ı Hakk bir takım esbab ve devai dolayısıyla bir ümmetin mecmu’unu yahud bir kısmını mükellef tutmak üzere bir hüküm takdir eder; o esbab ve devai zail olup da yerlerine diğer esbab kaim olunca o hükmü nesh ile yerine diğer bir hükmü farz kılar. Bu hale nazaran bir hükümden hükm-i nasiha udul nasıl sırf maslahat esasına müstenid ise evvelki hükmün vaz’ u takdiri de aynı suretle icab-ı maslahata mübtenidir. Binaenaleyh mes’elenin Yahudilerle milel-i sairenin tevehhüm ettikleri gibi Cenab-ı Hakk’ın bir şeyin hakıkatine sonradan eder ciheti yoktur. “Bütün ümmetlerde diyanet-i hakkanın asılları birdir.” kaide-i sabitesi ki beyne’l-müslimin asla cay-ı ihtilaf değildir bu babda serd ettiğimiz fikrin isabetini te’yid eder. Evet din-i ilahi esasatı ümmetlerin ihtilafıyla tehalüf etmeyeceği gibi ezmine ve emkinenin tegayürü ile de tegayyür etmez. fer’iyyedir. Nitekim ve ayetleri bu hakıkate işaret etmektedirler. Zaten enbiya-yı izamın hakayık-ı sabiteyi i’tiraf ve te’yid vazifesiyle gelmiş olduklarında bir emr-i makbul ve mergubu redd ü inkar bir hakkı ibtal etmek güzel bir şeyi çirkin görmek bir nebinin nübüvvetine kail olmamak bir kitab-ı semaviye inanmamak gibi halatın hiçbir nebiden suduru Bak; Resul-i fıtrat olan Muhammed bin Abdillah sav nasıl Allah’a O’nun meleklerine kitablarına aralarında hiçbir fark gözetmeksizin rusül-i kiramının kaffesine iman etmiş olduğunu i’lan ediyor Cenab-ı Hakk’ın ona indirmiş olduğu Kitab-ı Mecid’de kendinden evvel indirilmiş olan kütüb-i semaviyyenin ahkam-ı esasiyyesini musaddık olduğunu tekrar edip duruyor. Bunun başlıca sebebi ise bütün edyan-ı semaviyyenin asılları bir olması ve bu asılların nesih ve tebdil kabul etmemekle beraber mütegayir sebebler mütenevvi’ bu kabilden değildir. Ulema-yı İslam’ın nesih hakkındaki nikat-ı nazarına gelince cumhur bunun aklen caiz ve şerayi’-i semaviyyenin kaffesinde hatta Kur’an’da vaki’ olduğuna kail olup içlerinde Kur’an’da bil-fi’l neshin vuku’unu inkar eden Ebu Müslim bin Bahr’dan başka bir ferd yoktur. Yalnız Ebu Müslim evvelce de söylediğimiz vechile neshin aklen cevazına kail olmakla beraber ahkam-ı Kur’aniyyenin birinde böyle bir halin vuku’unu kabul etmemektedir. Bizim şahsi mutalaamıza gelince Kur’an’ın şerayi’-i sabıkayı nesh etmiş olduğu bir emr-i kat’i olmakla bu cihet esasen münakaşa sahasından haric olup asıl bahis Kur’an’da diğer ayat ile nesh edilmiş ayetler var mı yok mu? Mes’elesine aiddir. Kur’an’da neshin vuku’una tarafdar olanlar bir takım ayata istinad ve bu ayetlerin medlulleri fikirlerini açıktan açığa te’yid etmekte olduğunu iddia etmektedirler. Ayetler şunlardır: Bu fikrin müdafi’leri bu ayetin afv u safh ve sabra dair olan sair bütün ayatı nesh etmiş olduğunu beyan etmektedirler. Kur’an-ı Kerim’de nesh vuku’unu iddia edenlerin istinad ettikleri bu üç ayetten birincisindeki “ayet” kelimesinden murad ayetin tefsiri sırasında görüleceği vechile onların kasd ettikleri ma’na değildir. Ve bu ayetin nesih keyfiyetiyle kat’iyyen alakası yoktur. edebilecek bir mahiyeti haizdir. Biz ilk ayetin tefsiri sırasında bu ayet hakkındaki mütalaamızı da ber-tafsil serd edeceğiz. Üçüncü ayet ki ayet-i seyfdir bir ma’na-yı hassa delalet etmekte olup ne ayet-i kıtal ile ne diğer ayat ile alakası yoktur. Cenab-ı Hak fitne vuku’una meydan vermemek din-i ilahinin hakimiyetine halel gelmemek için ileride müşriklerin Mekke’ye duhulünü men’ etmek istiyordu; bu maksada esas ve mukaddime olmak üzere daha evvelden müslümanlara rast geldikleri yerde müşrikleri öldürmeleri yakalayıp habs etmeleri onları ta’kıb ve tecessüsden bir an hali kalmamaları hakkında emir verdi. Maksad-ı ayet bu merkezde olduğuna ulemadan birinin ayetini “Müşriklerin içeri girmemesi için bütün Mekke yollarını tutunuz!” yolunda tefsir etmesi kuvvetli bir delil teşkil eder. Bu ayetin maksad-ı vürudu hakkında uzun uzadı mutalaatımız Kitab ve Sünnet’ten müteaddid şahidlerimiz vardır ki salifü’z-zikr ayetinin tefsiri sırasında serd ü ityan edilecektir. ayet-i kerimesinin te’vil ve tefsiri hakkında da orada metin ve esaslı fikirler dermiyan edeceğiz. Nesih hakkında esas i’tibarıyla söyleyeceğimiz sözler şu vechile telhis olunabilir: Nesih müebbed olmayan bazı ahkam-ı ameliyyeyi Nesih aklen caiz fi’len sabittir. Vuku’u hikmet ve maslahat ayeti [Muhammed /]. Tevrat ve İncil Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla yalnız o değil ahkam-ı ilahiyyeden ma’dud olmayan ahkam-ı havariyyin Tevrat’ ın bazılarını nesh etmiştir. Nesih vuku’unu iddia edenlerin medar-ı istinadı olan ayatın tefsirinde görüleceği vechile ahkam-ı Kur’aniyyeden pek azı mensuhdur. Kur’an’da hükmen olmayıp da yalnız tilaveten nesih vuku’una dair mevcud olan kavil ve iddia na-kabil-i hitab bir takım kimselerin iddiasıdır. Bazı ayat-ı Kur’aniyyenin ehadis-i merviyye ile mensuh olabilmesinin cevazına dair mevcud olan fikrin bilmezlikle Kur’an larına dinlerine karşı irtikab-ı cinayet eden süfehanın fikir ve mütalaalarının değerinden fazla bir değeri yoktur. Nesih bahsinde serd edeceğimiz mütalaat-ı esasiyyemizin hülasası bunlardan ibaret olup her birine aid tafsilat pek de uzak olmayan salifü’z-zikr ayetinin tefsiri sırasında görülecektir. – – merkeziyye-i siyasiyye ve idariyyeyi tahrib ettiği gibi bu usul-i idareden mütevellid sınıf-ı mümtaz-ı ictimai de uful-i saltanat-ı Hamidiyyeyi müteakıb na-bedid olduğundan hey’et-i ictimaiyye-i memleket bir fetret-i mutlakaya duçar olmuştur. Binaenaleyh Osmanlı cem’iyet-i avamında her devir kendi ihtiyacatına göre bir sınıf-ı mümtaz vücuda getirdiğinden Binüçyüzyirmidört İnkılabı’ndan mütevellid idare-i meşruta da medeni tekamüli siyasi ve idari ihtiyacatının medar-ı tatmini olabilecek vesaitin taharrisi mecburiyetine ma’ruz bulunuyor. Bu saika-i mecburiyyetle vazife-i siyasiyye ve idariyyesini meclis-i millisinin murakabesi tahtında ifa ettiren idare-i meşrutamız memleketin terakkı ve umranı için cem’iyet-i avama muvafık bir vasıta vücuda getirmesi yani zati ahlakı akli meziyetleri ile temeyyüz eden eşhasdan maddi ve ma’nevi servet müstahsillerinden memleketin bi-payan servet-i tabiiyyesinden istifade edebilecek erbab-ı san’attan vicdanları tenvir ve terakkı-i müştereki te’min suretiyle hükümran olmak isteyen ashab-ı faziletten mürekkeb bir sınıf-ı mümtaz teşkil etmesi lazım gelir. Fakat bu sınıf-ı mümtaz me’murin-i devlet veya nüdema-yı hümayun hey’etleri gibi sühuletle teşkil olunamaz. Böyle bir sınıfın teşekkülü hayli bir müddete mütevakkıftır. timaiden bil-mecburiyye tahallus edemez. Buna binaen ahval-i hazıra-i ictimaiyyenin felah na-pezir bir vehamete duçar olmaması için şimdilik yalnız mazide irtikab edilmiş olan hatiatın mümkün mertebe men’-i tekerrür ve ıslahına i’tina ile iktifa eylemek zaruretinde bulunuyoruz. Bu saika ile herşeyden evvel mesail-i siyasiyye ve idariyyeden külliyyen mütemayiz ve hatta daha ziyade haiz-i ehemmiyyet mesail-i ictimaiyyenin mevcud olduğunu ve bu mesailin netayicinden olarak hatırımıza bile getirmemiş olduğumuz vezaif-i ictimaiyyenin ifasıyla mükellef bulunduğumuzu öğrenmemiz icab eder. Bu mesail ve vezaifin idrak ve ifası da icabatının öğrenilmesi yani bir ma’şer-i beşerin bir hey’et-i ictimaiyye-i müessese haline getirilebilmesi için efradının adat ve hissiyat-ı müştereke efkar ve i’tikadat-ı müteradife ve gaye-i müttehide ile merbutiyetine mütevakkıf olduğunun ve bu revabıtın zevali her türlü imkan-ı terakkınin insilabıyla hey’et-i ictimaiyye-i müessesenin inkırazını müeddi bulunduğunun bilinmesi lazım gelir. Çünkü terakkıyat-ı beşeriyye efrad-ı insaniyyenin beheme-hal bir hey’et-i ictimaiyye-i müessese suretinde hayat-güzar olmasıyla husul-pezir olabilir. El-hasıl revabıt-ı ictimaiyyenin mazide müctemian imrar olunan hayat ile eslafımızın miras-ı ma’nevi ve fikrisi yani beşer ile zamanın eseri olan an’anat ve teamülatın tehaddüsünden teessüs ettiğini ve bu revabıta insanın kuvve-i muhayyile ile keşfine zahib olabileceği başka hiçbir rabıtayı Bu hakayıka kesb-i ıttıla’ suretiyle maziye an’aneye ahlak ve teamülata gösterilen hürmetin vezaif-i esasiyye-i eyleyen bir cem’iyet-i beşeriyyenin revabıt-ı ictimaiyyeden de bit-tecerrüd bir ma’şer-i beşer hal-i ibtidaisine rucu’ ettiğine kanaat etmeliyiz. Gaye-i müşterekeyi teşkil eden ahlak ve i’tikadat-ı müşterekenin de hasail-i diniyyeden mütevellid olduğunu bu sebeble dine hürmet ve merbutiyyetle ahkamının icrası vezaif-i mübreme-i ictimaiyyeden bulunduğunu bilmeliyiz. sanayi’-ı nefisenin de en mühim esbab ve avamil-i ictimaiyyeden ma’dud bulunması iktiza eder. Çünkü te’sirat-ı bediiyye hissiyat ve ezvak-ı müşterekenin tecelliyatı olduğundan hadd-i zatında ictimaidir. Binaenaleyh kendi sanayi’-i nefisemizi kendi musikımizi kendi esalib-i mi’marimizi kendi masnuat-ı bediiyyemizi terğıb ve teşvik etmek vezaif-i El-hasıl bir cem’iyet-i beşeriyyenin münhasıran revabıt-ı tevfik-ı harekatı ehliyetinden başka ihtiyacatının tatmini sai-i tekamül bulunması hale aid hatt-ı hareketini maziye hürmeti ile endişe-i istikbalin ta’yin etmesi lazım geldiğini de bilmeliyiz. Bu avamil ve esbaba husul-i aşinaiden sonra icra-yı memleket musab olduğumuz illet-i müdhişe-i ictimaiyyeye deva-saz olacak olan sınıf-ı mümtazın tevellüdünü ancak bu suretle görebilecektir. Mesail-i ictimaiyyenin mevcudiyetine adem-i vukufumuz mesail-i saireden tefrik ve temyize adem-i ehliyetimiz vezaif-i ictimaiyyemizi hiçbir vakit ifa etmemiş olduğumuzu müfid olmaz. Zira böyle olsaydı mevcudiyet-i milliyye ve ictimaiyyeden bir eser göstermemiz mümkün olamazdı. Mukteziyat-ı ictimaiyyemizin ecza-yı asliyye-i diniyyemizden bulunması hasebiyle vezaif-i ictimaiyyemiz vezaif-i diniyyemizde mündemic bulunmaktadır. Buna binaen vezaif-i diniyyemizi bir suret-i vicdan-perveranede ifa etmiş olduğumuz müddetçe farkında olmaksızın vezaif-i ictimaiyyemizi de ifa etmekte idik. Fakat selamet ve felahı umur-ı diniyye ve ma’neviyyede taharri hedefini ihmal ile herşeyi cismaniyete yani maddiyata tevfik etmeye başladığımızdan i’tibaren ifasıyla mükellef olduğumuzdan bile bi-haber bulunduğumuz vezaif-i tahrib-kariyi iras etmiş olan bu fikr-i cismaniyyet olduğu gibi garaibden olmak üzere Binüçyüzotuz seneden beri memalik-i İslamiyyede cismaniyet zihniyeti de birinci def’a olarak bizde zuhur etmiştir. Bazı mütefekkirin-i mütemayize vatana en büyük bir hizmeti ifa zannıyla bu fikri memalik-i Garbiyyeden iktibas ve nakl etmemiş olsa idi kendiliğinden hiçbir vakit tahassul ve tezahür edemeyecek olan bu zihniyet memleketçe müebbeden mechul kalmış bulunurdu. Cismaniyet fikir ve zihniyetinin memalik-i Garbiyyede zuhuru i’tikadat-ı Nasraniyyenin i’tikadat-ı cedide-i fenniyye ile adem-i imkan-ı te’lifinden mütevellid bulunduğu halde te’lif mahzuru bulunmadığından bu fikir ve zihniyet de öteden beri hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyyece mechul kalmıştır. olması şöyle dursun bilakis bu i’tikadatı tamamıyla ihata ettiğinden i’tikadat-ı diniyyemizle i’tikadat-ı fenniyyemiz na-kabil-i inhılal ve iftirak bir küll-i tam teşkil eder. Muhitimiz için gayr-i tabii olduğu kadar bir hata-yı bariz-i takdir neticesi olan bu zihniyet-i cismaniyye esbab-ı atiyyeden mütevelliddir: Asar-ı ser-nüvişt-i tarihiden olarak gerek ulemamızın ve gerek bize rehberlik etmek efkarımızı tenvir eylemek gibi bir vazife ile mükellef bulunanların kaffesi memalik-i Garbiyyenin ulum ve fünun vadisinde hayyiz-ara-yı husul olan tekamül-i seri’i ta’kıb edememişlerdi. mül-i millimizin bais-i tevakkufu olmuş ve bin-netice hey’et-i dihiyye derekesine ıskat eylemiştir. Binaenaleyh halet-i tevakkuf ve tedennimizden ulema ve fuzalamız itham olunacak yerde ma’neviyat ve ahlakıyatımızın mahsul-i dinimiz bulunması hasebiyle hatiat-ı vakıa ahkam-ı diniyyeye isnad olundu. Bu zehab-ı sehv-alud sebebiyle Din-i İslam’ın şa’şaanisar bir medeniyetle insaniyeti i’la ettiği Devlet-i Osmaniyye’yi bi-nazir bir mahiyet-i zi-satvetle te’sis eylediği ve ba-husus zamanımızda perestiş ettikleri medeniyet-i Garbiyyenin bile azade-i iştibah bir surette medyun-ı şükranı bulunduğu unutularak mani’-ı terakkı olduğuna hükm edildi. Tedenniyat-ı ictimaiyyemiz ilcaatıyla memleketin duçar olduğu masaib bir takım müceddidlerin zuhurunu intac etti. Fakat bu nev-zuhur alimler hey’et-i ictimaiyyemizi cehalet ve fesad-ı ahlak zulmetlerine ilka edenlerden daha münevver olmadıkları gibi daha münevvir de bulunmadıklarından ulema ve sunuf-ı münevveremizin su’-i ahlak ve cehaletlerinden naşi dinin ma’ruz kaldığı ithamat-ı kazibeden istifade eylemekten başka bir şey yapamadılar. Çünkü bu rehberler de felah ve selamet-i milliyyemizin husulü terakkıyat-ı Garbiyyenin masdar-ı musibi addettikleri usul-i cismaniyyetin muhitımıza tatbikine mütevakkıf olduğu tarzındaki iknaiyat te bulunamadılar. Bundan başka tamamiyet-i mülkiyyemizi tekeffül etmiş olan Düvel-i Muazzama’nın muzaheret ve teveccühü de ancak bu usulün tatbikı ile te’min ve idame edilebileceği kanaatini husule getirdiğinden cismaniyet nazariyesi bir kat daha mazhar-ı rağbet oldu. Binaenaleyh o vakitten i’tibaren ıslahat makamında vuku’ bulan icraatın kaffesi az çok mestur ve muharref bir muğayeret-i diniyye mahiyetini iktisab etmeye başladı. Fakat böyle bir zihniyet-i teceddüdün cümle-i measir ve netayicinden bulunan ahval-i hazıra-i memleket müceddidlerimizce mukaddema medar-ı umran ve terakkı addedilmiş olan ıslahat-ı cismaniyye kıymetinin muhitimizde neden Bu suretle bilhassa ahval-i ictimaiyyemiz memalik-i İslamiyyede dinin bir ehemmiyet-i hayatiyyeyi haiz olduğuna memalik-i gayr-i müslimede ihraz ettiği ehemmiyetten bi-nihaye bir mertebede ferman-ferma bulunduğuna daha mukni’ bir silsile-i berahin-i fi’liyye teşkil etti. cismaniyetin muhitimize tatbiki hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyenin şeye medar olmayan bir hata-yı esasiden ibaret bulunduğu bin-netice tebeyyün eyledi. Her hey’et-i avamın gaye-i hedefi müsavat-ı siyasiyye ile adem-i müsavat-ı ictimaiyyeyi terğıbe ma’tuf bulunduğundan müsavat-ı siyasiyyeyi der-uhde etmiş olan meşrutıyet avamımızda şimdi adem-i tesavi-i ictimaiyi ihdas eylemek vazife-i mübremesi muvacehesinde bulunuyor. Bu vazife-i mühimmenin adem-i ifası takdirinde hey’et-i mez. Çünkü bir cem’iyet-i beşeriyyeyi duçar-ı ıztırab eden illet efrad beynindeki adem-i müsavattan tevellüd edebildiği gibi aralarında icra-yı hükm eden müsavattan da tevellüd eyleyebilir. Adem-i müsavat hasais-ı şahsıyyenin kemal-i serbesti ma’delet bir mertebeye müncerr olduğu takdirde bir illet-i Bir hey’et-i ictimaiyyede hukuk-ı mütesaviyyenin mevcudiyetine rağmen şahsi tefevvukların ufulü ta’bir-i digerle efradın hukukunu hüsn-i isti’malde ve vezaifini ifa hususunda seyyanen husule gelen acz saikasıyla hey’et-i ictimaiyyenin terakkiyatı adimü’l-imkan bir hale müncer olduğu takdirde de tahassul eden müsavat bir felaket-i ictimaiyye olmuş olur. Memalik-i Garbiyyenin illet-i ictimaiyyesi adem-i müsavattan memalik-i Şarkıyye-i İslamiyyenin buhran-ı ictimaisi de avamil-i müsavattan mütevellid bulunduğu cihetle cem’iyyat-ı Garbiyye avamlaşmak ve Osmanlı cem’iyet-i avamı tabii müsavatsızlıkları idame ve teşvik etmek suretiyle havaslaşmak yani ictimai müsavatsızlıklar husule getirmek mecburiyetinde bulunmaktadır. Binaenaleyh hey’et-i meşruta-i avamımızın erbab-ı tefevvuk ve irfan ve isti’dadatı her nokta-i nazardan terğıb ve teşvik ile iktisab-ı tekamüle serbest bir surette mümarese-i teali suretiyle memlekete mümkün mertebe isar-ı menafi’ edebilecek bir tabaka-i aliyyeye ref’ u isale bezl-i muavenet ve ikdamat etmesi lazım gelir. Herhangi bir usul-i idare cari olursa olsun hükümdar ma’neviyat ve ahlakıyatın hakim-i alü’l-ali olmaktan asla hali kalmaz. Binaenaleyh her memlekette ulum ve fünun ve sanayi’in diyanet ve ahlakıyatın erbab-ı ilim ü irfan ve isti’dadatın hami-i tabiisi sunuf-ı mümtazenin üssü’l-esası hükümdardır. Çünkü hükümdarın vazife-i esasiyyesini memleketin şerait-i ictimaiyyesine nezaretten başka en ali anasırını terğıb suretiyle bu şeraitın daima ıslahına çare-saz olmak hususat-ı mühimmesi teşkil eder. Bu vazife idari ve siyasi bil-cümle vezaif-i saireye faiktır. Zira mevcudiyet-i milliyyenin bekası memleketin hüsn-i meclis-i milli murakabesinin ehemmiyet-i makam-ı hükümdariye bir mahiyet-i hayaliyye iras ettiği fikir ve zehabında bulunanları suret-i kat’iyyede tekzibe kifayet ettikten başka tevlid ettiği ihtirasat-ı beşeriyye ile maatteessüf ekseriya sekte-dar olan saltanat ve meşrutıyet beynindeki aheng-i tabiinin esbab-ı mevcudiyyetini de isbat eder. Ahval-i ictimaiyyenin memleket üzerine icra ettiği te’sir ve nüfuz-ı azimin tamami-i vüs’ati şimdiye kadar anlaşılmamıştır. Mukadderat-ı memleketin bu ahvale merbut bulunduğu meşhudumuz olan bil-cümle nevakıs ve adem-i tekamülat-ı hükumetin de doğrudan doğruya veya bil-vasıta ahval-i ictimaiyyemizin tevlid eylediği netayic-i tabiiyye cümlesinden olduğu henüz layıkı vechile tavazzuh etmemiş bulunuyor. Ulema-yı milleti vatan-perverleri rical-i güzide-i idareyi me’murin-i mütemayizeyi hey’et-i ictimaiyye-i muntazamanın yetiştirdiği evladı terbiye edebilmek iyali mes’ud eylemek ancak o hey’etin cümle-i measirinden bulunduğu ve aksi takdirde yani inhilal-i ictimai ile en müterakkı medeniyetlerin na-bedid olduğu da el-an anlaşılmıyor. Halet-i ictimaiyye bir memleketin ahval-i siyasiyye ve siyasiyye ve idariyye halet-i ictimaiyyeye merbut bulunduğu gibi hey’et-i ictimaiyyenin hali de bu hey’eti teşkil eyleyen efradın ahlak ve zihniyetine merbuttur. timaiyyemizin ahval-i hazırası nekayis-ı ahlakıyye ve zihniyyemizin mahiyetini temsil ile beraber her hususda da bu hasais-ı ahlakıyye ve zihniyyemiz icra-yı hükm ettiğinden fa’aliyet-i idariyye ve siyasiyyemizin kıymeti mantıkan fa’aliyet-i Bu istidlalat-ı mantıkıyyenin şuunat ve vakayi’ ile de müeyyed bulunduğuna peyda-yı itmi’nan için tabiatin bahş ettiği bil-cümle menabi’-i refah ve mes’udiyyete rağmen memleketimizin duçar olduğu hal-i esef-iştimali görmek kifayet eder. Maamafih bil-cümle masaibimizi el-an cehaletimize isnad etmekte ısrar ile fıkdani-i ilimden başka bir noksanımız bulunmadığına kani’ olacak derecede kendimizi azade-i nekayıs buluyor erbab-ı ma’lumatın irtikab-ı şirret ve mazarrattan beri bulunmadığına ihtimal veremiyor ve ilim ve ma’rifeti zamanımızın deva-yı küllü addeyliyoruz. Fakat cehaletin en büyük bir nakısa addolunduğu bu memlekette tahsil-i ilim ve ma’rifet için izhar olunan bu suret-i telakkı bil-cümle ashab-ı servetin mes’ud bulunduğunu ve insanı derece-i kemale saadeti mertebe-i kusvaya gösterdiği muhabbete benzer. Fıkdani-i evsaf-ı ahlakıyye hasebiyle hiçbir vakit istihsal-i servete muvaffak olamayan böyle bir fakır adam gaye-i hayatına kadar ihtirasat-ı servetle mütehassis olduğu gibi hepimizde evsaf-ı ahlakıyye-i muktezıyye cümlesinden bulunan azim ve sebat iradet ve fedakari gibi hasailden ari bulunmaklığımız saikasıyla hiçbir vakit ciddi bir surette ihraz-ı muvaffakıyyete nail olmaksızın daima iktisab-ı ilim ve ma’rifet ihtirasatı ile mütehassis bulunuyoruz. Suret-i daimede bir karar-ı sehv ü hata bulunduran nakayıs-ı ahlakıyyemiz ifasıyla mükellef olduğumuz vezaifi da nekayısımıza mahiyet-i hakıkıyyemize ittıla’a mani’ olarak bila-liyakat nail-i amal olmaya saik olan enaniyetimiz adem-i takayyüdatımız ataletimiz hasail-i ten-perveranemiz bi-meslek ulema-yı cühela derekesinden tahallusla faide-mend müsaade-bahş olamıyor. Binaenaleyh hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyeye mensub her ferdin en mübrem en mühim vazife-i vataniyyesi mümkün olduğu kadar nekayıs-ı ahlakıyyeden bit-tecerrüd hissiyat-ı hased-karane enaniyet-perverane ilcaatıyla ebna-yı cinsinden su’-i nazarla telakkı ettiği ve bizzat nefsinin de hissedebildiği her türlü hissiyat-ı redaet-karaneye tegallüb etmekten ibarettir. En büyükten en küçüğe kadar vatan-ı müşterekin bulunduğu halden herkese ehemmiyet-i zatiyyesi nisbetinde bir hisse-i mes’uliyyetin terettüb ettiğini bil-cümle mesaib-i vataniyyenin evlad-ı memleketten herbirinin nekayıs-ı ahlakıyyesinden mütevellid bulunduğunu ve bu nekayısın mader-i vatana aid vezaifi esbab-ı muhtelife ile ifaya mani’ olduğunu herbirimiz vicdanen teslim etmeliyiz. Artık ıslahat ve teceddüdat meftunlarının da en iyi en müsta’cel ıslahatın kendi kusurlarını izaleye sa’y ü gayretten en nafi’ en na-şenide teceddüdatın kendi hasletlerinde meleri icab eder. Herkesin az çok kemalat-ı şahsiyyesine kani’ bulunduğu muhitimizde böyle bir ihtar-ı mücerrede tebean öteden beri mükemmeliyet-i şahsiyyesi hakkında perverde ettiği fikir ve zehabın mani’-ı rü’yet olduğu nekayıs-ı ahlakıyyesini ıslaha tevessül etmesine intizar olunamaz. Ancak böyle bir ihtar ani ve seri’ bir te’sir-i şifa-bahşı husule getirebilmek iddiasından beri bulunmakla beraber vicdanları tenvir etmek gibi nazar-ı istiğna ile görülemeyecek bir vazifeyi ifadan da hali kalmaz. El-hasıl her ferdin seyyiat-ı umumiyyeden kendi hissesi nisbetinde mes’ul bulunduğunu ve bu seyyiat-ı umumiyyenin ancak ıslah-ı nefsine cehd ü ikdam ile na-bedid olabileceğini vicdanen teslim ve i’tiraf ettiği gün tarik-ı salah ve felaha doğru büyük bir hatve atılmış olacaktır. Çünkü memleketin bais-i inhitatı olan ensale mümasil bir surette mütehassis ve mütefekkir oldukça beynimizdeki fark aynı efkar ve hissiyatın şekil ve suret-i tezahüründen şey yapamayacağı umur-ı bedihiyyedendir. Müktesebat-ı ilmiyyemiz ancak nakayıs-ı ahlakıyyemizden derece-i tahallusumuz nisbetinde müfid olabilecektir. Aksi takdirde temayülat-ı seyyiat-karanemizi tahrik ile teşdid-i şirretten başka bir şeye hadim olamayacağından bais-i ızrarımız olmaktan hali kalamayacaktır. dan ziyade ahlakıdır. Mağrur veya enaniyet-perver bir kimsenin ma’lumatından ziyade gurur ve enaniyetine tabi’ bulunduğu daima meşhudumuz olmaktadır. Bir hain haslet-i hıyanet-karanesinin tahrikatından başka bir şeye havale-i sem’-i i’tibar etmez. Kuvve-i akliyye ve ma’lumatına ancak cinayetinde ihraz-ı muvaffakıyyet ile tebrie-i zimmetini te’min maksadıyla ötekini berikini iğfal hususunda müracaat eyler. Noksani-i azim ve iradet saikasıyla tarik-ı hayatında ihraz-ı muvaffakıyyet edemeyen bir kimse nekayıs-ı ahlakıyyesini setr ü ihfaya çalışır. Kuvve-i akliyye ve ilmiyyesini ekseriya beray-ı tesliyet isnad-ı müftereyatta bulunmak şikar-ı i’tisafları olduğunu iddia edebilmek üzere mevhum mücrimler ihtira’ında isti’mal eder. El-hasıl ferdin hatt-ı hareketini ta’yin eden ef’al ve harekatını telkın ile fenalık irtikabından men’ eyleyen intizam-ı ruhi ve ictimaisi ta’bir-i digerle ahlakıdır. Zeka ve ma’lumatı ancak derece-i taliyyede icra-yı nüfuz eden vesaitten ibarettir. – – KUR’AN’IN TESLIS AKIDESİNE KARŞI HÜCCETLERİ riyor ki Allahu ilah-ı Kur’an zü’l-Celal’e ve O’nun gerek Kur’an’ın ve gerek esma’-i mukaddesenin tazammun ettiği nuut ve evsafı cami’ olduğuna i’tikad saadet-i dünya ve ukbanın ve her iki aleme aid hayatın en mühim ve en esaslı erkan ve şeraitindendir. İddiamızı daha güzel izah ve tenvir etmek için diyebiliriz ki: “İnsanların yekdiğere karşı olan münasebatının yolunda cereyan etmesi gerek cem’iyyat-ı beşeriyye gerek efrad arasında huzur ve sükunun payidar olabilmesi iki rükn-i esasinin: Havf ve recanın gayet kuvvetli ve metin olmasına mütevakkıftır. Çünkü yalnız havf hissinin zebun-ı istilası olup da ıztırablı demlerinde hiçbir taraftan gönlüne teselli ve inşirah verecek bir nefha-i reca istişmam edemeyen kimse bahtiyar olamaz. Havf ve rehbet hislerinden bütün bütün azade olarak yalnız ümid ve reca neşvesiyle hayat-güzar olan bir taife-i beşeriyyenin de hayatında intizam olamayacağı gibi efradı arasındaki maddi ve ma’nevi alakalar matlub olan derece-i kuvvet ve metaneti bulamaz. Cenab-ı Hakk’ın rehbet ve rağbet hesab ve ikab mağfiret ve rahmet gibi evsaf-ı mütezaddeyi cami’ olmasını istilzam eden bu gibi esaslardır. Bu sıfatların aralarında mevcud olup başka birinde birleşmelerini muhal mertebesine çıkaran tezad ile beraber Zat-ı Akdes’de birleşmesi Din-i birinde birleşemez. Böyle yekdiğerine zıt na’tlerle tecelli etmek kullarından her birini te’alim-i Kur’aniyyesinde hududunu beyan ettiği tarzda rahmet ve gazaba mazhar kılmak ancak Zat-ı Kibriya’ya has bir eser-i kemaldir. Şübhesiz bu tecelliyat-ı mütezaddenin mazhar-ı imkanı olabilecek bir zat varsa o da Ecell ü A’la’dır. Esasen Yunanilere Mısrilere ve saireye aid edyan-ı kadimede Zat-ı Hakk’ın tarz-ı tecellisi bu merkezde idi. Bu da bir zamanda idi ki bu dinlere salik olanların akılları yekdiğere zıd sıfatları cami’ bir zat tasavvur edebilmekten aciz bir hale gelmemişti; ve bu acz ve hayret sevkıyle her vasıf için bir ma’bud ve [ma’bude] seviyeleri bu derekeden de aşağı düşerek Yunanlı şair Homer ve emsali tarafından açılan çığıra imtisalen ma’budları dele izdivac ve saire gibi insanlara has şuun-ı ictimaiyye azv ü isnad etmeye kalkışmamışlar ve bu suretle bir din-i semavi olan Hıristiyanlık’ı sırf cahiliyet devirlerine aid putperestliğe tahvil etmemişlerdi. Garibdir ki On Büyük Din nam eser sahibi hiss-i diyanetin aldığı bu son gülünç ve ma’nasız şekli Hıristiyanlık’ın cami’ olduğu mahasin-i i’tikadiyyenin en büyüklerinden ve onun tarik-ı tekamülde kat’-ı merahil etmeye müstaid bir din olduğunun en bahir delillerinden biri addediyor ve diyor ki: sahife “Hıristiyanlık tarik-ı terakkıde yoluna devam ederek bazı tavaif Hindu ve Cermenden Cenab-ı Hakk’ın kainat-ı tabiiyyeye hululü fikrini almış ve bundan teslis fikir ve i’tikadı doğmuştur. Ve bu andan i’tibaren Muhammed’in sav ihyasıyla mükellef olduğu o basit tevhid-i mutlak fikri Hıristiyanlık aleminde mevcudiyetini muhafaza edememiştir.” Bu sözlerden sonra kitabın müellifi saptığı türrehat ve dalalet vadisinden daha ziyade irha-yı inan ederek; “Mahiyeti en basit olan taksimata tafsil ve tahdide en az müsaid bulunan bir mevcud mevcudat-ı saire miyanında en dun mertebede kalır. Bir mevcud tarik-ı tekamülde merhaleler kat’ ettikçe eczası çoğalır; aksamı tazauf ve vezaifi taaddüd eder.” diyor ve fikrini te’yid için misal iradına kalkışarak insan dan terekküb eden hayvani ve nebati uzviyat arasında bir mukayese yapıyor. nın gözlerini boyuyorlar; pek mantıksız düşeceğine ehemmiyet vermeyerek Vacibü’l-vücud Hayy-i Kayyum Bedi’u’s-semavatı ve’l-arz olan Zat-ı Ecell ü A’la ile şu alem-i fenaya hakim olan şuun ve etvar arasında kıyas yürütmek teşebbüsünde bulunuyorlar. Ayat-ı kerime-i Kur’aniyye ve ehadis-i nebeviyyenin Zat-ı Hakk’ı misl ü nazirden tenzih etmesi gözle görülemeyeceğini zünun ve evhamın ihata-i mahiyetinden aciz bulunduğunu söylemesi şübhe yok ki Diyanet-i Muhammediyye’yi bu gibi şaibelerden masun bulundurmak maksadına mübtenidir. Hıristiyanlık propagandacıları Kur’an’ın Cenab-ı Hakk’ı zemin ve asuman sahasından haric bıraktığını ve hükm-i tedbirini bunların fevkinden icra ettiğine kail olduğunu Hıristiyanlık ise Allah’ın her şeyde ve her şeyle beraber olduğuna mu’tekıd bulunduğunu söylüyor ve aradaki fark-ı mühimmin diyanet-i hanifiyyenin bağrına kanayıcı bir yara açmış olduğunu iddia ediyorlar. Bu zavallılar bilmiyorlar ki Kur’an bize bir değil birçok yerlerinde; “Nerede bulunsanız Allah sizinle beraberdir; O insana şah damarından daha yakındır; Evvel ve Ahir Zahir ve Batın evsafıyla mütecellidir.” deyip durmaktadır. Bu babda Ehl-i Salib ile aramızda şu fark var ki; bizim ma’budumuz emkinenin daire-i ma’budlarının ne olduğunu ise Kur’an’ın ta’rif ve izahından anlıyoruz. Tenkıdi sadedinde bulunduğumuz makale sahibi; “ Kur’an Hıristiyan dininin bir direği olan teslis mes’elesinde münakaşaya girişmekle yanlış bir yola gitmiştir.” diyor. Biz de cevaben deriz ki: “Teslisin putperestlik esasına irca’ edilmiş olan Hıristiyanlık’ın bir direği olması doğrudur. Bunun saf ve hakıkı Hıristiyanlık’ın rüknü olduğu iddiası ise anifen beyan ettiğimiz sebeblerden dolayı hakıkatten aridir. Hulul akıdesi Diyanet-i Mesihiyye’nin esasında mevcud olmayıp bunu Paulus Yunanileri Hıristiyanlık’a da’vet ettiği zaman onlarca eskiden beri tanınmış ve adeta iliklerine işlemiş olan bir fikr-i perestişi okşayarak maksadını tervic etmek emeliyle Hıristiyanlık’ın erkan-ı asliyyesi arasına sokuşturmuştur. Teslis bu batıl-perest adamın dediği gibi Hıristiyanlık’ın direği mesabesinde olaydı bu nevi’ Hıristiyanlık’a karşı tevhide kail olan mezahib-i Hıristiyaniyyenin her yerde İslam’dan daha çok fazla bir şiddetle harb açmış olduğunu hatta kendinin i’tirafa mecbur olmaması lazım gelirdi. Halikı tevhid onun Mesih’e hululünü redd ü inkar etmek Hak Teala’nın kainat-ı maddiyye suretinde zuhur ve tecellisini hamakatten mütevellid bir akıde telakkı eylemek fikri eskiden beri bir çok yerlerde yerleşmiş kuvvet bulmuştur. Bu fikir onaltıncı asır esnasında Hollanda ve Nemse’de meydan almış oralardan İngiltere Almanya Amerika gibi büyük memleketlere sirayet ve intişar etmiştir. Londra Cenova Boston gibi ilim ve felsefe merakizi olan büyük şehirlerde sırf teslis akıdesine karşı münakaşata girişmek makale muharririnin diame-i Nasraniyyet telakkı ettiği bu rüknü yıkıp Hıristiyanlık sahasından kaldırmak fikriyle müteaddid kongreler akd edilmiştir. Bu iddiamızın en muazzam burhanı olmak üzere Bindokuzyüz senesinde Boston’da mün’akıd mu’temerin tevhid mezhebini müdafaa edenlerin Avrupa’nın büyük şehirlerinde akd edecekleri umumi kongrelerde kongreler toplanmış ise de Teslis’in tarafdarı Mesih’in perestarı olanlar buralarda bulunup da akıde-i mahsusalarını müdafaa etmeye bir türlü cesaret edememişlerdir. Onların bu acz ve ihtirazları hıristiyanlar arasında akıde-i tevhidin evvelce bir takım erbab-ı bid’atin hulul fikrini icad ederek cehele-i avamı yemek yiyen hatire çit ler içinde uyuyan sokaklarda gezip yürüyen bir insana perestiş ettirmeye başladıkları andan evvelki seyrini ta’kıb etmesi için mühim bir saik oldu. Bindokuzyüzdokuz senesinde yalnız Amerika’da tevhide kail olan kiliselerin mikdarı dört yüz altmış bire baliğ olmuş olduğunu Darwin ve Spencer Felsefesi’nin hayalat ve gayr-i ma’kul esasata istinad eden böyle bir dini yıkarak bir çok zamanlar bu gibi akaid-i vahiyye ile bir reh-i na-refteye saptırılmış olan ukulü din-i akl ü iz’ana din-i tevhide ğini söylemek muharrir-i makalenin insaf edip de hatasını etmiş olduğu nazariyesinden dolayı münakaşaya girişmekte bir be’s görmüyoruz: Hıristiyanlar teslis iddialarında mantıka zevk-ı selime ki silah-ı müdafaayı körletecek bellerini kıracak delail ve berahin-i satıa ile mücadeleye girişir idi. Fakat Cenab-ı Hak Resulünü öyle adamlar karşısında buldu ki basiretleri körleşmiş akıl ve idrakleri önlerine çekilmiş olan kat kat cehl ü dalalet perdeleriyle hakıkate nüfuz kabiliyetinden bil-külliyye mahrum kalmıştı. Bu kabiliyetsizlik o derecelere varmıştı ki herifler aklın kabul edemeyeceği şeyleri dinlerinin erkan-ı asliyyesi sırasına geçiriyorlar insanlara bir takım akaid telkın ediyorlar şayed bunlardan biri i’tikadıyla mükellef olduğu şeylerin künh ü mahiyetini anlamaya teşebbüs ederse başına kıyametler koparıyorlardı; kalbinde bir şübhe uyanan kimse onu def’ ve izale edecek bir vasıta bulamıyor idi. Cenab-ı Hak Resul-i güzinini bu kabil bir halk muvacehesinde buldu da ona ilim ve hikmetle mev’iza-i hasene ile muamelesini ta’yin hususunda onu turuk-ı sedada sevk ve Hıristiyanlardan Nebiyy-i Zi-şan ile mücadeleye girişmek berlerinde havas ve avamdan bir çok adamlar kıssisler ahbar ve ruhbandan munsıf bir hayli kimseler olduğu halde Meclis-i Nebevi’ye gelirler; Cenab-ı Risalet-meab bu muhtelif tabakalara aid kimselerin her biriyle haline cesban bir tarzda anlayabileceği bir surette mücadele eder idi. Ayat-ı Kur’aniyye de Resul-i kerimin kalb-i tab-nakine muhatabların muktezıyat-ı ahvaline mutabık akıl ve iz’anlarının derece-i isti’dad ve kabiliyetiyle mütenasib bir tarz-ı istidlal Kur’an’ın mütenevvi’ olması da’vet ve tebliğ emrinde türlü türlü üslublar ta’kıb etmesi hep bu hikmete müsteniddir. Böyle olmayıp da Kur’an bir def’ada ve muayyen bir taife hakkında nazil olsaydı onda mevzu’ ve gayeleri müttehid olmakla beraber o muhtelif edalar mütenevvi’ üslublar bulunamaz idi. Bir hakıkat var ki birçok kimseler ondan ya gafil bulunuyorlar yahud tegafül ediyorlardır: Kur’an perakende bir surette yirmi bu kadar sene zarfında nazil oldu. Her biri kendine has bir sebeb tahtında nazil olmuş olan ayatına Yahudi hıristiyan müşrik bil-cümle erbab-ı edyanın avam ve havas kaffe-i efradı muhatab oluyordu. Kur’an’ın da’vetine nasıl hakim bir hibr nasik bir rahib pür-gu bir hatib sühan-saz bir şair muhatab oluyorsa cahil bir köle bir deve çobanı gibi tabakat-ı avam da aynıyla onun mazhar-ı hitabı oluyordu. Bundan dolayıdır ki hikmet-i sübhaniyye nebiyy-i muhterem Muhammed bin Abdillah’ın sav hikmet mev’iza-i hasene ile erbab-ı bahs ü münazaranın hasımlarına karşı tuttukları turuk-ı mücadelenin en güzel ve en müessiri olan bir tarz-ı cidal ile halkı dine da’vet ve irşad mesleğini tutmasına lüzum gösterdi. Da’vet-i Muhammediyye bu üç rükn-i irşad üzerinde kaim ve payidar bulunmaktadır. O Resul-i kerimin gerek kavmine gerek etraflarında bulunan ümmetlere hitab hususunda riayet ettiği üslubların kıymet ve mahiyetleri ölçülmek lazımsa bu en doğru ve en sağlam mizanlarla ölçülmelidir. Zaten Kur’an-ı Kerim’in muhatabın haline göre söz söylemekten olmasının sırr u hikmeti de bu noktada tecelli eder. Şu kadar var ki kalbleri hasta olanlar bu ciheti nazar-ı i’tibara almazlar da; “ Kur’an’ın üslubları arasındaki bu tehalüf nedir ayetler niye tekerrür edip duruyor hakıkaten Allah tarafından yip dururlar. Onların bu yolda idare-i lisan etmelerinin saikı ayat-ı varidenin kaffesini tek bir mizan ile vezn etmek istemeleridir. Gafiller ondan ki bir patriğe hitab edilecek söz bir keşişe tevcih edilecek sözün aynı olamaz; ukul ve idrakat-ı beşerin derecat ve meratibi muhtelif sebebler dolayısıyla mütefavit bulunmaktan kurtulamaz. Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir gün kendine; “Allah nerededir?” suali irad edilen zenci bir kadının; “Gökte” cevabını işitmiş; Cenab-ı Hakk’ı mekan olmuş.” buyurmuştur. Şimdi bu sözüne karşı o kadına; “Hayır öyle değil Cenab-ı Hak ne maddedir ne arazdır emkine ve ezman ile mahdud olamaz zünun ve evham künh-i zatını ihata edemez bununla beraber O her yerde bizimle beraberdir hem Evvel hem Ahir; hem Zahir hem Batın’dır.” denilse salim bir fikir nafiz bir nazar saib bir re’y için birer ayine-i serair-nüma olan bu hakıkatler ona söylense –mutlak söyleyeni sar’alı yahud çalık yahud söylediğinin farkında olmayan bir mecnun zannederdi. Tamamıyla hakları olduğu için muhtariyet da’vasında ısrar eden Rusya müslümanlarının bir kısmı maksadlarına nail olmuş bulunsalar da ekserisi gayr-i muayyen bir vaz’iyette kalmışlardır. Bunların maksadlarına nail olamamalarının sebeblerini arayan zatlar türlü türlü fikirler ortaya koyuyorlar. Fakat bu zevat Rusya’nın şimdiki halinden inkılabın tarz-ı devamından esaslı surette haberdar olmadıkları cihetle bu hususda büyük hatalara düşmekten kurtulamıyorlar. Rusya’nın kuvvetine malik olan Bolşevik Fırkası gerek Rusların gerek Rusya’da yaşayan diğer milletlerin mukadderatını kendi hissi nazariyelerine kurban ettiği şu esnada; hiçbir mantık ve kanuna hiçbir cemaatin kaide ve re’ylerine riayet etmeksizin beşeriyet esaslarına muhalif hareket ettiği bir zamanda; senelerce esaret altında kalan milletlerin muhtariyete nailiyet için çalışan akvam-ı muhtelifenin Sosyalizm esaslarına tevfikan gösterdikleri milli hareketlere karşı Çar hükumetinden milyon derece şiddetli muhalefette bulunduğu halde bazı matbuat Rusya İslamlarına Bolşeviklerle beraber çalışmak tavsiyesinde bulunuyorlar. Evet Amerika’da olan bir gazetecinin Afrika çölleri akvamı arasında cereyan eden ahvale vakıf olması mümkün olabilirse de Lenin ve Troçki efendilerden başka iç yüzü hiç kimseye ma’lum olmayan gelişi güzel bir fırka ile İslamların münasebet ve alakası hakkında doğru bir fikir beslemesi imkan haricindedir zannındayım. Bolşeviklerin tarz-ı siyasetleri usul-i idareleri hatt-ı hareketleri ahaliye karşı olan muameleleri hakkında ma’lumat vermek için bir “ansiklopedi” olmak lazım gelir. Şu kadar ki pek iyi ve pek fena olan cihetleri gayet kısa bir surette ta’rif ve tasvir olunabilir. Bolşeviklerin esasları fena değil: Bütün cihanın mahkum akvamına mes’ud hayat va’dinde bulunuyorlar. Bilhassa zalim milletler boyunduruğunda inleyen ezilen Şark milletlerine cennetler va’d ediyorlar. İnsan onların programlarını okudukça cihanı felaketten gadr u zulümden halas edecek çarelerin bulunmuş olduğu kanaatini hasıl eder. Fakat icraata gelince tamamıyle bunun aksini görürüz. Programlarında ne varsa amelleri tamamıyla onun aksidir. Mesela; “Milletlere muhtariyet vereceğiz” diye yemin eden Mösyö Lenin re’y-i amla kendi mukadderatlarını halleden Ukrayna Finlandiya Kırım Türkistan Türk-Tatar… gibi akvama karşı vahşilerin yapmadığı bir tarzda dehşetli muharebeler ti mefkuresine çalışan amele asker ve fukara-yı kasibeye merhamet etti; ne de Sosyalizm esası üzere teşkil edilen demokratik milli müesseselere riayet gösterdi. Hepsine bi-rahmane ateş açtı. En nihaye Bolşevikler milli muhtariyete nail olmak için milli hislerden ve mefkurelerden vazgeçmek lazım geldiğini Bolşevizm’in milliyetle hiçbir münasebeti olmadığını amel Bolşeviklerin yegane maksadları milliyet fikrinin esassız bir şey milli hislerin mantıksız bir halet olduğunu resmi surette müesseseden zuhur ve neşr edilen fikirleri mahv edeceklerini açıktan açığa cihana tebliğ ettiler. Sosyalizm üssü’l-esası olan intihabat usulünü lağv matbuatı ta’til neşriyatı musadere muharrirleri tevkıf Sosyalizm yolunda senelerden beri çalışan ihtiyar ve genç sosyalistleri seleri gibi büyük daru’l-ulum ve fünunları aklın kabul edemeyeceği bir suret-i vahşiyanede yok etmeleri hususunda Bolşeviklerin irtikab ettikleri mezalimi ika’ ettikleri cinayatı bi-taraf bir kalemle yazmak lazım gelirse onları en doğru ve en kısa bir ta’rif olmak üzere “mecnunlar” diye tavsif etmek lazım geleceğine şübhem yoktur. Bolşevikler şimdiye kadar ta’kıb etmekte oldukları hatt-ı hareketlerinden vazgeçmeyecek olurlarsa Sosyalizm tarihinde en kabahatli sahifeyi işgal edeceklerdir. Maamafih Sosyalizm ile Bolşevizm arasında kıyas kabul etmeyecek derecede tefavüt bulunduğu da nazar-ı dikkate alınmalıdır. Bil-farz Sosyalizm’in piri Marx Baba kabrinden kalkıp da gelecek olsa Bolşeviklerin onu da i’dam edeceklerinden korkuyorum. Avrupa ma’nasıyla yüzde dört erbab-ı sa’y ü amele malik olmayan ictimai alemde yeni bir devreye giren medeniyetçe fenni ve ilmi yeni bir hayat iktisab eylemeyi cihan-ı siyasette milli bir kitle-i vahide halinde akvam-ı müslimin cem’iyeti teşkil etmeyi en birinci maksadları sırasına yet mefkurelerinin düşmanı olan yarın olmazsa öbür gün sukutları muhakkak bulunan Bolşeviklere bağlamak fikirleri gerek Bolşevikler hakkında gerek umum Rusya hadisatı herc ü merci hakkında adem-i ma’lumattan neş’et eden bir gaflettir. Ben umumiyetle mahkum İslam milletlerinin bilhassa Rusya müslümanlarının yalnız sosyalistlerle birlikte çalışmak şartıyla muhtariyete erişeceklerine kani’im. Zaten Rusya ahalisinin kısm-ı a’zamının mümessili olan İnkılabcı Sosyalist –sosyal revolüsyonerler– Fırkası’dır ki bunların İslamlar lehine çalıştıkları bil-fi’l mücerrebdir. Geçen sene intihab edilen meclis-i müessisan a’zalarının yüzde yetmişi onlar idi. Atide de bu fırka ile tevhid-i mesai etmek münasebetimizi takviye eylemek bizim için en muvafık bir tarz-ı harekettir. Çünkü onların eski programlarının birinci maddeleri milletlere yerli muhtariyetler te’min etmek olduğu gibi çiftçilerin ve küçük arazi sahiblerinin hayatlarını mazhar-ı tekamül ve ve hürriyet bayrağı altında çalışıyorlar. Rusya İslamlarının kısm-ı a’zamı nerede olsa muhtariyet da’vasında ısrar eden arazi sahibleri çiftçilerdir. Bolşeviklerin sukutundan sonra devr-i istibdad iade olunmazsa halde bu hakayıkı nazar-ı dikkate almayıp da bugün kim güçlü ve kuvvetli ise mukadderatımızı ona bağlamak siyasi çocukluktur. Tedrici ve muntazam şekilde vücud bulmuş sağlam mefkureye sahib olmadıklarından olamadıklarından dolayı bugün kim güçlü nüfuzlu ise herşeyden ziyade ona ehemmiyet vermişlerdir. Bu cihetle afv edilmez hatalara düşmüşler şayan-ı teessüf felaketlere duçar olmuşlardır. Şimdi bu hataları muhtacdır. Mefkure olursa sebatlı ve sağlam olmalı; sonra da ona erişmek için fevkalade bir azim bulunmalıdır. Yoksa hiç olmaması daha iyidir. Bugün bu fırka yarın öbür fırka ile münasebette bulunmak deve kuşu olmaktan başka bir şey değildir. Milletlerin sebat ve azimleri onların hayata derece-i Müslümanlar her halde muhtariyetlerine erişeceklerdir. Madem ki onlarda milli his vardır madem ki o his gittikçe medeni bir şekle geçiyor madem ki İslamlar bütün Avrupa emperyalist burjuvazisi için pazar malı olduklarını layıkıyla anlamışlardır madem ki onların bütün an’anat-ı milliyye ve hayat-ı atiyyeleri mahfuzdur; o halde biz İslam demokrat mücahidini de bütün mevcudiyetimizi muhtariyet yolunda demokratik ve Sosyalizm esaslarına hasr edeceğiz. Cihanda yerleşmesi muhtemel olan sulh ve müsalemet muahedeleri emperyalist burjuva parmaklarıyla tahrir edilecek ise de esas maddelerin kuvveden fi’le çıkması bütün cihan-ı mahkum ahalisinin ve Avrupa sosyalistlerinin elleri ile olacaktır. Cihana Sosyalizm yerleşse zayi’ edecek hiçbir şeyimiz olmaz. Fakat istihsal edecek menafi’imiz çok olur. Binaenaleyh; “Yaşasın mahkum Şark milletlerinin birleşmesi! Yaşasın onlara yardım elini verecek Avrupa sosyalistleri! Yaşasın İslam milletlerinin demokrat mücahidini!” diye bütün cihana bağırmak bizim borcumuzdur. Yaşasın bizim özümüzü bizim hayatımızı tasdik eden hürriyetçiler!.. Şark-ı Karib’deki müteaddid seyahat ve tedkıkatı sayesinde mesail-i Şarkıyyede mütehassıs tanılan İngiliz Kamarası a’zasından Kaimmakam Sir Mark Sykes ve Eylül tarihli Daily News gazetesine baladaki serlevha altında iki makale yazmıştır. Müverrih ve müelliflerin munsıflarından ma’dud olmasına rağmen bu muharririn hakkımızda beslediği hissiyatı bir de Wilson’ın vaz’ ettiği prensiplerin esna-yı tatbikinde bize karşı ne gibi zihniyetle hareket edileceğini göstererek halkın intibahını rical-i hükumetin nazar-ı dikkatini celb etmek için o iki makaleyi aynen tercüme ediyoruz: “Şark-ı Karib mes’elelerinin halline çalışılacak zamanlar bütün cihan ve bilhassa İngiliz demokrasisi için pek uzak değildir. Makalemizde Şark-ı Karib’den bahs ederken Kudüs’ü merkez i’tibar ederek sekiz yüz mil tulünde bir nısıf kuturla tersim olunacak daire içindeki yerleri kasd ediyoruz. Bu daire içinde o kadar mühim ve müşkil mes’eleler vardır ki hallolunmadıkça cihanın daimi sulh ve müsalemeti te’sis ve te’min olunamaz. Ben bu makalelerde istikbalde edeceğim. Tarih nokta-i nazarından bakılınca bu mıntıka asırlardan beri medd ü cezr-i daimi içindeki Şark’tan gelen garatın saha-i cereyanıydı. Bu garatın tevlid ettiği maddi ve ma’nevi te’sirat Harb-i Umumi başlamadan birçok zaman evvel zail olmuştu. Vakıa yeniden Mongol seylabının cihana rünü müşahede edecek değiliz. Maamafih şayed bunların tevlid ettiği esbab-ı ihtilaf harb-i hazırda izale edilmeyecek olursa istikbalde yeniden muharebata sebeb olacağına şübhe etmemelidir. hakkında umumi ve mühim bazı ma’lumatı olduğunu müşahede ediyoruz. Mesela her İngiliz biliyor ki: İstanbul’un sevku’l-ceyş nokta-i nazarından fevkalade bir ehemmiyeti vardır. Türkiye’de Ermeniler ve diğer mahkum milletler asırlardan beri su’-i muameleye ma’ruz kalmışlardı. Irak ve el-Cezire havalisi zahire ambarıdır ve hububat ziraatine pek müsaiddir Süveyş Kanalı İngiltere ile Hindistan arasındaki yol üzerinde mühim bir istasyondur. Kudüs hem hıristiyanların hem Yahudilerin ma’nevi ve dini merkezidir. Mekke müslümanların kıblegahı ve merkez-i dinileridir. Almanya hükumeti askeriyesi bütün bu yerleri zabt etmekle Şark’a tasallut etmek istediği gibi Paris ve Polonya’yı zabt etmekle de Garbi Avrupa’yı teshir eylemek niyetinde idi. Herkes biliyor ki biz bütün bu harekatı men’ etmek için Çanakkale’de Kanal’da Filistin’de ve Irak’ta harb ettik ve ediyoruz. İngiliz demokrasisi vaz’iyetin ahval-i umumiyyesinden haberdardır. Fakat tafsilata gelince vaz’iyet daha fazla karışır. Kraliçe Elizabeth zamanında yıkılmak üzere bulunduğu zannolunan Osmanlı İmparatorluğu hala mevcuddur. Zira Harb-i Umumi’den evvelki hodgam Avrupa onu tama’kar müdafi’ler ve dostlar ile te’yid ediyordu. Osmanlı Harb-i Umumi’den evvelki Avrupa Düvel-i Muazzaması’nın siyasiyyunu birbirine karşı besledikleri hissiyat saikasıyla ve bu ülkeden ayrılacak parçalar rakıb bir hükumetin nüfuz ve satvetini tezyid eder korkusuyla dünyanın en feyzdar ve en güzel yerlerinde terakkıden mahrum gayr-i medeni bir hükumetin mevcudiyetini kabul ediyorlardı. Hükumet-i Osmaniyye beyne’d-düvel rakabet-i maliyye vasıtasıyla kendini bi-hakkın muhafaza edebilmektedir. Hükumet-i Osmaniyye son nısf-ı asır esnasında Avrupa arasındaki rakabeti tezyid etmekle kendi mevki’ini tarsin ettiği gibi bazı vilayat ahalisine aid servet-i tabiiyyeyi terhin veyahud bahş eylemekle de maliyyunun nüfuzundan müstefid olmuştu. Bir takım mutavassıtlar vasıtasıyla maliyyundan bazı gruplar hükumet-i Osmaniyye hesabına silah ve cephane satın almak mecburiyetinde kalıyor diğer bir kısım mutavassıtlar da büyük demir yolların imtiyazını istihsal ediyordu. Bu suretle imtiyaz almakta aralarında müdhiş rakabetler cereyan ediyordu. Tabii her grup ta’kıb ettiği gaye mucebince hükumet-i Osmaniyyenin ciddi bir murakabe yahud bir nevi’ kontrol altına alınmasına muhalefet eder idi. Zira gerek sermayedarlar gerek mutavassıtlar ve imtiyazat avcıları kat’i bir suretle biliyorlardı ki Osmanlı İmparatorluğu bir murakabe altına girdiği dakıkadan i’tibaren menfaatleri muhtell ve zail olacaktır. İşte bu suretle İ’tilaf hükumetlerinin ta’kıb ettikleri siyasete göre memleketin istismarına muvafık olmayan ve kendilerine bir faide te’min etmeyen ve fakat Türkiye ve Almanya’nın makasıd-ı askeriyyesine uygun gelen demir yolları inşa ediliyordu. Harb esnasında Türkiye’nin hakkıyla kullandığı silahlar vaktiyle sermayedarların tazyikıyla Osmanlı hükumetine kabul ettirilmiş şeylerdir. Merkezi Şark mesailinin harbden sonra halli matlub ise harbden evvel müşterek şübheler rakabetler tama’karlıklar ve gizli münafeselerde bulunan hükumetler yeni bir nokta-i nazar yeni bir siyaset ta’kıb etmelidirler. Zira şimdiye kadar siyasilerin ve maliyyunun ta’kıb edegeldikleri siyasetle hükumet-i Osmaniyyenin bekasını nasıl te’min ve tarsin ettiklerini gördük. Hükumet-i Osmaniyye haiz olduğu kuvveti kendi memleketinde nasıl kullandığını tedkık eylemek pek muvafıktır. Hükumet-i Osmaniyyenin nazari ve ameli tarz-ı idaresi daima Türkleri Türk olmayanlara karşı hakim kılmaktan ve diğer unsurlar arasına siyasi partiler dini mezhebi milli ve aili nifak ve tefrikalar sokmaktan ibarettir. Bina-berin bu siyaset asırlardan beri devam edegeldiğinden Şark-ı Karib’de bir halita-i akvam bir mecmua-i beşere tesadüf olunur ki hepsi sefil fakır ve bi-çare bir halde oldukları gibi birbirine adüvv-i can ebedi bir düşmandır. Tabii tabi’ oldukları tarz-ı hükumetin meydana getireceği netice bundan başka bir şey değildir. Binaenaleyh hallolunacak iki mes’ele vardır: Birincisi Türkiye hükumetini Avrupa devletlerini biribirine düşürmekten men’ etmek; saniyen Türklerin boyunduruğu altında ezilmekte bulunan Asyalı akvamı kurtarmaktır. Boğazlar’ı hakkıyla müdafaa eden kuvvet-i askeriyye Türklerin elinde kaldıkça İstanbul harblerin menba’ı siyasi ve mali entrikaların mihveri kalacaktır. Şayed yeni demokrasi selefi olan Düvel-i Muazzama’nın duçar olduğu hatadan salim kalmak isterse dünyanın siyasetindeki seretanı izale etmeliyiz. muazzam ve kıymetdar şehri başka bir hükumete vermekten Düvel-i Muazzama korkuyorlardı. Fakat Türklerin Boğazlar’a hakim olmaları hem Asya milletlerine tasallut hem Avrupa hükumetleri için ihtilaf ve tefrika demektir. Binaenaleyh Boğazlar kelimenin bütün ma’nasıyla beyne’d-düvel serbest bir hale ifrağ olunmalıdır. O vakit Osmanlıların padişahı ve havada kavaid-i düveliyyeyi tatbik etmek üzere mühim kuvvetler bulundurmalıdır ki arzu ettiğini fi’len tenfiz etmeye muktedir olsun. Aynı zamanda imtiyazat avcıları maliyyun entrikaları ve bazı devletleri diğerlerine tercih etmek siyaset-i iktisadiyyesi ortadan kaldırılmalıdır. Şayed Şark-ı Karib’in siyaset-i maliyyesi harbden evvelki halde kalacak olursa Harb-i Umum’un esbabından mühim bir kısmı kalıyor demektir. teşkilat-ı maliyye adi rüşvet ve muntazam su’-i isti’malattan su’-i isti’malata sebeb oluyorlardı; hükumet-i Osmaniyye ve maliyyun grupları arasında her türlü entrika ve hilelere müracaat ederek Avrupa payitahtlarında mali müşavereler mesail-i maliyye ile mezc olunuyordu. Böylelikle devletler arasında rakabet ve adavet tezayüd ediyor harbler açılıyor milletler eziliyor ıslahat te’hir ve te’cil olunuyordu. Bunun mukabilinde birkaç kişi veya grup zengin oluyor bazı devletler te’min-i menfaat ediyorlardı. Tabii fazilet gaye-i kemal adalet müsavat ve bunlar gibi her türlü insaniyetin hayrını te’min edecek müfid kuvvetler artık böyle mütefessih ve rezil bir muhitte bulunamazdı ve bulunamaz. Hükumet-i Osmaniyye bu su’-i isti’malata iğmaz-ı ayn ediyor; simsarlar hasis ve gayr-i meşru’ komisyonculukla zengin oluyor; sermayedarlar aleni ve gizli rüşvetler vasıtasıyla utanmadan işlerini görüyordu. Bütün cihan hakıkı sulh ve müsalemet isterse bu sakım usulü tamamen izale etmelidir. Müttefiklerin demokrasisi yalnız Osmanlıların düyununu idare etmekle iktifa etmemelidir. Bilakis bütün Osmanlı maliyesine vaz’-ı yed etmelidir. tarikıyla yapılmalıdır. Bunları idare için bütün cihan nezdinde namus ve iffetiyle meşhur olan bazı zevat bulundurmalıdır. Bu hey’etin ta’kıb edeceği esaslı siyaset vücuda getirilecek umur-ı nafia ve terakkıyatın gayesi olan ahali-i memleketin menfaati saniyen bütün insaniyetin hayrı olmalıdır. Bu tedbir ittihaz edilmedikçe tatlı su cemaatlerinin levsiyatı Şark’ta mazarratlar ika’ında musırr kalacak ve bütün cihan Şayed İstanbul’un askerlik nokta-i nazarından bi-taraflığı ve siyaset-i maliyyesinin temizlenmesi mültezem ise Boğazlar muayyen fütuhat-cu devletlerin tasallutundan masun kalmalıdır. İstanbul’u düveli sermayedarların gizli ameliyatından hadd ü hakk bilmeyen grupların teşebbüsatından masun tutmalıyız. Bunu te’min etmedikçe Şark-ı Karib mes’ele[le]rinin hallinden bahs etmek hamakattir. Fakat İstanbul’da temerküz eden ve bütün cihanın devlet ve milletlerine te’sir eden mali ve siyasi nüfuz ve te’siratı etmeliyiz. Hiç kimse inanmaz ki müttefikler demokrasisi adil bir sulh te’min ederken bu milletlerin Türk hakimiyeti altında kalmalarına razi olsun. Islahat yapmaya inanmak bir gaflet ve faidesiz bir haldir. Zira hükumet-i Osmaniyyenin yüz yirmi seneden beri tarihi milel-i mahkumenin kanıyla yazılmış sahifelerle akım kalmış ıslahattan ibarettir. Evet ıslahatla hürriyetlerini istediğimiz milletler ıslahat dolayısıyla ezilmişlerdir. Binaenaleyh Rumların Ermenilerin Kürdlerin Arabların ve Yahudilerin istikbal ve tali’leri müttefikler demokrasisinin ta’yin edeceği siyasete bağlı kalacaktır. Asya’daki Türkiye memleketlerine gelince Anadolu Şibh-ceziresi fi’len hemen hemen Türklerle meskundur. Türkler buranın eski milletlerini mass ve temsil etmişlerdir. Bugün ancak sahilde bir mikdar Rumlarla dahilde tek tük hıristiyan yahud Yahudi zümrelere tesadüf olunur. Anadolu Fransa’dan daha büyük servet-i ma’deniyyesi ve arazi-i ziraiyyesi mebzul olmakla beraber nüfusu azdır. Bu kıt’a Türk hakimiyetinden başka herhangi hükumete tabi’ olsa başka milletle meskun bulunsa dünyanın cenneti olur. Halbuki bugünkü hükumet onu tamamen bir çöle kalb etmeye muvaffak olmuştur. Bu kıt’a Türkiye hükumetinin elinde kalabilir; sahilde ve büyük kasabalarda sakin olup Türk olmayanların masun olacağına dair kat’i te’minat aldıktan sonra müttefiklerin demokrasisi buraya müdahale etmekten sarf-ı nazar edebilir. Fakat bu mıntıka haricinde bir çok müşkil ve dikenli mes’elelere tesadüf ediyoruz. Ne vakit bir millet Ermeniler gibi tamamen ezilmeye Kürdler gibi yanlış harekata Arablar gibi inkısam ve tefrikaya alışırlarsa asırlardan beri birikmekte olan seyyiatı bir günde izale ve “milletlerin mukadderatına bizzat hakim olmaları” veyahud “milli intibah” gibi lafzi ta’birlerle bir günde ıslah olunamaz. Bir devr-i tecrübe bir zaman-ı ta’lim ve tehzib bir vakt-i murakabe ve muavenet bir fırsat-ı ikaz ve terakkınin hayluleti elzemdir. Ondan sonra bu gibi milletler kendi kendilerine hükm edebilirler milli müesseselere sahib olabilirler. Terakkı görmeyen ve kontrol altına alınmayan vatan-perverliğin Balkanlar’da vücuda getirdiği kanlı işleri; kırk seneden beri ehemmiyetsiz tama’karlık rekabet ve siyaset-i mahalliyye yüzünden Avrupa’nın başına gelen sarsıntıları ve ahiran alevlenen Harb-i Umumi belasını da gördük. Türklerin Asya vilayatında Türk olmayanlara karşı yaptığı tahribat ve aralarına ilka ettiği ihtilafat Balkan’dakinden daha büyük daha berbaddır. Zira daha eski daha esaslı ve daha metindir. Milliyet esası üzerine Asya’da vücuda getirilecek hükumetlerin hududu Sırbistan Bulgaristan Romanya ve Yunanistan’ın vaz’iyetinden daha gayr-i muayyen ve tahdidi daha müşkildir. Bu Asya vilayetleri Türklere geçmeden evvel başka imparatorluklara tabi’di. Ermenilerden başkaları birer kitle olmak i’tibarıyla vatan-perverliğe müsta’id bir haldedir. Fakat milli azamet ve gururları pek şedid ve fart-ı zeka ile beraber terakkıye rağbetleri pek ziyade olduğu için bunlar istismar olunacak maddi bir servet makamındadırlar. Bu havalide mal ve can taht-ı emniyyete alınır menabi’-i servet-i tabiiyye istismar olunursa on senede refah zenginlik siyasiyyenin mevcudiyyeti te’min olunursa milli teşkilat ve müstekıl hayata imkan bulunur. Müttefiklerin demokrasisine düşen vazife bu devr-i inkılab esnasında lazım gelen muavenet-i maddiyyenin te’minidir. Tabii bu devr-i inkılab ahval ve vaz’iyete göre değişir. Bazı kıt’alar vardır ki şimdiden hemen hemen istiklal-i milliye müstehık sayılır. Bazı kıt’alar da vahşetin fevzanın anarşi son derekesine düşmüş bir haldedir. Bu iki kısım arasında muhtelifü’d-derecat kıt’alar ve milletler bulunuyor. Fakat hepsine hatta kendilerine hükm edebilenlere de şamil müşterek bir sıfat vardır ki o da kendilerini müdafaa etmekten aciz bulunmalarıdır. Fazla tafsilat vermektense bu havalinin tarz-ı idaresini ta’yin ederken müfid olacak umumi noktalar serd etmek istiyorum. Evvela: Halkın ekseriyeti Türk olmayan yerlerde Osmanlı hakimiyetinden yahud siyadetinden bir eser bırakılmamalıdır. Zira Osmanlı hakimiyetinden bir eser kaldıkça Garb’da demokratik hürriyet-perver milletlerin anladığı hemşehrilikte müsavat kat’iyyen ve katıbeten teessüs edemez. Saniyen: Bu memleketlerin ahalisi Avrupalı muhtekirlerin elinde bir şikar gibi bırakılmamalıdır. Sermayedarların kıt’alarda yapılacak umur-ı nafia ıslahatı irva ve iska demir yollar ferşi ma’den ihracı terakkıyat-ı ziraiyyenin te’mini gibi işler serbesti-i ticaret ve açık kapı usulüne göre tutulmalıdır. Gerek müttefiklerce gerek bi-taraflarca bu usul kelimenin bütün ma’nasıyla harfiyyen tatbik olunmalıdır. Bit-tabi’ Alman teşebbüsatı ve Alman ticareti hakkında başka bir esas üzerine muamele edilir. Şimdiye kadar Almanya’nın müessesat ve muamelat-ı ticariyyesi hükumetin yardımı ile makasıd-ı askeriyyenin te’mini için yapılıyordu. Binaenaleyh Türkiye’de Almanya’nın yapacağı bu işleri askeri veyahud siyasi maksadlar için yapılmadığına dair bize kat’i ve esaslı te’minat verilmedikçe sıkı bir tarassud ve murakabe altına almalıyız. Salisen: Bu havalinin taksiminden sonra benim en kat’i en sarih kanaatime göre devr-i inkılab esnasında yapılacak den kuvvet almakla beraber her kıt’ada yalnız başına bir devlet icra-yı hakimiyet etmelidir. Bir hey’et-i düveliyye bir şehri idare edebilir bir nehirde seyr-i sefain işlerini murakabe altında bulundurur muayyen bir vergi toplayabilir. Bir kaleyi muhafaza eder. Fakat bir milleti terakkı ettiremez ve bir memleketi idare etmekten izhar-ı acz eyler. Hey’et-i hakime a’zaları birbirine karşı rakabet edecek yahud başka müessirat ve memlekette müşkilat ve iğtişaşat hüküm-ferma olur. İdarenin muhtelif şuabatında milliyete göre ahlak lisan mizac ve siyaset ihtilaf ederse veyahud ta’yin olunacak me’murların teşebbüsat akım kalır ve dahilde hiçbir muvazene te’min olunmaz. Boğazlar’ın ve İstanbul muamelat-ı maliyyesinin Akvam hey’eti bunların murakabesini ciddi bir surette elde etmekle mes’ele hallolunmuş sayılır. Fakat Türk olmayan milletlerin terakkı ve istihlası ancak her kıt’ayı veyahud her milleti müttefikler demokrasisinin ta’yin edeceği birer hükumete tevdi’ etmekle hallolunur. En mühim kayd hiçbir devlet işgal edeceği araziyi kendi emlakine ilhak etmemelidir.” vic-i efkarı bir gazete ile gayet munsıf ve mu’tedil bir İngiliz meb’usunun hakkımızda beslediği hissiyat! Bunu okuduktan sonra hala bir takım hayalata kapılacak yahud şahsi düşüncelerimiz için hakıkati feda edecek miyiz? Matbuatımız şahsiyyat yahud ale’l-amya mülahazat ile ortalığı velveleye düşürmektense muhasımlarımızın hakkımızda ne düşündüklerini tedkık etsinler de içinde bulunduğumuz şu tehlikeden nasıl kurtulmak lazım geleceğini ona göre ta’yin eylesinler ve bu hususda hükumete zahir ve muin olsunlar. Vatanın hayat ve mematı mes’elesi mevzu’-i bahs iken şahsiyyatı susturmak hissiyat-ı hususiyyeyi söyletmemek bütün efrad-ı millet için en büyük bir vazifedir. Artık milletin ve İslamiyet’in izzet ve vakarını böyle adi hissiyattan münezzeh tutmalıyız. Şark-ı Karib’de tesadüf olunan anasır ihtilafatının sebebi Türk hakimiyeti değildir. Türk olmayan tebea tebdil-i tabiiyyet etmek istemiyorlar. Ancak ıslahat istiyorlar. Halbuki İngiliz meb’usunun bizzat betlerine hedef olup dururken Devlet-i Osmaniyye mevcudiyetini müdafaa ile meşgul bulunurken tabii ıslahat ile uğraşamazdı. Türklerle Türk olmayanlar arasında hukuk ve lerle İngiliz olmayanlar arasındaki fark ise dağlar kadardır. Muharririn Osmanlılara hücumu sırf İslam’a olan adavetinden maniyye payidar oldukça hakimiyet-i İslamiyye de payidar olup gidecektir. Bu hakıkat anlaşılmalı ve bütün müslümanların gözlerini açmalıdır. Muharririn iltizam ettiği taksimat ilhaktan başka bir şey değildir. İşte Mısır Tunus Bosna-Hersek gözlerimizin önünde duruyor. Şayed sulh ve müsalemeti müslümanların mahvıyla te’sis etmek istiyorlarsa vücuda getirecekleri müesseseden hayır beklemesinler. Meşhur üstad Hogarth diyor ki: “Evvela burada en eski milletler ve medeniyetler bulunduğu gibi bütün edyan ve mezahib intişar etmişti. Binaenaleyh burası milletler bekayasının potasıdır. Şark ve Garb medeniyetleri arasındaki tesadüm meydanı burasıdır. Bu iki medeniyetin tarafdaranı aynı aile bulunuyorlar. Osmanlı hükumetinin en büyük kabahati milli harslere hürriyet-i kavmiyyeye ve milletlerin mevcudiyetine taarruz etmemekten ibarettir. Halbuki demokrasinin vaz’ ettiği ve istediği usul budur. Bu usulün mazarratı varsa olmayanların şikayatından yahud ihtilafatından asırlardan beri niçin bir eser yoktu? Bütün bu şikayetler ve ihtilaflar hissolundu. Türklerin en büyük kabahati Mayi’nin dediği gibi hıristiyan olmamalarıdır. Nasraniyet’i kabul ettikleri dakıkadan i’tibaren Şark Mes’elesi hallolunmuş sayılır.” TÜRKÇÜLERİN SİYASI MEFKURELERİ Her biri ayrı ayrı kavmiyetlere mensub olduğu halde Gökalp Bey’in etrafında toplanan Türkçülerden Çerkes Ömer Seyfeddin Bey Teşrinievvel tarihli Akşam gazetesinde neşr ettiği bir makalede Türkçülerin siyasi mefkurelerini şu suretle hülasa ediyor: “Türkçülerin “fi’liyyat” sahasına hiçbir an geçemedikleri mefkureleri şunlardı: A– Türkiye’yi iki kısma ayırmak! Türklerle meskun cihete yani Anadolu’ya “Türk Yurdu” demek Arablarla meskun kısımlarına muhtariyet –hatta bazı müfritlerince– istiklal vererek “Arab Yurdu” diye ayırmak! B– Türk Yurdu’nda Türklerin arasında ekalliyette kalan Rum Ermeni Yahudi gibi milletlere de “harsi bir muhtariyet vermek” serbest inkişaflarını te’min etmek Türklerle noktası noktasına her hakça müsavi tutmak. Memleketimizin “fikir sahası” da hürriyet ni’metinden mahrum olduğu için bu umdeler bu gayeler böyle vazıh surette ortaya atılamıyor bin türlü dolambaçlı yollarla adeta edebi bir kaçakçılık halinde ilmi makalelere sıkıştırılıyordu.” Çok zahmete katlanmaksızın sayelerinde mefkurelerine kavuştuklarından dolayı Türkçüler İngilizlere bir de teşekkür-name göndermelidirler. Türkçülerin “bin türlü dolambaçlı yollarla edebi kaçakçılıklarla ilmi makalelere sıkıştırmak suretiyle” anlatmak istedikleri bir mefkureleri daha vardır; bakalım onu da i’tiraf etmek cesaret-i medeniyyesini ne vakit gösterecekler! CENUBI FİLİSTİN’DE YAHUDI MAHKEMELERİ Cenubi Filistin’de yaşayan Yahudilerin İngiliz işgal-i askerisinden göre hükm edecek “Mishpat HaShalom” namındaki mahkemelerini artık büyük kasabalarda te’sise başlamış olduklarını fa’da bulunacak; Filistin’in her şehir ve karyesinde de fer’i mahkemeler teşkil olunacaktır. Acaba Ahmed Emin Bey bunları da hars merkezi kabilinden mi addedecek? Avusturya Yahudilerinin mutalebatı miyanında Filistin Yahudileri tarafından sulh kongresinde bir hey’etin isbat-ı vücud etmesi dermiyan ediliyor. Bu da hars merkezi te’sisi için mi? SIYONISTLER VE FILISTIN’IN İSTIKBALI Şu fıkrayı İngiliz siyonistlerinin mürevvic-i efkarı olan Palestine mecmuasının Tal’at Paşa tarafından düvel-i merkeziyye siyonist hey’etine edilen va’dleri münakaşa vadisinde yazdığı şedidü’l-meal bir makaleden tercüme ediyoruz: “Siyonistler birkaç def’a ba’de’l-harb Filistin’e vuku’ bulacak Yahudi muhaceretini mevzu’-i bahs etmişler ve Filistin ahval-i iktisadiyyesi kesb-i salah ve terakkı etmeden seyl-i muhaceretin şiddetini tahfif etmeyi aralarında kararlaştırmışlardı. Fakat bu hususda bütün siyonist merkezlerinde yapılacak murakabenin kendileri tarafından icrasına karar verdikleri halde Tal’at Paşa bunun hükumet-i Osmaniyyece yapılacağını söylüyor. Tabii bu tamamıyla bizim arzumuzdan ayrı bir şeydir. Tal’at Paşa bundan başka Filistin’in Yahudilere bir merkez-i dini olmasından bahs ediyor. Halbuki burası eskiden beri her zaman bizim merkez-i dinimiz olduğu gibi hıristiyanların da müslümanların da dini bir merkezleriydi. Yani Tal’at Paşa’nın söylediği söz bize va’d ettiği şeyden ziyade bizden men’ eylediği haklar nokta-i nazarından şayan-ı ehemmiyettir. O bize ancak Filistin’de dini bir merkez te’sisine müsaade ediyor ve Filistin’in milli bir vatanımız olmasını reddediyor. Evet Tal’at Paşa Siyonizm’i milli bir hareket tanımıyor. Yahudi Milleti’nin mevcudiyetini inkar ediyor. Yahudilerin Filistin’de rüchan-ı milliye malik olduklarını kabule yanaşmıyor. Esasen Jöntürklerin ta’kıb ettikleri siyaset Memalik-i Osmaniyye’deki anasırın harekat-ı milliyyelerini izaleyi ve bazan da onlardan istifadeyi icab ediyor. Biz sarahaten beyan ederiz ki Siyonizm Filistin’deki Yahudilerin hukuk-ı milliyyelerine sahib olmaları noktasında ısrar eder ve Yahudilerin milliyetini yahud Filistin’deki hukuk-ı milliyyelerini inkara varan her türlü siyaset ve projeleri şiddetle reddeyler. Dünyada herşeyin imkanı bulunur. Lakin hükumet-i Osmaniyyece Yahudiler mes’elesini tedkık etmek üzere teşkil edilen komisyon için siyonistlerle Siyonizm düşmanı olan Türk siyasetini te’lif etmek imkanı bulunamaz. Tal’at Paşa’nın manevraları küçüklüğün fazilete karşı gösterdiği ihtiram kabilindendir. Tal’at Paşa Yahudilerin nüfuzunu ve İngiltere hükumetinin i’lan eylediği siyaset üzerine bunların Düvel-i İ’tilafiyye lehine yapmakta oldukları hizmetlerini biliyor da birkaç boş ve yalan va’dlerle bu hareketi durdurmak istiyor. İhtimal ki kendisi bile bu kadar büyük bir ümid beslemiyor. Zira Osmanlı siyasiyyununun yaşadıkları hayalatın bir haddi vardır. Düvel-i merkeziyyede yaşayan siyonistlerce Jöntürklerin ta’kıb eyledikleri gaye ve siyaset hakkında artık hiçbir şübhe kalmamıştır.” Şark-ı Karib Mecmuası’nın Eylül tarihli nüshasında şu fıkraya tesadüf olunmuştur: “Geçen Cumartesi günü Hindli Hoca Kemaleddin Efendi Londra’da bulunan müslümanların cami’inde bir nutuk irad ederek demiştir ki: Kainatta hüküm-ferma olan terakkı ve tilaf tevellüd ediyor. Fakat o muhtelif şeyler yeniden tanzim ve tevhid olunuyor. Mesela hey’et-i ictimaiyyede bidayette bir aile kendi kendine ziraat dokumacılık marangozluk demircilik ve saire icra ediyordu. Lakin terakkı kanunu ve oldu. Bu taksim-i a’mal mucebince bir millet yalnız muhtelif mütehassıs sınıflara taksim olunmakla kalmadı. Dünyanın bazı memleketleri muayyen san’atlarda ma’ruf ve mütehassıs oldu. Bu muhtelif sınıflar müttehiden ve müttefikan çalışacak olurlarsa alem-i insaniyyet için bir ni’met-i kübra bir saadet-i uzma sayılır. Aynı kanun ahlakıyat ruhaniyat aleminde de hüküm-fermadır. Muhtelif dinler bir Allah’dan geldiği halde muhtelif şu’belere ayrılmıştır. El-yevm hallolunacak en mühim mes’ele bu ihtilafat-ı diniyye yerine bir ittihad bir vifak muayyen bir nokta yahud bir cemaate münhasır kalmamalıdır. Her yerde ve her millete kabil-i tatbik esasat üzerine müstenid olmalıdır. rafından herhangi yerde ve herhangi zamanda olursa olsun vahy edilmiş olan esasat-ı diniyyeyi kabul ve tevhid eylemiştir. leceğinden İslamiyet’in din-i istikbal olması muhakkaktır.” [Burada “Tashih” başlığı altında . sayıdaki “Diyanet ve Kaza” makalesindeki tashihler bulunmaktadır. Yerlerine BİSMİLLAHİ’R-RAHMANİ’R-RAHIM “Elif-lam-mim”: Müfessirler Elif-lam-mim Elif-lam-mim sad Ha-mim ve saire gibi fevatih-i süverin tefsiri sadedinde birçok akval serd etmişlerdir. Bir iki rivayet istisna edelirse Resul aleyhisselamdan bunların ma’nalarını beyan ve izah edecek bir eser varid olmaması bu yolda muhtelif ve mütenevvi’ re’yler der-miyanına sebeb olmuştur. Bu babda selefin mezhebi ma’na cihetini Cenab-ı Hakk’a terk ve tefviz etmektir. Onlara göre bu kabil fevatih-ı süver yalnız Cenab-ı Hakk’ın bilebileceği müteşabihat cümlesindendir. Selefin maadası tarafından der-miyan eden bir hayli ara ve efkar miyanında Bin Kutrub’un sözlerini ehemmiyetle telakkıye şayan görüyorum. O diyor ki: Arab Kur’an’ı dinlemez kaçarlardı. Elif-lam-mim Eliflam-mim-sad nazil olunca bunların ne demek olduğunu anlayamadılar. Heves-i istiknah kendilerini bu sözlerin alt tarafını dinleyip de siyak-ı kelam ianesiyle meal ve müeddalarını anlamaya çalışmaya mecbur etti. Arab okunacak şeylere bu maksadla kulak vermeye hazırlanınca Cenab-ı Risalet-meab kendilerince me’luf olan üslub-ı beyana mugayir hiçbir ciheti olmayan süver-i Kur’aniyyeyi samialarına karşı bir hüccet elde etmeye muvaffak oldu. Bu tevcihe göre Kur’an’ın bu elfazı ityan etmesinin hikmeti Arabı hall-i müşkil sevdasıyla hiç arzu etmedikleri halde süver ve ayatını can kulağıyla dinlemeye mecbur etmekten edenlere hafi değildir ki onlar muhatabı tenbihden başka bir maksada ma’tuf olmaksızın söz arasında bu kabilden bir iki harf ityan ederler ve ekseriya beyan edecekleri bir maksad-ı mühim karşısında muhatabın gafil bulunduğunu hissettikleri yahud sözü dinleyip anlamak şanından olmayan hodgam bir şahsa meram anlatmak mecburiyetinde kaldıkları zaman buna lüzum görürler. “Ha-i tenbih” “eyyüha” lafzındaki “ha” gibi yerlerde “ma-i zaide”nin isti’mali bu kabildendir. Pek tabiidir ki insan bu harfleri işitip de ma’nalarını anlamayınca istidlal-i meallerine medar olur ümidiyle maba’dlarını anlayıp dinlemeye kalben bir mecburiyet hisseder. Hall ü istikşafı uğrunda şuraya buraya imale-i fikr ettiği maksad-ı mübheme intikali teshil edecek bir ser-rişte elde etmek emeliyle bu gibi elfazı ta’kıb edecek sözleri can kulağıyla dinler evvelce gafil bulunduğu yahud dinlemek istemediği sözleri kemal-i dikkatle telakkı ve onlardan bir te’sir hissedecek vaz’iyet alır. Halbuki o elfaz-ı mübhemenin yardımı olmasa muhatabın halinde ne bu tahavvül husule gelir ne de söylenen sözlerin bir te’siri görülür idi. Bu babda şöyle bir kavil de der-miyan edilmiştir: Asvat-ı hurufu Arab seyyan bir surette nutk u tekellüm ederlerdi; bu hususda okuyup yazma bilen ile bilmeyen arasında hiçbir fark yoktu. Elif ba cim ve saire gibi esma’-i huruf ise böyle değildi. Bunları ancak okuyup yazanlar bilebilir idi. Binaenaleyh evail-i süverde bu gibi esma’-i hurufun ityanı Kur’an’ın delail-i i’cazına bir zamime teşkil etmekle beraber Resul-i Güzin Efendimiz’in okuyup yazanların medar-ı imtiyazı olan bu gibi hasaisden mahrum olmadığını isbat etmiş oldu. Bu o kitabdır ki; “Sana ağır ve pek kıymetli bir vahy indireceğiz.” Ve; “ Halk ve icad kudreBaşmuharrir ti elinde olan insanı alak pıhtı kandan yaratan Rabbin’in namını yad ederek oku!” ayetleriyle inzali va’d olunmuştur. “ Bir kitab ki ona rayb şekk tari olması ihtimali yoktur. Rütbe-i i’caz u beyanı burhan-ı belağati şekk ü şübhe götürmek derecesinden pek alidir. Vakıa fi’len şübhe edenler çok ise de onları bu hale sevk eden Ayette kelimesi kelimeleri arasında mütenaziun-fih tenazü’ ıstılah-ı nahvde iki fi’il veya isim fi’lin bir isimde ameli yani her biri ismin ma’na ayetin ma’nası şöyle olur: “Kitab-ı münzelde muttakılerin şübhe edecekleri hiçbir cihet yoktur. Onlar için bu kitab mahz-ı hidayettir.” olması da muhtemeldir. Bir hakıkattir ki inad ve mükabereyi şiar-ı vicdan ittihaz edenler öyle deliller burhanlarla kanaat hasıl edecek ayat-ı beyyinat ile tuttukları meslek-i sakımden vazgeçecek kimseler değillerdir. Bunun içindir ki muanidler cahil ve idrak ve muhakemeleri kasır olanlardan daha ziyade Cenab-ı Hakk’ın zemm ü takbihine hedef olmuşlardır. Bir cahil önünde nur-ı hakıkatin parladığını görürse ona koşup gitmek doğru yol gösterilirse oraya süluk etmek hususunda tereddüd göstermez. Fakat bir muanidin tuttuğu tavır ve meslek böyle midir? O görmemek için gözlerini yumar; işitmemek mek için kalbinin etrafına perdeler çeker; . “ Kafirler dediler ki: Kat’a sana yahud bir hurma ve üzüm bahçen olmalı ve arasından göğü parça parça başımıza geçirmelisin. Yahud zinet ve ihtişama müstağrak bir kaşanen olmalı yahud göğe çıkmalısın maamafih oradan okuyabileceğimiz bir kitab getirmezsen semaya irtika ettiğine de inanamayız.”“ İşte bu kabil adamlar Cenab-ı Hakk’ın atideki ayetlerle mahiyetlerini tavsif ettiği ahen-dil kimselerdir: “ Onlara biz melekleri indirsek emvat laf söyleseler herşeyi takım takım başlarına toplasak yine iman etmezler meğer ki Allah hidayetlerini murad etmiş olsun.” “ Sana kağıd üzerine yazılmış bir kitab indirsek elleriyle yoklayarak onun hakıkaten bir kitab olduğunu anlasalar yine kafirler; ‘Bu sihirden başka bir şey değil!’ derler idi.” Derd-i inada mübtela olanlar hakıkaten bu derecelere kadar düşman olduktan sonra Kur’an ki vasf-ı mümeyyizi medlul-i kerimidir onların rayb ü gümanlarına hedef olmaktan vareste kalabilir mi? Erbab-ı ittika nazarında ise hal böyle değildir. Onlar ne Kur’an -ı Mübin’in canib-i Bari’den münzel olduğunda zerre kadar şekk ü şübheye mahal görürler ne de üslub-ı beyanında ahkam u adabında bu akıde-i rasihalarını haleldar edebilecek bir ilişik hasıl ederler. Kur’an dini ve dünyevi menfaatlere maaş ve meade müteallik maslahatlara vusul mükabereyi akıl ve iz’anının irşadatına muhalefeti iltizam etmedikçe bu hakıkati redd ü inkar edemeyeceğini takdir ederler. Bazı kimseler “ittika” lafzının medlul-i hakıkısi ne olduğunu kestiremiyorlar da zannediyorlar ki “müttekın” vasfına sade ruku’ ve sücuda vakf-ı hayat edenlerdir. Bu gibi kimseler bu hayat-ı uzlet ve inkıta’a mütehammil olsunlar da Allah’ı hiç bilmesinler bedayi’-ı san’atteki hikem ve esrara akıl erdirmesinler saha-i mülk ve melekutta enzar-ı ibrete tecelli eden bunca havarik ve ayattan gafil bulunsunlar bahs ettiğimiz tarz-ı telakkı erbabının nazarlarında bunların hiç ehemmiyeti yoktur. Onlar için ayat-ı Kur’an’ı anlamadan tertil ve tilavet Allah’ı bilmeden O’na ibadet etmek bir kimseye mertebe-i etkıyayı ihraz etmesi için kafi ve vafidir. Bunlar “müttekın” ünvan-ı mübeccelini beyan ettiğimiz kimselere zulm etmekte olduklarının farkına varmıyorlar. Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği ni’met ve serveti saadet-i ahireti istihsale vesile ittihaz eden bununla beraber bu ni’metin kendilerine dünyaca da bir nasib-i refah te’min ettiğini unutmayan kendilerine Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği gibi kendilerinin de gayra bezl ü ihsan etmelerini dini ve vicdani bir vazife telakkı eden fart-ı saman dolayısıyla sa’y bi’l-fesad temayülüne kapılmayan kimseler vardır ki hakıkatte “müttekın” ve “müflihin” ünvan-ı tekrim ü tebcilini almaya şayeste olanlar onlardır. “Takva” lafzının medlul-i hakıkısi dünyada ahirette ezayı nefse badi olacak halattan ictinabdır. Bu nokta-i nazardandır ki şer’an “müttekı” gerek fi’il gerek terk olsun ukubeti müstelzim ef’al ve harekata tasaddiden nefsini vikaye eden kimseye ıtlak olunur. Rivayet edildiğine göre takvanın mahiyetini soran bir zat ile Ebu Hureyre radıyallahu anh arasında şu yolda bir muhavere cereyan etmiştir. – Takva nedir? – Müddet-i hayatında dikenli bir yola düştün mü? – Evet. – Ne yaptın? – Önüme dikenler geldikçe yolu değiştirdim yahud kenarından sıyrılıp geçtim veyahud geri döndüm. – İşte “takva” budur. fenalığa gerek nefsine ve gerek gayra iras-ı ezaya badi olacak yerlerden kaçınan mal ve canını ırzını milletini memleketini komşularını sıyanet edendir. Bu saydığımız şeyleri zarar ve tehlikeye duçar eden kumarbaz müsrif münafık güruhundan kimselerle memleketlerine hıyanet eden ve bu suretle düşmanlarına yararlık gösteren sefiller için kat’a felah mukadder değildir. Bunlar harekat-ı leimaneleri sayesinde bir dereceye kadar menfaat-i maddiyye te’min edebilseler de hayat-ı uhreviyyece şekavet ve hüsrana mahkumdurlar. Saadet-i ahiret erbab-ı ittikaya hasdır. Sözün hülasası “ittika’” ef’al-i seyyieye terettüb edecek gerek dünyevi gerek uhrevi mücazattan nefsi vikaye siper altına almaktır ki alt taraftaki ayet-i kerime de kelimenin ma’nasını bu vechile izah u tebyin etmektedir. – – tesettürden kurtulmak suret-i daimede erkekle temasda bulunmak yaşamak isteyen devr-i hazır kadınlarının müddeayatı teşkil eder. Teehhül eden kadın zevcinin sıfat-ı amiriyyetini tanımak lü tahammül edemiyor. Artık kadınlar hür olmak istedikleri gibi hareket etmek tarz-ı hareketleri için de kimsenin muahezatına duçar olmamak ihtirasatı ile mütehassis bulunuyor. Bu gibi müddeayat ve ihtirasat-ı nisvaniyyenin meşruiyeti kanaatine binaen erkeğin na-kabil-i tahammül istibdadına nihayet verilmek suretiyle kadınların mutalebatı is’af olunmadıkça memlekette medeniyet ve terakkıyatın hayat-ı ictimaiyyenin saha-ara-yı husul olamayacağını teslim etmeyi bir vazife-i vicdaniyyenin ifası suretinde telakkı eden erkekler de eksik değildir. Böyle bir zihniyete firifte olan erkekler gaye-i muhayyele Garbiyyede kadınların haiz oldukları faikıyet-i mevkıiyye ile hürriyet-i mutlakadan mütevellid olduğuna kani’ bulunuyorlar. Eğer bu hal muvafık-ı hakıkat bulunmuş olsa idi; tarih-i mileli tekzib eden bir hadise-i mühimme teşkil etmiş olurdu. Çünkü hiçbir medeniyet-i beşeriyye hiçbir vakitte hürriyet-i nisvaniyye ile başlamadığı gibi bil-cümle medeniyetlerin de hürriyet-i mutlaka ve saltanat-ı nisvaniyye ile mahv u munkarız oldukları şuunat-ı müeyyede-i tarihiyye cümlesindendir. Herşeyin bir unsur-ı mütemeddin olmak haslet ve isti’dadını haiz bulunmasına nazaran kadınların da ehemmiyet-i fevkaladeyi haiz bir unsur-ı mütemeddin olduklarına hiçbir suretle i’tiraz edilemez. Adi taş bile bir mektep yahud bir hastahane inşası gibi bir suret-i müfidede isti’mal edildiği takdirde mahiyetine göre medeniyet-i beşeriyyeye hadim olmaktan hali kalmaz. Binaenaleyh her bir şeyin bir gaye-i temdin ü terakkıde isti’mali istilzam ettiği vukuf ve maharete mütevakkıftır. Fakat zi-kıymet bir unsur-ı medeniyyet ve saadet olan kadınlardan mümkün mertebe istihsal-i fevaid tarikını Türk kadınlarının hürriyet ve serbestileri mürevviclerinden istiknah edebilmemiz pek şübhelidir. Esasen hürriyet ve serbesti talebi keyfiyeti maatteessüf daima birçoklarını iğfal etmiştir. Çünkü hadd-i zatında daima sezavar-ı takayyüd ü teveccüh bir hareket-i necabet-karane teşkil ettiği zannolunuyor. Hatta bu gibi metalib ehliyet ve reviyetinden istifade olunmayan ashab-ı bir suret-i mübalağa-karanede i’zam olunan husul-i saadet-i müşterekeye hadim birçok kuvvetlerin izaasına mahal verildiği zehabını tevlid ettiriyor. Halbuki bundan daha yanlış bir şey olamaz. Zira daha ziyade bir hürriyete ihtiyac-ı hakıkı ve kat’i hissedenler muhtac oldukları serbestiyi bila-ta’viz ihraz edebilirler. Zaten kendine husule gelir. Garb’da kadınların mevki’-i ictimailerini ta’yin eylemiş olan hürriyet ve serbesti ancak bu suretle tahassul etmiştir. Hey’et-i ictimaiyyemizin hayat-ı ziraiyyesinde erkeklerin hürriyetine muadil olan kadınların hürriyeti hiçbir vakit bir kimse tarafından taleb edilmemiştir. Çünkü safha-i hayat-ı ziraide kadınlar erkeklerin ifa ettikleri vezaifin aynını ifa etmeleri sebebiyle ihtiyac-ı hürriyet her iki taraf için aynı mertebede bulunmuş olduğundan hayat-ı rustaide görülen hürriyet-i nisvaniyye mahiyet-i mesainin icabatından olarak kendiliğinden husule gelmiştir. Binaenaleyh hey’et-i ictimaiyyemizde erkek ile kadın arasında mevcud olan adem-i tesavi-i hürriyyet kadının zararına olarak bila-sebeb hayyiz-i husule gelmiş bir eser-i temsil eden netayic-i tabiiyyedendir. Bu mahiyet-i tefavütün de daima tabakat-ı ictimaiyyenin icabatına göre tahavvül ettiği kazaya-yı müselleme cümlesindendir. dar çalıştığı fukara sınıflarında bu tefavüt na-kabil-i tefrik bir halde bulunuyor. Tabakat-ı ictimaiyyenin meratib-i aliyyesinde de bu tefavütün tedricen tezayüd ile kadın işsizliğinin mertebe-i gayeye reside olduğu en kibar sınıflarda hadd-i a’zamisine irtika eylediği görülüyor. Ahval-i ictimaiyyemizin bu mahiyet-i ilcaatına nazaran hürriyet-i racüliyyeye müsavi bir serbestiyi taleb eden kadın hakıkı bir hürriyete ihtiyacı bulunmuş olsa bi-çare çiftçi kadına ihraz-ı serbesti ettiren hakka mümasil bir hak ile bit-tabi’ istihsal eder. Binaenaleyh köylü kadında nazar-ı takdir ile görülen serbestinin nisvan-ı saireye adem-i tevcihi keyfiyeti esbab-ı ciddiyye-i maniaya müsteniddir. Bu esbabdan biri serbesti-i nisvan mürevvici bulunan erkeklerle kadınlar ihtiyacatının na-be-mahal bir terbiye-i ecnebiyyeden mütevellid ve bu nokta-i nazardan muhitimize nisbeten ca’li ve gayr-i tabii bulunmasıdır. Esasen bir muhitin mahiyeti ne olursa olsun ancak tevlid eylediği silsile-i ihtiyacatı tatmin edebilir. İşte bu sebeble kadınlarımızın ihraz-ı serbesti ve hürriyet ihtiyacat-ı kazibesi muhitimizde tatmin edilemez. Bundan maada en ehemmiyetsizlerden en vahim olanlarına varıncaya kadar bil-cümle su’-i isti’malatın kaffe-i ahval ve harekat-ı ifrat-karanenin kesb-i liyakat edilmemiş bir haktan veyahud gayr-i meşru’ bir hürriyetten mütevellid bulunduğu nazar-ı i’tibara alındığı takdirde de nisvaniyet-i Osmaniyye namına der-miyan edilen müddeayat ve mutalebat-ı hürriyet-karanenin is’afı ne gibi bir tehlikeyi müstelzim olabileceği bis-sühule tezahür eder. Bu mes’ele-i mühimme hakkında daha vazıh bir fikir peyda etmek için tedkıkatın umumi bir nokta-i nazardan icrası müntic-i fevaid olmuş olur. umumiyyesi miyanında bu vezaifin en ziyade haiz-i ehemmiyet olduğunu evvelce der-miyan eyledik. Vazife kelimesini telaffuz eden hukuk ve hürriyet ma’nalarını da ifade etmiş bulunur. Binaenaleyh hukuk ve hürriyet-i siyasiyye nasıl mevcud ise hukuk ve hürriyet-i ictimaiyye de aynı suretle mevcuddur. Kavaninin hukuk ve vezaiften mütevellid bulunması hasebiyle kavanin-i siyasiyye bu menabi’den nasıl tevellüd etmiş ise kavanin-i ictimaiyye de aynı vech ile tehaddüs etmiştir. Kavanin-i ictimaiyye hey’et-i ictimaiyyeyi teşkil ve muhafaza ettiği gibi kavanin-i siyasiyye de şerait-i mevcudiyyetini tanzim ile terakkıyatını te’min eder. vazife-i ictimaiyyenin ifasıyla husule gelmelerinden ibarettir. Vazife-i ictimaiyye hürriyet-i ictimaiyyeyi tevlid eder. Bu vazifenin ifasında gösterilen daha büyük bir kabiliyet de daha vasi’ bir hürriyeti bahş eder. bir ehliyetin nişane-i takdirini teşkil ettiğinden istihkak edilmiş bulunur. Bu hikmet-i basiret-karane-i ictimaiyye hürriyet-i ictimaiyyenin doğrudan doğruya hey’et-i ictimaiyyenin mevcudiyetine olunabilecek hatiat hey’et-i ictimaiyyenin felaketini mucib olabilecek bir mahiyette bulunmasındandır. Binaenaleyh bu hikmet hey’et-i ictimaiyyenin muhafaza-i eder. Siyasi hürriyetlerde keyfiyet ber-akstir. Bu hürriyetlerin veya filan şeyi yapmak iktidarını haiz olduğundan değil belki bunları yapabilmek hak ve hürriyetine malik olmak ler. Lakin birşeyi yapmak hürriyeti o şeyi yapabilmek ehliyet ve iktidarını bahş eylemez. Olsa olsa o ehliyet ve iktidarın yet-i matlubeyi te’min etmez. Zira bu ehliyet ve iktidar ya iktisab edilebilir veya edilemez. İktisab olunduğu takdirde rette istihsal edilebilmiş olan hürriyet birçok su’-i isti’malata sebebiyet vermiş olur. İktisab olunamadığı takdirde de bu hürriyet zayi’ olur. Siyasiyyat hey’et-i ictimaiyyenin ancak suret ve şerait-i mevcudiyyetine taalluk ettiğinden siyasi hürriyetlerin su’-i doğruya icra-yı te’sir etmez. Binaenaleyh ictimai hürriyetler derecesinde ika’-ı te’sirat mahiyetinden bit-tabi’ ari bulunurlar. Bundan başka bir hey’et-i ictimaiyye vazife-i ictimaiyyesini bi-hakkın ifaya muktedir bulundukça siyasi su’-i isti’malattan hasıl olan mazarratı def’ edebilir. Hürriyet-i siyasiyye müstağni-i istihkak bulunduğundan cebir ve kuvvetle istihsal olunur. Binaenaleyh cebir ve kuvvetle bazıların da zararına olarak istihsal olunur. İşte tarih-ı milelin kayd etmekten hali kalmadığı siyasi mücadelat ile aks-i te’sirler hürriyet-i siyasiyyenin bu mahiyetinden mütevelliddir. Halbuki insanların ictimai hürriyetlerinden kin ve nifakın tevlidine dair bir misale tesadüf olunmaz. Bilakis ictimai hürriyetler daima insanları birbirlerine rabt etmiş siyasi hürriyetler de yekdiğerlerinden tefrik eylemiştir. El-hasıl bu tafsilattan ictimaiyatta vazifenin hürriyeti siyasiyatta hürriyetin vazifeyi tevlid ettiğini istintac eyleriz. Esasen hürriyet-i ictimaiyyenin istihkak olunmuş bir şey olduğunu hürriyet-i siyasiyyenin de ekseriya muhtac-ı istihkak bir halde kaldığını görmekteyiz. riyeti te’min ettiği halde siyasiyatta istihsal olunan daha büyük bir hürriyet daha bir çok vezaif-i siyasiyyenin ifasını müstelzim bir taahhüd ve mecburiyet teşkil eder. mevcud olan fark asli ve esasidir. Bu iki nevi’ hürriyet beyninde vuku’ bulacak bir iltibas amik na-kabil-i ıslah hatiata müncer olur. Vazife-i ictimaiyyeye gelince; hey’et-i ictimaiyyenin redaet veya salabet-i ahlakıyyesine göre pek mütenevvi’ olabilir. Fakat hürriyet-i ictimaiyyenin müstenid bulunduğu kaide mahiyet-i esasiyyesi gibi la-yetegayyerdir. Binaenaleyh hey’et-i ictimaiyye kadından dil-firibane muameleler eğlenceler mahzuziyetler taleb edebileceği gibi evsaf-ı ahlakıyye ve fikriyye ile fazileti de taleb edebilir. Ancak ahlakıyatı muhtel sefahet-perest bir hey’et-i ictimaiyye fazail-perver bir hey’et-i ictimaiyye ihtiyacatının tatmininden daha sehil bulunduğu cihetle kadınlar ciddi bir hey’et-i de daha vasi’ bir hürriyeti haiz bulunurlar. Buna binaen bir hey’et-i ictimaiyyede kadının haiz olduğu derece-i hürriyet ne o hey’et-i ictimaiyyenin ulviyetini ve ne de kadının kıymet-i ictimaiyyesini ta’yin etmez. Her ikisinin kıymet ve mahiyetini takdir için bilinmesi lazım olan şeyin bu hürriyetin neye mukabil istihsal edilmiş olduğunun yani faziletin mi yoksa sefahetin mi mükafatı bulunduğunun öğrenilmesidir. Bu tafsilattan nisvaniyetimizin mutalebat-ı hürriyet-karanesinin mahiyet ve ma’na-yı hakıkısi vazıh bir surette anlaşılabilir. Artık şimdi nisvaniyetin bir hürriyet-i ictimaiyye talebi keyfiyeti o hürriyete müstehık olmadığına delil-i kat’i teşkil ettiği gibi nisvaniyetimiz müddeayatının da siyasi ve ictimai hürriyetlerin iltibasından mütevellid esassız bir iddia olduğuna tereddüd edilemez. Müddeayat-ı nisvaniyyemize pey-rev olan Avrupa müddeayat-ı nisvaniyyesi bir takım hukuk-ı siyasiyye talebinden mahiyeti ictimai olduğu idrak olunamamıştır. İşte iltibasdan mütevellid iddia da bundan husule gelmiştir. Nisvaniyetin hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyede husule gelen tahavvülatı tedkık olunduğu takdirde son elli sene zarfında pek ziyade peyda-yı vüs’at ettiği görülür. Herhalde zamanımızın nisvaniyeti umumiyet üzere elli sene evvelki reviş-i serbestisine nisbeten daha büyük bir hürriyetten müstefid bulunuyor. Fakat mevzu’-i bahs olan bu hürriyet gizli bir surette Avrupalı kadını gibi imrar-ı hayat eden zümre-i nisvanın hürriyeti değil el-yevm hiçbir suretle medir. Hürriyet-i nisvaniyyenin şimdiki derecesi müstağni-i izah olduğu üzere reviş-i cedid hayatın icabatından mütevellid efkar ve hissiyatın netice-i tekamülünden başka bir şey değildir. Bu hürriyet müddeayat-ı nisvaniyyeye atf edilemez. Çünkü evvelce bu gibi müddeayatın hiç biri mevcud değildi. Şimdiki hürriyetin muhassalı olan tekamül-i ictimaimiz cereyan-ı tabiisini ta’kıben nisvaniyete daha vasi’ bir hürriyeti elbette te’min edecektir. Maamafih bu tekamül o hürriyeti her safhasıyla kabil-i te’lif bir surette yani her neslin seviye-i istihkakı mertebesinde tahdid ile beraber ensal-i müstakbeleyi temsil edecek ahlak ve zihniyete tevfik eyleyecektir. Binaenaleyh ilcaat-ı zamana takaddüm ile hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyede bugünden i’tibaren nisvaniyetin ta’yin-i şeraiti yani nisvaniyet-i Garbiyyeye muadil ve mümasil bir hale keyfi bir surette tahvil etmek emel ve arzusu daire-i hukuk ve salahiyeti tecavüz eden hod-binane bir su’-i hareketten başka bir şey değildir. Ferdin en adi vezaif-i ictimaiyyesini idrak ve ifadan aciz bulunduğu bir zamanda ale’l-husus hey’et-i ictimaiyyenin mertebe-i gayeye müncer olan inhilali sırasında irtikab olunacak böyle bir su’-i hareketin ne gibi bir fenalığı intac edeceği bis-sühule anlaşılabilir. En mühim mesailin bile daima akıllara sığmaz bir hiffetle hall ü tatbikı keyfiyetinin istikbal-i millimizi pek ziyade işkal etmiş bulunması mucib-i intibahımız olmalıdır. Artık bu def’a da aynı suretle kuvve-i hayaliyye-i gayr-i salimemizin seriu’t-tebeddül hevesat-ı muzırrasını tatmine teşebbüs edersek esasen ihyaya muktedir olduklarına zahib olanların la-yenkatı’ irtikab ettikleri la-yuadd hatiatın sıkleti altında mütezelzil olan mevcudiyet-i ictimaiyyemize bir darbe-i mühlike iras etmiş oluruz. Nisvaniyetimizin müddeayatı haremi bil-ilga erkek ile kadın arasında cem’iyyat-ı Garbiyyeye mümasil te’sis-i temas ve münasebata ma’tuf bulunduğundan bu müddeayatın münhasıran ictimai olduğuna şübhe edilemez. Yukarıda izah olunan esasata istinad ederek deriz ki; bu temas ve münasebatı ihtiyacat-ı hakıkıyye-i ictimaiyye tatminine mütevakkıf ehliyet-i kafiyyeyi ihraz eylemiş bulunsa hahiş-ger bulunduğu inkılab kendiliğinden husule gelmiş olurdu. Böyle olmayıp da el-yevm müddeayat halinde bulunması lüzumsuz ve gayr-i müstehak olduğuna delildir. O halde nisvaniyet hey’et-i ictimaiyyeye daha büyük bir saadetin medar-ı te’mini olacağı zehabıyla hukuk-ı cedidenin Halbuki bir hey’et-i ictimaiyye istihkak edilmiş olan hukukun gayrisini asla tasvib ve is’af eylemez. Binaenaleyh hey’et-i ictimaiyyemiz bugün bu metalibi reddeylemekle müdafaa-i meşrua hissine tebeiyetten ve en ziyade na-kabil-i ta’riz olan hukukunu isti’malden başka bir şey yapmış bulunmuyor. Hey’et-i ictimaiyyenin ekseriyet-i azimesi bu müddeayatın mevcudiyet-i ictimaiyyeyi tehlikeye duçar edecek bir mahiyette bulunduğuna zahib oldukça ve ictimai ve ahlakı zihniyetlerine hislerine fikirlerine an’anelerine mübayin gördükçe reddetmek ıztırarında bulunacağı gibi bu tarz-ı hareketi ile de vazifesinden başka bir şey yapmış bulunmayacaktır. Hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyye zihniyetlerinin fikirlerinin hislerinin tağyiri veya ta’dili münhasıran ulemasına hukemasına ictimaiyat müntesiblerine aid bulunduğu nisvaniyetimizin ma’lumu bulunması lazım gelir. Buna binaen bul göstermeyen hey’et-i ictimaiyyeye mütehayyir ve münfail bulunmaması icab ettiği halde efkarına adem-i muvafakatten arzularını is’af etmek istememesinden müteessir bulunduğunu görmekteyiz. Memleketin en mühlik bir buhran-ı na-dideyi geçirmekte bulunduğu bir zamanda bile efkar-ı umumiyyeye muhalefetten aleyhinde isticlab ettiği takbih-i umumiye efkar ve hissiyatta ika’ ettiği şurişe hiçbir ehemmiyet vermemekten adeta zevk-yab oluyor. Telkınatını ta’mime efkarını gerek sine-i me’vada ve gerek haric-i me’vada istediği gibi tatbik ve icraya hiçbir şey mani’ olmuyor. Nisvana giydirdiği elbise ittihaz ettirdiği hatt-ı hareket na karşı aleni bir hakaret gören hissiyat-ı umumiyyeyi son derece iğzab ediyor. Ferdin birinci vazife-i ictimaiyyesi iradet-i ictimaiyyeye hürmet ve riayet olduğunu hey’et-i ictimaiyyenin kavaidini an’anesini intizamını hukukunu ihlal suretiyle bir cürm-i nisvaniyet bi-haber gibi görünüyor. Nisvaniyet tarafdaranımızın emsaline tebean bir zümre-i efrad kavanin-i memleketin pek haksız veyahud pek şiddetli olduğu bahanesiyle itaatten bil-inhiraf mizac ve temayülüne göre tanzim edeceği kavaninin gayri kavanine riayet etmeyeceği böyle bir iddiayı acaba ne suretle telakkı eder?.. Böyle bir zümrenin istihkak etmiş olacağı mücazatı icra hakkını kuvve-i umumiyyeye karşı red ile kavanin-i mevcudeyi zihniyetine veyahud nokta-i nazar-ı hususisine göre tebdil edebilmesi hakkını tevcih eder mi? El-yevm cari olan ahvalden sathi-nazar müdekkıkların hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyenin teceddüdat-ı nisvaniyyeye –bazılarının iddia ettiği kadar– muarız olmadığına zahib olabilmeleri muhtemeldir. Hatta bu teceddüdatın duçar olduğu i’tirazatın bazı müfrit köhne-pesendlerin seriu’zzeval eser-i muhalefetlerinden başka bir şey olmadığına da kani’ olabilirler. Fakat hakıkat-i hal zannolunduğunun gayri bir ciddiyet-i mühimmeyi bir mahiyet-i hüzn-agini mutazammındır. Çünkü cem’iyet-i hazıra-i Osmaniyyenin ekseriyet-i azimesi kalben fikren takbih ettiği tesvilat-ı nisvaniyyeye şiddetle muhasımdır. Ancak bu bed-baht hey’et-i ictimaiyye a’za-yı muhalifesini iradetine inkıyad ettiremeyecek derecede herc ü merc ve mütezelzil bir halde bulunuyor. Hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyenin duçar olduğu adem-i ra-yı hükm eden serkeşlik saikasıyla ferdin su’-i hareketine hiçbir şey mani’ olamadığı gibi muhalefette bulunanları da artık hiçbir şey bir daire-i itaate sevk edemiyor. Nisvaniyet-i Osmaniyye ta’bir olunan hüviyet hakıkat-i halde inhilal-i ictimaimizin başlıca tecelliyatından birini teşkil eder. İctimai kuvve-i te’yidiyye- nin za’fından tevellüd etmiş olan müddeayat-ı nisvaniyye ancak bu za’fın meşruunu ketm ü ihfa maksadıyla nisvaniyet-i Garbiyyeden mütevellid bulunduğunu iddia eyliyor. Nisvaniyet-i hazıraya karşı efradın hissiyat-ı münfailanesini te’yidiyye-i ictimaiyyenin fıkdanına mukabil ferdi kuvve-i te’yidiyye kemal-i şiddetle tezahür etmekten hali kalmazdı. Binaenaleyh her iki kuvve-i te’yidiyyeden ari kalan hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyye nisvaniyeti iradetine inkıyad ettirmek kendisini a’za-yı muhalifesine karşı müdafaa eylemek hususunda kuvve-i icraiyyesinin müzaheret ve muavenetini taleb etmek ıztırarında bulunuyor. Halbuki bir vazife-i ictimaiyye ancak bir vasıta-i ictimaiyye vakit harekat-ı mutavaat-şikenane-i ictimaiyyeyi me’murini vasıtasıyla ıslaha teşebbüs etmiş ise adem-i memnuniyyet-i umumiyyeyi tezyid etmiş ve bu halden de nisvaniyet kemal-i maharetle istifade eylemiştir. Binaenaleyh bu vasıta ile ictimai bir fenalık zecr edilmek gidilmiş olduğu tecarib-i adide ile anlaşılmıştır. Maamafih bir tehlike-i ictimaiyye muvacehesinde müdahale kayd kalamayacağı pek bedihidir. Fakat bu müdahale ictimai vesait ile mesela vatandaşlarının hürmetini i’timadını riayetini ihraz edebilen ve hey’et-i leyebilecek olan kadın ve erkeklerden mürekkeb bir müdafaa-i tiyle vuku’ bulmalıdır. Kuvve-i icraiyyenin isti’mal etmesi lazım gelen diğer bir vasıta da vicdan-ı umumiyi mev’izalar hitabeler risalelerle tenvir etmek adem-i intizam-ı ictimai saikasıyla vatan-ı Osmaninin ma’ruz bulunduğu tehlikeyi anlatmak ve mevcudiyet-i milliyyemizi tahrib eden harekat-ı mutavaat-şikenaneye nihayet vermek ihtiyacının tamami-i ehemmiyet ve müsta’celiyetini ifham etmekten ibarettir. Çünkü bu ictimai tehlikeyi ihdas etmiş olan la-yuad hatiat izale edilmedikçe hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyye ile beraber vatan-ı Osmaniyi de mesaib-i müdhişeye sürükleyen harekat-ı keyfiyye ve indiyyeye ifsad ve ihlal-i ahlak müessiratına karşı gösterilen halet-i la-kaydane cereyanına nihayet vermek mümkün olamayacaktır. Hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyenin tamami-i kudret ve zindegisini iktisab edebilmesi mezaya-yı ahlakıyyenin mezaya-yı ilmiyyeye faziletin ma’lumata terbiyenin ilme tercih edilmesine mütevakkıftır. Artık ilmin vasıta terbiyenin de gaye olduğu bilinmelidir. Bu gayeden maksad da efkar-ı intizam-karane ibtila-yı mesai ve vezaif-şinasane azim ve sebat-ı tegayyürna-pezirane nı kavi Osmanlılar yetiştirmektir. Hey’et-i ictimaiyye-i muntazamayı fezail ve kemalat-ı ahlakıyyeyi haiz insanlar teşkil ettiği gibi milel-i mes’ude ve zi-satveti de hey’et-i ictimaiyye-i mükemmele teşkil eder. Son – – KUR’AN’IN TESLIS AKIDESINE KARŞI HÜCCETLERI Temhidatımıza şu birkaç sözle hıtam vererek asıl maksada girişelim: Cenab-ı Hak biliyordu ki vahidin ferdiyetiyle selasenin teaddüdünü fark etmeyen halik ile mahluk hadis ve asuman mülk-i yemin-i kudreti olan bir Kadir-i Kahir’le çardak altında uyuyan salb olunmak korkusuyla feryad ve vaveyla eden aciz bir mahluk arasındaki tefavütü temyiz edebilecek kadar selamet-i fikre malik olmayan kimselere hitab lazım ise kabiliyetlerinin fevkına çıkmayacak meal ve hakıkati ihatadan akılları aciz kalmayacak hakimane üslublarla hitab edilmek lazım gelir. Da’vet-i vakıaya karşı muanid ve muhasım bir tavır almalarına meydan vermemek için bu gibilerle anlayabilecekleri bi-gane kalmayacakları bir üslub ve lisan ile söyleşmek maksada muvaffak olmak için en güzel bir tariktır. Tarih-ı İslam bize gösteriyor ki ayat-ı Kur’aniyye arasında o kendine mahsus üslub ve edalarıyla tecelli etmekte olan da’vet-i Muhammediyye hasımları yola getirmek ve onları i’tikadat-ı batılalarından ayırmak hususunda Yunan felsefesinin Arabca’ya nakliyle usul-i bahs ü münazara muayyen bir şekle girdikten sonra mezahib-i İslamiyye erbabının müracaat ettikleri mantıkı üslublardan çok fazla muvaffakıyet göstermiştir. Evet bu mezahib erbabı arasında tehaddüs eden münazaa ve mücadelelere onların istinad ettikleri hüccet ve burhanların mahiyetlerine munsıfane bir nazar atf edilirse anlaşılır ki kavaid-i mantıkıyyenin kayd ettiği esasata istinad mevcud bir ihtilafı izale hasmın irad edeceği bir hücceti lar tevlid etmektedir. Biz o kanaatteyiz ki Yunan malı olan mantık ulum-ı cedeliyye İslam arasına sokulmamış olaydı din mikdarları yüze baliğ ve mahsul-i fikr ü ictihadları biribirlerini küfr u dalale nisbetten ibaret olan fırkalar için saha-i münakaşa teşkil etmezdi. Kur’an-ı Kerim tuttuğu hakimane üslublarla bazan hasımlarının dediği gibi mantık ve burhan kavaidine temas etmese de binlerle hatta milyonlarla halka miras-ı aba vü ecdad olan efkar-ı batıla ve akaid-i sahifelerinden sarf-ı nazar ettirmek hususunda daha müessir bir kuvvet ve kudret göstermiştir. Kur’an bazı kere hıristiyanlarla Sure-i Meryem’de olduğu gibi Isa aleyhisselamın kıssasını şerh suretiyle mücadele ediyor; ve tabii bu tarz-ı cidalde esasen kulaklara dolmuş olan bir takım hadisat serd etmekten başka bir şey yapmıyor. Onlara ihtar ediyor ki Isa Meryem’in oğludur; onu babasız yaratmıştır. Yaratmak için de Meryem’e bir ruh nefh etmiştir. vaz’-ı haml ağrıları başlayınca hurma ağacının dibine iltica etti; Isa’yı dünyaya getirince alıp kavminin huzuruna getirdi; Beni-İsrail gayet afif ve namus-kar tanıdıkları ve ebeveyninin fuhuş ve zina gibi rezailden münezzeh olduğuna şehadet ettikleri Meryem’den böyle bir hadisenin vuku’unu fevkalade kin ve adavet devam edip dururken Cenab-ı Isa Yahudilere şu hakıkati ihtar etti ki: Kendinin ne vechile hılkat-pezir olduğuna nereden geldiğine dair Meryem’e hesab sormaya hakları yoktur. Bilip anlayacakları bir şey varsa o da şu cihetlerdir: Kendi Allah’ın bir kuludur ki eline bir kitab vermiş nerede olsa mazhar-ı hayır ve berekat etmiştir. Hayatta oldukça namaz kılıp zekat vermeyi validesine karşı müşfik ve muti’ bulunmayı üzerine farz kılmıştır. Mayasını ceberut ve şekavet şaibelerinden tenzih eylemiştir. Resul aleyhisselam Cenab-ı Mesih’in sergüzeşt-i hılkatini bu yolda izah ve beyan ederek nasaranın hissiyat-ı diniyye ve milliyyelerini okşadıktan kendilerince ma’lum olan hakayıkı tezkir ile hasıl ettikleri inşirah-ı nevin sevkıyle telkınatını hüsn-i telakkıye kendilerinde daha ziyade bir meyl ü isti’dad husule getirdikten sonra şu hükmü tebliğ etmiştir: edersek şu hakıkatlere vasıl oluruz: O çocukların doğduğu gibi doğmuş gebe kadınlarda görünen a’raz onun validesinde de görünmüştür. mükellef oldukları feraizla bila-fark mükellef bulunduğunu bizzat i’tiraf etmiştir. Cenab-ı Hak onu harim-i ıstıfasına kabul ve terbiyesini der-uhde etmiş fıtratını cebbarlık şekavetkarlık temayülatından tenzih etmiştir. Allah ile Isa arasındaki bütün alaka ve rabıtalar bu daireye münhasır olup bunlar da bit-tabi’ neseb ve sıhriyetten mütevellid babalık-evladlık mahiyetinde değillerdir. olmasını istilzam etmez. Çünkü bütün mevcudat kaf ile nun arasında meknun bir emir ve bir ruh-ı kudsiden feyz-i vücuda mazhar olmaktadır. Mevcudiyetine hükm-i kader lahık olan herhangi bir şey “kün” emriyle saha-i vücudda taayyün-pezir olur. Esasen Isa Musa İbrahim Adem Muhammed aleyhimüsselam Allah’ın birer kulu arz ve mafiha O’nun birer eser-i kudret ve icadı olmaktan başka bir şey midirler? Kur’an taife-i hristiyaniyyeye sergüzeşt-i Isa’yı bu yolda hikaye ve onun kudret-i fatıradan sadır olma bir ruh olduğunu mahsusası eseri olduğunu söylüyor. Ve tabiidir ki Isa’nın keyfiyet-i hılkat ve tevellüdünü işitip dinledikten sonra hatime-i ayette onun bir harika-i takdir nezd-i ilahide makbul ve mu’teber pak ve nezih bir kul olduğuna dair olan sözleri hıristiyanların red ve inkar etmeleri için ortada bir sebeb kalmıyor. Kur’an’ın sair birçok yerlerinde de Isa’nın ruhullah olmasının ma’nası evladlık olmadığına ve bu hal hulule müeddi olacağına delalet eden ayat-ı kerime vardır. Münzil-i Kur’an beyanat-ı salife ile hıristiyanların kalblerine bir huzur ve sükun bahş ettikten ve Isa’nın ruhullah olduğunu i’tiraf etmekle onları efkar-ı milliyyelerini iyiden iyiye yaklaşmış olan nebiyy-i güzinin i’tikadat-ı batılalarını kabul etmiş olduğu vehmine düşürdükten sonra en son beyan ettiği hakıkatlerle fikirlerinin aksini isbat etmek; Isa hakkında istinad ettikleri delaili zir ü zeber etmek istiyor. Ez-cümle Sure-i Hicr’de Meryem’de nasıl bir ruh tecelli ettirmiş ise Adem’i de topraktan yaratarak ona da aynı suretle nefh-ı ruh ettiğini beyan ediyor; başka bir yerde Sure-i Secde’de Adem’i tıynden halk ettiğini söylüyor; ve bununla bize anlatıyor ki nutfenin medar-ı tekevvünü olan hayvan ile nebatı topraktan yaratmıştır. Nutfe bir müddet rahimde karar ederek başka bir şekil ve kalıbda suret-pezir olunca ona ruh nefh etmiştir. Binaenaleyh sade Cenab-ı Hakk’ın Isa’ya nefh-ı ruh etmesi onun ile Cenab-ı Hakk arasında babalık-evladlık hulul halik ile mahluk arasında karabet gibi bir şeyi istilzam ediyorsa Ebu’l-beşer Adem ve hatta evladının da Cenab-ı Hakk’ın evladı olmaları iktiza eder; bu surette olamaz. Binaenaleyh hıristiyanların Isa hakkındaki fikirleri gulüv ve Cenab-ı Hakk’a iftiradan başka bir şey değildir; hakıkat-i halde Mesih Allah’ın peygamberi yaratıp Meryem’e bahş ettiği bir kuludur esasen onların iman ettikleri münezzeh bir ilah-ı vahıd olduğunu natık bulunmaktadır. Şayan-ı hayrettir ki Isa bizzat Allah’ı tevhid ettiği halde ümmeti teslise kail oluyor o Hak Teala’nın madde ve hululden misl ü nazirden münezzeh olduğuna mu’tekıd bulunurken ümmeti Halik-ı Müteal’in erhama duhul ve oradan insan suretinde alem-i maddiyyata zuhur ettiği i’tikad-ı batılını perverde ediyor. Kur’an Meryem’e nefh-ı ruh mes’elesinde hıristiyanlardan efkar-ı müfrite ashabını nasıl türlü türlü turuk-ı ihticac dar-ı kuvvet ve istinadı olup gulat-ı nasara tarafından ekanimin üçüncüsü i’tibar olunan Ruhulkudüs mes’elesinde de aynı mesleği ta’kıb etmiştir. Sure-i Bakara ile Sure-i Meryem bize Cenab-ı Hakk’ın dururken Sure-i Nahl’de; ayeti bize Kur’an’ın canib-i rububiyyetten Ruhu’l-Kudüs vasıtasıyla nazil olduğunu haber veriyor. Kur’an-ı Kerim hıristiyanlara vasıtasıyla mazhar-ı te’yid olduğunu beyan ile onların te’lif-i efkarına çalıştıktan sonra dönüp bu şeref ve imtiyaz yalnız Mesih’a muhtas olmadığını Kur’an da Muhammed aleyhisselamın kalb-i pakine o vasıta ile tenezzül ettiğini esasen Ruhulkudüs’ü istediği kullarına hübut ettirmek Cenab-ı Hakk’a aid bir keyfiyet olduğunu haber veriyor. Acaba nefsü’l-emirde Ruhulkudüs dediğimiz hidayet ve irşad için kulub-ı enbiyaya burhan mev’iza beşaret ve olmaktan başka bir şey midir? Bu ruh ile teslis arasında ne gibi bir alaka ve irtibat vardır? Hayır onun rütbe-i kudsiyyeti böyle nezahet-i mahiyyetine yakışmayacak sözlerden çok alidir. Hıristiyanlardan bir taife ile bu tarzda mücadeleye girişen Kur’an -ı Hakim görüyoruz ki Sure-i Maide’de diğer bir taife ile başka bir tarzda muhalifini azamet-i mealine serfüru ettirecek kat’i ve kahir deliller iradıyla mücadele tarikını sad-ı iradı istifham değil belki şu hakıkati ihtardır ki acz şan-ı uluhiyyete yakışır şeylerden değildir. En esaslı vasf-ı mümeyyizleri acz ü iftikar olan mahluklar arasında fark gözetmek fail-i muhtara nisbetle seyyan bir halde bulunan bu mahlukların birini diğerine tercih etmek safsatadan ma’kul bir delile esaslı bir ma’lumata müstenid olmaksızın verilen bir hükümden başka bir şey değildir. Sure-i Al-i İmran da bu babda gun-a-gun turuk-ı istidlal ve ihticacı ihtiva etmektedir. Sure evvela Cenab-ı Hakk’ın Meryem’i miyan-ı asfiyaya idhal ve her türlü şaibelerden tathir tenzih ettiğini söylüyor sonra melaikenin şu yoldaki tebşiratından bahs ediyor: Cenab-ı Hak ona kelimetullah olan Mesih’i bahş edecektir. Mesih zümre-i mukarrebine dahıl dünya ve ukbada vecih ve muhterem bir zat olacaktır. Kendine kitab verilecek hikmet telkın olunacak Tevrat ve İncil ta’lim edilecektir. O Beni İsrail’e gönderilmiş bir peygamberdir ki Cenab-ı Hak kendini havarık ve mu’cizat mümtaz kılmıştır. Tevrat’ı tasdik kendini de Beni İsrail’i de yoktan var eden Halik-ı bi-hemtaya kulluk etmekle mükelleftir. Bunları müteakıb sure Cenab-ı Mesih kavminin küfür ve ma’sıyette sebat ve ısrarını görünce; sözüyle neşr-i tevhid hususunda kendine yardımcı aradığını havariyyunun; “ Biz Allah’ın ensarıyız. Allah’a iman ettik. Sen de şahid ol ki her birimiz birer müslimiz.” cevabıyla da’vet-i Mesih’e lebbeyk-han olduklarını beyan ediyor. Yine bu ayat-ı kerimeden bize Cenab-ı Hakk’ın Mesih’e kendini alem-i ılliyy[i]ne ref’ ile erbab-ı küfür ve inaddan tathir ve tenzih da’vetine ittiba’ edenlere kafirlerin fevkınde bir mevki’-i izz ü rif’at te’min edeceğini va’d ve tebşir eylemiş olduğunu öğreniyoruz ve görüyoruz ki Cenab-ı Mesih’in safahat-ı da’vet ve irşadını Kur’an’ın latif ve ruh-nüvaz lisanından dinleyen hıristiyanların kalblerinde İslam’a da’vet-i Kur’an’a karşı bir huşu’ ve istikanet husule geldikten sonra aynı sure Allah’ın oğlu yahud ekanim-i selaseden biri yaptıkları Mesih ile topraktan yarattığı Adem’e Cenab-ı Hakk’ın nefh etmesi arasında hiçbir fark olmadığını söylüyor sade Cenab-ı Hakk’ın nefh-i ruh etmiş ve babasız yaratmış olmasından başka hiçbir sebebe istinad etmeksizin Mesih’i larını hıristiyanlara soruyor onlar ki aynı tecelliye mazhar olan Adem’i Allah’ın oğlu olmak şerefinden taharet-i kudsiyyeden mahrum ettiklerine kanmıyorlar da irtikab ettiği ma’siyet dolayısıyla Allah’a karşı bir muhasım vaz’ı almış kıyamete kadar gelecek ensaline ma’siyet hususunda rehber olduğundan dolayı cürm ü hatasının netayic-i şeameti tezauf etmiş olduğuna kail bulunuyorlar. hakıkı kıssalar ilmi ve kat’i düsturlarla evvela Yahudiler sonra hıristiyanlarla mücadelelere girişmektedir. Aynı mes’ele hakkında Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’le münazara etmek üzere Necran’dan bir hey’et gelmiş idi ki a’zası Mesih hakkında müfrit bir fikir derin bir taassub beslemekle ma’ruf ve meşhur idiler. Resul aleyhisselam bunlarla bir hayli münazara etmiş ise de istidlalat-ı akliyye ile yola getirmeye ilim ile hikmet ile ikna’ ve fikirlerini ta’dil etmeye mev’iza-i hasene ile kibir ve nahvetten mütevellid kuvvet-i kalbiyyelerini izaleye muvaffak olamamıştı sure-i şerife Mesih hakkındaki ayatına bu gibileri mübahele yekdiğere lanetle bir duaye da’vetle hitam vermiştir. Ayet-i mübahelenin nüzulünü müteakıb aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz Necran hey’etine iki taraftan hangisi kazib ise Cenab-ı Hakk’ın gazab ve la’netine mazhar olmasını temenni etmek üzere evlad ve ehl-i beyti ile birlikte ta’yin ettiği bir mahalle gideceğinden onlar[a] da evladlarıyla aileleriyle birlikte arkasından gelmelerini teklif etti. Necranlıların yüreklerine korku düştü. Ve; “Bir nebi ile mübaheleye kıyam eden hiçbir ümmet yoktur ki sonunda helak olmasınlar!” diyerek teklifi kabule cesaret edemediler ve bu suretle Ehl-i Kitab’ın İslam’a karşı ne gibi mekr ü hile yollarına saptıklarını nasıl bir mugalata ve nifak mesleği ta’kıb ettiklerini surenin şu ayeti bize haber veriyor: Bu ayeti ta’kıb eden ayat ile hıristiyanların nasıl Allah’a Mesih bin Meryem hakkında gulüvv ü ifratın en şeni’ derecelerine vardıklarını izah ve tafsil ettikten sonra en vazıh ve en kat’i bir hakıkati şu ayetle enzar-ı ibtisara arz ediyor: Evet hiç şübhe götürmeyen bir hakıkattir ki Cenab-ı Hakk’ın nail-i hidayet ettiği bir kimse başkalarının dalaletine alet olamaz. Kitab hüküm nübüvvet gibi eltaf-ı sübhaniyye karşı iftira şirke da’vet gibi bir fazihayı irtikab edemez. Bu hakayık-ı müselleme de isbat eder ki teslis –ki şirk-i mahzdan bulunduğu esasat miyanına dahil değildir ve bu sırf bir takım müfterilerin bile bile icad ettikleri bir akıde-i batıladan Kur’an-ı Kerim’de Mesih’a taalluk eden daha bir takım ayat var ki Mesih hakkında mücadeleye girişenler kıyasat-ı akliyye ve berahin-i mantıkıyye ile bahis ve münazaraya değer kimseler değilmiş gibi hasmı tehekküm tarikıyla ilzam mesleğini ta’kıb etmektedir. Şübhesiz sevk-ı inad ile varta-i dalaletin en derinlerine düşmüş nahvet ve istikbar basar ve basiretlerini kör etmiş Mesih ile validesinin sağ oldukça ekl ihtiyacını hisseden va’desi yettiği zaman helake mahkum bulunan canlı birer mahluk olduklarını unutturmuş olan kimselere edilecek en beliğ ve en müessir hitab bu nevi’ hitabdır. Kitab-ı Kerim bu son meslek-i mücadelesinde kudsi nezahetini lahuti edeb ve mekremetini muhafaza ederek ekl-i taama terettüb eden ihtiyac-ı hayvaniyi zikr etmemekte bunun takdirini o gafil ve bi-şuur münazırlarına havale eylemektedir. le açık ve pürüzsüz fikirler metin bürhanlar hasmı tahcil edecek serzenişlerle mücadele etmektedir. Fakat ne çare ki hedef-i münakaşa ittihaz ettiğimiz muharrer kafada olanlar böyle ali üslublara değil şu derc edeceğimiz hikaye tarzında cidal ve münakaşaya değer kimselerdir: Üç kişi tanassur etmişler bir papaz kendilerine Hıristiyanlık’a aid akaid-i zaruriyyeyi hususiyle akıde-i teslisi öğretmişti. Bunlar papazın hususi hizmetinde bulunuyorlar idi. Bir gün ziyaretine gelen dostlarından biri papaza hıristiyan ettiği adamların ne halde olduklarını sordu. Papaz üçünü de çağırarak telkın ettiği akaidden bilhassa Hıristiyanlık’ın umdesi olan teslisden ayrı ayrı imtihan etmeye başladı. Birincisi: “Senden bellediğimize göre üç ilah vardır ki biri gökte diğeri yerdedir üçüncüsü yerdeki ikinci ilah otuz yaşına girince güvercin şeklinde gelip onun cismine hulul etmiştir.” cevabını verdi. Papaz hiddetlendi ve; “Ben böyle şey söylemedim” diyerek herifi huzurundan kovdu. İkincisine sordu. Aldığı; “Üç ilah vardı; biri salb olundu ikisi kaldı.” cevabını da beğenmeyerek onu da kapı dışarı etti. Aynı suali üçüncüye tevcih etti. Üç şahsın en zeki ve en dirayetlisi olan bu kimse şöyle cevap verdi: “Bu mes’eleye dair öğrettiklerinizi Mesih’in inayetiyle pek güzel belledim hafızama nakş ettim: Bir üç ve üç birdir. İçlerinden biri salb olununca aralarındaki üçü arasındaki rabıtanın fekk olması ittihad bulunmaması kadara akıl erdiriyorlar. Abdülaziz Çaviş HAKKINDA BIR MUKAYESE Mister Stuart-Glennie Türkiye Kadınları ünvanıyla neşr etmiş olduğu eserde müslümanlarla hıristiyanların kanun-ı mebni aynen tercüme ediyoruz: – – Tarih-i medeniyyette beş nevi’ kanun-ı izdivaca yahud tarz-ı aileye tesadüf olunur. Her nevi’ muhtelif eşkale tefrik olunabilir. Madervari Pek eski ve el-yevm mühmel usul-i aile Pedervari Romalıların tarz-ı ailesi Yeni asrın aile hayatıdır. Birincisinde ailenin nesebi ve mirası daima valideye göre te’sis ve ta’yin olunduğu cihetle kadının vaz’iyeti pek yüksek ve şerefliydi. da bu usule ancak Mısr-ı Kadim’de tesadüf olunurdu. Bu usule göre neseb pederle validenin nesebleri üzerine teessüs ederdi. O devirde usul-i izdivac ve aile hayatı başlamış olduğu bir erkeğin tek bir kadınla izdivac etmesi teessüs ettiği halde; kendisiyle hem-ırk olan yani ırk-ı ebyaza mensub bulunan zevce-i meşruasından başka kadınlarla da izdivac ediliyordu. Akvam-ı Samiyye ve Ariyye yani o eski medeniyet sahibleri o vakit haiz oldukları azamet ve tefevvuku ancak ırk-ı ebyazdan olmayan akvam ile ihtilattan dolayı kayb ettikleri cihetle safiyet-i ırkıyyeye ehemmiyet veriyor zevce-i meşrualarının kendi ırklarına mensub olmalarına Bu zihniyet üzerine pedervari tarz-ı aile dahi teessüs etmiştir. Fakat bu tarz-ı ailede neseb ne validenin ne de valideynin nesebleri üzerine teessüs etmiyor. Belki yalnız pedere nisbet ediliyor. Binaenaleyh bütün şeref miras ve azamet erkeklere münhasır kalıyor. Safiyet-i ırkıyyeye daha fazla ehemmiyet veriliyor. Bütün ailenin mukadderatı pederin eline tevdi’ olunuyor. Kadınların ehemmiyeti tenakus ettiği gibi üzerlerine yüklenen işler de tezayüd ediyor. Bir çok tazyikat ve nizamata tabi’ kalıyorlar. Bu pedervari tarz-ı ailede akvam-ı Samiyye ile akvam-ı Ariyyenin kendilerine mahsus sıfat-ı mümeyyizeleri vardır. Ez-cümle şu mühim fark mevcuddur: Birinciler taaddüd-i zevcatı kabul ettikleri halde ikinciler münferid izdivaca tabi’ müstebid ve aristokrat bir cemaat olmaktan çıkıp Bahr-i Sefid sevahilinde bulunan memleketlerde hakim oldukları vakit yani eski taksimat-ı ailiyyeye mahal kalmadığı ve pedervari usul üzerine müesses ailelerde pederin ehemmiyeti bir faide te’min etmekten ziyade mazarrata bais olduğu zaman; sene-i miladiyyesinden senesine kadar icra-yı hakimiyyet eden Antonine tarafından bu usul ilga edilerek zevce-i vahide usulü kabul ve kadınların hürriyeti i’lan olundu. Romalıların tarz-ı ailesi bu suretle te’sis olunmuştu. Yeni tarz-i aile miladdan evvel altıncı asırda husule gelen akvam-ı Ariyyenin hakimiyet devrinin bidayetine tesadüf ediyor. lerdir. Fakat İslamiyet akvam-ı Samiyye nezdinde pedervari usulü mucebince mevcud olan taaddüd-i zevcat usulünü kadınların lehine mühim bir surette ıslah ettiği halde maatteessüf Nasraniyet akvam-ı Ariyye nezdinde pedervari usulü sayesinde hüküm-ferma olan zevce-i vahide usulünü kadınların aleyhine olarak ta’dil eylemiştir. Bu hakıkati söylemek mucib-i muahaze olursa ilave olarak derim ki: Alem-i Nasraniyyet’in bugünkü ahval-i iktisadiyye ve ictimaiyyesine nazaran İslamiyet’in kanun-ı izdivacını mühim ta’dilata uğratmak suretiyle kabul ve tatbik etmek mümkündür. Halbuki Nasraniyet’in vaz’ ettiği kanun-ı izdivaca Roma Kanunu’nu dediği gibi Nasraniyet’le zerre kadar alakası olan bir hey’et-i kadının haiz olduğu hürriyeti iade etmesi müstahildir. – – riye bile olsa– hukuk-ı meşruasından mahrum edecek gerek kendisine gerek çocuklarına aid hukuk-ı kanuniyyeden zerre kadar men’ edecek bir halde bulunmasına müsaade etmiyor. Kadının hürriyetine dair İslamiyet’in vaz’ ettiği bu şerait hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyye tarafından tatbik edilmektedir. Hatta evli bir kadınla hür bir kadın arasında rabıta-i zevciyyeden gayri –müstesna birkaç vakıadan başka– hiçbir farka tesadüf olunmaz. Daha doğrusu İslamiyet’in muvafakati istihsal olunup da nikah akd edildiği vakit zevceynin saadeti ve müslümanları izdivaca terğıb için imam tarafından bir dua okunur. Bundan daha fazla şayan-ı dikkat bir nokta vardır ki kadın duvağıyla bir kenarda durarak erkek onun yanı başında iki rek’at namaz kılar ve bir dua kıraet eder. Akd-i nikahda kadının hürriyet-i şahsiyyesi ve emlaki her türlü taarruzdan masun kalacağına dair kat’i sarahat vardır. Zevcin vaz’iyet-i maliyye ve ictimaiyyesine göre müreffeh bir maişet te’min edeceğine talak vuku’unda zevcenin istikbalini te’min edecek muayyen bir meblağdan mehr-i müeccelden ev içindeki mutfak eşyasına varıncaya kadar ona verileceğine dair kat’i kaydlar sarih maddeler mevcuddur. Bütün bu hukuk-ı kanuniyye ve nusus-ı şer’iyyeden başka yelerine göre müdebdeb ve samimi bir surette icra ediliyor ki bu kadını kendi evine müstakil ve serbest bir hakime olmak hatta bazan kocasına bile hakim bulunmak vaz’iyetine Müslüman kadınları hıristiyan kadınlarının haiz olmadıkları –ancak ahiren yapılan ma’kul bazı ta’dilata nazaran kısmen iktisab edebildikleri– hukuk ve imtiyaz ile mütena’im oldukları halde hıristiyan kadınlarının nazari olarak haiz oldukları bir haktan mahrumdurlar ki o da hayat-ı zevciyyelerinde bir yahud birkaç rakıbesiz yaşayamamalarıdır. Fakat İslamiyet vaktiyle Arablar nezdinde gayr-i mahdud teaddüd-i zevcatı dörde kadar indirmekle iktifa etmiyor; her kadın için ayrı ev yahud daire ayrı hizmetçiler ve saire şart etmekle hemen hemen zevce-i vahide usulünü fi’len ihdas ediyor. Çünkü bu kaydları hakkıyla tatbik edecek olanlar ancak fevkalade zengin olanlarla varidatı pek mebzul olan memleketlerin bazı ahalisidir. Bunlar da birer ma’zeret-i meşrua olmadıkça bir lezzet ve refah olmaktan ziyade büyük bir masraf bir yük olan bu işten çekinirler. Odalıklara gelince bunlar aslen cariyedir. Fakat her cariyenin odalık olması şart değildir. Bundan başka çocuk getiren bir odalık zevce olur ve ma-dame’l-hayat it’am ve madığına bakılmayarak dünyaya getirdiği çocuklar ahkam-ı şer’iyyeye göre varis olurlar ve hür kadın evladlarından hiçbir farkları bulunmaz. Zevcin vefatı üzerine valide azad edilmemiş – – Yukarıda İslamiyet’in kanun-ı izdivacı hakkında zikr ettiğim ma’lumatı tafsil ve şerh eylemek için derim ki: Erkekle kadın arasındaki akid mucebince kadın –hürre olsun cariye olsun– zevcine karşı kat’i ve muayyen hukukuna malik oluyor. Hatta yalnız kendisi için değil evladı için bile. Halbuki Nasraniyet’e göre zevce-i vahide usulü üzere vuku’ bulan izdivaclarda erkeğe karşı ne kadın bir hakka malik oluyor ne de getireceği çocuklar. Yine Nasraniyet’e göre kadın canıyla malıyla kocasının irade-i mutlakasına tabi’ olur. Yani Roma Kanunu’nun bahş ettiği hukuktan bile mahrum kalıyor. Maatteessüf kemal-i hacaletle i’tiraf ederim ki Nasraniyet Şeriat-i İslamiyye’nin cariyelere bahş ettiği hukuktan bile hür hıristiyan kadınlarını mahrum ediyor. Resmi izdivac-ı münferid neticesinde tevellüd eden çocuklar hıristiyan kanunların ta’biri vechile “hiçbir insanın evladı olmayan” addediliyor. Evet İslamiyet İbranilerin cariye kadınlara ve çocuklarına ve hıristiyanların kadınlarına karşı göstermekte olduğu zillet ve hakaretten münezzeh ve onları her haktan mahrum etmekten beri kalıyor. Bunun neticesi olarak Nasraniyet’in vaz’ etmiş olduğu kanun-ı izdivac yüzünden Avrupa’da fuhşiyat cinayat-ı ictimaiyye tevessü’ ve intişar etmiştir. Eminim ki beşeriyetin ahvalini bi-hakkın tedkık edenler gerek muasır tarihleri gerek tevarih-ı kadimeyi vakıfane ve munsıfane bir suretle tefahhus eyleyenler izdivac kanunlarının ve adatın ihtilafatından sarf-ı nazar ederek – bazı muvakkat tahdidat müstesna olmak üzre– münasebat-ı tenasüliyye ve alakat-ı cinsiyyenin her yerde ve her zamanda bir olduğunu benimle beraber kabul ve i’tiraf ederler. Nasraniyet’in kabul ve te’sis eylediği zevce-i vahide usulü yahud mevhum ve muhayyel bir kazıyyedir. Evet Nasraniyet ancak resmen tek kadınla yapılan izdivacı kabul ve erkekle kadın arasında mün’akid her türlü münasebatı redd ü hem de diğer medeniyetlerin kaffesinde gizli ve nefret-aver bir surette intişar eden fuhşiyatı alem-i Nasraniyet’in evsaf-ı mümeyyizesi sırasına koymuş oluyor. Hıristiyanlık kadınlara karşı adaletsizlikte bulunmasıyla alem-i Nasraniyet’te fuhşiyatın mevcudiyeti nasıl tabii bir netice ise Şeriat-i Ahmediyye’nin kadınlar hakkında gösterdiği merhamet ve adalet dolayısıyla Alem-i İslam’da fuhşiyattan eser olmaması da öyle tabii bir neticedir. Vakıa Memalik-i Osmaniyye’de fuhşiyat bulunuyor. Lakin bu hal Nasraniyet’in icad eylediği te’sirat-ı seyyie ve fesad-ı ahlakın neticesidir. Evet imtiyazat-ı ecnebiyye olmasaydı ve bu imtiyazlar hükumet-i Osmaniyyeyi bu cinayet-i ictimaiyyeyi fuhşiyatı kaldırmaktan men’ etmeseydi elbette Osmanlı memleketleri bu tahribkar afetten nezih kalırdı. Maamafih müslümanlar diğer hükumetlerin müdahalesinden müstakil yaşamaya muktedir olunca ve uhud-i atika esaretinden kurtulunca eminim ki ilk yapacakları iş Arnavudluk rüesasının son umumhaneleri derhal kapatmak olacaktır. CİHAD VE ALEM-İ İSLAM – – – senesi sonlarında ben Afganistan’ı terk ettim. Hindistan tarikıyle Hicaz’a azimet maksadıyla Hindistan hududundan evvel Peşaver’e geldim. Peşaver’e hin-i vusulümüzde bütün şehir halkı bizi büyük bir memnuniyet ile azimi gördüğümüz zaman hayretler içinde kaldık. Bidayeten buraya ne için toplanmış olduklarını anlayamadık. Biz o cem’-i azime takarrub ettikçe onlardan bazılarının bize doğru hareket etmekte olduklarını görünce hayretimiz daha ziyade arttı. Nihayet karşı karşıya gelince; “Hoş geldiniz hacı babalar!” sadaları kulağımıza gelmeye başladı. Bunun üzerine endişelerimiz meserrete münkalib oldu. Bir su’-i niyyete ma’ruz kalmadığımız tahakkuk etti. Kendi kendimize dedik: “Bunlar ne kadar müslüman adamlar ki hüccacı bu derece büyük meserretler ile istikbal ediyorlar!” “Esselamü aleyküm ve aleykümü’s-selam merhaben hoş amedi!” diye musafahalara başlanıldı. Bazıları muanaka ediyorlardı. Sanki aramızda bin yıllık ahbablık ve kardeşlik vardı. Musafahadan sonra oturmamız teklif olundu. Hep birden oturuldu. Biz hacılar hep Türkistanlı on altı kişi idik. Herkes kemal-i sükutla oturduktan sonra ibtida Hindlilerden bir adam ayağa kalkarak bize beyan-ı hoş amediden sonra dedi ki: – Aziz misafirler siz Peşaver’de bulundukça ikametgahlarınız ta’yin olunmuştur. Siz bidayet-i İslam’dan beri bizim kardeşimiz olduğunuz gibi bugünden i’tibaren de bizim mihmanımızsınız. Peşaver’den mufarakatinize kadar bütün masarıfınız bizim zimmetimize aiddir. Şimdiden Peşaver müslümanlarının sizden bir ricaları var: Buhara’dan hin-i mufarakatinizden buraya kadar muharebe hususunda cihada aid Halife-i İslam ve mücahidin hakkında ne gibi ma’lumat alabildiniz? Cihad hakkında Emir Sahib’den ne gibi evamir sadır olmuştur? Emir Sahib askeri cihada iştirak edecek mi? Bu cemaatin hepsi Peşaver’in her mahallesinden toplanmış müslüman kardeşlerinizdir bu hususa dair ma’lumat vermenizi sizden istirham ediyorlar. Herkes hakıkı habere müştaktır; sizi kemal-i meserret ve sabırsızlıkla istikbalden maksadımız da budur. Gayet yorgun bulunuyorduk maamafih birkaç söz söylemezsek bu kadar ehl-i imanın pek me’yus olacağı tahmin olundu. Rufekamızdan sinnen en büyüğümüz olan Turacan Ağa ayağa kalkarak; – Esselamü aleyküm ey din kardeşlerimiz. Hep birden: – Ve aleykümüsselam. – Siz din kardeşlerimizi görmekle biz de son derece memnun olduk. Bize bu suretle olan iltifatınıza bütün samimiyetimiz katimiz pek çok oldu. Bir haber almak mümkün değil idi. Fakat Afganistan’da bizim müşahedatımız pek iyidir: Umum Afgan halkı cihada müheyya kadınlara varıncaya kadar silah be-dest Halife-i muazzam tarafından gelecek emre muntazır bulunuyorlar. Esas-ı mes’ele bu kadardır teferruat hakkında Peşaver’de kaldığımız müddetçe sırası geldikçe ma’ruzatta bulunuruz. Umum birden; “Allahu yensuru’s-sultan!” diyerek üç def’a bağırdılar hep beraber şehre geldik bizleri misafirhanelere yerleştirdiler. O gün beni akşam yemeğine Peşaver ağniyasından Kerim-bahş Sahib hanesine da’vet etti Kerim-bahş bütün Hindistan’ın en büyük ağniyasındandır. Gayet müslüman adamdır. Bize çok büyük ikramlarda bulundu. Bu adamın Hindistan’ın büyük şehirlerinde her yerde ticarethaneleri olduğu gibi Cezair-i Bahr-i Muhit-i Hindi Afrika Çin Japon memleketlerinde dahi büyük ticaret şu’beleri var. Akşam yemekte ulemadan bir zat ile a’yan-ı memleketten üç kişi bulunuyordu. Yemekten sonra akşam namazını cemaatle eda ettikten sonra Halife-i muazzam hazretlerine dua ve asakir-i başladı. O gün telgraflarda Halife askerinin Süveyş Kanalı’nı geçtiği havadisi Hindistan hükumeti tarafından tekzib olunmuştu. Emin-bahş Sahib Hindistan hükumetinin tekzibini tekzib ediyor; “Hiç şübhe yok bu muhakkaktır bunu ketm etmek niyetiyle Hindistan hükumeti tekzib ediyor bu askerinin el-Kahire’ye duhulü haberini alırız.” Herkes birden Sonra bizden Afganistan hakkında ma’lumat sordular: “Afgan emiri cihada iştirak eder mi acaba?” diyerek sabırsızlıkla Afgan emirinin Hindistan’a hücumuna intizar ediyorlardı. Ben de Afganistan’daki müşahedatımı söyledim. Bi-çare müslümanlar Afganistan hemen cihada iştirak etmiş gibi memnun oluyorlardı. Hülasa o günü akşamı biz Eminbahş cenablarının hanesinde geçirdik. Bütün akşam sohbeti şu cihad üzerinde geçti. Ben ahval-i ruhiyyeyi müşahede ettikten sonra bütün Hindistan’ın büyük şehirlerini gezmek kaldıktan sonra değil yalnız İslamların Hinduların da aynı hisde olduğuna kanaat hasıl ettim. Umum Hindistan halkı bila-tefrik-i mezahib Halife ve Cermen askeri bu kere İngilizlere kat’i darbeyi indirecek şu fırsattan bil-istifade bütün alem-i beşeriyyet İngiliz mezaliminden kurtulacak ve o cümleden Hindistan da istiklaliyet ihraz edecek kanaati herkese gelmişti. Ben Hindistan dahilinde bidayette Pencab’da: Delhi Saharanpur Lucknow Lahor gibi merkezleri dolaşmak niyetiyle pasaportumu kayd ettirmek üzere polise müracaat ettim. Komiser bizzat beni yanına çağırdı. Ve dedi ki: – Bilmiyor musunuz ki şimdi harb zamanıdır bir ecnebi hiçbir zaman bu suretle Hindistan dahilinde dolaşamaz. Sizin maksadınız hacca gitmek ise buradan doğru hiçbir yere – Ben düşman tebeası değilim. Sizin müttefikiniz olan Rus tebeasıyım. Benim maksadım yalnız Hindistan şehirlerini gezmektir. – Muharebeden sonra gelir görürsünüz bize emir böyledir. Ben size kat’i olarak diyorum. Siz Peşaver’den hiçbir yere çıkamazsınız. Yalnız doğru Bombay ve Cidde!.. Bize böyle tehdid-amiz bir tavırla muamele etti. Ben tekrar gidemezsiniz. Afganistan’a geri yollarım.” dedi. Bunun üzerine me’yus olarak bu fikirden vazgeçtim. Yoksa bir cevelan ederek Hindistan dahilinde biraz mev’iza ve teşvikatta bulunmayı tasmim etmiştim. Maamafih insan biraz fedakarlık ederse dolaşabiliyordu. Ben kendi kanaatim derecesinde düşündüm Hind lisanı bilmediğim cihetle çok istifade olunamazdı. Bir de yalnızdım bir adam diyar-ı gurbette ne kadar te’sir icra edebilir? Bunları ariz u amik düşündükten sonra Peşaver’i terk ederek Bombay’a gittim. Bombay’da dahi aynı ahval-i ruhiyye hüküm-ferma idi. Osmanlı askerinin Süveyş Kanalı’ndan geçtiği pek mevsuk olarak rivayet olunuyordu. Bombay’da Hicaz’a gidecek vapura intizar ederek üç hafta kaldım şu üç hafta zarfında tabiatiyle harb cebhelerinden her gün bir havadis bulunuyordu. Rusların inhizamını pek çok yazıyorlarsa da o cihete o kadar ehemmiyet vermiyorlar herkes gazete sütunlarında Süveyş Kanalı’nda İngilizlerin telgraflar gazete sütunlarında görülmeyince herkes Halife askerinin Mısır’a girdiğine hükm etmişti. Ahali buna o kadar kani’di ki defeatle İngilizler tekzibe mecbur oluyorlardı. Herkes asabiyetten adeta geceleri rahat uyuyamıyordu. Ne oldu ne olacak? diye herkes büyük bir sabırsızlıkla el-Kahire’nin sukutuna intizar ediyordu. İsmailiyye Port Said Osmanlı elinde olduğuna kimse şübhe etmiyordu. Şu suretle Hindistan dahilinde hiçbir şey göremeyip yalnız Peşaver Bombay ahvaline kesb-i ıttıla’ ederek pek muhtasar bir ma’lumat ile Hindistan’ı dahi terk ettik. Vapur Hindistan sevahilinden açıldı. Vapurda hüccac pek az mecmu’u kırk elli Türkistanlı ile birkaç yüz Hindli vardı. Herkesi büyük bir sükunet istila etti. Hiçbir guna hareket yok. Bir dehşet ve endişe zamirlerde hissolunuyordu. Ertesi gün nereden haber alınmış bilmem vapurda havadis zuhur etti: Alman donanmasının bir parçası Hindistan sularında bulunuyormuş. Bizim vapura taarruz etmek da vapurun baş direği altındaki yeşil bayrağı gösteriyorlardı. Yeşil bayrak vapurda tüccar ve emtia-i askeriyye olmayıp yalnız hacı olduğuna delalet edermiş. Üç gün sonra salimen Aden’e geldik. Çok büyük memnuniyet hissettik. Aden’de vapura su getiren Arab söylemiş ki: Irak cebhesinde Halife askeri gayet büyük muvaffakıyet kazandılar. Tafsilatını beyan edemiyorsa da hüccac kendi aralarında İngilizlerin onbin esir pek külliyetli telefat verdiklerini şerh ettiler. Artık o havadis bize Cidde’ye kadar kifayet etti. Şu suretle biz salimen Cidde’ye geldik burada ahval pek perişan çok müdhiş idi. Yiyecek içecek yok hurma talaşını öğüterek un yapmışlar da ondan ekmeğe benzer bir şey sahilinde biraz evvel açlıktan ölmüş laşeler göze çarpıyordu. Ölecekler de pek çoktu. Harekete iktidarı olmayan insanlar halkı bu kadar zaruret ve sefalet içinde bulunduğu halde hacılardan kimse hiçbir şey istemiyordu. Herkes; “Allahu yensuru’l-İslame ve’l-müslimin” diye yalnız dua ediyorlardı. Maamafih bizim vapurumuzda pek külliyetli erzak bulunuyordu. Hacıların da kendilerine mahsus erzakları çoktu. Herkesin mevcudundan Cidde fukarasına in’am ve ihsan ettiği görülüyordu. Cidde halkı büyük bir memnuniyetle hacılara güzel muameleler ediyorlardı. Din-i İslam’ın nisbeten şayan-ı hayret olan intişar ve terakkısiyle bir asır zarfında dünyanın üç kıt’a-i kadimesine yayılarak daha bu esnada altı-yedi asırlık yaşlanmış olan Hıristiyanlık’la temasda buluduğu gün te’siratı mukadderat-ı cihan üzerinde siyasi hareketlerin yaptığı tesadüfe göre az veya çok ağır çeken dini-siyasi rekabet ve münaferetler baş göstermiştir. pek karibü’z-zuhur olan tehlikeyi duyurmak ve anlatmak ristiyan memleketlerinin öte berisinde ibtida bazı münferid sesler işitildi. Fakat birçok esbabdan ve bu miyanda Avrupa’yı hesabsız küçük parçalara ayıran ve beynlerinde tabi’ ve metbu’luktan başka bir rabıtaları olmayan ahval-i siyasiyyeden dolayı bu sesler in’ikassız kaldılar ve İslam orduları da karşılarında ciddi bir mukavemete rast gelmeksizin Afrika’nın şimaliyle İspanya’yı Cezayir-i Bahr-ı Sefid’i ve zabt ve feth ederek alacakları haracı da Bahr-ı Sefid rüesa-yı hükumatının ekseriyeti üzerine tarh ettiler. Avrupa’da büyük devletlerin teşkiliyle telkınatına müsaid zemin bulan papaslar yalnız İslamiyet’in ilerlemesini tevkıf değil hatta merkad-i Mesih’i bu mülhidlerin yed-i esaretinden tahlis etmek için hükümdaranı ittihad ve ittifaka teşvik ediyorlardı. Papasların gayretleri birinci Ehl-i Salib’in zuhuruna müncer olmuştur ki bunlar gah muvaffakıyet gah inhizam ile neticelenerek Salahuddin’in hıristiyanları tardıyla nihayet bulan müteaddid kafileler halinde tekerrür eylemiştir. Ehl-i Salib’in en son inhizamı ise bir kudret-i muazzamaya malik olan düşmana karşı böyle müsellah ordular sevkının abes olduğu kanaatini vererek maksadlarından vazgeçmek suretiyle bu sevku’l-ceyş harekatını tağyir ve tevkıf ettirmiştir. Onüçüncü asr-ı miladi ibtidalarında Raymond Lull isminde bir İspanyol Alem-i İslam’a ahkam-ı İncil’ i neşr eylemek fikrini ilka ve teklif ile bunun için misyonerler yetiştirmek üzere bir müessese vücuda getirdi; fakat bu teşebbüs hıristiyanların harekat-ı atiyyeleri için İslamlara karşı yeni bir saha-i cidal açmalarından başka bir netice vermedi. Beş asır müddetince Lull’un tatbikatını hemen umumiyetle bazı mutaassıb abidlerinin münferid ve az çok muvaffakıyetsiz teşebbüs ve tecaribinden başka bir şey ta’kıb etmedi. Bundan sonra’nci asrın nihayetiyle onsekizincinin bidayetlerinde bazı cem’iyetler te’essüs eden protestan memleketlerinde yeniden bir gayret-i dindarane başladı. Danimarkalılar Flemenkler İngilizler ve Almanlar Habeşistan’a Cava’ya Seylan’a Koromandel sahillerine Queenland’e Saint Thomas’a Hindistan-ı Garbi’ye Guyan’a Cenubi Afrika’ya Amerika-yı Şimali’ye… ilh. Kıtaata misyonerler i’zam ettiler. Fakat’inci asrın nısf-ı sanisi feylesoflarının te’siri ve fikirlerin bütün fa’aliyetini siyasi ictimai mesail üzerine celb ve cem’ eylemesi üzerine bu Hıristiyanlık harekat-ı diniyyesi Ondokuzuncu asır evasıtına kadar devam etmiş olan bir devre-i rükud ve sükun geçirmiştir. Bununla beraber Moravya Cem’iyeti neşr-i din yolunda duçar olduğu müşkilattan fütur getirmeyerek muhtac olduğu mesarıfı te’diye için yenin yardımına mazhar olmuş. Ve Amerika-yı Vusta’da Avustralya ve Tibet’te Afrika’da Cezayir ve Habeşistan’da taahhüdatını ifaya devam eylemiştir. ’inci asır nihayetlerinde William Carey isminde bir İngiliz naşir-i din olmaktaki hüner ve ehliyetini hep bu maksadın husulüne vakf ederek ehl-i İncil’in bugünkü misyonerliğin hemen bir nokta-i azimeti addolunabilecek harekatın müşevviki olmuştur. Bu adamın fa’aliyeti sayesinde Londra Misyoner Cem’iyeti London Missionary Society teşekkül ederek Hindistan ile Sierra Leone’a misyonerler gönderdiler. O sırada Amerika da bunu tanzir ederek New York Misyoner Cem’iyeti’ni te’sis ediyor ve misyoner yetiştirmeye mahsus medreseler açıyordu. O zamandan beri protestan memleketler arasındaki bu heves-i müsabaka neticesi her birinde her gün bir çok cem’iyetlerin teessüsüne kadar varmıştır. O derecede ki yirminci asır evailinde yüz cem’iyet-i propaganda matbuatı ihzar ve i’tasıyla yardım eden’yi mütecaviz cem’iyat-ı muavine ta’dad ediliyordu. Ondan beri misyonerliğin inkişafında üç istikamet teressüm eder: Cem’iyetlerin san’at ve hırfetle toplanması asar-ı mütemmimenin ru. Cem’iyat-ı İnciliyye uzun müddet birbirleriyle rabıtaları olmaksızın her biri müstakil ve aynı meslek ve maksaddaki diğer kardeşinden ayrı halde çalışarak kaldılar. Halbuki muhtelif kiliselere mensub cem’iyetler beynindeki münasebata taalluk ettiğinde şiddet-i rakabetten dolayı muhtell olan bu istiklal ve infirad umumi ve müşterek olan gayeye o suretle iras-ı zarar etti ki en-nihaye bundan müteessir olan lar. Bu teşebbüs misyonerlik fa’aliyetinin ilk hatve-i tanzimi oldu. Kahire’de in’ikad eden bir konferans memalik-i İslamiyyedeki misyonerliğin mebde’-i esasisini senesinde vaz’ etti; ve bunun ilk te’siratı senesinde Edinburgh’da yapılan umumi kongreye takdim olunan raporların mevzu’unu teşkil etti. Bir aralık Cenevre’de Beynelmilel Merkezi Komite Central International Committee isminde münferid cem’iyetler beyninde vasıta-i münasebat olmak üzere bir komite teessüs etti. Hususen Lucknow’da senesi yapılan konferansdan beri denilebilir ki bu ittihad ba’dema na-mütenahi küçük cem’iyat-ı rakıbenin münferid mesaisi önünde değil örgüleri bütün Küre-i Arz’ı muhit olan ve sabit olduğu kadar kesirü’l-efrad bir misyoner ordusuyla teşkilat-ı ahire üzerine ve bilhassa yeni dünyanın cemaat-ı ruhaniyyeden olmayan iş adamı erbab-ı servetten celb-i menafi’e hadim olmak üzere yapılan Jeanne Mance Missionary Movement teşkilat-ı ahiresinden gitgide mütezayid surette gelecek büyük paralarla bini mütecaviz cem’iyat-ı mütecanisenin müessir ve usuli fa’aliyeti misyoner harekatından semerat vereceklerdir. Bu cem’iyetler terekkübü i’tibarıyla cem’iyat-ı hayriyyeye tamamıyla müşabihtirler. Ve tıbkı onlar gibi kilise tasaddukatı otel ve saire gibi kalabalık mahallerde tasadduk sisat almak vesaitini isti’mal ile paralarını tedarik ederler. Londra Misyoner Cem’iyeti gibi büyük şirketler bu hususda pek vasi’ teşkilat izhar ederler. Amerika’da ziyafetler keşidesi sergiler şehrayinli büyük ve mutantan gece eğlenceleri tertibiyle büyük masraflar ihtiyar ederler. Tamam dört yüz otuz üç cem’iyet ve müessesat misyonerlere yardım etmek liyet göstermektedirler. Son rub’ asır esnasında bu müessesatın derece-i fa’aliyyetini en beliğ bir surette tasvir eden şey franktır ki bu meblağın’u senesinde İngiliz lisanı tekellüm eden memleketler yani yirmi milyonu da Almanya Flemenk İsveç İsviçre Danimarka gibi Avrupa-yı Merkezi memaliki için alınmıştır. Bu mühim meblağlarla misyoner cem’iyetleri dünyanın her yerinde ve memalik-i İslamiyyenin iki sülüsünde tamamıyla tutunurlar. Başlıca mevkıfla aded ikinci derecede mevakıf misyoneri muhtevidirler; bundan başka darulfünun ve mektep ile darulmuallimin ve mekatib-i aliyye ile ibtidai mektebi ve muallim ve muallim muaviniyle samiin tarafından idare olunan ve talebeye malik bulunan Pazar mektepleri vardır. Bunlardan başka cem’iyat-ı mezkurenin hastahanesi eczahanesiyle tıbbi ve hasta bakıcı müesseseleri mevcuddur. Misyoner müessesatının a’za ve mensubininin adedi takriben on üç milyona baliğ olur. Fakat bu misyonerlik fikrinin alaim-i farika-i inkişafı ondokuzuncu asr-ı miladinin son aşere sinininde bilhassa Amerika ve Avrupa darulfünunları şebabının kaffe-i tabakat-ı ictimaiyyesinde seri’ bir surette görünür. Bu inbisat ve intişar hakkında bir fikr-i vazıh verebilmek bir surette peyda-yı intisab eden gençlerin kable’l-harb yüz bin kişi mikdarında olduğunu kayd eylemek kifayet eder. Hatta Amerika’da in’ikad eden darulfünunlar beynindeki bir kongrenin netice-i ictima’ında bin beş yüz genç hemen misyoner mesleğine gönüllü olarak dahil olmuşlar ve aktar-ı cihana yayılmışlardır. Meslekten misyoner yetiştirmek için teessüs eden mekteplerde İslamiyet’in kaffe-i vücuh ve ahvali üzerine mebahisi muhtevi iki veya üç senelik usuli bir tahsil programı yapılmıştır. Bu nevi’ müessesat miyanında bilhassa Potsdam Mektebi suret-i mahsusada bir zikr-i cemile şayan mükemmeliyeti haizdir; bu müessese genç yaşına rağmen gerek teşkilatı ve gerek tarz-ı ta’lim ve hey’et-i ta’limiyyesi Bu müessesatın nisai kısmı da misyonerlik aleminde büyük bir ehemmiyet izhar eder. Yüz seneden daha evvel bir tarihinde yani sene-i miladiyyesinde Amerika kadınları Boston Female Society for Missionary Purposes isminde bir cem’iyet te’sis ettiler. Bunun her memlekette ve mesela London Society gibi pek parlak şuabatı vardır. Belki taife-i nisanın bu gibi teşebbüsatta ziyade fedakarlığı neticesidir ki himmet-i zükura bu yolda tefevvukla beraber Şark’ın ve bilhassa müslümanların kadınlarını mesai-i zükura iştirakten tefrik eden adatımıza karşı hücum hususunda büyük bir muavenet göstermişlerdir. Bu hususda en çok izhar-ı fa’aliyyet eden müessese bütün kuvvetlerini Hindistan’da cem’ etmiş olan Zenana ismindeki Cem’iyet-i Zenan’dır. Bunların sayısız mektepleri daru’t-ta’limleri hastahaneleri eczahaneleri vardır; te’sir-i ta’limleri bu müessesatta yetiştirilen ve zihinleri müslüman kadınların bin-nisbe onların ma-dununda olduğu i’tikadıyla beslenen pek çok şakirdlerinde nümayan olur. Amerika’da bu nevi’ müessesatın adedi altı yüz seksene varır. Misyonerlik fa’aliyetinin ahiren in’ıkad eden Edinburgh ve Lucknow Kongreleri’nden sonra daha ziyade kesb-i ittisa’ ettiği inkar olunmamalıdır. Bu fa’aliyetin en mühim noktası bütün cem’iyetlerin gelecek sene ictima’ına kadar murakabe-i a’maline me’muren her birinden intihab olunan a’zadan müteşekkil “daimi kongre” idare-i aliyyesinin vechile bu hey’et bir adem-i fa’aliyyet devrinin noksanını telafi maksadıyla intihab edilmiştir. Misyonerlerin suret ve vesait-i ameliyyeleri üç sınıfa taksim edilmiştir: – Vaaz ve hitabetle – Matbuat ve edebiyat ve tababetle – Mekteplerde Hıristiyanlık’a aid ta’lim ve terbiye ile. Bunlardan birinci vasıta en eskisidir. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye İslami bir siyaset ta’kıb ettiği devirlerde daima kudret ve kuvvet sahibi olmuştu. Dahilen ve haricen herkes kendisinden memnun idi. Bu devletin bidayet-i teşekkülünde kendisine rehberlik eden iki şey vardı: Biri Şer’-i Şerif diğeri an’anat-ı kadime. Bayramlarda milli günlerde kılıç kuşanma merasiminde milli meclislerin lirdi. Şer’-i Şerif ise muhterem ve metin bir kanun tarzında herkese umuma karşı kemal-i vakar ve bi-tarafi ile tatbik olunurdu. Kuzat ve hukkam-ı Şer’ Diyanet-i Mukaddese-i Ahmediyye’nin ahkam-ı münifesini harfiyyen icra etmekte kusur göstermezlerdi. İş o raddeye gelmiş idi ki Osmanlı adl ü dadı bil-cümle diyar-ı İslamiyyede havas ve avamın zeban-zedi olmuş Osmanlılar adalet-perverlikleriyle iktisab-ı şöhret eylemişlerdi. Osmanlının merdane ve adilane –bi-tarafane– olan hakimiyetini gayr-i müslim anasır sitayiş ve alkışlarla tasdik eyliyorlardı. Kostantıniyye fatih-i muhteremi Ebu’l-feth ve’lmağazi mağfur Sultan Mehmed Han hazretlerinin milel-i gayr-i müslime hakkındaki pederane ve adilane muamelatı bütün tarihlerin taht-ı tasdikindedir. Din-i İslam pey-revlerine hiçbir vakitte gayr-i müslim olan tebea ve reayaya karşı adl ü nasafet hilafında muamele edilmesini emr etmez. Müslüman bir padişah ve hükumetin raiyyesi olan anasır-ı gayr-i müslime İslam hükümdarına memleketin menafi’-i hayatiyye ve müstekıllesine sadık kalıp vergilerini vakt ü zamanında eda ettikleri müddetçe hayatları mallar ırz ve namusları her türlü tecavüzden masun ve mahfuz kalırdı. Kendilerine hiçbir vechile hukuk-şikenane muamele edilmezdi. Merhum Zenbilli Ali Efendi’nin Rumlar hakkındaki iyiliği bu kabildendir ki her hıristiyan bunu bilir. Din-i İslam’ın esas-ı ahkamı bugün dahi layıkıyla tatbik edilecek olursa zannetmem ki bir gayr-i müslimin i’tirazını mucib olabilsin. Bilakis adaleti te’min ve takririnden dolayı memnuniyetlerini mucib olur. Nitekim Meb’us Artin Efendi meclisin küşadı günü irad ettiği nutukta ayet-i kerimelerini okuyarak kısasın Şer’-i Şerif dairesinde icra-yı tatbikine tarafdar olduklarını beyan ettiler. Nebiyy-i Ekrem aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’le Hulefa-yı Raşidin devrinde gayr-i müslimler hakkında o rütbe ve munsıfane etvar ve harekatını re’ye’l-ayn gören Yahud ve nasara kendi arzularıyla şeref-i İslam ile teşerrüf ederlerdi. Hazret-i Ömer radıyallahu teala anh Beytü’l-Makdis’i fetih buyurdukları esnada gösterdikleri adilane ve ali-cenabane harekat bütün tevarih-ı Mesihiyyenin taht-ı tasdikindedir. Bir gün nasara Hazret-i Ömer’den kendi kiliselerinde namaz kılmasını istirham ederler Hazret-i Ömer reddedince esbabını sorarlar. Hazret-i Faruk buyururlar ki: “Sizin ma’bedinizde namaz kılmakta bir be’s yoktur. Ancak halife-i rüp işitecek olan müslümanlar bunu bir adet ittihaz ederek fima-ba’d sizi maabidinizde rahatsız ederler; böyle bir akıbete sebebiyet vermemek için istirhamınızı kabul eylemedim.” Hazret-i Faruk istiklaliyet-i İslam bahsinde buyuruyorlar ki: “İslam tabiiyet ve himayesinde bulunan bir gayr-i müslim kadının ayağındaki bileziğine yabancılar tarafından tecavüz edilecek olursa onu himayet ve sıyanet etmek için bütün müslümanların koşmaları icab eder. Zira o tecavüz o kadına değil istiklal-i İslam’a karşı sayılır.” Görülüyor ki tevzi’-i adalet ve muhafaza-i raiyyet uğrunda diyanet-i mukaddese-i İslamiyye ne kadar riayetkar ve fedakardır. Hiçbir hıristiyan hükumet kendi öz evladına karşı yeryüzünde müslümanların gayr-i müslimleri himaye ettikleri kadar fedakarlık ibraz etmemiştir. Hulefa-yı Emeviyye ve Abbasiyye ile Endülüs’de icra-yı hükumet eden hükumet-i İslamiyye tarafından reaya-yı nasraniyye ve Yehud’a karşı izhar buyurulan asar-ı rahm u şefkat nüvaziş ve adalet o kadar çok o derece büyüktür ki bizim bu küçük makalemiz mücmel bir surette olsun tavsif ve ta’rifinden aciz kalır. Medeniyet-i İslamiyye tarihini yazan nasrani Corci Zeydan’ın bil-cümle sahifeleri bizim müddeayatımızı belağan ma-belağ tasdik ediyor arzu buyurulursa müracaat edilebilir. Beni Abbas zaman-ı hilafetinde birçok menasıb-ı aliyye ve rüteb-i celileyi gayr-i müslim reaya işgal ederek resmi günlerde hulefa hazeratının en yakınlarında ahz-ı mevki’ ederler ve halife tarafından haklarında azim teveccüh ve iltifat bezl olunurdu. Uzak yerlere gitmeye ne hacet selatin-i Al-i Osman zamanında da nasrani reaya büyük mevki’ler işgal ederek fevkalade nüfuza sahib ve malik olmuşlardı. Osmanlı tarihinin sahayifini karıştıracak olursak vezaret paye-i refi’ini düf ederiz. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye ve Osmanlı padişahları bunlara son derece bezl-i iltifat ve nevaziş buyurmak suretiyle öz evlad muamelesini yapmışlar ve yabancı telakkı buyurmamışlardır. Rum patriği Hazret-i Fatih’in huzurundan çıkınca taifesi tarafından ne suretle muamele edildiğini kendisinden sorarlar; cevaben; “İslam padişahından gördüğüm muamele-i hürmet-karaneyi hiçbir vakit hıristiyan imparatordan görmedim.” demiştir! Devr-i sabıktaki yolsuzluklara gelince anasır-ı gayr-i müslime kadar müslüman unsurlar da o siyaset-i sakımeden memnun değillerdi. Maamafih Avrupalıların teşvikiyle bir müddetten beri anasır-ı gayr-i müslimenin de devlete karşı olan eski sadakat ve itaatlerini terk ederek sakım yollara saptıklarını i’tiraf etmek muvafık-ı insaftır. Binaenaleyh devr-i sabıkın uygunsuz harekatını intikal ederken o fenalıklara sebebiyet vermiş olan anasır-ı gayr-i müslimenin de cürümlerini unutmamak iktiza eder. Harb badiresi esnasında fırsatı ganimet ittihaz eden Ermeniler yaptıkları hareketleri icra ettikleri zulümleri elbette la Ermenilerin ika’ ettikleri o mü’lim ve can-hıraş vakayi’i canlı bir şahid gibi gösteriyor. Acaba Ermeniler bu cinayetlerinin yüz binde birini mesela İngilizlere karşı yapmış olsaydılar uğrayacakları akıbet ne olurdu? Yeryüzünde nam u nişanları kalır mıydı? Binaenaleyh Ermenileri bugün ma’sum mevki’inde göstermek hiç de doğru değildir. Eğer Ermeniler bir takım fenalıklara ma’ruz kalmışlarsa bunu kendi elleriyle hazırladılar. Onun için bu muzlim sahifeleri her iki taraf unutmalıdır. A’yan reisinin buyurduğu vechile tevzi’-i adl ü müsavatı kendilerine yegane vazife edinen Hilafet-penah efendimizin Osmanlı anasır-ı gayr-i müslimesine maziyi unutturacağına hiç şübhe etmemelidir. Siyaset-i İslamiyyeyi ta’kıb ettiği zamanlar Devlet-i Osmaniyye’den bütün anasır-ı İslamiyyenin hoşnud ve minnetdar olduklarını balada arz etmiştim. Gençlerimizden bazısı şu son zamanlarda İslami siyasetin asr-ı hazırda tatbiki gayr-i mümkün olduğunu bahane edip doğru yolu terk ederek milli bir siyaset ta’kıbini münasib görmüşler ve o çığırsız pürüzlü gayeyi tervic ve ta’kıb etmişlerdi. Bu suretle bütün anasır-ı Osmaniyye beyninde ayrılık gayrılık tohumu saçıldı. Yüzlerce seneden beri tekmil mevcudiyetleri[y]le Osmanlı hududunun tevsi’i uğrunda bezl-i mal ve can eden ebna-yı necib-i Arabı ürküttüler. Bu ana kadar Suriye’de Irak’ta Hicaz’da birçok cem’iyetler teşekkülüne sebebiyet verildi. Bu sayede biz mutazarrır olduk. Yabancılar ise bu su’-i siyasetten birçok istifadeler te’min ettiler. bet’i de kendi zu’mlarınca Türkleştirmeye çalıştılar. Bu suretle yalnız anasır-ı Osmaniyyeyi değil denebilir ki bil-cümle müslümanları da lüzumsuz birçok da’valarla müteneffir eylediler. Halbuki İslam siyasetinin ta’kıbi sayesinde bu ana kadar Alem-i İslam’dan azim muavenetlere nail olduk. Başımız sıkıldıkça her taraftan Hind’den Afrika’dan diyar-ı İslamiyyeden maddi ve ma’nevi müzaheretler gördük. Müslümanların parasıyla Hicaz Demiryolu’nu yaptırdık. Trablusgarb Muharebesi’nde bize birçok ianeler verildi. Bu harb esnasında bile İran’dan öteden beriden büyük muavenetlere mazhar olduk. Türkçülük ve Türklük namına bize hiçbir taraftan bir yardım vuku’ buldu mu? Arnavudluk’u Arabistan’ı ve tekmil anasırı evvelce ne güzel idare ediyorduk. Cümlesi elimizden çıktı. Şark’ın anahtarı olan Bağdad’ı da gaib ettik. Acaba yalnız kendi başımıza bunca rakıb karşısında ilerde kendimizi muhafaza edebilir miyiz? menafi’ noktasından müslümanlarla birleşmek ve onlarla dost geçinmekten ibarettir. bizden bizar edecek harekatta bulunan Türkçülük cereyanı müslümanları ancak siyaset-i İslamiyye birleştirip memnun edecektir. ta’kıb etti de muvaffak olmadı? Senusi hazretlerini İtalyanlara karşı senelerden beri mücahedeye Fas’daki Fransızların bi-payan hazırlıklarına karşı Emir Abdülmalik hazretlerini mukavemete Rusya’nın eden acaba hangi kuvvettir? İslamiyet mi yoksa Türkçülük müdür? Sorarız. Hakan-ı mağfur Abdülhamid Han-ı Sani’yi otuz bu kadar senelik eyyam-ı saltanatında muvaffakıyetle Avrupa’ya başka bir şey mi idi? Eğer bugün dahi İngiltere ve Fransa’yı bizimle barışmaya sevk eden yegane ve müessir bir amil var ise o da zir-i idarelerinde bulunan milyonlarca ehl-i İslam’ı gücendirmemek kendi tarafına celb etmeye gayret eylemesi sırf İslam muhitlerinde nüfuzumuzdan istifade içindi. Türklük cereyanından onların da şikayet ettiklerini bilenler çoktur. Maatteessüf Hicaz’ı Irak’ı Suriye’yi bizden müteneffir eden ve Filistin’de başımıza bir Yahudi hükumeti çıkaran hep Türkçülerin fahiş hataları neticesidir. Cengiz’i Timur’u Hülagu’yu rahmetlerle salavat ile yad eden çoluk çocuklar şimdi biraz sıkılmalı değil mi? Isfahan’da Şiraz’da Çin’de Delhi ve Agra’da Mısır’daki asar-ı tarihiyye ve İslamiyyeyi vakahatle Turanilere mal ettirenler acaba seslerini kısaltıp bizi bu hal-i felaket-iştimalimiz içinde hiç olmazsa bir müddet O taşkınlıkları o çılgınlıkları bilmem kaç senede ta’mire muvaffakıyet elverecektir? Hasıl metin ve sağlam kat’i ve ciddi bir siyaset-i İslamiyye ta’kıbi sayesinde yapılan fenalıkları Osmanlılar ta’mir ve telafiye muvaffak olurlarsa yine bahtiyardırlar. “Şu meş’um harbin memleketimizde ika’ ettiği zararların en büyüklerinden biri daha doğrusu birincisi ahlak-ı umumiyyemize Mülkçe uğradığımız azim zayiat karşısında hissettiğimiz derin elemlerden ziyade bizi ma’nevi zayiatımız yani ahlak ve seciyemize tari olan nakısalar ta’zib ve tevhiş eyliyor. Çünkü bizi bundan sonra kalanımızla yaşayabilmek cerihalarımızı sarıp tedavi edebilmek kabiliyetinden mahrum edecek olan avamil bu nakısalardır. Esasen bu ma’nevi nakısalar ahlakımıza çoktandır arız olmamış olsaydı ne bugün de zıya’ına ağladığımız ülkeleri gaib eylemiş olurduk. Harbin ihdas ve icad ettiği birçok avamil ve müessirat ma’neviyatımızı bozdukça bozdu. Bizleri vaktiyle o kadar azametli ve şahane ikballere mazhar eden seciye-i salabet ve metanetimizi hemen tamamıyla ifna ve imha eyledi. Senelerle teakub ve tevali eden bunca mesaib ve afata rağmen yine a’mak-ı ruhumuzda esasını muhafaza etmiş olan ahlak-ı İslamiyyemiz bir an’ane-i milliyyemiz vardı ki bu ma’nevi kuvvetler son zamanlara kadar yine eserlerini te’sirlerini göstermekten hali kalmamakta idi. İşte bu mezaya-yı milliyye bekayası da şu dört senelik harb esnasında azala azala hemen tamamıyla na-bedid oldu. Bu suretle biz bugün harbden sulha maddeten olduğundan ziyade adeta ma’nen müflis olarak çıkmış bulunuyoruz ve emin olalım ki bu feci’ derde müdhiş maraza çare ve deva-yı acil bulmaya çalışmazsak bundan sonra da felaketlerden kurtulmamızın na-kabil felaketlere uğrayacağımız muhakkaktır. …Hükumet bu suretle vazifesini yaparken millete terettüb eden diğer büyük bir vazife de memlekette bir salah-ı ahlak mücahedesi açmaktır. Milletin bu vazifesi hükumetin vazifesinden daha çok büyük daha çok lüzumlu daha çok ehemmiyetlidir. Çünkü sulhün teessüsü ile önümüze çıkacak yeni yeni la-yuad ve la-yuhsa mesaili hele dehhaş gavail te sahil-i selamete eriştirmek ancak ahlakımızı tasfiye ile ma’neviyatımızı kuvvetleştirmek ile seciyemize eski salabet ve metaneti bahş etmek esbabına tevessül ile kabil olabilecektir. Milletlerin en büyük istinadgah-ı necat ve felahları ahlakları en kuvvetli ve müessir silahları seciyeleridir böyle bir milletler için harbde mağlubiyet ancak geçici bir felaket mahiyetinde kalabilir öyle milletler hiçbir vakit zeval ve fenaya mahkum olamazlar. Uğradığımız mesaibin artık bize bu acı hakıkatlerin hükmünü tamamıyla takdir ettirerek hepimizin kalbine hakıkı bir mücahede-i ahlak lüzumunu ilham eylemesini temenni edelim.” Evet muhterem refikımız en canlı bir noktayı pek samimi teşrihat ile nazar-ı ibretimize arz ediyor. Biz biçareler; Halimiz bir inhılal etmiş vücudun halidir; Ruh-ı izmihlalimiz ahlakın izmihlalidir. Diyerek memleketin ma’neviyatını sarmakta olan fesad-ı müdhişe el birliğiyle çare bulmak lüzum-ı acilini ileri sürerken; “Bu cereyanın önüne geçilemez. Su bulanmadıkça durulmaz.” gibi azmi bitirecek ye’se düşürecek sözlerden başka bir şey duymuyorduk. Halbuki önüne geçilemeyeceği iddia edilen cereyan vuku’ bulmuyor ihdas ediliyordu; durulması bulanmasına mütevakkıf addolunan su ise iltizami surette muttasıl bulandırılıyordu! Artık suyun kendiliğinden durulmasına imkan yoktur. Vatanın erbab-ı namus ve irfanı bir yere gelmeli; vehameti meydanda olan bu yarayı kapatmak için ittihaz edilecek tarz-ı müdavatı aralarında kararlaştırıp hemen işe başlamalıdır. AHLAK TELAKKISİ Akşam Gazetesi’nden: “Herhalde dört seneden beri değişmiş birçok şeyler görüyoruz. Bunlar içinde en göze çarpan ahlaktır. Aramızda birçokları ahlak hakkındaki telakkılerini “ahlak” kelimesinden anladıkları ma’nayı iyice değiştirmişler; ahlak mefhumunun hududlarını alabildiğine açmışlardır. Bu tahavvülü ahlakın her nev’inde gördük. Meslek ve vazife ahlakı kadın ve cinsiyet ahlakı medeni ahlak ilh. Hepsi yavaş yavaş iflasa doğru yürüdü. Ahlakın böyle birden bire sukut ettiği bir memleket daha var mıdır bilmem. Dizginleri boşanan bu ahlak ve namus telakkısini zamanın “terakkı medeniyet muasırlaşmak” mefhumlarından yarım yamalak çıkarılmış neticelerle birleşti[rdi]kten sonra Türk ailesi ahlakına Türk kadınlığı ahlakına tatbike uğraşan bir muhit hasıl oldu. O muhit yuvalarından vaz’iyetinden yeleri garib zihniyetler garib telakkıler garib zevklerle yine o levsin içine fırlattı. Bugün işin nihayetine vardık. Yalnız ahlak bozgunluğundan memleketin gördüğü zararları şimdi ta’yin güçtür. Olan oldu ve o levsiyat geride kaldı. Yalnız bu zararlardan pek büyük ve pek feci’ olanı var ki nazar-ı dikkatimizi celb etmelidir. Bu kirliliklerin husule getirdiği muayyen bir muhit ve o muhitin bugün taayyün etmiş bir zihniyeti hayat hakkında çirkin bir telakkısi var ki her gün etrafa daha ziyade taşmak te’sirini daha ilerilere götürmek kudretini gösteriyor. Bir taraftan kolayca ve memleketin zararına olarak kazanılmış bol paraların te’min eder gibi göründüğü müreffeh bir hayat var ki harb zenginleriyle para çalmış ve el-an asude yaşayan adamlarda tecelli ediyor. Diğer taraftan serbest tavırları serbest ve aşırı zevkleriyle Avrupa kadın hayatını temsil eder gibi gösterilen ve aile ahlakı cinsiyet ahlakıyla kat’-ı rabıta etmiş olan bir kadınlık hayatı teşekkül etti. Bunlardan birinin kolay ve cezasız diğerinin hür ve mücaz görülmesi yeni yetişen erkek ve kız çocuklar üzerinde pek fena bir terbiye te’siri bıraktı. O kadar ki bu canlı ve kuvvetli nümunelerin te’siri altında kalarak kendini şimdiden o hayata alıştıran o hayata makdur gören tembel ve cahil ağzında sigara gözünde monokl bir erkek gençliği öte tarafta kadınlık hayatının zevk ve meşgalelerini pek fena anlamaya başlayan bir kızlık görülüyor. Yeni ve ahlaklı bir hayatın aksü’l-amelleri şimdiden kendini göstermezse yani gerek şiddetli cezalar gerek efkar-ı umumiyyenin şiddetli takbihleri aile ve mektep terbiyemizin matbuatın telkınleri bu ahlak dizginlerini biraz gerip toplamazsa daha büyük ve kat’i bir hududları dahiline irca’a çalışalım. Memleketin atisini ancak o zaman kurtarabiliriz. Dini milli ictimai ahlakı bütün esasatımızı devirerek yerine nazari bir takım müessesat-ı mevhume ikame etmek birer birer yıkıldığını gördükçe; “Yeni hayat için saha açılıyor.” teraneleriyle i’lan-ı şadmani eden Yeni Mecmua’nın muharrirlerinden velev birini olsun artık yola gelmiş ahlak telakkıleri ünvanı altında şu elim i’tirafatta bulunmuş görmek hiç şübhe yoktur ki bir muvaffakıyettir. İnşaallah kimi hata-yı ictihadi kimi dalal-i fikri kimi de büsbütün başka sevaik ile şehrah-ı hakıkatten ayrılıp milleti çıkmaz yollara sevk eden erbab-ı kalem artık felaket-i hazıra karşısında intibaha gelirler de muhat olduğumuz mesaib-i müdhişeden sıyrılıp çıkmak için el birliğiyle çalışırlar. FILISTIN MUZAFFERIYETI VE İNGILIZLERIN TAASSUB-I DINISI Eylül’ün yirmidokuzu Pazar’a musadif olmak hasebiyle düs ve Filistin’in Türk hakimiyetinden kurtulmuş olmasından dolayı bütün İngiltere kiliselerinde fevkalade bir ayin-i dini icra ettirmiş ve bu ayinde muzafferiyet-i vakıadan dolayı Cenab-ı Hakk’a şükürler edilmiştir: Muma-ileyh neşr ettiği beyannamede diyor ki: “Ümid ederiz ki bu muvaffakıyet hepimize göre mukaddes olan bu havali için bir devr-i saadetin mebde’i olsun.” Bu havadisi neşr eden Şark-ı Karib gazetesi şu sözleri ilave ediyor: “Bu kıt’anın idaresi pek müşkil ve naziktir. Oranın halkı pek dindar ve mutaassıbdırlar. Ufak bir hata yahud bir kıvılcım pek kanlı ve feci’ mukatelat-ı diniyyeye sebeb olabilir. Şimdiye kadar Kudüs’de vuku’ bulan yet verilmiş değildi. Orada icra-yı hakimiyet etmek isteyen beheme-hal edyan-ı semaviyye erbabına hüsn-i muamele etmek ve hiçbir cemaatin hissiyatını rencide etmemek mecburiyetindedir.” Sebilürreşad – Acaba dinden bahs etmek isteyen her müslümanı taassub-ı dini ile itham eden İngilizler ve müslümanların gençler bu ma’nidar hareket-i dindaraneye ne derler? Galiba Türkün yahud İslamiyet’in hakimiyetini tahkır ve istihza edenler kudsiyetini muhafaza edebilmek için Kudüs’ü yeniden müslümanlara iade etmek mecburiyetinde kalacaklardır. Hürriyet-i akvam ve insaniyyetten çok dem vuran Muhterem efendim numaralı nüshanızda bana “Çerkes” diyorsunuz. Ben milliyeti “ırk” diye anlamam. Milliyet “din lisan ırk” birliğidir. Bununla beraber Çerkes değilim. Pederim Sarıyer’de Hüseyin Ağa Mahallesi’nde numaralı hanede mukım Piyade Binbaşılığı’ndan mütekaid Ömer Şevki Efendi’dir. Kendisi bir kelime Çerkesçe bilmez Kafkasyalı bir Türktür. Gidip bizzat tahkıkat yaparsınız. İstanbullu olan annem de meşhur Haseki Mustafa’nın torunudur. Muazzez vatanımıza haricden getirildiğinde hiç şübhemiz olmayan kavmiyet cereyanının ne mühlik neticeler vereceğini yakınen bildiğimiz için bu hususda on seneden beri etmediğimiz niyaz vermediğimiz nasihat kalmadı. Artık olan oldu. Şu sırada yeniden bir münakaşa kapısı açmak elde kalan bakıyyeyi de tefrikaya sevk etmek demek olacağından şimdilik sükutu evla gördük. Bu mevzu’a dair ekabir-i ümmetten Prens Said Halim Paşa hazretleri tarafından gayet mühim bir eser kaleme alınmıştır. Gelecek haftadan i’tibaren neşrine başlayacağımız bu eser-i güzinin bütün ümmetçe kemal-i ehemmiyyetle ta’kıb edileceğini kaviyyen ümid ederiz. BISMILLAHIRRAHMANIRRAHIM Meal-i Münifi O muttakıler ki gaybe iman ederler namaz kılarlar kendilerine onlar ki sana ve senden evvelki peygamberlere indirilen kitablara inanırlar ahirete yakın hasıl ederler… Ayet-i kerime gösteriyor ki “takva” beş şeyden ibarettir: Gıyaben iman etmek. Namaz kılmak. Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği rızıktan infak etmek. Resul aleyhisselam ile evvel gelip geçen rusül-i kirama nazil olan kitablara inanmak. Ahiretin hak olduğunu yakınen bilmek. münafıklardır ki nazm-ı keriminin ta’rif ve izah ettiği mü’minlere tesadüf ettikleri zaman iman etmiş olduklarını hem-palarıyla yalnız kaldıkları zaman ise onlarla beraber olduklarını ve mü’minlerle istihza ettiklerini söylerler. Münafıklar için fevz ü felah nasıl mümkün ve mutasavver olabilir ki haklarında Cenab-ı Hakk tarafından şu yolda bir hüküm sadır olmuştur: “ Münafıklar Allah’a karşı hile ve hud’ayı gözlerine yerine yazılmıştır. kestiriyorlar Allah ise her teşebbüs ettikleri hud’anın cezasını bol bol verecektir. Onlar ki namaza kalktıkları zaman halka gösteriş yapmak maksadıyla asılarak istemeyerek kalkarlar; Allah’ı ansalar da pek az anarlar; iki cihet arasında mütehayyir ve mütereddiddirler; ne tamamıyla onlara mü’minlere ne bunlara münafıklara yanaşabilirler; işte Allah’ın dalalette bıraktığı böyle kimseleri hiçbir vakit hidayet yoluna götüremezsin.” Bir münafık için ne feci’ bir derd ve illet ne büyük bir zillettir ki o hiçbir vakit endişe-i nefs kaydından kurtulamaz. Tek-a-pu etmek istediği kimsenin marzisine muhalif bir harekette bulunmamak için bütün mesaisini onun efkar ve temayülatını kollamak göz önünde bulundurmak mecburiyetinde bulunur. Rabt-ı amal ettiği kimseyi memnun edecek şeyler beni-nev’inin felaket ve hüsranına badi olsa da yapmak hususunda bir lahza tereddüd bile etmez. Hayatını böyle muhtelif amillerin gayr-i mütecanis emellerin te’sirleri altında ifna etmeye mahkum olan sevk-ı nifak ile içinden çıkabilmesi kabil olmayan dalalet ve hayret vadilerine düşmüş bulunan bir kimseyi yola getirmeye nasıl imkan mutasavver olabilir? Hep bu haller gösteriyor ki münafık fenalıklardan gayra iras-ı ezadan sakınır ne nefsini ne de başkasını sıyanet fikrine hizmet eder bir kimse değildir. Binaenaleyh derd-i nifaka mübtela olan bir kimse fahva-yı münifince hüsran ve şekavet-i ebediyyeye mahkumdur. bil-cümle efrad-ı ümmet bu miyana dahil olur. Sünen-i Darekutni ’de rivayet olunuyor ki Haris bin Kays İbni Mes’ud’a; “Bizden erken geldiniz de Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemi rü’yet bahtiyarlığını ihraz ettiniz. Bu şereften mahrumiyetimizden dolayı Allah bize sabır versin.” demiş İbni Mes’ud; “Muhammed’i görmeden iman etmek gibi mühim bir şerefin sizlere nasib olduğundan dolayı da Allah bize sayerine yazılmıştır. Başmuharrir bır versin Muhammed’in delail-i nübüvveti o kadar zahir ü bahir idi ki görüp de iman etmek işten bile değildi. Allah’a kasem ederim ki gıyaben iman edenden efdal kimse yoktur.” demiş ve sonra ’ den ’ a kadar olan ayatı okumuştur. Böyle Risalet-meab Efendimiz’i görmeden iman edenlerin “muttakın” idadına dahil olmalarının vechine gelince bunlar bu halleriyle Cenab-ı Hakk’ın kendilerine ihsan etmiş olduğu akıl ve kuvve-i muhakemeyi taharri-i hidayet hususunda atıl bırakmaktan ittika etmiş oluyorlar; aynı zamanda maddiyyunun yaptıkları gibi kuva-yı hissiyyelerinin taalluk edebildiği madde ile arazdan ileri geçmemek vartasından nefislerini sıyanet ediyorlar. Düşünülecek olursa Cenab-ı Hak insana akıl denilen cevher-i idrak ve iz’anı fa’aliyet-i istidlaliyyeden mahrum bıraksın diye vermemiştir. Fikir namı verilen hassa-i mümeyyizenin hikmet-i tevdi’i onun maddiyat sahasının ötesindeki ma’kulat afakında cevelan etmesine mani’ olmak değildir. gelince bunu salatın farzıyetindeki hikmet pek güzel izah ve teşrih eder: Ma’lumdur ki insan giriftar-ı nisyandır. Cenab-ı Hakk’ı unutmak azamet ve celalinden gafil bulunmak ise bütün hatiatın bil-cümle ceraim ve cinayatın miftahı mesabesindedir. Bu hakıkati te’yid için misal olarak bir şakirdin hocasına karşı vaz’ u tavrını ele alalım. Hoca şakirde muayyen bir zamanda yapacağı bir vazife ta’yin eder. Şakird mualliminden korkmaz vazifeyi gösteremediği zaman cezaya çarpılmak endişesi olmazsa verilen vazifeyi ya hiç yapmaz yahud yapsa da baştan savma yapar. Onun vazifesini yapmak hususunda göstereceği dikkat ve i’tinanın mi’yarı hocasına karşı olan derece-i ihtirazıdır. Bu his ne kadar kuvvetli olursa vazifesini meden vazifesini ikmal etmeden uyuyup kalmak ihtimaline karşı münebbihler tedarik etmek gibi tedbirlere müracaate lüzum görür. Olmazsa uyandırmaları için anasına babasına yalvarır. Halbuki o hocasına aldırmasa mücazat ve te’dibinden korkmasa ne kendini böyle meşakkatlere sokar ne de vazifesini yoluyla yapmanın yapmamanın nazarında bir ehemmiyeti olur idi. Ferdlerle hükumetler arasında da aynı hal aynı münasebat caridir. Efradda hükumetlerin satvet-i te’dibinden ihtiraz kaydı olmasa alemde hetk edilmeden bir hurmet zıya’a duçar olmadık bir hak kalmazdı; insanların en kuvvetlisi beyabandaki hayvanlar gibi başkalarını ezen kendini ezdirmeyen olurdu. Evet insan evkatını kesb ü muamele cidal ü muhasama ve saire gibi Cenab-ı Hakk’ı zikr O’nun azamet ve celalini mücrimler hakkında hazırladığı cezaları nakş-ı hayal etmesine mani’ bir takım şuun-ı maddiyyeye sarf etmek mecburiyetinde olduğu için ondan beklenilen her hal ü karında hata ebna-yı nev’ine karşı irtikab-ı cevr u cefa etmektir. Ademoğlu insafsızlığı bir dereceye vardırır ki kendi kendine düşmanının yapmayacağı fenalıkları yapar; kumarbazlar sefihler mallarını lehv ü lu’b vadisinde istihlak eden müsrifler öyle değil midirler? Gaflet bunca rezailin saikı olunca dan gaflete daldıkça daire-i tezekkür ve murakabeye avdet ettirecek bir vasıtaya muhtacdırlar. Cenab-ı Hakk’ın mü’minlere salatı kitab-ı mevkut muayyen ve fasılalı zamanlara aid birer farz kılmasının hikmeti bu noktada tecelli eder. Zevalden zalam-ı leyle o zamandan da fecre kadar günde beş kere ve muhtelif zamanlarda edayı salat edecek olan bir kimse veche-i ubudiyyet ve ihlasını halikına tevcih onun satvet-i kahiresini tezekkür etmek her hal ve hareketi yerlerin ve göklerin bir zerreye varıncaya kadar hiçbir ciheti nazar-ı ıttıla’ına hafi kalmayan bir kadir-i kahharın murakabesi altında olduğunu düşünmek için en müessir ve fi’li bir vasıta olur. Salatın hikmet-i farzıyyeti ayet-i kerimesinin sarahaten delalet ettiği vechile bundan ibarettir. Bu gaye-i teşriiyye nazar-ı dikkate alınırsa namaz yalnız ve yalnız kalp ve vicdanı Bargah-ı Ahadiyyet’e rabt etmek ve seyyiattan tevakkı suretinde tecelli eder. Fakat acaba yalnız yatıp kalkmak yerlere baş koymak tekbir ve tehlil ile ref’-i avaz etmek bu maksad-ı hatirı te’mine kafi midir? Asla. Bunu te’min edecek bir şey varsa o da namazlarda insanın heva ve hevesten feyz-i rububiyyetin kalbe in’ıkasına mani’ olacak esbab ve halattan zamirini tenzih ederek hakıkı bir hiss-i huşu’ ile o Bargah-ı Akdes’e teveccüh etmesidir. Bu maksadladır ki Cenab-ı Hak namaz kılanlara dillerini tilavet-ı Kur’an ile cevarih-ı sairelerini erkan-ı ameliyye-i salatın edasıyla meşgul bulundurmayı emir ve teklif etmiştir. Namazda bulunan bir kimsenin birine laf söylemesi eliyle a’za-yı sairesiyle namazın erkan ve adabına taalluku olmayan bir iş yapması caiz değildir. Bir de Cenab-ı Hak namaz kılanlara her rüku’da her secdede her kıyamda tekbir getirmeyi emr ediyor. Bundaki hikmet de şübhe yoktur ki eda-yı salat eden kimsenin azamet ve kibriyada ubudiyete istihkakta yekta bir ma’bud-ı hakıkınin pişgah-ı celalinde bulunduğunu bir lahza hatırından dur etmemesini te’minden ibarettir. Namazdaki gaye-i taabbudiyye bu gibi şeyler olduğu bunu hep ve sairede olduğu gibi “ikame” kelimesine terdif etmektedir. Buralarda “ikame” lafzı ya bir şeyin hakkını vermek ma’nasınadır “ Ey ehl-i kitab! Tevrat ve İncil’in hakkını vermedikçe yani ahkamına tamamıyla imtisal etmedikçe hiçbir dine mütemessik sayılmazsınız.” ayetinde olduğu gibi yahud “ Ağaç dalını doğrulttu eğri bir cihetini bırakmadı” isti’malinden me’huzdur. “ Pazar revacını buldu.” ve “ Fütur ve rehavet hissetmeksizin işe sarıldı.” Bize kalırsa ikame lafzının salata nisbette şari’-i hakim bu makalelerin kaffesini nazar-ı i’tibara almıştır. Namaz kılacak kimse vasfına layık olan kimseler miyanına dahil olmamak bir şevk ve gayretle davranmalıdır. Aynı zamanda namazı hakkıyla eda etmiş olmak ve onu ruh ve hikmet-i farzıyyetinden tecrid etmemek için hin-i ifasında sünnet-i seniyye ile ta’yin etmiş olan adab ve erkanına riayet lazımdır. Bu şeraitı haiz olmayan bir namaz gaye ve hikmeti bilinmeksizin zorla ve gafilane bir tarzda icra edilmiş ef’al-i suveriyyeden ibaret olur ki eda eden için daha ziyade vebal ve hüsrana müeddidir. Çünkü bu yolda namaz kılan bir kimse Allah’a ve Resulüne karşı mekr u hud’a yollarına sapmaktan göstereceği asar-ı huşu’ takınacağı sima-yı zühd ü ittika taşıyacağı seccade ve tesbih ile halkı dam-ı iğfale düşürmekten başka bir gaye istihdaf etmiş olamaz. Hülasa-i kelam namaz yoluyla eda edilmeli tarz-ı edası tezekkür-i ma’buddan ibaret olan hikmet-i teşri’ine tevafuk eylemelidir ki erkan-ı ittikadan vesail-i fevz ü felahdan ma’dud olabilsin. Bu şerait-i kemali cami’ olan bir namazdır ki nazm-ı kerimin beyan ettiği havass u te’siri cami’ olabilir. Fil-hakıka şari’-ı hakimin ta’yin ettiği usul ve erkan dairesinde eda edilen namaz insanların gizli ve aşikar bil-cümle ahval ve muamelatta Cenab-ı Hakk’ın üzerlerinde daimi bir nigehban olduğunu unutmamalarına; mücrim ve günahkar kimseler hakkında hazırlamış olduğu dünyevi uhrevi bir takım ukubatı daima der-hatır etmelerine en kuvvetli bir saik olur. Ve tabiidir ki insanlar her hal ve hareketlerinin böyle bir kuvve-i kahirenin murakabesi tahtında olduğunu düşünürlerse uhdelerine terettüb eden bir vazifenin hüsn-i müdafaa can ve mallarına memleketlerine iras-ı mazarrat edebilecek ahvale karşı müsamahakar davranmaya cür’etyab olamazlar. Bir de bunun aksini yani insanların haliklarına karşı gafil davrandıklarını maksad-ı teşri’i sırf halikı tezkir ve onun satvet-i intikamından tahzirden ibaret olan namazı ihmal ettiklerini düşünelim. Böyle bir seyyie-i diniyyeye mübtela olan bir cem’iyet arasında hukuka tecavüz fikir ve emeli meydan alır mukaddesat pa-mal edilir ma’siyet çoğalır amal-i nefsaniyye vicdanlara hakim olur zenginler azdıkça azar fakırler ayaklar altında zuafa kuşe-i nisyanda kalır hakimler istibdad erbab-ı nifak tahakküm ve mühlik vartalara ilka eden bu afat-ı ictimaiyyenin avakıb-ı elimesinden ihtiraz kaydında bulunmayan bir ümmet ise nasıl bir ümid-i felah ve necat besleyebilir? Asla. Şu hakıkati daima göz önünde bulunduralım ki müslümanlar yoluyla eda-yı salata muvazabet etseler inayet-i ezeliyyenin mantuk-ı münifce cem’iyet-i akvam içerisinde kendilerine ta’yin ve tahsis etmiş olduğu mevki’-i hatirı ihraz ederlerdi. Fakat ne çare ki onlar terk-i salat beliyyesine giriftar oldular bu halin neticesi olarak haliklarını unuttular. O da onları unuttu. Ortada o eski saf ve pak-siret müslümanlar yerine alude-i ma’siyet bir güruh-ı süfeha kaldı. Sabık Draç Mutasarrıfı hakim-i fazıl Mahmud Mahir Bey biraderimiz şu yakınlarda mühim bir eser neşr etmek üzredir. Eser “Mebde’ ve Mead-ı Alem” “Beşer” “Şuur-ı Tabii” “Ma-ba’de’t-tabia ve Hatta Madde Vicdan Hayat Gibi Mes’elelerde Felsefenin İflası” “Felasifenin Acz ve Muadatı” “Farabi’nin Tenakuzatı” “Meşhur Pyrhon’un Reybi” “Kant’ın Kararsızlığı” “Tarih-i İnkişafından Beri Felsefenin şı Muvahat-ı Beyne’l-Enbiya” “Vicdan-ı Enbiya” “Vahiy” “Mu’cize” “Havarik-ı Tabiiyye Havarik-ı İlmiyye” “Sünnet-i İlahiyye ile Tabiat Arasındaki Fark” “Din-i İslam’ın Umumiyyeti” “Budizm’in Müessisi Sakyamuni’nin Tercüme-i Hali” “Edyan-ı Erbaa-i Umumiyye Hakkında Furkan-ı Hakim’in Remz-i Celili” “Zuhur-ı İnkılab-kar-ı Muhammedi” “Siyer-i Mukaddese-i Hazret-i Seyyidü’l-enbiya” “Modesley Spengler ve Dozi Nazariyelerinin Tarihen ve İlmen Redd ü Tekzibi” asrımızın meşahir-i mübeşşirin ve meşayih-i müsteşrikıninden Fransız Louasier’nin nübüvvet-i Muhammediyye hakkında Arabiyyü’l-ibare bir hutbe-i beliğası gibi pek mühim mebahis-i celileye dairdir. Kitabın şu bir faslını nümune olarak ber-vech-i zir aynen nakl ediyoruz: – – “La-yemutiyet-i ruh” yahud “beka-yı ba’de’l-mevt” duygusu dahi kudret-i gaybiyye ve tedeyyün duygularından geri kalmıyor; yine onlar kadar amik ve umumidir. Fıtri hissimiz ölümü bir fena-yı mahz veya bir adem-i mutlak kabul etmiyor. Bilakis diger-gun bir ömrün arefesi mübhem bir hayat-ı digerin medhali olarak telakkı ediyor. Bu duygu dahi buraya kadar saydığımız diğer esasi ihsaslar gibi bütün nev’iyetimizi istila etmiştir. Hemen bil-cümle milel ü nihalde merasim-i diniyye ve şeayir-i mezhebiyye hep bu şuur ile meşbu’dur. Ruhun la-yemutiyetini tefsir ve tasvirde gerçi edyan ve mezahib gah insilah ve tecerrüdle ve gah tenasüh ile yekdiğerinden ayrılıyorsa da “beka”nın esasında müttefik ve müttehiddir. Zamanımızdan başlayınız da ta tarihe dahil olmaya başlayan mazinin pek uzaklarına kadar çıkınız! Hind’in Weda’larına Çin’in İ-King’lerine İran-ı Kadim’in Zend Avesta’sına Mesihiyet’in İncil’lerine Furkan-ı Hakim’in süver-i celilesine bir göz gezdiriniz! Hemen hep “beka-yı ba’de’lmevt” hususunda ısrar ediyorlar. Diyanet-i Mesihiyye aslında zaten ancak irfan-ı uhrevinin Hazret-i Mesih’in Mısır’dan avdetinde sadukılerin idlaliyle Filistin muhitinde irfan-ı uhreviden nam u nişan bile kalmamaya başlamıştı. Mesihiyet’in şimdiki şekli bile bu zaviye-i nazardadır. Tevrat’ta ise maarif-i uhreviyye vakıa yok denecek kadar az ise de tedkıkat-ı tarihiyye nazarında bu hal esfar-ı Museviyyenin uğradığı zayiattan münbaisdir. Tarihin her devrinde cihanın her cihetinde görmekte olduğumuz mezarlar lahdler mumyalar ehramlar hep şu duygunun tebellüratıdır. Felsefi bir istibsar şu şuurun bu derece şümul ve umumiyyetini hikmetten hali bir hadise addedemez; fil-vaki’ bu duygunun farkına varamayanlar dahi var ise de bunların mikdarı bir “felte-i tabiat” telakkı edilebilecek kadar azdır. Biz tarihde hatta dinsizliği bile din halinde “iréligion constitué en réligion” koymaya çalışmış çabalamış adamların zuhur ettiğini görüyoruz. Tecelliyattandır ki bunlar bile davranmışlar ve maksadlarını ancak kendilerine müstesna mevki’ler ve menfaatler te’min eyleyerek daire-i mahremiyyetlerine sokabildikleri pek mahdudü’l-mikdar kimselere takrir ve tevdi’ eyleyebilmişlerdir. Bununla beraber şu “akayid-i sırriyye”leri yine çok müddet devam edememiş ve nihayette ancak iki üç kuşak kadar dayanabilip daha tebellür etmeden şuur-ı fıtrinin kuvve-i haruriyyesi karşısında eriyerek buhara inkılab etmiş ve en sonda mazi ve maksadını unutarak edyan-ı nazileye müntesib bir mezheb veya bir tarikat şekline istihaleye mecbur kalmıştır. Biz bu hali dikkat eder isek Şark’ın bazı turuk ve mezahib-i sırriyyesinde görebiliriz. Mütebahhirin-i hukema “hikmetü’l-hayat”ta her türlü teşekkülü bir türlü ihtiyaca muadil bir keyfiyet ve kemmiyette buluyorlar yani; “İsti’dad ile ihtiyac tabiatte kanun-ı mikdara muvafık muadeledir.” demek istiyorlar… Kitab-ı Aziz; buyurmuyor mu? Mesela lisan dil uzviyetimizde tekellüme müstaid bir teşekkülde ise şu hal tekellüme olan ihtiyacın şu ihtiyac kanunu nokta-i nazara alarak diyorlar ki: Beşeriyette ilim ve bu derece kısa bir hayatına göre pek fazladır ihtiyacın pek fevkindedir. Bu nisbetsizliği ancak baka-yı ruh ve beka-yı ba’de’l-mevt tevzin edebilir. Ve illa tabiatte “abes neşv ü teşekkül”ün mevcudiyetine kail olmak lazım gelir ki tarih-ı tabiat bunun aleyhindedir. Hukema-yı İslamiyyeden biri böyle diyor: [ Felsefe-i ilhadiyye ise zaten ruha inanmaz ki bekası mes’elesiyle alakadar olabilsin; maamafih menfi mütalaalarla bahse karışmaktan söylemekten çekinmemiştir. Fikir ve şuur –diyor– dimağımızın milyarlarca huceyrat-ı asabiyyenin mekanikoşimik raksından başka bir şey olmadığı durur; ve aynıyla mekanizması bozulmuş bir saatin işleyememesi gibidir. Artık bunda beka ba’de’l-fena gibi haller aramak araştırmak abes değil de nedir? Izah edelim: Diyorlar ki vakıa düşüncelerimizde sözlerimizde ve iradi hareketlerimizde zahiren hür ve muhtar görünüyoruz. Fakat ilmi bir nazarın muvacehesinde bunlar aynıyla sair tabii hadiseler gibi hikmet ve kimya kanunlarına tabi’dir. Ve “beyin” dediğimiz fikir ve şuur maddesinin “raks-ı zerrevi”sindedir. Elde milyon daha ziyade “kuvve-i ı’zamiyye”ye malik bir mikroskobumuz olsa ve dimağın hal-i tefekkürde çizeceği raksların “hiyeroglif”leriyle bunların –fikir lügatindeki mukabillerini bildirecek bir kamusumuz bulunsa da bir dimağ-ı mütefekkiri taht-ı müşahedeye alacak olsak dimağın neler düşündüğünü mütefekkirle birlikte bilebileceğiz; ve hatta mütefekkirden daha şümullü bir surette keşf eyleyebileceğiz. Çünkü mütefekkir “raks-ı zerrevi”nin ancak eserlerini duyar. Halbuki fenni bir müşahede dışarıdan raksın hem eserlerini ve hem eserlerin nereden ve nasıl düsturlarla ve ne amillerle husule geldiğini de görecektir. Maalesef ilmin hal-i hazırı henüz böyle bir müşahedeye müsaid değildir. Maamafih da’vamız yalnız bu müşahedeye mevkuf ve muallak değildir. Zira “beka-yı kuva” kanunu la loi de conservation de l’énergie ancak nokta-i nazarımıza müsaiddir; madde ve kuvvet nasıl in’idam edemiyorsa tabiidir ki ademden vücuda gelmek de tabiatte olamaz; kanun nazarında muhaldir. Binaenaleyh iradi hareketlerimizin nokta-i neş’eti maddidir. afak-ı intisaciyyesiyle emraz-ı akliyye arasındaki sıkı alakaların samimiyeti de bunu ihtar etmiyor mu? Hele efkar ve hatırattan birkaçının dimağın kıt’a-i kışriyyesinde ayrı ayrı fasıllarda tahayyüzü mes’eleyi kat’i surette lehimizde halletmiştir. Mesela tabaka-i kışriyyenin yesari-cebhi üçüncü ta’ricin nesc-i teşrihisi az-çok bir afete uğrar uğramaz; “aphaisie” denilen maraz-ı akli derhal başgösterir. Ve ma’lul tekellüm ile alakadar olan a’zasının adalatında hiçbir felç yokken fikrini bildirmek için söz bulamaz ve fikrini söyleyemez olur. Neden? Çünkü söz söyleyebilmek için iktiza eden harekat ile maharicin hatıratı dimağın o fass-ı mahsusunda o fassın buki şimdi orası afet-zede bir haldedir. Kelimatın hatıratına halel gelmiş oldu da ondan. Bunun böyle olduğunu Broca’dan beri tevali eyleyegelen bir sürü ilmi ve fenni müşahedat ve tecarib ile sabittir. Demek ki hayat-ı akli bir fa’aliyet-i dimağıyyeden ibaret akli için beka nasıl tasavvur olunabilir? Felsefe-i maddiyyenin kanaati işte şu hülasaten serd ettiğimiz mütalaalar üzerine mebnidir. Asr-ı hazırın nihrirü’l-felasifesi “H. Bergson” maddiyyunun şu mütalaalarında bir kıymet-i ilmiyye görmüyor ve birer birer mehakk-ı sayıyor; ve bundan takriben yedi-sekiz sene evvel Paris’de bu mevzu’ üzerine verdiği uzun bir konferansda fikrini şu yolda hülasa ediyor: “Evvelen maddiyyunun umduğu dur-bin ile gayr-i muayyen bir bu’d-ı atide bize va’d eylediği müşahede ilmin hal-i hazırı nazarında imkan dahilinde değildir. Atiye fakat daima atiye mu’allak olup kalacak şöyle bir tul-i emele bel bağlayıp duracağımıza öyle bir müşahedenin şimdiki küçük nümunelerine nasb-ı nazar-ı dikkat etsek olmaz mı? Böyle pek mühim mes’elelerde ilmen mevhum emeller üzerine yürüyerek edinilen hükümlere “fenni nazariyeler” süsünü vermek ilmi bir hareket olamaz; hiçbir hurde-bin hiçbir müşahede dimağın tabaka-i kışriyyesi “raks-ı zerrevi”sinde suver-i fikriyye göremez. Niçin? Çünkü hayat-ı akliye karşı dimağın müşahedesi tıbkı sahnenin pek uzaklarında ve sahneden aktörün ancak bazı evza’ını görebilecek bir mesafede ahz-i mevki’ etmiş bir temaşagerin yani sahnede mevzu’ “piyes”in ne olduğundan külliyyen bi-haber böyle bir temaşagerin temaşası kadardır. Böyle bir temaşa aktörden ne anlayabilirse öyle bir müşahede dahi hayat-ı akliden ancak o kadar bir şeyi alabilir; ve nun farkına varamaz; çünkü hayat-ı akli –mikyas-ı hakıkısi Fa’aliyet-i fikriyye sırasında dimağın jestleri nazarımızın aynı fa’aliyet esnasındaki vaz’iyetlerden pek o kadar farklı olmasa gerektir. Harekat ve efkarımızda hürriyet ve ihtiyarı ceffe’l-kalem inkar etmek için “beka-yı kuva” kanunundan meded ummamalıdır. Zira sadedde esasen kanunun ta kendisi mes’ele vaz’iyetindedir. Daha doğrusunu söylemek lazım gelirse iradi hareketlerimizin bu kanuna bağlı olmaktan uzaklığı aksi fennen ve kat’iyyen sabit olmadıkça inkarı mükaberattan sayılan ihsasat ve müşahedattan ma’dud olduğundan hilafının isbatı münhasıran bu hürriyet aleyhinde bulunanlara teveccüh eder.” Sadedimizin bu noktasına dair allame-i zu-fünun Henri Poincaré’nin bir kelime-i hikemiyyesi vardır. Diyor ki: “Ulum ilerleyebildiği kadar ilerlesin ebedü’l-abad kemal-i mutlaka varamaz. Noksan “ulum”un tabiati iktizasındandır. Bina-berin hürriyet ve iradeye kail olmak zaruridir.” Profesör devam ile diyor ki: “Fikri harekat ve hatırat ile fusus-ı dimağıyye arasındaki alakalara gelince: Evet ilm-i teşrih ve ilm-i emraz böyle bir takım alayık ve revabıtla kail oluyorsa da bundan maddiyyunun dediği gibi dimağda maddi intıbaata kail olmak lazım gelmez; maddiyyun ancak şu alakalara güvenerek hayat-ı akliyi fa’aliyet-i dimağıyyeden aid nazariyelerinin hatta ilmen en tıraşidesini pek yakından tedkık edecek olsak ne kadar iğfalkar bir mahiyette olduğu derhal tezahür eder. Broca fassı ile kelimat arasındaki alaka bu nazariyelerin fennen en yaldızlısı ve ilmen dahi en tıraşidesidir. Halbuki –hakkında bizim daha birçok diyeceğimiz olan– şu alakaya müstenid nazariye evvel-emirde ihtisas-ı ilmilerinde hiçbir kimsenin iştibahı olmayan birçok tabiiyyun ve hayatiyyunun tedkıkatı muvacehesinde el-haletü hazihi mecruhdur; bunlar meleke-i tekellüm ile alakadar afat-ı teşrihiyyenin daha inceden inceye tahlilleri neticesinde maddiyyunun zehabını doğru bulamıyorlar. Bundan takriben yirmi sene evvel ben dahi buna dair bir tahlil yaptımdı; hala hatırımdadır: Neticede intıba’-ı maddi nazariyesini muhtac-ı ıslah bir halde buldum. Maamafih nazariyenin en ziyade istinad ettiği “aphaisie” değil midir?.. Yakından bir gözden geçirelim; bakalım: Bu maraz seyrinde bize neler gösteriyor? Bu hastalığın vahim derecesinde yani meleke-i tekellüme mahsus fass-ı dimağinin intisac-ı teşrihisi vahimen afet-zede olduğu zamanlar kelimelerin hatıratı vakıa husuf-ı külliye uğruyor; fakat bazan şiddetli bir tenbih veya şiddetli bir heyecan émotion akıbinde hatırat ile kelimatın yine ke’l-evvel tamamıyla avdet ettiğini ve bu illetle zaphaisie musab olanın yine eskisi gibi tekellüme geldiğini de görüyoruz. Şimdi bu nedir? Nescin içinde maddi bir rihide kelimeler hatıratının avdetinde imkan olabilir miydi? Dahası var: “Hastalık seyrinde mütezayid ise kelimeler hafızadan derece derece uçup kaçıyor; ve bunda lisanın gavamız-ı sırfiyyesine aşina imiş gibi cidden ilmi bir tertibe riayet ederek Hastalık bir derece daha ilerledi mi idi bu sefer taş ağaç hayvan insan gibi “ism-i cins”ler hatırdan gaybubet etmeye başlıyor; daha bir derece arttı mıydı bu nöbetinde “sıfatlar” dahi gurub ediyor. “Fi’iller” ise hastalığın ancak devre-i vahimesinde husufa uğruyor ve ma’lul “afezi”nin bu devresinde bütün bütün fıkdan-ı tekellüme duçar olmuş oluyor. Şu kadar ki bu sarfi tertib hastalığın alakadar olduğu “fass”daki “halel-i teşrihi”nin ne ciheti ne de tabakalarıyla asla bir irtibat ve alaka göstermiyor şöyle ki intisaci afet fassın neresinden başlamış olursa olsun “maraz” seyrinde ancak aynı tertibi ta’kıb ediyor hiç şaşmıyor; kelimatın hatıratı fassın intisacında –gramofon plaklarında olduğu gibi– maddeten muntabi’ olsaydı “aphaisie” hastalığı tezahüratında hiç böyle daimi bir tertib-i muttaridde ısrar edebilir mi idi? Gramofon plaklarında bozuk noktalar çizik devreler ve cihetler nerelerde ise nağmelerle ahenkler dahi plakların ancak oralarında falsolar “halel”ler yapmaya başlıyor halbuki sadedimizde böyle olmuyor fass herhangi tabakasından herhangi noktasından veya tabakasından bozulursa bozulsun hatıratın ufulü ve tagayyübü şu yukarıda serd ü izah ettiğimiz tertibden hiç şaşmıyor. Demek ki fass ile hatırat-ı kelimat arasındaki alaka bir irtisam-ı maddi ile tevfik kabul etmiyor. Esasen dimağda intıba’ olamaz. Ve illa pek kısa bir zamanda bile muhtelif vaz’iyetlerde türlü türlü kıyafet ve şekillerle gördüğümüz aynı bir şahsıyetin veya bir şeyin veyahud muhtelif seslerle muhtelif terkiblerde işittiğimiz aynı bir kelimenin intıbaat ve hatıratı fusus-ı dimağıyyemizde milyonlara baliğ olması lazım gelir; bir gramofon plağında aynı bir kelimeyi başka başka seslerle ne kadar ayrı ayrı terkibler kadar intıbaat almaz mısınız? Halbuki biz aynı bir çehrenin milyonlarla tenevvu’una rağmen ancak ya bir veyahud pek mahdud birkaç hatıralarını ezberimizde tutabiliyoruz; kanaattir ilmi tedkıkata müstenid değildir. “Hayat-ı akli [ile fa’aliyet-i dimağıyye arasında vakıa alaka inkar olunamaz. Lakin alaka başka ve ayniyet başkadır. Bir ruba duvara çakılı bir çiviye asılı bir halde bulunabilir ve bundan dolayı çivi düşerse ruba düşer; çivi sallanırsa ruba dahi sallanır; çivi [kirli] ise ruba dahi lekelenir çivinin ucu pek keskin ise ruba ta’likında delinebilir; fakat bu alakalardan hiç rubanın çivi olması lazım gelir mi? Asla!.. Binaenaleyh hayat-ı akli ile fa’aliyet-i dimağıyye arasında görülen alakalardan “hayat-ı aklifa’aliyet-i dimağıyye” müsavatına zahib olmak ve bu müsavattan ayniyet çıkarmak cihetiyle şu konferansımda sığdıramayacağım daha diğer bir hayli mülahazata mebni hayat-ı akli fa’aliyet-i dimağıyyeden pek ziyade büyüktür. Fa’aliyet-i dimağıyye olsa olsa hayat-ı akli için bir nokta-i taalluk olabilir ve binaenaleyh nokta-i taallukun fenasıyla “hayat-ı akli”nin fenası lazım gelmez.” Asr-ı Ahirde Avrupa Mütefekkirlerini Din Taharrisine Sevk Eden Esbab – Din-i Tabii Tarafdarları– Din-i Tabiinin Esasları Hakkında Jules Simon Caro Fonsegrive’in Fikirleri – Din-i Tabiinin Erkan-ı Mühimmesi – Din-i Tabiinin Usul ve Füru’u Hakkında Izahat – Enbiyanın Tebliğ Eylediği Din-i İlahinin Erkan-ı Mühimmesi – Enbiyaya Mensub Olan Edyan-ı Münzele ile Felasifenin Lüzum Gösterdikleri Din-i Tabii Arasında Mukayese – Din-i Tabii Edyan-ı Münzeledeki Esasat-ı Tabiiyyeden Başka Bir Şey midir? –Din-i Hak ve Şeraitı: Vahdet-i Hakıkıyye ile Muttasıf Bir Vacibü’l-vücuda Müstenid Olması; Ba’sü Ba’de’l-Mevt İ’tikadını Havi Olması; Enbiyadan Birine Mensub ve Bütün Enbiyayı Musaddık Bulunması… Burada din-i tabiiden maksadımız bazı Avrupa mütefekkirleri tarafından vicdanların din ihtiyacını tatmin cem’iyetlerin ahenk ve intizamını te’min için kabul olunan; i’tikadi ve ameli bazı esasları muhtevi; bir şekl-i dinidir. Binaenaleyh böyle bir dinin –onlarca– ne gibi erkan ve kavaid üzerine müesses bulunduğunu tedkık etmezden evvel Avrupa mütefekkirlerini böyle bir din taharrisine sevk eden esbabı hülasaten arz etmemiz lazımdır. Ma’lumdur ki: Garb’da kendilerine din hamisi süsünü verenlerin din namına irtikab eyledikleri enva’-ı mezalim hurafi Onaltıncı Asır’dan i’tibaren bir takım mütefekkirlerin dine karşı şiddetle muhacematını tevlid etmiş ve bunun da neticesi olarak din hamileri; her türlü teşebbüslerine rağmen; mukavemet edemeyerek erbab-ı ilme mağlub olmuşlar ve bu suretle kilise hüküm ve nüfuzunu gaib etmiş kilisenin din namına icra eylediği mezalime nihayet verilmişti. Maamafih bu galibiyet ve mağlubiyetten sonra ulum-ı tabiiyye ve felsefe-i hissiyye erbabı da evvelkilerin düştüğü galibler için en doğru usul akaidin sağlam cihetlerini ayırıp halkı oraya sevk etmek idi halbuki böyle yapmadılar: Mu’tekadat aleyhine tevcih ettikleri muhacemat-ı şedide neticesinde o kuyuddan kurtulunca hak batıl ne kadar mu’tekadat varsa hepsi terk edildi. Din mu’tekadat namına hiçbir şey kalmadı. Her birisi kendine mahsus bir mezheb tarafın mesleği şayan-ı i’timad olduğunu tefrik edemediğinden bunların hepsine karşı bi-gane kalıyordu. Esasat-ı diniyyenin terk edilmesi yüzünden zuhur eden muhtelif fırkaların her birisi mevcudiyet-i milliyyenin esasını sarsacak bünyan-ı devleti zir ü zeber edecek bir mahiyette rin hayatı tehdid altındadır. Maamafih bu karışıklıklar aklı başında olan birçok mütefekkirleri düşündürmeye başladı; meydandaki hastalıkları teşhis ederek onun izalesi çarelerini araştırmaya sevk etti. Pek çok tedkıkattan sonra anladılar ki: Bu illetin mikrobu dinin fıkdanı kalblerin nur-ı imandan mahrumiyetidir. İşte bunun üzerinedir ki bu mütefekkirler ruhların din ihtiyacını tatmin beşeriyetin saadetini te’min din-i umumiye; yani matalib-i cismaniyye ile matalib-i ruhaniyye beynini adilane bir surette tevfik eden birinin salahını diğerine rabt eyleyen bir dinin lüzumuna kani’ olmaya başladılar. Hıristiyanlık’ın almış olduğu şekl-i hurafi şübhe yok ki bu mütefekkirlerin dimağlarını tatmin edemez idi; bu hususda yalnız delil-i akliye munkad olmak da doğru değil idi; çünkü bunun da edvar-ı maziyyede görülen fesadata tefrikalara meydan açacağında şübhe edilemezdi. Binaenaleyh bu tarikı da bırakarak ellerindeki kavaid-i ilmiyye ile akaidin sahih olan esaslarını yeniden aramaya başladılar ve nihayet vicdanların dine ihtiyacını cem’iyetin ahenk ve intizamını beşeriyetin saadetini te’min için i’tikadi ameli ahlakı bazı esasatı takrir ederek buna “din-i tabii” namı verdiler ki tabiat-i beşeriyyeye uygun akla muvafık bir din demektir. Aşağıda zikr olunacak esasat dahilinde bir dinin pek çok tarafdarları vardır. Ez-cümle Fransız kibar-ı felasifesinden Jean-Jacques Rousseau - Lamartine Liene Michèle Kine gibi Avrupa’ca büyük tanınmış olan zevat hep bu diyanet-i cedidenin mürevviclerinden idi; hepsi böyle bir dinin lüzumuna kani’ bulunuyorlar idi. Yakın zamanlarda Ernest Renan - Kiyo Şorie Septiye Jules Simon - Caro - Fonsegrive gibi felasife de buna yeni bir kuvvet büyük bir hikmet vermişlerdir. Hepsi bir din-i tabiinin lüzumundan bahs ediyorlar. Binaenaleyh şimdi din-i tabii namı verilen bu dinin –bu felasifeye göre– ne gibi erkan ve kavaid üzerine müesses bulunduğunu izah ederek bunun esaslarını Enbiya-yı Zi-şan aleyhimüs’s-salatü ve’s-selam hazeratının vahy-i ilahi olarak beşeriyete tebliğ eyledikleri dinin esasları ile mukayese etmemiz lazımdır. Beşeriyet için lüzum gösterilen din-i tabiinin ihtiva eylediği esasların nelerden ibaret bulunduğunu iyice anlayabilmek feylesof-ı şehir Jules Simon’un bu mevzu’a dair ifadat-ı atiyyesini tedkık edelim. Jules Simon diyor ki: Biz yaşadığımız müddetçe Cenab-ı Hakk’ın bize inayet-i ilahiyyesi tahtında olarak ta’yin etmiş olduğu vezaifi ifa ederiz. Hayatımız hitama erince O bizi ya nail-i sevab yahud giriftar-ı ikab edecektir… Mucib-i ecr ü sevab olacak hareket insanın kendisine has olan kanun-ı tabiate itaat etmesi hayır işlemesidir. Bu kanun ise kendi zatını muhafaza etmek hasais-ı mevhubesini terakkı ettirmek ebna-yı nev’ini sevmek onlara yararlıkta bulunmak halikına karşı ibadet eylemektir. Lakin insanın Allah’a edeceği ibadetin yolu nedir?.. Evet vazifesini eda etmek amel-i hayrda bulunmak ayn-ı Bizim bu mezhebimizin esasları pek vazıhdır: Gizli kapalı yeri yoktur. O esaslara gelince: Her şeye kadir olan hiçbir müessirden müteessir olmayan bir Allah’ın vücuduna iman etmektir ki o Vacibü’l-vücud kainatı yaratmış ve hepsini sabit ve umumi kanunlar altına almıştır. Kezalik bu hayat-ı faniyyedeki a’malimizin mükafat veya mücazatını göreceğimiz bir hayat-ı uhrevinin vücuduna iman etmektir. İşte i’tikadımız bundan ibarettir. na karşı muhabbetle dolu olmak vezaifimizi ifa hususunda sabit bir azmimiz bulunmak amel-i hayra mülazemet suretiyle meşiyet-i ilahiyyeye hizmet eylemektir…” Jules Simon’un gerek buraya nakl ettiğimiz ifadeleri gerek mutalaat-ı sairesi bize gösteriyor ki: Jules Simon diyanet-i tabiiyyeyi beş esas üzerine te’sis ediyor: münezzeh bir halik-ı alemin varlığına ve o halikın umumi ve sabit kanunlar ile bütün kainata hakim olduğuna iman; mücazatını göreceğimiz bir dar-ı ahiretin varlığına iman; helak olan bir ruhun varlığını tasdik; ahlakınin vücudunu kabul… Şimdi bir de Caro’nun ifadelerini tedkık edelim: “Kainatı yaratan nazar-ı inayetinden dur tutmayan avalim-i kevniyyeden nev’-i insaniden mütemeyyiz ve müstakil olan bir ilah-ı mürid vardır. Cism-i insanide zeka ve hürriyetle muttasıf bir ruh mevcuddur ki bir zaman bu cism-i maddide beray-ı imtihan mahbus bulunacaktır. O ruhun mek isterse kendisini maddiyat-ı kesife ile istinas eyleyerek cismi de pespaye bırakmak dest-i iktidarındadır. Taakkul ihtisasın fevkindedir. İşte diyanet-i cedidenin esası bir taraftan bunlara i’tikad etmektir; diğer taraftan da bütün hürriyetlerin aslı menba’ı olan hürriyet-i ahlakıyyeyi yeden tahlis ederek saat-i mevte kemal-i zehadetle amade bulunmaktır– daha sonra da kanun-ı terakkınin vücudunu üzerindeki taalisini hissiyat-ı fazıla cihetindeki irtikasından ayırmamak şartıyla i’tiraf etmektir. Çünkü o saadeti saadet-i hakıkıyye haline getirecek ancak budur.” Caro’nun fikrine göre “diyanet-i tabiiyye” şu esasları liyye ile muttasıf bir Allah’ın bir halikın bir nazım-ı kainatın varlığına iman; ve hürriyet ile muttasıf bir de ruh bulunduğuna ve bu ruh aşağı derekeye sukut etmeye müstaid bulunduğuna iman; ba’ı olarak kabul etmek; ahlak-ı fazılayı imtihan etmek ve bu suretle ruhu tedricen alaik-ı cismaniyyeden kurtarıp sür’at-i mevte kemal-i zühd ü takva ile hazırlanmak; ta’bir-i digerle hürriyet-i ahlakıyyeden maksad ruhu alaik-ı cismaniyyeden kurtarıp kalbi tasfiye etmek temiz vicdan saf bir kalp ile ölmek. dete mazhar olabilmesi için bu terakkınin hissiyat-ı fazıla cihetindeki terakkıden ayrı olmaması lazım geldiğini yani ma’neviyat ile beraber gitmeyen terakkıyat-ı maddiyyenin mek. Fonsegrive diyanet-i tabiiyyenin esaslarını şu yolda beyan ediyor: mahsusalarıyla ibadet ve mezheb lazımdır. Şu ifadeler de din-i tabii tarafdarlarının umumi mütalaalarından müstahrecdir: “Kainatta sıfat-ı kemaliyye ile muttasıf şevaib-i noksaniyyetten münezzeh bir Allah vardır kadir ve hakimdir; bizden ve bizim a’malimizden müstağnidir; hiçbir şeye muhtac değildir; kainatı öyle bir nizam-ı mahsus üzere vaz’ etmiştir ki: Ona nazar-ı im’an ile bakanlar sıfat-ı kemaliyye-i ilahiyyeyi hissen anlarlar. İşlediğimiz hayırdan hasıl olacak netice ancak kendi menfaatimize aiddir. Cenab-ı Hak rahimdir rahmet ve re’feti vasi’dir; dünyanın mahza onların faideleri için ibadat ile mükellef tutar. Rahim ve şefik olan Zat-ı Bari’nin vaz’ eylediği ibadat hayat için sabit olan nevamis ve kavanine mutabık ve tabiat-i beşeriyyeye mülayim olur hiçbir vakit tabiat-i beşeriyyeye muarız olmaz onu mahva çalışmaz. tehzib-i nüfus için bir takım vesailden ibarettir. İbadette insanın şahsı ve nev’i için büyük faideler yüksek hikmetler vardır; ef’al-i ilahiyye abes ve tenakuzdan münezzehdir; binaenaleyh riyyeye mülayim olmalıdır…” Şimdi din-i tabii tarafdarlarının bu mevzu’a dair serd ettikleri şu mütalaatın; hey’et-i mecmuası i’tibarıyla; tedkıki bize gösteriyor ki: Beşeriyetin saadeti için vaz’ına lüzum gösterilen “diyanet-i tabiiyye” üç mühim rükn üzerine bina kılınıyor: Şimdi bütün bu mutalaatı nazar-ı dikkate alarak “diyanet-i tabiiyye”nin usul ve füru’unu tafsil etmek lazım gelirse deriz ki: san sıfatlardan münezzeh bir ilah-ı kadir ve muhtar vardır; kainatı yaratmış sabit ve umumi kanunlar ile ona hakim olmuştur. Kainata nazar-ı im’an ile bakmak kudret-i ilahiyyeyi anlamaya kafidir. mücazatını göreceğimiz bir alem-i ahiret vardır; orada adl-i çürüyüp helak olmak akıbetine ma’ruz kalmayan bir ruha malikiz. Bu ruh bizi en yüksek bir mertebeye çıkarabildiği gibi en aşağı bir derekeye de sukut ettirebilir. Bu esaslar din-i tabii tarafdarlarının usul-i i’tikadını teşkil etmektedir. ahlakıyi kabul. kanun-ı tabiate itaat Cenab-ı Hakk’ın bize ta’yin etmiş olduğu vezaifi ifa etmek beni-nev’imizi sevmek onlara karşı amel-i hayırda bulunmaktır. Allah’a ve mahlukuna muhabbet ayn-ı ibadettir. nidir; ibadat ile mükellef olmamız ancak kendi faidemiz içindir; çünkü me’mur olduğumuz hayır ve ibadet bir faide ve hikmeti mutazammındır. dan ağır ve faidesiz şeylerle teklif etmez. Onlar hakkında menfaat ve yüsr olan şeyleri teklif eder. ğu cihetle meşru’ kıldığı ibadette esas hayatın kavanin-i sabitesine mutabık gelmek tabiat-i beşeriyyeye ihtisasat ve temayülat-ı fıtrıyyeye mülayim olmaktır. Fıtrat-ı insaniyyeye muarız olan onu mahva çalışan bir şey ibadet olamaz. fus-ı beşeriyyenin tehzibine vesail i’tibar olunmak muktezidir… Bunlar usul-i din üzerine terettüb eden ibadat ahlak ve sair füruattır. dur; beşeriyetin ahengini muhafaza saadetini te’min için lüzum gösterdikleri “din-i tabii”yi bu esaslar dahilinde telakkı ediyorlar. Görülüyor ki bunlar yalnız i’tikadi olan esaslar ile iktifa etmeyip aynı zamanda mücazat ve mükafat esası üzerine müesses bir ahlakın insanların menafi’ ve mesalihi namına ibadetin de lüzumuna kail oluyorlar. Hatta böyle bir dinin tarafdarları ibadeti yalnız kalbi ve batıni ibadata hasr etmeyerek ibadet-i bedeniyyeyi de kabul ediyorlar şu kadar ki: İhtifalat-ı umumiyyede bulunmazlar; ibadat-ı bedeniyyeyi maksudün biz-zat olarak kabul etmeyip ancak tathir-i kulub tehzib-i nüfus tezkir-i halik için bir takım vesail nazarıyla bakıyorlar. Nasıl ki bu dinin tarafdarlarından bulunan Alman hakim-i şehiri Kant - bunu şu suretle beyan ediyor: “İbadet-i cismaniyye ancak vesail edildiği zaman merduddur; yoksa ruh-ı beşerideki ihtisasat-ı fazılayı uyandırmaya vesile i’tibar olunursa o zaman nafi’ olabilir…” Şimdi şu esasları tedkık etmeden evvel burada biraz tevakkuf edelim: Garb ulema ve hukemasının evvela hak ve batıl bil-cümle edyan ve mu’tekadatı terk ettikten sonra bilahare yukarıda namı ile bir din te’sis etmek lüzumunu hissetmiş olmaları vazıh bir surette isbat ediyor ki: Akl-ı beşer şeh-rah-ı terakkıde ne kadar ileri giderse gitsin yine dinsiz yaşamak mümkün değildir. Aynı zamanda mahsul-i akıl olmak üzere din-i cedid din-i tabii namı altında ileriye sürülen şu esaslara atf edeceğimiz bir nazar ile başka bir hakıkate daha zafer-yab oluyoruz: Beşer ne kadar çalışsa vicdanları tatmin cem’ıyetin ahengini te’min için enbiya-yı zi-şan hazretlerinin vahy-i onlardan fazla bir şey bulamayacaktır. O esasların haricinde ne vicdanların tatmini ne de cem’iyetin muhafaza-i ahengi kabil değildir. Bunun içindir ki: Ne kadar çalışsa o dairenin haricine çıkmak kudretini gösteremiyor dönüp dolaşıp neticede yine o zevat-ı mümtazenin tebliğ eylediği esasat-ı müsbeteye rucu’ ediyor onda karar kılıyor. Hatta bu hususda ne kadar salim düşünürse enbiya-yı zi-şan hazeratının tebliğ eylediği din-i hakıkıye bilhassa hatem-i edyan olan Din-i İslam’a o nisbette takarrub ediyor. Çünkü selamet-i fikir ve muhakeme Selamet-i fikir ve muhakeme daim oldukça bu tebeddül etmez: Bunun daha ziyade tavazzuh etmesi için “din-i tabii” namı altında yalnız akl-ı beşere müstenid olmak üzre ileriye sürülen esasları enbiyanın vahiy suretiyle Cenab-ı Hakk’tan telakkı ve beşeriyete tebliğ eyledikleri esaslar ile mukayese etmemiz lazımdır. Bunun için de evvela din-i ilahinin erkan-ı mühimmesini ber-vech-i ati hülasa ediyoruz. – – Zikr olunan üç nevi’ vesait-i ameliyyeden birincisi olan va’z ve hitabet tarzı filhakıka en eskisi olup Hıristiyanlık tarihinde havariyyun ve eizze-i nasaranın neşr-i din için müracaat ettikleri vasıtanın devamıdır. Bu kabilden Saint Paul veya Saint François gibilerin va’z u nasihatlerinden efkar-ı müteheyyice üzerinde hasıl olacak te’sir bir misyoner zihniyetinde de bulunacağına şübhe edilmez. Hıristiyanlık efkarı üzerine din yolunda feda-yı nefs etmek meylinin te’siri düşünülürse nice misyonerlerin gerek Aksa-yı Şark ve gerek Afrika’ya ihtiyar-ı esfar etmelerinin hikmeti daha kolaylıkla anlaşılır. Fakat mürur-ı zaman ile edilen tecarib neticesinde misyonerlerde bir sükun-ı hal hasıl olmuş ve bu sekinet ve i’tidal onlara eski usulün şiddet ve galeyanını terk ettirerek müslüman akvamın ahval-i ruhiyyesi üzerindeki tedkıkatlarına müstenid başka bir tarik ittihazına müncer olmuştur ki bu suretle bu adamlar daha tehlikeli bir hale gelmişlerdir. Misyonerlerin son kongrelerine gelen raporların hepsinde doğrudan doğruya icra edilen harekat-ı İncil iyyede bu yeni usulün tatbikı tavsıye olunmaktadır. Bunların cümlesi ef’al ve akvalde lütuf ve mülayemeti şiddetle iltizam eder; ve bir misyonerin bulunduğu saha-i fa’aliyetinde kendini böyle lütuf ve mülayemetle er geç kabul ettireceğini söyler. Bu usul mucebince münakaşattan tevakkı etmek bir mübahase-i diniyyeye girişmek için epeyce hazırlanmış olmak şarttır. Eğer hazırlanılmamış ise bahse hiç girişmemek evladır; çünkü bahsin esasına tamamıyla vakıf olmayan adam edille ve berahin ibrazında aciz kalacağından cehlini örtmek için mübahaseyi men’ etmek her misyonere lazımdır bunun aksine hareket büyük bir hatadır. Hüsn-i hal ve lütf-ı muamele ile tezahür ise en mühim bir amildir ki te’siri pek büyüktür. Misyonerler bir de İncil’i bütün lisanlara ve Şark’ın avam şivesine tercüme etmeye muvaffak oldular. Bu suretle misyonerler ğu bir lisan ile tekellüme hatta yazılarını fehm ü idraki basit ve mahdud olanların nüfuz-ı fikrini işkal eden tarzdan kurtararak anlaşılması kolay bir hale ifrağa kadar vardılar. Uzun müddet yaptıkları tecrübeler neticesinde kendi dinlerine celb ettikleri yerlilerin va’z u telkınde halk üzerine te’sirleri daha seri’ olduğunu öğrenerek idare-i merkeziyyelerinden aldıkları emirler üzerine mensub bulundukları muhit içinde çalışmak üzere yerli misyonerler yetiştirdiler. Bu fikir Vasati Afrika’da Hıristiyanlık’ı kabul ederek Samuel Crowther tesmiye edilen bir zencinin piskopos rütbesine terfi’iyle derece-i kemalini buldu. Misyonerler bazı memleketlerde tebdil-i kıyafet hususunda da taassub göstermeyerek mesela Cezayir’de Sahra-yı Kebir’de silah ve va’z ile neşr-i Mesihiyyet eden beyaz yani Avrupalı papazlar yerli kıyafetini olduğu gibi kabul ettiler. Sakallarını ora usulü kestiler hatta etvar ve harekata varıncaya kadar müslümanları taklid ettiler. Filhakıka ta’kıb ettikleri hizmet-i mukaddesenin ma’neviyetiyle kabil-i te’lif olmayan bu hileler bilahare maksada daha layık ve hususan daha müessir diğer bir takım vasıtalara terk-i mevki’ etmek suretiyle zevale müncerdir. Zira bu vesait bize tıflane ve yakışıksız görünmekle beraber misyonerlerin musallat oldukları muhtelif akvam tarafından husumet-i intikam-cuyaneye ma’ruz kaldıkları düşünülürse o gibi akvam ile temasda bulunabilmek için böyle hud’alar isti’maline mecburiyetleri anlaşılır. Misyonerlik tababetinin pek ziyade inkişafıyla misyonerlerin vezaifi gittikçe eski usullerden ayrılmaya ve bu def’a daha fenni ve daha çetin bir mahiyet göstermeye başlıyor. vaki’ olmuştur. Filhakıka senesinde Hindistan’a bir tabib Çin’e gönderildi. Bu tıbbi misyoner hey’etleri asıl misyonerlerin piş-darları gibidirler. Sırf insaniyet-perver meslekleriyle bu tabibler efkar-ı batılayı izale ve ahaliyi hıristiyanlarla peyda-yı münasebata alıştırmak suretiyle evvel-emirde vaz’iyeti te’min ederler. Bir tabib kendine emniyetsizlik celb etmeksizin her yerde barınabilir ve en-nihaye tedavi ettiği müşterileri nezdinde git gide öyle bir ali mevki’ kazanır ki doktorlukla hiç münasebeti olmayan bazı mesailde bile kendisine müracaatla adam tanındıktan sonra ma’neviyat üzerine icra-yı te’sir ve onları müstakbelin ehl-i İncil i yapmak için zihinlerini celb ve Misyonerliğin bu teşkilat-ı tabiiyyesi bizce hakıkaten calib-i nazar-ı dikkat olmaya şayandır. Çünkü mahiyeten mahzurdan salim görünen böyle bir müessesenin hakıkat-i halde gayret-perveran-ı İncil iyye için en fa’al bir vasıta-i müsmire olduğu bu ana kadar gösterdiği fevka’l-me’mul netayic ile müsbettir. Bazı memleketlerde ve ez-cümle İran memalikinde bu tabibler aynı zamanda misyonerlik vezaifini idare yahud ta’bir-i digerle Nasraniyet vaizliği de ifa ediyorlar idi. Sonra Kahire Konferansı’na mütenevvi’ vezaifin toplanması maksadın kında verilen raporlar üzerine misyonerlik mesaisinin muhtelif şuabatına ayrı hey’etler ihzar ve teşkili esasına riayeten mütehassıslık usulünün şiddetle iltizamı temenni edildi. Memalik-i Osmaniyye’deki misyoner müesseselerinden birinin müdiri yüzlerce kilometrelik bir daire muhitinden gelerek misyonerlerin hastahane ve eczahaneleri vasıtasıyla tedavi edilen ahalinin aynı zamanda açıktan açığa ve bila-mania yapılan propaganda ile celb edildiklerini sübuta varmış bir eser olarak beyan etti. Açıktan açığa icra-yı mesai eden misyonerler için bilhassa kadınlar daha muvafık görülüyorlar. Kadın tabib ve hasta bakıcıların müslüman memalikteki misyoner merakiz-i umumiyye veya fer’iyyesinde istihdamlarından birkaç misli semerat iktitaf etmişler ve bunlara müteaddid kadın cem’iyet ve müesseseleri muavenette bulunmuşlardır. Şöyle ki: müslüman hemşirelerinin şerait-i cismaniyyesini ıslah bahanesiyle İslam ailelerine temas ettikleri müddetçe bir şeyi tekrar ede ede zihni ona alıştırmak usulünü bit-tatbik müslüman ailesi zihniyeti esaslarını aşındırarak yerine Hıristiyanlık akaid ve adatını o suretle telkın ve öyle bir şekk ü tereddüd ilka ederler ki o zihniyet nihayetü’l-emr duçar-ı tagayyür ve tereddi olur. Bu erbab-ı müdavatın Şark’ta ve bilhassa geri ve cahil kalmış memleketlerde tuttukları meslek nazar-ı dikkate alınırsa bu tabib misyonerlerin saf-dil ahaliye zahiren sırf bir merhamet ve insaniyet maksadıyla bir gune menfaat ta’kıbinden müberra gözükerek ilka eyledikleri te’sir hakkında bir fikir hasıl edilir. Bundan maada bu misyoner tabibler alam ve ıztırablarını sırf bir insaniyet-perverlik hissiyle tahfif ve ref’ ettikleri müşterilerini Hazret-i Isa’nın hıristiyan olmayanlara bile bila-istisna hayır ve hasenatta bulunmayı evladına emr ettiğini tekrar ederler ki bu hastahanelerine alınmak Bu ufak yalanlarıyla hıristiyan dininin –kendi zu’mlarınca– Müslümanlık gibi müslüman olmayanları haricde bırakmak şaibesinden beri olan hiss-i merhamet ve re’fetinin fazl u takaddümünü zihinlere yerleştirirler. En ufak teferruatı bile ihmal etmeyerek mesela nöbet sırası için verdikleri mumaralı markaların üzerine Hazret-i Isa’nın çarmıha gerilmiş resmini yaptırırlar. Misyonerliğin şiddet-i inkişafı vesaitinin ikincisi Lucknow Konferansı kararı mucebince ta’lim ve terbiye-i etfaldir. Efrad-ı ahali için ta’lim ve terbiyenin derece-i vücub ve ehemmiyetini temhide hacet yoktur. Ahaliyi ahlak ve efkara bir inkılab-ı tabii te’min edecek milli bir terbiyeye müstenid terakkıyata mazhar etmek için hükumetlerce bezl ü ta’kıb edilen i’tina-yı azimin derecesi beyandan müstağnidir. Bunun içindir ki bugünün siyasetine en muktedir bir silah olan ta’lim ve terbiyeyi mesela Fransa hükumeti papazların elinden kurtarmak için bunlara bi-rahmane bir cidal açmış ve gençliği kendine müsaid bir ta’lim ve terbiyeye mazhar ederek ruhbaniyete gayr-i salih bir inkılab-ı fikriyi teshil için “demokratik” bir ma’nada başka bir usul-i tedris ittihaz etmiştir. Misyonerlerin mektep ve terbiye teşkilatına büyük bir ehemmiyet vererek Müslümanlık’a karşı bir cidal açmaya neden münhemik olduklarını bize bu da kafi derecede sebebden dolayıdır ki tebdil-i din hususundaki gayr-i kafi neticeler önünde nokta-i nazarlarını ikiye taksime mecbur oldular. Bahreyn Adası’nda Arabistan Misyonerleri Müdiri Zwemer’in Paris’de münteşir Mecmua-i İslamiyye’ye Revue yeniden aldıkları cihet-i istikameti iyice izah ediyor idi: “Misyonerlerin kıtaat-ı İslamiyyedeki netice-i mesaileri iki türlü mahiyet arz eder: Bu mahiyetlerin biri i’mari diğeri tahribi yahud ta’bir-i digerle biri yıkıcı diğeri yeniden yapıcıdır.” O halde bunlar İslamiyet’in bozulup inhilale duçar olmasını ta’kıben İncil’in sırf neşr-i ahkamını müstakbele saklıyorlar yani mebna-yı İslamiyet’in akaid ve kavanin-i asliyye-i ictimaiyyesiyle ta temeline kadar bir def’a sallandığı anda onlar da Hıristiyanlık’ın orada teşkilat-ı cedidesini uhde-i mesailerine alacaklardır. Tabib misyonerliğin kabul ettiği aynı tarz-ı hareket mucebince bunlar cemaat-ı müslimenin teşkilat-ı asliyyesine hücum ediyorlar. H ha . – – gandacıları ile misyonerler ve bilhassa cizvitler müslümanların kalblerine tevcih edilmiş bir silah olarak kullanıyorlar. yeden mahrumiyet ile itham etmek için bu mes’eleyi vesile mes’elesi Şeriat-i Garra’ya hücum için en kuvvetli bir vasıta teşkil ettiğini iddia edersem mubalağa etmiş olmam zannederim. Garibdir ki bu kabil kimseler şeriatlerin tabayi’-i beşeriyyeye mülayim olmasının zaruri bir keyfiyet olduğunu anlamıyorlar; edyanın melaike-i mukarrebin enbiya-yı güzin için mevzu’ olmadığını gaye-i vaz’ u te’sisi bütün efrad-ı beşeri şeh-rah-ı hidayete sevk ve irşaddan ibaret bulunduğunu takdir edemiyorlar. Daha garibi bu adamlar talak mes’elesinde Şeriat-i Garra’nın vaz’ etmiş olduğu bir takım dakık şartlara karşı gözlerini yummakta hadis-i şerifinin meal-i hakimi aks etmemek şeklinde yazılmıştır. Geçen asrın bidayetlerine kadar bahs ettiğimiz kimselerin halleri bu merkezde idi. Hayır geçen asır değil bugün bile cizvitler talakın hurmetini iddia ve bu fikirlerini Cenab-ı Hakk’ın birleştirmiş olduğu iki şahsı birbirinden ayırmak herhangi bir şahsın daire-i salahiyyeti dahilinde olmadığı nazariyesiyle te’yid etmektedirler. Ancak tabiat-i beşeriyye kavanin-i fıtriyyesine muhalif olan bu gibi hüküm ve iddialara galebe hususunda te’sir-i nafizini gösterdi. Avrupa ukalası erbab-ı teşri’i şahsın hayatına en ziyade taalluk ve tazyikın bir ma’nası olmadığını düşündüler. Böyle de olmasa tahrim-i talakın neseblerin karışması fuhuş ve zinanın taammum ve intişar etmesi ve dolayısıyla hayat-ı ailiyyenin duçar-ı ıztırab olması gibi bir takım fenalıklara sebebiyet vermekte olduğu hakıkatine karşı göz yummak mahz-ı belahet olduğunu takdir ettiler. Bu derece mahazir-i ictimaiyyenin menşe’i men’-i talak olduğunu teslim ve i’tiraf etmemekle sayyada gözükmemek için başını kanatlarının altına sokan devekuşunun halinden nişan vermiş olacaklarını anladılar. Ve en nihayet dinlerinin daire-i hudud ve ahkamını tahatti ederek kavanin-i tabiatin yani din-i fıtri olan Şeriat-i İslamiyye’nin ahkamına imtisale karar verdiler. Mesail-i talaka aid akval-i fukaha ve ara-yı müctehidinden işlerine gelen kanunlarının teşri’ ve tedvininde bunların ruhundan istifadeye şitab ettiler. Bu şerait dahilinde vaz’ edilen kanunlar Avrupa hükumetlerince hususuyle Protestanlarca düsturu’l-amel Şu kadar var ki bu kanunları vaz’ edenler her bir ahkamını Şer’-i Enver’den almamışlar bunlara adat-ı kavmiyye kiliselerine aid usul-i mezhebiyyelerinden istinbat ettikleri bir takım kuyudu derc etmişlerdi. Aradan yarım asır kadar bir zaman geçmeksizin bu kanunların maksada kafi gelmediği buna da kanunların vaz’ ve tedvininde usul-i mezhebiyyenin fil-cümle muhafaza-i ahkamı sebebiyet verdiği anlaşıldı. Bu noksanların telafisi için kavanin-i mevcudeyi tasfiye ve Şeriat-i Garra-yı Ahmediyye’den istiane suretiyle icab eden ve ihtiyac sevkıyle İngiltere’de yeniden tedvin edilecek talak kanununun esasatını kararlaştırmak üzere fenni bir komisyon teşkil edilmiş komisyon vazifesini ikmal ile tanzim ettiği layihayı parlamentoya tevdi’ etmiş idi. Parlamento gelecek devre-i ictimaiyyeye te’hir etti. Bunun üzerine bazı gazeteler şikayete başladılar mes’elenin uzun boylu teahhuru mesalih-i amme ile kabil-i te’lif olmadığından bahisle kanunun bir an evvel iktisab-ı mer’iyyet etmesi esbabının Şayan-ı hayret değil midir ki Hıristiyanlık’ça haram olan ve hıristiyanlarca birçok zamanlar İslam’a karşı sermaye-i ta’n u teşni’ ittihaz edilen bir mes’ele def’aten ihtiyacat-ı hayatiyyenin en mühimlerinden biri oluveriyor. Hall ü tatbikı cihetinin her halde altı ayı geçmeyecek bir zaman için te’hiri na-kabil-i tahammül bir hal olduğu iddia ediliyor. Ah Müslümanlık! Ne kolay ve ne hakimane bir din imişsin. Şurada kanun-ı cedidin ahkam-ı Şer’iyye-i İslamiyye ile mukayesesine başlamazdan evvel talak kanunlarının İngiltere’de ve sair yerlerde geçirdiği tarihi safhalardan kısaca bahs etmek istiyoruz. Bundan da maksadımız cahillerimiz camid fikirli alimlerimiz sathi-nazar müteallimlerimiz Müslümanlık’tan uzaklaşmak mesleğini ta’kıb edip durur müctehidinin ara ve efkarına nusus-ı şer’iyyeye imtisali badi-i hacalet bir hal cehaletin kabiliyet-i fikriyyeden mahrumiyetin tarik-ı temeddünde kahkari ric’atin birer emaresi addederken Garb’ın İslam’a ne derecelere kadar yaklaşmakta olduğunu erbab-ı mütalaaya göstermektir. Biz bu telakkılerimizi tashih ve ta’dil etmez Şeriat-i Garra’mızın nusus ve ahkam-ı aliyyesine hakkıyla tevessül kaydında bulunmazsak korkarım bir gün gelecektir ki Avrupa tamamıyla müslüman olarak yalnız müslüman namını taşımayacak; biz ise Allah göstermesin başka İslam ile aramızda bir alaka ve rabıta kalmayacak! be müstenid olursa olsun parlamentonun tasdikına iktiran etmiş bir kanun sadır olmadıkça talak vuku’u imkan haricinde bir kanun ısdarına sevk edecek derece nüfuz ve mekanet sahibi olanlardan başkası için talakın tam ma’nasıyla haram olduğunu göstermektedir. Böyle bir hadisenin memlekette ne yolda gürültülere ne gibi kil u kallere taassub-ı dini erbabıyla katoliklerin ne derece şiddetli hücum ve tenkıdlerine sebeb olduğunu izaha mahal yoktur. Garibi şurası ki İrlanda’da bu adet el-yevm cari bulunmaktadır. senesi sonlarına doğru parlamento bir takım şurut salahiyetini mahkeme-i aliyyenin talak kısmına hasr u tahsis etti. Bu kanun zevcesinin kendine hıyanet ve irtikab ettiğini tefrik taleb etmek hakkını bahş etmiştir. Zevc zaniden ta’viz-i mali taleb etmek hakkını da haiz ise de bu mutalebeyi nazar-ı dikkate alıp almamak mahkemenin re’y ü ictihadına vabestedir. Bu kaydı koymaktan maksad müluk ümera ve hukkamdan bu rezileyi irtikab edenlerin mallarını teşhir etmemekten Zevcinin sade kendi üzerine hıyanet ve cürm-i zinayı irtikab etmiş olduğunu isbat edebilmek zevcenin mahkemeye müracaatle tefrik taleb etmesi için sebeb-i kafi değildir. Müracaat mesmu’ olmak için ayrıca şu ta’dad edeceğimiz şeylerden birini de isbat etmesi icab eder: Zevcinin mahremlerinden biriyle zina etmiş olduğu. Müteaddid zevceleri bulunduğu ve fi’l-i zinanın ilk def’a olarak sadır olmadığı. Bir kızın cebren bikrini izale ettiği. Hıyanet ve zinayı irtikab ettikten maada kendisine su’-i muamele ettiği Su’-i muamelenin şurut-ı kanuniyyesine muvafık olması lazımdır. iki sene ve daha ziyade bir müddet semtine uğramadığı. Zevce irtikab ettiği bütün fazahatlere karşı müşteki zevcinin müsamahakar davrandığını fuhuş ve zinaya müteallik cerayimine afv u safh ile muamele ettiğini yahud vasıta-i maişet ittihaz etmek üzere tarik-ı fuhşa sülukünü birlikte kararlaştırdıklarını talebini red ile tefrik cihetine gitmez. Kadın bu sayılan şeylerden birini isbattan aciz kaldığı ve erkek kadının hıyanetini delailiyle mevki’-i sübuta isal ettiği takdirde mahkeme tefrik hakkında ibtidai bir karar ısdar eder. Ve üzerinden altı ay geçtikten sonra mahkemeden sadır olacak bir hüküm ile karar kesb-i kat’ıyyet eder. Şu kadar var ki müddei-i umumi karar-ı ibtidainin ısdarı hengamında mahkemenin nazar-ı olduğu yahud karar-ı ibtidai ile hükm-i nihai arasında güzeran olan müddet zarfında zevcin irtikab-ı zina ettiği nezdinde tahakkuk eylediği takdirde mahkemenin tefrik hükm-i nihaiyi ısdar etmemesini taleb etmek salahiyetini haizdir. Tefrik-ı beynlerine hüküm lahık olan zevc ile zevceye aid çocukların meskenlerini keyfiyet-i ta’lim ve terbiyyelerini sair bil-cümle masraflarını ta’yin ve takdir hakkı hakime aiddir. Düşünülürse bu kanun noksanıyla beraber insanın hukuk-ı tabiiyye ve hürriyet-i şahsıyyesi yolunda atılmış geniş bir hatve mahiyetinde olduğu anlaşılır. mütesaviyyeye mazhar etmekte ve her ikisine tefrik talebi hakkını vermektedir. Yalnız böyle bir mutalebenin mesmu’ ve meşru’ olabilmesi için iki şart vardır: Zevceynden birinin hıyanet ve zina cürmünü irtikab etmesi. Bunlardan birinin üst üste dört sene diğeri terk etmesi. Bu kanun evvelkine nisbetle adl ü hikmet icabatına daha ziyade muvafık olduğu gibi Kanada Nemse Avustralya Almanya’da mer’i olan bu nevi’ kavanin ruh ve ahkamına pek ziyade yaklaşmaktadır. Amerika’ya gelince burada eyalat-ı müttehideden her birinin ayrı ayrı diğerlerinden farklı talak kanunları vardır. Kanun vardır ki zevceynden birinin diğerleriyle birlikte yaşamak başka birini sevmesini ika’-ı talak için sebeb-i kafi addetmektedir. memleketlerde ise talak kanunu yoktur. Fransa senesinde hududu gayet vasi’ bir kanun-ı talak ısdar etmiştir. bii Garb’ın ekser memalikinde kilise adamlarının mesai-i mümanaat-karanelerine galebe etmiştir ve zannımıza kalırsa yakın vakitte dünyanın her tarafına sirayet ederek aileler arasında hükümran olan gizli hıyanetlere zevceynden her birinin ma’lumatı tahtında cereyan eden resmi zinalar pek mahdud bir daireye inhisar edecektir. Son senelerde Garb ulemasından bazıları lisanlarını oldukça ta’dil etmişler talak mes’elesinden dolayı İslam’a karşı icra ettikleri hücumlarda daha mülayim davranarak deki iki noktada olduğunu ifade etmeye başlamışlardır: Talak mes’elesini hiçbir kayd u şarta tabi’ tutmayarak mutlak bırakması. Bir kusur ki bir çoklarını bu hakkın isti’maline sevk etmektedir. Bu hakkı erkeğe tahsis ederek kadını mahrum bırakması. Onlara göre bu ikinci vech-i hatanın saikı Şeriat-i İslamiyye’nin kadını erkek elinde ruhsuz şuursuz bir sermaye-i kı su’-i isti’mal etmekte olduklarını i’tirafa mecbur olmakla beraber bunun vebali şeriate değil aşağıda izah edeceğim vechile hakimlere aid olduğunu açıktan açığa söyleyebilirim. O mu’terizlere da cevaben derim ki: Talak Avrupa’da henüz yakın zamanlarda kabul edildiği ve taaddüd-i zevcat olmadığı halde bu hadise zirdeki istatistikten anlaşılacağı vechile memalik-i İslamiyyeden bir çoğunu geride bırakacak bir surette sari ve müstevli bir şekil almıştır. Yalnız kariin-i kiramın şu noktaya nazar-ı dikkatlerini celb etmek isterim ki buraya derc edeceğimiz istatistik nisbeten eskidir. Talak ise Garb’da son senelerde müdhiş bir nisbet-i mütezayide ile terakkı etmektedir. Şurası da nazar-ı mülahazaya alınmak pek dundur. Çünkü Katoliklerde resmen talak olmadığı için bunlar münasebat-ı zevciyyenin kat’ı için daha ziyade gayr-i kanuni tariklara tevessül etmektedirler. Bir surette ki gayr-i kanuni mufarakatler de istatistikteki erkama zammedilecek olursa hasıl olacak yekun talak hususunu ifratın son derecesine vardırmış olan İslam memleketlerindeki vukuatın kat kat fevkine çıkar. İstatistik şudur: Memleketin ismi Sene Zevcelerin adedi Aded-i talak Binde nisbeti Balada derc ettiğimiz istatistik Avrupa’da mahkeme kararıyla vuku’a gelen resmi talaklara aiddir. Bir hükm-i kanuniye on misline baliğ olacak derecede çoktur. Hadise-i mebhusenin gayr-i resmi surette kesret-i vuku’u ise kilisenin adem-i müsaadesi tarafeynin kanunun tefrik için ta’yin ettiği şeraitın kaffesini isbat edememesi mahkemeye müracaatin fazla külfet ve masarıfı istilzam edeceğini nazar-ı dikkate alarak rıza-yı tarafeyn ile zevceynden her birinin suret-i gayr-i meşruada hayat-güzar olmak üzere bir tarafa çekilip gitmesi gibi bir takım esbaba müstenid bulunmaktadır. HUDEYBİYE MUSALAHASI cesiyle mütenasib ta’ziyetler tesliyetler ister. Millet denilen şahs-ı ma’nevinin –eyyam-ı ikbal ve iclalinde– zaferlerini fütuhatını tebrik ve tes’id edecek –uzaktan yakından– dostları çok bulunur. Fakat dem-i felaketinde bütün dostları kendisinden yüz çevirdiği ve ekseriyetle mirasına konmak için ölümünü –dört gözle– bekledikleri için adi bir şahıs kadar bile bahtiyarlık hissedemez. Binaenaleyh muhtac olduğu ta’ziyet ve tesliyeti kendi tarihinde kendi mazisinde arar. En samimi dostluk hukuk-perverlik vazifesini tarihi ifa eder; gözlerinden dökülen ateşin yaşları o siler. Giriftar olduğu nekbette yalnız olmadığını söyleyerek kalbinde açılmış olan derin yaralara merhem sürmeye alam ve evca’ını ta’dil etmeye çalışır. Ne garibdir! Osmanlıların kalb-i istiklali sine-i şevketi arş-ı saltanatı olan İstanbul ağlıyor. Birkaç arşınlık ayırdığı Galata’da Cenevizli dostları gülüyor. Bunlar dümu’-ı matem döküyor onlar sürur yaşlarıyla komşularının matemine iştirak! ediyor. Zararı yok! Bir güzel gün gelir de onlar yine bize candan dostluklarını gösterirler samimi muhabbet ve uhuvvetlerini şamateti tarihimizin birçok sahifelerinde okuduğumuz gibi beş sene evvel de aynıyla gördük; Terkos istikametinden esmek Bu da geçer. Hatta geçmiştir bile denilebilir. Bahsi sadedinde bulunduğumuz vak’a asr-ı mes’ud-ı Cenab-ı Risalet-penah-ı A’zami’de aleyhi’s-salatü ve’sselam cereyan etmiş olmak i’tibarıyla bilhassa öz müslümanlar bir hisse-i tesliyyet çıkarmaya şayandır. Hicret-i seniyyenin altıncı senesi Zilka’desi’nde idi. Sultan-ı İklim-i Risalet ve Nübüvvet Efendimiz hazretleri umre niyetiyle Mekke-i Mükerreme’yi ziyareti tasmim buyurmuşlar ve keyfiyeti sahabe-i güzin rıdvanullahi aleyhim ecmaine bildirmişler idi. Maksad-ı ali harb değil umre olduğu cihetle maiyyet-i hümayunlarında bulunacak mu’temirin esliha namına –kılıçlarından başka– bir şey almadılar ve sebük-bar olarak yola çıktılar. Vakta ki beyt-i ilahiye bir mil mesafede bulunan ve “Hudeybiye” tesmiye olunan mahalle geldiler Zat-ı Hümayun-ı Risalet-penahileri’nin rakib oldukları deve nagehani olarak kendiliğinden çöktü ve her ne kadar sahabe-i kiram tarafından kaldırılmasına çalışıldıysa da mümkün olamadı. Ordu-yı hümayunun takarrubundan haberdar olan ehl-i Mekke mümanaata hazırlandılar ve piş-dar olmak üzere ale’l-acele tertib eyledikleri bir müfrezeyi sedd-i rah olmak melen müsellah olmalarına rağmen– bozuldu ve kısmen esir düşüp bakıyyesi kaçtı. Hazret-i Resul-i Ekrem Efendimiz ziyaretten maksad-ı hümayunu anlatmak için gönderdikleri me’mur-ı mahsusa kulaklar tıkandı. Pek terbiyesizce bir surette çevrildi. Bir ikinci olmak üzere damad-ı hümayunları Hazret-i Osman radıyallahu anh gönderildi o ise tevkıf olundu. Niyet ziyaret iken harb rengini almak isti’dadını göstermeye başladı. Derhal sahabe-i kiram hazeratı huzur-ı akdese toplandılar. Şayed harb etmek zarureti karşısında bulunurlarsa mütevekkilen alallah kanlarının son katresine kadar sebat edeceklerine söz verdiler. O sırada düşman tarafından bir elçi geldi. Ba’de’l-mükaleme umre ziyareti bir sene sonra ifa olunmak üzere bir sulhname imza ve teati olundu. Ordu-yı İslam’a mucib-i ar u hicab gibi görünen o ne ağır şartları havi bir sulhname idi! O kadar ağır ordu-yı İslam’ın başlayan muaraza ve muhalefet müşarun-ileyhim hazeratını hiddet ve infiallerinden tirtir titretmeye başladı. Vazife-i kitabeti ifa eden Hazret-i Ali radıyallahu anh; “Min Muhammedin Resulillah” yazıyor elçi; “Biz senin Resulullah olduğunu bilsek Mekke’ye duhulüne mümanaat etmeyiz.” diyor; silinmesini taleb hem de musırrane taleb ediyordu. Zat-ı Hazret-i Risalet-penahi ise şayan-ı hayret bir sükun ve i’tidal-i demle o cümle-i mukaddeseyi silmesini emir buyuruyordu. Hazret-i Ali tutulduğu humma-yı teessür ve infi’alinden irade ve ihtiyarı elinden gidiyor mümkün değil silemeyeceğini söylüyordu. “Sübhanallah. Siz beni tasdik etseniz de etmeseniz de ben Resulullahım.” diye mübarek elleriyle siliyorlardı… Elçi; “Sizden biri terk-i din eder bize gelirse biz iade etmeyeceğiz. Bilakis bizden biri ihtida eder size kaçarsa siz redd ü iade edeceksiniz.” şeklinde dermiyan eylediği şart müslümanların tepesine saika düşmüş kadar te’sir gösteriyordu. Ne hıred-suz tesadüf ki tam bu şartın münakaşası kabul buyurulmak suretiyle biter bitmez elçinin bir müddet evvel ihtida etmiş olmasından der-zencir edilen oğlu Ebu Cendel bin Süheyl zencirini sallayarak huzur-ı saadete geliyor himaye-i Risalet-penahiye sığınıyordu. Elçi; “İşte ya Muhammed! Demin verdiğin sözün hükmünü ifa et!” dedi. Ve bi-çare çocuk himaye olunması için o kadar niyazlarına rağmen ahde vefa namına pederine iade buyuruldu. Sahabe-i kiram hazeratı o kadar müteessir oldular ki bazıları babasını öldürmesini ona teklife kadar vardılar. Musalahanamenin imza ve teatisini müteakıb kurbanlarını kesmeleri ve tıraş olmaları lüzumunu sahabe-i kirama ferman buyurdular. Hiddet ve infialin derecesine bakmalı ki müşarun-ileyhimi bu ferman-ı hümayuna itaatsizlik derekesine kadar sürükledi. Zat-ı Risalet-penah Efendimiz hazretleri bu na-mesbuk ser-keşlikten pek müteessir oldukları halde hayme-i saadetlerine girdiler. Zevcat-ı muhteremelerinden refakat-i hümayunlarına almış oldukları Ümm-i Seleme radıyallahu anha sebeb-i infiali mükerreren sordu. Büyük bir adem-i memnuniyyetle cevap verdiler. Nihayet bizzat kalkıp kurbanları keserek tıraş olunca müslümanlar umumen isr-i hümayuna ıktifa eylediler. Ceyş-i İslam’a çöken teessürün en bariz siması Hazret-i Ömeru’l-Faruk radıyallahu anh idi. Müşarun-ileyhimden Sehl bin Hanif hazretleri diyor ki: İbni Hattab radıyallahu anh huzur-ı ali-i Peyamberiye geldi şu suretle arz-ı teessürata başladı: – Ya Resulallah! Biz hak üzerine değil miyiz? Onlar ehl-i Mekke de batıl üzerine değil mi? – Evet! – Bizim şühedamız cennette onların maktulleri cehennemde değil mi? – Evet! – O halde niçin biz böyle bir musalahayı kabul ederek dinimizi küçük düşürüyoruz? – Ya Ömer ben Cenab-ı Hakk’ın Resulüyüm. Rabbim beni zayi’ etmekten münezzeh ve mütealidir. Faruk-ı A’zam ser-a-pa bir ateş-pare-i teessür ve infial olduğu halde huzur-ı aliden çıktı ve doğruca Cenab-ı Sıddik-ı A’zam hazretlerine giderek suallerini müşarun-ileyh hazretlerine tekrar etti. Cevapları harfiyyen almış olduğu cevaplar olduğunu görünce sükut etti. Hazret-i Ömer diyorlar ki: “Ben o gün huzur-ı celil-i risalette gösterdiğim cür’et ve şiddetimden o kadar peşiman oldum o derece korktum ki libas-ı imandan tearri olundum zannettim. Tövbelerimi köle azad etmek suretiyle te’yid ve afvımı niyaz ettim.” Bugün biz pek faci’ pek havsala-suz bir felaket-i mağlubiyyetimizin mütareke-namesini o nazenin o mübarek vücudu yaradan görünmez bir hale gelen bi-çare vatanın kanlarıyla yazmak ve imza etmek ıztırar-ı eliminde bulunuyoruz. Bütün bu çektiklerimiz kendi ceza-yı amelimizdir. Din-i hak mehafetullah mehasin-i ahlak sarsılmaz bir vahdet-i diniyye ve ictimaiyye istihfaf-ı hayat ve istihkar-ı mevt sayesinde Avrupa’da Viyana burçlarına Asya’da Volga sularına kadar dayanan hududlarımız aks-i i’tikad ve mesavi-i ahlakımız kürenin taşıyamayacağı derecede ağırlaşan şekavet-i ef’al ve denaet-i a’malimizle ta İstanbul kapılarına kadar geriledi. Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyerek candan tövbe eder ve fevkimizde kendi aklımızdan uydurduğumuz kavanini değil Kitabullah’ı yükseltir onun hükmüne girer onun fermanına kalkar yine arş-ı izzet ve şevketimize yükseliriz. Düşünelim: Devletimizin daha mebadi-i te’sisinde cennet-mekan Yıldırım Bayezid merhumun tarihinde Ankara’daki esaretiyle başlayan ve on bir sene fasıla-i saltanat namıyla devam eden felaketimizi düşünelim! Bugün Cenab-ı Hakk’a hamd ü senalar olsun ki padişahımız serir-i şevketinde başımız ucunda. Evet! Vatanımızın birçok aksam-ı kıymetdarı çiğnendi çiğnettik. Fakat her halde bir fetret ve felaketi halinde değiliz. Her halde vatanımız velev kısmen mevcud hayatımız bakı sancağımız burc-ı istiklalinde mütemevvic. Bundan nedamet-i tamme ile dinsizliği vicdansızlığı ahlaksızlığı Frenk mukallidliğini velhasıl bir ma’rifet sandığımız delilikleri çılgınlıkları bırakır müslümanca ze emin olabiliriz. Fakat tekrar ediyorum ki müslümanca Frenkçe değil. Felekten intikam almak demektir ehl-i idrake Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedametten. MÜTAREKENAME yetdar kıldığı İngiltere Hükumeti Bahr-ı Sefid Donanması Başkumandanı Ferik Amiral Sir Somerset Arthur Gouch Calthorpe hazretleriyle hükumet-i seniyye canibinden haiz-i salahiyet Bahriye Nazırı devletli Rauf Beyefendi hazretleri ve Hariciye Müsteşarı atufetli Reşad Hikmet Beyefendi hazretleri Erkan-ı Harbiyye-i Umumiyye kaimmakamlarından Sa’dullah Beyefendi arasında kararlaştırılıp akd edilen mütareke şeraitı: Madde – Bahr-ı Siyah’a mürur için Çanakkale ve Bahr-ı Siyah Boğazları’nın küşadı ve Bahr-ı Siyah’a mürurun te’mini Çanakkale ve Bahr-ı Siyah istihkamatının müttefikler tarafından işgali. Madde – Osmanlı sularındaki bil-cümle torpil tarlaları gösterilecek ve bunları taramak veya ref’ etmek için taleb vuku’unda muavenet olunacaktır. Madde – Karadeniz’de mevcud torpil mevki’leri hakkındaki ma’lumat-ı mevcude i’ta edilecektir. Madde – İ’tilaf hükumatına mensub üsera-yı harbiyye bila-kayd ü şart İ’tilaf hükumetlerine teslim olunacaktır. Madde – Hududların muhafazası ve asayiş-i dahilinin dasının derhal terhisi. İşbu kuva-yı askeriyyenin mikdar ve vaz’iyetleri İ’tilaf hükumatı tarafından Devlet-i Aliyye Madde – Zabıta ve buna mümasil hususat için istihdam edilecek sefain-i sağıre müstesna olmak üzere Osmanlı karasuları veya Devlet-i Osmaniyye tarafından işgal edilen sularda bulunan kaffe-i sefain-i harbiyye tesellüm olunup gösterilecek Osmanlı limanlarında mevkuf bulundurulacaktır. Madde – Müttefikler menfaatlerini tehdid edecek vaz’iyet zuhurunda herhangi bir sevku’l-ceyş noktasını işgal hakkını haiz olacaklardır. Madde – El-yevm Osmanlı işgali altında bulunan bil-cümle liman ve demir mahallerinden İ’tilaf sefaini tarafından lara karşı mesdud bulundurulması. Süfün-i Osmaniyye de ticaret ve ordunun terhisı hususlarında şerait-i mümasileden Madde – İ’tilafiyyun Osmanlı tersane ve limanlarındaki umum sefain ta’miratı vesait-ı teshiliyyesini isti’mal edeceklerdir. Madde – Toros Tünelleri’nin müttefikler tarafından işgali. Madde – İran’ın şimal-i garbi kısmındaki kuva-yı Osmaniyyenin derhal harbden evvelki hudud gerisine celbi hususunda evvelce i’ta edilen emir icra edilecektir. Mavera-yı Kafkas’ın evvelce kuva-yı Osmaniyye tarafından kısmen tahliyesi emr edildiğinden kısm-ı mütebakısi müttefikler tarafından vaz’iyet-i mahalliyye tedkık olunarak taleb olunursa tahliye edilecektir. Madde – Hükumet muhaberatı müstesna olmak üzere telsiz telgraf ve kabloların İ’tilaf me’murları tarafından murakabesi. Madde – Bahri askeri ve ticari mevad ve malzemenin men’-ı tahribi. Madde – Memleketin ihtiyacı tatmin olunduktan sonra mütebakı kömür mayi’ mahrukat ve bahriye levazımının Türkiye menabi’inden mubayaası için teshilat icrası. Mevadd-ı mezkurenin hiç biri ihrac olunmayacaktır. Madde – Bil-cümle hutut-ı hadidiyyeye İ’tilaf murakabe zabitleri me’mur edilecektir. Bunlar miyanında el-yevm hükumet-i Osmaniyyenin taht-ı murakabesinde bulunan Mavera-yı Kafkas Hutut-ı Hadidiyyesi aksamı dahildir. İşbu Kafkas Hututu serbest ve tam olarak İ’tilaf me’murlarının taht-ı idaresine vaz’ edilecektir. Ahalinin ihtiyacının tatmini nazar-ı dikkate alınacaktır. İşbu maddede Batum’un işgali dahildir. Hükumet-i Osmaniyye Bakü’nün işgaline mu’terız bulunmayacaktır. Madde – Hicaz’da Asir’de Yemen’de Suriye’de ve na teslim olunacaktır. Ve Kilikya’daki kuvvetlerin intizamı muhafaza için muktezi mikdarından fazlası Beşinci Madde’deki şeraite tevfikan takarrur ettirilecek vechile geri çekilecektir. Madde – Trablus’da ve Bingazi’de bulunan Osmanlı zabitleri en yakın İtalyan muhafaza kıtaatına teslim olunacaktır. Teslim emrine itaat etmedikleri takdirde hükumet-i Osmaniyye onlarla muhaberat ve muavenetini kat’ eylemeyi taahhüd eyler. Madde – Mısrata da dahıl olduğu halde Trablus ve Bingazi’de işgal edilen limanların en yakın İ’tilaf muhafaza kıtaatına teslimi. Madde – Alman Avusturya bahri berri ve sivil me’murin ve tebeasının bir ay zarfında ve uzak mahallerde bulunanların bir aydan sonra mümkün olan en kısa zamanda Memalik-i Osmaniyye’yi terk etmeleri. Madde – Beşinci madde mucebince terhis edilecek kuva-yı Osmaniyyeye aid techizat esliha cephane ve vesait-ı nakliyyenin tarz-ı isti’maline dair i’ta olunacak ta’limata riayet olunacaktır. Madde – Mü’teliflerin menafi’ini sıyanet için İaşe Nezareti nezdine İ’tilaf mümessilleri merbut bulunacak ve kendilerine bu babda lüzum görülecek kaffe-i ma’lumat i’ta edilecektir. Madde – Osmanlı üsera-yı harbiyyesi İ’tilaf Devletleri nezdinde muhafaza edilecektir. Sivil üsera-yı harbiyye ile esnan-ı askeriyye haricinde olanların tahliyesi nazar-ı dikkate alınacaktır. Madde – Hükumet-i Osmaniyye Merkezi Hükumetler’le bil-cümle münasebatını kat’ edecektir. Madde – Vilayat-ı Sitte’de iğtişaş zuhurunda mezkur vilayetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkını İ’tilaf Devletleri muhafaza ederler. Madde – Müttefiklerle hükumet-i Osmaniyye arasında muhasamat senesi Teşrinievvel’in otuzbirinci günü vasati saat-i mahalli ile vakt-i zuhurda ta’til edilecektir. Limni’de Mondros Limanı’nda lenger-endaz Agamemnon Zırhlısı’nda senesi Teşrinievveli’nin otuzuncu günü nüshateyn olarak imza edilmiştir. Sa’dullah Reşad Hikmet Hüseyin Rauf Arthur Calthorpe TEBLIĞAT-I SADARET-PENAHI Makam-ı Sami-i Sadaret-penahi’den ordu kumandanlıklarıyla vilayat ve elviye-i müstakılleye tebliğat-ı atiyye icra kılınmıştır: Düvel-i muhasıma ile bi-mennihi’l-Kerim akd-i mütareke olundu. Manzume-i İttifakıyye’mizin ve bilhassa bizim i’tirafa mecbur olduğumuz mağlubiyet ve bi-tabi-i azime ve şu Harb-i Umumi badire-i uzmasında mecbur-ı mütareke olan hükumata imla ettirilen şeraite nisbetle mevadd-ı mütarekenin hafif olduğuna nazaran hakimiyet-i saltanat-ı seniyyede olarak devletimizi teşkil eden kaffe-i milel ve akvamın hukuk ve hürriyet-i kamileye mazhariyetleri esaslarıyla akdine hazır olduğumuz musalahada muvaffakıyetimizi eltaf-ı sübhaniyyeden tazarru’ eylerim. Bil-cümle me’murin ve zabitanın kaffe-i sunuf-ı ahaliye ve efrad-ı askeriyyeye teşmil-i adl ü şefkat ve vezaif-i me’murelerinde iltizam-ı fart-ı gayret ü istikamet eylemeleri ve akvam ve mezahib-i muhtelifedeki tebeanın beynlerinde asırlardan beri cay-gir olan musafat ve hüsn-amizişi şu son zamanlarda maatteessüf ser-zede-i zuhur olan nifak u şikaka feda etmeyerek yekdiğerine dest-i muhadeneti uzatmaları esbabının istikmali lazimedendir. Bu babda tedabir-i hakimane ve müşfikane ile beraber böyle zamanlarda ika’-ı şikak u nifaka heveskar olabilecek garazkaran ve sebük-mağzana karşı da daima müteyakkız ve metin bulunmak iktiza eyler. Bu son zamanlar Anadolu’nun aksam-ı muhtelifesinde vazifeten seyahatim ekseriyet-i ahali-i İslamiyyenin mecbul olduğu fütüvvet ve mağdur olan toprak kardeşlerine karşı gösterdiği asar-ı şefkate re’ye’l-ayn şahid olduğumdan eski revabıt ve hissiyat-ı samimenin an-karib avdet edeceğine ümid-varım. Şu zamanda cümlenin muhtac olduğu ancak asayiş ve sulh u salahdır. El birliğiyle bu babda kaffe-i sunuf-ı me’murin ve ahalinin gayret ve muavenetini bekler ve müşkilat-ı azimesini bi-hakkın müdrik olarak duş-ı tahammüle aldığım bu bar-ı azim-i hükumette ibraz-ı teveccühat-ı kalbiyye ed’iye-i halisasını kalbimle dilerim. tebliği muntazardır. Ordulara vilayata ve elviye-i müstekılleye ta’mim edilmiştir. Ordudaki vazife-i mükellefelerini maatteessüf terk etmiş olan firarilerin mukarrer olan terhis esnasında ta’kıb ve terhiblerinden sarf-ı nazar olunarak afv-ı şahaneye mazhariyetleri hakkında bir madde-i kanuniyyenin tanzimi ve irade-i seniyyesinin istihsali derdesttir. nın dahi mukaddes şühedamızın ervahına ve milletin dört senedir ibzal eylediği fevkalade fedakarlıklara hurmeten ni’met-i sulh u asayişten müstefid edilmesi cümle-i amal-i merahim-iştimal-i hazret-i padişahiden olup yoksa vazife-i vataniyyelerini terk etmiş olanların mukaddesat-ı diniyye ve vataniyyeden ne derece vahim bir surette inhiraf ettikleri edna mülahaza ile anlaşılır. Binaenaleyh afv-ı umuminin mukarrer olduğu şu zamanda firarilerin dahi aileleri ağuşuna şitaban ve iş güçleriyle meşgul olmaları esbabına tevessül edilmesi ve gerçi zaman-ı karibde sulhun in’ikadı ve bi-avnihi Teala pek uzun zaman devamı me’mul olmakla beraber bunların bil-cümle vezaif-i vataniyyeden şükrane-i afv olarak ser-i mu inhıraf etmemeleri ve bu suretle geçmiş hatalarını unutturmaları hakkında memleketlerin bil-cümle ulema ruhban vücuh ve mütehayyizanı tarafından nasayıh ve irşadat-ı lazimede bulunulması ve bu suretle afv-ı şahanedeki ruh-ı şefkat ve sıyanetin layıkıyla tefhim kılınması ve afv-ı umumi kararının tebliğından evvel ailelerine ve iş güçlerine iltihak edenler haklarında dahi bir guna ta’kıbat yapılmaması tavsiye olunur. Hukuk-ı şahsiyye ile alude-damen olanlar hakkında ayrıca tebliğatta bulunulacağından bunlara karşı şimdiden mevaidde bulunmaktan sarf-ı nazar olunması ordulara vilayetlere ve elviye-i müstekılleye ta’mim edilmiştir. OSMANLI – İ’TİLAF MÜNASEBAT-I MÜSTAKBELESİ Hükumet-i sabıkanın iş başından çekilmesiyle hemen her gün matbuat-ı yevmiyye sütunlarında birçok i’tirazat tenkıdat ve ta’rizatı muhtevi makaleler görünmeye başladı. Hatiat-ı mazıyyeyi birer birer meydana koymak gidenleri tahtie etmek her gazete için bir vazife teşkil ediyor. Biz burada matbuatımızı muahaze edecek değiliz. Ancak bu miyanda biraz da hükumet-i hazırayı tenvir etmeyi ve ileride ta’kıbi lazım gelen siyaset hakkında zimemdaran-ı hükumete bir fikir verecek müsbet yazılar yazmayı nafi’ fikirler meydana koymayı muharrir ve mütefekkirlerimizden rica edeceğiz. Esasen hükumet-i sabıkanın hata ettiğini ve hata-alud hercai bir siyaset tatbik ettiğini herkes gibi kendisi de bilmiş ve anlamıştır. Şimdi öyle kalemler öyle rehberler ister ki bütün evlad-ı vatanı memleketin milletin samimi ve hakıkı menafi’ine el birliğiyle çalışmaya sevk eylesin de mazideki hatalar müstakbeldeki bi-garazane hayır-hahane fa’aliyetlerle telafi edilsin. Ben İttihad ve Terakkı’ye mensub değilim. Söylediklerim tamamıyla bi-tarafanedir. Evet bildiğim ve uzaklardaki müsbete vardır ki bu sözleri bana söyletiyor. Söylemeyecek olursam kendi vicdanıma karşı gelmiş olurum. Çünkü sükutumdan müslüman Osmanlıların zarar göreceklerini zannederim. Buna ise hiçbir vakit razı olamam. nedense bu cem’iyeti iyi bilirler gönülden severlerdi; niçin? Bunun sebebini ben de o kadar bilmem. Şu kadar diyebilirim ki iki sene mütemadiyen İslam muhitlerinde dolaştığım sıralarda –ki o esnada Balkan Muharebesi devam ediyordu– müslümanların a’mak-ı kalbindeki bu muhabbeti bu mi harfiyyen tasdik edecek alayişsiz doğru merd etvarlı iki zat-ı muhterem vardır ki onlarla bu seyahatimde bir eser-i tesadüf olarak birleşmiştim. Bugün her ikisi de İstanbul’da sağ ve hazırdırlar. Yine o seyahatimde bir gün aklı başında müteneffiz muktedir ve elli milyon Hind İslam’ı nezdinde ma’ruf ve muhterem bir lidere; “İttihadcıları neden bu kadar seviyorsunuz bunun sebebi ne olabilir?” dedim. Cevap olarak dedi ki: “Osmanlı inkılabından sonra bu cemaatin dinsiz imansız frenk-meşreb kimseler olduklarını işittik. Hakan-ı mahlu’u evvelce ziyadesiyle sevdiğimiz için kendisinin bi-gayri hakkın hal’ edildiğine kanaat hasıl ettik. Bunun için hal’inden lamisinde Cuma hutbesini yine onun namına okutturduk ve yeni halifeye bey’at etmekte tereddüd ettik. Vakta ki duğunu gördük o günden i’tibaren Sultan Mehmed Han-ı Hamis’e bey’at ettik ve hutbeyi onun namına çevirdik. Bu esbaba binaen İttihadiyyunu severiz ve onlara elimizden geldiği kadar da yardım etmeyi İslami bir vazife biliriz.” kezde iken va-esefa ki bu ana kadar İslamiyet’in ma’nevi kuvvet ve kudretini Genç Osmanlılar –hatta İttihadcılar– layıkıyla bir türlü anlayamamışlar ve bu ilahi kuvvetle neler yapılabileceğini hakkıyla bilmemişlerdir. Bir vakitler İngilizlerle Fransızlar bize çok yardım etmişler ve bizi Rusya’ya kurban olmaktan kurtarmışlardı. Bu iyiliklerine karşı her hak-şinas Osmanlı ve müslüman medyun-ı şükrandır. Fakat bu iki hükumet niçin bu fedakarlıkta bulundular; acaba bizim kara gözlerimize aşık mı idiler? Hayır zira idarelerinde bulunan milyonlarca müslümanı hoş tutmak ve onların teveccühlerini celb etmek için bu iyiliği bize yaptılar. Çünkü başka türlü hareket edemezlerdi. O tecrübe-dide münevver dahi millet ve devletler bizim gibi değil yüz sene sonrasını düşünürler de ona göre davranırlar. Bir de Rusya’yı Boğazlar’ın haricine geçirmemek de icab ediyordu. Hakan-ı mağfur Abdülhamid Han dindarlığıyla zavahire riayetiyle bütün Alem-i İslam’ın muhabbet ve teveccühünü kazanmıştı. Hususuyla Hind müslümanları ona perestiş ederlerdi. O da İngiltere’yi sevmezdi ve İngilizlere düşmandı. Fakat İngilizlerle Fransızlar onun Alem-i İslam’da ne derece müessir zi-nüfuz olduğunu bilirlerdi de ona karşı hiçbir vakit şiddet göstermezlerdi. Abdülhamid Han-ı Sani’nin yirmibeşinci sene-i devriyyesinde de fakır Hindistan’da bulunuyordum. Ora ahali-i dim olundu –ki bugün kısmen müzehanede mahfuzdur– tebriknameler kasideler manzumeler gönderildi. On altı bin telgraf yazıldı. Sene-i devriyye gününde ve gecesinde bütün Hindistan’ın memalik-i İslamiyyesi şehr-ayinler çerağanlar yaptı. Osmanlı başşehbenderi o gece Bombay’daki müslüman mahallelerini araba ile dolaşırken balkonlardan üzerine o kadar gül o kadar çiçek nisar olundu ki araba doldu; sonra redingotunu beray-ı teberrük parça parça kesip götürdüler. polislerine inzibat me’murlarına o sıralarda müslümanlara son derecede hüsn-i muamele edilmesi hiçbir müslümana meyerek müslümanlara mümaşat için kendi küçük çocuklarına ciğer gibi kırmızı ve mavi püsküllü fesler giydirdiler. Ben bunu kendi gözümle gördüm. Görmeseydim ihtimal ki ben de bugün gençlerimiz gibi düşünürdüm. Balkan Harb-i meş’umu esnasında –evvelce ismi var cismi yok denilebilecek– Hilal-i Ahmer’i ihya ederek o muharebede bunca yararlıklar göstermeye muvaffak eden bir şey varsa o da Hind müslümanlarının ianesi idi. Bu fakır Hindistan’daki ahali-i İslamiyyeye beray-ı teşekkür ayı mütecaviz Hindistan’ı şehir şehir kasaba kasaba dolaştım. Bizi istasyonlarda istikbal edenlerin adedini söylesem tediğime hükm edilir. Evet İstanbul’da bir padişahı istikbal öyle istikbal ettiler. Bizim rakib olduğumuz otomobil izdiham arasından yürüyemiyordu. Çünkü her tarafına binlerce el sarılıyordu. Nihayet bizi merasim-i fevkalade ile mihman-hanelerimize götürdüler. Kalküta İstasyonu’na vardığımız zaman anladık ki şehirde bizim istikbalimize koşmayan müslüman kalmamış. Ortalık dalgalanıyordu. İngiliz hükumeti o gün asayişi muhafaza edebilmek için neler çekmiş ne kadar para sarf etmişti! Hindistan’ın her yerinde böyle teveccühlere –üç kişiden– birimiz vefat etseydi emin olunuz ki bugün mezarımız bir veli ma’bedi gibi ziyaretgah olacaktı. Bu hurmetleri bizim şahsımıza yapmıyorlardı Hilafet-i mukaddese ve siyaset-i İslamiyye hatırı için idi. Bu kadar itnabdan maksad ne olduğu elbette anlaşılmıştır. Kuvvetimizi kudretimizi ifna etmeyelim. Osmanlıları tatmin ederim ki müttehid yek-pare bir kitle halinde kalırsak inşaallah Arabistan’ı da Arab kardeşlerimizi de kazanırız. Onlara fenalık etmişsek afvlarını dileriz. Onlar da bizi bağışlarlar ve müslümanların tefrikasına razı olmazlar. Hilafet mes’elesine gelince hiçbir zaman Şerif bunu isteyemeyecektir. Zaten istese de kimse ona bey’at etmez. Daha geçen seneden bu hakıkati Hind müslümanları –İngilizlerin arzularına rağmen– kongrelerinde resmen ve açıktan beyan ettiler. Binaenaleyh Hilafet Al-i Osman padişahlarında kaldıkça Fransa ve İngiltere ile hoş geçinmek mümkündür. Yarın sarih doğru ve açık bir siyaset ta’kıb edip aklımızı başımıza toplarsak bu iki hükumet hiçbir zaman bizden müstağni olamazlar. Onların idarelerinde müslüman ahali bulundukça bizim nazımızı az-çok çekmeye mecburdurlar. Öyle ümid ve temenni ederiz ki Zat-ı Hilafet-penahi tarafından ta’kıb buyurulacak bu İslami bu ma’kul siyaset sayesinde vatan-ı Osmani mes’ud ve ma’mur olur. KANUN-I ESASI’NİN ŞER’A DA MUGAYERETİ Ati Gazetesi yazıyor: “Benim şahsi merbutiyetim ruh-ı Meşrutiyyet’edir’te Esasi’ye değildir. Ruh-ı Meşrutiyyet bakıdir. Kavanin-i esasiyye değişebilir. Kanun koleksiyonlarını araştırınız ve karıştırınız: Bunlar ne kadar tebeddül ve tegayyür etmiştir! Mesela Fransa Düstur-ı Esasisi defeat ile ta’dil ve ıslaha uğramıştır. Binaenaleyh mahza Sultan Abdülaziz merhumun saire tarafından tanzim edilmek istenilen ve bilahare Sultan Abdülhamid merhumun evail-i saltanatında ısdar kılınan kanun-ı hazır-ı esasi i’tiraf edelim ki bir idare-i maslahat kanunu idi. Bu kanun ruh-ı milletten münba’is değildir. Ale’l-amya ve ale’l-acele bir tercümedir. Bunun bir takım fıkaratı ruhiyat ictimaiyat ve ma’neviyat-ı Osmaniyyeye münafidir. Şeriat’e münafi ahkamı da ihtiva eder. Mesela şer’an zat-ı Hazret-i Hilafet-penahi tıbkı Amerika reisi gibi riyari de bunu iktiza eder. Hulefa-yı Raşidin efendilerimiz hazeratı üss-i mes’uliyyetlerini takrir buyurmuşlardı. Halbuki bir eser-i tasallüf olmak üzere Avrupa kavanininden aynen tercüme edilen mevad mucebince bizde padişah gayr-i mes’ul ve mukaddesdir. Kudsiyet bir Nasrani telakkısidir. Bizde öyle şey olmaz. Fazla olarak bu madde-i kanuniyye fi’len de icra olunamamıştır. Millet hakan-ı esbakın ne adem-i mes’uliyyetine ne de kudsiyetine kani’ olamadı; onu bir irade-i milliyyesiyle ve bi-hakkın hal’ buyurdu. O halde… Biz bu Kanun-ı Esasi’ye nasıl nass-ı münzel mahiyeti verebiliriz? Fakat biz Meşrutiyet-perveriz. Gayemiz hürriyet ve demokrasidir; istişare üzerine müstenid bir hükumet kurmaktır ki esasat-ı İslamiyye de tamamı tamamına buna muvafık ve mutabıktır.” Bu mes’ele hakkında inşaallah biz de ileride beyan-ı mutalaatta bulunacağız. Babıali mütarekenamenin madde-i mahsusası mucebince Trablusgarb’ın tahliyesini kalmıştır. Zavallı müslüman yurdu! Seninle hiçbir alakası rabıtası olmayan bir milletin çizmeleri altına düşüyorsun. Wilson’un hürriyet-i akvam nazariyyeleri seni zencirlere bağlıyor! Bugün ruhlarımızın eninlerinden gözlerimizin yaşlarından başka sana isal edecek bir şeyimiz kalmadı. Lakin sen yine fütur getirme ye’se düşme! Vücudunu saran zencirler sinirlerini kuvvetleştirsin! Afakına çöken zalam azmini imanını artırsın! Fas: Paris gazetelerinin verdikleri ma’lumata nazaran Fas’da Harb-i Umumi’yi müteakıb beş demiryolunun kadar imtidad edecektir. Diğer dört hattın tulü altı yüz kilometre olacaktır. Bu hatlar Fas’ın havali-i garbiyyesinde bulunan kasabaları birbirine rabt edecek; Ribat Daru’l-Beyza’ Fas ve Tanca arasında bu suretle mükemmel muvasalat te’min olunacaktır. Beşinci hattın tulü üç yüz kilometre olup Cezair hududundan Fas’a kadar imtidad edecektir. Bu hatlar Bahr-ı Muhit-i Atlasi sahilinde bulunan Fas kasabalarına şimendüferle münakalat ve sevkıyat te’min edilmiş olacaktır. Cezayir’de müslümanlara karşı yapılan haksızlıkların badisi Fransa’nın müstemlekat siyasetinin vasıta-i fa’alesi bulunan ve ahali-i mahalliyyenin emlakini zabt etmekle şöhret kazanan Cezayir Bankası’nın imtiyaz müddeti senesinde bitmek üzredir. Şimdiden Fransız sermayedarların elinde baziçe olan Fransa hükumeti ve Meclis-i Meb’usanı bu bankanın müddet-i imtiyazının yirmi beş sene temdidi için bir layiha-i kanuniyyeyi kabul ediyorlar. Yani hürriyet-i akvamı milel-i zaifenin istiklalini Wilson’un prensiplerini kabul eden bu medeni hey’etler Alem-i İslam’a karşı hak ve adlin bütün esasatını unutuyorlar. Acaba ittihad-ı akvam ve sulh-ı beşer bu suretle teessüs edebilir mi? Hindistan’ın her tarafına yağan şiddetli yağmurlar Bengale’de müdhiş seylablar husule getirmiştir. Hasarat çok feci’dir. Hükumet fukara-yı halka melbusat tedariki için birkaç fabrika işletmek istiyor. Çıkarılacak kumaşlar ucuz fiatla satılacaktır. Bu tedbir dolayısıyla Japon ticareti nev’ama mutazarrır oluyor. Cava’dan gelen çayın ucuzluğu cihetiyle fukara-yı halk nezdinde revac bulmasından müteessir olan bir İngiliz çay şirketi Cava çayının lunuyor. Hükumet halkın şikayatına ehemmiyet vermeyerek şirketin menfaatini te’min cihetini iltizam ediyor. Bundan başka masarıf-ı harbiyyeyi itfa edebilmek için bütün vergilere yüzde elli nisbetinde zammiyat icrasına karar vermiştir. Bu mevzu’a dair ekabir-i ümmetten Prens Said Halim Paşa hazretleri tarafından gayet mühim bir eser kaleme alınmıştır. Gelecek haftadan i’tibaren neşrine başlayacağımız bu eser-i güzinin bütün ümmetçe kemal-i ehemmiyyetle ta’kıb edileceğini kaviyyen ümid ederiz. olduğunu anlattık. Şimdi de nazm-ı kerimiyle edelim: Cenab-ı Hak malı hayat-ı dünyaya zinet veren şeylerin en esaslılarından biri kılmış nüfus-ı insaniyyede buna karşı büyük bir meyl ve muhabbet uyandırmıştır. Çünkü mal insanın dünyaya aid arzu ettiği şeylerin yegane vasıta-i istihsalidir. Ancak insanların birçoğunda hırs o derecelere varır ki nazarlarında tahsil-i mal emeli ma’kus bir gayeye müeddi olur. Bu gibiler malı o derece severler; cem’ ve iddiharına o mertebe mütehalik bulunurlar ki nazarlarında saadet-i hal para kazanmak için canlarını her türlü cefaya ma’ruz bırakmaktan su gitmese de hazinelerini para ile doldurmak hazzı onlar Hakk’ın medar-ı imtihan ve ibtila ittihaz ettiği şeyler miyanında dar mü’essir bir şey yoktur. Cenab-ı Hakk’ın ihsan etmiş olduğu rızıktan infak hususunun erkan-ı takvadan olması bahsine gelince yukarıda da söylemiştik ki mal dünyevi uhrevi saadetin vasıta-i husulüdür. Saadet-i uhreviyeye sebebdir. Çünkü Cenab-ı Hak Kur’an -ı hakiminde müminlerden canlarını mallarını cennet mukabilinde satın alacağını söylüyor. Demek ki tarik-i ıslahda varlığını hayrat ve meberrat yolunda varını bezl edenin bu fedakarlıklarının bedeli o daimi mena’im ve lezzatı sermedi safvet-i hayatı zeval na-pezir huzur ve saadetiyle cennat-ı aliyat oluyor. lim. Ümmetler içinde mal ve menalini en ziyade esirgeyen Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği ni’metleri imsak hususunda en ziyade ileri giden en fazla za’f ve inhitata mahkum olandır. Ellerini sımsıkı yumup da icab eden yerlerde fedakarlık edemeyen tenakus-ı servet endişesiyle bezl ü infak cesaretini gösteremeyen bir ümmet arasında ilim ve ma’rifet mecd ü siyadet istiklal ve hakimiyet nasıl esasgir olabilir? Mallarını kilitli kasalar muhkem hazineler içinde değil ilim ocaklarında terbiye müessesatında ma’denler içlerinde dalgaların sırtlarında saklayan ümmetlerden ibret al. Sırf infak-ı mal sayesindedir ki bunlar mevcudiyetlerine za’f ve zillet iras edebilecek esbabdan tevakkı etmişler bi-eman bir hasmın kuvvet ve satveti muktedir bir alimin irfan ve kiyaseti sayesinde hayat ve memleketlerini pamal-i tehakküm etmesine meydan vermemişlerdir. Cenab-ı Hakk’ın meal-i münifince bu gibi ümmetlere ittika ve ber olacağını va’d etmesinin hikmetini bu iki rükn-i faziletin Evet Cenab-ı Hak infak-ı malı ümmetlerin saadet ve selamet-i hallerini terakkı ve azametlerini intac eden şerait-i ictimaiyyenin en mühimlerinden biri kıldığı için müminlere karşı en çok mal ve menali vesile-i imtihan ittihaz etmiş içlerinden hakıkaten müttekı ve amil olanları temyiz Müsellem bir hakıkattir ki İslam en metin esaslara istinad etmektedir; kabul ettiği düsturlarda halkı tenfire ba’is olacak ahkam bulunmamaktadır; yegane vasf-ı mümeyyizi yüsr u suhulet olduğu için hücum ve tenkıd hususunda düşman Başmuharrir ve mu’arızlarına vesile-i muvaffakiyyet olabilecek bir cihet bırakmamaktadır. Bununla beraber bu din-i ekmelin evc-i azamet ve ikbalinde payidar olabilmesi mücerred zümre-i etkıyayı teşkil eden civanmerdan-ı ümmetin o mu’azzam fedakarlıklarıyla müyesser olabilmiştir. Onlar gösterdikleri şayeste-i imtisal measir-i semahatleriyle kendilerini dinlerini memleketlerini maddi za’f ve hezimetlerden dünyevi fezahatlerden uhrevi azablardan vikaye şerefini ihraz eylemişlerdir. yid müslümanlara imdad ve mu’avenet yolunda sarf ettiği malı ancak Müslümanlığın ma’nasını hakkıyla anlamış şeri’at-i garrada takvanın ne demek olduğuna nur-ı irfan Gazası’nda ceyş-i usrete bin deve elli at ihda ettikten sonra askerin sair levazım-ı techiziyyesi için de bin dinar getirip risalet-meab sallallahü aleyhi vesellem efendimizin eteğine döküverdi. Nebiyy-i kerim efendimiz kucağına yığılmış olan altınları evirip çeviriyor ve “ Bundan sonra Osman ne yapsa zararını görmez” sözünü tekrar ediyor idi. Ey müslüman kendine gel etrafına bak da gör ki hayır ve hasenat vadilerinde buhl u imsakı rehber ittihaz edenlere karşı Cenab-ı Hak nasıl bütün yolları kapamış alınlarına zillet ve meskenet damgasını vurmuş vicdanlarını kasvet ve ıztırabla müstağrak etmiştir. Sonra bir de nazar-ı im’an ve i’tibarını böyle infak-ı mala fıtraten mecbul kimselere atf et. Göreceksin ki Cenab-ı Hak onlara bütün felah ve ve ihtişamı nüfuz-ı millilerinin i’tilası hem kendilerinin hem de milletdaşlarının salah ve intizam-ı hali hep infak-ı mal hasletinin kuvvet ve metanetine merbut olduğunu bilirler de rida-yı milliyyetlerini evsah-ı cehlden infak sayesinde temizlemeye mevcudiyetlerini te’yide gayret ederler. Mensub oldukları cem’iyyetin biçareganına yüklenilmiş olan bar-ı mesaibi muttasıf oldukları haslet-i mürüvvet sayesinde tahfif ve tezaddenin hikmeti nedir? Çünkü evvelkilerin Allah’a olan alaka ve rabıta son derece gevşektir. Mallarını infak edecek olurlarsa fakr u fakaya giriftar olmadan korkarlar; bununla beraber ihtiyar edecekleri fedakarlıklarla aile ve aşiretlerinin huzur ve aramına mensub oldukları ümmetin azamet ve te’alisine vasıta olmakta fazla olarak Cenab-ı Hakk’ın da rıza ve hoşnudisine nailiyette ne büyük bir hazz-ı vicdani olduğunu takdir edemezler. Bilmem ki aguşunda perverişyab olduğu bir ümmeti sefalet ve zaruret içinde gören bir bahil servet ve iktidarının ne gibi tecelliyatıyla kendini mes’ud ve bekam addeder. Kavminin cahil ve muhakkar ekseriyetinden müteşekkil bir muhit içerisinde ahz-i mevki’ etmiş olan bir na-kes neye bakıp da iftihar edebilir? Hısset-i tab’ı kendisiyle efrad-ı milleti arasındaki revabıt-ı unsuriyyeyi kat’ ettiği halde gerek nefsini gerek hukukunu tecavüzden masun bulundurmak hususunda hangi bir kuvvete istinad eder? O namerd ki hayırsızlığı kendisiyle te’yid ve mu’avenetlerine muhtac olduğu kimseler arasına ahenin bir sed çekmiştir. Bu hakıkatler . ayetinin meal-i münifine ma-sadak değil midir? Bunlar şuun-ı alemi derince düşünen insanların ahval ve etvarını ahlak ve temayülatının netayicini nazar-ı ibretle tedkık eden bir kimsenin re’ye’l-ayn şahid olacağı bir hakıkattir. Bu hakayık teslim edildikten sonra kitabullahı guna gun vücuh-ı infaktan birine tahsis etmekte hiç bir ma’na yoktur. Evet birr ü takvanın esası insanın malını infak etmesidir. Malın şer’an vacib olan zekata sarf edilmesiyle nevafil-i saireye verilmesi arasında bir fark yoktur. Bazı basit fikirli kimseler sağlam düşünemiyorlar da Kur’an’ın bezl ü infaka teşvik etmesini cay-ı i’tiraz buluyorlar; ve infak-ı mal meselesinin insanları sa’y ü ameli terk ile deriz ki: Şeri’at-i mutahhara zenginlerin kesb ü amele ikdarı olanların sadaka kabul etmelerini haram kılmıştır. Nitekim tarafından hakkında tahkıkat icra edilip de resmen ruhsat i’ta edilmedikçe bir kimsenin tese’ül ve mu’avenet-i ammeye arz-ı ihtiyac etmesine kanunen mesağ yoktur. Binaenaleyh malı layık olduğu cihetlere sarf etmekten ibarettir. Bi-kes çocukların terbiyesini der’uhde etmek bir esiri kayd-ı esaretten kurtarmak mensub olduğu hükumet-i İslamiyye’nin satvet-i bahriyyesini i’laya yardım eylemek gibi mesa’i-i hayriye hep bu haslet-i fazılanın tezahürat-ı mes’udesi cümlesindendir. Kimse inkar edemez ki bu gibi vücuh-ı hayr ü birre bezl edilecek mal ve menal sarf edenler için kuvvetli birer siper teşkil eder de nefislerinin ıslahı rabıta-i milliyelerinin te’yidi din ve kavmiyetlerinin i’la ve i’zazları hususlarında tesadüf edecekleri müşkilat ve afattan azade kalır. Bazı cahil kimseler infakın bilhassa yetimleri terbiye biçaregana hiref ve sanayi’-i hasise ashabına imdad yolunda mehasinini idrak edemiyorlar da “Böylelerle ne alış verişimiz var?” “Bunların ıslah-ı ahvali yolunda sarf edeceğimiz paralardan şahsi istifademiz ne olabilir?” deyip duruyorlar. Böyle söyleyenler giriftar olduğumuz mihnet ve felaketlerin başlıca saikleri o cahil haşin tabi’atli bed-ahlak pes paye hizmetçi aşçı işçi takımı olduğunun farkında değiller. Fakat onlar bilmeseler de bugün hayat-ı ictima’iyemizde muhat bulunduğumuz bunca felaketlerin müsebbibi bu makule eşhas olduğunda şüphe edilecek bir cihet var mıdır? Kendimizi bir tarafa bırakalım genç genç evladlarımızın bu gibi sefil bir tabaka ile temasdan terbiye ve ahlakça ne derece müteessir oldukları inkar edilebilir mi? O gençler ki birer top gibi cahil terbiyesiz dayeler elinden dinden bir nasib-i kemal almamış terbiye fıtratlarını tezhib etmemiş lalalar eline atılırlar. Bu biçare vatan yavrularının o sefil ve bed-maye karinlerden hasıl ettikleri intıbaat ne elim ve ye’s-averdir onların ayine-i fıtratlarına aks eden rezailini fıtrat-ı selimelerine arız olan tagayyürü gören bir ailenin teessüratı ne derecelere varmaktadır. En büyük hisse-i felaket ise bunları aguş-ı ihtimamında yetiştiren ümmete aittir. Çünkü ileride bunlar o ümmetin rical-i mümtazesini teşkil edecek tedbir-i şuun tanzim-i ahvalinde bunlar birer amil-i müessir olacak hukuk ve menafi’-i milliyyesinin masuniyetinde bunların kudret ve maharetine i’timad eyleyecektir. Böyle olmayıp da halk hadimlerinin tefviz-i umura mecbur oldukları kimselerin terbiye ve tezhib-i tinetlerine i’tina etseler böyle düçar olageldiğimiz vahim akıbetlerden kurtulur mesalih ve mu’amelatımızın yolunda gitmesini muhit-i ictima’iyyemizi te’min etmiş olurduk. Ale’l-ıtlak infakın mehasin-i maddiyye ve ictima’iyyesi bu merkezde olmakla beraber Cenab-ı Hakk’ın farz kılmış olduğu zekat erkan-ı imanın en mu’azzamını mezahir-i ittikanın en mühimmini teşkil etmektedir ki ileride hikmet-i farziyyetini teşrih ettiğimiz sırada bunun alem-i İslam’a ne büyük menfaatler te’min edegelmiş olduğunu delailiyle izah ve beyan edeceğiz. Biz akvam-ı İslamiyye’nin selameti onların hakkıyla tik. Ancak “İslamlaşmak” ta’biri muhtelif tarzlarda tefsire müsa’id olduğu için bundan ne gibi bir ma’na anlamakta olduğumuzu burada mümkün olduğu kadar vazıh bir surette teşrih etmeyi faideli görüyoruz. müesses ahlakiyatı o ahlakiyattan mütevellid ictimaiyatı elhasıl o ictimaiyattan doğan siyasiyatı ihtiva etmek i’tibariyle en mükemmel ve en nihai kemali haiz bir din-i insanidir. O bu haysiyetle öyle bir takım avamil-i esasiyyenin hey’et-i mecmu’asıdır ki bunlar hayat-ı beşeri sevk u idare ederler ve her birerleri diğerlerinden müteferri’ olmakla beraber heyet-i mecmu’aları mütecanis mükemmel iftirak ve inkısamı gayr-i kabil bir kül husule getirirler ki –dini bulunduğu şahs-ı ma’nevide olduğu gibi– fikriyye ve isbatiyye zic bir surette mündemic bulunur. O bir din-i beşeridir ki ma’ber-i mahiyyeti rehberi istinadgah-ı tabi’isi bulunduğu vicdan-ı insani gibi ulum-ı tecrübiyye ve maddiyyeyi mu’tekadat-ı ma ba’de’t-tabi’iyye ve nazariyyeyi hıyta-i idrak-ı beşere sığan ve sığmayan hakayıkı hep birden cami’dir. O ne tamamıyla fikriyye ne de tamamıyla isbatiyye olmayıp her ikisidir. Onu şu iki mezhebden biri yahud diğeri telakkı etmek mevcudiyetini inkar eylemektir. Zira yalnız başına fikriyye mezhebi hiç bir ma’nayı müfid olmayacağı gibi kendi kendine vücud bulmasına da imkan yoktur. Nitekim fikriyyeden müstakil olmak üzere tasavvur edilen isbatiyye de böyledir. Çünkü bunların biri diğerinin neticesidir. Binaenaleyh bizim için İslamlaşmak demek İslam’ın zaman ve muhitin ihtiyacatına en muvafık bir surette tefsir ederek bunlara gereği gibi tevfik-i hareket etmekten ibarettir. Kendisinin müslüman olduğunu söyleyen bir adam kabul etmiş olduğu dinin mebadi-i esasiyyesine göre his etmedikçe ona göre düşünüp ona göre hareket eylemedikçe yani İslam’ın ahlakiyatına ictima’iyatına siyasiyatına tamamıyla kendini uydurmadıkça yalnız Müslümanlığını i’tiraf etmekle bir şey kazanamaz hiç bir saadet elde edemez. Bir “Kant”ın yahud bir “Sipencer”in ahkakiyatına inanan bununla beraber ictima’iyatta Fransızın siyasiyatta ne kadar mütebahhir-i alem olursa olsun ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey değildir. Bir adamın zihninde mütenakız müte’arız gayr-i kabil-i yine hepsi birden yan yana durup durursa artık o adam ne kafada ne vicdanda olmak lazım gelir tasavvur edilsin? Çinlilerin ahlakiyatını Hindlilerin ictima’iyatını Meksikalıların siyasiyatını kabul eden bir Fransız yahud bir Alman acaba ne olabilir? Madem ki bir Fransız yahud bir Alman gibi his etmiyor düşünmüyor hareket etmiyor kullandığı lisan Alman yahud Fransız lisanı olsa da o ne Alman ne de Fransız olamaz. Buraya kadar “İslamlaşmak”dan ne anladığımızı izah ettik; şimdi de İslamiyet’in i’tikadiyatı ahlakiyatı siyasiyatı neden ibaret olduğunu teşrihe çalışacağız. Müslümanın iman ettiği “Allah” o ilah-ı vahiddir ki zamanların mekanların na-mütenahiliği içinde la-yenkatı’ tekamül edip duran maddelerin ve kuvvetlerin ahenk-i tammı hakkındaki idrakimiz arttıkça onun vahdaniyet-i kat’iyyesi de bu idrak ile mütenasib olarak bize daha vazıh daha aşikar bir surette tecelli etmektedir. “Allah” ma’na-yı şerifi “hikmet ve adalet-i mutlaka” mefhumlarına tevafuk eden “Hak” mefhumunun aynıdır ki kainatın hiç bir kuvvetle kabil-i infisam olmayan ahenk ve nizam-ı küllisine merci’ telakkı ettiğimiz bu uluhiyyet mefhumunu biz ma’lumumuz olan doksan dokuz ism-i şerif ile elimizden geldiği kadar ta’bir ve tavsif etmekteyiz. Bunlar öyle bir takım enfüsi mefhumattır ki böyle olmakla beraber ma’lumat-ı fenniyye ve tecrübiyyemiz tevessü’ ve tekamül ederek bizi alemde mevcud na-mütenahi eşyayı her an husule gelen hadisatı avalim ve kainat-ı bi-hesabı çe o mefhumlar da kesb-i te’eyyüd ve kat’iyyet etmektedir. Biz müslümanlar onun Peygamber’ine de inanıyoruz. Zira o Halik-ı yegane hürriyet adalet te’azud desatir-i İslamiyyesi suretindeki saadet-i beşeriyye mebde’-i la-yetegayyerini bize onun vasıtasıyla bildirmiştir. İnsaniyete en doğru din-i beşeriyi tebliğ etmekle onu en sahih din mefhumuna sahib kılan o peygamberdir. Biz ona inanıyoruz. Zira evamir ve te’aliminin hakk-ı mutlak olduğu takdirlerin fevkinde bir kıymeti haiz bulunduğu beşeriyetin aklı tecrübesi terakkı ve tekamül ettikçe bir kat daha te’eyyüd ediyor. Elhasıl İslam’ın akıdesi zahir batın olan hakıkat-i ulyaya ne bir sınıf-ı ruhani ne bir kısm-ı ruhbani tanımayan ve ebna-yı nev’ine rehber olmak hakkını insanların en faziletlilerine en akıllerine en alimlerine bırakan bir dindir. Bir müslüman her şeyden evvel halis bir mümindir. Çünkü vahdaniyetle muttasıf olan Ma’bud-ı bi’l-hakkı takdis için ona inanmak lazımdır. Müslümanların en iyisi en kavi bir kana’at ile ve en kavi delail ve berahine tabi’ olarak iman etmiş olanıdır. İnsana bir mevcud-i mükellef payesini veren onu bütün mahlukat-ı zevi’l-hayatın fevkine çıkaran ancak kuvve-i i’tikadiyesidir. O halde dinsizlik nüzu’i atavique bir takım esbabdan yahud kusurlu bir terbiye-i ahlakiyyeden ileri gelmiş bir inhitat-ı fikri ve ruhanidir. Hususiyle “Madem ki bir şeyi inkar edildikten sonra bu hakıkat büsbütün kesb-i kat’iyyet eder. Bizler ki Ma’bud-ı bi’l-hak tanıdığımız Allahu zü’l-celalden başka bir ma’buda onun Resul-i ekrem ve ekmelinden sonra bir peygambere inanmak elimizden gelmez; bunların her ikisine bila-kayd u tereddüd iman ederiz. Binaenaleyh gerek Cenab-ı Hakk’ın kendi hakıkat-i ulviyesine dair Peygamber’i vasıtasıyla bize bildirdiği gerek vahy-i ilahi ile mülhem olan o Resul-i güzinin saadet-i ebediyyemiz için bizlere öğrettiği şeylerin hepsine bütün kalbimizle bütün vicdanımızla Menba’ı yegane Ma’bud-ı bi’l-hakka iman olan ahlak-ı ve onu taharri ve tatbikte olduğunu bildiriyor. Lakin hakıkatin taharri ve tatbiki ancak insanın ahlakı aklı bütün kuvasının bila-mani’ hareket ve inkişafıyla tahakkuk edebileceğinden bu ahlak en vasi’ en tam ma’nasıyla hürriyet-i şahsiyye mebdeine istinad eder ve insanlara bu mebdei Ma’bud-ı bi’l-hakka imanın neticesi olmak üzere kabul ettirir. O halde ahlak-ı İslamiyye insana haiz olduğu kabiliyet-i tekemmülü gücü yettiği derecede tevsi’ için hür olmak vazifesini tahmil eder. Binaenaleyh nazar-ı İslam’da hürriyet öyle insanın tatbik veya adem-i tatbikinde muhtar bulunabileceği yahud vazı’-ı kanunun isterse bahş isterse men’ edeceği bir hakk-ı siyasi olmayıp kabul ettiği din ile rehber tanıdığı ahlak tarafından kendisine tahmil edilmiş bir vazifedir. tün müslümanlara şamil olduğu için bu i’tibar ile her müslüman elinden geldiği kadar hür olmak vazifesiyle mükellefdir. Kaldı ki “Umuma şamil hürriyet” ta’biri “Umum arasında müsavat” ile müteradif olduğundan; müsavat ile hürriyet edeceğinden ahlak-ı İslamiyye bu suretle hürriyet müsavat te’azud desatir-i esasiyesini vücuda getirmiş ve bu desatiri saadet-i beşeriyyenin mebde’-i esasisisi olmak üzere rekz ü Mamafih hakıkati taharri ve tatbik vazifesi ahlak-ı İslamiyeyi bir tarafdan İnsanlar arasında hürriyet-i tammenin vücudunu kabule mecbur etmekle beraber aynı esbab dolayısıyla diğer tarafdan da tabi’i şahsi kabiliyetlerin tefavütünden naşi aynı insanlar arasında tabi’atiyle vücud bulacak müsavatsızlığı da kabule mecbur eylemektedir. Evet o bunu da aynı sebeble kabule mecburdur. Zira bu müsavatsızlık en hakıkı en ma’kul en doğru ma’nalarına alınmak şartıyla müsavat ve hürriyet mefhumlarının netice-i tabi’iyyesinden başka bir şey değildir. Çünkü müsavat ancak her ferde kendi isti’dadat-ı tabi’iyyesine göre serbestçe terakkı ve tekemmül etmek ve bu suretle gaye-i müştereke-i hakkını vermesi haysiyetiyle doğru ve ma’kul oluyor. Kezalik hürriyet de müsavat gibi her ferdin semerat-ı mesa’isinin kemal-i hürriyyetle ve tamamıyla müstefid olmasını fezail ve mezayasının mükafatını bi-hakkın ihraz eylemesini te’min ederek bu suretle insanın gücü yettiği kadar tekemmül edebilmesi arzusunu tehyic ve idame eylemesi haysiyetiyle doğru ve ma’kul oluyor. ki müsavata hürmetkar olduğu kadar bunlardan bir kısmının diğerine karşı tefevvukuna da ri’ayetkardır. O halde müsavattan gelen müsavatsızlık hürriyetten doğan tazyik bu te’azudu gevşetecek yerde bilakis takviye ve tahkim eder. Zira bu şerait dahilinde ma-fevkıyet maduniyetin faidesine tazyik de o tazyike ma’ruz bulunanların nef’ine olarak tecelli eder. Ahlak-ı İslamiyye hak hikmet adalet namına insanlar arasında hürriyet müsavat te’azud düsturlarını te’sis etmek suretiyle bizlere başkaca şunu da öğretmiş oluyor ki: Bu düsturlara karşı gelenler yegane Ma’bud-ı bi’l-hakkın mücazatına onlara ri’ayet edenlerse mükafatına mazhar olacaklardır. – – Enbiya-yı kiram hazeratının vahy-i ilahi olarak tebliğ eyledikleri “din-i ilahi” esas i’tibariyle i’tikad a’mal ahlaktan teşkil eder: Bütün kainatın halık ve nazımı olan bir vacibü’l-vücuda ve o vacibü’l-vücudun sıfat-ı kemaliye ile muttasıf noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna iman; tevhid ve tenzih. Me’ad ve mes’uliyete ahirete iman; Fetanet emanet ve kemalat-ı saire ile mümtaz ve Vacibü’l-Vücud tarafından beşeriyyete meb’us bir Peygamberin “vahiy” suretiyle telakkı-i ahkam ederek beşeriyete tebliğ eylediğine iman Meleklere iman Halık’ın sıfat-ı kemaliyesini beyan ve beşeriyetin nazım-ı harekatı olan kavanin-i ictima’iyye ve ahlakiyyeyi te’sis eden ve eser-i “vahy”-ı ilahi olan bir kitab-ı mukaddese tebliğ eyledikleri ahkamı bilcümle evamir ve nevahiyi Ahkam-ı ameliyye vacibü’l-vücuda ihlas ve ta’zim maksadını bir heyet-i ictima’iyyenin te’essüs ve nizam-ı ekmel üzere bekasını te’min eden akli ve medeni tekamülünü ihzar eyleyen kavanin-i ictima’iyyeyi de ihtiva eder. Bu kanunlar şahsiyet-i ictima’iyyenin mesalih ve menafi’ine muvafık bir surette tebliğ olunmuştur. Bundan başka şefkat ala halkillah ma’nasını mutazammın olan ve efrad-ı insaniyyeyi yekdiğerine rabt etmek hususunda bir cazibe-i umumiyye kuvvetini haiz bulunan “kava’id-i ahlakiyye”de edyan-ı münzelede maksud-ı bizzat bir esasdır. eylediği cihetle bütün peygamberler bunları tebliğ etmekte müttefiktir. Hepsi de bulundukları asırlardaki akvamın seviyesine muvafık bir tarik ile bunları nasa tebliğ etmişlerdir. Usul-i dini teşkil eden i’tikad kısmında nesih ve tebeddül yoktur; Fakat füru’-ı şerayi’ tebeddül ve teğayyür eder bundan dolayıdır ki: Ahkam-ı te’abbüdiye ve ictima’iyye her dinde bir değildir. Çünkü ibadet tezhib-i ahlak ve tezkir-i Halik’a vesile olduğundan her şeri’atin ibadeti eşkal-i zahiriye ve suver-i hariciyye i’tibariyle az çok muhtelifdir. Ahkam-ı ictima’iyye beşeriyetin tekamül-i akl ü medenisini ihzar etmek gayesini istihdaf eylediği cihetle beşerin şerait-i ictima’iyye ve tekammülat-ı fikriyyesine göre değişmiş ihtiyacat-ı beşeriyyeye göre tebeddül ve teğayyür ederek nihayet Din-i İslam’da derece-i tekemmüle reside olmuştur. Buraya kadar felasife-i cedidenin din hakkındaki usullerini gördük; edyan-ı münzelenin usul ve kava’idini de hülasaten anladık. Şimdi felasife-i cedide tarafından ortaya konulan din-i cedidin usulleri ile enbiya-yı zi-şan aleyhimüssalatü vesselamın vahy-i ilahi olarak nasa tebliğ eyledikleri din-i ilahinin usulleri beyninde yapılacak basit bir mukayese bize pek vazıh olarak gösterir ki: Beşeriyetin saadet-i maddiyye ve ma’neviyyesini te’min için “din-i cedid din-i tabi’i” namlarıyla ortaya konulan usuller edyan-ı münzelenin pek noksan tarzda ifadesinden başka birşey değildir. Edyan-ı münzelenin –bilhassa hatim-i edyan olup her vechile tağyirden masun olan din-i İslam’ın– muhtevi olduğu esasat-ı metineye nisbetle bunlar denizde bir katre mesabesinde kalırlar. Maamafih bunun daha ziyade tevazzuh etmesi için edyan-ı münzelenin en sonu bulunan Din-i ati zikr edeceğiz: Bu ayet-i kerimede dinin erkan-ı mühimmesi neler olduğu bildiriliyor evvela dinden maksad-ı asli olan Allah’a yevm-i ahirete melaikeye kitaba enbiyaya iman zikr ediliyor. Saniyen a’mal ibadat ahlak kısımlarının en mühimleri gösteriliyor. İbadetin bizatihi maksud olmayıp i’tikad ve ahlak gibi erkan-ı mühimme-i diniyyenin kalblerde iyice yerleşmesi maksad-ı mühimmi için meşru’ kılındığı da bu ayet-i kerimeden münfehim olmaktadır. Ayet-i kerimenin en nihayetinde de bu esasata ri’ayetkar olanların “mü’min” iddi’asında sadık “müttakı” ünvanına layık oldukları bildiriliyor. Bu ayet-i kerimenin muhtevi olduğu hakayık-ı aliyye üzerinde biraz tevakkuf edersek bütün kemalat-ı beşeriyyeyi cami’ bir düstur-ı la-yetegayyer olduğunu anlarız. Çünkü kemalat-ı beşeriyye için lazım olan sıhhat-i mu’tekadat tezhib-i ahlak hüsn-i mu’aşeret bu ayet-i kerimede mündericdir... Bir de şu ayetleri gözden geçirelim: –“ Çalışan ancak kendi nefsi için çalışır; şüphesiz Cenab-ı Allah bütün alemden müstağnidir.” –“ Allah sizin için kolaylık murad eder güçlük değil” “ Cenab-ı Allah hiç bir nefse vüs’ati dahilinde olmayan şeyi teklif etmez.” –“Kılmış olduğu namaz kendisini fenalıktan men’ etmeyen kimse Allah’dan uzaklaşmaktan başka bir şey yapmıyor.” –“ Ne kadar oruç tutanlar var ki: Tutmuş olduğu oruçtan göreceği faide yalnız açlık ile susuzluktur.” Bu hadis-i şerif ibadetin maksud bizzat olmayıp tezhib-i ahlak ve tezkir-i Halik’a vesile olduğunu gösteriyor. –“Allah yolunda din ve vatan uğurunda bir gece nöbet beklemek gecesi namaz gündüzü oruç ile geçen bin geceden daha hayırlıdır” –“ Bir gün Allah uğurunda hududda beklemek bir ay oruç tutup namaz kılmadan hayırlıdır.” Bu hadis-i şerifler de gösteriyor ki: Din-i İslam nazarında vazifesini ifa etmek vatan muhabbeti ebna-yı nev’ine muhabbet onlara yararlıkta bulunmak... Hep bunlar evamir-i ilahiyyeden olduğu cihetle birer ibadettir. Bunları yapanlar nail-i sevab ve mükafat yapmayanlar da duçar-ı mücazat olurlar. Görülüyor ki; asr-ı ahir felasifesinin kail oldukları din-i tabi’i ve din-i cedid vahy-i ilahi olarak enbiyanın tebliğ eyledikleri esaslardan başka bir şey değildir. Onların söylemiş oldukları esasat bütün teferru’atına varıncaya kadar din-i ilahinin en sonu olan Din-i İslam tarafından vaz’ ve takrir edilmiştir. Arada bir fark varsa edyan-ı münzelenin erkan-ı mühimmesinden olan “nübüvvet vahiy ve kütüb-i mukaddeseye iman”ın felasifenin lüzumuna kail oldukları dinde adem-i mevcudiyyetidir. Bunun içindir ki: Din-i tabi’i taraftarları olan feylesofların din hakkındaki tarz-ı telakkıleri az çok muhtelifdir; çünkü bu hususda mi’yar ellerindeki kava’id-i ilmiyye ile akıllarıdır. Maamafih bu şekilde bir dine taraftar olanlardan bir kısmı vahiy ve nübüvveti hatta mu’cize ve havarıkı da akıl ve fenne mugayir bulmadıklarından edyan-ı münzeleye daha ziyade takarrüb etmiş oluyorlar. dinisini enbiyanın vahy-i ilahi olarak bir kitab-ı mukaddes etmek kabil değildir. Beşeriyet için dinin lüzumu anlaşıldıktan sonra ta’kıb olunacak en doğru hatt-ı hareket edyan-ı münezzele içinde beşerin ihtiyacat-ı maddiyye ve ma’neviyyesini te’min edebilecek dinin hangisi olduğunu tedkık etmektir. Çünkü din mes’elesi ya vahiddir yahud sıfırdır; bunun kesri yoktur. Beşeriyet için düstur-ı i’tikad ve amel olabilecek bir dinin “hak” sıfatını haiz olması ve bunun için de metin ve la-yeteğayyer esaslara müstenid bulunması lazımdır. Evvela: –Bütün beşeriyetin vicdanına hakim ve onlar tarafından muta’ olacak din mevzu’at-ı beşeriyyeden olamaz mevzu’at-ı beşeriyyeden olan desatir ve kavanin din olmaktan ziyade vazı’ına mahsus ve onun ilim ve irfanının mertebesi ile mütenasib bir meslektir. Binaenaleyh din-i hakkın birinci şartı her şeyin Halik’ı merci’ ve me’adı olan bilcümle sıfat-ı kemaliyye ile muttasıf nekaisden münezzeh bulunan bir vacibü’l-vücud hazretlerini tasdik ve ona müstenid onun tarafından mevzu’ olmasıdır. Bu şartın kabulü biz-zarure ikinci bir şaritanın da kabulünü müstelzimdir ki o da “ba’sü ba’de’l-mevt”dir. İzah edelim: Her şeyin merci’i olan vahid-i hakıkıye müstenid bir din o vahid-i hakıkınin beşeriyete olan evamir ve nevahisinin hey’et-i mecmu’ası demektir. Bu evamir ve nevahi bizim daire-i hareketimizi tahdid ediyor; ihtirasat ve temayülatımıza sed çekmemizi emr ediyor; Cenab-ı Sani’-i Ezeli’nin adil rahman ve rahim gibi sıfat-ı aliyye ile muttasıf olduğunu bildiriyor. Halbuki: Bu yolda hareket insanın zevk ve saadetini tecdid [tahdid] etmek olduğu gibi ezvak-ı tabi’iyyeden müstefid olmasına da mani’ olmaktır. Aynı zamanda tarih-i beşeriyyete baktıkça görüyoruz ki: Alemde az refah çok sefalet; çok mihnet az saadet; çok zulüm az adalet!.. Pekala! Şimdi her insanın hayatı burada geçirebileceği ömr-i kasirden ibaret kalacak her ferdin saadeti bu alemde görebildiği şeye münhasır olacaksa bir dine ittiba’ ederek tekalif-i diniyye ile mukayyed olmasında bir ma’na bulunur mu?. Burada herkesin irtikab eylediği zulüm ve şena’at yanına kar kalacaksa Cenab-ı Hakk’a adil ve rahim ıtlakı nasıl caiz olur? Adil ve rahim olmayan bir halikın emrine ittiba’ etmekte ne ma’na var? Eğer vazife fazilet bir mükafat; zulüm ve redaette bir mücazat görmeyecekse ne Allah’a muhabbet ve ita’at ne bir dine temessük de mümkün olamaz. Halbuki din-i hakkın birinci esası bütün sıfat-ı kemaliyye ile muttasıf bir Allah’a iman ve ibadettir. Şu halde bir dine hak diyebilmek için o dinin bir suretle “Adalet ve saadeti te’min fazilet ile saadetin hem-ahenk olmasını kafil ve zamin olması” lazımdır. Bir dinin bunları te’min edebilmesi de ancak “ba’sü ba’de’l-mevt” akıdesinin o dinde mevcud olmasına mütevakkıfdır. Binaenaleyh bir dine hak dedirtecek olan şerait-i esasiyeden birisi de “ba’sü ba’de’l-mevt” i’tikadını havi olmasıdır. Bir dinin hak olabilmesi için yalnız bu iki şerita-i esasiyyeyi cami’ olması kafi değildir; aynı zamanda bunları en salim bir tarzda beşeriyete bildirmiş olan zevat-ı kiramın enbiya-yı izam hizmet-i risaletini kabul etmek de lazımdır. Zaten birinci ve ikinci esaslar kabul edildikten sonra bunları tebliğ eden zevatın bu vazifelerini kabul etmemek muvafık-ı akıl ve mantık olamaz. Bunu bir misal ile izah edelim: Kimyaya vakıf ve kimya denilen bir ilmin vücudunu mu’terif olan bir insan hiç şüphe yok ki: “Lavazye” namındaki zatın kimyagerliğini kabul etmek ıztırarındadır. Çünkü böyle bir insanın aynı zamanda muhafaza-i madde ve kudret kanununu da doğru olarak telakkı edeceğine şüphe yoktur. Halbuki bu kanunu “Lavazye” namındaki zat keşf edip alem-i fenne hediye etmiştir. Şimdi bir insanın kimyaya vakıf böyle bir ilmin vücudunu mu’terif olup da Lavazye’nin kimyagerliğini ve muhafaza-i madde ve kudret kanununu keşf ettiğini kabul etmemesi ne kadar ma’nasız ve gayr-i mantıkı ise vahdaniyet-i ilahiyye ve ba’sü ba’de’l-mevt i’tikadlarını kabul edip de bunları ve bunların levazımını beşeriyete en sahih ve salim bir tarzda tebliğ ve isal eden vasıtanın vazifesini inkar etmek de o kadar ma’nasızdır. Binaenaleyh bir dine hak dedirtecek şerait-i esasiyyeden birisi de “edyan ve şerayi’i beşeriyyete tebliğ eden enbiyadan birine mensub ve bununla beraber bilcümle enbiyayı musaddık olması”dır. Bir dinin nefsü’l-emrde hak ve bütün insanlar için düstur-ı hareket olabilmesi bu şerait-i esasiyyeyi cami’ olmakla beraber beşeriyetin rehber-i harekatı olacak desatir-i ictima’iyye ve kavanin-i ahlakiyyeyi muhtevi olması da lazımdır. Bu şeraiti tamamen cami’ olan bir din “din-i hak ve din-i tabi’i”dir. Birinci şartı aradan çıkarmak dini büsbütün imha etmektir. Allah’sız din olamaz. Birinci ve üçüncüyü kabul etmekle beraber ikinci şartın aradan çıkması –zahiren dini büsbütün mücerredden ibaret kalır dinden beklenilen saadet mümkinü’l-husul olamaz. Adl ü rahmeti olmayan sıfat-ı kemaliyyeden mücerred bulunan bir Allah’ın vücudunu tasdik ile ahlakiyye olamaz. Üçüncü kabul edilmeyerek yalnız birinci ile ikincinin kabulü takdirinde felasifenin kail oldukları gibi bir “din-i tabi’i” meydana gelir ki bu da hakıkı bir din sayılamaz. Çünkü “vahiy ve nübüvvet”e istinad etmeyen bir din akl-ı insaninin kazançlarından biri demek olacağından kudsiyet ve kat’iyyetini gaib etmiş demektir; kudsiyetini gaib eden bir fikir ne kadar ali olursa olsun insanların rehber-i vicdanı nazım-ı a’mali olmaktan çok uzaktır. Böyle bir fikre din namını vermekten şerait dahilinde tedkık edilince görülür ki: Din-i tabi’i ünvanı altında eşkal-i diniyye edyan-ı semaviyyede mevcud bazı hakayıkı muhtevi olan bir meslek-i felsefidir. Bir esas-ı kudsiye bir kitab-ı mukaddese malik olmadığı cihetle muhteviyatı her feylesofun zevk ve iktidarına göre değişiyor; dinin usul ve füru’unu herkes kendi meslek-i felsefisine göre ta’yin ediyor; Binaenaleyh böyle bir şekl-i dini “din-i hak” olamaz. Esasları birer kitab-ı mukaddese raci’ olan edyan-ı münzelenin hepsi esasen bu şeraiti havi olmakla beraber bugün “Din-i Mübin-i İslam” dan başka dinlerin gerek akaidinde gerek tatbikatında ve teferru’atında bu esaslara mugayir ve bunları tekzib eden halat mevcuddur; binaenaleyh bugün beşeriyet için muta’ olacak yegane din-i hak Din-i İslam’dır. SIYASI VE İCTIMA’I İNKILABLARA KARŞI HIRISTIYANLIĞIN ATISI Avrupa’nın nizam-ı ictima’isinde görülen tahavvülat alem-i medeniyyetin mühim bir inkılab geçirmekte olduğunu vazıhan gösteriyor. Tabi’i böyle bir zaman-ı istihalede Avrupa’nın vicdan-ı ictima’isini tedkık etmek pek merak-aver olduğu kadar bizim için pek mühim ve şayan-ı ibret hakaiki Kontetemporari Reviev namıyla Londra’da intişar eden mecmu’a-i nefisede bir İngiliz alimi derin bir ihataya yüksek bir vukufa tercüman olan mühim makalesinde Hıristiyanlığın hal-i hazırını tasvir ve atiyen ta’kıb etmesi lazım gelen hatt-ı hareketi çizdikten sonra bugünkü Avrupa’da demokrasiye doğru kat’-ı merahil eden milletlerin akaid-i Hıristiyaniyyeyi ne kadar derin bir tenkıde tabi’ tutacağını buna mukabil Hıristiyanlığın ne gibi tasfiyelere ma’ruz kalacağını akaid-i esasiyye ile dinin vech-i ittifakını beyan ediyor. Makalenin ilk kısmında bugünkü Avrupa’nın vicdan-ı azimeti enzara tecelli ediyor. Müte’akiben demokrasinin en mühim mesail hakkındaki nokta-i nazarıyla aynı hususda dinin nokta-i nazarı izah olunuyor. Asıl bizim kemal-i dikkatle im’an-ı fikr edeceğimiz mesail kadın mes’elesiyle beyne’l-milel mes’elesidir. Çünkü Müslümanlık’ta hayatın maddi esaslarıyla ma’nevi esasları aynı derecede kıymetdardır. ayet-i kerimesiyle hadis-i şerifi bu hususda en mukni’ hüccetlerdendir. Bunların huzurunda demokrasi secde eder. Kadın mes’elesinde makalenin muharriri hayat-ı aileyi tehdid eden tehlikeleri ta’dad ile müessesat-ı diniyyeyi her türlü irşadatta bulunmak için da’vet ediyor. Bilmem bizim bu vadide esasen sırf Avrupa’yı taklid etmiş olmak bile bile kendimizi tehlikeye ilka etmekle ne kazanacağız? Avrupa’da bizzarure hasıl olmuş cereyanları memleketimizde – Kur’an-ı Hakim. Beynelmilel mes’elesinde en calib-i dikkat mes’ele bizim cami’a-i İslamiyye fikrini tehzil eden zevatın dide-i intibahını açacak düşündürecek ve tashih-i fikr ettirecek beyanatı ihtiva etmesidir. Muharririn; i’tikadda ibadette teşkilatta bulunan si ve hal-i hazırda kiliselerin ayrı ayrı bulunması neticesinde Harb-i Umumi’nin vukuunu men’ edemediği yolundaki sözleri hakıkaten şayan-ı te’emmüldür. Bizim dini bir ihtilafımız yok iken cami’a-i İslamiyyeyi tervic etmemizi istiskal eden bazı muharrirlerimiz nasıl oluyor da cami’-i Hıristiyaniyyeyi kabul ediyor ve hatta cami’a-i Hıristiyaniyyeye girmek burada uzun uzadıya bast-ı mukaddemattan ise serapa tercüme ettiğimiz makaleyi enzar-ı kariine arz ediyoruz. Makalenin muharriri İngiliz ecille-i ulemasından Mister “R. C. Parsons”dur. Makale Mu’asır Mecmu’a’nın numaralı nüshasında mündericdir: DEMOKRASI VE DİN Avam tarafından avam için avam hükumeti teşkil etmek prensibinin harbi müte’akib cihangirane bir hakimiyetle bütün dünyaya istila edeceğini “asr-ı cedid” milletlerinin sıfat-ı kaşifesi de daima ilerileyen bir demokrasi olacağını zan ve tahmin etmek için esbab-ı ma’kulenin kaffesi mevcuddur. Fakat bu yeni cereyan halkın hissiyat-ı diniyyesini nasıl müteessir edecek? Zaman-ı hazırın izleri demokrasi ve dinin münasebat-ı müstakbelesi nokta-i nazarından bize nerelere kadar rehberlik edecek? Bu makalemizde evvela vaz’iyyet-i hazıranın en mühim avamil ve müessiratını telhis ettikten sonra onların delaletiyle kiliselerin ta’kıb etmesi lazım gelen siyaseti izah edeceğiz ki muharririn fikrince bu tarz-ı siyaset kabul edildiği takdirde müessesat-ı diniyye atide ma’ruz kalacağı tesadüfata karşı kesb-i kuvvet eylemiş bulunacaktır. Bugün dine karşı ibraz olunan alakadarlık bundan mukaddem dünyada nadiren görülmüştür. Hatta İngilizler bile mesail-i diniyye hakkında pek ciddi düşünüyorlar. Alimler romancılar gazeteciler kemal-i şevk ile mesail-i diniyye hakkında fikirlerini beyan ediyor; ilahiyat alimlerinin ayak atmaktan ihtiraz eyledikleri vadide şitaban oluyorken fikir aleminin diğer ucunda siperlerde yaşayanlar “mutlaka dinde bir şey olduğunu” muhakkak addediyorlar. Orduda bir inkılab-ı dininin vukuunu zan edecek derecede nikbin değilim. Fakat tecrübelerime istinaden kani’ oldum ki yarının hemşehrileri olan bugünkü askerler harbden sonra esasi meseleler hakkında: Sevab ve ikab; hayat ve mevt; insan ve Yezdan hususunda hakıkati bilmeye hahişger olacaklardır. Alelumum muharrirlerimiz ve askerlerimizin bir sıfat-ı müşterekeleri daha var ki o da her ikisinin i’tikadat-ı muhtelife-i mezhebiyyeden teşkilat-ı diniyyeden memnun olmamaları bunlara bigane ve la-kayd kalmalarıdır. Her ikisi de muhtelif şekillerde tecelli eyleyen teşkilat-ı diniyyeye karşı garizi bir sabırsızlık hissediyor. Askerler dini şahsiyetlere mebadi-i diniyyeden fazla müncezib oluyorlar. Üçüncü bir nokta daha var ki dini prensiplerin niçin lerin arasındaki bi-nazir ihtilaflar o kadar büyük ki kırk beş yaşına eren nesil ile bu sinne vasıl olmayan gençler milleti onlarla uğraşmaktan zevk almayanlar ikinci zümreyi teşkil ediyorlar. Bundan sonra iddi’a-yı ma’sumiyyet meselesi geliyor. La yuhti bir papa la yuhti bir kitab la yuhti bir cem’iyyet la yuhti bir vicdan-ı ferdi iddi’ası bundan elli sene mukaddem olduğu gibi kabil-i i’tikad değildir. Yarım asırlık bir tenkıd-i mütemadiden sonra bunların hakimiyyeti tevhin edilmiş ve bunu pek mühim neticeler ta’kıb eylemiştir. Bir papas bir va’iz kat’i bir salahiyetle mesail-i diniyye hakkında idare-i kelam edemiyor. A’malara rehberlik eden bir a’ma olduğuna kana’at edenlerden ma’adası böyle bir cür’ette bulunamıyor. Halk arasında şek ve şüphe i’timadsızlık sabırsızlık bir ihtiraz hüküm-ferma bulunuyor. Bir dinin asır-dide olması onu neşr etmeye yaramıyor. Herkes maziye değil istikbale doğru bakarak hakıkati arıyor. Ve ancak yegane bir la yuhtiliğe i’tikad ediyor: La yuhti bir taharri “Arayan bulur” sözüne bir hakıkat-ı katı’a olarak inanıyor. Kilise rüesasını “Taharri-i hakıkat”ı ta’vik eden baltalayan insanlar olarak telakkı ediyor. Ahval ve vekayi’in bu merkezde olduğu tahakkuk edince kiliselerin ma’ruz kalacağı müşkilat tezahür eder. Maamafih bu müşkilat ba’is-i ye’s değildir. Bu mesail ile uğraşan halkın ekseriyeti Nasraniyet’in demokrasinin muhabbet ve sadakatini akıdeyi tedkık ve tenkıd ederek kabul edecektir. Binaenaleyh akaid-i mezkure ıslah ve tasfiye edilirse Hıristiyanlık şimdiye kadar mazhar olmadığı feyz ve i’tilaya nail olacaktır. Fakat bunu nasıl başarabileceğiz? –velev ki yanlış olarak şimdiye kadar– Hıristiyan medeniyyeti diye ma’ruf olan medeniyyetin kurtarmaya na-kafi olduğunu ifham etmiştir. Binaenaleyh Nasraniyet’in atide muvaffakiyeti kiliseler tarafından te’min edilmeyecek halkın yapacağı tedkıkat neticesinde hasıl olacaktır. Bizim vazifemiz böyle bir muvaffakiyetin te’minine delalet etmektir. Şimdiye kadar hıristiyanların ekserisi i’tikadat-ı diniyyesini rical-i dinden telakkı ve kabul ediyordu artık ilim ve yakıne müstenid i’tikadlarla tatmin-i vicdan etmek talebindedir. Bu parlak neticeye vasıl olmak için “İncil”in akaid-i esasiyyesini değil bu akaidin tarz-ı telkınini nin her türlü felaketi men’ etmek için demokrasiye ruhani bir kuvvet bahş etmesinden ibarettir. Maksadım bir kilisenin yan kiliselerinin arasındaki ihtilafatın hayati bir ehemmiyeti haiz ve bu ihtilafatın halli de pek zor ve pek nazik olduğunu beyan etmektir. Aynı zamanda kileselerin halkın değişen arzularına tebean tebdil-i din etmesini kasd etmiyorum. Hıristiyanlık bir vahy-i ilahidir. Kiliseler onun nezahetini ihlal etmeden bir kül olarak muhafaza etmediği takdirde rehakar kuvvetini zayi’ eder. Görülüyor ki mesele halkın arzusuna göre bir din icad etmek değil halkı dine terğıb etmenin yolunu bulmaktır. Öyle ise Hıristiyanlık müte’addid kiliseleriyle teşkilatıyla yeni demokrasiler ile nasıl i’tilaf edecek ki halkın hayatını “hayr-ı a’la”ya rabt etsin. “Hayr-ı a’la” bütün kiliselerin ittifak edeceği vechile Hak te’alanın vahy-i rehakarıdır. Binaenaleyh Hıristiyanlık Demokrasi ile alakadar olan gayat ve mesail üzerinde kendi menafi’ini hakim kılmakla ve bu gibi gayat ve mesailin halline bütün tehlikelere ve tecrübelere dayanarak iştirak eylemekle; halkın dikkat ve i’timadını kazanmalıdır. Bu gayeler yüksek ve bu mes’eleler müşkildir. Hıristiyanlık; ihtiva eylediği hakıkatten teba’üd edilince beşeriyetin çıkmaz girivelere vahim anarşilere düçar olacağını anlatamazsa herhalde terk edilecek ve ancak kurun-ı maziyenin bir hatırası gibi bazı muhafazakaran nezdinde haiz-i kıymet olacaktır. Kilise ve demokrasi arasında te’avünü imkan haricinde bırakacak esaslı müşkilat yoktur. Zira demokrasinin akıde-i esasiyyesi nedir? Her insanın bütün hukuk-ı mütesaviyyesini te’min ederek şahsiyet-i insaniyyenin serbest inkişafını her vesile ve fırsat ile istihsal etmek değil midir? Bir ferdin bir diğerinin menafi’ini ancak müşterek bir ittifak ile menfa’at-i umumiyye için ihlal edebilmesi bu i’tikadın levazımındandır. Hıristiyanlığın bu i’tikad-ı esasi ile hiç bir münaza’ası yoktur. Binaenaleyh Hıristiyanlık Demokrasi ile ameli bir medeniyet kurmak için teşrik-i mesa’i edebilir. Hıristiyan kiliseleri bütün dikkatini Demokrasi’nin muvacehesinde bulunan mesail-i ameliyyenin üzerine temerküz ettirerek halkı samimiyetine ikna’ etmelidir. Bu mes’eleleri böylece tasnif edebiliriz. Hürriyet-i ferdiyyenin maddi esasları mes’elesi. Hürriyet-i ferdiyyenin ma’nevi esasları mes’elesi. Kadın erkek mes’elesi Beynelmilel mes’elesi. Maddi esaslar hakkında Demokrasi servet ve sa’y ihtiyacat-ı maddiyyenin tevzi’i hususunda beynennas tesavi-i temettu’u kafil olacak bir usul ta’kıb ediyor. Sıhhat-i bedeniyye me’kulat ve meşrubat arazi mesakin vesait-i nakliyye ticaret bir kelime ile ifade-i meram edelim iktisadiyat tibahını açarsa bu mesaile karşı aynı alakadarlığı ibraz etmelidir. Gerek fakırin gerek zenginin nazarından kaçmayan yalancı ve riyakar maddiyatın ehemmiyyetini inkar eden ruhanilikten vazgeçmelidir. Vaki’a Hıristiyanlığın iktisadi bir programı yoktur ve belki hiç olmayacaktır. Fakat hayatın maddi esaslarını takdis etmek bu esasatın rical-i dini rical-i siyasiyye kadar alakadar ettiğini isbat etmek sunuf-ı ictima’iyye arasında ve menafi’i beyninde bir i’timad-ı müşterek bir ahenk-i vifak te’sis etmek bu yenin mahkum-ı inhidam olduğunu anlatmak müessesat-ı diniyyenin vezaif-i umumiyyesindendir. Demokrasi hürriyetin maddi esaslarıyla ne derece alakadar oluyorsa ma’nevi esaslarıyla da o derece alakadar bulunuyor. Hürriyet-i ma’neviyye herkesin tedris ve hakimiyette ta’lim ve terbiye usulünü doğrultmakta hükumetin bütün umurunu; mezhebi mahalli milli hususatını Demokrasi mütesaviyen hisse-i temettu’u kafildir. Asr-ı ahirde vuku’ bulan amele harekatının gayesi evvel be-evvel ma’nevi idi maddi değildi. Müessesat-ı diniyye bunu anlamakta gecikti. etmek hüsn-i idareye ve merhamete mazhar olmak zelil ve hakır bir mevki’de kaldıkça kat’iyyen kafi değildir. Hürriyet ve masuniyet-i şahsiyye ile umum için hürriyet-i ta’limiyye hürriyet-i kelam hürriyet-i ef’al.. İşte Demosrasi’nin istihsal etmeye çalıştığı şey... Müessesat-ı diniyye bunların istihsali sesat-ı diniyye bu mu’aveneti ifa etmek için yeni ta’lim ve terbiye yeni tarz-ı idare programları vaz’ etmekle değil kendi umurunu ıslah etmekle halkın teveccühünü kazanmalıdır. Ta’lim ve terbiye hususunda müessesat-ı diniyye ilim ve hakıkati aramaktan korkmadığını göstermelidir. “Asr-ı cedid” milletleri ancak i’timad-ı umumiyi ihraz edebilmek kabiliyyetini gösterecek müessesat-ı diniyyeye temayül edecektir. Hal-i hazırda halka göre Katolik Protestan kiliseleri hükumete aid veyahud serbest kiliselerin kaffesi otokrasi bürokrasi ve plütokrasinin mahkumudur. Kiliseler evvel be-evvel Demokrasi’nin hürmetini ihraz etmelidir. Demokrasi’nin meşgul olduğu üçüncü mes’ele-i mühimme kadınların hükumette vaz’iyyetidir ki aile hayatıyla ve zükur ve nisvan arasındaki bütün münasebat ile alakadar bulunuyor. Her mütemeddin memlekette kadınlar; tarih-i beşeriyyette görülmeyen hukuk-ı siyasiyyeye menfa’atlere nüfuzlara nail olarak yeni bir hayata dahil olmak üzere bulunuyorlar. Tarihin bu hadise-i cedidesi zükur ve inas ahvali hakkında ez-cümle tevellüdatın nisbetini tahdid temasdan hasıl olan esbab ve emrazı men’ ve izale etmek aynı zamanda izdivac ve talak hususunda pek vasi’ ma’lumatın münasebat-ı cinsiyyeyi müteessir edecek her şeyin ehemmiyet-i azimesini izah etmekte müessesat-ı diniyye hiç bir vakit geri kalmamıştır. Şimdi cesaret ve talakat isteyen bir cereyanın muvacehesinde bulunuyorlar. Gürültü yapmak faidesiz ve imkansızdır. Matlub olan nasihat-i umumiye üzerine müesses fa’aliyet-i umumidir. Bu mesail-i hayatiyye hakkında irad olunacak nasihatlar vazıh ve ma’kul olmalıdır. Müessesat-ı diniyye taharri-i hakıkatte ve ta’lim ve terbiyede yekdiğeriyle te’avün ederek hem öğrenmeye hem öğretmeye hazır olduğunu göstermeli kaviyyü’l-bünye ve sahih bir efkar-ı umumiyye te’sis etmelidir. Bundan ma’ada madem ki kadınlar hayat-ı umumiyyeye erkek gibi karışacaklar onların hürmet ve sadakatini ihraz etmek; bunu yapmak için de kadınlara karşı sözle değil fi’len ibraz-ı hürmet ve sadakat lazımdır. Hayat-ı diniyyede erkeğe gösterilen ehemmiyeti kadınlara teşmil etmeyen müessesat-ı diniyye kendi da’vetini tevhin eder. Demokrasi’nin en mühim mes’elesi “beynelmilel”e aittir. Milliyetlerin hürriyetini te’min için bu kadar kanlar döküldükten sonra anlaşıldı ve tahakkuk etti ki ümmetlerin hürriyeti bir gaye değil belki daha yüksek bir gaye olan “Cem’iyyet-i ümem”e erişmek için vasıtadır. Cem’iyyet-i ümem milletlerin ittifakıyla beynelmilel sulh ve müsalemeti te’min etmektir. Harb eden insanlar öyle bir nizam-ı siyasiyi bekliyor ki bütün milel-i mütemeddinenin hakıkı ve mütemadi menfa’at-ı umumiyyesini te’sis etsin. Müessesat-ı diniyye bu mes’ele-i beynelmileliyyeyi halletmeye hahişger olmazsa yeni demokrasiler onları daha dun bir siyaset ta’kıb etmekle ittiham edecektir. Alem-i sa’y ü amel bu hususda heyet-i ictima’iyyenin her hangi tabakasından ziyade aksa-yı gayata takarrub ediyor. Nitekim muharebeden mukaddem kendisini “beynelmilel” bir hale koymaya çalışıyordu. Müessesat-ı diniyye alem-i sa’y ü amele imtisal ederek “beynelmilel” bir hale girmelidir. Milli müessesat-ı diniyyenin zamanı geçmiştir. Başka bir sebeb olmasa da bu sebebe binaen Harb-i Umumi’nin vukuunu men’ edemediler. Bu muvaffakiyetsizlikleriyle Hıristiyanlık alemini vazıh fakat müşkil bir işle karşılaştırdılar müteferrik cema’atler birbiriyle bağlanmak çarelerini hemen bulmalı ve bir federasyon şeklinde i’tikadda ibadette teşkilattaki ihtilafata rağmen sımsıkı bağlanmalı. Herhalde bu federasyon bir Hıristiyan vicdan-ı beyne’l-mileli ve herhangi vatanperverlikten daha nafiz bir “sadakat-i beynelmileliyye” ibda’ edecek kadar kuvvetli olacaktır. Çünkü vatanperverliğin bir şehidi tarafından söylendiği gibi “Vatanperverlik kafi değildir.” Beyan eylemiş olduğum bu dört mes’ele bütün müessesat-ı diniyyeyi alakadar eder. Bunu inkar eden her müessese-i diniyye müstehikk-ı inkar olur. Şayed yeni Demokrasiler Hıristiyanlık’la beraber teşrik-i mesa’iye karar verirse Hıristiyanlığın müteferrik kuvvetleri kemal-i sür’atle dünyaya bir siyaset-i umumiyye ihzar etmeye gayret etmelidir. Fakat bu nasıl olacak? İngiltere’de kiliseler meclisinin teşkili bu vadide atılan ilk hatveyi teşkil eyler. Binaenaleyh cesurane ef’al sade memlekette kalanlar tarafından değil haricde bulunan bütün kuvvetlerimiz tarafından te’yid edilecektir. Böylece muharebe hitama erince müesessat-ı diniyye memleket Kiliseler Meclisi’nin ihzarına çalışır ki bu meclis mu’azzam mesail-i medeniyye hallolunurken bilumum Hıristiyan milletleri tarafından mazhar-ı tasvib olan nokta-i nazarlar temayüller ki kiliseleri ayıran ihtilafat-ı mezhebiyyenin emr-i hallini bilüzum addettirecek derecede ittihada saik olacaktır. Emin olalım ki yalnız hakıkat insanları birleştirir ve yalnız hakıkat onları kurtarır. Hakıkat insanlara beraberce halolunacak mesail beraberce mukavemet edilecek mehalik arasında gelir yaşar büyür ve uğrunda sarf edilen müşterek mücahede sayesinde insanların beynindeki revabıt-ı uhuvveti saha-i aşka isal eyler.” ALMANLAR NIÇIN MAĞLUB OLDULAR Bu ana kadar siyaset çevirmek hususunda İngiltere’nin tek muvaffakiyetsizliğini gören yahud iddi’a eden bir kimseye tesadüf edilmemiştir. İngilteri’nin garb ve şarktaki politikası her zaman yolundadır. Hele İslam muhitlerinde tatbik ve ta’kıb ettikleri siyaseti o kadar güzel düşünürler ki İngiliz rical-i siyasiyyesinin bu hususdaki dehalarını teslim etmemek mümkün değildir. soloslarını pek iyi yetiştiriyor. Bu işde hakıkaten maharet-i kamile sahibidir. Zan olunmasın ki İngiltere’nin hariciye memurları hep meslek-i hariciden –yani Hariciye Nezareti’nin devair ve aklamından– yetişmiş kimselerdir; hayır bilakis pek çok def’a görülmüştür ki İngiltere’nin harice sefir ve konsolos namıyla gönderdiği memurlar dahilde müstemlekatta ifa-yı vazife edip murur-ı zamanla mümarese ve tecrübe kazanmış kimselerdir. Hatta bazan konsolosluk vezaifini görmekte olan zabitana da tesadüf edilir. Fakat bu vezaife ta’yin olunanlar için behemehal gidecekleri yerlerin tarihine an’anat ve adatına ahalisinin etvar ve mişvarına hatta o memleketin lisan-ı mahallisine vakıf olmak meşruttur. Hindistan’da Çin’de Japonya’da İran’da Afganistan’da tevdi’ olunan İngilizlerin hemen cümlesi lisan-ı mahalliye aşinadırlar. Bundan ma’ada ma’aş ve tahsisatları hem devletlerinin şerefini hem de haysiyet-i zatiyelerini vikaye edecek kadar mebzuldür. İkamet ettikleri sefarethane ve konslatoların tekmil eşya ve mefruşatı devlete aid olup siyasi memur kesesinden tek bir akçe sarf etmez. Verilmesi icab eden ziyafetlerin bahşişlerin propaganda için ihtiyar edecekleri mebaliğin tekmilini İngiltere Devleti verir. Nezarete gönderecekleri mektublar kendi postalarıyla nakl edildiği gibi çektikleri telgraflar da kendi telgrafhaneleri vasıtasıyla çekilir. Çünkü İngiltere dünyanın her tarafında –denizde karada– müte’addid kablolara telgraf merkezlerine malik olduktan ma’ada posta vapurları da dünyanın tekmil sahil ve limanlarına uğrar. Memurin-i siyasiyye mühim ve mahrem işlerde vatandaşlarından başkasını bir yerliyi asla mahrem tutmazlar ve bulunurlarsa bulunsunlar devletleri ve memurları için her biri mükemmel mücehhez birer casusdurlar. Her devletin Hariciye Nezareti’nde maaşlı gizli gözleri vardır. Bir karar müzakere edilirken şifre ile yazılırken İngiliz sefirinin kulağına Konsolos ve sefir gidecekleri yerlere yalnız bir iki çanta ve bavuldan ibaret olan resmi elbise ile hususi eşyalarını götürürler. lerine mahsus telgraf telleri vardır; bu telgrafhanelerde ifa-yı vazife edenler halisü’d-dem İngilizlerdir. Faraza harbden evvel Basra’da yahud Bağdad’da bulunan vapurlarıyla ayaklarına kadar celb ederlerdi. İstediklerini Hind posta vapurlarıyla Basra’ya oradan Bağdad’a kadar da Dicle Nehri’nde ba-imtiyaz seyr ü sefer eden kendi vapurlarıyla taşıttırırlardı. Hıtta-i Irakiyye’de Necid’de İran Körfezi içinde yaşayan ve tedrici bir surette İngiliz nüfuzu altına giren kabail ve aşaire vaktiyle İngiliz memurin-i siyasiyesi kolaylıkla silah tevzi’ eylemişlerdi. Fakat bir aralık bu silahların kendi aleyhinde isti’mal edilebileceğini görünce onları gali fiyatlarla ve yerli adamları vasıtasıyla gizlice toplattırmıştır. malik-i İslamiyye’de– ahalinin diyanet işleriyle adat ve temezler. Yapacakları ve tatbik edecekleri en müdhiş şeyleri kitaba uydurarak yaparlar. Daima kendilerini müslümanlara doğru söyler ve doğru iş görür göstermeye yeltenirler. Celb-i hatır ve cezb-i kulub hususunda İngilizler kadar mahir dünyada tasavvur olunmaz. Siyasetlerinde kat’iyyen huşunet yoktur. Her şeyi hulul-i muslihane neticesinde karşılarındakilere kabul ettirirler. Zavallı saf ve gafil şarklılara müslümanlara kendilerini pek hayr-hah gösterirler. İ’tidal ve mülayemet tatlı dil kullanmak suret-i haktan görünmek her İngiliz memurunun yegane şi’arını teşkil eder. Bir mes’eleyi layıkıyla tetebbu’ ve tedkık etmedikçe künhünü idrak edip ledünniyatına vakıf olmadıkça bir siyasi İngiliz memuru o işin içine atılmaz ve o mes’elede ilhah ve ısrar etmez. Hiddet ve şiddeti cebr ü tehdidi en son bir ilac olmak üzere isti’mal ederler. Bu serd olunan esbaba binaen İngiliz politikası her yerde –bilhassa şarkta ve İslam ellerinde– daima ileri gitmektedir. Siyaset işlerinde muvaffakiyetsizlik İngilizler için hemen yok gibidir. Müddeayatımıza delil ve şahid olmak üzre Hindistan’da Mısır’da İran’daki İngiliz hululünü gösterebiliriz. Unutmadan şunu da arz edelim ki İngilizler gayr-i ma’ruf nüfuzsuz şahsiyetsiz kimselerle asla tevhid-i mesa’i etmezler. Bir kere şarkta ve alem-i İslam’da münasebet peyda ettikleri kimselerin hüviyet ve mahiyetleri tahkık edilirse derhal ma’ruzatımızın kabul ve tasdik edileceği şüphesizdir. Binaenaleyh yeryüzünde İngiltere kadar teşkilat-ı hariciyyesi muntazam bir makina gibi işleyen hiç bir devlet bulunmaz. Öyle olmasaydı bu Harb-i Umum’i esnasında bütün cihan –şark ve garb– ahz-i intikam için İngiltere aleyhine dönerdi. Eğer Almanlar siyasette acemilik göstermeseydi yahud teşkilat-ı hariciyyeleri askeri teşkilatları kadar mükemmel olaydı bu güne kadar İngiltere Devleti mahv olmuştu. Almanlar bu muvaffakiyetsizliklerini Devlet-i Osmaniyye’ye tahmil etmek istiyorlar ve diyorlar ki: “Sizin cihad i’lanınız alem-i İslam’da icra-yı tesir etmedi! Halbuki asıl hakıkat aranılırsa eğer Devlet-i Osmaniyye cihad i’lan edip de Almanların da müttefiki sıfatıyla bu melhame-i kübraya girmesiydi Almanya’nın çoktan sırtı yere gelmiş ve gösterdikleri mukavemet ancak ve ancak Devlet-i Osmaniyye’nin ve dolayısıyla alem-i İslam’ın mu’avenetleri sayesinde husul-pezir olmuştur. Evet Almanlar siyaset işlerinde pek tecrübesiz pek beceriksizdir. Harbin ta bidayetinde şarka ve alem-i İslam’a hulul edebilmek için Almanlar Amerika’dan öteden beriden birçok Hindlilerle sair milel-i İslamiyye’ye mensub kimseleri Berlin’e getirttiler gizli açık müte’addid cem’iyyetler teşkil eylediler. Kendi zabitleriyle bunlardan mürekkeb hey’etler vücuda getirip alem-i İslam’ın her tarafına i’zam eylediler. Yollarda esna-yı müsaferette bu heyetlere karşı müslümanlar ellerinden geldikleri kadar i’zaz ve ikram eyleyerek her türlü teshilatı ibraz etmekten çekinmediler. Bunlar Irak’a kadar gittiler. Her hatvede haklarında türlü türlü sahabetler mu’avenetler edildi. Düşmanların hücumundan kurtarıldılar. Hele İran efkar-ı umumiyyesi büsbütün Almanların lehine döndü. Devlet-i Osmaniyye Almanların bu teşebbüsatına karşı şakk-ı şefeh etmedi ve hiç bir guna i’tiraz ve müdahale etmedi. Niçin? Çünkü Almanlarla bir kere müttefik sıfatıyla harbe girişmiş ve Almanları sözlerinin eri vefalı bir millet tanımıştı. Bunca fedakarlığa maddi ve ma’nevi zahmetlere rağmen Almanlar teşebbüslerinde muvvaffak olamadıkları gibi bu tecrübesiz ameliyat neticesinde akvam-ı şarkıyye ve verdiler. Bu hareketler neticesinde ise Almanya’nın maksadı memalik ve düvel-i İslamiyye’nin te’min-i beka ve istiklali değilmiş de ancak o diyarda İngiltere ve Rusya’nın bir mikdar kuvvetlerini işgal edebilecek bir cuş u huruş uyandırmaktan düşen İraniler Hindiler Afganlılar derhal Almanlardan yüz çevirerek onları kendileri için İngilizlerden daha muzır bir hükumet ve millet olmak üzere telakkı etmeye başladılar ve bütün va’dlerini kuru laflardan ibaret görerek Almanlara karşı başka türlü davrandılar. Mesail-i İslamiyye’de ve İslam yurdlarında Devlet-i Osmaniyye’nin müdahale ve ıttıla’ı olmaksızın iş görmek arzusunda bulunan Alman misyonerlerinin böyle bir akıbete düçar olacaklarını İngilizler biliyor ve bıyık altından gülüyorlardı. Şah hazretlerinden aşiret neferlerine varıncaya kadar bütün şeylerin tahakkuk etmemesi yüzünden Alman nüfuzu birden bire İran’da sönüp bitti. Şayet Almanya Devlet-i Osmaniyye gibi bir müttefike malik olmasaydı çoktan İngilizlerle beraber bütün alem-i Almanlar öyle kimselerle tevhid-i mesa’i ettiler ki bunların hiç biri müslümanlarla şarklılar nezdinde ma’ruf ve sahib-i nüfuz sayılamazdı. Bunun üzerine Hind putperestleriyle Hind müslümanları kezalik İraniler iki kısma ayrılarak müteneffizan a’yan ve ulemadan mürekkeb mühim bir kısmı Osmanlılara mütemayil kalmakla beraber bir kısmı da Almanlar aleyhine döndüler. Almanya siyasiyyununun şu son zamana kadar harbin silah kuvvetiyle hitama ereceğine kana’atleri vardı. Bunun vaz’iyyete hakim bulunuyorlardı. Kayserle veliyy-i ahd – muhasımların iddi’alarına nazaran– son derece harbcu ve muharebe tarafdarı olduklarından Almanya’daki siyasiyyunun hiç ehemmiyetleri kalmamıştı. Evet Alman millet-i müsellahası siyaset vadisinde pek acemi sayılırlardı. Harb-i hazırın silahla değil ancak fikir ve kalemle kazanıbileceğini bir türlü tahattur ve tefekkür etmedikleri cihetle İ’tilafcıların Amerika ve İsviçre’deki vasi’ ve bi-payan propagandaları sayesinde az zaman içinde hem eski dünyayı hem de yeni dünyayı Almanya ve müttefikleri aleyhine kaldırdılar. Amerika hiç bir vakit Almanya’ya i’lan-ı harb etmeyecekti. Fakat Alman tahte’l-bahirlerinin mütemadi ta’arruz ve tecavüzleriyle Amerika sularında batırdıkları sefain-i ticariyye aleyhlerine sevk etmek hususunda icbar eylediler. Almanlar Amerikalıların bu muharebede icra-yı te’sir edeceklerini de bir türlü tahmin edemiyorlardı. Halbuki Almanya’da iş bilir sulh-perver siyasi kimseler bulunsaydı evvelki az zararlarla son dehşeti kolaylıkla hesab ederek Amerika’nın İ’tilaf hükumetlerine satmakta olduğu mühimmat-ı harbiyye ile sair levazıma karşı ses çıkarmamaları icab ederdi. Çünkü koca Amerika’nın harbe Alman menafi’-i hayatiyyesi aleyhinde olarak kıyam etmesini tehiyye ve ihzar etmek şüphesiz yalnız silah satmasından daha muzır idi. Bu yolda ehven-i şerre razı olmak ve buna ses çıkarmamak Almanlar Böylece Alman siyaset-i askeriyyesi birer birer dünyayı tahrik ve tedhiş edip cihanı kendi aleyhlerine çevirdiler. yüzünden hem kendilerini bugünkü hale duçar hem de bedbaht müttefiklerini de elim bir vaz’iyyete giriftar eylediler. Siyaset-i askeriyye yalnız Almanya’da hüküm-ferma olmayıp aynı zamanda bu memlekette de te’sirat-ı müdhişesini bütün kuvvetiyle icra ediyordu. Harbiye ve bahriye nezaretindeki Alman ümera ve zabitanı her tarafa ve karargahlara harb meydanlarına denizlere karalara memalik-i Osmaniyye’nin etraf ve cevanib-i erba’asına yayılarak her şeyi ellerinde bulunduruyorlardı. Payitahtımızdaki nezaretlerin cümlesinde müstahdem bulunan asker ve sivil Almanlar her şeyi her siyaseti her menfa’ati kendi siyaset-i askeriyyeleri için isti’mal etmekte zerre kadar kusur etmezlerdi. Bu suretle memleketimizdeki nezaretlerin cümlesi ehemmiyet ve fa’aliyetten düştüler. Harb esnasında her nezaretten ziyade hal-i fa’aliyette bulunması lazım gelen Hariciye Nezareti’mizin de bir cism-i bi-ruh mesabesinde kalmasına yine bu siyaset-i askeriyye sebeb olmuştu. Ötede beride bulunan sefirlerimizin bilcümle vezaif ve salahiyetleri alınıp ateşemiliterlere tevdi’ ve tevzi’ olundu. Şarkta ve garbda müdhiş vekayi’ zuhur ettiği sırada mezkur vekayi’e karşı diplomasi tedbirler ittihazı zaruri iken Hariciye Nezareti’mizin hiç bir şeyden haberi yoğidi. Ara sıra Harbiye Nezareti’nin Misal olarak İran hadisatını kari’lerimizin hatırına getirebiliriz. Esasen oradaki sefirimizin –tevatür derecesinde olan kifayetsizliği şöyle dursun– Osmanlı ve Alman siyaset-i askeriyesinin yaptığı hatalar neticesinde Osmanlı-İran muhadenet-i sabıka ve lahikasını alt üst etmeye ba’is oldu. tığı bu hatalar diyebilirim ki alem-i İslam’ı İngiliz kucağına atmıştır. Bunu icab ederse öyle vesaik-i resmiyye ile isbat ederim ki Hariciye Nezareti’miz bile aksini iddi’a edemez. Fakat şimdilik saded ve mevzu’ haricine çıkmak istemiyorum. Ara yerde hayat-ı İslamiyye mani’ olmasıydı bugün tik. Hasılı garbda ve şarkta bu kılıç siyaset-i müdhişesinin menbaı menşei hep Alman siyaset-i askeriyyesinden başka bir şey değildir. Şüphesiz böyle ale’l-amya zoraki bir siyasetin neticesi sukut ve hüsrandan başka bir şey olamaz. Şimdi hakşinasane ve munsifane olarak –acı ve elim olsa bile– i’tiraf etmeliyiz. Osmanlı ve Alman milletlerinin gösterdikleri me’asir-i kahramananeye rağmen rical-i hükumetinin siyasetteki acemilikleri yüzünden muharebeyi gaib ettiler ve bugünkü eyyam-ı meş’umeyi kendi unf u cehaletleriyle hazırlamış oldular. Kendi düşen ağlamaz! O hükumetler o rical hepsi bugün sukut edip gittiler. Fakat ne faide ki kahraman milletlerinin o harikulade mesa’ileri de heder olup gitti! KAŞGAR KIT’A-I İSLAMIYYESI VE YAKUB HAN Amerika Reisicumhuru Wilson’un prensiplerine göre Çin hükumetinden ayrılıp başlı başına idare olunması lazım gelen Kaşgar kıt’a-i İslamiyyesi hakkında biraz ma’lumat vermek ve meşhur “Atalık Gazi Yakub Han” zamanında geçen vukuat ile han-ı müşarun-ileyhin Makam-ı Hilafet-i Kaşgar kıt’a-i İslamiyyesi hakkında vereceğimiz ma’lumat-ı tarihiyye yalnız bu nam ile zikr olunan şehir hakkında olmayıp Yakub Han’ın en sonra zabt ile hükumet sürdüğü memalikten ibaret bir kıt’adır. Yakında inşaallah haritasını da neşr edeceğiz. Kaşgar kıt’a-i İslamiyyesi şimalen Sibirya Kolca ve Hokand şarkan Çin cenuben Hindistan Afganistan ve yine Çin garben Türkistan yani Harezm ve Maveraünnehr ile mahdud bulunmaktadır. Ahalisi sonradan memlekete gelen Çinlilerden ma’ada umumen müslüman olup bunlardan Çağataylılar Hanefiyyü’l-mezheb Durganiler Şafi’i’l-mezhebdirler. Kıt’a-i mezkurede bulunan başlıca akvam-ı Türkiyye şunlardır: Çağataylı Durgani Dolan Kırgız Kıpçak Kalmuk Lop Göllü ve Çinliler bunlardan başka Türkistan Hindistan Afganistan ve mücavir bulunduğu memalikten dahi birçok ahali yerlilere karışmış ve oranın ahalisi sırasına geçmiştir. Kıt’a-i mezkurede mütemekkin olan tavaif-i muhtelifenin mecmu’u dört buçuk beş milyon arasındadır. Gerçi buranın vüs’atine nazaran bu kadar nüfus pek az ise de asırlarca devam eden ihtilaller dahili muharebeler ve muhaceretlerden dolayı pek çok ahali telef ve zayi’ olarak şimdiki dereceyi bulmuştur. El-yevm birçok mahalleri ahaliden hali bulunmaktadır. Lisan-ı umumi Türkçe’dir. İşte Yakub Han bu kadar ahali üzerinde icra-yı hükumet etmiştir. Burada Kaşgar kıt’a-i İslamiyyesi’nin yalnız Yakub Han zamanına ait vekayiinden bahs edeceğim cihetle doğrudan doğruya sadede giriyorum. tarihinde Kaşgar şehrini Çinlilerden zabt etmiş olan bu civarda sakin Kırgız kabaili reisi Sıddık Bey kendisinin burada icra-yı hükumet edemeyeceğini anlamakla yakın akrabasından olup Hokand şehrinde ikamet etmekte olan Büzürk Han’a terk-i hükumete karar verdi. Bunun üzerine makam-ı emarete iclas kılınmak üzere Büzürk Han’ın gönderilmesi ricası hakkında yazdığı name-i mahsus ile Durğan zadeganından bir zatı senesi evahirinde Hokand Hükümdarı Alem Kulu Han’a sefaretle irsal eyledi. Kaşgar Sefiri Hokand Şehri’nde Alem Kulu Han’ın huzuruna kabul olunup name-i mahsusu takdim ve keyfiyeti şifahen dahi arz ve tefhim eyledi. Sefirin ricası Büzürk Han’ın da muvafakatı üzerine ma’iyyetine bir mikdar asker tefrik olunarak Kaşgar Şehri’ne i’zam olundu. İşte “Atalık Gazi Yakub Han” ki o zaman Yakub Bey diye yad ediliyordu. Bu asker üzerine Bahadır Başı yani Miralay nasb olunmuş idi. Büzürk Han senesi ibtidasında Kaşgar Şehri’ne vasıl ve makam-ı hükumete calis oldu. Sıddık Bey Büzürk Han’ın ricası üzerine muvakkat bir müddet için şehr-i mezkurda kalarak vezaret-i ula makamına geçti ve Yakub Bey ise hidemat-ı askeriyye ile iştigal etmeye başladı yani Büzürk Han’ın seraskeri oldu. Yakub Bey fıtraten gayet zeki ve fa’al bir zat olup yanında Sıddık Bey’in bulunması hem kendisinin tefeyyüz ve terakkısine mani’ hem de Kaşgar hükumetinin bir küçük daire içinde sıkışıp arası çok geçmeden izmihlale uğramasını ba’is olacağını anlamış ve bunun üzerine Büzürk Han’ı bir vesile ile Sıddık Bey’den tenfire muvaffak olmuştu. Sıddık Bey korkarak hafiyyen Hokand Şehri’ne firar eyledi. Mir-i muma-ileyhin firarı istirdad-ı saltanata kıyam için olduğu Büzürk Han Yakub Bey’den başka ortada akıl ve müdebbir adam görmeyince hakkında olan emniyet ve i’timadını bir kat daha tezyid ile beraber müşarun-ileyhi taltif etti ve Sıddık Bey’in rütbesi olan vezaret-i ula makamını tevcih ve bilcümle umur ve mesalihi ve kaffe-i emval ve emlak ve hazainini yed-i idaresine tevdi’ eyledi. Yakub Bey ise elinde olan iktidar ve hazaini kendisi için pek güzel bir surette minnetdar edip taraftarlarını çoğalttı. Bu esnada Yarkend şehri hakimlerinden İshak Hoca tarafından sefaretle iki zat Kaşgar şehrine gelerek Büzürk Han’ın huzuruna çıktılar ve Yarkend beylerinin arasındaki nifakı ber-taraf ile ittihad etmeleri hakkında bir nasihatname yazıp gönderilmesini rica ve istirham eylediler. Büzürk Han rüesa-yı kavim arasında ihtilafın zuhuru hükumetin inkırazını müeddi olacağına dair bir nasihatname tastir ederek Yakub Bey kumandasında kişilik bir kuvvetle Yarkend Şehri’ne gönderdi. Yakub Bey nameyi emirlere verdi. Fakat bunların her biri ittihad değil bilakis ayrı ayrı icra-yı hükumet etmek istediklerinden iyi bir netice vermedi. Yakub Bey bu hali görünce “Madem ki burada bir kaç emir vardır” bir tanesi de ben olayım. Bir emir daha ziyade olmakla ne olur? Dedi. Bunun üzerine emirler aralarındaki ihtilafı ber-taraf ile Yakub Bey aleyhinde muharebeye karar verdiler. Yakub Bey derhal Yarkend Şehri’nden çıkıp muharebeye hazırlandı. Yakub Bey’in askeri Yarkend askerinin kesretine dayanamayıp mecbur-ı firar oldular. Yakub Bey de bakiyyetü’s-süyuf askeri ile Kaşgar Şehri’ne doğru ric’at etti. Büzürk Han mir-i muma-ileyhin Yarkend’de beylik da’vasında bulunduğunu ve mağlub olarak meydan-ı muharebeden firar ettiğini haber alınca “Uyuyan düşmanı vakitsiz ayağa kaldırdı. Yarkendliler bu hareketi benden zan ederler” diyerek Yakub Bey’i i’dam etmeye karar verdi. Fakat Yakub Bey vaktiyle kendi adamları vasıtasıyla bu haberi aldı. Kaşgar Şehri etrafındaki İslam köyleri ahalisinden kişi cem’ ile Çinlilerin elinde bulunan Yenihisar Şehri’ni taht-ı muhasaraya aldı. Bu haber Kaşgar şehrinde işitilir işitilmez kişi firar kain Kızıl Dağ’daki Kıpçaklardan bir taifenin reisi olan Boğça Berdar nam zat kişilik taifesiyle Yakub Bey’e arz-ı hizmet ve ita’at edince iş büyüdü. kişilik bir kuvvete sahib olan Yakub Bey Yenihisar şehrini Çinlilerden zabta muvaffak oldu ve burada i’lan-ı istiklal eyledi. senesi sonlarında Kaşgar şehrine bir hücum icra etti. Büzürk Han ekseriyyetin Yakub Bey lehinde olduğunu görünce mukavemet edemeyeceğini anlamış şehri teslim ve makam-ı emareti de kendisine terk eylemiştir. Yakub Bey Kaşgar şehrini zabt eder etmez teşkil etmiş olduğu hükumet-i İslamiyye’nin merkez-i idaresini derhal buraya nakl ederek payitaht-ı saltanat ittihaz eyledi. Yakub Bey ahaliye karşı büyüklük göstermek ve herkesi kendisine tarafdar etmek için Büzürk Han’a veziria’zam rütbesini tevcih eyledi. Biraz zaman mururundan sonra Büzürk Han’ın memlekette fesad çıkarmakla meşgul olduğunu ileri sürerek müşarun-ileyhi azl eyledi. Ve Büzürk Han umur-ı hükumeti rü’yete muktedir değildir. Bir köşede oturup ibadet eylesin diyerek yanına iki hoca terfik ile beraber bir mahalde daimi surette ikamet etmesini emr etti. tarihinde yine Kıpçak kabailine mensub kişi Kaşgar şehrine gelerek Yakub Bey’e arz-ı ita’at eylediler. Bunların başında Taşkend şehrinin eski Hakimi Mirza Ahmed Kuş Beyi Taşkend askeri Kumandanı Bey Muhammed ve buralarca ma’ruf ümera-yı askeriyyeden Hak Kulu Binbaşı var idi ki bunlardan Mirza Ahmed Kuş Bey’i Yakub Bey başvezaret makamına geçirdi. Büzürk Han ile Sıddık Bey rahat durmayarak el altından muhabere ile günün birinde memlekette ihtilal çıkardılar. Yakub Beyle bir çok muharebelerden sonra naçar kalıp teslim olunca Yakub Bey Büzürk Hanı huzuruna celb ile “Seni şimdi i’dam ettirir idim. Fakat ceddine bağışladım. Artık bundan sonra senin buralarda oturmaklığın uyamaz. Mekke-i mükerremeye göndereyim” diyerek Hindistan tarikiyle canib-i Hicaz’a gönderdi. Sıddık Beyi de zindana attı. Bir müddet sonra Sıddık Bey hapisde vefat etmişti. HATT-I HÜMAYUN SURET-İ MÜNIFESİ Vezir-i me’ali-semirim Tevfik Paşa olan vukuf ve tecaribinize ve i’timad-ı ammeye mazhariyetinize binaen mesned-i Sadaret uhde-i reviyyetinize ve makam-ı meşihat-ı İslamiyye dahi Darü’l-Hikmeti’l-İslamiyye a’zasından Haydari-zade İbrahim Efendi uhdesine tevcih kılınmış ve Kanun-ı Esasi’nin . maddesi mucebince teşkil eylediğiniz heyet-i cedide-i vükela tasdikimize iktiran etmiştir. Düvel-i İ’tilafiyye ile ahiren akd eylediğimiz mütareke hal-i harbe nihayet vermesiyle memleketimiz için kanuni ve meşruti bir idare-i muntazama zamanı hulul etmiş olduğundan ahval-i harbiyyenin tevlid eylediği gayr-i kanuni ve gayr-i tabi’i muamelatın seri’an izalesiyle mülkümüzün her cihetinde ahkam-ı şer’iyye ve kanuniyyenin fi’len ve tamamen tatbik ve icrası ve sunuf-ı ahalimiz arasında ahenk ve vifak ve ittihadın te’min ve tevsikıyle asar-ı nifak ve şikak kamilen ortadan kaldırılarak bilumum ahalimizin bugün yek-dil ve yek-cihet olarak vatanımızın selamet ve saadetine hasr-ı mesa’i eylemeleri esbab ve vesailinin istikmali ve mu’amelat-ı hükumetin dahilen ve haricen emniyet ve takririyle ihlal-i sükun ve intizama tesaddi edenlerin bilaifate-i vakit kanun dairesinde men’i ahval-i hazırada evvel be-evvel icrası muktezi hususat-ı mühimmeden olduğundan Hey’et-i Vükelamızla bi’l-ittihad bu cihetlerin te’min-i tatbikatına son derecede i’tina kılınması hasafetinizden muntazardır. Hemen Cenab-ı muvaffıkü’l-umur tevfikat-ı Samedaniyyesine mazhar buyursun amin. Bi-hürmeti seyyidi’l-mürselin Kur’an -ı Hakim mezahir-i takva Buna erkan-ı takva da diyebilirizdan dördüncüsünü bize beyan kasdıyla diyor. Ma’lumdur ki Muhammed aleyhisselatü vesselama indirilmiş olan kitab Kur’an-ı Kerim bundan evvelkilere nazil olan da Cenab-ı Hakk’ın inzar ve tebşir vazifesiyle göndermiş olduğu peygamberan-ı izama vahiy tarikiyle tenzil ettiği kütüb-i semaviyyedir. Kütüb-i münzele-i mütekaddimeye nass-ı sarih şeklinde gösteren şu ayet-i kerimedir: Cenab-ı Hakk’ın peygamberlerine teklif-i ilahi ile müslümanlar üzerine vacibdir. Ancak farz-ı ayn olan iman icmali olup iman-ı tafsili farz-ı kifayedir ki efrad-ı ümmetten bazılarının ifasıyla diğerlerinden sakıt olur. ve meşakkate badi olurdu. Din-i İslam ise mantuk-ı münifince yüsr ü suhulet esasları üzerine mebnidir. Devvani dine karşı huseması tarafından irad edilen şüpheleri olanları irşada iktidar hasıl edecek derecede delail-i usuliyyeye vukuf farz-ı kifaye olduğunu söylüyor. Bizde deriz ki: müslümanlar gerek bu son asırlarda gerek a’sar-ı salifede büyük büyük günahlara girmişlerdir. Onlar bu farizayı mahfuz bulundurmak akayid-i İslamiyyeye istilakarane bir tarzda her tarafdan hücum eden tufan-ı bid’at ve şübühatın önüne geçebilmek için ellerinde bir silah bulundurmaya ihtiyac görmemişlerdir. Belki de onlar kitablar dolusu vücuda getirdikleri ve bu uğurda nakdine-i hayatlarını tükettikleri münakaşat-ı cedeliyye ve mübahasat-ı sanaiyyeyi dinin muhat olduğu bunca muhataratın izalesi için kafi ve vafi görüyor. Fakat doğrusunu söylemek lazım gelirse te’yid-i din namına ortaya konulan o gibi hücec ve berahin insana kana’at-i kat’iyye hasıl ettirecek mevcud olan yakın-i diniyi rüsuh-pezir kılacak şeyler değildir. Müdafa’a-i din namına mücahedata girişen bu gibi zevat bu yoldaki mesailerini yalnız Kur’an -ı hakimden ve onun gayet sağlam esaslara etseler halkı tenvir ve irşad hususunda yalnız Kur’an’ın ruhundan istimdad mesleğini tutsalardı rehberlik ettikleri biçare halkı o içinden çıkılmaz girivelere götürmüş efkar-ı camidelerinin tesir-i şeametiyle bir takım kimselerin dinden nefret etmelerine meydan vermiş olmazlar idi. müslümanlar Cenab-ı Hakk’ın rusül-i kiramına inzal eylediği kitabların kaffesine iman etmekle mükelleftirler. Çünkü her ne kadar bunların muhteviyatı ber-vech-i tafsil bize vasıl olmamış olsa da şurası muhakkaktır ki her biri esbab-ı hidayet ve vesail-i saadeti bütün enva’ıyla mutazammın olmak hususunda Resul-i zi-şan efendimize nazil olan kitab-ı kerimin aynıdır. Din-i ilahi her ümmette aynı mahiyette olup unsur hal zaman mekan i’tibariyle akvam arasında mevcud olan tehalüfün bunun usul ve erkan-ı esasiyyesi üzerinde hiçbir tesiri yoktur. Ümmetlerin şerait-i mevcudiyyetlerinin değişmesiyle değişen bir şey varsa o da enva’-ı mu’amelat ve suver-i ibadata ait ahkam-ı fer’iyyedir. “ İhlas ve ita’at yüzlerinizi şark ve garb caniblerine çevirmeniz değildir. Hakıkı bir Başmuharrir ler namaz kılıp zekat verenler mu’ahede ederlerse ahidlerine vefa eyleyenler şiddet ve zaruret hengamlarında hiddet ve gazab eyledikleri zamanlarda sabr u sekinet gösterenlerdir. Onlar imanlarında sadık ve tam ma’nasıyla müttakıdirler.” Nazm-ı kerimi de bu hakıkati müeyyiddir. Resul aleyhisselam hak ve hakıkati teslim ve te’yid halkı bu iki vesile-i felah ve sa’adete tevessüle da’vet vazifesiyle gönderilmiştir. Bu vazifenin icabatına nazaran bir hakkı batıl bir batılı hak göstermesi bir nebinin nübüvvetini inkar etmesi güzeli çirkin çirkini güzel görmesi imkan dahilinde değildir. O mürşid-i alim Allah’a meleklerine kitablarına peygamberlerine iman etmiş olduğunu avaz-ı bülend ile kainata i’lan etmiş din-i İbrahim’e ittiba’a memur olduğunu ve Allah’a meleklerine kütüb ve rusülüne yevm-i ahire kendine vahiy tarikiyle canib-i akdesden telkin edildiğini haber vermiştir. Risalet-i Muhammediyye’nin bu gibi esasatı nazar-ı dikkate alınınca anlaşılır ki risalet-meab sav efendimiz alem-i beşeriyyete mahiyeten şera’i-i salifeden farklı bir şeri’at ithaf etmemiş belki vazife-i belağ ve irşadı enbiya-yı salifenin vahy-i ilahi ile neşr ü telkin edegeldikleri hak ve hakıkati te’yid ve i’ladan ibaret bulunmuştur. Demek oluyor ki İslam şera’i-i sabıkaya iman ile mükellefiyeti muvafık bir meslek ta’kıb etmektedir. Çünkü bu teklif beşeriyyete kavanin-i mukarrere-i ilahiyeye imtisal etmek fezail ve kemalat-ı milliyyeye dört el ile sarılmak gibi bir gaye-i mes’ude te’min etmekte olup din-i İbrahim din-i Musa din-i İsa aleyhimüsselamdan herhangi birinin bu gayeye tecelligah olmasında hiçbir fark yoktur. Yalnız şu ciheti ihtar edelim ki bu sözden maksadımız enbiya-yı müşarun-ileyhimin telamizi taraflarından ortaya konulan ve mensub oldukları peygamberlere mensubiyeti tahakkuk edemeyen kitabların da aynı hasaisi cami’ olduklarını lar münzel min-indillah olmak şöyle dursun; bilakis ekserisi guna gun efsaneler bid’atlerle mala-maldır. Bunların gerek Cenab-ı Hakk’a gerek rusül-i kiramına isnad ettiği öyle evsaf ve ahval vardır ki fıtrat-ı insaniyye ve kava’id-i akliyye bedaheten bunların muhal olduğuna hüküm etmektedir. Ve bundan dolayıdır ki bu gibi asar-ı diniyyeye i’timad ve muhteviyatını düsturü’l-amel ittihaz değil hatta kava’id-i selime-i akliyyeye tevafuk etmedikçe sıhhatlerini i’tiraf etmek bile caiz değildir. Bu kitablar İslam aleminde bir takım vazza’ların risalet-meab efendimize isnad ettikleri türlü türlü ekazib ve müftereyatı havi vücuda getirdikleri eserlere benzerler. Bu kabil asar-ı mevzu’anın sahibleri eserlerine derc ettikleri asar-ı medsuse ile guya milel-i saire erbabını daire-i etmiş olmak fikr-i sakımine tebe’iyet etmişler hayfa ki “ Kim amden benim ağzımdan yalan uydurursa cehennem ateşi içinde kendine yer beğensin” hadis-i şerifinin hidayet ve irşad maksadıyla da olsa irtikab-ı kizb edenlere karşı ne büyük bir tehdid teşkil ettiğini hiç düşünmemişlerdir. rah-ı hidayeti göstermiş olan risalet-meab sallallahü aleyhi vesellem efendimizin nazarları semt-i İslam’a celbe kalbleri vesait-i tergıbiyye ve terhibiyye ile istimaleye ne ihtiyacı vardı ki bu gibi makasıdın meşru’iyyetine hükm edilebilsin. İşte kitab-ı kerim halka va’z ve irşad emelinde olanlar için onun safahat-ı ayatı na-kabil-i nefad birer menba’-ı ilham teşkil eder. Ümmetler arasında yalnız müslümanlar böyle bir külfet-i diniyyeye ya’ni kendi kitablarından ve peygamberlerinden ma’ada diğer kitablara ve peygamberlere iman mükellefiyetine ma’ruz bulunuyorlarsa bunun hikmeti meydandadır. Çünkü onlar hatemü’l-enbiya ve rusül olan zat-ı pake tebe’iyet etmiş oldukları için onun tabi’ olduğu te’alim ve tekalife te’sis ettiği sünnetlere bi-aynihi imtisal mecburiyetindedirler. Maamafih şurası da der-hatır edilmelidir ki onların taraf-ı hikmet ve maslahattan ari sırf bir emr-i te’abbüdi değildir. Bundaki hikmet bu kitabların bir takım adab ve mekarim-i ahlakı amilleri için saadet-i dareyni kafil kava’id ve ahkamı mutazammın bulunmasıdır. Mecmu’-ı rusüle iman Cenab-ı Hakk’ın en güzide kulları en mümtaz mahluklarıdırlar. Kudret-i fatıra o mukaddes vücudları şevaib-i ayb ve noksandan münezzeh yaratmış kendilerine kitab-ı ledünden dilediği kadar telkın-i feyz ü kemal ettikten sonra halka hidayet yollarını göstermek mehalik-i dalalden kurtarmak lara binaen kava’id-i külliye-i İslamiyye’den biri de evvel gelen peygamberlere ait şeri’atlerin taraf-ı risaletten feshi mutazammın bir eser varid olmadıkça bizim için de birer şeri’atten olmasıdır. Ve şüphesizdir ki ümem-i salifenin zulm ü inadlarının cezası olarak canib-i ilahiden mükellef tutuldukları vezaif-i şakka-i te’abbüdiyyenin mühim bir kısmını “ Din-i Yehud’a salik olanların zulümlerinden Allah yolundan halkı alakoyduklarından nehy edildikleri halde riba aldıklarından na-hak yere halkın mallarını yediklerinden dolayı evvelce helal olan bir takım erzak-ı tayyibeyi kendilerine haram kıldık” Yahudiler zulüm ve te’addilerinin mahkum idiler. Ta ki o ümmetinin saadet ve refah-ı haline son derece haris ve mütehalik etba’ı hakkında gayetü’l-gaye rahim ve müşfik olan Nebiyy-i Ahiri’z-zaman geldi de tayyibatı kendilerine helal kıldı. O bar-ı sakıl-i imtihan ve Evet tayyibatın kaffesinden müstedif olmak yalnız müslümanlara has bir müsa’ade-i diniyyedir. Buna da sebeb şuun-ı vicdaniyyede rehberleri hak ve hakıkat usul-i i’tikadiyyede mizanları akl-ı selim olmasıdır. Milel-i saire erbabına nisbetle müslüman vicdanının inad ve istikbar şaibesinden uzak kalmasına ahval-i vicdaniyesinde bu iki rükn-i rekine Vaki’ada hak ve hakıkate inkıyad hususunda müslümanlar nerede Yehudilerle hıristiyanlar nerede. Yehudiler ki Mesih aleyhisselam kendilerine mekarim-i ahlak ithaf etmiş nefayis-i i’tikadiyat ile tezyin-i vicdanlarına çalışmıştı. Asırların üzerlerine kat kat yığmış olduğu zulümat-ı küfr ü muhtac bir kavim kendileri olduğu halde ona iman etmediler. Hıristiyanlar da bu hususda onlardan aşağı değillerdir. Onlar da biliyorlardı ki İncil ahkam serd etmek haram ve helali bildirmek için gelmemiştir; o mensubinine adab-ı kerime ahlak-ı aliyye telkın eden bir mecmu’a-i emsal ve meva’izdir. Mu’amelata aid ahkamı Tevrat’a ihale etmekte olup Tevrat’da ise pek az ahkam-ı te’amüliyye vardır. İşte onlar hep bunları bildikleri halde nübüvvet-i Muhammediyyeyi akıl ve hikmetten mülhem hiç bir delil ve hüccete da’vet-i Muhammediyye’nin işrakat-ı alem-arasına karşı dide-i basiretlerine setre-i ama çeken şey ise o kökleşmiş bağy ü inadları idi. Hıristiyanlar vaktiyle kabul-i İslam etmiş olaydılar şuun-ı hayatiyyelerini tanzim için geçirdikleri bir çok tecrübe devrelerini müte’akib karşılaştıkları zaruretler ahkamına serfüru etmek mecburiyetinde kalmazlardı aradıkları esbab-ı hidayet ve saadete vusul için mübareze-i hadisat külfet ve meşakkatleriyle bi-tab ü bi-mecal düşmezler idi. Evet görüyoruz ki onlar kavanin-i vaz’iyyelerinde kadınları asırlarca hukuk-ı medeniyyesinden mahrum ettikten sonra nihayetü’l-emr bu hukuku i’taya mecbur oluyorlar. Görüyoruz ki hayat-ı ictima’iyyenin tezahürat-ı guna gunu onları ibaha-i talak esasını kabul ve bunun suver-i tatbikiyyesince tekamül-i tedriciye sevk ediyor. Görüyoruz ki memleketlerinde re’aya üzerine tarh ettikleri enva’-ı tekalif ile şer’-i enverin zekat hakkındaki nokta-i nazarına yaklaşıyorlar. Efradın emval-i makulesinden hayvanatından dükkanındaki sermaye-i ticarisinden hanesindeki malından türlü türlü vergiler alıyorlar. Avrupa ahvaline vakıf olanlar tarz-ı terakkiyatını tedkık edenler onun her geçen gün için birkaç hatve İslam’a yaklaşmakta olduğunu takdir ederler. Kavanin ve ahkamında tecrübeyi rehber ittihaz etmiş olan Avrupa tarik-i terakkıde aheste aheste yürüyüp gidiyor: Ahalisi ahval ve mu’amelatında mütemadi edvar ve etvar geçiriyor. Avrupalılar İslam’a ayn-ı rıza ile baksalar usul ve mebadisini taharri-i hakıkate ma’tuf bir nigah-ı im’an ile tedkık ve tefahhus etselerdi tarik-i tekamülde çekilen bunca mihnet ve meşakkatlerin icra edilen tecrübelerin hiç birine lüzum ve mahal kalmaz mahiyet-i İslam’a in’itaf edecek samimi bir nazra-i i’tibar ve insaf kendilerini dareynde felah ve saadet gayesine isale kifayet eder idi. Avrupalıların nübüvvet-i Muhammediyyeyi inkar hususunda bu derece ısrar etmelerinin sebebini insan bir türlü anlamıyor. O Nebiyy-i güzin ki sözüyle ne bir ilah ne de bir cüz-i ilah olmadığını i’tiraf ediyor ve kendinin bir Resul-i fıtri olduğunu gösteriyor; hudud-ı risaleti inzar ve tebşirden reh-i rastı göstermeden harice çıkamayacağını aleme i’lan ediyor; berahin-i bahire-i risaleti karşısında leri insafa getirmek için okuyacağı Kitab-ı kerime sade bir kulak vermelerini kafi görüyor. Çünkü o okuyacağı Kitab-ı mukaddesin taleb-i rahmet ve müştak-ı hidayet olanların tatmin-i amaline kafi olduğundan emin bulunuyor. Ahlak-ı İslamiyyeden teferru’ eden ictima’i mebde’ hem hem de tefevvuk-ı şahsiye hürmet esasına istinad etmek mecburiyetindedir. ferdlerden müteşekkildir ki ali mutavassıt avam olmak üzere üç tabakaya inkısam eden bu efradın vazife-i ahlakıyyeleri mümkün olduğu kadar fazla hürriyete kesb-i istihkak ile mütena’im olmaktır. Ancak insan kendi hürriyetini başkalarının hürriyetine hürmet şartıyla muhafaza edebileceğinden ve bu hürmet-i mütekabile ve müştereke eşhas arasındaki müsavatı te’sis ve riyet ve müsavatını müdafa’a ve tevsi’ etmek mecburiyet-i kahiresi altında bulunmak hususunda aynıyla ferd gibidir. Bu menfa’at-i amme ile bu mecburiyet-i ammenin tezahürü zuddan nasıl olup da ictima’i te’azudun meydana geldiği bu suretle izah edilmiş olur. Bir müslümanın hürriyet ve müsavatı der’uhde etmiş olduğu tekemmül mecburiyetinin neticesi olmasına nazaran kendisinin mütena’im olacağı hürriyet ve müsavatın derecesi cem’iyyet-i İslamiyyeyi teşkil eden efradın varabileceği tekemmül-i ahlakı ve ruhaninin derecesine göre ta’ayyün etmek lazım geleceği pek tabi’i bir şeydir. Binaenaleyh cem’iyyetin umumi olan seviyye-i ahlakiyye ve ruhaniyyesi ne kadar yüksek ise hürriyet ve müsavatı da refah ve saadeti de o nisbette mükemmel olur; bilakis bu seviye ne derecelerde alçak ise cem’iyetin gerek hürriyet ve müsavatı gerek refah ve saadeti o mertebe nakıs kalır. Demek ki bir müslümanın hürriyetini kendi kusurundan kendi liyakatsizliğinden başka hiç bir kuvvet ne tahdid ne de tazyik edemez. Bu hürriyet ferdin kabiliyet-i tekemmüliyyesini ta’kıb etmek ve ona asla tekaddüm etmemek şartıyla na-mütenahi bir surette tevessü’ eder durur. Zira o kabiliyetin önüne geçtiği andan i’tibaren şayan-ı hürmet olmaktan ve bi’n-netice hakıkı tanılmaktan mahrum kalarak yalnız şeklini değiştirmiş bir istibdad olur çıkar. te’mini maksadıyla cema’at-i İslamiyye arasında neden dolayı siyasi ictima’i ihtilallerin asla vukuu görülmediğini ve görülemeyeceğini yukarıdaki temhidat bize pek güzel izah ediyor. ve mefhumat-ı İslamiyye’nin nisbetle daha yüksek bir tarzda efrad arasında mevcud olup zaten kendisi de onun mahsulü bulunan hürriyet müsavat ve te’azudun ancak daha ziyade teeyyüd ve tekellümüne medar olmak haysiyetiyle müessir olabilip başka suretle tesirini gösteremez. Kaldı ki cem’iyetin saadetini refahını te’min eden şey tefevvuk-i şahsiden ibaret olduğu için bilmukabele cem’iyyette ona karşı takdir hürmet muhabbet göstermekten geri duramayacağı gibi zimam-ı idaresini kemal-i i’timad ile onun eline tevdi’ eder. İşte bunun içindir ki cema’at-i İslamiyye arasında yüksek tabakalar demokrasiye aşağıdaki tabakalar ise aristokrasiye mütemayil bulunurlar. Yüksek tabakalar demokrattırlar: Zira za’iflerin hakkını müdafa’a ve içinde yaşadıkları cismani ruhani ahval ve şeraiti ıslah ederek saadet-i müştereke tahakkukunu te’min eden ancak onlardır. Aşağıdaki tabakalar aristokratik hissiyat beslerler şu i’tibar gördükleri tefevvuk-i şahsiyi hürmetlerle takdirlerle telakkı ederler. Cema’at-i İslamiyye içinde demokratik fezail ve evsafı muhterem tanıyanlar yüksek tabakadakiler olduğu gibi; aristokratik hissiyata hürmet edenler de aşağı tabakada bulunanlardır. Evvelkiler tefevvukun bizzat mümessili olup sonrakiler de namzedi müştakı olduktan başka bu tefevvuku olanca samimiyeti olanca zindegisi içinde besleyen gençleştiren muhafaza eden kurumaz bir menba’dır. bundan ibarettir. tima’iyatın te’sis etmiş olduğu tam ve daim ahenk ve tevazün sarahaten göstermektedir ki onun menşei bütün kainatın ahenk ve tevazününü te’min eden o teğayyür napezir hakıkat-i ezeliyyeden başka bir şey değildir. olduğu için kin rekabet husumet gibi hissiyatın hepsinden mu’arradır. Müslümanlık’ta hakimiyet-i siyasiyyede müessesat-ı siyasiyede te’azud-ı ictima’iyyeden çıkmış olmak i’tibariyle her ikisi bu te’azudun mümessilleridir. Binaenaleyh cem’iyyet-i ve ictima’iyat-ı İslamiyye’nin daima daha mükemmel bir surette tatbik olunmasını te’min maksad-ı münferidiyle vücuda gelir; hakimiyet-i siyasiyye ise o müessesatın her dem müteyakkız bulunan bir zahir ve müdafi’inden başka bir şey değildir. Onun için bu sonrakine ifasına da’vet edildiği vazifenin icab ettiği hak tamamıyla verilmiştir. Bu hakimiyete karşı kabulü zaruri olan inkıyadın derecesi de onun göreceği vazifenin ehemmiyetine üzerine alacağı mes’uliyetin azametine göre ta’ayyün eder. bütün hukuka malik olacak herkes kendisine ita’at-ı kamile mecburiyetinde bulunacak; bununla beraber onun da bütün ef’al ve harekatı en sıkı bir ihtimam en müşkilpesendane bir dikkat ile nazar-ı murakabeden geçirilecek. Zira içinde kendi selamet-i zatiyyesi de dahil olduğu halde bütün cem’iyetin selametinden mes’ul olan ancak odur. Bu mevki’-i müstesna onu cem’iyetin menafi’ine en muvafık surette idare şartıyla işgale ehliyeti olanlara bizzat cem’iyet tarafından verildiği gibi aksine kana’at hasıl olunca derhal yine o cem’iyet tarafından istirdad edilir. Bu i’tibar hükümdar ise ibraz-ı ehliyyet ettiği müddetçe bu hakimiyetin mümessili olmuş oluyor. Maamafih hükümdarın kendisi de şeri’ate ınkıyad etmek mecburiyetindedir. O şeri’at ki hakıkat-i külliyyenin beşere aid bulunan ve saadet-i ebediyyemizi te’min için Kadir-ı Mutlak tarafından Nebiyy-i muhteremi vasıtasıyla bizlere tebliğ edilen kısmıdır; işte hakimiyet-i milliyyeyi iradat-ı milliyyesinin bütün tezahüratında ilhamatına mazhar eden sevk ve idare eyleyen hep odur. Binaenaleyh İslam’ın serir-i hakimiyyeti her şeyden evvel şeri’atin sadık bir hizmetkarıdır. Bu hakimiyet hürriyet ve müsavat-ı şahsiyyeye gücü yettiği kadar hürmet etmek mecburiyet-i kat’iyyesinde bulunduğu gibi o hürriyet ve müsavatın neticesi olan te’azud-ı ictima’iyi de muhterem tanımakla mükellefdir. Bu vazife-i esasiyyeyi ifada kusur eden bir hakimiyet hem hakk-ı tefevvukunu hem meşru’iyetini gaib eder; zira te’azud-ı ictima’iyi temsil etmekten geri kalmış olur. Başkaca bu te’azudu bu vahdeti kırmakla kendi eliyle kendisine bir takım rakıbler muhasımlar ihdas etmiş olur ki az vakit sonra bunlar hem onu harab ederler hem de cem’iyyeti perişanlığa fevzaya doğru sürüklerler. Sözün kısası bu haldeki bir hakimiyet hakimiyet-i İslamiyye olmaktan çıkar. Ferdin hukukuna suret-i mutlakada hürmetle hakimiyete suret-i mutlakada hürmet. mebdei. – – Parlamentoca devre-i atiyyede tasdika iktiran ettirilecek olan kanun-ı cedide gelince bu kanunun esasını mevcud talak kanununda icrası mutasavver ıslahat esaslarını kararlaştırmak üzere parlamentoca teşkil edilen komisyonun verdiği rapor teşkil etmektedir. Islahat-ı mukarrerenin en mühim noktaları şu iki maddeden ibarettir: Talak İzdivac-ı şer’inin keen lem yekün i’tibar edilmesi. Raporda bu mektedir ki biz şurada bunları muhtasaran zikr etmek ve ahkam-ı şer’iyye ile aralarında bir mukayese yapmak istiyoruz. Evvela komisyon İskoçya Fransa Almanya Müttehide-i Amerika ve Nemse kanunlarına imtisalen zevc ile zevce arasında müsavatı yapacağı kanuna esas ittihaz etmiş ve bu esası kabul etmekle mes’elede ifrat cihetine gitmiştir. Çünkü kadın ile erkek arasında hilkatleri i’tibariyle mevcud olan tefavüt ve bu tefavütün teşrih fisyoloji ilmurruh nokta-i nazarlarından lunmakta ve erkeğin kadına nisbetle mümtaz bir mevki’de bulunduğuna hüküm verdirmektedir. Herhalde bu cihet parlamentoda şiddetli münakaşata bir zemin teşkil edecek ve iki fırkadan hangisinin hak kazanacağını vukuat bize gösterecektir. Şimdiki halde saha-i mübarezede karşı karşıya ahz-i mevki’ etmiş iki fırka vardır ki biri esas-ı müdde’ayatını tıbbi ruhi tabi’i berahine istinad ettirmekte diğeri ise böyle bir esasın bazı memalikte mevcud olmasından başka elinde bir hüccet bulunmaksızın sırf arzu-yı nefsaniye mümaşat fikriyle hareket etmektedir. Şurası da muhakkaktır ki cereyan-ı hadisat kanun-ı mezkuru müdafa’a edenlerin efkar ve nazariyatını te’yid edecek bir mahiyette değildir. Şeri’at-i İslamiyeye gelince o bu babda erkeğe bir hakk-ı rüchan bahş etmekle beraber fazilet-i zatiyyeye malik bir kadını da aynı hakka mazhar etmiş hatta ukde-i nikahın kendi elinde olmasını şart ittihaz etmiş olan bir kadına da bu hakkı vermiştir. Komisyon erkek ile kadın arasında talak hususunda müsavata karar vermekle şu esasatı kabul etmiş oluyor: Evvela gerek erkek gerek kadın yekdiğerin mesavisini neşr ü i’lan etmek uzun uzadıya da’valara birçok masraflar biri diğerini tatlik eylemek hakkını haizdir. Saniyen komisyon talakı birincisi zina ve hiyanet olmak üzere bir takım esbaba ta’lik etmektedir. Livata hayvana tekarrub mahremleriyle münasebet-i gayr-i meşru’a zina kaydı altında mündemicdir. Bu sebeb eski kanunda erkek hakkında mevcud olduğuna nazaran yeni kanunun yaptığı şey bunu kadına da teşmilden ibaret oluyor. Maamafih düşünülecek olursa bu kayd-ı zımninin ilavesi İngiltere’de talakın şuyuuna hizmet edecek bununla beraber fuhşun men’-i tevessü’ü hususunda maddi ve mühim bir tesir gösteremeyecektir. Şeri’at-ı mutahhara ise irtikab-ı zina eden erkek ve kadın için recm ukubetini kabul etmiş ve bununla sade talak ile iktifa yerine saha-i beşeriyyetten bu devha-i muzırrayı kökünden koparıp atmak gibi müessir bir gaye takıb eylemiştir. Esasen böyle bir hadise üzerine terettüb edecek mücazatın talaktan ibaret olması bazı ahvalde tarafeynden birini refikınden kurtulmak emeliyle kasden bu yolda harekete saik olması ihtimali vardır ki bu takdirde ta’yin edilen ceza fuhşun men’ ve tahdidine değil bilakis tevessü’ ve intişarına hizmet etmiş olur. gaybubet etmesi. Bu mes’elenin esası bazı mertebe tahrif ile şeri’at-i İslamiyye’den alınmıştır. Muvatta’da Cenab-ı Ömer bin el-Hattab’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Her hangi bir kadının zevci gaybubet eder ve kadın onun nerede olduğuna peyda-yı ıttıla’ edemezse dört sene intizar eder. Bilahare dört ay on gün iddet bekledikten sonra istediği kocaya varabilir.” Cenab-ı Osman ve Cenab-ı Ali’den de aynı mealde asar rivayet olunmaktadır. Bu mes’elede İmam Malik’in ictihadına göre kadın te’ehhül ettikten sonra ilk zevci zuhur ederse hakk-ı zevciyyet iddi’ası mesmu’ değildir. Akd-i izdivacdan evvel yetişip gelirse kadın onun hakkıdır. Görülüyor ki şeri’at-i İslamiyye diğer biriyle izdivac hakkını zevci gaib olup da nerede olduğunu bilemeyen kadına bahş etmektedir. Zevcin gaybubeti ise esir düşmesi muharebeye gitmesi turuk-ı muvasalanın inkıta’a uğraması gibi esbab-ı mücribeye müstenid bulunması ihtimali derkardır. Halbuki gaybubet edeni talaka mahkum ediyor. Kanunu vaz’ edenler İmam Malik’in İbni Şihab’dan rivayet ettiği şu ka’idenin tatbiki cihetine gideydiler maksad-ı teşri’i daha güzel te’min etmiş olurlar idi: Bir kimse te’ehhül eder ve adem-i iktidar ve saire ilcasıyla kadına takarrübe zarfında da imkan hasıl olamazsa def’an li’z-zarar araları tefrik edilir. Tabi’i bir illet ile ma’lul olan bir kimse hakkında lahık olan böyle bir hükm-i şer’inin haremini hanesinde mahbus bırakarak ağyar ile gönül eğlendirmek vicdansızlığını bir hareket tasavvur olunabilir mi? Kanunu vaz’ edenlerin diğer bir ka’ide-i şer’iyyeyi nazar-ı mülahazaya almamaları da cay-ı sual bir keyfiyettir. Ka’ide şudur: “Erkek haremini infaktan aciz kalırsa men’en li’z-zarar beynleri tefrik olunur” İmam Malik diyor ki: Böyle bir hal vuku’unda zevceyi zevcin istibdad ve tahakkümünden kurtarmak için kadı bu ka’ideyi isti’mal eder. Kezalik zevc mücerred infak hususunda tesadüf ettiği müşkilattan dolayı tagayyüb eder ve kadının hal-i malisi müddet-i medide tatbik hakkını haizdir. Düşünülecek olursa bahs ettiğimiz ahkam-ı şer’iyyenin ne ulvi bir hiss-i re’fet ve merhamet esasına ibtina ettiği anlaşılır. Zevcin zevcesini tatlik yahud hükm-i şer’i kuvvetiyle onu daire-i ita’ata celb edebilmesi zevcenin de ondan mesken ve nafaka taleb etmek hakkını haiz olması şer’-i enverin aynı fikr-i ma’delet ve re’fetle her iki tarafa bahş ettiği hukuk-ı mütekabile cümlesindendir. Talak babında şeri’at-i garranın nass-ı Kur’an’a müstenid olarak kabul etmiş olduğu diğer bir ka’ide var: “Erkek dört aydan fazla bir müddet haremine tekarrub etmemekle yemin ettiği takdirde dört ay beklenir hitam-ı müddette adem-i tekarrub fikrinde ısrar ettiği görülürse hakim kazaen beynlerini tefrik eder” Hareminin mesken ve nafakasını ta’ahhüd şartıla yanına uğramamak teşebbüsünde bulunan bir erkek hakkında şeri’at-i İslamiye’nin nokta-i nazarı bu merkezde olduğuna göre vezaif-i zevciyyetin hiç biriyle mukayyed olmaksızın haremini terk ve ihmal eden bir kimsenin hürriyet-i harekatını takyid edecek bir maddenin kabul ve tatbikine İngiliz erbab-ı teşri’inin kendilerini mecbur görmeleri icab etmez mi idi? adilesiyle ziya ve irfan devri namı verilen yirminci asırda memalik-i garbiyyenin en müterakkısi olan bir memleketin e’azım-ı mütefekkirini tarafından vaz’ ve tedvin edilen bir kanun arasındaki farkı bariz bir surette tecelli ettirmektedir. Üçüncü sebeb: Şerait-i kanuniyyesine tevafuk eden su-i mu’amele. Eski kanunun da ihtiva etmekte olduğu bu sebeb talakı icab eden esbabın en ziyade münafi-i akl ü hikmet olanıdır. Tedkık edilecek olursa bu madde zevc ve zevce arasında daha ziyade ihtilafat tevlid edecek aile esrarının mahkemelerde teşhirine sebeb olacak bir mahiyettedir. Aile münasebatı nokta-i nazarından bir takım netayic-i muzırra tevlid edebilmesi nokta-i nazarındandır ki İngiltere e’azım-ı erbab-ı teşri’i böyle bir kaydın mevcudiyeti aleyhinde bulunmakta birçok hakimler bu kaydın ilgası fikrinde ısrar göstermektedirler. Şeri’at-i İslamiye’ye gelince o bu derde tabayi’-i beşeriyeye gayet mülayim ve zevceynin menfa’atine cidden muvafık bir çare bulmuştur. Aralarında hüsn-i imtizac bulunmayan zevc ve zevceyi şeri’at başka bir aile ile bir hanede ikamete mecbur tutmaktadır. Böyle bir tedbir tabi’idir ki zevceynden her hangi birini hemhanesi olan komşulardan utanarak eza-yı diğere ba’is olacak halattan tevakkısini ve niza’ zuhurunda onların tavassutlarıyla esbab-ı niza’ın izalesini te’min eder. Zevc ile zevcenin mizac ve meşrebleri arasında bu gibi tedbirlerin bir te’sir ve faidesi olamayacak bir arada yaşamalarını gayr-i kabil bir raddeye isal edecek derece mübayenet bulunursa o zaman her ikisi “ Zevc ile zevce arasında adem-i mu’aşeret sebebiyle ayrılık vuku’undan korkarsanız zevc ailesinden bir hakem zevce ailesinden de ayrıca bir hakem gönderiniz. Hakemeyn hakıkı ıslah-ı beyn fikriyle hareket ederlerse Allah te’lif-i beyn etmelerine muvaffakiyet verir” nass-ı keriminin ta’yin ettiği ka’ide-i umumiyyeye müraca’at ederler. şöyle rivayet ediyor: Zevc ile zevce mabeynini tefrik yahud rabıta-i zevciyyetin devamıyla birlikte yaşamalarına hüküm etmek salahiyeti hakemeyne mevdu’dur. Onların bu babda müttefikan verecekleri hüküm tarafeynin izin ve tevkiline tevekkuf etmeksizin mahiyet-i kat’iyyeyi haizdir. Görülüyor ki bu usul eğer mümkün ise rabıta-i zevciyyeti bir vasıtadır. Fazla olarak tesviye-i ihtilaf veya tefrik-i beyn hususlarından hangi biri vuku’a gelse de bu usul dairesinde hareket mes’elenin halkın diline düşmeden daire-i mahremiyyette hal ve hasmini te’min eder ki aile esrarının beka-yı masuniyyeti nokta-i nazarından en büyük bir muvaffakiyettir. Komisyonda talak mesailinde i’ta-yı hüküm hak ve salahiyetini tabibin re’yine müraca’at etmesi şartıyla hakim-i vahide tefviz etmekle böyle bir gaye ta’kıb ediyorsa da şeri’at-ı İslamiyye’nin tarz-ı hareketi maslahata daha ziyade tevafuk etmektedir. Evvela ailelerin esrarı masun ve mektum kalmaktadır. Saniyen gerek zevc gerek zevce ihtilafa badi olan ve pek mahrem tutulması icab eden sebebleri teşrih ve izah hususunda hakim ile müşavir-i tıbbisinden ziyade karibi olan hakem huzurunda serbesti-i his eder. Dördüncü sebeb: Zevceynden birinin ateh ve cünuna mübtela olarak beş sene müddetle icra edilecek müdavatın kargir-i tesir olamaması. Bu şart ma’kul ve makbul olmakla beraber oldukça ağırdır. Münasib olan zevc-i aharın halini ve hayat-ı müstakbelini nazar-ı dikkate alarak tedavi müddetini iki veya üç seneye indirmektir. Hususen kadının müddet-i taravet ve letafeti pek kısa olduğu ve bu çağ geçtikten sonra izdivacına rağbet edenlerin kesb-i nedret edeceği düşünülürse taksir-i müddet mes’elesinin lüzum-ı mübrem tahtında olduğu kolaylıkla teslim edilir. Beşinci sebeb: Zevceynden birinin resmen vaki’ men’ ve etmemesi. Bu kayd ma’kuldür. Ta’yin edilen müddet son derece işrete mübtela her hangi bir şahsın hiçbir zarar ve meşakkat hissetmeksizin isti’mal-i müskirattan vazgeçebilmesi için tabi’i bu mühleti mutazammındır. Kariin-i kiram teslim ederler ki kanunun kabul ettiği bu kayd heyet-i ictima’iyyenin müskirat beliyyesinden kurtulması eder. Aynı zamanda kanun ibtila-yı sekri avamil-i talaktan addetmekle hürmetine kail olmuş ve içenlerin boynuna had ve kısas kılıcını yerleştirmiş olan şeri’at-ı Muhammediyye’nin ahkamına iyice yaklaşmıştır. Şeri’at-i İslamiyye gaile-i sekri esasından izale etmiş olduğu için bizde talak bahsinde böyle bir kaydın vücuduna ihtiyac bırakmamıştır. Altıncı sebeb: Zevceynden birinin haps-i müebbede mahkum olması. Böyle bir hal mahkumu terk-i hayat etmiş farz ettirebileceği için müstelzim-i talak olması icab-ı maslahata münafi addolunamaz. Maamafih bu kayıd da dolayısıyla ahkam-ı İslamiye’den muktebesdir. Yedinci sebeb: Kanun mehakim-i ibtidaiyyeye iki seneyi tecavüz etmemek şartıyla hak-ı tefrik bahş etmekte mahkeme-i aliyyeye de üç seneden fazla olmamak üzere bu hakkı vermektedir. Bu müsa’ade-i kanuniyye hakim-i şer’iye talak ve tefrik salahiyetini bahş etmekte olan nizamat-ı diniyyemize en mühim bir mukarenet mahiyetindedir. Şu kadar var ki ben müddetlerin ta’yin-i mikdarı ne gibi bir esas ve hikmete istinad ettirildiğine akıl erdirememekteyim. Bir de acaba bu tefrik-i kazai hengamında aradaki rabıta-i zevciyyet ne hal kesb edecek? Tarz-ı hayat ve mu’aşeret neden ibaret olacaktır! – – Bunlar şayan-ı hayret bir tarzda tanzim ve idare müzeyyen surette tertib edilmiş olan mektepleriyle maksadlarına hadim bir tuzak gibi tahsile haris ve heveskar çocuklar avlarlar. Ders programlarında milliyete müte’alilk bir şey bulunmadıktan ma’ada talebeyi kendi tarih-i millilerine gayr-i vakıf yetiştirdiklerine nazaran –o tarihi eğer yalandan muhalif-i şeref-i milliyet bir halde– göstermiyorlar ise mutlaka hiç okutmayarak geçiyorlar. Eğer o misyoner heyeti Amerikalı Nasraniyyesini; eğer İngiliz ise İngiltere Hıristiyanlığı tarihini sevdirmek ona hürmet ettirmek için o menakıbı cebri bir hale-i ziyadar içinde gibi enzara arz dimağa telkın ederler. Velhasıl bundan sonra talebenin yaşatıldığı muhit calib-i dikkattir. Öyle bir menhus muhit ki içinde bulunan talebeye memleketine karşı daimi ve tedrici bir i’timadsızlık hissi bile talebenin arkasını bırakmayarak her fırsattan bi’l-istifade ona daima filan müessese-i Nasraniyye’nin bizimkilere tefevvuk şu veya bu adet-i İslamiye’nin mezmumiyyetine ait şeyler söyler. Bunlar genç fikirler üzerine evvela eşya ve hadisatın ahlakı veya ictima’i tarz-ı tasavvur ve kabulünde Müslümanlığa revabıt ve an’anat-ı diniyyenin terk ve ihmali yüzünden tari olmuş bazı kabaih-i ictima’iyyeyi ortaya koyarak dinin esas düsturları olan akaidin boş ve vahi şeyler olduğuna ikna’ için sarf-ı mesa’i ederler. limleri gibi düşünüp din hakkında aynı hüküm ve tasavvura tabi’ olur. Bu sebebdendir ki “Kahire” Konferansı’nda: “Sırf dini olan tecrübelerde her ne kadar daha az muvaffak olundu mücehhez izdivac veya teaddüd-i zevcat yahud kadınların terbiyesi veya serbesti-i diniye dair müslümanların lisanından pek çok def’alar Hıristiyanlık hakkında fikir ve mutala’a Bunun en bariz misali bir def’a İstanbul’da görülmüştür. Bundan iki üç sene evvel “Rober Kolej”in bir tevzi’-i mükafat resminde müslüman bir şakirdin okuduğu nutkun etmiştir. Fakat misyonerlerin harekatı yalnız bu gizli mücadelelerle kalmayarak çok def’a doğrudan doğruya akaid-i İslamiyye’nin esasına hücum ederler. Atide zikr edeceğimiz vak’a bu hususda pek açık bir misaldir. Şöyle ki: Memalik-i Osmaniyye’deki misyoner mekteplerinden birinin ve ağleb-i kozmoğrafyaya müte’allik bir tecrübe-i fenniyyeden esassız ve kasdi bir münasebet getirerek küre-i masnu’a üzerine kuvvetli bir aydınlık aks ettirdiği esnada Müslümanlığın şerait-i esasiyyesiden olan oruç hakkında bazı memleketlerde tatbik olunamayacağı iddi’asıyla evamir-i ilahiyyeden olmadığını talebesine telkın etmiştir. Bu terbiye-i fikriyye sahasında kadınların kuvvet ve tesiri büsbütün başka bir hususiyet arz eder. İslamiyet’in ba’is-i sefaleti olan cehl-i umumi içinde haksızlıkla kapanıp kalmış gördüğü müslüman kadınların bu halini fırsat bilerek onları nihayetsiz bir meyl ü şefkatle mekteplerine cezb eder ve aileler içine kadınlığa müte’allik bir takım hüner ve san’atla teklifsizce girmeye muvaffak olurlar. O zavallı kadın şahsiyet-i ma’neviyye ve ictima’iyyesini layıkıyla muhafaza edebilecek bir tarz-ı hayatta yetiştirilmemiş olduğundan böyle bir tesire ma’ruz kalınca kolaylıkla onun kurbanı olur gider. Ya cahil yahud daha fenası kadının mevki’ini zahiren haiz-i ve gayr-i ciddi terbiyesini aldığı cihetle onun vaz’iyetiyle kendininkini mukayesede halini gayr-i kabil-i tahammül gören İslam kadını misyonerler için güzel bir avdır; işte halinin şarka ve İslamiyet’e ait olmayan her şey hakkında evvelce fikren muvafık hazırlanmış olmasıyla hocalarına cismen ve ruhan teslim-i nefs ederek selametini bunlarda arayacağı bedihidir. Müslümanlık’taki izdivac talak te’addüd-i zevcat ve kadının terbiyesi gibi şeylerin mezmumiyeti hakkında bir çok zemin-i mesail bulurlar. Git gide ahvale göre hep Hıristiyanlık ahlak ve irfanının İslamiyet’e faik olduğunu isbata çalışarak Müslümanlığın kadını adi bir dişi menzilesinde tutarak sebeb-i lüzumunu ancak erkekliğin hayvani ihtiyac ve arzularını teskin menzilesine indirdiğini yahud onu terakkiyat-ı ederler. Hülasa bunlar mukaddesattan hiçbir şey bırakmamaya ve her müslümanın ruhunun en derin yerinde sakladığı ve hayatına cihet-i istikamet tanıdığı en samimi ve en ruhi i’tikadatını lekelemeye çalışarak nihayetü’l-emr bu zavallı kurbanda dini ve milli her türlü an’ane ve adatı akl ü hikmete muğayir bir surette def’ ve tard etmek ahlaksızlığını tesbite muvaffak olurlar. Çin’de bu derece uzun boylu usullerle meşgul olmayarak fa’aliyetlerini ictima’i terakkiyat lehine isti’mal ederler bi’lfarz zadeganlık usulünün ilgası kadınların ta’lim ve terbiyesi olurlar. Bu hususda kana’at-ı bahş olacak misalleri haricde aramaya lüzum yoktur bir fikr-i mahsus hasıl etmek için Osmanlı ret ve fa’aliyetini ta’kıb ve tedkık etmek kifayet eder. Bu yolda yaptıkları şey ve gittikleri yolun esas mahiyeti Talebe-i Mesihiyye Cem’iyeti’nin hedef-i gayesi olan ve Hıristiyan olmayan diyarları bir batında tanassur ettirmek gayretini gütmekle hülasa edilen bir fikirdir. Bunların İstanbul’a verdikleri ehemmiyet-i mahsusayı takdir edebilmek için ise “Alman Şark Misyonerleri” müdürü Doktor Lepsiyus’un “ İslam Mecmuası ”na yazdığı bir makalesinin şu parçasını okumak kafidir: “Salib ile Hilal beynindeki cidal muhit-i dairesi üzerinde değil müstemlekatta değil Afrika yahud Asya-yı garbide değil fakat harekat ve fa’aliyet-i İslamiyye’nin Asya ve Afrika’ya intişar ettiği asıl merkezde yapılmalıdır. Kaffe-i ümem-i İslamiyye’nin nazar-ı sabiti Darülhilafe olan İstanbul üzerindedir. Eğer orada bir şey yapılmazsa başka yapılan şeyler de az çok heba olur.” Bunun içindir ki teşkilat-ı İnciliyye’nin en mühim ve kuvvetlisi olan “American Board” müessesesi hemen bütün mevcudiyetini Rumeli ile Anadolu ve Kürdistan’ın ve Suriye’nin din-i İncil’e sevkıne hasr eylemiştir. Yedi darülfünun talebeli kırk üç mekteb-i ali şakird mektep . talebe ve beş ruhban medarisini bu müessese idare eder. Beyrut Darülfünunu dahil olduğu halde Amerikalıların memalik-i Osmaniyye’de müessese-i ta’limiyyeleri vardır. Bundan başka “Türkiye ve Arabistan Misyonerliği” müessesesinin en mühimmi Musul’da olmak üzere Elcezire kıt’asında altı mektepleri mevcuddur. Fransızlar biri darülfünun ve mütebakısi mekatib-i aliyye ve taliyye ile ibtidai mektepler zükur ve inas için darüleytam nev’inden müesseseye maliktirler. Gerek Katolik papaslarına ve gerek ruhani olmayan cem’iyat-ı hayriyyeye ait olan bu müessesat yukarıda Protestan misyonerlerin olmak üzere mezkur olan bu mecmu’ rakamına dahil değildir essesatı olduğu gibi bunlardan en sonra gelen Almanlar da Amerikalılarla beraber en çok musallat oldukları kimseler Osmanlı müslümanlarıdır. Hükumetin gösterdiği tavr-ı müsamahakarı su-i isti’mal meli Hisarı’nda Rober Kolej’de akd eyledikleri konferansda terbiye-i Mesihiyye’nin alem-i İslam’a ait kaffe-i mesaili mevki’-i bahs ü münakaşaya vaz’ edilmişti. Misyonerlerin mutala’anamelerine nazaran bu konferans o kadar büyük bir muvaffakiyet elde etti ki Osmanlı Maarif Nezareti devletin tedrisat-ı resmiyyesine esas olmak üzere Amerika misyonerleri mekteplerinin programlarını kabul etmeyi düşündü!!. Maksad-ı hakıkısi mebna-yı İslamiyet’in hedmi vesaitini taharri etmek olan böyle bir konferansın Halife-i Müslimin’in pay-ı tahtında in’ikadı cihan-ı İslam’a karşı terbiyesizcesine bir meydan okumak aynı zamanda misyonerliğin atiyen bize karşı ittihaz edecekleri tavr-ı hareket ve gayretin müstakbeldeki şekil ve mahiyeti hakkında bir mukaddime bir ihtar ma’nasını tazammun etmez mi? Memalik-i İslamiyye’deki misyonerlerin senesinde akd eyledikleri birinci konferans için evvelce “Kahire”yi ve’de ikinci konferans birkaç ay evvel intihab ettikten sonra İstanbul’un mecma’ Bu vekayi’ isbat ediyor ki ittihaz edilen kararların arkasında fikir ve niyetten fazla başka bir şey daha var. Filhakıka buraya kadar yapılmış olan istihzaratın bize kuvvetli usuli ve mukarrer olarak gösterdiği o şey bir hareket hem de ameli ve fa’al bir harekettir. Ne hacet bir Alman misyoneri diyor ki: “Bu ana kadar bütün gayretlerimiz silahımızı bilemekten ibaretti; zemin-i fa’aliyet hazırlanmış ve şiddetle hareket saati gelmiştir.” Açık ve basit tarzda Hıristiyanlığa sırf da’vetten ibaret olan tarzda misyonerlerin müslümanlardan istihsal edebildikleri netice gayet za’ifdir. Hindistan-ı Felemenki de seksen kola ayrılarak her birinin kendi kilise ve mektebi olan tahminen dönme Hıristiyan ile Afrika’da ekserisi hiç tekemmül etmemiş kabailden toplama kabilinden birkaç yüz bin nüfus istisna edilirse sair memalik-i İslamiyye’de vukuu muhtemel olan tanassurun pek şaz ve nadir bir vak’a-i münferideden yorlar. Mesela “Türkiye Arabistan Misyonerliği” Müessesesi on bir sene zarfında çalışa uğraşa ikisi kadın olmak üzere on kişiyi tanassur ettirebilmiştir. Hindistan-ı İngilizi de ise Hıristiyanlığa dahil olmuş epeyce müstemlekeler olmakla beraber “Kahire” Misyoner Konferansı’na takdim edilmiş olan raporlarda ekserisi bu tanassurun erkanından olan vesait-i amileden şikayet edilmiştir. O halde bundan evvel yukarıda hutut-ı esasiyyesini çizmiş olduğumuz yeni programlarının tatbikine değin misyonerlerin bu açıktan açığa ve basit bir tarzda dine da’vet hususundaki gayretleri boşuna devam edeceğini kemal-i cür’etle söyleyebiliriz. Şimdiye kadar müslümanları İslamiyet’den tecrid hususunda misyonerlerin elde ettikleri netayice gelince bu cihet daha mühim ve daha ziyade nazar-ı dikkate alınmaya şayandır. Muhakkak surette derece-i sübuta varmıştır ki otuz kırk senelik hayatlarını hasr ve feda etmiş olan ma’ruf misyonerlerin doğrudan doğruya dini ele alarak garb terbiyesini telkın suretiyle cem’iyyat-ı İslamiyyeyi ihlal ve alem-i ne her türlü fikr-i ıslahlarını idhal ile daha ileriye de giderek tesirat-ı siyasiyeye bile muvaffak oldular. Onların iddi’alarına nazaran müslüman memleketlerinin Avrupa’dan isti’are edecekleri kaffe-i vesait veya te’sisat-ı lümanlarla din-i İslam arasındaki hendeği tevsi’e yardım etmek olacaktır. Arabistan Heyet-i İnciliyyesi Müdürü “S. Rimer”in Türkiye ve İran’da tehaddüs eden tahavvülat-ı siyasiyye için “Hıristiyanlık propagandası mani’alarını bir hamlede süpürüp ortadan kaldıran bu vuku’at asar ve harekat-ı İnciliyyeye yeni bir devre-i meşy ü cereyan açıyor” dediği burada zikre şayandır. Teşkilat-ı siyasiyenin tesisat-ı ceği cihetle bilad-ı İslam’a arız olan vuku’at ve hadisatın da mayacak bir kaziyye değildir. yonerler aynı zamanda onun tevessü’ ve inkişafını başka memalik ve kıtaatta ve mesela büyük bir terakkı gösterdiği Afrika’da tevkıf etmek için de tedabir ittihazını ihmal etmemişlerdir. Fakat kendi i’tiraflarıyla da sabit olduğu üzere başka yerlerdeki gibi burada da elde ettikleri netice sarf eyledikleri gayret ve himmete nisbetle büyük mevani’ ve müşkilata düçar olmaktadır. Ve en başta gerek siyasi ve gerek dini en zorlu ve korkunç bir rakıb olarak tanıdıkları Senusilerle bunlara mümasil turuk-ı muhtelife tarafından düçar oldukları muhalefet bunların her hareketlerini akım bırakmaktadır. Bu fikrin gösterdiği terakkı o derecededir ki sair bilad-ı başka lisan-ı Arabı ta’lim etmek vesilesiyle Kahire’de “Cami’ü’l-Ezher”e rekabet etmek üzere bir Hıristiyan darülfünunu te’sis ve inşa etmek tasavvuruna kadar varmışlardır. Bu maksadın husulüne ağleb-i ihtimal lisan-ı tedrisi Arapça olmak üzere şark usulü bir mektep te’sis ile başlanacak ve sonra bu çekirdekten darülfünun müessese-i mühimmesi çıkacaktır. Bu darülfünun mesela Beyrut’taki büyük kardeşine benzeyerek münhasıran Hıristiyanlık’la İslam gençliğinin biribirleriyle temaslarını teşdid ve teksire mahsus olacak ve onlara lisan-ı maderzadlarından tahsil-i ulum ve fünun Cami’ü’l-Ezher’den daha yeni ve daha müfid ve muntazam bir darülilm tehiyye ederek bir menba’-ı ma’rifet ve irfan arayan dimağların hepsini şamil tesirler icra edecektir. Misyonerlerin bu gayretleri o zavallı talebe-i ulumu hiç şüphesiz kendilerine celb ve cezb ederek şime-i diniyyelerini karşı zihinlerinde bir la-kaydi ve adem-i emniyyet vücuda getirmek suretiyle İncil’e meyl etmelerine kadar varacaktır. Husulü uzun müddetlere muhtac bir emel ta’kıb edenlerin cümlesine zaman bir dost ve bir müttefiktir. Bunu bir kere kabul edince mebadide pek hayali zan ve farz edilen teşebbüslerin de bu yoldaki sabr u sekinet ve samimiyetin derecesine göre tamamen veya kısmen icra edilebileceğine hayret etmemek iktiza eder. Malen ve bedenen edilen fedakarlık ve alem-i İslam’ın ahval-i ruhiyye ve şerait-i ictima’iyyesi hakkında icra edilmiş olan fenni ve amik tedkıkat ile uzun bir tecrübe neticesinde misyonerler daha birinci kısmında mebna-yı uzma-yı İslamiyet’i düçar-ı tezelzül etmekten bahis akli ve fenni bir programı ıslahen vücuda getirdiler. Misyonerlerin programlarını tatbik için haiz oldukları gayret ve samimiyete nasıl şüphe etmiyorsak bu sa’y ü himmetlerinin müessesat-ı müslime muvazenesini tahrib ile cami’a-i İslamiyye’nin dini ve ictima’i hayatında şedid fitne ve ıztırablar yapmakla nihayet bulacağına da öylece intizar etmelidir. Suret-i zahirede ehemmiyetten ari zan olunan bu fitne müslümanların pek şayan-ı merhamet halde muztarib oldukları ve onların onda dokuzunu taht-ı esaretine almış olması ile bizi en büyük esef ve kedere düçar ettikleri teşevvüşat-ı siyasiyyeye bir mislini daha ilave edeceklerdir. Misyoner mesa’isi Avrupa harekat-ı siyasiyyesinin en bedihi ve müstağni-i isbat bir kaziyyesidir. O kuvvet ve mesa’i eğer bugüne kadar mu’avenet etmediği bu harekat-ı siyasiyeden ğişerek misyoner hareketi ona bir pişdar olarak görülecek ve bu Avrupa devletlerinin bize iktisadi ve müsalemetkar nüfuzlarının sahasını hazırlayacaktır. H ha . Ticaret Mektebi’yle Sanayi’-i Nefise’den mezun ve Hariciye Nezareti Evrak Kalemi hulefalığından müteka’id Midhat Rebi’i Bey Muharrem’inin . ve Teşrinievveli’nin . Çarşamba gecesi sabaha karşı irtihal etti. Cenazesi Kanlıca’daki hanesinden kaldırılıp civar-ı hazret-i Halid’de türab-ı gufrana tevdi’ kılındı. –Revvahallahü te’ala ruhahu– Hitama ermeyecek mi felaketi vatanın Figanı dinmeyecek mi o muhterem ananın Acıklı hal-i nizarı harabe memleketin Zavallının kesilip doğranırken eb’adı Fena-pezir oluyor en güzide evladı Ölüm de düşman ile müttefik mi Ya Rabbi Ki geçti haddini artık hudud-ı tahribi Ecel misali adu durma saldırıp yürüyor O tarz-ı savleti tutmuş ölüm de öldürüyor O saldırış sebebiyle ne kıt’alar gitti O saldırış ne değerli zevatı mahv etti O cümleden birisi işte kardeşim Midhat Ki eyledi o da terk-i hayat pür mihnet Enis-i kalbim idi aşina-yı ruhumdu Medar-ı tesliyetim ba’is-i fütuhumdu Sadik-ı saf nihadımdı yar-ı garımdı Şerik-i hüzn ü sürurumdu gam-küsarımdı Meal-i lafz-ı vefa ma’ni-i uhuvvetti Nümune-i melekiyyet güzide-i hilkatti Lisan-şinas ü edib ü nesib-i san’atti Hünerde kamil idi sahib-i faziletti Diriğ o ruh-i ma’ali cihandan etti üful Diriğ o fasl-ı mücessem mezara etti duhul Verem o hisli vücudu düşürdü bisterine Ölüm de aldı nihayet götürdü makberine Akan dümu’-i te’essürle çeşm-i hasretten Tecelliyat-ı cemale edip de mazhar-ı tam Makam-ı pakine eyle hitab-ı berd ü selam Çıkıp da çar cihetten bu nale aks etti Hazan içinde Rebi’i yazık sönüp gitti. KAŞGAR KIT’A-İ İSLAMİYYESİ VE YAKUB HAN – – Yakub Bey dimağında fesad-ı ahlak olanları birer birer tenkil ve te’dib ederek memleketin ıslah ve i’marına çalıştığı gibi askerini dahi mehma-emken tanzim ve tertib eyledikten sonra Ertuç şehrine tevcih-i rayet-i besalet eyledi. Ertuç Beyi Mahmud Bey ise dört bin askeriyle istikbale çıkıp arz-ı Bundan sonra dağlık arasında gayet sarp ve mühim bir mevki’de olan Sarkul kalesini muhasara etti. Oranın beyi olan Elfi Bey’in firarı üzerine mezkur kale bila-muharebe teslim olmakla Muhammed Baba Tohsava’yı oraya kaymakam ta’yin etti. Bu esnada Yenihisar şehrinin kurbündeki Kızıldağ’da Kırgızlardan üç kabile gelip arz-ı tebe’iyyet eyledi. Ba’dehu ormanlık içinde gayet metin ve müstahkem etrafından ufak büyük birçok suların cereyan etmesi hasebiyle gayet münbit ve mahsuldar bir araziye malik olan ve fenn-i harbce mühim bir mevki’de ve tekmil yolların merkezinde bulunan Maralbaşı namındaki şehri Çinlilerden zabt etmek için teşebbüsatta bulunmaya başladı. Çünkü burası kimin elinde bulunursa etrafa hakim olacağını bildiği cihetle Yakub Bey buraya pek ziyade ehemmiyet veriyordu. Yakub Bey askerin bir kısmını Mirza Ahmed kumandasıyla sür’atli bir surette Maralbaşı’na sevk ve i’zam eyledi. Kısm-ı küllisini de kendisi ma’iyyetine alarak Mirza Ahmed’in arkasından hareket eyleyip muhasaraya başladı. Maralbaşı’nda Çin asakirinin mikdarı on yedi bin raddesinde tazyikine tahammül eyledi. Şehir gayet metin olduğundan Kaşgar şehrinden gelen kaval toplarıyla tahrib edilemedi. Şehrin içi “poti” ile topa tutuldu ise de bundan da bir faide hasıl olmadı. Nihayet merdivenler dayayarak kale burclarına çıkılmak gibi gayet şiddetli bir hücum daha icra edildi. Ve bunda muvaffakiyet hasıl oldu. Miskinlik ve esrarkeşlik de memul edilmeyen bir cesaret ve şeca’at-i fevkalade ile kale surundaki çivilere tırmanarak kale burcuna çıktı. Bunu müte’akib ümeradan Kepekli Laver bin kadar ma’iyyeti ile derhal içeriye girip kalenin kapısını Yakub Bey’in asakirine açtı. Yakub Bey “Bir Çinli kafasına bir altın” diye i’lan eylediğinden askeri nail-i mükafat olmak emeliyle son derecede çalışarak Çinlileri ifna eylediler. Yakub Bey Yakub Bahadır’a yüzbaşılık rütbesiyle epeyce mikdarda akçe ihsan etti. Kepekli Laver’e dahi belindeki altın kılıncı bahş eyledi. Valiliğine de Monla Can Tohsav’ı nasb etti. Yakub Bey ba’dehu Yarkend beyleriyle muharebeye tutuşup Yarkend şehrini muhasara altına aldı muhasaranın onuncu günü Yarkendliler muhasara ve adem-i muvaffakiyetin verdiği yeis ile her biri birer timsal-i şeca’at kesilerek meydan-ı celadete atıldılar. Yakub Bey o gece bütün ümerayı huzuruna celb eyledi. Ertesi günü için sebat ve gayret göstermeleri lüzumu hakkında müessir kelimelerle uruk-ı şeca’atlerini tahrik eyledi. Her birine birçok vaadlerde bulundu. Mevki’ ve haysiyetlerine göre elbise ve akçe ihsan etmek suretiyle de tekrim ve taltif eyledi. Ertesi günü vukua gelen muharebede Yarkendliler Kaşgarlıların mukavemetlerini ve ba’dehu dehşetli hücumlarını görünce duramayıp firara mecbur oldular. Bunun üzerine Kaşgarlılar şehre dahil oldular. Taraf taraf şehir içinde muharebeler başladı. Yarkendliler müteferrik oldukları için yalnız şehir dahilinde Beylerinden Muhammed Ali Bey ile rüesadan bir çok zevat Yakub Bey anifü’z-zikr Yarkend emir-i umumisi Niyazi Bey ile beylerinden İshak Hoca’yı huzuruna celb eyledi. Niyazi Bey’i Hoten valiliğine İshak Hoca’yı da Göçer valiliği’ne ta’yin edeceğini vaad eyledi. Gerçi Hoten ve Göçer şehirleri daha zabt olunmamış idi ise de Yakub Bey zabtından emin bulunmakta idi. Yarkend şehri ve havalisine Mahmud Hoca’yı vali nasb ederek ma’iyyetine mikdar-ı kafi asker bıraktı. Ba’dehu merkez-i idaresi olan Kaşgar şehrine avdet eyledi. Bu esnada Yarkend valisini azl eyleyip yerine Mar Baba namındaki zatı daha sonra onu da azl ile Molla Yunus’u ta’yin eyledi. Müşarun-ileyh bundan sonra hanlık ünvanını aldı. ŞAM-I ŞERIF Şam-ı şerife muzafferen dahil olan General Allenby ile müttefikleri dünyanın en eski şehirlerinden ve İslam’ın en büyük merakiz-i medeniyyetinden birine daha girmiş oldular. Müverrih Josifus Şam’ın tarihini zaman-ı Tufan’a kadar Sam bin Nuh Şam-ı şerifin ilk banisidir. Kudüs şehri Şam’a nisbetle yenidir. Şu binlerce senelerin kasırgaları arasında Şam-ı şerifin hayatını muhafaza etmesi ehemmiyetini zayi’ etmemesi ne kadar hayret amiz bir tecelli-i tali’dir. Mu’azzam saltanatlarla cihan-şümul dinler dünyayı maddeten ve ma’nen teshir ettikten sonra fena-yab oldu; kendisi bu saltanatların en cihangirlerinden birinin makarr-ı ihtişamı oldu; la-yemut eserler bırakan medeniyetler şevahik-i i’tilaya yükseldi haziz-i inhitata yuvarlandı; isimleri bile hafa-yı nisyana gömülen sayısız hanedanlar serir-i hakimiyetlerinden esfel-i safiline sukut etti nabud oldu; büyük ırklar sahne-i hayattan makber-i fenaya intikal etti… Fakat Şam bütün bu inkilabata şahid olan bütün bu inkılabatı geçiren Şam daima ve daima şarkın çeşm-i füsun-sazı olarak kaldı. Evet bu belde-i tarihiyye defe’at ile garetlere muhasaralara ma’ruz oldu; bir çok fatihlerin pay-ı istilası altında inledi; ecnebilerin mesaib-i istibdadına tahammül etti… Fakat bütün bu felaketler geçti… Ve Şam-ı şerif er geç hayat-ı revnakdarına erişti. En eski zamanlardan beri Şam feyyaz bir ticaretgahdır. Servet-i tabi’iyyesi güzelliği ve her şeyden fazla vaz’iyyeti onun terakkısini ve tul-i ömrünü te’min eylemişti. Tarihin tahattur edemediği edvar-ı mechuleden biri Mısır’dan Arabistan’dan kervanlar Şam’ın kapılarından geçerek Anadolu’ya Bahr-i Sefid sahillerine ve bütün Avrupa’ya emti’a-i şarkiyeyi isal ederdi. Kurun-ı vustada İslam’ın evan-ı ikbalinde Şam’ın sanatkarlarının maharetine bahçelerinin nefasetine tacirlerinin fa’aliyetine şehadet ediyordu. Arab şa’irleri Şam’ın mehasinini ta’dad etmekte birbiriyle müsabaka ederler. Onlarca Şam sine-i melahatte parlayan bir dürr-i giran-bahadır; Şam dünyanın ruhsar-ı bedayi’inde buk’a-i mehasindir Şam tavus-ı cennetin rengarenk kanatlarıdır; Şam cennet-meşamdır. Şam Osmanlı devletinin beşinci şehri idi. Dersaadet Bursa Edirne ve Kahire’den sonra Şam gelirdi. Hakıkaten Şam bu medayihin kaffesine mevkiin gurur-ı muhıkkına layıktır. Bu güzel şehri badem incir şeftali kayısı kiraz ceviz dut limon nar ağaçlarından müteşekkil korular kuşatmıştır. Bu ağaçların meyveleriyle Şam’ın üzümleri ayvaları erikleri fıstıkları yasemenleri gülleri şarkın her tarafında meşhurdur. Berrak suların arasından mermer kubbeleriyle minareleri şark semasının göz kamaştırıcı ziyalarıyla yıkanarak Suriye’nin mavi afakıyla gölgelenerek altın sarısı kumlara ve Havran Dağı’nın mur-ı şahikalarına karşı –hadaret-i muhitanın ortasında– zümrüdler içinde bir inci gibi görünür. Fera’ine Filistin’in hakimleri iken Şam da onların idad-ı emlakine dahil idi. Şam’ın ismi Karnak ma’bedinin sütunları üzerinde mahkuktür. Şam Hazret-i Davud’un sahne-i muharebatı olmuş İkinci Salmanasar’ın hücumuna Asurilerin kimiyeti altında yaşamıştı. Mevkiinin ehemmiyeti Dara’nın mazhar-ı takdiri olmasına binaen İskender’le karşılaşmadan evvel hazinesinin bir kısmını burada saklamış idi. Strabon’un beyanına göre Şam Acemlerin zamanında fevkalade bir ehemmiyet ihraz eylemiş daha sonraları Antakya’nın evan-ı iştiharında sönmeye başlamıştı. Pompeyi bilad-ı mütecavirenin süferasını Şam’da kabul eylemiş ve müte’akiben Şam kable’l-milad senesinde Roma vilayetlerinin idadına girmişti. Antuvan Kleopatra’ya takdim ettiği hedaya arasında Şam’ı da vermişti. Bilahare Agustus Şam’ı Büyük Herod’a teslim eylemişti. doğru ilerlemesi üzerine Diyoklisin şehri müdafa’a için tophaneler te’sis etmişti. Herakliyus ile Acemlerin arasında vuku’ bulan uzun muharebatta Şam ve bütün Suriye hayli müşkilat ve mesaibe düçar oldu; nihayet müslümanların en mu’azzam fütuhatı miyanına girdi. sene-i hicriyyesinde sene-i miladiyesinde Hazret-i Halid bin el-Velid ile Hazret-i Ebu Ubeyde Faruk-ı A’zam’ın ahd-i hilafetinde Şam-ı şerifi feth eylemişlerdi. Şam Emevilerin ahd-ı hilafetinde Çin hududundan bahr-i Muhit-i Atlasi sahillerine kadar imtidad eden saltanatın pay-ı taht-ı muhteşemi vasıl olmuş Kostantıniyyeyi muhasara etmiş Hıristiyanlık alemini en müdhiş korkulara giriftar eylemişti. Hatta diyebiliriz ki Emevilerin Avrupa’ya karşı satvet ve mehabeti Abbasilerin satvetinden daha hakim idi. Üçüncü halife-i Abbasi el-Mansur sene-i hicriyyesinde Dicle kenarında pay-ı tahtını te’sis ve teşyid edince Şam-ı şerif bir vilayetin merkez-i idaresi olmuştu. Hulefa-yı Emeviyye Dicle ve Vadilkebir kenarlarında te’sis-i medeniyyet eden halefleri derecesinde evliya-yı ilm ü irfan olamamışlardı. Fakat onlar Arab tarz-ı mi’marisinin tarz-ı tezyininin en asil eserlerini bırakmışlardır. Bu eserlerin en muhteşemi en ulvisi Şam Cami’-i Kebiri’dir. Bu mescid-i mu’azzamın sahası hem putperestlerin hem hıristiyanların hem müslümanların şerifi muhayyilelerde ne bedi’ tavsifat ile canlandırırlar! Altın ve gümüş zencirlerle asılı altı yüz kandil cami’in nazar-rüba nakışlarıyla yazılarını tenvir ederdi. Ramazan gecelerinde bu kandillerin adedi on iki bine baliğ olurdu. Mescidin fıskiyeleri pek meşhurdur. Hatta rivayet olunur ki birisinin suları o kadar şiddetle fışkırmış ki bir değirmeni idareye kafi imiş. Hazret-i Osman ile Hazret-i Ali’nin hatt-ı destleriyle yazılan sinden idi. Bu eser-i muhteşemden ma’ada Şam-ı şerif’de birçok emakin-i mukaddese vardır. Risalet-penah efendimizin ezvac-ı tahiratından ikisinin müezzin-i peygamberi Hazret-i Bilal’in Seyfülislam Hazret-i Halid bin el-Velid’in merakid-i mübarekesi Hazret-i Adem ile Hazret-i Havva’nın kabr-i meşhuru Hazret-i İbrahim’in mahall-i viladeti oradadır. Müluk-ı Atabekiyye’nin en büyüğü Nureddin ibni eş-Şehid’in istirahatgah-ı ebedisi Şam’dadır. Nureddin merhameti adaleti mesa’i-i i’mariyyesi ile te’yid-i nam etmiş e’azım-ı İslamiyyedendir. Nureddin’in hayrü’l-halefi Salahaddin-i Eyyubi o meşhur kılıcıyla beraber Cami’-i Emeviyye’nin haziresinde istirahat-i ebediyyeden nasib-i mev’udunu eb-i mu’azzamı Muallim-i Sani Farabi orada medfundur. Şeyh-i ekber Muhyiddin bin Arabi’nin kabri kemal-i hürmetle ziyaret olunmaktadır. Sultan Nureddin bin eş-Şehid ikinci muharebe-i Salibiyyede mücahid-i İslam idi. İmparator Konrad ile Yedinci Luis’in ordularını Şam’dan geri çekilirken perişan etmiş ve müte’akiben muzafferen Şam’a dahil olmuştu. Salahaddin-i Eyyubi Nureddin’in kumandanı olarak Mısır’ı feth etmiş ve sultanın vefatından iki sene sonra kendisini sultan i’lan eylemişti. Salahaddin en münasib fırsattan istifade ederek Tiberyas’a yakın bir yerde vuku’ bulan muharebede salibileri O vakitten i’tibaren ta geçen Kanunievvel’de İngilizlerle müttefiklerinin silahlarıyla harab oluncaya kadar Kudüs müslümanlarda kaldı. İngilizler Kral Richard’ın kumandası altında Salahaddin-i Eyyubi’nin düşmanları idi. Fakat Arslan Yürekli Richard’ın bütün teşebbüsatı Salahaddin’in huzur-ı şehametinde heba olmuştu. Salahaddin’in mertliği hasail-i güzidesi hıristiyanları o derece teshir etmişti ki en büyük düşmanı olan Richard hemşiresini sultanın biraderine tezvic etmeyi arzu etmişti. Hülagu Han Bağdad’ı harab ü türab edip emirü’l-müminin Musta’sım’ı öldürdükten iki sene sonra Şam’a da girmiş riye’nin idaresinde idi. Memlukler Mongolların tufan-ı istilasıyla bir buçuk asır kadar uğraşmışlar ve onu imha etmeden bir sene mukaddem Yıldırım Bayezid Han Timurlenk’in esaretine düşmüş ve Timur Şam şehrine de bir takım şerait tahtında dahil olmuştu. Timur şehrin emakin-i mukaddesesini kemal-i huşu’ ile ziyaret etmiş ulemasıyla görüşmüştü. Fakat askerleri istediklerini yapmış şehri yağma etmişler ahaliyi asıp kesmişlerdi. Hatta şehri yakmışlar ve Emeviyye Cami’i ateşlerden pek mutazarrır olmuştu. senesinin Teşrinievvel’inde Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethe gidiyorken kışı Şam’da geçirmişti. Şair sultan orada sükun ve istirahat içinde dört ay ikamet etmişti. O devirden mandan beri mevcudiyet-i Osmaniyye’den ancak Mehmed Alizade İbrahim Paşa’nın harekat-ı askeriyyesi esnasında sekiz sene kadar ayrılmıştı. Bu sekiz senelik müddet istisna edilirse Şam-ı şerif bir Osmanlı şehri olarak hayat-ı milliyemizin mefahir-i mu’azzesi arasında dört asır yaşamıştır. Bütün bu hatırat-ı tarihiyyeyi dimağımızda haşr ü neşr eden münasebat-ı feci’a Şam-ı şerifin sukut-ı müdhişidir. Zavallı vatan-ı Osmani bu muharebe-i mühlikede bir milyon şehidin kanını heder etmekle binlerce mahrumiyyete binlerce musibete katlanmakla ve bu felaketli günleri görmekle kalmadı. Hem İslam’ın abidat-ı muhalledesini hem Osmanlılığın haysiyet-i tarihiyyesini kurban etti. Bu müdhiş hailenin enkaz-ı tarumarından müteşekkil bakıyye-i mevcudiyyetimizi mezar-ı ınkıraza sürüklenmekten kurtarmaya çabalarken o diyar-ı ma’sumun matem-i hicranını ruhumuzda daima ibka edelim… Belki bizden daha hayırlı bir nesil gelir de giden yerlerin yetim oğullarıyla el ele vererek ve beraber çalışarak bir milyon şehidimizin ruh-ı giryanını şad eyler. HEY’ET-I CEDIDE-I VÜKELA’NIN BEYANNAMESI la isti’fa etmesiyle Kanun-ı Esasi hükmüne tevfikan şeref-müte’allik buyurulan irade-i seniyye-i hazret-i padişahi mucebince hey’etimiz teşekkül etti. Vazife-i hükumeti ne derece takat-güzar müşkilat ve su’ubat içinde deruhde ettiğimizi tafsilden müstağni görürüz. Cenab-ı Hakk’ın tevfikat-ı Samedaniyyesine istinaden kabul ettiğimiz şu hizmette ihraz-ı muvaffakiyet millet-i Osmaniyye’nin emniyet ve müzaharetine vabestedir. Memleketin elyevm muhat bulunduğu gavail-i dahiliyye ve hariciyyeye nazaran mufassal bir program ile Meclis-i Milli huzuruna çıkmak muvafık-ı hal ve zaman olmadığından bu babda tatvil-i makal zaid ve bi-faide olmasına mebni yalnız heyetimizin meslek-i esasisini beyan ile iktifa ediyoruz. Düvel-i İ’tilafiyye ile akd-i mütareke olunarak hal-i harb hitam bulduğu cihetle evvel be-evvel devlet ve millet-i Osmaniyye’nin şeref ve haysiyeti gayret edeceğiz. Birkaç seneden beri devam eden gayr-i kanuni ve gayr-i tabi’i mu’amelat ve icraatın seri’an ref’ ü men icrasına ve bila-tefrik-i cins ü mezheb bilumum sunuf-ı ahali arasında samimi bir vifak ve muhadenetin her türlü vesait ile te’sisi ve kaffe-i anasır-ı Osmaniyye’nin hukuk-ı siyasiyye-i memleketten te’min-i istifadesi ile dahilen ciddi bir huzur ve sükun takririne ve izale-i mazlumiyyetle telafi-i mağduriyyete çalışacağız. Asayiş ve emniyetin iadeten takriri ve ihlal-i sükun ve inzibata tasaddi edenlerin derhal men’ için tedabir-i lazime ve ciddiyyeye tevessül ettiğimiz gibi her an dahi bu noktayı piş-i dikkatte bulunduracağız. Daire-i meşru’iyyet ve meşrutiyyet haricindeki mu’amelat ve icraat ne gibi netayic-i elime ve vahimeyi tevlid eylediği elyevm asarı ile aşikar bulunduğundan gerek idare-i memlekette gerek tanzim ve teklif-i kavaninde bu daireden zerre kadar inhiraf etmeyeceğiz. İhtikarın men’i ile i’aşe umurunun tanzimi ve mu’amelat-ı ticariyyenin hal-i tabi’iye i’adesi adl ü hakkın bi-hakkın tatbiki ile mu’amelat-ı umumiyenin dahilen ve haricen emn ü i’timadı kafil hal-i intizama irca’ı nuhbe-i makasıdımız olduğu cihetle Cenab-ı Hakk’ın lutf ve kilat-ı hazıranın izalesine vakf-ı vücud edeceğiz. “ELBETTE BIR GÜN BÜTÜN ŞA’ŞAASIYLA MEYDANA ÇIKACAKTIR” Divaniye Meb’us-ı muhteremi Fuad Efendi kabinenin programı münasebetiyle Pazartesi günü Meclis-i Milli’de gayet heyecanlı bir nutuk irad etmiştir. Ehemmiyetine mebni ber-vech-i ati hülasaten derc ediyoruz: – Efendiler; huzur-ı meclise gelen hükumetin programını gayet münasib ve ıslahatımıza mülayim gördüğümden selamlayarak telakkı ediyorum. Birçok tecrübeler bize isbat etti ki mutavvel ve göz boyayıcı programlarla buraya gelen hükumetler daima programlarını tatbik edememişlerdir. Harekatının bütün hututunu çizerek huzur-ı muhteremenize çıkan hükumete zan ederim sizler de selamkar bir vaz’iyyette bulunacaksınız. Bugün bütün millet sevgili padişahıyla müttehiden; memalikimizi ma’ruz olduğu mehalikten kurtarmak azmini suret-i kat’iyyede takrir etmiştir. Milletimiz halde şanlı bir harbden çıkmıştır. Ve bu muharebe ile hakk-ı hayatına malik olduğunu alem-i medeniyyete isbat etmiştir. Altı yüz senelik şanlı bir hayat yaşayan milletimiz harbin ma’lum olan secayası karşısında kendini bir daha meydan-ı şehamete atmak kabiliyetinden tecrid etmemiştir. Efendiler; millet ölmez. Bilhassa milletimiz büyük kuvvetleri haizdir. Bugün rakıbler nazarında muhtefi olsa dahi bir gün parlak şa’şaasını gösterecek olan İslamiyet’e müsteniddir. Müslümanlık la-yemuttur. Müslümanlık bir ateş bir şu’le bir nurdur ki zaman icabatı olarak bir zamanlar kül altında kalabilir. Fakat sonra meydana çıkar. Milletler için felaketler medar-ı intibahdır. ba’sü ba’de’l-mevte mazhar olmuşlardır. İslamiyet de birgün bütün şa’şaasıyla tecelli edecektir. Buna bütün mevcudiyetimle emin ve mutmain bulunuyorum. Efendiler biz şimdiye kadar bir çok tazyikat altında kaldık. Fakat bu tazyikat mürtefi’ olunca bütün kabiliyetimizle ortaya çıkacağız. İşte ben bütün alem-i medeniyyeti Osmanlılığın bu kabiliyetini çiğnememeye da’vet ediyorum. Efendiler; Wilson nazariyatı bütün beşeriyet için bir hak olduğu gibi milletimiz hakkında da bir haktır. Biz bu esasatı kabul ederek mütareke akd ettik. Şu suretle düşmanlarımızla yeni bir muhadenet esası vaz’ ediyoruz. Bu esasatı tesbit eden mütarekenin henüz mürekkebi kurumamıştır. Fakat görüyoruz ki mukabil taraf bu mütarekeye ri’ayetkar bir vaz’iyyette değildir. Biz beş senedir hürriyet ve şeref harbi yapıyorduk. Bu harbi temdid edebilirdik ve neticede ihtimal ölürdük. Fakat şerefle ölürdük. Ve sonra yine dirilirdik. İ’tilaf hükumetleri mütarekeye tergıb ettiler. İ’tilaf devletlerini teşkil eden milletler şerefli ve haysiyetli milletlerdir. Fakat niçin hüsn-i tatbik etmiyorlar? Çünkü biz kendi hukukumuzu aramıyoruz. Pay-ı tahtımızın İstanbul ve Beyoğlu cihetlerine müsellah asker çıkarıyorlar. Makrıköy taht-ı işgalde İskenderun işgal olunuyor. Musul keza. Efendiler bu işgal değil bu bir istiladır daha doğrusu hususiyye İ’tilaf kuvası tarafından hod be-hod işgal olunuyor. Sonra İslam evlerine asker ikame olunuyor. Halbuki tesettüre ri’ayete dinen mecbur olan İslam evlerine değil İ’tilaf askerleri Osmanlı askerleri bile girmez. O evler İngiliz kalelerinden daha rasindir. Kendilerine bu kürsüden bugün isma’ ediyorum ki Müslümanlık bir gün elbette bütün şa’şaasıyla meydana çıkacaktır. Bu hususda muhterem hükumetin protestosuna ve müraca’at-ı siyasiyyesine dair evrak-ı havadisde hiçbir habere tesadüf edilemiyor. Acaba hükumet bunlara taraftar mı? Hükumetin bize programını okumazdan evvel bu hususda izahat vermesi telakkı ederim. HINDISTAN’DA İHTILALLER Times gazetesinin iki Teşrinievvel nüshasında Simla’dan varid olan bir telgrafnamede “Son on gün zarfında Kalküta ve Madras’da ihtilalcilerin zabıta ve kuva-yı harbiyye havadis üzerine ber-vech-i ati beyan-ı mütala’a eyliyor: “Kalküta’da vuku’ bulan şurişlerle Madras’da vuku’ bulan yı es’arından ileri gelmiştir. Maamafih bir takım siyasiler tarafından hükumet aleyhinde tervic olunan propagandalar kanun-şiken hadisatın vuku’una sebebiyet vermişti. Kalküta’da vuku’ bulan ihtilal-cuyane harekat-ı ifrat-perest müslümanların ceraid-i İslamiyye sütunlarını dolduran ta’assubkarane neşriyatından ileri gelmiştir. Bu harekat memlekette ehemmiyetle telakkı olunmamıştı. Fakat Temmuz’da bir mişti. Muma-ileyh bu fıkrasında Paris’de yaşayan bir Arab herhangi bir tarafa merkad-i Risalet-penahi’ye bakıyormuş gibi hürmetkar nazarlar atf eyler” demişti. Bunun üzerine Hindistan’ın her tarafında bu mes’eleye şiddetle i’tina olunmuş Kalküta’da müslümanlar mitingler akd etmek üzere dindaşlarını da’vet eylemişlerdi. Da’vetnameler müheyyic ve şedid bir lisan ile tahrir olunmuştu. Bengale’de hükumetin bu ictima’ları men’ etmesine rağmen kanlar kapanmış ahali ile zabıta ve askerler arasında münaza’alar vaki’ olmuş ve bazı insanlar maktul düşmüştü. Ehl-i mesi Hindistan’da bütün efkar-ı umumiyyeyi tehyic eylemiş ve vak’anın ı’zam edilmesine sebebiyet vermişti. Eylül ve Teşrinievvel aylarında mu’azzam merasim-i diniyye vessüü ve şuriş-i dahilinin temadisi muntazardır. Ehemmiyetsiz bir gazetede intişar eden birkaç satırın ahlak-ı aliyye ile muttasıf ehl-i İslam’ın hissiyatını bu derece tehyic etmesi şayan-ı te’essüfdür.” MÜSLÜMANLARIN YALNIZ BIR FIRKASI VARDIR: İSLAMIYET Hadisat gazetesinden: “İstemediğimiz ve muzır gördüğümüz bu sırada ale’l-ıtlak fırkalardır. Bin üç yüz seneden beri bir fırkamız var: İslamiyet. Bu fırkanın müessisi Hazret-i Muhammed şimdi halifesi yani fırkasının reisi de Sultan Vahidüddin’dir. Bu sırada taht-ı Osmani’nin etrafında fırkaların farkı ve tefrikası olmaksızın toplanmazsak pek yazık olur. Daima nazar-ı intibah önünde tutalım ki miras-ı ecdaddan yed-i hasirimizde kalabilmiş olan parça da bugün tehlikede bulunuyor.” BIZI KURTARACAK MÜSLÜMANLIK ESASIDIR “Bizi bugünkü hale ifrağ eden esbab ve avamilin nev’ ve mahiyetini ta’yin için maziye doğru epeyce avdet iktiza eder. Fakat bunu asıl ta’biriyle birkaç kelimenin içinde ta’rif etmek için “Bize tevafuk etmeyen usulleri sırf bir taklid şeklinde alarak onları cebri tatbikte ısrar ettik” demek kafidir. Yüz seneyi ikmal edemeyen devr-i tekamül ve istilamızdan sonra gayr-i mahsus vak’aların ta’addüdüyle ucu gözükerek yavaş yavaş bir hal-i tabi’i gibi devam eden devr-i inhitatımızın bir fasıla-i necah bulamaması hep bu yüzdendir. Biz Avrupa’nın ta o vakitten maddiyat ve menafi’-i müsbete-i milliyyesine müte’alilk tasarrufatındaki gayret ve ta’assubunu bizim din ve şeriatimizle beraber yürütmeye muvaffak olsa idik ne cebri tasannu’ların ne de gayr-i tabi’i ve gayr-i fıtri bir cereyan-ı gafilin kurbanı olmazdık. Burada dikkat olunacak nokta bundan üç asır evvelki halde kalarak hiçbir terakkı ve teceddüd kabul etmemek muvafık olacağı zehab-ı batılına gidilmemesidir. Halbuki biz hiçbir zaman böyle bir mantıksızlığı kabul edemeyiz. Devr-i intihatımızın mühim ve müşkil bir an-ı ma’kusunda Avrupa’nın bize “Ya medeniyetimizi kabul yahud sizin imhanız!” gibi gayr-i vaki’ bir teklifi farz edilse bile bizim onu basma kalıp ele alarak kasri ve cebri bir gidişle –halimize uysun uymasın– milliyet ve tinetimizin muhafaza ve i’lasına bir düstur-ı vahid olarak almaya mecburiyetimiz yoktu. Bizim hürriyetimiz ve hukukta müsavatımız nasıl “Demokrat” bir şeriatten serbest bir cumhurdan rikkat-i siyasiyyeye malik ameli ve maddi bir dinden gelmişse ma’neviyat ve ictima’iyatımıza ruh ve vicdanımızın şerefli Türk müslüman bir ırkla bir iklime bir örf ve adata muvafık ve eben an ceddin alıştığımız bu kanuni düstura Avrupa terakkiyatının sa’y ü kuvvet iktisad ve refah kava’idini ilave ederek kullanmakta bizi o kadar iyi yaşatacak ve tekemmül ettirecekti. Biz de aynı bir Japonya veya İngiltere gibi milli ve dini mebadimizi muhafaza ile şeref ve ciddiyetimizi metin bir surette idame edecektik. İngiltere bütün an’anelerine hürmetkar Japonya en küçük teferru’at-ı hissiyyatına kadar her hususiyetine karşı vefadardır. Bizim bugünkü esbab ve avamilden hiç birini yeni addetmeye hakkımız olmadığını yine bugünkü vuku’at isbat eder. Akvam-ı muhtelifeyi idare edemediğimize siyaset-i hariciyyemizde muvaffak olamadığımıza vatan ve milliyete hürmetkar bulunamadığımıza sebeb hep yine o din ve şeri’ati ihmalden ve bizim basit olduğu kadar ciddi ve vakur olan adalet ve kerem ve himmetle dolu bulunan hayat-ı ma’neviyyemizi alayişler uysallıklar cahilane tenbelliklerle tahrib ve imha ederken dinimizin emr eylediği icabat-ı medeniyyeye Avrupa’dan intizar etmek gafletinde bulunmamızdır. Saadetimizi uzaklarda aramak külfetine düşmüş olan zimamdaranımız bunun tılsımını kalbden ziyade kalıbda zan ile tebdil-i kıyafet meşrutiyet-i diniyyemizin esasını emr eden müsavat-ı hukuk ve hürriyet-i şahsiyye için yeniden hatlar; en nihaye posta telgraf gibi şimendüfer vapur gibi fabrika ve sanayi’-i esasiyye gibi me’asir-i medeniyye yerine Avrupa’ya milyarlarla bi-lüzum paralar ve boyun eğdirecek züller kabul ettiler. külat-ı ma’neviyyemizi kendi elimizle bozduktan sonra bir hatayı tashih için bir ikincisini ve daha fenasını yapmakta devam ede ede bugünkü hale kendi elimizle düştüğümüzü beyne’l-beşer müşterektir; fakat o nokta-i müntehaya vasıl oluncaya kadar ta’kıb edilecek bir müslüman yolu elbette Avrupa’da değildir. Elimizde mevcud bulunan kanun-ı ilahi de şehadet eder ki bizim kalbimizde bizim dimağımızda bizim vicdanımızdadır. Biz artık benliğimizi bu noktada arayarak dosta düşmana bu asalet-i ruh ile görünürsek elbette haiz-i i’tibar olur ve hak yolunda göğsümüzü gere gere mevcudiyetimizi yükseltiriz. Zira bu yolda vicdanı fedakar olan bir kavim yaşamak hakkına her vakit ve hatta en büyük mesaib huzurunda bile maliktir. CERIDE-I YEVMIYYESI Bizim dini bir farizamız ictima’i bir vazifemiz vardı ki ihmal ede ede unuttuk; unuttuğumuz için de bu hale geldik. duğumuz İslam ceride-i yevmiyesi “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” düstur-ı mu’azzamını kendine şi’ar edinmekle mafatımızı kazaya fiilen başlamış oluyor. Bütün cihan-ı İslam’ın kalben merbut bulunduğu Darülhilafe’de o rabıtayı te’yide hadim tek ceride-i yevmiyye olsun bulunmaması bizim için pek elim bir mahrumiyet idi ki hamdolsun bu suretle telafi ediliyor. Müessislerini muharrirlerini pek yakından tanıdığımız kudret-i ilmiyyelerine nezahet-i ahlakiyyelerine hamiyyet-i diniyyelerine pek emin bulunduğumuz için kendilerinden Ümmet-i İslamiyye’ye pek büyük hizmetler bekler ve mesa’ilerinin meşkur ve karin-i tevfik olmasını inayet-i Hak’dan niyaz ederiz. REFIK-I MUHTEREMIMIZ MESLEK-I MÜBECCELINI İLK NÜSHASINDA ŞU SURETLE İZAH EDIYOR: “Hak-perest medeni terakkı-perver ulvi bir ma’na-yı hikmeti mutazammın şu İslam namını taşıyan gazetemiz “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker”i diden ittihaz etmesine göre bi-taraf teceddüd-perver hür Osmanlı-müslüman bir matbu’adır. Memlekette en müdhiş en katil en bi-eman bir maraz-ı ictima’i olan ihtilaf-ı fikr ve ihtiraslarının şiddeti kadar fikir ve endişenin kılletiyle vatan dediğimiz bir tek ananın hatırı için biri birimizi sevmek hislerinin fıkdanından bizi her gün bir tehlikeye atan bu fena mevcudiyetin şekva-yı derununu söylemek hak ve hakıkatin her türlü sarsılmaz bir iman-ı ictima’i ile çalışacaktır. Ümid ve imanı sağlam bir harb çocuğu gibi gelen bu yeni vücud vatanın kalbini kemiren dimağını parçalayan gafletlerin iftirakların daha açığı şimesizliğin bütün esbabını iman-ı ictima’i ta’birinden murad ettiği ahlak-ı diniyi ihmalde yani maddi ve ma’nevi doğruluğun düsturu olan din fezailinin terkinde bulduğu için bu esası en sabit bir zihniyetle ta’kıb edecektir. Hiçbir fırka-i siyasiyyeye mensub olmadığı gibi şahsiyat ile de uğraşmaz. Fakat vatanın hukukuna ilişenlere karşı gayz u nefretini elbette haykırarak söyler.” Kütüb-i münzeleye imanı takvanın erkan ve deaimi sırasına geçiren sebeb onun mekarim-i ahlakı tetmim vazifesini deruhde etmiş olmasıdır. Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker insanları fezail ve mekrümata teşvik mu’amelat kudsiyye tecelliyat-ı bahiresindendir. Münzel min-indillah olan bu kitablar saadet-i dünya ve ukbayı kafil oldukları bir kimsenin en birinci nasib-i feyz ü felahı lahuti bir takım adab-ı aliyye ile müte’eddib olmak bütün fenalıklardan tenzih-i nefs etmek olur. Bunun aksi olarak kalbi zalam-ı cehl ile kararmış hak ve hakıkate karşı inad ve mükabere ayat-ı beyyinatı red ve bir kimse pervanenin ateşe atılması gibi menahi ve münkerata saldırmasına mani’ olacak her türlü ma’nevi te’sirlerden azade kalır. Müslümanlıkları adlarıyla kıyafetlerinden ileri geçmeyen mülhidlerden birini bir gün işittim ki her türlü fazilet ve mekrümetleri din yolundan elde etmeye çalışmanın aleyhinde bulunuyor ve fikrini şu yolda izah ediyor idi: sül etmelidir. Faziletin havass ve mezayasını derin bir fikir keskin bir nazarla araştırmalı evsaf-ı güzidesi pişgah-ı im’anından bütün vuzuhuyla tecelli etmeli mehasin-i faikasına karşı hasıl edeceği aşk ve muhabbet sevkıyle elde etmeye çalışmalıdır ki onun ile esaslı ve daimi bir irtibat ve münasebet peyda edebilsin. Fakat bilmem ki neşr-i fazilet vazifesini deruhde edenler bu mesleği ta’kıb ederlerse halkın dine ne Bu makule cahil herifler bilgiçlik da’valarının bu gibi vahi nazariyelerle revac bulacağını zan ediyorlar da İslam’ın muhit-i şebabına hiç durmayıp bu yolda tohm-ı dalal saçıyorlar ve bu mesa’i-i mudıllanelerine gençler tarafından kendilerine “feylesof” yahud “serbest fikirli” ünvanı verilmekten başka bir mükafat beklemiyorlar. O bedbahtların irfan ve iz’andan biraz nasibleri olsa bilirler banlıkla inkar ve muhalefet tavrı takınmakla değil ciddi bir kabiliyet-i takdir ve temyiz ile idrakten ibarettir. Bunların hakıkı mütefekkirler miyanında bir mevki’leri olsa teslim ederler idi ki haktan batılı seçmek için en kestirme tarik dindir. Dinin tesbit ettiği mes’eleler hükümler verdiği haberler fenalıklardan günahlardan kaçınmak için nüfus-ı insaniyyede öyle kuvvetli sevaik tevlid eder ki kendileri gibi alim ve hakim geçinenlerin telkın-i fezail hususunda kabul ve tatbik edecekleri herhangi bir meslek-i felsefiyi fersah fersah geride bırakır. Risalet-meab sallallahü aleyhi vesellem efendimizden mervi “ Allah Kur’an vasıtasıyla men’ ettiği şeylerden daha fazlasını sultan vasıtasıyla men’ eder.” hadis-i şerifi bu hakıkatin mümessilidir. Beşeriyetin zimamı akaid-i mahsusalarının elindedir. Onlar menahiyi irtikab mesaviyi iktiham ederlerse akıdelerinin sevkıyle ederler; mehasin-i ef’ale meyl gösterirlerse bunda da akıdelerinin sevk ve ilhamına tabi’ olurlar. Filhakıka hiç bir şekkin haleldar edemeyeceği hiç bir şüphenin tezelzüle uğratamayacağı bir i’tikad-ı cazim sahibinin halde zıt ve ma’kus bir te’sir icra eder. Akıde gevşek olur şükuk ve şübühat kat’iyyet-i vicdaniyeye galib gelirse nefis vadi-i evham ve hayalatta mutlakü’l-inan kalır guna gun amal ve hevesatın esir-i tahakkümü olur da hiç bir siret ve hareketi zelle ve hatadan azade kalamaz önünde gaye-i hayr ve saadete müntehi bir şahrah açılamaz. Ve bunun böyle olduğunu akaid-i rasihanın tadını tadanlar herhal ve hareketlerinin bir mürakabe-i ma’neviyye tahtında bulunduğunu zevk-i yakin ile takdir edenler pekala bilirler. Başmuharrir Zannıma kalırsa “ İçinizden biri bir taşa rabt-ı i’tikad etse bunun menfa’atini görür” hadis-i şerifinin hikmet-i vürudu bu olsa gerektir. İnsanlar hangi dine salik hangi milliyete müntesib olurlarsa olsunlar vicdanları bir akıde-i rasihaya cilvegah oldukça hayra en yakın şerden en uzak bir mevki’de bulunurlar. Müslüman da böyledir. O Kur’an -ı mecidin halik-ı kainat tarafından Nebiyy-i keriminin kalb-i pakine nazil olduğuna ne derece metin bir i’tikad beslerse o nisbette Kur’an’ın adabıyla müteeddib ahlakıyla mütehallık olur. Ef’al-i seyyiesinin hesabını vermek için bir gün behemehal huzur-ı ilahide vakfe-gir olacağını küçük büyük her türlü ef’al ve harekatı kitab-ı a’maline kayd olunduğunu bildikçe Cenab-ı Hakk’ın mantuk-ı münifince vakıf-ı şuun-ı ibad olduğuna i’tikad-ı tam besledikçe müslümanlar mağbut ve müreffeh bir hayata mes’ud bir maaş ve meade mazhariyetlerini te’min edecek en kuvvetli bir saikin taht-ı te’sirinde bulunurlar. En basit bir hareketlerine en gizli bir hatıralarına aşina olan bir Hakim-i habirin evamirine imtisal onları hüsran ve helak vartalarından ittikaya mecbur eder. O feylesof taslaklarına gelince bunlar vicdani saiklerin te’siri olduğu yolundaki akıde-i batılalarına ne derece hakıkı bir merbutiyet gösterirlerse o nisbette hayırdan teba’üd şerre tekarrub ederler. Onlar ki bu akıdelerinden mülhem olarak fazilete sırf fazilet olduğu için meyl ve rağbet fazihadan mücerred faziha olduğundan dolayı mücanebet ettiklerini söylerler de hiç bir dine hiç bir mürakabeye ihtiyac göstermezler. Şayan-ı hayret olan şurasıdır ki onların sevaik-i vicdaniyyenin münkerattan men’ ve tecrid hususunda te’sir-i nafizini ğın zaman taze çocuklar arasından meyhane köşelerinden başka bir yerde ele geçiremezsin yok yok bu bir kana’at bir akıde-i felsefiyye değil üstü örtülü bir küfürden medhul bir fikirden gizli bir nifaktan pür mel’anet bir kalbden doğma bir iddi’a-yı muğfildir. Bilgiçlik iddi’asında bulunurlar bilgileri dillerinin ucundan ileri geçemez. Vicdani sevaıkten dem vururlar bunun saha-i tecellisi yalnız sözlerinden ibaret kalır. Bu makule eşhası Cenab-ı Hakk’ı inkara yol bulmak he yoktur ki hudud-ı ilahiyeye müra’at ve onun evamir ve nevahisine inkıyad mecburiyetiyle serbesti-i harekatlarını takyid külfetinden vareste kalmak emelidir. Dillerine doladıkları sevaik-i vicdaniye filan gibi sözler halkın vicdan-ı safına tasallutu vazife edinen erbab-ı ilhadın adetleri vechile hep göz boyamak ve amal-i muğfilanelerine revac vererek cehennemde kendilerine belli başlı yer hazırlamak için birer vesiledir. Akaid-i diniyye bu adamların a’mak-ı kalblerinde yerleşmiş olaydı ma’neviyat sahasında böyle ayakları kaymaz ve binnetice hem kendileri boylarınca vebale girip hem de halkın zarar ve hızlanına hizmet etmiş olmazlardı. Zaten ef’al-i beşeriyye miyanında öyleleri vardır ki onların hududunu Cenab-ı Hak’dan başka kimse ta’yin edemez vazifesini göremez. Misal olarak adaleti ele alalım. Cenab-ı Hak bilhassa erbab-ı hükumetin re’aya ile olan münasebatında adaleti düstur-ı hareket ittihaz etmelerini farz kılmıştır. Bu umde-i siyasetin miyan-ı nasda müfid ve müsmir surette tatbikini te’min için hududunu ta’yin ahkamını izah ve tebyin eden de kendidir. Böyle yapmayıp da adaletin ta’yin-i ahkam ve hududunu halka bırakmış olaydı şüphe yok ki her ferd kendi fikir ve ictihadına göre ona bir mahiyet vermeye temayülat-ı şahsiyyesine göre tefsir etmeye yeltenir idi. olsa da kendilerini adl ü dadın yegane misal-i muşahhası addederler. İşte İngilizler. Hiç bir hakka müstenid olmaksızın memleketlerimizi istila ve tasarruf servet ve samanımıza vaz’-ı yed ediyorlar da sonra yine kendilerinin ma’delette pişva-yı akvam olduklarına kail ve mu’tekid bulunuyorlar. gilizlerin bu bilad-ı mağsubede kava’id-i adli ne suretle tatbik etmekte olduklarını misal getirebiliriz: Bunlar Ümmü Derman’a girdiler. Girdikleri zaman buradaki dervişler canlarını kurtarmak için yalnız sırtlarındaki palas parelerle başlarını alıp çöllere iltica etmişlerdi. İngilizler adalet namına burada ne yapdılar? Hayat kaygusuyla terk-i dar u diyar ederek ıssız çöllere sığınmış olan o biçare halkın üzerine toplarının ağızlarını çevirdiler yağdırdıkları cehennemi ateşlerle birkaç saat zarfında on beş binden fazla ma’sum kimseleri diyar-ı ademe gönderdiler. venip de vücud-ı Bari’yi inkar eden ve onun evamir ve tekalifine karşı istiğna gösteren kimselerin şahsi muhakeme ve telakkılerinin netayici bu merkezde olabilir. Sözü hülasa etmek lazım gelirse zamir ve vicdan diye ikide birde tekrar edilen şey amal-i nefsiyyelerini tatmin lezaiz-i hayatiyyelerini lerin icad ettikleri bir lafz-ı bi-ma’nadan başka bir şey değildir. Bizim bu sözlerimize i’timad etmeyip de bunların ahvali hakkında bizzat tedkıkatta bulunmayı arzu edenler için onlarla bir celse kafidir. Bu celse felsefe-i ahlakiyye namıyla ortaya sürülen bu gibi müdde’ayat altında zendaka ve ilhadın neşr ü tervicine ma’tuf ne gibi efkar ve makasıd mevcud olduğunu anlamak için kafi bir vesile teşkil edecektir. Müslümanlar bu hallere bakmalılar da kendilerine ebedi bir mecd ü şeref te’min etmek istiyorlarsa Cenab-ı Hakk’ın seyyiat ve rezailden ittika esbabına tevessül etmelidirler. Şunu da kat’i surette bilmelidirler ki insanlara her türlü fezail ve kemalatı o kitablar telkın eder za’iflerin hukukunu himaye eden kavilerin bazu-yı te’addi ve tahkimlerini büken kadın ile erkek arasında hukuk i’tibariyle müsavat gözeden hasılı emvat ve ahyanın esbab-ı saadetlerini te’min eyleyen hudud-ı ilahiyye onların safahat-ı ayatında tecelli eyler. Buraya kadar serd ettiğimiz ifadat ile gerek Risalet-meab sallallahü aleyhi vesellem efendimize gerek ondan evvelki peygamberana nazil olan kitablara imanın ne suretle müslümanlar fikir verebildiğimizi zan ediyorum. Şu raddede inzal-i kütüb ta’birinden maksud olan ma’nanın izahı yolunda birkaç söz söylemeyi faideden hali görmüyorum: Kütüb-i mukaddesenin vahy ü inzalinden maksud olan ma’na nedir bunları ruhü’l-emin rüsül-i izama ne suretle tebliğ etmiştir? Bu cihetler ehl-i te’vile uzun uzadı sermaye-i bahs u makal olmuştur. Fakat bilmem ki Kur’an-ı Kerim mes’eleyi şekk ü tereddüde mahal bırakmayacak surette hall ü fasl etmişken onların mesleklerini taklid edip de aşikar olan bir hakıkate karşı göz yummaya bizim için bir lüzum ve mecburiyet var mı? Cenab-ı Hak Kur’an hakkında “ Kur’an’ı münzirler sırasına geçmekliğin için ruhü’l-emin kalbine indirmiştir” diyor ve ruhü’l-eminin Cibril’den ibaret olduğunu “Cibril’e kim düşman olursa olsun o Allah’ın izniyle Kur’an ı senin kalbine indirmiştir” ayetiyle bildiriyor. Bu iki ayetten şu hakıkat istintac olunuyor ki mesela Kur’an’ın vahyi demek Ruhü’l-Emin tarafından Resul-i aleyhisselamın kalbine ayat ahkam mekarim-i ahlak ve bunlara mümasil makasıd-ı ilahiyyenin ilka ve Resul-i aleyhisselamın da bunları keyfiyet-i ilkaya mutabık olarak nutk u telaffuz etmesi demektir. Vahyin ma’nasını daha vazıh ve maddi bir surette anlamak terkib etmek istediğimiz zaman ne gibi halat ve te’sirata tabi’ olduğumuzu te’emmül etmelidir. Te’lif edilecek ibare evvela kalbde yahud zihinde bir şekil ve tertib alır ki bilahare lisandan sadır olan ve nefisde hissedilen onların birer eseridir. Ve derkardır ki te’lif edilen ibarat gayr-i mesmu’ ve gayr-i mer’i bir halde zihinde kaldıkça bunlara ne elfaz ve nukuş namı verilir ne de haklarında elfaz ve nukuş ahkamı cari olur. Vahyin meal ve maksadı hakkında bahis ve im’an-ı nazara layık olan bu cihet olup yoksa Cibril vahyi nasıl işitmiştir. Kelamullah elfaz ve nukuş mudur değil midir? Gibi faidesiz bir takım tereddüdler ta’liller değildir. Hülasa-i kelam lisan-ı Peygamberiden sadır olan ayat-ı kerime Ruhü’l-Emin tarafından kalbine ilka ve ilham olunan şeylerin suver-i hariciyyesinden ibarettir. Esasen elfazın ma’aninin suver-i zihniyye veya kalbiyyesine delaletten başka bir vazifesi yoktur. “ Söz kalbdedir. Lisan yalnız kalbe tercümanlık vazifesini ifa eder.” Ma’ani-i zihniyye nakş u kitabet vasıtasıyla suret-pezir olduktan sonra nukuş doğrudan doğruya elfaz-ı lisaniyyeye bi’l-vasıta suver-i zihniyyeye birer delil teşkil ederler. mebhasde bu kelimelerin medlulleri ihsan ve i’tadan ibarettir. Nitekim ayet-i kerimesinde de inzal-i hadidden maksad insanlara demirin vücudunu ve ondan istifade yolunu keşfe muvaffakiyet bahş etmekten ibarettir. Kaldı ki i’ta yerine inzal ta’birinin ni; mekanının değil iktidar ve mekanetinin ulviyetini ihsan ettirmek hikmetine mübtenidir. Gerçi ve gibi zahiren tehayyüzü müfid olan bazı ayat-ı Kur’aniyye varsa da bunlar da ma’ani-i hakıkiyelerinde müsta’mel değildirler.. Kur’an-ı Kerim bazen kalp kelimesini kullanarak bundan akıl murad etmekte ise de maksadı kalbin makarr-ı akl olduğunu da uzun uzadı ihtilafata ba’is olmuştur. Bu tarz isti’malinde Kur’an adet-i Arab’a ittiba’ etmiştir. Arab akıl kuvvet şeca’at ve ikdam gibi kuvanın mahall-i tevdi’ini beyan etmek tabi’atlerin merkez-i tecellisi de kebed ciğerdir derler. “ Her tarafdan bizim halimize ağlanıyor biz ise kimseye ağlamıyoruz. Doğrusu ekbad ciğerlermiz deve ciğerinden daha katı imiş!” Muhtelif ümmetlerde eskiden yeniye tevarüs etmiş eslafdan ahlafa devr olmuş bir takım sözler vardır ki onları ümmetin alimleri de cahilleri gibi kullanırlar. Ve vaki’a mutabık mıdır değil midir akl-ı selim kabul eder mi etmez mi diye hiç düşünmezler. Düşündükleri sade o sözlerin örf ve ıstılahata mutabık olarak ifade edecekleri ma’na-yı kinayidir. Mesela İngilizlerin bir işe fevkalade ehemmiyet atf eden kimse hakkında “be put more heart in it” ta’birleri bu cümledender ki harfiyyen tercümesi şudur: “O işe daha ziyade kalp koydu” Kezalik birini fevkalade seven kimse hakkında “he loved him from the bottom of his heart” derler ki “Onu kalbinin dibinden sevdi” demektir. Hülasa her lisanda bu tarzda bir çok ta’birat-ı kinaiyye vardır ki gerek alim gerek cahil bütün ehl-i lisan onları kullanırlar da hiç bir vakit ma’ani-i hakıkiyyelerini nazar-ı dikkate almazlar. Vaki’a derece-i mutabakatlarını tedkık etmeyi yahud ait olduğu fenlerde mukarrer olan kava’id-i ilmiyye mihekkine vurmayı hatırlarından bile geçirmezler. Bu bedihi esaslar nazar-ı i’tibare alındıktan sonra tefsir kitablarında aklın makarrını beyan hususunda o tereddüdlü sözler bu bahs ettiğimiz ayetlerle emsalini delil göstererek ekser-i müfessirin tarafından aklın makarrı olduğuna dair verilen hükümler bir fikr-i selim mahsulü değillerdir. Deminden beri İslam’ın i’tikadiyatı ahlakiyatı ictima’iyatı siyasiyatı neden ibaret olduğunu izah ettik. Şimdi de bunların akvam-ı İslamiyye tarafından nasıl tefsir olunup ne yolda tatbik edildiğini; binaenaleyh İslam’ın asıl olan haliyle bugünkü halini mukayese ederek kıymet-i hakıkiyesinin ne olduğunu görmek icab ediyor. takım yanlış telakkıleri vardı ki bunlar uzun asırlardan beri mevcudiyetlerine hakim olduğu cihetle ruhlarında pek kuvvetli bir surette kökleşmişti. Bu akvamın nazarında din hunhar intikama haris hevesatına mahkum bir uluhiyyetin kahr u gazabından kurtulmak mu’tad bir yığın merasimin heyet-i mecmu’asından başka bir şey değildi. Ahlak hakkındaki telakkıleri de din hakkındaki telakkılerinden pek tabi’i olarak çıkacak neticenin aynı idi. yet-i beşeriyyeyi ancak zulm edenlerle o zulmü çekenlerden; bir de çeteler ağalar köleler suretinde ayrılmış mahluklardan müteşekkil görmekten başka türlüsüne müsa’id değildi. müstebidane ve pek nakıs idi. dikten sonra garib bir herc ü merc içinde kaldı. Çünkü akaid ve telakkiyat-ı İslamiyye ile kable’l-İslam olan evham ve hurafat kezalik İslam’ın hür-endişliği ve müsamahakarlığıyla taban tabana zıt olan istibdad ve ta’assub hep bir araya gelmişti. Kafalar İslam’ın evamir ve te’alimiyle İslam’dan evvel mer’iyyü’l-ahkam bulunan bir takım an’anelerin dalaletlerin adeta halitası şeklinde idi. Ve bu öyle bir sürü telakkiyat ve ihtisasat-ı mütezaddenin mahsulü idi ki bir kısmı yeni diğerleri eski dinden doğup birincileri ikincilerine hakim olmakla beraber bi’l-mukabele onların te’siri altında bulunmaktan hali kalamıyordu. kezde idi. Vaki’a imanları pek kavi ve pek samimi idi; lakin insan bir iki gün zarfında mazisiyle bir daha iade-i münasebet edemeyecek surette kat’-ı rabıta edemeyeceğinden bunların ahlakı ve ictima’i Müslümanlıkları bi’l-mecburiyye pek nakıs idi. Maamafih ne derecede gayr-i mükemmel olursa olsun Müslümanlıkları kendilerinin güzel bir medeniyet-i etmelerine müsa’id bulunmak suretiyle o zamana kadar tanıdıkları hayatın pek fevkinde bir hayata mazhariyetlerini te’mine kafi geldi. Ancak halin bu merkezde olmasına ve feyz-i İslam’ın te’siriyle bu akvam arasında terakkı eden hürriyet ve müsamahakarlık ruhunun zamana göre pek yüksek bulunmasına rağmen din namına söz söylemek dini ta’lim ve tefsir etmek da getirdi ki bu nevzadın mevcudiyeti ta’lim etmekte olduğu dinin değil ancak o dini tatbik edenlerin tarz-ı tefekkürleri sayesinde idi. Maamafih ta’lim etmekte olduğu dinin ruhuna muhalif olup bizzat muhitten doğan bu ruhanilikte o kadar müsamahakarlık o derecelerde hürriyetperverlik var idi ki edyan-ı sairedeki ruhani hey’etlerin ta’assubuyla taraf-girliğiyle fikr-i inhisarıyla pek garib bir tezat teşkil ediyordu. Ancak ruh ve hakaik-i İslam’ın icabı kadar nüfuz edemediği ahlakı yahud dini mahiyetteki müessesatın kaffesinde ta’assub ve tahakküm fikirleri teyide sa’i az çok bir tarafgirlik bulunmamak mümkün olmadığından ruh ve esasat-ı de murur-ı zaman ile hürriyetperverliğini müsamahakarlığını gaib etti. Edyan-ı sairedeki ruhani heyetlerin seyyie-i temasıyla gittikçe onların te’siri altında kalmaya gittikçe bozulmaya gittikçe onlara benzemeye başladı; nihayet onlar gibi bu da akvam-ı İslamiyye’nin vicdanları üzerinde i’mal-i nüfuz etmek kendilerini tamamıyle tehakküm altında bulundurmak elhasıl vicdan-ı İslamiyi teşkil etmeyi sırf kendisine has bir hak gibi telakkı eylemek tarikini tuttu. Onlar gibi bu da tefevvuk-ı mutlakını te’min ve tahkim renin bizim dinimizden çok farklı olmasına rağmen bir çok noktalarda onlardaki skolastiği hatırlatmaktan geri kalmadı. Yalnız şunu da ilave etmek icab eder ki rüesa-yı hükumet dinin hadimleri ve hamileri olmak haysiyetiyle İslami bir ruhaniyet İslami bir skolastik vücuda gelmesine pek mü’essir surette medar oldular. miyeden la-yenkatı’ uzaklaşıp bir tarafdan kendi mazilerinin diğer tarafdan edyan-ı sairenin dalaletleri içinde puyan oldular. Kabul-i İslam edenler dinin kendilerine te’min eylediği feyzlerin saadetlerin kısm-ı a’zamını artık gaib ettiler. Artık ferd kuva-yı akliyye ve ma’neviyyesini serbestçe cehil ve istibdad uçurumlarına yuvarlanarak alabildiğine koşmakta olan zamanın arkasında kaldı. Ve asırlar geçtikçe daha uzaklara düştü. Müslümanlığın ruhuna taban tabana zıt olan kavmiyet dini üzerine mevzi’i bir seciyye damgası vurmak suretiyle tabi’atinden çıkararak ifsad ederek İslam beynelmileliyetini Ahlak-ı İslamiyye müslüman akvamın her birine has olan seciyyeye göre değişti durdu; halbuki o ahlakın illet-i gaiyyesi bütün bu kavmiyetleri merkez-i hayr u hakıkatte birleştirmekten başka bir şey değildi. Ahlak-ı İslamiyye üzerine istinad eden ictima’iyat-ı İslamiyye dahi onun kadar bozularak öyle bir şekil aldı ki: müslüman akvamın her biri nakıs bir surette anlamış oldukları esasat-ı İslamiyyenin birbirine karışmasından mevzi’i yahud milli adatın zaman zaman te’sirini göstermesinden mütevellid ayrı bir halet-i ictima’iyyeye sahib kesildi. Artık müslümanların ahlak ve ictima’iyatı İslami olmaktan ziyade İrani Hindi Türki yahud Arabi oldu ve vahdet-i az çok kirlenmiş bir damga vuruldu. mutlaka kendisinin şahsiyetten bir tarafa temayülden müberra olan cihan-şümul mahiyetini gaib etmeye mahkum olduğu gibi ahlak-ı İslamiyye de bu akıbete uğradı; Müslümanlığı kabul eden akvamın nüzu’i atvique dalaletleri irsi hurafeleri arasında mahiyet-i necibesini gaib etti gitti. lam olan mazilerinin netice-i te’siri olarak bu suretle tevakkufa uğradı da zaman geçtikçe daha mükemmel İslamlaşacaklarına bilakis la-yenkatı’ İslam’dan uzaklaştılar. Müslümanlığın zuhurunu o kadar az fasıla ile ta’kıb eden medeniyet-i İslamiyyenin niçin bu kadar sür’atle fesada uğradığını ve nihayet bütün müslüman akvamını sefaletin bu derekesinde bulunduran bir inhitat-ı külliye nasıl olup da kafidir. Artık akvam-ı İslamiyye’nin ne suretle Müslümanlık’tan çıktıklarını bugün içinde bulundukları hal-i inhitata nasıl kendilerini kaptırdıklarını tafsile bu eserin kadrosu müsa’id değildir. Zaten bu vazife alem-i İslam’ın müverrihlerine aittir. Filhakıka akvam-ı İslamiyye’den her birinin nasıl olup da kendi eliyle kendi izmihlaline sebebiyet verdiğini bize ber-tafsil bildirmek tarihe düşer bir iştir. Binaenaleyh biz mevzu’umuz için ittihaz etmiş olduğumuz mikyas dahilinde olmak üzere yalnız Türklerin nasıl Müslümanlık’tan uzaklaştıklarını tedkıke çalışmakla iktifa edeceğiz. Osmanlı Türkleri maddi ma’nevi birçok fezail ile meftur bir kavim olmakla beraber kable’l-İslam olan medeniyetleri pek az müterakkı idi. Onun için İslam’ı kabul ettikleri zaman bu yeni dinin mebde’lerini tatbik hususunda binaenaleyh o medeniyetin te’sir-i muzırrı altında kalmaktan kurtulamayan diğer akvamın kaffesinden ziyade muvaffakiyet gösterdiler. mebde’lerini en iyi anlayıp en güzel bir surette tatbik eden Türkler oldu ve bu muvaffakiyet kendilerinin mu’azzam bir saltanat vücuda getirip maksad-ı İslam’a diğer kavmiyetlerin hepsinden ziyade hizmet etmelerini teshil etti. Türkler hükumetlerini hükumat-ı münkariza enkazıyla kurdular ve Şarkı Roma İmparatorluğu’nun merkez-i hükumetini kendilerine pay-ı taht ittihaz ettiler. Lakin kendi kalemrev-i hükumetleri içinde ekalliyette bulundukları için hem son derecede gayr-i mütecanis olan bu yeni muhitin hem de İran ve Arab iklimlerinin te’siri altında kaldılar. Binaenaleyh bunlar da hiç farkına varmaksızın Müslümanlık’tan uzaklaşmaya başlayarak nihayet öbürleri gibi inhitata düştüler. Yalnız istiklallerini muhafaza edebilmek hususunda ötekilerden ayrıldılar. Vaki’a Avrupa ile temaslarında evvelce düşmüş bulundukları uyuşukluktan silkinip uyanmak istediler ancak azamet-i maziyyelerini vücuda getiren kuvvetin İslam olduğunu unutarak o mazinin garbdan geleceğini zan ettiler. Selameti önce bulmuş oldukları tarafda ya’ni İslam’ın ahlakında ictima’iyatında siyasiyatında arayacakları yerde garbınkilerde bulacaklarına zahib oldular. Bir tarafdan Avrupalı akvamın şevket ve refahı diğer tarafdan arada te’essüs eden ihtilatın günden güne terakkısi sebebiyle gerek hükumeti gerek efkar-ı milleti sevk ve idare edenlerimiz şuna kani’ oldular ki: Sukut-i hazırdan yükselmek ve bu suretle memleketi izmihlal-i muhakkaktan kurtarmak taklid etmekten ta’bir-i diğerle onların bütün mebde’lerini bütün telakkılerini kabul ederek kendimizinkilerini unutmaktan Halbuki bizim bütün müessesatımız sırf İslami mebde’lerimizle rın yerine mebadi ve telakkiyat-ı garbiyye üzerine kurulmuş yeni bir takım müesseseler ikame edebilmek için eskilerinin hal-i inhitata düşmüş bulunmasından istifade ettiler. Demek oluyor ki bu müesseselerin ıslahı yahud ta’dili cihetine gidilmedi de yeniden vücuda getirilmesi icad edilmesi tercih olundu. azamet ve şevketini te’min etmiş olan mehakim-i adaletle müessesat-ı ilim ve ma’rifeti ıslah çarelerini arayacak yerde bu zavallıları bulundukları vaz’iyyet-i elime içinde bırakıverdiler. Ancak kendisini idare edenlerden daha akıllı daha kadir-şinas olan halkın merbut bulunduğu bu müesseseleri sırf o rabıtadan çekindikleri için büsbütün kaldıramadılar da onların yanı başına yep yeni tarzda mahkemeler mektepler den basma kalıp alınmış olmasından dolayı muhit ile asla münasebeti yoktu memleketimize bizzat Fransa kadar yabancı Son asır zarfında bu kabilden olarak vücuda getirilmek külfettir. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki: Bunların hepsinin üzerinde bizim telakkiyatımıza bizim mebde’lerimize karşı derin bir husumet ruhunun bütün tezahüratı intiba’ etmiş bulunuyordu. te’essüs etmiş akaidi efkarı telakkiyatı an’anatı hissiyatı ahlakı harab etmekten; sözün kısası memleketi her gün bir suretle asar-ı meş’umesini görmekte olduğumuz tam bir fevza-yı ma’neviye doğru sürüklemekten başka bir şeye yaramadı. Garb medeniyetinin te’siriyle husule gelip zamanımızda “Osmanlı Rönesansıİntibah-ı Osmani” ünvanıyla tavsif edilmekte olan bu ikinci “İslam’dan uzaklaşmak” hakıkatte öyle nev’-i şahsına münhasır bir devre-i ihtilaldir ki bizzat memleket kendisinin idare etmekte olanların ifratatına evham ve hayalata müstenid tasavvuratına karşı muttasıl harb ederek onları i’tidale hikmet ve basirete da’vet eylemektedir! Vaki’a hiç naziri görülmeyen bu gayr-i tabi’ilik hangi mahiyette olursa olsun her devre-i ihtilalin behemehal tevlid edeceği aksü’l-ameli şimdiye kadar te’hire muvaffak olmuşsa da bunu ilelebed men’ edemeycektir. Çare yok birgün gelecektir ki hakaik-i İslamiyye Müslümanlığa karşı gelen dalaletlere bir def’a daha galebe çalacak da hükümdarı yeryüzündeki müslümanların halifesi bulunan bu memleket bir def’a daha akvam-ı İslamiyyenin başına geçecek onları semt-i saadete doğru sevk edecektir. Türklerin İslam’dan uzaklaşmalarına yalnız medeniyet-i garbiyyenin te’sir-i ma’nevisini sebeb telakkı eylemek büyük bir hatadır. Çünkü Hıristiyan hükumetlerin bize karşı besledikleri derin ve payidar kinin de o nisbette te’siri olmuştur. O devirdeki rical-i hükumetimiz sandılar ki: Memlekete müessesat-ı garbiyye taklidlerini ve beraberinde Avrupalıların telakkılerini mebde’lerini getirivermekle Avrupa hükumetlerinin muhabbetlerini celb edecekler de bu suretle eski husumetlerini tahfife eski hodkamlıklarını ta’dile muvaffak olacaklar. tırmak mecburiyet-i kat’iyyesinde bulunduklarına kani’ oldular. Şu saatte nasıl olmuş da Türkiye kendisini mazi-i İslamisine bağlayan rabıtalardan kısm-ı a’zamını kırmış; nasıl olmuş da gaye-i saadetine her zamankinden ziyade uzakta kalmış bulunuyor bunu hülasaten söyledik. Görülüyor ki biz birinci def’asında akvam-ı şarkiyenin te’siriyle İslam’dan uzaklaşmış idik; ikinci def’asında ise akvam-ı garbiyyenin te’siriyle uzaklaşmış olduk. Ancak bu sonrakine vaktiyle bir hatime çekilmeyecek olursa bizim için pek mühlik olacak zira bu def’aki teba’üdümüz hakaik-i İslamiyyenin inkarı ve yerlerine öyle bir takım nazariyelerin faraziyelerin ikamesiyle oluyor ki bunlar cema’at-i garbiyyenin tekemmülüne tebe’iyetle doğuyorlar değişiyorlar ölüyorlar; binaenaleyh mevcudiyetleri ta’kıb ettikleri tekemmülün seyri gibi anidir. Evvelce bu memleket istemeyerek bilmeyerek hatta gücü yettiği kadar fazla İslamlaşmaya çalışarak İslam’dan uzaklaşıyordu. Bugün ise bilerek kemal-i tehalükle isteyerek her türlü vasıtaya müraca’at ederek İslam’dan uzaklaşıyor. Evvelce bizler sukut-ı millimizi hakaik-i İslamiyeyi daha yetsizliğimize atf ediyorduk. Bugün ise onu kendi kusurlarımıza mebde’lerin esasların noksanına atf ediyoruz. Şu teşrih etmiş olduğumuz gaye-i İslam kavmiyet mebdeinin fikirleri teshir ettiği asr-ı hazırda elbette bir çok mu’arızlara tesadüf etmekten geri kalmayacaktır. Zaten hayli zamandan beridir ki müslümanların bir çoğu İslam’ı kavmiyetin en büyük düşmanı kavmiyeti ise saadet-i beşeriyyenin en mu’azzam mebdei telakkı ederek dinlerine hücum ediyorlar. Ancak bugünkü İslam aleminde mevcud yeni kana’atlerin kısm-ı a’zamı gibi kavmiyete ait olan bu kana’at de kusurlu bir tedkık hatalı bir muhakeme mahsulüdür. Fikr-i kavmiyyete aid olan hata asrımızın en medeni akvamı tarafından pek sıkı pek inhisar-perver pek muta’assıb pek hodkam bir kavmiyet ta’kıb edildiğini delailiyle görmekten Akvamın mes’ud ve müreffeh olmaları için hodkamlıklarını ta’assublarını gasb ve tahakküme olan fıtri temayüllerini tekemmül ettirmek; lakin cem’iyet namına tekemmül ettirmek yoksa cem’iyetten bir cüz olan ferdde bilakis bu hissiyatı ezmek icab eder. Demek ki aynı kavmiyete mensub efrad arasındaki münasebat nokta-i nazarından cinayet addedilecek bir hareket muhtelif kavmiyetler arasındaki münasebat mevzu’-i bahs olunca fazilet telakkı edilecek! Tabi’i böyle bir mebde’deki ahlak ve mantık hiçbir zaman müslümanca düşünen bir kafayı memnun edemez. Medeniyet-i hazıranın bütün ruhunu bütün mahiyetini anlamak için şu Cihan Harbi’ni ika’ eden esbabı hatırlamak asrımızdaki medeni akvamın birbirlerini mahv için kullandıkları vesait-i tahribi göz önüne getirmek gösterdikleri o şimdiye kadar işitilmemiş vahşeti şiddeti düşünmek kafidir. Dört seneden beri içinde bulunduğumuz bu korkunç sahne-i temaşa bize pek nadir bulunur bir talakatle anlatıyor ki: Milli hodkamlık mebdeine istinad etmekle mübahi bulunan medeniyet-i hazıra en müdhiş bir vahşetin en yeni ve en muzır şeklinden başka bir şey değildir. O talakat bize bildiriyor ki: Bu medeniyet fevkalade tekemmül etmiş bir san’atin mahsul-ı bi-naziridir; Bu san’at insanlara şimdiye kadar bilinmeyen bir mükemmeliyetin bütün vesaitini ihzar etmiştir ki o sayede en ibtidai hislerini teskine en muzır temayüllerini tatmine muvaffak olduktan başka bu hissiyat ve temayülatı ma-fevkattasavvur bir dereceye vardırıyorlar. Yirminci asrın en medeni memleketlerinde şu dört cehennemi sene içinde geçen vekayi’ bize şüpheye mahal kalmayacak surette gösteriyor ki: Kendisini temsil eden milletlere medeniyet-i hazıranın te’min ettiği saadet fünun ve sanayi’ce ma-dunlarında bulunan akvamın felaketinden başka bir şeye istinad etmemektedir. Binaenaleyh bu saadet ancak şeklini şemailini değiştirmiş bir felakettir ki kendi muğfil mes’udiyetlerine kendilerini inandırmak için insanlara ne gibi şeyler ihzar etmişse hepsini yakmak yıkmak harab etmek suretiyle yüzündeki nikabı atarak olduğu gibi görünmüştür. Demek evvelce onları sefahetler israflar içinde Lakin garbdan gelen bu kavmiyet cereyanının içimizdeki taraftarları o derece ama-yı basirete tutulmuşlar ki: Önlerinde bu kadar beliğ vak’alar bu kadar kat’i hakıkatler varken yine bu medeniyeti en yüksek bir gaye-i insani olmak üzere kabul edilecek mertebelerde yükseltmeye çalışıyorlar! Bunlar her şeye rağmen kendilerini şuna ikna’a muvaffak oluyorlar ki: Medeniyet-i insaniyye medeniyet-i hazıranın medar-ı temayüzü olan tabi’atten ruhdan maksaddan başka ruh ve meşrebde bir medeniyeti ebediyyen göremeyecektir. Güya bu medeniyetten evvel başka medeniyetler gelmemiş güya bundan sonra da başka medeniyetler gelmeyecek; yahud şimdiki ile evvelkiler arasında bu kadar büyük farklar olduğu halde sonradan geleceklerle bunun arasında hiç fark bulunmayacak! Bize gelince onların bu hususdaki kana’atlerine garbda bugünkü ma’nasıyla mevcud milliyet ceryanının son Biz öyle zan ediyoruz ki: Bundan daha alem-şumul mahiyette hakıkatlerle daha insani sınıfdan bir takım hissiyat hem ırk nazariyesine ait hurafeleri hem milliyet hodkamlığını devirerek yerlerine kendisi kaim olacak; medeni akvamın bugünkü ta’assubları daha fazla bir müsamaha hodkamlıkları daha ziyade bir uluvv-i cenab mütekabil kinleri müşterek rekabetleri de daha çok bir muhabbet ve te’azud ile tahaffuf edecektir. Kezalik medeniyet-i hazıra tarafından ika’ edilen buhran-ı müdhişin hitama erdiği gün gerek ferdlerin gerek milletlerin ruhunda fikrinde kökleşen dalaletlerin bütün daire-i hasarı tedkık edilecek felaketin izalesi için çareler aranılacak; efkar ve hissiyatın daha fazla bir adalete daha ziyade bir fazilete doğru tekamülü sayesinde bilumum beşerin seviyye-i ahlakiyyesi yükselecek ve onunla birlikte medeniyet-i hazıra da te’ali eyleyecektir. seviyyesini bulduğu gün bu medeniyet tekemmül etmiş muvazenesini bulmuş olur. Zira birincisinin sonrakinden pek dun bulunmasından ibaret olan en büyük kusurunu o zaman ıslah edebilir. Maamafih gerek mu’ayyen bir muhitin mahsul-i tarihisi olmak gerek hayati bir hakıkat bulunmak i’tibariyle bugünkü milliyet cereyanının her ne suretle olsun müstakbel beynelmileliyetine olur. Şüphe yoktur ki böyle bir şeyden dolayı Alman Fransıza benzememekten Fransız da İngiliz yahud İtalyanla bir olmamaktan geri kalmayacaktır. Bizim söylediğimiz beynelmileliyet aynı cem’iyete mensub efrad arasındaki revabıt ve münasebatı tanzim eden ahlakı mebdeleri muhtelif milletler arasında da te’sise çalışarak bu sonrakilerin beyninde mevcud münasebetleri ta’dil etmekten başka bir şey yapmayacaktır. Şu halde te’azud-i beyne’l-milele hizmetle te’azud-i milliyi ikmale çalışacak; zira birincisi olmaksızın ikincisinin mevcudiyetine imkan göremeyecektir. Cem’iyyat-ı beşeriyyenin akvam halinde tasnifi nasıl ferdin daha ziyade tekemmülünü teshil ediyorsa bu beynelmileliyet de her kavmin imkanın son mertebesine kadar tekemmülüne o suretle hadim olacaktır. cem’iyyat-ı hazıra arasında tezahür ettirmekte olduğu beynelmileliyetin aynıdır; şu fark ile ki: Birincisi en mükemmel ve en nihai şeklidir. Bütün hakaik-i fenniyye gibi hakaik-i İslamiyyenin de vatanı yoktur. Nasıl bir İngiliz riyaziyesi bir Alman hey’eti bir Fransız kimyası olamazsa ayrı ayrı Türk Arab Acem yahud Hind Müslümanlığı da olamaz. Ancak fenni ve tecrübi hakıkatlerin alem-şümul tabi’ati nasıl hey’et-i mecmu’ası takım harslar vücuda getiriyorsa; İslami hakıkatlerin cihanşümul seciyesi de heyet-i mecmu’ası ahlak ve ictima’iyyat-ı ber milli bir takım harsler ibda’ eder. Maamafih her ne kadar bu hakıkatlerin vatanı yoksa da tecellileri tefsir ve tatbik edilmekte bulundukları muhite tabi’dir. cem’iyet-i beşeriyyeyi millet i’tibariyle tasnif etmekten ibaret bulunduğu kabul edilince İslami hakıkatlerin en parlak bir surette tezahür etmesine ve en iyi bir yolda tatbik olunmasına müsa’id yegane muhitin de milletlere ayrılmış cem’iyet-i beşeriyyeden başkası olmamak tabi’idir. Kezalik millet esası üzerine müteşekkil bir cem’iyetin tekemmülü kendisini vücuda getiren ferdin tekemmülüne vabeste bulunmak ne kadar bedihi ise İslam’ın tekemmül-i ferdiyi aramakta olması da aynıyla öyledir. rinden birine mensub ise kendi te’azud-i millisine haris olduğu kadar İslam te’azud-i beynelmilelisine de haris olmak suretiyle iyi bir Türk iyi bir Arab iyi bir Acem iyi bir Hindli olacak; zira bu iki te’azudden birinin diğeri için tabi’i bir mütemmim olduğunu bilecek. Bahsimize hatime vermek için şunu da ilave edelim ki: vütünü kabul etmemekle insanı ırka bağlı bir unsur değil Binaenaleyh ferdi bir amil-i ictima’i ve siyasi telakkı etmek kavmiyeti istemek ve onu kabule icbar etmek demektir; Zira kavmiyet yekdiğerine kaynaşabilen bir takım anasır-ı bir arada yaşamış aynı lisan ile konuşur müşterek hissiyat ve efkara sahib kendilerine mahsus bir san’at bir edebiyat vücuda getirmiş elhasıl diğer beşer kümelerinden temayüzlerine medar olacak ahlakı ve ruhani bir hars ibda’ etmiş ferdlerin ittihadından başka bir şey değildir. O halde İslam’ı mebdeleri milliyeti inkar ediyor hatta kuvvetten düşürüyor tarzında tefsire hiç bir surette imkan yoktur. Onun hücum ettiği bugünkü kavmiyetin dalaletleri hurafeleri ta’assubu hodkamlığıdır. Çünkü yegane maksadı zünunu ebediyen yırtmaktır. birinde en doğru en mükemmel bir kavmiyetin ne olduğunu anlayacaktır. Şu halde İslam’ı kavmiyete alelıtlak muhalif görmek vücudu tasavvur edilecek hataların en büyüklerindendir. Vakit’ in Sulh Hazırlığı ünvanı altındaki silsile-i makalat ve mutala’atını okudum. Vukuf ve ma’lumatı akran ve emsaline gıbta-bahş olan genç refikımızın –kendi kavlince– bir makla beraber bazı noktalarda ve ez-cümle sulh masasına çağırılacağımız sırada yeni bir tuvaletle arz-ı endam ederek Avrupalı dostlarımıza düşmanlarımıza şirin görünmek için yapacağımız ıslahat-ı acilenin başında din ile devleti tefrik maddesini vaz’ etmek lüzumunda kendisine mütaba’atta ma’zuruz. Buna İslam’ın verdiği mufassal cevap kafi ve muğni olmakla beraber Ahmed Emin Bey ile müsa’adenizle bendeniz de bir hasbihalde bulunmak isterim. Her şeyden evvel ala rivayetin nihayet bir ay sonra det-i kasire içinde genç mütehassısımızın gönlünce kendimize çeki düzen verebileceğimizi hiç de zan etmem. Bu kadar kısa bir zamanda kıyafet-i ictima’iyyemizi değiştirmek değil a terziye ısmarlayacağımız bir kostümü bile elde etmek mümkün değildir. Böyle bir teklif şuun-ı ictima’iyye tahavvülatındaki betaeti herkesden ziyade bilmek lazım gelen bir dilerini muhtac görmedikleri faidesiz bir ıslahı kendilerine cebren kabul ettirmek için– aile kararnamesini gümrükten mal kaçırırcasına Meclis-i Meb’usan’a küşadından bir gün evvel tevdi’ edenlerin ruh-ı aculünü ifşa ediyor. Bizden ziyade kendileri bilirler ki akvamın müessesat-ı ictima’iyye ve beş on kişinin “değişsin!” demesiyle değişmez. Ahmed Emin Bey Avrupalıların: “Rusya inkırazından sonra din ve devleti tefrik etmeyen yegane devlet Türkiye’dir. Bu adem-i tefrik Türklerin asri devlet fikrini hazm edemediklerine ve hala pek eski bir kafa ile yaşadıklarına en kavi bir burhandır” diyeceklerinden korkuyor. Halbuki bizim böyle bir sözden pervamız yoktur. Çünkü dini devletten tefrik etmekle Avrupalılar tarafından hakkımızda serd edilecek bu gibi hataalud teşni’atın müstelzim olabileceği mazarratın bin kat bedterini başımıza açacağımıza yakinimiz vardır. Bir pire için yorganımızı yakmaya biz taraftar değiliz. Eski kafada olmak eğer kafamız iyi düşünüyorsa ayıb değildir. Bilakis hiç bir bir kıyafetine girmek yeni şekil ve kıyafetin bize uygun gelip gelmediğini hesaba katmaksızın mahza yeni kafalı münevver fikirli ünvanlarını ihraz için her gün birine taklid etmek maymunluk değilse bile maymun iştihalılıktır. Bir kere düşünelim ki milel ve akvamı sırr-ı menzil-i saadete eriştirecek en metin en emin şekl-i hükumeti taklid etmek edebilmişler midir? Hayır. Vaki’a bu günkü akvam-ı mütemeddine hep Teokrasiden Demokrasiye doğru gitmişlerdir. Bu seyr-i ınkılabattan gaye daima zalimlerle mazlumların adedini azaltmak olduğu halde buna hangi devirde ve hangi diyarda muvaffak olabilmişlerdir? Refah ve saadet-i akvam hiç şüphe yoktur ki şekl-i hükumete değil ra’ilerle ra’iyyenin terbiye ve ahlakına tabi’dir. Böyle olunca en doğru şekl-i hükumetin hangisi olduğu ulum-ı ictima’iyenin –berahin-i kat’iyyesiyle demeyim. Çünkü bu muhaldir– tecarib-i mukni’asıyla ta’ayyün ve takarrur etmedikçe “asrın modasına muvafık” bulmadığınız kıyafetimize kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur. Bir de Avrupa’da dini devletten tefrike ba’is olmuş bir çok sevaik-i ictima’iyye ve mesela kilisenin vücudu ile kilise teşkilatına dahil olan ruhbanın su-i isti’malatı gibi esbab vardır ki bunların bizde vücudu olmadığı gibi o nevi’ teşkilatın milletin sırtına yüklediği bar-ı mezalimi tahayyül bile edemeyiz. Aynı reçeteyi biri birine benzemeyen emraz-ı Biliyorum Ahmed Emin Bey’i bu kadar mühlik bir ilacı tavsiye etmeye sevk eden şey neş’et ve tahsil i’tibariyle akvam-ı gayr-i müslime hakkında ziyade ma’lumatdar olduğu halde şarkın ve ba-husus ehl-i İslam’ın ahval-i ictima’iyelerini tedkık ve tetebbu’a vakit bulamamış olmalarıdır. Ahmed Emin Bey ikinci makalesinde: ve müessesat-ı diniyyeyi sırf dini ahlakı ve ictima’i işlerle uğraşacak bir kuvvet haline koymaya muktedir dimağlar bulunsaydı...” sözünden anlaşılıyor ki Din-i İslam’ı bugünkü Hıristiyanlık gibi bir din zan ediyor. Çünkü vezaif-i diniyyeyi dine –yani bizim ta’birimizce akıdeye– ahlaka ve yine ahlaka raci’ olacak ictima’i vazifelere yani muvasata hasr ediyor. Filvaki’ Nasraniyet’de “Teokrasi” ta’bir ettiği dünyevi te’alim-i enbiyadan hiç bir eser kalmayıp İncil namıyla elde gezen kütüb-i mukaddesede: “Allah’a ait olanı Allah’a Kayser’e ait olanı Kayser’e ver” hükmü ile “Sağ yanağına tokat atana sol yanağını da çevir” hükmünden başka bir şey görmüyoruz. Bu iki hükme de millet-i Nasraniyye yalnız eyyam-ı za’f ve aczinde ri’ayetkar olup eli ayağı tuttuktan sonra Hazret-i Mesih’den menkul olan bu emir ve nehye ne kadar muhalefet ettiğini on yedi asırlık mücadelat-ı mezhebiyye ve siyasiyesi ve bahusus dört senedir alem-i beşeriyyeti kana boğduktan sonra bizim ta kalbgahımıza kadar sokulan demir yumrukları ile pek güzel isbat etti. İşte böyle bir din ile mütedeyyin olan akvamın ruhbanın fuzuli olarak umur-ı hükumete karışmasına mani’ olmaktan daha tabi’i bir hakkı olamaz. Böyle iken Avrupa akvamının bu hakk-ı tabi’ilerini istihsal edinceye kadar ta Luter’den Comt’a kadar kaç asırlık mücadelat ve münaza’at ile uğraştığı ma’lumdur. Hatta hükumetin kiliseye şimdiki galebesi yalnız suri olup bu mücadelat hakıkatte hala devam etmektedir. Bizde de böyle midir? müslümanlar hicret-i nebeviyyenin hede akd eder harb eder sulh eder bir uzviyet-i diniyye ve siyasiyye halindedirler. Bu ana kadar mahfuz kalan Kitab ve sünnet; i’tikadiyatımızı ibadatımızı ahlakiyatımızı kavanin-i saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyemiz için vacibü’l-ittiba’ bildiğimiz desatirden müteşekkil ve eczası la-yenfek bir küldür. Bir müslüman i’tikadat-ı İslamiyeyi nasıl hak tanıyorsa şer’-i şerif dairesindeki alış verişini de vezaif-i tabi’iyyet ve metbu’iyyeti de öylece rıza-yı Bari’yi tahsil için ifa eder. Su-i ahlaktan ictinab ederse mu’amelatında eğrilikten çekinirse ahara zulümden kaçınırsa hep nehy-i ilahiye muhalefet korkusundandır. Her müslüman haline derecesine göre emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker ile me’murdur. Ahkam-ı diniyye deyince biz yalnız te’alim-i i’tikadiyye ile ibadatı anlamayız. Mehasin-i ahlakı da mu’amelat-ı hukukiyye ile muhtasar ta’rife göre İslam’da şekl-i hükumet teokratiktir denilebilir. Fakat ruhbaniyet olmadığı için bir Avrupalının veya zihni Avrupa efkarından başkasını hazm edemeyen bir gencin anladığı ma’naca teokratik değildir. Zira bizde mu’amelat-ı nası şöyle dursun ibadatı bile idareye memur bir sınıf-ı mahsus yoktur. Herkes şer’-i ilahideki ahkamı vüs’u yettiği mertebede icra ile mükellefdir. Ve emr ü nehy-i ilahiden mes’uldür. Ve bunda şahın gedadan farkı yoktur. Bu ümmette ne la-yuhti ne mukaddes ve gayr-i mes’ul kimse vardır. İ’tikadımızca enbiya-yı kiram bile fiillerinden mes’uldürler. yalnız Allah te’aladır. Ma’adası dahildir. ahaliyi dinsiz hatta dine karşı lakayd bir hükumet fikrine alıştırmaya çalışmanın rahat ve huzur-ı nası salib ne yaman mücadelata kapı açacağını artık tasavvur ediniz. Hayır kanunların ahkam-ı idariyyenin mizac-ı ahaliye muvafık bulunması kabul-i ammeye mazhar olması ilac-ı refah ve saadet oldukları fikr ü akıdesini halka telkın etmesi lüzumu en müsellem ve en ma’ruf kava’id-i ibtidaiyye-i yaşatamazsınız. Biz ıslahat devrine gireli bir asır kadar zaman geçti. Bu ıslahat ahalimizin fikir ve i’tikadına mutabık bir tarzda yapılmadığı için ahali hükumete bir türlü ısınmamıştır. Daha dün yapılan “Aile Kararnamesi” başta müslümanlar olmak üzere hıristiyanları da Yahudileri de ığzab etti. Tevhid-i mehakim gibi yanlış ve müsemmasına gayr-ı mutabık olan ma’hud kanun hükkam-ı şer’in merci’ ta’yinini değiştirmekten ve silsile-i hükkama sit-ı şer’i duymamış bir kaç hakim idhal etmekten başka bir semere vermedi. Devleti dinden tecrid etmekte gayet büyük bir mahzur-ı vazzaf bilen halkımız hükumetin bu vazifeden imtina’ını hoş gördüğü gün diğer vezaif-i diniyyesini de ve binaenaleyh ahlakiyyatını da vezaif-i ictima’iyyesini de ihmal eder. Çünkü evvelce arz ettiğim gibi ahkam-ı şer’iyye tecezzi kabul etmez bir küldür. Bu küllün neresinden baltalar yıkarsanız hepsini birden yıkmış olursunuz. Hepsini yıktıktan sonra da artık nizam-ı ictima’imizi muhafaza için ictima’iyyat ulemasının yüz bini bir araya gelse çare bulamazlar. Ahmed Emin Bey’in tecrübesi ilmi kadar olsa bu kadar mühim ve nazik bir işi çamaşır değiştirmek kadar kolay bir suret-i hal göstererek bina-yı ictima’imizin temeline dinamit doldurmaya gönlü eminim ki razı olmaz. Sözün kısası Ahmed Emin Bey’in dostu olan İngilizi memnun etmek için zan ettiği gibi bir ayda hatta bir kaç asırda kıyafet değiştirmemize imkan yoktur. Olsa da faide vermez. Zira ahlak ile sair desatir-i ictima’iyye vicdan-ı beşere derece-i te’siri ma’lum olan fikr-i dini ile pek kolay muhafaza edilebilirse de hergün yenisi çıkan alamod nazariyat-ı felsefiye ile bu ahkam yürütülemez. Maksad ahali beyninde adl ü refahı te’min ile rahat ve huzurlarını zamin olmak ise bunun şekl-i hükumet ile alakası yoktur. Efrada vezaif-i ferdiyye ve ictima’iyyeyi hüsn-i ifa ettirecek bir terbiye-i ahlakiyye verdiğiniz gün matlub ma’a ziyadetin hasıl olur. Bakısi düruğ-ı bi-nihayet Hamiş – Ahmed Emin Bey ikinci makalesinin hamişinde diyor ki: “Kari’lerimizden bazıları matbaamıza müraca’at ederek devlet ile dinin tefriki üzerine Hilafet mes’elesinin mevzu-i bahs olması lazım gelip gelmeyeceğini sordular. Bizim fikrimizce bu mes’elenin mevzu-ı bahs olmasına hiçbir sebeb yoktur. Osmanlı Devleti’nin hükümdarlığı ve alem-i İslam’ın halifeliği birbirinden tamamıyla ayrı iki sıfattır ki zat-ı hazret-i padişahide pek güzel ictima’ edebilir. Tefrik vuku’ bulduğu takdirde Meşihat ve Evkaf Nezareti müstakil bir hey’et-i diniyye halini alır ve doğrudan doğruya makam-ı Hilafete tandaşlar için müsavi bir mahiyeti haiz bir heyet-i kanuniyye şekline girer.” Sahib-i makalenin yukarıda bahs ettiğimiz hatası işte burada da zahir oluyor. O sıfat-ı Hilafet’i papalık gibi bir sıfat-ı ruhaniyye zan ediyor. Hilafet ahkam-ı şer’iyyeyi icrada niyabet ma’nasınadır. Emire sultan deyiniz padişah deyiniz halife deyiniz her ne derseniz deyiniz sıfatı değişmez. Onun vazifesi sair efrad-ı müsliminin vazifesi gibi dinidir. Aradaki fark kuvvet-i hükumet ile infaz-ı ahkam ve ikame-i hudud-ı şer’iyyedir. Avrupa düşünüşü ile onda ayrı ayrı iki sıfat tevehhüm edip onun gah ahkam-ı şer’iyyeyi gah şer’a muğayir ahkamı infaza memur bir şahsiyet-i mütenakıza olmasını biz havsalamıza sığdıramayız. Vatandaşlara gelince onlar iki türlüdür. İçimizde yaşamak Haklarını veriniz zulm etmeyiniz din ve ayinlerine karışmayınız. Bize pek güzel ısınırlar. İftirak sevdasında olanları ise hiçbir suretle memnun etmeye imkan yoktur i’tikadındayım. A elif . N. Geçenlerde Filistin’deki Yehudi Hükumeti ile müslümanların gazetesi Başmuharriri Ahmed Emin Bey bu hafta da “din yeni intişara başlayan İslam gazetesi gayet güzel bir cevab verdi. Müslümanlığın nasıl bir din olduğunu hülasaten izah etti. Bundan başka fazıl-ı muhterem Ahmed Naim Beyefendi de bu mevzu’a dair mühim bir makale yazarak mes’eleyi epeyce tenvir buyurdular. Bu münasebetle Ati gazetesi de Hilafet-i İslamiyye hakkında şayan-ı ehemmiyyet bir makale neşr etti. Müslümanlar için fevkalade haiz-i ehemmiyyet olan bu mes’ele hakkında Sebilürreşad vaktiyle hayli neşriyatta bulunmuş uzun uzadıya izahat i’ta etmişti. İslamiyet’i adem-i tetebbu’ neticesi olarak ortaya çıkarılan bu mes’ele hakkında ümid ederiz ki Ahmed Emin Bey ta’dil ve tashih-i efkar ederler. Ehemmiyet-i azimesine mebni bu hususdaki neşriyatı hülasaten olsun nakl ü kayd etmeyi elzem addediyoruz. “Kendi kendimizi böyle “asri” bir devlet şekline koymak dan birincisi ve en mühimmi devletimizden teokrasi mahiyetini tamamıyla ref’ etmektir. Biz zaten tevhid-i kaza esasını kabul etmek suretiyle bu yolda son derece mühim bir adım attık. Rusya’nın izmihlalinden sonra dünya yüzünde bir tek medeni memleket kalmamıştır ki din ile hükumeti tevhid etsin ve müessesat-ı diniyyeye tamamıyla müstakil bir mevki’ vermiş olmasın. Biz bunu tabi’i görmeye alıştık. Bunun aksini dimağlarımız kolay hazm edemez. Halbuki dini teşkilatın haiz-i istiklal olmaması dinimiz nokta-i nazarından hiçbir faide te’min etmedikten başka memlekette müesessat ve efkar-ı diniyyenin kuvvetini muhafaza edememesine en büyük sebebdir…” “Bu mes’elede bizimle bir Katolik veya Ortadoks hükumet ve hatta Protestan hükumet arasında hiçbir müşabehet yoktur. Gayr-i müslim devletlerde ve bilfarz Fransa’da hükumetle kilisenin ayrılması büsbütün başka bir mahiyet arz eder. Çünkü: Evvela bizde kilise yoktur. Saniyen kilise olmayınca ruhanilik de yoktur. Salisen bizde din yalnız va’z ü nasihatten ibaret olmayıp ibadattan ziyade ve daha evvel hukuk-ı ibadı ve o hukukun da şahsi ve ictima’i kaffe-i ahkamını her zaman ve her devre muvafık esaslarla tefekkür ve idare ettikten sonra saha-i hüküm ve hikmeti idareyi siyaseti kavanin-i meşrutiyyeti de ihata eder. Hükumetin şeklinden bed’ ile müsavat-ı hukuk ictima’iyat siyasiyat senin değildir. İslamiyet akıde i’tibariyle bir müslümanın dini ise adalet ve siyaset i’tibariyle bütün insanlarındır. Düsturlarında harbler sulhlar ictima’i mes’eleler ahlakiyat menfa’at-i amme muvazene-i milliyyet esasları hep düşünülmüştür. Halifeden padişahdan bed ile en ufak bir ferd halka varıncaya kadar hür ve müstakil ahkam vaz’ etmiştir. Kendisi esasen müstakildir. Onda hükumete tabi’iyet mahdudluğu yoktur. Bilakis kendisi ahkam-ı ilmiyye üzerine kurulmuştur. Tefevvuk ve imtiyaz tahakkum ve asalet hiç tanımaz. Onun hükumet üzerine te’siri doğru ve icab-ı hal ve zamana muvafık bir maddeye bir işe alelıtlak müdafa’a şeklinde değil bilakis nazım ve muhafız-ı hürriyet ve adalet olmak suretiyledir. Bu anlattığımız teşkilat mucebince hukuk ve siyaset düsturları haricinde dinin bir şey emr etmesi ihtimaline değil böyle bir şeye bilakis sükut etmemeye memur olması esasını nazar-ı dikkate alırsak görürüz ki bizim dinimizin hükumetle memzuciyeti ile din-i Mesih’in hükumet üzerine bir te’siri arasında hiçbir münasebet ve müşabehet yoktur. fünun ile zevalinden sonra medeniyetin idare ve siyasetine hakim olabilmek seviyesinden pek çok uzak olan İncil’in büsbütün zıddı olarak nazım ve mürşid olmak hassasına maliktir. Katolik bir hükumet cumhuriyeti kraliyete yahud bunların bir ibadet ve du’a mahalli olan ma’bed derununa hususi mektepler misyonerlikler milli ve siyasi fikir cereyanları bankiyelik idhal etmiş olan müessesatı kendi işine icra-yı te’sirden men’ etmesi başka; bir de bunların hiç biri bulunmadıktan ma’ada bilakis müsavat-ı hukuk te’min-i adalet olmayarak halifeye padişaha bile adl veya zulm noktasından hakim olan din-i İslam yine başkadır. Hem de pek başkadır. Binaenaleyh bu iki teşkilat beyninde zerre kadar müşabehet yoktur. Hükumetimiz dine ve onun telkın ettiği ictima’iyat ve hukuk kanunlarına halisane ri’ayet etmediği ve onu bazan zahiren tutarken ekseriya batınen bıraktığı için idare ve siyasetinde muvaffak olamadı. Hal böyle olunca ve din-i İslam’ın en ulvi ve en intihai bir demokrasiyi gözümüze dimağımıza sokan gayr-i tabi’i ve yanlıştır. Bizde idrak de hissiyat da akl-ı selim de hepsi… hepsi ciddi ve dakık bir müslüman hem de ilmen mütemeddin bir müslüman siyaseti ile elde edilebilir. Zaten bu din “mu’amele dini” “nasih olmak dini” ve “rasihin” dinidir.” HİLAFET-İ İSLAMİYYE “Şark ve İslam alemi bizatihi demokrattır ve ondan başka bir sulta tanımaz. Avrupa’nın hala varamadığı üss-i müsavata biz on üç asır evvel gelmiştik. İki zihniyet başka başkadır. Binaenaleyh Avrupa’da Romanov Habsburg Hohençolern gibi a’sar-dide lakin demokrasiye mani’ ve onunla mübariz saltanat hanedanlarının inkıraz ve indirası demokratik bir müessese olan Hilafet’in isti’lasını mucib olur. Biraz alafrangaya yakın lakin hakıkat-ı tarihiyye ve ruhiyat-ı şarkiyye ile ülfeti olmayan kimseler ve bilhassa bu vatan ile münasebetleri mezheb bukalemunlarına olan nisbetlerinden fazla bulunmayan bir takımları belki bu cilve-i tarihi anlamazlar. Fakat emin olalım ki kavafil-i melaike arasında yalnız bir İblis-i racim çıkabilir; fazlası çıkamaz. Onun gibi üç yüz milyonluk cumhur-ı müsliminin salabetine halel gelmez. Hiçbir devlet-i mu’asıra Hilafet’e seng-endaz olamaz çünkü hilafet devletlerin fevkindedir. Hilafet’e ta’arruz etmek onu takviyeden başka bir neticeye peyveste olmaz. Eğer farz-ı müsteb’ad olarak bir devlet-i maddiyye Hilafet’i yıkmak isterse kalblerde seciyyede fıtratta hakıkatte merkuz olan bu şecere budanıp kesb-i kuvvet eden bir nihal gibi yeni bir kuvvet ile fışkıracak ve kendi vücuduna hail olan mevcudiyetleri yıkacaktır. Hilafet-i İslamiyye üç yüz milyon ferdlik bir demokrasinin bir cumhurun demokrasiden başka bir sulta tanımayan bir kısm-ı beşeriyyetin mümessil ve müşahhas mevcudiyeti tercüman-ı amali muhassala-i tarihiyyesidir. Cumhur-ı müslimin Amerika demokrasisinden ancak’da vücudunu anlayan Fransa Cumhuriyeti’nden hala sinin-i şek kabiliyet-i hayatiyyesi fazladır. Sivri ukala var; bu asırda demokrasi ile Hilafet nasıl kabil-i te’lif olur? Hilafet demokrasinin te’yid ve te’kıdi demektir. Dünyada en müte’azzi en eski demokrasi cumhur-ı müslimindir. Biz bu mevzi’de akaid i’tibariyle değil bir kemiyet-i siyasiyye ve ictima’iyye olmak üzere İslamiyet’den bahs ediyoruz. İslam bir demokrasidir. Demokrasinin zıdd-ı kamili olan Avrupa aristokrasisinin hiçbir zerresi mevcud mudur ki bu İslam’ca mazhar-ı musamaha olsun? Hürriyet uhuvvet müsavat Frenmasoneriden evvel İslamiyet’in takririne mazhar olmuştu. Daha üst tarafına gidelim. Bugün Kapitalizm aleyhine bir kıyam-ı umumi ve kevni vardır. Murabaha faiz kapitalist bir alemin tekamülüne badi olmuş filhakıka terakkiyatı da intac etmiş ise de bu sulta-i ağniya milyonlarla insanın fakrını bu fakr da azim bir müsavatsızlığı bu hal ise tabakat-ı ictima’iyye muhalefetini muharebe-i umumiyyeyi; Sosyalizmi Bolşevizmi icab ve intac ettirmiştir. Bu i’tibar karabet müşaheddir. Dön dolaş yine alem hürmet-i ribaya geliyor. Terakkı tekamül tefeyyüz her vakit ileride değildir. Eğer öyle olsaydı en son zamanlarında muharebe-i umumiyye gibi bir badire-i veleh-za nev’-i beşeri düçar-ı elem ve matem etmezdi… Bana öyle geliyor ki İslamiyet-i siyasiyye ve ictima’iyye bu imtihandan daha kuvvetli çıkacaktır. İslamiyet gayr-i fevzavi lakin ileri bir meslek-i ictima’idir. Hele ehl-i İslam makam-ı Hilafet’e ta’riz edildiğini görünce ona olan merbutiyeti bir kat daha artıracaktır. Hilafet bir saltanat-ı maddiyyeye istinad etmedikçe müstakil olamaz. Tabi’iyet veya himaye-i ecnebiyyede bir hilafet hilafet değildir. Binaenaleyh Al-i Osman’dan olmayan bir halifenin hilafeti gayr-i variddir. Çünkü o halife bir bende-i ecanibdir. Hilafet’in vücudu Saltanat-ı Osmaniyye’nin beka ve devamını şevket ve miknetini müstelzimdir. Devr-i sabıkta hasıl olan teşettüt-i İslami inşaallah hükümdar-ı nev-ikbalimizin zatlarıyla vücudlarıyla izale edilecek ve cami’a-i İslamiyye eskisinden daha fazla bir kuvvet bulacaktır. ye’nin mazhar-ı tekamülat olması teb’a-i İslamiyye’ye malik olan bütün devletlerin lehine bir harekettir. Böyle bir Hilafet beyne’d-düvel bir unsur-ı muvazene ve salah olur. Her devletle hoş geçinmek şi’arı ve mukteza-yı adaleti bulunan bir hilafet bir hayli münaza’ata mani’ olabilir. BÜYÜK BRITANYA VE MUKADDERAT-I İSLAM Bu ünvan ile Ati gazetesi mühim bir makale neşr etmiştir. Halis bir müslüman fikriyle yazılmış bu makalenin bazı fıkralarını nakl ediyoruz: Amiral Sör Artur Galtorb’un mahruse-i Kostantınıyye’ye vuruduyla Büyük Britanya ma’bed-i İslam’ı –velev suret-i müsalemetkaranede olsun– babdan mihraba kadar feth etmiş oldu. Dehhaş bir zafer: Cengiz’in Harzemşahan devletine nihayet vermesi Hülagü’nun Bağdad’a girmesi şümul bir faslının arefe-i küşadındayız. Bundan sonra İngiltere İslam’a karşı nasıl bir siyaset ta’kıb edecektir? Royter Ajansı bu hadise-i mu’azzamayı muhtelif diyar-ı zafer-i veleh-resanı karşısındaki lerzan ve hirasan bir kalbin bütün çarpıntılarını duymuş; başları bir vaz’-ı inkıyad ile biraz daha eğilmiştir. Tabi’idir ki kalblerin bu duygusu başların bu inhinası Fakat acaba İ’tilaf kuva-yı berriyye ve bahriyyesinin bir tavr-ı muzafferane ile harim-i hilafete girmesi gibi bir hadisenin Kur’an okunan memleketler üzerindeki te’siratı sadece havf u inkıyad ile hülasa edilebilir mi? Biz bunu hiç de böyle zan etmiyoruz. Eminiz ki İslam aleminin samim-i vicdanında kopan fırtınalara nisbetle İstanbul muhit-i İslam’ının heyecan ve te’siri en mehib ru’ud ve savaikin muvacehe-i dehşetinde bir şerare-i elektrikiyyenin çıtırdısı kadar naçizdir. Feca’atin zehr-i alamını damla damla içerek hadisatın te’akub-ı tedricisiyle ülfet eden İstanbul ruhunun diğer İslam yurdlarınınkinden daha ümidvar kalmasından tabi’i ne olabilir? Rast getirdiğini silip süpürerek ilerleyen bir yangının alevleriyle muhat bir evde bulunduğunuzu farz ediniz: Ölümle aranızda bir kıl kadar mesafe kalmış iken bile metanet ve i’tidalinizi muhafaza eder kendiniz de bir aşağı bir yukarı koşarak hatta eşya kurtarmak için bir metanet-i ruh duyarsınız. Halbuki sokakta bulunan peder ve biraderiniz valide ve hemşireleriniz bu hal muvacehesinde ne ıztırablar ne heyecenlar geçirirler! … Bütün zevahire rağmen bugün vicdan-ı İslam durgun bir gölün sath-ı mücellasına düşen bir cismin teşkil ettiği müttehidü’l-merkez halkalar gibi nokta-i sukuttan uzaklaştıkça genişleyen ve binaenaleyh mahiyet-i müterakkiyye ve şamilesi olan bir heyecan ile mevcedardır. İşte biz; bu vicdanın azim bir okyanus gibi tedkık edilmeye değeri olduğunu tasdik edersek; Büyük Britanya’nın İslam ve İngiliz münasebat-ı müstakbelesini ta’yine medar olacak bir üss-i hareket elde etmiş olacağına kani’iz. Diğer İ’tilaf hükumatının alem-i manlar mukadderat-ı atiyyelerinin iyiliğini kötülüğünü İngiltere’den bileceklerdir. Büyük Britanya bugün muvacehe-i Pek iyi biliyoruz ki vaz’iyet-i hazıranın te’min ettiği ezici ve kahir tefevvuk Salib’in son İslam istiklaline de onulmaz bir darbe-i mevt indirebilmesini kolaylaştırmıştır. Evet artık Amerika’nın yed-i kudretindedir; fakat biz İngiltere’yi münhasıran hatta şeamet-i şüyu’undan tahzir ederiz. Askovit’in gazetelerde gördüğümüz beyanatı uydurulmuş yalanlar değil Şüphesiz cereyan-ı hadisatın te’siriyle olacak İngiltere’nin şark ve İslam hakkındaki an’anatını feda etmekte olduğunu görüyoruz. Şark vicdanının inceliklerine vakıf adam İngiliz kelimesinin bir medlul-i diğerini ifham eder. Bu vasfa kesb-i liyakat etmiş olan bir millet gayr-i kabil-i tecezzi olan İslam vicdanını bundan fazla cerihadar etmekten sakınmalıdır. hür-i terbiyevisi vardır ki bunun bu mevzu’ dahilinde pek büyük bir kıymet ve ehemmiyeti vardır: İslamlar biri birlerinden ne kadar uzaklaşırlarsa ruhları o nisbette yakınlaşır. lerine ağlarlar. Kuvvetini Kur’an ve hadisden alan bu halet-i ruhiyye ihmal edilecek bir keyfiyet değildir bugün şer’an metbuuna karşı bir sahib-i huruc vaz’iyetinde olan Şerif Hüseyin Paşa’dan tutunuz da Suriye ve Irak’da dindaşlarına kurşun atan Hindli nefere varıncaya kadar her müslüman mesela bir İslam hanımının sarhoş efrad-ı askeriyye tarafından düçar-ı ta’arruz olmasını mukaddesatına bir tecavüz addeder. İslam ruhunu tanıyanlar için bunun kadar tabi’i bir şey tasavvur edilemez. Garibdir ki misal kabilinden irad ettiğimiz bu mes’elede İngiliz askerinin dahli olmadığı halde efkar-ı umumiyye-i İslam bunun mes’uliyetini İngiltere’ye tahmil etmekte tereddüd etmez. Büyük Britanya masnu’at ve ma’mulatını satmak için alem-i İslam’dan revaclı pazar bulamaz. Bu pazarın kalbini kazanmak yağmaya ma’ruz bırakmaktan daha faidelidir. terilere değil; bayi’ine lebriz-i i’timad bir kalp ile merbut alıcıya muhtacdır. İngiltere’yi İslam’a karşı cebbarane bir siyaset ta’kıb etmekten men’ edecek hiçbir kuvvet olmasa bile menafi’-i siyasiyye ve iktisadiyyesi i’tidal ile hareketi emr eder. Ekseriyet i’tibariyle bugün cahil olan bu insanlar yarın tenevvür edecekler benliklerini anlayacaklardır. Bu benliği anlamalarına hiç bir kuvvet mani’ olamaz. Hem de felaket bunların İngiltere düşmanlarının elinde alet olmalarıyla başlayacaktır. Avrupa erbab-ı siyaseti Beni İsrail’in iki bin sene sonraki ba’sü ba’de’l-mevtini unutmamalıdır. Fakat üç yüz milyon insan nasıl mahv edilecek? Bunlar milyon sinek değildir ki “papya ense katisid” ile nesilleri kurutulsun. Hem de bunları mahv etmekten başta İngiltere alem-i medeniyyet ne kazanabilir? Üç milyon müstehlikin ziya’ı düşünülüyor mu ki bir ticaret alemi için ne büyük felakettir! Sermayeci Avrupa bunların yerini tutacak mahlukatı seyyare-i Merih’den celb etmenin yolunu buldu ise diyeceğimiz yoktur. Görülüyor ki İngiltere için ta’kıb edilmesi lazım gelen tarik-i siyaset kendiliğinden tavazzuh etmiş oluyor. Muhammediler Büyük Britanya’nın mukadderat-ı İslam üzerine Acaba Londra Kabinesi bu mutala’atımızı istihza ile karşılayarak koca bir alemin dostluğunu red edecek midir? Buna evet veya hayır demeyeceğiz. Maamafih pek o kadar acul olmayalım. Keşşaf-ı bevatın-ı eyyam olan hazret-i istikbal sualimizin cevabını vermekte gecikmeyecektir. Küllü atin karib MÜSLÜMANLAR NIÇIN ALMANLARLA İTTIFAK ETTI? Hükumet-i Osmaniyye bu ana kadar İngilizlerle ne için dost olamamış; onun nüfuzundan kudretinden istifade etmeyi bilememiştir? diye birçok zevatın fikrini işgal hayretlerini celb ediyor. Hususiyle bu mühim noktada İttihad ve Terakkı hükumet-i sabıkası ziyadesiyle tahtie ediliyor. Harbin dan a’yan a’zasına varıncaya kadar– tamamıyla İngilizler aleyhinde ve Almanların lehinde idi. Bunun elbette gayet esaslı ve derin sebebleri var idi. Yoksa propaganda ile yahud birkaç kişinin ilkaat ve teşvikatıyla İngiltere’ye karşı millet-i Osmaniyye –ki bittabi’ Devlet-i Aliyye müslümanlarını kasd ediyoruz– o kadar seri’ dönüp tağyir-i fikr etmezlerdi. Eminim bazı kimseler bu iddi’ama cevap olarak diyeceklerdir ki: “Tebdil-i fikir edenlerin cümlesi İttihad’a mensub olanlardır.” Fakat bu hiçbir vakit doğru olamaz. Asıl İngiliz aleyhdarlığı senelerden beri gerek burada –bizim memleketimizde– gerek bilcümle memalik-i İslamiyye’de hüküm-ferma olmakta ve git gide günden güne iktisab-ı kuvvet etmekte siyasetleri idi. Müslümanlarla dost olmak samimi yaşamak fikir ve arzusu diyebilirim ki yarım asırdan beri İngiltere’de asla mevcud değildir. İngiltere bu son zamanlarda müslümanlardan ümidini kestiğinden ve yalnız Hindistan’ı ebediyyen zir-i istilasında bulundurabilmek için ara yerde vaki’ memalik-i İslamiyye’nin taksimine dair karar-ı kat’isini verdikten sonra bir tarafdan Türkiye’yi küçültmek diğer tarafdan da İran’ı Ruslar eliyle mahv ü ifna etmek siyasetini ta’kıbe koyulduğu vesaikiyle sabittir. İran’da ve Türkiye’de meşrutiyet devri başlayınca umumi bir intibah-ı İslam cereyanı dahi başlamış derece korkutmuş ve bu müdhiş cereyanın önüne geçmek ve onu akamete uğratmak için İngiltere elinden geleni yapmakta kusur etmedi. şibh-i ceziresindeki hükumetlerin Osmanlı Devleti aleyhine muş şeylerdir. Hatta Balkan muharebesini Türkler aleyhine hazırlayan da Londra’daki Balkan Cem’iyyet-i ma’hudesi olduğuna şübhe etmemelidir. İngiltere’nin alem-i İslam’ı büsbütün mahv ü ifnaya kalkıştığını gören müslümanlar çevirdiler ve ondan külliyen me’yus oldular. Bu hissiyata yalnız Türkiye’deki müslümanlar değil Mısırlılar da Afrikalılar da İraniler ve Hindliler de iştirak ediyorlardı. Bu cereyandan en ziyade istifade eden Almanlar oldu. Almanya alem-i İslam’ın bu hissiyat ve galeyanına vakıf olunca müslümanlara karşı son derece hilm ve mülayemetle Balkandaki mağlubiyetimizle memalikimizin bi-gayri hakkın Balkan hıristiyanları tarafından zabt edilmesine yardım ettikten ma’ada binlerce müslümanın gaddarane vahşiyane bir surette Bulgarlar tarafından parçalanıp namuslarının paymal olunmasına ses çıkarmadığı halde Almanya kuvayı askeriyemizin tensikine ve Balkan Harbi esnasında gizliden gizliye bize büyük ve ciddi mu’avenetler ibraz etmiş ve bu hareketiyle her müslümanın a’mak-ı kalbinde bir muhabbet te’min eylemişti. Harb-i Umumi başlar başlamaz İngiltere iki dretnotumuzu zabt ederek bizi daha fena bir halde iğzaba sebebiyet vermiş ve kendi eliyle alem-i İslam’ı Almanların kucağına atmış müessiratı göz önüne getirsek göreceğiz ki bir Osmanlı-İngiliz muhadenet ve ittifakı için hiçbir vesile kalmamış idi. Bunda da biz müslümanlar pek haklı idik. Çünkü İngiltere ve Fransa er geç kendi müttefikleri olan Rusya’ya kuvvet ve mühimmat yetiştirmek ve Almanya ve Avusturya’yı bir an evvel mağlub etmek için boğazları zorlayacaklar ve bizi bi-taraf bir halde bırakmayacaklardı. Biz müslümanlar ise Boğazlar’ımızı zorlamak ve İstanbulumuzu elimizden almak isteyen kaviyyü’ş-şekime bir Rus Devleti’nin imdadına koşmak arzu edenlerle tevhid-i mesa’i edemeyeceğimizi biliyorduk. Hele o sıralarda muharebenin yesiyle dakıka başında zaferden zafere koştuğunu görünce bir meyl-i müfrit ve bir saik-i tabi’ile ona doğru koştuk. Biz manya tarafına kuvvetle çekip cezb eyliyordu. Bunun üzerine İ’lan-ı Cihad da ettik. Evvelce bunda hiçbir hata da yoktu. Zan edersem layıkıyla da muvaffak olabilirdik. Fakat maatteessüf Almanya’nın şarkı ve alem-i İslam’ı hakkıyla tanıyamaması ve siyaset meydanındaki acemilikleriyle beceriksizlikleri bizim Cihad’ın icra-yı te’siratına mani’ olduktan başka şark işlerinde aramızda gizliden gizliye büyük bir münaferet ve zıddiyet –ta’bir-i sahihiyle rekabet– devri açılmasına sebebiyet verdi. Almanya gereği gibi şu büyük fa’aliyet ve icraat için ta’kıb etmesi lazım gelen maddi ve ma’nevi fedakarlıklardan sarf-ı nazar etti; yalnız kendisini düşünmeye başladı. Bize va’d ettiği milyonlarca askeri top ve mühimmatı vermedi. Cebheleremizi müdafa’a etmedi. Vaktiyle imdad ve levazım-ı harbiye yetiştiremedi. Hatta İranlılara bile va’d eylediği eslihayı veremediği için İran’daki hararetli cereyanların söndürülmesine sebeb oldu. Bir tarafdan Kirmanşah’da ve Hanekin’de tecemmu’ eden aşayir-i İraniyye diğer tarafından pay-ı tahtı değiştirip Isfahan’a nakl etmeye müheyya olan –bütün müteneffizan-ı İraniyye hazırlanıp müteheyyic bir vaz’iyyette iken– Almanya’dan İran’a bunca vaadlere rağmen bir tek tüfenk yetişememesi hem Şah’ı hem umum İranilileri soğutmuş ve Isfehan’a gitmeye hazırlanan Şah hazretleriyle rüesa-yı devlet ve meb’usan-ı millet yüklerini çözüp yerlerinde kalmaya mahkum oldular. Bu vak’a tekmil İranlıların şehadetiyle sabit olup asla mahall-i günü Şah hazretleriyle bilcümle evrak-ı resmiyye jandarma ve polis ve İran asakiri ve bilumum meb’usan ulema ve müctehidin-i kiram Tahran’ı terkle Isfahan’a azimet ve orayı pay-ı taht i’lan etmeye amade idiler. Demek oluyor ki Babıali yahud İttihad ve Terakkı zimamdarları ictihadlarında o zaman asla hata etmemişlerdi; Cihad’ımız da alem-i vakit ve zamanında incaz etmiş olsaydı şüphesiz ki bu cereyana pısını çalacaklar ve ba’de’d-duhul Afgan müslümanlarıyla müttefikan Hayber kalesinden geçip Peşaver ve müte’akiben Lahor ovalarında isbat-ı mevcudiyyet edebileceklerdi. Alt tarafını söylemek zaiddir. Mütefekkirlerimizle muharrirlerimizin bazıları farz-ı muhal telakkı edip Elf Leyle hikayeleri kabilinden zan ettikleri bu beyanatımı tasdik etseler bile yine diyeceklerdir ki: “Madem ki bu plan tatbik edilmedi veya edilemedi. Düşmanımız olan Rusya muzmahil oldu. Ondan sonra hükumet-i Osmaniyye niçin fırsattan istifade ederek İngilizlerle şiddetli bir sulh akdine çalışmadı?” Onlara cevaben arz ederim ki Devlet-i Osmaniyye maatteessüf Almanya’nın ikinci bir su-i siyasetine va’adlerinin adem-i incazına kurban olmuştur. Brest Litovsk Musalahanamesi’nin Rusya’yı ne hale ifrağ ettiğine hepimiz vakıfız. Devlet-i Osmaniyye vilayet-i kadimesini büyük ve mu’azzam bir devlet-i İslamiyye teşekkülü de derdest oraları mülukü’t-tavayif haline kalb eylediler. Eğer bir Kafkas Hükumeti teşkil edip müslümanları silah ve malzeme ta’lim-i askeri ile techiz ve teslih hususunda Almanya biraz eser-i himmet ve hayat göstermiş olsaydı yine az zaman fındaki ovalara doğru tahrik-i inan-ı azimet edip Türkistan’ı ve Afganistan’ı önlerine katarak Hind yaylalarının etrafını saracaklardı. Nitekim İngiliz matbu’atı o zamanlar azim yaygaralar koparıp Hind yollarının tahkim ve tarsinini ve Hindistan’ın azim bir istiladan tahlis çarelerini düşünmesi için hükumetlerinin nazar-ı dikkatini celbe başlamışlar ve İngiltere de bu vesayaya binaen İran’a Belücistan’a Afganistan’a birçok kuvvetlerle mütehassisin-i askeriyye sevk ve i’zam ederek bizimle Almanların muhtemel bir ta’arruz ve tecavüzümüzün önünü almaya hazırlanmışlardı. Halbuki Almanya böyle yapmadı ve ancak Ukrayna’nın Gürcistan’ın ve daha bilmem hangi faidesiz hükumetlerin teşkiliyle meşgul olmuş ve bunca azim muvaffakiyatı göremeyerek hepsinden sarf-ı nazar etmişidi. Demek oluyor ki Devlet-i Osmaniyye aldanmış fakat müte’assir gayr-i kabil-i tatbik veya hulya kabilinden olan bir plan ta’kıb etmemiştir. Evet Bulgaristan’dan evvel sulh kapısını müttefiklerinden evvel bu hükumet açabilirdi ve oldukça hal-i hazıra nisbetle daha ehven ve belki daha haysiyetli bir mütareke akd edebilirdi ki zannımca Babıali veya hükumet-i sabıka bu sonuncu fırsatı elden gaib etmiştir. Maamafih milletimizin ruhundaki merdlik ve vefakarlık hislerinin de bunda te’siri olduğu kabil-i inkar değildir. Hülasa biz bu yazılarımızla hükumet-i sabıkayı müdafa’a ve vikaye kasdıyla değil bir dereceye kadar hakayiki neşr etmek ve vekayi’i elden geldiği kadar tenvir etmektir. Millet-i Osmaniyye daima zimamdarlarını mes’ul edebilir. Fakat garaz ile değil hakıkatle. Zu’mumuzca hükumet-i sabıka mes’ul olsa olsa yalnız dahildeki yolsuzluklarıyla mes’ul ve müttehem olabilir; yoksa niçin Almanya tarafını dan hiç bir vicdan onu itham edemeyecektir. Vaktiyle bu mezkur hükumeti te’yid ve tasdik eden ve kendilerine bol bol beyan-ı i’timad eden meb’usan ve a’yan ricalimiz de aynı fikir ve ictihadda olmasalardı sabık zimemdaran da kendiliklerinden bu kadar büyük bir hataya düşmezlerdi. Demek bütün millet-i Osmaniyye bu ictihada iştirak etmiştir. Netice şu ki İslami bir mefkureci o zamanlar hiç bir vakit alem-i İslam’ın taksimini kasd eden ve onu siyasi bir meslek edemezdi. Bundan sonra Allah bilir. Fakat Görünen köy klavuz istemez sözüne bakılırsa Mü’telifler’in İstanbul’a ve Osmanlıların –yani müslümanların– aleyhine olarak bu kadar feci’ ve merhametsiz bir surette tatbike çalışmalarına ve Yunanlılarla bazı şımarık unsurları başımıza o kadar çıkartmalarına bakılırsa bize gösteriyor ki henüz İngilizler eski fikirlerinden vazgeçmemişler ve nokta-i nazarları bizi alem-i vücuddan –günahımız sırf müslüman olduğu cihetle– bir daha izhar-ı mevcudiyyet edemeyecek bir hale getirinceye kadar mahv ü ifna etmeye ma’tuf imiş. Allah vere de bu zan ve zehabımız yanlış çıksın. Aksi takdirde İ’tilafın bu şiddetli son darbesine uğrayan müslümanların İngiliz sadmesinin en koyu bir kurbanı olan Almanlara –bundan sonra da– evvelkinden ziyade sarılacaklardır. Buna ise İngiliz kuvveti hiç kar etmeyecek ve asla mani’ olamayacaktır. Çünkü yeryüzündeki müslümanlar ne azim bir kuvvet olduğunu İngilizler bizden ziyade pekiyi bilirler. Böyle yüzlerce milyon halkın akayid ve hissiyatlarını değiştirmek imkan haricindedir. Bu kuvvetin intibah devresi hulul ediyor. Emin olmalı ki bunlara karşı şiddetli hareket o intibahı ta’cilden başka bir netice vermez. İngilizler herhalde İslam aleminin dostluğuna muhtacdır. Yeryüzündeki müslümanların umumunu kazanmak ve kalblerine hakıkı surette hakim olabilmek ise İngiltere ve Fransa’nın Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’ye şimdiden zahir olabilmeleriyle kaimdir. Yoksa bu devlet ve milleti Yunan filan Hıristiyan unsuruna feda etmek isterlerse emin olsunlar ki Hazret-i Muhammed’in bakı kaldıkça buna hiç bir suretle muvaffak olamayacaklardır. Bu aciz Hindistan’da senelerce kalıp tekmil alem-i Buradaki Frenk fikirli acemi gençler bilmezlerse memleketimize gelen yeni misafirlerimiz bu sözlerimin mefhumunu anlamakta güçlük çekmezler. Zaten ben de bu satırları bizimkiler için değil onlar için yazıyorum. Tasvir-i Efkar refik-ı muhteremimiz neşr ettiği mühim bir makalede ictima’i teşkilat ve tertibatının yapılması lüzumu hakkında ber-vech-i ati serd-i efkar ediyor. Filhakıka mes’ele milletin erbab-ı akl ü irfanını meşgul edecek mahiyettedir. “Bizim hayat ve şerait-i ictima’iyyemiz gayet ali esasat-ı diniyyeye ve hiç şüphesiz pek kuvvetli ve kıymetdar an’anat-ı milliyyeye müstenid bulunmaktadır. Meşrutiyet’den sonra dahil olduğumuz keşmekeş-i efkar ve bilhassa dalalet-i zihniyye ise bütün bu mukaddes esasatı bütün bu müstahsen an’anatı zir ü zeber etti. Başka memleketlerde rüşdiye mekteplerinde müte’allim olmak liyakatini haiz olmayanlar şu zavallı memlekette senelerce milletin mu’allim-i ya kalkıştılar. Bilhassa İttihad ve Terakkı’nin himayesiyle yetişen bu türediler altı yüz senelik milletin ictima’iyatını ıslah gibi da’iyelerle ortaya çıktılar. Ve dinimizin vatanımızın en müdhiş düşmanlarının bile yapamayacağı surette milletin ve selametinin istinad edebileceği bütün de’aim-i ma’neviyyeyi ta esasından yıktılar perişan eylediler. Dünyanın hiç bir yerinde hiç bir milletin tarihinde böyle beş-on cahilin üç-dört çocuğun koca bir ümmetin ma’neviyatına bu kadar musallat olması bu derecelerde mazarratlar ika’ edebilmesi ne görülmüştür ne de bundan sonra görülebilmesi mümkündür. İşte bütün bu felaketler de hep teşkilatsızlıktan siyasi fırkalar kadar mevcudiyeti memleket için labüd olan ictima’i fırkaların da bir türlü vücuda gelememesinden neş’et eylemiştir. Bu ictima’i dalaletlere ve afetlere karşı fikren recek irşad ve ikaz yolunda rehberlik eyleyebilecek salabet ve selamet-i fikriyye ashabı büsbütün ortadan kalkmış mı ümmeti tarik-i savaba sevk edecek yine pek çok mütefekkirlerimiz ukalamız bulunduğuna hiç şüphe yoktur. Fakat bütün bu fuzala ve urefa teşkilatsızlık yüzünden toplanamamakta ve İttihad ve Terakkı’nin himaye ve teşvikine mazhar olan çoluk çocuğun memleketin vahdet-i fikriyyesini vahdet-i diniyyesini ihlal ve tahrib yolundaki cahilane ve hatta caniyane mesa’isine mani’ olamamakta idi. Zan ederiz ki artık bu kadar felaket ve musibetler bu mertebede tehlike ve afetler karşısında ukalamız fuzelamız vatanperverlerimiz için harekete gelmek ve memleket ve milleti kurtarmak için yapılacak şeyleri tezekkür ve karargir eylemek üzere toplanıp teşkilat ve tertibat ile işe başlamak vakti gelmiş ve belki de geçmekte bulunmuştur.” BISMILLAHIRRAHMANIRRAHIM Erkan-ı takvanın altıncısı olan “ikanu bi’l-ahire”ye nakl-i kelam edelim: Ma’lumdur ki ikan itkan-i ilm ya’ni bir şeyi şek ve şüpheden külliyen azade olmak şartıyla bilmek demektir. Bir adam böyle kat’i ve meczum bir suretde bilirse ki bütün ef’al ve harekatında Cenab-ı Hakk’a hesab vermek mecburiyetindedir; ötede bir gün var ki kalb-i selimden başka ne mal ne evlad ü iyal hiç bir şeyin kendine nef’i yoktur; zatına ait bir kitab-ı a’mal var ki küçük büyük herhal ve hareketini behemehal kayd etmektedir; hülasa emin olursa ki insanın bu dar-ı teklif ve imtihanda ma-hasal-i a’mali seyyiat olursa dar-ı cezada makarrı ateş-i cahim hasenat kazanırsa me’vayı cavidanisi dar-ı na’im olacaktır... Hiç şüphesiz bu i’tikad-ı metin kendini mucib-i vebal olan işlerden hüsran ü helake azab-ı daimiye müeddi yollardan daima ictinaba saik olur. Aksi halde tabi’idir ki ma’kus neticeler tevlid eder. “ Hayat geçirdiğimiz hayatdır. Bizim için artık bir daha dirilmek yoktur” diyerek dar-ı ahireti her hatvelerinde bu zelleden her hatıralarında bir dalalet-i fikriyyeden kurtulamazlarsa yeri vardır. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde bize karşı imkan-ı ba’s ü nüşuru isbat için birçok temsiller getirmiş neş’et-i ula ile neş’et-i saniyye arasında yer yer mukayese ve teşbihler yapmıştır. Fen aşina olanlara hafi değildir ki cism-i insani nebati ve uzvi gıdalardan müteşekkil bir maddedir. Aldığı mevadd-ı gıdaiyye ise teğaddi eden nebat ve hayvanda mütemessil ecza-yı ma’deniyyeden ibarettir ki intikal ettiği cism-i insanide bi’l-istihale insan şekil ve suretini iktisab etmiştir. Tarih-i tabi’i ulemasınca umumiyetle kabul edilmiş bir hakıkatdir ki insanın cismi suret-i daimede tahallül etmekde fasılasız eczasından bir kısmını gaib ederek yerine o nisbetde diğerini ikame etmektedir. Bir surette ki ecsam her yedi sene nihayetinde bu senelerin mebdeinde taşımakda olduğu eczanın kaffesini gaib ederek büsbütün yeni zerratdan müterekkib bulunmaktadır. Tarih-i tabi’i kitablarında bir çok fenni delail ile müsbet ve müberhen olan bu nazariye ulema-yı fen nezdinde haiz-i kat’iyyet olduğu halde daima görüyoruz ki onlar bütün edvar-ı hayatında insanı evvela cenin halinde bulunan sonra doğup nevzad şeklini alan sonra civanlık çağına giren daha sonra vehn-i piriye düçar olan akıbetü’l-emr ruhunun ve onun her yedi senede bir yeni kisve-i vücuda girmekde olması bu i’tibar ve telakkılerine mani’ olamıyor. Bunun hikmeti nedir? Çünkü hakıkat noktasından muhakeme edilirse insan et’ime [ ] ve eşribeden tekevvün ederek eczası her an tahallüle değişip yenileşmeye mahkum olan maddeden gösterilen nefs-i natıka hakıkat-i insaniyyeyi temsil etmekde olup insanı başka şeylerden tefrik ve temyiz eden bilcümle havass o nefis ile kaimdir. Bu esas ta’ayyün ettikden sonra bir gün mevzu’-i bahs olan havass-ı insaniyyenin bir kütle-i maddiyyeye ilbas ve bütün mezayası ona sereyan ettirildiği; kitlenin o havassa mahsus olan şekil ve kalıba ifrağ edildiği; nihayet nefis ki tasarruf ve infi’alatın merkez-i taayyünü ta’bir-i aharla insan dediğimiz mahlukun kendidir o havass-ı müteşekkileye ba’s ve nüşurdan başka bir şey midir? Başmuharrir ve ayet-i kerimeleri bize bu hakıkati ihtar etmektedirler. dairesinde cereyan edince nasıl olur da bir insan mevadd-ı arziyyeden herhangi bir parçanın mesela Zeyd şekil ve suretinde teşekkül etmesini ve müte’akıben Zeyd’in ahsas şu’ur vicdan ve idrakinin menşei ve hiç olmazsa şart-ı vücudu olan ruhu nefsi nefh edilerek madde-i müteşekkilenin evvelce yeryüzünde gezip yürüyen zevk u safa eden zarar veren menfa’ati dokunan ita’at ve isyan ile imrar-ı hayat eyleyen o ferd-i müte’ayyin olmasını istib’ad eder? Hayır bu imkan-ı maddi şu ayet-i celile ile de müeyyeddir: “ Gökleri yerleri yaradan bir zat onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir? Hay hay hallak-ı alim vasfı ile muttasıf iken bu kudret daima onun elindedir. O bir şey murad ettiği zaman yapacağı şeyi ona demekten ibaretdir. Bu hitabın mazharı olan şey derhal vücud bulur. Noksan-ı aczden münezzehdir o zat ki her şeyi onun kabza-i tasarrufundadır. Sizin de merci’ ve meabınız onun bargah-ı azametidir.” Bu ayet-i kerime insanın “ Çürümüş un ufak olmuş olan o kemikleri kim diriltecek?” sözünün cevabıdır. Görülüyor ki Cenab-ı Hak ayetin evvelinde hilkat-i kainatı şahid getirerek i’ade-i halk mes’elesinin kendisi kavl-i kerimiyle da’va-yı iktidarını mu’azzam ve hatir bir neticeye rabt ediyor. Bu ayet-i kerimede serd edilen misliyet ile başka bir çok ayetlerde görülen iade-i ayn arasında hiç bir münafat yoktur. Çünkü anifen bast edilen mütala’atdan anladık ki ba’s ü nüşur demek cüz-i maddenin ferdin hayat-ı dünyadaki şekil ve kalıbına mutabık bir tarzda teşekkül etmesi madde-i müteşekkileye onun ilk hayatındaki ruhu nefh edilmekle beraber bütün havassı o maddede mütecemmi’ bulunmasıdır. Beşerin nail-i ba’s ü nüşur olmasında zihinlerini şek ve tereddüdden kurtaramayan maddiyyuna bunun ne demek olduğunu bir dereceye kadar izah için serd ettiğimiz ifadat kafidir zan ederim. Bu izahatdan her halde şu neticeye destres olunabilir ki insanlar kıyamet gününde nail olacakları sevab ile çekecekleri azabdan hakıkatde müte’essir olacak olan onların ruh ve nefisleridir. Lezzet ve elemin merkezi ise ruh ve nefis olup ecsam birer vasıtadan ibaretdir. Ecsam kuva-yı hasseden biriyle mahsus olan eşyadaki melaz ve alam ki Sani’-i hakimin onlara tevdi’ etmiş olduğu evsaf ve havassın asarından ibaretdir ervah ve enfüse sirayet ve intikal ettirmek vazifesiyle mükellefdirler. Fethü’l-Beyan sahibi de ayet-i kerimesinin tefsirinde Cüz sahife bu nokta-i nazara temas ederek “Ayetin ma’nası yerleri gökleri o bi-payan azametleriyle beraber yaratmaya kadir olan bir zatın cüssesi sagır kuvveti mertebe-i nihayede dun olan beşerin i’ade-i halkına kudret-yab olacağı bedihidir merkezindedir.” dedikden sonra kavl-i keriminde Şihab’ın tarz-ı tevcihini rivayet ediyor. Şihab bu kavl-i kerimi “Ölen o adamların mislini yaratmaya kadir değil midir?” tarzında tevcih ettikden sonra “Maksad onlar ve onların emsalidir.” kaydını ilave etmektedir. Fakat madem ki i’ade olunan şey suret-i maddiyece onların emsal ve eşbahıdır ve madem ki nefis ve ruh i’tibariyle ve sibakına tevafuk etmeyen böyle bir tekellüfe hiç ihtiyac yoktur. nüşur gününde i’ade-i hayat edeceklerine böyle esaslı ve metin muhakemelere istinaden mu’tekıd ve cazim bulunurlar; Hukuk-ı ilahiyyeye nizam-ı alemin bekası bilhassa sıyanet ve mahfuziyetine vabeste olan hukuk-ı beşeriyyeye böyle kuvvetli saiklerin ilhamıyla hürmet ve ri’ayet ederler. Hülasa-i kelam ayet-i kerime nizam-ı kainata esas olan alem beşeriyetin sa’adet ve kamranisi muktezasıyla amele vabeste bulunan de’aim ve erkan-ı takvayı serd ve beyan ettikden sonra bunların müra’at-ı ahkamından hasıl olacak dünyevi uhrevi netayici beyan maksadıyla: Buyuruyor ve demek istiyor ki o zümre-i müttekın ki günah ve vebalden [ ] çekinirler tarik-i meharimden nükul ve inhiraf ederler; gaybe iman etmek namaz kılmak Cenab-ı Hakk’ın verdiği rızıkdan infak ve kütüb-i ilahiyyenin kaffesine inanmak yevm-i ahire yakin beslemek gibi esbab-ı hidayet ve felaha mütemessik bulunurlar onlar paye-i bülendini ihraz etmişlerdir. Malumdur ki kendine zafer kapıları açılmış olan kimse demektir. Bu kayıddan şu netice çıkıyor ki Cenab-ı Hak rah-ı ittikaya salik olanların ilmen ve amelen uhdelerine terettüb eden vazifeleri hakkıyla ifaya sa’i olduklarını beyan ettikden sonra böyle bir halin vereceği netice maksada zafer-yab olmak bu maksad da hedefe doğru yoldan gitmek ve bu muvaffakiyetin dünyada ukbada te’min edeceği daimi ni’metlerden istifade eylemek olduğunu izah buyuruyor. – – Yukarıda Osmanlıların ikinci def’a olarak İslam’dan uzaklaşmaları son asrın işidir derken şunu anlatmak istemiştik ki: Bu hadisenin kendisini daha mahsus daha meşhud bir halde göstermesi bu devreye musadif olmuştur; yoksa bizim kana’atimize göre hayat-ı milliyyede hiç bir hadisenin zaman-ı hakıkısini ta’yin kabil değildir. Çünkü zuhuru görülen vekayi’ ne kadar mühim olursa olsun daima uzun zamanlardan beri başlamış bir ameliye-i ihzarın netayicidir. Binaenaleyh bizim şimdiki İslam’dan uzaklaşmamız da kable’l-İslam olan avalimin te’siriyle müddet-i medideden beri başlamış ve bir tekamül-i tabi’i neticesi olarak şekl-i hazırını almış bulunan diğer bir İslam’dan uzaklaşmamızdan lazım geleceği ta’yin edilemez. Zaten biz de bu hadiseden dolayı suret-i hususiyyede ne bir şahsı ne de bir nesli itham edecek değiliz. Şu kadar var ki bu hadisenin son asırdaki tekamülüyle meşgul olacak olursak bizim için pek ehemmiyetli bulunduğunu görürüz. Çünkü gerek sukut-ı hazırımızın gerek o sukutu hazırlayan ve devamına sebeb olan hatiatın mahiyyeti hakkında fikirlerin en güzelini edinmiş oluruz. Madem ki milletler ikbale de izmihlale de muttasıl tekamül ederek vasıl oluyorlar; bir milletin tekamülü onun sa’adetini mucib olduğu gibi felaketini de intac edebilir. İşte bu memleketin İslam’dan uzaklaşmasını icab eden tekamülü kendisi için meş’um olmuştur. Bu gayr-i kabil-i inkar bir hakıkat oldukdan başka edinmiş olduğumuz yeni kafanın bıraktığımız eski kafaya nisbetle pek aşağı bulunduğunu isbat edecek en kat’i bir delildir. Vaki’a bu aşağılığı yeni kafanın ya’ni kafi derecede İslam’dan uzaklaşamadığına atf eden fikirler yok değil. Lakin şayed kabul ettiğimiz mebadi ve telakkiyat terk ettiklerimize faik olsaydı bu iddi’a kabil-i müdafa’a olabilirdi; aksi takdirde bu kabiliyetden mahrumdur. miyye kabulüne çalıştığımız ahlak ve ictima’iyata her vechile gayr-i kabil-i i’tiraz ve na-mütenahi bir suretde faik bulunduğu metden aridir. Binaenaleyh tekamül-i atimizin hakkımızda mucib-i sa’adet olması için hatiat-ı hazıramızdan kurtulmamız ya’ni bundan böyle hakaik-i İslamiyyeye vüs’ümüzün yettiği kadar sarılmaklığımız icab ediyor. Zira o hakıkatlerin fevkine çıkanı şöyle dursun yerini tutabileni bile mevcud ve mutasavver değildir. Milletlerin tekamülünde en mühim amil mütefekkirleri alimleri münevver tabakaları bir de efkar-ı umumiyyeyi sevk ve idare edenleri olduğu için cema’ati hayır ve hakıkate musil bir tarik üzerinde tekamül ettirmek vazifesi kendilerine terettüb etmek tabi’idir. O halde hakaik-i İslamiyyeyi kıymetden düşürecek ve unutturacak yerde bilakis halka iyice öğretmek vazifesi alimlerimize mütefekkirlerimize münevver tabakalarımıza efkar-ı umumiyyemizi sevk ve idare edenlerimize düşüyor. Bunların en birinci vazifesi de bütün irfan ve zekalarını kiyyesini en müdellel en vazıh bir suretde te’sise hasr etmekden bi-taraflıkla ve akıl ve hikmet dairesinde olmak üzere izah ve mukayese ederek haklarında hükümler vermek ve ferde vezaifinin neden ibaret bulunduğunu öğretmekle olur. vezaifimizin neden ibaret bulunduğunu bilmemiz için her şeyden evvel şuna vukufumuz icab eder ki: Cem’iyet-i İslamiyye hakıkiyyesi üzerine istinad eder; binaenaleyh ferdin bütün fa’aliyet-i ictima’iyye ve siyasiyyesi bu hürriyet bu adalet ve bu te’azuddan doğan ve ahlakı ruhani ictima’i siyasi bütün tekemmülü ihtiva eden bir gayeye mümkün olduğu kadar yaklaşmak suretinde telhis edilebilir. Şunu da anlamış olmak iktiza eder ki: Ferde bulunduğu idare-i siyasiyyeyi kabul ettiren kendi idare-i ictima’iyyesidir. [ ] İşte o zaman herkes anlayacak ki: Kendisinin vazife-i ictima’iyyesi haiz olduğu kuvayı kemal-i hürriyet sini beşikden mezara kadar muttasıl yükselterek tekemmüle olan kabiliyetini tevsi’ etmekden ibaretdir. Her ferd öğrenecek ki: Hürriyet ve sa’adet-i şahsiyyesinin derecesini ta’yin eden ancak kendi ahlak ve ma’neviyatının kıymetidir; hürriyet lafzı ise tekemmül ve sa’adetin müradifidir; insan ebna-yı cinsinin hürriyet ve sa’adetine hürmet etmekdikçe hür ve mes’ud olamaz; binaenaleyh te’azud-i İslam’ı tekemmül ve sa’adetin bir şartı hem de doğrudan doğruya neticesi bulunduğu hürriyet kadar esaslı bir şartıdır. Kendilerine emanet edilen genç ruhları sağlam bir ahlak yüksek bir gaye ile techiz ve ensal-i müstakbeleyi teşkil eylemek vazifesini deruhde edenler memleketlerine karşı yüklendikleri mes’uliyet-i azimenin derecesini hakkıyla takdir etmelidirler. Zannımızca Osmanlı ilm-i terbiyesine her şeyden evvel mütehattim olan hem de en müsta’cel en ağır bir suretde mütehattim olan vazife memleketi ahlakı ruhi öyle bir terbiye ile techiz etmektir ki doğrudan doğruya İslami mebde’lere İslami telakkılere İslami hakıkatlere istinad edecek olan bu terbiye asrın ihtiyacatına en mükemmel bir suretde tekabül edecek tarzda olmalıdır. Bizim takdirimize göre terbiye ve ta’lim için tutulan usulün kıymeti maksad ve gaye-i İslam’ın tahakkukuna ettiği hizmetin derecesine tabi’dir. Bedihidir ki herhangi bir usul-i terbiyenin kıymetini o usul vasıtasıyla elde edilmek istenilen maksad ta’yin eder. Zira “usul” demek ferdi mu’ayyen bir vazifeyi görebilecek sabit bir maksadı elde edebilecek hale getirmek için kabul edilecek vesaitin heyet-i mecmu’ası demektir. O halde mu’ayyen bir maksad olmadıkça hakıkı bir terbiye de bulunamaz. Eğer İngiliz Fransız yahud Alman usul-i terbiyesi iyi ise üzere mu’ayyen bir maksad ta’kıb ediyor ve ona muvaffak oluyor da onun için iyidir. Bundan dolayıdır ki hiç bir zaman bir milletin usul-i terbiyesi için diğer millete muvafık gelmek ihtimali yoktur. Akvam-ı garbiyyenin kabul etmekde oldukları usul-i terbiyeyi tedkık edince görüyoruz ki bunların her biri kendi milletlerini insanların en iyisi hıristiyanların en iyisi addediyorlar. Binaenaleyh bu milletlerin kendi usul-i terbiyeleriyle ta’kıb ettikleri maksad her şeyden evvel millidir. tiştirmek ya’ni her suretle tekemmül etmiş yüksek bir idrake yüksek bir irfana sahib olmuş kendi sa’adetini başkalarının felaketinde kendi te’alisini başkalarının tedennisinde aramaz iyi bir Türk iyi bir Arab iyi bir Acem iyi bir Hindli yetiştirmektir. O halde terbiye-i İslamiyye’nin ta’kıb ettiği maksad her bulundukları yerde binaenaleyh gerek mensub oldukları gerek içinde yaşadıkları cem’iyetlerde sa’adetin kıymetli unsurları terakkınin hakıkı amilleri olacak insanlar vücuda getirmektir. yesine bu da başkaca bir delildir. Terbiye-i İslamiyye tekemmülü ferdin kuva-yı ma’neviyye ve ruhiyyesini kemal-i serbesti dairesinde inkişaf ve tatbik ettirmek suretiyle elde etmek isteyecek; ırk milliyet gibi şeyleri asla hatırına getirmeyecektir. O milliyet nazariyesinin evham ve dalaletiyle ırka aid hodkamane temayülat ve hissiyatı beyinlere yerleştirerek bu cereyanı teşdid etmeyecek; bilakis bunlara hücum edecek ve muhtelif akvam mütenevvi’ uruk-ı beşeriyye arasında uhuvvet-i insaniyye münasebat-ı tabi’iyyesini te’sis çarelerini araştıracaktır ki insanların pek müdhiş bir derecedeki noksan-ı tekemmülleri mani’ olmasaydı bu münasebat şimdiye kadar teessüs etmiş bulunacaktı. Cehlinden dalalinden kurtarmak için ferde fenni tecrübi hakıkatleri ta’lim edecek bunlar da ona tabi’at tarafından mücehhez bulunduğu na-mütenahi hayır ve ni’metleri öğretecektir. Ona ahlak ve ictima’iyat-ı İslamiyye’nin bütün hikmet ve hakıkatini gösterirken Cenab-ı Hakk’ın vahdet-i kainat tenahi alemler na-mahdud madde ve kuvvetler tahmini gayr-i kabil fezalarla mekanlar na-mütenahi derecede küçük na-mütenahi derecede büyük na-mütenahi derecede basit na-mütenahi derecede mürekkeb cihanlar bir yere toplanmış; hikmet ve adalet-i mutlakaları için hata etmek şaşırmak değişmek mutasavver olmayan kavanin-i ezeliyyenin te’siri altında birleşmiş de o küll-i mükemmel o vahdet-i mutlaka-i kevn vücuda gelmiş. Böyle bir terbiye-i İslamiyye sayesinde havfin yerine reca ve muhabbet riyanın yerine de samimiyet kaim olacaktır. Hayta-i idrakimize girebilen şeyler hakkında nazar-ı yakınimize arz edeceği hikmet ve adalet hayta-i idrakimize giremeyenler hakkında da bize öyle bir kana’at verecek ki artık hiç bir şüphe bizi ürkütmeyecek bilakis bizde kat’i kana’atlerin uyandırdığı itminan-ı tamme benzer bir his uyandıracaktır. lelerine imtisal edecek; ancak bu emsal günün birinde isyanının yahud ilhadının cezasını çekmek korkusundan olmayacak da hür ve münevverü’l-fikr bir adam olmak haysiyetiyle sahib olacağı vicdanın sevkıyle olacak. Elhasıl din-i beşeriyyetin de irfan-ı beşeri gibi öyle bir takım hakıkatler üzerine istinad etmekde olduğunu anlayacaktır ki bunlar fikr-i insani [ ] için kabil-i nüfuz olmamakla beraber insan bütün irfandan bütün imandan ve binnetice bu irfan ve imanın kendisine te’min edeceği maddi ma’nevi bütün sa’adetden mahrum kalmak felaketi karşısında o hakıkatlere an samimi’l-kalb inanmak mecburiyetindedir. Yukarıdan beri söylenen sözlerden şu netice çıkıyor: müslüman o kimsedir ki siyasi olduğu kadar ictima’i bulunan bütün hukuk ve vezaifi hürriyet adalet te’azud mebadi-i ki kendileri de bizzat akaid ve ahlak-ı İslamiyye’den zuhur eylemiştir. yettiği kadar çalışmak suretiyledir ki insan yegane Ma’bud bi’l-Hak ile onun son Peygamber’ine olan imanının samimiyetini maddiyye ve ma’neviyyeden müstefid olarak mükafatını görecektir. O halde müslümanların en iyileri haklarını vazifelerini diğerlerinden daha yüksek daha mükemmel bir suretde nanlar olacaktır. Son ………… LA-YEMUTIYYET-I RUH – – La-yemutiyyet-i ruh L ’Immortalite de L ’ame veyahud beka-yı ba’de’l-mevt La Vie future mes’elesi felsefede ne tarihden beri ahz-i mevki’ etmiştir. Ve belli başlı safahatı ile devreleri kaçtır? Zat-ı mes’ele akıde olarak pek eskidir. Denebilir ki efkarın tarih-i inkişafından beridir; Kadim Hind’in Mısır’ın terdikleri azim i’tinaların ve bilhassa “fethü’l-fem” rasime-i diniyyesinin tahlilat-ı istişrakiyyesi şu akıdeyi mazinin korkunç zulümatına kadar getiriyor. Felsefede ise ilmi bir mes’ele olarak ahz-i mevki’ eyleyeli ancak Sokrat’dan beridir. Medinetü’z-Zeytun Atinanın şu feylesof-ı fazılı ruhu bedenden ve bünyeden ayrı bir hüviyet-i muğayireye malik bir cevher-i müstakil olarak bilmiş ve hatta kable’l-milad da gurub-ı şemse yakın bir vakitde öleceğinden evvel dairen madarında topladığı talebesiyle ancak şu mes’ele-i aliyyeye aid müzakerat ile hatm-i enfas eylemiştir. Sokrat’ın hayat-ı ilmisi sade feylesofane değil aynı zamanda şari’ane idi.. Eflatun’un şu üstad-ı şöhret-şi’arı “Ahenk ud’a nisbetle ne ise ruh dahi bünyeye nisbetle odur” diye söyleyenlere karşı: “Hayır!.. Hayır!.. Öyle değil ahenk udu idare edemez; halbuki ruh bilakis bedene buyurur; istediği gibi ve istediği semte doğru yürütür ve hatta isterse öldürür de” diyordu.. Fakat Sokrat mes’elenin berahinini tilmiz-i bi-hemtası hakim-i mütebahhir Eflatun’un kudret-i ilmiyesine tevdi’ etti. Kable’l-milad’de vefat eden Atinalı Eflatun’un ve cihan-ı irfanda şu “en ilk akademi” müessisinin beka-yı ruh hakkında ikame ettiği bürhanlar çoktur. Belli başlıları da on birdir. Biz burada ancak şu atidekilerini icmalen kayd ile iktifa edeceğiz: Ruhun ta’kıb ettiği gaye faziletdir. Ruh ancak bu gayenin aşığı ve şeydasıdır. Hüviyet-i uzviyye ise bilakis huzuz ve lezaiz-i behimiyyeye münhemikdir. Şu halde ruhun şu gayat-ı uzviyye aksine olarak insilah ve tecerrüde doğru perverde edip durduğu meyl-i mütehassir atide la yezalde geçirilecek hayatın devre-i i’dadiyyesinden başka bir şey değildir. rekatıdır. Binaenaleyh ruh tab’an tini değildir ki bedenle birlikde tefessüh edebilsin. Öğrenmek –Eflatun’un zu’müne göre– tahatturda meleke ve mümarese peyda etmekdir. Bir muallim tilmizine karşı hakıkat-i halde mulakkın ve mülakkıh değildir. Bilakis gebe bir kadına nisbetle bir kabile ne ise bir tilmize karşı bir muallim dahi aynı hal ve vaz’iyettedir. Hatırat ise mazi-i berhayatın asar-ı bakıyyesinden başka ne olabilir. – Eflatun ruhda yalnız beka değil ezeliyet dahi i’tikad eyleyen felasifeden olduğundan şu burhanı o i’tikadına göre kurmuştur. Binaenaleyh bunun uzun uzadıya izah ve tafsili eserimizde ayrıca bir fasıl teşkil eyleyecek kadardır.– Her şey fikre verdiği intiba’ın aslıdır. Ruh ise fikre ancak hayat zihniyetini veriyor; demek ki hayatdır. Hayat nasıl ölür? Ruh bünyede amildir; binaenaleyh kemal-i nev’iden doğma bir ahenk-i uzviyyet olamaz. Görüyoruz ki bedenimiz bünyemiz a’zamız ruhumuzun baziçesidir. Ruhumuz hatta irade eder ise bedenimizi i’dam da edebilir. Şu halde hüviyetinde müstakildir. Yani bedenden ayrı bir cevheriyettedir. Binaberin bedenin tefessühüyle alakadar olamaz.. Eflatun’un beka-yı ruha ne kadar ehemmiyet vermiş olduğu Kavanin’ inde “Lois” yazılı şu hakimane sözlerinden de anlaşılır. Orada bir yerinde böyle diyor: Ruh kudsiyyü’l-cevherdir. Elverir ki levs-i alayıkdan münezzeh bir halde olarak bir kere kafes-i bedenden kurtulsun hemen aslına şitaban bir unsur gibi derhal kaf-ı kudsiyyete doğru uçar çıkar. [ ] Aynı eserinde başka bir yerinde ise böyle yazıyor: “Ölümün muhit-i adaletinde iyiler ve kötüler mükafat ve mücazat göreceklerdir: Sen ey beşer! İster arzın korkunç uçurumları karanlıklarında gözlere görünmez bir zerre kadar küçül! İster göklere kadar boy atmış bir dev kadar büyü! Yüksel! “Adl-i azim”in şu’a’-ı nazırı altından hiç bir vesile ile kaçıp kurtulamazsın!” Maamafih ne kadar garibdir ki Eflatun’a kadar beka-yı ruh felsefe nazarında hayat-ı tabi’inin bir ma-ba’di bir istitalesi gibi telakkı ediliyordu; ruh için fevka’t-tabi’a beka beka-yı ma’nevi Aristot’dan beri başlıyor. Kadim İskenderiye mektebi Les alexandrias Aristo’yu beka-yı ruha mu’arız ve mu’teriz felasife miyanında saymış nun şu zehabını tahtie ederek hakim-i müşarun-ileyhi bilakis beka-yı ruha kail esatin-i hükemanın saff-ı evveline geçirmiştir. Bundan sonra diyanet-i Mesihiyye’nin zuhuruyla mes’ele hasına bürünüyor; çünkü esfar-ı Museviyye hayat-ı uhrevi Lakin garayibdendir ki beka-yı ba’de’l-mevt ile mühim ve esasi alakalar besleyen din-i kerim-i Mesihi’nin şekl-i hazırı mu’terif değildir. Bereket versin ki nusus-ı Furkaniyye edyan-ı nazilenin sıhhat-i tarihiyyesini bu mantıksızlıkdan kurtarmış ya’ni na’ime de cahime de kail olmuştur. Şu içinde bulunduğumuz üçüncü devrede ise mes’ele hatarlı tehlikeli bir zemindedir. Felsefe mes’elesinin nezaketini takdir etmiş ve daha büyük bir basiret ve ihtiyat ile davranarak münakaşayı ancak imkan ile adem-i imkan arasında da bahsin ancak şu kadarıdır. Felsefe-i ilhadiyyeye gelince ulum ve fünun terakkı ettikçe beka-yı ruh aleyhinde yeniden yeniye deliller keşf ettiğini deliller pek yakından tahlil edildiği halde Latin şa’iri ve “ Tabi’atü’l-eşya ” nazımı Lukres Lucrece’in ikame ettiği menfi burhanlara zerre kadar fazla bir şey ilave edememiş olduğu derhal tezahür eder. Demek istiyorum ki felsefe-i ilhadiyye elhaletü hazihi bile en esaslı delillerini Epikür ile Lukres’in takrirlerine medyundur. Lukres felsefe-i münifesi ruh hakkında şöyle takrir ediyor: Evvela:– Ruh bedenle birlikte doğuyor. Ve bedenle birlikte yetişip büyüyor. En nihayetde bedenle birlikte nabud olup gidiyor. Saniyen:– Ruhun amali nasıl “neşv-i uzvi”nin devr-i şebabında şebab ile birlikte inkişaf ediyorsa öylece “neşv-i uzvi”nin inhitatı derecelerine göre üful etmeye başlıyor. Salisen:– Emraz-ı maddiyyeden muhakeme-i akliyye dahi mütessir oluyor; Rabi’an:– Emraz-ı akliyye sırf maddi ve tabi’i olan tababetin tedabiri ile tedavi olunabiliyor ve hatta teşfiye de edilebilir. Şimdi uzviyete bu kadar esasi ve samimi alakalarla merbut olan ruh uzviyetin infisah ve inhilalinden sonra nasıl vikaye-i mevcudiyyet edebilir?.. Devre-i hazırada “beka-yı ruh”u tervic eyleyen felsefi ceryanın başlıcaları Kant ile Leybniç’in iki meşhur nazariyeleri arasında dairdir. Kant’a göre alem beşeriyetin hayalinde hadis bir takım intiba’atının mecmu’asıdır ki kanunları eşyanın hadd-i zatındaki hakayıka muntabık değildir. Binaenaleyh mevt-i beşer ile birlikde şu hayal dahi na-bedid olur gider. Fakat ruh hakayıkın hüviyyet-i esasiyesinde vikaye-i mevcudiyyet eyler. Leybniç Leibniz ise esasen hayatiyatın mevtine kail değildir ki beka-yı ruha münkir olabilsin; şu feylesofa göre mevt fena-yı mutlak değil bilakis monaddaki ruhun tarz-ı diğerde ve başka bir takım şerait içinde devam-ı hayatı ve ma ba’d-i hayatıdır. Lakin beka-yı ruh mes’elesinde şu lehdarane cereyanlar diğer bir ihtilaf da uyanmıştır ki bugünkü gün bi’l-vücuh calib-i dikkat bir münakaşa-i mühimme manzarasındadır. Bazı feylesoflar ruhu dünya hayatının kaffe-i hatıratıyla birlikde olarak şahsen bakı göstermeye çalışıyorlar ki felsefe-i garbiyenin bir kaç müderrisleri beka-yı ba’de’l-mevtin bu türlüsünü tenasüh olarak telakkı ediyorlar. Diğer bir kaç feylesoflar ise; beka şahsi değil ferdidir demek istiyorlar. Felsefe de ferdiyet ile L ’individnalite şahsiyet La personnalite kelimeleri arasındaki fark daha vuzuh ve sarahat kesb ettikçe şu münakaşa dahi hall-i kat’iye doğru daha ilerileyecektir. Asr-ı hazırın bazı hukemasına göre “şahsiyet”in kökü “ferdiyet”de ise de ferdiyet pa-bend-i ihtiras ve enaiyetdir. Ahz-i cüzür ettiği ferdiyetden daima teba’üde tecerrüde meyyal ve mütehassir olması da bundandır. Binaenaleyh ruhun mevtin taarruzundan masun cevheri levs-i behimiyyet Bean hayra de Bien muhib ve mütehassir olan şahsiyetdir. Ruhun ölmeyen işte şu cevher-i kudsisidir ki bedenden kat’-ı alaka eder etmez; Şemsü’l-ukul ve’l-ervahın şu’a-ı zertar-ı enzarı altında sürur-ı ebediye kavuşur kalır. [ ] Şer’-i mutahharın beyan-ı bi-manendi hayret-averdir ki bu sadedde dahi daha ilmi daha sübuti olmakla beraber şu felsefi nazariyat ve mütala’atın cümlesinden daha yüksekdir. Vahy-i aziz sadedde işi tenasühe vardıracak kadar ferdiyete kail olmadığı gibi tamamıyla tecerrüde ve ıtlak-ı külliye kail olmaya mecbur olacak kadar şahsiyete de dökmemiş ve mevtden sonra bakı kalan hüviyet-i ruhiyyeyi bu iki haddin fasl-ı müşterekinde tutarak maddi ve ma’nevi sevab ve ikab va’d ve inzar eylemiştir. Tenasüh şer’-i mutahharın “haziratü’l-hikmet”inde cay-ı kabul bulamaz; felsefe mekteblerinden tenasühü en güzel takdir eden mekteb-i kadim İskenderiye Mektebi’dir. Şu mektebin muktedir feylesoflarından Plotin bile beka-yı ruhu takrir ederken derekelerden kurtaramamış ve ruhun mukadderatı hakkında ilmi hiç bir istikamet çizememiştir. Ulum-ı umumiyyenin ahengi ise buna kat’iyyen kail olamaz. Hatta asr-ı ahirin beka-yı ruha kail olmayan meşahir-i hükemasından biri “Evet ruhun bekasına kail değilim fakat ebedü’l-abidin beka-yı müterakkısine de “münkir değilim” demiştir. Diğer biri ise hiç değilse hayata olsun ancak derecata doğru istikamet göstermiş ve “hayat-ı ferda insaniyet-i müstakbelenin zafer-i umumisinde ve tevlid eyleyeceği e’azımın müessesat-ı azimesindedir” diye bir kehanet-i felsefiyyede bulunmuştur. değil ancak derecata nazır bir istikamette çiziyor. Şer’-i mutahhar dahi şu hikmet-i mühimmeye göre tebşir-i beka buyurmuştur. Vahy-i aziz beka-yı ruhun afak-ı ebediyyetinde asla irtica’ ve derke göstermiyor. Bilakis terbiye ve tasfiyeden başlayarak daima medarice me’arice ve meşahid ile mele-i a’laya doğru sevk eylediği ervahı dehrü’d-dahirin ta’kıb olunsa bile kavuşulması kabil olmayan kemal-i mutlakın gayetü’l-gayatına nazır bir “cevv-i firdevsi”nin esir-i nura-nurunda şehper-küşa-yı şevk-i visal bir hayat-ı na’imide aram ettiriyor ki ilmin idealine ne kadar uygun bir teşri’-i hakim ve alidir. lediği avalim-i aliyyeye ait tafsilatın arzusunda bulunanlar Hazret-i Mevlana’nın şu beyt-i kerimi ile mübeccel şeyhü’l-hukema ve’l-arifin Şeyh-i Ekber Muhyiddin el-Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyye ve Medeniyyesi’ yle sair asar-ı celilesine müraca’at edebilirler. Son AKL-I SELIM SAHIBI BIR ADAM FARMASON OLABILIR MI? Bila-tereddüd hayır diyeceğiz. Vaki’a Farmasonluk bütün insaniyeti ıslah ve tenvir ettiğini ve edeceğini muhteşem nutuklarla hayret-bahş medayihle neden ibaretdir. İşte biz bunu tedkık ederek hakıkati meydana çıkarmaya gayret ederek yukarıda verdiğimiz cevabın muhık ve savab olduğunu beyan edeceğiz. Masonlara ait gazeteler ve kitablarla vesikalarda tesadüf olunan ihtişam-ı lisan bi-nazir bir derecede muşa’şa’dır. Mesela Farmasonlar; “Farmasonluk mukaddesdir; bütün hitaben “Ey mukaddes Farmasonluk cümlemiz adil insaniyetperver ve rahimiz. Mükemmel bir farmason birinci bir insandır” diyorlar. Masonların ziyafetlerinde tekrar olunan kelimat “Farmasonların fazilet ve nur ile en birinci insanlardan olduklarını” takrir edip duruyor. Onlarca Farmasonluğun haricinde yaşayan insaniyet karanlıklara batmıştır; Farmasonluk bütün ma’arif-i insaniyyeyi cami’dir; bütün hikmeti bütün kemali bütün fazileti bütün felsefeyi Farmasonluk’un ma’bedleri telkın ediyor. Bunların hepsi güzel. Fakat bir kere Masonların beyanatını gözden geçirelim Masonluğun makarr-ı faaliyetine localarına girelim ihvanı iş başında görelim hiç bir ibadete bir dine merbut olmayan; garib karışık bir hükumet-i ruhaniyyenin usul-i teşrifatisine merbut olan; adi insanların anlayamayacağı bir lisan ile konuşan; esrar-alud hurufat kullanan bu zevatı müşahede edelim. Herhalde hiç olmazsa bu manzaranın hayret-amiz olduğunu beyan etmekden men’-i nefs edemeyiz. Hiç kimseyi cerh etmeyi arzu etmemekliğimize rağmen bütün bu şeylerin bir maksad-ı hafiyi setr etmek kasdıyla yapılmamışsa ciddi bir adamı alakadar edecek bir mahiyetde olmadığını söylemekden vazgeçemeyeceğiz. Siyasiyatda olduğu gibi Farmasonluk’da da ihtilalci olan “Feliks Peyat” bütün bu tezahüratı “maskara abes hurafe” kelimatıyla tavsif etmişti. Biz ise hakaiki akl-ı selim erbabına arz etmekle iktifa edeceğiz. Akl-ı selim hükmünü versin. Herkes bilir ki müte’addid Mason ayinleri vardır. Mısırlı Mısrayim İskoçyalı Fransa’nın “Grand Orient” ve daha başkaları bunlardan her birinin üç derece-i esasiyyesi vardır: Şakirdan rüfeka ve esatiz... Farmason olmayanlar “adi” tesmiye olunur. Bundan ma’ada her ayinin derecat-ı aliyyesiyle esrarı vardır. [ ] Belçika’da ve Fransa’da İskoçyalı ayin ile Grand Orient’ın otuz üç derecesi vardır bunların arasında: On beşlerin müntehab-ı mübecceli Ulvi kahraman müntehab Şahane yay Taber nakil prensi Remzi locaların üstadı Nuh’un mu’akkibleri Esrar-ı şahanenin ulvi prensi... ilh. Mısırlı Mısrayimin derecesi vardır. Bunlardan şunları zikr edelim: Hava’ Gufel-i evvel Hava’ Gufel-i sani Güneşin kahramanı Yıldızların kumandan-ı a’zamı Şah-ı şahan .... ilh. Farmasonların derecat ve esamisi böyledir. Her derecenin peştemaller pusulalar murabba’lar kordonlar altın güneşler ve saire. Bu gibi meratib derecat ve işarat ancak gururu okşayan bir takım oyuncaklardır ki Farmasonlar tarafından bu kadar yüksekden müdafa’a eden bu adamları ne kadar çirkin bir girive-i tenakuza sevk ediyor. Bu mülahaza bazı Farmasonlar tarafından da ileri sürülmüşse de kat’iyyen faide-bahş olmamış ve bunlar bütün füsun ve kuvvetiyle o ukala-yı izamı teshire devam etmiştir! Yukarıda beyan ettiğimiz üç ayini teşkil eden cema’atlerin her birine loca denilir. Bunların bazıları ta’dad edelim: Sükun-ı tam çiçeği Kana’at-ı tammenin “Sen Antuvanı” Kozmopolit dostluk Nikab-ı muhabbet Mısır vadilerinin Kuds’ü Locaların derecatı müte’addiddir: Mübeccel Pek muhterem Fedakar kardeş Müdahhiş kardeş Müfettiş kardeş Büyük mütehassıs Büyük hatib larında tesadüf olunan elkabın kaffesi böyle muhteşem ve mu’azzamdır. Çünkü Farmasonların “adilerin” lisanından ayrılan bir lisan-ı mahsusu vardır. Bunun için bir Farmasonun nutku “mimariden bir parça”dır Farmason yemek yemez “geveler”; onun kadehi kadeh değil bir “top”; onun bıçağı bir kılıçdır. Bir loca ictima’larını bitirmez “uyutur”. Bir Farmason beyannamesi bir “tahta” bir Farmason raporu bir “taslak”dır. Farmasonun alkışı “batarya”dır ve ziyafeti “masa işidir.” masa işleri alkışlar... ilh. Bütün bunlar Mason ayinlerinde en dakık tafsilatıyla tanzim edilmiş ve her Mason tarafından kemal-i dikkatle tetebbu’ edilmiştir. Bu ciddi adamlar bu aile pederleri bu muhterem tacirler bu da’va vekilleri mahkeme reisleri gayur cem’iyetler a’zası derecelerine ait ta’limat ile saatlerce uğraşarak ayinlerinin evamirini ezberlerler ninin ibadetini ifa etmiş olurlar; beşeriyeti tenvir ve ıslah ile hurafatdan kurtarmak da’iyesinde bulunan bu adamların heykelleri mezhebleri kurban veren papasları ta’midleri ve rumuzu var! Fakat biz onların cem’iyetine biraz daha im’an-ı nazar edelim. Bir insan nasıl Farmason olur? Nasıl onların lisanlarıyla konuşabilir? Ve onların nurunu nasıl iktibas edebilir? Mason ayinlerine ait eserlerde öyle manzaralar dehşetler kasemler korkular müşahede ettik ki hakıkaten mecnunane olmakdan fazla harikulade bir şeydir. Evvela yeni bir a’zanın bir arkadaşın tahlifi ber-vech-i atidir: “Farmasonluğun hiç bir sırrını bir işaretini bir kelimesini bir i’tikadını ifşa etmeyeceğime yemin ederim. Yeminime hanis olduğum takdirde ateşde kızarmış bir demirle dudaklarımı yaksınlar ellerimi kessinler dilimi parçalasınlar boynumu vursunlar; yeni bir kardeşin esna-yı kabulünde cesedim locada asılsın da herkes ceza-yı hiyaneti görerek ve küllerimi rüzgarlar savursun” Biz şimdilik böyle bir kefalete lüzum gösteren esrar-ı Masoniyyenin cevfinde ne olduğunu sormayacağız. Fakat namuslu ve akıllı bir adamın bu kadar korkunç bir kasemi bizzat aleyhinde nasıl kabul ettiğine hayret ediyoruz. Bu sırların daha henüz eşiğinde bulunan bir tilmizden bu kadar müdhiş bir kasemi taleb etmiyorlar. Ancak boynunun vurulmasını kabul edeceğini fakat hiç bir zaman bir sırrı ifşa etmeyeceğini ma’alkasem beyan etmesini istiyorlar ki herhalde bir insanın boynunu kesmek de bir şeydir! Maamafih bu kasemlere rağmen bizzat Farmasonların beyanatından “alem-i adi” Farmasonluğun esrarına vakıf oluyor. Farmasonluğa dahil olmak isteyen bir tilmiz evvela “hücre-i te’emmül”e idhal olunur. Burası karanlık ve bir kandil ile münevverdir. Duvarlar siyah boyalı ve cenaze resimleriyle örtülüdür. [ ] Yeni a’za kudemanın “anasır-ı erba’asından” geçmeye mecbur olduğundan evvela buradan unsur-ı türabiden geçer. Burada açık bir kefen içinde bir kadid vardır. Duvarların üzerinde “Korku his ediyorsan fazla ilerleme. Devam edersen anasır ile tathir olunacaksın. Gayya-yı zalamdan kurtulacaksın nuru göreceksin” ibareleri yazılıdır. Tilmiz burada mu’ayyen bir zaman bekler sonra üç suale tahriren cevab verir ve arzusunu beyan eyler. Bir cihetden verdiği cevaplar locada mütala’a olunuyorken diğer cihetden gözleri bağlanır ve locaya gireceği kıyafete sokulur. Ya’ni başı açık kollarıyla göğsünün sol tarafı ve sağ dizi uryan. Bundan sonra “üç seyahat” başlar. Ve hava ile su ve ateş anasırından geçer. Birinci seyahat birçok müşkilat ile icra olunur. Tilmize “eğil” derler ve dar basık bir yoldan geçirirler. Sonra “atla” derler. Ve birçok hendeklerden atladırlar. Sonra “sağ ayağını kaldır” derler. Ve mürtefi’ bir takım tepeciklere çıkarırlar. Sonra bir daha “eğil” derler. Böylece nasıl bir yoldan geçtiğini anlatmayarak götürürler. Nihayet “nihayetsiz merdivene” isal ederler ve müte’akıben salıncağa koyarlar. Bu seyahat esnasında gök gürlemesine fırtına kasırga seslerine müşabih gürültüler yapılır. Bu seyahatin hitamında tathir-i hevayi hasıl olur. cak kılıç şakırdıları işitir. Ba’dehu onun mürşidi elini üç kere suya batırır. Üçüncü seyahat de tathir-i nari seyahatidir ki sükunet tilmize “Acı şarabı” takdim ederler ve mürşid abus bir sesle: “Farmasonluğa kabul edilen her adi adam artık kendisine sahib değildir. Nefsinin amiri efendisi değildir” der. Bundan ma’ada her locada “Hiyeroğlifi” harfleriyle mahkuk ve ma’nası ancak koyu Masonlarca ma’ruf olan bir mührün bulunduğu rivayet olunuyor. Bu mühür ateşde kızdırılarak tilmizin vücuduna basılıyor ve na-kabil-i imha bir eser bırakıyor! Bundan sonra yemin etmek zamanı geliyor. Bütün ihvan ellerinde kılıçlarla ayakda dururlar. Tilmizin gözleri çözülür ve “mübeccel” der ki.. “Bütün kılıçlar sana havale edilmiştir. miz haini cezalandırmaya hazırdır” Bu merasim de bittikden sonra tilmiz mezbaha götürülür. Orada eline açık bir pusula verilir ki pusulanın bir ucu göğsünün sol tarafına müteveccihdir. Sağ eli de kılıcın üzerindedir. Mezbahın basamaklarından birinin üzerine dizini koyar ve yemin eder. Artık Mason olduğu beyan edilerek eline bir eldiven ile bir önlük verilir ve bunları en hürmet ettiği bir kadına vermesi söylenir. Böylece Farmason zulmetden nura vasıl olur! Dünyada birçok ciddi ve akıllı adamların bu gibi cinnetlerle uğraşması bu gibi cinnetler için dinini bırakması Halikı’nı Farmasonluğun bu sırları meydana çıktıkdan sonra insan Farmasonluğun ne olduğunu düşünüyor. Acaba Farmasonluk felsefi iddi’alarda bulunan bir cem’iyet midir? Yoksa bir din midir yahud bir ibadet midir? Öyle olsa bütün bu merasime ne lüzum var?... Yoksa bu merasim ile makasıd-ı hakıkiyyesini gizleyen bir cem’iyet-i hafiyye midir? En ma’kul olan budur. Çünkü Farmasonluğun rumuzu ve bunların esrar-alud olmadığı kat’iyyen aşikardır. Binaenaleyh bu Farmasonluk abes bir şey. Bir takım dinsizlerin mecnunların eğlendikleri abesiyat. Beşeriyeti putperestlik asrına irca’ edecek bir takım teşebbüsat-ı mel’une! Maamafih bu teşebbüsata belki başka bir saik daha vardır. Bir İtalyan ihtilalcisi diyor ki: “Bütün bu merasimden maksad Farmasonların iradesini zekasını ve hürriyetini takviye etmekdir. Farmason piştikten sonra cem’iyet-i hafiyyeye dahil olur ki Farmasonluk bu cem’iyet-i hafiyyenin kapıcısı mesabesindedir” Öyle ise tedkıkimizde devam ederek asıl bu noktayı tenvir edelim. HUDEYBIYE MUSALAHASI’NIN TA’DILI Mecmu’amızın . sayılı nüshasında münderic makale-i mahsusada beyan olunduğu vechile Hudeybiye Musalahası şurut ve mevadd-ı zahiresi i’tibariyle şeref ve haysiyet-i lakis pek şanlı pek parlak bir dastan-ı fahr u zafer ıtlakına şayan bir şekilde idi. Bedr-i kübra harb-i nuhust-gini gibi nisbet kabul etmez bir ekalliyet-i mevcude ile dört misli faik düşmanlarına karşı galebe-i tamme ihraz eyledikleri o tarihi günden beri sarsılmaz bir kana’at ve itminan-ı feth ü zaferle meşhun olan sahabe-i güzin rıdvanullahi te’ala aleyhim ecma’in Hudeybiye [ ] mevki’inde nagah böyle gayr-i harbi bir muvaffakiyetsizliğe ma’ruz kalınca fevkalade münfa’il ve müte’essir oldular neye uğradıklarını bilmediler. Düçar oldukları aks-i ümid ve inkisar-ı hayal içinde pek mahzun pek elemnak bir vaz’-ı mahcubiyyet ve mağlubiyyetle avdetde muztar kaldılar. Halbuki Mekke-i Mükerreme’nin feth-i mübini lisan-ı Hak’dan tebşir buyurulmuş olmak cihetiyle Medine-i Münevvere’den hareket ederlerken yolda o kadar şen ve şatır ilahi manzumeler hamaseler okuyan o şir-i nerlerin telahhi-i mağlubiyetle dönüşleri adeta hazin ağlatıcı bir matem alayını tanzir ediyordu. Ne kadar büyük ne kadar şanlı ne kadar cihangirane bir istikbal-i mes’uda doğru yürümekde olduklarını bilemedikleri bila-harb ma’ruz kaldıkları badire-i mağlubiyetin perde-i esrar ile mestur hikmetini keşf ü idrak edemedikleri için kahr u hacaletlerinden yerlere geçmek istiyorlardı. Nasıl kahr olmazlardı nasıl hacaletlerinden yerlere geçmek mus ve şeref; şeref ve haysiyet İslam idi. Halbuki: Müşarun-ileyhim hazeratı bu meş’um musalaha ile İslamiyet’i şaibedar görüyorlar ve nasiye-i İslam’da böyle fahiş ve iğrenç bir leke bulundukça kendilerine hayatı haram addediyorlardı. Bunlar hayat-ı maddiye en adi en ufak bir nazar-ı istihkak ki ümmet-i Osmaniyye ve belki millet-i İslamiyyenin kadri bilinmeyen menfalarda heder olup giden edib-i a’zamı: Biz ol ali-himem erbab-ı cehd ü ictihadız kim Cihangirane bir devlet çıkardık bir aşiretden Biz ol ulvi-nihadanız ki: Meydan-ı hamiyyetde Bize hak-i mezar ehven gelir hak-i mezelletden Kemend-i can-güdazı ejder-i kahr olsa celladın Meraccahdır yine bin kerre zencir-i esaretden Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetden Cihan pür ateş-i hevl olsa da kavga-yı hürriyyet Kaçar mı merd olan bir can için meydan-ı gayretden Fahriye-i bi-nazirini sanki bu şir-i jiyanların vasf-ı şehamet ve hamaset ve şan-ı ulviyyetlerinde ulviyet-i sırfalarında nazm etmiştir! Hele Hazret-i Faruk-ı a’zam radıyallahu anhin namus ve haysiyet-i İslam nam-ı pakine huzur-ı celil-i Rahmeten lilalemin aleyhissalatü vesselama her türlü hudud-ı i’tidal ve temkini taşan hal-i istiğrakını söylerken “Tarih-i İslam”ın sahaif-i evvelini titriyor. “Efendimiz Mekke-i Mükerreme’nin fethini va’d ve tebşir buyurmadılar mı? Sual-i hummavisine ruh-ı Faruk hala titrer. El-an tevbeler istiğfarlar eder. Ordu-yı İslam bu hıred-fersa inkisar-ı derun içinde Darüsselam’a avdet ederken Mekke-i Mükerreme’de neler oluyor? Bilhassa oradaki gizli müslümanlar ne haller geçiriyor neler düşünüyor istikbal-i İslam’a ne nazarla bakıyorlardı? Musalaha-namenin Mekkelilere verdiği gurur ve neşe-i zaferle sermest olarak yekdiğerlerini tebrik ve tehniye ederler Ebu Cendel radıyallahu anhın zat-ı hazret-i risalet-penahiden cebri gibi bir suretde istirdadıyla musalaha-namenin fi’len tevsik ve tahkiminden artık fima ba’d bize gelecekler Lat ve Menat’ın! Bizden Medine’ye kaçıp gideceklerin de ahden red ve iadeleri te’min edilmiş olduğundan yine Lat ve Menat’ın... diye izhar-ı sürur ve şadümani Beni Zühre kabilesi mahmilerinden “Ebi Basir bin Abdillah es-Sakafi radıyallahu anhin ansızın Medine-i Münevvere’ye kaçıp gittiği şayi’ası bomba gibi tepelerinde patlayıvermez mi? Nasıl...? Ne cesaretle...? Ebu Cendel’den ibret almamış mı? diye küplere bindiler! Kıyametleri kopardılar! Derhal Huneys ve Masfar adlı kanlarına susamış iki bi-şu’uru ardından koşturdular. Ebu Basir’in Medine-i Münevvere’ye vusul ve dehaletinin üçüncü günü idi ki: Bunlar da yetiştiler geldiler. Cenab-ı Resul-i vefa-penah efendimiz hazretlerinin huzur-ı hümayunlarına çıktılır ve ! diyerek mülteciyi istediler. Derhal iadesine emr u ferman buyuruldu. Ebu Basir bir lisan-ı ye’s ile: – Efendim! Red ve iade buyurulacak mıyım? Müşrikler beni enva’-ı azab ve işkence ile irtidad ettirecekler. Yazık olmaz mı? – Sabr ve ihtisab et! Cenab-ı Hak fürce-i necat ve mahrec-i selamet ihsan buyuruyor. Cevab-ı kat’isini alan mazlum Ebu Basir muvacehe-i sa’adetde emr-i ali ve kaza-yı ilahiye ser be-sine-i rıza ve çıkarlar. On kilometre mesafede ve Mekke yolu üzerinde bulunan Bi’r-i Ali ve nam-ı diğeri Zülhuleyfe mevki’ine gelerek biraz nefes almak için mola ederler. Bu esnada hurma yerlerken Ebu Basir ikisini de hem de kendi kılınçlarıyla tepelemeye karar verir. Kılıncı ele geçirmek için Huneys’e tevcih-i hitab ile der ki: – Huneys! Doğrusu ya kılıncını pek beyendim. – Huneys kılıncını kınından çekerek Evet! Bi’d-defe’at tecrübe ettim. Hakıkaten pek yaman buldum. – Şunu ver de biraz bakayım! Şaşkın herif kılıncı uzatır. Ebu Basir eline geçirdiği gibi bir sür’at-i hatıfe ile herifi ikiye biçer. Diğeri bu dehşetli hali görünce hevl-i can ile Medine-i Münevvere tarafına uçar Harem-i şerife can atar. [ ] – Aman ya Muhammed! Ebu Basir arkadaşımı öldürdü. İşte ardımdan geliyor. Eğer men’ etmezseniz beni de öldürecek! der. Filvaki’ Ebu Basir’in uçmak sür’atiyle gelmekde olduğu görülür. Nefesi nefesine nezd-i ali-i Peyamberiye gelerek: – Ya Resulallah! Siz beni red ve i’ade ile ahdinizde vefa etmiş oldunuz. Rabbim va’d-i keriminiz mucebince beni ellerinden kurtardı. Cenab-ı Efsahü’r-rusül aleyhissalatü vesselam efendimiz kahramanlığın bu derece-i bala-terinini görünce “ Hayret bu kahramanlığa! Ne afet-i harb! Eğer kendisine padaş olacak bir kimse olsa...!” buyurdular. Ebu Basir; bu takdir amiz sözlerden kendisinin behemehal yine red ve iade buyurulacağını anlamakda güçlük çekmedi. Müsa’ade-i serbesti niyazıyla maktulünün selbini ya’ni üzerindeki eşyasının humusunu istedi. – Eğer talebeni is’af edecek olursam ahdimde vefa etmiş olmam. Fakat sen nasıl istersen öyle yapabilirsin! Haydi ne tarafa istersen git! Buyurdular. Ebu Basir derhal Medine’den uzaklaştı. Yolda Mekke-i Mükerreme’den kendisi gibi kaçmış olan beş nefer müslüman ve Medine-i Münevvere’nin Bahr-i Ahmer sahili cihetinde Is denilen mevki’e geldiler. Birkaç gün sonra idi ki Mekke’den aşk-ı din sevda-yı tevhid ile ikinci def’a firar eden Ebu Cendel de gelip iltihak etti. Az zaman içinde Gıfar Eslem Cüheyne gibi kabail-i cesimeden ve sair butun ve şu’ub-ı Arabdan kaçıp gelenlerle Ebu Basir üç yüz kişilik mini mini bir orduya malik oldu. Mekkelilere karşı Şam yolunu kestiler. Hiç bir ticaret kafilesini geçirmez oldular. Geçmek isteyen Mekkelileri bir ferd kurtulmamak şartıyla kılıncdan geçirirlerdi. Halbuki: Şam ticareti Mekkelilerin hayatı idi. Kureyş Şam yolunun hem de kendileri aleyhinde hasmane ve intikam-cuyane bir suretde kesilmesi yüzünden sıkıldıkça sıkılmaya başladı. Rüesa-yı Kureyş Darünnedvelerinde toplandılar. Kendilerince o kadar parlak o kadar şanlı olan Hudeybiye Musalaha-namesi’nin ta’dilen tecdidi çaresini te’min için en büyük reisleri olan Ebu Süfyan bin Harb bin Ümeyyeyi Medine-i Münevvere’ye gönderdiler. Kendini galib-i mutlak addederlerken kisve-i mağlubiyeti kendi öz elleriyle Ebu Süfyan Darüsselam’a vasıl ve huzur-ı sa’adete dahil olarak din-i celil-i İslam’ı şaibedar eden madde-i ma’hudenin sulh-nameden tayy ve ihracına müsa’ade buyurulmasını zelilane niyaz ve istirhama başlayınca sahabe-i güzin hazeratının hayretle memzuc neler ne meserretler his eyledikleri düşünülsün! Cebin-i pak-i İslam’a sürülmüş olan bu lekeyi a’da-yı din kendi öz elleriyle silmeye müsa’ade buyurulmasını hem de en büyük reisleri lisanıyla ilhahlarla evvel Hudeybiye’deki o şımarıklık o çılgınlık o nahvet o azamet-furuşluk ne idi? Şimdi bu tezellül bu tekapu bu taolmaksızın Buhari basbus bu niyazlar bu istirhamlar ne?... Buna nasıl hayret olunmaz? Ebu Süfyan’ın “Allah aşkına! Hakk-ı rahm ve karabet hürmetine niyazımızı lutfen kabul buyurunuz! Biz: Ehl-i Mekke madde-i ma’hudeden vazgeçtik. Bundan sonra her kim Mekke’den size gelirse hürdür emindir. Şu Ebu Basir ile Ebu Cendel’e emir veriniz yolumuzu kesmekden kafilelerimizi vurmakdan ticaretimize mani’ olmakdan vazgeçiriniz!” niyaz ve istirhamları fahr u şükran ile sineleri kabartıyordu. Ebu Süfyan’ın bu musırrane bu zelilane niyazları lutfen mazhar-ı kabul oldu. Ferman-ı hümayun-ı risalet-penahi yazılarak gönderildi. Emirname-i celil-i Peyamberi Ebu Basir’i hal-i ihtizarda buldu. Bu kahraman son nefesini name-i mübareki öperek verdi. Aleyhi rıdvanüllahi’l-ekber. Ebu Cendel bu fedakar-ı din kardeşini girye-i te’essüfler dökerek oracıkda defn etti ve meşhed-i mübareki civarında bir mescid-i şerif vücuda getirdi. İşini bitirdiği gibi bütün ihvan-ı guzatıyla Medine-i Münevvere’ye gelerek hak-i pay-i sa’adet-bahşa-yı rahmeten lilalemine cebin-say-ı ubudiyyet oldu. Tarih-i İslam’ın sine-i ulviyyetinde sakladığı bu şevketli hakıkat bilindiğinden sonra eğer bizde görecek göz işitecek kulak anlayacak idrak namına bir şey varsa uzun uzadıya düşünmeye hacet yok. Kendi öz ellerimizle da’vet ettiğimiz bir felaket nihayet bugün gelip çatarak kabus gibi üzerimize çöktü. Feryada vaveylaya lüzum yok. Vatan gerçi mecruh; fakat hamdolsun hayatından ümid kesilerek başı ucunda ağlanacak bir kefen-i puş değil. Ma’azallah! Öyle de olsa cenaze göz yaşlarıyla yıkanmaz. İnsan isteyince inayet-i Hak lıkları aklını başına toplayarak tashih etmeye çalışır. Biz tepemize çöken felaketden kendimizi kurtarmak için dinimize Kur’an’ ımıza sarılmak kafidir. Bu kadar muhtelif unsurları kavmiyetleri fikirleri mizacları birleştirmiş bir vücud bir ruh bir hayat bir kuvvet bir şevket bir saltanat yapmış olan İslamiyet’den başka ne idi? tarihinde müttefikimiz sıfatıyla İngilizler Fransızlar İtalyanlar pay-ı tahtımızı ziyaret etmişler hayli müddet kalmışlardı. O zaman bizi nasıl bulmuşlardı; şimdi ne halde buldular? O zaman dinimize sahib öz müslüman idik. [ ] cami’lerimiz dolu idi. Ruhlarımız yekpare bir nur-ı tevhid bir kitabı tanzir ediyoruz. Vaktiyle padişahlarımızın selatin-i zühr-i na’im-i ebediyyet namına özenerek etekler hazineler dolusu altınlar sarf ederek yaptırmış oldukları o güzelim cami’lerimiz düşman istilasına düşmüş cema’ati katliam edilmiş ehl-i tevhid namına kimse kalmamış gibi garib..! Bom boş..! Anasır-ı gayr-i müslime ise bilakis mezheblerine sahib ma’bedlerine aşık!.. Kiliseleri birer saray kadar muhteşem! edemezler. Gayb edilmiş gibi görünen imtiyazat-ı mezhebiyelerinden yine müstefid. Kanun-ı Esasi’nin te’min eylediği müsavat onlar için başkaca bir emr-i zaid. Onlar toplanıyor biz dağılıyoruz. Onlar birleşiyor biz parçalanıyoruz. Onlar yaşamak istiyorlar. Biz zorla kendimizi öldürmeye yok yere çok! Fakat dinleyen kim? İşitecek kulak hani? His edecek vicdan müte’essir olacak kalp nerede? Anasır-ı gayr-i müslimenin ma’bedlerine kiliselerine dört el ile sımsıkı sarılmakda arzularının fevkinde hem de pek çok fevkinde ümitler beslemekde sa’adetler beklemekde olduklarını görmeyip de körce ahmakça böyle hayatımızı ta can evinden vuracak dostlarımızı ağlatacak düşmanlarımızı humma-yı sürur ve şadümaniye mübtela edecek garb-vari felsefeler savuracak gençlerimiz bulunacak. Garb felsefeleri garb düsturları ile; garbı taklid sevda-yı mecnunanesiyle koca Devlet-i Osmaniyye’yi on sene içinde ne yürekler acısı bir hale getirdiler!? Merhum İzzet Molla mezarından kalksın da vaktiyle söylediği şu: Akıbet devleti bu hale kodu Birisi halet-i nez’e getirip Biri de başına Yasin okudu! Kıt’a-i matem-engizini şimdi söylesin! Asırlarca Türklerle omuz omuza a’daya karşı harb etmiş navudlar işte o garbdan aldıkları ders-i medeniyyet düstur-ı milliyyet akl-ı meshuruyla Türklerden ayrıldılar. Meydan-ı harbde mecruh düşen zavallı Mehmedciğe bir yudum su yerine çeşme gibi kan boşanan ağzını kum ile doldurdular. Anadolu’ya teşmil zulm-i azimini irtikab ettiler. İşte bu tefrikalar bu parçalanmaklar düne kadar düstur-ı Kur’an isiyle yekvücud olarak yaşamış olanlara bugün garb medeniyet-i ictima’iyye ve desatir-i milliyyesinin giranbaha! öğütleri! Kıymetdar! hediyeleri! garb desatir-i medeniyye ve milliyyesi namına yüz bin parça etmenin mükafatı!.. Maamafih ye’se mahal yoktur. Ye’s ve fütur Müslümanlıkda haramdır. Filhakıka bugün İslam’ın vaz’iyyeti pek elem-nakdir. Fakat yarın bu vaz’iyyet değişebilir. Rusya gibi yüzlerce milyonluk cihangir bir devleti hurd ü haş eden Cenab-ı Hak nelere kadirdir! Elverir ki biz mütenebbih olup da habl-i ilahiye sarılalım. Azmimizi imanımızı artıralım. Elbette bir gün gelir İslam’ın şevketi yine cihanı tutar. Mehmed Fahreddin – – Kanun-ı cedidin ikinci babını izdivac-ı şer’inin batıl ve keen lem yekün addedilmesi mes’elesi teşkil etmektedir. Bu kayd kilise hudud-ı ahkamından harice çıkmak belki de te’alim-i Mesihiyye’den tamamen insilah ile ahkam-ı şer’iyye-i İslamiye’ye yaklaşmak için atılmış geniş bir adım telakkı olunabilir. şeklinde Buhari Yalnız komisyon bunun için bir takım şerait-i mühimme vaz’ etmiştir ki şurada zikir ve iradı faideden hali değildir. Evvela: Zevceynden birinin bir maraz-ı akli ile musab olması ve onun bu hali akd-i nikah hengamında zevc-i aharın ma’lumu olmaması. Bu yoldaki şikayetin kanunen mesmu’ ve mu’teber olması meye müraca’at şarttır. Bu ta’dil gayet tabi’i beraber olmakla ma’tuh mecnun bedmest muğlak şiddet-i gazabdan dili tutulan’ın tasarrufatını lağv i’tibar eden ka’ide-i şer’iyyeye mülayimdir. Şeri’at-i İslamiyye’nin kabul ettiği bu düstur ile ahkamını ne büyük bir hürriyet esasına istinad ettirmekde olduğu kariin-i kiram takdir ederler. Saniyen: Hin-i akidde zevceynden birinin sar’a yahud cünun-ı muvakkata mübtela bulunması ve bunun zevc-i ahara ma’lum olmaması. Bu kayd kayd-ı sabıkın bir derece daha tevsi’inden ibaret olduğu için onun daire-i şümulüne dahil bulunmakda ve binaenaleyh anifen beyan olunan ahkam-ı şer’iyyeye daha ziyade yaklaşmaktadır. Tefrik-i beyne ait esbab miyanına böyle bir kaydın vaz’ ve ilavesinde kanun-ı veraset ahkamı ve hayat-ı daime-i ailenin vesail-i intizamı nazar-ı mülahazaya alınmıştır. Salisen: Ahad-i zevceynin emraz-ı zühreviyye seyelan selü’r-rie [ ] teleyyün-i a’sab gibi hastalıklardan biriyle musab olup da diğerinin hin-i izdivacda buna vakıf olmaması. Bu kanunun kabul ettiği bu kayda müctehidin-i fukahadan bir çoğu eskiden beri kail olagelmişlerdir. Kanunu vaz’ edenler bu kaydı ilave ederlerken izdivacdan maksad zevceynden birini ve hatta ensal-i atiyyesini müşkil bir derde daimi bir belaya giriftar etmek değil belki tarafeynin sa’adet-i şahsiyyelerini itmam ve hayatın bar-ı gavailini tahfif edecek bir müşareket-i hayatiyye vücuda getirmek olduğunu mülahaza ettikleri anlaşılmaktadır. Rabi’an: Hin-i akidde veyahud akdi müte’akib zevcenin hamil olduğunun ve hamlin yeni zevcin gayriden kazanılmış bulunduğunun tahakkuk etmesi. Zannımıza kalırsa Avrupa’da nişan ve izdivac merasiminin tabi’ olduğu kava’id ve merasimin ne derece fasid esaslara ibtina ettiğine bu i’tiraf-ı resmiden daha vazıh ve daha kat’i bir bürhan olamaz. Bir kere nasıl oluyor da böyle bir hadisenin menşei zina ve sifah olduğu nazar-ı dikkate alınarak şeri’at-i İslamiyye’de olduğu gibi mürtekibi hakkında tertib-i ukubet cihetine gidilmiyor? Saniyen böyle bir hal vuku’unda hamlin yeni zevcden olduğu hakkında hükm-i kat’i verdirecek bir sebeb bulunabilir mi? Şu cihet müsellemdir ki bekareti zail olan bir kadın ismetini tekeffül edecek dine temayülat-ı sefilesine mani’ şerefe gösterilen arzuya dam olmakda tereddüd etmez. Tabi’idir ki ailesinin namus ve şerefine suikasd eden ünvan-ı hangi bir adama karşı nezahet-i zamirini muhafazaya muktedir olamayan bir kadın her fenalığı yapmak hiç bir hal ve hareketine i’timad olunmamak her türlü nefret ve tahkıre layık görülmek için en kuvvetli sebebleri nefsinde cem’ etmiştir. Kocası kat’iyyen bilmelidir ki bugün ailesinin şeref ve namusunu feda eden bir kadın yarın da bir başkasına meyl Binaenaleyh zerre kadar şeref ve haysiyete malik olan bir kimse müsevvağ-i şer’i olmaksızın ırzını şuna buna peşkeş çeken bir kadın ile izdivaca tahammül edemez. Avrupa’nın bu şark felsefesini daha doğrusu bu tabi’i hakıkatleri anlamamakda olduğunu farz edelim. Fakat acaba zevc kadının kendinden gebe kalmış olduğuna ciddi bir kana’atle nasıl hüküm edebilecek? Hepimiz biliyoruz ki telkıh için yalnız bir def’a mukarenet kafi değildir. Bu halin tahakkuku birçok def’alar fi’l-i mukarenetin tekerrürüne vabestedir. Bazan da yoluyla mukarenet şöyle dursun uzv-i mesturun şefreleri etrafına temas hatta bakir kızların bile gebe kalmaları için bir sebeb-i kafi teşkil etmektedir. Hal bu merkezde olunca kadının nişanlısı ile birçok def’a bir başkasıyla bir def’a münasebetde bulunduğu izdivac farz edilse de nişanlısı kadının behemehal kendinden gebe kaldığına ne ile hüküm edebilecek? Avrupalılar bugün kabul ettikleri merasim ve adatile cahiliyet-i ula devrini andırıyorlar. O devirde Arab nikah-ı müt’ayı mübah addediyor kadın kimin evinde iken asar-ı haml tahakkuk ederse çocuk onun oluyor idi. Maamafih kadın çocuğu müte’addid zevclerinden istediğine mal etmek hakkını da haiz idi. Avrupa’da el-yevm cari olan merasim-i izdivac nerede sonra kızın pederi veya biraderi gibi mehariminden birinin huzuruyla biri birlerini görerek yekdiğerin ahval ve evsafına ma’kule dahilinde vaki’ olacak bir mu’arefenin bugün Avrupa’da müstevli bir şekil alan rezaletlere meydan vermesi Evet kanun-ı tabi’ate münafi olarak kabul edilmiş olan bir takım merasim ve adat netayicidir ki Avrupa aileleri hanümanlarını fuhuş ile doldurmuşlar ensal ve ensablarını bile bile karma karışık bir hale getirmişlerdir. Şeri’at-i İslamiyye kadın erkek zina edenler için şiddetli cezalar tertib etmiş olduğu için tabi’idir ki kanun-ı İslam’da böyle garib bir kayd yoktur. Çünkü bu kayd esas i’tibariyle resmen kabul edilmiş zina ve sifahdan başka bir şey değildir. Hamisen: Tarafeynden birinin kasden ve bir sebeb-i ma’kule istinad etmeksizin husul-i mukarenete mümana’at göstermesi ve bu sebebden dolayı mukarenetin fi’len vuku’a gelememesi. Bu kayd bir hadd-i mu’ayyen dahilinde ma’kul ve makbuldür. Şeri’at-i İslamiyye bu mes’elede bir takım kuyud-ı mühimme vaz’ etmiştir ki biz tatvil-i bahsden ihtirazen şurada üçünün zikriyle iktifa edeceğiz: Vaki’ olan imtina’ maraz yahud i’tiraz veya bunlara mümasil esbabdan mütevelid ise zevce bir sene mühlet verilir; bu müddet zarfında yine vazife-i zevciyyeti ifa etmezse hakim beynlerini tefrik eder. İmtina’-ı vaki’ sırf izrar maksadına mübteni bulunur ve zevcden bu hususda yemin sadır olursa kadın dört ay sabr eder. [ ] Erkek yine fikrinde sebat ve ısrar ederse hakim beynlerini tefrik eder. Bir kadın huzur-ı Risalet-penahi’ye gelerek “Ya Resulallah! Zevcim gündüzlerini sıyama gecelerini kıyama hasr etmiş. Benim kendisinden bir hisse-i intifa’ım yok” dedi. Risalet-meab sallallhü aleyhi vesellem efendimiz o adamı çağırtarak kadının ifadatında haklı olup olmadığını sordu. Evet cevabı vermesi üzerine “Dinimizde böyle şey yok. Bana bak Müslümanlık hem dinin hem dünyanın için çalışmakdan Üzerinde vücudunun bir hakkı olduğu gibi zevcenin de bir hakkı var.” buyurdu. Bu hadis-i şerifden istidlal olunur ki anifen beyan olunan den bu hakk-ı tabi’i ve şer’iden istifade ettirmesini taleb etmek hakkını haizdir. Bu hakkı ihlal edildiği zaman kadı’nın beynlerini tefrik etmeye şer’an salahiyeti vardır. Hülasa-i kelam tarik-i savaba yaklaşmak için vasi’ bir hatve mahiyetinde olan kanun-ı cedid Cenab-ı Hakk’ın hakayık-ı ulviye-i İslamiyeyi behemehal kainata izhar ve i’la edeceğine dair nazm-ı kerimiyle bizlere sebk etmiş olan va’d-i keriminin tecelli-i asar-ı Kanun izdivac mesailinde hürriyeti ve bu yolda bir takım ahkamı ihtiva etmekle beraber istihdaf ettiği gaye ve maksada vusul i’tibariyle şeri’at-i garradan pek geridedir. Şayan-ı temennidir ki garb felasifesi İslam’ın hakıkatine te’aliminin ulviyyetine ahkam-ı aliyyesinin inceliğine mücehhez oldukları fikr-i ta’n ü teşni’den vazgeçsinler ve Hatem-i Enbiya’nın beşeriyete ithaf ettiği bu din-i ulvinin rahmeten lilalemin olduğunu teslim ve i’tirafa bir mecburiyyet-i vicdaniye his etsinler. Evet vaki’a şeri’at-i İslamiyye erkeğe talak hakkını bahş etmiştir. Fakat bu hakkı isti’malde onu başı boş bırakmamış mukabilinde bu hakkı su-i isti’mal ederse kadıya da ta’zir ukubet hakkını vermiştir. olduğu müla’aneden daha kuvvetli bir delil olamaz. fehva-yı münifince erkek ayet-i kerimenin ta’yin ettiği tarz ve şekilde müla’aneyi kabul ettiği takdirde hakim aleyhissalatü vesselam efendimizin aynı mes’elede yaptığı gibi aralarını tefrik eder. Bilemeyiz ki erkek hakk-ı talakını isti’malde bir takım süfehanın anladığı gibi tamamen serbest ise onu böyle külfetleri Kadılarımızın haiz oldukları hakk-ı ta’ziri isti’mal etmemeleri şeri’at-i İslamiyyede mevcud bir noksan değil belki onun infaz-ı ahkamıyla mükellef olanların kusurlarına haml edilmek muvafık olsa gerektir. Şeri’at-i İslamiyye kadına arzusuna ta’liken hakk-ı iftirakı elinde bulundurmasına müsa’ade ettiği gibi kendi ailesiyle zevcinin ailesinden birer erkeği tefrik-i beyn için salahiyet-i tammeyi haiz birer hakem ta’yin etmek zevciyle aralarını tefrik etmesi için kadıya müraca’atda bulunabilmek haklarını bahş etmiştir. Bunlar erkeği mesken ve hizmetkar ücretlerini tesviye me’kulat ve melbusatını tedarik ile mükellef tutan hukuk-ı zevciyyetin fevkinde kadının nail olduğu bir takım müsa’adat-ı şer’iyyedir. Şeri’at-i garra bu kadarla da iktifa etmeyerek kadına ailesinin namını taşımak emvaline tasarruf ve ondan istifade etmek lüzum görürse emvalinin idaresi için hatta zevcinden başka birini vekil ta’yin eylemek haklarını te’min etmiştir ki garbda hiç bir kadının bu gibi hukukdan istifadesine Şeri’at-i mu’azzama kadına nisbetle talak bahsinde kuyud ve şerait-i anife dairesinde kalmayarak ona el-yevm Amerika’da mevcud hürriyet-i talakdan daha vasi’ bir hürriyet te’min etmiştir ki İbn-i Abbas’dan mervi vak’a-i atiyye bunun bir delilidir: vuku’a gelmiştir. Kadın huzur-ı risalet-penahiye gelerek: “Ya Resulallah! Sabit ile başımız hiç bir vakit bir yastıkda birleşemez. Dahil-i zifaf olmak için geldiği zaman çadırın perdesini kaldırdım. Baktım ki pür-silah bir halde karşıdan geliyor. Dikkat ettim. Gördüm ki kap kara bir renk kısa bir kamet gayet çirkin bir sima.” dedi. Resulullah sallallahü aleyhi vesellem “Vermiş olduğu bahçeyi iade eder misin? diye sordu. Kadın: “Hay hay isterse veririm.” cevabını verdi. Bunun üzerine Resulullah sallallahü aleyhi vesellem Sabit’e: “Bahçeni al da tatlik et.” buyurdu. Kadın ailesinin hanesine avdet etti. Şeri’atin kadına bahş etmiş olduğu böyle vasi’ mikyasda hürriyetler meydanda durup dururken bilmem ki zerre kadar akıl ve insafı olan bir kimse İslam’ın kadınları hayvan mesabesinde tutmakda ve onu hukuk-ı tabi’iyye [ ] sinden mahrum bırakmakta olduğunu ileri sürerek din-i mübine karşı zeban-dırazlığa cüret edebilir mi? Bu makule insafsızlar ne derlerse desinler din-i yüsr ü suhulet olan İslam izdivacdan maksad hüsn-i mu’aşeret refah-ı ma’işet hayatın lezayiz ve alamına mütesaviyen nazar-ı dikkate almış ve bu maksadı te’min için tabayi’-i beşere akl-ı selime son derece mülayim kava’id ve ahkam vaz’ etmiştir. İşte İslam’ın edyan-ı saireden medar-ı temayüzü bu gibi şeylerdir. Son SES Bu ünvan ile Balıkesir’de haftalık bir gazete intişar etmeye başlamıştır. Bir kaç nüshasının mutala’asından anlaşıldığı üzere refikımız sahifelerini intişar ettiği muhitin hususi nüshasında halkın anlayacağı bir suretde güzel ve müfid makalelerle ahaliyi tenvir ve irşad ediyor. Vilayat ve sancaklarda mek lazım gelirse refikımız hakkıyla onu ifaya muvaffak oluyor. Diğer bazı vilayat gazeteleri yaptığı gibi mu’dil mesail-i siyasiyeden bahis baş makalelerle tuhaf tuhaf fikirler ve mukallidliklerle karilerini beyhude işgal etmiyor. Her nüshası muhitin seviyesine göre çok nasihatleri köylünün hayat-ı olarak muhitine hakıkı rehberlik ediyor. Ses’ in müessis-i muhteremi Basri Bey gibi cidden müslüman haluk muktedir bir sahib-i kalemin mahsul-i ilm ü irfanı elbette böyle mükemmel olur. Diğer vilayat ve sancaklarda intişar eden refiklerimizin de bu isri bu mesleği ta’kıb etmeleri temenni olunur. Balıkesir muhitine düşen vazife bu Ses’i dinlemek onun irae edeceği tarik-i reşad ve savabdan ayrılmamakdan Cenab-ı Hak muvaffak bilhayr eylesin; bu Ses le bütün o muhitdeki müslümanları uyandırsın. Düşman sesi duymak istemezsen; Kardeş sesidir uyan bu sesden. Kalkınca görür ki akşam olmuş Vaktiyle uyanmayan bu sesden. Refik-ı muhteremimizin nasıl nafi’ yazılarla halkı dalaletden ye’sden kurtarmakda olduğunu göstermek için son nüshasındaki baş makalesinin bazı fıkralarını nakl ediyoruz: YEİS BEDBINLİK “Arzu ettiğimiz sulh ve sükuna artık kavuşuyoruz. Fakat acaba ruhlarımızda bütün irademizi sarsan yeni ve daimi bir düşmanı gizlemeye başladığımızın farkında mıyız? Öyle bir düşman ki hepimizin cevherini imha etmesinden cidden kurtulabilir. Ahval karşısında herkes kendini bu amansız düşmana teslim edivermekden kurtaramıyor ki o da “yeis ve bedbini”dir! “Biz adam olmayız. Ne yapsak nafile!” diyerek kendini koyup salıveriyor. Vaki’a geçen parlak günlerimize bakarak Sultan Osman Fatih Yavuz ve Kanunilerin Kafkaslardan Atlaslara Viyana ve Lehistan’dan Umman ve Sudanlara kadar kurdukları saltanat ülkesinin şanlı haritasıyla dört asır sonra bugün memleketimizin aldığı ve ma’atteessüf alacağı şekillere göz gezdiren her müslümanın vatan endişesi acısı ile yüreğinin çarpmaması kalbinin kanamaması kabil değildir. İslam aleminin en büyük düşmanı olan Avrupalılardan bazıları üç asır Romanya Sırbistan Karadağ Bulgaristan gibi kişverleri ülkemizden ayırdılar: On senelik Meşrutiyet hayatımızda da sürekli tehdidler ve harblerle Bosna Hersek Girit Adalar Rumeli Trablusgarb ve Bingazi gibi memleketlerimizi aldılar. Evet tarih ve harita karşısında ne kadar düşünsek müte’essir olsak elbette yeridir: seneden beri hep veriyoruz. Aldığımız yok! Memleket küçüldükçe idaresinde yine aynı acz ü müşkilat içerisinde kalıyoruz. Dört asırdan beri bilgisizlik ve ahlaksızlık gibi iki fena arkadaş daima bizi görüyor. Binaenaleyh bu endişe ve te’sirler içinde müte’essir olmamak çırpınmamak kabil değildir. Fakat bu teessür bizi hiç bir zaman ye’s ve bedbini deryasında boğamamak lazımdır. Asırların üzerimize çökdürdüğü felaketler ibret dersi vererek bizi yaşamak emelinden uzaklaştırmamalıdır. Felaketler bazı milletleri batırır bazılarını da yüze çıkarır; o felaketlerden ibret alanlar hallerine gidişlerine bir salah bir düzen verenler adımlarını cesur ve fakat düşünerek atanlardır. Birçok milletler vardır ki tarihde pek elim felaketler karşısında kalmışlardır. Başkalalarına ne hacet? Biz kendimiz az mı felaketler tecrübeler gördük?.. Mesela Abbasilerin son zamanlarında müslümanlar pek kuvvetsiz idi. Her tarafda tavaif-i müluk türemişti. Halifeler [ ] memleketi muhafaza hususunda hiç bir kuvvet göstermiyorlardı. İşte bu sırada ya’ni beşinci altıncı yedinci asırlarda milyonlarca Ehl-i Salib İslam diyarını çiğneyerek Adana’yı Urfa’yı Haleb’i Şam’ı Kudüs’ü kamilen zabt ederek Kudüs’de bir krallık Urfa’da bir dukalık teşkil ve diğer yerleri Kudüs Krallağı’na malikane olarak ilhak ettiler. Fakat Cenab-ı Hak bir Salahaddin-i Eyyubi meydana çıkararak bunun gayreti ve hamaseti ile Ehl-i Salib’e bir mukabele kudreti yaratmış onları kaçırmaya Kudüs kralı Guy De Luzignan’ı esir almaya müslümanları muvaffak buyurmuştur. Kezalik ahlafı da Mısır’ı zabt ederek tekrar Kudüs’ü kurtarmak isteyen Fransa kralı muta’assıb Dokuzuncu Lui’yi Mansure’de esir etmeye üç asır muharebe sonunda Salibiyyun’u memleketlerine eli boş göndermeye muvaffak oldular. Osmanlı tarihi de böyle mühim misallerle doludur. Ez-cümle Ankara Muharebesi’nden sonra Timurlenk; Murad Hüdavendigar’ın Yıldırım Beyazıd’ın kaldırdığı beylikleri tekrar ihya etmişti. Bunların şımarıklıkları esnasında beş şehzade memleketin çeşitli yerlerinde birbirleriyle çarpışıyor. Bizans imparatorları da işe karışarak beylerle birlikte şehzadeleri birbirine karşı harb ettiriyor Osmanlı hükumetinin yıkılmasına yardım etmek istiyorlardı. Tam on bir sene süren şehzadegan gailesi memleketi pek za’if bırakmıştı. Fakat yine koca Allah’ın lutfu ile muktedir azimkar bedbinlikden azade ve iradeli padişah Çelebi Sultan Mehmed beş sene yeniden parlatmaya muvaffak oluverdi! Keza azm ü iradesine za’fı mülayimliği galebe eden Bayezid-i Veli’nin renksiz zaman-ı saltanatı koca Fatih’in parlak devrini hasretle arattığı gibi padişahlığı zamanında İsmail-i Safevi’nin nüfuzu memalik-i Osmaniyyeyi istila etmeye başlamıştı. Saf Bayezid-i Veli bunlardan habersiz zühdüyle takvasıyla meşgul olurken idare-i umur pek fena ellerde idi. Evladları arasında saltanatı aleyhine kıyam çıkmasına mani’ olamadı; hayatı kahr-ı azab içinde geçti. Fakat dört şehzade yine memleketi mücadeleleriyle harabe-zara çevirirken hepsine galebe eden civanmerd tedbirli kuvvetli Yavuz Padişah; Yıldırım ve Fatih devirlerini gölgede bıraktı!.. Keza Rusya hükumeti “Hasta Adam” dediği Osmanlı hükumetini defn etmek hazırlığını yapıp cihanı aleyhimize saldırmaya çalışırken Mustafa Reşid Paşa ve arkadaşları Avrupa’da seyahatler yaparak lehimize kazandığı gibi Sivastopol seferiyle Rusya’nın beline büyük bir darbe indirmeye ve Osmanlı hükumetini Avrupa heyet-i düveliyyesi arasına sokmaya muvaffak olmuştu. Hülasa: İslam ve Osmanlı tarihinde ma’ruz kaldığımız bir çok felaketler azm ü iradenin çalışmanın sayesinde izale edilmiş bu devlet ve bu İslam memleketi bir çok uçurumlardan kurtulmuştur. Devletimizin ikbal ve sa’adeti güneşi defe’atle batmak üzere iken Allahü azimü’ş-şan onu yeniden parlatmış müslümanları öldürmemiştir. Binaenaleyh yeis küfürdür nin mukteziyatından bilen her müslümanın son felaketler karşısında me’yus ve bedbin olması değil bunlardan ibret alarak var kuvvetiyle çalışması bilhassa şu sırada birlikden kat’iyyen ayrılmaması ve olur olmaz şayi’alar karşısında hissiyatıyla değil muhakematıyla hareket etmesi lazım ve bu lüzuma dikkat olunduğu suretde bizim de eski mecd ü şevketimize avn-i Hak’la yeniden kavuşmamız mukadderdir. ELCEZIRE AŞIRETLERININ SADAKATI Resü’l-ayn’da Elcezire aşayir ve urbanı namına Cebur meşayihinden Muhammed es-Sultan imzasıyla Hükumet-i Seniyye’ye Re’sü’l-Ayn’den atideki telgrafname keşide edilmiştir: Elcezire kıt’asının şimalinden cenub-ı Fırat vadisine kadar cereyan eden Habur nehri vadisindeki Cebur ve onlara mülhak Cerayin ve Pekare aşairleri ve Zor sancağıyla Diyarbakır ve Musul vilayetlerine merbut Cebur aşayiri taraf-ı aciziye ait olup bunlardan haric kalan aşair bizimle hem fikir ve yekvücud bulunuyor. Bu aşiretler yedi yüz seneden ziyade Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin nan ü ni’metiyle perverde oldukları cihetle Osmanlı hükumetinden gayri bir kavm ü milletle birlikleri gayr-i kabil ve mehazir-i adideyi da’idir. Binaenaleyh böyle bir hal vuku’unda istikballeri zulmet olunmak ihtiyacı his edildiği takdirde teşebbüsat-ı lazımede bulunmak üzere urban namına kemal-i tehalükle irade-i celileleri muntazardır. Esahh-ı akvale göre Rebiülevvel’in on ikisinde risalet-i amme sahibi enbiya ve rusülün hatemi Muhammed bin Abdillah bin Abdilmuttalib bin Haşim zinet-saz-ı gehvare-i vücud oldu. Cenab-ı Resul pederinin vefatından iki ay sonra doğdu ve dünyaya yetim ve bi-vaye olarak geldi. Çünkü pederi kendine meta’-ı dünyaya aid beş deve ile Ümmü Eymen namındaki cariye-i Habeşiyye’den başka bir şey bırakmamıştı. Cenab-ı Hak Resul-i güzinini vahdaniyetinin burhan-ı zi-hayatı bir akıde-i cahiliyyenin şahid-i butlanı yapmak istiyordu. Halk zannediyorlardı ki şu alem-i maddiye kadem-nihade olan her hangi bir mevlud pederinin vesayet ve sıyaneti maderinin dikkat ve ihtimamı ve onların toplayıp bıraktıkları servet ve saman sayesinde gayret ve saadete mazhar olabilir. Cenab-ı risalet-meab alem-i vücuda böyle yetim ve bi-vaye gelmekle kalmadı henüz altı yaşını ikmal etmemiş bir tıfl-ı nevzad iken Cenab-ı Hak onu validesinin sine-i şefkat ve mihribanisinden de ayırdı. Evvela ceddi Abdülmuttalib ve sonra amcası Ebu Talib vesayetini der’uhde ettiler. Muhammed sav on üçüncü sal-i hayatına reside olunca ticaret maksadıyla Şam’a gitmekte olan amcası Ebu Talib hayatında ilk defa olmak üzere beraberinde yola çıkarmıştı. Busra mevkiine gelince Rahib Bahira Ebu Talib’e biraderzadesini Mekke’ye geri götürerek Yahudilerden ihtimamkarane bir surette hıfz u himaye etmesini ve onun ileride pek büyük bir sergüzeşti olacağını ihtar etti. Ebu Talib de vesayasına imtisalen yanındaki eşya-yı ticariyyeyi orada satıp savarak Mekke’ye döndü. Cenab-ı Hak Muhammed savi risalet emr-i hatiri için hazırlamak ve ona Araplar arasında belki de bütün memalik-i cihanda hükümran olan dalalet ve mefsedetleri esasından mahv ü izale edecek bir kabiliyet ve isti’dad vermek risalet-meab mekteb-i irfan-ı ilahide aldığı mükemmel ders-i edeb ile musaffa nezih bir insan olarak meydana çıktı. Bir surette ki kırk senelik bir devre-i hayat geçirmiş olduğu cahiliyet aleminde damen-i iffet ve nezahetini zerre kadar şaibedar edecek bir hali görülmedi; en ufak bir seciyye-i gayr-i makbule ile ittisafına kimse şahid olmadı. Bilakis o büluğa eriştiği andan i’tibaren muhit-i kavmiyyeti fazılenin bir timsal-i bedi’i addolunmaya başladı. Kavmi arasında “el-Emin” ünvan-ı mefharetini ihraz etti. Resul aleyhi’s-selam hayatının cahiliyete aid kısmında bile amal ve müştehiyyatına esir olmamış iffet ve ismetini muhafaza Cenab-ı Hakk’ın helalinden ihsan ettiği şeye rıza ve kanaat ederek nezih ve ulvi bir hayat geçirmiştir. O zaman ise alem bir alem idi ki ümmetlerden hiçbiri fenayı fena görmüyor bir emr-i münkeri işlemekte mahzur tasavvur etmiyor idi. Bu cereyan-ı umumi içinde onun da seyr ü reftarını karin ve muasırlarının telakkiyat-ı ahlakıyyesine uydurmasında onlarla hem-ahenk bir hayat ta’kıb etmesinde ne beis vardı? Fakat öyle olamazdı. Kendini der’uhde edeceği o pürşan ü şeref ve kudsi vazife için yetiştirmek isteyen mukadderat fıtrat-ı nezihesini şairin dediği gibi her türlü ayıb ve noksandan pak ve müberra bulundurmak istiyordu: Cenab-ı risalet-meab kırkıncı sal-i hayatında bulunan ümmü’l-müminin Hatice ile akd-i izdivac etti. Haremi dul ve biraz da geçkin kendisi ise henüz yirmi beş yaşlarında ve binaenaleyh şebabetin devre-i kemalinde afiyet ve zindegisi mükemmel müstesna bir hüsn ü ana malik olduğu halde refika-i muhteremesinin hicretden üç sene evvel vuku’-ı irtihaline kadar ona karşı gayet vefakar bulundu; hakkında Başmuharrir beslemekte olduğu hüsn-i re’fet ve samimiyete zerre kadar halel getirmedi. Gençliğinin en hararetli çağlarından ihtiyarlığının bidayetlerine kadar şehvetin tahakkümü altına girmemiş olan bir zat nasıl olur da elli yaşına girdikten fazla olarak bir de bar-ı giran-ı bi’set tekalif-i risalet duş-ı liyakatine yüklendikten sonra aksi temayülata teslim-i nefs eder? Cenab-ı Hatice’nin irtihalini müteakib siret-i seniyye-i Muhammediyye’yi şaibedar göstermek emelinde bulunanlar ne ahmak adamlar! Hatice’nin vefatından sonra ezvac-ı tahiratın teaddüdündeki sır ve hikmeti anlayabilecek kadar gibi safsatalar sahiblerinin idrak ve iz’andan hiçbir behreleri olmadığının en bahir burhanıdır. Resul aleyhisselam okuyup yazmamış bir ümmi idi. Kur’an-ı Kerim onun bu halini bir çok yerlerinde serd ü beyan ettiği halde çıkıp da itiraz eden bir kimse bulunmadı. Yalnız bu hususda ayat-ı Kuraniyyeyi ahbar-ı Yahuddan Şam seferlerinde görüştüğü Ehl-i Kitab ulemasından telakkı etmiş olduğuna dair bir hezeyan vardır ki Kitab-ı celil onun şurada fazla söz söylemeye ihtiyaç bırakmayacak surette cevabını vermiştir. Maamafih bilemeyiz ki hatta dünyanın en büyük bir müessese-i ilmiyyesini en parlak bir mekteb-i felsefe ve teşriini alacağı nasib-i feyz ü irfanın derecesi ne olabilir.? Ba-husus ki aleyhi’s-salatü vesselam efendimize bu istifade-i ilmiyyeyi te’min edecek olan seyahatlerden birincisi kendinin henüz on üç yaşlarında bulunduğu sıralarda vuku’ bularak birkaç ay kadar kısa bir müddet devam etmiş Hatice namına ticaret maksadıyla icra edilen ikincisinde ise fart-ı meşguliyyeti bu gibi teşebbüslere kat’iyyen mani’ bulunmuştu. Resul-i güzin efendimiz fikir ve reviyyet i’tibarıyla bütün az söyler hilm ü mülayemet gösterir çok zamanını zikir ve fikir ile geçirir idi. İhkak-ı hak hususunda yanında yakın ile uzak kavi ile zaif bir idi. Fakıre fakrından dolayı hakaret etmez karşısında bir hükümdar da olsa haşmet ve azametine ehemmiyet vermez idi. Sabır gösterir halkı da musabereye teşvik eder te’life mütemayil bulunur tefrikden korkar idi. Mağrur ve hodkam olmadan pek uzak bulunan zat-ı risalet-penahi tevazu’ ve meşvereti pek severdi hakkı görünce daima ona döner dünyaya karşı zühd ü iffeti iltizam eyler. Fukara ve mesakine acır idi. Kitab-ı kerimdeki şefkati sayesinde ihraz-ı liyakat etmiş idi. etmiş dünyada ukbada en yüksek payeleri onun zatına tahsis eylemiştir. Evet dünyada daha nasıl ali bir paye ve menzilet olabilir ki bugün müluk ve ümera onun hücre-i muattarasına arz-ı hizmeti kendileri için en büyük bir vesile-i fahr u mübahat addediyorlar. Ötede en muhteşem hükümdarların haşmet ve saltanatlarının ufulüyle beraber yad-ı azamet ve ikballeri mensub oldukları milletlere yalnız münevver fikirlilerin o da sırf tahsil sayesinde hafızalarında yer bulabildiği halde o Nebiyy-i kerimin sit-i bülend-i risaleti afak-ı kainat-ı alemde her an lara gark etmektedir. Resul-i kerim efendimizin siret-i hümayunları bizi şu hakıkate sit yad-ı cemil gibi şeyler fart-ı servet ü saman ile cah ve mekr ü hud’a ile kazanılır şeyler değildir. Çünkü teayyün etmiş bir hakıkattir ki dünya daima heveskar-ı ikbali olanların aleyhine döner menafi’-i hususiyeye karşı gösterilen hırs ve tehalük havassın hanümanını yıkar hak ile yeksan eder. Bu böyle olunca demek oluyor ki Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi şahid-i azamet ve celaleti olduğumuz o makam-ı muallaya i’la eden şey o gibi ahval ve makasıddan hiçbiri değildi. Ona bu imtiyaz-ı fevka’t-tabiiyyeyi te’min eden şey yalnız şu halet idi: Dünya kendine karşı dökülüp saçıldıkça mehasin-i dil-firibiyle kendini beğendirmeye çalışdıkça o dünyaya karşı bi-gane bir tavır alır mübrem ve zaruri olan huzuz ve ihtiyacatını istifa etmekle beraber kalbini onun kayd-ı tahakkümüne teslim etmez idi. Biz de siret-i seniyye-i nebeviyyenin bu tarz-ı tezahüründen sa’y ü ameli ta’til etmek tekkelere hususi ibadethanelere çekilerek helal de olsa naz ü naim-i dünyadan damen-keş-i ferağ olmak demek değildir. Hakıkı zühd siret-i nebeviyyenin delalet ettiği vechile dünyayı başka hiçbir şeye iltifat etmeyecek derece kalbe hakim bir vaz’iyette bulundurmamak bir hizmetkar bir hayvan hakkında tatbik ettiğin tarz ve usule tevfikan onu kendine celb ile amal ve makasıd-ı aliyyeyi tervic ve infaz hususunda hizmet ve muavenetinden istifade eylemektir. Hülasa dünyaya karşı zühd demek onu kendine bend etmek ve daima hüküm ve iradene ram ve münkad bulundurmak demektir. Binaenaleyh bir müslüman istediği gibi dünyanın menaim ve lezzatından istifade etsin zinet ve zeharifinden dilediği kadar vaye-dar olsun. Yalnız bir şeyden birr ü infak gibi salah ve menfaati kendine dinine vatanına aid olan bir seciye-i fazılaya veda’ edecek derece huzuz-ı acile-i dünyeviyyeye meyl ve meftuniyetten hazer etsin. Müslümanlar her hususda peygamberlerinin Kur’an ile müeyyed olan ahlak-ı kerime ve siret-i tahiresini rehber ittihaz etmeli dünyaya karşı gösterecekleri zühdde onu azm ü iradelerine ram ettikten sonra lezaiz ve nefais-i dünyeviyyeden ve is’ad yolunda cem’-i servet yolunu bilen kimselerin zühd ü istiğnalarıyla hem-ayar olmalıdır. Meal-i Kerimi: Küfrü irtikab edenler inzar etmişsin etmemişsin birdir. Onlar iman etmezler. Allah onların kalplerini kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri önünde perde vardır. Resul aleyhi’s-selam bütün insanların risaletine iman etmelerini son derece arzu eder meslek-i hidayette isrine bedbahtlıkları kendini cidden dağdar eder idi. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerim’de bir çok ayetler vardır ki Nebiyy-i rahim efendimiz bu yolda hissettiği şiddet-i alamı tesliyet ve aynı zamanda onu şu hakıkate irşad etmektedir: seler vardır ki guna gun hatiat dört etraflarını sarmış inad ve mükabere kendilerini merkez-i savab ve hakıkatten uzaklaştırdıkça uzaklaştırmış olduğu için onlara ne va’z u nasihat te’sir eder ne de ayat-ı beyyinat dide-i intibahlarını açar. nazm-ı keriminin delalet ettiği vechile kavimlerinin küfür ve dalal vadilerinde saplanıp kalmalarına sebeb olan ser-amedan-ı Kureyş’in hal-i hizlan ve şekavetlerini beyan ve tasvir etmektedir. Bu sergerdelerin kaffesi vak’a-i Bedr-i Kübra’da hak-i helake serilmişler dar-ı cezada kendilerini bekleyen meal ve akıbetlerine kavuşmuşlardır. Kureyş’in sadat ve küberası topladıkları mühim bir kuvvetle Bedir’deki müslümanları gafil avlamak maksadıyla Mekke’den hareket etmişlerdi. İki kuvvet karşılaşınca müşrikler hiçbir sebat ve mukavemet eseri göstermeksizin tarik-ı inhizamı tuttular. Müslümanlar ta’kıblerine koyularak istediklerini esir istediklerini katlettiler. Uzema-yı Kureyş’ten şu isimlerini ta’dad edeceğimiz kimseler de maktulin miyanında idiler: Utbe bin Rebi’a biraderi Şeybe Velid bin Utbe Amir Ebu Ubeyde’in pederi Cerrah Ümeyye bin Halef ile oğlu Ali Hanzala bin Ebi Süfyan Ebu Cehil Nevfel bin Huveylid. Bu vak’ada Kureyş’ten yetmiş kişi esir alınmış ve bunlardan Ukbe bin Ebi Mu’ayt ile Nadr bin el-Haris’in Mekke’de vurulmuştur. Kureyş’in birer diame-i izz ü şevketi mesabesinde olan bu adamlar öyle ayat öyle berahin görmüşler idi ki taşlara gösterilse erir dağlar mehabet-i kat’iyyetinden lerze-nak olur Üst üste seneler geçti ki Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz bu adamlara hikmet söylüyor fakat bunun da tuğyanlarını tezyidden başka bir netice elde edemiyor idi. Hidayet yollarını gösterdikçe gözlerini kapıyorlar hakıkati anlatmak istedikçe fikir ve muhakemelerini dalal ve evham vadilerine saptırıyorlar idi. Nihayet kavminin inad ve istikbarları bir raddeye vardı ki Risalet-meab efendimiz onların hidayet ve felahdan vaye-dar olamayacaklarını anlamakla kalmadı. Bilakis şu’le-i nur-ı nübüvvet şeriatini söndürünceye kadar nefs-i hümayununa karşı ellerinden gelen eza ve cefayı diriğ etmeyeceklerine kat’i bir i’timad hasıl etti. Zaten esdaku’l-kailin olan zat-ı Zü’l-celal bu zümre-i muanidine karşı inzar ve adem-i inzarın netice i’tibarıyla seyyan olduğunu haber verdikten sonra onların siretlerini tashih akıdelerini çünkü onlar küfür ve dalalde sonuna kadar sebat ve ısrar etmeyi göze aldırmışlar aleyhi’s-salatü vesselam efendimizin tertil ve tilavet edeceği ayat-ı ilahiyye ve hikem-i beyyineye havale-i sem’ etmemeye şiddetle azm ü niyyet etmişlerdi. Düşünülecek olursa onların ma’kulat afakında cevelanına müsaade etmedikleri kalplerin işitmek dinlemek hassasını ta’til ettikleri kulakların kesif perdelerle mahsusata nüfuzdan men’ ettikleri nazarların kendilerine ne faidesi olabilirdi? Şübhesiz Cenab-ı Hakk’ın böyle muanidlere karşı yapacağı şey onları böyle vedia-i fıtrat olan kuva-yı hissiyyenin menafi’ ve irşadatından mahrum bırakmak olacaktır. Onlar ki nur-ı hakıkat bütün şa’şaasıyla gözleri önünde parladıkça hikmet-i hakim kalplerine tecelli ettikçe inad ve mükabere mani’ olur da bu gibi fırsatlardan istifadelerine imkan bırakmaz. Küfrü irtikab ve inadlarında ısrar edenler midesinin güzel ve kuvvetli gıdalara tahammülü olmayan hastaya benzerler ki tenavül ettiği kuvve-i gıdaiyyesi mükemmel her şey hastalığının sebeb olur. Bu hakıkati ayet-i kerimesi müfessirdir. Ayetin ma’nası Cenab-ı Hak kullarını dalalete sevk eder ve onları tarik-ı müstakımden inhiraf ettirir demek değildir. O bize şu hakıkati telkın etmektedir ki: Cenab-ı Hak vahiy tarikıyla hükm-i ayatını kullarına indirir bunlara inad ve füyuz-ı maddiyye ve ma’neviyyeleri böyle kalplerin nezahet ve zindegilerini bir kat daha takviye eder. Tuğyan ve mefsedet temayülatıyla meşbu’ kalpler şeytan üfürmüş de alabildiğine şişmiş büyümüş burunlar ise sahiblerinin tinet ve vicdanlarına bu ayat ve hikemin sereyan-ı füyuzatına memek için gözlerini yumarlar. ve ayetleri bizi hidayet ve dalalet mes’elelerinin istinad etmekte olduğu bu hakıkatlere irşad etmektedir. Hakıkaten pek çok kimseler gördük ki inad ve mükabere kalplerinde esaslı bir surette cay-gir olmamış olsa ne hak ve hakıkatin tezahüratı karşısında fikir ve muhakemeleri mehalik-i zünun ve evhama saplanıp kalacak ne de nefisleri sıdkı kabul ve iltizam hususunda girive-i nahvet ve taassuba saplanacak yerleşmiş ki şeh-rah-ı istikameti herkesden güzel gördükleri halde daima ondan inhiraf ederler hak ve hakıkatin delail-i sübutunu pek güzel bildikleri halde inkardan çekinmezler. Teyakkuz ve intibaha da’vet temadi-i gafletlerine tebyin-i hakaik tecahüllerine bais olur. “Mu’anidin-i küffar derler ki: Bizi da’vet ettiğin şeylere karşı kaplerimiz birer gılaf içerisinde aramızda bir hicab vardır.” Bu makule adamlar şu derc edeceğimiz ayetlerle Cenab-ı Hakk’ın mahiyet ve evsafını beyan etmiş olduğu kimselerdir. “Haklarında azab-ı daimi hükmü verilmiş olanlar kendilerine bütün ayat gelmiş tecelli etmiş olsa da azab-ı elimi görmedikçe iman etmezler.” “Ehl-i kitaba ayat ve delail namına ne varsa hepsini getirsen kıblene tabi’ olmazlar. Sen de onların kıblelerine tabi’ olamazsın.” Şu ayet-i kerime de bu zümre-i muanidinin nasıl sengin bir kalbe malik olduklarını beyan etmektedir. “Kalpler mütemadiyen günahların istila-yı zalam ve kuvveti altında kalırsa kapanır kalır. Bir kere de kapandı mı mahtumiyet muhakkaktır” hadis-i şerifi de tecelli-i hakaikın kulub-ı kasideye karşı adem-i te’sirini müeyyiddir. Bu hadis-i şerifden anlaşılıyor ki hatm-i kalp o kimselere mahsusdur ki kazandıkları seyyiat duçar oldukları hatiat salah ve intibaha kabiliyetlerini tamamıyla izale eder de yaptıklarına nedamet etmeyi hakıkı tevbe ile hayat-ı ma’siyetlerine nihayet vermeyi hatırlarına bile getirmezler. Artık bunlar ayat-ı atiyye ile derece-i isyan ve temerrüdleri izah ve beyan buyurulan kavm-i Nuh ile hemhal olurlar. “Ya Rab! Kavmimi geceli gündüzlü hak yoluna çağırdım. Benim sada-yı da’vetim onların daha ziyade yanımdan kaçmalarından başka bir netice vermedi. Gufranına mazhar olmaları için kendilerini hak yoluna da’vet ettikçe parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar. Küfür ve ma’siyette ısrar kibir ve nahvetlerini tezyid ettiler. Sonra onları cehren da’vet ettim; yerine göre açıktan açığa yerine göre gizli gizli telkınatta bulundum ve dedim ki: Allah’a iman ederek ondan mağfiret taleb ediniz. O mağfiret tanrısıdır. met yağdırır emval ve benin ile imdad ve muavenet eder sizi bağçelere ırmaklara sahib kılar. Allah sizi tavırdan tavıra mek istemiyorsunuz? Görmüyor musunuz ki o nasıl yedi kat gök yaratmış onlardaki ayı nur yani latif ziyalı güneşi sirac yani kuvvetli ve keskin şu’leli yapmıştır. Sizi Allah yerden bitirmiştir. Bilahare yine yerin altına gönderecek. Sonra tekrar büyük bir kuvvet ve kudretle meydana çıkaracaktır. Geniş geniş yollardan yürüyüp gitmemiz için yeri döşek gibi düz bir hale koyan da Allah’dır. Bu kadar va’z u irşaddan sonra Nuh şunları söylemeye mecbur oldu: Ya Rab! Kavmim beni dinlemediler. Malik olduğu mal ve evlad kendini daha ziyade şekavet ve hüsrana duçar etmiş olanlara uydular. Bana karşı büyük büyük mekr ü tezvir yollarına saparak halka: Ma’budlarınızı bırakmayınız ne Vedd Süva’dan ne de Yeğüs Ye’uk ve Nesr namlarındaki sanemlerinizden vazgeçmeyiniz. Demeye kalktılar. Ve böyle sözlerle bir çok halkın dalalette kalmasına sebeb oldular. İlahi! Bu hal ve hareketlerine mukabil zalimlere dalaletlerini artırmadan başka bir şey yapma. Kavm-i Nuh işte bu gibi hatiatlarından dolayı hep gark edilerek cehennem ateşine atıldılar da Allah’a karşı kendilerine yardımcı bulamadılar. Zaten Nuh da esna-yı münacatında şöyle demişti: Ya Rab! Yeryüzünde kafirlerden bir ferd bırakma. Bırakırsan kullarının doğru yoldan şaşmalarına sebeb olurlar. Aleme facir ve küfür ve ma’siyette binazir mahluklardan başka nesil ve zürriyet getirmezler” HUKUK-I AILE VE USUL-I MUHAKEMAT-I ŞER’IYYE Hukuk-ı aile ve usul-i muhakemat-ı şer’iyye kararnameleri hakkında darulfünunun mülga İlahiyat Şu’besi hikmet-i teşri’ müderrisi mütebahhirin-i ulemadan muhaddis ve fakıh-i şehir Sadreddin Efendi hazretleri tarafından evvelce kaleme alınıp hükumet-i sabıkaca neşrine müsaade edilmeyen layihayı kemal-i ehemmiyetine mebni derc ediyoruz. Mes’elenin Meclis-i Meb’usan’ca mevzu’-i bahs olduğu şu günlerde milletvekillerinin bu layihayı mevzuunun ehemmiyetiyle mütenasib bir surette ta’kıb ve tedkık edecekleri kaviyyen me’muldür. Hukuk-ı Aile Kararnamesi komisyon-ı mahsusu tarafından tanzim edilmiş olan esbab-ı mucibe layıhasıyla beraber mütalaa olundu. Teallukuna mebni Usul-i Muhakeme-i Şer’iyye Kararnamesi de gözden geçirildi. Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nin hey’et-i umumiyyesi ve ruhunu teşkil eden maddeleri ümid olunduğu gibi halkın mesalih ve menafi’lerine hadim örf ve adat ve adab ve ahlak-ı milliyelerine muvafık değil. Te’emmül olundukça kavaid-i diniyyemiz mutabık olmadığı zahir oluyor. Ehl-i İslam’a tealluk eden yüz üç maddenin kırkından ziyadesi hata-alud. Ber-tafsil beyan olunacağı üzere bir takımları şer’-i ma’luma nususa icmaa muhalif ahkamı muhtevi: Münakehatın birinci babının fasl-ı sanisiyle ona müteallik olan’inci maddesi ve müfarakatın’uncu maddesi ’inci madde ile müfessir olan’uncu maddenin fıkra-i ahiresi gibi. Bazıları da kıymet-i şer’iyyeden ari kanun şekline vaz’ olunmuş ızrar-ı nası müeddi:’uncu maddeler gibi. Bir çoğu da mesail-i ihtilafiyyeden lakin edillesine nazar ile tarik-ı şer’isiyle tercih olunmuş akval değil. Ve ekserisi nadirü’l-vuku’ olan umura müteallik. Kabullerinde nas için öyle faide me’mul değil. Bilakis menafi’lerini şer’an cem’i caiz olmayan kavillere istinad ettirilmiş maddeler de var. Kararnameyi tanzim ederken komisyon hey’etinin tuttukları meslekte hata etmiş oldukları anlaşılıyor. Esbab-ı mucibe layihasının ibarat-ı sarihasından müsteban olacağı üzere icabat-ı medeniyyeden addolunarak ona binaen tertib olunan kanunlar bir kere de akval-i fukahaya nazar olunup bazılarına istinad ettirilirse artık meşruiyyet iktisab eder ve bununla vazife-i diniyye ifa edilmiş olur… zannolunmuş. Bu ise galattır. Çünkü ahkam-ı şer’iyye ikinci dereceye bırakılmış oluyor. Halbuki birinci derecede ve lizatihi mültezim olması mahza edille-i şer’iyyenin medlulü Kitabullah ve Sünnet-i nebeviyyenin müfadı olduklarından dolayı ahz u kabul edilmeleri Din-i İslam’ın esasından olarak matlubdur. ayet-i celilesi bu babda nass-ı katı’dır. Bir kaziyyeyi ahkam-ı ilahiyyeden olduğundan dolayı teslim ve kabul etmek başka icabat-ı medeniyyedir yahud maslahat-ı nasa erfakdır diyerek tahsin ve tasvib eyleyip de ona muvafık olan kavli ihtiyar ve teşri’ edelim demek başkadır. Evet her müstakil olan devlet hakk-ı teşrii haizdir. İstediği din ve şeriati dilediği kanunu kabul yahud tanzim eder. Başkaları ona müdahale edemez. Lakin bir dini kabul eylemiş olan hükumetin teşri’ edeceği kavaninin de o din ve şeriatin ahkamı dairesinde onun usul ve kavaidi üzere vaz’ olunması lazım gelir. Nezd-i fukahada bir kavlin maslahat-ı nasa erfak olması da esbab-ı tercihdendir. Lakin mansus ve mücma’un-aleyh mevazı’da değil. Ancak müctehedün-fih olan umura akyise-i fıkhiyyenin mütearız olup vech-i aharla tercih mümkün olmadığı mesailde olur. Tarikat-i mesluke-i diniyyeden olan cemaat-i eimmenin kavl-i meşhurundan udul ile edille-i şer’iyyeye nazar etmeksizin garaib-i akvali tercih etmek; akval-i eimmeye nazar ile tercih ederken ol babdaki edille-i şer’iyye ve nusus ve asar ve akval-i nebeviyyeyi terk ve ihmal ve ıtrah eylemek caiz olmadığı zaruriyyat-ı diniyyeden olarak ma’lum ve mücma’un-aleyhdir. Müctehid de bazen hata eder; mevzi’-i nasda bu babda ma’zurdur. Lakin delil-i zahir olduktan sonra onu taklid eylemek caiz olmaz ve onun bu hatasıyla mes’ele ictihadiyyat menzilesine inmez. Hilafı ihtilafdan ma’dud olamaz. Erbab-ı saltanat ve hükumet onunla amel olunmasını emreyleyip hakimler mucebince hükmetseler de o hükümler şer’an sahih ve nafiz olmaz. Bir kavil ile ahz u emr olunabilmek için evvel emirde onun hakıkaten mevzi’-i ictihad olan bir mes’eleye dair olması şarttır ve bu şartın tahakkukundan sonra da o kavl ve mezhebde müra’ı olan kuyud ve şüruta dikkat olunmak elzemdir. Birisi terk ve ihmal olunarak alınırsa mes’ele değişir. O kavil artık müctehid kavli değildir. Edille-i şer’iyye tafsile müsaid olmamakla eimme-i kiramın mutlak ve gayr-i mütecezzi olan kavillerini keyfi taksimat sis etmek yekdiğerinin zıddı olup birisinin indallah hata olduğu müteyakkın olan iki kaville böyle ma’an emreylemek edille ve akval-i eimmenin cemian hilafını iltizam olur ki elbette meşru’ olamaz icmaan batıldır. Mürur-ı zamanın da bu babda bir te’siri olamaz. Meğer ki o müctehidlerin fetvaları tegayyür-i ezman ile tegayyür etmiş olan hadisata müteallik ve zamanlar ile mukayyed olsun. Nitekim İmam-ı a’zam – rahimehullah-i teala –zamanında hanelerin odaları yekdiğerine mutabık inşa edilir olduğundan birisini rü’yet etmesiyle müşterinin hıyarı sakıt olacağına ifta buyurmuş ve onun zamanından sonra adet değişip odaların muhtelif suretlerde bina olunması ma’ruf olduğundan kifayet etmez demişler ve cemian fetvalarında isabet eylemişlerdir. Çünkü verdikleri hükümler yekdiğerine muhalif değil hep zamanlarına mahsus ve iki zamandaki hadiselerin nevi’ ve mahiyetleri muhteliftir. Aynı hadise gibi zannedilir olmaları ancak onları tasvir eden suallerin her biri zamanındaki örf ve adete göre ve ona binaen suret-i mutlakada olmalarından naşi olduğu aşikardır. Mecelle’de “Ezmanın tegayyürüyle ahkamın tegayyürü inkar olunamaz.” denilmesi de ancak bu ma’naya olduğu mazbatasında musarrah olup zikr olunan misaliyle de izah ve beyan edilmiştir. Ahkam-ı şer’iyyenin kabil-i tağyir olmayıp fetvadaki hükümlerin tegayyürü muhtelif hadiselere müteallik olduklarından bazıları Mecelle’deki o cümleye iğtirar ile asıl ve ma’nasını anlamadıklarından hill ü hürmet tegayyür eder zannediyorlar. Zaman-ı saadette nesh olunmayan ahkam-ı şer’iyyenin ma’lum olduğundan gaflet ederek erbab-ı saltanat ve hükumet zaman geçtikçe onları keyfe ma-yeşa’ tağyir ve tebdil edebilirler akıllarıyla tensib ettikleri şürutu ilaveye ve istedikleri kaydın ref’ine salahiyetleri vardır zehabında bulunuyorlar. Layihada “Veliyyü’l-emrin umur-ı mübahada hakk-ı tasarrufu müsellemattandır” denilerek teaddüd-i zevcatın men’i bile caiz olacağından bahsolunması komisyon hey’etinin de böyle düşünmüş olduklarını gösteriyor. Halbuki pek yanlış. Şeriatte evliya-yı umurun ehl-i hilafet ve hükumetin hukuk ve vezaifleriyle onların ara ve tedabirine ihale ve tefviz olunan ebvab ve füsul-i kesire bi-envaiha muayyen ve ma’lum olup ziyadeyi kabil olmadığı bedihidir. Nikah hususundaki tasarrufları da veliyy-i hasları bulunmayan kızları velayet-i ammeleri hasebiyle tezvic eylemek ve –emirü’l-mü’minin Ömer radiyallahu-anhden İbni Ebi Şeybe’nin Musannef’inde mürselen menkul ve Serahsi’nin Mebsut’unda mezkur ve meşruh olan eserinden de müsteban olduğu üzere– küfüvlerini ihtiyar ile küfüv olmayanlardan men’ eylemek gibi mesaliha maksur olduğu emr-i celidir. sahabiye-i celilenin ona: – Senin kavline mi yoksa Allah’ın kitabına mı ittiba’ olunacak? Diye hitab ederek ayet-i kerimesini tilavet eyleyip men’a hakk u salahiyeti olmadığını tezkar edince bere çıkarak i’lan ettiği kütüb-i sahiha-i hadisede esanidiyle mazbut ve müştehirdir. Nass-ı Kur’an’la helal edilmiş olan bir şeyin değil erbab-ı hükumet ve selatin yahud hulefa-yı raşidin vahy-i ilahi ile nesh olunmadıkça peygamber-i zi-şan sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz bile kendiliğinden onun tahrim ve men’ine kadir olamayacağı; delil-i şer’isiyle sabit olan ibaha ve sıhhat-i hükmünün tebdil ve tağyiri ibad için mümkün olmayacağı yine zarurat-ı diniyyeden olarak ma’lum olan ahkam-ı mütevatiredendir. nass-ı celili de bu hükmü i’lan eylemektedir. Mecelle’nin o maddesi bir ayetin yahud bir hadisin tercümesi değil bir müctehid kavli kuvvetinde de değildir. Bazı müteahhirinin kelamından fazla bir şey olmayıp mücerred mesail-i fıkhiyyenin zabtına akval-i müctehidinin fehmine hadim olmak üzere tertib olunan cümlelerden olduğunu hey’et-i Mecelle mazbatalarında da tasrih eylemişler balada zikr olunduğu üzere ma’nasını da misaliyle izah ederek tegayyürün hakıkatte hadiselerin ihtilaf ve tegayyürüne raci’ olup nefs-i kavaid ve ahkam-ı şer’iyyenin kabil-i tağyir olmadığını ihtar ve birinci maddesinin metninde de te’kid ederek kavanin-i müeyyede olduklarını tekrar beyan ve izbar eylemişlerdir. Mecelle’nin o kaidesi mantukunca bugün tegayyür-i ezman ancak gayr-i müslim vatandaşlarımıza tealluk eden bazı umura münhasırdır. Onların vatanda ve hukuk ve vezaifinde ve emr-i hükumette müşterek oldukları tanzimata dair olan hatt-ı hümayunla i’lan ve Kanun-ı Esasi ile te’yid olunduğundan artık haklarında ehl-i zimmete mahsus olan ahkamın kabil-i tatbik olmamasında kütüb-i aliyye-i fıkhiyyede gösterilen vaad ü incaz aslına kanunun beyan eylediği kaide-i müsavata müraat olunmasında kalır. Yoksa ehl-i yeden nikah ve talaka dair olan ahkam-ı şer’iyyenin ihdas-ı kavaninle bi’l-ihtiyar tağyirine ve bir harfinin bile tebdiline mesağ-ı şer’i olmadığı yar ve ağyarın ma’lumudur. Binaenaleyh Avrupa devletlerince de bu hususa riayet edilmekte olup ehl-i İslam aralarında bu misilli mesail-i diniyyeye dair tekevvün eden deavinin fasl u rü’yeti müftilerine ve müftileri taraflarından nasb olunan kadılarına terk edilmiş ve ahkam-ı şer’iyye ile amel olunup vech-i aharla taarruz olunmaması taraf-ı Devlet-i aliyye’den mümkün olan ahidnamelere de idhal ve salik oldukları Mezheb-i Hanefi haricinde mükellef tutulmamaları dahi derc olunmuştur. Nass-ı muhkem ile helal olan cem’-i zevcatın men’ ve tahrimi mümkün olacağını iddia etmek ve aralarında adl ü tesviyenin matlub olan mikdarı ayet-i kerimesiyle beyan buyurulup emr-i kalbiye münhasır olmayan fazlası afv ü iskat olunmuş iken hilafını iltizam eylemek ve hiçbir zaman mümkün olmayan derecesine her zaman mümkün olanıyla karıştırıp şimdi müteassir ve belki müteazzir oldu demek izdivacın sıhhat ve tamamından sonra zevc üzerine terettüb eden bir vazife-i diniyyeyi nikahın şart-ı cevazı suretine ifrağ eylemek ila-kıyami’s-saa bakı olan hill ü sıhhat hükmünün bekasiyçün illet-i cedide taharrisine düşmek nikah-ı sani için zevce-i ulanın muvafakatine bakılmayacağı Kitab ve Sünnet-i mütevatire ile ma’lum ve mücma’un-aleyh olduğu halde yine şart etmiş gibi nazar-ı i’tibara alıp da ondan sonra bi’d-delale rızasını iddia ve hakıkatten ari olan bu da’vayı da’inci maddede gösterilen şart-ı meş’um-ı mekruhun muhtelefün-fih olan sıhhatine bina etmek gibi ahvalin yakışır ciheti olmayıp usul-i İslam ile kabil-i tevfik olmadığı müstağni-i azade-i beyandır. Layiha mündericatında isabet yok. Binaenaleyh kararnamenin ruhunu teşkil eden cihetleri bozuk ekser-i ebvab ve füsulü büyük hataları müştemil mukteza-yı maslahat denilen maddeleri maslahattan hali bulunuyor. Bütün bu hataları birer birer beyan edeceğiz. Devlet-i Osmaniyye’nin ıslahatıyla meşgul olmuş fikirler noktaya zahib olagelmişlerdir. Birincisi din ikincisi ihmal-i dinden neş’et eyleyen idare-i örfiyye teşehhiyat-ı siyasiyyedir. Bu iki fikri esaslarıyla mütalaa edebilmek ve ıslahatın hangisine ittiba’ ile cereyan ettiğini nihayet devletin bugünkü tezelzülat-ı ruhiyye ve maddiyyesinden hangisinin mes’ul bulunduğunu ta’yin etmek için tarihe ilmi bir nazar atf etmek Bu babda benim iki mühim eser nazar-ı dikkatimi celb etmiştir birisi Fransa süferasından Engelhard’ın “ Devlet-i Osmaniyye’nin Tarih-i Islahatı ” namındaki eseri diğeri de tarih-i miladisinde vefat etmiş olan ve Coğrafya-yı Umumi nam eser-i azimiyle şöhret-yab bulunan Malte Brun’un devlet ve hükumetimizin ahval-i umumiyyesi hakkındaki beyanatı sırasında yaptığı bazı tahlilatdır. Engelhard illet-i ıslahat din olduğuna zahib olanlardan bulunduğu gibi hükumetin de bu dairede harekete karar verdiğini tesbit etmiştir. Malte Brun ise devletin ahkam-ı kitab ve sünnete istinadı i’tibarıyla kıymetinden bahsetmiş ve lakin bir takım ahkam-ı örfiyye ve askeriyyenin tahkimatından dolayı ahkam-ı kitab ve sünnetin icra edilemediğini sebeb-i zaaf bu olduğunu göstermiştir. Esas-ı nazarı sözü Malte Brun’a verelim. Kitabının cild-i sanisinde Asya Kısmı’nda devletimizi ta’kıb eylediği sırada diyor ki: “Bilad-ı Osmaniyye’nin zaaf ve şekasına sebeb asr-ı hazırda frenklerce meşhur olan ma’nasınca zulüm ve istibdad yani hükümdarın dilediğini yapması ma’nasınca mutlakiyet-i tasarruf değildir. Çünkü padişah ünvanını taşıyan Osmanlı sultanları şer’an gayr-i mahdud bir tasarrufu haiz değildir Kitab ve Sünnet’deki ahkamdan tebaüdleri asla tecviz olunmaz. Kitab ve Sünnet ahkamı her müslime itttibaı vacib ahkam-ı ilahiyyedir. Hatta sultan mücerred evham-ı avam üzerine mübteni adat-ı kadime-i cariyyeden bulunan umuru bile tehlikesiz değiştiremez. Padişah yalnız manasıb-ı mülkiye ve askeriyeyi dilediğine tevcih ve dilediğini azleder. Bu suretle me’murinin malik-i ervahı efendisidir. Bunlarda keyfe ma-yeşa’ tasarruf eyler lakin bu babda muradını tamamen tenfize hail olan hayli mevania musadifdir ki bu da paşaların isyana muktedir olabilecek kudrette bulunmalarıdır. Ve her iki halde sultanın kudreti mahdud ve maksurdur. “Maamafih bu tasarruf yine Frenklerin tanıdığı ma’na-yı meşhurca mukayyed ve meşrut da değildir Devlet-i Osmaniyye la-yetegayyer kavanin-i sabiteye müstenid ma’nasına bir devlet-i mu’tebere ve meşruta değildir. Denilebilir ki bu memleketin ahkamı yani cari olan kavanin-i idariyyesi şiddet-i tazyiki havi bir takım ahkam-ı askeriyye iken bozulmuş çığırından çıkmış bilahare memleketin ahkamı haline Sünnet’deki ahkam ile tedbir ve idareye Sultan müyesser olamaz olmuştur. “Tebaanın taarruzu paşaların muarazası gibi fitne ve olacak olan halat ise sultanın tasarrufda mukayyed ve infaz-ı bulunmasını ve binaenaleyh bir meşrutiyeti istilzam eylemez. Bize istibdad ve mutlakiyet ile meşrutiyetin güzel birer ta’riflerini veren şu zatın anlayışına göre Devlet-i Osmaniyye Selim-i Salis devrinde bile bi’n-nazariye bir hükumet-i meşruta sı olan kavanin olabilirmiş. Bu meşrutiyeti Avrupa meşrutiyetine tamamen benzetmek resinde muamele-i hükumeti murakabe ettirmek kafi imiş ve ihtimal Selim-i Salis ve Sultan Mahmud hazeratı yalnız asker mes’elesiyle uğraşmayıp o zaman vilayatın rical-i nafizesinden bir meclis-i a’yan olsun teşkil etseler ve bu suretle siyaset ve idare-i memleketin vahdetini te’mine çalışsalarmış nazari ve yenisi gibi hükümsüz kalmış padişah ol vechile amel edemez olmuş onun yerine bir takım ahkam-ı örfiyye kaim olarak devleti bi’l-ameliye mutlakiyete doğru sürüklemiş ve paşaların her birini bir müstebid yapmış vaktiyle her duğunu gösterebilen milletin mukavemetine halel getirmiş meskenete düşürmüş binaenaleyh sebeb-i fesad-ı devlet dinde değil ihmal-i dinden münbais tahkimat-ı örfiyye ve siyasiyyede su’-i idarede aranmak ve bu yolda ıslahata girişilmek lüzumu tezahür etmiştir. Bu ilmi zatın nokta-i nazarı devletin bidayet-i haliyle mukayese edilirse ayn-ı hakıkat olmak lazım gelir. İbtida-i emrde bütün kudret teşkilat-ı askeriyyede idi o zamanlar ulviyet-i emel ve safvet-i ahlak hasebiyle idare ve kaza ma’delet-karane cereyan etmekle beraber ilmi medeni inkişafat olamıyordu. Arapda Acemde Endülüs’deki terakkiyat-ı ilmiyyenin bizim biladımızda husule gelememesine inkişafat-ı ilmiyyenin yalnız Fatih’den Kanuni devri sonralarına kadar geçen mahdud bir zamanda başlamış ve yine sönmüş olmasına sebeb din değil yine idare-i örfiyye idi. Nitekim bu hususu Timur ve Yıldırım devre-i eazımından bulunan Seyyid Şerif Cürcani şu meşhur beyt-i Farisisinde anlamış ve anlatmış [] Bir şarklının bidayette bir garplının da nihayette keşfetmiş oldukları illette ittihadları ile isabeti kesb-i teeyyüd edecek olan bu nokta-i nazar bu hakıkat hazret-i Fatih’den ve bilhassa makam-ı hilafeti ihraza muvaffak olan ahd-i Selim-i Evvel’den i’tibaren arada bir müddet devletin vazife-i diniyye ve medeniyyesini ifa ve semeresini iktıtafa başlamış olduğunu inkar ettirmezse de ıslahatçılarımızın ta bidayetinden galat-ı rü’yeti isbat için kafidir. Tarih-i ahirimizle vukuat-ı cariyyemizle kat’iyyen biliriz ki ıslahatımıza bu fikir ye ibtina ettirilmiştir. Islahat siyaseti muhiti istimsal değil muhite temessül hiss-i mücerredinden doğmuş ve bu hissin mıştır bunu daha iyi anlatmak için şimdi de nevbet-i kelamı Engelhard’a verelim: Engelhard Ali Reşad Beyefendi’nin himmetleriyle lisanımıza tercüme edilmiş olan salifü’z-zikr kitabında tedkık ettiği mevadd-ı ıslahatın zahiren mukaddimesi ve hakıkatte ise netice-i müstahrecesi olarak serd eylediği ifadatı miyanında diyor ki: “Tanzimattan maksad-ı umumi hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyeyi asırlarca zamandan beri ma’nen ve siyaseten ayrı yaşamış olduğu hey’at-ı ictimaiyye-i Hıristiyaniyeye yaklaştırmak mahiyet-i mahsusası hakkında şübhe ve tereddüde mahal yoktur. Hiç şübhe yoktur ki Osmanlı İmparatorluğu’nu kurun-ı vüstanın zulmet-i kesifesi içinde günden güne daha ziyade batırarak nihayet günün birinde büsbütün nabud olmasını Osmaniyye’nin Avrupa hey’et-i düveliyyesi haricinde hal-i “Fil-hakıka hükumeti te’sis etmiş olan İslamiyet nazım ve hakim-i mutlak-ı hükumet olarak kalmıştır Kur’an ile kanun-ı medeni bir idi. Teşkilat-ı milliyye ile akaid-i diniyye yekdiğerinden tefrik edilemeyecek surette karışmış olduğundan teşkilat-ı diniyye gibi la-yetegayyer ve kat’i idi. “Türkiye’nin artık reddinde istiğna gösteremeyeceği Hıristiyaniyet’te olduğu gibi kavanin-i diniyyenin te’siratından az çok azade bir hale getirerek ruhaniyetten dünyeviyete laik tercümesi ki la-dini demek daha muvafık tahvil eylemek yahud akaid-i esasiyyeyi serbestçe tefsir etmek suretiyle yavaş yavaş tahdidat ve takyidat-ı diniyyeden kurtarması “Hükumet-i Osmaniyye her şeyden pek çabuk müteessir ve münfail olan cahil ve mutaassıb bir halkın mucib-i iğbirarı olacak halattan ihtiraz etmek için bu ikinci şıkkı ihtiyara karar vermişti” diye tanzimatın esası gayesi tatbikatı i’tibarıyla böyle güzelce ta’rif ve izah edilebileceğini ve Avrupa’yı memnun etmek ve Türkiye’ye karşı daha mülayim davranmasına medar olmak üzere bir lazıme-i siyaset olmasını da tatbikiyyesi olmadığını izah etmek için diyor ki: “Esbab ve vesail-i mukteziyyesi evvelce tedarik ve ikmal edilmeden bu derece esaslı bir tahavvülün mükellefiyet-i le bile nagehan husule gelemeyeceği anlaşılır. Böyle bir tahavvüle tabi’ bulundurulacak akvamın adat ve adabını şerait-i ictimaiyyesini eben an-ceddin gördüğü terbiyeyi hatta i’tikadat-ı batılasını bile nazar-ı dikkate almak lazımdır. Türkiye’den kat kat müterakkı ahalisi daha mütecanis daha büyük bir kuvve-i mukavimeye malik memleketlerde bile ancak mürur-ı zaman ile efkarın terakkıyat-ı tedriciyyesi devam eden hun-rizane ihtilaller neticesinde tekarrur ve teessüs eden mevzuat ve kavaninin memalik-i Osmaniyye gibi muhtelif ırklara mensub akvamdan müteşekkil olduktan başka uzun müddet Avrupa medeniyeti haricinde kalmış bir hükumet tarafından hemen kabulünü taleb ve iddia etmek kar-ı akıl değildir. “Gayet basit olan bu mülahaza münakaşat-ı ruz-merre sırasında ekseriya ihmal olunmuştur. Halbuki bunun ehemmiyet-i azimesi derkardır. Tanzimatın netaic-i ictimaiyye-i siyasiyye ve idariyyesini akıl ve mantık dairesinde muhakeme etmek isteyenlerin bu mütalaayı bir an bile nazar-ı dikkatten dur tutmaları caiz olamaz.” Diyerek bi-tarafane mütalaa yürüttüğünü söylüyor. yet-i tatbikiyyeleri ne olduğunu izah ediyor illeti din gayesi devletin tahlis ve i’lası desatir-i esasiyyesi de: Din-i İslam’ın büsbütün izalesi el-iyazü billah Hükumetin dinden tefriki ile laik bir hale ifrağı Dinin serbest te’vilat ile tahrifi Düsturları imiş ve bunların kabiliyet-i tatbikiyyeleri cay-ı nazar imiş lakin hükumet bunlardan ikinci veya üçüncüye karar vermiş işe başlamış. Fil-hakıka ıslahat nokta-i nazarından memleketimizde hüküm süren efkar-ı şetta içinde bu düsturların birisi arkasından olsun koşmayan pek az gibidir. Hep taassuba karşı yürüdüğünü dermiyan edip duran ve bu kelime ile Din-i İslam’ın hakıkatine husumetini ibrazdan hali kalmayan ve bununla devlete devlete olmadığı surette insaniyete hizmet ettiği zu’munu izhar eyleyen ve alemde taassuba yegane misal teşkil eden efkar bütün bu düstur-ı teslis ile sapıtmıştır. Daima fırsat düştükçe bahsedilen ve yüz bin cevap verilse yine ardı arkası kesilmemiş Din-i İslam mani’-i terakkı mi değil mi? Mes’elesinin miftah-ı hallini işte bu düsturlarda bu fikr-i ıslahatın gayesi olan ma’nada aramalıdır. Bu fikre göre terakkı kelimesi ya hıristiyan veya dinsiz olmak ma’nasını ifade edince her iki ma’nanın bi’t-tabi’ devlette yegane manii Din-i İslam olmak lazım geleceğinden Din-i tağlitıyye hasıl olmak zaruridir. Varlık yokluk demek olmadığı gibi Muhammed aleyhi’s-selam da İsa aleyhi’s-selam demek olmadığından ne din la-din ne de Din-i İslam Din-i Hıristiyan olur. Ne hacet müslümanın hıristiyan olamadığı kezalik dinsizliğe düşen müslümanların da beyne’l-beşer en ahlaksız insanlar olduğu bir kaziyye-i tecrübiyye olmuştur. Mugalataların hiçbiri nefsü’l-emrde Din-i İslam’ın saadet-i umumiyye-i beşeriyyeyi kafil ve zamin olabilecek yegane bir din olması hakıkatini dünyadan kaldıramaz zaten dine bir mücerred bir de müşebbah Concret iki nokta-i nazardan bakılmalıdır. Mücerred nokta-i nazarından din ne kadar ulvi ve mükemmel olursa olsun bütün mücerredat-ı mez din de ilim de zi-hayat insanların vicdanında derece-i teşehhus ve teşebbühüna göre hüküm ifade eder. Kafil diyemem hakkı kitab olsa da nakil Kudsiyyeti var kudreti yok sade makalin Gördük bunu biz levh-i tekalib-i ümemde: Ahlakı ve ictimai en mühim esasat-ı insaniyyeyi Kitab-ı azimi ile tesbit ettikten ve Peygamber-i ali-şanının hiçbir şübhe-i tarihiyye götürmeyen yirmi üç senelik devr-i nübüvetindeki sünen-i cemilesiyle tarz-ı tatbikini tefriatını irae eyledikten ve icma’ ve ictihad gibi iki esas-ı mühim ile ümmet ve efrad-ı ümmete emr-i teşri’de bir hisse-i vazife ifraz buyurduktan sonra Hazret-i Ömer hükumeti gibi tarih-i alemde bir misli daha irae olunamayacak derecede ta’mim-i ma’delete muvaffak olmuş bir hükumet nümunesi göstermiş olan ve bütün bu envardan cihan-ı beşere pek çok lem’alar saçmış ve istikbalde saçacağını cezm etmiş bulunan bir dini mücerred nokta-i nazarından itham edebilmek için ne kadar ve vüsuk-ı tarihisini düşünmeyerek serbest te’vilat ile tahrif ve tağyiri imkanına kail olmak için dahi o kadar belahet veya bir seciye-i hıyanet bulunmak icab eder. Din-i İslam bir millete vaad ettiği feyzi vermek için evvela öne düşen ülü’l-emr olan zimamdarların muktedaların saniyen cema’at-i ümmetin ahkam-ı teklifiyyesine ihlas miştir. Küçüklere günah olmayan hususatta ülü’l-emre itaat emrini verirken büyüklere de Allah’a ve Resulullah’a itaat emrini verir nazar-ı ilahide kendileriyle en vazi’ bir fakırin hukukta müsavi ve fakat işgal ettikleri makam nisbetinde ağır ve büyük vazife ve mes’uliyet altında bulunduklarını kayd eder. Zulüm ve gadrdan men’ ile memleketin en ücra bir köşesinde gerek müslim ve gerek gayr-i müslim bir kişi zulüm ve gadra uğrasa ondan mes’ul olacağını ihtar eder ve sonra bir saat adalet için yetmiş sene nafile ibadetten fazla sevab vaad eyler. Fakat ülü’l-emr dini nasa tahakküm için bir vasıta ittihaz eyler de kendisinin mükellifiyet ve mes’uliyetinden vareste olduğu zu’muna düşer; ehl-i ilm ve ahlakın yetişmesine çoğalmasına çalışmaz; nasıhin-i dine “Vaazınızı bana değil köylülere yapın. Siz hükumet işine karışmayın” demekle kalmayıp bunlarla nasın arasına da bin türlü hail diker hatta daha ileri gidip: “Dini benim gönlümce serbest te’vil etmiyorsunuz” diye eza nefy ü icla eylese elbette bunu gören nas veya a’da içinde kendisine rekabet etmeye kalkışarak fesad-ı ahlakı ta’mim edecek ve intizam-ı hayatı ihlal eyleyecek erbab-ı şirret tekessür edeceğinden o hey’et-i ictimaiyyede ruh-ı ictimai kalamaz bir gün sükut ve indirasa mahkum olur ki bu netice o dinin makduhiyetini değil memduhiyetini isbat eder. Bu böyle iken maatteessüf senelerden beri memleket arz olunan üç sakım düsturun daha doğrusu üç kademeli bir akım düsturun tatbiki için bir sahne-i cidal olmuş ve bugüne kadar iki kademesi atıldığı ve üçüncüsüne basıldığı halde gayeden devletin i’lası gayesinden hiçbir emare görünmemiş ve fakat bu gayenin nakızı bütün dehşetiyle belirmiştir. Gayz-kar bir taassubun fırlattığı bir şematet-i siyasiyye veya belagat-i safsatiyye ile başlayıp ehl-i tevhidi şirk ve şirkete sürükleyerek devleti vahdetten çıkaran anasır-ı ictimaiyye arasına şikak ilka ederek hepsinin menafiini ihlal ve teşviş eden ve bilhassa unsur-ı İslam’ı cümlesinden ziyade dan dolayı muhabbet ve kanuna müstenid bir idare teşkiline mani’ olarak hep idare-i örfiyyeyi tezyide doğru giden hasılı bizi bugünkü vaz’iyete düşürdüğü halde dalaletini mes’uliyetini bir türlü i’tiraf edemeyen bu fikrin mebdeini mebde’-i tanzimatta değil mebde’-i ıslahattan daha bir o kadar zaman evvelinde aramak lazım gelirse de Engelhard buralara temas ve sağlam hiçbir istidlal-i ilmiye temessük etmeyerek dini ele almıştır; almış değil alındığını göstermiştir. Her kelimesi bir siyasi ifade olan ve binaenaleyh türlü türlü tefsire muhtemel bulunan ibaresinde öyle bir elastikiyet kullanmış ki Din-i İslam’ı bizzat sebeb-i za’f-ı devlet göstermeyip sebeb-i infirad göstermiş ve devletin tehlike-i istikbalini bu infirada bina kılmıştır. Buna dikkat edilirse esas i’tibarıyla Engelhard dahi Din-i bulunduğunu ve hatta ruh-ı devletin ondan ibaret olduğunu biati dini cihetiyle Avrupa’ya benzememiş münferid kalmış ve bu infirad kendisini yalnız muavinsiz bırakmış. Bundan dolayı her vakit muhacemata ma’ruz kalmakta bulunmuş olduğundan terakkı ümidi şöyle dursun istikbali de tehlikeye düşmüştür.” demek istiyor ve mes’elenin esasen menbaı bevais-i dahiliyye olmayıp te’sirat-ı hariciyye olduğunu ve kitabının bir çok mebahisinde görüldüğü vechile Avrupa’nın bu mes’elede bir taassub arkasında koştuğunu da işrab eder gibi oluyor. Devlet-i Osmaniyye’nin iki asırdan beri iki nevi’ tazyik-i hariciye ma’ruz olduğu ma’lumdur ki biri Rusya tarafından diğeri Avusturya da dahil olduğu halde Garbi Avrupa’dan ve harben Devlet-i Osmaniye’yi ezmek istila eylemek idi. Avrupa ise hülul-i silmi tarafdarı idi ki müsalemetle devletin urukuna hülul eylemek ve bu vesile ile bil-cümle menafi’ ve makasıd-ı siyasiyyesini ta’kıb ede ede velev uzun müddette olsun netice-i merama vasıl olmak mesleğini iltizam ediyordu. Avrupa müsaid zamanlarda muhitlerde ibtida hars-i yapıyordu. Devletin ruhu cismi ibtida kuvvetini muhafaza ederken bunlar devlet için mazarrat olmuyor belki menfaat teşkil ediyordu. Çünkü münasebat-ı beyne’l-milele küşayiş vererek devletin muhitine dair tenvirat verdiği gibi ekilen tohumlar istihaleye uğruyor ve aksü’l-amel ile intibahlar peyda ettiriyordu. Bu ise Rusya’nın emeline hail göründüğünden Rusya sık sık tahrib ve tehdidine devam ediyordu bundan dolayı idi ki ahiren ıslahatın da aleyhinde bulunuyordu. Fakat Rusya’nın darbeleri devleti sersemlettikçe hasıl olan zaafdan dolayı Avrupa harsi Osmanlı muhitinde istihaleye düşmez oldu. Binaenaleyh devletin ma’neviyetine zarar olmaya başladı işte zannederim Engelhard’ın dimağında müstetir olan te’sirat-ı hariciyyenin mahiyeti budur ıslahatı yanlış yola sevk eden de budur. Yine bundan dolayı olmalıdır ki Engelhard infirad kelimesini kullanmıştır yoksa infirad mes’elesi de pek şayan-ı kabul değildir. Çünkü kadimden beri devletin Avrupa ile münasebat-ı siyasiyyesi ittifakları muahedeleri harekat-ı müşterekeleri o kadar inkar olunamaz ve binaenaleyh siyaseten ayrı yaşamış sözü tamamen doğru olamazdı. Ancak Napoleon aleyhindeki harb-ı umumiye iştirak etmemiş ve bu kere iştirakinden dolayı atf edilen basiretsizlik o vakit adem-i iştirakinden dolayı isnad edilmekten geri kalmamıştı ki infirad-ı siyasi ile bu hadise kasdedilirse onun da neticesi yine iştirake müncer olduğu unutulmamak lazım gelir. Demek istiyorum ki Engelhard’ın dini illet-i ıslahat yapmak hususunda siyasi bir şifre gibi icmal eylediği üç dört satırlık esbab-ı mucibe zahiren hayli vehim gıcıklıyorsa da hakıkatte hali kalmıyor. O da zannedersem gaye-i ıslahatın devleti yapmak mı yıkmak mı olduğunu bir sefir ağzına yakışacak ma’nidar bir ifadenin mutazammın olacağı işaret ile gösterivermektir. Nitekim düsturların tatbikatındaki müşkilatı izah ederken bu işaretine biraz daha vuzuh verdiği nazar-ı dikkatten pek kaçmıyor. Evet o düsturlarla başlanan ıslahatın bu devleti yıkmaktan başka bir netice veremeyeceği muhakkaktı. Çünkü alemde hiçbir şey tebdil-i hüviyetle ıslah edilemez ifna edilir. İyi olması arzu edilen bir hastanın kalbi kesilip atılamaz. Kesilmek şöyle dursun o kalbin ayrıca takviyesine yesi hilafına olarak daima istibdada doğru yürütmek ve efkar-ı umumiyye-i milliyyeyi hükümden iskat ederek irade-i devleti mahdud ellerde toplamak emeli olmak lazım gelirdi. Nasıl ki devre-i ıslahattan beri devlet daima istibdada doğru teveccüh eylemiş ve daima kanundan ziyade idare-i örfiyye tatbik etmeye mecbur olmuşdur ki en sonunda i’lan edilen Meşrutiyet devrinde eski devirlerden ziyade istibdad hissedilmesi ve Meşrutiyet’in istibdad-ı münevverle tefsir olunması hep bundan münbais olmuştur. Bu noktayı Engelhard “Bu derece esaslı bir tahavvülün mutlakiyet-i idare üzerine müesses bir hükumetin gayret ve himmetiyle bile nagehan husule gelemeyeceği anlaşılır” fıkrasıyla anlatmaya çalışmış ve tarih-i te’lifi olan’de hükumetimizin bir hükumet-i mutlaka olmadığını bile “bile” kaydıyla ifade etmiştir. Yine bundan dolayıdır ki devre-i ıslahatta yapılan kanunların hiç birisi ciddi bir kanun olamamış hepsi birer tahavvül birer inkılab propagandası mahiyetinde kalmıştır. Kanun mümkün olduğu kadar sabit olmak ve ruh-ı millette yer bularak muntazam ve müstakar bir vaz’iyet-i ictimaiyye husule getirmek için yapılır. Gustav Lebon’un dediği gibi kanunlarla tahavvül ve teceddüd yapmak intizam-ı ictimaiyi muhil ve hikmet-i teşrie muhalifdir. Bizim kanunlarımız nüfuzu yoktur. Tahavvül tabiat ve fıtrat-ı hayatta hasıl olur kanunlar bunu tesbit için ta’dil olunur. Felsefe-i hukuk bunu gösterdiği gibi fıkh-ı İslam’ın kavaid-i usuliyyesi de bunu natıktır. Şu izahattan anlaşılıyor ki ıslahatı Din-i İslam’ın aleyhine tevcih eden ve maatteessüf tatbikine başlanmış olan fikir ve mezheb hep hiss-i temessüle kuvvetli bir taassuba kapılarak devleti daima uçuruma sürüklemek için baladaki düstur-ı teslisini zihnine koyarak kademelerinde gah berikine ve gah öbürüsüne basmış ve hükumetin dinden tefriki derdiyle her hatvesinde bir ikilik ihdas etmiş en nihayet mehakim-i şer’iyye mes’elesiyle tefrikı itmam edip birinci düsturun tatbikine nöbet geldiğini ve bunu da yaparsa yani Din-i İslam’ı Kanun-ı Esasi’den şeyhü’l-islamı hey’et-i vükeladan ve hilafeti zat-ı hazret-i padişahiden alıp da bu memlekette artık din ve şeriat-i İslamiyye’nin iler tutar yeri kalmadığını başka türlü olamıyorsa bu cihetle olsun İstanbul devleti i’la ettim zu’muyla bahtiyar olacağını tahayyül eylemiş durmuştur. Halbuki bir asırdan beri hüküm süren ve yar ü ağyardan hiçbir hüsn-i kabul görmeyen bu cereyanın hala bir idare-i muntazama te’sisine ve muamelat-ı örfiyyenin terakkıyat-ı iktisadiyye ve nafiaya masruf bir istikraz yaparak arazi-i memleketin i’marına teşebbüs şöyle dursun adi şoselerini bile yapamadığı ve memlekette terakkı namına timaiden münaferat-ı mütekabileden izdiyad-ı fakr u zaruretten hasılı vaz’iyet-i hazıradan başka bir netice vermediği meşhud-ı alem olup dururken yine inad ve taassubda bilmem Vaktiyle makam-ı Meşihat’in vezaifi traşlanır ve netayic-i hükmiyyesi gerek bize ve gerek Avrupa’ya daha ziyade bir emniyet bahşetmeyen adliyenin ikamesi arzu olunurken müyordu. Mehakim-i şer’iyyenin ilgası demek olan tahvil-i oldu. Halbuki düstur-ı tefrik ne kadar kuvvetli tatbik olunursa Evet tefrik ikiye ayırmaktır ikiye ayırmaya tarafdar olan bir fikir vahdet prensibinden bahsederse gülünç olur. Düstur-ı tefrikten ilk doğan netice dinli ve dinsizlik ikiliğidir. muktezidir. Müslümanın Allah ile arasındaki vasıtası hocaları değil hükumetidir. Gerçi İslam’da terbiye-i ferdiyye esası vardır müslümanın münferiden ve bizzat yapmaya me’mur veya me’zun bulunduğu farz-ı ayn kabilinden bir çok vezaif-i diniyye ve ameliyyesi vardır Din-i İslam ferdi yalnız Allah’a ve peygamberine rabt eder. Hıristiyan ferdiyetinde vaftiz olmak için her halde merciinden mansub bir reis-i diniye müracaat mecburiyetinde iken müslüman sünnet olmak için değil nikah yapmak için bile bir hocanın tavassutu lüzumuna eder fakat ictimaiyyetle rabt eder. Çünkü İslam’da terbiye-i müessese-i ictimaiyyesinin rükn-i rekini budur. İctimaiyyesi cemaatle namaz kılmaktan başlar. İlk amel-i dinisi nerede cemaatle namaz kılınırsa müslüman ruh ve hey’et-i ictimaiyyesi başlamıştır. Müslüman bina-yı ictimai-i İslam’ın temel direği olup üzerine muhteşem bir kaşane-i medeniyet kurulacak olan cemaatle namaz kılmak için bir imama ihtiyacı olduğunu bilir. Fakat bu imamın her mamazda behemehal merciinden mansub bir adam olmasını farz bilmeyip içlerinden birini yani en faziletlisini intihab ile iktida edivermek terbiyesini alır. Bu babda bir reis-i dininin emrine intizar İslam’da kilise teşkilatı gibi nafiz bir cami’ teşkilatı olmamıştır. Bu hususda mecburiyeti olmadığından Müslümanlık ferdi ve şahsi değil cumhuri ve la-merkezidir. Müslüman bu ilk terbiyeyi aldıktan sonra cemaatinin büyüklüğü umur-ı ictimaiyyesinin ehemmiyeti nisbetinde vesaitini istikmal ile de mükelleftir. Cuma ve bayram namazlarında yavaş yavaş merkeziyete doğru yürür bu cemaatiyle sultan ve halife ister. Müslüman ictimaiyyetini yalnız taabbüdat ile tanımaz bundan sonra dininin ahkam-ı muamelatı vardır. Bu ahkam olarak icra edilir. Müslüman bu ahkam-ı şer’iyye-i ameliyyenin hem terakkıyat-ı ilmiyyesinin te’mini ve hem icrasının tatbikı ile mükellef olduğundan burada sadece cemaat halinde yaşayamayıp bir hükumet bir devlet teşkilini ve bunun başında sultan ve halifesinin mevcudiyetini vezaif-i diniyye-i ameliyyesinden tanıdığı cihetle şer’in tatbik-i muamelatı bu kuvve-i icraiyyenin salahiyeti mutlak olamayıp ahkam-ı şer’iyye ile meşrut bulunduğunu ve kendisinin de bunun hüsn-i cereyanını mürakabe ile mükellef olduğunu ve istibdad denilen şeyin Kur’an’da daima zemmolunup duran “Halkı hakır görür dilediğini yapar tebaasının oğlanlarını boğazlayıp kızlarının namus ve hayasını hetk ederdi” diye tavsif olunan hükumet-i Firavniyye’den ibaret bulunduğunu beller. Müslüman Din-i İslam’ın insanlara insanca devletler teşkil ve idaresini ta’lim için nazil olduğu ve şimdiki Hıristiyan devletlerinin ahkam ve idaresi kable’l-İslam ahkam ve ahvale hiç benzememesinden de anlaşılacağı vechile medeniyetteki bu tahavvülde ahkam-ı İslam’ın hukuk-ı beşere verdiği inkişafattan bir çok sehimler bulunduğunu ve binaenaleyh şer’-i İslaminin ne ilim ile ne de ihtiyac-ı hakıkı-i beşer ile muarazası olmadığını ve kanun-ı medeni-i İslam’ın teni olduğunu ve tesbit-i ahkamda henüz netaici tecrübe edilmeyen ve beyne’n-nas husumet ve hiss-i intikam ilka ederek teşdid-i gayz edebilecek ve neticesi zulüm ve mefsedete müncer olarak beşerin istikbalini tehlikeye koyabilecek olan teşehhiyat-ı mücerredeye hırs-ı tahakküme mümanaa ve müdafaa eylediğini öğrenir ve öğretebilir. Müslüman hem menfaat-i dünyeviyye ve hem menfaat-i uhreviyyesinin devlet ve hükumeti ile kaim bulunduğunu devletini zayi’ ederse azab-ı uhreviye kesb-i istihkak etmiş olacağını bildiğinden ve devleti uğurunda feda-yı can etmeyi en büyük fazilet ve sevab addeder. Yapamazsa devletinin vaz’iyet-i diniyyesi derecesinde vicdanen muazzeb olur. Hükumetinden ayrılan İslam bir hükumet daha yapmaya yapamazsa aramaya gider. Eğer İslam’ın nususu tarihi menabii hatta peygamberinin bil-cümle güzariş-i ömrü kat’i vesaik ile her yerde ma’lum olmasa idi mugalatat ve mübahasat-ı safsatiyye ve neşriyat-ı garazkaraneden ihtimal ye’se düşülebilirdi. Fakat küre-i arz üzerinde yayılmış ve maalesef layık olduğu mevki’den sukut etmekle beraber bugünkü ümem-i mevcude lamiyet’in hakıkatleri bi-inayetihi teala mahfuz kalacak ve vukuat-ı cariyyenin verdiği ibret derslerini kamçı yaparak alem-i İslam’da yine bir medeniyet-i fazıla uyandıracaktır. Bugün biz şübhe etmiyoruz ki dünyaya karşı Devlet-i Osmaniyye’nin Müslümanlık yüzü Türklük yüzünden daha ak ve daha cazibedardır. Ve bu harbde artık maksadına nail olmuş gibi görünen Avrupa’nın gaye-i siyaseti yüz sene evvelki kadar değil dünkü kadar bile İslamiyet aleyhine müteveccih olamaz. Elverir ki eski fikr-i ıslahatın açtığı rahneleri ta’mire çalışalım. İslamiyet’in ve müslümanların da hissiyatı taleb edecek hukuku olduğunu bilelim tebdil-i hüviyet etmekle hayat mümkün olacağına inanmayalım ciddi ve adil bir idare-i muntazama te’sis edelim ki bu da efkar-ı hissiyat-ı milliyyeyi boğan istibdadlarla değil milleti güzelce okşayarak veya yapılacak kanunlarla ve o surette tatbikat yapacak hükumet ve me’murlarla hasıl olur. Ulema-i İslamiyye’den Maverdi siyaset ara-i ammeye göre tedbir-i umur-ı memlekettir diyor ki meşrutiyetten benim anladığım bu idi. En kolay bir vasıta-i intibah ararsak esna-yı harbde hasımlarımız olan devletlerin bizi sarsmak için memleketimizde alem-i İslam’da ve sair yerlerde propaganda olmak üzere ne gibi neşriyatta bulunduklarını birer birer tedkık etmeli ve zaif damarlarımızın nerelerde arandığını anlamalı ona tevfik-i hareket etmeliyiz. Ben eminim ki kendimizi beğendirmek rı aleyhimizde birer şahid olmak üzere ikame olunmuştur. Darülhikmeti’l-İslamiyye a’zasından AKL-I SELIM ERBABI FARMASON OLABILIR MI? Farmasonların ihtifalatı ziyafetleri zahiren dehşet-averdir. Ziyafet salonu localar gibi adilerin enzarından muhtefi bir yerdedir. Salon ca-be-ca ezhar ile pirayedar. Evvela zat-ı mübeccel “müfettiş” kardeşini çağırarak işlerin ta’til edildiğini sofra başına gidilmesini ihtar eyler. Bunun üzerine birinci ve ikinci müfettişler ihvana hazırlanmalarını beyan ederler bunlar da toplanırlar. Yemek esnasında yedi kere idare-i akdah edilir. Badeler içilirken yemek yemek memnu’dur. Sofra başında toplanan ihvan muntazaman ayakta dururlar. Bayraklarını yani sofra havlularını sol kollarına atarlar toplarını yani kadehlerini zat-ı mübeccelin i’ta eyleyeceği emre binaen doldururlar. Ba’dehu hazıruna hitaben “Arkadaşlar cümlemiz bahş-i sıhhat etmeye başlayacağız en parlak en alevli ateşi ikad edeceğiz haydi kılıçlarınızı yani yemek bıçaklarını sağ ellerinizle tutunuz kaldırınız kılıçlarla ifa-yı selam ediniz kılıçları sol ellerinize alınız” diye bir nutuk irad etmesini müteakib bütün kılıçlar yekdiğerini selamlar. Bu parlak manevradan sonra eller silahlara yani kadehlere uzanır ve zat-ı mübeccel “Hazır ol ‘nişan al’ der demez herkes kadehini ağzına götürür. ‘Ateş!’ kumandası verilince şarabın bir kısmı içilir ikinci kumandada daha büyük bir yudum alınır sonra en muşa’şa’ cür’a ile kadehler boşalır. Müteakiben imparatorun imparatoriçenin veliahdın ve aile-i Fransa’nın şan ve şerefine idare-i akdah olunur her defa yukarıda beyan olunan kumandalar verilir ve herkes ona tevfik-i hareket eder. Bu manzaranın karşısında hande-i istihzayı ketm etmek kabil midir acaba? Beşeriyetin ıslahı gibi yüksek gayeler etrafında dolaşan bu adamların bu gibi garaib-i mecnunane Fazilet ve insaniyetin bu gibi ef’al ile terakkı değil tedenni edeceğini akl-ı selim sahibi her insan anlar ve Farmasonluğun mahiyet-i hakıkıyyesini keşf etmekte güçlük çekmez. Maamafih biz ikinci bendimizde bir İtalyan ihtilalcisinin sözlerini unutmayarak yani bu gibi garaib-i ahvalin ancak makasıd-ı hakıkıyyeyi setr etmek için ihtira’ olunan bir takım tezahürattan ibaret olduğu hakkındaki sözleri nazar-ı – – Bütün bu işarat ve derecat bütün bu tezahüratın bir maksadı bir gayesi olması pek tabiidir. Farmasonluk son sırrını ifşa etmeden mukaddem Farmasonların bünyan-ı kabiliyetleri olup olmadığını tedkık ediyor. Fransız müverrihlerinden Luis Blank Histiore de DixAns nam eserinde Farmasonluk hakkında “Kari’lerimiz bu ihtilalcilerin tahtların ve mezheblerin altında kazdığı lağımlar o pek derin pek tehlikeli gayyalar hakkında i’ta-yı ma’lumatı münasib görüyoruz” diyor. Hakıkaten Farmasonluğun dehhaş tarafı budur: Derin ve la-yenkatı’ ictimai ve siyasi bir faaliyet-i ihtilaliyye. Henry Martyn’in bu hususda pek doğru bir sözü var. Diyor ki: “Farmasonluk aynı sadedde “Farmasonluk ihtilalin kilisesidir” diyor. O takdirde Farmasonların ef’al-i hayriyye ile meşgul olduğuna dair türrehat ile kendimizi aldatmayalım. Masonluğun yülat-ı siyasiyyesine hürmet ettiğini iddia ederek neşr-i dalal edenleri dinlemeyelim. Çünkü Farmasonluk ancak siyasi ve Her ihtilalin mürettibi faili odur. Farmasonluğun başında bulunan adamlar ki onun kalbi ve ruhudur ancak bir maksad sonluğu ihtilallerin fabrikası yahud kilisesi yapmaktır. Bunu kat’i delillerle isbat edeceğiz. Luis Blank Farmasonluğun teşekkülü hakkında mütalaat-ı atiyyeyi dermiyan ediyor: “Bir çok krallar ez cümle Büyük Friedrich malayı almak ve önlüğü takmaktan hoşlanmışlardı. Çünkü Masonluk’ta bundan daha yüksek derecelerin bulunmadığına ikna’ edilerek Farmasonluğun ancak tehlikesiz tarafını öğrenmişlerdi. Bu krallar Farmasonluk hakkında it’ab-ı zihn etmeye ihtiyac hissetmemişler binaenaleyh en aşağı derecelerde kalmışlardı. Onlar bu mudhike-i müsavat ile eğlenmişler hoşlanmışlardı. Halbuki bu mudhikenin içindeki faciadan gafil bulunuyorlardı. Farmasonlar bu kralların prenslerin nüfuzunu serbest tertib ediyorlardı” Daha sonraları Farmasonluğun sırrı hakkında: “Karanlık esrar-alud müdhiş bir kasem ile ölüm korkusuyla bir sır telkın edilir bir takım işaretler öğretiliyor. Böylece her Mason nerede bulunursa bulunsun arkadaşını tanıyor. Acaba suikasd mürettibleri bundan başka nasıl olur?” diyor. Fransız ve Belçikalı Masonlar bu hususda Luis Blank ile müttefiktirler. Bremond namındaki Farmason Farmasonluğun tarihi hakkında bir nutuk irad ediyorken diyor ki: “Onsekizinci asırda dini da’vaları ibtal edip sükun ve zulmet elimizden gelmez. Onların hafi bir surette çalıştıkları iddi’a ediliyor. Belki öyledir. Fakat ne vakit ki locaların a’makından hürriyet müsavat uhuvvet nidaları işitilmeye başladı yeni bir ruh sereyan etti. Her tarafta Masonlar ma’bedlerini te’sis ediyor mektepler inşa ediyor ve alem-i adinin karşısında mevki’lerini tarsin ediyorlar. Bundan ma’ada asrımızın her hareketinde büyük bir faaliyet ibraz ediyor.” Diğer bir farmason Bapud Larpiyer yine bir nutkunda: “Farmasonluk İhtilal-i Kebir’in en şanlı günlerinde vuku’ bulan bütün harekat-ı medeniyyeye kemal-i samimiyyetle meşrutiyet zamanında medeni imparatorluk esnasında harbi ba’dehu siyasi bir cem’iyet olmuştur” diyor. Bundan maada Farmasonlar edyan ile harp ettiklerini sarahaten beyan etmekten çekinmemişlerdir. Albert Joli büyük bir Farmason ictimaında “Farmasonluk çalışsın ma-fevka’t-tabiat ile muharebede devam etsin ve hiç vakit geçirmeden mesail-i ictimaiyye-i mühimmeyi tetebbu’ etsin” diyor. Farmasonluk siyasiyat ile mesail-i diniyye ile hiç alış verişi olmadığını i’lan edenler bu beyanattan sonra ne derler? Maamafih biz Belçikalı Farmasonların beyanatını dinlemekte devam edelim: “Farmasonluğun siyasiyat ile iştigal etmediği takdirde bu vasi’ teşkilatın bu azim inkişafatın lüzumu ne? Farmasonluğun tarihi delalet ediyor ki o daima siyasiyat ile iştigal etmiştir. Ve her siyasi buhranda Farmasonluk kendisini göstermiş buhranları izale etmiştir.” Mes’ele bununla da kalmıyor. Diğer bir mason ictima’-ı umumisinde Emile Gariser diyor ki: “Farmasonluğun azim menabi’-i kuvveti vardır. Onun müdhiş bir gövdesi bin başlı yüz bin kollu bir mevcudiyeti vardır. O bütün teceddüdat-ı ictimaiyyenin masdarıdır. Bütün efkar-ı cedidenin menba’-ı feyyazıdır. Pek vasi’ adımlarla Binaenaleyh Farmasonluğun kuvveti günden güne izdiyad etmekte silahları çoğalmakta ve memleketler onun kucağına atılmaktadır.” Bütün bu beyanattan Farmasonluğun ne yaman bir cem’iyyet-i hafiyye olduğu anlaşılıyor. O tezahüratın arkasında muhtefi maksadlar meydana çıkıyor onun yıkıcı ve öldürücü fezayihi aşikar oluyor. Bilhassa nazar-ı dikkate alınması iktiza eden cihet yukarıda naklettiğimiz beyanatın bir takım efrad tarafından alel-amya irad olunan sözlerden ibaret değil Farmasonluğun localarında takarrur eden bir mes’ele-i mühimmenin efkar-ı umumiyyeye telkıninden ibaret olduğunu der-piş etmektir. Bu mes’ele-i mühimme milel-i hazıranın kuva-yı siyasiyyesini ele almaktan ibarettir. Locaların vazifesi insanları saha-i siyasiyyatta boğuşmaya alıştırmaktır ki bu mücadelenin neticesinde Farmasonluk nail-i meram olacak. Bu hususu Belçika’nın Grand Orient’ında izah edenler şu mütalaatı dermiyan etmişlerdi: “Farmasonluğun hedefi localarının dahilinde bir takım prensipleri kabul ettirmek değil Masonluk bütün hey’et-i lerdir ki insanlar orada adilerle bilhassa siyasiyat sahasında keyfiyet-i mücadeleyi tahsil ederler.” Avrupa’da bir hayli müsteşrikle görüştüm; lakin doğrusunu söylemek lazım gelirse bir tanesinden başkasını ne gözüm tuttu ne de ruhum sevdi. Gözüm tutmadı: Çünkü şarkın ulumuna elsinesine adatına ahlakına aid ma’lumatları pek sathi. Ruhum sevmedi: Zira bizi –velev tanıyabildikleri kadar olsun– memleketlerine tanıtmıyorlar da bilakis muhitlerindeki efkar-ı umumiyyeyi aleyhimize çevirmek için en çirkin yalanlara kadar tenezzül ediyorlar. Bunun niçin böyle olduğunu tahlile kalkışmak sadedden inhirafı icab edecek. Binaenaleyh onu başka bir zamana bırakalım da hoşumuza giden müsteşrikten işitip pek şayan-ı dikkat bulduğumuz sözleri hatırlayabildiğimiz kadar nakledelim: “Memleketinizde senelerce dolaştım. Osmanlı edebiyatını uzun uzadıya tetebbu’ ettim. Yarım asır evveline gelinceye kadar sırf havas için yazıldığı için kari’leri pek mahdud olan asar-ı edebiyyenizin son kırk elli sene zarfında mühim bir inkılab geçirerek daha geniş bir saha-i intişara mazhar olduğunu gördüm. “Lakin milletin terakkısi hesabına bu kadarı hiçbir zaman kafi değildir. Memleketinizdeki muharrirler bi’l-farz üç iken üç yüze kari’ler yüz iken birkaç bine çıkmakla her şey olmuş bitmiş sayılamaz. “Mütefekkir geçinenlerinizi ulemadan üdebadan addolunanlarınızı görüyorum. Bunların bir kısmı oldukça çalışıyor ve muhitine nisbetle hayli yükseliyor. Ancak ekalliyetin bu tealisi ekseriyete hiçbir faide te’min etmiyor. Çünkü içinizde halk ile meşgul olan o zavallı kitlenin ne halde bulunduğunu düşünen kimseye rast gelmedim. “Sizler avam dediğiniz halk tabakasının idrakini yükseltmedikçe köylülerinizi bugünkü hallerinde bırakdıkça farz-ı muhal olarak dünyanın en büyük adamlarını yetiştirseniz yine boştur yine boş!” mütalaa olamayacağını derhal teslim ederiz. Evet bizim adedi yüze bile varamayan erbab-ı fikr ü nazarımız hayalen göklerde uçarlar da nasib-i nurunu maddeten bağlı bulunduğu topraktan bekleyen şu milyonlarca halkı bir kere olsun hatırlarına getirmezler! Şebab-ı münevver dediğimiz sınıf-ı müstehliki cihan-ı medeniyyetin şuun-ı edebiyye ve ilmiyyesinden günü gününe haberdar etmek havas için bir vazife imiş. Pekala! Buna bir şey demiyoruz. Ancak hepimiz gibi o münevver şebabın da velini’meti bulunan köylü dediğimiz sınıf-ı müstahsili hiç düşünmemek zavallıya hala Aşık Garipler Aşık Keremler okutmak en büyük bir vazifesizlik olmuyor mu? Hem bugün köylüyü düşünmek mes’elesi bir hamiyet mes’elesi değil doğrudan doğruya hayat mes’elesi menfaat mes’elesidir. İyi bilmeliyiz ki: Asırlardan beri muttasıl sağmak istediğimiz o zavallıda artık ne can kalmıştır ne kan. Yanına sokulursanız ayakta duracak mecali olmadığını görürsünüz. helake serecek! Bu alemde hayr-ı mahz olmadığı gibi şerr-i mahz da yoktur derler. Ne olurdu kavmiyet denilen o mel’un cereyan derhal siyasi bir şekil almasaydı; yahud madem ki aldı yurtlarıyla ocaklarıyla risaleleriyle gazeteleriyle konferanslarıyla nutuklarıyla anasır-ı İslamiyyeyi birbirine düşürürken aynı vesaitle biraz da parçaladığı kitlelerin lisanına irfanına hizmet edeydi de bugün o büyük şerrin bari şu kadarcık bir hayrını gördük diyebileydik! Arnavutluk Araplık Türklük Kürtlük namına ortaya çıkan sanadid-i kavmiyyeti bundan altı yedi sene evvel bir yere çağırmış kendilerine demiştik ki: “Kavmiyet cereyanı en medeni en müterakkı cem’iyetleri birbirine düşürür. Bizim gibi anasır-ı mürekkebisi bila-istisna cahil bulunan bir cemaati ise tarumar eder. Geliniz bu cereyanı körüklemeyiniz. Mensub olduğunuz kavimlere hizmet etmek istiyorsanız bunun yolu başka olmak kaffesi irşada ikaza muhtacdır. Bunlardan mesela Arapları çalışacağı unsurun lisanını adatını mizacını ruhunu diğer anasırın ukalasından iyi bildiği için muvaffakiyeti nisbetle son derecede kolay olur. Türkün Arnavutun Kürtün husul-i “O halde bu anasırın bütün ileri gelenleri merkez-i Hilafet’te aynı çatı altında birleşirler hatt-ı hareketlerini ta’yin ederek müttehiden işe başlarlar. Aradaki rabıta-i İslamiyyeyi te’yid etmek şartıyla mensub oldukları akvamı okutmak yazdırmak ilim ve irfan sahibi etmek servet san’at ticaret hususunda terakkı ettirmek için geceli gündüzlü uğraşırlar. Sonunda bu müteferrik cüz’lerin hey’et-i mecmuasından bir küll-i müterakkı husule gelir ki Hilafet-i İslamiyye ve saltanat-ı Osmaniyyenin beka-yı azametine ebediyyen hadim olur durur. “Böyle bir meslek ta’kıb etmeye karar verirseniz biz de sizinle beraber çalışırız elimizden geleni kat’iyyen esirgemeyiz…” Heyhat! Bu teklif hiç birinin işine gelmedi. Çünkü siyasi teklifler gibi kavliyyat ile yürüyecek takımdan değildi fi’liyyata muhtac idi mücahedeye muhtac idi fedakarlığa muhtac hafiyye daha mevcud idi. Ah ne olurdu şu “ Köy Hocası ” o zamanlar çıkaydı da sesini Anadolu’nun en ıssız köşelerine kadar duyuraydı! Ne olurdu bu kadar açık bir üslub ile Arapça Kürtçe risaleler cerideler yazılarak Kürdistan’ın Arabistan’ın her tarafına dağıtılaydı! Lakin geçmişe teessüfün hiç faidesi yoktur; ye’se düşmek hürmetle elimizde tuttuğumuz şu mübarek eser şu Köy Hocası gösteriyor ki bu ümmetten henüz hayır münkatı’ olmuş değildir. Hala vatanın selameti saadetini düşünenler ve bu maksad-ı mukaddesin husulü için fi sebilillah uğraşanlar bulunuyor. Öyleyse biz de bu nurani izi ta’kıb edelim; biz de bu yolda çalışalım. Halkın köylünün ihtiyacat-ı ma’neviyyesini düşünerek gücümüz yettiği kadar tehvine gayret edelim. Şayed doğrudan doğruya böyle bir teşebbüsde bulunacak kadar cesur ve fedakar olamayacaksak hiç olmazsa gerek şu risaleciğin gerek bundan böyle aynı meslekte olarak çıkacak resailin devamını taammümünü te’min için ne yapmak lazımsa yapalım. Vahid Beyefendi kardeşimize samim-i kalbimizden şükranlar minnetdarlıklar arz ederiz ki vatanın en büyük bir bu kadar mükemmel bir eser meydana koyuyorlar. Evet her eserin kıymeti kendisinden beklenilen maksada edeceği hizmetin derecesiyle ölçülmek lazım geleceğine nazaran “ Köy Hocası ” için en mükemmel eser demekte hiç tereddüd etmeyiz. Köy Hocası’nın ilk sayısını okuduğumuz zaman lisanın güzelliğine fikirlerin temizliğine üslubun sadeliğine mevzuların hüsn-i intihabına hayran olduk. Yakınen anladık ki köylülerimizce bilinmesi elzem olan hakaik bu lisan ile pek güzel anlatılabilecek ve ancak bu lisan ile anlatılabilecek. Köylü Köy Hocası’nı can kulağıyla dinleyecek dinledikçe zevk duyacak müstefid olacak. Bir kere de bunu dinlemeye alışdı mı artık Aşık Keremleri dinleyemez olacak. Vahid Beyefendi tevazu’ gösteriyor da “Halime bakmam Hasandağı’na oduna giderim…” diyor. Hayır efendim hayır Cenab-ı Hak sizi sırf bu hizmet için yaratmış. Belki siz maksad-ı hilkatinizi geç anlamış yahud vazifenize erken başlayamamış olabilirsiniz. Bunu kabul ederiz. Lakin “Halime bakmam…” gibi sözleri mahviyete haml etmekten başka surette kabul edemeyiz. Eseriniz pek vazıh bir tarzda gösteriyor ki kudretiniz de himmetiniz kadar alidir. Sakın bu kudreti istihfaf etmeyiniz sakın bu himmete fütur kondurmayınız. Mesleğinizde sebat ediniz devam ediniz yılmayınız. Bilirsiniz ki: Eder tedvir-i alem bir mekinin kudret-i azmi Cihan titrer sebat-ı pay-ı erbab-ı metanetten. Arabın şair-i hakimi ne diyordu unuttunuz mu? Cenab-ı Hak sa’yinizi meşkur etsin. arzusunda bulunanlara bir suhulet-i mahsusa olmak üzere fız Ali Efendi kardeşimiz abone kaydetmeyi lütfen der’uhde buyurmuşlardır. Abone olmak isteyen zevat abone bedellerini muma-ileyhe i’ta veya irsal buyurdukları takdirde hemen risalemiz kendilerine gönderilmeye başlanacaktır. Cehennem azabı böyle küfr-i inadi besleyenler için hazırlanmıştır. Cenab-ı Hakk’ın la’netine hedef olanlar hüsran ve şekavet-i ebediyyeye kesb-i istihkak edenler bu gibi mükabir kimselerdir. Bu bedbahtlar ki sırf hodkamlıkları ilcasıyla Allah’a peygamberanına karşı birer muharib vaz’ ve tavrı alırlar ne derece zahir ve bahir olursa olsun hakk u hakıkate ser-füru etmeyi kibir ve nahvetlerine yediremezler. Madem ki Cenab-ı Hak zulümden münezzeh olduğu ve ve buna mümasil bir çok ayetlerden böyle bir ma’na anlaşılmak zaruridir. Ve hatime-i ayetteki tehdidine en ziyade müstahık olanlar kibir ve inad sa’y bi’lfesad gibi ahlak-ı redieye inhimak hususunda sebat ve ısrar gösteren kafirlerdir. Bunlar azab çekeceklerse mesavi-i zatiyyelerinin cezasını çekeceklerdir. Çünkü kanun-ı ilahi muktezasınca her ferdin gerek hayır gerek şer netayic-i ef’alinden müstefid ve müteessir olacak yine kendidir. Binaenaleyh bu ayet-i kerimeden maksad her hangi bir kafirin imana geleceği ümid olunamaz değildir. Çünkü bu tarz-ı telakkı ta’til-i risaleti istilzam edeceği gibi müşahedat-ı vakıaya da münafi düşer. Çok kere vaki’dir ki dalalet vadilerine sapmış bir vicdana bir mev’iza rehber olur da onu şeh-rah-ı hidayete çıkarır; kapanmış gözlere envar-ı hakıkat akseder de derhal açılır; kararmış kalplere reşehat-ı hikmet Kibir ve inad kalplerini kaplamış kasvet-i cehalet yüreklerini sengin bir hale koymuş olan kimseler ise bu ihtimal-i felah dairesinden hariçtirler. ayeti bunlar hakkında lahik olan hükm-i ezeliyi tescil etmektedir. yıkın vuzuh ve inkişafı zeval ve insilabına hizmet hususunda te’sirini gösteremez. Bazen ise bu şaibe-i mühlikeden hali olur ki bu nev’in çare-i izalesi bulunabilmek nisbeten kolaydır. Eimme-i Hanefiyye’den İbni Hümam diyor ki: İnsan bir emir ve hadisenin kat’iyyen sübutunu alim olmadıkça onu red ve inkar etmekle kafir addedilemez. Zira menat-ı tekfir tekzib ve istihfafdır. Bu takdirce cühud ve inad ile küfür arasında telazüm vardır. Müfessirler bu ayetin tefsirinde abdin a’mal ve ef’alinde muhtar veya muztar olduğuna dair Ehl-i Sünnet ile Mu’tezile arasında mevcud ihtilafa temas ederek bir çok sözler söylemişler neticede kavl-i keriminin tevcihinde bir çokları düştükleri girive-i müşkilattan kurtularak tarik-ı savabı bulamamışlardır. Bütün bu mütalaat-ı dura-dur bir taraf mes’elede hakıkat şu merkezdedir: Kanun-ı ilahi evamir ve ahkamını tebliğ etmeden kulunu bir din ve akıde ile ve onu vesait-i sıyla mükellef tutmamak merkezindedir. Binaenaleyh Cenab-ı Hak halktan bir kısmını daire-i teklife almak isterse evvela onlara hidayet yollarını gösterecek din-i hakkı tanıtacak peygamberler gönderir. Lisan-ı enbiyadan telkın edeceği hikmet ve mev’iza-i hasene ile iyiyi fenayı mevatın-ı felah ve sedadı mezalık-ı bağy ü fesadı anlatır hüsn-i siret sahibleri için hazırladığı guna gun ni’met ve rıdvanı küfür ve inad erbabını bekleyen zillet ve hüsranı Bu hakıkati daha kat’i bir surette kabul ve i’tiraf etmek bir eblehi feraiz ve nevafile aid bir şeyle a’zası alil veya mefkud bir kimseyi amel ile mükellef tutmuş mudur? Başmuharrir Şübhe yok ki Cenab-ı Hak insana tevcih-i teklif etmezden evvel onu mükellefün-bihin ifasını mümkün kılacak bütün vesaitle techiz eder de ondan sonra mükellef tutar. Zaten akıl tebliğ selamet-i a’za gibi şeylerin menat-ı teklif olması nehiy ve icab keyfiyetlerinin tahakkuku için şerait-i lazıme ve erkan-ı zaruriyye teşkil etmesi hep bu esas ve hikmete mübtenidir. Bu esasa binaendir ki gerek akılda gerek cevarih-i amilede selamet bulunmadığı yahud ahkam-ı ilahiyye tahrif ve tebdilden azade olarak ala vechi’s-sıhha tebliğ edilmiş olmadığı takdirde Cenab-ı Hak tekalif ve feraizini ifa hususunda beşere hiçbir mecburiyet tahmil etmemektedir. Fakat bir kere de insan ve ayet-i kerimeleriyle hadis-i şerifinin delalet ettiği vechile şerait-i imkan ve teysiri cami’ bir mevki’de bulundu mu o zaman bar-ı teklif altına girer nik ü bed ef’alinin istilzam edeceği sevab ve ikaba namzed olur. Bu şerait dahilinde insan neden mükellef olmasın ki Cenab-ı Hak ona her muhtac olduğu şeyi vermiş saadet ve şekavet yollarını göstermiş helal ile haram arasında bir hadd-i fasıl ta’yin etmekle beraber ecr ü sevab nasıl kazanılacağını bağy ü fesadın mal ve akıbeti ne olduğunu vazıhan bildirmiştir. Bir kimse irtikab ettiği seyyiattan dolayı neden mes’ul ve muateb olmasın ki Cenab-ı Hak kendine bir akıl vermiş ve o vasıta ile muzırrı nafi’den seçip ayırmak dünyevi uhrevi felah ve saadet yollarını keşf ü ta’yin etmek imkanını bahşetmiştir. Bu cevher-i idrak ve temyiz ile iktifa etmeyerek ona bir de a’za ve cevarih ihsan etmiş ve bunları irade ve meşiyyetine müsahhar bulundurmuştur: Eli ayağı bir arzusuna göstermek iktidarını haiz olmayıp her biri emir ve nehyini makasıd ve temayülatını infaz ve icraya amadedir. Peygamberler telakkı ve telkın ettikleri ahkam-ı ilahiyye mukabelesiz kalmayacağını hayır ise sahibi hayır ile şer ise şer ile mukabele göreceğini aleme i’lan ve i’lam etmişlerken nasıl olup da Cenab-ı Hakk’ın birer mevhibe-i mahsusası olan kuva-yı akliyye ve bedeniyyesini atıl bırakan yahud gaye-i hilkat ve tevdiine tevafuk etmeyen cihetlere sarf eden bir adam başıboş bırakılacak mehasin-i ef’alinin mükafatını su’-i siretinin cezasını görmeyecekdir? Hayır böyle bir hale ihtimal vermek muhsin ile müsiin habis ile tayyibin yekdiğerinden hiç farkı olmadığını Cenab-ı Hakk’ın ni’metlerine şükredenle kalben ve kalıben ona muhasım bir tavır alanın aynı seviyede bulunduklarını . Düşünülsün ki Cenab-ı Hak kullarını akıl ile a’za ve cevarih ile techiz ettikten; onlara hidayet ve dalalet yollarını gösterdikten sonra o emanet-i kübrayı yerlerin göklerin dağların taşların bar-ı sikletinden ürkerek kabulüne yanaşmadıkları emanet-i teklifi kabul edip etmeyeceklerini soruyor onlar bunu hiçbir endişe ve fütur hissetmeksizin duş-ı tahammüllerine alıyorlar. Fakat şerait-i mukavemetten ari bir halde değil kudret-i fatıra tarafından bahşedilmiş kuvvet ve mekanetle akl-ı selim ile ahsen-i takvim üzere yaratılmış bir cisim ile mücehhez olarak böyle bir imtihana ma’ruz bulunuyorlar. Cenab-ı Hak ise ezeli olarak biliyor ki insanlardan bir kısmı kendilerine bahşedilmiş olan mevahib-i aliyyeyi muattal bırakacaklar yahud icbar ve selb-i ihtiyar suretiyle olmaksızın bu mevahib-i fıtriyyeyi ma-hulika-lehinin gayride isti’mal edeceklerdir; diğer bir kısım ise vicdanını merkez-i savabdan gözlerini hedef-i hakk u hakıkatten ayırmayacak tarik-ı mücahedede rehberi akıl olacak ve o nur-ı mübinin ziyadar ettiği istikametten asla inhiraf etmeyerek reh-güzar-ı hayatında vebal ve nedamet vartalarına düşmeyecektir. Bu şuun-ı beşeriyyenin kaffesini Cenab-ı Hak ezelen alim olduğu için bu iki kısımdan her biri için ef’al-i hayatiyyesinin . [] Madem ki ilm-i ilahi olmuş olacak her şeyi muhit bir surette vasi’ ve bi-payandır şu halde onun eşyayı saha-i vücudda tarz-ı cereyanına muvafık surette ziyade noksan ciheti olmaksızın tağyir ve tebdile uğramaksızın bilmesi bir emr-i zaruridir. Aks-i hal ilm-i ilahinin cehle inkılabını istilzam eder. Maamafih bundan maksad Cenab-ı Hak kullarını irtikab-ı seyyiata muztar bir halde bulundurur da sonra bu ef’al-i ıztırariyyelerinden dolayı haklarında tertib-i ceza eder demek değildir. Böyle bir hal zulme müeddi olup Cenab-ı Hak ise zulm-i ibaddan kat’iyyen münezzehdir. Şu cihet de şayan-ı ihtardır ki bu tarz-ı beyana nazaran eden ilim değildir bu nevi’ ilim ile kainat arasındaki ittisal Bu ayette lafza aid bir bahis vardır ki itmamen li’l-faide şurada zikrini münasib gördük. Seyrafi Kitab-ı Sibeveyh’in şerhinde diyor ki: kelimesini ta’kıb eden cümleye elif-i istifham dahil olursa kasiminde lafzının bulunması lazımdır: gibi. kelimesinden bir isim üzerine diğer bir ismin atfı gibi. lafzından sonra edat-ı istifhamı mutazammın olmaksızın gibi. Bu lafzı iki masdar ta’kıb ederse ve edatlarından her biriyle atıf caizdir. gibi. Fi’leyne kelimesinin bila-istifham duhulünün caiz olması ibarenin ma’na-yı şartiyyeti tazammun etmesi i’tibarıyladır. Bu i’tibar ile takdir-i misal merkezinde olur. Kanun-ı Esasi’nin idare-i Hamidiyye’ye nihayet vereceği hakkındaki ümidler boşa çıkmadı. Fil-hakıka Kanun-ı Esasi’nin i’lanıyla beraber idare-i mezkure de rehin-i indiras oldu. Fakat memleketin husul-i saadet-i hali için perverde edilen ümidler hasıl olmadı. Meclis-i Meb’usan-ı Osmani Hakan-ı mahluun kendisinde temerküz ettirmiş olduğu bütün nüfuz ve iktidara tevarüs ettiğinden Hakan-ı cedid ecdadının taht-ı saltanatına cülus ettiği zaman makam-ı saltanatı en esaslı ve en ziyade gayr-ı kabil-i inkar hukuk ve Kuvve-i icraiyye; müstebid bir padişahın boyunduruğundan; nüfuz ve i’tibardan muarra tecrübeden mahrum ve kendisine suret-i hod-seranede bahş ve izafe olunan hukuk ve imtiyazat-ı müfritayı su’-i isti’male mahkum bir meclisin boyunduruğu altına geçti. Şu vesayet-i müstebidde ve teşettüt-karane altında kuvve-i icraiyye idare-i Hamidiye zamanındakinden daha dun bir derekeye tenezzül ederek her tarafda intizamsızlık ve isyan husulüne badi oldu. Ve memleketi maddi ve ma’nevi fetret-i külliyeye doğru sürükledi. Daha Meşrutiyet’in üçüncü senesinde fenalık calib-i endişe olacak bir dereceye vasıl olduğundan bu fenalığın ne gibi esbabdan tevellüd ettiğini kemal-i dikkatle tedkık ve taharriye lüzum-ı mübrem hissedildi. Yapılan hatiatın mahiyeti ve vüs’ati nihayetü’l-emr anlaşıldı. Bu fenalığın başlıca müsebbibi Meclis-i Meb’usan olduğu anlaşıldı. Ve güçlükle dağıtıldı. Derhal İkinci Meclis-i Meb’usan intihabatına başlandı ve netice-i intihabatta evvelkine faik bir meclis-i milli teşekkül etti. Meclis-i cedidin evvelki acı tecrübelerden istifade edeceği ve Kanun-ı Esasi’yi daha ciddi ve muhkem esaslara bina eyleyeceği ve evvelki meclisin idrakine muvaffak olamadığı muvaffak olacağı ümid olunmuştu. Fakat bu biçare memleketi ta’kıbden geri durmayan musibet memleketin bu defa da pek pahalıya mal olan bir tercübeden istifade etmesine ve en meşru’ ümidlerinin husul-pezir olduğunu görmesine müsaade etmedi. İkinci Meclis-i Meb’usan ictima’ eder etmez bir darbe-i nagehani ile dağıtıldı ve bu bedbaht memleket en acı felaketlere düştü. Halbuki Kanun-ı Esasi’nin i’lanı ne kadar ümidler ve hayaller uyandırmıştı. İ’lanıyla herkes gaye-i hayalisinin husul-pezir olduğu zannında bulunmuştu. Hayatının otuz senesini en ziyade mahi-i ahlak bir idare-i müstebidde altında geçirmiş olan bizlerin bu sayede hür hil olacağımız zannında bulunduk. Kanun-ı Esasi’nin ahval-i ictimaiyye-i siyasiyye ve iktisadiyyemizi akşama sabaha tağyir etmek kudret-i i’caz-nümasını haiz olacağını zelilane olan ihtilafat-ı dahiliyyemizi bize unutturacağını ve cümlemizi yalnız vatan-ı Osmaninin şan ve azametini tahayyül eder büyük ve necib bir aile-i Osmaniyye halinde mezc ü tevhid eyleyeceğini ümid eylemiştik. Hayfa ki daha ilk seneden i’tibaren bütün bu tatlı ümidler ve güzel tahayyüller uçup gitti. Kanun-ı Esasi’mizin bize bahş ü te’min ettiği hukuk ve serbesti idare-i Hamidiyye’nin derece-i nihayede tevsi’ etmiş olduğu bütün su’-i i’tiyadatımızı bi-muhaba isti’mal etmekliğimizden başka bir semere vermedi. İctimai nokta-i nazardan bunların te’siri ancak usul ve adat ve sunuf ve tabakat-ı ictimaiyyenin hep birden ref’i yani herc ü merc-i tam husulü suretinde tecelli etti. En müterakkı ve mes’ud milletler derecesinde ihraz-ı hukuk etmek daiye-i tıflanesi bizi müddeayatımızda ileri götürdükçe götürdü. Ve hırs-ı iştihamızı arttırmış olduğundan ahval-i göründü. Herkes daha ziyade nail-i huzur ve selamet olabileceği ümidinde bulunmuşken bilakis umumun fıkdani-i huzuru tezayüd etmiş ve herkes kendisini eskisinden ziyade fenalığa ma’ruz kalmış buldu. Çünkü herkes cür’et ve tecavüzünü arttırmış oldu herkes yekdiğerini bi-muhaba ızrara kıyam eyledi. Milliyet mücadelatı kavmiyet istirkabatı gittikçe artarak Osmanlılar arasında müşterek bir gaye-i hayalinin vücudunu yetperver müceddid ve vatanperver kesildiler işsiz ve geveze adi bir avukat hukuk-ı avammın müdafi’-i şedidi oldu aciz mürtekib me’mur da hararetli polikitacı kesildi. Guya ki bütün memleket üzerinden bir cinnet ruzgarı vezan ediyordu. mak hususundaki tecrübemiz mucib-i teellüm olacak bir surette heba oldu. Şimdiye kadar vuku’ bulan tecaribden daha ziyade haiz-i ehemmiyyet olan şu son teşebbüs diğer tecaribden ziyade badi-i mesaib oldu. Bunca mesaimizin böyle ale’d-devam duçar-ı akamet olması memleketi tarik-ı teceddüd ve ıslahata idhal için yarım asırlık bir zamandan beri tatbik ve ittihaz etmiş olduğumuz usulün mahz-ı hata olduğunda şübhe bırakmıyor. ____________ Şu hata-yı meş’um memleketin husul-i saadet-i hali için sadece Avrupa kavanini metinlerinin tercüme edilmesi ve bunların bizde kabul ve tatbikı bahanesiyle bazen tahrifi kafi olacağı hakkında bizde mevcud olan kanaatimizdir. Mesela usul-i adliyyemizi ıslah için Fransa’nın yani bizim hey’et-i ruhiyyesi adat ve teamülatı seviye-i irfan ve medeniyeti pek mütehalif bulunan ve binaenaleyh ihtiyacatı pek kesir ve mütenevvi’ bir hey’et-i ictimaiyyenin usul-i adliyyesini kabul ettik. Fransa usul-i adliyyesi halet ve mükemmeliyeti ile bizi cezb etti. Bu usulün bizce kabulü için kafi görüldü. Halbuki hiç kimse bu usulün Fransa’ya hiçbir suretle benzemeyen bizim gibi bir memleket için muvafık olup olmayacağını düşünmedi. Binaenaleyh bu suretle icra eylediğimiz ıslahat-ı adliyyenin de bir çok seneler çalışıldıktan sonra ma’lum olan la-şey menzilesindeki netayicin istihsal edilebilmiş olması asla mucib-i taaccüb olmaz. Maarif-i umumiyyemizi ıslah için dahi yine tamamıyla bu yolda hareket ettik. Bi’t-tabi’ elde edilen netayic de daha muzır oldu. Gayet kıymetdar bir vakit ve bir de birkaç nesiller zayi’ edildikten sonra bunca fedakarlıklar ihtiyarıyla vücuda gelen şeyi bozmak mecburiyetinde bulunuyoruz. Bu kadar netayic-i ma’kuseden sonra yine garibi orasıdır ki tecarib ve akl-ı selime münafi olan bu usul yine i’tibardan düşmemiş görünüyor. Bundan elli sene evvel olduğu gibi bugünkü gün dahi muvaffakiyetsizliklerimizi tatbik ve idhal ettiğimiz ıslahat-ı cemilenin layıkıyla tatbikine muktedir ricalimizin fıkdanına atfediyoruz. Bir memleketin yarım asırlık bir zamanda ahval-i umumiyyesini tanzim ve ıslaha muktedir adamlardan mahrum kalmış olması nazariyesi bizce mecruh ve merdud görünüyor. Çünkü seviye-i ma’neviyye ve ilmiyyesi ne derecede bulunursa bulunsun bir hey’et-i lim tariklere sevk ve isale muktedir olacak anasırdan mahrumiyeti akıl kabul etmez. Bu anasırın bizde daima mefkud bulunmuş olduğunu iddia eylemek muvaffakiyetsizliklerimizin esbabını iyice anlamamış olduğumuza delildir. Bizim şimdiye kadar hiçbir ıslahat icrasına muvaffak olamayışımız daima bizce yapılması muzır olan ve yahud yapılmasına imkan olmayan şeyleri yapmak istemiş olmaklığımızdan neş’et etmiştir. İşte asıl sebeb-i yegane budur. Bizim en mükemmel ve en muktedir anasırımızdan istifade edemeyişimiz ıslahat namı altında la-yenkatı’ memlekete idhal edilen bideat ve teceddüdat-ı eblehaneden istifadenin imkanı olmadığı halde en iyi unsurumuzu bunları tatbika mecbur ederek sa’y ü gayretlerinin imha edilmesindendir. Çünkü müceddidlerimiz insanların kavanin ve nizamat getirilmiş olduğunu hiçbir zaman anlayamamışlardır. Bir Fransıza sorunuz ki eğer Fransa rical-i hükumeti komşuları bulunan İngilizlerin kavanin ve nizamatını tatbika kalkışacak olurlar ise Fransa’nın hali ne olur? Buna cevaben: Fransa’nın mucib-i mahvı olur diyeceğinde şübhe yok. Çünkü Fransa’nın mecra-yı tabii-i inkişafını bozmuş olurlar ve binaenaleyh onu bir mevt-i muhaffefe mahkum eylemiş olduklarını bila-tereddüd söylerler. Bu memleketi ve Kanun-ı Esasi’sini bilenlerin bu Kanun-ı Esasi’nin büyük bir hata olduğunu ve memleketin ahval-i teamülatı ile asla kabil-i te’lif olmadığını hatta mevcudiyet-i milliyye-i Osmaniyye için hakıkı bir tehlike makamına kaim olduğunu teslim etmemek mümkün değildir. Zaten başka türlü de olamazdı. Çünkü Kanun-ı Esasi’nin vazı’ ve mürettibleri memleketi asla nazar-ı i’tibara almayıp hafızalarında nasılsa kalabilen bazı perişan ma’lumat ve nazariyatın memleketin saadet-i halini kafil olacağı vahimesinde bulundular. Kıymet-i hakıkıyyeden ve hakayıktan muarra değersiz bir eser vücuda getirmeye mahkum idiler. Çünkü memleketlerine kavanin-i esasiyye-i garbiyyenin nakıs bir taklidini idhalden başka bir şey yapmak bi’t-tabi’ onlar için kabil değildi. Yani kavanin ve müessesat-ı ecnebiyyenin kabul ve idhaliyle mazhar-ı teceddüd ve terakkı olmaklığımız lüzumuna bizce kanaat hasıl eylemek hatasıdır. Bütün mesaibimizin menbaı olan şu muzır i’tikad acaba bize nereden geldi. Fikrimizce bütün bu fenalıkları tevlid eden medeniyet-i garbiyyeyi anlamayarak tatbik edişimizdir. Hey’et-i ictimaiyyenin kavanin-i tekamülatına bi-hakkın vakıf olmadığımızdandır ki milel ve akvamın kavanin ve nizamatıyla kavanin-i esasiyyesini sinde nail-i tekemmülat olacağımız i’tikadında bulunuyoruz. Bu i’tikad-ı meş’um yüzünden husule gelen fenalıkların zikr u ta’dadı uzun sürer. Yalnız şurasını söylemek kafidir ki bu ğı zannını tevlid etmek suretiyle nefsimize olan i’timadımızı selb etmekte ve bu suretle başkalarının da bize karşı i’timad ve hürmetini salib olmaktadır. Bari bu acı ve elim tecrübeler istikbal için bize ders-i ibret olsa ve büsbütün iş işten geçmeden evvel fenalığı imkan müsaid olduğu mertebede ta’mir hususunda bize muin bulunsa. Münakahatin birinci babının fasl-ı sanisine dahil olan ’üncü maddesinde: “Ehliyet-i nikahı haiz olmak için hatıbın on sekiz ve mahtubenin on yedi yaşını itmam etmiş olmaları şarttır.” Denilmiş. Lakin lafzı ma’nasına muvafık değil. Kitap kavline de uymuyor. Çünkü şeriatte hassaten ehliyet-i nikah yet ve zifaf ve takarrübe ehliyet ma’nası kasd olunsun. Lakin onun şartı da on iki ve dokuz yaşlarını bitirmektir. Gerçi bu ma’na murad olunmuş değildir. Lafızdan zahir olmayan ma’nası onu vely eden maddeler ile layihadaki ebhasden müsteban oluyor. Kendisinde büluğ asarı görmeyen ve büluğunu inkar eden şahsın baliğ olduğuna hükmolunarak akd-i nikaha salih olması ma’nasına vaz’ ve isti’mal olunduğu anlaşılıyor. Lakin yine maddenin vaz’ı hatadan hali değil. Vakıa layihada İmam-ı A’zam kavline istinad ettirildiği ve fukahadan bazılarının yirmi iki ve bazılarının yirmi beş yaşında bulunmakla meşruttur demiş oldukları zikr olunuyor. Burası da doğru. Beyne’l-fukaha büluğ-ı hükminin haddinde vardır. Büluğunu münkir olan kimsenin kaç yaşında olur ise olsun büluğuna hükmolunmaz demiş olduğu kezalik Mu’teberat ’ta menkuldür. Komisyon buna vakıf olmamışlar. Lakin on beş yaşını ikmal edenlerin her halde baliğ ve icra eyledikleri ukud ve akaririn mu’teber olduğuna hükmolunmak lazım geleceği hakkındaki İmam-ı A’zam’ın ikinci kavli ve cumhur-ı eimmenin mezhepleri üzere yazılmış olan Mecelle ’nin ve’inci maddelerine muhalifdir. Maksad bunu terk eylemek de değil. Ukud-ı saire hakkında kema-kan mer’i olsun. Yalnız nikah ondan istisna olunsun deniliyor. Ehl-i İslam’ın erken evlenmeleri kesret-i tenasüllerine bais olmakta bulunduğu kariben zikr edilecek olan fevaid-i sairesi gibi bin üç yüz bu kadar senelik tecrübe ile de ma’lum ve aşikar iken her nasılsa komisyon nazarında mesaibden addolunmuş bulunması şu istisnaya sebeb-i müstakil olduğu da maatteessüf layihada tasrih olunuyor. Halbuki böyle kavleyn-i muhtelifeyn ile maan emir olunarak birinin ukudun bir nev’ine diğerinin sairlerine tahsis edilmesi keyfi olur. Akval-i fukaha ve edille-i şer’iyye ona müsaid değildir. Şeriat-i garrada bir şahsın büluğuna hükmeylemek başka ehl-i nikah olduğuna hükmeylemek başka değildir. Birbirinden ayırmak nassan ve icmaan batıldır. Layihada: Kendisinden rüşd asarı zahir olmadan baliğ olan eytama mallarının hemen i’ta olunmaması mücma’un-aleyh olduğu zikrolunarak şer’-i şerif hukuk ve vezaif tahmilinde teenni ile hareket ediyor nikah ise mala kabil-i kıyas olmayıp her on beş yaşını ikmal edene hakk-ı izdivac bahşetmek nikahı layık olduğu ehemmiyetle nazar-ı i’tibara almamaktır… denilmiş. Bu daha yanlış. Hem de hür olan kası bahşedecek değil. İnsanların böyle bir hak bahşetmeleri ancak köleleri için olabilir. Evet hukuk ve vezaif tahmilinde şu ta’bir caiz ise şer’-i şerif teenni ile hareket etmektedir. Nikah da mala kabil-i kıyas değildir. Lakin muahhar olan nikah hususu değil teslim-i mal cihetidir. Çünkü bi’t-tecrübe rüşdü ma’lum olmayan bir mürahikın büluğuna hükmedilince bir çok emvalin birden yedine teslim olunuvermesi hatardır. İsrafa kalkışıp o malı tazyi’ etmesine ve belki menhiyyata dalıp zinaya bile cür’et eylemesine sebeb olur. Nikahda ise israf olmaz; belki nikah mani’-i serefdir. Hiç mahzuru yoktur. Allahu teala buyurmuş ehliyet-i nikah ve büluğ nikah ma’nasının sübutu şart-ı mukaddem olduğunu kendi kelamıyla bildirmiştir. Komisyon hey’etinin bu mebhasde ihtiyar ettikleri meslek-i sarih Kur’an’ın zıdd-ı tammı oluyor. Demek zühul edilmiş. İyi düşünülmemiş. Teşri’ edilmek istenilen şu istisnaya göre on beş yaşını itmam edip de büluğunu mukır olmayan şahsın hakim hem baliğ olduğuna hükmederek ukud-ı sairesini mu’teber tutacak hem de o meclisde o saatte “Sen baliğ değilsin” diyerek akdeylediği nikahın fesadını hükmeyleyecek ahad-ı hükmeynin elbette hata olup rıza-yı Bari’ye muhalif olduğunu yakınen bildiği halde ikdam edecek. Ehliyet-i nikahın şart-ı mukaddem olup ukud-ı sairenin nefazı nassan ve icmaan büluğ-ı nikahla meşrut olduğu da ma’lum. Artık o hükümlere nasıl hükm-i şer’i denilebilir? Ve menşe’leri olan bu maddenin ber-vech-i meşruh istisnaen kabul ve teşrii nasıl mümkün olur? Ve niçin kabul ve teşri’ olunuyor? Hiçbir semeresi de olmayacak. Maksad izinname verilmesin demek ise on beş yaşını ikmal etmiş ve evlenmeyi tasmim eyleyip alacağı kızın ailesini irza eylemiş olan yiğit “Biz baliğiz” demesini bilmez mi? Ve hakim efendiden nasıl müsaade alınabileceğini öğrenemez mi? Bir de izinname almamış olsun. Bizzat akidde bulunup da baliğ olduğunu ikrar etmemiş olması tasavvur olunur mu? Tarafeyn yekdiğerini musaddık oldukları halde hakim ona “Baliğ olmamıştın” diyemez ya. Muahharan araları açılıp ta birisi öyle bir inkarda bulunsa bile sebk eden ikrar ve ifadelerini samiinin şehadetleriyle isbat eylemek şer’an mümkün ve akid ve tevkile ikdam etmiş olmalarının ikrar-ı mezkurun vukuuna karine-i vazıha ve delil-i kafi olacağı da zahir. Hani bu maddenin bir faidesi? Yahud bir neticesi? Bir hükm-i şer’iyi teşvişe müncer olan o kadar tekellüfat ve taallülatın mahsulü yine tesvid olunan sahaifde kalıyor. Beşinci maddede: “On sekiz yaşını itmam etmemiş olan mürahik baliğ olduğunu beyan ile müracaat ettikte hali mütehammil Mürahik ta’biri madde-i sabıkadan müteferri’ ve binaenaleyh hata ve akıl-baliğ olan hür izdivaca min tarafillah me’zun olmağla hükkamın müsaadelerine muhtac olmadığı aşikardır. Alacağı izinnamenin kıymet-i şer’iyyesi yoktur. Nitekim komisyon da bu hususu layihada tasrih etmişler. Milel-i saire akdin rüesaları tarafından icrası şart olup olmadığında ihtilaf ve münakaşata duçar oldukları halde Din-i Mübin-i İslam’ın mes’eleyi asla tereddüd bırakmayacak surette hallederek alakadaranın muakadeleri kafi olduğunu i’lan eylemiş olduğunu mefahir-i İslamiyyeden olmak üzere yad eylemişlerdir. Maa-zalik izinname alacaksa hakim efendi de onu elbette verecektir. Re’yine menut imiş gibi “Müsaade verebilir” denilmesi su’-i isti’malata kapı açar. İşin rengine ve tarafeynin mevki’ ve servetlerine göre erbab-ı ağraz ve ıtmaın tesvilatına me’murin-i mülkiyye ve sairenin müdahalatına da sebeb olur. Kimi müsaade verilsin kimi verilmesin derler. Ehl-i taaffüfden olan hakimi de müşkil mevki’de bırakırlar. Akid icra olunmuş ise bunu da şerait-ı ehliyetten imiş zannederler sonradan nikahın fesadını iddia edenler bulunur. Bir takım deavi-i fariğa tekevvün eder ve hükkam içinde bu elfazın zahirine kapılıp o yolda hükmedenler de olur. Halbuki verecekleri hüküm icmaan batıldır. Ve o yolda tefsir olundukları surette madde-i kanuniyye sarih şeriate muhalifdir. Bu kadar mefaside karşı öyle bir maslahatı da mutazammın olmadığı meydanda. Altıncı maddede: “On yedi yaşını itmam etmemiş olan mürahika baliğa olduğunu beyan ile müracaat ettikte hali mütehammil ve velisinin izni munzam ise hakim izdivacına müsaade edebilir.” denilmiş. Madde-i sabıkadaki mehazir bi-ecmaiha bunda da mevcud olduğu gibi üslubu da bozuk. Velisi dururken kız izinname almak için huzur-ı hakime çıkarılacak! Bu ise ahlak-ı milliyye ve adab-ı İslamiyye ile kabil-i te’lif olmadığı vareste-i beyandır. Layihada bu gibiler hakkında nikahın nefazı için izn-i velilin şart olduğuna zahib olan İmam Muhammed rahimehullahu tealanın kavli kabul olunduğu da gösterilerek “İzdivacına müsaade i’tası velinin icazetine ta’lik olundu” denilmiş. Kavl-i mezkur ancak bu husus hakkında mı kabul edilmiş? Yalnız izinname verilerek mi tatbik olunacak? Yoksa kendisini mehr-i misliyle küfüvvüne tezvic etmiş olup da velisi teannüten izin veriyorsa nikahın fesadına mı gidilecek?.. Kararnamede beyan olunmayıp kapalı bırakılmıştır ki bu da layık değildir. Gerçi’inci maddede hiçbir şeyle mukayyed olmayarak zikr olunan “bir kebire” lafzı her baliğaya şamil olmağla kema-kan İmam-ı A’zam ve sahib-i akdeminin mezhepleri ve İmam Muhammed’in de mervi olan ikinci kavli üzere nikahın sıhhatine hükmedilmek lazım geleceğini erbab-ı ilm ve tedkık anlarlar. Ve eimme-i müşarun-ileyhim rahimehümullahü tealanın mezheb-i şeriflerinde bu hükmün on yedisini itmam edenlere ihtisası olmadığı gibi ye mevkuf olması da on yedisinden yahud on beşinden dun olanlara mahsus olmayıp sinni efzun olanlara da am olduğunu; akval-i fukaha ve edille-i şer’iyyenin böyle tafsile müsaid olmayıp dokuz yaşını itmam ederek bünyesi mütehammil olduğu halde büluğunu ihbar eden kızın henüz on üç yaşına girmiş olmakla on yedisini yahud yirmi sekizini geçmiş olması beyninde hiçbir fark olmadığı müttefekun-aleyh olup kaç yaşında olursa olsun izn-i veli munzam olan nikahın hükmünde ihtilaf olunduğunu ve hangi kavlin indallahi teala musib ise diğerinin hata olup birisinin kabul ve ihtiyarından diğerinin terki lazım geleceğini; hadisatın bir kısmında öyle ve bir kısmında böyle hükmetmeyi ilzam eylemek ne bir hakim-i şer’i ve ne de onu nasb eden amir için caiz olmayacağını; cem’ olunmalarında hata ve muhalefet hükm-i Huda müteyakkın olduğu halde ikisiyle maan hüküm ve emir eylemek maslahat babından olmayıp ma’siyet olacağı ve binaenaleyh hükumet-i seniyyemizin de elbette onu kabul etmeyeceğini bilirler. Lakin ekser-i avam ve bazı hükkam buralarını idrak edemezler. On yedisini itmam etmeyenler hakkında ahkam tegayyür etmiş zu’m edenleri; bundan sonra hakimlerin müsaade almadıkça izn-i veli munzam olmadıkça şerait-ı ehliyeti haiz olmamış sayılacak kararnamenin’inci maddesine tevfikan akdin fesadına gidilecek zehabına düşenleri bulunur. Bir takım deavi-i faside ve ahkam-ı batıla tehaddüs ederek nasın derecat-ı mehakimde sürünmelerine sebeb olur. Ve herkes bu derecata kadir olamayacaklarından en nazik olan böyle mesailde ziya’-ı hukukla helal ve haramın mültebis olmasını mucib olur. Esasen icra-yı akd için hakimin müsaadesini izn-i veliye ta’lik etmek ve bunu İmam Muhammed’in kavline isnad ettirmek de doğru değil hiçbir zaman imam-ı müşarun-ileyh öyle veli izin vermiyorsa hakim de müsaade etmesin dememiştir. Bilakis mehr-i mislini verecek talib küfüv olup da veliyy-i akreb teannüten razi olmuyorsa ona menut olan hakkın alet-tertib ondan sonraki velilere ve velayat-ı hassa ashabından hiçbir kimse yoksa velayet-i amme ashabına intikal eyleyip onların da izin vermeleri lazım geleceği Hülasatü’l-fetava ve sair mu’teberat-ı fıkhiyyede musarrahdır. On yedisini ikmal etmediğinden dolayı baliğayı mehr-i misl ve küfüvvünden mahrum etmek icmaan meşru’ olmaz. Ba-husus nikah öyle her vakit mübah ve müstahab derecelerinde bulunan umurdan olmayıp bazı ahvalde şer’an vacibdir. Evet velilerin de kendi mezheplerince ve ba-husus her mezhepte vücuh-ı kefaeti haiz olan küfüv talib olmuş iken teannüten izin vermekten imtina’ etmezler. Hakim efendinin müsaadesi de istihsal olunur. Arkası olan maksuduna nail olur. Lakin bu madde de şartlara bakılırsa velisi olmayanlara hakimin müsaade vermeyeceği ve dokuzuncu maddeye nazaran asabeden olmayan akrabanın da veli sayılmayacağı anlaşılıyor. İzinnamesiz teehhül eylemek de Kanun-ı Ceza’ya zeyl edilen maddelerle şediden men’ olunuyor. Şu surette bi-kes ve bi-vaye olup en ziyade izdivacla setr ü selamete muhtac olan genç kızlar bu ni’metten mahrum kalacaklar sefil ve sergerdan olacaklar. Ahlakları bozulacak. Fakr u zaruret de taammüm edecek. Memleketimizde fuhşiyatın ve bi’l-vasıta emraz-ı zühreviyyenin izdiyad ve tekessürünü müntic olacak. Bunun maslahat neresinde? üzerinde te’sirat-ı hakimesi müsellem olan an’anattan tecrid-i nefs etsin; yaşadığı muhite rüknü bulunduğu aileye efradından birini teşkil ettiği cem’iyete aid müessirat-ı muhtelifenin bıraktığı izleri safha-i hatıratından silsin; vücud ve onun saha-i bedayiinde tecelli-saz olan kainat ve mahlukata müteallik bildiklerini unutsun; kendini o an-ı tefekküründe yaratılmış farz etsin; sonra vücuda meşair-i zahire ve ihsasat-ı batınesinin havze-i ıttılaına isal ettiği şeylerden başka bir şey bilmeyen bir ferd nazarıyla baksın; ve bu temaşaya alem-i kevni her tarafdan sarmış olan kubbe-i nilgundan başlayarak damen-i ihtişamı medd-i nigah edeceği her ciheti kaplamış olan fezaya geçsin. Bu cüstücu-yı afaktan sonra bir de nazra-i i’tibarını kendi mevcudiyetine imale etsin. Bu cevelan-ı seri’den kalbinde ne gibi bir teessür hissedecek? Hiç şübhe yok kainatın azamet ve imtidad-ı bi-payanına ve onun yanında şahsının küçüldükçe küçülen cirm-i bi-nişanına aid göreceği manzara kalbini lerze-i havf u dehşetle dolduracaktır. Bala-yı serinde o na-mütenahiliği görerek akıl ve idraki gözünün görebildiği noktada vakfe-gir-i acz ü hayret olacak fikri her tarafdan muhit-i cevelanını sarmış olan bu mechul hailin azamet-i hıred-fersasından hissettiği dehşet ve mehabetle lerzan ve perişan bir halde geri dönecektir. Müfekkiresi fıtratındaki istikşaf-ı mesturata meyil ve muhabbet sevkıyle bu emr-i muazzamın samim-i ruhuna nüfuz etmek isteyecek ise de bu dehşet-engiz na-mütenahilik ten ibaret olduğunu idrakten mütevellid veleh ve hayretle kuvvet ve cesareti kırılacak revabıt-ı azm ü himmeti gevşeyecek belki de azamet-i kainat muvacehesinde hissedeceği fart-ı haşyet ve mehabet te’siriyle his ve şuurundan tecerrüd edecektir. Bir etrafına bir de önüne ardına bakıp kendini hayal-i fesihine sığmayan vahimesinin saha-i vesia-i istiabı dar gelen bir feza ile muhat olduğunu görerek bu na-mütenahilik mecburiyet-i elimesini hissedecek şahidi olduğu bu sükun-ı mutlakın ruhuna ilka ettiği hiss-i huşu’ ve tezellül ile bayılmak derecelerine gelecektir. O varlığından geçmiş hissiyat-ı hodkamanesinden tamamıyla tecerrüd etmiş bir halde iken gece olur sath-ı eflakin siyah ve muzlim bir renge boyandığını sahasında yer yer yıldızların parladığını kubbe-i semanın o murassa’ hey’etiyle bir şekl-i dil-firib aldığını görür. Gündüzün manzara-i vüs’at ve ihtişamına inzimam eden gecenin vaz’-ı mehib ve pür-vakarı fikrini bütün bütün hayretlere düşürür. Ve nihayet kendinin bir derya-yı mechulat ve esrar ortasında bulunduğunu anlayarak şunu i’tirafa mecbur olur ki: Sahil-i selameti bulmak için yapabileceği şey fikren ne kadar aciz ve zaif şahsen ne derece zar u zebun olduğunu düşünerek sığınacak necat ve selameti te’min edecek bir melce’ ve melaza kuvvet ve kudretinden bir şemme feyz-i rahmetinden bir reşha bahşedecek bir kadir-i rahime ihtiyac-ı mutlakını teslim etmektir. araştırmanın tabii olduğu kadar kahir ve mücbir saiki bu gibi saf ve samimi tefekkürlerdir. Ümmetler vücud alemindeki mevki’-i acz ve iftikarlarını bildiren efkar-ı mücerrede sayesinde edyana temessük etmişler kahinlere avalimin hafayasından serair-i sun’undan bahsettikleri için her hal ü karlarında teslim ve inkıyad göstermişlerdir. Cenab-ı Hakk’ın da ümmetlere tarik-ı hidayet ve din-i fıtrata irşad yeganesi budur. ne tevafuk etse de neşve-i ilm ü irfan ile sermest olduğu bütün ma’lulatı illetleri büyük bir kudret ve deha ile kavradığı ensal-i mütekaddimenin rüyada bile görmedikleri hatırlarından bile geçirmedikleri seraire nüfuz ettiğini iddia edip durduğu bugünkü hal-i tekemmülüne kabil-i tatbik değildir. Bu mu’terize vereceğimiz cevap şudur: Fikir ve hayalini evvelce de bahsettiğimiz an’anat ve i’tikadat-ı mevruseden erbab-ı ilhada aid okuduğun kitapların fıtrat-ı selimen üzerine çökerttiği o kesif zalam-ı şek ve tereddüdden tecrid et de ilim namına kendi sermaye-i sa’y ve ictihadın olarak nen varsa onunla bahsettiğimiz istibsar-ı kainat mevkiinde dur tedkık ve temaşaya seni her tarafından ihata etmiş olan fezadan başla! Ve onun imtidad-ı bi-nihayesini yani hadd ü payanı olmadığını göklerin peyklerin seyyarat-ı zevatü’z-zevaibin teşkil ettikleri avalim-i la-tuhsa ile meşhun bulunduğunu üzerinde bulunduğun arzın bu ecram-ı cesimeye nisbetle zerre mesabesinde olduğunu isbat eden nazariyat-ı riyaziyyeyi fikrinde istihzar et. Sonra da Kepler Kopernik Herşel Zolter Felamaryun’un asarında tesadüf ettiğin şu da’vayı der-hatır eyle: Arz fezada şemsin etrafında müteharrik kevakib-i seyyareden biridir ki saniyede otuz buçuk kilometre mesafe kat’ eder şeklen kürevi olup kutru kırk bin kilometredir. Küre-i arz hacimleri ondan daha büyük olup hepsi de şemsin etrafında hareket etmekte olan diğer bir takım seyyarattan biridir arzdan bir milyon dört yüz bin kere büyük olan şemsin arza olan mesafesi milyon fersaha baliğ olmakta hacminin müdhiş cesametiyle beraber aynı suretle fezada seyir ve seyahat eden diğer şemslerin hiç birine yaklaşmamaktadır. Şümusun azamet-i ecsamı hakkında umumi bir fikir edinmek için bunlardan küremize en yakın olanın ziyasının bize ancak üç dört senede vasıl olabildiğini öğrenmek kafidir. Fil-hakıka küre-i arzdan bir milyon dört yüz bin defa daha cesim olan şemsin ziyası bize dört sene yani dakıkada vasıl olabilirse nurunu bize yirmi iki senede isal edebilen “Şi’ra” yıldızının hacmi ne olmak lazım gelir? Bunu da bir tarafa bırakalım yeniden yeniye keşfedilmiş bir takım ecram var ki ilm-i hey’et bunların ziyaları an-ı tekevvünlerinden bugüne kadar yani milyonlarca senelerden beri a’mak-ı fezayı yarıp gelmekte olduğu halde henüz bize vasıl olamamış olduğunu iddi’a ediyor. Bunların derece-i azamet ve cesametlerini şöyle bir tahayyül insanın kalbini müz’ic bir hiss-i dehşet ve mehabetle çarptıracak akıl ve muhakemesini vakf-ı hayret bırakacak bir mahiyette değil mi? Avalim-i ulviyyeye nisbetle hal böyle. Şimdi bir de cemadat nebatat hayvanattan müteşekkil ekalim-i tabiata geçerseniz bunların tedkık-i serairine kalkışırsanız önünüze açılacak saha-i hikem ve bedayi’ daha az hayret ve dehşetle Acaib-i nebatata ufak bir mikyas olmak üzere parmaklarımızın arasında hemen hemen mevcudiyetini hissedemeyeceğimiz bir tohumu misal ittihaz edelim. Görüyoruz ki bu derece naçiz bir vücud toprağa atıldıktan birkaç sene sonra kalın bir gövdesiyle birkaç metre mesafeye uzanmış dal budağıyla nev’ine mahsus tu’m u levni haiz meyve ve yaprağıyla uzun mesafelerden şammeyi ta’tir eder rayihasıyla bir devha-i mualla şeklini alıyor. Buradan hayvanat iklimine geçelim. Tasvir-i acaibine mücelledat kafi gelmeyecek derece muhtelif hacim ve suretleri şekil ve tabiatleri hassa ve garizeleriyle o alemi teşkil eden mevcudatı hatırlarımızdan geçirmekle beraber bir de bütün bu suver-i bedianın maye-i teşekkülü olan maddenin bizce mahiyeti kat’iyyen mechul bulunduğunu düşünelim hiç şübhe yok ki azamet-i kainatın bu tecelliyat-ı mehibesi karşısında bütün mevcudiyetimizin zaaf ve aczden ibaret olduğunu; tabiatımızın ne derece vehn-alud şahsımızın ne kadar naçiz olduğunu vücudumuzun her zerresi duyup anlayacak kalplerimiz şu vücud-ı müdhişi ibda’ etmiş olan kuvve-i azmı önünde sevk-i fıtratla secde edecektir. Ve işte o zaman esrar-ı kevne nüfuzumuz ziyadeleştikçe cehlimizi zaafımızı ve bir dest-gire ihtiyacımızı ihsas ve takdirimiz ziyadeleşecektir. Sonra bir de günün kevnin eczasına bakarak onun mütemadi surette mahv ü teceddüde teferruk ve tecemmua mahkum olduğunu görür hayatın nebattan hayvana ve o miyanda insana sereyanını te’min eden hareket-i tabiiyyeye peyda-yı vukuf edersek kendi kendimize bu hayattan nasibimizin ne olduğu bu seri’u’l-üful cismin mahv ü indirasından sonra masiri neresi olacağı sualini irada mecbur oluruz. Bu mechuliyet-i ferda muvacehesinde avatıf-ı nefsiyyenin en rakık ve en müessiri olan muhabbet-i hayat bizi gördüğümüz bildiğimiz şeylerin ta samimine nüfuz ile bizimle nuhbe-i ruhumuzun aramızda hail teşkil eden perdeyi yırtarak ya aradığımızı bularak mes’ud ve be-kam bir halde yaşamayı ya buna muvaffak olarak hevl ü dehşetini tasvire muktedir olamadığım an-ı firak-ı hayat hulul edinceye kadar endişeler tehassürler guna-gun ıztırablar içinde hayat-güzar olmak şıklarından birinin tahakkukunu görmeye saik olur. Hülasa görülüyor ki insan ne halde bulunursa bulunsun fikir ve vicdanını an’anat ve i’tikadat-ı mevruse te’siratından tecrid ettikten yaşadığı muhite mensub olduğu mezhebe karşı olan revabıt-ı hissiyeyi zihninden sildikten sonra bir alem-i kevni bir de nefsini nazar-ı im’an ve fikreti önüne getirirse bir sevk-i tabii ile halikının azamet ve kibriyası önünde secdelere kapanmak hususunda meslubü’l-ihtiyar kalır onun künh ü mahiyetini fikir ve hayaline sığdıramaması bu meyelan-ı fıtriye mani’ olamaz. Hakim tarafından hatem-i kudretle mühürlenen din-i fıtri budur. Fıtraten böyle bir feyz-i kudsiye malik olduğunun neticesidir ki insan avalim-i kevnin tam merkezini teşkil etmiş kemalat-ı suveriyye ve ma’neviyye hil’atleri onun kamet-i Bu şekl-i tabiisine göre din temayülat-ı nefsiyyenin yegane hedef ve gayesi olduğu için onun zeval bulması bütün bütün ortadan kalkması bir vechile mutasavver değildir. Bu hakıkati Garb’ın hak-bin olan ulema ve hükeması da anlamış hatta Avrupa felsefesinin rükn-i rekini olan “Ernest Renan” Tarih-i Edyan kitabında bu babdaki hissiyatını şu tarzda tasvir etmiştir: “Olabilir ki her sevdiğimiz hayatın sermaye-i lezzet ve naimi addettiğimiz her şey zeval bulur; olabilir ki akli ilmi sınai kuvvetlerin hürriyet-i isti’mali sektedar olur. Bunlar hep mümkinatdır. Alemde muhal olan bir şey vardır: Fikr-i tedeyyünün külliyyen mahv ü mün’adim olması. Hayır hayır. Din ebedü’l-abad payidar olacak ve o fikr-i insaniyi hayat-ı tiniyye gibi dar bir sahada sıkışık ve mahsur bir halde bulundurmak isteyen mezheb-i maddinin butlanına en beliğ bir burhan teşkil edecektir.” Ogüst sebatiyede “ Felsefe-i Edyan ” nam eserinde şu yolda bast-ı mütalaat etmektedir: “Ben neden dindarım? Hiçbir zaman ağzımdan bu sual çıkmaz ki bir ilham-ı kalbinin taht-ı te’sirinde olarak şu cevabı vermeyeyim: Ben dindarım ve böyle olmamak elimden gelmez. Çünkü dindarlık levazım-ı zatiyyemden bir lazım-ı ma’nevidir. “Bana bunun telakkiyat-ı irsiyyenin yahud terbiyenin bu da değilse mizacın cümle-i te’siratından olduğunu söylüyorlar. Onları te’min ederim ki aynı i’tirazı nefsime karşı ben kendim çok kereler dermiyan ettim. Fakat bu gibi i’tirazat ve ta’lilatın mes’eleyi halletmeksizin muallak bir halde bırakmaktan başka bir faide ve te’siri olmadı. “Maamafih ben hayat-ı şahsiyyemde hissetmekte olduğum mevcudiyetini daha metin ve daha esaslı bir surette hissediyorum. Fikr-i diyanete sarılmak hususunda o da benden daha aşağı değil.” Hakim-i müşarun-ileyh lüzum-ı diyanet hakkında daha bir takım delail ve efkar serd ettikten sonra sözüne şu netice Zaman geçmekle fikr-i tedeyyünün menbaı kurumak şöyle dursun bilakis görüyoruz ki o efkar-ı felsefiyye ve tecarib-i elime-i hayatiyyeden mütevellid avamilin taht-ı te’sirinde gittikçe derinleşip genişlenmededir.” biyasına vahiy ve telkın etmiş olduğu bir kanun-ı muazzamın Ferid Vecdi Yakub Han Kaşgar şehrinde cüz’i bir müddet ikameti esnasında kal’aların ta’miri asakirinin tezyid ve tanzimi ile iştigal eylemekte iken Hoten Hükümdarı Habibullah Han Hokand Hükümdarı Hüdayar Han’ın himayesine girmek için me’muriyet-i mahsusa ile mahdumu İbrahim Han’ı gönderiyordu. Hoten şehrinden Hokand’a gitmek için mutlaka yol üzerinde bulunan Kaşgar şehrine uğramak mecburiyeti vardı. İbrahim Han Kaşgar şehrine yaklaşınca Yakub Han tarafından da’vet olunarak huzuruna kabul olundu. Yakub Han iltifat ve riayette bulunarak bir çok da hedaya ihsan ederek nereye gitmekte olduğunu sordu. İbrahim Han ise muma-ileyhden gördüğü lütuf ve ihsandan mahcub olmağla keyfiyyet-i me’muriyetini gizlemeyip anlattı. Himaye işinin geriye kalması İbrahim Han’ın iğfaliyle hasıl olacağı gibi Hoten şehrinin de bu vasıta ile zabt olunacağını Yakub Han anlayarak Hokand şehrinde ihtilal olduğunu hatta ümera ve zabitan-ı askeriyyeden bir haylisinin Kaşgar şehrine firar ve iltica eylediğini binaenaleyh beyhude yere Hokand şehrine kadar zahmetin bir faidesi olmayacağını beyandan sonra pederleri Habibullah Han’a karşı gıyaben muhabbeti olduğunu söyleyerek her iki hükumetin hal ve maslahat görüp bu hususu pederine arz edeceğini hükumeteynin ittifakına çalışacağını beyan etmesi üzerine müşarun-ileyhin bir kat daha nail-i ihsanı olarak geriye döndü. Muma-ileyh Hoten şehrine avdetinin sebebini pederine arz etti: Yakub Han’ın ittifak arzusunda bulunduğunu dünyada bundan başka haluk ve mültefit bir adam daha olmayıp kendisine pek çok hürmet ettiğini ve hemen ittifak edilmesi lüzumunu ileri sürdü. Habibullah Han ise gün görmüş ve pek çok tecrübesi sebk etmiş akıbet-endiş bir zat olduğundan maksadı derhal anladı. “Oğlum Yakub Han seni etmektir” diyerek derhal tedarikli bulunmayı lazım gelenlere emreyledi. Çok zaman geçmeden Yakub Han askerle Hoten şehrine on beş saat kadar yaklaşıp münasib bir mahalde Yarkend şehrine vali ta’yin olunan “Molla Yunus”a emretti. Kendisi de askeriyle sür’atli bir hareket icra edip şehrin üç saat mesafesine kadar sokuldu. Maiyyetindeki askerden kadarını alıkoyup geri kalanını da etrafa gizledi. Bundan sonra bir bendesini sefaretle Hoten şehrine gönderdi. Bu zat Hoten Hakimi “Habibullah Han”ın huzuruna kabul olununca dedi ki: –Yakub Han oğlunuz kemal-i hürmet ve ta’zim ile selam eder. Kendileri çoktan beri canib-i Hicaz’a azimet niyetinde duhul ve fukara-yı ahaliyi paymal-i huyul edeceği mülahazasıyla bu emeline nail olamadıklarından İmam Caferu’s-Sadık hazretlerini ziyaret ve bu kadarcık olsun ifa-yı vecibe-i diyanet için iki yüz kişiden ibaret ma’iyyet-i kalilesiyle Hoten’den geçerek türbe-i mübarekeye azimetlerine müsaade buyurulmasını niyaz ve istirham ediyorlar. Bu babda lütf-i ferman-ı hükümdarilerine muntazırdırlar.” Habibullah Han bir hayli düşündükten sonra teklifi kabul etmemek istemiş ise de mahdumu İbrahim Han’ın emniyetsizlik doğru olmadığını Yakub Han’ın bundan dilgir olup ahz-ı intikama mecbur olacağını beyan etmesi üzerine muvafakat etti. Şu kadar ki tahkık-i ahval için Hoten şehrine gelen sefirle beraber oğlu İbrahim Han’ı da Yakub Han’ın nezdine gönderdi. Yakub Han muma-ileyhi fevkalade bir hürmetle istikbal ederek yine bir çok hediyeler takdim ve güzel güzel sözlerle iğfal eyledi. İbrahim Han avdetinde pederi Habibullah Han’a müşarun-ileyhin ifadat ve te’minatını serd etti ve maiyyetinde üç yüz kişiden ziyade adam bulunmadığını da beyan eyledi. Bunun üzerine Habibullah Han “Öyle ise o bize gelmezden evvel biz onun yanına gidelim ve gösterdiği muhabbete mukabil kendisini evladlığa kabul edelim” dedi. Mahdumları ve bendeganı ile Yakub Han’ın bulunduğu mahalle azimet etti. Yakub Han müşarun-ileyhi kemal-i hürmet ve riayetle istikbal eyledi. Habibullah Han’ın otuz otuz beş kişiden ibaret olan bendeganı da ayrı ayrı birer çadıra misafir edilmelerini emretti. Plan tamamıyla hazırlandıktan sonra bağteten üzerlerine hücum olunarak bendeganının kaffesi i’dam olundu. edildi. Habibullah Han’ın ise ellerini ayaklarını bağladıktan maada ağzını da tıkadılar. Yakub Han Habibullah Han’a “Mührün nerede ise hemen şimdi haber ver yoksa telef ettiririm” yollu tehdidde bulundu. Bunun üzerine müşarun-ileyh üzerindeki mührünü çıkarıp teslim eyledi. Yakub Han bir emirname yazdırdı. Habibullah Han’ın mührüyle temhir ve derhal Hoten vükelasına gönderdi ki meali şu yolda idi: “Burada istirahatim ber-kemaldir. Hoten üzerine bir Çin ordusunun gelmekte olduğu hakkında Yakub Han casusları vasıtasıyla almış olduğu bir haberi bana tebliğ eyledi. Emrim böyledir ki askerin nısfı serian Cava şehri tarafına azimet ve akılane hareketle Çin ordusuna mukabelede bulunarak keyfiyeti tarafıma iş’ar eylesin.” Yakub Han Habibullah Han ile mahdumlarını bir arabaya bindirip hapse atılmak için Yarkend şehrine gönderdikten sonra Hoten şehrinin on beş saat mesafesinde bırakmış olduğu asakirine sür’at-i mümkine ile gelmeleri için emir gönderdi. Kendisi de altmış kişi ile Hoten şehrine gitti. Hoten şehrinde Habibullah Han’ın vükela ve vüzerası Yakub Han’ın istikbaline çıktı. Yakub Han onlara: “Pederim hazretleri ikametgahımda istirahat ediyorlar. Şehri gezmeye müsaade ettiler” dedi. Bunun üzerine resm-i hoşamediyi tarafına gönderilen asakirden maada şehirde kalan askeri gösterdiler. Müşarun-ileyh askerin intizamını tahsin eyledi. Fenalarını tefrik ile yerlerine iyisini vermek üzere mevcud eslihayı bir mahalle yığdırıp kendi adamlarının taht-ı muhafazasına tevdi’ eyledi. Bundan sonra Hoten vükelasını huzuruna celb edip “Pederim askerimle geliyor. Ahaliye dizilsin” diye bir emir verdi. Ahali ile vükela ise cümleten iki hükümdarın ittihad ve ittifak etmesinden dolayı fevkalade memnun olmuşlardı. Yakub Han’ın kişilik fırkası aldıkları ta’limat üzerine yerlerinden hareketle tabur tabur şehirden içeriye girmeye başladı. İki üç yüz kişiden ibaret zannolunan Yakub Han’ın askeri böyle binlerce zuhur etmesinden dolayı herkes şübhelendi. Giren askerlere Habibullah Han sual olundu ise de “Arkadadır şimdi gelirler” cevabından başka bir şey öğrenemediler. Nihayet Hotenliler “Hükümdarımız ne için gelmedi?” diye sormaları üzerine Yakub Han: “Vefat eyledi bana bey’at edeceksiniz” cevabını verince “Hükümdarımızı muharebede Kaşgarlılar ezilip kuvvetten düşmüş ve bütün bütün mahvolmalarına az bir şey kalmış iken ertesi gün on beş saatlik ilerideki kişilik kuvvet yetişmekle muharebe yeniden alevlenip fasılasız olarak üç gün üç gece devam eyledi. Hotenliler kılınç sopa bıçak kasatura gibi şeylerle ötekinin berikinin elinde kalan tüfenkler ile müsellah ve muntazam askere karşı galebe mümkün olamayacağından sına döndüğünü gördükten sonra Yakub Han’a arz-ı itaat ettiler. Kaşgarlılar bu muharebede gadr u i’tisafda pek ileriye vardılar. Hoten şehrine hemen Niyazi Bey vali nasb olundu. Maiyyetine de kadar asker verildi. Kaşgar şehrine ise “Merbaba” namındaki zatı vali ta’yin etti. Yakub Han Hoten şehrinden Kaşgar şehrine gelirken Yarkend şehrine uğradı. Habibullah Han ile oğullarının firar ve Hoten’de ihtilal çıkarmaları melhuz olduğundan henüz esas-ı hükumeti tahkim etmediğinden bir gailenin zuhuru bina-yı saltanatının inhidamını ve bu kadar nüfus telefiyle zabt olunmuş yerlerin de elden gittikten maada yeniden bir çok kimsenin daha katlini mucib olacağı fikriyle bunların itlafını Molla Yunus’a emretti. O da emri icra etti. Habibullah Han ile oğullarının mezarı Yarkend şehrindedir. FARMASONLAR VE ZAT-I BARI Evvela Farmasonluğun Farmasonlarca nasıl anlaşıldığına atf-ı nazar edelim. Bir müverrih olduğu gibi bir Farmason olan Henry Martyn Farmasonluk hakkında ber-vech-i ati idare-i kelam etmişti: “Farmasonluk bir cem’iyet-i muvahhidedir. Her hangi dine tabi’ efradı kabul etmektedir ki hepsi hürriyet-i diniyye mebdeini kabul etsin. Cem’iyetin maksadı alem-i insaniyyetin hayrı ve bütün dünyanın terakkısidir. Farmasonlar bu maksadın tahakkuku için çalışan zevattır. Farmasonluk proğramından ‘kainatın mühendis-i a’zamını’ ihrac etmek bizzat Farmasonluğu yıkmaktır” Fakat Henry Martyn’in bu sözleri farmasonları pek kızdırmış Henry Brison Paris locasında onun aleyhinde “Kainatın mühendis-i a’zamını tanımak Farmasonluğun birinci nasibi olacak olursa hürriyet-i vicdaniyye hürriyet-i fikriyye teessüs edemeyecek demektir” cevabını vermişti. Ve bu cevap Tan gazetesinin senesinin Kanunievvel nüshasında intişar etmiştir. Diğer “Farmasonluğun bu gibi nususu olduktan sonra bir mezheb-i dini olacağı aşikardır. Halbuki Farmasonluğun bu gibi nususu yoktur. Bunu senesinde toplanan Farmason Cem’iyet-i Umumiyyesi’nin raporlarından iktibas ettiğimiz satırlar da isbat eder.” Rapor diyor ki: “Farmasonluk esaret-i diniyyeden hayalat-ı ‘vahy’den faraziyat-ı tasavvufiyyeden kurtulmuş bir müessesedir.” Faraziyat-ı tasavvufiyyeden maksad Zat-ı ecell ü a’la olduğu yine Farmasonların mükerreren Cenab-ı vacibü’l-vücud hakkında “Na-kabil-i tahkık bir faraziyedir” demeleriyle sabittir. Görülüyor ki senesinde Farmasonluğun Cem’iyet-i Umumiyyesi sade edyan-ı münzeleye imanı değil Vacibü’l-vücud’a Farmasonlar muharreratlarını “Kainatın mühendis-i a’zamı” namıyla yazmakta idilerse de bu Grand Orient’da mevcudiyet-i ilahiyyeyi ima edecek her türlü eşkal-i resmiyyenin riyetince şekl-i mezkurun muhafazası taht-ı karara alınmıştı. Bunun ne derece müraiyane olduğu yukarıdaki izahattan anlaşılmıştır. Maamafih bu şeklin muhafazası mes’elesi de pek çok kıl ü kali da’vet etmiştir. Mesela Mond Masonik gazetesi senesine aid mecmuasının’inci sahifesinde Teşrinisani’de akd olunan ictima’da locaların murahhaslarından müteşekkil merkezi loca atideki kararı i’lan eylemiştir: “Farmasonluk mevcudiyet-i ilahiyyeyi te’kid etmekle mükellef değildir.” demişti. Bunun üzerine mes’ele tekrar Grand Orient’da Ceneral Milenit’in riyaseti altında büyük bir ictimada Mond Masonik gazetesinin beyanına göre münakaşa edilmiştir. Mezkur gazete diyor ki: “Farmasonluğun uluhiyet-perest olduklarını iddia ediyorlar. Bakalım Masonlar bunu kabul edecekler mi? Makasıd-ı cihangiranelerini Mes’ele bununla kalmadı. Farmasonların Cem’iyet-i Umumiyyesi’nde “Kainatın mühendis-i a’zamı” terkibinin muharreratın başına vaz’ edilmesine muhalif olanlar Farmasonluğun behemehal “Allah” lafzını ta’rif etmesini yahud ondan kat’iyyen bahsetmemesini taleb etmiş Farmasonluğun “Allah” lafzını isti’mal yahud ona ima etmekle dini bir ma’bede tahavvül edeceğini beyan eylemişlerdi. Buna rağmen ekseriyet yine o serlevhanın kalmasına tarafdar olmuştu. Maamafih Farmasonluğun ne olduğunu bilenler için böyle bir serlevhaya ne ihtiyac var? Bakınız “Prodon” hakkında Sir Garison namındaki Farmason nasıl idare-i kelam ediyor: “Asrımızın en büyük mütefekkirlerinden ‘Prodon’ Farmason değil miydi? Evet Farmason’du cümlemiz ona dest-i uhuvveti uzatmış ve bizimle beraber çalış demiştik” Bunların hepsi doğru. Prodon Farmasonlar tarafından büyük bir hahiş ile istikbal olunmuştu. Çünkü Prodon “Allah bütün fenalıkların aslıdır” küfrünü söyleyen Cenab-ı Hakk’a ne ile medyunuz? sualine “Harb ile” cevabını vermeye mecburuz. Tabii Farmasonluk böyle bir adama dest-i uhuvveti uzatır ve onunla teşrik-i mesai eder! Hele Liyej localarında “Allah’a buğz ve nefret!” “Allah’a harb!” diye bağıran gençler Farmasonluğun en güzide ve en muhterem ricalidir! Görülüyor ki “Kainatın mühendis-i a’zamı” namı altında farmasonlar edyanı imanı i’tikadatı imha ve istisal etmek “Allah lafzı hiçbir ma’nayı ifade etmeyen bir kelimedir” “Biz sade edyanın fevkinde değil Cenab-ı Hakk’a aid her hangi imanın dahi fevkindeyiz” “Ancak delilerdir ki Cenab-ı Hak hakkında konuşur ve bu gibi hülyalarla vakit geçirirler” Masonların ve Masonluğun bu i’tirafat-ı ilhadından sonra yukarıda irad ettiğimiz suale verdiğimiz cevab-ı menfiyi bizimle beraber aklı başında her sahib-i dinin tekrar edeceği pek tabiidir. Farmasonlar ve Ebediyet-i Ruh Bir Farmason gazetesi diyor ki: “Ruhun ebediyetini kim te’kid edebilir? Asırlardan beri ebediyet-i ruhu isbata çalışanlardan hiçbiri muvaffak olmamıştır ve muvaffak olmayacaktır. Çünkü ruh bizzat kendini halk etmiştir.” Sonra Mond Masonik gazetesi de “Ebediyet-i ruh fikri hürriyet-i vicdana bir tecavüzdür” diyor. Belçika’nın Grand Orient’ı senesinde Farmasonluğun bütün nusus-ı diniyye ve felsefiyyeden kurtarıldığını ve ısdar ettiği beyannamelerde ruh ve Allah hakkında söz geçerse bunun sırf an’ane-i nizamiyyeye riayetten ileri geldiğini ve hiçbir vakit i’tikada istinad etmediğini beyan ve i’lan eylemişti. Farmasonlarca “Ancak mecnunlar cahiller ve aklen zaif olanlar Allah’a ve ebediyet-i ruha i’tikad ederler.” Harp bitti mütareke oldu; sulha doğru adım atıyoruz. Her memlekette sulh hazırlığı yapılıyor. Her millet her unsur kendi hakk-ı hayatını isbat için elinden geleni yapmaktadır. Mazlumlar mağdurlar zarar ve ziyana uğrayanlar hep haklarını elde etmek için çalışıyorlar. Bu hususda kitaplar risaleler dosyalar vesikalar hazırlanmaktadır. Ez-cümle işitiyoruz ki diyar-ı ecnebiyyede Avrupa ve Amerika’da bulunan Ermeniler mağduriyetlerine dair yalnız İngilizce olarak dokuz yüz cild kitap vücuda getirmişlerdir. Memleketimizde yaşayan Rum unsuru da aynı fikre hizmet ediyorlar. İ’tilaf mümessilleri payitahtımıza ayak bastıktan sonra onlara hoş görünmek kendilerini tarafdar göstermek için türlü türlü nümayişler yapıldı. Geceli gündüzlü İ’tilaf bayrakları Pera nın der ü duvarlarına asıldı. Venizelos resimleri Yüksek Kaldırım’ın kaldırımları üzerine teşhir edildi. Zito sadaları ayyuka çıkarıldı. Rumca gazeteler Türkün mezalimini saya saya yaza yaza bir türlü biteremediler. Gün geçmedi ki yeni yeni musanna’ hurafeler uydurulmuş rivayat ve hikayat Rumca gazete sütunlarını doldurmuş olmasın. Türkler katil cani zalim gaddar vahşidir diye misaller nümuneler ürcufeler yişlerle Rumlar ve Ermeniler kendilerini mazlum mağdur ve hatta ma’sum mevkiinde göstermek istiyorlar. Bu anasır-ı gayri müslime yeryüzünde bir cinayet bir cürüm hatta bir kabahat işlememiş ve cümlesi ma’sum imişler. Demek ki tekmil kabahat cinayet barbarlık Türklerde ve müslümanlarda Rum meb’usları söylediler ve Meclis-i Meb’usan’ın zabtına da geçti. Yeni kabinelere de i’timad etmediler. Niçin? Çünkü bu kabineler onların fikrine amaline hizmet etmeyeceğini anladılar. Maatteessüf bizim Türkçe gazetelerimizden bazısı da onların ekmeğine yağ sürdü. Fakat zavallı Türkleri bedbaht ve bi-günah müslümanları hiçbir kimse müdafaa etmedi: Halbuki Ermenilere yahud Rumlara zulüm edenler bir fie-i kalileden ibaret olup onların irtikab ettikleri haksızlıklardan ne bütün Türklerin ne de umum müslümanların mes’ul ve lekedar olmaları caiz değildir. Türklerin müslümanların ma’sumiyetlerini bütün bu yaygaralara iftiralara karşı edille ve berahin-i tarihiyye ve mantıkıyye ile isbat etmek ve Türkiye hıristiyanlarının da –mazlum olsalar bile– pek de beriü’z-zimme ve ma’sum olmadıklarını Avrupa ve Amerika efkar-ı umumiyyesine anlatmak limler ileride mütekellim vahde kesilmesinler. Türkler müslüman olmak haysiyetiyle hiçbir an ve zamanda taht-ı tabiiyetlerinde bulunup devlet-i İslamiyeye harac-güzar olan raiyyeye karşı zulüm ve cefa etmemişlerdir. Bu keyfiyet yalnız bizim değil ecnebilerin bile yazdıkları tarihlerle de sabittir. Ermenilere Rumlara bilhassa harb esnasında niçin zulüm edildi? Harbden evvel niçin böyle bir hal vuku’ bulmamıştı? Esbabı ne idi? Acaba bu hususdaki esbab ve avamil layıkıyla tedkık edildi mi? Ermeniler Rumlar hakıkaten ma’summudurlar? Bir kabahat hıyanet işlemediler mi? Hakan-ı mağfur Abdülhamid Han-ı Sani zaman-ı saltanatındaki Ermenilerin teşebbüsatı unutuldu mu? Bu mezalime acaba bütün Türkler mi iştirak etti? Yoksa bir zümre mi? Ermeniler nasıl? Onların çeteleri komiteleri yalnız mıydı? Yahud bütün Ermeniler de mi şirket etmişlerdi? Rumların esbab-ı tehciri ne idi? Hakıkaten bunlar devlete hükumete sadık mı idiler? Ta bidayet-i Meşrutiyet’ten beri Rumlar acaba Megalo rebesi esnasında Rumların vaz’iyeti ne idi? Unutuldu mu? Acaba Rumlar kaç yüz seneden beri Türklere müslümanlara karşı boykotaj i’lan etmişlerdir? Ermeniler komitelerine çetelerine yardım etmezler miydi? Komitecileri memleket-i Osmaniyye dahilinde bu kadar esliha fişenk dinamit bomba ve milyonlarca alat ve edevat-ı ihtilaliyye ve isyaniyyeyi ne ile kimin parasıyla tedarik etmişlerdi? Rum ve Emeni kiliseleri patrikhaneleri cidden birer müessese-i diniyye ve him propaganda merkezinden başka bir şey mi idiler? Rum ve Ermeni efkar-ı umumiyyesi bu şeylerden haberdar değil miydi? Her şeyden evvel ilk önce Ermeniler mi müslümanlara devletin askerine; yoksa müslümanlar mı Ermenilere tecavüz ettiler? Ruslara bizim can düşmanlarımıza Ermeniler maddi ve ma’nevi yardım etmediler mi? Rumlar Edirne Meb’us-ı muhteremi Faik Beyin buyurduğu üzere düşmanlarımızın tahte’l-bahrlerine casusluk ve muavenet etmediler mi? Hasılı Türk ve müslüman yerinde otururken bunlara ilişir miydi? Yoksa bunlar kendi elleriyle harekat-ı hainaneleriyle bu felaketi celb ve da’vet ettiler. tedkık olan şeylerdir. Öyle ceffe’l-kalem Türk zalimdir müslüman barbardır; denilemez. Bir akl-ı selim sahibi sözle ikna’ olunmaz mutlaka vesaik ve hakayık arar. Faraza birkaç sefih bu fenalıkların mürettibi muharriki olsa bile bütün necib asil Türk milletinin yahud milyonlarca müslümanın zi-medhal olmaları lazım gelmez. Bu sözlerle Yunan devlet-i mu’azzamasının bayrağı temevvüc-nüma olmaz. On iki Rum meb’usu Türk hükumeti aleyhine ittifak etse de Türkün hakk-ı beka ve hayatı ayak altına alınamaz. Hıristiyanların umumen selatin-i al-i Osman hazeratının zaman-ı saltanatlarında nail oldukları refah ve saadetin yüzde birine evvelce dest-res olamadıkları tarihen sabittir. Askerlikten her türlü tekalifden azade olarak malları ırz ve namusları daima taht-ı te’minde idi. Bugün Rumların Osmanlı ülkesinde malik oldukları imtiyazata başka memleketlerde yaşayan müslümanlar hiçbir vakit nail olmamışlardır. Tarih-i Osmani’de hizmet-i Devlet-i Osmaniye’de büyük elkab rüteb ve manasıba fevkalade makamata destres olup büyük nüfuz kazanan Rum ve Ermenilere çokça tesadüf olunur. Rumlar içinde prenslik ve krallık derecesine kadar terakkı eden pek çok paşalar vardır. Maliye Hariciye Nafia Ziraat Posta ve Telgraf Nezaretlerine ta’yin olunan nice nice Rum ve Ermeni paşalar var nazırların eline teslim etmiş ve son derece onlara hürmet ve ana kadar iktisab eyledikleri servet ü saman imtiyazat-ı şahsiyye ve mezhebiyye hep Türklerin ve müslümanların sırf ulviyet ve necabetleri sayesinde husule gelmiştir. Bugün müslümanlar içinde yüz binlerce altına malik bir tek adam bulunmazken hıristiyanlar içinde milyonlara malik yüzlerce kimse bulunur. Bugün Ermeni hukuku müdafiliğini der’uhde eden ve Ermenistan Krallığı’na veya cumhuriyeti riyasetine kendisini namzed gösteren Bogos Nubar’ı bu mevkie çıkaran Türkler ve müslümanlardan başkası mıdır? Türkiye’deki gayri müslimler bir hıristiyan hükumeti zir-i Rum meyhaneci çırağının malik olduğu imtiyazata acaba ekabirden bir kimse malik midir? Bu patrikhaneler imtiyazatı hükumet içinde hükumetten başka bir şey midir? Gelelim hükumat-ı İslamiye’nin hıristiyanlara karşı ta’kıb ettikleri siyasetlerin bahsine: Hulefa-yı Raşidin rıdvanullahi aleyhim ecma’in hazeratının zaman-ı hilafetlerinde “ehl-i zimmet”e bahş edilen uhud ve imtiyazat ile haklarında gösterilen nevaziş ve den ve ilahiyat ve tarih-i edyan mütehassısı olan Arnold tarafından ziyadesiyle takdir ve medh ü sena olunmuştur. Bu zat Tarih-i İntişar-ı İslamiyet namındaki kitabında diyor ki: “Hıristiyanlar bidayet-i İslamiyet’te fatih müslümanlarla halifeleri tarafından fevkalade tasvir ve ta’rife sığmaz derecede mazhar-ı i’zaz ve ikram olmuşlardır. Dinlerine mallarına namuslarına dokunulmadığı gibi her nereye gitseler dı. Müslümanlar bunlardan pek az “cizye” vergi alırlardı. Kemal-i serbesti ile icra-yı ayin eyliyorlardı. Dini mezhebi cemaat işlerine müslümanlar karışmazlardı. Denilebilir ki müslümanlar hıristiyanlara babalık etmişler ve dinleri muktezasınca Ehl-i Kitab’ı taht-ı himaye ve sıyanetlerine alarak Resulullah aleyhi’s-salatü vesselamın hıristiyanları hoş tutmak emir ve vesaya-yı şerifelerine harfiyyen itaat ve imtisal eylemişlerdi. Kudüs-i şerif’in fethi esnasında Hazreti Ömerü’l-faruk’un hıristiyanlar hakkında gösterdiği ulüvv-i cenab cidden tarihlere altın kalemlerle nakşedilecek şeylerdendir. Müslümanların bu ulviyetleri necabetleri büyüklükleri ve hüsn-i ahlak ve muameleleri hıristiyanları vicdanen terk-i din ve mezheb etmeye mecbur etmiştir.” Zimmet lügatte ahd eman ve zıman demektir. Ehl-i zimmet de memalik-i İslamiyye’de mutavattın gayri müslimlerden olunması bunların cizye i’tasına mukabil can mal ırz ve namuslarının muhafazası İslamlar tarafından fariza-i zimmet addedilmesi sebebiyledir. Ekseriyetle hıristiyan ve Musevilerden teşekkül eden bu gayri müslimler Kur’an-ı Kerim’de “Ehl-i Kitab” ta’biri ile ta’rif edilmiştir ki Tevrat ve İncil erbabı demektir. Kur’an -ı azimü’ş-şan’da Ehl-i Kitab hakkında medh ü senalar varid olmuş iyilik ile muamele edilmeleri tavsiye edilmiştir. Ehl-i zimmet ve bilhassa Mısır Kıbtilerine hüsn-i muamele gösterilmesi lüzumuna dair bir çok ehadis-i şerife mevcuddur. “Mısır’ı feth ettiğinizde Kıbtilere hüsn-i muamelede bulununuz; çünkü onlar ahd ü rahm sahibidirler” müfadı bir hadis-i şerifdir. Buradaki rahmden murad Ebu’l-arab Hazret-i “Ehl-i zimmete hüsn-i muamele ediniz İslamlara neseb ve musaheretleri vardır” sözleri dahi akval-i nebeviyyedendir. Hulefa-yı Raşidin hazeratı fütuhat icrası için ordular i’zam ettikçe gayri müslimlere bilhassa hıristiyanlar ile rahiblerine hüsn-i muamele ve iyilikte bulunulmasını kumandanlarına tavsiye eylerlerdi. Şehir ahalisi hulefa-yı müşarun-ileyhimin ve kumandanlarının yanlarına gelerek sulh teklif ederler ise teklifleri kabul olunur mikdar-ı nüfuslarına göre ta’yin olunan vergiye mukabil himaye ve sıyanetleri der’uhde edilirdi. Verginin yani cizyenin mikdarı ile nev’i ahvalin ihtilafı ve Ehl-i Kitab ile İslamlar arasında vuku’ bulan ittifak ve teraziye göre muhtelif bulunurdu. Her sulhun memleketin cümlesinde ehl-i zimmetin himaye ve sıyaneti aleyhlerine vuku’ bulacak taarruzun def’ ve izalesi şartı İslamlara tahmil olunurdu. Şayed ehl-i zimmet cizyeyi i’tadan imtina’ ederler ise hal arız olur ise ehl-i zimmetin cizye i’tasından imtina’ etmeleri de caiz görülürdü. Hazret-i Resul aleyhi’s-selamın hicretin dokuzuncu senesinde vuku’ bulan Tebuk Muharebesi esnasında Akabe’de Eyle emirine ve Ezrec ahalisine verdiği ahidnameler gibi fütuhat-ı İslamiyye tarihinde cizyeye mukabil İslamlar tarafından himayelerini ve teshil-i muamelelerini mutazammın ehl-i zimmete yazılmış bir çok ahidnameler mevcuddur. Şam Mısır Irak ve Fars kıt’alarında vuku’ bulan fütuhat esnasında İslam kumandanları da Hazret-i Peygamber efendimizin da ahidnameler vermişlerdir. Halid bin el-Velid tarafından Şam ahalisine hitaben yazılan ahidname bu cümledendir. Ebu Ubeyde tarafından Baalbek ahalisine hitaben yazılan ahidname dahi o yolda idi. Amr bin el-As Sa’d bin Ebi Vakkas ve saire gibi diğer Endülüs ve sairede verilen ahidnameler dahi hep bu mealde arz-ı itaat etmeleriyle meşrut idi. Rum kayserlerine haracgüzar olan Şam ve Filistin hıristiyanları fütuhat-ı İslamiyyeden sonra ancak eski metbu’larının mezalim-i guna-gunundan tahlis-i giriban ederek rahat bir nefes alabilmişlerdi. Hulefa-yı Beni Ümeyye zamanında hıristiyanlar medeniyet-i Beytülmalden pek çok maaşat ve ataya alırlardı. Abbasiler devrinde hıristiyanlar daha ziyade nail-i iltifat olarak din ve mezheb tefrik etmeksizin onları bi-hesab emval ve atayaya müstağrak etmekle beraber haklarında mükrimane ve hatır-nüvazane muamele icrasında müslümanlar kusur etmemişler idi. cusi bulunan mütercimler hekimler eczacılar müneccimler fikr-i i’tidal ve hürriyet-i mezhebiyyeye en güzel bir numune ve her asrın rical-i hükumeti için en parlak bir hüsn-i misal teşkil etmeye serra bir surette rıfk ve ikram ve nevaziş ile muamele olunurdu. Corcis bin Bahtişu’ Selmuye bin Sinan İsrail bin et-Tayfuri gibi etibba ile kehhal Cebrail ve Huneyn Sabit bin Kara Sinan bin Sabit Ebu İshak İbrahim-i Sabii gibi fudela-yı nasraniyye hulefa-yı Abbasiyye’nin ikramlarına kesb-i istihkak etmişlerdi. Ebu İshak’ın vefatı üzerine Bağdad nakıbü’l-eşrafı fühul-i şuara-yı Kureyş’den Şerif Radi kendisi için: Matla’lı kasidesiyle mersiye-han olmuş ve İslamiyet’te makam-ı bülend-şürfetini her hangi din ve mezhebden olur memişti. Hıristiyanlar içinde “Sultanü’l-hükema” “Eminü’d-Devle” gibi lakablar dahi ihraz edenler olmuştur. Mevki’-i vezarete suud eden hıristiyanlar pek çoktur. Bunlar hep gösteriyor ki Hıristiyanlığın müslümanlığa şiddetle olduğu kadar hiçbir zaman Müslümanlık Nasraniyet’e bu’z ve adavet etmemiştir. Müslümanlar hıristiyanlara fenalık etmekten dinen memnu’durlar. Anadolu’da yaşayan Rumlarla Ermeniler bunca seneden beri müslümanlarla bir arada yaşadıkları halde İslamlardan hangi fenalığı görmüşlerdir? Mevsukan bildiğimize göre –istatistik mucebince– eğer Ermenilerden birkaç bin nüfus telef olmuş ise Ermeniler müslümanlardan sekiz yüz bin nefs-i zükur ve inas ve etfal olarak katl ve imha etmişlerdir. Bu hakayık ve dekayıkı tedvin ve Avrupa ve Amerika mütefekkirininin sem’-i ıttılaına isal etmek ulema ve fudela-yı biz bu babdaki ma’lumat-ı acizanemizi bu ceride-i İslamiyye S sin . M. T te . Bulgarların Trakya’daki Türk nüfusunu imha maksadıyla öteden beri ta’kıb ettikleri siyaset-i hunharaneyi terk etmediklerini vekayii de kaydetmiş idik. Ahiran yine müellim haberler aldık. Kardeşlerimizin redaet ve şenaatini senelerce tecrübe ederek anladığımız o gaddar idare altında çektikleri azabı kalplerimiz sızlayarak düşünüyoruz. Tali’siz memleket; ne müdhiş mezalime sahne oldu. Bedbaht halk! Ne müellim ve canhıraş hadisat içinde yuvarlandı. Tamam altı seneden beri bu memleketten bir gün bile bir kara haber işitilmeden geçmedi. Her gün bir veya birkaç tane kardeşimiz kanlı bıçaklar altında can verdi. El-an kulaklarımız her gün oradan gelen acı haberlerle dolu kalplerimiz elem-naktir. İşte bugün yine Gümülcine’den Bulgarlık namına birkaç hizmetkar ve çobandan maada hiç bir mevcudiyet tanımayan bu Türk memleketinden yine öyle feci’ haberler aldık. Bulgar hükumeti müslümanlara taarruz için hiçbir vesile bulamadığı veya bulmak için yorulmak istemediği zaman Trakya’da “Bir silah taharrisi” meşgalesi ihdas eder. Bu vesile den bir çok kıymetdar eşya gah aleni gah hafi aşırılır. Cebinde birkaç lirası bulunanlar bazen ölümden tahlis-i giriban edebilirler. O birkaç liraya sahib olamayan biçarelere ise ya ölüm haline gelinceye kadar darb veya katl ve ifna mukadderdir. Trakya’da senede birkaç defa vaki’ olan bu silah taharrisi bahanesi ile ika’ edilen cinayat imha edilen insanların adedi büyük bir yekune baliğdir. Bu babda bir fikr-i mahsus verebilmek için Trakya’nın yalnız iki köyünde öldürülen müslümanları zikretmekliğimizin kafi olacağı zannındayız: Mesela Darıdere kazasının Şahin karyesinden seksen ve Ahiçelebi kazasının Yunusdere karyesinden yirmi dokuz kişi böyle [silah] taharrilerinde öldürülmüştür. Fazla sütun işgal etmemek için Şahin karyesi kurbanlarının esamisini derc etmekten sarf-ı nazar ve bunları da yazdıklarımıza hiç kimsenin şübhesi kalmamak için derc ediyoruz. İsteyen her hangi bi-taraf bir insan bu esamiyi tahkık edebilir. Yalnız iki köyde öldürülen insanların adedinden Trakya’da altı seneden beri Türk nüfusunun ne büyük zıya’lara ma’ruz kalmış; ne feci’ vekayi’ ile karşılaşmış olduğu tezahür eder. İşte bu kabilden olmak üzere ahiren Bulgarlar ber-mu’tad yine kuvve-i askeriyyeleri ile Gümülcine’nin Salmanlı karyesi ile Mürselim ve Çelibaş köylerini sararlar. Köylülerde silah değil küçük bir bıçak bile kalmamış olduğu Bunu Bulgarlar da bilirler. Fakat işkence etmiş olmak için taleb edilen silahı veremeyen ahali darb ve tazyik edilir. Salmanlı karyesinden Hasan Ağa oğlu Mustafa Ağa da halkın gözleri önünde şehid edilir. Mürselim köyü eşrafından Halil Ağa’nın mahdumu da askerler tarafından öldürülmek üzere bir Martin satın alıp Bulgar askerlerine teslim ve bu suretle ölümden tahlis-i nefs eder. Çelibaş köyü eşrafından Hacı Salih oğlu Hüseyin’e ise askeri çavuşu “Köydeki evlerini bana verirsen seni öldürmem” demiş. Zavallı da hayatını kurtarabilmek için evlerini terk ederek çavuşa teslim eylemiştir. etmek istediğimiz vaz’iyette yaşamakta ve guna gun mezalim altında ezilmektedirler. Fakat bir çok mes’elelerde olduğu gibi bunda da Bulgarlar zulmün bir milleti mahv ü ifna edemeyeceği hakıkatini kafalarına çarptıktan sonra anlayacaklardır. Çünkü altı seneden beri tatbik ettikleri mel’un siyasetten elde ettikleri netice Trakya’da Türk nüfusunu yüzde doksan beşten seksen beşe tenzil eylemekten ibaret kalmıştır. Binaenaleyh biz Wilson Prensipleri’nden yine çok yüksek bir kuvvetle istifade etmek hakkını haiz bulunmaktayız. Bu i’tibar ile Bulgarların mezalimi insan kanı akıtmaktan başka bir netice vermemiş ve bilakis Bulgarlar aleyhinde her yerde ve her tarafda la-yezal bir nefret ve adavet tahrik etmiştir. BISMILLAHIRRAHMANIRRAHIM “Birbirinize girmeyiniz sonra hüsrana düşersiniz devletiniz de elinizden gider…” Sen! Ben! desin efrad aradan vahdeti kaldır; Milletler için işte kıyamet o zamandır. Mazilere in mahşer-i edvarı bütün gez: Kanun-i İlahi göreceksin ki değişmez. “Tarih” deyip eştiğimiz eski harabe Saklar sayısız lahd ile yüzlerce kitabe. Taşlar ki biner parçadır üstünde zeminin Ma’na-yı perişanı birer nakş-ı cebinin! Telfik ediverdinse tutup önce elinle Bir dur da şu elfaz-ı perakendeyi dinle: “Her hufre bir ümmet şu mezarlar bütün akvam; Encama bu ahengi veren aynı serencam!” Ey zair-i avare! İşittin mi? Demek ki: Birmiş bütün ümmetlerin esbab-ı helaki. Lakin bilemem doğru mudur eylemek işhad Tarihi de hilkatteki kanunu da? Heyhat! Bir nesle ki eyyamı asırlarca vekayi’ Etmek ne demek vaktini tarih ile zayi’? Boştur bugün “ibret” diye maziyi tecessüs; Ayat-ı İlahi dolu afak ile enfüs. _____________ Bunlarda tecelli eden esrara bakanlar Milletler için ruh-ı beka nerdedir anlar. Bilmem neye bel bağlayarak hayr umuyorduk Bizler ki o ayata bütün göz yumuyorduk? Dünyada nasihat mi bizim halka müessir? Binlerce musibet… Yine haib yine hasir! Ey millet-i merhume! Güneş battı... Uyansan… Hala mı hükumetleri devletleri sarsan Seylabelerin sesleri afakın enini A’sara süren uykun için gelmede ninni? Efradı hemen milyar olur bir yığın akvam Te’min-i beka namına etmektedir ikdam. Bambaşka iken her birinin ırkı lisanı Ahlakı telakkıleri iklimi cihanı; Yekpare kesilmiş tutulan gaye için de; Vahdetten eser yok bir avuç halkın içinde! Onlardaki dehşetle bizim hali kıyas et... Hala mı boğuşmak? Bu ne şuride siyaset! “Hürriyyeti aldık!” dediler gaybe inandık; “Eyvah bu baziçede bizler yine yandık!” Cem’iyyete bir fırka dedik tefrika çıktı; Sapsağlam iken milletin erkanını yıktı! “Turan İli” namıyle bir efsane edindik; “Efsane fakat gaye!” deyip az mı didindik? Kaç yurda veda eylemedik biz bu uğurda? Elverdi gidenler acıyın eldeki yurda! Başmuharrir ESRAR-I KUR’AN BISMILLAHIRRAHMANIRRAHIM Meal-i Kerimi: Bazı kimseler vardır ki mü’min olmadıkları halde “Allah’a ve yevm-i ahire iman ettik” derler Allah’ı ve mü’minleri aldatmak mazlar. Kalpleri esasen hastadır. Allah ise o hastalıklarını bir kat daha ziyadeleştirmektedir. Onlar yalancılıklarının cezası olarak bir de azab-ı elime giriftar olacaklardır kendilerine “Yeryüzünde fesad çıkarmayınız” denildiği zaman “Biz ancak birer muslihiz” derler. Bilmiş ol ki onlar bi-hakkın müfsiddirler fakat bilmiyorlar. Bunlar ve bunları ta’kıb eden on üç ayet tabakat-ı narın en dununda derk-i esfelinde yerleşmeye mahkum olan münafıkların evsaf-ı mümeyyizelerini beyan bedbahtlıklarını tasvir etmektedir. Nifak: İzhar-ı hayr esrar-ı şeriati zahiren hayrhahlık gösterip kalben bedhah olmak demektir. Nifak iki nevi’dir: İ’tikadi ki sahibi muhalled fi’n-nar olmaya mahkumdur. Ameli ki günahların en büyüğüdür. nafık sözü özüne içi dışına hareketi niyetine vicahı gıyabına uymayandır” demiştir. Cenab-ı Hak surenin başlangıcında dört ayetle mü’minlerin tikten sonra şimdi münafıkların ahvalini tasvire başlamıştır. Meslekleri icabınca bunları hakıkı mü’minlerden tefrik ve temyiz müşkil olduğu için mahiyetlerini tesbit maksadıyla burada münafıkların müteaddid alaim ve evsafını ta’dad etmiş bununla da iktifa etmeyerek Sure-i Bera’ Sure-i Münafıkın Sure-i Nur ve sair bir çok surelerde bu maksada hadim ayetler indirmiştir. Tefsiri sadedinde bulunduğumuz ayetler Evs ve Hazrec kabileleri ve onlarla münasebetdar olan kabail-i saire miyanında mevcud münafıklar hakkında nazil olmuştur. Müslümanların zahir-i hallerine aldanarak münafıklardan leri olmadığı halde onları sahib-i iman i’tikad etmeleri büyük büyük uygunsuzluklara sebebiyet verebileceği için Cenab-ı Hak erbab-ı nifakın evsafını bir ehemmiyet-i mahsusa ile teşrih etmektedir. Zira şer ve mefsedet erbabında hayır tasavvur etmek televvün ve su’-i niyyet sahiblerine emn ü i’timad göstermek kadar netaic-i muzırra tevlid edecek bir hal tasavvur olunamaz. Zaten müslümanlar münafıkların sıdk u samimiyetine den gafletle gösterdikleri zevahire aldanarak fikir ve nasihatlerini kabul etmeleri yüzünden gördükleri zarar ve felaketleri hiçbir şeyden görmemişlerdir. Binaenaleyh ayat-ı münzele münafıkların hallerini o kadar nı o kadar derin ve mükemmel tahlil ve teşrih etmiştir ki gerek dinlerine ve gerek kendilerine karşı hüsn-i niyet ve samimiyet besleyenleri fikr-i mel’anet taşıyanlardan temyiz ların bir daha münafıklar tarafından müretteb dam-ı tezvir ve iğfale düşmeleri ve bu yüzden büyük büyük zararlara felaketlere uğramaları ihtimali yoktur. Münafıklar: “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyorlardı. Fakat bunu söylemekten maksadları şübhe yok ki göz boyamak mü’minleri böyle sözlerle aldatıp harim-i İslam’a dair düşmanlarına ma’lumat vermekti. Esasen nail oldukları hidayet ve din-i hak sayesinde üzerlerinde bir mevki’-i şeref ve rüchan kazanmış olan mü’minleri gafletlerinden bi’l-istifade husema-yı dinin nagehani bir hücum ile bir anda mahvetmelerine imkan hazırlamak kadar münafıkların halis müslümanlara karşı kalplerinde taşıdıkları hiss-i kin ve intikamı tatmin edecek müessir bir vasıta var mıdır? Cenab-ı Peygamber’in huzuruna geldikleri zaman “Şahidiz ki sen Allah’ın gerçekten resulüsün” diyorlar. Mü’minlerin nazar-ı firaset ve irfanları ahval-i kalbiyyelerine nüfuz edip de şerlerinden sakınmaları ihtimaline meydan vermemek niyorlar idi. Hülasa münafıklar dilleriyle hiçbir vakit kalplerinde yer bulamamış şeyler söylüyorlar mü’min olmadıkları halde iman iddiasıyla halka karşı hud’a-karane hareket ediyorlar Şu ifadattan anlaşılıyor ki mü’minlere karşı münafıkların muhadaası onlara karşı iman izhar edip küfürlerini ızmar etmek birlikten gayet uzak oldukları halde birlik da’vasında bulunmaktan ibaret idi. Mü’minler ile nasıl bir olabilirler bakmadan kaçıp gidecekler mü’minlerle yüz yüze gelmek felaketinden kurtulacaklardı. Böyle bir imkan mevcud ve mutasavver olmaması onları mü’minlere karşı müdahane ve ser-füru etmek mecburiyet-i elimesinde bulunduruyor; selamet-i zatiyyelerini mü’minlerin felaket ve musibet anlarının hululünü dört gözle bekledikleri halde onlara karşı meyl ü şefkat göstermekte zahiren dinlerine tevessülde buluyorlar Cenab-ı Hakk’a karşı muhadaalarının da türlü türlü suver-i tezahüriyyesi vardı: Birincisi mü’minleri gördükleri vakit Allah’a ve resulüne Bu herifler Cenab-ı Hakk’ın gizli aşikar her hal ü karlarına vakıf bulunduğunu bilmezlikten gelmeseler lisanlarıyla söyleyip kalpleriyle inkar ettikleri bir şeyin sıhhat ve samimiyetine onu şahid tutmazlardı. Fakat onlar nifaklarını tervic nı tatbik ediyorlardı. İlm-i ilahinin hafi ve celi bütün şuun-ı kevniyyeyi muhit bulunduğunu bilmeyerek daha doğrusu bilmek istemeyerek mü’minlere yaptıkları gibi Allah’a karşı da hile ve hud’aya kalkışıyorlardı. oyunlarına kalkışmanın menfaatlerine daha muvafık olduğu halka karşı yürüttükleri mübhem ve müşevveş bir mesleği ona karşı da yürütebilecekleri halkı aldattıkları gibi halikı da aldatacakları i’tikadını besliyorlardı. ayeti bu hakıkati müfessirdir. Münafıkları batıla sa’y bi’l-fesada olan fart-ı inhimaklerinin sevkıyle imanın mü’minlere ta’yin etmiş olduğu hudud haricinde yaşamak ve onların tabi’ bulundukları kuyuddan azade bulunmak fikrine hizmet ederler. Fakat biraz düşünseler bu tarz-ı hareketleriyle onlar kendi kendilerini helak vartalarına hüsran ve dalal uçurumlarına sürüklemekte olduklarını anlarlar; nifaklarıyla farkına varmaksızın doğrudan doğruya nefislerine karşı isti’mal-i mekr ü hud’a ettiklerini teslim ederler idi. nazm-ı keriminin delalet ettiği ma’na budur. Fil-hakıka hayat-ı acilede mü’minlere karşı mekr ü hud’a kaydında bulunan münafıklar bu hareketleriyle doğrudan doğruya nefislerine hud’a etmektedirler. Bunlar ihtiyar ettikleri meslek-i nifak ile nefislerinin amalini is’af esbab-ı saadetini fakat bunu yapmakla kendilerini ne hail-i mehalike sevk ettiklerini cehennem ateşleri içinde nefislerine ne elim mevki’ler hazırladıklarını takdir edemiyorlar. Şeytan bir kere kendilerini baştan çıkardıktan dide-i basiretlerine perde-i ama çekdikten sonra dilleriyle şehadeteyni muvaffak olmada hakıkı ne gibi bir menfaat tasavvur olunabilir? Münafıklar şek etmeye bir taraftan da halkı şek ve şübheye düşürmeye pek ziyade hırs ve tehalük gösterirler. Hakıkatler nur-ı seher gibi gözlerinin önünde parlasa da red ve inkar hususunda müfrit bir taassub beslerler. Önlerinde tarik-ı rüşd ü sedad bütün vuzuhuyla tecelli ettikçe vadi-i dalale saplanmak avakıb-ı dalalden inzar ve tahvif edildikçe tuğyanlarını artırmak suretiyle müdhiş bir isti’dad-ı şekavet temadi-i inad ve istikbarına bais olur. nass-ı keriminin müfesser meali münafıkların beyan ve izah edilen ahvalidir. Kalplerinde esasen mevcud olan maraz-ı reyb ü şekki Cenab-ı Hak tarafından gönderilen esbab-ı hidayet ve felaha delail-i reşada adem-i imanları daha ziyade müzmin deva na-pezir bir hale getirmiştir. ve bunun mealen naziri olan ayetleri beyan ettiğimiz hakıkatlerin müfessiridir. Kalpleri maraz-ı reyb ve şekke mübtela olanların gösterdikleri başlıca a’raz irtikab-ı kizb etmeleri ve hakıkatleri kizbe haml eylemeleri olduğu için Cenab-ı Hak münafıkların evsafını ta’yin ederken buyurmuştur. Ayet-i kerimedeki kelimesi sülasi olarak kıraat edildiği gibi tef’ilden kıraatı da vardır. nazm-ı kerimi de alaim-i nifakın nev’-i diğerini ta’yin etmektedir. fesad isti’dadını haiz olanların en birincilerindendir. Çünkü saika-i nifak ile guna gun ma’siyetlere cür’et ederler Cenab-ı Hakk’ın nehyetmiş olduğu şeyleri irtikab feraizi terk ve ihmal hususunda lakayd davranırlar. Dine müstenid a’mal ve ef’alin şart-ı sıhhat ve makbuliyyeti dini tasdik ve hakıkat olduğuna yakın hasıl etmekten ibaret olduğu bir emr-i aşikar ları fırsat elverdikçe Allah’ı dost edinenler aleyhine onun vahdaniyetini kitaplarını peygamberlerini tekzib edenleri te’yid ve müzaheret olduğu halde mü’minlere karşı mesleklerinin hilafını iddia ile kizbi ihtiyar ederler. İşte münafıkların yeryüzünde ıslaha sai bulundukları vehm ü hayaliyle ika’ ettikleri fesadın menşei onların bu gibi halleridir.” Fethü’l-Beyan sahibi İbni Cerir’in fikrini tasvib ve esbabını şu yolda izah etmektedir: “Fesad fi’l-arzın avamil-i mühimmesinden biri nazm-ı keriminin natık olduğu vechile mü’minlerin kendileri gibi mü’minleri bırakıp da kafirleri dost ittihaz etmeleridir. Mü’minlerin münafık ise zahiren mü’min tavrını takındığı için hakıkat-i halini mü’minlerin teşhis edip de ona göre bir meslek ittihaz etmeleri maddeten müşkil olduğundan münafıkın şahsıyla husul-i fesada sebebiyet vermesi tabiidir. Çünkü onun hakıkı mesleği fikir ve maksadına tevafuk etmeyen sözlerle mü’minleri aldatmak öte tarafda aleyhlerinde kafirler[le] vifak ve muhadenette bulunmaktan ibarettir. Münafık böyle yapamayıp da olduğu gibi görünse halet-i asliyyesinde sebat etse şübhe yok ki mazarratı daha ehven olur dine sadık olup kavli fiiline tetabuk etse felah ve necah bulur idi. Fakat onlar böyle muayyen ve kat’i bir meslek ta’kıb etmeye hiçbir vakit tarafdar olamazlar ayet-i kerimesinin izah ettiği vechile nifakcuyane hareketlerinden şübhelenerek fesad çıkarmaya uğraşmayınız! Yolunda ihtaratta bulunanlara “Fesad çıkarmıyoruz. Bilakis mü’minlerle kafirler arasında müdarat-perverane bir hatt-ı hareket ta’kıb ederek iki taife arasında husul-i salah ve i’tilafa hizmet ediyoruz” yolunda serd-i a’zar ile muaheze edenleri iskata çalışırlar. Buna binaendir ki Cenab-ı Hak ayet-i kerimesiyle serd ettikleri ma’zeretlerin hiçbir kıymet ve ehemmiyeti olmadığını beyan ile mü’minleri hud’a ve tesvillerine kapılmaktan tahzir etmekte onların muslih değil hakıkı birer müfsid olduklarını ya cehaletleri yahud amal-i nefsaniyyelerine inkıyadları yüzünden bu hallerini kendileri de bilmediklerini ihtar buyurmaktadır. Osmanlı Kanun-ı Esasi’si guya büyük bir eser-i hürriyyetperveri olarak ta Arabistan çöllerine mümted olan memalik-i Osmaniyye’de sakin bulunan bil-cümle akvam-ı muhtelifeye asrımızın en mütemeddin milel ve akvamından ekserisinin haiz olmadıkları hukuk ve hürriyet-i siyasiyyeyi bahşediyor. Halbuki hiç kimsece mechul değildir ki millet-i Osmaniyye’nin ekseriyet-i azimesi tamamıyle ibtidai bir hal ve mevki’-i ictimaide bulunmakta ve efrad-ı ahali henüz cismani veya dini ve ruhani reisin hüküm ve nüfuzuna kör körüne ittiba’ etmekte ve bu reisler de ahalinin cehaletini kendi kendilerine bir vesile-i intifa’ ittihaz ederek bundan bi-rahmane bir surette istifade eylemektedir. Şu ahvale nazaran böyle bir seviye-i ictimaiyyede bulunan bir milletin bu derecede mühim hukuk ve hürriyet-i siyasiyyeye malikiyeti tarih-i insaniyyette ilk defa vaki’ olmuş bir şeydir denilebilir. Böyle bir hal ve mevkiin pek gayr-i tabii olduğu aşikardır. O derecede ki eğer intihabat hal-i tabiisinde icra edilmiş olsa serbest bırakılmış ve yalnız kendi temayülat-ı mahsusalarına la beylerden meşayihden papaslardan veyahud bunların vekillerinden mürekkeb bir meclis manzara-i garabet-nüması ahrarane ve hakimiyet-i milliyye namlarına olarak hürriyet-perverliğin asla cay-ı kabul bulunmayacağı misli gayr-i mesbuk bir derebeylik idaresine rücu’ edilmiş olurdu. Kanun-ı Esasi’nin asla şayan-ı temenni olmayan ve fakat tabii bulunan şu netayicinden memleketin vikayesi için az çok keyfi ve meşrutiyet-şikenane bir takım vesait ve tedabire tevessül edilmeye mecburiyet görüldü ve bu gibi sanialar sayesinde efrad-ı ahaliye kendilerince isimleri bile ma’lum olmayan ve fakat hal ve mevkii kurtaracak derecede hürriyet-perverlik farz ve tevehhüm olunan bir takım vekiller kabul ettirilmeye muvaffakiyet hasıl olmuştur. Lakin fenalığın bu suretle önüne geçilmek istenilmesi diğer bir fenalığı tevlid etmiştir. Çünkü bu suretle Meclis-i Milli’nin mahiyeti tağyir edilerek Meclis-i Meb’usan-ı Osmani millet-i Osmaniyye’nin ciddi ve hakıkı değil mevhum ve indi bir mümessili menzilesine getirilmiştir. __________________ Memleketin hal ve mevki’-i ictimaisi ile hukuk-ı siyasiyyesi beyninde şu azim nisbetsizlik bakı kaldıkça bi’z-zarur böylece devam edip gidecektir. Çünkü ihtiyacat-ı mübreme-i ictimaiyyeyi nazar-ı i’tibara almayan kavanin bu meye mahkumdur. Mantıken veya nazariyatca derece-i tekemmülleri ne olursa olsun kanunlar hakayıktan inhiraf ederlerse muzır olmaktan hali kalmazlar. Su’-i isti’malata müncer olan idare-i keyfiyye ve istibdadiyyeyi tevlid eden bu muzır kanunlardır. Bunlar nihayetü’l-emr ahalinin de ahlakını ifsad ederler. Eğer bir kanun-ı esasi her idare-i meşrutanın esası olan bir Meclis-i Milli’nin velev pek az hakıkı bir mahiyeti haiz olmak üzere teşekkülünü istihsale bile müsaid olmazsa bu kanun-ı esasinin hal ve mevki’-i ictimaimizle gayr-i kabil-i te’lif olacağı derkardır. Fakat maatteessüf memleketin kanun-ı esasisi yalnız onun seviye-i ictimaisi ile değil belki ondan daha ziyade olarak teşekkülat ve te’sisat-ı ictimaiyyesi ile de gayr-i kabil-i te’lif bulunuyor. Hey’et-i ictimaiyye-i garbiyyede pek büyük bir rol ifa eden asalet-i tarihiyye Osmanlı hey’et-i ictimaiyyesince mechuldür. Osmanlılık aleminde burjuva denilen ahali tamamıyla ehemmiyetten ari bir amil-i ictimai olduğu halde Avrupa hey’et-i ictimaiyyesinde milel ve akvamın mukedderatı üzerinde pek mühim bir hüküm ve nüfuzu haizdir. Buna mukabil Osmanlı hey’et-i ictimaiyyesinde me’murluk en faal ve münevver bir unsur teşkil etmekte ve pek büyük bir revnakı haiz bulunmakta ve zamanımızda bile her bir münevver Osmanlının gaye-i amali hükumet me’muru olmaktadır. Halbuki me’murluğa has olan kayıdsızlık ve tevekkül ve teslimiyet ve mes’uliyetten tevakkı gibi me’murları her türlü hiss-i fedakari ve teşebbüs-i şahsiden men’ eden halet-i ruhiyye hissiyle me’murin-i Osmaniyye’nin Avrupa’da asilzadegan ile burjuvazinin ifa ettikleri vazifeyi ifa edebilmeleri mümkün değildir. Çünkü bizim me’murlarımızın aksine olarak işbu asilzadegan ile burjuvazi sınıfı hareketlerinde serbest ve müstakil cesaret-i medeniyyeye malik ve müteşebbisdirler. Mesa’i ve mes’uliyeti arar ve severler ve hiss-i fedakari ile mütehassisdirler. Meslekleri icabatından olarak memleketin zararına yaşayan bir alay me’murin-i hükumet başka memleketlerde teşebbüs-i şahsileriyle o memleketin saadet ve ma’muriyetini tehiyye ve ihzar eyleyen asilzadegan ile burjuvazinin haiz oldukları kıymeti haiz olamayacakları tabiidir. Me’murların asilzadegan ile “Burjuvazi” sınıfının yerine kaim olabileceği zan ve zehabında bulunmak adeta mesail-i yı fahiş irtikab edilmeye muadil bir hatadır. O halde esasat-ı teşekküliyyesi bizimkilerden bu derecelerde farklı bulunan bir takım hey’et-i ictimaiyye taraflarından te’sis olunan teşekkülat-ı siyasiyye bizim işimize nasıl yarayabilir? Bu babda bizce hasıl olan tecrübe kat’idir. Bu tecrübe teşekkülat-ı siyasiyyemizin şimdiki şekil ve suretinde teşekkülat-ı bizce iştibaha artık mahal bırakmıyor. Müceddidlerimizi bu kadar fahiş hatalara düşüren şey onların memleketin ahval-i siyasiyyesini istedikleri gibi değiştirmekle ahval-i ictimaiyyesini tahvil ve taklibe muvaffak olabilecekleri i’tikadında bulunmuş olmalarıdır. Bunlar sadece bir takım kavanin ve nizamat metinlerinin bir milletin hal-i ictimaisini istenildiği vechile tebdil edebileceği ve hey’et-i ictimaiyyenin hükumatın hevesat ve hissiyatına tabi’ bulunduğu gibi sadedil-ane bir fikirde bulunmak hatasına düşmüş olmalarıdır. Bir fenalığın def’i için o fenalığın nevi’ ve mahiyetinin ve onu husule getiren esbabın bi-hakkın ve def’-i mazarrat için de en hakıkı ve müessir vesaite tevessülü olunması labüddür. Halbuki memleketin duçar olduğu fenalığı def’ için tevessül etmiş olduğumuz tedabir ve vesaitteki isabetsizlik bu fenalığın nevi’ ve mahiyetini ve esbab-ı hakıkıyyesini anlayamamış olduğumuzun bir delil-i kavi ve celisidir. Gerçi hey’et-i ictimaiyyenin duçar oldukları fenalık her yerde ve her zaman kavilerin tegallübü yani istibdad olduğu derkar ise de her yerde bu fenalığın aynı esbabdan tevellüd ettiğine ve her zaman aynı mahiyette bulunduğuna ve bir de bunun mümkün olduğu mertebede def’i çaresi her yerde bir olduğuna asla hükm olunamaz. Bizim Osmanlılık aleminde istibdadın garbdaki istibdaddan pek başka bir mahiyeti haiz olduğu gibi garbdaki esbabdan da pek farklı esbabdan tevellüd eder. bteni bulunan kavanine mütevaliyen tabi’ bulunmuş olmaları sayesinde hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyye daima derece-i kafiyyede müsavat ve hürriyet-perver bir takım kavanin ve nizamat altında yaşamış ve bu kavanin sayesinde kendi mevki’-i ictimai ve siyasilerinin tahammülü derecesinde hürriyet ve müsavata daima nail olabilmişlerdir. Hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyye’de şahsen veya mevkian hiçbir imtiyaz istibdad veya tegallübü dai olamaz. Bu cem’iyetler adl ü hakkaniyet esasatının tatbikiyle mükellefdirler. Bu esaslar sayesindedir ki garbda din ve mezheb namına ğı halde memalik-i İslamiyye’de cemaat-i gayri müslime mes’ud ve asude bir surette imrar-ı hayat edebilmişlerdir. Bu esaslar geniş ve münevver bir fikirle tefsir ve tatbik olundukça hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyye nail-i terakkı ve saadet olmuş ve bilakis terk ve ihmal edilip fena tatbik ve tefsir olununca o hey’et-i ictimaiyye zimemdaranının istibdadına kurban olarak müstahak olduğu hale giriftar olmuştur. var-ı inkılabiyyelerinin hiçbirinde hey’et-i ictimaiyye-i garbiyyede la-yenkatı’ husule gelen mücadelat dahiliye-i gayr-i meşru’ bir idare-i keyfiyye-i şahsiyye hükmündedir. Bilakis hey’at-ı ictimaiyye-i garbiyyede en ziyade calib-i nazar olan şey aynı memlekette sakin ve aynı mezhebe salik ve aynı kavmiyete mensub eşhasın ictimai ve siyasi nokta-i nazarlardan birbirlerinden farklı mevki’lerde bulunmaları ve bu farkların bir takım kavi manialarla müeyyed olmasıdır. Aynı hey’et-i ictimaiyyeye mensub eşhasın ekseriyetle böyle dun mevki’lerde kalmaları onları şu farklar zail oluncaya kadar kendi kavanin ve nizamat-ı ictimaiyye ve medeniyyelerine la-yenkatı’ daha ziyade müsavat idhaline çalışmaya tabiatiyle sevk ve icbar etmektedir. Fakat diğer tarafdan da yine bu hey’at-ı ictimaiyye diğerlerinin ref’ ve ilga etmekte pek ziyade menfaatdar oldukları şeyi muhafazada aynı derecede menfaatdar bulunan bir takım sunuf-ı mümtazeyi delat-ı dahiliyye adeta müzmin bir hale gelerek devam edegelmekte ve bazen de bu mücadelat kanlı ihtilalata münkalib olmaktadır. sın veya sunufun imtiyazatı esasına müsteniden teşekkül etmiş olan işbu hey’at-ı ictimaiyyede istibdad ve tegallübün cevaz-ı kanuniye müstenid olması ve binaenaleyh bir mahiyet-i meşrua iktisab etmesi zaruridir. Şu mukayese-i basita dahi hey’at-ı ictimaiyye-i garbiyyede olduğunu nazarımızda irae ve isbata kifayet eder. Binaenaleyh bunun suret-i men’i hey’at-ı ictimaiyye-i garbiyyede başka hey’et-i ictimaiyyemizde başka olması iktiza eder. Avrupa milel ve akvamı insanlar beyninde mevcud olması lazım gelen müsavat-ı tabiiyyeyi beynlerinde vaz’ etmek ve kendilerinin gerek müctemian ve gerek münferiden faaliyetlerine haylulet eden mevani’ ve takyidat-ı nizamiyyeden kurtulmak ve kendilerine daha ziyade hukuk ve hürriyet-i siyasiyye te’mini suretiyle daha ziyade te’min-i müsavat eylemek için kendi “aristokrasi” kavaidinden inhiraf etmişlerdir. Teşekkülat-ı siyasiyye ve ictimaiyyelerini “demokrasi” usul ve kavaidine tevfika mütevaliyen çalışmışlarsa da biz bu hususda da onları taklid etmek daiyesinde bulunamayız. Çünkü “Aristokrasi” usulünden bi-haber olan bir hey’et-i akl-ı selim karı değildir. Bu gibi müddeayat bizce pek zaif bir fikr-i taklidle vuku’ buluyor. Çünkü eğer biz tekemmül neticesi olarak daha ziyade müsavata veya daha ziyade serbestiye nailiyet lüzumunu cidden hissetmiş olsa idik buna daha ciddi bir surette teşebbüs eder idik. Bir millet kendi esasat-ı ictimaiyye ve siyasiyyesini terk ve ihmal edip de diğer milletlerin esasat-ı ictimaiyye ve siyasiyyesini alel-amya kendine mal etmeye kalkışmasının ne tehlikeli bir hata olduğunu idrak eder idik. Biz kendi esasatımızın muhafazasına daha ziyade i’tina göstermek labüd olduğunu takdir ve hey’et-i ictimaiyyemiz daima bu esasata müstenid bulunmuş olduğundan bundan böyle de bunlara ğını anla[r]dık. Kanun-ı Esasi’miz hal ve mevki’-i ictimaimizle olduğu kadar hal ve mevki’-i siyasimizle de açıktan açığı gayr-i kabil-i te’lifdir. Devlet-i Osmaniyye’nin esasat-ı teşekkülü bir mahiyet-i hususiyyeyi haizdir. Bu devleti teşkil eden milel ve akvam kavmiyet lisan ve milliyet cihetlerinden o kadar mütehalifdir ki bu yoldaki teşekkül-i siyasiye bir Avrupalı pek güçlükle akıl erdirebilir. Çünkü Avrupalıların fikir ve i’tikadına göre vahdet-i siyasiyye vahdet-i cins ve lisan ve mezheb ile yekdiğeriyle merbut bulunan eşhasın ittihadından ibarettir. Halbuki vahdet-i siyasiye-i Osmaniyye ittihad-ı cins ve lisandan ve hatta alel-ekser ittihad-ı adat ve teamülatından dahi muarradır. Binaenaleyh vahdet-i siyasiyye-i Osmaniyye Avrupa hükumat-ı Hıristiyaniyyesinde olduğu gibi milliyet esasatına değil vahdet ve uhuvvet-i İslamiyye esasına müsteniddir. Esasen İslamiyet’e has olan bu his sayesindedir ki dünyadaki bütün müslümanlar kendilerini birbirlerinin ihvanı addederler. Bazı mütefekkirin böyle bir vahdet-i siyasiyyenin hakıkı ve devamlı bir şey olamayacağını iddia ediyorlar. Vakıa tarih-i Osmani bunların iddialarını suret-i kat’iyyede tekzib etmekte ise de şurasını da ilave ederiz ki icabatı anlaşılmak ve icra olunmak şartıyla işbu vahdet-i siyasiyye dahi diğerleri derecesinde haiz-i kıymet olmamakta bir sebeb-i mantıkı yoktur. Maatteessüf bizim mütefekkirinimizden pek çokları bir milletin müstahak olduğu saadetin derecesi ancak akvam-ı garbiyyenin teşkilat-ı ictimaiyye ve siyasiyyelerini taklid hususundaki isti’dadının derecesiyle mütenasib olduğu garbiyyeyi taklid etmemiz kendi şahsiyetimizden mazimizden adat ve i’tikadatımızdan ve adeta mevcudiyetimizden tecerrüdden başka bir ma’na tazammun edemez. Halbuki her türlü terakkiyat-ı beşeriyye insanların sa’y ve zekasıyla ve muhitleri ile zamanlarının ihtiyacatını bi-hakkın takdir etmeleri ve bunları tatbikdeki isti’dadları ile husule geldiğine tereddüd edilemez. Bize göre vazifemiz her bir fikri taklidden hariç olarak yalnız vahdet-i Osmaniyye’yi tahkim ve takviye için aklın ve gerek enfüsi ve afakı hakayıkın bize irae ettiği vesaite tevessülden esasatına tamamıyla mübayin bir takım esasata mübteni bulunan bir idare-i meşruta-i ecnebiyyenin bizde tatbikine kalkışmak pek fahiş bir hata olduğuna kailiz. Vahdet-i siyasiyyeleri birer unsur-ı mütecanisin asırlarca zamandan beri teşkil ettikleri bir ittihad ve iştirakin neticesi olan milletlere aid kanun-ı esasi vahdet-i siyasiyyesi gayr-i mütecanis bir takım anasırın iştirak ve ittihadından ibaret bulunan bizim gibi bir milletin nasıl olur da işine gelir? Akvam-ı garbiyyenin teşkilat-ı siyasiyyesini taklid etmek bizdeki revabıt-ı siyasiyyenin mahiyet-i hususiyyesini nazar-ı i’tibara almamak ve bi’n-netice vahdet-i siyasiyye-i Osmaniyye’yi dağıtmak demektir. Her bir kanun-ı esasinin ifa edeceği şeraitten birincisi bu kanun-ı esasiyi kabul eden kavmin vahdet-i siyasiyyesini tahkim ve mertebe-i tekamüle isalden ibaret olduğuna göre kanun-ı esasimizin intihabında pek ziyade aldanmış olduğumuzu i’tiraf etmekliğimiz lazım gelir. Yukarıda i’ta etmiş olduğumuz tafsilattan vazıhan anlaşıldığına göre kavanin ve nizamat-ı garbiyyenin nakil ve kanun-ı esasisinin kendi zade-i millisi ve inkişaf ve inkılabının netice-i tabiiyyesi olması lazım geldiğini adeta anlayamayacak bir dereceye gelmiştir. Bir kavmin kendi ihtiyacat ve vezaifine bu derecelerde bi-haber bulunması ve bu yüzden bu kadar hatalara düşmesi nadiren görülen halattandır. Bizim gibi ifrattan tefrite düşen bir kavmin idare-i meşruta teessüsündeki muvaffakiyetsizliklerinin kendisini hatiat-ı maziyyeye yani bütün çektiği felaketlerin en birinci sebebi olan idare-i mutlakaya doğru götürmesinden korkulur. Bu mazi-i meş’uma rücu’ ise adeta intihar olmuş olur. Çünkü her ne denilirse denilsin bundan böyle idare-i meşrutadan başka bir idare bizim işimize gelmez. Bize ciddi ve muvafık-ı şeref ve namus bir idare-i meşrutayı te’min edebilecek olan da ancak hakayık ve fiiliyata müstenid ve usul ve adat-ı kavmiyye ve efkar-ı ictimaiyye ve siyasiyyemize muvafık bir kanun-ı esasi olabilir. KARARNAMELERI HAKKINDA Yedinci maddede: “On iki yaşını itmam etmemiş olan sagır tarafından tezvic edilemez.” denilmiş ve mezahib-i ma’rufe-i hidin-i eslafdan Abdullah bin Şübrüme rahmetullahi aleyh tirildiği layihada gösterilmiş ve müctehid kavli olsa da nass ve icmaa muhalif olmakla taklidi caiz olmayıp onunla emir ve hüküm olunsa da şer’an sahih ve nafiz olmayacağından gaflet edilmiştir. Bu naklin İbni Şübrüme’den sıhhati de yoktur. Ebubekir el-Asam ise komisyonca zannolunduğu gibi eimme-i dinden bir müctehid değil Mu’tezile-i Kaderiyye’den bir mübtedi’dir. A’raza mevcud tesmiyesini inkarla “La-a’lemü’l-cismi’t-tavili’l-arizi’l-amik” demiş olmasıyla ehl-i kelam arasında Bu söz yalnız onun kavli ve yahud rivayeti olabilir. Kütüb-i mezkurede maan zikr olunmaları da buna delalet eylemekte olup hilafın ihtilafat-ı mu’tebereden olmadığına kavl-i mübtedi’ derekesinde bulunduğuna işarettir. Feylesof İbni Rüşd de Bidayetü’l-Müctehid’de bu naklin nass-ı Kur’an’a ve sünnet-i mütevatire-i nebeviyyeye ve icma’-ı sahabe-i kirama muhalif olduğu aşikardır. Hak celle ve ala kitab-ı keriminde buyurmuş. Hayızdan kalmış ve hiç hayız görmemiş olan zevcat-ı mutallakatın iddetlerinin üç ay olacağını ferman etmiştir. Hiç hayız görmemiş olan zevceler velileri taraflarından tezvic edilmiş olan sagırelerden başka kimler olabilir? Resul-i ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimizin ümmü’l-mü’minin Sıddika radiyallahu anhayı henüz altı yaşında iken peder-i mükerremleri olan Sıddik-ı a’zam radiyallahu teala-anhın bi’l-velaye tezviciyle nikah etmiş oldukları emr-i mütevatir ve binaenaleyh ümmü’l-mü’minin Zeyneb radiyallahu anhanın ona ve sair ezvac-ı tahirata hitaben diye ve müştehirdir. Hamza radiyallahu anhın kerimesini veliyy-i hassı olan Resul-i ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz Seleme sagır iken tezvic eyleyip muma-ileyhanın kable’z-zifaf vefat etmiş olduğu ve nebiyy-i muhterem sallallahu aleyhi vesellem efendimizin büyük kerimesi Zeyneb radiyallahu anhanın kızı Emame binti Ebi’l-As ibni er-Rebi’ el-Abşemi radiyallahu anhayı hal-i sıgarında pederinin vasisi ve velilerinden olan Zübeyr bin el-Avvam radiyallahu anhın akdiyle ve teyzesi olan Fatımatüzzehra radiyallahu anhanın vefatından sonra Ali bin Ebi Talib radiyallahu anhin tezevvüc eylediği; ve Fatımetüzzehra’nın kerimesi Ümmügülsüm radiyallahu anhayı kezalik hal-i sıgarında Emirü’l-mü’minin Ömer bin el-Hattab radiyallahu anh pederi Ali bin Ebi Talib’den isteyip onun akdiyle mecma’-ı sahabe-i kiramda tezevvüc ettiği bütün mu’teberat-ı hadisiyye ve kütüb-i diniyyede mazbut ve kemal-i şöhretle menkul ve mahfuzdur. Umur-ı mezkurenin her biri bir delil-i şer’i teşkil eylemekte bunların cümlesinden gafil olarak hilafına zahib olduğuna nasıl kanaat olunabilir? Ondan bu nakilde galat var. “Sagır ve sagıreleri pederleri tezvic edemezler ederlerse akdin hükmü yoktur nafiz olmaz” demiyor. Kelamı da mahfuzdur. Yani geçmiş olmaz. Kızlar baliğ olunca hakk-ı feshleri vardır demiş. Hafız Alaeddin-i Moğultay ve Hafız Bedreddin el-Ayni’nin Buhari şerhleri gibi fukaha-yı müteahhirinin kitaplarında mazbut ve matbu’ olan ikinci şerhin dokuzuncu cildinin’uncu sahifesinde mevcuddur. Hilafı bundan ibaret olup o da sünnet-i mütevatire ile merduddur. Hasılı mes’ele mansus ve mücma’un-aleyh olup eimme-i ümmetten hiçbirisinin öyle “Sagır ve sagıreyi pederleri tezvic edemezler. Ederlerse nafiz olmaz hill ifade etmez” demiş olduğu sabit değildir. Ve böyle bir hilafın vukuu farz olunsa da sabıkan ve lahikan mukarrer ve mütevatir olan Sıgarın velileri ve ba-husus peder-i müşfikleri taraflarından akd-i nikahlarında hiçbir mahzur olmayıp mahza mesalih ve menafi’leri için te’min-i istikballeri için ileride aile teşkil edeceklerini ana baba olacaklarını bilip ona göre çalışmaları ve o yolda i’dad ve terbiye edilmeleri için hayrı me’mul olan eldeki hatıbın kaçırılıp da kızların sonra bi-kes ve bi-vaye kalmamaları için Hakim-i Müteal’in eser-i rahmeti olarak teşri’ buyurulmuştur. Layiha Komisyonu’nun “Teşekkülat-ı bedeniyyesi tekemmül etmemiş bir biçare kız valide olmakla a’sabı ila-ahiri’l-ömr perişan oluyor. Çocuğu cılız ve pek asabi oluyor” diyerek bunun unsur-ı İslam’ın esbab-ı tedennisinden olduğundan bahsetmeleri şayan-ı teessüf bir galattan tetabbub değildir. Nikahın mücerred akdine dair olan bu faslın ahkamıyla pek irtibatı da yok. Çünkü akd-i şer’i mes’elesi başka nikahlı nikahsız takarrüb ve ilad üzerine terettüb eden ve eder denilen netayic bahsi başkadır. Din-i mübin-i İslam’da sıgarın akd-i nikahlarına velileri me’zundur. Lakin teşkilat-ı bedeniyyeleri tekemmül etmeyip hadd-i layıkına reside olmayan kızların zifaflarına müsaade verilmemiştir. Şer’an memnu’ olduğu gibi ehil ve akrabaları da tab’an ona rıza vermezler. Binaenaleyh vukuu da ender-i nevadirden olup kanunla memnu’ olan ef’alin her hangi nev’ine nisbet edilse yok mesabesinde kalır. Nitekim “Bundan tevellüd ediyor. Unsur-ı İslam’ın tedennisine sebeb oluyor” denilen netayic-i muzırra da öyle ehl-i İslam ailelerinde mevcud ve şayi’ olan ahvalden olmayıp çoğu düşman tasniat ve müftereyatıdır. Böyle elfaz ve maani ekseriya Avrupa’nın cizvitleri misyonerleri dinsizlikte mutaassıb olanlarının hayal-hanelerinde ve İslam aleyhindeki neşriyat-ı fasidelerinde hasılı hep o gibi menabi’de görülmüş ve hatırlarda kalmış olmağla doğru zannolunarak her nasılsa bila-te’emmül nakl olunmuşa benziyor. “Ebeveyn alel-ekser çocuklarının terbiyelerini bi’l-külliye larını görmeksizin felaketlerine düğünlerle vaz’-ı esas ediyorlar. Mekteplerde bulunmaksızın ve emr-i dine dair bir kelimeye muttali’ olmaksızın teşkil edegeldikleri aileler zifaflarının de böyle. “Dünyalarını görmeksizin” ta’biri de mübhem. Bu babda kütüb-i fıkhiyyenin tafsilatı ve mehakim-i şer’iyyenin sicillatıyla istişhad olunmuş. Bu daha garib. Adeta komiyonda hizmet-i kazada bulunmuş ve mehakimin ahvaline hakkıyla vakıf olmuş bir zatın bulunmadığına delalet ediyor. Çünkü sicillat-ı şer’iyye o misilli deavinin kesretine değil kemal-i nedretine şahiddir. Yirmi otuz sene hizmet-i kaza ve mehakimde bulunan zevatın pek çoğu öyle kable’l-büluğ velileri tarafından nikah edilmiş olmalarından şikayet edeni görmedikleri gibi bu misilli da’valara ancak ömründe bir ya iki defadan fazla tesadüf etmemişlerdir. Adat-ı seyyie-i ecnebiyyeden masun ve binaenaleyh ehl-i İslam evladları öyle cılız sinirli zaifü’l-bünye nesiller değil; bilakis ekserisi aba vü ecdad-ı salifeleri gibi sağlam ve tüvana erlerdir; mu’tad olan sinn-i mükellefiyyete bile henüz vasıl olmaksızın hizmet-i askeriyyeye kabiliyetli görülüp harb cebhelerine gönderilen guzat ve her tarafda ibraz-ı sebat ve gayretle varlığımızı yar u ağyara karşı isbat eylemiş olan dilaverlerdir. Din-i İslam’la mütedeyyin olan ebeveyn ve akraba evlad ve eytamlarının terbiyelerini bi’l-külliye ihmal etmezler. Onların necib evladları ve kızları da terbiyesiz vasfını elbette kabul eylemezler. İçlerinde beşikte iken nişanlanmış hatta akidleri icra edilmiş olanları bulunabilir. Lakin hiçbirisi zaman-ı büluğ ve zifaflarına kadar üzerlerine lazım ve mümkün olan tahsilden geri durmazlar. Fakr u zaruret mani’ olmazsa ve me’valarında mektep bulunursa kıraat ve kitabeti de öğrenirler. Sonradan da ikmal-i tahsile çalışanları vardır. Hele hadd-i büluğa vasıl olup da dinlerini bilmeyen musaddık ve mukır olmayanları yoktur. Bilakis din aleyhinde bir kelimeye muttali’ ve mültefit olmayanları bi-hamdillahi teala pek çoktur. Hüccetlerini lisanen takrire muktedir olmasalar da akaid-i imaniyyeleri yine burhanidir. Evet zamanımızdra ecanib ile ihtilatı çoğalan bazı bilad-ı mütemeddinede her nasılsa aba ve akrabalarının emr-i dine mürebbiyeler ve muallimeler ellerinde büyütmeye başladıklarından ve her şeyden evvel elsine-i ecnebiyye tahsiline sevk edilmekte olduklarından bir takımları meslek-i ma’rufu zayi’ ettiler. Vaktiyle tezvic edilemediklerinden ve bir İslam ailesi teşkil etmek için i’dad olunamadıklarından yoldan çıktılar. Gerdan göğüs açık saçlar kulaklar meydanda düzgünlü allıklı yüzleriyle sokaklara düştüler. Fariza-i tesettürden gafil nehy-i ilahiden bi-haber mecami’-i nasa dalıp genç erkeklere harf-endazlık ve sarkıntılığa önüne gelenlerle mülatafe ve müdahekeye bazıları da muaşaka ve mükatebeye çıkıştılar. Fil-hakıka a’sabları mütezelzil olmuş bünyeleri zaiflemiş hatta verem illetine mübtela olmuş genç kadınlar ve kızlar adeta tekessür eyledi. Lakin bi’l-müşahede hadis olan bu fecayiin esbabını evvelden beri cari olan adat ve ahkam-ı İslamiyye’de aramak doğru değildir. Bühtan olur. Ma’lul illetinden fasl-ı zaman ile tahallüf edemeyeceğinden esbabını da yine umur-ı muhdesede aramak icab eder. Emr-i dine ihtimamları olmayıp takalid-i felsefeye tabi’ olan aba ve akrabalarının onları sevk etmekte oldukları yollarda taharri eylemek lazım gelir. Bu netayic-i vahimenin menşe’i feraiz ve adab-ı İslamiye’den gafil ve mahrum bırakılan o biçare çocukların o zavallı kızcağızların icabat-ı medeniyye zu’muyla edebiyat-ı garbiyyeye a’sabı tehyic ve berbad eden romanlara dökülmelerinde ve her gün sinemalarda tiyatrolarda facialar dramlar muaşakalar temaşasına dalmalarına ve öğrendiklerini kemal-i i’tikadile yavaş yavaş nefislerinde tecrübe ve tatbika başlamalarındadır. Şer’an ve aklen mahzur ve menfur olan şu ahvalin kanunla önü alınmak lazım gelirken bir de vaktiyle veliler tarafından tezvic olunmak men’ olunursa hükkam-ı zamanın müsaadelerini tahsile ve büluğ iddiasına ta’lik ve tas’ib edilirse her veli kızını yahud yetimesini tezvic edecek oldukta “Gelsin görelim: Baliğa olduğunu söylüyor mu? Bünyesinin tahammülü var mı? Keşfedelim” denilecek olursa müntic-i hayr olur mu? Ve memlekemizdeki akvam-ı İslamiyye’nin adab ve ahlaklarıyla bu hükmün te’lifi mümkün müdür? Komisyon hey’eti buralarını düşünmemişler ahkam-ı İslamiyye hakkında pek yanlış zehablarda bulunmuşlardır. Kararnamenin dokuzuncu maddesinden müsteban olacağı vechile mecnun ve mecnunenin bile bazen muhtac-ı tezvic oldukları tasdik ve velilerine müsaade verileceği tasrih olunur da sagır ve sagırenin bu haklarından mahrum edilmeleri layık olur mu? Bunların te’min-i istikballeri ziya’dan vikayeleri lazım değil midir? Bi-kes olan bir sagıreyi talibi ve küfüvvü olan ammizadesi yahud dayızadesinden nikah tarikıyla men’ edip de yine onun elinde nikahsız bırakmak yakışır mı? Amca yahud dayısının damad etmek istediği çocuğun akd-i nikahına müsaade vermeyip de yine onun hanesinde fakat daima kendisine yetim olduğunu hissettirecek vaz’iyette sığıntı halinde bulundurmak reva mıdır? O amca ve dayı vefat ederse artık o yetim ve yetimenin halleri nasıl olur? Veliyy-i mücbir olmayan akrabanın mehr-i misliyle yetimeyi tezvic ve tezevvüce me’zun olmaları da onun maslahat ve menfaati için teşri’ buyurulmuşdur ve hiçbir mahzuru yoktur. Çünkü li-ebin kardeşi yahud ammizadesi onu tezvic etmek ister de validesi yahud hemşiresi men’ edecek olurlar yahud kız kendiliğinden arzu etmezse hin-i büluğunda hakk-ı feshi vardır. Zaten bünyesi tekamül ederek sinn-i büluğa varmadıkça emr-i zifaf da icra olunamayacaktır. Her ne zaman olsa veliler tarafından akdin münakehatın dairesi ne kadar tazyik olunursa o nisbette fuhşiyat ve zinanın tevessü’üne ve dolayısıyla da bir çok mazarratların ilel ve emraz-ı habisenin intişar ve tekessürüne sebeb olur. Maa-zalik henüz mürahik olmayanların akidleri icrası da memleketemizin pek az vaki’ olur. Hilaf-ı şer’ olan bu maddeyi vaz’ eylemekten adedleri kalil ve bi-kes olan bazı eytam ve yetamayı perişan etmekten başka ne hasıl olacak? AKL-I SELIM ERBABI FARMASON OLABILIR MI? Şimdiye kadar serd ettiğimiz beyanat ve tedkıkattan Farmasonluğun mebadi-i esasiyyesi anlaşılmış ise de bunları ber-vech-i ati ta’yin edebiliriz: Farmasonluğun esası: Hareket-i fikriyyedir. Gayr-i mukayyed nihai ve cihan-şümul bir hürriyet. En geniş ma’nasıyla hududsuz bir hürriyet-i mutlaka. Hürriyet-i mutlaka-i vicdaniyye. Farmasonluk kaffe-i nususun kaffe-i edyanın fevkindedir. Hürriyet-i vicdaniyye bütün edyandan üstündür. Farmasonluk faraziyat-ı tasavvufiyyenin kaffesinden muktebes bir müessesedir. Farmasonluk sade kaffe-i edyanın fevkinde değil aynı zamanda i’tikadat-ı ilahiyyenin de fevkindedir. Nihayet diyorlar ki: “Biz farmasonlar kendimizin papasları ve ilahlarıyız ve bu gayr-i mahdud mükemmel ve cihanşümul hürriyet bir haktır. Kavanin-i medeniyyeye nazaran değil kavanin-i vicdaniyyeye nazaran haktır. Herkes istediğine Farmasonluğun esası böylece teayyün ettikten sonra onun azim bir hata-yı felsefiye istinad ettiği tebeyyün eder. Böyle bir felsefe din-i tabiide bile cay-ı kabul bulmamıştır. Çünkü din-i tabiinin de teklifatı vardır. Ve bu teklifat mükellefin hürriyetini tahdid vicdanını takyid eyler. İşte Farmasonluğun esasındaki çürüklük bu noktadan başlıyor. Maamafih bir insana istediğini yapmak istediğini inkar etmek hakkını bahşetmekle her şey olup bitmez. İnsan kendisini teklifatın kaffesinde azade kılıvermekle mesela “Benim canım elli kadına malik olmak istiyor” diyemez. Dese de bu gibi arzular ahlak ile kavanin-i medeniyyenin huzurunda heba olur gider. Tekalif-i diniyye efradın arzusuna tabi’ değildir. Feraiz-i hiyye efradın hürriyetini takyid eder. Ve efrad ancak bu kuyuda tebaiyetle sırat-ı müstakımde giderler. Binaenaleyh Farmasonluğun hürriyet-i mutlakası gayr-i mevcuddur. Bu hürriyet-i mutlaka insanları ancak “reybi”lik ve “lakaydi”lik gayyalarına sevkeder bütün edyan-ı münzeleyi inkar ettirerek ve bir ferd-i mütedeyyin kat’iyyen farmason olamaz. – – Görülüyor ki Farmasonluk din aleyhinde açılmış bir muharebe-i ciddiyyedir. Fakat en garib cihet Farmasonluğun zat-ı Bari’den mahrum bir ahlakı telkın etmeye çalışması ve böylece gençleri i’tikadat-ı diniyyeden ayırmaya uğraşmasıdır. Farmasonlar diyorlar ki: Ahlak Farmasonluğun ruhudur. Fakat bu ahlak dinsiz olacak. Bunun adı: Müstakil ahlak! Tabii bu müstakil ahlak ilhadın bir şekl-i diğeridir. Farmasonların bu müstakil ahlaktan umdukları neticede Çünkü onların zu’munca “İ’tikadat-ı diniyye gençler için lüzumsuzdur. Allah’a i’tikad etmek insanın derecesini tenzil eder insanın zihnini yorar insanı ahlaksızlığa sevkeder” Bu beyanat Paris’in “Sükunet-i Kamile Çiçeği” nam locasında Bundan maada “Anie de L ’ordre” locasında “Bir mason çocuğuna nasıl bir terbiye vermelidir?” sualine cevaben locanın hatibleri bir noktada ittihad etmişlerdir: “Çocuklarımıza nusus-ı fevka’t-tabiiyeye müstenid olmayan bir terbiye vermeli. Çocuklarımıza tabiati tedkık ve takdis etmeyi öğretelim” Massol senesinde in’ikad eden Mason Cem’iyet-i Umumiyyesi’nde irad ettiği nutukta: “Farmasonluk nusus-ı diniyyenin kaffesinden müstakil bir mektep ahlakıdır. Çocuklarım bana her ne vakit ‘Allah’ nedir? diye sorarlarsa ‘onun hakkında bir şey bilmiyorum’ “ demişti. Yine aynı mes’ele Belçika’nın Grand Oryantı’nda mevzu’-i bahs olmuş ve localar atideki cevabı i’ta eylemişti: “Terbiye-i diniyye çocukların inkişaf-ı kuvasını ta’til eden ve bütün ta’limat-ı ahlakiyye mantıkiyye ve akliyyeyi imha eden musibettir.” Belçika localarının Grand Orient’a irsal ettikleri cevaplara binaen maddelik yeni bir kanun vaz’ edilmişti ki: Birinci maddesi: “Terbiye-i diniyyenin kamilen izalesi” nu mektebe göndermeye icbar etmek” meallerinde idi. Bu iki maddenin arasındaki rabıta-i müdhişeyi mülahaza ediniz. Bu iki maddeye binaen bu ahrar-ı izamın arzuları hasıl olduğu takdirde her peder ve mader çocuğunu terbiye-i diniyyeden mahrum mekteplere göndermeye mecbur olacak! Farmasonlar gayelerine ermek için teşebbüsat-ı fi’liyyede bulunmuşlardır. Bakınız: “Kısm-ı a’zamı kızlardan müteşekkil çocuk evliya-yı umuruyla beraber Farmasonluğa müracaat ederek taleb-i himaye eylemişlerdir. Bu yetmiş dokuz çocuğun zekası nazariyat-ı diniyye ile zehirlenmeyecek hepsi de Masonluğun efkarını mezraa-i istikbale gars edecek!” senesinde masonlar atideki kararı ittihaz ettiler: “Fransız masonları diğer memleketlerdeki arkadaşlarının bir terbiyenin revacını te’mine çalışacaklardır.” Bu karar hey’et-i teşriiyye tarafından tasdik edilmek üzere Jul Simon’a gönderilmiştir. Brüksel’de Belçika Farmasonluğu’nun üstad-ı a’zamı Veyer Haçen’in şerefine rekz edilen heykelin resm-i iftitahında atideki manzume çocuklar tarafından inşad ettirilmişti: “Kapıları açınız açınız. Heykel gittikçe büyüyor. Hür terbiyenin talibleri içeriye girsinler. Bu heykel-i irfan yeni devrin küşadını i’lan ediyor. Onun ma’bedi nedir? İlim! Onun Allah’ı nedir? Hürriyet! Artık kat’iyyen nususa ittiba’ edilmeyecek gözleri körleştiren bağlar çözülecek. Zulümler tahakkümler kalkacak.” Farmasonların firifte-i iğfali olan en mühim unsurlardan biri de kadınlardır. Zavallı kadınlar! Massol bu hususda diyor ki: “Muayyen bir terbiye ile kadınlar nihayet tahakküm-i diniyi kaldırmaya muvaffak olacaklardır ve çocukları kendilerine ‘kainatın halikı kimdir? Hayat-ı uhreviyye var mıdır?’ deyince ‘Öyle bir şeyden haberimiz yok’ diye cevap vereceklerdir.”® Farmasonların kadını bir vesile-i muvaffakiyyet ittihaz etmelerinin sebebini Albert Lirovi izah ederek: “Kadın elde edilemeyince erkekler üzerinde icra edilen te’sirat muzmahil olur” diyor. Farmasonluk hakkında serd ettiğimiz bu uzun tedkıkattan sonra sözü bitirmeden evvel mülahazat-ı atiyyemizi arz etmek isteriz. Acaba memleketimizde dini yıkmak için çalışan zevat Farmasonluk’tan telakkı ettikleri feyiz ile mi bu uğurda mücahede ediyorlar? Farmasonluk edyan arasında doğrudan doğruya Hıristiyanlığa dolayısıyla edyan-ı saireye taarruz ediyor. Çünkü o Hıristiyanlığı ilme düşman hürriyete düşman addediyor. Ve binaenaleyh onu yıkmaya uğraşıyor. Fakat aynı zamanda edyan-ı saireyi de Hıristiyanlık gibi zannediyor. Ve cümlesini yıkmaya çabalıyor. Bunun ne kadar batıl ve fasid bir zan olduğu aşikardır. Bu hususda ma’lumat-ı mufassala ve müdelleleye muttali’ olmak arzu edenler müfti-i merhum Şeyh Muhammed Abduh’un el-İslam ve’n-Nasraniye nam eser-i muazzamına müracaat ederek Aradaki farkları kat’iyyen nazar-ı i’tibara almayarak müslümanlığın da bir din olduğu için onun aleyhinde Farmasonluğun siham-ı tahribini kullanmak en müdhiş cinayettir. Böyle bir cinayetin ika’ına ehl-i İslam’ın mani’ olacağı hıfz-ı Rabbani ile mev’ud müslümanlığı insafsız mütearrızların eline düşürmeyeceği tabii ise de mazarrat-ı ictimaiyyesini çeşm-i teessürle gördüğümüz telkınat-ı mudille ile mücadele etmek o mazarrat-ı ictimaiyyeyi izale etmek mütefekkirin-i Şebabımızın nisvan ve etfalimizin hal-i zelili günden güne kesb-i vehamet eden ilel-i ictimaiyyemizin emraz-ı ahlakiyyemizin esası son zamanlarda hele muharebe-i umumiyye devamınca tervic edilen hiçbir mukavemete duçar olmadan tervic edilen ve alabildiğine tuğyan eden ilhadın hürriyet ve terakkı maskesiyle harim-i mukaddesata sokulan Bütün bu tuğyanlar işte bizi bu hale getirdi. Kurtulmak yürüyelim. – NELER GÖRDÜM NELER DÜŞÜNDÜM? Demek soruyorsunuz? Ama ben her suale cevap veremem… Her suale cevap veremem çok da söyleyemem. Eğer razı olursanız ki memleketime gittiğimde ve gidip gelirken neler görüp neler düşündüm; onları hikaye edeyim? O halde birkaç kelime söylerim. Söylerim… Köylü gözümle gördüklerimi Türk ve müslüman yüreğimle duyduklarımı söylerim; anlatırım. Ama gelişi güzel ama kaba saba; lakin gıll ü gışsız söylerim. Belki bundan bir hayır hasıl olur. Ama süslü ve süs için söylemem. Çünkü bundan bir hayır hasıl olmaz. Bakılsa bizim yaptığımızı münevver tabakadaki alimlerimiz müelliflerimiz ediblerimiz yapmalıydılar ve yapmalılar. Lakin yapmıyorlar. Çünkü onlar bir kere halka gitmiyorlar halkın kendilerine gelmesini bekliyorlar.. Bir kere de halkı kabiliyetsiz görüyorlar; onların ibtida biraz kabiliyet edinip sonra kendi huzurlarına çıkmasını istiyorlar. Böylelikle kendi tabakalarını avam sınıfından büsbütün ayrı sayıp milyon milyon aç ve muhtac kişiyi hallerine bırakarak belki üç kişilik belki üç bin kişilik belki daha az ve belki daha çok tok ve müstağni bir havas zümresine hitab eyliyorlar. Biraz da bütün memleketi darulfünun ve bütün halkı darulfünun talebesi farz ediyorlar olmalı ki “ictimaiyat” ve “iktisadiyat” diye “edebiyat” ve “bediiyat” diye çalakalem ince ince dersler yazıyorlar Dürr-i Meknun’ lar okuyorlar. Azıcık biz de anlarız: Hikmet dersleri yazmak Dürr-i Meknun’ lar okumak iştir. Lakin hal ve hacet gözetilmeli. Halka gıda vermekle mükellef olanlar im’anla insafla te’emmül buyurmalı ki açlar darı yerler inci yemezler. Biz ki açız; buna değil ona muhtacız. İnci ki darı kadar işimize yaramaz boş şeydir. Darı ki karnımızı doyurur ni’mettir. Verebiliyorlarsa bize inci değil darı versinler. Bilmeliyiz ki köydeki hastamız up uzun uzanmış; gözleri kopuk dudakları yanık son nefsine yaklaşmış yatıyor.. Bakıcısız bakımsız; kıvranıyor seğriyor.. Başı ucunda bir koca karı bile bir koca karı ilacı bile yok. Tabib nerede? Tabib şehirde hazır gelmiş ilaclarını satmak ve yutturmak havasında… Vakıa “yangın var” deyip bağırmıyoruz. Lakin haberimiz olsun ki memlekette yangın var.. Köy şehir; kulübe baraka; dükkan tezgah; bağ tarla; harman orman her şey cayır cayır yanmaktadır. Az daha gecikecek olursak millet dediğimiz varlığın külleri de havalara savurulmuş bulunacaktır. Halin hakıkati bu olunca bize düşen nedir? Tınmamak aldırmamak oturup kendi keyifciğimize bakmak uzaktan seyirci olup acıyor tavrıyla alay etmek ayıplamak “Olacağı bu idi oldu” demek ve böyle yapanlara yardaklık yapmak mı? Yoksa başka şey mi? Bizim ve burada karın doyuranların borcumuz vazifemiz nedir? Pek sade bir şey: Hiç olmazsa gitmek halkı olduğu yerde bulunduğu hal içinde görmek kaldırmak kurtarmak korumaya çalışmak bunlar bib olmayanlara da farz olmuştur. Evvelleri bir kere ve farz-ı kifaye halinde farz idiyse şimdi on kere ve farz-ı ayn nev’inden farz olmuştur. Bugün bunu yapan bir kişinin yanına ben de sen de katılırsak üç kişi oluruz Kim bilir biri üç yapan Allah üçü üç yüz üç yüzü üç yüz bin yapar. Böyle düşündüğüm böyle yazıyorum. Cür’etim küstahlık olsa bile faidesiz sevabsız olmasa gerektir. Hayat-ı Umumiyyede Müzayaka [ ] bir söz sayılmaz. Beş seneye yakın bir zamana kadar çekmediğimiz –maddi ve ma’nevi– bir felaket ve zaruret kalmamıştır. Nüfusumuz azaldı. Bugün Anadolu’da ihtiyarlarla küçük çocuklardan başka kimse bulunmaz. Bu kalanlar da her türlü tisad ve servetçe ticaret ve ziraatçe sıhhatçe azim hasarata uğrayan bir küme müslüman vardır ki bugün hükumetimiz Ermeni ve Rumların ikdarlarını piş-i nazar-ı te’emmül almış ve akarını sahib-i aslilerine iade etmeye zarar ve ziyanlarını ödemeye çalışıyor. İnsaf ve ma’delet namına hükumetimizin bu kabil icraatını takdir etmemek elden gelmez. Fakat tevzi’-i adalet namına aynı zamanda yersiz yurtsuz sefil ve perişan kalan İslam muhacirlerini ihmal etmek de tenkıdi mucibdir. Taşrada vilayatta memalik-i müstahlasada tohumluk vaktiyle yetiştirilmeyecek olursa gelecek seneyi de sıkıntı Payitahtımıza gelince [ ] ıztırab ve ihtiyac hadd-i gayesini çoktan aşmıştır. Köşede kenarda yaşayan fakırü’l-hal aileler bugün büyük bir mahrumiyet Havaic-i zaruriyye fiatları o derece tereffu’ etmişdir ki bu ana kadar tarihimizde emsaline tesadüf olunmamıştır. Evet bugün –emr-i vaki’ kabilinden olan– bir çok mesail karşısında bulunuyoruz ve hayat-ı maddi ve ictimaimizin ıslahı mezkur mesailin hall-i kat’isine vabestedir. Su ekmek aydınlık kömür şeker et mahrukat ilaç ve edviye tabib ve hıfzıssıhha gibi her biri büyük bir mes’ele teşkil eden havaic-i mühimme ve zaruriyye karşısında herkes boynunu eğmek mecburiyetindedir. Yağmur ve kar mevsiminin takarrübü ile berri ve bahri vesait-i nakliyyenin de balada saydığımız mevadda inzimamı işi daha büyültüp vaz’iyetimizi daha vahim bir şekilde gösteriyor. Sıhhat ve hayat-ı umumiyyeye son derece alakası olan mesail-i mezkureye karşı el-an ciddi bir teşebbüs veya doğru bir çare maatteessüf bulunamamıştır. Sıhhatleri yerinde olmayanlarla küçük çocuklar fakırü’l-hallerle ihtiyarlar –ötekilerden sarf-ı nazar– bu maişet ve mahrumiyet neticesinde ne kadar dayanabilirler? Bu derdlere bir de –harb mahsulü olan– İspanyol nezlesini lekeli humma hastalıklarını da ilave edersek ne büyük ve umumi bir felaket içinde olduğumuz anlaşılır. [ ] Henüz kamilen terhis edilmemiş [ ] olan efrad cidden her müslümanın nazar-ı dikkatini celb ediyor. Ricalimiz matbuatımız hep zavallı ahaliye “Şöyle olacak böyle yapılacak” diye bir sürü vaadlerde bulunuyorlar ise de ötede memleketin ticaret ve iktisadiyatında hayat-ı umumiyyede hüküm-ferma olan hal-i esef-iştimal büsbütün herkesi nevmid ve me’yus ediyor. [ ] Hele [ ] iffetsizlik fuhşiyat [ ] ve daha bir çok rezail-i ahlakıyye memlekette o kadar sari bir hastalık halini kesb etmiştir ki Sair mesailden daha mühim bir hadise bu hafta zarfında payitahtımızda başgöstermiş olan Meb’usan Meclisi’nin feshi keyfiyetidir. Bu ehemmiyetli mes’ele hakkında gerek matbuat-ı İslamiyye ve gerek anasır-ı gayri müslime gazeteleri –leh ve aleyh olarak– tarafından bir çok yazılar yazıldı mütalaalar dermiyan olundu. Kimi hükumeti alkışlayıp kimi de tenkıd ve takbih eyledi. Bize ] riz. Milletin münevver ve fazıl tabakasına mensub olan efrad ve zevatın bu sırada yegane vazife-i nazifeleri hükumete her türlü muavenette bulunmaktan ibaret iken maatteessüf memleketimizde yeni yeni fırkalar türlü türlü cem’iyetler teşekkül ederek gaye i’tibarıyla efrad-ı millet-i İslamiyye arasında meveddet ve vahdet tohumlarını ekmek ve müslümanları daire-i sulh ve salah içinde ilerlemekten bu cem’iyet ve fırkalar hal-i hazırda aciz görünüyorlar. Biz müslümanlar bu dakıkada her şeyden ziyade ittifak ve vahdete sa’y ü gayrete pek muhtacız. Vaktaki yorganımızı kurtarır harici işlerimizi tesviye ederiz; o vakit bir birimizle kolayca anlaşılabiliriz. Baladaki sözlerimizle mücrimini müttehimimini tesahüb etmek niyetinde değiliz. Hükumet her zaman memleketi fenalığa sevk edenleri tecziye –hem de şiddetle– etmelidir. Ancak şunu demek istiyoruz ki [ ] Bugün bütün müslümanlara terettüb eden yegane vazife metanet ve i’tidali muhafaza etmek birbirimizle kardeş gibi geçinmektir. Ancak bu suretle şu önümüze gelen girdab-ı pür-hatardan tahlis-i nefs edebiliriz. Ümid edelim ki hükumetimiz ve mütefekkirlerimiz bu hayırhahane ve bi-garazane sözlerimizi hakimane ve dur-binane bir nazarla ta’kıb buyurup tarih-i müstakbelde kendileriyçün müzehheb sahifeler hazırlayacaklardır. Musalaha-i Umumiyye Esasatının İhzaratı. Sulh-i umumi esasatını ihzar için yakında Paris’de bir kongre teşekkül etmek üzeredir. Denildiğine göre bu kongrede yalnız kendi aralarında kararlaştırdıktan sonra düvel-i muhasımaya tebliğ ve tefhim edeceklermiş. Cezair-i İsna-aşer Mes’elesi. Manchester Guardian gazetesi Adalar Mes’elesi hakkında yazdığı bir makalede diyor ki: “Şimdi artık Bahr-i Sefid’deki on iki adanın İtalya tarafından işgaline hiçbir sebeb kalmamış olduğundan mezkur adaların tali’ ve akıbeti yakında toplanacak sulh konferansında bi’t-tabi’ mevki’-i tezekküre vaz’ olunacaktır. Eğer İ’tilaf hükumetleri kabul etmiş oldukları Wilson nazariyelerine sadık kalacaklar ise bu on iki adanın mukadderatı ancak bir suretle hallolunabilir. Bu suret-i tesviye de elbette kilat-ı cedideye muvafık bulunacaktır.” ECNEBI HAKIMLER MÜSTEMLEKELERDE OLUR Dersaadet Birinci Ceza Dairesi Reisi Ebu’l-Kemal Mustafa Nazmi Bey “Islahat-ı Adliyye” ünvanıyla Tasvir-i Efkar refik-ı muhterememizde mühim bir makale neşretmişlerdir. Ortalığı istila eden ecnebi mukallidliği gafletlerine karşı böyle hakayıktan bahsetmeye şu sırada pek ziyade ihtiyac vardır. Makalenin bazı mühim fıkralarını naklediyoruz: bulur: Mükemmel hakimler mükemmel kanunlar. Bu mükemmel hakimler mükemmel kanunlar nasıl tedarik edilir? Bu vesait-i adalet bu cihaz-ı kuvve-i adliyye Almanya’dan mı şimdi de İngiltere’den mi yoksa Fransa’dan mı celb olunacak? Alam-ı tefekküriyyemi teşkil eden siyah noktadan biri de budur: Hukuk-ı milliyyesini tanıyan istiklalini bilen vatanını seven hiçbir millet milel-i ecnebiyyeden hakim getirtmemiştir. Düvel-i mütemeddine şöyle dursun nim müstakil yaşayan kabailde bile hükkam bütün adat teamülat ve an’anat-ı kavmiyyeyi bilen ve medid bir zaman hukuk-ı kavm üzerinde umur-ı kaza ile müctehid olan zevattan hatta bu hakim; eben an-ceddin hakim olduğu hakim babasının ceddinin ismini sayarak tarafeyn-i da’vaya kararını tefhim eder. Hakimler her milletin sine-i millette milli hukukun müstenid olduğu adat ve teamülat-ı milliyye teşekkülat-ı esasiyye-i medeniyye his ve hubb-i vatan ile perverişyab olanlardan olur. Şuradan buradan hakim nasb ve tedariki müstemleke suretiyle idare olunan ve “hukuku” gasb olunan milletlere mahsusdur. Bu evsafdan ari bir ecnebi Osmanlı tabiiyetine girmek ve ona Osmanlı hukukunda hakk-ı kaza bahşetmek ile –Nuşirevan kadar adil ve o sülale-i adilenin evladından Numan müftekir olduğu “i’timad” ve iman hasıl olmaz. Mükemmeldir diye bir milletin kanunlarını diğer bir millete nakledivermek –fikrimce– milliyete karşı ika’ edilen cinayetlerin en büyüklerindendir. Milletler için adat hissiyat ve hukuk-ı milliyyenin tebdil ve teşvişi kadar bir felaket olamaz. Feth ü teshir olunan memalikte bile mağlub milletlerin hukuku hakimleri ibka olunur. Hakimleri öz evladından kanunları sine-i ihtiyacından mülhem olarak tarik-ı tekemmüle giren ve o yolda hatve-endaz-ı terakkı olmaya cihad eden milletlerin hayat-ı adlisi hiçbir zaman muhtel olmaz. Kuvve-i adliyye ve ruh-i hükumet her dem zinde ve tüvana olarak nefaz-ı kat’isini muhafaza eder [ ] Binaenaleyh: Osmanlı hakimleri miyanına milel-i ecnebiyyeden hakimler getirmek lüzumuna dair hasıl olan kanaatlerin ne gibi müessirat ve avamil-i hukukiyyeye müstenid olduğunu idrakte acizim. BİZİ KURTARACAK KİTAB-I KERIM’DİR Avrupa’da demir yoluyla seyahat ederken vagonda bulunanlardan bir Fransız meğer hayli müddet bizim taraflarda bulunmuş olduğu için benim Türk olduğumu anladı uzun musahabete girişti; ve şu musahabet esnasında “Sizin ahlakınız çok güzeldir. İşte bunu bozmamaya en ziyade çalışınız” tasviyesinde bulundu. O zamanlar bizim ahlak-ı umumiyyemiz vaktiyle pek saf “dirayet” oldu; meşrutiyetin hululüyle ahlak-ı umumiyyenin mestur bulunduğu riya perdesini yırtarak in’ikas-ı hurşid-i hürriyet ile eski safvetini bulacağını ümid ederken neler ve neler olduğunu tekrar tahattura ne lüzum var? Bugün ise ne haldeyiz? Birbirimizi soymak “fazilet” ve “fetanet”. Kanun zabıta mehakim “ahlak-ı umumiye”nin harici muhafızıdırlar onun “vicdan” ve “iman” isimlerinde iki dahili muhafızı vardır. O muhafızlar vazifelerini ifadan mahrum olur ise hırsızlık her türlü şirret hanenin içinden ika’ olunur ise harici muhafızlar ne yapabilir? tihsal eden “ İncil ” ile “Şekspir’in asarı” olduğunu söylerler. Bizde Şekspir gelmemiştir. Belki pek çok asar-ı tasavvufda Şekspir’e gıbta verecek sözler bulunur; lakin elimizde bir “Kitab-ı Kerim” vardır ki Tevrat’tan da İncil’den de derecat TEŞEKKÜR tesi sahibi Basri Bey İzmir Manisapazarı müdiri Hafız Ali Efendi Nazilli’de Hoca-zade Hacı Süleyman Efendi Nazilli Telgraf ve Posta Müdiri Hüsameddin Bey Burdur müderrisininden Hatib-zade Mehmed Ref’et Efendi Karahisar-ı Sahib Müftüsü Hüseyin Fevzi Efendi Demirci Müftüsü İbrahim Hakkı Efendi Isparta Merkez Müftüsü Hüseyin Hüsnü Efendi Edremid Müftüsü Mehmed Cemal Efendi Lapseki Müftüsü Süleyman Rüşdü Efendi Turgutlu Müftüsü Hasan Basri Efendi Lüleburgaz Müftüsü Ömer Lütfi Efendi Söğüd müftüsü efendi Şarköy Müftüsü Mustafa Asım Efendi Foça Müftüsü Ali Asım Efendi Aksaray Müftüsü İbrahim Hilmi Efendi Finike Müftüsü Salih Cevdet Efendi Bodrum Müftüsü Yusuf Ziya Efendi Hendek Yeni Cami müderrisi Müderris Ali Niyazi Efendi Bergama Reşadiye nahiyesi Cami’-i Kebir hatibi Hafız Süleyman Efendi Bandırma’da Evyapan-zade Abdullah Ziyaeddin Efendi Tekfurdağı’nda tüccardan Hacı Muhiddin Efendi Antakya Berekat-zade Ahmed Remzi Efendi Kars Posta Müdürü Fahri beylere: Sebilürreşad’ın neşir ve ta’mimi hususunda ibraz buyurulan himmet ve inayet-i aliyyelerinize bilhassa teşekkürler ederiz. ve Karahisar-ı Sahib’de külliyetli surette Sebilürreşad’a iştirak eden zevat ile diğer kaza ve sancaklarda abone kayd olunan zevatın risalemiz hakkındaki teveccüh-i alilerine de ayrıca teşekkürler ederiz. Sebilürreşad’ı okuyan her zat ihvan-ı dinden la-ekal iki kişiyi abone kayd ettirmekle te’yid-i İslam gayesine büyük hizmet etmiş olur. BISMILLAHIRRAHMANIRRAHIM Meal-i Kerimi: Onlara “Halkın iman ettiği gibi siz de ediniz!” denildiği zaman “Bir takım sefihler gibi bizde mi iman edelim?” derler. Asıl sefih kendileridir fakat hallerini bilmiyorlar. Bu ayet-i kerime de münafıkıne has alaimin bir diğerini beyan ve izah etmektedir. Evet derd-i nifaka mübtela olanlara “Abdullah bin Selam ve onunla hemhal olanlar gibi akıllarında safvet ve selamet fikir ve reviyetlerinde sedad ve münevveriyet bulunan diyanet-i halisa erbabına imtisalen siz de iman ediniz. Nazar-ı dikkatten dur tutmayınız ki o adamlar hakayık-ı eşyayı görmek edille ve berahinini daimi surette sencide-i mizan-ı tedkık ve tefekkür eylemek hususunda kibir ve inadın te’sirat-ı meş’umesi altında kalmamış kimselerdir” denildiği zaman verdikleri cevap “Bir takım sefihler kafasızlar gibi bizde mi Servet ü saman nahvet ve azametlerini hadden efzun bir dereceye vardırmış kavim ve kabileleri arasında haiz oldukları mevki’-i imtiyaz ve satvet küfran-ı ni’met hislerini kuvvetlendirmiş olan bu adamlar bir kendilerine bir de müslümanlara bakıyorlar müslümanların ekseriyetini fukara zümresi teşkil etmekle beraber içlerinde Süheyb gibi Bilal gibi kul köle makulesinden adamlar bulunması daha ziyade burunlarının büyümesine azamet ve hodbinliklerinin dü-bala olmasına sebeb oluyor idi. Bu adamlar kendi mevki’lerini hayat-ı diniyyelerine iştirak edecekleri kimselerin kat kat fevkinde gördükten sonra tabiidir ki onlarla aynı seviye-i ictimaiyyede bulunmayı onların makasıd-ı diniyyeye aid telkın ettikleri nasihat ve hikmetleri hüsn-i telakkı etmeyi nefisleri için mucib-i şeyn ü ar addediyorlar idi. Hakayık-ı aliyye-i diniyyeyi takdir için ellerinde cehaletten kıllet-i idrakten sermaye-i fitne ve gurur olan mal ü cahdan başka bir mizan bulunmayınca tabiidir ki her şeyi şekl-i ma’kusuyla görerek selim bir akla sakım musib bir fikre muhti nazarıyla bakmaya sahiblerini çocuklar kısa akıllı kadınlar gibi metanet-i fikriyyeden ari menfaat ve mazarratı temyize gayr-i muktedir çir-endiş birer kimse telakkı etmeye başladılar. Bu adamlar kendilerinin mahiyet-i hakıkıyyelerini hakkıyla takdir edebileydiler anlayacaklar idi ki ortada bir sefih ve bi-magz varsa o da kendileridir. Metanet-i fikriyyeden mahrum oldukları hakayık-ı eşyaya nüfuz kabiliyetinden behreleri olmadığı içindir ki Cenab-ı Hakk’ın kendilerine etmişler en kıymetdar bir mevhibe-i fıtrat olan cevher-i aklı muattal bırakmışlardır. Aklın gaye-i in’amı ise şübhe yoktur ki insanın eşyayı vezn ve hakaik-ı kainatı keşf ile muzırrı nafi’den hakkı batıldan ayırmak bu sayede en güzel ve en hayırlı şeyleri seçip almak için bir mi’yar-ı kaviye malikiyetini te’minden ibarettir. Ayet-i kerimenin siyakından anlaşılıyor ki münafıklar bu sözlerini mü’minler muvacehesinde ve aşikar bir surette söylemiyorlar idi. Aksi halde meslek-i inad ve ilhadlarının tasrih ve i’lanını müstelzim olduğu için münafıkın zümresinin hariç kalmaları icab eder idi. Zahir-i ayetten şu tebadür ediyor ki münafıklar kendi kendilerine kaldıkları zaman içlerinden biri kalkıp da hakıkı niyet ve maksadlarına mü’minlerin hayat ve mevcudiyetlerine kasd etmek mahvlarına yürümek için her an müterakkıb-ı fırsat bulunduklarına mü’minler bir takrib ile peyda-yı tehlikeyi der-piş ederek hakıkı mü’minler silkine girmelerini teklif ettiği zaman nahvet-i cahiliyyeleri kabarıyor hoBaşmuharrir dkamane hodpesendane bir tavır ile: “Bir takım sefihler gibi bizde mi iman edelim?” diyorlar idi. Onlar bu sözleriyle Cenab-ı Resul kendilerine miras-ı aba ve ecdad olan mu’tekadat-ı milliyyelerinden pek çok fazla kıymet-i hikemiyyesi olan efkar ve i’tikadat telkın etmiş olsa da tealim-i kadimelerinden inhiraf etmemeye kat’iyyen azmetmiş olduklarını beyan etmek istiyorlar idi. Münafıkların mü’minler huzurunda bu yolda idare-i lisana cür’etyab olamayacaklarına alt tarafdaki ayet en kuvvetli bir delildir. Meal-i Kerimi: Onlar iman edenlere rast geldikleri vakit: “Amenna!” derler. Şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman ise “Sizinle beraberiz. yolunda idare-i kelam ederler. Münafıklar mü’minlere karşı böyle bir hatt-ı hareket ta’kıb ediyorlar idi. Maamafih her vakit ve her yerde bu zümrenin esas meslekleri bundan ibarettir. Bu derd-i meş’uma mübtela olanlar hakıkı mü’minlere mülakı oldukları zaman “Bizim de imanımız var” diyerek bu sözü mal ve canlarının mahfuziyeti için siper ittihaz ederler. Şeytanlarına ahbar ve yehuddan rüesa-yı müşrikinden ve mevki’den emin oldukları zaman da müekkid yeminlerle kendilerinin onlarla beraber olduklarını ve o yolda idare-i kelamdan maksadları sırf mü’minlerle eğlenmek ve onları maskaraya almaktan ibaret olduğunu ifade ederler. Cin taifesinden şeytanlar olduğu gibi insanlardan da şeytanlar vardır. İbni Cüreyr her şeyin şeyatini mütemerridlerinden nazm-ı kerimiyle te’yid etmektedir. KARARNAMELERI HAKKINDA Sekizinci maddede: “On yedi yaşını itmam etmiş olan kebire bir şahıs ile tezevvüc etmek üzere müraca’at ettikde hakim keyfiyeti velisine tebliğ eder ve veli itiraz etmediği veya itirazı varid görülmediği halde izdivacına müsa’ade eyler” deniliyor. Bunun da vaz’ı pek uygunsuz. Çünkü memleketimizde velileri dururken mahtubeler izinname almak için mahkemeye gitmezler. Erkekler ile kendileri söz kesmezler. Bunlar velilerin vezaifindendir. Hatıblar onları velilerinden isterler. Velileri de kendilerinden istizan ederler. Bakireler raziye olduklarını da söylemezler haya ederler. Sükut etmeleri izin ve tevkildir. Mekarim-i ahlakı tetmim için meb’us olan Peygamber-i zi-şan aleyhi’s-salatü vesselam efendimiz: buyurmuş; ümmet-i necibesi de böyle alışmış bi-hamdillahi teala böyle adab-ı aliyye ile tehalluk eylemişlerdir. Gerçi baliğanın istediği hatıba velilerinin razi olmadıkları da vuku’ buluyor. Lakin ekseriya onun küfüv olmadığından hayırlı görülmediğindendir ve her halde şu maddenin vaz’ına lüzum olmayıp maslahata da muvafık değildir. Zira’ gösterilen bu tarikle kızın müracaatı üzerine icra edilecek olan tebligata karşı velinin cevap vermeye şer’an mükellefiyeti yoktur. İzinname verilip akid icra olunduktan sonra da hakk-ı i’tiraz ve hakk-ı feshi bakıdir. Layihada bu usulün Malikilerde cari olduğundan bahsolunmuş. Halbuki onların buna ihtiyacları mezheplerinde nisanın nikahda icab ve kabulleri mu’teber olmayıp kızlar kendi nefislerini küfüvlerine de tezvice salahiyetdar olmadıklarındandır. Bizde ise buna hacet yok. Hakıkı bir faide te’min etmez. Bilakis büyük mazarrat da olur. Çünkü bu misilli baliğaların mahkemelere koşup velilerine yıp şimdiye kadar en heveskar olanlarının cür’et edebildikleri hal ancak akraba ve eviddadan birinin hanesine iltica ederek onları tavsit eylemek ve en mütecasireleri hatıbın nezdine girerek kable’l-akd ve olamadığı surette salahiyet-i şer’iyyelerine binaen akidlerini icra ettirdikten sonra yine muslihin tavassutuyla valideyn yahud her kim ise akreb olan velilerinin irza ve iskat edip de mümkün oldukça ehl ü ciran arasında işi bitirmek ve o aralık müracaat edenler bulunmuş ise hükumete karşı da: “Nikah icra olundu gayr-i meşru’ bir hal yoktur” diyerek selameti bulmak hususlarından Şimdi ise münakehatın her halde hakimin müsaadesiyle kanun-ı cezaya zeyl edilmek istenilen mevad ile de te’yid ve mütecasirleri ağır cezalarla tehdid ediliyor. O yollar artık mesdud olacak kız için başka çare olmayıp bu maddede gösterilen tarikle huzur-ı hakime kadar gidecek hakim de pederine yahud mevcud olan diğer velisine: “Kızınız filana varmak istiyor. Bir i’tirazınız var ise beyan ediniz” diyerek keyfiyeti resmen tebliğ ve i’lan edecek. Lakin bu hal onların tab’ına pek giran gelecek. Müsmir olsun olmasın bir takım matain ve müftereyata teşebbüs etmelerine de sebeb olacak yahud hatıb ve ailesini tehdide kalkışacaklar. Müsaheretten evvel adavet teessüs edecek ve yeis ve gayret bazılarını cinayetlere bile sevk eyleyecek. Her halde kızdan ebeveyn ve ailesinin kemal-i nefretlerini mucib olacak. “Şıllık bizi mahkemelere düşürdü” diyecekler. Gerçi galibiyet ekseriya kızda kalacak. Hakim efendi hırlı hırsız salih fasık demeyip onu sevdiğine verecek. “Ala kavlin küfüvvüdür” diyecek. Lakin herif hevesini aldıktan sonra atarsa ona bakacak değil. Yine valideyn ve evliyasının hanelerine dönecek. Lakin bu kere onlardan ru-yı kabul görmeyecek: “O bizim kızımız değil. Müracaat ettiği mahkemeye gitsin” diyecekler. Aile perişan olduğu gibi en ziyade o kız bi-vaye ve bikes kalıp mutazarrıra olacak. Anadolu’muzun Türk Kürd Arap ahali-i memleketimizin ve ba-husus bu gibi ahvale ma’ruz olacak köylülerimizin mütetabbı’ oldukları tabai’ ve me’luf oldukları adatın muktezası budur. Nikah emrinde şeriatin ta’yin ettiği hududun haricinde kavaid ve kavanin olmaz. Velinin izni bulunduğu surette hakimin müsaadesine hiç ihtiyac olmadığı ma’lum ve mücma’un-aleyhdir. Şer’an bunlar için bir lüzum ve faidesi yok ise de yine izinname alsınlar denildiğine göre de ileri gidilmemeli. Çünkü herkes muhalif bir hareketten dolayı emr-i mesnun-ı nikahı ceraim menzilesine indirmek akid ve şahidlerini hapis ile mücazat etmek usul-i şeriat-i İslamiyye ile kabil-i te’lif olmaz. Fiil ve ceza beynlerinde nisbet-i mu’tedile bulunmayınca onu hüküm ve tatbik edecek olan hükkamın da vicdanları tazyik ve ta’zib edilmiş olur. Buraları etraflıca düşünülmelidir. Böyle tebligat ve i’lanata hacet yok. Dai-i mazarrat olur. Kızın akreb olan velisi razi olmayıp da müracaat olundukta hakim efendi bir haber-i adi ile ikinci velisini da’vetle keyfiyeti ondan yahud mahalle imam ve muhtarından istiknah ve işin hüsn-i suretle tesviyesini onlara havale de edebilir. İktizasına göre izinnameyi de verir. Mes’ele edeb dairesinde dağdağasız halledilmiş olur. Mehr-i misliyle talib olan şübhesiz küfüv olup da veliyy-i akreb taannüten razi olmuyorsa ona aid olan hak zaten ikinci veliye intikal edecektir. Veliler mevcud iken kable’n-nikah hakime şer’an nöbet de gelmez. En doğrusu ve ahalimiz için erfak ve aslah olanı hakime nöbet gelmedikçe ve ba-husus baliğalar için bu izinname usulünün ilga edilmesi ve nüfus kayıdlarının tesviyesiyçün de vukuat-ı sairede olduğu gibi mahallat ve kura ve hey’at-ı ihtiyariyyelerinin mazbatalarıyla Hakıkaten muhalif-i şeriat ve cidden mucib-i ta’zir ve ukubet olan ef’ale cür’et edecekler bulunursa her halde mücazat olunurlar. Böyle birkaç kişi için onlarla beraber bigünah olan bunca halkın da “Hakim efendiden müsaade almamışsınız” diyerek hilaf-ı meşru’ bir harekette bulunmuşlar gibi cezalandırılmaları reva değildir. Nasın kendi nefis ve ailelerine aid ve kimseye mazarratı olmayıp şer’an me’zun olmalarıyla sahih ve nafiz olan tasarrufatını men’ ve hacre kıyam etmek hükkamın izin ve müsaadeleriyle takyid eylemek ahrar-ı müslimini erbab-ı hükumetin köleleri menzilesine tenzil eylemektir. Kanun-ı Esasi ile i’lan olunan kaide-i hürriyet de bunu icab etmez. Hükumet-i meşrutamız da elbette bunu kabul etmeyecektir. Komisyon hey’et-i muhteremesi hata etmişler. Meraci’-i aliyyesinden kariben ıslahı me’mul ve muntazardır. Dokuzuncu maddede: “Mecnun ile mecnunenin bir zarurete mebni olmadıkça nikahları caiz değildir. Zaruret bulunduğu takdirde hakimin izniyle nikahları velileri tarafından akd olunur.” denilmiş ve layihada: “Bunların velileri tarafından nikahları mezheb hakkında tecviz olunmuş ise de nikahdan maksad mücerred arzu-yı cismaniyi tatmin değildir. Onun üzerine bir çok makasıd terettüb eder. Hal-i cinnet onların idrakine mani’dir. Kabiliyet-i tevarüsiyyesi de vardır. Mezheb-i Şafii’de esas i’tibarıyla gayr-i caiz olup ancak bir zarurete mebni tecviz edilmektedir. Ve bu re’y efkar-ı zamana daha muvafık görülmektedir.” Denilerek maddenin bu esas üzerine kaleme alındığı gösterilmiştir. Halbuki her cihetten yanlış. Çünkü bunların velileri tarafından nikahları yalnız mezhebimizde değil her mezhebde caizdir. Ve nikahdan maksad mücerred kaza-yı şehvet olmayıp bir çok mesalihi tazammun ettiği amme-i kütüb-i fıkhiyyede ve ba-husus kütüb-i Hanefiyye’de zikr olunuyor. Sagır ve sagırenin nikahları hakkında İbni Şübrüme ve Asamm’ın nakil ve iddia olunan muhalefetleriyle bunların nikaha muhtac olmayacakları tevehhümünü red ve izale için bast ediliyor. Mecnun ve mecnunenin nikahları da öyle yalnız arzularını teskin için değil kendilerinin hüsn-i idare ve iaşesi gibi mesalihi de mutazammın olduğundan teşri’ buyurulmuştur. Mezheb-i Şafii’de budur. Esasen gayr-i caiz dedikleri yok. Akde makrun olsun sonradan hadis olsun. Ancak sübut-ı hıyara sebeb olabileceği de kitaplarında musarrah. Peder ve büyük pederlerinin maslahat-ı nikah için onları tezvice salahiyatdar olduklarını ve böyle velileri bulunmadığı halde hakimin de onları te’min-i nafaka gibi bir hacet üzerine tezvic etmesi lazım geleceğini beyan ediyorlar. Hakk-ı hıyar zaruret yok imiş diyerek nikahın fesadına gidilmek icmaan batıl olur. Vakıa buradaki zaruretten maksad yine bir hacet ve maslahat demek olacaktır. Deliyi hal-i cinnetinde lüzumu yok dir eylemek velisine aiddir. Veli var iken hakimin suale bile hakkı yoktur. Resmen izinname istenildikte resmini alıp vermesi lazım gelir. Fahs ve tahkık etsin denilmek hiçbir maslahat te’min etmez. Ve illetin tabiat-i tevarüsiyyesini de tebdil edemez. Mübtela erbab-ı servetten ise bir takım müdahalat ve su’-i isti’malata kapı açar. Veli acezeden değil ise er geç muhalif-i şer’ olan bu maddeyi vaz’ eylemekten bilmem ne faide beklenilmiş? Onuncu maddede: “Nikahda veli ale’t-tertib bi-nefsihi asabe olan kimselerdir” denilmiş ve layihada bu hasrın An delil tercih edilmiş olsa bir şey denilemez. Lakin yalnız mukteza-yı maslahat deniyor. Fakat Ümmü’l-mü’minin Sıddika radiyallahu anhanın biraderi Abdurrahman radiyallahu anhın gaybetinde kerimesi Hafsa’yı Münzir bin ez-Zebir radiyallahu anhe tezvic eylemiş olduğuna dair olan eser-i sahih-i meşhur İmam-ı A’zam ve Zahirü’r-rivaye ve onunla beraber olan İmam Ebu Yusuf’un kavillerini müeyyid olup taife-i nisanın da emr-i nikahda ibarelerinin mu’teber ve hakk-ı tekellümleri sabit olduğu gibi asabattan olan akrabanın hazır ve salik oldukları surette dahi bu hakkı isti’male salahiyetleri bulunduğunu Kıyas-ı sahih ve maslahat-ı hakıkıyye de bunu icab eder. Gerçi kadınlar asabe kadar emr-i kefaete i’tina etmeseler bile kızlarının refah ve saadetini aramakta çoklarından hele ecnebi olan hakimden geri kalmayacakları validenin ziyade-i şefkati gibi umur-ı bedihiyyedendir. Ehl-i İslam kadınlarını Asr-ı Saadet’ten beri teslim olunagelen böyle bir hakk-ı maslahatıdır” denilmek doğrusu ya hiç yakışmıyor. Komisyon hey’eti burasını bilmezler değil. Lakin “Efkar-ı zamanın icabı maslahat-ı zamanın muktezası” demekten maksadları bi’t-te’emmül layiha mündericatından müsteban oluyor. Efrad-ı ahali ve aileler arasında cereyanı tabii olan münasebatın hep hükumetin ıttılaına makrun ve müsaadatına merhun olması istenilmiş ve ehl-i İslam’ın genç yaşlarında teehhül etmeleri memleket için muzır addolunarak men’ olunmaları gaye ittihaz edilmiş ve izinname usulünün te’yid ve teşdid olunmasıyla iktifa olunmayıp hariçte vuku’ bulacak münakehatın ibtali çaresi düşünülmüş. Ve ehliyet-i nikahın sinle takyid ve hadd-i meşruundan te’hir olunması bundan neş’et eylemiş olduğu gibi velayet-i hassa dairesinin tazyik olunarak taife-i nisadan olan sair akrabanın iskatına olan İmam Muhammed’in kavli de bundan dolayı kabul olunmuştur.” Halbuki İmam-ı müşarun-ileyh “Asabesi bulunmayan kızlar izdivac edemez” demiyor. Ancak “Velayet hakime intikal ve hakim tarafından tezvic olunmaları lazım gelir.” diyor. Ve bu hususu icra edecek hakim bulunmadığı mahalde baliğa sair akrabasından yahud sair müsliminden birini veli ediyor ki bu tarikın muhtac-ı tezvic olan sagıreler için de tatbik olunması şu aslın iktizasındandır. Nitekim kütüb-i Malikiyye ve sairede bu husus izah olunarak tezvic edecek hakim-i şer’i bulunmadığı surette onları komşuları olan cemaat-i müsliminin tezvic edebilecekleri tasrih olunmuştur. Hükumet-i celile-i İslamiyye’nin şanına düşen bi-vayeganın maişet-i istikballerini te’min eylemektir yetim ve yetimelerin velisini bırakıp sebeb-i vikaye ve saadetleri olacak nikahdan men’ ile süründürmek değildir. den yedisi muvafık-ı şeriat ve maslahat olmadığı görülüyor. BEŞERI CEM’IYETLER İÇIN DININ LÜZUMU – – Din-i hak –ki edyan-ı semaviyyeden ve bilhassa bunlardan tahrif ve tağyirden masun kalan ve en sonuncu olmak cem’iyetin nazımı bulunmak i’tibariyle kendisinden hiçbir suretle istiğna edilemez. Çünkü din-i hakkın gayesi cem’iyet-i beşeriyyenin ahenk-i saadet ve selametini te’minden muhtacdır. Tecelliyat-ı hayatiyyesini tedkık ettiğimiz zaman görüyoruz ki insan denilen mahluk gariziyat fizyoloji i’tibariyle hodkam bir hayvandan başka bir şey değildir. Asr-ı ahirin en meşhur feylesoflarından Niçe ve Schopenhauer’ın hayatı “hırs” ve “arzu”dan ibaret olarak göstermeleri de bu yoldaki tedkıkin hasıl ettiği kanaatin bir neticesidir. Şu halde fıtraten ihtirasata mahkum olan insanlar arasında hodkamlık ve hodperestlikle bunların mevludü olan temayülat-ı sefile ve tecavüzat-ı gayr-i muhıkkadan tecerrüd etmek hakim olmadıkça ictimai bir hayat yaşayamaz. Yani ta’bir-i ma’rufuyla medeni olamaz. Demek oluyor ki hilkat-i behimiyye efrad-ı beşerin menviyat-ı muzırra ve ihtirasat-ı cinaiyyelerini ta’dil ve zabt edecek hodkamlıklarına galebe ettirecek bir zabıtaya ihtiyac-ı kat’i vardır. İşte bu zabıta “din”dir. Dini zabıt olmasaydı insanlar arasında ahlakı ve hukukı zabıtaların teessüs etmesi imkansızdı. Din ferdleri mukaddes duygu ve i’tikadlarla birleştirerek milli vicdanı vücuda getiren bir amil-i mühim olmak i’tibariyle zaruri ve elzem bulunduğu gibi cem’iyetlerin i’tila ve tekamülleri için de lazımdır. Çünkü din-i hak fazilet-i ahlakıyye demek olduğundan cem’iyetin beka ve ahengini muhafaza ancak bununla mümkün olabilir. Fil-hakıka bugünkü felsefeye göre ahlak hürriyetimizi hüsn-i isti’mal etmek ilmi addedilmektedir. Bu telakkıye nazaran ahlak ilmi vazife ilminden başka bir şey olmuyor demektir. Vazife ise alel-ade “hayr”ın işlemesinden ibarettir ki bunun husulüne de “fazilet” namı verilmektedir. Görülüyor ki fazileti telkın ve te’yid i’tibariyle ahlak ile din müttehid bulunuyorlar. Çünkü din insanları bir takım vazifelerle mükellef tutmak i’tibarıyla hürriyet-i beşerinin hüsn-i isti’mali usullerini ta’yin ettiği gibi ma’rufu emir münkeri nehiy suretiyle de fazileti telkın etmektedir. Ahlakın her hangi bir cem’iyet için lüzumunda şübhe olmadığından gayesi fazilet-i ahlakıyye ve hürriyetin hüsn-i tahakkuk ediyor demektir. Din beşeriyet üzerinde en mükemmel kanunlardan en sıkı nizamlardan daha kavi ve daha nafiz bir hakimdir. Çünkü menşei mukaddesdir. Bu i’tibarla cem’iyetin muhafaza-i ahengi için din kadar zaruri olan bir amil yoktur. Zabıta-i diniyye insandan hiçbir vakit ayrılmayan nerede ve ne zaman olursa onu daima taht-ı nezaretinde bulunduran bir kuvvet olduğundan insanı gizli aşikar her türlü fenalıklardan men’ edeceği gibi her nevi’ iyiliklere de sevk [ el-Beyhaki el-Muttaki el-Hindi eder. Halbuki hiçbir kanun hiçbir nizam kendi kendisine bu neticeyi mükemmelen te’min edemez. Madem ki insan fıtraten hodkamdır. O halde fırsat bulur ve kanun ve zabıtanın tarassuddan azade kaldığını hissederse bi’t-tabi’ hodperestliğinin yedir. Din sayesinde ilm-i ilahinin hafi celi her şeye tealluk ettiğini bilen insandan da kuvvetli bir irade hasıl olur. Ve o bu iradesiyle hodkamlığın ihtirasat ve temayülüne galebe ettikten başka diğer-kamlık mertebesine bile i’tila eder. Yani “şer”den müctenib ve “hayr”a muvazıb olur. İşte dindarların kuvvetli bir irade ve seciye sahibi oldukları içindir ki bunlarda fazilet-i ahlakıyye metin ve salabetlidir. Binaenaleyh dindar ferdlerden müteşekkil cem’iyette de müstemir bir nizam ve ahenk bulunur. Felsefe-i ilmiyye ve ahlakiyye ulemasından meşhur Aleksi Bertran’ın bile “Mu’tekid kimselerde mevcud olan iman ahlak için pek kıymetli bir istinadgahdır. Ve bu nokta asla cay-ı iştibah değildir. Ahlak-ı dininin aynı zamanda bir ahlak-ı felsefi olduğunda da şübhe yoktur.” sözleriyle bu hakıkati i’tirafa mecbur olduğunu görüyoruz. Beşeriyet için ahlak-ı dininin ehemmiyeti o kadar büyük ve o derece mühimdir ki bir millet için bunun sukutundan daha büyük bir felaket yoktur denilse mübalağa edilmiş olmaz. “Evamir-i ahlakıyye mukaddes oldukları beyan olunan menşe’lerinde haiz olmaları lazım gelen hüküm ve kuvveti bugün gaib ediyorlar. Ahlak-ı dininin bu suretle inhitat ve zevale yüz tutması kadar müdhiş pek az felaket vardır yolundaki telehhüfü ne kadar variddir. Terakkıyat-ı maddiyyeyi hedef ittihaz eden asr-ı hazırda yalnız dinin değil ahlakın bile lüzumsuzluğunu iddia eden bazı taşkınlar bulunduğu gibi ahlaksız bir cem’iyetin payidar olamayacağı hakıkatine kani’ olanlardan ahenk-i cem’iyeti tanzim edecek esasat-ı ahlakıyyeyi vicdana tahmil ederek bu suretle dinden istiğna hasıl ettirmek isteyenler de mevcuddur. Ahlak-ı dininin lazım gelen hüküm ve kuvvetini gaib etmesini müdhiş bir felaket gibi gören Spenser bile bu yolda bir ahlak te’sisine kalkışmış fakat muvaffak olamamıştır. Vicdan üzerine müesses bir ahlakın mahiyetini takdir edebilmek için evvela vicdanın ne olduğunu bilmek icab eder. Kamus-ı Felsefe müellifi Edmon GobloEdmond Goblot’nun vicdanı hayır ve şerri fark ve temyiz etmek melekesi suretinde ta’rif etmiş olduğunu görüyoruz. Hayır ve şerri fark ve temyiz melekesinden ibaret olan vicdan üzerine bir ahlak te’sis etmek isteyenler diyorlar ki: “Eğer biz bir fiilin kıymet-i ahlakiyyesini temyiz için bir zaman mümkün olamazdı. Bir fiilin ahlakı ve gayr-i ahlakı olmasını intac eden hassa şuura aid bir şey değildir. Bilakis bu vicdanın vazifesidir. Hayrı şerden temyiz için şuur bir şahid vicdan bir hakimdir. Gerek azab-ı deruni gerek mahzuziyet-i ahlakıyye şeref-i insanimizin teali ve inhitatının takdiri kamilen vicdandan neş’et eder. Akıl “hiss-i selim”namıyla umumiyetle hak ve batıla hükmettiği gibi “vicdan” namı altında da yine umumiyetle hayır ve şer hakkında hüküm verir. İşte “vicdan” ile “akl-ı ameli” denilen bir şeydir.” Görülüyor ki hayır ve şerrin takdirini vicdana hamledenler onun akıldan başka bir şey olmadığını da kabule mecbur olmuşlardır. hadis-i şerifine nazaran müslümanlarca vicdanın bu yolda telakkısinde hiçbir mahzur yoktur. Fakat unutmamak icab eder ki hayır ve şerri helal ve haramı rezilet ve fazileti takdir eden akıl ise ta’rif eden de “din”dir. Esasen felsefe-i ahlakiyye ulemasının “Hayrı şerden temyiz için şuur bir şahid vicdan bir hakimdir” sözleri de netice i’tibariyle bundan başka bir şey değildir. Ahlakıyyunun tavzihine göre vicdanın hizmeti muzaaftır. Yani vicdan hem kanunu idrak eder hem de tatbik eyler. Vicdanın kanunu idrak hususunda hata etmemesi kabul olunabilirse de tatbik hususunda daima hataya ma’ruz kaldığı şübhesizdir. Bu hal her gün her şahısda görülmektedir. hizmet-i tatbikiyyesini işkal etmekte ekmel-i mahlukat olan beşer gariziyyat sevkıyle en vahşi canavarlar derekesine inmektedir. Meşhur Laypniç’in “Eğer hendese ahlak kadar bizim menafi’-i ihtirasatımıza mukabele eylese idi Oklidis ve Arşimet’in bürhanlarına rağmen onu da inkar ve ihlal eder. Hendeseye hayalat ve kıyasat-ı fasideden ibarettir der idik” sözü bu hususda ne büyük bir hakıkati mu’lindir. Demek ki ef’al ve harekatın hayır ve şer kanunlarına tatbik hususunda “akl-ı ameli”ye ta’bir-i diğerle vicdana bir rehber-i nevvar lazımdır. Çünkü bunun daima şaşırmakta olduğunu görüyoruz bu rehberin nafiz ve hakim olabilmesi aksi takdirde vicdan kendisini şaşırtan safsatalara şahsi ihtiraslara hodkamlık icabatına galebe edemez. Menşei kudsi olan bu rehber ise “din”den başka bir şey olamaz. Görülüyor ki vicdan üzerine te’sis edilecek bir ahlak bile “din”in muavenet ve rehberliği olmaksızın müfid bir mahiyeti haiz olamamaktadır. O halde madem ki bir cem’iyet ahlaksız olamıyor bundan dinsiz de olamayacağı neticesi çıkmaz mı? Çünkü din olmadıkça akl-ı amelinin gariziyata galebesi ve onun sürüklediği safsatalardan kurtulabilmesi yani ahlakın teessüsü mümkün değildir. Bugün hiçbir dine merbut olmadıklarını iddia ettikleri halde fezail-i ahlakiyyeye riayetkar oldukları görülen bazı mülhidin bulunması bu iddiayı çürütemez. Çünkü ilm-i lunduğu cem’iyetin terbiyesi tahtında yetiştiği için haberi olmaksızın o cem’iyete ictimai kanaat ve vazifelerinde müşarik bulunur. Ahlaklı görülen dinsizler asırlardan beri terbiye-i diniyye perverişyab olmuş cem’iyetler arasında büyümüş onların terbiyelerini almış iyi ve fena hakkındaki prensiplerini gayr-i şuuri bir surette kabul etmiş oldukları içindir ki kendilerinde bu yolda tecelliyat-ı ahlakıyye görülmektedir. Bu adamlar asırlardan beri dinsiz bir cemaat içinde yetişmiş olsalardı kendilerinde fezail-i ahlakıyye namına hiçbir tecelli görülmeyeceği şübhesizdi. Yamyamlar bunun gayr-i kabil-i inkar bir numunesi değil midir? Cem’iyet-i beşeriyye bir takım münasebatın hey’et-i umumiyyesinden ibaret bir uzviyyet gibidir. Bu münasebatın nazım-ı esasisi ise kavanin-i ahlakıyyedir. Cem’iyetin zinde ve ahekdar olabilmesi ancak bu kanunlara hakkıyla riayet edilmekle mümkün olabilir. Bir kanuna itaat-i ammeyi te’min edecek avamil ise o kanunun kuvve-i müeyyidesidir. Şu halde bu kadar münasebat-ı hukukıyyenin din esası olan kavanin-i ahlakıyyenin müeyyidat-ı tabiiyye ve timaiyye vermeyenlerle dinsiz bir cem’iyette ahlak kanunlarının hakim olabileceğini iddia edenlerin münhasıran bu müeyyidata istinad ettikleri görülmektedir. Bunlar diyorlar ki: Din cem’iyetler için zaruriyyat-ı ictimaiyyeden değildir. Çünkü dinsiz bir cem’iyette ahlak kanunları tamamıyla hakim olabilir. O halde bu kanunlar sayesinde “din”e lüzum olmaksızın o cem’iyet ahenkdar bir surette teali eder gider. Çünkü ahlak kanunlarının ifa veya kuvve-i müeyyide mevcuddur. Birinci kuvve-i müeyyide vicdandır. Ifa olunan vazifeden mütevellid “mahzuziyet” irtikab edilen kusurları ta’kıb eden nedamet kanun-ı ahlakıyyenin vicdani kuvve-i müyyedileridir. Fakat acaba hakıkat-i hal şu iddiaya muvafık mıdır? Hiss-i diniden tamamıyla azade olan bir ferdde bu mahzuziyet ve bu nedamet hasıl olabilir mi? Hasıl olabilirse bu kanun-ı ahlakınin nafiz ve payidar olabilmesi için kafi midir? Hiss-i diniden mahrum bir ferdde ahlakı bir mahzuziyet ve nedamet müeyyidesi bulunamayacağına vahşilerin ef’al ve harekatından istidlal edebiliriz. İnsan eti yemekten zevkyab olan bir yamyam da ahlakın mahzuziyet ve nedamet müeyyidelerini aramak pek tuhaf bir şey olur. Bunun içindir ki ahlak ulemasından bazıları akvam-ı vahşiyye miyanında ahlakıyet yoktur hükmünü vermişlerdir. Maamafih kabul edelim ki milel-i müterakkiyye miyanında ahlak gitgide ıttırat peyda etmekte olduğundan medeni bir cem’iyete mensub olan dinsiz ferdlerde böyle vicdani bir nedamet ve mahzuziyet hasıl olabilmektedir. Fakat bu mahzuziyet ve nedametin o ferdlerin dindar ve medeni bir cem’iyet arasında terbiye görmüş olmalarından neş’et etmediğine bir delil ikame edilebilir mi? ceğini farz etsek bile bu nedamet ve mahzuziyetin ahlak kanunlarının tamami-i tatbik ve muhafazasına kafi olmadığı şübheden azadedir. Çünkü nedamet herkesin derece-i hassasiyetine göre mütehavvil olduğundan hiçbir zaman cinayetle mütenasib değildir. Medeni cem’iyetlere mensub öyle insanlar görülüyor ki: Gayet büyük bir cinayet nazarlarında hafif bir kabahat mahiyetini geçemiyor. Öyle hassas ve mahcub vicdan erbabına tesadüf ediliyor ki ufak bir kusuru büyük bir cinayet derecesinde cinayeti i’tiyad eden insanlarda gittikçe kesb-i hiffet ediyor. Hatta cinayetten bir nedamet duymak şöyle dursun onu bir zevk edinen bazı u’cube hilkatler bile bulunuyor. Esasen met hissedemeyecek bir hale gelebilmektedir. Görülüyor ki hiss-i diniden mahrum ferdlerde tasavvur edilen mahzuziyet ve nedamet-i vicdaniyye kanun-ı ahlakı danın bir kuvve-i müeyyide alabilmesi için te’sirat-ı diniyye altında bulunmasına ve bu te’siratla daimi surette ikaz ve Kavanin-i ahlakıyyenin ikinci kuvve-i müeyyidesi de “tabiat” olduğu iddia edilerek deniliyor ki: Fezail ve rezailin husule getirdikleri netayic-i tabiiyye kanun-ı ahlakı için kuvvetli bir müyyidedir. Çünkü tabiat kavanine karşı vukua gelen her bir tecavüzü cezasız bırakmaz. Binaenaleyh rezilete münhemik olanlar nihayet bir gün tabiatin sillesine uğrayarak mahv olup giderler bunların akıbeti diğer insanlar Matbuat milletin ayine-i vicdanı natıka-i beyanı lisan-ı edeb ve irfanıdır. Matbuat milletin hame-i ma’rifeti şahid-i medeniyeti hadim-i saadetidir. Matbuat milletin nazım-ı cem’iyyeti mürşid-i siyaseti nigehban-ı hürriyyetidir. Matbuatsız millet dilsiz adama benzer. Mevhibe-i lisandan ni’met-i beyandan mahrum müdafaa-i hukuktan celb-i menafi’den def’-i mazarrdan aciz bir bedbaht ebkem ve asammın kanun-ı medeniyet nazarında hal ve mevkii ne ise dilsiz yani matbuatsız bir millet de öyledir. Belki teşbih olunamayacak derecede o zavallıdan binlerce kat bed-terdir. Evet çünkü aguş-ı uhuvvetinde yaşadığı hey’et-i ictimaiyye karşı müdafaa edecek vekiller bulunur. Her halde mazhar-ı himayet ve sahabet olur. Öyle bir dermande için müdafaa vekili ta’yini kanun-ı insaniyyet levazım-ı hakkaniyet cümlesinden addeder. Fakat medeniyet bi-zeban bir milletin hukukunu hayatını mevcudiyetini husemasına karşı müdafaa edeceği ne bir vekil ta’yin etmek hakkını vermiş ne de öyle bir divan-ı ali teşkili lüzumunu hatırından geçirmiştir. Ba-husus o millet dinen ve mezheben münferid vatanen ve mülken matmah-ı enzar-ı ağyar olan yegane “Millet-i İslamiyye ve ümmet-i Osmaniyye” olursa…! kadar mühim bu kadar kıymetdar bu derece bala-terin bir mevki’-i tekrim ve iclali vardır. Matbuat Fransa’da milletin fikr-i hürriyetinden doğar kalb-i ma’rifetinde büyür sine-i medeniyyetinde perverişyab-ı terakkı ve tekamül olurken efsus… ki: Biz zavallılar derin bir hab-ı cehalete mevt-alud bir atalet ve meskenete dalmış uyuyoruz zu’muyla inhitat ve tedenni uçurumundan aşağıya doğru yuvarlanıp gidiyorduk! Milletler için hayat istikbalde belki aynı istikbal iken biz –gücenmeyelim! Yahud istersen fakat bilmem kendimizden başka kime gücenelim?– maziye ric’at-i kahkariyyede en basit akıl ve mantığın bile kabul edemeyeceği köhne-perest bıyıklı çocuklar sakallı bebekler kesildik. Biz sarf ve nahvi azim bir ma’rifet mantıkı yüksek bir fazilet hele Kadı Mir’in namına mensub olan eski bir kitabını münteha-yı kemal-i hikmet bildik. Biz anamızdan doğduğumuz ilk enfas-ı hayatımızla yaşamak ister vücud-ı nevzadımıza iksa olunan zıbın! ile hıfz-ı hayata çalışır ni’met-i teceddüd feyz-i terakkı ve tekamüle müdhiş bir husumet caniyane ve mecnunane bir nefret bir adavet beslemekle –hem de ne garib ender-garibdir ki: – İftiharlar ederken Avrupa ilim ve fenne koşuyor san’at ve ma’rifete sarılıyor hayatı: Hayat-ı yükseliyordu. Sanki küre aksine deverana başlamış! Sanki garb şark olmuş da bütün mezaya-yı irfanına fazl-ı rüchan ve takaddümiyle! beraber sahib olmuştu. tarih-i miladisinde Fransız Kralı Onüçüncü Lui’nin tabib-i hususisi Teoferast RenodotTheophraste Renadot kurar. GazeteGazette namını verdiği zade-i fikrini mahsul-i gerek hafta başında ziyaretlerine gittiği ahbablarına ve gerek suret-i hususiyyede taht-ı tedavisinde bulunan hastalarına dağıtır ve bu suretle Fransa’nın kalbine dimağına yeni bir nur-ı ma’rifet yeni bir hayat-ı insaniyyet ve medeniyyet serperken biz İstanbul’da bir ni’met-i gayr-i müterakkıbe gibi ayağımıza gelen tıbaat gibi şahane ıtlakına layık bir fenn-i celilin dinen?! adem-i cevazına vücub-ı reddine sevk-i vicdan ile bi’l-ihtida ta Macaristan’dan gelerek şark ve hayat-ı İslam’ın terakkı ve tealisi namına tıbaatın te’sisine çalışan merhum İbrahim Müteferrika’nın dinsizliğine fetvalar?! veriyor ve o güzelim İslamiyet’imize ki: Kaffe-i ulum ve fünundan ibaret bir zübde-i ma’rifet bir hazine-i insaniyyet bir gencine-i medeniyettir –mani’-i terakkı olmakla şaibedar ediyor idik! Ulum ve fünun namına sanayi’ ve maarif namına teceddüd ve terakkı namına Avrupa’da her ne icad olunur huzur-ı insaniyyete çıkarılırsa gavur icadı…! Taklidi kat’iyyen haram..! Tarih-i inhitat ve tedennimizi ağlamadan okuyacak ve hele Baron TotTotte’un o hamiyetli insaniyetli Osmanlı muhibbinin notları yüzü kızarmadan kanı ateşlenmeden maziye nefret ve istikrah ile bakıp da beddualar etmeden mütalaa edecek bir müslüman tasavvur edemem Efsus… ki din namına vaktiyle yapılan ma’rifetlerin irtikab olunan cinnetlerin tarziyesini o bi’se’l-eslafın bugünkü ma’sum ve hilafgir ahlafı –Bakınız!– ne kadar ağır veriyor! Ne kadar bahalı ödüyor! Matbuatımız – ki: İrfan-ı millimizin vücud-ı za’f-aluduna şehadet eder beş on yevmi ceraidle birkaç resail-i mevkuteden hürriyetimizden doğmuş eğer kendi kalb-i ma’rifetimizde büyümüş eğer kendi sine-i muhabbetimizde perverişyab-ı terakkı ve tekamül olmuş olaydı şimdi hiç böyle mi olurdu? Ah..! Eğer İslamiyet kendi öz vatanında –şer’-i enver namına– baziçe-i kahr-ı cehalet zebun-ı pençe-i belahet olmasaydı da kemal-i hürriyet ve serbesti ile neşr-i envar-ı ma’rifet bast-ı kala-yı medeniyyet edebilseydi şimdi garbın gıbtalarını hatta belki hasedlerini celb edecek bütün şuabat-ı fünun ve sanayi’le beraber öyle şanlı bir matbuata öyle ulvi fikirlere öyle hikmet-amuz kalemlere malik olurdu ki: Kur’an -ı Hakim de iftiharlar ederdi. Hükumet vücuda nisbet dimağ gibidir. O mahmul olduğu cismin nasıl kumandanı müdebbir-i hayatı ise hükumet de başında bulunduğu milletin dimağ kadar mühim bir kumandanı bir müdebbir-i umurudur. Bu dimağ-ı millinin siyaset ve diyanet namlarıyla başlıca iki mühim rüknü vardır ki: Her ikisinin de rabıtası sultan-ı ruha: Ruh-ı hilafet ve saltanatadır. nüshasının ikinci sahifesi üçüncü sütununda “ Dua ile Peynir Gemisi Yürümez ” sernamesi altında neşreylediği bir makale yakışmayacak yakıştırılamayacak– istihfafkarane bir üslub-ı lisan ile tecavüz ediyor. Evvela: Bu sernamenin edebiyattan ma’dud olan durub-ı emsal miyanında bir mevkii yoktur. Esasen böyle bir darb-ı mesel yoktur. “Lafla peynir gemisi yürümez” derler. Demek tahrif edilmiştir. “Dua ile peynir gemisi yürümez” sözü hemen de sarahaten buyuran Kitabullah’ı tekzib eder bir hezeyandır. Biz Mevlan-zade Rifat Bey’i mütedeyyin akıl sözünü müdrik kalemine sahib bildiğimiz için yar değil ağyar nazarında bile kendisini küçük düşürecek bu sernameyi bu makaleyi İnkılab ceridesine yakıştıramadık. Hatta hüsn-i zannımızın daha ilerisine giderek Rifat Bey’i bundan tenzih etmek bunun mutlaka tecrübesiz diyanet-i İslamiye’den bi-haber hata-alud bir kalem mahsulü olduğuna güzide kalemleri şahika-i istisnada görmese Daru’l-hilafe matbuatı arasında İslamiyet’in pek yabancı kaldığına hükümde tereddüd etmez. Ceride sütunlarını doldurmaktan maksad kari’lerini müstefid etmek onlara ilmi ictimai siyasi ahlakı bir fikir bir gıda-yı ruh vermek ise bu gibi sözler hissiyat-ı İslamiyye’yi rencide etmekten vicdan-ı mü’minini tenfirden başka bir meziyeti yoktur. Hatta gayr-i mu’tekıdlara bile bir ma’na bir maksad ifadeden pek uzaktır. Bi-ruh bir cenin-i sakıt kabilindendir. Bir de bunun dahili harici muhit-i İslam’ı Merkez-i Hilafet’ten –ba-husus muhit-i hariciyi– ru-gerdan edeceği [ ] düşünülürse artık bu gibi makalelerin vatana hizmet mi yoksa hıyanet mi olacağı anlaşılır. Aramızda vatandaş namıyla yaşa[ya]n müteaddid ve muhtelifü’l-mezahib cemaat-i gayri müslime var. Bunlardan hangisinin matbuata mensub oldukları patrikhanelerine rüesa-yı diyanetlerine böyle lisan-ı ta’riz uzatır? Dinlerini efendiye şöyle dursun ikinci ve üçüncü derecede despotlarına metrepolidlerine tecavüz etmek cür’etini gösterse diğer gazeteleri o mütecaviz-i mefruza derhal hücum ederler; tufan-nümun tekdir ve ta’zirler içinde sadasını boğarlar. Hülasa: Dinlerini reis ve muktedalarını lekeleyecek –velev doğru da olsa– en ufak birsöz bile söyletmezler. Nitekim ferda-yı inkılabda Dersaadet’te böyle bir hadiseye hayretle şahid olduk. çirkin siyaseten mühin olduğu kadar tarihin de hakıkatin de hilafınadır. Beşeriyet yeryüzüne ayak basalıdan beri insan kendilerini bir ilah-ı semaviden müstağni görmemişlerdir. En ibtidai devrelerdeki yapraklardan elbiseli ebna-yı beşer gök gürültülerinden saikalardan korkar yerlere kapanır sığınacak bir kuvvet bir melce’ ararlardı. Uzaklara mazinin zalam-engiz ademlerine dalmaya ne hacet… İşte bugünkü mütekamil medeniyet! Ve o medeniyetin fazl-ı takaddüm ve rüchanına haiz olan İngilizler! Birkaç sene evvel Mısır’ı ziyaret eden bir müslüman bir Pazar günü İngiliz kıtaatının açık bir meydanda ruhanilerin vasıtasıyla aleni surette icra-yı ayin eylediklerini hikaye ediyor. Ayin demek: Cenab-ı Hakk’a dua ve niyazdan başka nedir? Hıristiyanlar ma’bedlerinde toplanarak icra-yı ayin ve Hakk’a niyaz için en küçük vesileleri en büyük fırsat addederler. Hükümdarları büyük amirleri kumandanları bir memlekete gidince mutlaka kilisede bir ayin-i dini icra olunarak bu vesile ile kudumları dini ve mutantan bir surette teşrif ve tes’id kılınır! Müceddeden inşa olunan bir zırhlı veya bir sefinenin resm-i tenzili mutlaka parlak bir ayin-i dininin icrasına vesile addolunur. Hele ma’bedlerinin azamet ve ihtişamına hayran olmamak ne mümkün! Fransızlar kırk yedi senedir hasret-keşi oldukları Alsas-Loren’e bu defa girerken kendilerince pek şanlı bir gaye-i milli ve siyasi olan bu muzafferiyet-i azimeleri kiliselerde nasıl ve ne suretle tes’id ve takdis eylediklerini evrak-ı havadisde bazı ma’bedlerini resimleriyle beraber görüyoruz. Emr-i din hususunda mübalatsızlık cevami’ ve mesacidi cemaati ictimaı ihmal hakkı istiskal bize has mezaya-yı inhilalden muvaffakiyat-ı manlı vilayeti olan Macaristan bir ülke! Bir Osmanlı eyaleti olan Yunanistan bir kişver! Bir Osmanlı toprağı olan Sırbistan bir iklim! İşte Tuna Vilayet-i Osmaniyyesi bugün bir krallık! Balkan felaketi kilise mes’elesinin netice-i halli değil miydi? yette gördüğü için olmalıdır ki: Makam-ı celil-i fetvanın öz mü’min ve muvahhidlere muayyenü’l-mikdar “Ya Latif” ism-i şerifinin tilavetini tavsiye etmesinden canı sıkılarak kalemine ateşin bir meydan-ı muahaze vermiş almış yürümüş. Lakin hiç düşünememiş ki makam-ı Meşihat bu dinperverane tavsiyesiyle sa’y-i tevhidi lafza hasr ile vesait-i maddiyyeyi bütün bütün istihfaf ve ihmal gibi gayr-i akli gayr-i mantıkı hatta gayr-i dini ve Kur’an i bir talebde bulunmamış ve belki hatırından bile geçirmemiş fakat İslamiyet’e hücum modası yavaş yavaş maskesini kaldırdı; O mazlum İslamiyet’e hürriyet medeniyet namına bir şahid-i irfan oldu. “Batmakta olan sefine-i devleti bu yirminci asr-ı medeniyyette yüz bin “Salat-ı tüncina” yetmiş bin defa “Ya Latif!” ve na-mütenahi ism-i celal okuyarak yürütmek istiyorlar” tezyifine karşı kalem ta’bir bulamıyor. Ya Balkan felaket-i harbinde Manastır Selanik Üsküb kolorduları son sistem esliha-i cedide ile mücehhez değilmiydiler? Karşılarındaki Sırp ve Bulgar orduları bizimkilerden daha mükemmel mi müsellah idiler? Yunaniler Alasonya üzerine yürütülürken henüz kalplerinden silinmemiş olan hezimet-i fahişe ve mağlubiyet-i kahramanane? leri dizlerinin bağını çözmüş bir adım ileri gitmek iktidarını selb etmişti. Kırkilise’de bizzat bulundum; Bulgarların üzerimize gelişi bir hayvan sürüsünün mezbahaya sevk olunuşunu tanzir eylediğini kendi lisanlarıyla i’tiraf ediyorlar. “Derya misal Moskof ordularının dayanamadığı Osmanlı askerini biz Bulgar şoparı mı mağlub edeceğiz?” diyorlardı. Hele Selanik’te kırk bu kadar bin kişilik cesim bir Osmanlı ordusunun tüfenk patlatmaksızın Yunanilere arz-ı zillet-i teslimiyyet edişi Helen silahlarının faikiyetinden miydi? İşte orada muharrir-i muhteremin arzusu vechile ne “Ya Latif!” ism-i şerifi kalplerde ne de “Salat-ı tüncina” dillerde yoktu: “Hu” çekmek “Ya Hu! Ya men Hu!...” demek kimsenin gönlünden geçmiyor fikirler üzerinde hakim bir şey varsa o da on beş sene evvel tarih-i harb-i askerinin yüzünü kızartarak Yenişehir’den misli görülmemiş bir hezimet-i kahramanane ! ile kaçmış olan Yunan ordusuna memleketle beraber teslim-i silah etmekOsmanlı hamasetinin ruhunu ağlatmaktı. Bilakis Çanakkale’deki mücahidin-i İslam İngiliz ve Fransız gibi dünyanın en kuvvetli en şevketli en muazzam tazam ardı arası kesilmez kesilmek bilmez bin faik ordularına o kılletlerine o vesait-i harbin nisbet kabul etmez noksanına rağmen nasıl mukavemet edebildiler? Nasıl ric’ate muhteremi düşünebilir ve kendi da’valarını isbat eder kat’i ve müskit bir cevab-ı maddi bulabilir mi? Çanakkale istihkamlarından birinde kilogram sikletinde cesim bir mermi Mehmed oğlu Seyid namında öz bir müslüman “Ya Allah” diye sırtına alarak topuna kadar götürmek harika-i ma-fevka’t-tabiasını gösteriyor. Ateş-i harb kesildikten sonra mezkur merminin bir eşini taşıması teklif olunuyor da izhar-ı acz ediyor. “Bunun bir eşini demin harb olurken sırtında taşıyan sen idin. Şimdi beyan-ı acz neden..?” deniyor. İnkılab muharrir-i muhteremine sorabilir miyiz? Acaba neden? Atideki vak’aya şahid olmuş Kazım Bey isminde bir yüzbaşıdan dinledim: Çanakkale’de müdhiş bir harb gününde tali’-i harbin üzerine titrediği bir tepe arkasında kıtaatımızdan biri susuzluktan bunalır. O kadar ki: Şiddet-i atşdan adeta ölümle terk-i mevki’ arasında kalmak tehlikesine düşer. Terk-i mevki’ ise bütün şibh-i cezirenin sukutu demek olduğundan tabur kendisini feda etmek ıztırarında bulunur. lılarından birinin attığı cesim bir top mermisi kıt’anın üzerinden aşarak iki üç yüz metre kadar gerisi uzağında düşer. Açtığı derin bir hufreden yarım metre kutrunda feyyaz bir su fışkırmaya başlar. Kendilerini taburca bir anda mahvetmek hidler kana kana su içerler. Kaplarını da doldururlar. Bu lütf-i hayat-bahşa düşmandan mı geldi yoksa “Ya Latif”den mi? Hatta düşmanın böyle insaniyet-perverane mermi endahtı guya bir eser-i tesadüf olmadığını isbat etmiş olmak zamanlarda tekerrür ederek aynı lütüfkarlıkta bulunmuş susuzluktan ölümle kucaklaşan mücahidlerimize ifaza-i maü’lhayat etmiş olduğunu nakil ve hikaye eyledi. Bu harikaların Mefahir-i fütuhat ile dolu olan tarih-i İslam’ın Osmanlı tarihinin hangi sahifesini açarsınız da bir harika-i zafere tesadüf etmezsiniz? Ez-an cümle Osmanlı tarihinin ilk sahaif-i pür-şan ü şerefinde İnkılab muharrir-i muhtereminin bahseylediği Rumeli fatih-i ebediyyü’l-iştiharı iki ma’nasıyla sahib-i velayet cennet-mekan Şehzade Süleyman hazretlerinin facia-i vefatını müteakib “Bizans”dan bahren otuz bin kişilik cesim bir ordu ansızın kısmen Tuzla ve Seydikavağı’na mütebakısi de Gelibolu’ya çıkar. Hazret-i şehzadenin matem-i felaketiyle meşgul olan Seydikavağı’ndaki Osmanlı hizb-i kalili nagehani karşılarına dikilen düşmana adeden mukavemetin imkansızlığını görünce velini’metlerinin meşhed-i pakini kanlarıyla la’l-gun etmek üzere türbe-i şerifesine doğru ric’ate başlarlar. Arkalarından hatve hatve ta’kıb eden a’da sanki karşılarında mukavemet-suz bir kuvvet-i hacime görmüş gibi tersine persine kaçtığını gören [ ] o bir avuç Osmanlı fedaileri bi’t-tabi’ hayretten men’-i nefs edemezler. Bununla beraber düşmanın zahirde hiçbir sebeb ve mecburiyet yok iken böyle nagehani bir hezimet-i fahişe ile firarı öyle ca’li bir ric’ate benzemediğinden her-çi bad-a-bad sell-i seyf ederek arkalarından koşarlar. Hiç birisine gemilerine kaçıp kurtulmak nasib olmaz. Ele geçirdikleri esirlere bu sebebsiz ric’atin ne demek olduğunu sorup da “Sizin taraftan şöyle bir kahramanın kumandasında azim bir asker üzerimize yürüdü…” diye cenab-ı şehzadenin şekil ve kıyafetini muarrif ve musavvir cevabı alınca şehid-i müşarun-ileyh hazretlerinin ruhaniyet-i kudsiyyeleri imdadlarına yetiştiğini anlayarak secde-i şükrana kapanırlar. Osmanlıların bi-hakkın iftihar edecek tarih-i fütuhlarına altın kalemle yazdıracak i’caz-ı muzafferiyyetlerinden biri de Edirne ile Filibe arasındaki meşhur “Sırpsındığı” mevkiidir. Osmanlıların Avrupa kıt’asına geçip Balkanlara doğru ilerlemesinden Tuna havzasına yayılmasından endişeye düşen husema-yı Din-i İslam bu kahramanları daha ilk hatve-i leri yere def’ etmek emeliyle Bulgar Sırp Macar Arnavud Boşnaklardan mürekkeb cesim bir ordu Edirne üzerine saldırır Filibe’den Meriç vadisine kadar iner. Bundan haberdar edilen Lala Şahin Paşa derhal keyfiyeti Bursa’da cenab-ı Murad-ı Hüdavendigar’a bildirerek mevcud kuvvetinin bu müttefikın savlet-i salibiyesinin def’ine kafi olmayıp mutlaka teşrif-i hümayun-ı hüdavendigarilerini niyaz eder. Bir taraftan da gelmekte olan düşman kuvvetinin mikdar ve hakıkı veche-i istikameti keşf olunmak üzere Hacı İl Bey merhum kumandasıyla bir müfreze-i istikşafiyye gönderir. Her halde bin süvariden fazla olmayan bu hizb-i kalil o koca müttefikın ordusunu mahv olmak derecesinde mağlub ve perişan etmez mi?! Tafsilatı sahaif-i tarihiyyeyi tezyin eden bu harika-i Hıristiyan müverrihler müttefikın mevcudunu azalta azalta yirmi bine indirirler. Mücerred istikşaf-ı a’da için gönderilen Hacı İl Bey’in kuvvetini de çıkara çıkara on bine vardırırlar. Kuvve-i hayaliyyelerine bir az daha vüs’at vermiş yalancılıkta azıcık daha gayret göstermiş olaydılar Osmanlı müfreze-i Hele bunların müteahhirin zevatından Hammer bu vak’a-i uzmayı tedkık ederken insan yanında bulunmalı da simasına çöken kahr u hacaleti görmeliydi! Seydikavağı mu’cize-i Kur’an’ını inkar ile bunu müslümanların hayalatperverliğine atf ve isnad eden müverrih cenabları beş altı sene evvelki Seydikavağı hadisesi üzerine yürüttüğü muhakemat-ı müverrihanesini unutarak Macar Kralı Lui’nin “Sırpsındığı” melhame-i kübrasından canını kurtarması boynundaki Hazret-i Meryem aleyhe’s-selam’ın tasviri berekatı olduğunu söylemekte tereddüd etmiyor! Osmanlılara gelince: Hazret-i şehzadenin imdad-ı kudsi-i ruhanisi hayalatperverlik Macar kralına ise cenab-ı Ümmü’l-Mesih’in tasviri berekatı aynı hakıkat “Ya Latif”! rihindekiler saymakla tüketilemez. Niğbolu muzafferiyet-i kahharanesini Gazi Yıldırım hazretlerinden Varna melhame-i kübrasını Gazi Cenab-ı Murad-ı Sani ile Molla Hızır merhumdan yarım milyondan hayli fazla düşman kuva-yı muhasıra ve muhacimesini on binden dun yarısı mecruh ve alil cephanesi mefkud bir avuç kuvve-i mahsure ile tarumar ve berbad ederek İmparator Ferdinand’ı ağlatarak hevl-i can retlerinin ervah-ı mübareke ve muattaralarından sorunuz; hele Kanije! Kanije! Eflak’tan gelen yüz elli bin kişilik kuvvetle ’e baliğ olan İmparator Ferdinand’ın o derya misal ordusunu kuş kafesindeki birkaç bin mecruh ve alil Osmanlı mücahidin-i mahsuresi sözün bütün şümul-i ma’nasıyla rezil ve bed-nam ediyor! Hayat-ı ebediyyeye mazhariyetle bahtiyar olan bu şir-i nerler şimdi de olsalar sinelerinde taşıdıkları cevher-i iman sayesinde kainat tayyare kesilse denizler şeklinde yazılmıştır. üzerlerine tahte’l-bahrlar ko[y]sa yine Ferdinand ordusuna çevirirler. Bu şir-i jiyanların ruhen fikren aslen kardeş olan bir Trablusgarblı hacle-i arusu terk ederek tek başına düşman süvarisini hayvan sürüsü gibi önüne katarak kovalar. Can korkusuyla şeytan koynuna kadar kaçırır. Dinen ve mezheben İslamiyet’e muhalif olan bir hıristiyan “Bedr-i Kübra” i’caz-ı muzafferiyetinden bahsederken bakınız ne diyor? La victoir guoi gu’en ait dit un Souverain materialiste de ce temp n’est pas aux gros batsillons La victoir est a dien et a celvi gui combat pour l’esprit de dieu contre. İ’esprit corromper des hommes “Muzafferiyet zamanımızın mukteda-yı maddiyyunu geçinen zat ne kadar bahs ü iddia ederse etsin askerin kesretinde kuvvetin tefevvukunda değil. Muzafferiyet Cenab-ı Hakk’ın ve onun infaz-ı evamir ve ahkamı uğrunda insanların amal-i faside ve makasıd-ı mütefessihesine karşı sell-i seyf-i cihad eden zat-ı muhteremindir.” Demek ki: Muzafferiyet maddiyetten ziyade ma’neviyetin vücuddan ziyade ruhun imiş. “Bedr-i Kübra” melhame-i azimü’ş-şanını görür bir gözle okuyan anlar bir kafa ile mütalaa eden bir Fransız filosofu bu sultan-ı hakıkati idrak: [ Oh! Combien de fois par la permission de dieu une petite tronpe a-t-ell vaincu des armees nombreuses dieu est avec les perseverants. K. ch. Nazm-ı ilahisine kemal-i itmi’nan-ı kalp ile inanmış oluyor. Kur’an -ı Hakim’e cebin-sa-yi iman olan öz müslümanlar o şevketli Bedr-i Kübra gir ü darında zat-ı hazret-i Risalet-penah-ı a’zaminin ve maiyyet-i hümayunlarındaki öz müslümanların mükerreren cünud-ı melaikle min indillah elbette “La Martin”den bin kat ziyade inanırlar. Ve imanlarını o akıllı Fransız hakiminin i’tirafat-ı hakk-guyanesiyle bir kat daha ziyadeleştirirler. İnkılab muharrir-i muhteremi “La Martin”in bu İslam-amuz felsefesine ne buyururlar? “La Martin” kadar İslam tarafdarı değil midirler? Yoksa bunu da Hammer’in hayalatperverlikle itham eylediği safdil ?! müslümanlar Birader-i ali-kadr cenab-ı Hilafet-penahi cennet-mekan Sultan Mehmed-i Hamis hazretlerinin hemen her hafta emanat-ı mübareke-i peyamber-i a’zamiyi aleyhi’s-salatü vesselam ziyaretlerini tezyif akıde-i hümayunlarını istihfafa kadar gösterilen cür’ete bilmem ne demeli? Bilmem ne ta’bir bulmalı? Bu dindarlık bu edeb bu irfan bu nezahet-i lisan bu hikmet-i beyan doğrusu hayret-ender hayretdir.!! Dinsizlik bu kadar revac bu kadar hürriyet bu derece cesaret bulduktan sonra demek artık biz o eski Osmanlıların sulbi evladları değiliz. Biz o ni’me’l-ecdadın bi’se’l-halefleriyiz. Öyle ise bir çok dindaşlarımızın bizi müslüman addetmemelerine gücenmemeli. Ahlak adab ve adat-ı diniyye ve sa cemaat-i kübra ile eda-yı salat ettirmeye alenen nakz-ı sıyam edenleri cezalandırmaya fevkalade dikkatle kendilerine leri bize tercih etmelerini haksız görmemeliyiz. olabilir. Bugünkü her şey ilim olmuş ders olmuş yazı olmuş kitap olmuş… Bugünkü dünya okuyor milletler okuyor sınıflar okuyor ferdler okuyor.. Bugünkü okuma hayatın bütün zamanda Osmanlı hey’et-i ictimaiyyesi okuyor mu? Alelhusus Osmanlı hamuru içinde en büyük ve en koyu parça olan biz müslüman Türkler okuyor muyuz? Açıkça söyleyiverelim ki okumuyoruz. Ne kanaatle böyle kesip atıyorum? İki kanaatle: Evvela nefsime bakarak saniyen halkı görerek.. Evvela nefsime bakarak bunu cezm ediyorum. Çünkü bilhassa meşrutiyet geldikten bu tarafa doğru bizde bir hayli de yazılar yazıldı kitaplar çıkarıldı. Bunlar arasında elbette okunacakları da var idi. Ben nefsimce okumayı kar bilmiş ve zevk edinmiş bir adam iken yahud öyle görünür ve görülürken bunların çoğuna karşı aldırmadım bile. Hatta para verilerek alınan veya hediye suretinde ve Allah rızası için yollanan kitaplardan risalelerden gazetelerden pek çoklarını okumadım. Anlıyorum ki bu benim şahsi halim ve huyum olmaktan ziyade milli halim ve huyumdur.. Ben böyle isem kim olursanız olunuz hiç şübhesiz siz de ben gibisiniz… Saniyen halkı görerek bu hükmü veriyorum. Çünkü memleketi bu defa da üç beş gün dolaşırken yokladım araştırdım soruşturdum; okuma namına bir yerde ciddi bir varlık bulmadım. Vakıa oralarda da gazetelere ve mevkut risalelere müşteri yazılanlar öte beri kitap getirtenler eksik değil! Oralarda da okunmamış okunmuş gazeteler yaprakları kesilmemiş kesilmiş kitaplar görülür. Umumi harb musibetinden evvel bunların yanında kitapçı dükkanları ve kütübhaneler te’sisi hevesiyle iane defterleri açıldığı da görülürdü. Lakin ne diyelim ki okuyanlar dudak keyfi cıgara dumanlatan çocuklar gibi okuyor.. Okuduklarını ya yarım okuyor ya yarın unutuyor. Hususa ki bunlar bin kişide bir kişi bile değildir. Hususen ki bunlar asıl seciyesi yerinde köylü halk olmaktan ziyade köyde şehirli olmaya yeltenen gösterişçi kimselerdir. Ne diyelim ki bizimkiler de tamamıyle Velhasıl okuma bizi yoruyor saramıyor kendine çekemiyor. Bizim ise başka işlerimiz çok okumadan belli başlı karımız da yok. Niçin okumuyoruz? Bir rivayete ve bir dirayete göre “tereddi” etmişiz… Kanımız bozulmuş beynimiz sönmüş suyumuz gidip posamız kalmış da onun için okumuyoruz. Dediklerine bakılırsa bu hale uğrayan insan kalabalıkları artık okuyamazmış... Göremezmiş düşünemezmiş ne yaptığından ve nereye gittiğinden habersiz bir sürü gibi vukuatın önünde kör ve sağır sürüklenir tabiatin ağır ve ağılı pençesi altında kıvrana kıvrana yerlerin dibine geçer geberir gidermiş…! Bu mülahazada ihtimal hakıkatten bir şemme bile yok de bir kelimede toplanıp ifade edilemeyecek daha başka çapraşık sebebler var. Lakin benim aklıma kalırsa bu halin başlı sebebi birdir; başka sebebleri varsa bile bunlar ondan doğmuş ondan kuvvet almıştır. O sebeb de: Bizdeki okuma Okuma işimizdeki zorluklar sebebiyledir ki bütün cihan okurken okumadan kuvvet ve hayat alırken başka yerlerde okuma kerametiyle bir insan bin insanın belki yüz bin insanın aklından yardımından istifade ederken başka milletlerde okuma inayetiyle terzinin çulhanın demircinin dülgerin çiftçinin bahçıvanın gazeteleri kitapları bulunurken biz milli okumaları öz harsları olan milletlerin aksine olarak kurumuş farımış yerlere düşmüşüz. Okumamız bu haliyle hemen de toprak yeme ve kül yutma gibi işret ve afyon kullanma gibi tabiattan dışarı sıkıcı yorucu öldürücü bir şey olmuş azlığın ve havassın pehlivanlık işi olup kalmıştır. Nasıl okuruz ve okumadan nasıl hayır ve bereket buluruz ki bizdeki okumanın altı zemini ruhu olan yazı yazı değil kelime kelime değil kelimedeki öz öz değildir? Evvelen yazı yazı değil: Okutmuyor okunmuyor; yazı okutamıyor biz okuyamıyoruz. Saniyen kelime kelime değil: Anlatmıyor anlaşılmıyor; kelime anlatamıyor biz anlayamıyoruz. Salisen kelimedeki öz öz değil: Kavratmıyor kavranılmıyor. Kelimedeki öz kavratamıyor biz kavrayamıyoruz. Şimdilik kısaca ve mübhemce ileri sürülen bu şikayet mes’elesine sırası düşünce yine döneriz bunu aramızda tekrar konuşuruz. ECNEBI KANUNLARINI İKTIBAS MAHZ-I ZARARDIR Ati gazetesinde ıslahat-ı adliyyeye dair neşrolunan bir makaleden atideki fıkaratı nakl ile enzar-ı intibaha arz ediyoruz: Kavaninin sık sık ta’dil ve tebdilinin ne kadar muzır olduğu geçmiş senelerin tecrübesiyle sabittir. Bizdeki kadar ta’dilat ile uğraşmış hiçbir millet yoktur diyebilirim. Bu kadar uğraşmanın neticesidir ki eldeki kanunların ikmal-i nevakısına iftikar ediliyor. Müşavir-i adli Doktor Haynze’nin bir şeyhü’l-islamımıza dediği gibi: “Memleketinizde ecnebi kanunundan başka bir şey görmedim ki ıslahına teşebbüs edeyim. Kendi kanun-ı medeniniz var iken onun bi-hakkın kanunlarından alınan ahkamın burada tatbikine çalışmak aklımın kabul etmediği şeydir.” bir usuldür. Şimdiye kadar gelen müşavirlerden devlet millet adliyece hiçbir istifade etmemiştir. Belki de zarar görmüştür. ERMENI MEZALIM-I ŞENIASI HAKKINDA MÜHIM BIR VESIKA Ermenilerin Erzincan Bayburd Ardaslı Gümüşhane Polathane Trabzon Erzurum Van Bitlis havalisinde müslümanlara karşı yapmış oldukları katl-i ammı guya Türklerin Ermenilere karşı yapmış oldukları mezalime mukabele-i bi’l-misl olarak göstermek istedikleri ma’lumdur. Halbuki son zamanda yapılan tedkıkatla anlaşılan Ermenilerin katl-i ammı hududunun şarkındaki ahali-i İslamiyye’ye de tatbik etmeleri bu iddianın butlanını isbat ediyor. Yapılan tahkıkattan bu ahvalin çete hareketleri olmayıp mütefekkirlerinin de iştirak etmiş oldukları bir katl-i am olduğu anlaşılmıştır. Bu katl-i am evvelce tanzim ve tertib edilen kuvvetlerle her tarafda sistematik bir tarzda cereyan etmiştir. Bu hakayıkı isbat etmek üzere İkdam refikımız “Ahılkelek” mıntıkasındaki Ermenilerin İslamlara yaptıkları zulüm ve i’tisaf hakkında mühim bir vesika da neşrediyor. Rus me’murininden birinci Afsire dairesi müfettişi Hareşenko’nun kendi el yazısıyla olan bu vesika mes’elenin bütün hakıkat ve fecayiini inkara mahal olmayacak bir surette meydana koymaktadır. Muma-ileyh Hareşenko’nun el yazısıyla verdiği raporda vekayi’ şu suretle aynen kayıd [ve] tesbit edilmiştir: RUS MÜFETTIŞI HAREŞENKO’NUN RAPORU “ senesi Teşrinisanisi’nden i’tibaren senesi yirmi bir Mayısı’na kadar Ermenilerin Ahılkelek sancağında yerli ve muti’ ahali-i İslamiyyeye karşı tatbik eyledikleri hasmane muamelatı izah edeceğim. Gerek yerli Gürcülerin ğum vekayii göz yaşlarım dolu olduğu halde izaha mübaşeret ediyorum. Geçen sene Teşrinisani nihayetinde Akbabalı sekiz İslam yerlilerden ot satın almak üzere Boğdanofka karyesine geldiler. Şurası şayan-ı kayddır ki o sıralarda asayiş ber-kemal olduğundan İslamlar silahsız geziyorlardı. Bunlardan haberdar olan Hacebey karyesi Ermenileri derhal mezkur sekiz müslümanın etrafını ihata ederek hançerlerle üzerlerine saldırdılar ve katlederek gözlerini oydular. Dillerini kestiler bilahare cesedlere enva’-ı hakaret yaptıktan sonra diğer dördünü silahla katlederek cesedlerini Akbabalılara iade ettiler hançerlerle katlettikten sonra dört cesedi yaktılar. senesi Kanunisanisi’nde Ermeniler İslam köylerine taarruz etmeye başladılar. “Evvela silahlarınızı bize teslim ederseniz size hiçbir şey yapmayız” diye ihbara başladılar. nı teslim ettiler. Halbuki Ermeniler İslamları iğfal etmişlerdi. Ermeniler İslamların silahlarını aldıktan sonra zirdeki köyleri tahrib ettiler: Tuspaya Kukiya Verivan Tonvakam Kolilisi Pakkane Soğumakavaşı Aluvejva ve Gomris. Bu köylerin zahire mevaşi ve bilumum eşyasını alıp götürdüler. Köy ahalisinin de bir kısmını derhal orada katlederek mütebakı kadın ve erkekleri esir sıfatıyla Ahilkelek kasabasına götürdüler. Orada bunlara yirmi dört saat zarfında bir font ekmek ile sudan maada hiçbir şey vermediler. Binaenaleyh açlık ve pislikten üsera miyanında tifo zuhur etti. Doktorlar üseranın iaşesi ve temiz tutulması için müracaat etmişlerse de Ermeniler nazar-ı i’tibara almadıklarından müslümanlar hesabsız bir surette kırıldılar. Kimse muavenet edemedi. Çünkü Ermeniler hatta İslam üserasının mevkuf bulunduğu binanın civarına bile kimseyi bırakmıyorlardı. Mayıs senesinde Türk ordusu Kuzrah karyesini işgal ettiği zaman bilumum Ermeniler firar etmeye başladılar ve üseranın bulunduğu binayı tahrib ettiler. İslamlar dam altında kaldı. Cesedlerin bir kısmını da çukurlara atarak üzerlerine kireç döktüler. Bilahare neft ile yaktılar. İşte yirminci asırda Ermeni milleti neler icad ediyor!” VILAYAT-I ARABIYYE’DE HUKUK-I OSMANIYE “Mahkum farzıyla bir milletin hakimiyetinden nez’ olunan akvam diğer bir milletin hakimiyeti altına verilecek değildir. Bunun aksi iltizam olunur ise serbesti verilecek denilen kavimler ancak sahib değiştirmiş olacaklardır. Halbuki o kavimleri eski sahibleri hakk-ı temsilde dahi kendileriyle beraber tutuyorlardı. Ve kendileri yanlış doğru hakk-ı temsilden ne istifade ediyorlarsa onlar da o kadar müstefid oluyorlardı. Suriye ve Haleb vilayetleri serapa ahali-i İslamiyye ekseriyet-i faika i’tibarıyla hep İslam’dır. Buralarda Hıristiyan hükumeti Yahudi hükumeti te’sisine dair olan tasavvurlar Wilson prensiplerine ne derecelere kadar muvafıktır? Hicaz’a aid bir mes’ele-i mühimmede buraların idare-i Osmaniyye’den iftirakı halinde ne türlü varidat ile geçinebilecektir. Zira herkes bilir ki oraların varidatı masarıf-ı idare ve inzibatiyyenin belki dörtte birine vefa edemeyerek üst tarafı hazine-i Osmaniyye’den veriliyordu. Türk unsurunun nakden ve bedenen bu kadar fedakarlığıyla vücuda gelen Hicaz Demiryolu üzerindeki hukuk-ı Osmaniyye bir vechile kabil-i nisyan olmadığı gibi bil-cümle vilayat-ı Arabiyye istikbalen ne tarz-ı idareye tabi’ olurlarsa olsunlar Türklerin o vilayat ile o vilayetlerin Türklerle revabıt-ı iktisadiyyesinin muhafaza ve tevsii her iki tarafın yestedir.” BÜYÜK BIR İBRET DERSI Ancak “iki yüzlülük” her milletin her dinin ahlak kitaplarında takbih edilmiştir. Bir büyük devletin anasır-ı muhtelifeden mürekkeb bir büyük milletin en yüksek me’muriyetlerine kadar bi’t-tabi’ o devlet ve milletin asdıkasından olmak üzere irtika etmiş bu devlet ve milletin daha ilk maddesinden vahdet-i siyasiyyesini müttehid kanun-ı esasisi üzerine el basarak yemin eylemiş olan bir adamın bir başka memlekette o anasırdan birinin iftirakına hadim mesai ile meşgul olması iki yüzlülüğün son derecesi olacağı gibi nihayet yüzündeki iki yüzlükten birini çıkarıvermesi de hicabsızlığın son mertebesidir. Gabriel Noradonkyan Efendi on beş bin guruş raddesinde bir maaş ile Babıali Hukuk Müşaviri idi. Şu me’muriyeti kabul etmiş olmasıyla bu devlete sadıkane hizmet etmeyi taahhüd etmiş oluyordu. Devletin hukuk müşaviri öyle bir me’murdur ki o devletin siyasiyatında en gizli noktalara vakıf olabileceği için kendisinden hiçbir vechile emniyete mazhar olan adam onun muktezasına tevfik-i harekete vicdanen mecbur değil midir? Noradonkyan Efendi şu vazifeyi on on beş sene belki daha ziyade müddet ifa sonra Meşrutiyet’in hululüyle a’yana a’za ve Gazi Muhtar ve Kamil Paşalar kabinelerinde hariciye nazırı oldu. Kamil Paşa’nın sukutundan sonra beray-ı tedavi Avrupa’ya gitti; fakat me’zuniyet-i resmiyye ile. Çünkü maaşını alacak… O aralık şayi’ oldu ki Noradonkyan Efendi Paris’de tek durmuyor maaşını almakta olduğu devletin kuyusunu kazmaya çalışıyor. Fakat efendi; müddet-i me’zuniyyeti hitam buldukça maaşını alabilmek için henüz iade-i afiyet edemediğinden bahs ile tecdidini istida ediyordu. A’yan o şayialara bakmayarak birkaç defa daha me’zuniyet verdi fakat en sonra bir me’zuniyet daha bahşetmeyi münasib görmedi. O zamandan beri maaş alıp almadığı mechulümüz ise de ismi a’yan defterinde resmi a’yan resimleri miyanında kalmak gerektir; mesela şu aralık avdet etmiş olsaydı belki alamadığı maaşları alır ve bir nezarete bile irtika ederdi… Oskan Efendi on seneden ziyade birinci sınıf maliye müfettişi ünvanıyla yüksek maaş aldıktan sonra Posta Telgraf Telefon nazırı oldu ve en sonra Tevfik Paşa hazretleri Posta ve Telgraf Nezareti’ni Oskan Efendi’ye teklif etti; o da kabul eyledi; adı vükela listesine geçti; bahara kadar iade-i afiyet ile geleceğine Şimdi telgraflar haber veriyorlar ki Gabriel Noradonkyan ve Oskan Efendiler Osmanlı Meclis-i A’yanı A’zalığı’nı Devlet-i Osmaniye Nazırlığı’nı terk ile Ermenistan Cumhuru’nda Hariciye ve Dahiliye Nezaretlerini kabul etmişler ve efendiliği bırakarak Ermenice “Mösyö” ma’nasına olmak üzere baron olmuşlar… Baron Gabriel Noradonkyan Baron Oskan Mardikyan… Her mülahazadan kat’-ı nazar azıcık hubb-i nefse malik bir adam altı yüz bu kadar senelik bir devlet-i muazzamanın nazırlığında bulunduktan sonra Ermenistan Cumhuru’nda nasıl hizmet edebilir? Bunda şaşılacak hiçbir nokta yoktur. Esasen onlardan başka şey beklemek hatadır. Kabahat onlarda değil bizdedir. Müslümanlar kafalarını böyle taştan taşa vura vura elbette bir gün gelecek “Kendilerinden başkalarını evliya-yı umur ittihaz etmemeleri” hakkındaki hakıkat-i sarihaya dört enzal ile sarılacaklardır. ACI FAKAT DOĞRU NASIHATLER Akşam gazetesi bir İngiliz dostunun mühim beyanatını neşretti. Bu beyanat hakıkı ve samimi bir dostun nesayihi kadar bize te’sir etti. Bizans’ın münevver tabakasının ve matbuatının halet-i ruhiyyesini tasvir eden ve Türkler larını aynen naklediyoruz: “Türk kavmi dostluğuna sadık ve ahdinde vefakardır. Fakat Türk hükumeti ve İstanbullular öyle değil siz İstanbullular hayatla oynuyorsunuz. Bir şey nazarınızda bugün iyi! Yarın fena! Bugün sulh! Yarın harb! Bugün Alman dostluğu! Yarın İngiliz dostluğu. Bugün Talat Paşa yarın Sabahaddin Bey! Ertesi gün yine Talat Paşa! Her şey bugün kara! Yarın beyaz! Eğer hayata lüzumu derecede ehemmiyet şahsa mahiyeti nisbetinde kıymet ve umur-ı idareye ciddiyet vermezseniz bir devlet halinde daha on seneden ziyade yaşayamazsınız. Esasen Müslümanlık ve Türklük dolayısıyla iki düşmanınız var. Biri taassub-ı diniyi alet ittihaz edenlerin düşmanlığı diğeri Türk evsaf ve şecaatinin tevlid eylediği korkunun düşmanlığıdır. Bunlara bir de siz mesleksizlik düşmanlığını ilave ederseniz harici dahili bu düşmanların arasında nasıl yaşayabilirsiniz? Dostum! Beyninizdeki bütün ihtilafları bir tarafa bırakınız. Memleketin münevverleri hep bir araya toplanınız. Size isnad olunan kabahatleri müdafaa ediniz. Eminim ki bu kabahatlerin çoğu yanlış yahud yalandır. Deliller taharri ediniz. Hakıkati meydana koyunuz. Hakkınızda gelecek seden insaniyet beklemeyiniz. “Wilson Reis”in bir iyi hıristiyan olmaktan fazla bir meziyeti yoktur. Ne Amerika’ya ne miyetinizi isbat eylemektir. Fakat yekdiğerinize atf-ı cürm etmekle da’vanızı kazanamazsınız. Gayet yanlış bir tarik-ı müdafaa ta’kıb ediyorsunuz. Cinayattan yalnız hükumet-i Çünkü Balkan Harbi’nde Gladston talebeleri Muhtar Paşa hükumeti aleyhinde de nice makaleler yazdılar. Şimdiye kadar Türkiye’de hiçbir hükumet İngiliz liberallerini memnun edememiştir. Sizin vazifeniz ika’ edilen cinayatı tahkık etmek ve asıl vaki’ olanlarını ve faillerini bulmak ve onları meydana koyup bir çok isnadların iftira olduğunu ve Türk milletinin her vakit olduğu gibi bu mes’elede dahi ma’sum bulunduğunu isbat eylemektir. Gazetelerinizde her gün mütemadiyen Ermeni kıtalinden Rum muhaceretinden bahsetmenize hayret ediyorum. Onlar sizin müdafaanıza muhtac değildir. Bunların Avrupa’da binlerce avukatı var. Siz biçare ve hamisiz olan Türkleri düşününüz. Onları kurtarmaya çalışınız. Her biri bir “centilmen” yani bir “efendi” olan on milyonu mütecaviz Türk milletini imha için düşmanlarınız ne kadar tertibat ve teşkilat yapsalar bundan sonra mahva muktedir olamazlar. Eğerçi siz bu muhterem kavmi müttehiden maharetle müdafaaya ve ba’dema hüsn-i idareye muvaffak olabilirseniz. Eğer buna muvaffak olamazsanız siz biribirinizi yerken düşmanlarınız hepinizi yiyip bitirecek.” DAHİLI İCMAL-İ HADİSAT Havaic-i zaruriye sıkıntıları – Fırkalar Cem’iyetler Gazeteler – Trakya’da ve Adana’daki Müslümanların faaliyetleri Payitaht’ta mütarekeden sonra başgösteren –kömür ekmek su amele nakliyat gibi– ihtiyacat-ı zaruriyye ve yevmiyye muvakkat bir zaman için buhran şeklinde tecelli etmiş doğru himmet edilmiş ve günden güne esbab-ı salah tehiyye ve ihzar olunduğu görülmüştür. şikayat gitgide çoğalmakta idi. Bugün ise ekmek su amele tenvirat nakliyat bir dereceye kadar yoluna girerek ati için yeniden ahalide büyük bir ümid uyandırmıştır. İaşe Nezareti’yle matbuat-ı mahalliyyenin neşriyatına bakılırsa ekmek mes’elesinin pek yakın zamanlarda –müteahhidlere ihale edildiği cihetle– düzeleceğinden maada kemmiyet ve keyfiyetçe de mu’tena bir hale gireceği ümid edilmektedir. Şeker gaz mahrukat et ve erzak fiatları son derece terakkı ettiğinden şehrin fakır mahalleleri azim bir mahrumiyet içinde yaşamakta ve bu yüzden son derece bitab ve na-tüvan bir hale düşmektedirler. Bu sebeble memlekette ahkamını şiddetle ğine icra-yı tahribat eylemektedir. Gençler küçük çocuklar darda telef olup cihana veda’ ediyorlar. İaşe Nezareti’nin yalnız me’murları düşünüp ahaliyi hesaba katmaması hiçbir vakitte adl ü nasafete tevafuk etmez. Bir fakır aile bu şerait altında –gazın okkasını iki yüz seksen şekeri iki yüz elliye alamadığı için– paspasla dolu maddeyi her gün bi’l-mecburiye yiye yiye tedrici surette diyar-ı ademe gitmektedir. Gerek hükumet ve gerek iaşe nazır-ı cedidi bu ince noktaları düşünmeyi halkın ihtiyacatını tehvin etmeyi vazife bilmelidirler. Yoksa yalnız me’murları düşünüp halkı ihmal etmek hiç de doğru bir hareket sayılamaz. Günümüzün diğer mühim bir mes’elesi de payitahtta günden güne çoğalan muhtelifü’l-ünvan fırkalarla mürevvic-i efkarları olan gazetelerdir. Defeatle söylediğimiz gibi bugün memleketimizin en ziyade muhtac olduğu şey bu fırkalarla guna gun neşriyat olmayıp bilakis vahdet ittihad ve tevhid-i mesai olsa gerektir. Ancak bu vahdet sayesinde yorganımızı muhafazaya muktedir olabileceğiz. Esasen fırka ve cem’iyet kelimelerinden halkımız o derece ürkmüştür ki böyle şeylere hiç ehemmiyet vermiyor ve derhal hatırlarına türlü türlü fikirler geliyor. Matbuatımızın çoğalmasına bir diyeceğimiz yok ise de maatteessüf onlar da menafi’-i milliye hususunda pek ahenksiz bir surette idare-i kelam etmekte bazıları da büsbütün şahsiyat ve ağraz ile sütunlarını doldurmaktadır. Birkaçı da sırf gayri müslimlerin avukatı kesilerek temcid pilavı gibi Ermeniler ve Rumlar hakkındaki tehcir ve taktil mes’elelerini vird-i zeban etmekte müslümanlar hakkında yapılan haksızlıkları meskutün-anh bir halde bırakmaktadırlar ki matbuat-ı İslamiyye’nin bu tarzını Müslüman vatandaşlarımız hiç beğenmemekte ve sırrını anlayamamaktadırlar. Bu yüzden gazetelere olan rağbet günden güne azalmaktadır. Binaenaleyh bu hususu nazar-ı dikkate alacak ve müslümanların hukukunu müdafaa ve sıyanet için İslami bir siyaset ta’kıb edecek bir gazeteye pek şiddetli ihtiyac vardır. Dindaşlarımız eğer akıllarını başlarına alıp sair anasır-ı Osmaniyye gibi kemal-i ciddiyyet ve faaliyyetle çalışmayacak olurlarsa ileride maddi ma’nevi büyük zararlara duçar olacakları şübhesizdir. Trakya-Paşaeli Müdafaa Hey’eti tarafından şu son zamanlarda neşrolunan beyanname enzar-ı dikkati ciddi bir surette celb ediyor. Bize kalırsa gerek cem’iyyat ve matbuat-ı daşlarımızın metalib-i muhıkka ve meşruasını külle yevm enzar-ı cihana –bilhassa i’tilaf devletlerine– arz etmeli ve bu gibi haksızlıkların müslümanlara bir hıristiyan hükumet tarafından senesinde Bulgaristan’a terk edilen aksam ile Mesta şehrinin şark cihetinde Yunanistan’ın işgal etmekte olduğu arazi de dahil olduğu halde Meriç ile Mesta Karasu nehirleri arasındaki Garbi Trakya senesinden beri Bulgarların taht-ı idaresinde bulunmaktadır. Balkan Harbi esnasında işgal ettikleri her yerde olduğu gibi burada da asırlardan beri hiçbir milletin hayat-ı tarihiyyesinde manzur ve mütemeddin bile kabil olmayan mezalim aylarca bir sarsar-ı bi-rahm ü dolaştı durdu yaktı yıktı üzdü kesti. Din ve namusa mal ve hayata her şeye bir insanın malik olabileceği en küçük şeyden en büyük mukaddesata kadar her şeye taarruz ve tasallut etti. Binlerce haneler yandı hanümanlar mahvoldu ocaklar söndü genç kızlar kanlı gözyaşları içinde boğuldu. Binlerce aileler kadınları ve çocukları ile imha ve itlaf edildi. Velhasıl tasavvuru mümkün ve gayr-i mümkün her şey ve her fenalık her zulüm bi-perva ve insaf yapıldı. Bütün bunlara zamimeten tarih-i alemi ebediyyen kirletmesi lazım gelen cebren tebdil-i din ve mezheb cürm-i müdhişini de yirminci asırda ika’ etmek suretiyle medeniyet-i cihana i’lan-ı husumet ettiler. Minareleri yıktılar camilere çan taktılar tebdil-i kanaat ve din etmek istemeyenler katil komitecilerin süngüleri altında can verdiler. Bütün bu fecayi’ medeni Avrupa’nın Balkan mümessillerinin nazarları önünde eğlenceli bir facia gibi cereyan ettiği halde resmi ve gayr-i resmi Avrupa bu ahval muvacehesinde tamamıyla muhafaza-i sükun eyleyerek hadisata seyirci ve lakayd kaldılar. Sanki Bulgarlar bu vahşetleriyle Avrupa iz’an ve irfanı kanaat ve vicdanı ağladı bağırdı; heyhat kimse işitmedi gözlerinin yaşlarını kimse görmedi. Fakat medeni Avrupa adaletperver Amerika Ermeni kıtali için fevkalade ehemmiyet verip durdular. Hak ve adalet namına Trakya müslümanlarını Bulgar mezaliminden kurtarmak Avrupa için bir vazife-i adl ü insaf teşkil etmez mi? İşte biz mütefekkirlerimizden matbuatımızdan bu gibi hukuk-ı İslamiyye’nin müdafaası uğurunda icale-i kalem ve fikir etmelerini rica ediyoruz. Kilikya nam-ı kadimi altında bulunan Adana ve mülhakatıyla vir olan Ayıntab sancağıyla Antakya İskenderun Biilan ve Reyhaniye kazalarında nüfus-ı umumiyyenin yüzde doksanını mütecaviz bir ekseriyet teşkil eden müslümanları temsil etmek ve bu mahallerin amal ve efkar-ı ekseriyyetine tevfikan kema-kan Devlet-i Osmaniye’ye merbutiyyetlerini te’yid mesaide bulunmak ve merkezi İstanbul’da olmak üzere bir cem’iyet teşekkül ederek beyannamesini hükumete vermiştir. Adana ve civarı kamilen İslami bir muhit olduğundan orada yaşayan müslümanların hukukunun muhafazasını der’uhde eden bu cem’iyetin muvaffakiyetini dilemekle beraber mütefekkirlerimizle matbuatımızın ve zimamdaranımızın da bu yeni ve gayur cem’iyet-i İslamiye’ye muavenet etmelerini temenni ederiz. . Meal-i Kerimi “Allah onların istihzalarının cezasını veriyor; dalalet ve hayret vadilerinde serseriyane dolaşıp durmalarına müsaade ediyor. Onlar öyle kimselerdir ki dalaleti hidayete değişmişler; binaenaleyh ne ticaretleri kendilerine bir kar te’min etmiş ne de tuttukları meslekte isabet edebilmişlerdir. O adamların hali aydınlık için ateş yakan kimselerin hallerine benzer ki ateş yanıp da etrafı aydınlatınca Allah ateşlerini söndürür ve kendilerini bir şey göremeyecek surette karanlıkta bırakır. Onlar hakkı işitemeyecek derece sağır söyleyemeyecek derece lal; göremeyecek derece kördürler. Onun Yahud zulmetlerle ra’d ve berk ile dolu bir buluttan inen yağmura tutulmuş kimselere benzerler ki yıldırımların verdiği dehşetle ölüm korkusundan kulaklarını tıkarlar. Halbuki kafirler Allah’ın tamamıyla kabza-i kahrında oldukları için bu ihtirazın hiçbir faydası yoktur. Şimşeklerin çakması gözlerini kamaştırmak derecesine gelir. Parladıkça yol almak için yürümeye başlarlar. Kapanınca oldukları yerde kalırlar. Allah mahvederdi. Allah her şeye kadirdir.” Müfessirler kavl-i kerimini te’vil için pek çok şeyler yazmışlardır. Bu vadide onları ıtnab-ı kelama sevk eden sebeb münafıklarla ma’na-yı hakıkısi ile eğlenmenin mukabele bi’l-misl tarikıyle hile ve hud’a etmenin maskaraya almanın makam-ı akdes-i rububiyyete yakışır haller olmamasıdır. Herhalde halkın yek-diğere yaptıkları gibi Cenab-ı Hakk’ın; lehv ü lu’b tarikıyle mekr hud’a istihza gibi beyhude ef’alin zat-ı rububiyyetten suduru muhal bir keyfiyettir. Bu hakıkati nazar-ı dikkate alarak şuna hükmetmek zaruridir ki ayette zat-ı Bari’ye isnad olunan istihzadan maksad Cenab-ı Hakk’ın hayat-ı maddiyyede mekr hud’a da beklemedikleri bir zamanda başlarına gunagun felaketler getirmesinden kendilerinden mahuf ve müdhiş bir surette emin ve asude bir tavır ile amal-i sehifelerini tervice çalıştıkları bir anda azab-ı haile giriftar olmak necat ve selamet ümid ettikleri mesailerinden helak ve izmihlal semereleri ıktitaf etmek gibi bir hal ise netice ve te’sir i’tibariyle bedihidir ki bir hile ve hud’aya kapılmak gibi bir şeydir. Kur’an-ı Kerim yukarıda birçok yerlerde tekrar ettiğimiz vechile esalib-i beyanı i’tibariyle ifade-i meram hususunda Araplarca me’luf olan tarz ve nesaktan hiç ayrılmamıştır. Arabın tertib ve te’lif-i kelam i’tibariyle riayetkar olduğu esalibden biri ise elfaz arasında müşakeledir. Sanayi’-i lafziyyede müşakele irad edilen bir lafzın bi’l-mukabele müstelzim olduğu fiil ve hareketi ma’na-yı hakıkısi maksud olmaksızın aynı lafız ile ifade etmekten Şu i’tibar ile ayat-ı salifede münafıkların Cenab-ı Hakk’a karşı mekr u hud’a yolunu tuttukları ayatıyla istihza ettikleri bast u beyan edildikten sonra “Onların bu gibi ahval ve ef’alinin cezasını Allah kendilerine çektirecektir.” denecek yerde bu maksadı aynı elfazın tekrarıyla “Onlar istihza ediyoruz diyorlar. Allah da onlarla istihza edecektir.” tarzında derkardır. Sonra müşakele tarzında irad-ı lafz ma’naya ait müBaşmuharrir him bir nükte ve faydayı mutazammındır ki o da Cenab-ı Hak tertib-i mücazat maksadını istihza lafzıyla eda etmekle münafıkların amal ve makasıdını ber-aks edeceğine medar-ı muvaffakıyyet addettikleri bir tavır ve hareketin helak ve makhuriyetlerine badi olacağına enzar-ı dikkati celb etmiş olmasıdır. Filhakıka hayat-ı dünyada tuttukları meslek-i nifak ve şikak ile amal-i hasiselerine zaferyab oldukları i’tikadını besleyen münafıkların ruz-ı ferdada akılları başlarına gelecek dünyada iken mü’minlere karşı tuzak kurmaya inhisar etmiş olan mesai-i hayatiyyelerinin bütün dehşet ve şenaatiyle nazarlarında tecelli edecek olan avakıb-ı meş’umesi daha o zamandan kendilerini girdab-ı mihen ü mesaibe atmış olduklarını anlatacaktır. Şu halde madem ki şu netice tuttukları hile ve desise yollarından ümid ve intizar ettikleri şeylerin taban tabana zıd ve ma’kusüdür bu in’ikas-i amal kazıyyesini hud’a istihza ve emsali ta’birat ile ifadede başka bir te’sir ve belagat olduğu bedihidir. Binaenaleyh gibi ayat-ı kerime böyle bir maksadla müşakeleyi tazammun etmektedir. Başka yerlerde sebk eden beyanattan anlaşılmış idi ki Cenab-ı Hak insanlara peygamberlerini sırf doğru yolu göstermek için gönderiyor ve da’va-yı hidayet ve irşadlarını sözle bırakmayarak onları birtakım ayat-ı beyyinat ile müeyyed ve mücehhez bulunduruyor. Bununla beraber netice neye müncer oluyor? Herkes ezeli saadet ve şakavetten nasibi ne ise yalnız onu alabiliyor. Bir kısım halkın Cenab-ı Bari’den nazil olan hikmetlerin sereyan-ı feyziyle kalbleri envar-ı sedad ve hidayete ma’kes oluyor diğer bir kısmın ise taraf-ı Hak’tan tevali eden mevaiz adab ve emsal kalplerini daha sengin bir hale getiriyor; hakıkate inkıyad etmek isti’dad ve kabiliyetini tevlid etmek şöyle dursun inad ve istikbarları ruz-efzun oluyor. vasfına ma-sadak olanlar bu ikinci kısım halktır ki hayat-ı faniyyeleri vadi-i hayret ve dalalette puyan olmakla güzariş-pezir olur her türlü telkınat-ı muslihane tuğyan ve nahvetlerinin kat kat izdiyadına hizmetten başka bir te’sir gösteremez. Ve bu adamlar akıbetlerini neye müncer olacağını meslek-i valihaneleri kendilerini nerelere sevk edeceğini bilmez ve düşünmezler. Bu makule eşhastan birçoğunun o azgınlıklarının bir cezası o neşvelerin bir humarı olacağını hayal ve hatırlarına getirmemelerinin başlıca sebeblerinden biri de Cenab-ı Hakk’ın kendilerine istidrac muamelesi yapması dünyada ukubetlerini ta’cil değil bilakis kendilerini refah ve saadete müstağrak etmesidir ki “Onları bilmedikleri bir cihetten istidrac ediyoruz. Ve ben onlara mühlet veriyorum.” “Zannediyorlar mı ki bol bol mal ve evlad vermekle kendilerini acele hayır ve saadete mazhar ediyoruz? Yok yok ! Onlar işin hakıkatini bilmiyorlar.” “İhtar ve tezkir ettiğimiz hakıkatler hatırlardan çıkınca kendilerine her şeyin kapılarını açtık. Nail oldukları ni’met ve refah ile sevinmeye kendilerini bahtiyar addetmeye kalkıştıkları zaman olunca birdenbire çalyaka uğradıkları hali görünce şaşırıp kaldılar.” Bunlara mümasil daha pek çok ayat-ı kerime vardır ki birer birer serd ve izaha hal ve mevki’ muhtemil değildir. BUHRAN-I FIKRIMIZ Memleketimizin teali ve terakkısini te’min için garb medeniyetinden yetiştirdi. Bu ihtiyacı tatmin için yetişen bu sınıf-ı münevver milletin mukadderatına her nevi’ murakabe ve rekabetten azade bir te’sir icra eylemektedir. Halbuki bu zümre-i münevvere medeniyet-i garbiyyenin te’siratı altında şahsiyetini gaib ederek müfrit bir garb-perestişkarlığına mübteladır ki selamet-i milliyyeyi ancak kendisinin duçar olduğu bu ibtila-yı maraziyi memlekete sirayet ettirmekte görüyor; terakkı ve teali namına vicdan ve efkarda enva’-ı buhranlar tevlid ederek memleketi muzlim mechulata doğru sürükleyip götürüyor. Garb perestişkarı olan bu sınıf mütefekkirinimizin zihniyeti menşei bulunan garb zihniyetine hiçbir vech ile benzemez. Bunlar kendi muhitleri hakkında yeisle mali o elim ve akım tenkıdleriyle temeyyüz ederler. Bu münekkıdin izah ve Mevcud ve vakıı bilmez de nasıl olmak icab edeceğini öğretmek Maa-zalik ümidlerimizi bir zaman bu sınıf-ı mütefekkire rabt etmiş saadet ve terakkıyata aid nuhbe-i amalimizin husulünü ondan beklemiş idik. Çünkü onun imandan mahrum mütereddid ruhunda mündemic o muzlim bedbinliğin ümidvar olmaya ve memleketin amaliyle tevafuk edecek bir emel beslemeye mani’ olduğunu bilemiyorduk. Onun o muzlim bedbinliği vatanında her şeyi ıslahat ve ta’dilat ile kurtaramayacak derecede bozuk görmesinden neş’et etmektedir. O bundan dolayıdır ki selameti ancak mevcud olanı yıkıp az çok garblaşmış olan vukuf mantık ve ahlakına Frenkleşmiş olan ictimai ve siyasi tasavvuratına göre yeni bir hey’et-i ictimaiyye teşkilinde görüyor. Bu ruh-ı mefkureyle mevcudu imha ve yerine alelıtlak başkasını ikame arzusunda bulunan ve vatanlarında ruhlarını fikirlerini hoşnud edecek bir şey bulamayarak hiçbir hazz-ı ma’nevi duyamayan insanların vatanlarıyla ne gibi alakaları olabileceği suali bi’z-zarure tevarüd eder. Bu gibilerin garib zihniyeti az çok her hususta te’siratını hissettirmektedir ki tensikat ve ıslahat hakkındaki şekl-i idrakleri bunun bariz bir misalidir. Izah edelim: Başka memleketlerde herhangi bir şeyde görülen bir mahzur veya bir kusurun lüzum-ı ta’dil ve ıslahı hissedildiği anda ta’dil ve ıslahına çalışılır. Bizde ise ıslahı matlub olan her şeyin bila-tereddüd hedmiyle yerine daha iyi olduklarını zannettikleri bir şeklin ikamesi arzu edilir. Bu gayret-perveran nazarında tensik ve ıslah arzusu mevcud olan bir şeyin terk ve tebdiline hadim bir vesileden başka bir şey değildir. Halbuki garblılar bir şeyi münhasıran muhafaza emeliyle ıslah etmek zevalden vikaye için idameye çalışılır. Garb perestişkarlarının iktisab eyledikleri nur-ı ma’rifet kendilerini tenvir etmekten ziyade basiretlerini köreltmekte olduğu ve kendilerine bu nuru tehiyye edenleri aynen taklid hususundaki cehd ü gayretlerine ve garplılar gibi düşünüp hareket etmekte olduklarına dair nefislerinde mütehassıl zehab ve kanaatlerine rağmen onlara tamamen zıd bir surette düşünüp hareket eylediklerini bile göremedikleri şu basit mukayese ile tezahür eder. Halbuki tebdilen ıslah cihetine gitmekle hakıkatte yeni bir şeyin tecrübesinden başka bir iş yapılmamış olur. Bu ma’lumat ve müktesebattan mahrum kalarak yeniden birtakım tecrübelerde bulunmak yani tereddüd ve şübühat içinde kıymetdar vakitler gaib eylemek yeni hatalar işleyerek bilahare ta’mirlerine çalışmak velhasıl ekseriya men’i mültezem fenalıklardan daha vahim neticelere müncer olacak bir mülazemette bulunmaya mahkumiyet demektir. Bundan başka tebdil mahiyeten bir şeyi diğerine mukabil terke icbar demek olduğundan bir fi’l-i tahakkümden başka bir şey değildir. Bir fi’l-i tahakküm kafi derecede ma’kul ve muhık olmadığı takdirde bir hareket-i keyfiyye olur. Bu hareket-i keyfiyye ise diğer bir hareket-i keyfiyyeyi tevlid ettiğinden binnetice harekat-ı keyfiyye hakim-i mutlak kesilir. Harekat-ı keyfiyyenin icra-yı hükm ettiği yerde de tecrübe hikmet ve ve tensikatı da hafif veya şedid mesaib tevlid eylemekten kurtulamaz Garb perestişkarlarının bu hali ilel ve emrazdan tevakkı ve bir sıhhat-i tammeye malikiyet arzusuyla kütüb-i tıbbiyye mütalaasına koyulan ve nihayetinde nefsini kaffe-i emraz ile ma’lul görerek hayatı ancak bir sevk-ı tabii ile katlandığı tahammül-fersa bir bar ıztırari ve medid bir ıztırab gibi telakkı edenlerin haline benzer. O müteffikirin de aynıyla efradından bulundukları hey’ete daha tam bir sıhhat te’mini emeliyle istihsal-i ma’lumata çalıştıkları halde nihayet onu en mühlik halat-ı redie ile musab görüyorlar. lerine bir menba’-ı elem ve ıztırab haline getirmekten başka bir faydası olmuyor. Ve onlar bu vatana ancak gayr-i müdrek Şu halat arasında görülen müşabehet-i kat’iyye alel-ıtlak ğını isbat eder. Müktesebat-ı fikriyye usulsüz ve gayesiz vuku’ bulduğu takdirde müktesibleri gibi muhitlerine muzır olacak bir takım efkar-ı batıla ashabından başka bir şey yetiştiremeyeceği cihetle muzır olur. Bu gune müktesebat erbabı da tıpkı heveskar-ı tıb gibi tahsillerinde usul ve gaye ta’kıb etmediklerinden naşi kendilerini ma’lul bulurlar. Hele bütün vukuf ve ma’lumatları tecahül-i nefs gibi gayr-i tabii bir esas üzerine kurulmuş olduğundan maraz büsbütün peyda-yı ihtilat ederek nev’i cinsine münhasır bir şekle münkalib olmaktadır. Fil-hakıka garb perestişkarlarının mesail-i ma’neviyye retle temayüz eylemektedir: Evvela; bu mesailden herhangisine dair olsa bize tealluk eden cihetlerini bilmemek ve öğrenmeye tenezzül etmemek saniyen; bize tealluku olanlar haricinde birçok usuller mebde’ler ve ihatalara vakıf bulunmak. Lakin bu ıttıradsızlık hey’et-i Osmaniyyenin arz ettiği ve bundan daha gayr-i muttarid bulunan bir halin netice-i tabiisidir. Hey’et-i Osmaniyye asırlarca mukaddem teşekkül edip şöhretgir bir medeniyet vücuda getirdiği ve tarih-i alemde mühim bir vazife ifa eylediği halde garbcılar kendi hayat-ı ma’neviyye ve ahlakıyyesini mevzuat-ı ictimaiyye ve siyasiyyesini mebde’lerini ve idrakatını velhasıl dehasını temsil ve mevcudiyet-i milliyye ahlakıyye ve fikriyyesini teşkil eden şeyleri istihfaf ve istihkar eyleyerek bunları tedkık ve tetebbu’dan menfaat ümid etmiyorlar ki tecahül-i nefs gibi cehillerin en meş’umu olan bir hale onları ilka eden de budur. Bundan naşidir ki garb perestişkarları kendimizi henüz teessüs ederek mevcudiyet-i milliyyesini istihsale çalışan yeni doğmuş bir cemaat farz edecek derecede eslafımızın azametinden şübhe ediyor ve bizi hakır görüyorlar. Bu tarz-ı acibde perverişyab olan müfekkireleriyle iktisab ettikleri ma’lumat da nihayet kendilerini fikren muhaceret ruhen de tebdil-i tabiiyyete sevk ediyor. Şu şerait dahilinde iktisab edilen ma’lumatın hod be-hod bir kıymet-i ferdiyyesi olabilir yani mühendis tabib ve bunlara mümasil san’atkarlar teşkiline medarı bulunabilirse de herhalde kıymet-i ictima’iyyesi hiçtir. ancak eşya arasında mukayesat yaparak umur-ı kevniyyeyi daha iyi anlayarak ona göre harekatını tanzim eder. Bilmek kıyas etmek demektir. Binaenaleyh hey’et-i ictimaiyyemiz nefsimiz hakkında sahib-i ma’lumat olmayınca bizden müterakkı milel-i ecnebiyye beyninde ne kadar kıyasat yapsak ne kadar ilmi ve mantıkı neticelere destres olacak bir iktidar göstersek bununla kendi cem’iyetimizin noksan ve kusurlarını keşif ve ta’mire muvaffak olamayız. Garb perestişkarlarının zihniyeti o mertebe tegayyür etmiştir ki ekseriya garb muallimlerinden öğrendikleri şeyleri mazmun-ı hakıkılerinden büsbütün başka bir surette telakkı eylemektedirler. Bu müfrit ecnebilik onları kendi muhitimizdan ayıra ayıra nihayet bu muhitın mahiyet ve ehemmiyet-i azimesini takdirden aciz bırakıyor. Halbuki herhangi bir hadisenin tabiat ve mahiyeti ne olursa olsun en mühim en esaslı amili zemin-i husulü olan muhit değil midir? Bu pek bariz bir hakıkat-i ilmiyye iken tedkıkat ve muhakematta muhiti nazar-ı i’tibara almak zarureti lüzumu kadar takdir olunmadığından muhakemeleri menfi bir mahiyet kesb ederek müsbet bir hakıkatten ari bulunuyor. Muhitimize bigane bir vukuf ve tasavvurdan mütehassıl bir nevi’ hayalperestlik mahiyetini iktisab ediyor. Ve her türlü kıymet-i ilmiyyeden mahrum kalıyor. Yine muhitin ehemmiyet-i azimesi takdir edilmediğinden dolayı mevzuat-ı medeniyyenin de –perestişkaran-ı garb gibi– tebdil-i mekan ile her yere tevafuk edeceği zannediliyor. Halbuki o mütefekkirler gibi onlar da tebdil-i tabiiyyet edince tebdil-i mahiyyet ederek bizleri acı hüsranlara ma’ruz bırakıyorlar. Kayd u işaret edegeldiğimiz zihniyetten mütehassıl olan şekl-i medhul edebiyatımızda da bariz bir surette tezahür eylemektedir. Pek nadir istisnalardan maada edebiyat-ı hazıra-i Osmaniyye samimiyet ve ciddiyetten aridir. Bu ruhumuzun değil fikrimizin bir muhassalasıdır. Yani kaçak olarak idhal edilmiş efkar ve tahassüsattan mürekkeb sun’i bir muhassaladır. Osmanlı ruhu edebiyatımızda da hariç tutulmuş onun yerine aslı ve mevridi muhtelif sebk ü rabttan ari birçok ansiklopedi ma’lumatı ikame olunmuştur ki bu hal de onu mucib-i terahhum bir derekeye olmasına hizmet eylemektedir. Hakıkat-i halde edebiyatımızda da ifade-i ma’na eden kelimat-i lisaniyyeden başka Türklüğe müteallik hemen bir şey görülemez. İlham yerine tasni’ hissiyat-ı amika ve samimiyye yerine keskin ve serbest bir zeka kaim olmuştur ki bu hal Osmanlı ruhunu takviye eyleyeceğine bilakis gevşetiyor. Ve edebiyatımız salim ve kavi imanlar vücuda getireceğine muzır şübheler tereddüdler ve i’tikadsızlıklar saçıyor ve binnetice müessir bir amil-i Sanayi’-i nefisenin bir ruh-ı milliye malik ve ilhamata mazhar olması için bir vatanı bulunması icab eder. nefise hünerlerine mağrur ve fakat mahrum-ı deha ve ilham bir takım san’atkarlar elinde ölmektedir. Garb perestişkarlığı memlekette hayat-ı fikriyyeyi intişar ettirmeye hadim olacağına o derece teşviş eylemiştir ki bugün artık kamilen mefkuddur denebilecek bir hale getirmiştir. Lezaiz-i fikriyye ve san’atkaraneden mahrum olan mağmum mahzun ve nahoşnud bir cem’iyette gayr-i müfid bir ilmin esiri bulunan marazi bir bedbinlik efkarı teşviş ve ruhları ıdlal ederek sür’atle tevessü’ ve inkişaf eylemektedir. Bu bedbinliğin telkın eylediği hodkam ve zelil bir menfaatperestlik Osmanlı ruhu ile birlikte Osmanlı gaye-i emelini de düşürmektedir. Garb perestişkarlarının muhitimize icra ettikleri te’sir-i müceddid te’siri nazar-ı teemmüle alınırsa o perestişkaranın muhitlerine olduğu kadar garb zihniyetine her vech ile bigane bulundukları tezahür eder. Binaenaleyh bu zihniyet garb zihniyetine nisbetle tufeyli bir mahiyet arz eder. Madem ki cem’iyetine bigane kalmakla beraber yine onun sayesinde yaşıyor o halde bu cem’iyete karşı da bir tufeyli olmaktan başka bir şey olamaz. Ve eğer o sahte ilmiyle ika’ ettiği tahribatını zamanında tevkıf eylemeyecek olursa nihayet kendisi gibi bu cem’iyeti de Avrupa cem’iyatının tufeylisi hükmüne tenzil edeceğine şübhe yoktur. Acaba kader daima bizi ifrattan tefrite düşmeye mi mahkum edecek? Ezmine-i sabıkada sunuf-ı münevveremizin en büyük kusurları medeniyet-i garbiyyeyi tanımamaları ve bu bilmemezlik yüzünden ona karşı husumet perverde eylemeleriydi. Halbuki bu garb perestişkarlarının bu hale tamamen zıd bir derekeye düştüklerini görüyoruz. Onlar tanımadıklarından dolayı memleketlerine yabancı kalıyorlar. Ve şiir u hayal ile muttasıl şitab ettikleri medeniyet-i ecnebiyyeye karşı müfritane bir meftuniyet içinde kendilerini unutuyorlar. Azdadın gaye-i nihaiyyede ictima’ etmesi hasebiyle unsur-ı medeniyyet olmak üzere netice-i hesabda bu mütefekkirlerin eski mütefekkirinden daha muzır oldukları anlaşılıyor. Dün de bugün de terakkı ve inkişafımıza hail olan noksan-ı şekl-i hazırı vardır. Şekl-i sabıkı saha-i fikr ü tecrübede hayyiz-ara-yı husul olan terakkıyata bigane kalmaklığımız idi. Şekl-i hazır ise mukaddema tamamiyle biganesi olduğumuz şeylere pek nakıs ve na-tamam bir halde vakıf bulunmaklığımızdır. Cehalet-i hazıramızın hassa-i farikası bir hayli ma’lumat-ı sakımeden mürekkeb bir gışa-yı kazible mestur bulunmak ma’rifetdir ki bizleri daima teşebbüsat-ı ciddiyye ve nafi’adan alıkoyarak alem-i medeniyyet nazarındaki kıymetimizi tenzil ve medeniyet-i hazıraya gayr-i müstaid bulunduğumuz zannını tevlid eylemektedir. Maduniyet-i hazıramız ise vusulüne çalıştığımız gayenin mahiyeti hakkında kat’i bir gaflete düşmemizden mütehassıldır. tifade lüzumu her nasılsa behemehal garblılaşmamız icab edeceği kanaat-i sehifesini tevlid etti ki bil-cümle mesaimizi mahkum-ı hezimet ve akamet eden en esaslı gafletimiz bu olmuştur. Bu kanaat-i sakımeden selametimiz uğurunda her hususta akvam-ı garbiyyeyi taklide mahkum bulunduğumuz gayr-i variddir. KARARNAMELERI HAKKINDA dan bir kısmı terk olunmuş mülk-i yeminin ve ona mebni olan istifraşın mansus ve mücmaun-aleyh olan ahkamı ve ez-cümle hürmet-i musahereyi mucib olduğu gösterilmemiştir. Gerçi “Bu kararname yalnız ahrarın münakehatına mahsustur.” denilebilir. Lakin’uncu maddenin ahirinde “Nikahlı nikahsız takarrub ve devaisi hürmet-i musahereyi mucib olur.” denilmek lazım gelirken hilafı iltizam olunarak “Nikah-ı fasid üzerine takarrub memnuiyet-i musahere husule getirir.” denilmiş nikah-ı fasid müsemmasında dahil olmayan şübheye binaen vaki’ olan takarrubun da hürmet-i mezkureyi husule getireceği mücmaun-aleyh olduğu halde meskutün-anh bırakılmıştır. Layihada zinanın da mezheb-i muhtar üzere hürmet-i musahereyi mucib olduğu tasrih olunmakla beraber Şafii hazretlerinin “Ni’met-i sıhriyyet fi’l-i memnu’ üzerine terettüb etmez.” demiş olduğu naklolunuyor. Ve isbatının da müteassir olup ma’a-zalik esbab-ı muharreme miyanında zikrolunursa bir takım bi-sud olan deaviye vesile edileceği mülahaza olunduğu ve şu mütalaata mebni o miyanda ta’dad olunmadığı gösteriliyor ve devai hakkında “Umur-ı vicdaniyyeden olup hükmü de muhtelefün-fih olmakla ondan da bahsolunmadı.” deniliyor. Halbuki mahall-i hilaf ve ihtilaf olmakla delil-i şer’iye müstenid olan hükmün terki icmaan caiz olmaz. Devainin cemian yahud galiben vicdaniyata raci’ olan nev’-i hafifine hasr olunması hüccetten halidir. Bazen onların da bi’l-muhakeme hallolunması lazım gelir. Maksad hükm-i şer’iyi tağyir olmayıp mütalaat-ı mezkureye mebni ancak ta’dad ve tasrih olunmalarından sarf-ı nazar edildi demek olsa mes’ele hafifleşecek. Lakin yine muvafık-ı maslahat değil. Çünkü bir takımlarının: “Hükm-i şer’i tegayyür etti. Bu misillü enkihanın artık sıhhat ve bekalarına hükmolunacak.” diyerek cür’ette bulunmalarına sebeb olur. İrtikab ettikleri ef’al-i rezileyi ikrar ve i’lan edenler bulunur. Ve onlara karşı gayreti tahammül etmeyen akriba ve evliyadan men’ u zecre kıyam eyleyenler ve ileri gidenler bulunur. Ba-husus Kararname ve layıhasında yalnız devai hususu hala mübhem bırakılarak zina hakkında cumhur-ı eimmenin mezhebleri terk edilmiş olduğu nikah-ı batıla dair olan’inci maddesinden anlaşılıyor. Gerçi şu nikah-ı batılın vukuu nadir ve fi’l-i zinanın ikame-i had için sübutü müteassirdir. Lakin bu kadarcıkla yahud devainin umur-ı vicdaniyyeye ircaıyla ahkam-ı şer’iyyenin tağyiri vacibü’l-ittiba’ olan kavl-i sahihin terki tecviz olunamaz. Bunlar mahkemelere düşecek işlerden değil zannolunuyorsa evrak üzerinde bu tağyir ve tebdilin faydası ne olacak? Halkın o surette hissiyatına dokunarak rencide eylemekten başka hiçbir maslahatı mutazammın olmadığı gibi birçok mahazire de sebeb olacaktır. Kayınvalidesine saldıran yahud üvey kızına sarkıntılık eden Mecusi-meşreb alçakları zevceleri de elbette istemezler. Akriba ve evliyaları da kabul etmezler. Onlar zararı yokmuş diyerek ef’al-i habiselerini müracaattan me’yus bulunurlar ise cinayat ve mukatelatı bile mucib olur. Devainin bila-tafsil hürmet-i musahereyi mucib olduğu fi’l-asl kitab-ı ilahinin evvel-i ahkamından olup bu hükmü mukarrer ve fer’an mütevatir olan hadis-i şerifi gibi asar-ı mahfuza-i sariha ile sabittir. fi’l-asl kitab-ı evvel-i ilahinin” yazılmıştır. ayet-i kerimesi akd ü fi’l ve envaına şamil olup lügaten cem’ ve zam ma’nasına olan nikah lafzı fi’l hakkında azher ve binaenaleyh zinanın da hürmet-i musahereyi mucib olduğuna nastır. Nitekim İmam Ebu Hanife ve ashab-ı kiramıyla beraber İmam Malik ve Ahmed bin Hanbel gibi bunca eimme de onun üzerine ittifak eylemişlerdir. Evet nikah-ı meşruun mucebi olan sıhriyetin müfid olduğu meveddet ve tenasur ni’meti zina ile hasıl olmaz. Lakin o ni’metin bulunmamasıyla mahrumiyete de musıl olması lazım gelmez. Nitekim menşei helal olan rada’ üzerine terettüb eden ülfet ve muhabbet ni’meti de tarik-ı memnu’la hasıl olmaz. Lakin zaninin irtikab ettiği fi’l-i haramın eseri olan süt ile emzirilen tıfl onun razaan kızı olup kendisine ve biraderine nikahı mezheb-i Şafii üzere de haram olduğu müsellemdir. Müşarunileyh hazretlerinin layihada mezkur o misillü nikahları tahsin ma’nasına olmayıp ancak kendisine baliğ olan edille ile hürmetini kat’ edememesindendir. Şübheli olduğu ve fesadına hükmolunduğu surette hilafın mürtefi’ olacağı sadat-ı Şafiiyyenin mezheblerinden olup kitaplarında musarrahtır. Bu misillü nikahların vukuu ve şüyuunu ehl-i İslam’dan arzu eden yoktur Bu maddeler kimin için böyle yapılıyor? Kanunda “Nikah-ı batıl hiç hüküm ifade etmez.” denilerek hürmet-i musahereyi nefy eylemekten maksad insan sulbünden olan bir kızı kendisi yahud oğlu veya hafidi nikah edebilir demek ise bunun vebali daha büyüktür. Çünkü bu nev’in hürmeti yalnız sübut-i musaheret babından değil hükm-i razaın illeti olan cüz’iyet ma’nasının bi-tarikı’l-ula sübutuyla ol babdaki nass-ı celilin delalet bi’d-delalesi ve nazm-ı celilinin lügaten helal ve harama amm olan elfaz ve ibaresiyle sabittir. Ve herhangi nevi’den olursa olsun mahallin hille kabiliyeti olmamakla nikahın sıhhatine hükmolunsa da batınen nafiz olmayacağı bedihidir. Bab-ı saliste’üncü maddede: “Akd-i nikahın icrasından evvel keyfiyet i’lan olunur.” denilmiş. Layihada “nikahın yede cari olup hin-i akdde şahidlerin huzuru şart olması da buna mebni olduğundan” bahsolunarak “kable’l-akd i’lan olunması vücudu melhuz olan müddeileri ve tarafeyn beyninde raza’ bulunduğuna muttali’ olanları haberdar eylemek gibi masalihi muhtevi olacağı mütalaasıyla bu maddenin vaz’ olunduğu” gösterilmiştir. Halbuki mesnun olan i’lan hin-i akdde meşrut olan işhad edilmek isteniliyor. İddia ve i’tirazı olanlar gelsin.” diyerek mahkeme kapılarına ve sokak başlarına yafte yapıştırmak gibi ahvalin millet-i İslamiyyede görülmüş şeylerden olmayıp bid’at müsemmasından olacağı bedihidir. [] Hiçbir faydası da olmayacağı gibi izinname talebinde bulunanları ve uzak yerlerden gelen ve merkez-i kazada me’vaları bulunmayan biçare köylüleri “i’lan icra olunacak!” diyerek tekrar tekrar gidip gelmeye işlerini güçlerini bırakıp kahvelerde han köşelerinde sürünmeye mecbur edeceği ve mahz-ı hayr olan bir emrin bila-mucib günlerce te’hir ve ta’vikına badi olup masrafça da erbab-ı masalihin ve halleri mütehammil olmayan fukaranın ızrarını mucib olacağı ziyade-i beyandan müstağnidir. Bir takım erbab-ı ağraz ve ıtma’ın hiç olmazsa işi ta’vik ve alakadaranı ta’zib için “Başkasına nikahlıdır yahud aralarında raza’ vardır.” gibi bir takım ihbarat ve deaviye kıyam ve tasniat ve tezvirata da ikdam etmelerine ve bir taraftan da akd-i irtibat etmekte bulunan aileler arasında türlü kıl ü kal ihdasıyla tohm-ı fesad ilka eylemelerine vesile olacaktır ki bundan büyük bir mazarrat da olamaz. Bu usul Avrupa’da cari ise onların kendi ahlak ve avaidlerinin asar ve muktezıyatından olacaktır. Memleketimiz için taklide şayan değildir. Hıristiyan vatandaşlarımız cemaatlerince de kabul edilmiş olmayıp nihayet akdi icra edecek olan kilisedeki me’mura anlaşılıyor. Komisyon hey’et-i muhteremesi ehl-i İslam için bu usulün kabulünde cidden hata etmişler. ’üncü maddede “akd-i nikah esnasında mükellef iki şahidin huzuru nikahın sıhhatinde şarttır.” denilmiş. Bu da noksan ve hatadan hali değil. Çünkü bir erkek ve bir kadın gayr-i kafi iki erkeğin huzuru da gayr-i zaruridir. Şahidlerin hürrü’l-asl olsun mu’tak olsun hürriyet-i şer’iyyeyi haiz olmaları ve müslimenin nikahında ehl-i İslam’dan olmaları da şarttır. Çünkü nikahın onun ehl-i milletinden mektum olmaması matlubdur. Komisyon bu şartın zikrinden ahkam-ı müsavata dokunur tevehhümüyle sarf-ı nazar etmişlerse bu daha yanlış. Bunda öyle bir şey yoktur. Ba-husus gayr-i müslim olan vatandaşlarımız da ehl-i İslam’ın umur-ı diniyyelerine ve emr-i dinden olan nikah ve talak işlerine karışmak istemezler ve kendi nikahlarının isbatına da ehl-i İslam’ın duhullerini arzu etmezler. Hatta hıristiyanlar kendi nikahlarında şahidlerin kendi milletlerinden olmasıyla da iktifa etmeyip papasları tarafından icra olunması ve Yahudiler şühudun kendi dinlerince matlub olan evsafı haiz olmaları şartlarını beyandan çekinmeyip ’ıncı ve ’nci maddelerde sarahaten derc ettirmişlerdir. ’inci maddede “Nikah meclis-i nikahta tarafeynin veya vekillerinin icab ve kabulüyle akdolunur.” denilmiş. Mantukuna diyecek yok. Lakin muhtac-ı tekmildir. Herkes mez. Mefhum-ı muhalefete temessük edenler Mecelle’nin ’üncü maddesinden de gafil olanlar yine ahkamın tebdil ve tağyir olunduğunu zanneyleyenler bulunur. Gerçi mefhum-ı muhalefetin maksud olmadığı kararnamenin bab-ı rabiinden istihrac olunabilir ve öyle olsa layıhada esbabının da gösterilmesi iktiza ederken bir şey denilmemiş olmasıyla da istidlal olunur ve ahkam-ı umumiyye hakkında mansus ve mücmaun-aleyh olan ahkam ve müfta-bih olan akval ile amel olunacağı da yine layihada musarrah olmağla işkal-i vakıın ref’i müteyessir olur. Lakin her da’vacı ve her hakim buralarını idrak edemez. Bir takım deavi-i faside tekevvünüyle alakadaranın bu yüzden derecat-ı mahakimde dolaşmalarına ve halleri mütehammil değil ise birçoklarının da zıya’-ı hukuklarına sebebiyet verir. İbarat-ı kanuniyye böyle ibham ve işkalden salim olmalı ve bu maddenin nihayetinde: “Akid eğer fuzuliler tarafından icra olunmuş ise zevceyn ya vekillerinin ve henüz baliğ değiller ise velilerinin icazetlerine mevkuf olur.” denilmelidir. BEŞERI CEM’IYETLER İÇIN DININ LÜZUMU Kavanin-i ahlakıyyenin ikinci kuvve-i müeyyidesi de “tabiat” olduğu iddia edilerek deniliyor ki: “Fezail ve rezailin husule getirdikleri netayic-i tabiiyye kanun-ı ahlakı için kuvvetli bir müeyyidedir. Çünkü tabiat kavaninine karşı vukua gelen her bir tecavüzü cezasız bırakmaz. Binaenaleyh rezilete münhemik olanlar nihayet bir gün tabiatın sillesine uğrayarak mahvolup giderler. Bunların akıbeti diğer insanlar olmaksızın cem’iyetler arasında kavanin-i ahlakıyyeye riayetkarlık takarrur ve teeyyüd eder. Evet tabiat kavaninine karşı vuku’ bulan hiçbir tecavüzü cezasız bırakmaz. Kavanininin ihlalinden dolayı şiddetle ahz-i sar eder. Fakat tabiatın ihlaline karşı bu kadar bi-eman davrandığı kanunlar kavanin-i tabiiyyedir kavanin-i ahlakıyye değildir. Bir insan atalet kanununu ihlal ederek sür’atle giden bir şimendüferden inmek isterse düşer parça parça olur. Ecsam-ı mağtuse kanunlarına riayet etmeyerek denize atılırsa boğulur. Aksi te’sirin te’sire müsavatı kanununa rağmen kafasını bir taşa çarparsa yarılır sukut kanununu ihlal ederek kendisini bir mahalden bırakırsa düşer ölür. Fakat kanun-ı ahlakıyi hetk ü ihlal edenlere karşı tabiat la-kayddır. Babasına hürmet etmeyen kaşanesinin kapısı önündeki fakır açlıktan ölürken kendisi biftekler leziz yemekler yiyen adamların hiçbir zaman tabiatın pençe-i intikamına uğradıkları yoktur. Gerçi serhoşlukta pek ileri gidenlerin alkolik olarak telef oldukları vaki’dir. Fakat i’tidal derecesini geçirmeyen sahihu’l-bünye serhoşlar alkoliklere nisbetle pek çoktur. Alkolik bir adamın işret yüzünden hasta veya telef olması kanun-ı ahlakıye muhalefetinden değil belki bu husustaki ifratından ileri gelmiştir. Görülüyor ki din nazar-ı i’tibara alınmadığı takdirde ahlak meti haiz değildir. Kanun-ı ahlakınin üçüncü kuvve-i müeyyidesi olarak da cem’iyet gösterilmektedir. Deniliyor ki: Herhangi bir cem’iyetde kavanin-i ahlakıyyeye riayetkar olanlar cem’iyetin mükafatına onları hetk edenler de mücazatına ma’ruz kalırlar. Binaenaleyh her ferd ahlak kanununa riayete mecbur olur. Halbuki bu iddia doğru değildir. Çünkü cem’iyetler tedkık edildiği zaman görülüyor ki hiçbir cem’iyet bu hususta ne mücazat ne de mükafat veriyor. Belki kendini müdafaa de kabul edilmiş olan felsefe-i hukuka göre vezaif-i ahlakıyye bir kuvve-i hariciyye ile te’yid edilmeyerek herkesin görülmüştür. Fil-hakıka felsefe-i hukuk kitaplarında deniliyor ki: Gerek şahsına ve gerek hemcinsine karşı olan vezaif-i ahlakıyyesinin kalamaz. Her cem’iyet efradını vazife-i ahlakıyyesini yapıp yapmamakta serbest bırakmıştır. Çünkü bu hususta bir müdahale efradın hürriyetine tecavüz addedilmiştir. Ulema-yı hukuka göre bir şahsın kendine karşı olan vezaif-i ahlakıyyesine müdahale hürriyetine tecavüz olacağı gibi hemcinsine karşı olan ahlakı vazifelerine müdahale de doğru değildir. Gerçi insanın kuva-yı zatiyyesini inkişaf ettirerek nail-i saadet olması içinde yaşadığı cem’iyet sayesindedir. Bu sebebden cem’iyetten gördüğü iyiliğe karşı cem’iyetin muhtac-ı muavenet olan efradına yardım etmesi zatiyyesini inkişaf ettirmek olduğundan hiçbir zaman başkalarına muavenet etmeye icbar edilemez. Cebr edilirse o muavenet bir emr-i hayr olmaktan çıkar; binaenaleyh bir kıymet-i ahlakıyyesi de kalmaz. Şu izahat pek güzel gösteriyor ki münhasıran ahlakı olan vezaif hakkında cem’iyetin hiçbir müdahalesi yoktur. Esasen fi’liyat sahasında da bunun böyle olduğu görülmektedir. Cem’iyat-ı medeniyye aşikar olmayan bir fuhşun cem’iyetin mücazatına uğradığı Kavanin-i cem’iyyet ancak hukukı olan hususatı nazar-ı yet adeta bir ağ gibidir. Mahir olanlar kolayca bu ağdan çıkarak kurtulabilmektedir. Ne kadar mahir canilerin mahkemelerde beraet ettikleri ne kadar ma’sumların mahkum oldukları bilahare meydana çıkmış değil midir? Bu gayet tabiidir. Çünkü cem’iyet ancak gözü önünde cereyan edecek kabayıh ve cinayatı men’ ve tahrim edebilir. Halbuki cerayim ü cinayatın ekserisi polis ve zabıtanın nazarı nüfuz edemeyeceği mahallerde vuku’ bulur. Görülüyor ki kanun-ı ahlakınin şu üçüncü kuvve-i müeyyidesi de çürüktür. Binaenaleyh bu müeyyideye istinaden de cem’iyet arasında kavanin-i ahlakıyye teessüs edemez. Kanun-ı ahlakınin kuvve-i müeyyidesi efkar-ı umumiyye olduğu iddiasına gelince bu büsbütün çürüktür. Çünkü efkar-ı umumiyyenin mahir ve fettan insanlar tarafından her gün tağlit olunabildiğini görüp dururken böyle bir iddiaya hiçbir suretle bir kıymet verilemez. Bundan başka gizli faziletlere efkar-ı umumiyyenin bir hüküm verebilmesi mümkün değildir. Halbuki faziletin en safı mahfi olanlarıdır. Ekseriya en büyük reziletler mahfi bir surette ifa olunurlar. Tabii efkar-ı umumiyye bunlardan da haberdar olamaz. Esasen bir cila-yı zarafete bürünmüş birçok rezailin efkar-ı umumiyyede ekseriya şayan-ı takdir görüldükleri her vakit ve her yerde müşahede olunmaktadır. Hud’a veya müdahenede maharetkar olan birçok şerirlerin efkar-ı umumiyyede pek yüksek mevaki’ işgal ettikleri her memlekette görülmüyor mu? Demek ki efkar-ı umumiyye bu hususatta ekseriya dal ve mudıldır. Binaenaleyh ahlak yenin te’min-i cereyanı ve aheng-i cem’iyyetin muhafazası Vaktiyle Eflatun’un yüksek bir sesle i’lan ve reybiyyundan olmasına rağmen Volter’in bile bi’z-zarure kabul ettiği üzere rahim ve zü’ntikam bir Allah’ın vücuduna imandan başka bir yol yoktur. Meşhur Herbert Spencer’in Mebadi-i İctimaiyyatLes Principles de Sociologie ünvanlı eser-i meşhurundaki “Şu ki hakıkatini anlayamadığımız ve anlayamayacağımız bir vücud-ı mutlak vardır. Bidayet ve nihayetini tasvir edemediğimiz bu kudret-i sermediyye her yerde tecelli ediyor. Her şey ondan zuhura geliyor.” i’tirafı ne kadar ma’nidardır!... Dinsizliğin netayicini nazar-ı i’tibara almak da insanı dinin lüzum-ı ictimaisini i’tirafa mecbur eder. Fil-hakıka dinsizlik evvela ahlak saniyen hukuk fikirlerinin zıyaını intac etmektedir. Çünkü yukarıdan beri izah edildiği vechile din olmadığı takdirde ahlak için bir kuvve-i müeyyide kalmadığından bi’z-zarure dinsizlik her türlü fazayıhın intişar ve tevessüüne ve neticede ahlak fikrinin zıyaıyla cem’iyetin inhilal ve inkırazına sebeb olur. Dinsizlik aynı zamanda hukuk fikrini de yıkar. Çünkü bütün kanunların temeli hukuk fikridir. Hak ise felsefe-i hukuk kitaplarında bir faaliyet-i insaniyyedir ki kanun-ı ahlak nazarında insanlarca mer’i tutulmak yolunda ta’rif edilmektedir. Bu ta’rifin de gösterdiği üzere fikr-i hukuk da ahlakın kudsi insanlarına müsteniddir. Hiç kimse tereddüd etmez ki adalet bir fazilet olduğu için mukaddestir. Demek ki ahlak yıkıldığı takdirde ona istinad eden fikr-i hukuk ve binaberin bütün kanunlar da tabiatiyle yıkılmış olacaklar ve ta’bir-i digerle nafiz olan kıymet-i kudsiyyelerini gaib ederek alelade iskelet halini alacaklardır. Böyle bir teşevvüş hengamında cem’iyet ve hürriyet fikirlerinin de tamamıyla sönüp gideceği tabiidir. Salisen dinsizlik cem’iyetlerin de inhidamını mucib olur. Çünkü cem’iyet efradı arasında ahlakı tesanüd bulunan bir zümre bir hey’et demektir. Bu tesanüd ise ancak cem’iyeti teşkil eden ferdlerin ortadan kalkınca tabiatıyla bu tesanüd de zeval bulur. Neticede hem cem’iyet ve hem fikr-i cem’iyet ortadan kalkar. Dinsizlik i’tikadında müşterek olan insanlar arasında yeni bir tesanüd-i ictimai tekevvünü mümkün değildir. Çünkü dinsiz bir insan münhasıran gariziyatın mahkumu bulunacağından bit-tabi’ nazım-ı harekat ve faaliyeti hodkamlık olacaktır. Halbuki hodkamlık cem’iyetin mebna-yı istinadı bulunan digerkamlığın zıddıdır. Bundan dolayıdır ki münhasıran dinsizlerden mürekkeb bir cem’iyetin payidar olabilmesi mutasavver değildir. Dinsizlik cem’iyet-i beşeriyye için bir afet olduğu gibi ferdler için de en büyük bir felakettir. Kuva-yı tabiiyyenin mahkumu olan insana hayatını sevdiren ona saadet ümidleri saçan menba’ dindir. Bu menbaın feyzinden mahrum olan bir ferd maddi bütün esbab-ı refahı müheyya olsa bile yine bedbahttır. Çünkü hayatın en nuşin menba’-ı saadeti olan ihtisasat-ı aliyye ve ma’neviyyeden mahrumdur. Hayattan ruhani bir zevki yoktur. Böyle bir adam maddi bir felakete uğrar uğramaz kendisi için hayatına hatime çekmekten başka bir medar-ı teselli bulamaz. Maddi bir felakete ma’ruz kalmasa da yine kendini mes’ud görmez. Ezvak-ı maddiyyeden pek çabuk usanılacağından ömrünü daimi bir hayat sıkıntısı içinde geçirir. Bilhassa hengam-ı piride artık hayat kendisine bir bar-ı giran olur. Ya intihar eder veya ıztırab içinde duzahi bir hayat geçirmeye muztar kalır. Böyle bir dinsiz aynı zamanda fakır de olursa o adam hem kendisi için hem de içinde yaşadığı cem’iyet için hakıkı bir musibettir. Medar-ı ümid ve teselliden mahrum olduğundan hayatın meraret ve ihtiyacatına karşı müracaat edebileceği yegane çare ya intihar veya cinayettir. Dinsizlerin bilhassa dini cem’iyetler arasında bais olacakları felaket pek müdhiştir. Dinsiz nazarında cem’iyetin mukaddes tanıdığı fazilet şefkat mürüvvet insaf ve insaniyet gibi necibelerin hiçbir kıymet ve ma’nası yoktur. Çünkü zade-i din olan bütün desatir ve esasat-ı ahlakıyye kendince hiçtir esassızdır. O olsa olsa ancak kavanin-i tabiatı tanır. Tabiatta yoktur. Cihan-ı uzviyyette kavi daima zaifi eziyor. Her hayvan her nebat kendi bekasını diğerlerinin ifnasında arıyor. Bekaya elyak olanlar olmayanların yerini tutuyor. Hülasa tabiat ferdiyetten başka bir şeye hadim olmuyor. Tabiatı rehber ittihaz eden dinsizlerde bi’z-zarure cem’iyet mefkuresi yerine ferdi mefkure kaim olacağından bu halin netayic-i ictimaisi insanların behimi bir derekeye sukutundan başka bir şey olamaz. Bu husus nazar-ı i’tibara alınırsa dinsiz bir anarşistin bir bomba ile bir anda binlerce adamı itlaf ederken zerre kadar vicdan azabı hissetmemesinin sebebi anlaşılır. Çünkü onun nazarında bir bomba ile bir volkanın hiçbir farkı yoktur. Dinsizlik yalnız ferd ve cem’iyetin değil aynı zamanda ailenin de sebeb-i felaketidir. Çünkü dinsizi ailesine bağlayan rabıta ancak menfaattir. Bu menfaat sarsıldığı veya daha karlı menafi’le tekabül ettiği takdirde aile rabıtasının kopması gayet tabii bir şeydir. Görülüyor ki cem’iyat-ı beşeriyyeyi bu gibi müdhiş sukut ve inhilallerden kurtaracak yegane amil dindir. Dinin hayat-ı cem’iyyetin zaruriyatından bulunduğu ve insanların dinsiz olarak bir cem’iyet halinde yaşayamadıkları Fransa kat’iyyen tahakkuk etmiştir. Fil-hakıka Katolikliğe karşı ateşin bir nefret duyan Fransız diğer taraftan da evvela Mezheb-i Hak saniyen Mezheb-i Vücud-ı A’zam namlarıyla bir takım garib dinler icadına kalkmış ve nihayet yine Hıristiyanlık’ta karar kılmışlardır. Heber gibi külliyyen din aleyhdarı olan adamların Hıristiyanlığın yerine Mezheb-i Hak namıyla yeni bir din ikamesine mecbur oluşları ictimai ve ruhi muktezıyat tahtında vuku’ bulmuş olduğu şübhesizdir. Hıristiyanlığın almış olduğu şekl-i hurafi ara yerde mütefennin dimağları tatmin edememeye başlayınca vicdanların din ihtiyacını cem’iyetlerin ahenk ve intizamını te’min namıyla bir din vaz’ına kalkışılmış olması da cem’iyat-ı beşeriyyenin dinsiz kalamamasından ve dinin hayat-ı ictimainin zaruriyatından olmasından neş’et etmiştir. Fil-hakıka din fikri zail olduğu gibi cem’iyat-ı beşeriyyenin tefessüh ederek bi-eman ve akıbeti mechul bir anarşiye mahkum olacağında hiç şübhe yoktur. Demek ki gerek efradın gerek ailenin ve gerek cem’iyetin te’min-i saadeti ancak Din-i Hak sayesinde mümkün olabilecektir. O halde din beşeriyet için en mübrem ve en lüzumlu bir amil-i ictimaidir. MÜSLÜMANLIK DIN-I FITRIDIR gün şehr-i mezkur Darulfünunu talebesinden birkaç necib sima ziyaretime geldiler. Oturur oturmaz aramızda şarktan şarklılardan onların ahlak ve adatından birçok cihetlerden bugünkü Avrupalıların hallerine tevafuk etmeyen ahvalinden bahis açıldı. Gitgide zemin-i mükaleme İslam’a intikal etti. Muhterem misafirlerimin mahiyet-i İslam’a müteallik serd ettikleri mütalaatın hey’et-i umumiyyesinden şunu istintac ettim ki bu zevat İslam denilince bu kelimeden istirkak esir kullanmak talak taaddüd-i zevcattan başka bir ma’na anlamıyorlar müslümanları da hıristiyanların Mesih bin Meryem’e yaptıkları gibi Muhammed aleyhisselam a perestiş ederler i’tikadında bulunuyorlar. Şurasını da arz edeyim ki onların gerek İslam gerek müslümanlar hakkında besledikleri fikir ve i’tikada peyda-yı vukuf etmekle esasen vakıf olmadığım bir hakıkate ıttıla’ hasıl etmiş olmadım. Çünkü daha evvel görüşüp konuşmuş olduğum böyle birçok güzide simalar akvam-ı garbiyyenin mühim bir kısmının diyanet-i Hanifiyyeyi ne dereceye kadar tanıyabilmiş olduklarına dair bana esaslı bir fikir vermişti. o münevver ve fazilet-perver misafirlerime din-i İslam’ın usul ve kavaidine bazı tekalifinin ne gibi hikmetleri ihtiva etmekte olduğuna dair izahat vermeye başladım. Hakayık-ı dum ki hey’et-i zaire sözlerimi büyük bir merak ve ihtimam lakkı etmelerine mani’ olmuyor inad ve mükabere tecelli-i hakayıka karşı kalblerine perde-i ama çekmiyor idi. Daha beşikte iken başlayarak o güne kadar İslam’ı kendilerine en çirkin ve en menfur bir şekil ve mahiyette tasvir ve temsil gayesiyle vaki’ olan bütün telkınatı bir tarafa atarak ifadatımı hakıkı bir bi-taraflıkla sem’-i i’tibara almakta idiler. Ben henüz sözlerime nihayet vermemiş idim ki içlerinden biri “Üstad! Bana öyle geliyor ki bu din hiçbir hususta fıtrata münafi değil.” diye bağırdı. Bu söz derhal bana hadis-i şerifini hatırlatmış olduğundan “Evet zaten Nebiyy-i aleyhisselam da İslam’a bu namı vermiştir.” dedikten sonra hadis-i şerifi kendilerine tercüme ettim. Bahis burada bitmiş yalnız bu macera bilahare bende nazariyyesini tesbite hadim mütalaatımı ufak bir risale şeklinde mevki’-i istifadeye vaz’ etmek fikrini uyandırmıştı. Bu defa bu mu’temer-i aliye da’vet edilmekliğim bana bu babdaki müstahzarat-ı fikriyyemi mü’temerin a’za-yı muhteremesi huzurunda bast u temhid için en güzel fırsatı ihzar ettiğinden dolayı kendimi bahtiyar addederim. Buhari Ebu Hüreyre’den şu hadis-i şerifi rivayet etmektedir: “Hiçbir mevlud yoktur ki mukteza-yı fıtrat üzere doğmuş olmasın. Onu bilahare anası babası Yahudi yahud Nasrani yapar. Bu hal tıbkı sizin hayvandan döl almanıza benzer. Aldığınız dölün içinde siz kesmedikçe bir kulağı kesik döle tesadüf ettiğiniz var mı?” Müfessirler adetleri vechile “fıtrat” kelimesinden maksad ne olduğunda ihtilaf etmişler birçok mütebayin efkar serd eylemişlerdir. Bize kalırsa hadis-i şerifte “fıtrat” kelimesini sözlerinin ta’kıb etmesi insan için Yahudilik Nasranilik ebeveyninin verdikleri terbiyenin te’sirine müstenid arızi bir sıfat olduğunu anlatmaktadır. Nitekim ced’ kulak kesmek hususunda da hal böyledir. Kuzu anasından fıtrat-ı selime üzerine kusursuz noksansız doğar kulağı kesilirse sonra kesilir. Şeriat-i İslamiyyenin teklif hakkındaki nokta-i nazarı tedkık edilecek olursa aynı netice elde edilir. Ma’lumdur ki şer’-i enver henüz sinn-i büluğa vasıl olmayanları mükellef addetmemekte babalarının telkın ettiği Yahudilik Nasranilikten dolayı muahazeye tarafdar bulunmamaktadır. dinini rıza ve ihtiyarlarıyla kabul ettikleri andan i’tibaren hedef-i muahaze olurlar ki o vakit artık bar-ı tekalif altına girebilmek çağı hulul etmiş ef’al-i zatiyyesinden mes’ul olmasına mani’ olan ahval zail olmuştur. Binaenaleyh madem ki İslam hadd-i büluğa vasıl olmayanları Nasara yahud Yahudi evladı olsalar da müslüman tanımakta ve onlara necat ve selamet vaad etmektedir şu halde her mevlud için din-i fıtri İslam’dan ibaret olmasını bir hakıkat olarak kabul etmek zaruridir. Evet şerait-ı teklifi haiz olmayanlar miras ve saire gibi dünyevi muamelata tealluk eden bazı ahvalde pederlerine tabi’ bulunsalar da sair bil-cümle ahvalde şeriat-i İslamiyyece müslüman addedilmektedirler. Fıtrat ve mahiyeti bu suretle teayyün ettikten sonra esas-ı maksada intikal ile İslam’ın neden dolayı din-i fıtri olduğunu bir nevzad Yahudiliğe Nasraniliğe aid telkınat-ı mezhebiyye din kabulüne sevk ede[meye]ceğini delaliliyle isbat etmeye çalışacağız ve buna muvaffak olmak için İslam’ın bazı usul ve kavaidi ile Şariin vaz’ ettiği teklifteki i’tiraz ve makasıdı hakkında bazı mertebe tahlilat ve teşrihata girişeceğiz. “KÖYLÜ ZENGIN OLDU” MU DIYORLAR? Bir takım bilgisiz ve bilgiç kimseler … İstanbul’da şurada burada oturmuşlar; oturdukları yerde her şeyi görüp bildikleri kuruntusuyla karanlığa taş atıp “köylü zengin oldu” diyorlar. Bu eğer yanlış değilse cümleyi memnun edecek bir haldir. Köylü fil-hakıka zengin olmuş ise içinde bulunduğumuz büyük kötülükler zamanında küçük bir iyilik de olmuş demektir. “Köylü zengin oldu.” sözü dışarılarda da böylece çalkanıyor. Pek çok kimseler bunu tekrarlayıp duruyorlar. Neden anlamışlar? Çünkü diyorlar faraza buğdayın okkası otuz para etmez iken otuz kuruşu da geçip kırkı buldu. Böyle olunca köylü elbette zengin oldu. Bunu çok yerlerde çok kimselerden işitmekle beraber işkilli idim. Köye daha yakın vardığım zaman daha iyi sorup soruşturdum. Bizimkiler de sözü uzatıp lafazanlığa döküldüler. Bunlardan biri hikaye edip dedi: “Ben bir vakitler tahsilattan aidat alan baştahsildar iken filan köyü bir hafta kırıp geçirdiğim halde üç bin kuruş tahsil edememiştim. Geçenlerde cenin içinde üç yüz liralık hisse yazdım…” Öteki iddia etti dedi: “Köylerin borçsuz kaldığı görülmüş şey değilken şimdi şehre Ziraat Bankası’na ağalara kimseye borçları kalmadı. Hatta kadim kürklü alacaklılarını kendilerine borçlu eden türedi kebeliler de eksik değildir….” Öbürleri daha dolu söylediler dedikodu ettiler. Bunların dediklerine bakılırsa: Şehirde sandıklarda çürüyen kutnu kumaş peten keten ne varsa köye aktarılmış. Bir halde ki bugün köy kadınları kırlarda tarlalarda iki dirhem bir çekirdek allı yeşilli efil efil estirip gülyağı kokutuyorlarmış… Köyde artık bekar kimse kalmamış. Bir halde ki geçkin ihtiyarlarla on üç yaşındaki çocuklar bile eşlenip çoğu biri iki rıklık ve azgınlık ile köy bozulmuş bazı köylüler işret gibi kumar gibi ahlaksızlıklara kadar yürümüş. Bunlar anlatırmış ki köylü zengin olmuştur. Yanşaflık ve yaygara pek yolunda idi. Lakin ben aklımı bir türlü kandıramıyordum. Kendi kendime diyordum ki istikraz-ı dahili hikayesinin içyüzünde kimbilir daha ne te’sirler ne illetler var. Hem köylü kağıda para nazarıyla bakmıyor ki… Sonra da köylünün hiç borçsuz kaldığı yolundaki lakırdı acaba ne kadar doğru? Hem hiç borçsuz olmak köylü Bizce borç yiğidin kamçısıdır. Borcu olmayan yiğit kamçısı ve kuvveti olmayan miskin yiğittir… Kadınların tarlalarda efil efil estirmesine genç koca herkesin evlenmesine bazıların ahlakını bozmasına gelince bunlar derin derin düşünülecek şeylerdir. Bütün ağırlıklar üstlerine düşmekle omuzları bir kat daha çöken köy kadınları hangi ayna karşısında endamlarına çekidüzen vermişler? Köyde evli olmak ne demektir? Bilmeli de ondan sonra söz söylemeli. Hem kim evlenmiş? Erkek nerede? Köyde kaç adam var ki karşı karşıya gelip kumar oynasın? İşret etsin? Gidip görmeli ki köy kadınları yolakta yazıda şehirde pazarda kolları belleri çıplak setr-i avret halinden bile uzak geziyorlar. Köyde erkek namına kalan ihtiyar babalar kaynatalar açlıktan böğürleri birbirine geçmiş mezarlık yanında kızlarını gelinlerini gözetiyorlar. Bunları görmeyip bilmeyip “Köylü zengin oldu.” diyenler her halde gayba taş recm edip kuru ağaca kan döküyorlar. En sonra köye uğradım köy kitabının sahifelerini şöylece bir süzdüm gördüm tarlalar bakımsız. İyi işlenmemiş iyi nadas edilmemiş. Elbette başka türlü olamazdı. Nasıl olsun ki çift kırık öküz yok saban yok çiftçide don yok dolak yok?.. Bahçelikler bakımsız… Barılar duvarlar gitmiş kapılar kalmamış ağaçlar yarı kuru fışkırıklar aşısız sular azıtmış sebzelikleri sıyırmış. Elbette başka türlü olamazdı. Nasıl olsun ki hal yok hayvan yok çapa yok bel yok bunlara sarılacak el yok… Evler eskisinden beter yürek acısı.. Penceresiz camsız… Ocak yıkık saçayak kırık yufka sacı delik delik… Kaynayan tencere nerede? Kaymak kapan büyük sele nerede? Sürü nerede? Ağıl nerede? Köylünün yırtık fesi içinde belki birkaç kağıt var. Lakin o buna para nazarıyla bakıyor mu? Biliyor ki bunlar bir gün batacak. Kuş Kur’an ı okursalar inanmıyor. Hem kağıdı nerede saklasın? Kümese olmaz sepete koyup asmasa fare götürür. Buğdayın okkası otuz paradan kırk kuruşa çıkmış kuruşa almadı mı? Bir parça şekere kahveye sabuna hasret kalmadı mı? Sanki ne kazandı? Eyvahlar evde kaç erkek var alay mı ediyorlar? ALEM-I İSLAM’DA MEVKİIMIZ Bu kara günlerimizde bizi düşünecek bizim felah ve necatımızı arzu edecek bir kimse varsa o da evvela biz saniyen alem-i İslam. Bizim bu hususat ile ne derece alakadar olduğumuz meydanda! Binaenaleyh bu makalemizde alem-i vaz’iyetini izah etmeye çalışacağız. Sinin-i ahirede başlayan intibah-ı İslam’ın en hayırlı ve en samimi tezahüratından biri alem-i İslam’ın arş-ı Hilafet’i takviye etmek; müslümanların münkesir haysiyetini bu makam-ı celili i’la ederek yar u ağyar nazarında yükseltmek ve böylece o hayırlı intibah için metin bir istinadgah te’min etmek azmi teşkil ediyordu. Vakıa aynı zamanda bilad-ı Arabiyyede “Kahtan”cılık ve diyar-ı Türkiyyede “Turan”cılık birer cereyan-ı musibet şeklinde asır-dide bir husufun mebadi-i zevalini tebşir eden bu ma’sum ümidi boğmak üzere birer menba’-ı inkişaf arıyor ve birisi Kahire’de diğeri İstanbul’da birer seyl-i imhakarın aguşuna tevdi’-i nefs ederek esasen perişan ve nalan alem-i muvaffakıyyeti nabud edecek felaketleri yığmaya hazırlanıyordu. Fakat alem-i İslam’ın zulüm ve esaretten bıkan ruh-i gün geçtikçe terakkı ediyordu. Harb-i umumi bu iki cereyan-ı musibetin tuğyanını teshil etti ve binnetice intibah-ı İslam’ın kıble-i i’tilası en feci’ hüsranların zebun-ı felaketzedesi oldu. Makam-ı Hilafet kesb-i kuvvet ederek i’tila ve bütün müslümanlara ferih u fahur bir istinadgah teşkil edeceği yerde mukadderat-ı hayatını aharın lutf u kereminden beklemek derekesine hübut etti! Bu akıbet-i fecia bütün alem-i İslam’ı makhur ve perişan eden en müdhiş ıztırablar ve halecanlar içinde kıvrandıran bir hailedir. Bunu hakkıyla hissetmek layıkıyla idrak etmek kendi matemimize üç yüz elli milyonun matemini ilave etmek ve bu matem-i cihangirin karşısında her türlü gaflet ve dalaletten sakınarak mevkiimizin ehemmiyet ve nezaketini takdir ederek tarik-ı felahımızı bulmak iktiza ediyor. Emin olalım ki uğradığımız felaketler mağlubiyetler hiçbir vakit alem-i İslam’ı bizden soğutacak bizden uzaklaştıracak bir şekilde değildir. Bilakis bu müdhiş felaket alem-i kavi bir müzaheretle mazhar-ı te’yid olmasını intac edecek bir mahiyettedir. Felaketimizin safahat-ı rezalet-aludunu alem-i medeniyyete karşı nasıl tathire mecbur isek alem-i alem-i medeniyyetin ne kadar menfuru olursak alem-i İslam’ın müzaheretinden de o derece bi-nasib oluruz. Bu vaz’iyeti takdir ederek alem-i İslam’a ve alem-i medeniyyete boynumuzun borcudur. Esasen alem-i İslam mağlubiyetimizin huzur-ı zilletinde bizim gibi giryan ve matemdardır. Vahdet-i İslamiyyeyi istiklal-i İslam’ı temsil eden yegane devlet-i İslamiyyenin vebal-i izmihlalini yüklenen şirzime-i haineyi bütün alem-i İslam bizimle beraber tel’in ediyor. Müslümanlığın ruhuna kasd eden o fırka-i bağıyyenin mefasid ü mesaibinden adaletin ceza-yı sezasını tatbik ederek kurtulmak bir fariza-i İslamiyyedir. Makam-ı Hilafet bu fariza-i dairesinde ifa etmekle hem müslümanlığın emr-i ulvisini hem müslümanların en muhık ve en samimi arzusunu icra etmiş kudret ve beraetini şeref ve istiklalini bir takım hainlerin parçalamak istediği vahdetin vahdet-i İslamiyyenin rasanet ü salabetini muhafaza ettiğini ve hiçbir vakit şunun bunun elinde baziçe-i heves ü ihtiras olmak derekesine tenezzül edemeyeceğini kanaat-bahş bir surette ehl-i İslam’a ve bütün alem-i medeniyyete isbat etmiş ehl-i İslam’ın müzaheret ve te’yidini bi-hakkın ihraz eylemiş olacaktır. Vaz’iyet-i hazıramızın amir olduğu bu vezaif-i muazzama azade-i garaz u kin bir şekl-i adilde ifa edildiği takdirde alem-i vet ederek mevki’-i düvelimizin tarsini Sulh Konferansı’nda menafi’-i Osmaniyyenin te’mini hususunda şayan-ı dikkat müzaheretlerle hakkımızı ihkak ettirmenin imkanı hasıl olur. Fakat biz bu hususta da pek bati davranıyoruz. Vazifemiz eşhasın seyyiatını tedkık ve cezasını ta’yin ve tatbik etmekten ettiği mesaili ihdas ettiği tefrikaları yine beynimizde halletmektir. Halbuki biz bu mesaili bu mesail-i ailiyye-i Osmaniyyeyi rak hallini bilerek bilmeyerek iltizam etmiş oluyoruz. Vakıa bu mes’elelerin ancak Sulh Konferansında hallolunabileceğine dair efvah-ı resmiyye-i ecnebiyyeden bazı beyanat işitiliyorsa da biz mes’elemizi kendi aramızda hallettikten sonra o efvah-ı resmiyyeyi edille-i muknia ile iskat etmek nisbeten kolaylaşmış olmaz mı? Binaenaleyh bu mesail-i ailiyye-i Osmaniyyeyi aramızda halletmek için tedabir-i lazımeyi ittihaz etmek iktiza eder. Mesela İttihad Terakkı hükumeti bilad-ı Arabiyyemizde esbab-ı isyanını tehiyye etmiş diğer taraftan Suriye’de ve Terakkı’nin seyyiat-ı idariyyesi Şerif Hüseyin Paşa’yı ığzab edecek bir mahiyette olabilir fakat hiçbir vakit muavenet-i a’dayı taleb ederek arz-ı mukaddese-i Hicaz’ı na-mahremlere çiğnetmesini arazi-i mukaddese-i İslamiyyeyi himayet-i a’daya tevdi’ etmesini yahud İttihad ve Terakkı hükumetiyle hadis olan ihtilafını makam-ı Hilafet’e karşı i’lan-ı muhasamaya kalb etmesini istilzam etmeyeceği tabiidir. Bizce Şerif Hüseyin Paşa böyle bir cinayeti irtikab etmez ve edemez! O İttihad ve Terakkı’nin düşmanı olabilir. Fakat hilafetin düşmanı olamaz. Binaenaleyh Şerif Hüseyin Paşa yaptığı hareketin hesabını alem-i İslam’a ve makam-ı hilafete vermeye mecburdur. Görülüyor ki bu mes’ele evvel be-evvel devlet ve Hilafet’in halledeceği bir mes’ele-i ailiyyedir. Bu mes’ele-i ailiyyeyi aramızda halletmeden mukaddem Sulh Konferansına götürmek şan-ı İslam’a ve haysiyet-i ehl-i İslam’a iras-ı şübhe eyleyecek bir ardır. İdare-i Osmaniyyenin şekli ihtiyaca muvafık bir şekil iktisab edebilir. Fakat hiçbir zaman Türk Arabdan ayrılmaz ve ayrılmayı düşünmemiştir de. [ ] Bu gibi tezahürat ancak Kahtancılıkla Turancılığın ve bunları sevk eden yabancılığın ihtiraat-ı fasidesidir. Binaenaleyh mukadderatımız hakkında karar-ı kat’iyi bizim ittihaz etmemiz lazımdır. Makam-ı Hilafet etrafında esasen toplanmış olan ümem-i İslamiyye evvel be-evvel kendi aralarında mukadderat-ı hayatiyyelerini ta’yin etmek ba’dehu düvel-i garbiyyeye kabul ettirmek mevkiinde bulunuyor. Makam-ı Hilafet’in vazifeyi ifa ediyorken bütün müslümanların aynı fikir ve his masına bütün kuvvetiyle zahir olduğundan emin olmalı ve büyük bir azm-i muvaffakıyyetle çalışmalıdır. Makam-ı Hilafet bu vazifeyi elbet ihmal etmeyecektir. Çünkü böyle bir ali takdir eder. Elbette alem-i İslam’da bugünkü vaz’iyetimiz ve alem-i nazik bulunuyor ve bize bu mukaddes vazifeleri emrediyor. Bunları ifa ettiğimiz takdirde vaz’iyetimizi idrak ve tahkim etmiş mazinin hamule-i masaibinden mümkün mertebe kurtulmuş oluruz. Makamat-ı aidesi tarafından bu vaz’iyetin takdir olunduğunu asarıyla görmek her müslümanın beklediği sabırsızlıkla beklediği en mühim en hayati mes’eledir. Ağleb-i ihtimale göre bir iki hafta sonra Sulh Konferansı Paris’te in’ikada başlayacaktır. Her taraftan murahhaslar kendi hükumet ve milletlerini temsil etmek ve hukuklarını müdafaa edebilmek için Paris’e doğru şedd-i rahl etmektedirler. Tarihte ilk defa olarak cihan-şümul bir meclis teşekkül ediyor. Denildiğine nazaran bu ictima’-ı azim neticesinde verilecek karar kabil-i i’tiraz ve istinaf değildir kat’idir. Bunun leyebilmek ve mümessiline anlatmak için vesaika müstenid birçok hazırlıklar görmüş ve en güzide adamlarını bu kongre veya konferansa gönderiyor. Çünkü bu tarihi hadise öyle fırsatlardandır ki bir türlü onu gaib etmeye gelmez. Konferansta en ziyade ehemmiyetle mevzu’-i bahs olacak Almanya ve Türkiye’dir. Sair hükumetler ve milletlerin yekdiğerinden olan mutalebatı ikinci derecede kalıyor. Almanya acaba ileride ne şekil ve mahiyet iktisab edecektir? Avrupa’nın göbeğinde yaşayan yetmiş milyonluk bir kitle-i azimenin mukadderatı ne olacaktır? rinin– eskisi gibi kaviyyü’ş-şekime ve güçlü kuvvetli bir hal ve vaz’iyette kalmasına ruy-ı rıza ve muvafakat göstermeyecekleri varid-i hatır oluyor. Almanya’nın bir daha İ’tilaf hükumetlerine karşı meydan okuyabilecek bir kudret ve nüfuza malik olmayacak bir hale duçar edileceği İ’tilafçılar arasında musammem gibi görünüyor. Almanya Belçika’nın Fransa’nın İngiltere ve Amerika’nın –ihtimal ki daha birçok hükumet ve milletlerin– maddi ve ma’nevi zararlarını ödemeye harb seneleri içinde yapılan tahribatın ta’mirine silahıyla askerinin tahdid altına alınmasına müstemlekatının rehine bir halde İ’tilafçılar elinde kalmasına nakid altınlarının teslimine ve nakden milyarlarca tazminat i’tasına mahkum olacaktır. Avusturya devlet-i muazzama-i kadimesinin de sulh masası başında ve müzakeratı esnasında parçalanıp ondan birkaç yeni hükumet çıkarılacak ve arazisinin bir kısmını da Bulgaristan’a gelince esasen şimdiden bu memleket dahilinde baş gösterip günden güne alevlenmekte olan iğtişaş ve ihtilale bakılırsa bu hükumetin de az zarar ve hasar ile sulh neticesinde kurtulamayacağı tabiidir. Balkan şibh-i ceziresinin de müstakbel tali’ ve şekli nazara pek garib geliyor. Çünkü İ’tilaf ricalinin ihzarat ve tasavvuratına nutuklarına ima ve telmihlerine bakılacak olursa Sırbistan hükumeti Karadağ’la bir kere birleşecek Bulgaristan’dan Avusturya’dan Makedonya’dan birçok yerler kazanacak ve hemen hemen bir küçük Rusya hükumeti kadar büyüyecektir. Fakat bu tasavvur kolaylıkla –gürültüsüzce– tatbik olunabilecek mi? Arnavutluk Yunanistan Bulgaristan biraz da Türkiye bu hale karşı ihtiyar-ı sükut eyleyecekler mi? Bulgaristan’ın zir-i idaresinde bulunup da bu ana kadar enva’-ı mezalime duçar olan müslümanlar ise öteden beri inlemekte ve Bulgaristan’dan ayrılmak arzusunda bulunmaktadırlar. Tabiidir ki Wilson’un prensiplerine göre müslümanların müddeayatına havale-i sem’-i i’tibar etmek gerektir. Almanya’nın inkılabat-ı hazırası ziyadesiyle calib-i nazar-ı dikkattir. İ’tilaf kuvvetleri Almanya’nın içerilerine doğru etmek istedikleri henüz vazıhan anlaşılamamış ise de Almanlarca bu halin o kadar hoş görünmeyeceği şübhesizdir. Almanya’da bugün iki cereyan hüküm-fermadır: Biri Ebert’in hakim olduğu vaz’iyettir ki asker ve amele cem’iyetlerinden müteşekkildir. Diğeri de Rayhştağ a’zasından Lebignaht’ın kumanda ettiği müfrit sosyalistlerle Sovyetçilerdir ki bu ikinci cereyan tamamıyla Rusya inkılabından sonra Almanya’ya sirayet etmiş ve ileride ağleb-i ihtimale göre tabiatıyla Avrupa’ya da sirayet edecektir. Almanya’da hüküm-ferma olan bu cereyandan gerek Fransa ve Belçika gerek İngiltere son derece endiş-nak bulunuyorlar. Tan gazetesinin bu babdaki elim i’tirafatı ve sulh masasında Almanya işlerinin mükemmel bir dikkat ve i’tina ile hall ü faslını taleb etmesi pek şayan-ı dikkat ve ehemmiyyettir. Rusya evzaına hakim olan Lenin ile tarafdaranının mefkure ve ruhlarının öyle sür’atle Almanya’ya sirayeti ve aynı şekilde bir cereyanın Almanya’da yerleşmesi [ ] daha ziyade teemmül ve tefekküre dalmalarına büyük bir saik teşkil ediyor. Tan gazetesi diyor ki: “Sovyetceciliğin Almanya’da ve Almanlar arasında cari olan “İ’tilaf-ı Mukaddesi” cür’etkar ve azimkar bir hizbin darbesi altında pek kolay Rusya’da yardakçılar bulamaz fakat bir “Lebignaht” hükumeti garb hükumetlerini tahrib için Rusya’da istediği kadar avene bulabilecektir.” Bu beyanat-ı elimeden anlaşılıyor ki [ ] Rusya mes’elesini ancak kendi vesaiti ile halle muktedir değildir. Onun bu işi başarabilmesi Amerika’dan tam bir muavenet görmesine bağlıdır. Ya Amerika ve ya’nın işini bitirecekler yahud bu devletler bi’l-mecburiye felaketin önünü almak için Rusya’yı yeniden tensik maksadı Bundan maada Amerika ile İ’tilaf devletleri arasında lerinin tekmilini tatbike meyyal olmadıklarına dair Avrupa matbuatında bir takım yeni beyanata tesadüf ediliyor ki Esasen Wilson’un İngiltere Kralının nutkuna –Londra’da– hak ve adalet kelimelerinin tatbiki zamanı geldiğine dair vermiş olduğu cevap siyasiyyun nazarında son derece ma’nalı telakkı edilmeye başlamıştır. Türkiye mesaili de pek muğlak ve mübhemdir. Türkiye’de yaşayan anasır-ı gayr-i müslimenin –zannettikleri– hukukunu teslim ve o müddeayata göre onlara bir yeni mevcudiyet bahş etmesi keyfiyeti de Rusya ve Almanya’daki hadisattan ehemmiyette pek geri kalmıyor. Tarih etnografi örf ve adat temayül ve ihtilat keyfiyetleri nazar-ı dikkate alınınca görülecektir ki Türkiye mesailini kolay kolay gürültüsüz halletmek hayli çetin bir iştir. Hususiyle gayri bir suretle halli ileride İ’tilafın siyaseten pek de hoşlarına gitmeyecek nice nice rakıbane vaz’iyetler ihdas edeceği şübheden azadedir. Öylece Ukranya-Romanya ve Kafkas Gürcü ve Ermeni mesailiyle Asya’nın ortasında kalan İran işleri de matlub vechile adilane bir surette faslı pek güç işlerdendir. Binaenaleyh sulh masası başında bunca mu’dıl ve girift yeni muharebata sebebiyet veremeyecek halde bu büyük Bunda şübhe yoktur ki cihanın muhtelif mevcudiyet-i milliyyesine tealluk etmeyen birçok mesail pek sühuletle fasl olunabilir. Mesela ticaret ve münasebat-ı beynelmilel umuminin tevlid ettiği netayic i’tibariyle kendiliğinden halledilmiş gibidir. Demek oluyor ki Versay ve Bukingam saraylarının müzakeratı balada sayıp döktüğümüz azim müşkilatı sehl ü asan olarak halletmeye kafi olamaz. Daha ziyade iştigalat-ı zihniyye ve fikriyyeye muhtacdır. Devletimize –bu anat-ı tarihiyye esnasında– terettüb eden vazife ise memalik-i Osmaniyyede yaşayan ve toprağımızın öte beri hududunda bulunan hukukunu esaslı vesaika müstenid ve akıl ve mantıkla alakadar bir surette müdafaa etmek pek elzem olup bunun için de ciddi istihzaratta bulunması ziyadesiyle matlubdur. Bir de Sulh Konferansına murahhas sıfatıyla i’zam olunacak zevatın müslüman duygulu mücerreb ve fazl u talakatla ma’ruf ve müştehir bulunan müstesna şahsiyetlerden keyfiyeti gerek padişahımız efendimiz gerek mes’ul olan zimamdaranımız etrafıyla düşünmüşlerdir. Payitahtta hüküm-ferma olan ahvali tedkık edecek olsak göreceğiz ki yevmi matbuatın şuun kısmını dolduran tehcir tedkık-ı seyyiat Divan-ı Harb-i Mahsus tahsisat-ı mesture miş bilakis pek çok dedikoduların meydan almasına sebebiyet vermiştir. İcraat ve faaliyet namına bizim müslümancasına hükumetimizden taleb ettiğimiz şey adalet kanun-şinaslık te’min-i maişet-i millet takrir-i asayiş ve emniyyettir. Halka iyi ve muntazam bir surette ekmek verilemiyor. Verilen şeyin gıda diyecek mahiyeti de yoktur. Bu yüzden mideler bozuk ahali hasta ve bi-tab u tüvandır. Gala-yı es’ara çare bulunamaması yüzünden de fukaramız bikeslerimiz ya perişan ve ma’dum olmaya yahud sefalet ve haziz-ı ahlakıye düşmeye mahkumdurlar. yalnız kömürsüzlükte değildir. Daha başka amiller de icra-yı hükm edip durmaktadır. Avam takımını teşkil eden ahali öteden beri hükumetlerin alışmışlardır. Doğru olsa da serd edilen ma’zeretleri havsalalarına sığdıramıyorlar. Gazın okkası üç yüz kuruşa şekerin erdiremiyorlar. Herkes henüz karanlık basmadan ine girer gibi menziline bir an evvel koşmak mecburiyeti hissediyor. Bu derdlere çare bulmak havayic-i zaruriyye ile ekmeği yoluna koymak zaruridir. İşlerin kesb-i salah etmesi beklendiği bir sırada yeni iaşe mukavelenamesi ortalığı altüst etti. Birçok kıl ü kaller ithamlar cevaplar münakaşalar bütün matbuat sütunlarını kapladı. Millet fayda beklerken bari zarara uğramasın. Mukavelenamenin zararlı olduğu hakkında olunur. Siyasiyyata gelince Meclis’in feshinden mütevellid dedikodulara karşı hükumet intihabatı zaman-ı atiye ta’lik etmekle meşrutiyet-perveranın efkarını teskin etmek istiyor. Bu da ayrıca kıl ü kali bais oluyor. Bugün ehemmi mühimme tercih ve hakıkı ciddi munsıfane bi-tarafane ve adilane bir idare-i umur ve maslahat ta’kıb edilmek elzemdir. Bu suretle bir taraftan fırtınaya tutulan sefine-i devleti kurtarmak diğer taraftan da ahalinin midesini doyuracak ihtiyacatını tehvin edecek vesaili elde etmeye çalışmak icab eder. Bir müddetten beridir resail-i mevkutenin bazıları ez-cümle İslamiyet’e karşı büyük bir garaz müdhiş bir kin besleyen ma’hud İctihad mecmuası yüzündeki maskeyi büsbütün atarak din-i mübin-i İslam’a uluorta tecavüzat-ı şeniaya başladı. Efkar ve hissiyat-ı İslamiyyeyi pek ziyade rencide eden bu kabil neşriyata dünyanın hiçbir yerinde hatta en hür geçinen memleketlerde tesadüf edilemez. Bu yazılar ları için münakaşa-i ilmiyyeye mevzu ittihaz edilemeyecekleri tabiidir. Dindar olmadıklarını sarih veya zımni bir surette bu cür’etkarlar sırf doğrudan doğruya din-i mübin-i İslam ve erkan-ı zaruriyyesini tahkır ve tezyif gayesini ta’kıb ediyorlar. Binaenaleyh mütecavizlere karşı hükumetin müddei-i umumiliğin müdahalesi bir vazife-i kanuniyyedir. Devlette mer’i olan edyandan hangisine aid olursa olsun hürriyet-i diniyye ve vicdaniyyeye taarruz mahiyetindeki neşriyata karşı Kanun-ı Ceza ahkam-ı mahsusayı havidir. Ba-husus tecavüzata ma’ruz kalan din devletin din-i resmisi olursa hükumetin bu hususta daha ziyade i’tinakar davranması lazım geleceği aşikardır. Bir de Kanun-ı Esasi ahkamınca himayesi devlet tarafından taahhüd edilmemiş olan milel ve mezahibe mensub gibi görünmekle beraber edyan-ı mer’iyyenin hiçbirine nisbetleri bulunmadığı neşriyat-ı vakıalarından anlaşılan bu cür’etkarların şayed bu memlekette hukuk-ı medeniyyeleri mevcud ise mezheblerinin ta’yiniyle ol vechile muamele nüfus tezkirelerince de ona göre tashihat ve ta’dilat icra kılınması Ümid ederiz ki ehemmiyeti izaha muhtac olmayan bu mes’ele hükumetin nazar-ı dikkatini celb eder de lazım gelen tedabirin ittihazına müsaraat olunur. Birkaç haftadan beri İ’tisam ünvanıyla intişar etmekte olan dini ilmi edebi risale-i mevkuteye bu Perşembe gününden dan bahis diğer bir risale-i mevkute daha inzımam etti. Bu gibi İslami resailin çoğalması bit-tabi’ mucib-i memnuniyyettir. Muhterem refiklerimizin her ikisine de muvaffakıyetler temenni ederiz. Sebilürreşad’ ı okuyan her zat ihvan-ı dinden la-ekal iki kişiyi abone kaydettirmekle te’yid-i İslam gayesine büyük hizmet etmiş olur. ve celalini takdir edememeleri onları bir insanın hasım ve rakıbine karşı takındığı tavrı Halik’a karşı da takınmakta bir mahzur mülahaza etmemeye sevk eder kendi gibi bir insanı aldatmak için tatbik ettiği hıyel ü desaisin Halık’ı iğfal hususunda da aynı muvaffakıyeti te’min edebileceği zehab-ı batılında bulunur. ayet-i kerimesi bu kabil kimselerin hal-i dalal ve hüsranını hakidir. Ne hacet zamanımızda da Müslümanlık iddiasında bulunan birçok kimselerin aynı mesleği ta’kıb etmekte olduklarını en hasis bir menfaat mukabilinde esasat-ı İslamiyye miyanında kat’iyyen asıl ve mevkii bulunmayan bir takım ahkam-ı batılayı İslamiyet’e mal ederek halka o yolda fetvalar verdiklerini daima görüp durmaktayız. Bu adamlar gizli aşikar hiçbir hal ve hareketleri Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı ıttılaına hafi kalamayacağını yakınen bilseler dine fesad karıştırmakla indallah duçar olacakları mes’uliyetin derecesini takdir etseler müslümanları gunagun vesait-i tezviriyye ile baştan çıkarmanın netayic-i vahimesini göze aldırıp da hud’akarlık mesleğinde devam ve ısrar edemezler idi. Fakat Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilmemekten satvet-i kahiresinin derecesine akıl erdirememekten mütevellid hodkamane bir cür’et sevkıyledir ki bu gibi kimseler Halik-ı kainata karşı bir tavr-ı husumet alarak uluorta halkı tarik-ı istikametten inhiraf ettirmeye dinde hiçbir mevkii olmayan umur-ı batılaya din namına müslümanlar nazarında bir şekl-i müs[ta]hsen vermeye kalkışıyorlar. Felaket orası ki bu yadigarların umde-i mesaileri izah ettiğimiz vechile din perdesi altında makasıd-ı tezviriyyelerini tervicden ibaret olduğu halde görürsünüz ki daima Allah’ı hükümlerde kanaat-i diniyyelerinden mülhem olduklarınşeklinde yazılmıştır. dan bahsederler aynı zamanda yalan söylediklerini yalan yere yemin ettiklerini kendileri de pekala bilirler. İşte kavl-i keriminin hedef-i tavsifi bu kabil kimselerdir. Kur’an-ı Kerim birçok yerlerde münafıkların ahval ve evsafına dair bir takım izahat vermiştir ki bunlar müdakkıkane bir nazarla tahlil edildiği takdirde nifakın mahiyet ve envaını ta’yin hususunda şu netice elde edilir. Nifak fi’l-i’tikad nifak fi’l-amel. İ’tikadda nifak esrar-ı küfr ve izhar-ı İslam yani batınen küfre mübtela iken zahiren müslüman geçinmekten ibarettir. Bu gibi kimselerin müslüman görünmeleri i’tikad-ı sahih neticesi değil belki Müslümanlık namı altında hayatlarını muhafaza miras ve münakehat gibi İslam’ın müntesibini mütesaviyen müstefid ettiği hukuk ve muamelatta müslümanlarla te’sis-i müşareket fikr ü emelinin mahsulüdür. Amelde nifakın birçok eşkali vardır ki tefsiri sadedinde bulunduğumuz ayat-ı kerimede beyan olunan halat bunların bir kısmını teşkil eder. Nifak-ı amelide esas olan ahval ve evsafın diğer mühim bir kısmını da şu hadis-i şerif izah ve beyan etmektedir: “Üç haslet vardır ki kimde bulunurlarsa halis münafık olur. Bir tanesi de olsa vazgeçinceye kadar sahibi nifaka delalet eden hasletlerden birini taşımış bulunur: Söz söylediği zaman yalan söyleyen vaad ederse va’dini yerine getirmeyen emniyet edildiği vakit hıyanet eden. Münafıkına mahsus emarattan biri de “Namaza kalktıkları vakit asılarak isteBaşmuharrir meyerek ve halka gösteriş maksadıyla kalkarlar Allah’ı pek az hatırlarına getirirler. İki halet arasında mütereddiddirler: Ne tamamıyla bunlara müslümanlara ne onlara kafirlere Bu makule kimseler salah-ı hal gösterirlerse mücerred riya maksadıyla gösterirler. Her hal ve tavırlarında renkten renge girerler. Nifak-ı amelinin alayim-i farikasından biri de herhangi bir menafiin gölgesinden korkacak derece cebin olması azm ü cesaretten muarra bulunmasıdır: “Her duydukları sesi sadayı kendilerine zannederler de ödleri kopar. İşte tam ma’nasıyla düşman onlardır. Onlardan sakın.” Diğer bir alameti de içinde bulundukları cem’iyet-i İslamiyye arasına tefrika düşürmek vahdet-i milliyyeyi ihlal etmek gibi halattan sıkı sıkı tebrie-i nefse lüzum görmeleridir. “Allah’a kasem ederek sizden olduklarını söylerler. Halbuki kat’iyyen sizden değillerdir. İçinizden sıyrılıp sığınacak bir yer ya birer mağara yahud birer girip gizlenecek emin ve asude bir mahal bulsalar başı sert hayvanlar gibi oralara can atarlardı.” Şeair-i nifaktan biri de bunların a’mal-i salihaya te’min edeceği menfaat-i maddiyye nisbetinde kıymet ve ehemmiyet atfetmeleridir. ayet-i kerimesi bize kavm-i Musa miyanındaki münafıkınin meslek ü mişvarlarını bildirmekte nazm-ı kerimi de alelumum münafıkınin hal ü hissiyatını musavvir bulunmaktadır. Hayfa ki bütün bu zanniyat ve ictihadata tebaan olanca mevcudiyetimizle taklide koyulduk. O derecelerde muvaffak olduk ki i’tikadat hissiyat ve an’anatı ulum ve fünunu serapa taklidden ibaret sahte bir alem halk ederek zahiren cazibedar ve fakat batınen mühlik amal ve hayalat içinde mest ü müstağrak hayat-güzar olmaktayız. İşte bundan dolayıdır ki bütün bilgiçliğimiz şimdiye kadar bu mağrur ve kazib şibh-i ma’rifetin daire-i mazikasından harice çıkamadı. San’at-ı taklidde kesb-i kemal gayretiyle evvelce bildiğimizi unutmak şimdiye kadar yaptıklarımızı kuşe-i metrukiyyete atmak istiyoruz. Bizce kabil-i icra bulunan bildiklerimizle amel cihetine gidecek ve onları daha iyi bilecek ve daha ğimiz bilmediğimiz şeyleri icra için bezl-i nakdine-i gayret ediyoruz. Her mechul veya nevzuhur olan şeylere göstermekte olduğumuz fart-ı meclubiyyet bunların muhassenat ve mahazirini bilmediğimizden neş’et ediyor. Zira mahazirini bilmemezlik kemallerine i’tikad etmeye kifayet ediyor. Her nahoş ve medhul gördüğümüz şey ma’lumumuz olduğundan aks-i kazıyye olarak mechulü de nazarlarımızda amalimizi te’min ve dilhahımızı tatmin edebilecek bir şey halinde tecelli ettiriyoruz. Halbuki bu nevzuhur ve mechul olan şeyler alelekser tevlid eyledikleri gayr-i muntazar birçok netayic-i seyyiesiyle bilhassa an’anat ve i’tiyadat-ı mevzuayı yıkarak kıymetdar olan bazı hissiyat ve i’tikadatı rencide etmek suretiyle mevcudiyet-i maddiyye ve ma’neviyyelerini ihlal eylediğinden naşi en müterakkı en mes’ud milletlerde bile adem-i i’timad ve hatta endişe ve tehaşi uyandırdığını görmüyoruz. Yeni ve mechule karşı gösterdiğimiz bu incizab-ı garibi nihayetsiz bir muhabbet-i terakkı-perverane gibi telakkı ediyor ve hatta bununla müftehir de oluyoruz. Hakıkat-i halde şimdiki halet-i ruhiyye ve fikriyyemiz hata-alud müdrekat ve muhakemat üzerine müesses bir alem-i kazib içinde yaşadığımızdandır. Bu suretle alem-i hakıkı nazar-ı idrakimize bigane kalıyor. Hakıkati batıla aşikarı hayale hidayeti dalale vakıı gayr-i vakıa ve mümkünü muhale terdif ederek en baidü’l-ihtimal tertibat ve tasavvurattan saadet temenni ediyoruz. Görülüyor ki büyük hatalar büyük hakıkatler kadar sadedir. Garblılaşmak ihtiyacına olan kanaatimizin bu derece meş’um netayice müntehi olması muhalif-i milliyyet bulunmasındandır. Zira milliyet ile medeniyet tev’em olmak terk veya inkarı ma’nasını tazammun eylediğinden binnetice kendi milliyetimizden feragat demek oluyor. Fil-hakıka hayli zamandan beri bizlere her ne öğretilmiş telkın edilmiş şeyin yerine nevin ve garbkari görülen şeyleri ikame eylemek gayesine ma’tuf bulunmuştur. Birisi çıkıp da Almanlara selametlerinin ancak Alman harsinin medeniyetinin sıl bir cevaba ma’ruz kalırdı? Böyle bir iddiayı serd eden muhatabları Alman diye ve hele bir Alman ıslahcısı diye telakkı ederler miydi? Alman medeniyetiyle bizimki arasında bugün mevcud olan fark-ı azimi görerek mukayesemizi gülünç bulanlarımız da olabilir. Halbuki Osmanlı medeniyetinin daima akvam-ı garbiyyenin medeniyeti dununda kalmış olduğunu zanneylemek bir zehab-ı batıldan ibarettir. Zira bir zamanlar onlarınkine her vechile faik idi. Ve meş’um bir daü’t-taklide giriftar olmasaydık bugünkü fark bu kadar da olmaz idi. Zaten bu bir kemmiyet mukayesesi değil bir prensip mes’elesidir. Kendi memleketinin harsini medeniyetini ma’rifetini inkar veya istihkar eden milliyetinden sakıt olur. Ve binaberin o nam ile idare-i kelam hakkını gaib eder. Efkar ve muhakematımızın ne derin bir teşettüt içinde olduğu her taraftan yükselen bi-nihaye şikayatın velvele-i samia-hıraşıyla sabittir. Her tarafta şübhe ve i’timadsızlık derin bir mübalatsızlık her şeyde mecnunane bir isti’cal ve sabırsızlık ru-nüma oluyor. Hiç kimse kime veya neye inanacağını kime veya neye hürmet ve riayet edeceğini bilemiyor. Herkes her şeyi biliyor. Fakat hiç kimse bir şey yapmaya muvaffak olamıyor. Bununla beraber her yerde ve her vadide çeşit çeşit ıslahat-perveran da ta’dad ile bitmiyor. ğimiz kar ve istifade!!! Garb medeniyetinden istiane teşebbüsatımızdaki hezimet-i tammeye rağmen şunu i’tiraf etmelidir ki teali-i millimiz müberhenen sabit olmuştur ki medeniyet-i garbiyyeden hakıkı bir halde istifademiz; o medeniyeti aynen taklid ile mümkün olamaz. Diğer taraftan o istifadeye destres olmuş sair akvamın tecrübeleri de gösteriyor ki ecnebi medeniyetinden taklib sayesinde mümkün olabilir. Şu hale göre şimdiye kadar ta’kıb edeceğimiz hatt-ı hareket Avrupa medeniyetini şarklılaştırmak yani mümkün mertebe muhitimize ısındırmak medeniyetimizin tekemmül ve tealisi için elzem ve onunla kabil-i te’lif göreceğimiz şeyleri medeniyet-i garbiyyeden Kendi medeniyetimizin tekemmülü için saha-i istifademizde bulunan bir medeniyet-i faikadan intifa’ arzusu hem fikr-i tarassud ve muhakememizi ve hem şevk ve gayret ve teallümümüzü hem de müdrike ve müfekkiremizi inkişaf ettirerek mevcudiyet-i ma’neviyyemizi takviyeye hizmet eder ki milletleri gaye-i selamete isal edecek yegane meşru’ ve tabii nuhbe de budur. Bu emel-i müstahsen merak ve faaliyetimizi daha müsmir ve daha nafi’ bir hale getirmek suretiyle muttasıl tahrik ve teşdid edecek bir münebbih hükmündedir. Bu sayede hem kendi medeniyetimizi hem de medeniyet-i garbiyyeyi bi-hakkın tetebbu’ ve teallüm etmiş oluruz. Bu suretle garb medeniyetinin havass-ı mümeyyizesini teşkil ve tefevvuk-ı kat’isini temsil eden fikr-i fenniyyet ile usul-i tecrübeyi tedevvün ederek serzede-i zuhur olacak binlerce hakaık ile ta’mirine muvaffak olacağımız binlerce hatiat arasında öğreneceğiz ki bizim mefkuremiz kanaat-i ahlakıyye ictimaiyye ve siyasiyyemiz tamamıyla dinimizden mütehassıldır. Ve binaenaleyh ona ihtiram mecburiyet-i kat’iyyesinde bulunduğumuz gibi üzerimizdeki bil-cümle hukukunu kabul ve teslim eylememiz zaruriyattandır. İdrak edeceğiz ki dinsizlik denilen şey Latin halet-i fikriyyesinin bir dalalinden ibaret olup yoksa zannedildiği gibi bir tefevvuk-ı fikri alameti değildir. Kezalik öğreneceğiz ki herhangi bir kavmin mevzuat ve an’anatı üzerinde yaşadığı topraktan daha kıymetdar olan vatan-ı ma’nevisini temsil eder. Çünkü herhangi cem’iyet-i beşeriyyeyi bir millet haline getiren avamil onlardır. Başka bir kavmin zir-i tahakkümüne giren bir kavim arazisini değil mevzuat ve an’anatını gaib ettiğinden dolayı istiklalini zayi’ eder. Zira üzerinde sakin bulunduğu arazisini ekseriya terke mecbur olmaz. Ve belki de ondan daha ziyade müntefi’ olur. Binaenaleyh bizim gibi vatan toprağını muhafaza uğurunda asırlardan beri mebzulen kan dökmekte olan bir millet için vatan-ı ma’nevisine karşı bigane bulunmak muhabbetsizlik hürmetsizlik göstermek tasavvuru müşkil anlaşılmaz bir hata olduğunu görürüz. Gerçi zamana hiçbir şeyin mukavemet edemeyeceği o mevzuat ve an’anatın da her şey gibi mahkum-ı tekamül bulunduğu ca-yı inkar değilse de bu hakıkat bize olan irtibatlarını takviyet ve muhafazalarına gayretten bizi müstağni bırakmaz. Zira o irtibat mürtefi’ olunca tekamül yerine zevalleri tabii olur. Şu halde mevzuat ve an’anatımızın gerek arzumuzla ve gerek darbe-i teshir ile ortadan kalkması esarete sukutumuzdan başka bir netice tevlid edemez. Şu farkla ki birinci takdirde ihtiyari ikinci takdirde ise kerhi bir esarete girilmiş olur. Bugüne kadar pek haksız olarak istihkar ettiğimiz medeniyetimize muhabbet bağlayıp hizmet etmek lazım olduğunu nihayet teyakkun edeceğiz. O medeniyet ki bi-payan bir imparatorluk meydana getirerek kişverleri temdine muvaffak olmuş vaktiyle sade bir ta’bir-i mebhasü’l-beşer menzilesinde bulunan Türk kelimesinden Fransız İngiliz Alman kelimeleri kuvvetinde bir amil-i ictimai ve siyasi vücuda getirmiş ve Türk medeniyetini irfanını ruhunu kabul eden her müslümana Osmanlı Türkü’yüm demek salahiyetini vermiştir. min sebeb-i yeganesi medeniyet-i garbiyyeye bila-kayd ü şart süluk ile kendi medeniyetimizi tanımamak isteyişimizdir. Bu buhran ancak o hata-yı fahişi bi-hakkın idrak ve balada izah edildiği tarzda ta’mirine ikdam eylediğimiz takdirde zail olabilir. İşte ancak o zaman kendi şahsiyetimizi nazar-ı teemmüle ve i’tibara alarak kendi vesait ve şerait-i hayatiyyemizle kendimize has bir tarzda hayat sürmeye başlarız ve bu sayede derin bir teşettüt içinde bulunan ruhumuz ve dimağımız mazideki huzur ve inbisatını yeniden iktisab ederek isti’dadatımızın tabii bir cereyan dahilinde inkişafı ve bunca senelerin eser-i intıbaı olan zahmımızın ta’mir ve tedavisi zımnında bizlere imkan ve çare gösterebilecek müsmir ve zinde bir faaliyet-i fikriyye ibdaına muvaffak oluruz. Son HUKUK-I AILE VE USUL-I MUHAKEMAT-I ŞER’IYYE KARARNAMELERI HAKKINDA Otuz altıncı maddede: “Nikahta icab ve kabul tenkih ve tezvic gibi sarih lafızlarla olur.” denilmiş. Bunda öyle bir işkal mevcud fazla olarak mefhum-ı muhalifi de kasd olunmuş gibi görünüyor. Gerçi kararnamenin bab-ı rabii yine hilafına delalet eder. Lakin esbab-ı mucibe layihasında “Nikahta ihtilafa bais olacak kinayatı kabule zaruret olmadığından ve mezheb-i Şafii ve Hanbelide bu lafızlar ile elsine-i sairedeki mukabilleri şart olduğundan bahisle müşarunileyhimanın re’yi yani esna-yı akdde onların re’yine imtisal olunması nikahın her türlü şübühattan vareste kalmasını te’min ettiğinden madde-i mezkure bu esas üzerine tanzim edildi.” denilmiş matlab bir kat daha Değil erbab-ı mesalih hükkam-ı zamanın birçoğu da bu kuyud ve terkibatın mezayasına varamazlar. Maksad ancak esna-yı akdde böyle yapılsın nikah şübhe-i hilaftan vareste olsun demek olduğunu anlayamazlar. Artık kinayatla enkihanın mün’akıd olmadığına hükmedilecek zehabına düşerler. Mevcud olan niyet ve zahir olan karine ile onların da sariha müsavi olacağı layıhada bile musarrah olduğuna karine-i katıaya karşı mükabere caiz olmayacağına bakmazlar. Bir takım deavi-i fariğa ve ahkam-ı müşevveşe tekevvününe erbab-ı mesalihin mağduriyetlerine vesile olur. Halbuki bu işkal ve iğlaka böyle bir madde-i mübheme vaz’ına hiçbir lüzum ve ihtiyac yok. Mümkün oldukça şübühattan tevakkı maksadı zaten hasıl. Kitabatla cevazı gayr-i mektum olduğu halde her tarafta amme-i münakehat evvelden beri elfaz-ı sariha ile icra olunagelmektedir. Kanun yapılacaksa açık ibarelerle yazılmalı. Nası müşkilata düşürmemeli. “Nikahta icab ve kabul elfaz-ı kinaye olunmalıdır.” denilmelidir. ’nci maddede: “Esna-yı akdde hatıb ve mahtubeden birinin ikametgahı bulunan kaza hakimi veya bunun izinname-i mahsus ile me’zun kıldığı naib hazır bulunup akidnameyi tanzim ve tescil eder.” denilmiş. Ve “bu hususun şer’an bir kıymet-i matlubeyi haiz olmayıp sıhhat-i nikah için mahzar-ı şühudda tarafeynin muakadeleri kafi olduğu ve bu hükmü hiçbir şübheye mahal bırakmayacak surette din-i mübinimiz beyan ve i’lan etmiş olup bunun da mefahir-i İslamiyyeden bulunduğu” layihada tasrih edilmiştir. Hal böyle iken yine şu maddenin vaz’ ve te’sis olunması esbabına gelince milel-i sairede nikahın akd ü isbatı hakkında hükm-i mezhebi muttarid ve munzabıt olmamakla aralarında bir takım müşkilat tevellüd eylemekte ve bazen keyfi hükümler verilmekte olduğundan ve Avrupa devletlerinden gerek nikah-ı medeni usulünü kabul ve tedvin eylemiş olan ve gerek münhasıran nikah-ı mezhebiyi mu’teber tanıyan devletler de hep münakehatın emr-i tescili taht-ı inzibata alınmış idiğinden bahisle bizce böyle mutavassıt bir usulün ta’kıbi maslahata erfak görülmüş idüğü zikrolunuyor. Ve memleket-i Osmaniyyede nikahın icrası intizamsız bir hale girmiş olmasıyla birçok yolsuzluklar husule gelmiş ve mevani’-i şer’iyyesi olan nice kadınların icra-yı akdleriyle alakadaranın hukuklarının ibtaline gidildiği dermiyan olunarak esna-yı akdde ahkam-ı nikaha vakıf olan bir zatın huzuruyla akidname tanzimi bir emr-i mendub olduğu ve böyle bir akidname tanzim ve tescil edilmiş olması ileride gerek akdin vukuu gerek mehrin mikdarı hakkında zuhur edebilecek olan ihtilafatın önünü alacağı gösteriliyor. Ve bu vazifenin Nüfus ve Belediye me’murlarına yahud katib-i adillere tevdii ciheti de düşünülmüş ise de akidnamenin bila-beyyine mazmunuyla amel edilmesi muktezi olan vesayık cümlesinden olması da mültezem olmakla her hususta velayet-i ammeyi haiz olan ahkama tahmili daha münasib addolunduğu beyan olunuyor. Halbuki nikahta mesnun ve müstehab olan ahkamına vakıf olanlardan biri yahud bir hükumet me’muru ma’rifetiyle icra olunması değil erbab-ı salah ve adaletten şahidler bulundurulup teyemmünen ehl-i fazl u takva yediyle akdolunmasıdır. Akidname yazılması da me’sur olmayıp mehr-i müeccel adetinin şüyuundan sonra hadis olmuş ve müdayenat-ı sairede olduğu gibi şahidlerin hadiseyi tezekkür etmelerine vesile olacağından dolayı ihtiyar olunmuş ve şu faydasına nazaran umur-ı mendube idadına dahil olmuştur. Layihada menkul olduğu üzere “mendubdur” denilmesi de yalnız öyle tergıb için değil vacibat ve sünen mertebesinde i’tikad edilmesinden tahzir içindir. Ve illa mendubiyet de mürtefi’ olup terki evla olacağı nezd-i fukahada ca-yı tereddüd değildir. Nerede kalır ki feraizden imiş gibi canib-i hükumetten mın yahud Nüfus ve Belediye me’murlarının yed-i inhisarına verilmek biçaregan-ı ahalinin bu yüzden uğrayacakları müşkilat harec ve meşakkatlerin derecesi ve elbette malen ve bedenen mutazarrır olacakları her nasılsa layıkıyla teemmül edilemeyip Kanun-ı Ceza ile de te’yidine gidilmek? Bu halat ile beraber değil tanzim olunacak akidnameye mendubdur denilmek bu maddenin şeriat-ı İslamiyye ile te’lifi kabil olmaz. Avrupa’da bu usulün cari olmasıyla bizim de onları taklid etmekli[ği]miz icab etmez. Onların ahkam-ı mezhebiyyeleri munzabıt olmadığından bu usule muhtac olmuşlar ise bizim kilatın ref’ine kafi olduğu bedihidir. Defatir-i Nüfusa kaydı lazım gelen münakalat [ve] vukuat-ı saire ile münakehat arasında hiçbir fark olmayıp onlar için mu’teber olan mahallat ve kura mezabıtı bunun için de elbette kafi ve izinname aramaktan bile muğnidir. İzinname aramak vesika-i şer’iyye beklemek devair-i Nüfusun te’sisinden maksud olan gayeyi te’min etmez işkal ve ihlal eder. O gayeyi te’min edecek olan yol münakehatta akd-i mücerredin vukuu yahud meşruiyeti tevellüdatta ensabın sıhhati değil zifaf ve viladetin vukuuyla hanelerde bulunanların artıp eksilmeleridir. Nikah ve nesebin sahih ve meşru’ olduğu ma’lum olunca olduğu gibi mechul ve meşkuk ise ol vechile yazılması kuyudun vaktiyle yürütülmesidir. Fazlasının tebyin ve tescili ancak ashabının menafiine hadim olacağından onu da kendileri aramak lazım gelir. Layıha Komisyonu’nun memleket-i Osmaniyyede nikahın pek intizamsız bir hale girmiş olduğuna nice kadınların mevani’-i şer’iyyeleri var iken akdlerinin olduğuna kail olmaları cidden yanlış ve mübalağalı ve bu madde ile tehaddüs edecek ihtilafatın önü alınacağına ve mucebince hükkam ve irsal edecekleri naibler tarafından tanzim ve tescil edilecek olan akidnamelerin bila-beyyine mazmunuyla amel olunur vesaik teşkil edeceğine kani’ ve zahib olmaları da hatadan gayr-i halidir. Medar-ı necat ve mübahatimiz olan din-i mübinimizin şır? Mevani’-i şer’iyyeleri bulunduğu halde tezvic olunmuş memleketimizde kaç kadın bulunabilir? Böyle şeyler binde on binde değil belki yüz binde bir olur. Bunun önü de bu madde ile değil müteammid olan mütecasirlerinin cezalandırılmasıyla alınır. Ma’a-zalik olacak yine olur. Bu maddenin onlara te’siri olmaz. Bilakis üç beş edebsizin yüzünden bigünah olan milyonlarca halkın bunca erbab-ı salah ve namusun bila-mucib ve bi’l-vücuh mutazarrır olmalarını mucibdir. Hiçbir faydası olmayacaktır. Hükkamın ba-izinname göndereceği bir me’murun tescil ettiği akidnameler neden bila-beyyine mazmunuyla amel olunacak vesayıktan olsun? Bununla şimdiye kadar hakimlerin ba-izinname me’mur ettikleri mahallat ve kura eimmelerinin yazdıkları akidnameler beyninde fark nedir? Bunların da mahkemelere gönderilip sicille kaydolunmaları evvelden beri mümkündü. Ve her halde hakim efendi o kuyudun sıhhatini mehr-i müsemmaların makadirine varıncaya kadar dikkat üzere tescil edildiğini tedkık edecek değil ve edemez de. Nihayet katibine yahud mukayyidine i’timad edecek ve icab ettikçe kanun yerini bulsun diye mührünü de ona verip mühürletecektir. Nitekim aynı hal hala mehakim-i nizamiyyede caridir. Hey’et-i hakime o sicillatı daima yahud ekseriya okumadan temhir eder yahud ettirirler. Ve i’lamatın birçoğu vaktiyle kaydolunmadığından tebeddül ve inhilal vukuunda müşkilat artar. Vefat edenlerin mühürleri getirilip basıldığını bilmiyorum. Lakin kuyudun hitamını beklemeye vakitleri müsaid olmamakla bırakıp giden ve emr-i Nezaretle geri çevirilip sicilleri yine okumadan temhir edip gelenler eksik değildir. Bir de mazmunuyla bila-beyyine amel olunabilir denilen mehakim kuyud ve sicillatı an-mehakim tescil yani sıhhatine hükmolunduğu kaydolunan evkaf-ı kadime gibi hükkamın bi-taraf olup hakimiyetleri hasebiyle tescil eyledikleri umur-ı zaruriyyeye münhasırdır. Nikah ise böyle değildir. Kızın veliyy-i hassı yok ise hakim onun velisi olacak. Ve illa şer’an hiçbir mevkii olmayıp ancak bir şahid menzilesinde kalacaktır. Artık onun yahud naibinin yazacağı varaka ve tutacağı deftere nasıl sicill-i hakim denilebilir? Ve ehemm-i umur-ı din olan nikah hakkında nasıl onun mazmunuyla bila-beyyine amel olunabilir? Ba-husus esna-yı akidde ekseriya tarafeyn kendileri de bulunmazlar. Kimin üzerine hüccet ittihaz olunacak? Hele ehl-i İslam öyle cemm-i gafirin huzuruna kızlarını çıkaramazlar. Ve ehil ve akribası tarafından vekaleti alınır iken ne kadar olsa ecanibden olmakla imam ve hal ü mişvarını bilmedikleri me’mur efendiyi de bulundurmak Me’mur efendi buna muvafakat etmeyip de “Kızı göreceğim yüzünü açsın.” gibi tekliflerde ısrar edecek olursa müşkilatı dai olur. Ve ahalimizin bir kısmı hoş görüp tahammül etseler de birçok yerlerde edebsizliğe haml olunarak bir takım halat-ı na-marzıyyeye bais olur. Kaza me’murlarından mahkeme ve Nüfus katiplerinden vazife-i kanuniyyesini harfiyyen icra etmek isteyen mesleğinde bu kadar taassub gösterenleri bulunmaz değil. Lakin ekserisi yahud birçokları da umuru ibtidasından makadiriyle takdir ederek müşkilat çıkarmak şikayat ve münazaata sebebiyet vermekten ise hasbe’l-icab işi bitirmeyi erbab-ı maslahatın hacetlerini reva kılıp emr-i nizamı yerini buldu diyerek kendileri de mutayyeben avdet etmeyi bilirler. Kaza merkezinden ba-izinname gönderilecek me’murların tanzim ve tescil edecekleri akidnameler bu misillü tesahül asarından şübhe tasni’ ve hatadan daima yahud ekseriya salim olur demek tesahülden hatadan salim değildir. Akdname anifen beyan olunduğu üzere ancak şahidlerin hadiseyi tahattur etmelerine hadim olduğu için tanzim olunur. lasına hacet yoktur. Böyle izinnamelere akidnamelere rabt olunan ve ciran ve evidda toplanıp ber-mu’tad bir cem’iyet de bir vaki’ olsa da hazirunun şehadetleriyle ber-nehc-i şer’i hall ü fasl olunur. Ba-husus nikah hakkında şöhret ve tesamu’ üzerine de şehadet caiz ve makbuldür. İsbat-ı müddea o akdnamelere muhtac olmaz. Onların tevsik ve tesciline çalışmak abes olur. Li-hikmetin yahud li-illetin izinname almaksızın iki üç şahid huzuruyla ibtidaen yahud tecdiden ve şifahen icra olunan nikah da’valarında onların şehadetlerini istima’ ve adaletleri zahir bulunduğu surette mucebince hükmolunması da feraiz-ı diniyyemizdendir. Tutulacak olan münakehat sicillatı Bu maddenin teşri’ ve te’yid olunması beyhude ahalimizin Bizim için erfak ve aslah olan şer’an muhtacun-ileyh olmayan babından sonra tecdid-i akd edenlerin bu mükellefiyetten afvolunması ve ibtidaen nikah olunacaklar için verilecek Me’mur-ı mahsus irsali mahazir-i kesireyi müstevcib olacak ve merkez-i kazada öyle her nikah icra olunacak mahalle ve karyelere dağıtılacak kadar katib de bulunamaz. Ba-husus birçok yerlerde akdlerin de mevsim-i mahsusu var gibidir. Başlıca hasad zamanından sonra kışa karşı her hafta birçok nikahlar maan ve müteakıben icra olunur. Ve her ne zaman olsa me’murların harc ve masrafları olacak. Düğün yapmaya kıyam eden zavallı köylü ona ve onunla beraber komşularına bir ziyafet vermese de olmayacak. yesi yüzünden o senenin vergisi tezauf edeceği misillü kendisini ezecek olan düğün masrafı da iki katını bulacak. Sebk eden i’lan i’tiraz ve ta’na uğramış vekillere muhamilere muhtac olmuş hükumet kapılarında sürünüp hilaf-ı meşru’ para vermeye mecbur edilmiş ise o da başkadır. Memleketimizde fakr u zaruretlerin ne kadar tevessü’ etmiş olduğu da meydanda. Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nin ruhunu teşkil eden bu ve bu gibi maddeler ile mükellef tutulmaya ahalimizin takatları yoktur. Yazık olur. CEM’IYETIN DINI TEMELLERI En uzak zamanlardan beri din ravabıt-ı ictimaiyyenin teşkil ve inkişafında en mühim amil olmuştur. Hayat-ı ictimaiyyeyi tedkıkı iktiza eyler. İ’tikadat-ı diniyye hey’et-i ictimaiyyenin üzerinde en kuvvetli te’siri haizdir. Çünkü “Beşerin meyl-i tedeyyünü müktesebat-ı fikriyyesiyle tenemmüv edegelmiş ma’lum veya mechulümüz olan edyanın tezahür ve teakub-ı mütemadisi akvamın halet-i fikriyyelerinden tahassül eylemiştir. İnsanların din ve mefkureleri arasında bir münasebet-i daime hüküm sürmüş olduğunu tarih-i beşer isbat ediyor. O kadar ki şimdiye kadar zuhur etmiş olan diyanetleri bilmiş olsak nev’imizin suret-i tekamülünü mebdeinden zamanımıza kadar hatve be-hatve ta’kıb edebilirdik.” Hey’et-i ictimaiyyenin hatt-ı hareketi i’tikadatın zir-i nüfuzunda olduğu gibi i’tikadat-ı efradın ef’aline seciye istikamet ve zindegi bahş eyler. İnsan ahlakı ve ruhi bir mevcudiyettir. Yalnız maddiyat ile kanaat etmez. Esnama secde eden put-perestandan “na-ma’lum”a ibadet eden “la-edri”lere kadar her insanın içinde o şey vardır ki onu bir zat-ı akdes ü ekmele inkıyada itaate ibadete da’vet eyler. Binaenaleyh hayat-ı ictimaiyyeyi izah sadedinde iken dini bir şeye yaramaz. Maamafih mezahib-i felsefiyyeden birisinin ma’ruf tarafdaranıyla ulum-ı tabiiyye esatizinden birçoğu dini i’tibardan düşürmeye teşebbüs etmişlerdir. Her iki tarafın mümtaz ve ma’ruf muharrirleri din ile mücadele ederek onu musanna’ ve batıl bir efsane olarak telakkı ettiklerinden evvel be-evvel bunların serd ettikleri da’vanın neye istinad ettiğini nazar-ı dikkate almak iktiza eyler. En vasi’ mikyasta dini terk eden mezheb-i felsefi “intifaiyye” mezhebidir. Bu mezhebin tarafdaranı arasında Bentam John Stuart Mill Osten gibi uzama ile daha başka meşhur muharrirler bulunuyor ki Şeldon Amos’a nazaran “Bunların ekserisinde hakıkat-i ilmiyyeyi basit ve asude bir taharriden fazla sert ve aksülamelci bir ruh mülahaza olunmakta ve bundan dolayı bu zümre-i mütefekkire tahkıkat-ı tarihiyye külfetine tahammül etmek zaruretine karşı lakayd bulunmaktadır. Halbuki ancak böyle bir tedkıkın netaici doğru bir istidlale esas olabilir. Aynı zamanda bu mütefekkirler i’tikadat-ı diniyyeye karşı nefrin ve hatta adavet ile mücehhez bulunuyorlar. Vakıa bir takım ilahiyatçı intifailerin bulunduğu hakıkattir. Fakat bunların intifa’cılığı kabul ettikleri dinin mebadisiyle gayr-i mütefavıktır. İntifailerin kabul ettikleri felsefe onları dini terk etmeye mecbur ediyor. Çünkü tecrübe ve leyh ahlak-ı diniyyeye inanmıyorlar. Bu nokta-i nazara göre cem’iyette unsur-ı dininin kabul veya adem-i kabulü evvel be-evvel ilmü’n-nefsin cevap vereceği bir mes’ele oluyor. Halbuki bunlar ahkam-ı diniyyeyi istihsan ve kabul eden kuva-yı akliyyenin a’malinde bir şey bulmadıklarını i’tiraf ederek dinden maada diğer şeylerle hayat-ı ictimaiyyeyi Ulum-ı tabiiyye esatizi ise yukarıda beyan ettiğimizden bambaşka bir surette dini reddediyorlar. Tedkık ettikleri şeylerde dinin bir tecellisini görmüyorlar. Onlarca şuun-ı akliyye ve ahlakıyye birçok tegayyürat-ı tabiiyye silsilesinin en son mahsulüdür. Şuun-ı ictimaiyyeyi izah için tedkık olunacak en son şey dindir. İşte bu nokta-i nazarı kabul edenler ki bütün tekamülcüler kabul etmiştir sade din ile değil ulum-ı akliyye ile de nizaa düşüyorlar. Çünkü tecridat ve ta’mimat yapmak kabiliyeti hiçbir nazariye-i tabiiyye liyyesiyle beraber henüz halledilmemiş bir mes’ele teşkil ediyor. Bundan maada insan bir mahluk-ı dini olmak i’tibariyle zat-ı Bari dünya ve ukba hakkında en müteali mefahimin mahiyet-i insaniyyenin menabi’-i diniyyesini nazar-ı i’tibara almakta aciz bulunuyorlar. İşte bu acz dini inkara müncer oluyor. Ve bu takdire göre i’tikadat-ı diniyye bir takım ebatil; din ilmin terakkı-i şa’şaadarı karşısında mahkum-ı indiras bir efsaneden ibaret oluyor! Aşikardır ki din bu derece sühuletle yıkılmaz mevcudiyetini inkar edivermekle hakıkatini anlamakta izhar-ı acz ile ortadan kalkmaz. Şuun-ı diniyyeyi nazar-ı i’tibara almayan mütefekkirlerin nokta-i nazarını tedkık etmenin faydası derkardır. Maksadımız ravabıt-ı ictimaiyyeye zindegisini ve bütün sıfat-ı kaşife-i umumiyyesini bahş eyleyen şeyi tahkık olduğundan onların gözüyle de sima-yı cem’iyeti görmek bir vazifedir. Aynı zamanda onların fikirlerini tenkıd ederek cem’iyetin şe’n-i diniden ayrı olarak izah olunup olunamayacağını beyan edeceğiz. Şayan-ı mülahazadır ki din hakkında bu derece şedid hamlelerde bulunan ulema tabiiyyun yani müşahede üzerine müesses ulum ile mütevaggıl ricaldir. Lord Kelvin Profesör Stokes gibi pek büyük hikmet-şinaslarla riyaziyat gibi sırf ilimle iştigal eden diğer zevat hakayık-ı diniyyeye aid mesail hakkında pek nadir olarak kat’i fikirler dermiyan etmişlerdir. Din hakkında kat’i fikirler dermiyan edenler o alimlerdir ki tetebbu’larında devam edebilmek hatta kendi daire-i tahassuslarında bile daima faraziyeler yapmaya mecburdurlar. İşte ağleb-i ihtimal bu i’tiyadın sevkiyle bunlar bir takım delilsiz da’valar serdiyle kaffe-i şuunu dinden ayrı olarak izaha kendilerinde isti’dad görüyorlar. Huxley bütün şuununu alem-i maddi hakkında isti’mal ettikleri mebadi ve faraziyatı istihdam ederek izaha sa’y ederler. Böyle bir teşebbüsün muvaffakıyetsizlikle nihayet-pezir olacağı pek tabiidir. Çünkü her iki saha-i tetebbu’ ayrıdır. Profesör Drummond’un Alem-i Ruhide Kavanin-i TabiiyyeNatural Laws in the spiritual World nam eserinde iddia ettiği vechile belki her iki sahanın kavanini mütemasildir. Fakat aynı değildir. Binaenaleyh her birinin ayrı ayrı muhteviyatını birden izaha kalkışmak birçok mesaili şafi bir hale iktiran ettirmeden bırakmaktadır. Ve ulum-ı hikemiyye veyahud ulum-ı akliyye tahsil ile bunların birisinde tahassus için nakdine-i ömrü sarf eden bir zatın kendi daire-i tahassusunun haricinde olan bir mes’ele hakkında hüküm vermeye layık olup olmadığı cidden ca-yı sualdir. Kendi daire-i tahassusunda bir alim salahiyetle söz söyler. Ulum-ı akliyye ve ahlakıyye felasifesi için hal böyle … Fakat ulum-ı tabiiyye mütehassısları için böyle bir hadd-i ma’kul aşılamayacak bir mania teşkil etmiyor. Onlar ellerindeki alat ve edevat ile saha-i ma’neviyyata dahil olarak şuun-ı akliyye ve ma’neviyyenin kaffesini izaha çabalıyorlar. Zamanımızda her gün müşahede olunan harekattan biri de budur. Huxley gibi bir zat mesail-i diniyye hakkında tam bir ilahiyatçı kadar kat’i fikirler beyan etmekten hiç çekinmiyor. Üstad-ı hakimimiz Ferid Beyefendi bu sadedde ne kadar musib mütalaalar dermiyan ediyorlar. Diyorlar ki: Herkes her şeyde aczini i’tiraf eder de mesail-i diniyye gibi mebahis-i aliyyede kat’iyyen aczine kail olmaz. Hakim-i zu-fünun kesilir. Mesela birisine bir şarkı söyle derseniz musikıye çi değilim demekten çekinmez. Sonra da Allah var mı yok mu? diye sorsanız sersiz bünsüz birçok şeyler söyler. İnsanı sorduğuna soracağına peşiman eder. Din hususunda ceri cesur olanlar işte hep bu kabildendir. MEMLEKETIMIZDE AHLAK MES’ELESI Matbuatımız bugünlerde memleketin ahlakça inhitatından daire-i fuhşun tevessüünden ve sair münasebetsizliklerden ziyadece feryad etmeye başladı. Lakin buna karşı çare bulmanın vücubundan bahsettikleri halde mes’elenin ameli bir çare-i hallini bulup gösteremiyorlar. Yahud yanlış yollar göstererek maraza maraz katıyorlar. Yeni devrin küşadıyla beraber kesb-i ehemmiyyet etmiş bir hadise-i ictimaiyye mahiyetinde gördüğümüz fesad-ı ahlakın envaı hakkında ceridemiz –mehasin-i ahlakı tenmiyede en büyük müessir olan– din nokta-i nazarından neşriyatta bulunmaktan hali kalmadı. Muarızlarımız da icabat-ı asriyyenin muktezıyat-ı diniyyeye zarureten galib geleceği da’vasıyla cism-i millette mühlik yaralar açmak isti’dadında olan fenalıkları teşci’ etmiş olmaktan geri durmadılar. Bünye-i ictimaimizde hasıl olmuş on senelik tahribatın verdiği tecrübe ve intibah neticesi olsa gerek neşriyatta tedenni-i ahlakın tevlid edebileceği mehalik-i ictimaiyyeden korunmak lüzumundan sıkça sıkça bahsedilmeye başladı. Allah’a şükür ki ahlaksızlığın fena olduğunu artık teslim ediyorlar. Su’-i ahlak ve ba-husus fuhuş ve zinaya ictimai bir yara deniliyor. Hastalığın hastalık olduğu bir kere teslim edildikten sonra iş kolaylaşır çaresini bulmaya kalır. Senelerce süren bir seferden sonra arkaya bir kerecik olsun dönüp ma’kus tarafa doğru hayli yol aldığımızın farkında olmak da bir ni’mettir. Bizim nazarımız ise bu müddet zarfında hiç değişmediği hem ayrıldığımız hıyaban-ı safayı hem de müteveccih olduğumuz rikistan-ı fenayı gözümüz gördüğü için şikayet olunan bugünkü ahvali böyle ba’de’l-vuku’ değil kable’l-vuku’ ve hine’l-vuku’ silsile-i esbablarıyla tedkık ve husule gelecek mazarratları inzar tarikıyle kari’lerimize arz ve ihbar ettik. Çıkardığımız feryadlar köhne kafalılığımıza verildiği halde iskat edilmediğimiz müddetçe hep söyledik durduk. Şimdi yine söyleyelim. Bu ahlaksızlıkların ve ba-husus fuhşun zinanın bu kadar sür’atle tevessü’ ve intişarına sebeb avatıf-ı diniyyenin ölmesi daha doğrusu nasın ma’neviyatını helake doğru zorla sürükleyen birçok lisanlarla birçok kalemlerle öldürülmesidir. Hürriyet i’lan edildi. Birçoklarımız hürriyeti her şeyden evvel kuyud-ı dinden azade olarak başıboş yaşamak ve nefs-i emmarenin her istediğini yapmak ma’nasına aldılar. Müslümanların on üç buçuk asırlık mütevali bir ülfet hasebiyle namazdan oruçtan ziyade sarılıp sımsıkı tutundukları hırz-i can ve namus bildikleri tesettüre fevkalade me’luf olduklarını pek güzel fark ettiler. Bu mania bir kere yıkılırsa diğer kuyud-ı diniyyenin daha kolay yıkılacağını pek ince bir hesab ile ta’yin edip kadınların çarşaflarını yırtıp atmak harem ile selamlık arasındaki tahta perdeyi devirmekle nail-i emel olabileceklerini pek güzel keşfettiler ve makalelerle konferanslarla erkeklerin yüzünü kızartacak çirkin menazırı mebzulen arz eden sinemaları tiyatroları kadınlara küşad etmekle bazı mesakinde rical ve nisayı cem’ eden suvareler vermekle hatır ve hayale gelmeyen daha birçok vesait ile propagandaya başladılar. Kadınların cevher-i ismetini ensabın taharet ve mahfuzıyetini te’min ile sefahet ve rezaletin vukuunu işkalden başka bir cürmü olmayan din-i le omuz omuza çalışıp iktisadiyat-ı memleketin terakkısine mani’ oluyor gibi gösterdiler. Hiçbir şeriat ve kanunda kadınların hukuku dinimizde olduğu kadar gözetilmemiş iken dınlar için esaret addettiler ve bu zavallıların boyunlarından tavk-ı esareti kaldıralım dediler. Netice ne oldu? O zaten evvelden belli idi. Bu gibi telkınat-ı faside ile iğva edilen genç erkeklerle kadınların akılları zıvanasından çıktı. Her iki taraf sevk-ı cehaletle yapacaklarını şaşırdılar. Kadınlar çarşaf ağır geliyor diye soyunup gecelikle sokaklara fırladılar. Erkekler de zorla örf haline getirtdikleri münkerata ma’ruf namını vererek vacibü’l-ittiba’ saydılar. Bir kocanın zir-i hükm ü itaatinde bulunmayı esaret addeden akılsız kadınlar rastgetirdikleri sefihin esir-i hevası oldular. Hele mahafil ve mecami’-i nas olan yerlerde kadınların erkeklere erkeklerin kadınlara karşı cila-yı medeniyyettir diye takındıkları etvar ve evzaı hiç sormayın. Edebin devr-i revacında yetişmiş kimseler bu halleri gördükçe milliyet İslamiyet gayretiyle her dakıka eriyip hak-i nisyana karışmayı cana minnet bilirler. Pişvalık vasfını takınan beylerle hanımların bu münasebetsizlikleri zımnen teşci’ eden ahval ü güftarı da fesada revac vermek hususunda hayli yardım etti. Bu pişvalar kec-binliği bu kadarla da bırakmadılar. Dünyadan bi-haber toy kızları yalnız başlarına Avrupa’ya tahsile gönderdiler. Hükumeti teşvik ede ede nihayet devair-i devleti vukufsuz işe yaramaz kadınlarla doldurup Hazine’yi beyhude ızrar ettiler. Genç tullab ve talibatı darulfünun konferanslarında bir araya getirip guya ma’lumatlarını tevsia çalıştılar. Darülelhan talibatına Darulfünun konferansı salonunda ahenkler yaptırıp sütunlar dolusu sitayişlerle alkışladılar. Bu mesainin en zararsız semeratı kadınları ta’bir-i amiyane demesi de budur. Hayası edebi bakı kalan bir kadın veya erkek elbette bu rezileyi irtikab etmez. Vakıa fuhşun sebeb-i yeganesi bu değildir. Onun birçok esbabı daha vardır. Fakat bizim bunlar miyanında en kuvvetli gördüğümüz sebeb bu olduğu için bu noktada ziyadece Hem bu gibi şeyleri tervic etmek fuhşun fürceyab-ı duhul olabileceği bu büyük kapıları açmak hem de fuhuş çoğaldı diye şikayet etmek bizce noksan-ı mantıka delalet eder. Vakıa fakr u sefalet de fuhşun esbab-ı şuyuundan biri olabilir. Fakat insaf edelim. Cinseynden iki gencin bir araya getirilmesini teshil etmek kadar müessir midir? Bizim ahlak ve fuhuş hakkındaki fikir ve nazarımız öteden beri bu idi. Şimdi de yine budur. Şimdiye kadar yapılan şeylerden çıkan netayic de hep anlayışımızı takviye edip durdu. Milletin ahlakını düzeltmek için ibtida dinini selb etmek ale’d-derecat onu hazm edemeyeceği i’tiyadat ile su’-i ahlak tuhmesine uğratıp ondan sonra muasır insan etmek hiçbir alim-i ictimainin kabul edemeyeceği tarz-ı haldir. Bizim yakın vakitlere kadar –terakkımize pa-bend olan ictimai birçok nakayıs-ı ahlakıyyemiz pek temiz pek salim ahlakımız var idi ki bu kuvvetini dinden mehafetullahtan alırdı. Allah’ı unutturmakla mehafetullahı kalblerden nez’ etmekle muasırlaşırız kıyasıyla ahlak ile menba’-ı kudsisi arasındaki şehrahlar tahribe uğradı. Şurasını iyi bilmelidir ki bu millet müslümandır. Ahlakının menbaı din-i İslam’dır. Fezailini oradan almıştır. Rezaili de beden ve ruhuna yabancı ellerle aşılanmıştır ve giriftar olduğu maraz-ı ahlak mikrobunun deva-yı acili kalbine kuvvetli bir iman şırıngası yapmaktır. Marazın kendisinden de sebebinden de seyrinden de bi-haber olan acemi hekimlerin edecek bir lutufları varsa hastayı biraz da rahat döşeğinde bırakmaktır. Yoksa tarihin bize hikaye ettiği milel-i salifenin akıbeti gibi bu milletin de sonu inkıraz ve izmihlaldir. Hem de korkarız ki bunun arkasından ağlayanı da olmaz…. MUSIBET DE MI KAR ETMIYOR? Ben bir köy imamıyım. İstanbul gazetecileri kadar bilgiçliğim yürektendir. Onlar süslü süslü yazılar yazarlar yüksek yüksek fikirler ortaya koyarlar. Amma kendileri yazar kendileri okurlar. Ben ise süs için yazmıyorum. Bilgiçliğimi izhar için söylemiyorum. Hastahanenin içinde bulunuyorum da marazları yakından görüyorum. Yüreğim kan ağlıyor. Bu gidişle nasıl felah bulacağız? diye hayrette kalıyorum. Ye’se düşüyorum. Bazen fütur da getiriyorum. Çünkü nereye baksam inhıtattan başka bir şey görmüyorum. Avammı bir türlü havassı bir türlü. Ne hacısında hayır kalmış ne hocasında. Herkes kendi menfaatinden başka bir şey düşünmüyor. Millete yol gösterecek gazeteler bile şahsiyattan fırka kavgalarından baş kaldırdıkları yok. Onlar ki milletin rehberleri olacaktır böyle olduktan sonra artık kimsede kabahat bulmaya mahal yok. Bu menfaatperestlikle bu ahlak düşkünlüğü ile bir cem’iyet değil bir aile bile yaşamaz. Yangın saçakları sarmış. Biz hala sen ben! diye boğaz kavgasında. Ne din kaldı ne iman. Efrad arasındaki bütün rabıtalar çözüldü. Herkes birbirinin gözünü oymaya çalışır kesesini boşaltmaya uğraşır sonra da hiç kimse kabahati üzerine almaz. Doğrusunu isterseniz hiç kimseye levm etmeyelim. Bu hususta levm edilecek bir kimse varsa o da nefsimizdir. Biz müstahak olmasaydık bu felakete uğramazdık. Biz bozulduk. Allah da bizi darmadağınık etti. Müslümanlıkla adlarımızdan başka hiçbir alakamız kalmadı. Ne namaz ne niyaz ne oruç ne zekat. Binanın temellerine varıncaya kadar yıktık. Diyanet namına fazilet namına meydanda hiçbir şey bırakmadık. O asil an’anelerimizin o ali şeairimizin yerinde bugün yeller esiyor. İ’tikadsızlık ahlaksızlık iliklerimize kadar muyor. Haya denilen fazilet bugün muayyebat sırasına geçti. Halbuki insanlık haya ile kaimdir. Hayayı kaldırdıktan sonra Geçenlerde İstanbul’a gelmiştim de kadınların halini görmüştüm. Aman Yarabbi! O ne kıyafet! O ne hal! Karılar kızlar sokaklara dökülmüşler. Yüzlerini gözlerini türlü türlü boyalarla boyamışlar. Kıvrım kıvrım saçlarını zülüflerini yüzlerine dökmüşler. Göğüslerine kadar açılmış saçılmışlar. Dar fistanlara bürünmüşler. Sokakları ölçüyorlar. Mağazadan mağazaya girip çıkıyorlar. Müslümanlık şöyle dursun ne edeb kalmış ne haya. Bilmem ki bu gidişle bizim için felah mümkün müdür? Bu ahlaksızlıkla bu münafıklıkla bu sahtekarlıkla bir millet bir cem’iyet yaşar mı? Şehirler öyle olduğu gibi köyler de bozulmaya başladı. Ahlak ve adab-ı milliyye buralarda da günden güne sukut etmekte. İçki belası bütün Anadolu’yu kasıp kavuruyor. Müretteb plan dairesinde Koçuların Kostilerin köylere varıncaya kadar açtıkları meyhaneler cayır cayır işliyor. Gençler zehirleniyor. Ahlak sukut ediyor. Gittikçe bina çöküyor. Aman Yarabbi! Ne hale gelmişiz ki musibetin de artık faydası olmuyor. Bu kadar felaketlere uğradığımız halde yine intibah hasıl olmuyor. Bilakis rezaletler çoğalıyor. Nerede bu memleketin bu dinin sahibleri? Beyabanlarda mı kaldık? Cehennemlere mi düştük? Aman Yarabbi! Sen bizi bu dalaletten kurtar. Hidayete eriştir. Yoksa göçüyoruz. Bizimle beraber nurun da bu diyardan göçüyor… MÜSLÜMANLARI YÜKSELTMEK LÜZUMU Amerika Reis-i cumhuru Wilson refakatinde bulunan Mister Gibon’un “İslamlar efendi değil dost istiyorlar” mealinde söylediği sözler cidden pek ziyade haiz-i kıymet ve ehemmiyyettir. Bu sözler senelerden beri yalnız acı hakıkatler yacağını gösterir muvahhiş haberler dinlemeye alışmış olan müslümanların yanık kalbine az çok bir reşha-i teselli serpecek mahiyettedir. Garb alemi zaten kadimden beri alem-i İslam’a ve o miyanda Türk milletine karşı haksızlık insafsızlık ve hatta gadr etmek ile tearuf etmiştir. Alelumum akvam-ı İslamiyyenin hakıkaten pek çok hasail-i fıtriyye ve fezail-i müktesebe sahibi olduklarını Hıristiyan alem-i medeniyyeti tanımamayı tasdik eylememeyi kendine bir şiar edinmiştir. Bundan dolayıdır ki alem-i det ve münaferet hüküm sürmekten hali kalmamıştır. Garblıların müslümanlara karşı böyle bir meslek ta’kıb etmeleri kanatlerinin o yolda olduğundan ziyade makasıd-ı siyasiyyeden mütevellid bulunduğuna şübhe edilemez. Zaten Amerikalı Mister Gibon da kısmen tercüme edilen makalesinde bu ciheti sarahaten i’tiraf ve bundan dolayı alem-i medeniyyeti insafsızlık ve basiretsizlik ile ithamdan çekinmiyor. Milel-i Hristiyaniyyenin bu yanlış siyaseti ise ancak İslamiyetin büyük kuvve-i siyasiyye olabileceği korkusundan Nitekim Mister Gibon makalesinde bunu da söylüyor ve bunun esbabı hakkı[n]da bazı izahat veriyor. Amerikalı fazılın nokta-i nazarına göre Abdülhamid düvel-i garbiyyenin daimi surette hükumet-i Osmaniyyenin hukukuna tecavüz politikasını ta’kıb eylemesine karşı memleketini müdafaa bunun için de ittihad-ı İslam politikasını ta’kıbe başlamıştır. A[b]dülhamid-i Sani’nin böyle bir siyaseti ne dereceye kadar esaslı surette ta’kıb ve tatbik ettiği ve Avrupa’nın Türkiye’ye ve teşmilen bütün akvam-ı İslamiyyeye karşı reva gördüğü tazyik politikasının esbab-ı müvellidesinden olduğu pek ziyade muhtac-ı tedkık ve ta’mik bir mes’eledir. Abdülhamid belki hakıkaten bir ittihad-ı İslam vücuda getirmeyi düşünmüş ve bu yolda zemin ü zaman müsaid oldukça ve bilhassa kendi siyaset-i dahiliyyesinden meydan buldukça bazı teşebbüsat da icra etmekten hali kalmamıştır. Fakat Avrupa’yı asıl korkutan ve akvam-ı İslamiyyeye karşı daimi surette ihtirazla harekete sevk eden sebeb-i hakıkı bu değildir. Çünkü Avrupa daha eski tarihlerden beri akvam-ı İslamiyyeye karşı tazyik siyaseti ta’kıbine başlamış ve bilahare devr-i Hamidide bir ittihad-ı İslam siyaseti temayüllerini görünce tazyikatını tezyid etmiştir. Medeniyet-i garbiyyenin müslümanlardan ihtiraza düşmesine ve hatta bir nevi’ korku bile hissetmesine başlıca sebeb İslamiyetin cidden pek büyük bir kuvvet olduğunun takdir edilmesidir. Yalnız milel-i garbiyye bu hususta hataya düşmüşlerdir ki o da bu büyük kuvvetin lede’l-icab mütearrız bir kuvvet halini iktisab edebileceği zehabından tevellüd etmiştir. Halbuki mahiyetinde kalmıştır. Bu kuvve-i ictimaiyyenin ise kıymet ve ehemmiyeti hakıkaten pek büyüktür ve şurası şayan-ı teessüftür ki bunun kıymetini bilhassa biz Türkler hakkıyla takdir ve idrak edemiyoruz. Devr-i Hamidide bizzat Halife’nin de İslam siyaseti tarafdarı olduğuna göre hissiyat-ı İslamiyye inkişaf-ı maarifin o kadar tahdidata tabi’ tutulmasına rağmen yine pek zinde bir halde idi. Meşr[u]tiyet geldikten ve hürriyet-i siyasiyye bu hissiyat za’fa duçar olmaya başladı. Halbuki meşrutiyetin bize bahş ettiği hürriyet-i ictimaiyye hürriyet-i siyasiyyemiz gibi hiçbir metin esasa müstenid bulunmamakta idi. Fikren ve terbiyeten serbest bir idareye ne kadar hazırlanmamış muyor idik. Bundan dolayı idi ki hayat-ı ictimaiyyemizi ıslah ve i’la yolunda vuku’ bulan teşebbüsatımız hep hatalı idi ve bu hataların başlıcasını da bilhassa hissiyat-ı diniyyemizin za’fa duçar olması teşkil etti. Halbuki hissiyat-ı İslamiyyenin kuvvet ve ehemmiyetini takdir edecek bunca esbab-ı asliyyeden hiçbiri olmasa alem-i İslam’a alem-i medeniyyetin atf ettiği ehemmiyet bize akaid-i İslamiyyemize kemal-i kuvvetle sarılmaya ne kadar muhtac olduğumuzu isbata kifayet etmek lazım geliyordu. Bugün akvam-ı İslamiyyenin milel-i garbiyye nezdinde kendini saydırabilecek bir yükseklikte olmamasında bizim memleketimizde cereyan eden bu halin de külli te’siri bulunduğunda şübhe etmemeliyiz. Çünkü takdir ettikleri ve hatta kuvve-i ictimaiyyeye bir de kuvve-i siyasiyye izafe ettikleri halde biz yalnız kendi kendimizden emin bulunmuyoruz. Kendi kuvvetimizin derecesini bilhassa kendimiz takdirden aciz kalıyoruz. bundan dolayıdır ki milel-i garbiyye bize dost değil efendi muamelesi etmek salahiyetini kendilerinde görüyorlar. Halbuki akvam-ı İslamiyyenin ma’nen selamet ve rehasında rehberlik ve mürşidlik hizmetini görebilecek olan biz Türkler bir kere hissiyat-ı İslamiyyenin kıymet ve ehemmiyetini bi-hakkın takdir edebilsek ve teali-i ictimaimizin ancak terbiye-i mi ile kabil-i husul olacağını anlayabilsek her halde bütün akvam-ı İslamiyyeye garb medeniyeti başka bir nazarla bakmak lazım geleceğini idrakte pek geç kalmazdı. Çünkü terbiyesi yüksek seciyesi kuvvetli hiçbir kavim yoktur ki hatta siyaseten zir-i tabiiyyetinde bulunduğu millete ihsas-i hürmet etmeye muvaffak olmasın. Şu halde bugün akvam-ı tahakküm-i siyasi değil ve fakat tahakküm-i ictimaiden kurtarılması için her şeyden ziyade çalışmamız iktiza eden nokta müslümanların terbiye-i fikriyyece yükselmesi olmak lazım gelir. edebilecek olursak “müslümanlar efendi değil dost istiyorlar” kavlinin natık olduğu temenniyi haricden kimsenin muavenetine lüzum kalmaksızın kendi kendimize tahakkuk ettirmeye muvaffak olabiliriz. MÜSLÜMANLAR NE ISTIYOR? Mukadderat-ı beşeriyyenin tesbiti değil ta’yini için toplanacak olan Paris Kongresi’nde ne gibi amal ü efkarın hakim olacağını şimdiden ta’yin etmek mümkün değilse de teraşşuh eden rivayetlerden ketm edilemeyen arzulardan Kongre Salonu’nun nasıl bir heva-yı ihtiras ile meşbu’ olacağı az çok sezilebiliyor. Maamafih evail-i hayatında dini bir meslek ve terbiye altında perverişyab olan ve bilahare meratib-i dünyeviyyenin zirvesine i’tila eden Mösyö Wilson’un beşeriyete yeni bir hayat açmak azmiyle ortaya attığı prensiplere Fakat yeni dünyanın yeni his ve yeni fikirleri acaba eski dünyanın rüsub bağlamış ihtiraslarına tebellür etmiş an’anelerine tamamıyla galebe edebilecek mi? Avrupa’nın eskimiş fakat henüz zindeliğini gaib etmemiş olan siyaseti beşeriyetin koştuğu yeni hayatın icabatına göre bir istihale geçirerek yeni bir istikamet alacak mı? Yoksa eski müntesibleri; vaz’iyetin te’min ettiği buhar-ı neşve ile sermest olarak yalnız menafi’-i haliyyeyi mi derpiş edecekler?... Bu suallerin cevabını pek uzak olmayan bir atide öğreneceğiz. Her halde umumi Sulh Konferansının sahne-i şuuna birçok yeni nevzadlar ithaf edeceğinde şübhe yoktur. Fakat öyle görülüyor ki siyasiyyun zabıta-i cihanı nasıl çizerlerse çizsinler dünkü zihniyetlerin idamesine imkan yoktur. Beşeriyet girdbad-ı ihtiyacla yeni bir hayata yeni bir şekl-i büyük siyasiler en nüfuzlu dahiler de kudretyab olamayacaktır. Seylabe-i efkar uğultulu cereyanıyla nereye gidecek ne vadilere düşecek? Bunu da halihazırda bütün anatıyla ta’yin ve tesbit etmek kabil değildir. Beşeriyetin sürüklendiği bu yeni hayatta acaba bizim ve bizimle beraber pek ziyade alakadar olmamız icab eden İslam aleminin mukadderatı ne olacaktır? Eğer önümüzdeki Sulh Konferansında beşeriyet düsturu hakim olur adalet prensipleri ihtirasat entrikalarına galib gelirse bizim ve İslam aleminin nasibe-i hayatisinin de tecavüz ve haksızlıklardan azade kalabilmesi me’muldür. Aksi takdirde ise beşeriyet adl ü hakkın galebesi gibi yaldızlı ve iğfalkar cümlelerle yine muzlim ve meşkuk bir atiye doğru sevk edilmiş olacaktır. Biz bu tereddüd ve iştibahı Amerika’nın ma’ruf erbab-ı kaleminden Hepert Adam Gibon’un Vakit gazetesinin Kanunisani tarihli nüshasında icmal edilen bir makalesinde görüyoruz. Avrupa siyasiyyun ve [erbab-ı] kaleminden pek azına nasib olan bir nüfuz-ı nazar sahibi olduğu bu makalesiyle de anlaşılan Mister Gibon bile eski Avrupa’nın yeni fikirlerle kolayca ünsiyet edebileceğinde bi-hakkın tereddüd ediyor. Köhne siyasetin bu defa da beşeriyet adalet temdin gibi parlak ve cazibedar kisvelere bürünerek yarın için de hakim olmak isteyeceğinden korkuyor. Avrupa’nın iki üç asırdan beri Türkiye ve İslam alemine karşı ta’kıb ettiği siyaseti haklı olarak tenkıd eden bu makalede Mister Gibon Şark Mes’elesinde İslamiyet’in kendine mahsus bir ehemmiyeti bulunduğunu ihtar ettikten sonra diyor ki: “Şimdiye kadar Avrupa’nın müslüman alemine karşı hatt-ı hareketi menfaat ve istila fikirlerine istinad etmiştir. Avrupa ticari ve siyasi istila hareketleri neticesinde müslümanlarla temasa gelmiş ve Avrupa’nın İslam alemine karşı beynelmilel siyaseti daima tehdid ve menfaat üzerine teessüs etmiştir.” Mister Gibon intak-ı hak mahiyetinde olan şu açık ve doğru sözleriyle müslümanlardan ziyade bi-taraf garb aleminin anlaması icab eden bir hakıkati i’lan etmiş oluyor. Hiç şübhe yok ki Avrupa alem-i İslam ve bilhassa bizim ile yakından temasa başladığı günden i’tibaren pek nadir olarak samimi bir çehre arz etmiş daima gizli gayeler peşinde dolaşmıştır. Türklerin ve diğer müslümanların saha-i temeddünde asrın icabatı derecesinde terakkı edememiş olmalarının asıl sebebini de yine Avrupa’nın bu siyasetinde aramak lazımdır. Her yerde mağdur ve makhur olan daima tehdid ve tahkır gören müslümanlar cihanda kendilerine yine kendilerinden başka samimi ve hakıkı dost bulunmadığını anlamaya başlamış Avrupa siyasetine karşı daima havf u haşyetle bakmışlarsa her halde bunun mes’uliyeti ne kendilerine ne de dinlerine aid değildir. Bunun hakıkı sebebini Mister Gibon’un dediği gibi Avrupa’nın daima tehdid ve intifa’ ile memzuc olan istila siyasetinde aramalıdır. Son asırda müslümanlar arasında beliren nahda-i fikriyyeyi dan mütevellid bir intibah diye telakkı etmek daha munsıfane olur. Unutmamak icab eder ki herhangi kavimden olurlarsa olsunlar bütün müslümanlar dinen birbirlerinin kardeşidir ve müslümanlar bunu böyle i’tikad ederler. Bu akıde icabatı olarak yekdiğerinin saadet ve felaketlerinden müteessir olmamaları mümkün değildir. Eğer garazkarların müslümanlara isnad ettikleri iftiraların menşei müşterek felaketin tevlid ettiği yek-ahenk tazallüm ve iştika ise bundan mes’ul olacakların müslümanlar değil onların tazallümüne sebebiyet verenler olması icab etmez mi? Hem yıkarsın darbe-i tiğ-ı sitemle alemi Hem yine dersin ser-i kuyumda feryad olmasın Acaba insanlar müdrik ve hassas oldukça bu kabil midir?... Şark ile garbı ayıran Müslümanlık ve Hıristiyanlık değil Avrupa’nın hırs ve istila politikasıdır. Avrupa müslümanların lerine samimi bir meveddetle muavenet ve rehberlik edeceğine bilakis bu politika icabatı olarak daima buhrandan buhrana sürüklenmelerine sebebiyet vermiştir. Avrupa’nın ma’hud şark siyaseti tedkık edilince bu hakıkat bütün uryanlığı ile tezahür eder. Osmanlı İmparatorluğu’nda ne vakit bir meyl-i teceddüd ve teali görülmüş ise başta Rusya Çarlığı olmak üzere bu hareket daima istila hırsını ta’kıb edenlerin entrikaları rekabetleri ile akım bıraktırılmıştır. Osmanlı ülkesinde asırlardan beri samimiyetle yaşayan bu siyaset ruzgarlarıyla saçılmış olduğunda şübhe var mıdır? Balkanları İslam Hıristiyan binlerce vatandaş kanıyla hunin bir şekle sokan siyasetin mes’uliyeti Çarlık emperyalizminin zimmetine kaydedilmek icab eder. Son Balkan harbinde tüyleri ürpertecek vahşetlerle imha edilen müslümanların hun-i ma’sumaneleri de yine bu siyasetin icabatı olarak akmış olduğunda şübhe var mıdır? Bu müdhiş harbde müslümanların zimmetine kaydedilmek hakıkı sebebi yine bu siyaset olduğunu Mister Gibon gibi hakıkat-perestlerin i’tiraf etmeleri iktiza eder. Harb-i umumi müsebbiblerinden biri olan maktul Çar Nikola’nın Ermenileri devlet-i metbualarına karşı isyana da’vetle yer yer ihtilaller tertib ettirmesi bu menfur istila siyasetinin icabatı değil midir? Sevahil Rumlarının vatan-perverlikle kabil-i tevfik olmayan harekat ve ef’ale tasaddileri Mister Gibon’un acı bir lisanla tenkıd ettiği bu aynı siyasete alet olmalarından mütevellid olduğu sabit olmuş bir hakıkattir. Müslümanların ve Türklerin hiçbir suretle sebebiyet vermedikleri tehcirin tatbikatında mervi olan ifrat ve şenaati ma’zur göstermeye çalışmak hatırımızdan bile geçmez. Zulüm ve şenaat ne şekilde olursa olsun menfurdur ve failler kanunen hareketlerinin cezasını görmelidir. Fakat Çarlık siyaseti olmasaydı hiç şübhe yok ki o ihtilaller müteellim eden tehcir ve taktil feciaları zuhur etmezdi. Demek ki Osmanlı ülkesinde hadis olan ve müslümanlara Hıristiyanlara karşı dini bir husumetleri olmasında değil haricden esen siyaset ruzgarlarının bir kısım vatandaşların fikirlerini zehirlemesinde aramak icab ediyor. Türkiye’ye karşı hırs-ı istiladan azade samimi bir siyaset ta’kıb edilsin o zaman görülecektir ki bu vatan evladları dinleri ne olursa olsun birer kardeş gibi yaşayacak ve medeniyetin kuvvetli bir unsuru halinde müşterek vatanlarının tealisine çalışacaktır. Elverir ki Sulh Koferansında Türkiye’ye karşı hıristiyan hamiliği siyaseti bırakılarak insaniyet ve adalet prensipleri rehber ittihaz edilsin aynı vatan evladları arasına yeni bir vesile-i münaferet sokulmuş olmasın. Eğer Türkiye’nin de bir unsur-ı temeddün olması mültezem ise din ve milliyet siyaseti gözetilmeksizin bu memleketin bütün efradına şamil olacak muntazam bir idarenin teessüsüne samimiyetle müzaheret etmekten başka çare yoktur. Türkiye’deki müslümanları saha-i beşeriyyet haricine çıkarır gibi hıristiyanların hamiliği rolünü oynamak eski ihtirası ve istila siyasetini idame etmekten başka bir şey olamaz. Halbuki Amerikalı Mister Gibon bile açık bir kalble bu menfur siyaseti bakınız ne suretle tenkıd ediyor: “Eğer Avrupa İslam alemine merdane muavenet etmiş olsaydı oralarda yaşayan insanlar da dini teceddüd sayesinde Polonya’nın akıbetini fena siyasetiyle müslümanlara da tatbik etti. Müslümanların iddia-yı hakkı ve feryadı nafile göklere çıkıyor fakat Avrupa bunu dinlemiyor. Avrupa’daki küçük milletlerin feryadını dinler gibi görünmesi de sırf siyasi menfaatlerinin gösterdiği lüzumdandır.” Asırlardan beri kurbanı olduğumuz bu menfur siyasetin Konferansında müslüman alemine tatbik edilmesi icab eden siyaseti şu iki maddede hülasa etmiş olduğunu görüyoruz: man memleketlerini taksimden tevakkı onları mahkum bir millet haline sokmaktan ictinab. ahaliyi en seri’ surette kendilerini idare edebilecek istiklallerine sahib olacak hale sokmaya çalışmak. Mister Gibon’un şu iki maddesinin Sulh Konferansında mazhar-ı kabul olmasını temenni etmeyecek bir müslüman tasavvur edilemez. Çünkü bu iki madde gizli ihtiraslardan azade bir kalble tatbik edilecek olursa beşeriyetin bir kısm-ı mühimmini teşkil eden müslümanların da medeniyetin en faydalı bir unsuru olacaklarında şübhe yoktur. Mösyö Wilson’un maiyyetinde Avrupa’ya gelen ve Sulh Konferansına iştirak edeceği anlaşılan Mister Gibon makalesine elim bir yeis içinde çırpındığımız şu müdhiş günlerde bize az çok ümid ve tesliyet verecek hak-şinaslığa ma’kes olan şu hakıkatleri de ilave etmeyi unutmuyor: “Türkiye İran Afganistan şimdiye kadar hürriyetini muhafaza etmiş müslüman memleketlerinden ma’duddurlar. Bunların istiklaliyetine dokunmamalıdır. Bunlardan biri Türkiye dünyanın su yollarından birine yani boğazlara sahib bulunuyor. Türkiye’nin boğazlardaki hakimiyeti Amerika’nın Panama Almanya’nın Kiyel kanallarına hakimiyeti gibi makbul olmalıdır. Bu kanalların hepsi birden beynelmilel olabilir. Fakat içinden birini ayırarak beynelmilel yapmak doğru olamaz. Afganistan ve İran’ın bi-taraflığı ve istiklaliyeti yalnız insaniyet nokta-i nazarından değil daimi bir sulh te’mini için de elzemdir. Sulh Konferansının en çok müşkilatla ve belki ihtilafla müzakere edeceği mes’ele Osmanlı Rusya ve İtalya’da Osmanlı İmparatorluğu’nun taksimini teklif eden birçok meşhur imzalara tesadüf ediyoruz. Bunların delailindeki düşüklük cidden şayan-ı hayrettir. Bu adamların beşerin hürriyeti için muharebe ettiklerini bet ve takdirini taleb etmeleri pek garibdir………………. Bu mes’elenin bu kadar dikenli görünmesi Avrupa diplomatlarının eseridir. Hakıkı olarak Avrupa devletleri muharebeyi hürriyet muharebesi olarak telakkı etsinler istila ve menfaatten sarf-ı nazar etsinler mes’ele basit ve kolay olur………………Türkler yahud kendini Türk addeden müslüman kısım on milyon kesafet-i nüfusu havi çok canlı bir millet kitlesidir. Onları hakimiyet altına almaktan bahsetmek ma’nasız ve budalaca bir iddiadır. Arzular her vakit hakıkat olamaz. Binaenaleyh Yunan Ermeni ve Suriye hududunu çok i’tidal ve dikkatle çizmelidir.” Fil-hakıka nüfus-ı umumiyyesinin yüzde doksan beşini likya’nın Ermenilerle ne münasebeti olduğunu biz bir türlü ka’nın ihtirastan azade sadasının hayal arkasında koşanları susturabilmesini temenni edelim. Hele İzmir ve İstanbul gibi Müslümanlık ve Türklüğün nüvesini teşkil eden mukaddes toprakların Türk ve İslam kanıyla yoğurulmuş olduğunu hiçbir zaman unutmamak icab eder. Hülasa biz Avrupa’dan lutuf değil adalet; tehdid değil hakkaniyet; himaye değil dostluk istiyoruz. Eski siyasetçiler bunu ihata edemeseler bile beşeriyetin yürüdüğü yeni hayat bunu bize te’min edecektir. Elverir ki hakkımızı varlığımızı tanıttırabilecek bir eser-i hayat ve mevcudiyet gösterebilelim. Payitahtımızda bu hafta içinde vukua gelen hadiselerin en mühimmi ekmek mukavelenamesi idi ki günlerce yevmi matbuatı işgal ederek sütunlar hatta sahifeler dolusu muharrirlerimize yazı yazdırmış ve muhbirlerimize de –vesait-ı nakliyyenin fıkdanına rağmen– pek vasi’ bir cevelangah açmıştır. Bu hususta tacirlerin değirmencilerin simsarların tehassısların ara’ u efkarına müracaat edilip nokta-i nazarları mütalaaları alındıktan sonra gazetelerle –efkar-ı umumiyyeye arz olunmak için– hükumet tarafından bir beyanname neşrolunmuştur. Matbuatımızdan bir ikisi müstesna olmak üzere hemen hemen muhalif ve muvafık kısm-ı azimi bu mes’ele etrafında dur u dıraz amik u dakık tahkıkat ve tedkıkatta bulunduktan sonra hükumet-i hazıranın bu işi layıkı vechile düşünemediği ve ehline tevdi’ eylemediği neticesi çıkarılmıştır. Bu kadarla da iktifa edilmeyip mes’elenin hüsn-i niyyetle ta’kıb edilmediğini de birçok gazeteler uzun hesablar amme neticesinde mezkur mukavelename fesh olundu. Bu hususta munsıfane ve bi-tarafane bir mütalaada bulunmak lazım gelirse şunu bunu itham ile namus ve haysiyetlerine dokunmaktan sarf-ı nazar hükumet-i hazıraya mensub yalnız birkaç nazırın bu işin uhdesinden gelemediği ve beceriksizlikte bulundukları vazıhan anlaşılmıştır. Bu kadar açık bir letimizin devletimizin mukadderatı mevzu’-i bahs iken– iş başında bulunmaları hikmet ve siyaset-i hükumet nazarından bittabi’ tecviz edilemez. Bu hatanın tashihi ile efkar-ı umumiyyenin teskini beklendiği bir sırada kabinenin tebeddül ederek aldığı şekl-i ahir mes’eleyi bütün bütün iğlak etti. Sükun beklenilen bir zamanda bu kadar velveleye sebebiyet vermek her kimin tarafından olursa olsun asla doğru değildir. Rical-i hükumetten beklenen şey [ ] sükutu te’min etmektir. Sulh Kongresi Paris’te derdest-i in’ikad bulunduğu bil-cümle devlet ve milletlerin mümessilleri oraya dört na’l hala hareket ve azimetlerine dair kat’i bir emare görülmemesi keyfiyeti de müslümanların nazar-ı dikkatini celb etmeye başlamış biraz da halkı vahime ve tereddüde ilka etmiştir. Müslümanların Tevfik Paşa kabinesinden bekledikleri faaliyet ve hizmet pek mühimdir. Hiç olmazsa bu badire neticesinde müşarunileyhin ikdamat ve teşebbüsat-ı vatan-perveranesiyle milletimizin memleketimizin pek az bir zararla çıkması umumun arzusunu teşkil ediyor. Öbür tarafta görülüyor ki Rumlarla Ermeniler yağlı bir lokma bir parça koparabilmek için dahilde ve haricdeki mütefekkirleri [müttefikleri] vasıtasıyla azim bir faaliyetle çalışmakta ve ihzaratta bulunmaktadırlar. Arzularını maksadlarını yerine getirmek için de İstanbul’da ve İzmir’de her mesai husule gelmiş iken maatteessüf müslümanlar arasında bu ince noktalara ehemmiyet verilmemekte ve günden güne çoğalmakta olan fırkalarla müntesibleri değerli vakitlerini memleket ve milletin te’min-i menafiine sarf etmeyip sırf mücadelat ve münakaşat ile izaa etmektedirler. Her şeyden ziyade bizi düşündüren ve dilhun eden bir mes’ele varsa o da milletle hükumet arasında caygir olması lazım gelen revabıt-ı hasenenin fıkdanıdır. Halbuki ancak bu irtibat sayesinde işi mihver-i matlubuna irca’ ve mukadderat-ı memleket sıyanet ve muhafaza olunabilir. Matbuat elele verip müttefikan çalışacak olurlarsa millet ve hükumeti birleştirmeye muvaffak olunacağı şübhesizdir. Bin-netice sadalarımız arzularımız amal ve metalibimiz yerleşir ve siyaset-i umumiyye-i cihan gramofonundan biz Türkiye müslümanlarının sesleri yek-ahenk ve yek-sada aks eder ki bu ma’kul ittihad ve ittifak sayesinde pek az zararla bizi tehdid eden girivelerden tahlis-ı giriban edebiliriz. Patrikhane intihabatının geri kalması sırf bir fikr-i siyasiye vabestedir. Halihazırda patrik intihabatı Rumların işine gelmez. Çünkü Patrikhanece Rumluk nüfuz-ı dinisinin eskisi gibi iadesi ve eskiden beri Rum Patrikhanesi’nin nüfuzu tahtında olup da şu son senelerde Patrikhane’den ayrılan kitle ve anasırın tekrar Patrikhane nüfuzu altına celb edilmeleri düşünülmüş ve bu yolda vasi’ mikyasta propaganda icra edilmekte bulunmuştur. Gözümüze öyle çarpıyor ki Patrikhane halihazırdaki belediye ve mahalle intihabatında pek büyük bir rol çevirmekte ve nüfuslarını hal-i hakıkısinden ziyade çok göstermek fikrinde bulunmaktadır. Bunu diğer iktisadi bir fikir daha ta’kıb ediyor ki o da Rum zenginlerinin –hususuyle harb içinde cahil müslümanları alet ittihaz edip de servetlerini milyonlara emlak arazi ve akar satın alıp fırsattan istifade fikrini ta’kıb eylemeleridir. Rumların bu uyanıklıklarıyla biz müslümanların gafleti bir müddet daha böyle devam ederse günün birinde göreceğiz ki değil yalnız İstanbul’umuza ihtimal ki Anadolu’daki vasi’ arazimize Rumlar sahib ve malik kesilecek bizim ise onlara karşı rencberlik hizmetçilik etmekten başka vaz’iyetimiz kalmayacaktır. Bu ma’ruzatımıza misal olmak üzere Filistin’deki Yahudilerin Sahyun Cemiyetleri vasıtasıyla bol para saçmak sayesinde elyevm bütün o mübarek araziye sahib kesilerek rü’yada bile tasavvur edemedikleri bir Yahudi devleti –bizim cehaletimiz neticesinde– teşkil edebilmeleridir. Hadisat-ı dahiliyye sırasında hastalıktan ekmeklerin fenalığıyla tevziat emrindeki adem-i intizamdan ortalığı tehdid eden hastalıklardan vesait-ı nakliyyenin fıkdanından artık bahsetmeyi zaid görüyoruz. Çünkü defaatla bunları ariz u amik mevzu’-i bahs ettik ve henüz her şeyi hal-i aslisinde buluyoruz. Hasılı haftalar teakub ettikçe işler salah kesb edeceğine maatteessüf daha ziyade karışıyor. Sükun yerine heyecan faaliyet yerine keşmekeş çoğalıyor. Allah akıbetini hayr eylesin. Avrupa matbuatı bu sıralarda hep Sulh Konferansından Cem’iyet-i Akvam’ın suret-i teşkilinden tazminattan teslihatın tahdidinden bahsediyorlar. İngiltere Amerika Fransa ve sair –muharib ve bi-taraf– hükumetler sulh murahhaslarını ta’yin ederek sulh masası başında ta’kıb etmeleri lazım gelen mesail ve mebahise müteallik murahhaslarının ellerine programlar hatt-ı hareket ve salahiyetlerine dair de ayrıca muktezi olan ta’limatnameler vermişlerdir. teşkil ve parlamento intihabatını da ikmal eyledi. Cihanın mukadderatını ta’yin için İngiltere’de el-yevm büyük faaliyet hüküm-fermadır. Nutuklar birbirini vely ediyor. İngiltere’nin gayesi atiyen Almanya’yı bir daha İngiltere menafiine karşı rekabet edemeyecek bir hale kalb ve tebdil etmeye ma’tuf olsa gerektir. uğraşmaktadır. manlarda pek mühim bir nutuk irad ederek tazminat-ı harbiyye ve demiştir ki: “Almanya devleti müttefik devletlerin karada ve denizde harb için ihtiyar ettikleri masarifin hey’et-i mecmuasını son santimine kadar vermesi lazım gelir.” Müşarunileyh sözünü teslihatın tahdidine ve Cem’iyet-i Akvam’ın teşkiline nakl ile “Bu harbden sonra artık muharebe vuku’ bulmayacağını teslihatın tamamen faydasız bir şey olacağı nihayet akıl ve mantıkın kuvvet ve şiddete galebe edeceği fikrinde olanların re’yine tamamen iştirak edemeyeceğini” beyan etmiştir. Ve “hatta en müsaid ahval ve şerait altında bile ortada nizam ve intizamı te’min için bir kuvve-i zabıta bulunmak lazım geleceğini denizlerde lazım gelen kuvve-i zabıta vazifesini Britanya gemileri tamamıyla bi-taraflık ve hakkaniyet dairesinde ifa edebileceğini ve bunu adl ü hakka tarafdar olan bilumum milletlerin hüsn-i telakkı edeceklerini” de ilave eylemiştir. Müşarunileyhin kanaatine nazaran “Eğer Britanya’nın hakimiyet-i bahriyyesi olmasaydı gerek İngiltere ve gerek hür ve serbest bütün milletler Almanya’nın rekabet ve hakimiyeti altında bin-netice ezilirdi.” Baladaki sözlerden anlaşılıyor ki İngiltere’nin tahdid-i teslihattan maksadı kendi rakıblerinin kudret ve kuvvetlerini tahdid etmek ve ileride kendi kuva-yı berriyye ve bahriyyesiyle cihanı istediği gibi kontrol altında bulundurmaktır. Almanya nakden birçok tazminat verecek bahriyesi sıfır derecesine inecek silahı elinden alınacak alem-i ticaret ve olunacaktır. Cem’iyet-i Akvam’a gelince buna şimdiden bir türlü akıl ermiyor. Bu cem’iyet kuvvete karşı nasıl teşekkül edecek ve atiyen yeryüzündeki milel-i muhtelife hukuk-ı sarihalarını hangi kuvvet ve kudrete müsteniden sıyanet edebileceklerdir? Bize kalırsa en son söz Amerika Reis-i Cumhuru Mister Wilson’un olacaktır. Mister Wilson kendi prensipleriyle cihan halkına birçok va’dlerde bulunmuştur ki her millet bu va’dlerin hükumetin beyanatına bakılırsa tahdid-i teslihat sırf mağlub hükumetlere karşı tatbik edilecek ve galibler eski kuvvet ve kudretlerini muhafaza etmek hakkına malik olacaklardır. Bu nüyor. Bunlar nasıl te’lif edilecek? İhtilaf halinde mes’elenin hali neye müncer olacak? Yeryüzündeki akvam-ı İslamiyye Wilson prensiplerinin tamamıyla ve adilane bir surette tatbikıne tarafdar olabilirler. Fakat o prensiplerin cihet-i tatbikıyyesi de henüz ortaya konmadı. Amerika ricalinin bu husustaki beyanatı mütenakızdır. Müslümanlara karşı hak ve adalet gözüyle bakacak kadar taassubdan azade bir siyaseti biz henüz ne Avrupa’da ne de Amerika’da görebiliyoruz. Onun için arzın tahakkümler altından halasına biz inanamıyoruz. Eğer Wilson cenabları kendi prensiplerinin hakkıyla ta’kıb ve tatbik edilmeyeceğini hissederse acaba sulh masasının başında ilanihaye oturabilecek mi? Yahud bu mühim mes’eleyi yarı yolda bırakıp gidecek mi? Hasılı sulh deyip de geçmemeli. Önümüzde o kadar azim akabeler vardır ki onları atlamak o kadar kolay bir iş değildir. Sulh neticesinde akvam ve milel-i cihan kendi haklarına malik olmayacak olurlarsa ileride bu sulhun hiçbir fayda te’min edemeyeceğine emin olmalıdır. Bilakis yeni baştan cihanı hayrete ilka edecek birçok felaketlerin hudusüne intizar etmelidir. Almanya Rusya işleri ise gittikçe birbirine benzemekte ve Rusya’daki mefkure vasi’ bir surette Almanya’ya sirayet eylemekte olduğundan yüz milyonlarca nüfusa malik olan bu iki memlekette sulh ve müsalemeti emniyet ve asayişi felakete serfüru etmeyecekleri hatıra gelir. O halde Sulh Konferansında bu gibi mesail-i mu’dıle kemal-i adalet ve nasafetle halledilmezse ve yalnız İ’tilaf devletleri arasında ittihaz olunan mukarrerata mümessillerin bir iş görülmüş olmayacaktır. ZAVALLI İSLAM MEMLEKETLERIMIZ NE HALDE! Ahiren şehrimize gelen Beyrut Sultanisi Müdürü Behcet Bey’in Tasvir-i Efkar refik-ı muhteremimize vaki’ olan beyanatına göre Suriye ve Filistin’de üç hükumet mevcuddur: mıyla İngilizlerin kontrolü altında Yahudiler tarafından idare olunmaktadır. zi’nin şimaline kadar olan kısım ki deniz sahillerini ve Lübnan’ı havi olup Fransızların idaresi altında bulunmaktadır. dahiliyyeyi muhtevidir ki İngiliz kontrolü altında hükumet-i Haşimiyye tarafından idare edilmektedir. Bugün Fransızların idare ve işgali altında bulunan Beyrut şehri me’murin-i Osmaniyyenin mufarakatini müteakıb hükumet-i Haşimiyye tarafından idare edilmeye başlanmış hatta emakin-i resmiyyeye hükumet-i Haşimiyye bayrağı bile çekilmiş. Fakat bu hal çok devam etmemiş İngiliz ve Fransız müfrezeleri şehri işgal ederek mezkur bayrağı indirmişler ve Suriye’nin mukadderat-ı atiyyesi ta’yin oluncaya kadar hiçbir devlet bayrağının keşidesine müsaade edilmeyeceğine dair bir beyanname neşretmişlerdir. Çok geçmeden umur-ı vilayeti temşiyet etmek üzere Emir Faysal tarafından ta’yin olunan Şükrü Paşa Eyyubi de kaldırılarak yerine Fransızlar Miralay Pyepab’ı ta’yin etmişlerdir. Türkçe kaldırıldıktan sonra bir müddet muamelat-ı resmiyyede cari olan Arapça lisanı da yavaş yavaş kaldırılmakta ve yerine Fransız lisanı kaim olmaktadır. Mekteplerde de tedrisatın Fransızca icrası mukarrerdir. Me’murin-i müslime yerine Fransız tarafdarı olan hıristiyan Suriyeli me’murlar ta’yin olunuyor. Bu suretle idare-i vilayet bütün bütün Fransızlaşmaya başlamıştır. Bu ahvale karşı ahalinin ekseriyet-i azimesini teşkil eden Müslümanlara nisbetle pek ekalliyette kalan Maruniler yani hıristiyan Araplar ise meserretler içindedir. Wilson prensipleri ne güzel tatbik olunuyor! ferman-ı İlahisinden udul eden akvam-ı ESRAR-I KUR’AN Münafıkların aralarında yaşadıkları ümmetler için en tehlikeli mühim ve ulvi makasıdı istihdaf eden erbab-ı da’vetin mesai-i neşriyyelerini akım bırakmak için en muzır ve en belalı bir unsur teşkil etmekte olmaları fukaha-yı edeceğini tedkık ve teemmüle sevk etmiştir. Bir kere şurası muhakkaktır ki Resul aleyhisselam münafıklardan keff-i yed etmiş katl ü izale-i vücudları cihetine gitmemiştir. Bazıları meslek-i Peygamberinin sırr u hikmetini Sahihayn ’da mevcud olan hadis-i şerife istinaden izah ile: “Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz bunlara karşı şiddet ve satvet mesleğini ta’kıb ettiği takdirde “Muhammed aleyhisselam kendi adamlarını öldürüyor.” tarzında Arablar arasında güftügu hususuna sebebiyet vermiş olacak bu yüzden fitne çoğalacak A’rabdan kısm-ı mühimminin kalblerinde Diğer bir kısmı mes’eleyi şu vechile ta’lil ediyorlar: Evet Resul aleyhisselam münafıkların katline tarafdar değil ayat-ı Kur’aniyye ile onların makasıd u menviyatı hakkında mü’minleri daima tenvir ediyor kendilerini sıkı bir emr-i murakabe altında bulunduruyor idi. Şurası da var ki ahd-i güzin-i Risalette münafıklar na-kabil-i ihmal bir kemmiyet teşkil etmemekle beraber gayet aciz ve cebin bir zümre idiler. Bundan başka müslümanları siayet ve düşmanları onların ahvalinden haberdar edebilmek için müşrikin-i Kureyş mayıp da aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz münafıkının setmiş mekr u desiselerinden emin olmamış olsaydı şübhe yok ki ne onlara karşı lakayd bir vaz’ alır ne de nifak su’-i niyyetlerinde devam ettikçe kendilerini birer düşman-ı muzır telakkı ederek izale-i vücudları esbabını istikmal hususunda bir lahza tevakkuf eder idi. Fikrimizce de bazı zevatın münafıkların müslümanlara karşı müsalemetkar bir meslek tuttukça hedef-i taarruz lakada kendilerinden el çekmiş olduğunu iddia eylemeleri hatta müslümanlara karşı gösterdikleri vaz’-ı amiziş ve ve istidlal ettiği halde bile bu mesleğine halel getirmemiş olduğunu söylemeleri İslam’ın o ince siyaseti gayet metin ve rasin esaslara istinad eden usul-i idaresi ile kabil-i te’lif değildir. Esasen bilmeyiz ki böyle bir meslek “Bir takım kimselerin hıyanet etmelerinden korkarsan arada mevcud olan ahdi fesh ile kendilerine i’lan-ı harb et. Allah hainleri sevmez.” nazm-ı keriminin telkın ettiği meslek-i teyakkuz ve ihtiraz nasıl te’lif olunabilir? Burada hıyanetleri melhuz olanlarla fesh-i ahdin ma’nası bu gibilerin ahvalini suret-i daimede nazar-ı teftiş ve murakabe altında bulundurarak fenalıklarını birer birer meydana çıkarmak makasıd-ı fasidelerini teşhir ederek mahiyet-i hakıkıyyelerinden gafil bulunan mü’minleri gizliden gizliye kazdıkları kuyulara düşürmelerine kendilerine karşı hiss-i emniyyet ve itminan besleyen müslümanların selb-i huzur ve aramları için icra ettikleri tertibat-ı hafiyyede te’min-i muvaffakıyyet etmelerine meydan vermemekten başka bir şey midir? Hayır münafıklar yalnız Müslümanlık’ta İslam memleketlerinde değil her dinde her yerde sa’y bi’l-fesad ile müttehem olanlar hakkında muayyen cezalara mahkumdurlar. Neden böyle olmasın ki bunların da gaye-i mesaileri hakk-ı mücaveret ahd ü zimmet ve saire gibi vesail-i samimiyyete asla iltifat etmeyerek muhitlerine tohm-ı nifak u şikak serpmek komşuları vatandaşları için felaket ihzar edebilecek herhangi bir fırsatı ganimet bilmekten ibarettir. Başmuharrir tan başka bir vazifeleri olmadığını beyan ve bunların hedef-i mesaileri neden ibaret olduğunu izah ederek diyor ki: “Münafıklar Halıklarına ma’sıyetten nehyettiği şeyleri bimuhaba ka bir şey düşünmezler. Dini amellerin şart-ı makbuliyyeti dini tasdik etmek ve onun doğru bir yol olduğuna yakın ve kurtaramazlar. Bununla beraber mü’minlere hakıkı renklerinden başka bir renkte görünerek onları aldatmaya yolunu bulabilirlerse bir taraftan da Allah’ın halis ve i’tikadı pak kulları aleyhine ehl-i tekzib ile akd-i rabıta-i muhadenete ve onları te’yid ve müzaherete şitaban olurlar.” esbab kısmen bu vechile hülasa edilebilir. Bu hakıkatler meydanda durup dururken bilmeyiz ki onların saha-i İslam’da büyük büyük şurişler fitneler ihdasına müsaid olan amal-i muzırralarını nazar-ı afv u safh ile görmek fikr-i tesvil ve mel’anetlerini neticesiz bırakmak için icab eden tedabire müracaat etmemek nasıl tecviz edilebilir? Ba-husus ki Cenab-ı Hak Nebiyy-i kerimine münafıklar hakıkat-i hallerinden gafil bulunan müslümanlara karşı tuttukları hud’akarlık mesleğinden vazgeçmedikleri takdirde boyunlarına karşı seyf-i satvet ve intikamını sunda kendine hürriyet-i kamile bahş etmeyi vaad buyurmaktadır. Münafıklar kalbleri reyb ü şek hastalığına duçar olanlar Medine’de ikide birde asılsız şayialar çıkaranlar tuttukları fitne ve nifak yolundan vazgeçmezlerse çaresiz seni üzerlerine musallat ederiz. Sonra artık kendileri için Medine’de kalmak sana hemcivar olmak imkanı kalmaz. Allah’ın mazhar-ı la’neti oldukları halde nerede rastgetirilirlerse derhal yakalanıp gebertilmeye mahkum olurlar.” Beşeriyet bir kuvve-i kahirenin taht-ı te’sirinde cereyan-ı tekamül-i daimisini ta’b-na-pezir bir cehd ile ta’kıb etmekte ve tabiatın bahş eylediği gayret-i la-yefnasıyla muhavvil-i kainat olan avamil ve kuvvetler miyanında hissesine düşen vazife-i mu’dılayı ifa etmektedir. Mechule müteveccih bu şitab karşısında idrak-i beşer vech-i vücudunu pek beyhude keşfe çalışıyor. Nazım-ı mukadderat olan la-yetegayyer kavanin o bipayan tenevvüüyla havsalamıza sığamıyor. Bütün ma’rifet-i beşeriyye insanın akvam ve efrad üzerinde aynı te’sire malik kader denilen bir kuvve-i mutlakaya munkad bulunduğunu öğrenmekten ibaret kalıyor. Tarih kavanin-i mesrudenin bi-nihaye terkibat-ı muhtelitasından mütevellid vukuat ve hadisatın bir teakubu değil midir? Beşer nazarında tarih olabildikleri ve ancak cibilli olan merakını tatmin için izahına yeltendikleri bir silsile-i mütevaliyye-i mukadderattan başka bir şey midir? Netayic-i meş’umesiyle beşeriyetin terakkı ve teehhura uğratmış olan şark ve garb arasındaki buğz-ı intıfa-na-pezire kim ihtimal verebilirdi. Zira pişva-yı uhuvvet ve tesanüd olan şark-ı Muhammedi envar-ı füyuzat-nisarını barbarlık aleminde yaşayan garb-ı Nasraniye pek semihane ibzal etmiş ve medeniyet-i garbiyyenin inkişaf ve tevessüüne pek müessir bir tarzda hizmet eylemişti. Vicdan-ı beşere göre şarkın ifa eylediği bu vazife-i hayr-perverane bilakis medeniyetin birinden diğerine nakleylediği bu iki manzume-i beşeriyyet arasında ciddi tekarubat ve mümaselat husulüne medar olmalı idi. Hayfa ki araya giren kader kişver-i garbı müfrit bir gayret-i cahilane ile müdafii bulunduğu din üzerindeki nüfuzunu gayb etmemek ümniyesiyle eydi-i irşadına mevdu’ vicdanları bile mahrum-ı nur eylemekten çekinmez mutaassıb bir sınıf-ı ruhbanın hakimiyet-i mut[la]kasına teslim etti. Takkarrub ve tesanüd fikirlerine cevelangah olmak lazım gelen bir muhitte etrafına nifak u şikak tohumları saçan çılgın ve pür-ihtiras bir adavet-i diniyyenin tehaddüsü takdir edilmişti. hallık oldukları efkar ve hissiyat-ı insaniyyet-perveranenin taht-ı te’sirinde daha munsıf ve daha kerim olan akvam-ı şarkıyyenin seviye-i ahlakıyyesi dununda bir muhit içinde binaenaleyh maddiyyet-perver bir seciyeye tecavüzkar ve tahakküm-perest bir halet-i ruhiyyeye malik milletlerin mücadelat-ı mezhebiyyelerinden mütehassıl bir kin ve nefretle beslendi. Binaenaleyh sevk-ı kaderle cihanı tenvir eylemek vazifesi Avrupa’ya hulul edince bu tefevvuktan bi’l-istifade Roma İmparatorluğunun enkaz-ı izmihlalini henüz paylaşan ve barbarların ahlaf-ı karibe ve müstahıkkası olan rüesa-yı cismaniyyenin ihtiras-ı tahribkarisiyle rüesa-yı ruhaniyyesinin münaferet-i diniyyelerine serbesti-i cereyan vererek alemi müstağrak-ı zalam eylemiştir. Bu mürebbi-i cihan pençe-i tecavüzünü mavera-yı İslam’a da bi’t-teşmil Buda mezhebine tabi’ aksa-yı şark ile sanem-perest olan aksa-yı garbı daire-i tahakküm ve tecellüdüne almış ve her tarafta huzur ve rahatı selb her yerde bunca medeniyat-ı salifenin asırlarca metaib ve mesai neticesinde te’sis ettiği muvazenet-i siyasiyye ve ictimaiyyeyi zir ü zeber eylemiştir. Kurbiyeti cihetiyle tecavüzat-ı garbiyyeden en ziyade musab u müteessir olan şark-ı karib olmuştur. Şa’şaadar bir medeniyetin hazain-i la-yefnasına malik ve aynı zamanda şeriat-i Muhammediyyeye salik bulunmak i’tibariyle la-yenkatı’ rehabin-i nasraniyyenin saika-i buğz u adavetini cezb ve cengaveran-ı garbın nazar-ı tama’ u hasedini celb etmeye mahkum kalıyor idi. Muharebat bila-fasıla tevali eylediğinden mevcudiyetini taht-ı tehdidde gören alem-i İslam bil-cümle melekatını mutaarrızlarını def’e hasr edip bu nihayetsiz melhamelerin mecburiyetinde kaldı. Bu mecburiyet ise memalik-i müslime sekenesinin hükümdaranına mutlak bir inkıyad ile merbutıyetini keyfi ve müstebiddane saltanata başladılar. Alem-i şark mukaddema bulunduğu halet-i ictimaiyye ve siyasiyyeye garbın si olarak kudret-i tenviriyye ve temdiniyyesi gitgide peyda-yı batalet ederek nihayet mahvoldu. Garblıların ika’ ettikleri enva’-ı tahribat ve iğtisabat tabiatıyla haklarında kin ve nefret uyandırdı. Garbda inkişaf eylemekte olan medeniyete i’timad edemeyen alem-i İslam garbdan gelen her şey gibi medeniyetinden de birçok zaman nefret etti. Şark garbı ancak Salibiyyun rehabin-i cengaveranın ma’rifetiyle garb ise şarkı alem-i İslam’ı nehb ü garata gönderdikleri aynı rehberler delaletiyle tanımış ve öğrenmiş bulunuyordu. Avrupa zihniyeti batınlarca rüesa-yı ruhaniyye ve cismaniyyenin neşriyat ve nakliyat-ı kazibesiyle tağşiş edildi. Müslüman denilince Avrupa nazarında mahlukat-ı muzırra ve müstahkaranın en hakıkı bir nümunesi tecelli ediyordu. Bugün bile Avrupalıların ekseriyet-i azimesi indinde bir müslüman bir vücud-ı kem-payedir. Tekamülat-ı fikriyye neticesinde bu gibi ebatil-i Nasraniyyenin tedricen münderis olması bu husumet-i irsiyyeyi şeklen ta’dil eyledi ise de efkara müstevli ve nihayet hakim-i müfritane bir materyalizm-i maddiyye mahsulü olan fikr-i isti’mar ve istismarın tevessü’ ve inkişafı adavet-i diniyyedeki tenakus-ı şiddeti telafi etmekte idi. Artık enzar-ı taabbüdlerinde din uğurunda feda-yı hayat etmiş eizzenin yerine aktar-ı baide kaşiflerinin; müstebid hunriz ve nalanger şövalyeler yerine müstemlekat askerinin kaim olması gibi tahavvülat buğz-ı kadimin yeni bir şeklinden ibaret olmuştur. Alem-i şark artık Salib namına değil medeniyet ve beşeriyet uğurunda duçar-ı taarruz oluyor. Müslümanlar artık dinlerinden dolayı hedef-i ta’n u teşni’ edilmiyor. Lakin buna mukabil Avrupa pazar-ı ihtirasatında lazımu’l-vücud mahlukat hükmünde tutuluyor. Zamanımızda müslümanlara karşı gösterilen hiss-i istihkarın sebebi Ekanim-i Selase’yi kabule olan adem-i kabiliyyetleri değil lakin kendi dinlerine karşı besleyegeldikleri muhabbet ve ihtiramdır. Bugün ser-i kar-ı medeniyyette bulunan akvamın dinlerinden fekk-i alaka eyledikleri görülerek efkarın terakkısi dindarane temayülatı imhaya sai bulunduğu zannedilmektedir. şu yirminci asırda zindegi-i ibtidaisini muhafaza eylemesi ümmet-i İslamiyyenin akvam-ı Nasraniyye derecesinde tekamül ve tekemmüle kabiliyeti olmadığı hakkında cerhi adimü’l-imkan bir hüccet-i fenniyye gibi gösterilmektedir. Tefevvuk-ı tabiileri hakkında Avrupalılara kanaat verip bizlere kendilerinden büsbütün başka bir nevi’ mahlukata mensub gibi muamele ettiren bu tarz-ı muhakemedir. Halbuki nev’-i beşerdeki isti’dad-ı tekemmülün behemehal dinsizliğe müncer olacağını iddia etmek neye müsteniddir? Nasraniyet-i hazıra Avrupa’nın bugünkü amalini tatmin eyleyemiyorsa bunun böyle olmasından beşeriyetin diyanetten tearri eylemesi lüzumu neden istihrac ediliyor? Bu kadar hususi bir halden o derecelerde umumi bir netice istihsal eylemek elbette bir hata-yı fahiştir. Hususen ki beşeriyetin cereyan-ı tekamülünde bu iddiayı müeyyid hiçbir hadise görülmemiştir. Aksi kazıyye olarak iddia edilebilir ki beşerin meyl-i tedeyyünü müktesebat-ı fikriyyesiyle tenemmüv edegelmiş ma’lum veya mechulümüz olan bil-cümle edyanın tezahür ve teakub-ı mütemadisi akvamın halet-i fikriyyelerinden tahassül eylemiştir. Tarih-i beşer insanların din ve mefkureleri arasında bir münasebet-i daime hüküm sürmüş olduğunu isbat ediyor. O kadar ki şimdiye kadar zuhur etmiş olan diyanetleri bilmiş olsak nev’imizin suret-i tekamülünü mebdeinden zamanımıza kadar hatve be-hatve ta’kıb edebilirdik. Zaten bugünkü Hıristiyanlığın hezal-i tedricisi bu hakayıkı te’yidden başka bir şey değildir. Ekanim-i Selase’ye olan iman mübalatsızlıktan değil bugünkü garb vicdanlarında uyanan başka ekanime iman edilmeye başlanıldığı için hararet-i sabıkasını gaib etmiştir. İnsanlar hedef-i taabbüdleri değişmekle diyanet hissinden tearri etmiş olmazlar. Hakayık-ı fenniyye ve ilmiyyeden doğan bedayi’ ve maaliyat ile ma-hasalları olan yeni kanaat ve i’tikadlara karşı göstermekte oldukları her halde o kadar ciddi ve samimidir ki ruhban-ı Iseviyyenin tezelzül-i nüfuzunda iştibah edilemezse de bu hal ulema hükema ve mütefennininden mürekkeb bir kafile-i mürşidenin nef’inedir. Evet eski Hıristiyanlık yerine yeni bir din kaim oluyor. Bu din halefi gibi badi-i zuhuru olan i’tikadat ve an’anatı perverde edebildiği müddetçe payidar olacak onun da bir takım amal ve evhamı müdafi’ ve muarızları bulunacak onun da gayret ve taassubda en be-nam eizze-i nasaraya makıs bir hayli mudıl ve müstebid mürevvickarları da olacaktır. Bu din-i cedid saliklerine daha ziyade saadet bahş edebilecek mi? Buna ancak istikbal cevap verecektir. Şimdiki halde Avrupa nesl-i hazırına ancak ümidler bahş ediyor ise de bu da eski dinlerine karşı bir alamet-i raciha olsa gerektir. Alemde her şey tekerrürden ibarettir. Ne mahiyette olursa olsun her şey nihayetü’l-emrde biraz daha saadet te’min eylemek muhayyile-i sermediyyemize ala-kaderi’l-imkan takarrub etmek gayesine ma’tuftur. İnsanları sa’ye müşevvik-i ezeli bu endişedir. Eğer alem-i Nasraniyyette ulum ve fünun-ı müsbetenin mazhar olduğu terakkıyat sayesinde tarikat-ı maddiyye ve felsefe-i fenniyye husule gelmiş ve bu sayede ahval-i ma’neviyyeyi hakayık-ı ahvale istinad ettirmek gayesine doğru olan tekamülat Hıristiyanlığın nüfuz ve lüzumunu izale etmiş ise İslamiyet’in böyle bir inkıraza uğramayışını akvam-ı haml etmemelidir. İnhitat-ı İslam’ı mukadder görenlere karşı tamamıyla lakaydız. Görüyoruz ki bu bedhahan mevzu’ları hakkında tedkıkat-ı kafiyye icrasıyla münakaşaya hazırlanmak lüzumunu hissetmeksizin müddeayatta bulunuyorlar. miyet arasında gelişigüzel kıyasat yapmakla pek gülünç bir muhakemesizlik içinde rastgele hükümler vermeye hak kazandıkları hesiz aynı saikaya tabi’ ve aynı gayeye müntehi olmak i’tibariyle bil-cümle edyan arasında mümaselet ve müşabehet bulunduğu hakkında hayli münteşir olan zann-ı sakımdir. Onlarca İslamiyet’le Hıristiyanlığın din namı altında birleşmesi her ikisini de aynı tarzda muhakemeye ve bu hususta kanaat-i kat’iyye ile i’ta-yı hükme kifayet ediyor. Bu kabil hatiat-ı takdiriyye pek vasi’ ve mübhem maaniyi muhtevi bir takım elfaz ve ta’birat-ı umumiyye ile ifade-i meram edildiğinden neş’et eylemektedir. Zaten insanı daima ta’mimat-ı mudıllaya kıyasat-ı muğfileye hasılı enva’-ı hatiata sevk eden bu nevi’den olan elfaz ve ta’birattır. Şayan-ı şükrandır ki ma’rifet ve zihniyet-i beşeriyyenin tevessü’ ve incilasıyla tedricen bu gibi ta’birat tavazzuh ederek müeddaları arasındaki farklar tezahür ediyor ve bu sayede mahsul-kerdeleri olan hatiatı tashiha imkan bulunuyor. Fen ta’biri bile mübhem fevka’t-tabiiyye ve hurafe-perest olmaktan kurtularak medlul-i hazırıyla anlaşılıncaya kadar ne medid bir zaman güzeran oldu. Ecdadımızla bizlerin ta’bir-i mezkur hakkındaki tarz-ı telakkılerimiz arasında ezmine-i sabıkadaki müneccimlikle asr-ı hazırın ilm-i hey’eti beyninde görülen fark kadar büyük bir fark bulunduğunu idrak ta’biri hakkında da vardır. Müslümanlarca ta’bir-i mezkurun nın tedvinatı arasında bugün hemen hiçbir münasebet kalmamış denilebilir. gah tevkır ve gah istihkar edilebilir muhayyel veya i’tibari bir şey değildir. O hiçbir zaman metafizik –maba’de’t-tabiiyye– beyaban-ı akıminde mahbus ve muhayyilemizin hatarnak bir tasavvurundan ibaret vahi tesliyetler husulü na-pezir va’dler veya müstakil emeller sayesinde mevhum bir saadeti istihsale veya alam u ıztırabatı teskin ve tehvine hadim hayali bir vasıta değildir. Nazar-ı İslam’da din nev’-i beşerin muvazene-i maddiyye ma’neviyye ve akliyyesinin mütevakkıfun-aleyhi bulunan kavanin ve desatir-i ebediyyeye karşı perverde edilmesi la-büd olan ihtiram sayesinde saadet-i beşeriyyeyi bir hayal olmaktan kurtarıp bir hakıkat-i müsbete kılmaktır. Kanun-ı tekamülün insanlara nafi’ bir tarzda sevk ve idaresini kafil tabii akli ve ilmi bil-cümle esbab ve vesaitin taharri ve tatbik-ı daimisidir ve gaye-i yeganesi şehrah-ı selim-i hayr u hakıkatte beni-ademe rehber olmak müfekkiresinin la-yetenahi-i mechulat içinde müebbeden sapmaya mahkum bulunduğu ma-ba’de’t-tabiiyyat içinde te’min-i istikamet eylemektir. Bu ta’rif neticesi olarak din faaliyet-i beşeriyyenin bil-cümle tezahüratında insanları taht-ı murakabede bulundurmak ve kabiliyet-i tekemmüliyyelerini na-mütenahi tevsi’ ve tenmiyeden ibaret bulunan hizmet-i aliyyesine mukabil beşeriyetten layık ve müstahık olduğu hürmet ve inkıyadı beklemek hak ve vazifesine maliktir. İşte bunun içindir ki şeriat-i İslamiyye hayatımızın en hurde tecelliyatına kadar daima payansız bir te’sir ve nüfuza sahib bulunmuştur. Mevcudiyet-i ma’neviyyemizin inkişafına daima bir kat’iyetle muştur. Binaenaleyh deriz ki insanların icabat-ı hayatiyyesi bir hatt-ı hareket ihtiyarını istilzam kabiliyet-i tekemmüliyyeleri bir cümle-i mu’tekadata iman eylemek mecburiyeti mevcud oldukça en kat’i bir iman ile merbut bulunacağımız din ancak ve ancak İslamiyet olacaktır. Şeriat-i Muhammediyyenin akvam-ı garbiyye dununda kalmaklığımıza sebeb olduğu zannını tevlid edecek kadar yanlış tanılmış olması milel-i İslamiyyenin elhaletü hazihi ümem-i saireye nisbeten dun bir mevki’de bulunmasındandır. Hıristiyanlar diyar-ı İslam’ın her tarafında kemal-i taaccüble gördükleri bu maduniyeti din-i Ahmediye atf eylemekte ma’zurdurlar. Çünkü şehrah-ı terakkıde tesadüf etmiş oldukları yegane hail kendi dinleri ve bu dinlerinden mütevellid saltanat-ı ruhbaniyye olmuştur. Her ne kadar böyle bir zehaba kapılmak bir hıristiyan rakkısine badi olan esbab-ı hakıkıyye-i tarihiyyeye ıttıla’dan değil Hıristiyanlık hakkındaki takdirat ve müşahedattan mülhem bulunmak i’tibariyle mahz-ı hatadır. Binaen-ala-zalik şeriatimizin sebeb-i tedennimiz olduğu yolundaki iman esassız i’tikadat-ı sehife ve fahişedendir ve hiçbir vechile dinimizin adem-i kemaline hüccet olamaz. Cem’iyat-ı beşeriyyenin terakkısine mani’ olan esbab ve avamili ta’yin eylemek umur-ı sehileden değildir. Tedenni-i akvam ekseriya medid bir silsile-i ahval ve hadisatın tekamül-i umumi-i beşerinin cem’iyat-ı mezkure dahil ve haricinde ihdas eylediği birçok esbab ve avamilin neticesi olmuştur. Roma İmparatorluğunun esbab-ı inkırazını ta’yin lışmaya mecbur kaldıkları halde bu mevzua artık mesdud nazarıyla bakılmak şöyle dursun hala bu zemin-i tetebbuat ve münakaşat bir menba’-ı la-yefna hükmünde bulunuyor. Roma hakkında böyle iken aksam-ı mürekkebesinden her biri ayrı bir imparatorluk olan alem-i İslam’ın inhıtatı hakkında bir fikr-i sahih i’tası için ne mikyasta cehd ü gayret edilmesi icab ettiği anlaşılır. Halbuki bu mesailin halli pek büyük bir ehemmiyeti haiz iken tenvirine hadim ciddi hiçbir teşebbüste bulunulmamıştır. Bu babda tedkıkat-ı tarihiyye denilecek hiçbir külfet ihtiyar edilmemiş olduğundan alem-i bebiyle cevabsız kalmıştır. El-yevm ortaya konulabilecek suver-i halliyye ise tabiatiyle ciddiyetten ari na-tamam ve keyfi mahiyette bulunmak zarureti karşısında bulunuyoruz. Maahaza a’sar-ı sabıkadaki azamet-i İslamiyyeyi duçar-ı vehn eden esbab-ı mütenevviayı zikr ü ta’daddan aciz isek de inhitat-ı mezkurun avamil-i hazırasını tedkık ve taharri edebiliriz. Mes’ele bu şekilde vaz’ edilince tedenni-i hazıramızın evamir-i diniyyemize lüzumu kadar ehemmiyetle merbut bulunmadığımızdan ileri gelmiş olduğu alem-i İslam’ın en salahiyetdar ricalinin rehin-i tasdiki oluyor. Bugün tedenni-i hazıramız esasat-ı diniyyemize adem-i müraattan münbais olduğu halde mazide aynı esasata riayet sebebiyle duçar-ı sukut olduğumuza ihtimal vermek ne aklen ve ne de mantıken mümkün olabilir. Zaten dinimiz aleyhinde ulum ve fünun ve mefkure-i hazıra namına edilen ithamat vaktiyle Hıristiyanlık namına edilenlerden daha munsıf daha şayan-ı hürmet ve i’timad değildir. Dinimize gösterdiğimiz merbutiyetten naşi bizleri taassubla itham eylemeleri bu kabildendir. Her halde bu gibi iğfalat ve tesvilat iki alem arasında caygir olan husumet ve adem-i i’timadı idameden başka bir şeye hadim olamaz. mızda perverde eylediği husumet suret-i kat’iyyede batıl ve bi-esas olduğu gibi bilakis bizlerde tevlid ettiği kin ve adavet alem-i İslam hakkındaki takdir-i sehifinin netice-i tabiiyyesidir. Garblılara karşı bizzarure beslediğimiz emniyetsizlikler nefretler –ki muhalifimiz tarafından taassub-ı müfritane ve mürtecianeye haml edilmektedir– hiçbir vakit cehalet veya hurafe-perestlikten değil bilakis aleyhimizde perverde edilen niyyat ve hissiyat ve bizlere reva görülen muamelata bakarak pek munsıfane eylediğimiz muhakemeler mahsulüdür. Garblıları dinlerinden vatanlarından hürriyetlerinden ma-meleklerinden mahrum kılmak gibi amal-i tecavüzkaraneden masun bulunan ve garbın ilm ü irfanıyla ve hatta sermayesiyle kendi mülkü kendi i’tikadatı dahilinde serbestçe şarkın garba olan buğz u adaveti yukarıda serd ü beyan edilen esbabın gayrısına atf edilemez. Avrupa’nın bizlere karşı bu kadar mütenevvi’ eşkalde izhar edegeldiği adavet-i müstemirrenin bir takım hissiyat-ı insaniyyet-perveraneden veya terakkı ve tealimizi arzu ettiklerinden hasıl olduğuna zahib olanlar ancak sade-dillerdir. Bu safdiller alem-i şarkın münhasıran acz-i hazırımızdan naşi garbın ribka-i intifa’ ve oluyorlar. Zannediyoruz ki garblı komşularımızın tasavvur ve tasvir eyledikleri taassub-ı cahilane bizde mevcud ise bu halden onların değil bizlerin müşteki olmamız lazım gelir. Çünkü bu cehaletimizden onlar müstefid ve müteneffi’ bizler menkub ve mutazarrır olmaktayız. Şahsiyet-i şarkıyyemizin en memduh harekat ve tezahüratı karşısında taassub diye en bülend avaz ile şikayet eylemekte olduklarını uzun ve acı bir tecrübe sayesinde öğrendik ve bu mevhum taassubun derece-i şiddetini makasıd-ı hodkamane lerine gösterilen mukavemetin derecesiyle ölçtüklerini nihayet anladık. Artık taassubumuz hakkında Avrupa’nın bu kadar alaniyetle yemizdeki nakayıstan veya akaid-i diniyyemizin ma’nasızlığından mütevellid olmadığını zannetmek zamanı çoktan beri hulul etmiştir. Bühtan etmekten korkmayarak iddia edebiliriz ki hakıkat-i halde garbın şarka olan husumeti Salibiyyun’un bunca metaibini akım bırakmış Hıristiyanlığın temdin siyasetine daima sed çekmiş olan şahsiyet-i İslamiyyeyi derunidir. Avrupalıları bizlere karşı endişe-nak bir tehalükle külle mücehhez bu şahsiyet-i ma’neviyye hakkındaki kin-i zeval-na-pezirdir. Mefkure ve muhayyile i’tibariyle kendi şahsiyetinden pek farklı zavahir-i hariciyyesine rağmen faal ve cidal-perver istila-yı garba her an muhalefetkar sabır ve kuvvetini hüsran ve mahrumiyetinden alan garblıların ribka-i tahakkümünden kurtulacağı i’tikad-ı kat’isiyle mücehhez tedmiri muhal bir hasım olan şahsiyetimiz Avrupa’nın sabır ve tahammülünü tüketiyor. taassub-ı İslam ta’biri hakıkat-i halde müslümanların hıristiyanlara husumeti değil garbın şarka olan adavet-i muresesini Bu satırları kaleme almaktaki maksadım bu kin ve adaveti tahrik ve teşdid eylemek değildir. Takdir-i tabiatla yanyana yaşamaya mahkum ve binaenaleyh yekdiğerini tanıyıp öğrenmekte seyyanen alakadar alemin iki cüz’-i muazzamı beyninde te’sisi muktezi münasebat-ı müstahseneye hail olan dalalet ve gafletleri ber-taraf etmektir. Bütün bu hatayadan münhasıran garbı mes’ul tutmak da gayr-i adilane bir hareket olur. Bu mes’uliyette şarkın da büyük bir hissesi vardır. Zira Avrupa bizi tanıyamamış ise kendimizi ona daha doğru tanıtmak bizim vazifemiz idi. İnsan ancak mevcud olan yanlışlıkları gafletleri su’-i tefehhümleri izaleye çalışmakla saadet-i hem-nev’ine hizmet edebilir komşusunun felaketi üzerine müesses olan saadet bir felaket-i muzmerreden başka bir şey değildir. Hedef-i mesaimiz olması icab eden saadet-i hakıkıyye ve sermediyye herkesin muhıkkane ve adilane bir taksim ile hissedar olacağı bir saadettir ki bu da münakaşat-ı samimane ve bi-tarafane ile tecelli eden hakıkate ibtina eyleyendir. HUKUK-I AILE VE USUL-I MUHAKEMAT-I ŞER’IYYE KARARNAMELERI HAKKINDA ’inci maddede: “Üzerine evlenmemek ve evlendiği surette kendisi veya ikinci kadını boş olmak şartıyla bir kadını tezevvüc sahih ve şart mu’teberdir.” denilmiş. Bu da halel ve ibhamdan hali değil. Mu’teber denilen üzerine evlenmemek şartı mıdır? Yahud ona zammedilen talak-ı muzaf mıdır? Izah olunmalı. Nefs-i şart mu’teber denilmek isteniliyorsa fukahadan kimin kavlidir? Ahze şayan mıdır? Ve mu’teber olur da ne yapılır? Beyan olunmalı idi. Yok şartın sahih olmadığı kabul ve i’tiraf olunuyor da yalnız talak-ı muzafın mu’teber olacağı murad olunuyorsa eimmemizin Zahiru’r-rivaye’deki kavilleriyle mezheb-i Maliki’ye müstenid olmakla bu hükme diyecek yoktur. Lakin böyle yazılmaz. Bu Kararnamenin’ncı maddesinin ahkamına dahildir. Onun için ayrıca bir madde-i kanuniyye yapılmaz. Kaide ve maslahata layık olmaz. Kable’n-nikah ta’lik-ı talak umur-ı ihtilafiyyeden olup mezheb-i Şafii ve Hanbelide sahih ve mu’teber olmadığı gibi bu misillü şurut ve eyman ile akdolunan nikahlar ittifakan mergub ve müteyemmin olmayıp mezheb-i Hanefi ve Malikide dahi menfur ve müstekreh olduğu kerahet-i tahrimiyye derekesinde bulunduğu kütüb-i mu’tebere-i fıkhiyyede edille-i şer’iyyesiyle beraber mezkur ve musarrahtır. Komisyon bu maddenin neşriyle guya zararı varmış gibi taaddüd-i zevcatın taklil ve tahdidini arzu etmiş ve bu tarikın nisa’ ve ehl-i nisaya ta’lim ve iraesi haklarında hayırlı olur zanneylemiş oldukları layıha mündericatından anlaşılıyor. Halbuki ehl-i İslam’dan erkek kadın akılları başlarında olup ahkam-ı diniyyelerini bilen ve onunla mütemessik olanlar öyle umur-ı mekruheden ictinab edenler teşe’üm değil fal-i hayr addetmez hayır ve meymenet beklemezler. Cahilleri ise teşe’üme kail olup nikah vaktinde talak lafzının kale alınmasını da istemezler. Layıkıyla teemmül olunursa bu şartlar zannolunduğu gibi kadınlar için maslahat değil zararı nef’inden a’zamdır. Gerçi erbab-ı servet ve gınadan olan bazılarına faydası olmaz değil lakin böyle şartlar yeminler altına girerek onları tezevvüc edenlerin çoğu bu şurut olmasa da onların üzerine evlenecek insanlar değildir. Evsat-ı nas ve fukaraya gelince bu madde onlar için cidden muzır ve daima muhataralıdır. Çünkü kadının bazen çocuğu olmaz; bazen hastalıklı olur; yahud tedbirsiz beceriksiz olup umur-ı beytiyyeyi idare edemez. Vazife-i zevciyyeti hakkıyla ifa eyleyemez. zevci tekrar evlenmeye muhtac olur. Maa-zalik onu da terk etmek istemez. Hukukuna riayet eder. Kadın da üzerine evlendiğine rıza gösterir. Bazen nevbetini ortağına bağışlar. Beraber geçinir giderler. Lakin arada böyle şart-ı ta’lik bulunursa işin rengi değişecek. Zevci onu terk etmeye muztar kalacak ve bir kere bıraktıktan sonra da tekrar almayacak. Kadının menfaat zannıyla koyduğu şart onun harabi ve perişanisini intac edecek. Bikes ve bivaye sefalette kalıp “Sebeb olanlar hayır ve felah bulmasın.” diyecektir. Erkeklere gelince birçokları bittabi’ buralarını ibtidasından düşünecek öyle bir şart-ı mekruh altına girmeyi istemeyeceklerdir. Kızın ailesi tarafından teklif ve ısrar olunduğu surette ekseriya kabul olunmayacak; tarafeyn yekdiğerini beğenmiş akdin icrası tasmim olunup aralarında güzel bir zulup yerine bir tebaguz ve münaferet esası kaim olacaktır. Mukteza-yı maslahat bu misillü şurut-ı rediyyenin intişar ve şüyuuna hizmet eylemek değil bi-kaderi’l-imkan önünü almaktır. Erbab-ı hükumete layık olan o gibi mekruhati tervic ve tescil eylemek değil kendiliklerinden tescil ettirmek Biz öyle şeylere şahid olmayız.” demektir. Bu ma’razda bir madde-i kanuniyye yazılacaksa “Üzerine evlenmemek şartı gibi mukteza-yı akdi müekkid olmayan bir şart ile nikah sahih ve şart batıldır.” denilmelidir. “Meğer ki ta’lik-ı talakı tazammun eyleye.” ibaresi de ilave olunmak mümkün olur. Fakat fazladır. Muvafık-ı maslahat değildir lüzumu yoktur. şer’an ve maslahaten şayan-ı kabul olmadığı zahir oluyor. Fasl-ı salise dahil olan’inci madde de: “Mal ve hirfet gibi hususatta erkeğin kadına küfüv olması nikahın lüzumunda şarttır. Malda kefaet zevcin mehr-i muacceli i’taya ve zevcenin nafakasını tedarike muktedir olmasıdır. Hirfette kefaet zevcin süluk ettiği ticaret veya hizmetin şerefce zevce velilerinin ticaret veya hizmetleriyle mütekarib olmasıdır.” denilmiş. Bunda da birkaç türlü halel var: Evvela: Kefaetin şart-ı lüzum i’tibar olunması ancak zevcenin baliğa ve akıle olduğu surette olabilir. Ve illa veliyy-i gayr-i mücbirin sağıreyi tezvicinde zevcin küfüv olması icmaan şart-ı sıhhattir. Mecnuneyi de hakimin izni munzam olsun olmasın küfüv olmayana tezvic ederse kezalik nikahı sahih olmaz. Komisyon bu maddeyi yazarken’ncu maddeden zühul etmiş. Sıgarı kimse tezvic edemeyeceğini natık olan’nci maddeye bina etmiş oldukları anlaşılıyor. O maddenin istinad ettirilmiş olduğu kavlin sıhhati olmayıp şer’an mu’teber olmadığı balada tafsilen beyan olundu. Saniyen mal ve hirfet gibi hususattan maksad fahr u şeref babında demek ise neseb ve diyanet gibi sair vücuh-i mu’tebereye de şamil olacağından doğru olur. Lakin lafzın bu cihetler hakkında mübhem bırakılması muvafık-ı maslahat değildir. Birçok münazaat ve teşviş-i ahkam ve zıya’-ı hukuka sebebiyet verir. Ve illa hirfette takarub arayıp da neseb ve hasebde kefaeti inkar eylemek lakıt ve veled-i zinaya varıncaya kadar önüne geleni eşraf-ı nasa mefharet ve vecahet babında ve ba-husus maksudu neseb olan nikah hususunda beraber tutmak mükabereye varır. Asl-ı mansusu terkle ona makıs olan fer’in isbatını mutazammın olup akval-i fukahadan hiçbirisine uymaz. Salah ve takva hususunun vücuh-i kefaetten olmasında beyne’l-eimme ihtilaf olunmuş ise de fıskını i’lan ederek nasın istihfafından çekinmeyen sakıtu’l-mürüvvet kesanın erbab-ı ırz u namusa küfüv olamayacakları da mücmaun-aleyhtir. Salisen: Zevcin nafaka tedarikiyle mehr-i muacceli i’taya muktedir olmasından maksad kütüb-i fıkhiyyede mezkur olduğu üzere mehrin emsaline nazaran ta’cili mu’tad olan mikdarını i’taya muktedir olması mıdır? Yoksa her ne tesmiye edilmiş ve mikdarı ta’cil olunmuş ise velev ki bir kuruştun maddede olduğu gibi bu babda da mehr-i mislin hükmünü mübhem bırakılmıştır ki madde-i kanuniyyenin bu haliyle kabul edilmesi yine gerek erbab-ı masalih ve gerek hükkamın tağlit-i ezhanıyla teşevvüş-i ahkamı mucib olacağı derkardır. Rabian: Hirfette kefaet ehl-i hizmet ve san’at aralarında ve onlarla ehl-i ticaret beyninde mümaselet ve takarub demektir. Yoksa tüccar beyninde ve enva’-ı ticaret arasında mukayeseye gidilmek kefaet-i maliyyede ber-vech-i meşruh tedarik-i nafaka ve i’ta-yı mehre iktidar ile iktifa olunarak servet ve gına hususunun nazar-ı i’tibardan iskatıyla mütenasib olmadığı gibi mezahib-i fukahadan hiçbirine de muvafık değildir. __________ Hamiş: Müşahede mecmuası talak mesaili hakkında henüz bir mütalaada bulunulmadığını söylüyor. O mes’elelere dair icab eden mütalaat ve intikadat birkaç hafta sonra neşredilecek maba’dlerde mevcuddur. sıflarından ümmetlere göndermiş olduğu resullerin isbat-ı risaletleriyle meftur ve me’mur oldukları ahvalden ve kendilerine nisbet olunması layık ve mümteni’ olan şeylerden bahseder. Tevhid ma’nasının aslı Allah’ın birliğine ve şeriki olmadığına i’tikad etmektir. Zat ve sıfat-ı ilahiden bahis olan bu ilme ilm-i tevhid tesmiye olunması ilahiyatın ehemm-i eczasını havi olmasındandır. Zira bu ilim ile zat-ı Bari’nin vahdeti mükevvenatı yaratmaktaki ef’al-i müstakıllesi isbat olunur. Binaenaleyh her zerre-i mevcudun mercii her maksadın müntehası Halik-ı mutlak hazretleridir. sıfat-ı zatiyye ve fi’liyyesini idrak ile beraber İmamü’l-enbiya efendimizin bi’setine müteallik makasıd-ı Rabbaniyyenin istidlal ve izahıdır. Bi’set-i Resul’ün hikmet-i aliyyesi Kur’an-ı Kerim’de şehadet-i ilahiyye ile inba ve i’la edilmiş ve fasl-ı mahsusunda bu babda izahat-ı lazıme i’tası tabii bulunmuştur. Mebahis-i na tealluk eden ve bu uğurda ulema’-i salifece enva’-ı cedel ve münazara icrasıyla ulum-ı müsbete haline getirilen işbu nin suret-i hall ü telakkısi ulema’-i mütekaddimin arasında Kur’an-ı Kerim’in hadis veya kadim olduğu yolundaki telakkıyat Bu meyanda yürütülen muhakemat ve muhaveratta edille-i nakliyyeye pek az müracaat olunup her mütekellimin sözlerinde eseri zahir olan delail-i akliyye iltizam edilirdi. Bir de ilm-i kelam esasat-ı diniyyenin istidlal yollarını müdellele ile isbat ettiğinden hikmet-i nazariyye ulumuna nisbeten mantık ne mertebe teşkil ediyorsa ilm-i akayidde de ilm-i kelam o menzilededir. Ancak beynlerini temyiz edebilmek Akaid ve nübüvvatın semere-i feyzı olan ahkam-ı diniyyeye müteallik mesail zuhur-ı İslam’dan evvel her kavim arasında kendi nokta-i nazarlarına göre ma’ruf idi. Her ümmet mensub olduğu dinle kaim ve onun tevlid ettiği i’tikadat ve an’anatı hıfz u te’yide müdavim bulunurdu. Her ne zaman dinden bahsolunsa kendi akıdeleri dairesinde idare-i kelam eder ve fakat aklın kabul edebileceği delaili taharri ve ikame hususunda sa’y-i tam göstermezlerdi; bu cihetle fikr u akıdelerini tabiat-ı vücudda ve onun müştemil olduğu nizam-ı mükevvenatta mündemic olan bedayi’ ve ma’kulattan bir hisse-i intibah ve istidlal çıkaracak ve bir isabet-i muhıkka gösterecek dereceye takarrüb edemezlerdi. Aklın ilme dinin akayidle ilzamına karşı niza’ ve münakaşasından ve netayic-i mütenakızayı müeddi olan hissiyat-ı kalbiyyelerine tevfik-ı mes’eleden de hali kalmazlardı. Ümem-i mezkurenin rüesası lisanından dine müteallik sudur eden akvalin en çoğu hakıkate gayr-i makrun bir halde idi. Çünkü dini aklın düşmanı olmak üzere telakkı ederlerdi. Buna dair yürüttükleri faraziyelerin mukaddemat ve netayici ma’na-yı sahih ifade edecek şekle iktiran edemezdi. Beynlerinde ilm-i kelam dahi mevcud ve mütedavil Fakat bir mes’eleyi bahis ve münazaradan geçirdikleri vakit onu ihtimalat-ı nakızıyyeden kurtaramayıp hatırlarına layıh oldukları vech ile te’vil ve tefsir etmek her müşkil mes’eleyi harika veya mu’cize olmak üzere göstererek efkar-ı nasa iras-ı dehşet eylemek bir takım indi sözlerle hakıkati tağlit etmek veyahud netice-i maksudadan uzak düşüren hayalata kapılmak suretleriyle ilm-i kelamın mevzu’ ve gayesine muvafık olmayan meslekte puyan olmuşlar demki ahval-i ümemi nazar-ı tedkıkden geçirmiş olanların ma’lumudur. Vakta ki hazret-i Kur’an geldi insanlara medar-ı felah olacak en vazıh yolu gösterdi. Bir surette ki zeval-i aleme değin akayid ibadat ve muamelat-ı nasın temessük ve felahını mucib olacak ve hiçbir suretle tağyir kabul etmeyecek bir tarzda meziyyat-ı harikayı havi olduğu anlaşıldı. Ondan evvelki ümmetlere nazil olmuş ve muhteviyatı dinen başka bir vasıta-i irşada hacet bırakmayacak sabit bir mesleği gayr-i muhtevi bulunmuş olan kütüb-i mukaddese o ümmetlerin zamanlarının iktiza ettirdiği ahval ve icabata maksur olup ekmel-i edyan olan din-i İslam’ın bir kisve-i tekamül ile zuhurunu müeddi olacak mukaddemat hükmünde idi. zil olduğu zaman ahalisinin gerek ileride gelecek akvamın ebedi bir mir’at-ı feyz u salahı hasiyetinde tecelli eyledi. Ve akvam-ı salifenin nübüvvat-ı sabıkayı istidlal ettikleri tarzda yani yalnız kendi zamanlarına münhasır bir harika ve mu’cize suretinde olmaktan teali etti. Çünkü belagatin hadd-i kusvasında olan o hüccet-i bedia-i re yapmaktan bülega-yı Arab acz-i mutlak gösterdi. Binaenaleyh ahkam ve mezaya-yı mübeccelesi sıdk-ı nübüvvet-i Ahmediyye için daimi bir mu’cize-i kübra olduğuna ca-yı tereddüd kalmadı. Nebiyy-i Ekrem efendimiz vazife-i nübüvvetlerine şüru’ edince dermiyan ettiği şeylere teslim-i mücerred gösterilmesini istemedi. Da’va-yı vakıasını kuvvetli burhanlarla te’yid etti. Bu miyanda münkir ve muhalif olanların mezheb ve meşreblerini de nakl ü tahkime ve onlara hücec-i ilzamiyye ile tahaddi ve müdafaa eyledi. Hedef-i hitab olan akıl ve fikir mevhub oldukları isti’dada göre faaliyet ve kıvama geldi. Kanun-ı ekvana ve bunun havi olduğu menafi’ ve serair-i hikmet ve kudrete müteallik temhid ve isbat eylediği dakayıka im’an-ı nazar kılmasını taleb ve tenbih ile geçen ümmetlerin ahval ve serencamlarına aid kıssaları da müddea ve tebligatına terdif etti. Alem-i imkanda vakt-i mukaddere değin mevzu’ ve cari olan hilkat kanunlarının adat-ı ilahiyyenin gayr-i mütebeddil olduğunu ve ona muhalif hareketlerin netayic ve te’siratını bildirdi. Buna delil olmak üzere ayet-i kerimesini ityan ve nazm-ı celili ile de te’yid ve burhan eyledi. İnsanlar arasında deveran edecek olan her bir emirde hatta adab ve fazail ve nevafil babında bile nass-ı keriminin ferman buyurduğu üzere tarik-ı istidlale temessük etti. Binaenaleyh akdemce yekdiğerine muarız görünen akıl mürsel lisanında muahat-ı kamile ile asla kabil-i te’vil olmayan bir sarahat ve vuzuhla birleşti. Ancak akıl ve dininde mevsuk olmayanlar müstesna olmak üzere kazıyye-i atiyye takarrur eyledi: Din akl-ı selim vasıtasıyla kabulü mümkün olabilecek şeyleri teklif eder. Hiçbir teklif nezd-i akılda müstahil olacak bir surette vaki’ olmamıştır. Zira Allah’ın vücuduna kesb-i ihtisas etmelerinin muktezi olduğu şeylere ve risalette mündemic hikmet ve ma’nayı fehm etmenin mevkufun-aleyhi olan mevadda ancak akl-ı selim vasıtasıyla ilim hasıl edilir teyakkun-ı vahdaniyyete tasdik-ı risalete muvaffakıyet de nefsü’l-emirde o sayede müyesser olur. Hülasa dinin bast u irad ettiği ahkam ve ma’lumatın bazısı ifham-ı beşerin bulünü müstahil gördüğü şeyleri ityandan beri ve nur-ı akl onunla müteali olduğu şübheden varestedir. Hazret-i Kur’an nihayetsiz olan meziyetleri cümlesinden olmak üzere Allah’ın haiz bulunduğu sıfatlarını vasf ü inba eyledi. Bir halde ki ondan noksan sıfatların tenzihi hususunda ümem-i salifenin muhaverelerinde i’tiyad ettikleri tavsifattan daha yakındır. Kur’an-ı Kerim’den: Kudret ihtiyar sem’ basar gibi istinbat olunan sıfat-ı ilahiyye ile insanda da vücudu hissedilen kuva-yı mezkure arasındaki nisbet-i iştirakiyye o kuvvetlerin yalnız isim ve cinsi i’tibariyledır yoksa hakıkatte sıfat-ı Kur’an’da zat-ı Bari’ye istiva’ ale’l-arş vech yed gibi nisbet olunan bazı şeyler dahi vardır ki insanda da onlara müşabih olanları bulunur. Lakin bu müşabehet yine isim cihetiyle olup Allah’a nisbet olunan a’za ve eşyanın hakıkat ve keyfiyeti kabil-i teşbih ve ihata değildir. Ondan sonra Kur’an takdirat-ı ezeliyyeyi insana bahşayiş-i fet eden mezahib ehline karşı cidal ve nekbeti hasenat ve seyyiata müteallik vaad ve vaidi a’malin sevab ve ikabı meşiyyet-i Rabbaniyyeye mufavvaz olduğunu ve bunlara mümasil –şu mukaddimede beyanına hacet olmayan– sair ahkamı tazammun eder. Sıfat-ı ilahiyye ve beşeriyye arasında ber-vech-i meşruh hat hükm-i aklı ibret ve intibaha isal ederek nazar-ı hikmet erbabına ta’mik-ı hakayıkta füshat-i mecal vermiştir. Hususiyle naşir-i rüşd ü hidayet olan din-i İslam emsali görülmeyen bir feyz-i bi-adil ile zuhur edince bedayi’-i masnuat ve mahlukatı tefekkür ile Sani’-i hakimin vahdaniyet ve kemalatını istidlale her zi-aklı da’vete başlamış ve bu tarik-ı istidlali bir had ile tahdid ve bir şart ile teşrit etmemiştir. Zira ma’lumdur ki her nazar-ı sahih daire-i fehm ü vehmin tasavvur ve tahayyül ettiği nakayıstan zat-ı ilahiyi tecrid eden ve onu bir derece ile tahdide takarrubdan men’ eyleyen sıfat-ı kemaliyyesini idrak ve teslim ile ona i’tikad edilmesini müeddi olur. Nebiyy-i zi-şan efendimizin zaman-ı saadetlerinde herhangi mes’elede tereddüd edilirse kendilerine arz ile hallolunur şübhe karanlıkları onun ziya-yı hakıkat-nümasıyla ve Ömer radıyallahü anhüma hazeratının muammer oldukları müddetçe din-i İslam’a adavet edenleri müdafaa ve ona meveddet gösterenleri de kelime-i vahide altına cem’ ile iştigal olundu. Bir surette ki ilm-i akayidde i’mal-i efkar u güftar Nas arasında zuhur eden bazı cüz’i ihtilaflar için dahi müşarunileyhima hazeratına müracaat olunurdu. Onlar da bu ihtilafatın muhtac-ı istişare olmayanlarını bizzat bazılarını da emr-i dinde basiret-i kamileleri olup kendilerine mücaveret edenlerle bi’l-istişare fasl ederlerdi. Esasen ihtilafatın çoğu akayid-i İslamiyyeye müteallik olmayıp bazı muamelat-ı diniyye ve medeniyyelerinin suret-i icrasına mütedair idi. Bu sebebiyle Kur’an-ı Kerim in ahkam ve işaratını fehm ederler zat-ı Bari’yi noksan sıfatlardan tenzih eylerlerdi. Elfaz-ı Furkaniyyenin ma’na-yı zahiriyyelerinden gayri serair ve maaniyi mutazammın gördükleri aksamı ile ayat-ı müteşabihe Ahval üçüncü halife-i Resul zamanındaki fitnenin an-ı zuhuruna kadar o yolda cari idi. Vakta ki mezkur fitnenin te’siratı halifenin katlini intac etti. Bu nazile-i haile ile bina-yı rasin-i hilafetin bir rükn-i azimi çökmüş oldu. Din-i İslam ve salikleri de büyük bir sadmeye uğradı. Bu suretle din-i mübinin emrettiği tarik-ı istikametten tebaüd olundu. Hazret-i Kur’an ise kendi sıratı üzerine kaim ve payidar kaldı. Çünkü ayet-i kerimesinde beyan buyurulduğu vech ile hıfz-ı ilahi ile masundur. Fitne-i mebhusenin te’sirat-ı müstevliyesinden olmak üzere nas dinin ta’yin ettiği hududdan inhiraf etti onu düşünmeyerek taaddi vadisine koyuldu hakkında bir hükm-i şer’i lahık olmadan ve bir delil-i kat’iye istinad ettirilmeden halife öldürüldü. Şu hal ise kalblerinde iman temerküz etmeyenlerin heva-yı nefsanilerinin akıl ile mülaabe ettiğini efkar-ı ammeye yerleştirdi. Dinde hakk-ı ma’rufu geçenlerin gazabı gittikçe galeyana geldi fıtratan necib ve dine harfiyyen sadık olanlara tasalluta onlar da def’-i şerlerine giriştiler. Şu esbabdan dolayı ahval hiçbir vech ile arzu olunmayan bir tarzda cereyana başladı. Mazanne-i kiramdan Kuşadalı merhum Şeyh İbrahim Efendi hazretlerinin meşhur bir neşide-i arifaneleridir ki İzmir Mevlevihanesi Seccade-nişini reşadetlü Şeyh Nureddin Efendi tarafından tahmis edilmiş olmakla teberrüken derc edilmiştir: Aşk ile sermest olan derviş saman istemez Vasıl-ı canan olan seyr-i gülistan istemez Benliği terk eyleyenler şöhret ü şan istemez Vech-i yare duş olan alemde seyran istemez Canını canana teslim eyleyen can istemez Hesti-i mevhumunu tevhid ile hedm eyleyen Nefsini çilleyle te’dib eyleyip nerm eyleyen Su-yı Hakk’a suret-i ciddiyyede azm eyleyen Bu misafirhanenin faniliğin fehm eyleyen Hane-i kalbinde Hak’tan gayrı mihman istemez Cezb eder Hak kendine layık olan aşıkları Rü’yet-i didarına şayan görür sadıkları Seyr fillah et de gör mecnunları vamıkları Cennet içre tamudan korkmaz Huda aşıkları Hak budur erbab-ı aşk cennat ü gılman istemez Kışr-ı elfazı atar vakıf olan lübbüllübbe Dide-i Hak-bin ile eyler nazar her canibe Aşina-yı kalb olan rağbet eder mi kalibe Gerçi zahir ilminin de nef’i vardır talibe Lik esrara erenler suri irfan istemez Dahil olmak isteyen erbab-ı aşkın bezmine Varlığın imha eder pervane-veş Hak şem’ine “İrcii” avazı erdi mürg-ı canım sem’ine Bi-karar oldu anınçün verd-i handan istemez Ruhuma ihlas ile bir Fatiha ithaf içün El açıp eyle dua Allah’a sıdkınla bütün Kabrime hürmetle gel vaz’-ı huşuunla görün Masiv’Allah’tan mücerred oldu İbrahim bugün Varını dildara verdi vasl-ı hicran istemez Azıcık da fassallık olsun mu? Seyyielerin her türlüsünün pek bol bulunduğu zamanda olduğumuz gibi suizanların da çok taşkın olduğu zamandayız.. Herkes birbirine karşı taş atıp zifos atıp duruyor. Ne olur bir kaşık da biz mayhoşlanalım! Köylü zengin olmadıysa kim zengin oldu?.. Köyü gördükten sonra böylece sorup geliyordum. Biri karşıma çıktı “Köylüyü bilmem ama şehirli ve hele İstanbullu zengin oldu.” dedi. Tanıdım. Kendisini evvelki seneler Eskişehir’de Manisa’da geçen sene İzmir’de asker kıyafeti içinde görmüştüm. Bu defa da Menemen’de katar hareket ederken göründü. Hatırlıyorum vaktiyle bir camide okurdu. Galiba müezzin bir dulla evlenmiş imiş. Şimdi Bandırma’ya doğru gidiyor… Söylediğine göre asker olup birkaç zaman Kafkas’ta Oralarda aklını başına alıp her şeyin tılsımını bulmuş… En sonra gayr-i müsellah çıkıp kapağı İstanbul’a atmış. Zabit yanında erzak başında anbar üstünde işler yapmış. Seferberlik devam edip de bir kere zabit de olacak olursa pek çok Anladım sabık müezzin Hafızım yalnız asker kıyafeti giymekle kalmamış tepeden tırnağa suretten sirete değişmiş bozulmuş. Zu’munca her şeyi anlıyor her şeyi görüyor yoruyor kötü görüyor kötü yoruyor. Hele değirmi sakalı ber-taraf edip kendi ta’biriyle matruş olduktan sonra çene ziyade hafiflemiş. Söylüyor; asker gibi söylüyor siyasi gibi söylüyor. Kalender gibi Bektaşi gibi Farmason gibi anarşist gibi söylüyor. Hatta bu ta’birleri yirmi dakıkada üçer beşer kere tekrar edip söyledi. Hasılı pervasız hayasız dinsiz namussuz bir şey olmuş! Her şeyden çakıp atıp tutarken şark milletleri arasında cennet ve cehennem i’tikadının mühim roller? oynadığını bile söyledi. Bunu İran’da bizzat tahkık de etmiş!... kin aklınca bunu da bir kar sayıp yadigarı anlamaya koyuldum. “O .. bravo Hafız! Sen bir şeyler olmuşsun!” dedim. Açıldıkça açıldı açıldıkça kapalı kalacak bir tarafını açtı. Anlattı ki: Harb bir fırsat imiş… Bundan herkes kabiliyetine göre istifade edermiş.. Bu defa da bit-tabi’ böyle olup akıllılar karlı çıkmış… Gözü açık şehirliler ve bilhassa ırmağın yukarı başında bulunan İstanbullular kazanmış. Kendisi bile bir çürük neferken biraz akıl ve dokuz sarı lira kuvvetiyle üç doktoru altı ay avucu içinde tutmuş bu sayede bir kaç bin lira edinmiş… Garb filozofları derlermiş ki…” Hafız azıtmıştı. Sözünü kestim dedim: “Kim onlar? Tanışır mısınız onlarla? Sen garb feylesoflarını bilenlere bırak da kim zengin oldu? Onu söyle! Bunu neden anladın? Onu anlat!” Biraz bozuldu. Bozulmakla beraber arsızlığa vurup devam etti: “Ben üç sene içinde Bandırma’da Soma’da İzmir’de çok şey gördüm. Hele İstanbul’da pek çok şey öğrendim. Anladığıma göre pek çok dolaplar döndü hele İstanbul pek çok zengin oldu. Sanki siz görmediniz mi kaldırımlarda en bahalı en zarif kostümlerle elde altın saplı baston parmaklarda pırlanta yüzük endam gösterip gezen beyleri?.. Tango çarşafa veya pelerine bürünüp güderi veya süzme ipek kol eldivenler keklik gibi piyasa eden hanımları?.. Zabit halinde ya ki askerliğini kolaylığa yatıştırmış sivil beyler var ki unun yağın şekerin ağı ve panzehir bahasını bulduğu şu zamanda fırınlarda baklava pişirtiyorlar… Muhadderat-ı İslamiyye var ki İstanbul’dan Beyoğlu’na atlayıp Tokatlıyan gibi yerlerde hem de Ramazan günlerinde dondurma yiyorlar.. yor. Fil gibi otomobiller acı acı ıslıklar çalıp hop hop uçuyor… Bir kahve beş kuruşa çıktı bir taam beş lira tutuyor. Böyle iken yine gazinolarda oturuyorlar lokantalarda yiyorlar. Ötede ise eğlenceler sinemalar tiyatrolar birbirine istif… Lafazanlık pek yavan değildi lakin uzamıştı. Şarlatanın tekrar ipini çekip sözünü kestim dedim: “Bunlar varsa bile köpük veya posa kabilinden müstesna şeyler sefihler muvakkat ve nadir varlıklar.. Böyle azlığın haline bakıp da umum üzerine hükmetmek olur mu? Yetişir Hafız yetişir!....” Hafız yüzüme bakıp “Ya?” dedi. “Ya esnaf?... Esnaf da kolayını buldu.. Beşe aldığını zahmetsizce ona on beşe satıyor. Kazanıyorlar ki bunlardan biri bir defada dört okka şekeri birden alıp on üç kağıdı cüzdanından sayıvermiş sorduklarında “Ne yapayım şekersiz yapamıyorum!” demiştir! Ya hammallar?.. Onlar da günde birkaç lirayı beğenmiyor. Onların ne halde olduklarını gitmeli de geceleri Şamlı Tatlıcı’da görmeli. Ayak esnafından balıkçıların burunları kalkan balığı oldu. Nasıl olmaz ki kırk paralık torik seksen kuruşu buldu. Yalınayak gazete satıcıları bile kuruşu peşin almadıkça gazete vermiyor. Bakkal manav hepsi birbirine uydu. Bohçacı karılar anka bezirgan oldu. Ben bit pazarında bunlardan birini gördüm ki kolunda pamuk yün keten radan aşağı veremem.” deyip ayak basıyordu. Bunların da orada on beşer kuruştan tabak tabak üstüne muhallebi yediklerini görmeyen kaldı mı bilmem ki? Artık bir bardak su bir kuruş bir selam bir lira bir kelam yüz lira … Para olmasa zengin olmasalar böyle olur mu? böyledir. Köylere gelince şafak sökerse de oralarda da işin serlerine anahtar uyduranlar bulunsa gerektir.” Eğer fil-hakıka şehirli ve İstanbullu zengin olmuş ise eğer bunu gösteren alametler ve deliller bu zevzeklikler bu sefahetler bu mübezzirlikler ise bu türlü zenginliğin nihayet bir gün sonra tepetaklak gelip züğürtlüğe döneceği bu türlü zenginin nihayet bir gün sonra yüzüstü düşüp dilenci olacağı şübhesizdir. Birleşemiyoruz çünkü efrad-ı millet arasında en kavi en tabii ve müessir vasıta-i ittihad ve vifak olan İslamiyet fikri duçar-ı za’f olmuştur. Meşrutiyetin en büyük hatalarından memlekete siyasiyat ve ictimaiyatımız i’tibariyle yani hakıkı temeddün ve terakkıye mazhar olmak nokta-i nazarından te’min edebileceğimiz fevaid-i uzmayı takdir edememek oldu. Ne kadar garibdir ki devr-i mutlakıyyetin hitama ererek meşrutiyet-i idare dediğimiz devrin gelmesiyle her şeyden ziyade muhtac olduğumuz hürriyet-i siyasiyye memlekette payidar olamamış ve fakat onun yerine dine karşı mübalatsızlık gösterebilmek hürriyeti pek çabuk teessüs ve devam eylemiştir. Uzun bir devre-i esaret ve istibdaddan birden bire kurtulanlar için nail oldukları hürriyeti suiisti’mal etmemek pek güçtür. Hele bizim gibi terbiye-i fikriyyesi pek noksan akıde-i siyasiyyesi henüz tebeyyün etmemiş milletler hürriyet-i den ziyade zarar görmeye mahkumdurlar. Nitekim öyle de oldu. Meşrutiyet dediğimiz idareyi ihraz ettiğimiz dört sene zarfında memleket ve milletin maddeten ve ma’nen duçar olduğu zararlar otuz senelik idare-i sabıkanın mazarratından elbet kat kat fazla ve feci’ olmuştur. Milletin nail olduğu hürriyeti hüsn-i isti’mal edemeyeceği tahakkuk edince tedrici bir idare-i ahrarane te’sis ile memleketi hürriyetle muvaneset ettirmek gibi bir yol tutulacağına maatteessüf bir aksülamel zuhur etti vatanın mukadderatına vaz’-ı yed etmiş olan İttihad ve Terakkı hükumet ve kuvvetleri hürriyet-i siyasiyyeyi ma’kul bir şekle ifrağ değil mümkün mertebe tahdid ve hatta büsbütün ilga etmek mesleğini ihtiyar eylediler. Bu suretle memleket meşrutiyet namı altında sadece bir istibdaddan kurtulup diğer bir istibdada geçmiş oldu. Kendini tam bir hürriyet dairesinde idare edebilecek kabiliyeti haiz olmayan halk İttihad ve Terakkı’nin mahdud ve mağşuş zihniyeti neticesi olarak meşrutiyetten istifade değil hiç olmazsa hürriyete alışabilmek faydasını bile te’min edemedi. siyyeye karşı böyle zalim bir siyaset ta’kıb ettiği gibi hürriyet-i olması ve bu sahada bilakis hükumetin bilhassa bizimki gibi memleketlerde haiz olması lazım gelen hakk-ı velayetini tamamıyla ihmal ederek mesail-i diniyye ve i’tikadiyyede halkı lüzumundan fazla serbest bırakmış bulunmasıdır. Halbuki siyaseten tam bir hürriyet bahşı ne kadar aksi netice hasıl ederse ictimaiyat i’tibariyle de memlekette tam bir serbesti devresi küşadı o kadar muzır te’sirat tevlid etmemek kabil değil idi. seti idraksizliği yüzündendir ki memlekette hayat-ı İslamiyye bilhassa meşrutiyet devresinde zayıflamış hakıkı bir te’siri azaldıkça azalmıştır. On seneden beri geçirmekte olduğumuz dahili buhranların keşmekeşlerin de hemen en birinci sebebi de budur. Çünkü milletimizin sair milel-i müterakkıyye gibi ayrıca ictimai ve milli bir gaye-i müstekarrası yok ve esasen olamaz. Bizim için din-i İslam en mükemmel bir kanun-ı siyasi ve ictimai hükmünü haizdir. İslamiyet’in bu kuvve-i selamet-bahşasından devletimizin bidayet-i teessüsünden beri istifade edilememiş olması maarifin hiçbir vakit bizde mazhar-ı terakkı olmamasından mütevelliddir. Elimizde bulunan o kıymetli ve müessir vasıta-i tealiden istifade edememiş olduğumuzdan dolayı biz kabahati kendi beceriksizliğimize atf edeceğimize bilakis dinimizin mani’-i terakkı olduğu yolunda yanlış zehablara düştük. Bu yanlış zehab bilhassa meşrutiyet devresinde revac-yab oldu ve onun neticesi olmak üzere de İslamiyet’ten zamanın ihtiyacat-ı medeniyyesine göre hem siyaseten ve hem de hayat-ı tamamıyla kaçırdık. Halbuki memlekette hakıkı samimi ve la-yezal bir ittihad te’min etmek ihtilafat-ı siyasiyyenin bizde daima görüldüğü vechile fırkaların yekdiğerine düşman-ı can kesilmesini mucib olacak surette iştidadına mani’ olmak menafi’-i aliyye-i vataniyyeye aid mesailde daima birleşmek kuvvetin kıymetini takdir edememenin en büyük felaketler tevlid edeceğine hiç şübhe yok idi. Nitekim öyle de oldu. Başımıza gelen dahili ve harici mesaib hep esaslı fikirlerde birleşemeyerek aramızda daimi surette tefrika hüküm-ferma olmasından tevellüd eyledi. Asırlardan beri bizim ile beraber yaşadıkları halde seviyece bizden ziyade yükselmeye muvaffak olan Rum ve Ermeni unsurlarının esbab-ı kuvvetleri tedkık edilecek olursa anlaşılır ki bu sırf dine müdrikane ehemmiyet vermelerinden ileri gelmiştir. Vakıa onlarda bugün zahiren rabıta-i ittihad milliyyet gibi görünür. Fakat onlar o kuvvetli milliyetlerini ancak kiliseleri kiliselerindeki va’zları sayesinde ihraz ve muhafaza edebilmişlerdir. Gözümüzün önünde cereyan etmek ve bizi pek ziyade alakadar etmek i’tibariyle cidden mühim olan şu nümunenin hiçbir zaman bi-hakkın nazar-ı intibahımızı da’vet etmemesine şaşılır. Biz hayat-ı ictimaiyyemizi tekemmül ettirmek istedikçe yalnız garbı ve Avrupa’yı nazar-ı dikkate alıyoruz ve onu da layıkıyla tedkık edemiyoruz. Hep bu yarım yanlış tedkıkatın seyyiatıdır ki “Din mani’-i terakkıdir.” zehabının bizde de husule gelmesine sebeb olmuş ve bunun neticesi olmak üzere de memleketin bir zümresi her hususta en kuvvetli istinadgah-ı terakkı ve tealimiz olan dini ten idareten hayat-ı ictimaiyyece terakkımizi kafil her türlü esasatı haiz bir kanun-ı mübecceldir. Bundan başka milletin maya da maliktir. duğu badirelerden kurtarmaya çalışırken diğer taraftan da bilhassa hissiyat-ı diniyyenin şimdiye kadar fazla ihmal edilmiş olan kuvvet ve te’sirini takdire çalışmalıyız ve dinimizden asrın medeniyetin muktezıyatına göre a’zami istifade yolları ne ise onları bulup meydana çıkarmalıyız. Biz imanımızın kuvveti mertebesinde eminiz ki bizi maddeten ve ma’nen felah ve selamete isal edecek yegane yol bu yoldur ve o kadar muhtac ve müştak olduğumuz ittihad-ı hakıkıyi de ancak bu sayede ihraz edebiliriz. Rus ihtilali bidayetinden i’tibaren Şubat’de Osmanlı kıtaatının Erzurum’u istirdad ettikleri tarihe kadar Ermenilerin Erzurum şehri ve havalisindeki Türklere karşı nasıl bir hatt-ı hareket ta’kıb eylediklerine dair İkdam gazetesi mühim bir vesika neşrediyor. Erzincan Erzurum kasabalarında ve Erzincan-Erzurum yolu tarafeyninde sakin ahali-i İslamiyyenin duçar oldukları zulm ü i’tisafatın derece-i vüs’atini bütün çıplaklığıyla bu vesika gösteriyor. Rusça aslı mahfuz olan ve Kaymakam “Tverdo Hlebof”un el yazısıyla yazılmış olan bu vesikada deniliyor ki: “Eskiden beri Avrupa ve Rusya efkar-ı umumiyyesince ma’lum olan Türk-Ermeni husumeti bu harb-i umumideki tezahüratı mertebesinde hiçbir zaman tasavvur edilmemiştir. Ermenilerin Türkleri görmek istemedikleri eskiden beri ma’lumdur. Ermeniler kendilerini daima mazlum ve makhur mevkiinde göstermişler; terakkıleri ve dinleri dolayısıyla pek ağır işkencelere duçar olan bir millet şeklinde görünmekte daima muvaffak olmuşlardır. Ermenilerle bir dereceye kadar teması fazlaca olan Ruslar Ermeni medeniyeti ve liyakati hakkında bir parça başka türlü fikir hasıl etmişlerdir. Bunları oldukça hasis şaşırtıcı [ ] bir millet olarak tanırlar. Rus köylüsü Ermenilere başka türlü hüküm verirdi. Rus neferlerinden çok defalar şu sözleri işittim: “Ermeniler tali’li millet Türkler bunları becerdiler fakat iyi kesemediler; bir tane kalmayıncaya kadar kesmeliydiler!” Rus kıtaatı arasındaki Ermeni efradı her hususta daima en aşağı addolunmuştur. Ermeniler daima perakende hizmeti ve cepheye gitmemeyi tercih etmişlerdir. Fakat Türklerin Erzurum’u istirdadlarına kadar geçen iki ay zarfında Ermenilerden bizzat gördüğüm ve işittiğim ahval bunlar hakkındaki her türlü fena tasavvurların fevkındedir. ’da Erzurum’un Rus kıtaatı tarafından işgalinde gerek şehre ve gerek civarına hiçbir Ermeni yaklaştırılmamıştır. Birinci Kolordu kumandanı General Kalitin Erzurum ve Havalisi Kumandanlığında kaldıkça aralarında Ermeni efradı bulunan kıtaat bu havaliye sevk edilmedi. İhtilalden sonra her türlü tedabir lağvedilmiş bulununca Ermeniler Erzurum ve havalisine saldırdılar. Bu hücumla beraber gerek şehirde ve gerek civar köylerde evler yağma edilmek sahibleri kaffeten katlolunmak gibi cinayetler başladı. Rusların mevcudiyeti Ermenilerin bu cinayetlerini alenen yapmalarına mani’ oluyordu. Katil ve yağma eşkıyavari gizlice icra edilmekte idi. senesi bilhassa neferattan mürekkeb “Erzurum İhtilal tarafı aramaya başladı taharriyat muntazam bir surette cereyan etmediğinden biraz sonra yağmagerliğe müncer oldu. Neferat tarafından pek vasi’ surette yağmagerlik devam etti. Yağmacılıkta en ileri gidenler muharebeden kaçan Ermeni neferleri olmuştur. Bir gün at üstünde şehir sokaklarından birinden geçerken birçok Rus kümesi başlarında bir Ermeni olduğu halde yetmiş yaşında iki Türkü bir yere sevk ediyorlardı. Ermeni neferinin elinde tel örgüsünden bir kırbaç bulunup hiddetinden benzi atmıştı. Yollar gayet çamurlu idi. Ermeni neferleri bu biçare ihtiyar Türkleri çamurların içinde sokağın bir tarafından öbür tarafına sürüklüyorlardı. Neferleri kandırmak etmelerini söyledim. Kalabalığın başında bulunan Ermeni nefer elindeki tel örgüsü kırbacıyla üzerime yürüyerek “Siz bunları müdafaa ediyorsunuz öyle mi? Onlar bizi kesiyor siz bunlara yardımcı çıkıyorsunuz değil mi?” diye bağırdı. Toplanmış olan diğer Ermeniler de bunun tarafını iltizam ettiler. O zaman da Rus neferleri o derece şımarmış idiler ki her yerde zabit döğmek ve hatta öldürmekte idiler. Mevkiim fenalaşmıştı. Zabit kumandasında muti’ bir devriye kolu zuhur ediverince ahval değişti. Ermeniler hemen ortadan gayboldu. Rus neferleri de ihtiyarları hakaretsiz sevk etmeye başladılar. Rus kıtaatının cebheden kendi kendine dağıldıkları tarihte cebhede kalan veyahud duvarlara şitab eden Ermenilerin diğer milletlere mensub kıtaat gelinceye kadar Türk köylülerine pek çok vahşetler yapmaları tehlikesi zuhur etmişti. Ermenilerin ileri gelenleri böyle bir hal zuhur etmeyeceğini pek kuvvetle te’min ediyorlardı. Türkler ve Ermeniler arasında vifak-ı tam husulüne çalışıp muvaffak olacaklarını ve bu babda her türlü teşebbüsatta bulunduklarını dermiyan ediyorlardı. Türk ve Ermenilerden mürekkeb şehir milisleri teşkil olunuyor katl ü yağma edenlerin muhakemesi için Divan-ı Harbler teessüs etmesini Ermeniler yüksek sesle taleb ediyorlardı. Bunların hepsinin hile ve tuzak olduğu bilahare anlaşılmıştı. Milis teşkilatına giren Türklerin pek çoğu gece devriyelerinden avdet etmemeye ve ne olduklarına dair ma’lumat alınamamaya başladı. Şehir haricine çalıştırılmaya götürülen Türkler de avdet etmiyordu. En nihayet teşkil edilebilen Divan-ı Harb kendisini cezalandıramıyordu. Yağma ve katiller çoğalmaya başladı. Kanunisani ile Şubat arasında yağmacılar tarafından Erzurum’un ma’ruf simalarından Bekir Hacı Efendi bir gece kendi hanesinde katledildi. Odişelidze üç gün zarfında katilin meydana çıkarılmasını kıtaat kumandanlarına emretti. Başkumandan Ermeni kıtaatı kumandanlarına efradın itaatsizliği son dereceyi bulduğunu söyleyerek pek ağır tahkıratta bulundu. Eşkıyaca zulm ü teaddi yollarda çalıştırmak bahanesiyle kırlara götürülen Türklerin hemen yarı yarıya avdet etmemesi hususunu Ermenilere izah ederek eğer taht-ı işgale alınan arazide Ermeniler hakim olmak istiyorlarsa yaptıkları cinayetlerle kendi milletlerinin namını telvis etmekte olduklarını Ermenilerin münevver kısmına pek acı lisanla ihtar etti ve hatta henüz harb-i umumi neticelenmeyip umumi sulh konferansı bir havalinin Ermenilere verilmesini kabul ve tasdik etmemiş olduğu zamanda Ermenilerin bilhassa daha ziyade kanuna riayetkar ve serbestiye layık bir millet olduklarını göstermeleri icab edeceğini söyledi. Bundan bir müddet sonra Erzincan’da Ermenilerin Türkleri kaliammı havadisi vasıl oldu. Bunun tafsilatını bizzat Başkumandan Odişelidze’nin ağzından işittim ki ber-vech-i atidir: Kıtal doktor ve müteahhid tarafından tertib edilmiş yani her halde eşkıya tarafından tertib edilmiştir. Bu Ermenilerin meyeceğim. Her türlü müdafaadan mahrum ve silahsız sekiz yüzden fazla Türk itlaf edilmiştir. Büyük çukurlar açılmış ve biçare Türkler bu çukurların başına sevk olunup hayvan gibi boğazlanmış ve bu çukurlara doldurulmuşlardır.” ERMENI MEZALIM-I ŞENIASI Arşak Paşa çetesinin müslümanlara karşı irtikab ettiği tüyler ürpertici cinayat ve fecayi’ hakkında İkdam gazetesinin neşrettiği vesaikten: Arşak Şubat tarihinde her sokak ve mahalleye devriyeler çıkararak birer bahane ve vesile ile sokaklardaki ahaliyi toplamaya başladı. Bu tarihte Türk kıtaatı ileri harekete başlamış Köseköyü’nü işgal ederek keşif kollarını Bayburd’a doğru sürmüştü. Bu suretle toplattırılan çocuk kadın ve erkek hapishane ittihaz edilen Salih Hamdi Efendi’nin ticarethanesine dolduruldu. Hapishaneye götürülen her şahsın kapı önünde evvela üzeri taharri ediliyor. Zuhur eden para ve zi-kıymet eşyası gasbolunarak her türlü mezalim ve işkence ile hapishaneye sokuluyordu. Bu suretle sokakta dolaşan ahali toplattırıldıktan sonra cebren hanelere giriyorlar evlerdeki para ve zi-kıymet eşya gasb edildikten sonra ahalinin bir kısmını kapıları önünde suret-i feciada katil ve diğer kısmını da enva’-ı mezalim ve işkence ile hapishanelere gönderiyorlar idi. Bu hal Şubat’ın üçüncü günü sabaha kadar devam etti. Şubat’de İslam kadını da toplamaya başladılar. Topladıkları on dört kadın ile iki kız çocuğu Salih Hamdi Efendi’nin Ticarethanesi karşısındaki Haydar Bey’in ahşab oteline doldurdular. Alaturka saat üç raddelerinde fecayi’ şu suretle başladı: Ermenilerden bir kısmı mahallat arasında bir kısmı Salih Hamdi Efendi Ticarethanesi’nde bulunan mevkufini ve diğer kısmı Haydar Bey Oteli’nde bulunan kadınları katle me’mur edildi. Salih Hamdi Efendi’nin Ticarethanesi tahtani müstatil bir boşluk ve bu boşluğun sağ tarafında üç ve sol tarafında üç ve kısm-ı müntehasında iki ki cem’an sekiz odadan ibarettir. Kapıdan girildiği zaman sağdan birinci odaya yirmi üç soldan birinci odaya dört ikinci odaya altmış üçüncü odaya elli ve boşluğun kısm-ı müntehasındaki odalardan soldaki odaya kırk sekiz ve sağdakine sekiz ki cem’an yüz doksan üç İslam erkek doldurulmuş idi. Ermeniler en evvel soldan birinci odada bulunan Belediye Reisi Hafız Süleyman Efendi’yi Kormas karyeli Ahmed ve Abraslı İrfan ve Ağandalı Piri’yi odadan dışarı çıkararak ellerindeki süngü balta ve demir parçasıyla öldürdüler. Müteakıben diğer odalara geçerek aynı suretle mahbusini katle başladılar. Gözleri önünde suret-i fecia ve vahşiyyede arkadaşlarının katledildiğini gören diğer mahbusin kendilerine sıra geldikçe mümkün mertebe müdafaa-i nefse çalışmış iseler de bütün vesait-ı müdafaadan mahrum bulunduklarından kalmışlar akıbet bin türlü mezahim arasında terk-i hayat eylemişlerdir. Yalnız ikinci odada bulunan altmış kişiden Murad Çavuş Şevki Serrac Hafız ve Zahid Mahallesi’nden Beytioğlu Sadık ölüler arasına sokularak kendilerini kurtarabilmişlerdir. Ermeniler bu ma’sumini süngü ve balta ile katletmekle kanaat etmeyerek cenazelerin üstüne gazyağı döküp ateşlemek suretiyle ve arada henüz terk-i hayat etmemiş bulunanların GARBI TRAKYA’DA BULGAR MEZALIMI Trakya-Paşaili Müdafaa Hey’eti’nden: Bulgarlar el-an başları üzerinde dolaşan felaketi görmemekte ısrar ve efkar-ı umumiyye-i cihan ile adeta istihza ediyorlar. Hep eski siyasetlerine hep o silsile-i mezalime devam ediyor ve Bulgaristan’daki her unsura hakk-ı hayat olmadığını el-an bi-perva söylüyorlar. Gün geçmiyor ki bedbaht Trakya’dan ocaklar söndürüldüğünü hanümanlar mahvedildiğini işitmiş olmayalım! İşte bu cümleden olarak dün yine feci’ bir haber aldık. Kalblerimiz sızladı. Darıdere kazasının Seydilli köyünden Ahmed namında biri asker firarisi imiş. Bütün köy ahalisi kadın ve çocuklar da dahil olduğu halde Ahmed bahane edilerek şiddetle darb edildikten sonra köy baştan başa ihrak edilir ve Ahmed’in seksen beş yaşındaki zavallı validesi de Darıdere’ye götürülerek bila-muhakeme kurşuna dizilir. Yine Darıdere’nin Kuzoba karyesinden Gacıroğulları Salim Ağa ve biraderlerinin kışlaları kamilen ihrak ve koyun keçi sığır olarak altı yüzü mütecaviz bütün hayvanatı gasb ve musadere edilir. Kendilerinden de aileleri ile beraber hiçbir haber yoktur. İşte bütün beşeriyet-i mütemeddine ve muztaribenin adalet ve sükunet diye samim-i ruhuyla bağırdığı ve hem de düvel-i mü’telife askerlerinin Bulgaristan toprağında bulundukları bir zamanda Bulgar zihniyetinin doğurduğu cinayat! Bulgar bunu Garbi Trakya’da Türk ekseriyetini izale hakaranenin tetimmatından olmak üzere yapıyorlar ve bu hususta hiçbir ihtiyata bile lüzum görmüyorlar. Trakya’daki kardeşlerimiz cidden çok elim ve gayr-i kabil-i tahammül bir hayat-ı zulm ü udvan yaşamaktadırlar. Binaenaleyh hükumet ve matbuat-ı Osmaniyyeden otuz dokuz bin Bulgar nüfusuna mukabil üç yüz kırk beş bin Türk nüfusunu ihtiva etmekte olup altı seneden beri pek haksız olarak Bulgar ROMANYA’DAKI MÜSLÜMANLARIN HALI Romanya’dan yeni gelen bir zatın oradaki müslümanların geçirdikleri felaketler hakkındaki beyanat-ı elimesini Vakit gazetesinden naklediyoruz. Dobruca’da bulunan müslümanlar mütarekeden sonra Rumenler tarafından pek şiddetli tazyikat altına alınmıştır. Romanya arazisinde vakayi’-i harbiyye neticesinde vuku’ bulan hasaratı ve zararları ta’mir vazifesini Romanyalılar köylerde orada kalmış olan müslüman ahali üzerine yükletmekte bunun için gayet ağır tekalif-i harbiyye tarh eylemektedirler. Bi’l-farz bir köyde yıkılmış olan bir kiliseyi bir mektebi yeniden inşa etmek için oranın müslüman ahalisini tazyik etmektedirler. Kezalik eşhas-ı adiyyenin zararlarını tazmin için de her köy ve kasabada oranın müslüman ahalisi üzerine müştereken ceza-yı nakdiler tarh edilmektedir. Bu gibi tazyikattan bıkmış olan müslüman ahali memleketten harice hicret etmeye mecbur olmakta ise de yola çıkmış olanlar da yollarda başka türlü Rumen tazyikatına ma’ruz kalmaktadır. Bir halde ki hicret edenlerin üzerinde bulunan emval tamamıyla musadere edilmektedir. Bu ahval daha ziyade köylerde vuku’ bulduğu için İ’tilaf askerleri kumandanları yapılan mezalimi görememektedir. Nihayet İ’tilaf devletleri tarafından akdolunan Sulh Konferansı bu hafta zarfında Paris’te Fransa Cumhuriyeti Reisi Mösyö Puankara’nın riyaseti altında merasim-i mahsusa ile açıldı. Mumaileyh bu münasebetle irad eylediği nutkunu bil-cümle murahhaslara ayakta dinlettikten sonra riyaset mevkiini Mösyö Klemanso’ya bırakarak çekilmiştir. Yeni ittihaz olunan mukarrerata nazaran Amerika Britanya Fransa beşer diğer devletler de derece-i ehemmiyyetlerine göre birer yahud ikişer murahhas bulundurmak hakkına maliktirler. Müzakeratın da hafi tutulup yalnız her celse akıbinde bir tebliğ-ı resmi neşriyle iktifa edilmesi ciheti şimdiden Amerika matbuatı mümessillerini ığzab etmiş ve müzakeratın alenen icrası hakkında Mister Wilson’a müracaat etmişlerdir. Konferansın azamet ve ehemmiyetini takdir eden cihan-ı medeniyyet şimdiden kemal-i intizar ve sabırsızlıkla Paris’te mukadderat-ı ümem ve milel hakkında verilecek munsıfane kararların hükümlerin mahiyetine merak ediyorlar. Sulh-ı müstakbelin esasatı bu konferansta teayyün edecek kesb-i kat’iyyet eyleyecektir. Tabiidir ki konferansa letlerin en ileri gelenlerinden oldukları için her halde ma’delet ve nasafet haricinde bir re’yde bulunmayacakları varid-i hatır oluyor. Herkesin en ziyade merak ettiği şey ise Amerika mümessillerinin re’yleridir. Wilson prensiplerini acaba bu mümessiller hakkıyla müdafaa ve temsil edebilecekler mi? Avrupa murahhasları ile Amerikalılar beyninde –Wilson prensiplerinin tatbikı hakkında– medar-ı ihtilaf olacak hadisat zuhur edecek midir? Konferans Wilson nazariyesini nazar-ı dikkat ve ehemmiyetle ta’kıb edip ihtiras ve garazdan tecerrüd ederse adl ü insafı kendisine rehber ittihaz eylerse her halde sulh ve müsalemet-i hakıkıyyenin te’sisine doğru en büyük adımını atmış olacak ve cidden cihanı kendisinden hoşnud etmiş bulunacaktır. Cenab-ı Hak ayat-ı salifede münafıkınin hallerini onların mü’minlere tesadüf ettikleri zaman ne söylediklerini kendi kendilerine kaldıkları vakit ne yaptıklarını şerh u izah ettikten sonra şunu da ilave ediyor ki: Bu zümre-i hasirenin böyle gunagun televvünleri hakk u hakıkatin yahud ona müeddi olan mukaddematın perde-i ibham ve hafa altında mestur bulunması yahud neşir ve da’vete me’mur olanların vazifelerinde kusur etmeleri neticesi değildir. Onları hakayıkın vuzuh ve inkişaf-ı tammına rağmen meslek-i ama ve dalalette payidar olmaya saik olan yegane sebeb inad ve lefeti dinin teali ve teeyyüdüne mümanaat maksadıyla desisekarlığı şiar-ı vicdan ittihaz etmeleridir. O bedbahtlar ki bunca kahir ve kat’i hücec ü berahin ile nazar-ı im’anları önünde tecelli edip duran hakayık-ı aliyye-i İslamiyyeyi kanaat-i vicdaniyyeleri ile iltizam cihetine gitmiyorlar da cebr-i hakıkatle satvet-i İslam’a serfüru mecburiyetinde kalıyorlar. Cenab-ı Hak bu ayat-ı kerimede bize anlatıyor ki; münafıklar düdleri esasından izale edecek surette meydana çıkmış hidayetin mukaddemat-ı hidayetin şu’le-i feyyazı kalp ve vicdanlarına tamamıyla aks etmiş olduğu halde hamiyyet-i cahiliyyeleri kendilerini pek yakınlarında duran ve nev-benev tezahür asarına şahid olmaları i’tibariyle herkesten ziyade temayülleri icab eden hidayeti bırakarak göz göre hüsran ve dalal vartalarına atılmaya sevk etmektedir. Bu i’tibar ile münafıkların halleri o kimsenin haline teşbih edilebilir ki eczahaneye giderek bütün servet ü samanını feda ile gayet müessir bir zehir alıp ağzına diker zehir derhal bütün ahşa-yı batnıyyesine sirayet eder. Te’sirat-ı müz’icesi o andan i’tibaren afiyetinin hatta hayatının devam ve bekasına imkan bırakmaz. Bu adama malik olduğu servetin te’min ettiği kar ve menfaat bela ve mihnetten fena ve in’idamdan başka bir şey değildir. felah ve hidayete tevessül imkanı tamamıyla elvermiş iken bu cihete hiç iltifat etmeyerek batıla sarılmışlar bu temayül-i meş’um neticesinde dünyada hüsran helake ahirette hafi ve celi her hal ü karlarına habir olan Ahkemü’l-hakimin’in muhasebe-i a’mali deruhde ettiği o ruz-i hailde ateş-i cahim Kur’an bize münafıkların evsaf-ı mümeyyizelerinden bir nebze bahsettikten sonra hallerini temsil tarikıyle daha vazıh bir surette teşhir ve beyan etmek istemiştir. Esasen bir mes’eleyi bütün hakayık u dakayıkıyla tasvir ve telkın hususunda Arabın esrar-ı beyana vukufu olanların meslekleri de böyledir. Maani-i maksudenin en gizli noktalarını mevki’-i bedahete isal etmek hakayık-ı gamızanın yüzünden hicab-ı bahire ca-yı inkar mıdır? Şübhesiz emsal muhali muhakkak mevhumu müteyakkan gaibi şahid kisvesinde ibraz ve teşhir isti’dad-ı harika-nümasını haiz olmakla beraber en musır ve muanid bir hasmı ilzam ve tebkite en müstebid bir fikri hakıkate imaleye kabiliyet onun en bariz havas ve mezayasından biridir. Cenab-ı Hakk’ın Kitab-ı Kerim’inde yol yol irad-ı emsal etmesi enbiya ve hükemanın sözlerinde emsale mebzul bir surette tesadüf edilmesi onun ne dereceye kadar kuvve-i te’yidiyyeyi haiz olduğunun en vazıh burhanıdır. ayet-i kerimesi de bu cümledendir. Cenab-ı Hak bu ayette bu meseli onu ta’kıb eden diğer bir ayette de bir diğerini serd etmiştir ki tarikları muhtelif olmakla beraber maksad-ı iradları birdir. Bu ayette Cenab-ı Hak Resul-i Kerimiyle münafıkların vaz’iyet-i mütekabilelerini temsil ediyor Cenab-ı Resul kendilerini tarik-ı hidayet ve felaha sevk etmek için birçok zaman çalışıp çabaladığı helal ile haramı hak ile batılı izah Başmuharrir ettiği mevazı’-ı şübühatı ve onların ne gibi mehazire müeddi olacaklarını bildirdiği halde münafıkların kabul-i hakayıka ne dereceye kadar kabiliyet gösterebildiklerini şu suretle tasvir ediyor: – Onlara doğru yolu göstermek dide-i basiretlerini tenvir etmek için gönderilmiş olan Resul’ün hal ve mevkii karanlık bir gecede bir cemaatle birlikte bulunup da onlara ateş yakmak teşebbüsünde bulunan bir adamın hal ve mevkiini andırır. Bu adam gecenin şiddet-i zalamı içinde yolu şaşırıp kalmış olan rufekasına etraf u eknafı görerek ta’kıb edecekleri tarikı ta’yin tehlike ve muhatarayı mucib bir hal varsa tevakkı imkanını elde etmeleri için bir ateş yakar ateş yanıp etrafı ziyadar eder muhiti teşkil eden şeyler tamamıyla görülmeye başlar. Fakat aradan çok geçmeden ateş sönerek ortalık yeniden korkunç zulmetlere boğulur. Yolcular arızalı ve mahuf yolları düşe kalka enva’-ı müşkilat ve muhatarat dı muvacehesinde münafıkların da halleri böyle idi; Resul aleyhisselam onları hidayet ve irşad hususunda hiçbir gayret ve himmeti diriğ etmemiş haramı helali ve sair ahkam-ı diniyyeyi bildirmiş birçok emsal-i hikemiyye ile basar u basiretlerini hakayık-ı İslamiyyeye nüfuz edebilecek bir kuvvet kazandırmış idi ki o ezeli inad ve istikbarları olmasa o sayede hidayet ve saadetin tecelliyat-ı gunagununa mazhariyetle be-kam olmaları işten bile değildi. Fakat o bedbahtlar hubs-i tinetlerinin ilcaatından olarak sapmış oldukları küfür ve ma’siyet girivelerinden bir türlü ayrılmak istemediler o mişkat-ı risaletten saçılan envar-ı hidayetten istifade emelinde bulunmadılar. Artık din ve hakıkat afak-ı beşeriyyeti ne derece ziyadar ederse etsin onlar küfürden şek ve nifaktan etraflarına kat kat çekilmiş sütre-i zalam içinde bulundukları bulundukları için tarik-ı hemvarı bulamazlar; hakk u hakıkatin sada-yı irşadını işitecek kulakları parıltısını görecek gözleri kalmadığı için önlerindeki uçurumları ihtar eden avaze-i tahziri işitemez mürşidlerin tarik-ı savabı gösteren işaretlerini göremezler. Bu haldeki kimselerin menafi’-i dünyeviyye ve uhreviyyelerine müteallik vaki’ olacak ihtarat ve telkınattan müstefid olabilecekleri hakkında nasıl bir ümid beslenebilir? Onlarda bu sağırlık bu körlük bu dilsizlik varken salik oldukları tarik-ı ama ve dalaletten dönüp de hidayet ve sedad yollarını bulabilmeleri için hangi bir saikın ilham ve irşadına tabi’ olmaları imkanı tasavvur olunabilir? Zikrolunan fitnenin amillerinden başlıcası ise Abdullah bin Sebe’ idi; Yahudilik’ten İslam’a gelmişidi. Hazret-i Ali kerremallahü vechehu efendimize guya muhabbette ifrat ve gulüv gösterdiğinden haşa Allah’ın vücud-ı Ali’ye hulul ettiğini iddiaya kadar vardı. Müşarunileyhin Hilafet’e ehak olduğunu ileri sürerek Hazret-i Osman radıyallahü anh. efendimize ta’n eyledi Hazret-i Osman onu Mısır’a nefy etti. Ancak merkum orada da boş durmayarak ilkaata devam ile meşrebine göre birçok avene peydasıyla ber-vech-i ma’ruz sadme-i hilafet vukuuna kadar o suretle iştigal eyledi. Hazret-i Ali efendimizin ahd-i hilafetlerinde de mezhebini açıktan açığa mevkı’-i i’lana koydu. Şu fazihası müşarunileyh tarafından kendisinin Medayin’e sürülmesini istilzam etti. Ondan sonra zuhur eden gulat mezheblerinin tevlid ettiği hadiselere zemin olan tezvirat tohumlarının ilk maddesini merkumun hali teşkil etmiş ve muhtelif hadiseler de tevali etmekte bulunmuşidi. Bu esnada evvelce hilafet-i Ali’ye akd-i bey’at etmiş olanlardan bazıları nakz-ı ahd ile ona muarazaya başladılar müslimin arasında muharebat tekevvün etti. Bu hal saltanatın Emevilere intikaline sebeb oldu. Fakat bu keşmekeşler cemaat-i İslamiyye binasına rahneler açtı. Din rabıta-i ittihadı kırıldı. Hilafına müteallik mezhebler tenevvü’ etti. Her hizb-i muhalif sözde amelde kendi re’yini hasmının re’yine tercihan iltizam eder ve hakka riayette mübalatsızlık gösterirdi. Ahkam-ı diniyyede gayr-i muhık te’viller rivayatta şer’iyi tecavüz ile kendi başına hareket edenler çoğaldı. Halk Şii Havaric Mu’tezilin denilen mezheblere ayrıldı. Birinci Mervan’ın ahd-i hükumetinde Havaric taifesi hak yolundan büsbütün şaşarak kendilerinden başkalarını tekfir eder oldu. Bu inadlarında istimrar göstererek hatta cumhuriyete benzer bir hükumetin teşkili talebinde bulundu. Kendilerine muhalefet edenleri tekfirdeki i’tiyadları uzun müddet yan[i] Mühelleb bin Ebi Sufra’nın yed-i kahrıyla kendileri muzmahil oluncaya kadar imtidad etti. İşbu inhizamları üzerine bilad-ı Mağrib’e doğru kaçıştılar. Oralarda da iş’al-i fitneden geri durmadılar. El-yevm bu taifenin bakıyyesi Afrika ve Ceziretülarab’ın bazı cihetlerinde bulunur. Şii taifesinden bazıları da akıl ve mantık hilafında Hazret-i Ali’yi ve bazı ebna’-i zürriyyetini uluhiyet payesine yahud nübüvvet derecesine kadar çıkardılar. Bu asl-ı fasid üzerine muhtelif surette bir takım batıl i’tikadlar teferru’ etti. Bununla beraber din-i mübinin intişarını te’min edecek mesai ile mübahi olan erkan-ı saliha ni’met-i ihtida ile müşerref olmayan akvamı İslamiyet’e da’vet yolunda asla tevakkuf etmedi. Müslimin arasında tekevvün edip etrafı kaplayan gubar-ı niza’ dahi Kur’an’ın ziya’-ı cihan-şümulünün cihat-ı baideye in’ikasına hail olamadı. İran Suriye ve onlara civar mahallerden Mısır ve Afrika’dan ve bunları peyrev ittihaz edenlerden takım takım birçok halkın daire-i Bu sayede saltanat-ı İslamiyyeyi bil-fiil müdafaa hususunda kendilerinden istiğna hasıl olan ve mücadelat-ı vakıa sırasında oldukça bir mevkı’-i asudegi te’minine muvaffak olabilen kimselerden bir cemm-i gafir muamelat-ı cariyyede hüccet-i İslam’ın müdafaa ve izharına ve dinin akaid ve ahkam-ı esasiyyesiyle iştigale hasr-ı evkat eyledi. Meslek-i Kur’an’ dan iktitaf ettikleri hakayıkı nakl ü neşre şedid bir hırs gösterdi aklı irşad ve intibaha mazhar kılan nikat-ı Furkaniyyeyi bir nazar-ı dakık ile mülahaza ve tatbikte kat’iyyen tecviz-i ihmal etmedi. Nefsini ilm ü hikmete aşk u şevk ile imale eden ve ta’lim farizasına ragıb olan bazı ehl-i Bunların eşheri Hasen-i Basri idi. Müşarunileyhin Basra’da teşkil ettiği ta’lim ve ifade meclisine her taraftan ilim talibleri toplanır ve şu sebeble her nevi’ mesail orada hadde-i tedkık ve tenkıdden geçirilirdi. Bu miyanda edyan ve milel-i sairenin kadim mütemessiklerinden olup yalnız zahiren rida’-i İslam’a bürünen ve derunlarında İslamiyet kemaliyle yerleşmeyen bir takım kimseler de var idi. Bunlar kendilerinin evvelce salik bulundukları dinlerinden hamil oldukları efkar-ı kadime ile din-i Ahmedi’nin mahsusatından olan efkar-ı aliyyeyi birbirine vasl u mezc etmek daiyesine düştüler. Bu hal fitne ve fesad kasırgalarının esmesini şübhe emvacının husulünü badi oldu. Herkes kendi fikrinin dizginlerini efkar-ı Kur’aniyye meydanına salıverdi. Dinde dahil olanlar irfan ve imanında sabık ve asil olanlara müşareket ve tesavi etmeye kalkıştılar. Bu suretle müslümanlar arasında erbab-ı ta’nın başları yükseldi. Beynlerinde mucib-i ihtilaf iki mes’ele tehaddüs eyledi: Biri insanın iradesinde ef’alinde ihtiyar ve istiklaline diğeri de kebire sayılan bir günahı işlemiş olduğu halde tevbe edemeyerek irtihal eyleyenin serencamına müteallik idi. Vasıl bin Ata üstadı Hasen-i Basri’nin bu mes’elelerdeki ictihad ve beyanatına muhalefet gösterdi. Akayid-i esasiyyede ondan ayrılarak kendi nokta-i nazarını yürütmeye koyuldu. Fakat onun nazariyatını eslaftan işitenlerin çoğu o nazarı kabule yanaşmadı. Bunlardan birisi de müşarunileyh Hasen-i Basri idi. Müşarunileyh insandan bilerek isteyerek sadır olan amelleri işlemekte insanın muhtar olduğunu iddia etti. Müddeasını da muhakemat-ı dakıka ve delail-i hakka ile te’yid eyledi. Cebriye denilen mezheb ehli fikr-i vakıa mu’arazada bulundu. İnsan dilediğini yapmakta harekatında muztar olan ağaç dalları gibi mecburdur fikrine zahib oldu. Beni Mervan hükumeti erkanı ise bu gibi emr-i dininin vazıhan hallini mühimsemezler ve yanlış i’tikadlara sapanları telkınat-ı fasideden kurtarıp nokta-i vahideye cem’ ile Onların hadim oldukları meslek herkesin her istediği tarzda hareketine müsaid ve nasın i’tikad işlerinde bir kayd-ı ma’kul altında bulunmamasını müstelzim idi. Şu hal ise ehl-i kalmamasına ve zat-ı Bari için tahayyül ve kasd ettikleri bir takım sıfatın isbat ve nefyi derecelerine irtikasına müncer oldu. Bu cümleden olarak kaffe-i ahkam-ı diniyyenin derk ve te’sisine hatta ibadat ve füruata dair onda mündemic olan şeylere bile aklın hakim-i müstakıl olduğu da’vası ortaya çıktı. Hudud-ı Kur’aniyye bu suretle aşırı mertebede tecavüz olundu yahud bi’set-i İslamiyyeden evvelki akvamın yukarıda zikri geçen akayid-i müşevveşeleri dairesinde aklın mülaabesine teslim-i nefs edildi. Sonra başka bir fırka çıktı mikdarca o sakım saliklerden az olmakla beraber onların faraziyatını zir ü zeber etti. Lakin bunlar da muarızlarına inad ederek başka bir yolda Kitab-ı Kerim’in ahkamına muhalefet gösterdi. Hulefa ile hilafete müteallik re’yleri ne merkezde ise ara-yı akıdelerini de o vadide i’male guya İslam düştü. Mezheb-i İ’tizalin müessisi Vasıl bin Ata’ya ittiba’ yolunda muhtelif şu’beler meydana geldi kütüb-i Yunaniyyeden kendi akl-ı mücerredleriyle musib gördükleri ma’lumatı cem’ ve tenavüle giriştiler. İltizam ettikleri meslekte bedihiyyat-ı evveliyye-i akliyye ile nazar-ı vehmde serab görünen mevhumatın arasını fark etmeksizin cümlesini ilmen sabit hakayık diye telakkı ederek onunla akayidin te’yidini mahz-ı yeye hikmet-i nazariyye esaslarından hiçbiriyle kabil-i te’lif olmayan şeyleri karıştırmış oldular. Bu gidişte muannidane sebat gösterdiler. Bunların inşiab eden mezhebleri a’dad-ı kesireye baliğ oldu. Te’sis eyledikleri akayid-i batılayı Abbasilerin ilk şevketleri zamanında te’yid fırsatını intihaz ettiler. Re’yleriyle mukavemete imkan bulamayan sair müctehidlere galebe çaldılar. Uleması da kendi faraziyelerine göre kitap te’lifine başladı. Bu mevani’ ve tahakkümata rağmen ahkam-ı Furkaniyyeye hakkıyla mütemessik olanlar asla fütur getirmeyerek ve mahalli hakimlerinin muavenetinden mahrum bulunduklarını da kaydetmeyerek zaman-ı saadetten müslimin arasında fitne hadis olan vakte kadar müesses ve ma’ruf bulunan akayid-i salimeye kuvvet-i yakın ile i’tisam ettiler. Hulefa-yı Abbasiyyenin evvelkileri devletlerinin te’sis ve ikamesi Devlet-i Emeviyyenin taklib ve imhası emrinde nında kendileri için zahir edinmeye tevessül ettiler. Bunlardan münasib ve mu’temed görülenleri kendi vezir ve tabi’leri arasında tedarik olunan ali mansıblara yerleştirilerek şanlı bir nüfuz ve iktidara malik oldular. Halbuki kendilerinin dinde hakıkı bir alakaları görülmüyordu. İçlerinde Maneviye ve Yezdaniye taifesiyle bir takım dinsizler ve sair bazı İranlı fırkalar dahi bulunuyordu. Fikirlerini emel ve mesleklerini sirette gördükleri kimselere akval-i kazibe iradıyla bunların kendilerine ıktidasını te’mine koyuldular. Ahvalin şu tarza Bunların şübhelerini keşif ve def’e fasid i’tikadlarını cerh ve kadar zikrolunan muzlim haller salgın bir surette devam etti. Şu zamanın inkılabatı esnasında ilm-i akayid henüz bitmiş nümüvvü tekamül etmemiş tertibat halinde yahud kısm-ı ulyası el-an yapılmamış bir bina mesabesinde idi. şehrah-ı Kur’an’ın gösterdiği tarzda bedayi’-i kainatı asar-ı rububiyyeti tefekkür usulünü muhtevi olarak bed’ eyledi. Ne çare ki mübahase-i i’tikadiyye kat’i ve salim bir mecraya giremeyerek Kur’an’ın mahluk veya ezeli olduğu noktasına müteallik fitne-amiz sözler deveran etmeye başladı. Çünkü hulefa-yı Abbasiyyenin bir kısmı Kur’an’ın mahlukıyeti fikrini tervice salik olmuştu. Kitab-ı Kerim’in ve sünnet-i Resul’ün ahkam-ı zahiresine mütemessik olan ve hazret-i Kur’an hakkında bid’at dairesinde mütekevvin mebahisten taaffüf ve ihtiraz edenlerden bir cemm-i gafir ise keyfiyet-i Kur’an’a söz uzatmaktan imsak veyahud ezeli olduğunu tasrih ediyordu. Mahlukıyet-i Furkan mürevvicleri tarafından bu nazariyeye iştirak etmeyen Bu mes’ele-i azime nihayet haksız olarak birçok kan dökülmesini hudud-ı meşruadan inhiraf edildi. Sırf aklı ile hareket veya zahir-i şer’a temessükte mutavassıt bir meslek ta’kıb edenler veya gulüv gösterenler arasında niza’ devam etmekte idi. Maahaza bu mesalik erbabının kaffesi ahkam-ı diniyyenin lazımu’l-ittiba’ olduğuna onun müteallik olduğu ibadat ve muamelatın bilinip edası vacib idiğine ve ona temas eden hissiyat-ı kalbiyye ile melekat-ı akliyyenin ab-ı saf-ı din ile Bunun arkasından zuhur eden Dehri ve Hululiyye mezhebleri salikleri de rida-yı İslam’a ilk büründükleri zaman eski dinlerinden bellemiş oldukları şeyleri ahkam-ı Kur’aniyye te’vile her amel-i zahiri bir ma’na-yı batıni ve sırriye ve tarz-ı batıla tahvile hatta Kitab-ı Aziz’in muhteviyatını hikmet-i nüzul ve ve ma’na-yı hakıkısine baid olan hatalı bir şekilde tefsire giriştiler ki bunlar Batınıyye yahud İsmailiyye güruhu namlarıyla ma’rufturlar. Daha başka isimler de vardır ki tarihen bilinir. İhtira’ ettikleri mezheb dine büyük gaile getirdi. Ehl-i İslam’ın i’tikad ve ikanlarını sarstı. Müvellid oldukları dehşet verici fitneler hadiseler meşhurdur. Dinin akayid-i sahiha erbabı olan selef hazeratı zikrolunan zındıkların ve onların etbaının ikad ettikleri naire-i fitneyi söndürmek için olanca makderetlerini sarf ederek onlarla çarpışmakta son derece müttefik bulunmakla beraber kendi aralarında da hayli mesailde ihtilafları devam etmekte ve emr-i galebe beynlerinde münavebe suretini göstermekte mahza izhar-ı hak ve hakıkat için olduğundan yekdiğerinden ahz ve telakkı-i uluma ifade ve istifadeye bir vech Vakta ki dördüncü asr-ı hicri ibtidalarında Şeyh Ebü’l-Hasen el-Eş’ari saha-i müdafaaya atıldı; eslaf-ı müsliminin akayid-i nezihelerini derpiş ederek ve onlara muhalefet edenlerin fikirlerini de bi-tarafane muhakemeye koyularak mu’tedil ve ma’kul bir surette kavaid-i akayidi te’sise girişti. Akıl ve nazara nakil ve fikre müstenid olarak dinin kabul edebileceği akıde esaslarını takrirden sakınmadı. Ancak meslek-i selefe hasr-ı fikr edenlerden bir kısmı müşarunileyhi –şübheyi def’e medar ittihaz edecek yerde onu tezyid ile beyanat-ı vakıasından dolayı– ta’n u tekfir hatta kanını da mübah görmeye ictisar ettiler. Buna karşı İmam-ı Haremeyn İsferayini Ebibekr el-Bakıllani hazeratı ve emsali gibi büyük alimler müşarunileyhe yardım ederek bi’t-tedkık meydana koyduğu re’y ve mesleğini Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaa mezhebi olmak üzere tesmiye ettiler. Bu efazılın önlerinde karşılarında iki büyük kuvvet dikiş tutamayarak münhezim oldu. Bunlardan biri sırf nusus ve edillenin ma’na-yı zahirisiyle temessük edenler diğeri de kendilerine hoş gelen heva-yı nefsanilerinin hiçbir kayd ile mukayyed olmayarak sevk ettiği yolda gulüv ederek puyan olanlar idi. İşte böyle ilmen kahir ve bahir ictihadlar afaka in’ikas edince ne ötekiler ve ne de berikiler sebat edemeyip nihayet iki asır kadar bir zaman sonra bilad-ı İslamiyyenin etrafında bazı mahallerde serpinti halinde kalan kısmından maada bir cem’iyetleri payidar olmadı. Kavanin-i hilkat hakkında Ebü’l-Hasen-i Eş’ari’nin bina ettiği re’y ve mesleği tervic ve tavziha hasr-ı muavenet edenler şahid-i hakıkatin tecellisine sebeb oldular. Bir de takrir-i mu’tekadat hususunda temhid olunan mukaddemat ve netayice ala-vechi’l-ikan her mu’tekıdın kesb-i vukuf etmesi lazım idiği zehabında bulundular. Yani iman akıdelerinin müstelzim olduğu şeylerin ikanı ne derece muktezi ise onları intac eden edillenin de o mertebede mevcud olmaması medlulün ademini müeddi olacağına da zahib olmuşlar idi. Fakat İmam-ı Gazzali İmam Razi ve onlara peyrev olanlar bu hususta kendilerine muhalefet vadisinde bulunarak bir mes’ele-i mu’tekadanın istinad ettirildiği edillenin bir veya müteaddidlerinin bazen butlanı zahir olmakla beraber emr-i matlubun istidlaline hadim olacak daha kuvvetli bir delilin sened ittihaz edilebileceğini ve usul-i istidlali keşf ü takrir eden silsile-i delailin taharri ve cağını ileri sürdüler. Felsefe mezheblerine gelince; bunlar suret-i daimede sırf fikirle ve nazarla iştigal ve ona göre hasıl ettikleri kanaati kavaid-i nazariyye şekline koyarak sermaye-i makal ederlerdi. Ta’bir-i digerle felasifenin matmah-ı nazarları tahsil-i lın rağbet ve hevesinin varabildiği dereceye kadar bezl-i vüs’ etmeye münhasır idi. Bu suretle diledikleri şeyi düşünüp bir kaideye ifrağ etmeleri mümkün oluyordu. Ehl-i dinin cumhuru dahi sahabet ederek onları dileklerinde; akıllarının lezaizini tahsil ve sanayi’ ve fünunu takviye etmelerinde serbest bıraktılar. Maksadları meşgul oldukları tefekkürat ile nizam-ı beşerin te’yidi için esrar-ı mükevvenattan istihrac ettikleri bazı hakayıktan müstefid olmak idi. Zira kainatta nev’-i insan için mündemic ve münceli olan ni’met sofrasından Allah’ın mübah kıldığı yolda akıl ve fikrimizin isti’dadı mikdarınca tenavül etmek bir emr-i meşru’dur. Nitekim nazm-ı celili bu hikmeti natıktır. Doğru yolu gösteren şan-ı aklı yükselten bir fikr-i temkin ve itminan veren ahkam-ı Kur’aniyyeden şaşmamak onun zahiri ve batıni istisna etmediği daireye mahsur kalmak suretiyle zikrolunan ulum-ı hikemiyyeden istifade-i ma’lumat etmekte beis yoktur. Zaten ukala-yı müsliminden hiçbiri tasavvur olunamaz ki saadete eriştiren hak ve batılı ayıran nafi’ ve muzır olan şeyleri bildiren elde Kur’an gibi bir meş’al-i hidayet vardır. Bununla beraber “Dünya işlerini siz benden iyi bilirsiniz.” mealindeki hadis-i Nebevinin tazammun ettiği dakayıka kuvvetli tecrübelerden sıhhatli re’ylerden istiğna edilmemesi hakkında daha Bedir gazasında tecviz olunan kaide-i makbuleye nazaran din ve şer’ nezdinde makbul ve müfid olan hikmetlerden i’raz etmek şan-ı basirete muvafık düşmez. Lakin ehl-i felsefenin münselik oldukları nazariyata gösterdikleri temayül tedricen ifrat derecesini bulduğu için kendilerine san Aristo ve Eflatun’un felsefeye müteallik mesleklerinden naklolunan şeyleri taaccüb ve istihsan izharıyla onları taklidde zevk-ı vicdan hasıl etmeleri diğeri de o zaman muhitinin bu hususta gösterdikleri inhimak te’siratına kapılmaları idi. Bu iki emirden ikincisi en meş’um sayılırdı. Çünkü dinde nazar-ı hikmet erbabının kaim olduğu meslekle taban tabana tezad teşkil ediyordu. Bu hal üzerine aralarında niza’ ve münakaşa şedid bir surette baş göstererek felasife mürrevviclerinin kıllet-i adediyle beraber kendilerinin beyanatına fikren müncezib olanların iştirakiyle ehl-i dine savlet-i ilmiyyede bulundular. Akayid-i sahiha hamileri buna karşı sükut etmeyerek onlara muhaceme ettiler. İmam-ı Gazzali ve bunun isrine ıktifa edenler felasife kitaplarında ilahiyata umur-ı ammenin ona vasıl olduğu şeylere zat-ı Bari’nin tenzih olunduğu cevher ve araz hükümlerine heyula-yı asli denilen maddeye terkib-i ecsama ve esasat-ı diniyyeye temas edecek surette ilm-i kelam ile müştegıl olanların besledikleri zanniyata müteallik tesadüf ettikleri mesrudat ve mutalaatın hepsini ahz ve cem’ eylediler. Bunların delail-i kat’iyye serdiyle yegan yegan intikadında iltizam-ı şiddet ettiler. Bunları müteakıb gelen müteahhırin-i ulema ise felasifenin tervic ettikleri nazariyata muvaneset hususunda i’tidali tecavüz için halk nazarında şeref ve menzilince sukuta uğradı umumun ta’n u teşniine hedef oldu ehl-i din havassı dahi onlardan alem-i İslam bir netice-i sahiha intizar ede ede hayli zaman Adud ve sair zevatın tedvin ettikleri kütüb-i i’tikadiyyede maddesi olmuştur. Zira muhtelif şu’belere münkasem olan ulum-ı hikemiyye-i nazariyyenin kaffesi o suretle ilm-i vahid haline konulmuş ve onların havi oldukları mes’elelere dair dermiyan olunan mukaddemat ve mebahis hakıkat-i kat’iyyeye mukarin olamayıp meslek-i na-makbul-i taklide daha yakın olmuştu. Binaenaleyh ilm-i akaid uzun zamanlarda kisve-i sahihaya bürünemeyerek bir vakfe-i zaruriyyeye ma’ruz kaldı. Ondan sonra akvam-ı muhtelifeden te’sis-i hakimiyyet sevdasında bulunanların fitneleri ru-nüma oldu. Bu miyanda cahiller emr-i dine tagallüb etti bir halde ki din-i İslam kaynaklarından nebean eden ilm-i nazarinin bakıyye-i asarı elim bir darbeye uğratıldı. Bu badireler din-i haktan büsbütün lam’a müteallik kütüb-i sabıkaya müracaattan keff-i nazarla yalnız bunların üslublarına bakarak elfazını muhavereye sermaye edinmek ve adedleri mahdud olan ve mündericatı zaif hükümleri ve ziyade-i noksanı havi bulunan bazı kitaplara hasr-ı fikr edilmek derecesine varılmıştı. Şu halin neticesi olmak üzere cahillerin himaye ve te’dib-i siyasisine duçar olmuş olan müslimin arasında istibdad-ı akli intişar etti. O esnada zuhur eden bir cemaat ilm-i akayidin tasdik ve tasvib etmediği şeyleri kendi sanihat-ı nefsaniyyelerinden kendilerine eski dinlerden kalan hurafatı vaz’ ve inba eylemeye girişerek din-i mübinin maarif-i hakıkısinden beri ve nakıs ve menabi’-i esasiyyesinden baid olanları kendilerine muin ittihaz ettiler. Bu suretle ukul-i nası selamet çığırından büsbütün çıkardılar mesleklerine muhalif gördüklerini de dikleri gulüv eseri olarak ilim ve din arasında ika’-ı niza’ eden bazı eski ümmetlerin harekatını taklid ile dillerinin uydurduğu şeylere şu haramdır bu helaldir bu küfürdür o iman ve İslam’dır diye mütehekkimane tahakküm etmeye başladılar. Bilmediler ki din-i mübin onların tevehhüm ettikleri hallerden külliyyen saf ve beridir. Yine bilmediler ki Allahü azimü’ş-şan onların zan ve vasf eyledikleri şeylerden münezzeh ve mütealidir. Ahval-i meşruhaya atf-ı nazar olununca onların salik oldukları akayid ve nefislerini teshir ve tezyin eden a’mal-i batınanın ammeye iras eylediği musibetin hakıkaten müdhiş olduğu anlaşılır. Çünkü hakka muhalif medid bir azim ve tecavüz-i mülhidane akayid-i sahihayı batıl cihazlarla tağlita ma’tuf bir sa’y-i bi-insafane göstermeleri nasın intizam-ı masalihince büyük bir şer ve fitnenin hüküm sürmesini intac etmiştir. Bu verdiğim izahat evvela Kitab-ı Mübin’e istinaden kavaid-i diniyyenin nasıl teessüs ettiğini ve bilahara onun daire-i münciyyesinden çıkmaya ve hudud-ı müştemilesinden uzaklaşmaya cür’et eden ehl-i tefrikanın ellerinde ne gibi muhtelit şekillere düştüğünü bildiren bir tarih-i icmalidir. HUKUK-I AILE VE USUL-I MUHAKEMAT-I ŞER’IYYE KARARNAMELERI HAKKINDA ’nci maddede: “Bir kebire velisini ketm ile rızasını istihsal etmeksizin nefsini ahara tezvic ettiği surette nazar olunur: Eğer küfüvvüne tezvic etmiş ise akd lazım olur. Velev ki mehr-i mislinden noksan ile olsun.” denilmiş ve layihada bu hükmün mezheb-i muhtara muhalif olduğu ba’de’t-tasrih guya zamanımızda mehrin noksanı mucib-i ar olmayıp bilakis bundan dolayı nikahın feshi veliler için ar olur mütalaasıyla kabul ve ihtiyar olunduğu gösterilmiştir. Halbuki şu mütalaa ehl-i zühd ve salahın galib oldukları zaman-ı evvel için dermiyan edilmiş olsa pek de yakışmaz değil. Lakin zamanımızda erbab-ı şeref ü cah ve ağniyadan olan ailenin kızı gider nefsini elli altmış kuruş mehri kabul ederek birine tezvic ederse onların nefislerine giran gelmez. Haysiyetlerine dokunmaz kendilerini tahkır edilmiş addetmezler. O nikahın feshiyle namuslarını ikmale çalışmazlar demek doğrusu ya zamanımızda ve memleketimizdeki ahalinin efkarına layıkıyla vukuf değil adem-i ıttılaı iş’ar ediyor. Bu misillü mutalaat ile eimme-i din arasında muhakemeye kalkışıp mezheb-i muhtarı terk eylemek reva değildir. Kararname neşrolunacaksa bu madde de tashih olunmalı. “Eğer küfüvvüne varmış ise akd lazım olur. Meğer ki mehr-i mislinden noksan ile tezevvüc etmiş olup da değilse veli hakime nikahı fesh ettirebilir.” denilmeli ve maddenin lafzı kullanılmalıdır. Gerçi ikisi bir ma’naya ise de ehliyet-i nikah faslında on yedisini itmam etmeyenlere mecaz-ı kevni tarikıyle mürahika denilip kebire lafzı sinn-i mezkuru itmam edenlere tahsis olunmuş gibi isti’mal olunduğundan fıkha intisabı olmayan erbab-ı mesalih sinnin ihtilafıyla hükmün muhtelif olacağı zehabına düşecek beyhude bir takım münazaat ve deaviye sebebiyet verecektir. Kanun yapılacaksa doğru yazılmalıdır. ’inci maddede “Veli kebireyi rızasıyla adem-i kefaetini olmadığı tebeyyün etse hiçbirinin i’tiraza salahiyeti olmaz. Ama hin-i akidde kefaet şart kılınmış veya zevc küfüv olduğunu kable’t-tezvic ihbar etmiş olup da muahharan adem-i kefaeti sabit olsa her biri hakime müracaatla nikahı fesh ettirebilir.” denilmiş. Ve bu mes’eleyi Fetava - yı Velvaliciyye den naklen İbn-i Abidin de zikreylemiştir. Lakin orada mezkur olan ancak velinin nikahı fesh ettirebilmesidir. Vechi de esasen sabit olan hakk-ı i’tirazını iskat etmemiş olmasıdır. Zevce ise böyle değildir. Nefs-i akd onun hukukundan olmakla bir de onun üzerine hakk-ı i’tiraza malike olmadığı bedihidir. Şu kadar var ki Fetava-yı Zahiriyye ve Dürr-i Muhtar’da “Hatıb bir düzme neseb iddiasında bulunarak yahud gayr-i marzi olan mezhebini ketm ile riyakarlık edip suret-i haktan görünerek yahud nafakasından aciz olduğu halde kadir olduğunu ihbar ederek kadını tağrir etmiş ise onun da bu yüzden hakk-ı feshi vardır.” deniliyor. Ve bu hali ile beraber onunla ikamete kudretyab olamaz diye bu hükmün ta’lil olunduğu da rivayet olunuyor. Lakin hirfette kefaet hakkında böyle bir nakil yoktur. Mes’elenin kefaet mes’elesi olmayıp ancak tağrir mes’elesi olduğunu dahi yor. Binaenaleyh hükmün vücuh-i kefaete ta’mim ve hirfet farkına varıncaya kadar teşmil olunması hatadan hali olmayıp bir takım deavi-i fariğa ve musannaa tekevvününe bais olacağı da kaviyyen melhuzdur. Bab-ı Rabi’de’inci maddede: “Hin-i akdde tarafeynden biri şerait-ı ehliyyeti haiz bulunmazsa nikah fasid olur.” denilmiş. Eğer şu cümle Kararname’nin tertibinden evvel herkesin ma’lumu olan ıstılah-ı şer’i üzere yazılmış olsa mantuk ve mefhumu doğru olacak hiç diyecek bulunamayacaktı. Lakin şimdi öyle değil. Buradaki şerait-i ehliyyet Bab-ı Evvel’in Fasl-ı Sani’sinde mezkur olan umura da zahiren şamil oluyor. Halbuki onlardan bir takımının şerait-ı şer’iyyeden olmadığı balada ber-tafsil beyan olundu. Şu “Nikah fasid olur.” ta’biri de layihada musarrah olduğu üzere “Batıl olmaz.” ma’nasında kabul ve isti’mal edilmiş olduğuna göre bu da başkaca bir yanlıştır. Çünkü şer’an şerait-i ehliyyeti haiz olmayan mecnun ma’tuh ve sabiyy-i gayr-i mümeyyizin akdettikleri nikahlar her ma’nası ’ncü maddede: “Cem’leri caiz olmayan kadınlardan delerde beyan olunan kadınlardan birinin yani diğerin mutallaka veya mu’teddesinin ve dört zevcesi bulunan kimseye beşincisinin ve talak-ı selasede beynunet-i kat’iyye bakı oldukça mutallakasının ve karabet yahud raza’ veya musaheret cihetiyle haram olanlardan birisinin nikahı”’nci maddede: “Nikah-ı müt’a ve muvakkat” ve’ncı maddede “Bila-şühud akdolunan nikah fasiddir.” denilip’nci maddede: “Gayr-i müslimin bir müslimeyi tezevvücü batıldır.” denilmiş. Bu enkihanın adem-i sıhhati müttefekun-aleyh olmakla bu cihetten bir diyecek yoktur. Ancak bu babda calib-i dikkat olup ca-yı teemmül olan bazılarına fasid ve bazısına batıl tesmiye olunarak ve’ncı maddelerde hükümlerinin tefrik olunması: “Nikah-ı fasidde takarrub vuku’ bulmuşsa mehir ve iddet lazım gelir neseb de sabit olur. Nikah-ı batıl asla hüküm ifade etmez.” denilmesi ve tefrik olunan bu hükümlerin layihada gösterildiği üzere mücerred bu fark-ı masıdır. Halbuki nezd-i fukahada takarrür etmiş öyle bir ıstılah-ı kat’i yoktur. Bilakis eimme zamanından beri şayi’ ve meşhur olan münakehatta butlan ve fesad arasında fark gözetilmeyip her ikisinin de “Hil ifade etmez.” ma’nasında elfaz-ı müteradife kabilinden isti’mal olunmalarıdır. Mu’teberat-ı fıkhiyyenin birçoğunda buna tenbih olunduğu gibi İmam Muhammed’in Cami’-i Sagır ve kütüb-i sairesi de buna şahiddir. Her nikah-ı batıla fasid denilmek sahih olduğu gibi her fasid olana da batıl ıtlak olunur. Bununla beraber batıl lafzının daha ehas olan ma’nada rub vaki’ olsa da şübhe-i nikah addolunmaz denilmek murad edilmesi de vaki’dir. Nitekim Mecmau’l-fetava’nın layihada işaret olunan ibaresinde de bu ma’naya kullanılmıştır. Lakin bu kadarcıkla herhangi kitapta olursa olsun bir kere batıl denilen nikahı bu hükme idhal eylemek ve bir mevzi’de fasid ıtlak olunan enkihayı daha ehven görmek caiz olmaz. Eimmeden “İnsan kızı ve kız kardeşi gibi mahariminden birini nikah eylemek fasiddir batıl değildir.” diyen yoktur. Ve eimmeden hiçbirisinin “Böyle bir nikahla haram olduğunu bilerek bir kimse takarruba cür’et ederse kadına iddet lazım gelir yahud onunla neseb sabit olur.” demiş olduğu da naklolunmamıştır. Bilakis İmameyn ile mezahib-i selase eimmesinin hilafını tasrih eylemiş oldukları mahfuz ve beyne’l-eimme haddin lüzumunda ihtilaf olunduğu ma’lumdur. de bir kavlinde onlara muvafakat eylemiş ve ikinci kavlinde “Sahabe-i kiramdan bir zatın üvey validesini nikah eden bir şahsın katline me’mur edilmiş olduğuna dair rivayet olunan bir hadise binaen katli lazım gelir.” demiş ve İmam-ı A’zam radıyallahü anh. “Bu rivayetin isbat-ı hükm için kafi olamayıp ancak suret-i akdin vücuduna nazarandır. Haddi muktezi olacağından şediden ta’zir olunur.” demiştir. Akdin adem-i lüzum ve nesebin adem-i sübutunda onun da sair eimme ile müttefik olduğu azher-i emreyn ve eşher-i kavleyn olup hilafı ehl-i tahricden bazı ulemanın re’yinde kaldığı Hidaye şuruhu gibi kütüb-i mu’teberede gösteriliyor. Haddin sukutuyla mehrin lüzumu zaruri olmayıp lüzum-ı la vuku’ bulmuşsa ne had ne de mehir lazım gelmeyeceği ma’lumdur. Nası haramdan men’ ve tenfir için zaniyi hukuk-ı übüvvetten gibi bu matlab hasıl olduktan sonra bi-günah olan çocuğun da nesebsiz bırakılmaktan sıyaneti kezalik şer’an matlub olup bu da layıhada zikrolunduğu vechile İmam-ı A’zam’ın kendi re’yi değil sair eimme-i kiramın da onunla beraber kail oldukları ahkam-ı ilahiyyedendir. Lakin bu kadarcıkla nikah-ı maharim fasiddir batıl değildir demek lazım gelmez. Ve İmam-i A’zam’ın buna kail olduğunu isbat etmek mümkün olmaz. Evet anifen işaret olunduğu üzere ehl-i tahricden buna zahib olanlar vardır. Lakin bunların re’yine göre her nikahta böyledir. Müebbeden haram oldukları mansus ve mücmaun-aleyh olan maharimi nikahın ahbes-i enkiha olduğunda şübhe ve ihtilaf yoktur. Bu nikahlara yalnız fasiddir lüzum-ı iddet ve sübut-i nesebe sebeb olabilir denilince Mecmau’l-fetava’daki nikaha batıldır denilmek mümkün olamaz. Ona batıl denilmesi ötekilerine batıl denildiğine göredir. Onlara yalnız fasid denilince bi-tarikı’l-ula buna da fasid denilmek lazım gelir. Ba-husus bilad-ı İslamiyyede yaşayanlar ile bilad-ı ecnebiyyede nın hükümleri bir değildir. Haram olduğunu bilmediğinden dolayı yahud bir Yahudi veya bir nasraniye varmış olur ve birkaç sene sonra zevci de ihtida ederek bilad-ı İslamiyyeye hicret eyledikleri surette asıl mes’ele de hilaftan hali olmadığı halde çocuklarına veled-i zina muamelesi yapılmak ittifakan muvafık-ı şeriat olmayacağı gibi muvafık-ı maslahat olmadığı da müstağni-i beyandır. Herhalde bu maddelerin tağyir ve tashihi vacibattan olup bu nikaha batıldır denilmekte ısrar olunacaksa “Haram olduğunu bilerek tezevvüc etmişlerse” kaydı ilave olunmalı ve’üncü maddede mezkur olan nikah-ı maharim hakkında da böyle denilmeli ve cümlesine fasid denilecek ise diğerin taht-ı nikahında olan bir kadınla bi’l-ittifak bilerek icra-yı akd-i takarruba cür’et eden zaniden neseb sabit olamayacağı ve fiillerinin mahz-ı zinadan başka bir şey olmadığı da beyan edilmelidir. HANIMLARIN KIYAFETI MES’ELESI Bu hafta içinde emr-i tesettürde mübalatsızlık gösteren hanımların Bunlar hakkında lisan-ı matbuatta şayi’ olan “muhadderat-ı İslamiyye” ta’birini kullanmak ne gülünç bir galat-ı fahiş! adab-ı İslamiyyeye muvafık bir kisve ile sokağa çıkmaları lüzumuna ve buna muhalefet edenler hakkında tedabir-i zecriyye ittihaz edileceğine dair Polis Müdüriyeti’nin bir i’lanını yevmi gazetelerde okuduk. Erbab-ı dikkatin ma’lumu olduğu üzere İttihad ve Terakkı hükumetinin seyyiatından ehl-i İslam’ın en ziyade gücüne giden ve müslümanlardan bir taife-i azimeyi üzerimize hasım olarak üşüştürüp nihayet bizden iftiraklarına bais olan şey din ile namusa karşı kaydsızlığı hoş görmesi daha doğrusu bu kadarla da iktifa etmeyerek ibtidaları alttan alta ve sonraları açıktan açığa denilecek derecede tervic etmesi terakkıdir Avrupalıların mertebesine varmak için Avrupalı olmalı Avrupalı olmak için de kuyud-ı diniyye ile adab ve i’tiyadat-ı İslamiyyeden tecerrüd etmelidir. Bu hakayıkı setr için onlar ne derse desinler gözettikleri gayelerin hep bu noktaya müteveccih olduğu bütün ef’al ve akvallerinden hiçbir sahib-i iz’anı yanıltmayacak derecede zahir idi. Hükumetin nüfuz ve nukudu bu vadideki neşriyatın daima melce’ ve penahı olup dururken hamiyyet-i diniyye sevkıyle vaki’ olan neşriyat kahr u tezlil edilmekten hali değildi. Bir zaman oldu ki bu mücahede miyanında Sebilürreşad dan başka bir mecmua kalmadı. O da hükumetin siyasetine müteallik harf-i vahid yazmamış iken defalarla hem de senelerle sekte-i ta’tile uğradı. Siyaset-i hükumete karışmayan ilmi bir ceridenin böyle na-beca muameleye uğraması o tarihlerde müdafaa-i İslam’ın hükumetin işine gelmediğine en celi bir burhan-ı töhmet idi. O devirde hükumetin cenah-ı himayesi altına sığınan erbab-ı tefekkürün en ziyade ehemmiyet verdikleri şey ahlak ve adab-ı İslamiyyeyi yıkmak idi. Bunlar cem’iyat-ı beşeriyyenin asır-dide tabayi’ ve adattan kolay kolay ayrılamayacakları hakkındaki garb ictimaiyyununun nazariye-i sadıkasına balmumu yapıştırmışlar ve müslümanların bu asr-ı tezebzübde savm u salattan ziyade tutundukları tesettür-i nisvan adet-i müstahsenesinin bu diyar müslümanları beyninde en kavi bir alamet-i milliyye olduğuna iyiden iyiye dikkat etmişlerdi. Düşündüler taşındılar kadınları başıboş üryan olarak sokağa fırlatmaya bir kere muvaffak olursak muasırlaşmaya hiçbir mani’ kalmaz dediler ve planlarını ona göre tertib ettiler. Bu uğurda ne cem’iyetler teşkil edilmedi ne konferanslar verilmedi! Kadınları erkeklerle birarada cem’ etmek için ne tuzaklar kurulmadı! İslam mahallatı arasında resmi umumhaneler mi açılmadı! Sokaklardaki rezalet manazırına tahammül edemeyerek söylenen tehevvür gösteren biçare erbab-ı namus zabıtanın te’dib ve tevbihine mi uğramadı! Zabıta-i ahlakıyye namı verilen ahlaksızlık ocağı icra-yı fuhşa salahiyet vesikası dağıtarak binlerce girmiş birçok kızları mı ayartmadı! Her gün sine-i İslam’a böyle dağlar vuruluyordu. Fakat buna i’tiraz eden hiçbir lisan-ı natık yoktu. Şayed bu rezaletlerin binde birine ima tarikıyle i’tiraz eden olursa “Kara kuvvet heyulası canlanıyor!” diye muarız matbuatta bir vaveyladır kopuyordu. Hükumet de vazife-i diniyyesini ifaya niyet ediyor diye bu gibi i’tirazata ca-yı kabul olan gazeteyi derhal kapatıyordu. Ruh-ı İslam’ı kabza çalışan o yıkıcı idare devrildi. Hiç şübhemiz yoktur ki hiss-i İslami ile mütehassis olanlar o hükumetin bunca seyyiatından ziyade din ve namuslarına vurulan darbelere bir fasıla geldiğinden dolayı sevindiler ve onlardan sonra gelen hükumetlerin metalib-i İslamiyye hususundaki tutumlarına mesleklerine nasb-ı nigah ettiler. Bakalım bunların siyaset-i İslamiyyesi ne olacak? Diye intizar ediyorlar. Hayli gecikmiş olduğu halde Polis Müdüriyeti’nin beyan-ı ahiri kalblerine biraz serinlik verdi. Matbuat-ı yevmiyyenin ekseri zabıtanın icraatına intizaren şimdilik bu babda sakit duruyorlar. Yalnız Eskigün Yenigün bu tedbirin esasen aleyhtarı görünmemekle beraber bazı i’tirazat serd ediyor: “Şübhesiz tesettür mes’elesi İslami bir mes’eledir. Fakat şayan-ı kayd u tezkardır ki tesettürde mübalatsızlığa karşı devr-i sabıkta birçok tedabir ittihaz edildiği gibi meşrutiyetten sonra bazı neşriyat ve ta’kıbat da vuku’ bulmuştur. Bu tedbirin maahaza efkar-ı umumiyye-i İslamiyyeyi kazanmak gibi bir maksadla ittihaz edildiği ma’lumdur.” Diyor ki dediği gibi sahte neşriyat-ı resmiyye ile sahte ta’kıbattan biz de cidden ürküyoruz. Hükumet-i sabıka bir aralık böyle bir teşebbüste bulunmadı değil. Fakat o zamanki Polis Müdüriyeti’nin i’lan ve beyanı hükumetin marzisine o kadar muhalif düştü ki koca bir Nezaretin gözbebeği olan bir müsteşarın isti’fa ve tebliğ-ı resminin diğer bir tebliğ-ı resmi ile ibtaliyle neticelenmişti. Hükumet-i hazıranın ise bu defaki teşebbüsünü ciddi hem de kulub-ı ehl-i İslam’ı riyasız olarak celb edecek kadar ciddi olmasını ümid ederiz. Eskigün’ün zabıtayı ta’bir-i digerle hükumet kuvvetini müdahale ettirmemek ve tashih-i ahlak işini cevami’ ve mesaciddeki va’z u nasihat ile ceride-i ilmiyyedeki neşriyatta gördürmek hususundaki re’y ve mütalaasına biz iştirak edemeyiz. Sorarız ceride-i ilmiyyenin kaç karii var? On senelik tarz-ı idare camilerimizde ne kadar cemaat bıraktı? Şer’a muhalefet sevdasında olan bu gibi şıllıkların camilerde işi ne? Va’z u nasihatin fevaidini inkar etmeyiz. Fakat Eskigün bu vazifeyi neden saha-i neşri bu kadar dar olan bir ceride-i resmiyyeye kasr ediyor da edeb-i İslami propagandasına kendisi bir şuun açmıyor? Biz mevaiz ve nasayih ile neşriyat vasıtasıyla adab-ı İslamiyyenin hükumet-i İslamiyyenin bu babda lakayd kalmasına hiç tarafdar olmayız. Hulefa-yı Raşidin hazeratından birinin “Sultanın yani kuvve-i kahire-i hükumetin men’ edebildiği şeyler Kur’an’ın men’ edebildiği şeylerden çoktur.” hikmet-i ulyasını unutanlardan değiliz. Zabıta-i ma’neviyyenin yanı başında zabıta-i maddiyye olmazsa nizam-ı cem’iyyet yine şirazesinden çıkar. Ba-husus görenekle su’-i sirayeti vebanın sirayetinden daha mühlik olan su’-i ahlakın kesb-i alaniyyet etmesine cebren ve kahren mani’ olmak elzemdir. Zabıtanın bu i’tibar ile vazifesi pek nazik olacağına şübhe yoktur. Polis Müdüriyet-i Umumiyyesi’nin evvel be-evvel fi Eylül sene tarihinde neşredilip bir gün olsun mahall-i tatbik bulamayan tebliği kabilinden bir tebliğ ile makam-ı Meşihatle bi’l-istişare bir tebliğ neşredip me’murin-i zabıtaya da vazifelerindeki incelikle mütenasib mufassal ta’limat verilmelidir ki kimsenin haysiyet ve hukukuna tecavüz vaki’ olmasın. Hem de bu gibi icraata muhalif olanların dedikodularına mahal kalmasın. Eskigün bir de böyle bir şey yapılacaksa bir kanun ile yapılsın diyor. Buna da muhalif değiliz. Fakat kanun olmasa da hükumet böyle bir vazife ile mükelleftir i’tikadındayız. Zira devletin dini din-i İslam’dır ve ahkam-ı şer’iyye ile hukuk-ı müsliminin mahfuziyetini Kanun-ı Esasi bile natıktır ve hiçbir hükumet: “Elimde bir kanun yok ki ona istinaden hürmet-i dinin hetk edildiğine ses çıkarayım.” diyemez. MÜHLIK HASTALIĞIMIZ Son zamanlarda memleketimizde intişar eden ve bilhassa şebab-ı münevverimizi hemen hemen baştan başa istila eden en mühlik maraz dini yıkmayı istihdaf eden ve yıkan münkeratı tervic etmekti. Tervic olunan her seyyienin cazibedar zavahiri şaşkın ve cahil halkımızı aldata aldata onu da o illet-i meş’umenin kurbanı olmak tehlikesine düşürdü ve milletin bugünkü hal-i fesadı bugünkü izmihlal-i ahlakı bugünkü sefalet-i maddiyye ve ma’neviyyesi hep o illet-i katilenin eser-i tahribidir. Mebna-yı ma’nevisi sarsılan bir milletin haile-i intiharını temaşa etmek isteyenler bizim bu hal-i feciimizden daha müessir bir sahne-i fecaat göremezler! Birkaç sene evvelki halimizle bugünkü halimizi mukayese etmek sukutumuzun esbab-ı hakıkıyyesini göstermek için en mükemmel ve en mukni’ bir zemin-i tetebbu’ teşkil eyler. Müslümanlığın bize telkın ettiği ahlak-ı hamide hey’et-i kafili idi. Ahlakımızı bozmaya ve i’tikadatımızı sarsmaya çalıştıkça nizam-ı ictimaimiz duçar-ı vehn oldu. Saadet-i umumiyyemiz hodperestliğe inkılab etti. İşte bugün bu seyyiatın ceza-yı sezasını çekiyoruz. Her birimiz mesaib-i umumiyyeden hissesine düşen nasib-i hüsranı inleye inleye istifa ediyorken bile illet-i kailemizi elbirliğiyle istisale azmedemiyoruz. Çünkü ahlakımız ve ahlakımızın menbaı olan imanımız o mühlik illetin pençelerinde!.. Fakat bu hakıkati anlamakla hiçbir şey olup bitmez bu hakıkati hem anlamalı hem de ma’neviyatımızı kaplayan dalaletleri samimi ve cesur bir mücadele ile dağıtmaya hakka doğru yürümeye başlamalı ki kurtulmaya azmettiğimizi; felaketten hastalıktan usanıp necat ve saadete teşne olduğumuzu hissedelim. Bizim mevkiimizde bulunan milletlerin bugünkü haline bir kere atf-ı nazar edecek olursak cümlesinin hal-i ifakatta olduğunu görürüz. Bizden başka uyuyan bizden başka vakayi’den vakayi’-i müellimeden uyanmayan kimse yok!.. Maamafih en büyük ibreti galib milletlerin halinden almak mağlub milletlerin halinden almaktan daha müessirdir. Çünkü mağlubiyet kadar dai-i intibah bir şey yok. Halbuki gurur-ı zafer ekseriya kafaları sersemletir! Bu böyle ve mantığını neşve-i galibiyyete feda eden bir kimse görülmüyor. etmeyen cihangir İngiltere bir dakıka zayi’ etmeyerek çalışıyor. Atisini te’min etmek için çalışıyor daha mükemmel bir rical-i askeriyyesi rical-i ilmiyyesi rical-i dini ve bilhassa rical-i dini çalışıyor ve böyle çalışıyor: milliyye ile ittihad ederek ahiren raporunu neşretmiştir. Bu hey’et-i tedkıkıyye ile cem’iyetin vazifesi hayat-ı ictimaiyyenin tevlid ettiği mesaili halletmek isteyenlere Hıristiyanlığın nokta-i nazarını en mükemmel bir surette izah etmektir. İngiltere’nin bu sadedde en salahiyetdar ricalini toplayan bu hey’etlerin raporunu Times gazetesi Kanunievvel tarihli nüshasında telhis ediyor ve diyor ki: Raporun mukaddimesinde milletin hayat-ı iktisadiyye ve ictimaiyyesi hakkında kilisenin nokta-i nazarını yeniden mazide kilisenin hakim me’mur ve ashab-ı arazi olan sınıflara alet olduğu ve bununla beraber en fena hataya düşerek kendi mebadisine i’tikad olunmasını istediği mufassalan şerh ediliyor. Müteakıben birinci fasılda “Sanayi’ devrinin an’anat ve adatı mütenevvi’ suretlerde Hıristiyanlığın mebadisini kemal-i şiddetle ihlal ettiği ve binaenaleyh yeni bir hareketin iktiza ettirdiği fedakarlıkların pek büyük ve pek mühim olduğu” i’tiraf olunuyor: “Edvar-ı ahirede kilisenin sukut-ı müellimi onun hatalarla mücadeleyi ihmal etmesini intac etmiş ve binaenaleyh adalet merhamet ve uhuvvet prensiplerini hayat-ı insaniyyenin kaffe-i safahatında hakim kılmak ihtiyacı teekküd ediyor. Artık bütün hıristiyanların yekvücud olarak birden hareket etmesi tervic olunmalıdır. Şöyle ki her vilayette her şehirde her köyde bütün hıristiyanlar Hıristiyanlık namına ve Hıristiyanlığın i’tikadat-ı esasiyyesi dairesinde daha mükemmel bir İngiltere’nin vücud bulmasına elbirliği Raporun fusul-i sairesi bu gayeye göre Hıristiyanlığın mesail-i ictimaiyye hakkında nokta-i nazarını izah etmektedir ki bunları başka bir vakit münakaşa ederiz. Şimdilik en mühim ve en canlı kısmını teşkil eyleyen yukarıdaki satırları tedkık edeceğiz. Avrupa milletleri arasında en yüksek mevki’-i ikbalde yaşayan böyle düşünüyor ulema-yı dini bütün milletin dindar olması en mükemmel ve en nihai kemali haiz bir dini ihmal ede ede yıkmaya çalışa çalışa bu hale getiriyor. Ne kadar elim ve feci’ bir tezad! Times’in fıkrasında nazar-ı dikkati celb eden en mühim noktalardan biri hayat-ı ictimaiyye hakkında kilisenin ancak zaman-ı hazırda beyan-ı mütalaa etmesidir ki Müslümanlık bu hususta hükmünü vermiş insanlar arasında hürriyet müsavat teazud mebde’lerine ve tefevvuk-ı şahsiye hürmet esasına müstenid bir hayat-ı ictimaiyye te’sis etmiştir. Ehl-i münkasem ve dini bir alet-i istibdad ve isti’bad ittihaz eden bir hey’et-i ictimaiyye değil; muhtelif kabiliyette bir takım ferdlerden müteşekkildir ki vazife-i ahlakıyyeleri mümkün olduğu kadar fazla hürriyete kesb-i istihkak ile mütena’im olmak aynı zamanda ancak başkalarının hürriyetine hürmetle kendi hürriyetlerini muhafaza edebileceklerinden bir hürmet-i mütekabile ve müştereke sayesinde hem hürriyet hem müsavatı te’min etmektir. Hürriyetin efrada teşmil ettiği menfaat-i amme ile müsavatın te’min ettiği mecburiyet-i ammeden teazud-ı ictimai doğuyor ve bu sayede cem’iyet-i hangi bir sınıfın alet-i tahakkümü olmaktan beri kalıyor. Ve bundan dolayıdır ki cemaat-i İslamiyye arasında daha fazla bir hürriyet daha fazla bir müsavat te’min maksadıyla siyasi ve ictimai ihtilallerin vukuu görülmemiş ve görülmeyecektir. Halbuki Hıristiyanlığın bu gibi mebadiyi te’sis edecek bir kuvveti haiz olmaması yüzünden Avrupa’da sınıf mücadeleleri alabildiğine kesb-i şiddet ederek kahir ve müstebid bir sınıfın makhur ve aciz bir sınıf-ı aharın vücud bulmasına sebebiyet vermiş nihayet Hıristiyanlık’ta bir inkılab yapmak zaruretini tevlid etmiştir. İşte bugün kilise adalet merhamet ve uhuvvet mebde’lerini hayatın kaffe-i safahatına teşmil etmek kaldırarak İngiltere gibi bir devlet-i muazzamanın daha mükemmel bir surette i’tilası İngilizlerin daha mes’ud ve müreffeh yaşamaları için çalışıyor. mel en nihai kemali haiz olduğunu bize bir kere daha gösteriyor!.. Halbuki biz bu eyyam-ı idbarımızda bile vakayiin sille-i te’dibi bizi uyandırmak [ ] için kafamıza bin kafir inadımızdan hem tarihimiz haya eder hem dinimiz. Korkarım ki biz birleşelim mi birleşmeyelim mi veya birleşebilir miyiz gibi elfazı gevelemekle vakit geçirerek hayat-ı Maamafih biz yine me’yus değiliz. Allah’ın revh-ı rahmetinden nevmid olmadık. Güneşin tuluuyla zulmetler dağılır sisler dağılır. Müslümanlık kalbimizde tulu’ ederse bütün bu dalaletler bu felaketler tarumar olur yeniden kesb-i hayat ederiz. aşikar. İster isek o hastalığın pençe-i kahrında mahvoluruz Geçirdiğimiz imtihan devresi bu iki şıktan hangisini tercih ettiğimizi gösterecek! MEMLEKETI KURTARACAK ANCAK Devlet ve millet-i Osmaniyyeye müteallik edvar-ı tarihiyyeyi tedkık ile değil şöyle sathi bir nazarla karıştıracak olursak hayret ve beht içinde kalırız. Bugünkü güne benzer hiçbir sahife-i tarihiyyeye tesadüf etmeyeceğiz. Tarihi devrelerimizin en düşkün zamanlarında bile milleti kurtarmak milletin ıztırabatını tehvin etmek için birçok fedakarlar ortaya çıkarak cebir ve unf ile değil hakıkı bir selamet-i nefs ve hüsn-i niyyet ile milleti ve memleketi düşünerekten ortalığı tehdid eden felakete karşı müessir bir çare bulabilmişlerdir. Geçmiş zamanlarda ilim ve fen nur-ı ma’rifet ve fazilet bugünkü gün kadar memalikimizde taban değilken mütefekkir ve münevverlerimiz pek ma’dud ve mahdud iken yalnız fedakarlık hissiyle çalışan dindarlarımız her hadiseye göğüs gerip milletin imdadına koşmayı kendilerine mühim vazife bilirlerdi. Ecdadımızda gurur ve mükafat emelleri yok idi. Onlar yalnız ümmet-i Muhammediyyeye yardım etmeyi üzerlerine mefruz bir vecibe-i zimmet telakkı ediyorlardı. Aralarında buğz u adavet ihtilaf-ı efkar hüküm-ferma olsaydı bile dar zamanlarda giriveli hengamlarda bu gibi ufak ihtirasat arkasında koşmayı tenezzül sayarlardı. Bilakis her türlü şevaibi muvakkat bir zaman için bir tarafa bırakarak elele verir ve memleketi tahlis için ne yapmak lazım gelse yaparlardı. Bu İslami niyet ve teşebbüsatla her mu’dıl işi az müddet sunu kurtarırlardı. Eslafımızın bu merdane ve alicenabane isrlerine bugün sahibi olan müslüman Türkler duçar olduğumuz dermansız derdi büsbütün unutup öyle işlerle meşgul bulunuyorlar ki ne memleket ne de devlet ve millet için hiçbir faydası yoktur. Bugün her şeyimiz mevcudiyetimiz istikbalimiz dahi zevale ma’ruz bulunduğu için her vakitten ziyade merdane ve fedakarane bir ittihada muhtacız. Meşrutiyeti kabul eden memalikte fırkaların mevcudiyetine zıddıyla teayyün eder. Şu beş senelik usul-i idaremizi gözönüne getirsek binnetice anlarız ki muhalif bir fırkanın adem-i mevcudiyyetinden memleketimiz milletimiz bugünkü na-mülayim ve hanüman-suz ahvale duçar olmuştur. Sabık zimamdaranımız karşılarında muhalif ve mu’terız –hiç olmazsa nakkad bir hey’et– görmüş olsaydılar o kadar ileri gidemezlerdi ve bu kadar fenalığa meydan veremezlerdi. Şimdi idare-i sabıkanın galatat ve cinayatından bahsedecek değiliz çünkü ma’lumu i’lam etmekten başka bir şey yapmış olmayız. Aynı zamanda teşekkül eden hal-i hazırdaki fırkaları da tenkıd etmek arzusunda değiliz. Ancak baladaki mukaddimeden maksadımız şu felaket-i hazıradan bir an evvel tahlis-ı giriban edebilmek için bil-cümle fırkaları “necat-ı mülk ü millet” gaye-i mübeccelesi etrafında toplanmaya da’vet etmek istiyoruz. Felaketimizi tehvine muvaffak olduktan sonra yine herkes kendi düşündüğünü tatbikte serbest olur istediği mesleği ittihaz eder. Bugünkü fırkalar bu gidişle hiçbir şeye muvaffak olamayacaklardır. Çünkü hiçbirisi milletin hakıkı hissiyat ve bir sınıfa istinad etmiyor. Binaenaleyh milletin ruhundan milletin bilumum menabiinden ahz-i kuvvet etmeyen fırkaların devamıyla ta’kıb ettikleri işlerde nail-i meram ve muvaffakıyyet olmaları bir emr-i asirdir. Millet memleket bugün neye muhtacdır derdi nedir ne düşünüyor mütefekkirlerden ne bekliyor? Bunu düşünen ve milletin bu gibi ihtiyacatını te’mine –söz ile değil– fiilen çalışan her kim ise millet onu taklid ve ta’kıb etmeye amadedir. Fırkacılık öyle bir hale uğramıştır ki umum milletin nefretini celb etmiş ve artık fırka namına zerre kadar kimse ehemmiyet vermez olmuştur. Milletimiz bugün fırkalardan ziyade bir sahib-i zuhura muhtac ve muntazırdır. Bunu da Müslümanlık mefkuresiyle düşünür ve o durbinle buna bakar. Her ferdimiz biliyor ki Avrupa’yı taklid etmek ve Avrupalılaşmak muaşeretlerini aynen memleketimizde tatbik etmek istedik. Avrupa siyasiyatını da kopya ve iktibas eyledik. Fakat bu teşebbüsat neticesinde hiçbir şeye muvaffak olmadık. Niçin? Çünkü Avrupa an’anatıyla ictimaiyatının Nasraniyet esasatı üzere müesses bulunduğu ve Avrupa siyasetinin de mezkur esasat-ı Nasraniyyeye tabi’ ve münkad olduğunu düşünemedik onun için Avrupa’yı ne kadar fazla taklid ettikse siyasetimiz o kadar ma’kus neticeler tevlid etti. Bu memleketin an’anatı tarihi örf ve adatı esas-ı siyaseti hep İslamiyet’e müstenid ve mübteni olduğu sıralarda eslafımız bu muazzam maddi ve ma’nevi kuvvetlerle cihanı Osmaniyyede hem de yakın ve uzak memalik-i İslamiyyede vasf u ta’rife sığmaz bir kuvvet ve nüfuza malik olmaları bidayette kendilerini halis muhlis müslüman göstermekteki maharetlerinden ileri gelmişti. Mesela Hindistan müslümanları Enver Paşa’yı Trablusgarb’daki mukavemet ve fedakarlığından dolayı sevmişler ve resmini teberrük için kendi hanelerine mağazalarına ta’lik etmişlerdi. Yoksa Türklük için hiçbir müslüman sevmemiş ve sevmezdi. Hepimiz biliriz ki merhum Kamil Paşa ayarında şu son zamanlarda siyasi bir adamımız yok idi. Ne için Kamil Paşa mevkiini muhafaza edemedi ve lazım gelen nüfuzu gerek burada ve gerek sair memalik-i İslamiyyede –İngiltere kralının fevkalade tebcil ve ihtiramına rağmen– ihraz ve te’min eyleyemedi de Tal’at ve rufekası gibi –ki Kamil Paşa’ya nisbeten alem-i siyasette hiçbir mevcudiyetleri olamazdı– bu kadar az bir müddet zarfında hem Osmanlı ülkelerinde hem de bil-cümle İslam muhitlerinde azim şan ve şöhret sahibi oldular? günlerde ta’kıb ettikleri ravabıt-ı fikriyye-i İslamiyye idi. Müslümanların en can alacak damarlarını anladılar ve ona göre meşy ü harekette bulundular. Böyle bir fırkanın esbab ve avamil-i sukutu da hadde-i tedkıkdan geçirilecek olsa görülecektir ki son zamanlarda birkaç serserinin sergüzeşt-cunun dam-ı tezvirine kapılıp bir taraftan siyaset-i İslamiyyeden uzaklaştırıcı Turanizm bir politika ta’kıbine başlamaları diğer taraftan da etmeleri bütün istinad noktalarının zıyaına sebebiyet vermiştir. Böyle memleket için yabancı ve muzır mefkureler İttihad ve Terakkı’yi öldürdü. Turan yapayım derken vahdet-i İslamiyyeyi parçaladı. Mecnunların nasihatleriyle Ka’betullah’tan yüz çevirildi. Asri! siyaset neticesinde Arabistan’ın başına neler geldi! Memleketimiz ne hallere giriftar oldu! Bu muzır cereyanlar bu meş’um mefkureler yüzünden İttihad ve Terakkı’nin başında dönen felaketleri onunla beraber memleketin afak-ı mukadderatında dolaşan siyah bulutları görmeyen yoktu. Aklı başında bulunup da bu yıkıcı cereyana muhalefet edenler kendilerine garazsız ivazsız nasihat verenler menkub ve merdud oldular. Bu zavallı Sebilürreşad hep bu nasayıhından dolayı senelerce kapattırıldı. Buraya yazı yazanlar ve müntesib olanlar bu memlekette büsbütün zebun oldular. Asabiyetle köhneperestlikle itham olundular. Fakat netice ne oldu? Koca bir kuvvet yıkıldı gitti. perişan kaldılar. bu idi. Her ne hal ise başka fırkalarımız mütefekkirlerimiz münevverlerimiz İttihad ve Terakkı’nin dünkü sukutundan kendilerine bir hisse-i ibret ayırmalıdırlar ve böyle hatalara düşmekten tevakkı eylemelidirler. Bilmelidirler ki bu memleket müslümandır. Müslümanlık’tan başka hiçbir tarz-ı siyaset bu memleketi selamete çıkaramaz. Bunun hilafında olacak her teşebbüs her politika akametten mazarrattan başka bir netice vermez. “İslamlaşmak”tan başka çare-i felah yoktur. datımıza tarihimize eslaf-ı güzinimizin a’maline tevafuk etmelidir. Kendi ictimaiyatımız üzerine müesses bulunan bir siyaset-i İslamiyye ta’kıbine fedakarlıkla gayretle elbirliğiyle çalışırsak adalet ve hakkaniyeti kendimize ve hasmımıza karşı tatbik eyleyebilirsek yine herkesin teveccüh ve i’timadını kazanmaya muvaffak oluruz. Bugün her şeyden ziyade vifak u ahenge terk-i nifak u dağdağaya muhtacız. Fırka oyunları be-gayet tehlikelidir. Evvela bir Osmanlı mülküne ve saltanatına [ ] hududuna sahib olmalı ondan sonra bizi belalardan belalara sokan kavaid-i meşrutiyyete fırkacılığa yeltenmeliyiz. Yoksa bu evza’-ı hazıra ile beraber bir de birbirimizle didişmeye koyulursak yarın ne memleket kalır ne de meşrutiyet ve fırkacılık! S sin . M. T te . NEDEN FIRKA TEŞKIL EDEMIYORUZ? Matbuat-ı yevmiyye arasında İslam esasları üzerine mübteni bir siyaset-i milliyye ta’kıbi ile temayüz eden Tasvir-i Efkar refik-ı muhteremimizden: Memleketin başına çökmüş olan mesaibin esbabını esaslı olarak ta’mik etmek ve bunun kat’i surette çare-i tedavisini bulmak isteyenler için düşünülecek en mühim mes’elelerden biri İttihad ve Terakkı haricinde bir fırka addolunabilecek evsafı haiz başka fırka teşkilinden aciz kalmanın neden ileri geldiği mes’elesidir. Acaba Hürriyet ve İ’tilaf ile Selamet-i Osmaniyye neden kafi derecede haiz-i kuvvet değildirler ve şekl-i hazırlarına nazaran neden istikbal için de memleketin büyük bir ekseriyetini arkalarından sürükleyecek bir nüfuzu tiza eden mes’ele budur. Ve bu derd ilel ü a’razıyla teşhis olunup da çare-i tedavisi yine ma’kul ve mantıkı bir surette ta’yin edilmedikçe bu iki fırka da memleketin hayat-ı siyasiyye ve ictimaiyyesine yeni bir istikamet verecek nisab-ı iktidarı yük bir kuvvet kesb ederek memleketin her tarafında pek esaslı surette kök salması yalnız memleketi herkesin pek az beklediği bir sırada mu’cize gibi serbestiye nail etmesinden mütevellid şereften ileri gelmemişti. İttihad ve Terakkı her şeyden evvel ve ziyade milli bir cem’iyet milli bir fırka idi. Meşrutiyetten sonra bütün zavahire rağmen bilhassa ruhu esas mesleği milliyet olduğunu her işinde göstermiş idi. Bu milliyet bidayette İslamiyet şeklinde tecelli etti. Bu memleketin esası an’anesi tarihi i’tiyadı siyaseti hep İslamiyet’e kuvvetli rabıta-i fikriyyesi hep İslamiyet’tir. İşte İttihad ve Terakkı’nin bu kadar kuvvetli ve nüfuzlu olması kuvvet-i nüfuzunun her türlü hatalara rağmen – bu derecelerde payidar kalması hep böyle tabii bir zemine bir temele istinad etmesinden mütehassıldır. Mütemeddin garb memleketlerinde fikir üzerine müesses fırkalar da var fakat oralarda bizdeki derecede milliyet mes’eleleri mevcud değildir. Maamafih oralarda da en kuvvetli fırkalar yine sunuf-ı ictimaiyyeye sı olduğu gibi bizde ise henüz sunuf-ı ictimaiyye hududu teayyün edecek derecede teşekkül eyleyememiştir. İttihad ve Terakkı bidayetteki İslam siyasetini son zamanlara doğru terk eder gibi oldu ve onun yerine Türkçülük siyasetiyle bir de hayat-ı ictimaiyyede Liberalizm mesleğini ihtiyar etmeye başladı. Fakat Türkçülük de nihayet memleketin en kuvvetli ve meziyetli unsuruna istinad demek olduğu cihetle bu da yine tabii bir kuvvet teşkil ediyordu. Şu halde İttihad ve Terakkı hiçbir vakit öyle lüzumundan fazla fikir üzerinde uğraşmak yolunu tutmamış kuvvetini hep memleketin en tabii ve cazib menabiinden almaya çalışmış ve bunda muvaffak olmuştur. vet edememesi de bilhassa İttihad ve Terakkı’nin ta’kıb ettiği bu mesleği –fakat zamanın ihtiyac ve icabına göre ta’dil ederek– tatbiki düşünmemelerinden ileri geliyor. Ve öyle zannediyoruz ki her ne olursa olsun her ne türlü inkılabata ma’ruz bulunursak bulunalım bu memleketin bu iklimin bu halkın daha uzun müddetler yegane kuvvetini yegane teşkil edecek olan İslamiyet ve milliyet esasları gözetilmeden teşekkül edecek fırkalar hiçbir vakit memlekette hakim ve nafiz bir siyaset sahibi olamayacaklar ve binaenaleyh hiçbir zaman İttihad ve Terakkı’ye karşı muvaffakıyetle mücadele Ortada zimam-ı idaremize vazıu’l-yed olan hükumetin ve taliin kendilerine muzahir olmasından dolayı ihraz-ı galebe etmiş bulunan kuvvetli bir hey’et-i düveliyyenin fevkınde olarak bir Türk milleti bir İslam ümmeti vardır. Bu millet ve ümmet asırlarca ibraz-ı satvet ve kudret etmiş zaman zaman cihanlara hakim olmuş mukadderat-ı beşeriyye atlarının ayaklarına merbut kalmış ve devirler olmuştur ki tarihin bir faslını eliyle kapayarak diğer bir faslını yine irade ve iktidarıyla açmak gibi celadetler göstermiştir. Evet tarihin bugün en büyük geçit başında bulunduğumuz sırada ittihaz olunacak mukarrerat-ı muazzamada re’yine hiç müracaat edilmeyecek gibi görünen bu ümmet ve millet bundan dört buçuk asır evvel edvar-ı tarihiyyeyi ikiye ayıracak surette büyük bir vak’a ihdas eylemiş “dünyanın bir imparatorluktan ibaret olsaydı payitahtı ittihaz edilmeye layık görülen Kostantınıyye’yi” feth etmiş ve bu gaza-yı garrasıyla bütün bir cihan-ı husumete karşı bir milletin satvet-i galibanesini himmet-i besaletkaranesini göstermiş idi. O vak’ayı ta’kıb eden devirlerde bu millet yine pek çok münasebetlerle muttasıf olduğu azm-i ali-himmetanenin asarını kadar büyük olduğunu isbata muvaffak olmuştu. İşte bugün tarihin yeni bir faslı daha küşad edilirken vakayiin karşısında zebun ve aciz kalacak gibi görünen bu millet böyle bir maziye istikbali için de bir zıman teşkil eylemek lazım gelen böyle bir istinadgaha malik bulunmaktadır. Biz bugün ne kadar azim gavail içinde çırpınırsak çırpınalım sevk-ı vakayi’ ve su’-i tali’le ellerimiz kollarımız kahhar kuvvetler karşısında ne kadar bağlı bulunursa bulunsun her halde büsbütün me’yus ve nevmid olacak her şeye rağmen yine bir mevcudiyet göstermekten aciz kalacak bir millet değiliz. Başımıza getirdiğimiz ve getireceğimiz hükumetler mukadderat-ı milliyyeyi bi-hakkın idare etmek liyakatini haiz olmayabilirler. İstiklal-i siyasimiz bu idaresizlikler yüzünden tamamıyla tehlikeye düşebilir İ’tilafiyyun kuvve-i galibanelerine istinaden hakkımızda pek bi-rahm u eman kararlar ittihaz edebilirler bütün bu ihtimalat karşısında ise biz kat’iyyen ye’s ü fütura düşmemeliyiz. Bilakis tehlikeler büyüdükçe felaket endişeleri arttıkça azmimizi o mertebe tezyid ve takviyeye çalışmalıyız. Bugün geçirdiğimiz imtihan devresi hükumet ve devlet muvaffakıyet ve galibiyeti hükumetin himmetinden bekler ancak milletin gayreti milletin basiret ve dirayeti milletin göstereceği ittihad ve ittifak kabiliyeti ile halas olabilecektir. Mazimiz her halde atimiz için bize rehber olmaya layık emsal ve mefahir ile malamaldır. Ne idik nasıl büyüdük nasıl dünyalarla uğraştık nasıl cihangirlik ettik ne azim tehlikeler atlattık ne müdhiş felaketler karşısında mevcudiyetimizi muhafaza edebildik nasıl muazzam milletlerin mukadderatını elimiz içinde tuttuk nasıl uzun müddetler tarihe hakim olduk bütün bunları bu felaket ve idbar zamanlarında piş-i ibretten geçirmemize hiçbir mani’ yoktur ve bunları düşünüp söylemekle hiçbir zaman azamet-füruşluk ettiğimize hükmolunamaz. Bilakis her şeyden yeis ve nevmidiye düşmek isti’dadını gösterdiğimiz böyle zamanlarda bizi fütura tevdi’-i nefs etmekten kurtaracak esbab ve avamilin en mühimleri bunlardır. Memleket pek azim zararlara giriftar olduysa dört beş senedir pek canhıraş zayiat idrak etmiş ler içinde tarihine bir Çanakkale harikası daha ilave etmek suretiyle mezaya-yı asile ve fıtriyyesinden hiçbir şey gaib etmediğini daha dün isbat eylemiştir. Böyle bir millet her halde istikbaline emniyet ile bakmak hakkını çoktan ihraz etmiştir. Yalnız bugün bize düşen vazife o hakkımıza liyakatimizi de göstermek bugünkü tehlikeler karşısında fikren hissen biraz daha fedakarlık ederek aramızda ittihad etmek evet reha ve selamet yolunda halas ve necat tarikınde elele vererek tarihin açılmak üzere bulunan yeni faslında kendimize bir mevki’ te’minine çalışmaktır. Ve öyle zannediyoruz ki vaz’iyet-i hakıkıyyemizi bu nokta-i nazardan ibretle ve intibahla derpiş edebilirsek edebilecek kadar nefsimize hakim olabilirsek her halde hakk-ı hayatımızı mazimize ve hiçbir zaman zeval bulmayan evsaf-ı milliyyemize bi-hakkın layık olacak surette tasdik ettirir ve tarihin şu geçit başında ma’ruz kaldığımız imtihanı muvaffakıyet ile geçirebiliriz. Paris’te in’ikad eden Sulh Konferansının mukarreratına bütün cihan sabırsızlıkla intizar etmektedir. Bunca mesail-i mühimme ve mu’dılanın ne suretle halledilebileceği keyfiyeti her memlekette ve bil-cümle mahafil-i siyasiyyede mevzu’-i bahs ve zemin-i münakaşa teşkil edilmektedir. Harb müsebbiblerinin tecziyesi tazminat-ı harbiyye zarar ve hasaratın ta’mir ve telafisi Alman müstemlekatıyla Filistin ve Irak mesailinin halli Cem’iyet-i Akvam’ın teşkili bi-taraf devletlerin metalibi Rusya [ ] karşı [ ] akkad ve girift mesail-i müşkilenin halli hep bu konferansta mevki’-i müzakereye konulacak ve neticelendirilecektir. Birbirine müteallik ve merbut olan bunca gamız işlerin keyfiyet-i hallinde acaba adl ü nesafete riayet olunabilecek mi? Yoksa kaça mal olursa olsun işe nihayet vermek için olmuş mudur? Bu konferansın mukarreratı neticesinde mukadderat-ı cihan teayyün edecek haritalar yeniden tanzim edilecek herkes hududunu belleyecek ve hakkına sahib olabilecek gibi görünüyorsa da eski hükumet ve milletlerin harsinden göbeğinden yeni doğacak hükumetlerle milletler arasında yeniden mucib-i niza’ ve cidal olacak hadisata meydan verilmeyecek mi? Wilson prensiplerinin tedkıkatı tatbikatı İ’tilaf devletlerinin mesaisini tesri’ mi edecek yahud işkale mi uğratacaktır? Şimdiden Avrupa rical-i siyasiyyesinin bi’l-münasebe surette tedkık edilirse öyle zannolunur ki bil-cümle mesailde birbirleriyle pek de müttefiku’r-re’y olmayacaklardır. Misal olarak Fransa Hariciye Nazırı Mösyö Pişon’un “Fransa Parlamentosu Hariciye Encümeni’nde irad ettiği nutukta Rusya hakkında söylediği sözlerle İngiliz nuzzarından Lord Milner’in beyanatı arasında ne kadar azim bir mübayenet vardır. Pişon diyor ki: “Bir seneden beri Rusya’daki mesaimiz münhasıran Almanya’ya karşı idi. Bolşevikilere karşı ittihaz ettiğimiz tedbirlerin kaffesi hakıkatte Almanya aleyhinde idi. Arkanjel’e Morman’a Sibirya’ya neden asker gönderdiğimizi soruyorsunuz. Bu sevkıyat Alman askerinin şarktan çekilerek garb cebhesine gönderilmesine mani’ olmak içindi. Hiçbir Rus üzerinde istediği şekl-i hükumeti intihab etmesi Biraz da Lord Milner’i dinleyelim müşarunileyh diyor ki: “Eğer şimdiden Rusya’dan çekilir isek İngiliz kavminin namus ve insanlık hislerini amik surette rencide edecek bir harekette bulunuruz. İngiltere hükumeti Rusya’ya karşı ifası sonra derhal askerini geri alacaktır. Müttefiklerimiz dahi böyle düşünüyor. Lakin şimdiden Rusya’yı tahliye eder isek daire-i şümul ve netayici henüz kabil-i tahmin olmayan bir felaket-i uzma zuhur edecektir.” Cem’iyet-i Akvam’ın teşekkülü hakkında İngiltere’ce birkaç maddeyi muhtevi bir proje tanzim edilmiş ise de acaba bu Akvam Cem’iyeti’ne yalnız medeni zannolunan Avrupalılar mı dahil olmak hakkına malik olacaklar yoksa sair ekalim ve kıtaattaki milletlerin de duhul ve intisaba hakları olabilecek midir? Wilson prensibi ile bu proje arasında bir mübayenet olması melhuz mudur? Amerika ve İ’tilaf devletlerinin şu son günlerde Rusya’da yeni bir siyaset ta’kıb etmeye karar verdiklerini görüyoruz. Müttefik devletlerin rüesası Mister Wilson’un teklifi üzerine yeni bir beyanname neşrederek Rusya umur-ı dahiliyyesine müdahale fikrinde olmadıklarını herhangi bir menfaat sevkıyle Rus arazisinden istifade etmeyi düşünmediklerini Rus milletinin düşmanı değil dostu olduklarını Rusların yalnız müşkilattan ve mahrumiyetlerden kurtulmalarını ve sulh ve sükuna mazhar olmalarını istediklerini i’lan eylediler. Yine Mister Wilson’un teklifi üzerine Lehistan ve Finlandiya hariç olmak üzere Rus arazisinde mevcud bil-cümle hükumetler Büyük Ada’ya murahhaslar göndermeye ve orada İ’tilaf murahhaslarıyla birlikte bir konferans akdetmeye da’vet olunmuşlardır. Konferanstan maksad son derecede açık ve serbest bir surette konuşarak Rus milletinin muhtelif aksamının arzularını anlamak ve Rusya’nın cihanın diğer milletleriyle münasebat-ı haseneye girişmesini mümkün kılacak bir suret-i tesviye bulmaktır. [ ] olunduğu gibi Rusya’dan gelen murahhasların İstanbul’a nakilleri için de İ’tilaf hükumetleri tarafından her türlü teshilatın Bu hafta zarfında nazar-ı dikkati calib olan hadisatın başlıcası İ’tilaf ve Hürriyet fırkasının beyannamesidir. Bu beyannamede beş on senelik vakayi’ hususile muharebe esnasında yapılan yolsuzluklar birer birer ta’dad edildikten sonra ondan müterettib mes’uliyetler de “medeniyet ve hürriyete karşı i’lan-ı harb etmek töhmeti altında bulunan” sabık fırkaya tahmil edilmiş ve hal-i hazırdaki hükumete karşı da adem-i i’timadı ima eder cümleler derc olunmuştur. Beyannamenin son kısmında da İ’tilaf ve Hürriyet’in bu ana kadar hiçbir hükumete müzaheret etmediği beyan edilerek işler bu mihverde devam edecek olursa fırkanın millete karşı hiçbir mes’uliyet kabul etmeyeceği dermiyan olunmuştur. Bunu müsbet bir ifade suretinde telakkı etmek doğru olamaz. Çünkü ekseriyete müstenid olduğunu iddia eden siyasi bir fırka efkar-ı umumiyyeyi tatmin için yalnız menfi şeylerle değil bilakis müsbet işlerle iştigal etmesi lazım gelir. Halihazırda memleketimizde hüküm-ferma olan buhran-ı ahvale çare bulmak memleketin enkazını perişanlıktan kurtarıp ta’mir ve termim etmek halkın ihtiyacatını hususile asayişi idame ve te’min eylemek kamilen bu siyasi fırkanın vezaifindendir. Ve elbette mes’uliyete de ma’ruz kalması icab eder. Madem ki bu fırka ekseriyete istinad iddiasında bulunuyor o halde efkar-ı umumiyyenin arzularını da yerine getirmeye mecburdur. Ve bu yüzden gayr-i mes’ul vaz’iyetinde kalamaz. Bu hafta içinde daha başka hadiseler yüz göstermiştir ki bu da kabine a’zasından Ziraat Nazırı Vayani Efendi’nin hiyyeye atfediliyorsa da evvelce Rum matbuatının beyanatı nazar-ı dikkate alınırsa sümme’t-tedarik bir şey olmadığı hatıra varid olur. Fakat eminiz ki bu isti’fa kabineyi buhrana düşürecek bir mahiyeti haiz olamaz ehemmiyeti de yoktur. Matbuat hakkında da hükumetimizle İ’tilaf mümessilleri beyninde birçok müzakerat vuku’ bulmuş ve bilahare hükumet nokta-i nazarını kabul ettirmeye muvaffak olmuştur. Ancak yeniden tanzim edilecek birkaç maddelik kanunun mahiyetini bilemediğimiz için şimdilik bu babda bir şey söyleyemeyeceğiz. Ümid ederiz ki hükumet matbuatı daha ziyade takyid ve tahdid etmez asr-ı hazırın icabat-ı medeniyyesine göre tasavvur olunan kuyudun daha ziyade teshiline gayret ve fedakarlık göstermekle hem kendi hüsn-i niyyetini göstermiş olur hem de matbuatın izzet-i nefsini rencide etmiş olmaz. Ekmek mes’elesinde henüz bir muvaffakıyet elde edilmemiş gibi görünüyor. Zira hala ekmeklerin keyfiyet ve kemmiyetinde eskisine nisbetle hiçbir eser-i terakkı görülmemektedir. Kömür buhranı ise halledilmiş gibi görünüyor. Anadolu şimendüferleri de İ’tilaf’ın kontrolü altına girdi. Kömür buhranının izalesiyle inşaallah İaşe Nezareti veya Müdüriyeti Anadolu istasyonlarında çürümeye yüz tutan zehairi sühuletle celbe muktedir olur. Bu suretle halka hem lesi bir kere yoluna girecek olursa tabiatiyle geçmişe nisbeten bir dereceye kadar payitahtta ucuzluk olur ve halkın ihtiyacat-ı zaruriyyesi tedarik ve tehvin edilmiş olur. Memleketin ahval-i iktisadiyyesini temelinden ıslah edebilmek bulunmalıdır. Yoksa borsadaki ahval böyle devam ederse pahalılığa çare bulunmayacaktır. Bu hususta en ziyade mütehassıs ve alakadar olan Maliye Nazırımızın nazar-ı dikkatini celb etmek mecburiyetindeyiz. Hal-i hazırda her şeyden mühim olan sulh işleridir. Paris’teki Sulh Konferansında birçok mesail-i mühimme tezekkür edilmektedir. Bu mesailde bizim ziyadesiyle alakadar bulunmamıza nazaran hakıkati konferansa iştirak eden Düvel-i İ’tilafiyye murahhaslarına anlatmak hukukumuzu layıkıyla müdafaa edebilmek vazifesi her şeyden akdem ve mühim olsa gerektir. Düsturları –eğer menafiimize muvafık değilse– ta’dil eylemek en hayati bir mes’eledir. Bu işte muvaffak olabilmek laca faaliyet göstermek ve sabıktan müdevver işleri temizlemek milletin mezkur işlerde zi-medhal olmadıklarını asar-ı fi’liyyesiyle isbat etmek; diğeri de katliamlarda tahribatta müslümanların da azim –can mal ve servet noktasından– zarar ve hasarata uğramış olduklarını berahin-i kat’iyye ve mantıkıyye ve hatta bi-tarafların şehadat-ı bi-garazaneleriyle ortaya koymak icab eder. Hükumetin faaliyet ve ciddiyetini te’min etmek için de dahilde teşekkül eden bilumum fırkalarımızın bir müddet-i muvakkate için olsun birleşip elele verip siyaset-i hariciyyede yek-minval ve yek-tarz bir siyasetin ta’kıbine ittifak ile hükumete delalet ve müzaheret eylemelerine vabestedir. Bugünkü günde Rum ve Ermeni kiliseleri unsurları sırf Hıristiyanlık noktasından birleştikleri ve müttehiden çalışmakta oldukları halde biz müslümanların hala nifak ve ihtilafatla dedikodularla uğraşmaklığımız bin-netice bizi daha fena vaz’iyetlere sürükleyeceği aşikardır. Elde vakit ve fırsat var iken hukuk-ı sarihamızı bunca yar u ağyara karşı muhafaza ve mevcudiyetimize hayatımıza istikbalimize tealluk eden mesaile ehemmiyet vermek her müslüman üzerine farz ve vacibdir. Memleketimizde anasır-ı gayr-i müslimenin birleşmesi elbette bize bir taziyane-i ibret ve teşvik olmalıdır. Bu bizim beyhude ve batıl bir surette imrar-ı hayat etmemekliğimize canlı bir ihtardır. nazm-ı celili de hayatta rehber gayet vazıh ve kat’i düsturlarla vahiy ve Kur’an ile ta’yin ve tesbit edilmiş olduğu halde münafıkların tuttukları meslek ü mişvarı ikinci bir temsil ile tasvir etmektedir. Fil-hakıka İslam havi olduğu tahzir ve tebşirler vaad ü vaidler şiddet ü mülayemetlerle fıtratların icabatına göre her türlü vesait-ı tehzib ve irşadı nefsinde cem’ etmiş bir dindir. Bu i’tibar ile de nüfus-ı insaniyyeyi temayülat-ı behimiyyelerinden men’ etmek seyyiat-ı ef’ale bağy ü taadiye rinde bir te’sir-i mütehakkimane icrasına en müstaid bir din varsa o da İslam’dır. Binaenaleyh münafıklar ayat-ı münezzeleyi dinledikçe onların ihtiva ettikleri gunagun vaad ü tebşirler kendilerinde din-i mübine karşı şedid bir meyl ü incizab husule getiriyor; fakat bir de ahde vefa etmeyenler; muamelat-ı hayatiyyelerinde hiç olmazsa bi-vaye bir yetime natüvan bir fakıre karşı kalblerinde bir hiss-i re’fet ve atıfet uyanmayanlar hakkındaki tehdid ve vaidlerin bütün şiddet ü mehabetiyle kulaklarına aks etmesi o temayülatı nefret ve asabiyete tahvil ediyor idi. Zaten halkın sırtından geçinmeye amal-i şahsiyyesini tatmin yolunda beni-nev’inin ırz u namusunu pamal etmekte hiçbir mahzur-ı vicdani tasavvur etmemeye alışmış olan bir kimsenin din-i ilahiye ayn-ı rıza ile bakmasına nasıl imkan tasavvur olunabilir? Bu gibiler Kitabullah’a imtisalin müştehiyyat-ı behimiyye ve temayülat-ı sefilelerine veda’ etmek bağy ü taaddiyi rehber ittihaz etmiş olan nüfus-ı leimelerini daire-i iffet ve meşruiyyete mülazemete mecbur eylemek demek olduğunu bildikleri halde o Kitab-ı mukaddesi üsve ittihaz etmeye nasıl bir saik-ı deruni kendilerini temayül ettirebilir? Mahiyet-i felah-bahşasını gunagun vaid ü tehdidler dünyevi uhrevi zecr ü ukubetler ve bunların mukabilinde türlü türlü tebşirler behişti menziletler kudsi ve ilahi rahmetler teşkil etmekte olan din-i mübin-i İslam muvacehesinde bu makule kimselerin vaz’iyetlerini izah edebilecek bir kıyas ve temsil yürütülebilmek için bir cemaat tahayyül edilmelidir ki yolda aşırı derece yüklü bulut yığınlarına tesadüf ediyorlar bulutlar yavaş yavaş afakı sarıyor eşkal ve manazırı feyz u bereket vaad eden tatlı ümidler uyandıracak bir mahiyette olmakla beraber vakit vakit şimşek parıltıları gürlemeler de eksik değil. Derin zulmetlere gömülüp kaldıkları için yollarına muntazaman devam imkanı mefkud olan yolcular ara sıra şimşeklerin parlamasından istifade ederek yol almaya çalışıyorlar şu’le-i berk muntafi olunca tekrar bastıkları yeri göremeyecek surette zulmetlere müstağrak olarak şaşırıp kalıyorlar. Yalnız şurası var ki bunlar müebbeden hiçbir şey görememeye mahkum olan hakıkı körler bir sada işitebilmeleri tın en büyük mevhubesi olan ni’met-i sem’ u basarla mütena’imdirler. yedar-ı felah u saadet eden sehab-ı feyyaz-ı risalet afak-ı beşeriyyetten nümayan olduğu zaman feza zalam-ı şirk etti? Bir taraftan o müessir tergıb ve terhibleriyle vaad ü vaidleriyle mağmum ve kasvet-alud kalblerde neşve-i ümid uyandırmaya diğer taraftan cennetlerin niam ve lezaiz-i sermediyyesini cehennemin selasil ü ağlalini vasf u teşrih ederek isti’dad-ı fıtrata göre herkesin bir me’va-yı cavidanisi bulunduğunu lahuti bir eda ile i’lan etmeye başladı. Bu vaad ü vaidlerin bu inzar u tebşirlerin münafıklar gibi bed-mayeler üzerindeki netayic ve te’siratı neden ibaret oldu? Küfr ü dalal iliklerine işlemiş; maye-i fıtratları levs-i Başmuharrir şirk ile yoğurulmuş; amal-i behimiyye ve temayülat-ı hayvaniyyelerine hail olacak herhangi bir şeye karşı şedid bir hiss-i nefret ve istikrah beslemeyi düstur-ı hayat edinmiş olan bu bedbahtlar risalet-i seniyye-i Muhammediyyenin önlerine açtığı ufk-ı saadet ve selametten ne dereceye kadar müntefi’ olabildiler? Kur’an-ı Kerim’de siyer ve tarih kitaplarında okuyup anlıyoruz ki bu adamlar riya ve nifak kisvesi altında sokuldukları “Bu zaten bizim hakkımızdı.” diyorlar. Fena bir hadiseye ma’ruz kalırlarsa bunu Resul-i güzin ile ashabının şeametine haml ederek: “Bu adamlar olmayaydı ne başımıza bu felaketler gelir ne de sükun ve huzurumuz haleldar olurdu.” yolunda tefevvühatta bulunuyorlardı. Yine bu adamlar Allah’ın evamirine muhalefet şeriki le hürmet-i rububiyyetini hetk ettiklerinden dolayı Cenab-ı Hakk’ın inzar ü tehdidlerini duydukça; emval-i eytamı ekl edenlerin yeryüzünde fitne ve fesad çıkaranların acizlere merhamet ahde riayet kaydında bulunmayanların ferda-yı kıyamette başlarına gelecek halleri Kuran’ın lisan-ı tahzirinden dinledikçe; saha-i haşre dökülen yığın yığın insanların hayat-ı maddiyyedeki iyi kötü bil-cümle ef’ali teşhir edildiği zaman Halik-ı Zülcelal’in elinden kurtulmanın hiçbir ferd için imkan olmadığına dair olan beyanat-ı Kur’aniyye kuhların samia-çak tarrakasını andırır bir eda-yı mehib ile kulaklarına değdikçe tıbkı sergüzeştleri tasvir edilen yolcuların hal-i dehşet ü hayretlerini temsil eden endişe-nak bir tavır ile kulaklarını parmaklarıyla tıkarlar daha olmazsa esvablarının yakasını başlarına çekerek bu yoldaki tehdid avazelerini duymamaya müfrit bir tehalük gösterirler sonra da peygamberlerine “Bizi da’vet ettiğin din dermiyan eylediğin tehdidler karşısında kalblerimiz birer gılaf içindedir kulaklarımız ağır işitir seninle aramıza perde çekilmiştir.” diyerek küfür ve ma’siyetteki inad ü ısrarlarının derecesini felaha da’vet teşebbüsü onların din ve hakıkate karşı kin ve nefretlerini teşdid etmelerinden batıla dört el ile sarılmalarından başka bir te’sir husule getiremedi. Onlar hakayıkı muhakeme edebilecek kalbleri işitebilecek kulakları görebilecek gözleri varken bu mesleği tutuyorlardı hiç düşünmüyorlardı ki sırf maddiyata hasr ettikleri o gözleri kör kulakları sağır ederek bar-ı tekalife tahammül edemeyecek derece aciz ü bi-mecal bir hale koyduktan sonra kendilerini daire-i teklif haricine çıkarıvermek Fatır-ı Hakim’in daima yed-i kudretindedir. Onlar nail oldukları bi-nihaye ni’metlere küfran ile mukabele etmek Hakk’ın sada-yı irşadına kulak asmamak hürmetini beyan ettiği bağy ü fesadı mubah görmek suretiyle Halıklarına karşı tavr-ı husumet iraesinde sebat ve ısrar edip dururken kudret-i kahire-i Sübhaniyyenin kendilerini hiçbir şey göremeyecek surette kör bir ses işitemeyecek derecede sağır edip bırakmasına acaba ne gibi bir mani’ tasavvur ederler? Onları yaradan işitecek kulak görecek göz anlayacak kalp veren o değil midir? Kendilerine bu vücudu kazandıran babaları ataları olduğunu eden kanun-ı hilkat ve tekvin icabatına muhalif bir cihet bırakmaksızın kisve-i vücuda girmelerini te’min eyleyen o Halik-ı Hakim’den başka biri midir? Kur’an -ı Hakim surenin bidayetinde bize müttakılerin evsaf ve şuununu beyan etmiş sonra kavl-i kerimiyle başlayan birkaç ayetle kafirlerin ahvalini beyan ve izah etmiş daha sonra münafıkların alaim ü evsafıyla kalbi ve zahiri ne gibi temayülat perverde eylediklerini mü’minlere bildirmiştir ki mesail-i i’tikadiyyeden insanlar lardan ibarettir. Çünkü insan ya küfür ve ma’siyetten çekinerek halis bir mü’min ve müttakı ya kafir-i mücahir yahud sözü özüne uymayan münafık olabilip bunların haricinde bir meslek ta’kıb edebilmesi ihtimali yoktur. İşte Kur’an bu esasları nazar-ı i’tibara alarak muhsin ile müsii muvahhid faat ve mazarratlara maslahat ve mefsedetlere bais olabileceklerini bir takım temsillerle bize izah ve tebyin etmiştir. Bir surette ki beyanat-ı ilahiyyenin vuzuh ve kat’iyyeti insanlar ’ dan ’ a kadar olan silsile-i ayat ile mehasin-i etvar u ef’ali yad u tezkar edilen müttakıler olduğunda hiçbir mütefekkirin şübhe ve tereddüd edebileceği bir cihet bırakmamıştır. Şurası var ki insanlar arasında bu gibi hitabatın kuvve-i dafaa ettiği hakıkate imale için de ayet-i atiyyede görüleceği vechile burhan-ı akli tarikıyle te’yid-i müddea etmektedir. KUR’AN-I KERIM TERCÜME OLUNABILIR MI? Kur’an-ı Kerim ne kadar müslüman varsa cümlesinin din ve şeriat kitabı olduğundan ma’na-yı şerifinin mertebe-i kifayede bilinmesi her müslüman için vacibdir. Bu kitab-ı mübin ise Arapça nazil olmuş idiğinden Arab olmayan müslümanlar bu vecibeyi ifada çok müşkilat çekmektedirler. Vakıa Arablar da Kur’an-ı Kerim’in dakık ma’nalarını anlamak sa da herkese vacib olan derecesini anlamak onlar için daha kolaydır ve dakık ma’naları anlamak isteyenler de lisanları Arab olmayanlardan daha az zahmet çekerler. İşte buna binaendir ki biz Türkler zarurat-ı diniyyemizi öğrenmek için bir kolaylık olmak üzere Türkçe ilmihal ve ulum-ı diniyye kitapları te’lif etmişiz ve bazı tefsirler de yazmışız. Fakat Kitab’ımızın daha ziyade derin mes’elelerini öğrenmek isteyenlerimiz mütenevvia tahsilini mecburi görmüşüz. Yakın zamanlara kadar bunlara i’tiraz edenler olmamış ve her ilim tahsil etmek isteyen bu kaideye riayetle bütün ömrünü lisan-ı Arabın ve ulum-ı Arabiyye denilen müdevvenatın ta’lim ve tahsiline hasr etmiştir. Ancak garbın terakkıyatının nazarları bi’z-zarur kendisine çevirecek derecede yükselmesi yalnız ulum-ı Arabiyye tahsiliyle iktifa imkanını selb ettiğinden evvela her ikisinin cem’ine lüzum görülerek medrese tahsilini az çok ikmal etmiş kimselerimizin ulum-ı garbiyyeyi de tahsil etmeleri muvafık görülmüş ve ilk zamanlarda bu suretle dünyeviyye ve münasebat-ı medeniyye için garb ilimlerini tahsilin daha ziyade taammümü ve temasın tekessürü daha zaruri bir hale geldiğinden ulum-ı Arabiyye tahsilinin ihmali çoğalmış ve bunun neticesi olarak umur-ı diniyyede cehl ü noksan nazar-ı dikkati calib bir hali bulmuştur. İşte bu cehl ü noksan netayicinin ilcasıyladır ki bir kısım kimseler tarafından ma’nası anlaşılmayan sözlerin okunmasından bir fayda hasıl olmayacağı ve binaenaleyh muhtevi olduğu ahkam ve maaniyi doğrudan doğruya anlayabilmek için Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye tercüme edilmesi elzem bulunduğu ve zaten ecnebi lisanlarının çoğuna tercüme edilmiş olduğundan Türkçeye tercüme edilmesine hiçbir mani’ tasavvur edilemeyeceği beyan edilmektedir. Diğer taraftan bir kısım zevat da Kur’an’ın Türkçeye tercümesine muarız bulunmakta ve ancak ma’na-yı şerifinin tefsir suretinde eda edileceğini ityan etmektedirler. Bu muarızlığın en esaslı sebebi tercümenin namazda veya namaz haricinde aynen aslı olan Arapça yerine kaim olması duğu gibi namazda duada asl-ı Arabisi yerine Türkçesinin okunması lüzumuna kail olanlar da vardır. Biz şimdi her iki tarafın ne derece haklı veya haksız olduklarını tedkık edelim: Vakıa bir kelam ma’nası anlaşılmaksızın okunursa ancak aheng-i elfazı ile kudsiyetine olan imanın mübhem ve icmali bir te’siri görülür. Asıl matlub olan maksud-ı dini tam olarak hasıl olmaz ve Peygamber efendimizin buyurmaları bu hikmete mübtenidir. Binaenaleyh hem lafzın fesahat ve belagatini hem ma’nayı anlamak lazımdır. Bunlar da ancak ilim ile olur. Böyle olunca Türklerin ve diğer Arab olmayan müslümanların Kur’an okumaktan bi-hakkın bir istifadeleri yoktur. Yalnız iman ile aheng-i elfazın olur. Onun için Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesine ihtiyac vardır. Fakat acaba Kur’an-ı Kerim Türkçe’ye tercüme edilebilir mi? Bir kere bunu anlamalıyız. “Bütün ecnebi lisanlarına hatta Ermeniceye bile tercüme edilmiş olduğundan Türkçeye niçin tercüme edilmesin?” mi diyorsunuz! İş öyle değildir. Kur’an-ı Kerim şimdiye kadar hiçbir lisana hakkıyla tercüme edilememiştir. Vakıa birçok lisanlarda tercüme diye satılmakta olan kitaplar varsa da hakıkatde onlar Kur’an-ı Kerim’in lafız ve ma’nasında mevcud olan hüküm ve kuvveti haiz değildirler. Binaenaleyh takliddirler. Aslının yerini tutamazlar. Buna kolay kolay inanamayacaksınız. “Fransız Alman ve İngiliz dilleri bugün o kadar zenginleşmiş ve o kadar lay hatta Arapçasına bile faik olmak lazım gelir. Zira Arapça ne kadar zengin ve vasi’ olsa bugünkü medeni milletlerin lisanlarındaki mükemmeliyet onda olamaz.” demek istersiniz değil mi? İşte iş öyle değil. Çünkü bu lisanlar gerek ulum ve fünun ve gerek siyasiyat ve edebiyat cihetiyle pek ziyade terakkı etmiş ve incelmiş olmakla beraber Kur’an-ı Kerim’in derece-i belağatine vasıl olmaktan çok uzaktırlar. Bunu Kur’an-ı Kerim’in lafız ve ma’nasını anlamakla meşgul olan her sahib-i insaf tasdik ve takdirde tereddüd etmez. Buna dair hayli salahiyetdar zevat ile görüştüm. Cümlesini bu i’tikadda buldum. Ba-husus Beyrut’ta bulunduğum sırada hem Fransızcaya hem Arapçaya iyi vakıf hıristiyan Arablar bu babda pek ciddi şehadetlerde bulunurlardı. Ez-cümle Cebel-i Lübnan mu’teberanından Nedre Bey Matran ile aramızda cereyan eden muhavere bu babda pek mühim bir delil teşkil eder. Beyrut Vilayeti Sıhhiye Müfettişi bulunduğum sıralarda o vakit Vali bulunan zat yaz mevsimini Cebel-i Lübnan’ın Aliye mevkiinde geçirir ve Cum’a günleri me’murin ile mahalli mu’teberanı Vali’yi ziyaret Gümrük Nazırı olan Avrupa’da çok bulunmuş Fransızcayı ben konuşuyor idik. Söz Kur’an -ı azimüşşana intikal etti. Nedre Bey Maruni olup Arapçanın şiir ve edebiyatına vakıf ve Fransızcayı çocukluğundan beri Fransız mekteplerinde tahsil etmiş ve Fransa’da birçok seneler Fransızca gazeteler çıkarmış olmak hasebiyle o lisanda dahi gayet muktedir idi. Bana hitaben: “ Kur’an-ı Kerim’de öyle ayetler vardır ki biz hıristiyan Arablar onların karşısında hayran ve takdir-han olmaktan kendimizi alamayız. Ez-cümle ayeti bu babda gayet mühim bir misaldir.” dedi. Ondan sonra ayrıldık. Ertesi hafta ben Kazimirski’nin Fransızca Kur’an tercümesinden bu ayetin Fransızcasını defterime yazarak yine Aliye’ye gittim. Nedre Matran’ı görerek “Sizin takdir ve hayretlerle gördüğünüz ayetin Fransızcası!” diyerek defteri eline tutuşturdum. Aldı şöyle bir okudu ve “Bu onun tercümesi değil.” diyerek defteri geriye verecek oldu. – Rica ederim sizin Arapçanız da Fransızcanız da kuvvetlidir. Tashih yahud yeniden tercüme edin. Dedim. Aldı biraz çekilerek tekrar tekrar mütalaaya başladı. Bir hayli zaman düşündükten sonra: – Allah Allah başka türlü tercüme mümkün değil. Lakin gerek lafız ve gerek ma’na cihetiyle ne kadar kaybetmiş. İnsanın “Bu onun tercümesi değil.” diyeceği geliyor. Sanki o ayet değil. O derece değişmiş. … dedi. Kazimirski Kur’an tercümesinde en ziyade muvaffak olanlardan bilindiği gibi Fransız lisanı da her türlü ilmi mazmunları bir lisan olması da bu fazlına delildir. Öyle olduğu halde Kur’an-ı Kerim’in lafız ve ma’nasındaki büyüklüğü derinliği eda için acizdir. Şu halde Türkçemizin bugünkü haliyle Kur’an’ın Arapçasının aynı kuvveti haiz bir tercüme meydana getiremeyeceğimiz evla bi’t-tariktır. Bilmem buna dair hangi bir emsali gösterelim? Herhangi bir ayeti tercüme tecrübesinde bulunsak acz önümüze gerilir kendisini gösterir. Mesela hamd Rab Rahman Rahim kelimelerine mukabil neler bulalım? Vakıa bazı kelimeleri Türkçede me’luf olduklarından aynen kullanmak mümkündür. Fakat en çok me’luf olanlardan bile öyleleri vardır ki biz Türklerin kullandığımız ma’nadan ziyade ma’nayı mutazammınlardır. Ez-cümle “Rab” kelimesinde terbiye ve yetiştirmek ma’nasının dahi mevcud olduğunu bu kelimeyi her gün kullanan kaç Türk hatırına getirir? Demek ki Türkçe Kur’an’ı haiz olduğu bütün kuvvet ve vüs’atiyle edaya kadir değildir. Öyle olunca tercüme etmeyelim mi? Edelim. Fakat tercümelerimizin Kur’an’ın aynı olduğunu iddia etmeyelim. Hem hepsini birden bir veya iki kişinin tercüme edebilmesi mümkün olmadığından muhtelif ilimlerde be-nam zevattan mürekkeb bir hey’et-i muktedire ma’rifetiyle istişare ede ede tercüme ettirelim ki mümkün olduğu kadar hakıkate yaklaşabilsin. Müteaddid vücuh-i maaniyi muhtevi ayetlerin tercümelerinde en muvafık görülen tercüme metne derc edilip diğerleri de tahşiye suretinde ilave edilebilir. maması şimdiye kadar hep müfessirlerimizin yalnız başlarına tefsir yazmak hevesine düşmelerindendir. Kur’an-ı Kerim gibi bir Kitabullah’ı layıkı vech ile tefsir edebilmek en muktedir hey’et-i ilmiyyeler için bile güçse de öyle hey’etlerin yaptığı tefsir elbette daha mükemmel olur. Hem bu hey’et müzakere ve mübahaselerini aleni bir surette yapıp bu işe mahsus mevkut risalelerle neşretmeli ve haricden okuyup da re’ylerini beyan edecek zevatın fikir ve mütalaalarını nazar-ı etmelidir. İşte bu şartlar dahilinde yapılan tefsirlerin umum tarafından daha ziyade mazhar-ı hürmet ve kabul olacağı da şübhesizdir. Tercüme de böyledir. Ancak tercüme dediğimiz vech ile Türkçemiz kifayet-i ilmiyyesini ihraz edinceye kadar Arapça ile karışık ve gayr-i kafi olacak ve hiçbir vakit Kur’an-ı Kerim’in aslının yerini tutamayacaktır. Fransız lisanının da Kur’an-ı Kerim’in ma’nasını layıkı vech ile edadan aciz olduğu Kazimirski’nin ikrarıyla da sabittir. Mumaileyh; Rahman ve Rahim kelimelerinin ince farklarını söylediği sırada mukabilleri olarak kabul ettiği “miserieordieux clement” kelimelerinin kifayetsizliklerini fakat kendisinden evvelki mütercimler böyle kabul ettiklerinden ve Fransızcada bu ma’naları ifadeye kafi başka kelimeler de olmadığından bi’z-zarur kabul ettiğini beyan ediyor. AĞAÇ DIKMENIN DINI FEVAIDI Mahallemizdeki kadim bir mezarlıkta kemale ermiş bir dut ağacı vardır ki hamd olsun şimdiye kadar mezarlıkların servilerini ağaçlarını deviren odun kömürünü tedarik etmek tekmil bir ormanı ateşe veren ve ayağının bastığı yerde ot bitmeyen eşkıyanın şerrinden masun kaldı. Her sene çocuklar o ağaçtan dut silkip yerler. Geçen sene dut vakti mezarlığın kenarından geçiyordum çocuklar da dut yiyorlardı. rahmet eylesin eğer bu ağaç olmasaydı dut yüzü görmeyecektik.” deyince çocuğun bu sözü yüreğime işledi. Çocuğun kadir-şinaslığına mütehayyir kaldım ve bundan ibret alarak her sene meyveli meyvesiz ağaç dikmeye niyet ettim. Görüştüğüm kimseleri teşvike başladım. Sözümü reddeden olmadı. Fakat sözünün eri kaç kişi bulunacağını bilemem? Müracaat ettiğim kimselerden bazısı yeri olmamasını bazısı da ağaç dikmeye iktidarı bulunmamasını esbab-ı özürden addettiler. Yeri olmayanlara komşu akraba ahbab cami medrese tekke bahçelerini ve evvelce servi ağaçlarıyla dolu iken birkaç sene içinde çırçıplak kalan ve her birinde ecdadımızdan yüzlercesi medfun bulunan mezarlıkları gösterdim. Ağaç dikmeye iktidarı olmayanlara kozalaktan servi yetiştiriniz; fındık kestane iğde kiraz erik şeftali kayısı elma armud palamud çekirdeği dikiniz. Yahud ayva üzüm söğüd kavak gül incir gibi ağaçlardan çelik yapınız ve daldırınız. Fenni iş görmek için de “Ticaret ve Ziraat Kütüphanesini” teşkil eden “fenn-i eşcar” ve sair buna müteallik kitapları elde ediniz. Mart’ın haftasında incir dalı eğri olarak daldırılır.” dedim. Bir gün yine ahbabımdan birini teşvikte bulundum. “İhtarını maalmemnuniye kabul ettim. Fakat ben de sana bu hususta bir hikaye nakledeyim dinle!” dedi: “Geçen sene Muğla’ya gitmiş idim. Bahçeleri çok meyveleri bol gördüm. Sa’y ü gayretlerini takdir ettim. Onlar da bana dediler ki: – Evvelce burası keçi otlağı idi. Muhterem bir hoca efendi bize misafir geldi. Ehadis-i şerife ile bizi ağaç dikmeye teşvikte bulundu. Emr-i Nebeviye ittibaan ağaç yetiştirmeye başladık. Maksadımız tahsil-i rıza-yı Nebevi idi. Fakat şimdi o sayede bol bol yiyoruz ve yaşını kurusunu sevk edip güzelce para kazanıyoruz… Sen de madem ki tergıbatta bulunuyorsun müslümanlara dini tergıbde bulunmak çok fayda verir. Bu babda şeref-varid olan ehadis-i Nebeviyyeyi muktedir olabildiğin kadar cem’ edip halka oku okut ki matlubun sühuletle husule gelsin.” Bunun üzerine ehadis-i Nebeviyyeyi Camiussagır ve Ramuz’dan cem’a başladım. Tevfik Allah’tandır. “Kıyametin büyük alametleri zahir olup artık kopacağına şübhe kalmasa ve o zaman elinizde bir hurma fidanı bulunsa onu dikmeye bir mani’ zuhur etmezse derhal dikiniz.” delildir. Bu babda iki kıssa ile mes’eleyi daha ziyade tavzih edelim: Kisra mülukünden biri bir ihtiyarı ağaç dikerken görür. Benden sonra gelenlerin faydalanması için dikiyorum.” cevabını verir. Kisra bu cevaptan memnun olur ve ihtiyara yüz bin dirhem verilmesini emreder. İhtiyar bu ihsanı görünce: “Efendim gördünüz mü diktiğim ağaç derhal meyve verdi?” der. Bunun üzerine Kisra ihtiyara ikinci defa olarak külli bir atıyye ihsan eder ve derhal ihtiyarın yanından ayrılır. Nüdemasına: “Eğer ihtiyarın yanında biraz daha duracak olsam mülküm elimden gidecek. Sözünün ve anlayışının güzelliğinden cevaba muktedir olamayacağım.” der. Sultan Mahmud-ı Adli hazretleri de bir gün tebdil-i kıyafetle bağlar kenarından geçerken bağın birinde ihtiyar bir Arnavudun çalıştığını görür. “Baba kendini bu kadar ne yoruyorsun? Artık senin istirahat zamanındır.” der. İhtiyar: “Efendi bu bağı bana ma’mur olarak teslim ettiler ben de aldığım gibi belki daha iyi olarak bırakmalıyım ki insandan sayılmış olayım.” cevabını verir. “Deccalin zuhurunu işittiğiniz vakit elinizde bir hurma fidanı bulunsa derhal onu dikiniz. Zira Deccalden sonra da yeryüzünde insanlar imrar-ı hayat edeceklerdir. O zamanda bile imaret-i dünyadan vazgeçmeyiniz.” “Ya Zübeyr rızık kapımız Arş-ı A’la’dan tut da ka’r-ı zemine kadar açıktır. Allahü Teala hazretleri her kulunu himmet ve sa’yinin derecesine göre rızıklandırır.” Bu hadis-i şerifde hey’et ulemasından tut da ilm-i maadin erbabına kadar bil-cümle mesalik ehlinin ilim ve sa’y ve amelleriyle mütenasib maişet elde edeceklerine işaret vardır. “İnsan vefat edince amel ve ibadetin sevabı munkatı’ olur. Şu kadar var ki bir mülk vakfeder ve hayat-ı beşeriyyeye hadim bir ihtira’ ve bir eser terk eder yahud ulum-ı diniyye ve nafiayı tedris ile çırak yetiştirir yahud kendisini hayırlı dua ile yad ettirir salih bir veled terk ederse işte bunların beka ve teselsülüyle ecir ve mesubatı devam ve tevali eder.” “Hurma ve sair meyveli ve meyvesiz ağaçlar sahibi ve ondan sonra gelen evlad ahfad ve varisleri için ni’met-i ilahiyyeye şakir oldukları müddetçe bereket ve hayır ve menfaat-i kesiredir.” Ni’met-i ilahiyyeye şükür ise: O ni’meti ihsan eden Cenab-ı Hakk’ın emrine müraat ve nehyinden müctenib bulunmak hukuk-ı eşcara riayet ederek ilim ve fen dairesinde ağaçların tenmiye teksir ve idamesine çalışmaktır. Böyle olmazsa küfran-ı ni’met olur. Ağaçlar kurur ve o güzel ni’metler fena ve zeval bulur. “Her kim boş ve kuru bir yeri zer’ ve gars ile ihya ederse me’cur olur ve hayvanat orada otladıkça sadaka yerine geçer.” “Mezruatınızdan ve ağaçlarınızın meyvesinden kurt kuş def’-i ihtiyac etse her birinin gıdalanmasının ecri size aiddir.” “Bir müslim ağaç dikse ve bir nebat ekse de onun mahsulünden insan kuş ve bunlardan maada ne şey olursa olsun yese ecir ve sevabı onu zer’ edene aiddir.” “Bir kimse bir ağaç dikse o ağaç meyve verdikçe ve insanlar ondan menfaatlendikçe sevabı ona yazılır. Binaenaleyh o ağaç onun sadaka-i cariyyesi olur.” “Bir kimse bir ağaç dikip onun meyvesinden insan kuş behaim yeseler o meyveler onun sadaka-i cariyyesi olur.” “Kim ki ebna-yı cinsine ilim ve fen ve san’at-ı nafia öğretirse cedvel ve kanal çeşme sebil gibi asar-ı nafia meydana getirirse yahud insan ve hayvan ve nebatatın ihyası için adi kuyu bostan kuyusu artezyen kuyusu gibi enva’ kuyular açtırırsa hurma ve sair meyveli meyvesiz ağaçlar dikip onlardan halkı faydalandırırsa mescid cami bina ederse varisine mushaf ve kütüb-i nafia terk edip onları hidayete sevk ederse ebeveyni için Cenab-ı Hak’tan mağfiret taleb eyleyen kız oğlan evlad bırakırsa … böyle bir kimse ölüp kabre konduktan sonra onun dünyada bırakıp gittiği balada mezkur yedi hayır dünyada durdukça o kimsenin amel defterine ecir yazılır. Öldükten sonra defteri kapanmaz.” “Kim ki bir arzı cedvel ve kanal enva’-ı kuyu ile ve saire ile i’mar ve ihya edip de ondan ciğeri yanık bir mahluk içse veya orada muhtac bir mahluk def’-i ihtiyac eylese onların ihya sevabı ona yazılır.” “Nebiyy-i zişan sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri Hazret-i Aişe radıyallahü anha ya hitaben: Kim ki kömürünü yakmak için birkaç ateş parçası isteyene ateş verirse onun yaktığı ateşin pişirdiği yemek kadar sadaka vermiş sevabına nail olur. Tuzu kalmayıp da gerek pişmiş gerek pişmek üzere bulunan yemeğine biraz tuz isteyene tuz verilirse o tuz hangi yemeğin içine girerse veren o kadar sadaka vermiş sevabına nail olur. Kim ki su bulunan bir mahalde bir müslime su verirse sebil yapsa bir köle azad etmiş kadar sevaba nail olur. Susuz bir yerde kim bir müslime su verirse onu ihya etmiş gibi olur.” Bu hadis-i şeriften insanların kışlık yazlık kömürlerini yetiştirmek için ormanlar yetiştirenler onları kat’ ile kömür yapıp sevk edenler ve kömür eve girinceye kadar bu yolda çalışanlar velev ki para mukabilinde olsa da ne derece sevaba nail olacaklarını düşünsünler. Ma’den ocaklarında kömür çıkaran ameleye de bu hadis-i şerif dikkatle okunsun ve okutulsun. “Ekmek su bir de duvar yapıp yahud ağaç dikip de gölgesinde halkı istirahatte bulundurmak gibi yevm-i kıyamette ademoğlunun hesabına yarar bir fazilet yoktur.” Ekmek meydana gelinceye kadar madde-i asliyyesi ne kadar ellerden geçerse ve onu meydana getirmek için bu yolda ne kadar ehl-i sanayi’ çalışırsa onların ecir ve sevabı bu hadis-i şerifin tebşiratında dahildir. Soğuk ve sıcaktan mını tedarik edenlere de müjdeler olsun. “Ya Aişe saili boş döndürme. Yarım hurma olsun ver.” “Ya Aişe evinde hurması bulunmayanın çoluk çocuğu aç sayılır.” vardır. Binaenaleyh kendi eliyle ağaç yetiştirip ehl ü ıyalinin rızkını bollaştırmalıdır. SALTANAT-I İSLAMIYYE İTTIHAD VE ADALETLE DÜNYAYA HAKIM OLDU NIFAK VE SEFAHETLE BUGÜNKÜ HALE GELDI! zamanındaki– hal ve evzaı tedkık olunmuş ve görülmüştür ki en ziyade güvendikleri örf ve adat bir takım hurafattan mesavi-i ahlakıyye alabildiğine yol alarak Ceziretülarab’dakilerin can damarlarına işlemiş onları müdhiş bir sukut ve mayan o zamanki Arablar arasında bütün ahlaksızlıklardan ziyade bir nifak-ı umumi hüküm-ferma idi. Vasi’ bir hudud içinde yaşayan muhtelif kabail ve akvam birbirinin kanına teşne idiler. Katl ü tehdid zulm ü bağy fuhş u tuğyan Ceziretülarab’ın her tarafına sari bir hastalık haline geçmiş idi. Hicazlı Yemenliye Mudari Himyeriye can düşmanı kesilmişti. Efrad yüzünden bil-cümle kabail beyninde kan intikamı cari idi. İş o raddeye gelmişti ki herkes bir sahib-i zuhurun lüzumuna hurucuna muntazır bulunuyordu. Herkes salah u felahı sulh u müsalemeti ondan bekliyordu. Arablar asabiyet-i cahilane ile ihraz-i takaddüm ve rüchan ensab ile i’lan-ı fahr u mübahat ile geçinerek tefrika rıktan tulu’ etti; Arabların ensab ve makarlarının ihtilafına rağmen onları bir daire-i ittihad dahiline alarak umumunu yekvücud bir şekle ifrağ eyledi. Neseb ü haseble hurafata mensub an’anat ve mukatelat bur oldular. İslamiyet bunların cümlesini İslam liva-yı ittihadı altına topladı. Fahr-i kainat aleyhi efdalüssalat vettahiyyat efendimiz hazretleri umum İslamlara hitaben “el-mü’minune ettiği gibi Mekke’nin yevm-i fethinde irad eylediği nutukta dahi: “Ey Kureyş halkı Cenab-ı Hak sizden nahvet-i cahiliyyeti cahiliyetin aba vü ecdad ile taazzumu izale eyledi; umum insanlar Hazret-i Adem’in sülalesinden olup o da topraktan yaratılmıştır.” buyurmuş idi. Haccetü’l-veda’ nutkunda da: “Ey nas! Allah’ınız birdir. Babanız birdir. Hepiniz Adem’in evladısınız. Adem ise topraktandır. Allah’ın nezdinde en müreccahınız en ziyade takva sahibi olanlarınızdır. Hiçbir Arabın Arab olmayana takva ve salahtan başka bir rüchan ve imtiyazı yoktur.” buyurmuşlardı. Bu suretle nahvet kibir ve gurur hurafat ve muhayyelat tefahur mukatele kin ve intikam keyfiyetleriyle kan ve ahz-i sar da’vaları kavm-i necib-i Arab beyninde te’sirini gaib etti. Aralarında muhabbet meveddet sıdk u adalet menafi’-i umumiyyeye hizmet ve umumun hayır ve ıslahına çalışmak hasail-i aliyyesi hüküm-ferma olmaya başladı. İnhidam ve dimağlarına maali-i ahlakıyyeyi zerk etmekle cümlesini ıslah etmiş idi. Rıhlet-i Peygamberiden sonra hulefa-yı evvelin ve bilhassa Hazret-i Ömer bin el-Hattab Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in bu yoldaki isr-i hümayunlarına ıktifa eyledi. Kabail-i Arabiyyeyi çölde yaşayan Arabları ittihada da’vet etti. Gitgide fütuhat neticesinde nüfus ve nüfuz-i İslamiyye arttıkça müslümanlar arasında ittihad dahi ilerliyordu. Şam Filistin Mısır Irak İran tedricen fethedildi. İslamiyet milyonlarca nüfus ve servet kazandı. İttihad-ı İslam dahi günden güne kesb-i ittisa’ ediyordu. Az müddet zarfında yüz milyon nüfus ile birçok yeni ülke ve memleketler müslümanlığın zir-i idaresine girdi. Adl ü hakkaniyetle rıfk u merhametle idare olunan memalik-i müstevleye ahalisi can u gönülden İslamiyet’e sarıldılar. Uğurunda feda-yı can etmeye başladılar. İslamiyet ma’nen ve maddeten muvaffakıyetle her gün terakkı ediyordu. Ebubekir hazretleri büyük bir halife olduğu halde kedd-i yemin ve ticaretle te’min-i maişet ederdi. Müşarunileyhin bir sürü koyunu vardı. Nitacından münteffi’ olurdu. Bazen bizzat kendisi bu sürüyü gütmeye çıkardı. Müşarunileyh halife olmadan evvel halkın koyunlarını sağardı. Halife olunca bir cariyenin “Şimdi Ebubekir artık davarlarımızı sağmaz.” dediğini ğim. Nail olduğum mansıb beni değiştiremez.” cevabını vermişti. Makam-ı hilafete geçen Ebubekir altı ay sonra Medine’ye tahvil-i mekan ederek “icra-yı ticaretle beraber umur-ı müslimin idare olunamaz. Her halde İslamların hizmetine hasr-ı vücud etmek lazımdır.” demiş ve ticaretten feragat eylemişti. Bu tarihten i’tibaren kendisine tahsis olunan senevi altı bin dirhem ile geçinirdi. Bilahare vefatı takarrub edince kendisine aid bir kıt’a yerin satılarak esmanı ile emval-i müsliminden aldığı maaşın tesviyesine vasiyet eyledi. Hazret-i Ömer’in hilafetinde müslümanlar İran harekatına başladılar. Kadisiye vak’asında İran’ı mağlub ettiler. İranilerce uğurlu sayılan Direfş-i Gaviyani bayrağı emval-i ganayim olarak ehl-i İslam’ın eline geçti. Bu bayrak Gave’nin Dahhak’a galebesinden sonra İraniler nezdinde bir an’ane-i tarihiyye olmak üzere yadigar kalmıştı. Her muharebede bu bayrak muzafferiyet kazandığından onu pek uğurlu telakkı ederek pek kıymetli giran-baha mücevherlerle donatmışlardı. Vakta ki Direfş İslam’ın kabzasına düştü ne yapılması hakkında Hazret-i Ömer’den istizan-ı keyfiyyet edildi. Müşarunileyh mezkur mücevherlerin asakir-i İslamiyye arasında taksim edilmesini emretti ve “Allah’ını unutup da bir palaspareye bir deri parçasına iman eden kavmin cezası keskin demir olur.” buyurdu. Müslümanlarda adalet hakkaniyet hürriyet-i hakıkıyye cesaret hisleri hüküm-ferma iken İslamiyet dünyayı ihata ve olarak sefahet işret av ve enva’-ı huzuzat ve hevesat baş gösterince o tarihlerden i’tibaren İslamiyet de celadetini hamasetini tedricen gaib etmeye başladı. Hulefa-yı Abbasiyye zamanında servet ve varidatın kesret ve azameti paranın bolluğu zevk u sefahetin artmasına daha ziyade yardım etti Moğolların istilasını tesri’eyledi. Böylece Endülüs Saltanat-ı İslamiyyesi de evailde muazzam bir devre-i ulviyyet ve ihtişam geçirmiş İslamiyet’i Avrupa’ya nakletmiş ulum fünun ve medeniyet-i İslamiyyeyi garb nasarasına tanıttırmış ve onları bir talebe gibi rahle-i tedrisine kabul etmiş idi. Yine sefahet israf ve laübalilik neticesinde fena hem de pek zelilane bir surette mahv u munkarız olmuştur. Al-i Osman Devleti’ne gelince yine salabet-i diniyyenin hüküm-ferma olduğu evanda müslümanlar bir avuç aşiret kadar götürmüş Avrupa’yı dehşetle tehdid eylemiş harac almış tac bağışlamış koca imparatorluk ve krallık teşkil eden cesim ülkeleri valilik gibi idare etmiş dahilen ve haricen adil munsıf merhamet ve re’fet sahibi bir devlet olduğunu göstermiş ve bütün dünyaya şeair-i aliyye ve ahlak ve mezaya-yı cemile ile muttasıf bulunduğunu isbat eylemiştir. Vakta ki ihtişam debdebe ve darat devirleri başlamış saraylar cariyeler muganniyeler sazlar laleler devriyle onların sefihane yaşayışları memleketin bütün tabakatına sirayet edip halkı dinden imandan ayırıp alem-i sefahete sokmak suretiyle ciddiyet ve salabet-i ahlakıyyelerini izale eyledikten sonra bu devletin de parlak yıldızı evcdeki talii mürur-ı zamanla inhitata düşmeye başlayarak devre-i tealisi hitama erdi. Şu son meşrutiyet devri başladıktan sonra da aynı haller sefahetler sakım siyasetler arz-ı endam ederek bir sürü cahil ve hodkamlar elinde kalan koca millet ve memleket birkaç bedbahtın tecrübe tahtası yerine geçerek külle-yevm zavallı müslüman felaketten felakete izmihlalden izmihlale sürüklendiler. Nihayet bu cihan-şümul harb içinde zavallı müslümanlar milyonlarca kırılıp döküldüler. Bakıyyetü’s-süyufunu Van’da Sivas’ta Anadolu’da Erzurumlarda Ermeniler kesti. Geride kalan ahali ise açlıktan yoksulluktan varını yoğunu sattı ve çamura benzeyen bugünkü ekmek denilen nesneye muhtac bir hale geldi. ve mahfuz kaldı. Binnetice şimdi de sulh masası başında yağlı bir hisse koparacaklardır. Bunun için gece gündüz elbirliğiyle çalışıyorlar. Biz nadan bedbaht müslümanlar ise el-an körkörüne nifak ve ahlaksızlıkla uğraşmaktayız. Önümüzü arkamızı göremez bir haldeyiz. Avammımız böyle münevver ve mütefekkirlerimiz böyle zimamdaranımız böyle mine’l-bab ile’l-mihrab hep böyleyiz. Bilmem ki ne zaman gözümüzü açıp bu ağır uykudan uyanacağız aklımızı başımıza alacağız? S sin . M. T te . YINE O İLLET-I MÜHLIKE! Mukadderat-ı hayatımızı kendi menafiine muvafık bir surette ta’yin ettirmek için bütün ağyar gece gündüz çalışıyorken vatanımızın ma’sumiyetini; hukuk-ı meşruasını; uğradığı zulümlerin felaketlerin zayiatın haksızlıkların hesabını bütün alem-i medeniyyete isma’ edecek bir tek sadanın yükseldiğini şimdiye kadar duymadık! Acaba içimizde dinine milletine payansız bir vecd ile muhabbet gösteren bir kimse mi yok?… Vatanın bu an-ı tehlikede üzerimize tahmil ettiği vezaif-i mühimmeyi ifa edecek azm ü celadete akl ü tedbire sahib müslümanlar nerede?... Yoksa vatanımızın ma’sumiyetinden milletimizin mazlumiyetinden şübhe mi ediyoruz da kendimizde bu kuvveti hissetmiyoruz… Biz eminiz ki bu ümmetin efradı arasında vatanın ma’sumiyetine vicdan-ı medeniyyete telkın edecek; milletimizi perişanlığa sefalete mahkum eden vatanımızı parçalayan harabeye çeviren musibetlerin yad-ı elimiyle vicdan-ı medeniyyeti insaf ve adalete da’vet edecek içinde boğula boğula bocaladığımız mesaibin tehvinine çalışacak bir bakıyye-i saliha vardır. Bu bakıyye-i salihanın meydan-ı faaliyyette isbat-ı vücud etmemesi memleket için ne azim bir ziyan!.. Maamafih biz bu hal-i teşettüt ve inhilalde devam ettikçe günlerin mürurundan değil ayların gelip geçmesine karşı lakayd kalarak birbirimizle didişmekte boğuşmakta menafi’-i milliyyemizi aramamakta ısrar ettikçe … demek ki hayat ve istikbalimizden vazgeçmiş; ne verseler ona razi ne kılsalar ona şad tavr-ı miskinanesini takınmış binlerce felakete rağmen hala ber-hayat kalan ve ölmemeye azm eden milletimizi kurban-ı teseyyüb etmeyi kabul etmiş oluyoruz!... Elbet biz bunu kabul etmeyiz. Öyleyse neden birleşmiyoruz? Neden fırka tefrikalarını menafi’-i vataniyyenin fevkınde intikam-ı şahsimizi hayat-ı milliyyenin üstünde tutuyor da memleketin temadi-i felaketini bu gibi ef’al ile te’min ediyoruz?... Hepimiz biliriz ki bizim en büyük mukaddes camiamız olan müslümanlığın teşekkülat-ı ictimaiyyesinde iki düstur-ı azim vardır ki biri uhuvvet diğeri müsavattır. Müslümanlık kadar uhuvvet fikrini telkın eden bir din yoktur. Müslümanlar hayır ve takva teavün hukuk-ı mütekabilelerini müdafaa felaket ve mesaibe karşı yekdiğerine muzaheret yekdiğerinin mal ve canını vikaye ile mükelleftirler. Müsavat ise bütün müslümanları aynı vezaifle mükellef aynı hukuktan müstefid etmiştir. Ahkam-ı İslamiyye bütün müslümanları ahkam-ı umumiyyede mütesaviyen mükellef veya müstefid eder kimseyi tefrik etmez. İmtiyazlı ve müstesna bir ferd veya bir cemaat yoktur. Müslümanlığın emrettiği bu vezaif-i celileyi felaket-i umumiyyenin muvacehe-i tehdidinde ihmal ettiğimiz takdirde akıbetimizin ne olacağını takdir etmek güç bir şey değildir. Dinimiz bize bu rah-ı selameti gösteriyorken bizim karanlıklara dalmamız reva mı?... Yoksa son senelerde memleketimizi harab u türab edenler dinimizin kurduğu mebna-yı ictimaiyi de büsbütün yıktılar mı? Yıktılar da artık biz sefil ve derbeder ölmeye mi mahkumuz?.. Ben buna vazifemiz hakk-ı hayatımızı ihkak ettirmektir. Hakk-ı hayatımızı te’min etmek için evvel be-evvel hayatımıza su’-i kasd eden bizi müzmahil ve mütereddi bir derekeye indiren helakimize sebebiyet veren emraz-ı ahlakıyyeyi tedavi etmekliğimiz zaruridir. Çünkü bizi felaketin aguşuna doğrudan doğruya sürükleyen ne şudur ne budur. Bizi bu hale koyan ahlaksızlığımızdır!... Boyunduruklarda inleyip duruyorken feryad-ı tazallümümüzü bile tıkayan yeis ve matem günlerimizi iş ü tarab hengamelerine tahvil eyleyen açlığın şedaid-i cevviyyenin niran-ı a’danın afat-ı mütenevvianın kurbanı giden yüz binlerce kardeşimizin enin-i atimizin karanlığını bir levha-i zafer şeklinde gösteren el-hasıl her türlü rezileti fazilet namıyla tervic ettiren ahlaksızlıktan başka bir şey değildir. Ebna-yı nev’inden mukavemet görmeyen tahakküme kalkmaları tarihin rivayet ettiği akıl ve tecrübenin kabul ve isbat ettiği bir bedihiyyedir. Cebabirenin bütün tahakkümleri bir mukavemet ile zir ü zeber olurdu. Fakat böyle bir mukavemet-i merdane ancak ahlak kuvvetine istinad edebilir. Biz ise bu istinadgahtan mahrumuz. Maamafih bugünkü vaz’iyetin tehaddüsüyle tasfiye-i maziye mecbur bulunuyoruz. Daire-i adl ü hakkaniyyette tasfiye-i idariyyeyi yapmakla mükellef olan hükumet ve mühim bir an-ı tarihi geçiren millet tasfiye-i ahlakıyye emr-i mühimmini din-i mübinimizin ahkam-ı münifesi dairesinde Yoksa sırf idari bir tasfiyenin te’siri mahdud muvakkat olmakla beraber selamet namına hiçbir faydası olmaz. Birkaç kişinin tecziyesi birkaç me’murun azli gibi hadisata muhitimiz pek aşina olduğundan bunların te’siri pek ehemmiyetsizdir. Halbuki biz bu hadiseden ve bu fırsattan selamet-i ümmet namına a’zami istifadeler te’minine çalışırsak ve bilhassa ahlakımızı bu girdab-ı sefaletten kurtarmaya sa’y edersek memleketin esas-ı necatını kurtarmış oluruz. Bu vazife-i ahlakıyyeyi ifa ettiğimiz takdirde aramızda yeniden şüyua başlayan sen ben da’valarını izale ile vahdet-i milliyyemizi sıyanet eder ve böylece mazinin seyyiatından mazinin ahlaksızlığından müteneffir bir kitle-i vahide hey’etiyle bütün aleme karşı hukuk-ı meşruamızı müdafaa ma’sumiyetimizi en büyük vazife; en büyük fariza budur. Din-i mübinimiz de bize bunu emrediyor. Nitekim bu farizayı ifa etmek için yegane kuvveti ancak dinimizde ve imanımızda bulacağız. Ahlakımızın menbaı imanımızdır ve imanımız bütün kuvvetini Müslümanlık’tan alıyor. Son zamanlarda ahlak-ı İslamiyyenin gevşemesi hayat-ı gelmiştir. Bütün bu buhranlar bu ayrılıklar bu tezebzübler birer rahne-i imandır ve imanımızı bu rahnelerden kurtarmadıkça; kemal-i sıdk u ihlas ile müslümanlığa rücu’ etmedikçe yegane nasibimiz temadi-i hüsrandan başka bir şey değildir. Çünkü hayat-ı ictimaiyye-i İslamiyyeyi kaffe-i mehalikten sıyanet eden müslümanların revabıt-ı ictimaiyyesini tahkim eden uhuvvet; müsavat tesanüd fikirlerinin müeyyidesi takvadır. Müslümanlığı yıkmaya uğraşanlar takva hissini tahribe çalıştılar. Muasırlaşmak demek hiss-i takvadan azade bir cem’iyet-i ibahiyye demektir. Bir müslüman hiçbir vakit başka bir dini kabul için tebdil-i din etmez. Olsa olsa ibahi olabilir ve böyle olabilmesi için takva hissinden muarra olması ve ma’neviyyede taharri hedefini ihmal ile her şeyi cismaniyete yani maddiyata tevfik etmek yoludur. Ekabir-i ümmetten Prens Said Halim Paşa hazretlerinin buyurdukları vechile “Hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyeye en son darbe-i tahribkariyi iras etmiş olan bu fikr-i cismaniyyet olduğu gibi garaibden olmak üzere bin üç yüz seneden beri memalik-i İslamiyyede cismaniyet zihniyeti de birinci defa olarak bizde zuhur etmiştir.” ya var kuvvetleriyle çalıştılar ve binnetice hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyenin inhitatı bu dereke-i sefileye vasıl oldu. Elhaletü hazihi en mühim en büyük vazife-i hayatiyyemiz bu meş’um fikrin istisaline elbirliğiyle çalışmak onun zade-i mel’aneti olan ahlaksızlığı imha etmektir. En büyükten en küçüğe kadar bil-cümle efrad-ı millet mesaib-i umumiyyenin her birimizin ahlaksızlığından mütevellid olduğunu ve her birimize ehemmiyet-i zatiyyesine göre bir hisse-i mes’uliyyetin terettüb ettiğini ve bu illet-i ahlakıyyeyi imha etmedikçe memleketi kurtarmanın imkanı olmadığını hulus-i niyyetle hasıl olsun. Zaten insana “Hatt-ı hareketini ta’yin ettiren akıl ve ma’lumatından ziyade ahlakıdır. Müktesebat-ı ilmiyyemiz ancak nakais-ı ahlakıyyemizden derece-i tahallusumuz nisbetinde müfid olur. Aksi takdirde temayülat-ı seyyiatkaranemizi tahrik ile teşdid şerrinden başka bir şeye hadim olamayacağından bais-i zarar olmaktan hali kalmaz.” miz vahdet-i milliyyemizi tarsin etmek için hey’et-i ictimaiyyemizi fikr-i cismaniyyetten kurtarmaktır. Fikr-i cismaniyyet bilhassa ahlakımızı müslümanlığın bize telkın ettiği ahlak-ı hamideyi hedef-i taarruz ittihaz ettiğinden ve harb-i umumi fırsatından bi’l-istifade vasi’ bir saha-i tuğyan bularak birçok fezail-i ahlakıyyemizi yıktığından din-i İslam’a sarılarak ma’neviyatımızı tahkim etmek ahlakımızı tasfiye ve tathir etmek icab ediyor. Binnetice müslümanlar müslümanlığın en azim desatir-i ictimaiyyesi olan uhuvvet ve müsavat dairesinde vezaif-i milliyyeyi ifa için kuvvet ve metanetle tecehhüz ederek mücahede-i hayat sahasında mevki’lerini tarsine çalışacaklardır. Böylece hareket ettiğimiz takdirde memleketimizin hakk-ı hayatını ihkak ettirebileceğimiz gibi memleketimizi müdafaa ve bu badire-i uzmadan kurtulmak müyesser olacaktır. Aksi takdirde milletin temadi-i hüsranına ve devr-i sabıkın temdid-i hayatına hizmet etmiş oluruz ki bunun ma’nası yaşamaya müstahak olmamaktır. SAHTE MÜSLÜMANLAR AYRILMALI ARAMIZDAN ÇIKMALIDIR! Zavallı müslüman kadını! Ne kadar da çok düşmanların varmış! Senin iffetin senin ismetin o cevherden mahrum olanların gözlerine diken oldu. Onun için muttasıl sana hücum ediyorlar. Canın gibi imanın gibi kıymetdar olan rida-yı kuruyorlar biliyor musun; her gün tahkırlere ma’ruz kalıyorsun. Kabalıkla medeniyetsizlikle itham ediliyorsun. Çünkü bu kadar muhacemata rağmen hala ismetini muhafaza kaydındasın. Ne sarsılmaz metanetin varmış! Seni yıkmak olunuyor; bilsen… Salabetinle iftiharın bir o kadar daha artar. Bu kadar zamandır hep hücumlar sana tevcih olundu. Çünkü sen rida-yı iffete büründükçe İslam’ın şeair-i cak. Senin yüzündeki perde-i hayayı kaldırmalı altındaki reng-i hicabı silmeli. Ailene olan merbutıyetin çözülmelidir. Sen her gün süslenip açılıp saçılıp sokaklara dökülmelisin. Geceleri gazinolara tiyatrolara balolara gidip seninle eğlenmek makasıd-ı sefile meydan alabilsin! Bütün gayeler seni bu hale düşürmektir. Bunun için sana ne diller döküyorlar! Sana medeniyetten bahsediyorlar zevkten bediiyattan dem vuruyorlar; ictimaiyattan yirminci asırdan masallar okuyorlar. Guya senin hukukunu muhafaza için ortaya çıkarlar kadınlaşarak seni iğfal etmeye uğraşırlar. Müslümanlaşarak seni şaşırtmaya çalışırlar. Ah o muğfil maskelerin altında gizlenen çehreleri bilsen! Mümkün olsa da ona vakıf olabilsen. Hayretler içinde kalırsın. Düşmanların senin hakkındaki garazları niyetleri seni dehşetler Bunların kimi dinden imandan mahrumdur. Kimi iffet ve hayadan bi-nasibdir. Kimi de aile rabıtasından bi-haberdir. Bit-tabi’ bunlar senin ismetine düşmandır. Çünkü senin muhit-ı faziletinde onlar pek yabancı kalıyorlar. Onlar hem her türlü rezaili irtikab etmek isterler hem de kendilerini ta’yib edecek kimse bulunmasını istemezler. Onlar ferah ferah göğüslerini gere gere zevk u sefahetlerini icra edebilmelidirler. Sefahet umur-ı tabiiyyeden olmalıdır. Hiç kimse kimseyi takbih etmemelidir. Sen bu halini muhafaza ettikçe ahengi ihlal ediyorsun. Onun için senin yüzündeki perde-i ismet yırtılmalı kalkmalıdır. İbtizale düşmelisin onlarla hemhal olmalısın ki bu ahengi te’min etmek mümkün olabilsin. Zavallı müslüman kadını! İslam ismini taşıyan herkesi müslüman zannediyorsun da aldanıyorsun. Onların içinde nice münafıklar nice mezhebsizler nice gizli din taşıyanlar var. İslam hey’et-i ictimaiyyesi içinde bulunarak o yüzden birçok faydalar te’min ettikleri için zahiren müslüman görünüyorlar. Çocuklarına müslüman adı koyuyorlar. Fakat Müslümanlık’la şeair-i İslamiyye ile zerre kadar alakaları yok. Bilakis İslam’a karşı ebedi kinleri var. Müslümanlık şeairinin yıkılması için el altından müdhiş tedbirler ittihaz ederler. Ellerine fırsat geçince İslam’dan intikam almak İslam hayat-ı ictimaiyyesini bozmak için her şeyi yaparlar. Bu halleri görüp de müteessir olanlar bunları edebe da’vet edecek olsa hemen arkalarındaki kızıl kuvvet çehresini gösterir onları taassubla köhne kafalılıkla ithama başlar. Ellerine kuvvet geçince muhitı müsaid bulunca tesettürü kaldırmak için türlü türlü şekillerle modalarla ortaya çıktılar her türlü fenalıklara önayak oldular. Diğer taraftan tesettür aleyhinde kucak kucak neşriyatta bulundular. Bu suretle birçok saf kadınları baştan çıkardılar. Nihayet devlet müşkil bir vaz’iyete düşünce bu münafıklar işi büsbütün aleniyete döktüler. Çarşafları çıkararak garib şekil ve kıyafetlere girdiler. Bir takım mağazalarda reklam için endamlarını teşhir ettiler. Bu suretle İslam’ın mecruh kalbine hançerler sapladılar. Artık mevcudiyet-i İslamiyye namına bunların mahiyetlerini ortaya koymak farz olmuştur. Sahte müslümanlarla hakıkı müslümanlar ayrılmalıdır. Bunlar hangi mezhebden ise nüfus tezkirelerine işaret olunmalıdır. Nasıl onlar her gün İslam’ın can damarını neşterliyorlarsa müslümanlar da onları teşhir ederek aralarından çıkarıp bünye-i İslam’ı kangren olmaktan kurtarmalıdırlar. Bu hususta hükumet-i seniyyenin teşebbüsat-ı dindaranede bulunarak İslam hayat-ı ictimaiyyesini muhafazaya bezl-i ani’l-münker ile me’mur olan hükumetimizin bir an evvel bu fenalıkların bu münafıklıkların bu rezaletlerin önüne geçmesine bütün müslümanlar intizar ediyorlar. Müslüman kadınını lekeleyen bu namussuzluklara artık nihayet verilmek zamanı gelmiştir. Belki de geçmiştir. Hayat-ı İslam’a karşı bu kadar taarruz bu kadar tecavüz yeter. Şu mektubumuzun lütfen ceride-i feridenize dercini rica ederiz: Şu Ati gazetesinin meslek-i ahlakısini bir türlü anlayamadık. Bir gün ahlakımızın muhafazası lüzumundan bahseder. Başka bir gün ahlakı kökünden yıkacak neşriyata ru-yı kabul gösterir. Hele şu “Afife Fikret” Hanım’ın “ Ahir Zaman” romanı diye yazdığı şeylerin ahlak ile iffet ile zerre kadar alakasını göremiyoruz. Bilakis saf ve nezih aileler arasında ahlaksızlığı neşretmekten başka hiçbir şeye yaradığı yok. “Afife Fikret” Hanım İslam kadınlarının hususi umumhane alemlerini tasvir eden bu tefrikasını ne gibi bir vukuf ve tecrübe üzerine yazıyor? Böyle iğrenç ve bi-edebane fuhuş levhalarını ortaya dökmekle ne gibi bir maksad ta’kıb ediyor? Fuhuşhane alemlerini kimler dinlemekten zevk alır? Bu gibi sözler ashab-ı iffet ve namus arasında söylenebilir mi? Doğrusu ya Afife Fikret Hanım’a böyle şeyleri hiç de yakıştıramadık. Böyle eli kalem tutan muktedir hanımlardan biz başka şeyler bekliyoruz. Umumhane alemleri ancak o alemlerin müdavimleri arasında konuşulabilir levsiyattır. Millete edeb ve terbiye verecek bir gazetenin ba-husus Afife Fikret Hanım gibi sahibe-i kalem bir hanımın böyle şeylerden bahsetmesi hiç de münasib değildir. İffet ve ahlak namına teessüflere şayandır. Diğer bir nüshasında da bazı hanımlar Polis Müdüriyeti’nin tesettür mes’elesine dair tebliğinden münfail olarak bazı şeyler yazıyorlar. “Kadınlık aleminde yavaş yavaş canlanmaya başlayan bu hareketlerin bir türlü hazm edilemediğinden Kara Kuvvet’den istifadeye kalkışıldığından bugün liradan aşağı yaptırılamadığı böyle bir zamanda bu zemin üzerinde fazla ısrar etmek muvafık olmadığından kadınların adab-ı medeniyye ve asriyye ve daire-i İslamiyye dahilinde kemal-i ismetle dolaşmayı pekala bildiklerinden…” ve daha bu kabil birbirini tutmayan birçok şeylerden bahsediyorlar. Kadınlık aleminde yavaş yavaş canlanmaya başlayan hareketler nedir? Sokaklardaki şu rezaletler mi? Yüzlerini gözlerini boyalarla maskaraya çevirerek göğüslerini açarak bacaklarını sıvayarak mağaza mağaza dolaşmak; akın akın sinemalara tiyatrolara taşınmak; caddelerde piyasalar yapmak ötekine berikine harf-endazlıklarda bulunmak iffet ve ahlak namına nasıl hazm edilebilir? Her memleketin kendisine mahsus bir adab-ı umumiyyesi vardır. Ona tecavüze kimsenin hakkı yoktur. Herkes hususi surette istediğini yapmakta hürdür. Fakat umumun alakadar olduğu şeylerde kimsenin haddi tecavüze hakkı yoktur. Bu rezaletler umum kadınları lekedar ediyor. Bir takım maskaraların yüzünden bütün millet kadınlarının lekelenmesi muvafık mıdır? Adab-ı umumiyyeyi muhafaza ile mükellef olan devlet yar u ağyara karşı bu edebsizliklere nasıl lakayd kalabilir? “Müfide Şeref” Hanım “Kara Kuvvet”le ne kasd ediyorlar? “Kızıl Kuvvet”in mukabilini mi? Bir çarşaf kırk elli liraya yapılamıyorsa bir kostüm tayyör ondan daha ucuz mu oluyor? Ne demek istediklerini anlayamadık. Kadınlar adab-ı medeniyye ve asriyye ve daire-i İslamiyye dahilinde ismetle dolaşmayı biliyorlar da neden ona tevfik-ı hareket etmiyorlar? Nasihat kimlere olur? Haysiyet sahibleri sözle yola gelir. Böyle hicab perdesi patlamış şıllıkların sözle nasihatle işleri ne? Herkes istediğini yapacak olduktan sonra hükumete hiç ihtiyac yoktur. Emr-i bi’lma’ruf nehy-i ani’l-münker ile mükellef olan hükumet her türlü fenalıkları men’ etmek salahiyetini haizdir. Ba-husus bir hükumet-i İslamiyye için ahlak ve adab-ı umumiyyeyi muhafaza en birinci vazifedir. Çünkü milletleri yaşatan ahlak olduğu gibi öldüren de ahlaksızlıktan başka bir şey değildir. Binaenaleyh edeb ve ismetle dolaşmayı bildikleri halde ona muhalif hareketlerde temerrüd ile ahlak-ı milliyi “Ulviye Şakir” Hanım takdir etmelidirler. Hepimizi müteessir ve dil-hun eden bu münasebetsizliklerin önüne geçilmesini kadınlık namına iffet ve ismet namına hep birlikte hükumetten rica ve istirham eylemeliyiz. Bu öyle bir lekedir ki ağyar nazarında umum Türk kadınlarına teşmil edilmektedir. İffet ve ismeti bütün cihanca mazbut olan İslam kadınının haysiyetinin bir takım aslı mezhebi belirsiz sokak kadınlarının amal ve hevesatı uğurunda paymal olmasına asla razi olamayız. Ümid ederiz ki Müfide Şeref ve Ulviye Şakir hanımlar da bu hususta bizimle beraberdirler. Bu fenalıkların devamına iğmaz-ı ayn intihar-ı millidir. Serian bunun önüne geçilmesini bütün müslüman kadınları namına hükumet-i İslamiyyemizden istirham ederiz. AVRUPA’DA VE BIZDE FIRKACILIK Bugünün en mühim hadisesi fırkacılık münazaatıdır. Binaenaleyh bu husustaki nokta-i nazarımızı arz etmeyi münasib addediyoruz. Evvela şunu arz edelim ki bizdeki fırkacılıkla teşkilatı Avrupa’dakilere hiçbir suretle benzemez bambaşka bir şeydir. Avrupa fırkaları bir ihtiyac neticesinde teşekkül eder ve mükemmel programlarla mensub oldukları kitlelerin ihtiyacatını suver ve turuk-ı kanuniyye ile ta’kıb ve tervic eylerler. Bu da bit-tabi’ ahval-i ictimaiyye ve sunuf-ı milliyye üzerine te’sis olunur. Mesela Avrupa ve Amerika’da sunuf-ı muhtelifeye mensub halk yek-nesak ve hem-ahenk kitleler sayılmazlar. Oralarda a’yan ve müteneffizan güruhuyla kedd-i yemin ve arak-ı cebin ile geçinen halk arasında pek azim fark hüküm-fermadır. Mütegallibeye karşı haklarını müdafaa etmek durlar mahdud bir şahıstan ibaret fabrikatörün menfaatine hizmet etmeye mecbur olan yüz binlerce amele ara sıra grevler tertib ederek haklarının mütalebesinde bulunurlar. Hukuk-ı mezkurenin adilane ve munsıfane bir tarzda te’mini için mensub oldukları fırkalar tarafından vekilleri meb’usları tarafından hükumete kanunlar teklifler dermiyan olunur; meclislerde parlamentolarda bir hayli gürültü ve münakaşalar kopar. Matbuatı –leh ve aleyh olarak– O memalik-i mütemeddinede fırkalar halkın ihtiyacat-ı mübremesini yerine getirmek için demokrat sosyalist muhafazakaran liberaller ve daha nice nam ve ünvanlar tahtında teşekkül eder. Binnetice oralarda mevcud olan fırak-ı muhtelifenin cümlesi hep ahval-i ictimaiyyelerinin neticesi ve mahsulü olmak üzere teşkil edilir. Esasen mes’eleyi biraz daha derin bir surette tedkık edecek olursak göreceğiz ki memalik-i Hıristiyaniyyedeki cereyanlar bizde bir türlü tatbik edilemez. Çünkü diyanet-i mukaddese-i İslamiyye hak ve adaleti layıkıyla ta’kıb ve temsil eden necib adil rauf ve şefik bir dindir. Cenab-ı Hak Kur’an -ı Azim ve Nebiyy-i Kerim vasıtasıyla umum müslümanların te çarpmadığı halde Furkan-ı Mübin’de i’tikadat ve ahlakıyat mevcud olduğu gibi ictimaiyat ve siyasiyat da vardır. Binaenaleyh bütün müslümanlara kafi ve vafi bir düstur-ı yesar fukaraya zulm ü i’tisaf etmek hakkına malik olmamışlardır. Gani ve fakır sagır ve kebir nazar-ı şeriat ve kanunda yeksandır. Müsavat adalet ve uhuvveti diyanetimiz beleğan ma-belağ neşir ve tevzi’ etmektedir. Hele muvasat diyanet-i Evkaf-ı İslamiyyenin teşkilatına atf-ı nazar buyurulsun. Ashab-ı hayır ve merhamet olan padişahlarımız ekabirimiz servet sahiblerimiz fukara-yı halkın ihtiyacatını nazar-ı dikkate alarak şehirlerde köylerde nice asar-ı hayriyye vücuda getirmişler büyük bir nam ihraz etmişlerdir. Hankahlar tekkeler çeşmeler hamamlar köprüler şoseler taamhaneler hanlar ribatlar timarhaneler ve hastahanelere varıncaya kadar hep fukaranın ihtiyacatını tehvin için vakfedilmiş şeylerdir. Bizde fabrika ve amele hayatı henüz teşekkül etmemiştir. Etmiş olsa bile Avrupa ve Amerika kadar ehemmiyet peyda etmemiştir. Memleketimizin milletimizin bu ana kadar terakkı ve teali etmemesinin sebebini biz idare ve siyaset noksanında buluyoruz. Bugün Avrupa’daki bir fakır ile memleketimizdeki emsalinin hali hiçbir vechile kabil-i mukayese değildir. Mesela bir İngiliz geceyi ayak üstünde geçirmek için birkaç şilin sarfına mecburdur yeri yurdu yoktur. Yiyecek içecek bulamaz burada ise –buhran ve böyle dehşetli muharebeler müstesna olmak üzere– nereye gitse aç kalmaz yatacak yer bulur. Hangi tekkeye hankaha müracaat etse kendisine bir lokma yiyecek ve sabaha kadar vaktini rahatça geçirecek bir me’vaya tesadüf eder. Bir millete müteallik mukadderatın muayyen bir gayeye doğru sevk edildiğini gösteren siyaset kelimesinin bu son iki asırda geçirdiğimiz mevcudiyette hiçbir mevkii yoktur dahilen ve haricen za’fa uğradık; bünyemiz ictimayatımız temelinden sarsıldı… Memleketimiz milletimiz bir tecrübe tahtası yerine konuldu. Bu ise hep Avrupa ictimaiyatını bu memlekette tervic Ba’de’l-mukayese devr-i sabıkın değeri anlaşılır. Bidayet-i meşrutiyyetten bu ana kadar zayi’ ettiğimiz maddi ve ma’nevi kuvvetlerin hadd ü hesabı yoktur. Hep siyaset acemiliğinden bu felaketlere duçar olduk. Evet fırkacılık olabilir. Fakat bir ihtiyac ve bir sınıf-ı ictimai üzerine müesses bulunmak şartıyla. Bugün herhangi fırkanın programını ele alırsak birbirinden esas i’tibariyle bir fark ve mübayenete tesadüf etmeyeceğiz. O halde kemal-i cesaretle diyebiliriz ki memleketimizde teşekkül eden fırkaların hiçbiri milleti ve ruh-ı memleketi hiçbir suretle temsil etmez. Nihayet eşhasa dayanır. Şahsiyyatı da kale alacak olsak binnetice millet ve memleketin harabi ve izmihlaline hizmet etmek mahvını takrib ve tesri’ etmekten başka bir faydası görülmez. Artık millet fırkacılıktan tefrikadan bıkmış usanmıştır. Müslümancasına bir idare bir siyaset ister. Bu felaket günümüzde milleti irşad etmek gözünü açtırmak hukuk ve istiklalini müdafaa etmek icab ettiği halde dahili ve harici vaz’iyetimiz bunu bize şiddetle emrediyorken; biz hala birbirimizle didişmeye boğuşmaya çabalıyoruz. Ecnebiler bile bu sırada ittihad etmemizi müteaddid lisanlarla ve muhtelif suretlerle bize ifham ve ima ettikleri halde el-an bir türlü bu açık ve vazıh sözleri anlamak istemiyoruz. Bu beyanatla biz fenalık edenleri himaye ve sıyanet etmek fikrinde değiliz. Bilakis memlekete millete fenalık edenlerin bir an evvel tecziyesine şiddetle tarafdarız. Fakat ara yerde milletin hakkı varlığı mevzu’-i bahs iken anasır-ı gayr-i müslimemiz birbiriyle aleyhimizde birleşirken bizim böyle gafilane kıymetdar saatlerimizi vaktimizi beyhude geçirmek ve birbirimizle hırlaşmayı da hiçbir vechile tecviz etmeyiz. Bunca zamandan beri memleketimizde milletimizde müsbet bir siyaset-i İslamiyyenin husul bulduğunu göremiyoruz. Bunun akıbeti her halde iyi olmasa gerek. Her şeyden ziyade bugünkü günde bi-tarafane munsıfane ve metin bir siyaset-i İslamiyyeye muhtacız. Çünkü bütün felaketler biz müslümanları tehdid ediyor. Biz müslümanlar için tek selamet yolu –bir takım mahdud kimseler istediği kadar fırkacılığa devam etmekle beraber– diğer cihetten de fırkaların haricinde ve fevkinde bir gaye ve fikir etrafında toplanmaya ve alelıtlak bir siyaset-i İslamiyye sahibi olmaya çalışmaktan ibarettir. Bizde fırka mes’elesi hiçbir müsbet fikrin mahsulü olmayıp yalnız ihraz-i nüfuz maksadıyla teşekkül etmiş zümrelerden terekküb ettiği cihetle herhangi fırka olursa olsun müslüman siyasetini temsil etmez. Madem ki en mühlik zamanlarda fırkaların birleşmesine tün fırkaların fevkinde müttehid mütecanis hem-ahenk yeni bir teşkilat vücuda getirmeleri bugünkü günde farzdır. Bunun teşkiline muvaffak olamayacak olursak bütün ferdi tasından pek vahim akıbetlere uğramaklığımız muhakkaktır. ten sonra! S sin . M. T te . MEMLEKETIMIZ HAKKINDA NELER DÜŞÜNÜYORLAR? Times gazetesinin General Allenby ordusu nezdindeki muhabiri tarafından yazılıp Sabah gazetesi tarafından neşredilen mektuptur ki ehemmiyetine binaen naklediyoruz: gayelerden biri Hindistan İmparatorluğu ile atide bize karşı düşman vaz’iyeti alması muhtemel ve mümkün olan bazı memleketler arasına bir takım Etat tampons yani hükumat-ı hacize sıkıştırmaktan ibaret siyaset-i kadimemizin devamını taht-ı te’mine almaktır. Şimdiye kadar bu hükumet-i hacize vazifesi Türkiye tarafından ifa olunmakta idi. Lakin Türkiye ki bu devlet şarkta uhdesine düşen hakıkı rolü oynamak Tevsi’-i arazi ve tezyid-i satvet arzusunda bulunacak bir Türkiye’ye bundan böyle i’timad göstermek kat’iyyen caiz değildir. Hal böyle iken Asya-yı Suğra’nın ekseriyet üzere Türklerle meskun aksamında Türkiye için bir mevcudiyet-i müstakbele te’min etmek mümkün olacağını ümid etmek Gayelerin ikincisi Türklerin şimdiye kadar ancak bir ekalliyet-i kalile teşkil ettikleri halde zimam-ı idareyi ellerinde bulundurdukları memalikte bir Asya-Balkan manzumesi vücuda getirmektir. Bu manzumeye Filistin hükumet-i Museviyyesi Arabistan hükumeti muhtariyet-i idareyi haiz bir Ermenistan hükumeti ve bir de ihya ve tecdid edilecek hakkındaki usul-i siyasetimiz zahiren sahib-i satvet bir hükumet-i ecnebiyyenin su’-i idaresi gibi çürük bir esas ve temele artık istinad etmeyerek şimdiye kadar cebr u tazyik altında yaşamış olan bu cihan-şümul harbin te’siriyle eski hissiyat-ı vatan-perveraneleri tekrar canlanıp uyanacak olan bir takım hür ve serbest milletlerden müteşekkil bir manzume-i düveliyyeye olduğumuz bu yeni tertibat ve teşkilat-ı siyasiyyenin ehemmiyet ve azameti İngiltere’de bile henüz layıkı ile takdir olunamadı. Memalik-i ecnebiyye ve Amerika ahalisinden İngiltere siyasetine az çok vakıf olanlara gelince bunlar bizi Asya-yı Suğra’da bekleyen muazzam vazifenin hutut-ı esasiyyesini bile henüz derk ve ihata edemediler. Maamafih eminiz ki onların bu babdaki cehli zail olunca Asya-yı Osmani hakkındaki tasavvuratımızın isabetini tasdikte kusur etmeyeceklerdir. Giriştiğimiz yeni tecrübe-i siyasiyyede muvaffak olmak Evvela– Arabistan Filistin Ermenistan Irak ve Elcezire’deki hatime çekip ve adalet esasatının ilk tatbikatı için bir tecrübe sahası olacak olan yeni hükumetler hakkındaki i’mar ve tecdid ve temdin siyasetimiz kemal-i cür’et ve cesaret ile tatbik olunmalı ve bu gibi işler için Türkiye’nin muavenetine güvenmekten ibaret siyaset-i kadime-i sakıme suret-i kat’iyyede terk edilmelidir. Çünkü zeytinyağ ve su birbirine kabil değil karışamaz. Türk muhibliği an’anesini Türkiye’de yeni hükumetleri teşkile ma’tuf mesai ve icraat ile te’lif için düşünülecek en dakık ve mahir tertibat-ı siyasiyye bile iflasa mahkumdur. Saniyen– Asya-yı Suğra akvamının mahall-i ikameti olan havali-i muhtelife arasındaki hududların ta’yin ve tesbiti mak. Filistin’de bir Musevi hükumeti te’sis edecek isek bunu Musevilerin mazi-i tarihisini nazar-ı i’tibara alarak ve memleketin esbab-ı müstakbele-i müdafaasını derpiş ederekten kemal-i hulus ve samimiyyet ile yapmalıyız. Kısmen askeri ve kısmen siyasi olan bu gibi mes’eleler hakkında en musib mutalaatı dermiyan edebilen bir kimse var ise o da şübhesiz General Allenby’dir. Binaenaleyh mesail-i mezkurenin hall ü faslı sırasında mumaileyhin re’yine müracaat edilmesi taht-ı vücubdadır. Keza Irak Elcezire ve Ermenistan’a aid mesail-i siyasiyye ve askeriyye hakkında en doğru ve musib mutalaatı söyleyebilecek olan zevat Irak ve Elcezire seferini sevk ve idare etmiş olan kumandanlardır. Şark-ı karib hakkında beslenilen yegane endişe hıtta-i mezkureye aid mesailin suret-i halli bir takım tesadüfi ve harici avamilin taht-ı te’sirinde vuku’ bulması düşüncesinden ileri gelmektedir. Abdülaziz Çaviş: Abdülfeyyaz Tevfik: Abdürreşid: Ahmed Fuad: Ahmed Naim: Aişe: Aksekili Ahmed Hamdi: Akşam: Ali Suad Kızıltoprak: Arthur Calthorpe: Ataullah Bahaeddin Şimal müslümanlarından: Ati: Bereket-zade İsmail Hakkı: Celal Nuri: Daily News: Darülhikmeti’l-İslamiyye: .: Ferid Vecdi: Fuad Efendi Divaniye Meb’usu: H[ha]: Hakkı: Hakkı Mahmud: Halil: Haver: Haydari-zade İbrahim: Hüseyin Mazhar: Hüseyin Rauf: Larousse Liberte: M. S[sin].: M. Şemseddin: Mahmud Mahir Sabık Draç Mutasarrıfı: Mahmud Mes’ud: Mark Sykes Sir İngiltere Kamarası Azasından: Mehmed Akif: Mehmed Fahreddin Mütekaid Alay Müftüsü: Mehmed Şevket: Mehmed Vahidüddin Osmanlı Sultanı: Milaslı İsmail Hakkı: Muhammed Abdurrab Berk Afganlı: Muhammed Hamdi Darülhikmeti’l-İslamiyye a’zasından: Mustafa Asım İznik Hisardere İmamı: Nazmi Divan-ı Muhasebat Me’murlarından: _________________ Necmeddin Sadık: Ömer Rıza: Ömer Seyfeddin: Palestine: Prens Mehmed Said Halim Paşa: R. C. Parsons: Reşad Hikmet: S[sin]. M. T[te].: Sa’dullah: Sadreddin: Sebilürreşad: Stuart-Glennie: Süleyman Nazif: Şark-ı Karib: Şeyh Muhammed Abduh: Şeyh Nureddin Efendi Kuşadalı İzmir Mevlevihanesi Seccade-nişini: Şeyh Senusi-i Ekber: Şükriye: Tahirü’l-Mevlevi: Tasvir-i Efkar: Tercüman-ı Hakıkat: Times: Vakit: Westminister Gazette Bombay: Zaman: |/\|