|\/| _____ SEBİLÜRREŞAD Cild 17 - Unknown 131832 33121 6720 _____ Sebilürreşad Dini ilmi edebi siyasi haftalık mecmua-i İslamiyyedir Cilt Ayet-i kerime umumiyeti itibariyle ahbar-ı Yehud’un haline tamamen muntabıktır bunlar ahkam-ı Tevrat’ı efkar ve temayülat-ı zatiyyelerine göre tahrif ve tebdil ederek Allah ile aralarında mevcud olan uhud-ı ekideyi nakz u ihlal ettiler. Aralarında kan dökmemek evladlarının hayatına kasd hukuk-ı gayre tesaddi ve revabıt-ı karabeti ihlal eylememek gibi evamir ve tekalif-i ilahiyyeyi kabul ettikleri halde bilahare bütün bu taahhüdat-ı diniyyelerini ayakları altına alarak ef’al-i memnu’anın kaffesini işlediler sıla-i erham yerine kat’-ı erham halkın hayır ve salahına hizmete mukabil sa’y bil-fesad mesleğini ta’kıb ettiler. Bu nikat-ı nazardan ahbar-ı Yehud’un hallerine mutabık olan bu ayeti şu son asırların müslümanlarına da tamamıyla kabil-i tatbik buluyoruz. Çünkü görüyoruz ki onlar da enva’-ı menahiyi irtikab etmek şehadet-i zurda bulunmak makabire perestiş emval-i eytamı ekl ü bel’ eylemek hususunda berikilerden hiç de aşağı kalmıyorlar. Fırsat bulurlarsa adalet esaslarını yıkıp mahv ediyorlar; asar-ı ilm ü irfanı kökünden kazıyorlar! Fitne ateşlerini körüklemekte erkan-ı mecd ü azameti hak ile yeksan etmekte hiçbir azab-ı vicdani hissetmiyorlar. Müslüman dediğimiz kitlelerin tarz-ı güzariş-i hayatları bu daireye münhasır kalır icad ettikleri türlü türlü desiseler fitneler hıyanetlerle kendi hanümanlarını kendi elleriyle yıkmak cem’iyetlerini sırf kendi ahlaksızlıklarının tesiriyle perişan etmek mesleğinde sebat ve ısrarları temadi ederse bilmeyiz ki bunların meal ve masirleri mahv ve harabi ateşinden başka ne olabilir? Hakıkati söylemek lazım gelirse bunların bir müddet-i muvakkate için Cenab-ı Hakk’ın müsaade ve imhalinden müstefid oldukları görülse de ehemmiyet verilmemelidir. Çünkü bunların ser-encamlarını bütün dehşet ve fecaatiyle şu ayetler sarih bir surette bize bildiriyor. “ Zalimlerin yaptıkları işlerden Allah’ı gafil zannetme. Onların hesab-ı a’malini Allah bir güne tehir ediyor ki onun fart-ı dehşetinden gözler yukarı dikilip kalacak zalimler hevl ü dehşet içinde başları havada gözlerini çevirip de kendilerine bakacak halleri kalmayacak yürekleri korkudan çarpıp çırpınacaktır.” Ayet-i kerimenin bize vaad ettiği bugün ister dünya ni ta’yin için hulul edecek günden ibarettir. “Onlar meva‘iz-i ilahiyyenin daima kendilerine tezkir ettiği akıbetlerden tamamıyla gaflete dalınca bütün nimet ve refah kapılarını kendilerine açtık nail oldukları hazz-ı acilden tam memnun ve mesrur oldukları bir sırada birden bire yakalarına el attık. Kendilerini ye’s ü nevmidiye Başmuharrir müstağrak bir halde buldular. Zulm edenlerin bu suretle ardları alındı.” “Zalim olanları Rabbın mahv u helak ettiği zaman böyle eder. Onun tarz-ı intikam ve ihlaki elimdir şediddir.” Yazık ki su-i siret erbabının nasıl elim akıbetlere namzed olduklarının hergün birer delilini gözlerimizle görüyoruz da teğafül edip geçiyoruz hadisat-ı kevniyyenin an be-an tecelli ettirdiği ibret levhalarına müşahid olduğumuz halde onlardan istifadeye şitab etmiyoruz. Medar-ı ayatın ihtiva ettiği hükm-i baliğa ve ahkam-ı nafi’a kalıyor. Bunlara karşı da basiret ve intibah kabiliyetinden mahrum olanlarımız: “Bu ayet ahbar-ı Yehud hakında filan ayet küffar-ı Kureyş hakkında nazil olmuştur” yolunda safsatalara kalkıyorlar. Nefsü’l-emrde ise mensub oldukları şeriatte vücuda getirdikleri bid’atler kitablarının ahkamı hakkında giriştikleri vahi te’viller ile Huda bilir ki onlar dinlerine karşı daha hodkamane bir vaz’ almışlar peygamberlerine düşmanlarından daha düşman kesilmişlerdir. nen ayat-ı ilahiyyeden gafil bulunan kimselerin mahiyet-i diniyyeleri bu merkezdedir. Yukarıdaki ayetlerde Cenab-ı Hak zatının mevcudiyetini natık ve müeyyid deliller serd ve ityan ettikten sonra muanidlere kendilerinin aba ve ecdadlarının halık-ı yeganesi olan Allah’a hasr-ı ibadeti teklif ediyor ve zemin ve asümanın gökten inen yağmurların yerden çıkan biten meyvelerin hikmet-i icadı sırf nev’-i beşerin hayat ve refahını te’min olduğunu beyan ederek haklarındaki ni’am ve eltaf-ı sübhaniyyesinin derece-i vüs’at ve ehemmiyetini hatırlatıyor idi. Şimdi de muanidleri daire-i insaf ve imana da’vet hususunda evvelkinden büsbütün başka olarak sade nehy ü zecre itab u tevbihe müstenid bir tarz ve meslek ta’kıb ederek diyor: Meal-i Kerimi “Allah’ı nasıl inkar ediyorsunuz? Sizler ki birer meyyit yani hiss-i şu’urdan hali birer cisim idiniz. Size hayat verdi. Neticede sizi o tekrar öldürecek sonra bir daha diriltecek ve o zaman amellerinizin hesabını vermek için gideceğiniz yer onun bargah-ı celali olacaktır.” Kur’an bu ayet-i kerime ile zümre-i mu’anidini neş’et ve vücud sahasına intikal ettikleri andan itibaren ma’ruz bulunduklarını kendilerinin de teslimde tereddüd edemeyecekleri bir takım etvarı mevt ve hayata ait geçirdikleri safhaları teemmüle da’vet ediyor. Filhakıka insan namını taşıyan her ferd bilir ki maye-i hilkati “nutfe”den ibarettir. Nutfe ise insanın gıda olarak ekl ü temsil ettiği nebatat-ı arziyyeden mütekevvindir. Mahiyeti hasis ve mülevves bir maddeden ibaret olan bu nutfe destgah-ı kudrette tesviye görüp nefh-i ruh edildikten sonra ahsen-i takvim üzere yaratılmış bir mevcud olarak saha-i ibda’a çıkıyor mevcudiyetini teşkil eden her cevher her araz küçük büyük her cüz’ mübdi’-i hakimin kendinde gizlemiş olduğu derin bir hikmetin dakık bir ma’nanın mir’at-ı tezahürü oluyor. Sonra insan için bütün etvar-ı hayatında bidayet-i neş’etindeki taravet ve zindegiyi muhafaza da kabil değil. Görüyorsun ki genç ve dinç bir vücud gün geçtikçe yıprayor kocayor bir pir-i na-tüvan oluyor daha sonra hayata veda’ ederek mezar-ı fenaya giriyor. Orada metruk ve mensi bir halde mazinin a’mak-ı mechuliyyetine dalıp gidiyor. Te’akub-i eyyamın insanlar üzerindeki te’sir-i tahribkarı bir mertebededir ki akıl ve hakayık-bin bir kimse sath-ı haki nazar-ı ibret ve teemmül ile tedkık ve tahlil etse onun çürümüş ceset kütlelerinden adem-abada geçip gitmiş insanlardan müteşekkil olduğunu anlar takdir eder. hayret-saz-ı ukul bir şekil ve suret vererek ondan saha-i vücuda alemler hem de sa’y ve tefekkür ekl ü şurb men’ u i’ta nef’ ü zarar gibi mütenevvi’ havass ve iktidar olan ruhu çekip alarak onları his ve şuurdan ari birer kalıb-ı camid haline koyar bu kalıbı da avalim-i sairenin a’mak-ı mevcudiyyetine sermaye hassasını haiz bir kütle-i türab şekline ifrağ ederek gah bir hayvan gah bir nebat bünyesinin anasır-ı mürekkebesi miyanında ahz-i mevki’ ettirir. Acaba bir insanın doğrudan doğruya bir cüz’ünü teşkil ettiği vücud-ı beşer aleminde asar-ı tasarruf ve kudreti delail-i tedbir ve hikmeti bu derece zahir ve bahir olan bir ilah-ı mu’azzamın mevcudiyetini inkar etmek onun ni’met ve ihsanına küfran ile mukabelede bulunmak nasıl elinden gelebilir? Küfr ü inad derdine mübtela olanlar biraz akıllarını başlarına alarak düşünseler zaruri olarak anlarlar idi ki hayat ve şuurdan hali bir damla nutfede hay ve zi-şu’ur olarak kendilerini alem-i vücuda çıkaran beri tarafda da hayattakileri gözleri önünde öldürüp diyar-ı fenaya gönderen kadir-i mutlak bir gün olup kendilerini de öldürecek ve sonra bir ikinci def’a kendilerine hayat ve vücud vererek ef’al ve harekat-ı sabıkalarının hesabını sormak ona asla güç gelmeyecektir . Mütercimi: Mehmed Şevket Abdülaziz Çaviş Müslümanlar gerek kemiyet gerek techizat itibariyle pek az ve pek aciz iken; müşrikler onları vatanlarından etmiş; nereye gittilerse Ehl-i Kitab’ın adavetiyle mekriyle münafıkların keyd ü istihzasıyla karşılanmışken bütün bu felaketlere mukavemet bütün bu felaketlerin def’ ve malarını emr etti! Sabır Kur’an-ı Kerim’ de yetmiş kere zikr edilmiş. Fezail-i saireden hiç biri bu kadar ta’dad edilmemiştir. Bu da sabrın ehemmiyetine delalet eder. Asr Suresi’nde müminlerin yekdiğerine sabrı tavsiye etmeleri yekdiğerine hakkı tavsiye etmelerine terdif olunmuştur. Ve ikisi hüsrandan kurtulmanın çareleri olarak gösterilmiştir. Zaten hakka da’vet edenler için sabırdan elzem bir şey yoktur. Kur’an-ı Kerim’ de zikr olunan sabırdan murad sebat ve tahammül melekesidir ki o melekeye sahib olanlar fazileti i’la etmek uğurunda her şeyi istihkar ederler ve kemal-i metanetle sabrederler. Nefs-i insanide hayır melekelerini terbiye edecek en büyük fazilet sabırdır. Ona muhtac olmayan hiçbir fazilet yoktur. Sabır; bir hakkı ihkak bir batılı izhak bir akıdeye da’vet bir fazileti te’yid etmek gibi ef’al-i ihtiyariyyede İnsanın sebat etmesinde tecelli eder. Çünkü mesalih-i ammeye müteallik olan bu gibi mesail-i mu’azzama insanlar tarafından mukavemetle karşılanınca sabır ve sebat iktiza eder. İnsanlarda bu meleke kesb-i rüsuh ederse sabir olurlar. Nazar-ı dikkatten dur tutulmamalıdır ki ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk’ın onlarla beraber olduğunu beyan buyurduğu sabirler öyle her sıkıntıya göğüs gerenler değildir. Hak için çalışanlar ve sebat edenlerdir. Çünkü fezail medar-ı ceza olan ef’al-i ihtiyariyye ile tahakkuk eder. Zaten sabır bir meleke-i iktisabiyyedir. Ve bundan dolayıdır ki Cenab-ı Hak sabrı emrediyor. Allah’ın emrine şiddete tahammüle alıştırmakla kabil olur. Risalet-penah [ ... Bakara /] ayet-i kerimesinin tefsirine müracaat efendimizle sahabe-i kiram böyle yaptılar. Ve böylece sabrın semerat-ı muvaffakiyyetine nail oldular. Azlıklarına kuvvetsizliklerine rağmen bütün milletleri kuvvetleriyle ve çokluklarıyla beraber mağlub ettiler. Bunun sebebi sabırdır. Görülüyor ki sabır hadisata felaketlere teslim-i giriban kemal-i azm ü celadetle mukavemet ederek izalesine çalışmak hem de zerre kadar korkmayarak yılmayarak hiç bir fedakarlıktan çekinmeyerek çalışmaktır. Lisan-ı şeri’atte sabır faaliyete iktiran edendir. Atalete meskenete hüsrandır. Evet zilletlere esaretlere boyun eğmek sabır değildir. Bu meskenet bu rezilet o faziletin harim-i nezahetine sokulamaz. Cenab-ı Hak müslümanlara bütün alem-i adavete karşı emir buyurduğu müslümanların birbirlerine tavsiye etmelerini ferman ettiği sabır hak uğrunda mücadele ediyorken başlarına gelecek her felakete uğrayacakları her adavete azm ü sebat ile mukavemet etmek hususunda sabırdır. Sabır melekesini tahsilden aciz olduğunu iddia etmek nefsine hiyanet kaffe-i fezailden mahrum olmayı kabul etmektir. Sabır melekesini te’sis eden vesailin en mühimmi hadisattır. Hadisatın acısını tehvin etmek için hadisatın getirdiği inhitatlardan tefessühlerden sıyanet-i nefs için en kuvvetli ve en keskin silah-ı mukavemet bu melekeyi bu kuvvet-i mu’azzamayı hüsn-i isti’maldir. Düşmanların adedi düşmanların techizatı ne kadar çok ve ne kadar mükemmel olursa olsun bu meleke-i rasiha asla sarsılmaz asla fütur getirmez! Menabi’-i mukavemeti tükenmeyen bu büyük kuvvet en feci’ mağlubiyetleri en şanlı galibiyetlerin fevkine i’la edecek kadar i’caz-ı reha-karaneyi haizdir! Meydan-ı muharebede mağlub olan bir milletin ruhunda bu kuvvet-i mukaveme hakk-ı zaferini istihsal uğurunda hiçbir mağlubiyetten müteessir olmayan bu cevval ve müşte’il kuvvet-i sebat payidar oldukça o millet ölmez yaşar ve en yüksek meratib-i i’tilaya namzed olarak yaşar. Kuvvet-i sabrı hadisat tarsin eder. Müslümanların başına gelen mesaib de bu meleke-i sabır ve sebatı takviye ediyorsa hayat ve atimizi saran ye’sin er geç parçalanacağından eminiz. Bu kuvvet-i mukavime selamet-i milliyyeyi te’min edecek selamet-i milliyyeyi hail olan mevanii yıkacak yegane kuvvettir. Bu kuvvetin hüsn-i ağır vazifesidir. Hiç şüphe yok ki bu muazzam vazifeyi etmektir. Ancak bu sayede milletin kuvvet-i sabr u sebatını sal etmek mümkündür. Vahdet-i milliyyenin te’mini ruh-ı milliyi ahlakı tathir etmek lazımdır. Yani ahkam ve evamir-i İslamiyyeye ri’ayet halkı dine doğru götürmek muktezidir. Her felakete karşı sabr etmeyi kemal-i sebat ile felaketi yenmeyi emr eden Kur’anımız sabır ile beraber salatı emr ediyor. “Sabır ve salattan isti’ane ediniz” buyuruyor. Yukarıdan beri sabrın ma’nasını ve kuvvetini izaha çalıştık. Hakkı te’yid uğurunda sabır ve sebattan nasıl isti’ane edileceği anlaşıldı. Şimdi de salattan bahs edelim: Kur’an-ı Kerim buyuruyor. Namazdan maksad zat-ı ecell ü a’layı tezekkür etmektir. Cenab-ı Hakk’ı tezekkür etmekle insan seyyiat ve münkerattan tevakkı eder aşikar ve nihan her şeyde hakkı mürakabe eder. Günahkarlara gerek dünya gerek ahirette verilen cezaları hatırlayarak vazifesini kemal-i sıdk ile ifada tereddüd etmez kimsenin hakkına tecavüzde hakkını hayatını ve malını sıyanet etmek memleketi korumak hususunda hiçbir kusurda bulunmaz. Fakat Cenab-ı Hakk’ı zikr etmekten gaflet olunur namazlar ihmal edilirse hukuka tecavüz muharrematı irtikab seyyieleri çoğalır. Fısk ve fücurun intişarı şehevatın tahakkümü ağniyanın tuğyanı fukaranın tahkıri zuafanın nisyanı hükkamın istibdadı münafıkınin isti’lası gibi her milleti müzmahil ve perişan edecek felaketler nümayan olur ki halimiz bunun en canlı delilidir. Salat insana Cenab-ı Hakk’ın azametini celal-i sübhanisini duyurduğu insanın kalbini mehabet-i ilahiyye ile doldurduğu için fuhuş ve münkerden insanı teb’id eder. Nefs-i insanı bir şerre bir felakete düçar olunca korkudan bir hayra nail olunca hissetten sıyanet eder. Binaenaleyh salata muvazabe eden bir müslüman ne kumar masasına oturur ne de fuhuşhanelere girer. Fariza-i salatı ifa eden bir müslüman ehl ü iyalinin akraba ve komşularının kendisiyle muamelede bulunan kardeşlerinin ve kaffe-i müsliminin hukukuna riayet eder. Namazını eda eden bir müslüman hakkı ve ehl-i hakkı ta’zim batılı ve ehl-i batılı tahkır eder. Ne kendisi için ne de milleti için zillet ve esareti kabul etmez. Allah’ın azametinden Allah’ın emrinden başka bir şeye ser-füruya tenezzül etmez. “Allahu Ekber” dedikçe gözünde herşey küçülür ve ancak Hak büyür. Cenab-ı Hak salattan istiane ediniz emr-i celiliyle mü’minlerin daima azamet-i ilahiyyeyi istiş’ar ile her türlü fenalıktan sıyanet-i nefs muhafaza-i hukuk ve sıyanet-i mevcudiyyet için en kavi ve en payidar zımanı bahşetmiş oluyor. Felaketten müteessir olan millet bu felaketi izale için kemal-i sabr u sebatla mücahede edecekse her şeyden evvel nefsini tathir etmesi lazımdır. Nefsini tathir etmeden böyle bir mücahedeye girişmek hiçbir vakit kar etmez. Mücahedeye girmek ve Allah’ın inayet-i samedaniyyesine müstehık olmak için sabır ve salat ile istiane etmek gerektir. Kuvvet-i sabr ile ölümleri şiddetleri felaketleri istihkar ederek gaye-i selamete vasıl olmak için ruhumuzun her türlü zaafdan her türlü şaibeden azade olduğu halde Allah’ın azamet-i sübhaniyyesini istiş’ar ile Allah yolunda Hak yolunda yürümeye kesb-i liyakate vabestedir. rekatımız bi-karar efkarımız perişan türlü türlü şüpheler yet ihraz etmek mümkün değildir. Madem ki ruhumuzda hadisata hakim olabilmek kuvvetini velev ki pek zaif pek aciz bir surette seziyoruz. Ve hadisata hakim olduğumuz zaman yani hadisat ile mevti vuzuh ile müşahede edince selametimizi te’mine muvaffak olacağımız muhakkaktır. Çünkü ölümü istihkar edenin ölmediği ancak ölümden korkanların her zillete giriftar olarak geberdiği cay-ı tereddüd değildir. O halde şu meydanlarda toplanarak hakk-ı hayatını isteyen şu biçare halkı camilere sevk edelim. Orada herkes tevbe ve istiğfar etsin Allah’ın azametini duysun. Muhitimizi boğan ahlaksızlıklardan nefret etsin. Orada Allah’a namaz kılsın da her türlü fenalıklardan hatiattan tenzih-i nefs ederek huzur-ı kalb ve safvet-i iman ile sabır ve sebatı öğrensin. Allahü ekber nida-yı samedanisini yükselttikçe hadisatın bu müdhiş bu korkunç darbeleriyle hem istihfaf edecek hem de onlarla savaşacak bir kudret-i ma’neviyye ile tecehhüz ederek hak için mücadeleye şitab etsin. Evet Bayezid Sultanahmed Ayasofya Fatih meydanlarında toplanan ketaib-i galeyan o nuranur ma’bedlerin harim-i kudsisine girsin de ayat-ı Kur’aniyye’den iktibas-ı nur etsin. Namaz kılsın da ahlaksızlıklardan şahsi münaferetlerden hasis menfaatlerden tecerrüd ederek meydana çıksın emin olsun ki o vakit yükselecek olan sada-yı hak ve hakıkat daha müessir daha kuvvetli akisler bırakacak. Pak vicdanların samimi imanların yılmayan dönmeyen metanet-i ruhiyyenin selamet-i milliyye uğurunda hiçbir fedakarlıktan çekinmeyen sabır ve sebatın sesi elbet hükmünü icra edecektir. Bizi camilerimizin meydanlarında değil içinde görsünler camilerimizden çıkıyorken görsünler. Biz namaz kılalım sabr edelim. Bizi yıkmak için tasni’ edilen hadisatı el birliğiyle yıkalım. O vakit kurtuluruz. Ve Allah bizimle olur. “İslamiyet’in ali esasları ne yolda tahrib edildiğini aleyhi ve sellemin vasıtasıyla insanlara ta’mim kılınmış olan İslamiyet güzel şeri’at-i ilmiyye idi yani hayat-ı lunda amel İslamiyet’in en mühim maksadı idi. Buna göre Kur’an-ı Kerim hey’et-i ictima’iyye esaslarını nasıl büyük ihtimamla beyan etmiş ise medeni muamelelerin ufak cüz’iyatlarını da o kadar büyük ihtimamla beyan etmiştir. Ictima‘ın usul-i külliyyelerini ufak cüz’iyatlarını adalet menfaat maslahat esasları üzerine bina edilir amel İslamiyet’de en mühim maksad idi. Medeniyetten salahdan en baid bedeviyet alemi İslam ruhuyla birkaç sene terbiye kılındıktan sonra en evvel öz hallerini ıslahları sonra diğer devletleri özlerine kısa bir müddette teshirleri bizim da’vamıza güzel şahid olabilse gerek. Salah amel devam etmiş müddette İslamiyet’in kuvveti hemen arttı. O vakit alem-i medeniyette en büyük riyaset İslamiyet elinde idi. Eğer de İslamiyet’i amelden ayırmış bir bünye o vakit İslamiyet aleminde zahir olmasa idi İslamiyet’in kuvveti riyaseti artardı şu yeryüzünün haritası da tamam başka bir renkte olurdu.” s. Musa Bigiyef Efendi’nin İslamiyet’i amelden ayıran beliyyeden maksadı Müslümanlığa an-samimi’l-kalb mu’tekid olan adamın mükellef olduğu a’mal-i şer’iyyede kusur etmesi üzerine dinden çıkması lazım gelmeyeceğine dair olan ehl-i sünnet mezhebidir. Mezheb-i mezkura karşı hasbe’z-zahir pek muhık gibi görünen bu ta’rizin ilmen kıymet ve mahiyetini ıslahat-ı diniyye-akıde bahsinde uzun uzadıya tedkık ve teşrih edeceğiz. “Bundan sonra alem-i İslam’da daha büyük bir fitne çıktı: Yalnız vehmiyattan nazariyattan ibaret Yunan felsefesi tercüme kılındı. İslamiyet’in hem kalbi hem dimağı en mühim zehirle zehirlendi.” s. Bize göre şimdi kendileri de kudemadan oldukları halde müteahhirin ünvanıyla yad edilen ulema-i Kelam etmiş olan Yunan felsefesi nazariyatını nazar-ı dikkate almak ve icab eden noktalarda dur u dıraz münakaşatta bulunmak adet olmuştu. Daha doğrusu ulema-i Kelam ye’nin asrına göre ehemmiyet kesbeden ulum ve fünun nazariyatına bigane kalmaması te’min edilmiş oluyordu. Nasıl ki bugün ulum ve fünunun esasları teceddüd etmiş olduğu için ona göre akaid-i İslamiyyenin temas eden noktalarda mezkur esasları te’yid etmek ve muhalif gelen yerlerde de onlarla çarpışmak gibi yeni vazifeler de müslümanların şimdiki ulemasına teveccüh ediyor. Musa Bigiyef Efendi’nin ve Haşim Nahid Bey’in mensub olduğu sınıf-ı mütefekkirinin arz ettiğim yeni vazifeyi tasdik ettikleri ve belki ihmal edilmekte olduğunu ulemanın başına kakmaktan geri durmadıkları halde eski ulemayı zamanlarına ait vazife-i ilmiyyeyi ifa etmiş olmalarından dolayı ta’n ve teşnie layık görmeleri ulema-i İslam husumetinden başka şeyle tefsir edilemeyen ahval-i acibedendir. Öyle ya: Şimdiki ulema-i ahkam ve akaid-i İslamiyyeyi fünunun ahkam-ı hazırasıyla mukayese etmiyorlar edemiyorlar; kabahat! Ulema-yı salife nazariyat-ı kadime-i fenniyye ile iştigal etmişler o da kabahat! “İslamiyet’in saf akıde-i ilahiyyesi ilm-i Kelam cereyanıyla telvis hem tahrif kılındı.” s. Koskoca bir ilim hakkında böyle bürümeden sözlerle tenkıdatta bulunmanın hiç bir kıymet-i ilmiyyesi olamaz. zara etmekle tebeyyün eder. Musa Efendi’nin gücü yeterse er meydanına buyursun uzaktan atıp tutmak aceze ve cehele karıdır. Maamafih Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi namındaki eser-i acizanemle bu kitabın ıslahat-ı diniyye-akıde faslına müracaat edilince anlaşılacağı üzere Musa Efendi nümune olarak bir iki mes’ele-i Kelamiyye’de boyunun ölçüsünü almıştır. Bir de Musa Efendi ilm-i Kelam hakkında kullandığı lisan-ı tezyife hep nazariyat sözünü dolamıştır. Bu zat bilmez mi ki ilimler nazariyat cinsinden olur; ameliyat cinsinden olmaz. Çünkü ilmin mahalli dimağdır. Dimağ kuva-yı akliyye haricindeki azanın işidir. Yoksa Musa Efendi bildiği şeyleri elleriyle mi biliyor yahud ayaklarıyla mı anlıyor? Dilber olursun kulaklar görmedik göz duymadık Sürme çeksen guşuna menkuş taksan çeşmine Bu sözleri ile ulema-i Kelam’ın ameli imandan cüz’ kılmadıklarına ta’riz etmek istiyorsa bu ilm-i Kelam’ın yalnız bir mes’elesine aittir; ve bununla ilm-i Kelam’ın hey’et-i mecmu’ası ameliyattan nazariyata tebdil edilmiş olmaz. Sonra ameli imandan cüz’ addeden ulema-i Kelam da vardır. Çünkü mesela Mu’tezile uleması da ulema-i Kelamdandır. Binaenaleyh Musa Efendi bu mes’elede ulema-i Mu’tezile’nin re’yine ittiba’ edivermek ve mu’takadata dair her mezhebi ihtivaya müsa’id olan ilm-i Kelam hakkında dilini kısa tutmak lazım gelirdi. mezheb de beğenmediği nazariyat kabilindendir. Mes’elenin mahiyetine ıttıla’ için bu kitabdaki mebhas-i mahsusuna müracaat lüzumunu tekrar ederim. “Kalbleri de dimağları da nazariyatla; hilafiyatla meşgul kalmış ehl-i İslam ictima’i iktisadi medeni halleri bilkülliye ihmal etti. Bu büyük fitne heme alem-i İslamiyyet’i mescidleri medreseleri haneleri meclisleri tamamıyla istila etti.” s. Bu sözlerden bütün müslümanlar gece gündüz ilm-i Kelam okumaktan sair ulum-ı nafi’a tahsiline vakit bulamadılar yahud ilm-i Kelam onlara fünun-ı nafi’a tahsilinin de yalandır. İşte Haşim Bey’in ileride kendisinden bahs edeceği mektebli Türklerin vakitlerini ilm-i Kelam işgal ve itlaf etmez. Matmah-ı nazarları ve mekteplerinin maksad-ı te’essüsü Musa Efendi’nin istediği fenlerdir. Bununla beraber yine Haşim Bey’in i’tirafına nazaran bu mekteblilerin müslümanları adam etmeleri şöyle dursun memleketin işine yaramak itibariyle kendileri diğer müslümanlar kadar da adam olamamışlardır. “Ma’nası boş beyhude nazariyattan bahs eder bunun üzerine her ulumu inkar eder kelam kitabları İslam memleketlerinin her kıt’asında te’lif kılınıp hükumet kuvvetiyle tervic kılınır idi.” s. sebet tevehhüm etmek Musa Bigiyef Efendi’nin mahsusatındandır. vic olunduğunu bilmiyorum. Yalnız on beş yirmi sene mukaddem ilm-i Kelamdaki imamet bahsinde kuşkulanan hükumet Şerh-i Mevakıf gibi bazı kütüb-i Kelamiyye’nin tedavülünü men’e teşebbüs etmişti. “Şu gün biz o kitabları okur isek taaccüb ederiz O kadar beyhude şeyleri yazmış kalemlere öyle şeyleri fikr etmiş akıllara; o kadar ufak mes’elelere kanaat etmiş alimlere…” s. “Alınız Gazzali gibi büyük bir imamın kalemiyle yazılmış Tehafüt’ ü alınız İbni Rüşd gibi güzel mütefelsif kalemiyle yazılmış Tehafütü’t-Tehafüt’ü söyleyiniz zinhar şu kitablarda kıymeti var bir söz kıymeti var bir fikir alınabilir mi? Görünüz hendese hey’et ilimlerinde i’tibarı var Nasiruddin-i Tusi kalemiyle yazılmış Tecrid kitabı kitabları da en büyük mağruriyetle beyan kılınmış vücuh-ı hamseleri okuyunuz sıfat ef’alullah halk-i ef’al gibi eşaire kalemiyle yazılmış sözleri… umumen Fıkıh Kelam Mantık Usul Tefsir Nahiv Sarf Hikmet kitablarına dair yazılmış haşiyeleri şerhleri görünüz de söyleyiniz. O kitablarda akıldan fikirden İslamiyet’den eser var mı? Kazan Musa Efendi Bigiyef” s. Ulum-ı akliyyeye ve nakliyyeye dair ulema-i İslam tarafından yazılmış ne kadar asar var ise hepsini kütübhanelerden çıkarıp sokaklara atınız müellefat-ı İslamiyye’nin bir Cengiz vahşet-engizi olan Rusyalı Musa Bigiyef Efendi ve Mevzu’atü’l-Ulum gibi kitabların şaşkın müelliflerinin mezarları üzerine istihza handeleri nisar ediniz. Sonra bütün bu asar-ı eslafa bedel kütübhanelerinizi Musa Efendi’nin mahsul-i karihası olan kitablar tezyin etsin! “Türk Osmanlı padişahları içinde şer’i ulü’l-emrler ulü’l-emr emir sahibleri demek olduğu için tekrar buna edat-ı cem’ olan “lar” lafzının ilavesi caiz olmamalıdır. gösterilebilir lakin sadrazamlarının kafasını kestirmiş vezirlerini boğdurmuş şehinşahların adedi herhalde daha çoktur. Sonra müstear bir haysiyetle ulü’l-emr olan sadrazamdan vezirlerden sipahi nefere varıncaya kadar hepsi bu müstear nüfuz namına mümkün mertebe zulüm ve yağmagerlik ettiler kan döktüler.” s. Tabii bunlar şer’i ulü’l-emr değil idiler. “İşte dinden alınmış bir esas; yani ulü’l-emrlik böylece su-i isti’mallere uğradı. Daha bir çok misalleri göstermek mümkündür; lakin bu; dini kaidelerin yalnız fena tatbik edildiğini gösterir.” s. Şu halde bizatihi din neden kabahatli olsun ve ınkıraz amillerinin birincisi addolunsun? “Din-i İslam’ın menşei Arabistan olmak haysiyetiyle mu’amelat-ı nasa taalluk eden esasları Arab cema’atlerinin hayat-ı ictima‘iyyelerini idareye kafi idi.” s. Bu söz din-i İslam’ın yalnız Arablara mahsus bir din olması fikrini ima ve iham eder. “Fakat aynı dinin muhtelif iklimlerde; muhtelif kavmiyetlerde biri birine benzemeyen telakkılere mazhariyeti zaruridir. Tunus Cezair Fas Mısır Ümitburnu Suriye manlarının şimdiki akıde-i diniyyeleri o iklimlerin tehalüfü derecesinde azim ve mütebayin bir halde olduğu mütebahhir alimler tarafından tahkık olunmuştur.” s. Haşim Nahid Bey akıde-i diniyye ne demek olduğunu pek iyi bilmediği için böyle söylüyor ve mütebahhir alimler dediği adat ile i’tikadatı temyiz edemeyen sathi-nazar seyyahlardır. Çünkü akıde-i İslamiyye üzerinde iklimin kat’iyen te’siri yoktur. Zaten küre-i arz üzerinde mensubiyeti ekseriyet-i azimeyi haiz olan akıde-i İslamiyye Sünni akıdesidir. Bir de ekalliyet derecede mevcudiyetini muhafaza eden Şii Mezhebi vardır. Bunlardan müellifin ta’dad ettiği Tunus Cezair Fas Mısır Anadolu Kafkas Suriye Irak Hind ilh. deki Sünnilerin akıde itibariyle biri birinden kıl kadar farkları olmadığı gibi Hind İran Yemen gibi bazı ekalimde bulunan Şiiler de bir iki derece farklarla yekdiğerinden uzak bir halde değillerdir. Hatta Şiilerin ekseriyeti teşkil eden Mufaddla fırkasını esas-ı akıdece Sünnilerle yabancı addetmekte bile pek ma’na yoktur. “Aynı akıdeyi muhtelif akvama tatbik etmek ve hatta bir kavmin murur-ı zamanla ihtiyacatı; ahlakı; adatı zamanın devamlı tesiriyle değişeceği için kaideyi aynıyla muhafaza etmek mümkün olamayacağı şari’-i a’zama malum bulunmuş ve bütün mahzurları def’ için ahkamın esbab-ı adide Bu bahis biraz aşağıda yine gelecektir. Biz de sözümüzü oraya ta’lik ediyoruz. Fasl-ı sabıkda risalete ta’alluku itibariyle mühim olan bazı kelam ve mutalaatı vech-i evvel kabilinden olarak etmesinin vacib olmasıdır. Bu mebhasde söz tevfik-i ilahi ri artırıp çarpıştıran ikdamı kaptıran efkar ve evhama bir izdiham-ı kesir veren bir bahisdir. Serd edeceğim muhakematta mütekaddiminin dedikleri vechlerin ve müteahhirinin zahib oldukları nazariyelerin ityanını saded haricinde bıraktık. Sahaif-i kitabımızda tarz-ı i’tikadları hakıkate muhalif veya sahiha mutabık olanların akval ve temayülatını nazar-ı hakayıka daha karib yollarla vüsulü istilzam eden efkarın serd ve ityanını iltizam ettik. Şu kadar ki mesrudatımız zikr olunan muvafık ve muhaliflerin teşrihatından tesadüf-i kelam kabilinden olarak bazı işaretleri gizleyememek yahud hak olan sözden tarik-i istisnaya sapamamak asarı bariz olur ise meslek-i tasvirimize münafi sayılmamalıdır. Rusül-i kirama beyan-ı hacet hususunda irad-ı kelam dükten sonra nefs-i insaninin bekasına i’tikad noktasından başlar çünkü insan için hayat-ı dünyadan sonra hayat-ı uhreviyye muhakkaktır. Orada sa’adet-i cennetle temettu’ yahud azab-ı elim ile tezellül edilir. Ahirette saadet ve şekavet hallerine ma’ruz kalınması da hayat-ı dünyeviyyede kişinin tarz-ı a’maline merbuttur. Bu amelleri ister Muvahhidinden Vesenilerden felasifeden edyan-ı saire erbabından hiçbir suretle vezin ve hitaba gelmeyenlerin az bir kısmı müstesna olmak üzere cezm ü beyanda müttefiktirler ki: Nefs-i insanın bedeninden ayrıldıktan sonra bakı olup hayat-ı uhraya nail olacağı muhakkaktır. Mevt fena ile yani ma’dumiyet-i külliyyeye müncer ve hak suretiyle hayat-ı faniyyeden insilah etmez. Her ne kadar beka-yı ruh mes’elesinin ve ona tari olacak ahvalin tasvirinde muhtelif niza’ ve zehablar gösterilmekte ve ona müteallik istidlal yollarında meşreblerce sebat edilmekte ise de ömr-i faninin hitamı devr-i bakınin mebdei olup bu alem-i nasutta fena-yı vücud maddesi mevt-i zahiriden ibarettir. Mezahibden bazıları ruh bedenden ayrıldıktan sonra tenasüh yoluna düşerek ecsad-ı beşerden veyahud hayvanlardan birine girmeye devam suretiyle idame-i hayat ettiğine ve bazıları da ruh ba’de müddetin meratib-i kemalin derece-i ulyasına varınca tenasühü nihayet bularak büsbütün kesb-i ma’dumiyyet ettiğine zahib olmuşlardır. Bir kısmı da ruh cesedden ayrıldığı zaman maddeden tecerrüd etmiş bir hale gelerek amel-i dünyevisinin netice-i müvelledesi olmak üzere ya lezzet ve elem hislerini hafız olduğu halde kalacağı ve başka bir kısmı ruh vücuddan çıktıktan sonra şu görülen ecsamdan daha latif olan güzide ecsama inkılab ve taalluk edeceği zu’m ve i’tikadında bulunmuşlardır. Dar-ı ahirette görülecek saadet ve felaket ki bunlar dünyada işlenilen ve na’im-i uhreviyi tehyie ve i’dad eden yahud nekal-i daimiyi istilzam eyleyen amellerin meta’ ve esbabıdır. Mezheblerce o mertebe ihtilafı kadim ve cedid ümmetlerin arasınca o kadar keşakeşi mucib olmuştur ki bunların ihata ve ta’dadına tekarrub Enfüs-i beşerin alim cahil vahşi munis bedevi medeni eski ve yeni olanlarında münteşir olan hayat-ı faniyyeden sonra hayat-ı uhranın muhakkak olduğunu dalalete uğramış bir aklın yahud fesada sapmış bir vehmin eseri olmak üzere addetmek mümkün olamaz. Bu telakkı-i ma’kul ancak onlara muhtas olan ilhamat-ı Rabbani eseridir. Nitekim: Bu hayat-ı dünyada akıl ve fikrin dar şu beyan olunan telakkı ve i’tikadda bulunanlardan maada şaz olarak bir kısım halk a’malde insanı irşad için akıl ve fikrin kafi olmadığına vecaib-i i’tikadiyyeyi akıl fikrin delaletiyle vüsul ihtimali bulunmadığına zahib oldukları gibi alemin de vücudu olmayıp ancak böyle bir ma’na hayalin eser-i ihtiraı bulunduğunu ve kendileri her şeyden şek ederek hatta kendi mevcudiyetleri hakkında şüphe beslemekten hali kalmamışlarsa da yine akıl ve fikir hayatın rüknü olduğu ve zaman-ı mukaddere değin üss-i beka idiğini ve nev’-i insanın sair efradının hayat-ı uhreviyyece bil-ittifak peyda ettikleri i’tikadın ilhamat-ı sahihaya müstenid bulunduğunu lisan-ı ta’n u inkara almamışlardır. Bunun gibi hazine-i kudretten ukule ilham nüfus-ı beşere değildir; Belki vücuddan libas çıkarıldığı gibi ruh-ı insan da cesedden huruc ederek başka bir tavırda hayat-ı bakıyyeye erişir. Bu hakayıkı ta’mim ve izhar eden ilham-ı Rabbani’nin te’sirat-ı muhıkkasını idrak etmemek bir nur-ı hakıkatin incilasındaki bedahete karşı müzahame eseri sayılır. Her bir nefis hasr u tahdidi kabil olmayan yollarla gayr-i mütenahi ma’lumatı kesb ü kabule müstaid hududu bulunmayan lezaize müştak olmak üzere yaradılmış ve meratib ve gayatı nihayetsiz bulunmuş olan kemal derecatının gaye-i istihzarında durmayıp daima terakkı etmekle mecbul bulunmuştur. Alam-ı şehevatiyyeden ab u havaya ve sair ihtiyacata mukavemetten bunlara mümasil sayılması hatta nihayetine varılması mümkün olmayan sair ıztırab verici hallerden i’raz etmek de nefsin Enva’-ı eşyaya vücud veren Cenab-ı Hakk’ın nizam-ı hayatı hacet mikdarı beka bulabilecek bir isti’dad ile taknin ettiğine ve mümkinatın tasarrufunda abes denecek ve ef’ali götürü yani vezin ve hesabdan ari olduğuna haml edecek şevaibden beri bulunduğuna ilm-i yakın hasıl ettikten sonra lezzet ve elemi ve sair mevahib ve nevaibi his ile bir fikr-i rağbet veren ve her şeyde bir delil-i temyiz olan ilhamat nefse mültefit olur. Beşerin gayr-i mütenahi malumat enva’-ı kemalat lezaiz ve alam kabulüne müstaid ve mecbul olduğuna göre beka-yı hayatı mahdud bir zamana maksur kalarak ondan sonra ebedi bir ma’dumiyete uğraması sahih olamaz. Havass-i akliyyemiz ise insan için beka-yı ebedinin sıhhatini ona varıldığı zaman ne gibi ahvalin vukua gelebileceğini o saadete vüsulün suret-i imkanını şu sefer-i ba’idde mucib-i felah olacak hangi yolun iltizamı muktezi tehyicden geri durmamakta ve hem uzun hem kısa olan bu ma’işet-i dünyanın hüsn-i tedbiri ve te’mini vecibesinin menhec-i kavim üzere muhafaza-i istikamet etmesine kifayet etmeyen aklımızın layıkı vech ile isti’mali için bütün kuva-yı hissiyyemiz başka bir rehbere müftakir görünmektedir. Bundan anlaşılır ki hayat-ı hazıra ve atiyyemize karşı ta’lim ve irşada efkar ve enzarımızın husul-i selamet ve intizamı için geçmiş asır ve zamanlardaki ahval ve avakıb-ı ümemden haberdar olmaya vicdanımızı ıslah ve zihnimizi tenvir ve te’yid etmeye el’an tevali etmekte olan gumum-ı dünyanın verdiği ıztırabdan ne zaman kurtulmak ve maksud olan şevk-i hakıkıde tamaninet husulü için ne vakit ona erişmek mümkün olacağı noktalarında tahkim-i ilm ve ikanımıza bir lüzum ve ihtiyac-ı kavi hissetmekten hali kalmıyoruz. Şu hallerimiz bu alem-i his ve şuhudda yani dünyadaki safahat-ı hayatımız muktezası olup kendi kendimize buna bir mecra-yı istikamet vermeye muktedir ve mutmain olmadığımızın bedahetine karşı alem-i gaybdaki ahval-i azime hakkında akıl ve fikrimiz ne şey teemmül ve teyakkun edebilir? Bizi vera-yı gaybda mekmun ahval ve esrara muttali’ kılacak bir hüccet ve alamet elimizde var mıdır? Hayat-ı beşer üzerindeki mukadderat-ı Rabbaniyye’ye ma’rifet husulüne vüsul için bir kimsenin kendi kendine düşünüp bir netice-i salimeye varmasında ve na-mütenahi bir füshati haiz olan bu tarik-i ma’rifette kolayca kat’-ı mesafe edileceğini tafsilde imkan mutasavver midir? Ancak şüphesizdir ki hakk-ı beşerde müretteb ve mukadder olan esrar-ı ilahiyyenin ve ruh bedenden ayrıldıktan sonra uğranılması labüd olan etvar ve halatın tafsilatına ve hikmet-i mahsusa ile memzuc bulunan bu şuunatın tedvir ve tasarrufu yed-i kudretlerinde olan zat-ı ecell ü a’lanın sıfat-ı vücudiyyesine hod be-hod ıttıla’-ı yakın husulüne nafiz olacak bir nazar ve kuvvetle mevhub değiliz. Bir kuvve-i aliyyenin irşadı sebk etmeksizin i’tikadat ve a’malin mercii hakkında yakın-i sahiha isal edecek bir üslub-ı nazar var mıdır? Bu hakayık ind-i beşerde mechuldür bu hayat-ı cariyye ve atiyyenin beşeriyetin re’y-i mücerredine nisbetle fehmi güç bir muammadır. Nur-ı hikmet ve delalet-i kudretten hali bir aklın nokta-i nazarı ve havassimizin bir tarik-i teşevvüşte tarz-ı ta’allukatı alem-i dünya ile alem-i uhra arasında bir vasl u iştirak rabıtası bulunmadığına kail olacak derecede mütenezzil olup hatta görülebilecek şey bu hayat ve şahsiyet-i faniyyeden ibaret idiği ve avalim-i müstakbelenin hakayıkına ma’lumat-ı beşeriyye ile yakın husulünün düşülmüş gibi muzlim ve akıbeti vahim bir hali mürevvic görünmeye yelteniyor. Sani’-i hakimin mukteza-yı hikmeti değil midir ki umur-ı insaniyyeyi irşad ve ta’lim kaidesi üzerine ikame ve te’sis etmiş ve nev’-i insanı yarattığı gibi beyan hassasını da kendisine vererek bunlar meramlarını şifahen ve tahriren birbirine ifham ve tebliğ etmek için feyz-i tekellüm beraber yine o fatır-ı kainatın cümle-i ni’amından olmak üzere enfüs-i beşer mertebelerinden bir mertebe-i a’la-yı eylemiştir. ki bu paye-i refi’in kime tevcih olunması lazım geldiğini kadir-i müte’al hazretleri herkesden daha iyi bildiği gibi onları fıtrat-ı selime ile mümtaz kılmış ve ilm-i ilahisi envarından müstahık oldukları derecede istizae ve esrar-ı mevdu’asını bir emanet-i kübra mesabesinde telakkı ile ona kemal-i emn ü itaatle münkad ve riayetkar olmaya salih bir surette ervah-ı mukaddeselerini hadd-i kemale füyuzat-ı Rabbaniyye nüfus-ı adiyye inkişaf etseydi mecal-i tahammülleri münselib olarak mahv ü helak olmaları yahud celalet ve azamet-i ilahiyye nurunun te’sir-i O zevat-ı mübareke Allah’ın fazl u izn-i mahsusuyla alem-i gayba yakın hasıl ettikleri gibi ahval-i nasın vasıl olacağı derecat ve derekatı müdrik oldukları halde kendilerine tebliğ ve irşad ile bütün alemlere mahz-ı rahmet-i Huda olduklarını izhar ve isbat etmişlerdir. Türklerin necib ve hakıkı bazı dostlarının aleyhimizde kuvve-i muhayyilenin bile tasavvur edemediği bühtanlar tertib edildiği şu hengame-i felakette fazilet-i beşeriyyenin bülend bir timsali gibi ortaya atılarak o menfur iftira ve isnadların esassızlığını enzar-ı medeniyette isbata çalıştıklarını kemal-i şükranla görüyoruz. Biz burada bu kıymetdar neşriyatta Türklerin ma’sumiyetini gösteren rengin sahifelerden bahsedecek değiliz. Çünkü o sahifeler bu kanaatte bulunan için değil sürü sürü Türk aleyhdarlarının her gün daha ziyade şiddet ve vüs’at kesb eden neşriyatlarıyla fikirleri hakıkati Ümid ve temenni edelim ki bu kıymetdar neşriyat Türk aleyhdarlığıyla kızaran gözleri bir müddet yormak fırsatına nail olabilsin! Yalnız efkar-ı umumiyye-i cihanın aleyhimize çevrilmiş olduğu bir zamanda bila-perva samimi bir kanaatle hakıkat müdafi’liğini deruhde eden muhterem dostlarımızın bu vesile ile hakkımızda ne düşündüğünü görmek tabii bizim için de mucib-i intibah bir hadise olacaktır. Bizi bir garblı gözüyle tedkık eden dostlarımızın sözleri şüphe etmiyoruz ki kari’lerimizi duradur tefekkürata sevk edecektir. Çünkü bu büyük insanın vicdanlara kadar nafiz olan mütecessis nazarları bizi pek güzel görmüş pek derinden süzmüştür diyor ki: “Evvela Türklerden bahsetmekle söze başlamak isterim fakat burada Türkten maksadım memkeletinde hamd olsun hesabsız bir ekseriyet teşkil eden eski zaman Türküdür. Bu ta’birin atalarının mazisini inkar edenleri muvazenesizliklerimizle yeniliklerimizde bizi bile geride bırakmak isteyenleri murad etmiyorum; hele her cinsin kanından çıkmış melez bir unsur olan ve şark işlerindeki harikulade cehaletimiz sayesinde bizim için hakıkı Osmanlılardan tefriki mümkün olmayan Levantinlerden kat’iyyen bahs etmek “Onları o Türkleri bi-taraf bir nokta-i nazarından muhakeme ederken ben de teslim ederim ki bizden birkaç asır geri bir millet telakkı etmelidir –ki bundan dolayı herhalde kendilerini ta’yib etmiyorum belki bilakis.... Anadolu’nun içerlerindeki hareketsiz kasabalar köyler kırlar değil yalnız sulh ve sükunun belki her gün biraz daha bizim bu yeni dünyamızdan silinmekte olan tekmil eski zaman fezailinin: Lekesiz bir doğrulukla namusun çocuklar için artık emsaline tesadüf etmez olduğumuz bir ana baba hürmetinin bitmez tükenmez bir misafirperverlikle misafire karşı merdane bir riayetin en adi adamlarda bile zarafet-i ahlakiyye ile nezaket-i irsiyyenin herkese ve hatta hayvanlara karşı bi-hudud bir müsa’afa-i diniyyenin ve temiz bir iman ile ibadetin son melceidir. “Bizim bu şüphe ve tereddi bu gaile ve demir gürültüsü memleketine gidilir gidilmez bir nevi’ sükun ve emniyet deryasına dalındığı hissedilir cereyan-ı a’sarı ta kim bilir hangi bir devr-i ibhama; belki tarihin altın devrine kadar tayy edip çıkıldığı zannolunur…” Muharrir bizi ve İstanbul’umuzu ne güzel tasvir ediyor….Evet bir zamandan beri bedbaht yurdumuzda türeyerek atalarının mazisini inkar eden garbın her türlü muvazenesizliklerini la-ahlakı yeniliklerini tatbik hususunda onları bile geride bırakan Levantin ruhlu bir şirzimenin tahribkar mesaisi değil midir ki bizi şu felaketli günlerimizde bile pek elim bir buhran-ı ictima’i içinde kıvrandırıp duruyor… Öz Türkler; muhterem muharririn dediği gibi: Garba nisbetle ilim ve irfan sahasında birkaç asır geride bulunuyor. Fakat bu öz Türkler hareketsiz yurtlarında en necib faziletleriyle lekesiz namuslarıyla yurtlarına ve büyüklerine karşı besledikleri la-yetezelzel muhabbet ve hürmetleriyle en müdhiş sadmelere göğüs germiş mühlik hezimetlerden müdhiş ziya’lardan sonra bile yine zindegilerini muhafaza etmişlerdi. Temiz bir iman ve ibadetin son melcei olan vatanımızda millli vahdetimiz sarsılmamış dini kardeşliğimiz şimdiki gibi kırılmamıştı. Temiz imanlı öz Türkler menfur kalblerini birbirlerine açıyor bugünkü mel’un entrikaların ne olduğunu bilmiyorlardı. Aralarında ne fırka ne de fırkacılığın müstekreh nifak ve kinleri yoktu. Bugün her kalbe hakim olan gizli ihtirasların yerinde samimi bir muhabbet caygir idi. Şarkın berrak seması altında onun kadar saf ve ulvi ruhlar yaşıyordu. Her biri bir lane-i sa’adet olan kuytu ve ahşap evlerde enin-i ıztırab veya harhara-i hırs u kine bedel ya neş’e ve meserret neşideleri veya müheyyic Kur’an sesleri duyuluyordu. Dostlukta lahuti bir samimiyet muhabbette ulvi bir ciddiyet vardı. Kalbler gıll ü gışdan azade vicdanlar iman gibi temiz ruhlar semalar kadar ulvi idi. Dindaşlarının erzak-ı mukadderesini toplayarak servet kazanmak dul ve yetimlerin göz yaşları karşısında mastaba-i işret kurmak milletin vaveyla-yı felaketini açlıkla susturmak hamiyet nikabıyla ortaya atılarak muttasıl çalmak ve soymak o mes’ud zamanların dindar müslümanlarına Türklerine ebediyen mechul seyyieler idi. Ailelerdeki samimiyet hey’et-i mecmu’aya da sari hürmet ve muhabbeti vatanına ve vatanın büyüklerine teşmil ediyordu. Millet sanki muazzam bir aile idi. Hırs-ı servet ve ihtirasla kudurmuş ferdlere bedel pek nezih bir salabet-i ahlakiyye pek zarif bir nezaket-i irsiyye Küçük ve dolaşık sokaklarımızda çılgın türediler yerine çarşaflı hanımlar abaniyeli temiz müslümanlar dolaşıyordu. Her köşe başında tesadüf edilen bir meyhaneye mukabil fazilet menbaı olan bir cami’ bir dergah görülüyordu. Artık sakitimizi; müstekreh ve muharriş na’ralar yerine; müheyyic ve füsunkar tekbir sadaları dolduruyordu… Ma’bedlerimiz boş meyhanelerimiz dolu değildi. Çarşılarımızda şapkalı muhtekirler değil cübbeli tacirler görülüyordu. Yiyeceğimiz giyeceğimiz yabancı ellerden gelmiyordu. Yurdumuzda elbiselerimizi dokuyacak sanatkarlarımız yiyeceğimizi çıkaracak rençberlerimiz vardı. Köylerimiz boş gençlerimiz cılız san’athanelerimiz yıkık tarlalarımız heyreksiz değildi. Frenginin adını duymayan Anadolu’da insanlar kaynıyor hesabsız sürüler otluyor zengin kervanlar dolaşıyordu. cami’leri füsunkar kaşaneleri büyük konakları ile bedayi’-perestleri teshir eden bir belde-i mehasin idi. Heyhat ki bugün bütün bunlar belki yarın unutulacak bir hatıra-i tarihiyyeden başka bir şey değildir… rine o maziye hürmetkar rehberler yetişmiş olsaydı; şüphe yok ki biz emin hatvelerle hem Avrupa ile aramızdaki uzun mesafe-i temeddünü az zamanda kat’ eder hem de benliğimizi harsimizi daha vazıh bir ta’bir ile mevcudiyetimizi kurtarır bugünkü felaketli günleri görmez bu müdhiş buhran-ı ictima’iye düşmezdik. Fakat acaba vakit büsbütün geçti mi? Acaba samedani bir intibah bizi bu giriveden kurtaramaz mı? Cihanda imkansız zannettiğimiz tahavvülleri tasavvur edemediğimiz inkılabları görmedik mi? Üç muazzam devlet pençesiyle parçalanmış yıkılmış olan Lehistan bugün o üç saltanatın enkazı üzerinde dirilmiyor mu? O halde neden ye’se düşelim. Düşünelim ki taksim edilmiş olmakla Lehistan ölmemişti. Çünkü yaşamaya azm eden bir millet vardı. Çünkü o milleti o milliyeti öldürmeye çalışanlara karşı onun öz evladları arasında kendisine yılmaksızın durmaksızın hayat nefh eden hakıkı münevverler vardı. Yalnız milleti düşünür onun ruhunu anlar ihtisasatını duyar elemleriyle sızlar münevver fakat atalarının mazisini berler bir azm ile çalışırlarsa; hiç şüphe yok ki bu memleket yine yükselir bu millet yine dirilir. Çünkü Türkteki kabiliyet-i hayatiyye la-yefnadır. Ondaki salabet-i diniyye en feyyaz bir menba’-ı hamiyyet ve ahlaktır. Ey müslümanlar! Hepimiz biliyoruz ki bugün bütün medeniyet alemi ve Ehl-i Kitab namını taşıyan en kuvvetli en satvetli hükumetler hakkımızda insaniyet ve medeniyet muktezasını değil bunun doğru olduğunu kabul etmek kendilerinin asırlardan beri ve hep Müslüman alemini iğfal için tertib edilmiş sanialardan buna ihtimal verilebilir mi? Onlar bize kendilerini Iseviyet ruhuyla perverişyab olmuş yahud nur-ı medeniyyetle kemal-i ahlakıye takarrub etmiş hayırhah hayırkar nasıh ve muslih sıfatlarıyla tavsif ve o suretle takdim etmemişler miydi? Ve bizim bütün maarif görmüş kısm-ı müdiranımızın münevverlerimizin en çoğu bugünkü garb milletlerinden sadır olacak her muamelenin mutlaka hak ve adalete muvafık olacağına ve onlara bila-kayd ü şart tebeiyet etmenin hayırdan başka bir netice tevlid etmeyeceğine kani’ değiller miydi? Ve zaten harbe bir iki kişinin icbar ve iğfaliyle girmiş olan milletin mütarekeyi fevkalade hüsn-i telakkı etmesi garb aleminin bu sit-i adilanesine inanmasından neş’et etmiyor muydu? Daha düne kadar umumiyetle garblıların hakkaniyetten ayrılmayacakları yet teşkil etmekte değil mi idi? Hele silahlarını terk ve her suretle muhasematı kat’ etmiş bir memlekete mütareke ahkamı mucebince girileceği resmen beyan edildikten sonra biçare ma’sum ve bigünah ahalinin engizisyon Köylere çeteler halinde müsellah askerler saldırarak çoluk çocuk zavallı köylülerin imha ve helakine razı olacaklarına inanmak mümkün olabilir miydi? Ba-husus düvel-i müttefikanın dretnotları mümessilleri her türlü kahhar ve galib kuvvetleri huzurunda telli telsiz telgrafların Avrupa Amerika merakiz-i medeniyyesine vukuatı aynen ve derhal nakl ve isal etmekte bulunduğu bir zamanda bu gibi akıllara dokunacak muamelelerin vukuuna rıza göstermenin medeniyetle münasebetini kim kabul edebilirdi? Doğrusu biz Hazret-i İsa aleyhisselama nazil olan İncil-i Şerife en cüz’i münasebeti olan kimseler tarafından bile böyle vahşi kıtallere rıza gösterilebilmesini vicdanımıza sığdıramıyoruz; çünkü bizim bildiğimize göre din-i Hatta Kur’an-ı Kerim’de hıristiyanların müslümanlara muhabbet ve meveddetce en karib oldukları ve onların tecebbür ve tekebbürden müctenib rahibleri ve ruhanileri bulunduğu beyan buyurulmuştur: Neste’izübillah: [] Dinlisi böyle olduğu gibi felsefi ve ahlakısi de böyledir. İlm-i ahlak insanların kaffesini gaye gibi görmek ve hiç birisine vasıta gibi muamele etmemek emr eder. Felsefi ilm-i ahlakın kabul edildiği bütün memleketlerde esas budur ve bu olmak lazım gelir. Zaten İngiliz felsefesi nafiiyyeti esas ittihaz etmiştir. Onun içindir ki bütün dünyada İngiliz hakperverliğinin adaletinin büyük bir şöhreti vardır. Fransızların ise medeniyetin münşii hamisi olmaları Ez-cümle en büyük ahlak ulemasından Henri Marion kitabında: “Bütün alem-i medeniyyetin en büyük faideleri razı olmaz. En küçük bir ferdin hakkı bir tarafa bütün dünyanın menfaati bir tarafa konsa o küçük ve aciz kimsenin hakkı daha ağır tartar ve daha mukaddes daha büyüktür.” diyor. edibe malikiyetle müftehirdirler. Amerika medeniyeti ise hakkın adaletin bütün akvam hakkında seyyanen tatbiki teşebbüsünde bulunuyorlar. Ba-husus reis-i cumhurları büyük bir din ve hukuk alimi. malik medeniyet rüesasından hakkımızda haksızlık olmamasını taleb etmek mevkiinde bulunuyoruz ba-husus Wilson cenablarının ta mütareke ibtidasında memleketimize dair vermiş olduğu rücuu gayr-i kabil bir sözü imzası madde-i mahsusası bir senedi var. Acaba bunlara karşı ne diyecekler? Ne yapacaklar? Eğer hakperver iseler tabiidir ki hukukumuzu teslim kerrürüne meydan vermekten başka olmuşları da ta’mir ve tazmin edeceklerdir. Eğer onlar Yunanlıların medeniyet-i sabıkalarına hürmeten bizim hakkımızı ibtale razı oluyorlarsa tabii yanılıyorlar. Çünkü bir kere buna hakları yoktur. İlm-i ahlaka münafidir. Sonra asıl hakıkı medeniyet bizim medeniyetimizdir. Zira en kuvvetli bulunduğumuz ve hiç kimsenin müdahalesinden korkmadığımız zamanlarda bile ahkam-ı şer’iyyemize riayet ederek bütün hıristiyanlara Musevilere sine-i şefkat ve himayetimizi açtık. İçimizde onları kendilerimizden daha müreffeh bile yaşattık. Son zamanlarda bir takım müfsidlerin nice Anadolu hıristiyanları vardır ki müslümanların hıristiyanlar hakkındaki muamelelerini lisan-ı tebcil ile zikr ede ede bitiremiyorlar. Kayserili bir Rum bir kere bana: “Müslümanlar askere giderler çoluk çocuklarını bize müslümanlara bırakır idik” diyerek izhar-ı teessür ediyor dıkları herkesin bildiği bir şeydir. Ve gazetelerde görüldüğü vech ile Wilson cenabları Venizelos’a: Müslümanlar hakkında nasıl muamele edeceksiniz? diye bir sual irad etmiş ve bununla edilen zalimane muameleleri söylemek zalimane muameleyi tekrar edeceklerini ima etmiş. Wilson cenablarının mütehallık oldukları hüsn-i zan neticesi olarak bu cevabı hayr-hahane ve ciddi telakkı etmiş olabilmesi mümkündür. Fakat İzmir Vak’ası Venizelos’un cevabının ma’nasını pek sarih surette gösterdi. “Ey muazzam muhteşem ilimli irfanlı dinli medeniyetli bütün alemin ıslahını uhdelerine almak salahiyetini taşıyan milletler hükumetler! Hani sizin adaletiniz hakperverliğiniz? Hani sizin şefkat ve insaniyetiniz? İşte bütün kahir kuvvetler elinizde dretnotlarınız berri bahri her türlü harb vasıtalarınız hazır bulunduğu halde Yunanlılar gözlerinizin önünde İzmir’de neler yaptılar gördünüz. Biz onlara razı olmadık mani’ olduk derseniz hala bu anda dahi Yunan eşkiyası vilayetin bir çok yerlerinde biçare ma’sum köylüleri kadın erkek çocuk ihtiyar bi-günah lar. Köylülerin kaçıp kurtulabilenleri fevc fevc hicret ediyorlar. Bunlara karşı ne diyecekseniz deyiniz. Ne yapacaksanız yapınız. Sonra müslümanlar için hak tanımayacağınızı haber veriyorlar. Bunların sizlere iftira ve bühtan olduğunu bilfiil isbat ediniz” diyerek müracaat edeceğiz. yorsunuz. Fakat müslümanların Müslümanlığın imha edilebileceğine inanmayınız. Cenab-ı Hak din-i mübini ve müslimini kıyamete kadar muhafaza edecektir. Ne kadar öldürürlerse öldürsünler elbet yine kalacaktır. Hem de daha çoğalacak daha kuvvetli olarak hayat gösterecektir. Binaenaleyh ölenlerimiz şanlı şehidler gibi ölsünler kalanlarımız da şu üç maddeyi unutmasınlar: Allah’ın adaletine azizün züntikam olduğuna ve ne vakit olsa hakkımızın ihkak edileceğine nusret-i metanetten ayrılmamak. Her ne olup bitmiş ise evlad ve ahfadımıza anlatıp hüzün ve teessürümüzü nesilden nesile daha ziyade artmak suretiyle alem-i İslam’a mevrus bırakmak. Kendimizi ıslah ve esbab-ı acz ü noksanımız ne ise aklen velhasıl elden ne gelirse o suretle fedakarlık etmek ğına kemal-i iman ile yemin etmek. Neste’izübillah; Doktor Milaslı Şaban tarihiyle makam-ı Meşihat-i ulya’dan taraf-ı sami-i hazret-i Sadaret-penahi’ye yazılan tezkire-i aliyye suretidir: Alenen nakz-ı sıyam edenlerin Kanun-ı Ceza’nın ’uncu maddesinin üçüncü zeyline istinaden suret-i tecziyesi hakkında Meclis-i Mahsus-ı Vükelaca tanzim kılınıp irade-i seniyye-i hazret-i Hilafet-penahi’ye iktiran eden Ramazan sene ve Ağustos sene tarihli mazbata hükmüne maalesef geçen senelerde gerek bir kısım ahali-i müslime arasında ve gerek devair-i hükumette tamamen riayet edilmediği ve halbuki adab-ı umumiyye-i İslamiyye’ye hürmet ve riayet kazıyye-i mu’tena-bihasında me’murin-i devletin ahaliye nümune-i nun her tarafça tamami-i tatbikinin zat-ı sami-i fehimanelerince dahi mültezem olacağı derkar bulunduğundan sokak çarşı dükkan vapur şimendifer tramvay devair-i resmiyye ve müessesat gibi umumi mahallerin her hangisinde vukuu melhuz olan nakz-ı sıyam salifü’l-arz Kanun-ı Ceza maddesinin daire-i şümulü dahilinde bulunduğu bit-tasrih zabıtaca takayyüdat-ı lazimeye ne i’tina olunmak üzere bilumum devair-i merkeziyye ile vilayat ve elviye-i müstakilleye tebliğat-ı lazıme icrasına himem-i celile-i Sadaret-penahilerinin sezavar buyurulması babında emr ü irade hazret-i men lehü’l-emrindir. Vatanın ma’ruz kaldığı buhranlı zamanlarda memleketi tehdid eden korkunç mehalike karşı milletin bütün münevver sınıfının re’y ve fikrini almak hükumetçe ta’kıb edilecek siyaset istikametini bu müzakeratın muhassalasına tevfik etmek en mübrem bir ihtiyac idi. Zat-ı hazret-i Hilafet-penahi böyle bir meclisin in’ikadını ferman buyurarak milletin efkar ve amalinin tecellisine vesile vermiş olmakla bütün müslümanların ebedi minnet ve şükranını isticlab buyurmuşlardır. Şüphe yok ki bu meclis gayenin ta’yin ve tesbiti için bir vasıta idi. Şu felaketli günlerde pek büyük endişeler altında bi-huzur olan bedbaht millet de bu nokta-i nazardan bu meclise pek büyük bir ümid rabt etmekte idi. Son zamanlarda tevali eden hadisat memleketimizin atisini saltanatın vaz’iyyetini hatta Hilafet-i mu’azzama-i göstermekte olduğundan efkar-ı umumiyyenin bu telaşını ve Meclis-i Şura’dan büyük büyük ümidler beklemesini gayet tabii görmek icab eder. Meclisde muhtelif hey’etler namına irad-ı nutk edenlerin dermiyan ettikleri efkar ve mutalaat tahlil e[d]ildiği takdirde başlıca iki nokta görülüyor. Fakat vaz’iyet-i hazıraya nazaran bir meclis-i milli toplamak imkanı olmadığı gibi zaman da müsaid değildir. Çünkü intihab icrası ve meclisin toplanması la-ekall üç aya mütevakkıfdır. Halbuki hakkımızda verilecek karar şu haftalar içinde tahakkuk edecektir. Saniyen vatanın bir kısmı işgal altında bulunduğundan buralarda intihab icrası mümkün değildir bu gibi yerlerde intihab icrasının te’hir edilmesi de bir takım mehazir-i siyasiyyeyi celb edeceği şüphesizdir. nan a’zanın bir kısmı Şura-yı Saltanat’ın mehma-emken milli bir şekle ifrağıyla idamesi ve bu suretle bütün milletin taht-ı saltanat etrafında cem’ edilmesi gibi pek ma’kul bir fikir ileri sürmüşlerdir. Şayan-ı dikkattir ki bu fikri ileri sürenler memleketin muhassala-i irfanını temsil eden ve hukuk ve kavanin Milli bir kabine şüphe yok ki bugünkü tehlike karşısında teşebbüs edilecek yegane yoldur. Kabine bütün efrad-ı milleti taht-ı saltanat etrafında cem’ edebilirse sesini daha kuvvetle isma’ edeceği bedihi bir hakıkattir. Meclis vatanın inkısam ve tecezzisine hiçbir suretle rıza verilemeyeceğini ve milli hududumuz dahilinde müstakil bir hayat geçirmek azminde bulunduğunu hükumete isma’ etmiş olmakla efkar-ı umumiyyeye tercüman olmuştur. Meclisde Paris Sulh Konferansı’nca memleketimizin idaresi için düvel-i mu’azzamadan bazılarına bir vekalet verilecek ise vatanın inkısam ve tecezzisine meydan vermemek üzere bu vekaletin yalnız bir devlete verilmesi fikrini ileri sürenler de vardır. Şura-yı Saltanat’ın istişari mahiyette olması meclisde sini istilzam etmeyeceği tabiidir. Çünkü meclis milletin teheyyücat ve amalini izhar etmiştir. Şimdiye kadar İzmir’in Yunan askeri tarafından işgalinin mahiyeti anlaşılamadı. İşgalin muvakkat olduğu söylendiği gibi Devlet-i Aliyye’nin mukaddime-i mukasemesi binaenaleyh İzmir’in işgali Yunanlıların iktitaf ettikleri semerat-ı muzafferiyyetten biri olduğu söyleni[y]or. İşgal hakkında serd edilen bu rivayetler şayan-ı dikkattir. Maamafih rivayetlerin hepsi esasda müttefik yani Yunanlıların Havadis-i ruz-merre bunu te’yid ediyor. Böylece işgalin mahiyet-i muvakkatası hakkında verilen haberler olsa olsa efkarı oyalamak için tasni’ edilmiş olduğu tezahür etmektedir. Zaten alem-i İslam’ın herhangi kısmı işgal altına alınıyorken işgalin muvakkat olduğunu i’lan etmek ehemmiyetini tenkıs etmek yolunda beyanatta ve vaadlerde bulunmak bu gibi işgalleri kemal-i muvaffakiyetle galin muvakkat olduğu i’lan olunuyorken diğer tarafdan sonra emr-i vakı’ı ister istemez kabul etmek şıkkı kalır. Herkes de bilmecburiye kabul eder. Binaenaleyh muhteris bir devlet tarafından hadise-i işgal ika’ edildikten sonra işgalin mahiyeti hakkında serd edilecek beyanata ehemmiyet vermemek iktiza eder. Yunanistan’ın İ’tilaf Devletleri saffında harb etmenin mükafatı olarak ona İzmir’i bahş etmek hiç şüphesiz pek çirkin bir zulümdür. Yunanistan’ın ihtirasatını tatmin etmek nasıl oluyor da kendilerine muavenet eden bir devletin hevesatı uğurunda başka bir devleti Türkiye’yi parçalamayı kabul ediyor… Bir vilayet-i İslamiyyeyi zorla esaret boyunduruğuna sokuyor? İ’tilaf Devletlerinin sufuf-ı harbinde feda-yı can eden ehl-i İslam’ın mükafatı bu mudur? ve maliyyede bulunmaktan geri kalmayan bir çok fedakarlıklara katlanan müslümanlar dindaşlarının esaretlere zilletlere giriftar olmalarına mı hizmet ediyorlardı? oldukları zaferin en mühim amillerinden biri de istihdam ettikleri müslüman kuvvetleriydi. Acaba bu mühim amil-i zafer ehl-i İslam’ın izmihlal ve helakini diyar-ı İslamiyye’nin pamal-i istila olması uğurunda mı kanını heder etti? İ’tilaf Devletlerinin müslümanlara ibzal ettikleri mevaid niçin ifa edilmiyor da Venizelos’a verilen sözde sebat olunuyor ve ilk fırsatta İzmir Vilayet-i İslamiyyesi Yunanlılara pişkeş ediliyor? Venizelos’un istihsal-i zafer uğurunda tahammül ettiği fedakarlıklar ehl-i İslam’ın ihtiyar ettiği fedakarlıklardan daha mı büyük? Yoksa Venizelos sırf bir hıristiyan olduğu için mi ona verilen sözde duruluyor da müslümanlara verilen söz kale alınmıyor? hakıkat-i mu’azzama telkın ediyor ki dökülen kanların bahasına bu hakıkati öğrenmek cidden mühim bir keyfiyettir. Çünkü müslümanlar ancak bu gibi hakaikı bi’lfiil ve bizzat telakkı etmek ve ona göre hatt-ı hareketlerini ta’yin etmekle kurtulacaklardır ve böyle dökülen kanların kıymetini bu uğurda ihraz olunacak muvaffakiyetler The Times gazetesi Sulh Konferansı’nda alem-i İslam’ın asla nazar-ı i’tibara alınmaması yüzünden bir hayli mehazir tevellüd edebileceğinden bahis Theodor Morison isminde bir İngiliz’in mezkur gazeteye gönderdiği bir mektubu neşr ediyoruz. Ehemmiyetine mebni ber-vech-i ati nakl ediyoruz: Sulh Konferansı Mayıs tarihli nüshanızın başmakalesinde teklif eylemekte olduğunuz esas dairesinde şark-ı karib mes’elesini hall ü fasl ederek alem-i İslamiyyet’i külliyen vadi-i nisyanda terk edecek ise sulh-i umumi milletler arasında tohm-ı vifak ve muhadenet neşr edeceği yerde ati-i karibde Asya’da yeniden cidaller ihtilaflar hazırlanmış olacaktır. Türkiye’nin inhilali esasatı ne kadar iyi tedbirlerle tertib edilmiş olursa olsun yine bir çok muhataratı tevlid ve bir sür’at-i berkıyye ile bütün alem-i İslamiyyet’i müteessir edecektir. Aynı zamanda parçalanacak olan Türkiye’nin düvel-i mu’azzama-i İ’tilafiyye arasında taksimi cihan milel-i İslamiyyesi ile Cem’iyet-i Akvam münasebatını ebedi surette rahnedar eyleyecektir. Son nısf asırdan beri İslamlar alem-i İslamiyyet makam-ı ali-i ruhanisinin mahv edileceği vehim [ve] endişesiyle esasen müteellim oluyorlardı. Şu son seneler zarfında bilvesile Seyyid Ahmed Han hazretleri ile görüştüğüm esnada müşarun-ileyh bana demiş idi ki: “Biz Museviler gibi kendimize ait bir vatandan mahrum bir kavim derekesine düşmekten şiddetle endişe ediyoruz.” Bu vadide müşarun-ileyh daha ileri giderek diğer Hindistan ahali ve rüesa-yı İslamiyyesine imtisalen Türkiye’nin alem-i İslamiyyet’te kalmış olan yegane devlet-i mu’azzama olduğunu nazar-ı dikkate alarak Türk imparatorluğuna karşı hisseylemekte olduğu muhabbet ve meveddeti tevsik eylemiş idi. Buradan beş satır sansürce çıkarılmıştır Yoksa sadece taassub sıfatını atf etmek pek abes olur. Bilakis bu hissiyat vatanperverliğe karib bir halet-i ruhiyyedir ki tarafımızdan bir nazar-ı meveddet-karane ile değilse bile hürmetler ile karşılanmalıdır. Zira İslamiyet yalnızca bir din olmayıp onun hey’et-i umumiyyesi bir medeniyeti temsil eder. Bu medeniyet rakıbi olan alem-i Hıristiyaniyyet’in tecessüm ettirdiği medeniyete karşı medid mücadele ve mübarezeler neticesinde kendisine has bir takım eşkal ve ahval kavaid ve adat ile teşkilat ve tekemmülü haiz bir mevcudiyet iraesine muvaffak olmuştur. Muhammediler umumiyetle işte bu medeniyete fart-ı muhabbet ve meveddet ile merbutturlar ve bu medeniyetin zevali endişesiyle lerzenak olurlar. Onların i’tikadına göre –bu i’tikada bizzat ben dahi tamamen iştirak eylerim– medeniyet-i İslamiyye ancak bir hükumet-i İslamiyye dahilinde tevessü’ ve inkişaf isti’dadına maliktir. Bu fikir biz Avrupalıları pek ziyade cerihadar eder. Zira biz İslamiyet’i ancak bir i’tikad suretinde telakkı ettiğimiz cihetle İslamlara bilumum düvel-i mütemeddinenin zıman ve kefaletinde serbesti-i mezahib hakkı te’min edildikten sonra ahali-i İslamiyye daha neler isteyebilecekleri sualini irad eyleriz. Halbuki din bahsinin haricinde olarak asr-ı hazır hükumat-ı mütemeddinesi vaz’ eyledikleri desatir-i teşri’iyye ve ta’kıb olunan usul ve siyaset-i terbiyeviyye ile tebaaları üzerinde gayet samimi bir surette icra-yı nüfuz ederler ve bu nüfuz ahalinin ilim ve ma’rifet noktasından darlığı temayülatının vücud bulmasına müncer olur. Muhammediler alem-i İslamiyyet için mukaddes olan makam-ı ruhani-i riyasetin idamesini taleb etmekte ileri sürdükleri esbab-ı mucibe muhık olsun veya nakıs bulunsun sulh konferansını idare eden düvel-i mu’azzama cihan milel ve akvam-ı muhtelifesine kendi mukadderatını bizzat ta’yin etmek hakk-ı ihtiyarını bahş edeceklerini dide irad edeceği mutalebatı derpiş etmek hususunda bir mecburiyet ve hatta bir taahhüd altına girmiş oluyorlar. Şu halde artık cümlemizce mechul olmadığı üzere Türk miyyet’i memnun kılmak için şark-ı karibde ne gibi bir suret-i tesviye ittihaz edilmelidir? Benim zannıma kalırsa vekayıa tamamen agah olan alem-i İslamiyyet zimamdaran-ı mes’ulesi bir ictima‘a da’vet olunup re’ylerine müracaat olunduğu takdirde böyle bir meclisde evvelce Türkiye’nin zir-i idaresinde bulunmuş olan ahali-i İslamiyye arasında bir hey’et-i ittihadiyye teşkili cihetini iltizam ederek müdafaada bulunacaklardır. Bu suretle bir “hükumat-ı müttehide-i İslamiyye” teşkil edilmesi taleb olunabilir. Bu tarz-ı hükumet ittihaz edilerse Suriye Irak Arabistan ve Ermenistan haric kalmak üzere Anadolu muhtariyet-i idare için salahiyet-i vasi’ayı haiz ayrı ayrı devletler teşkil eder ve bu devletleri kuva-yı berriyye bahriyye ve gümrük teşkilatı diğer bir merkez-i idareye tercihen zat-ı şevket-simat-ı hazret-i Hilafet-penahinin zir-i idaresinde tecemmu’ edeceklerdir. Bu tarzda teşekkül edecek olan bir hükumat hey’eti yet için en eslem tarik hükumat-ı müttehidelerinin istiklal ve muntazam surette inkişafını te’min için Cem’iyet-i Akvam’dan hükumat-ı müttehide namına bir himaye taleb ve istihsal eylemeleridir. Buradan birkaç satır sansürce çıkarılmıştır Bu havalinin alem-i Hıristiyaniyyet’in hukuk-ı hükümranisi altında kalması İslamları en ziyade iğzab eden bir keyfiyettir. Bu havalinin her hıttası İslamların her birinin kalbinde kıymetdar bir mevki’ tutar her ne kadar etmemekte iseler de bu ahali bir milleti terkib eden anasırdan müteşekkildir: Bunlar aynı lisan ile mütekellimdirler; ekseriyet itibariyle aynı din ve i’tikad ile mütedeyyin ve mu’tekıddirler. Bundan maada tarihen bu milletlerin menşei müşterektir. Hal-i hazır itibariyle ber-vech-i bala serd eylediğim teklifattan her hangisinin sulh konferansca kabul ve mevki’-i tatbike vaz’ından mütevellid müşkilatı istisgar edecek değilim. Şu kadar ki Avrupa alem-i İslamiyyet’i vadi-i nisyanda bırakmak haksızlığını ve hatta cinnetini irtikab eylemekten dolayı bir bar-ı sakıl altına girmek istemez ise herhalde teklif eylediğim şekillerde veyahud bunlara yakın bir mikyasda bir suret-i tesviye bulup tatbik etmelidir.” L’Humanité gazetesinden: Tam mütareke esnasında her türlü muamelata mugayir olarak İzmir’e müttefik askerlerin ihracı Fakat şarkta diğer milletlere karşı yalnız Türklerin vahşi bir siyaset ta’kıb ettiğini iddia etmek hatadır. Türk Devleti kudreti esnasında hıristiyanlara karşı kuvvetini su-i isti’mal etmiştir. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun devletler de bütün bu şibh-i cezire içinde Türklere karşı aynı cinayetleri ika’ etmişlerdir. Misal olarak Makedonya’da Türklere karşı yapılan mezalimi baştan aşağı köylerin tahrib olunmasını zikr edelim. Biz burada bütün milletleri müdafaa ediyoruz. Fırkamızın kararıyla müttehiden ve bütün alemdeki insanlar liyet mes’elesini ortaya atıyoruz. Halbuki müttefikler asıl Türk milleti kütlesinin –bu millet zürra’ ve tüccardır ve çalışkandır– mes’ul olmadığı bu fecayii bahane ederek Türkiye’yi kendi müttefikleriyle parçalamak istiyorlar. Hakka karşı ika’ edilen bu cinayet diğerlerini tetvic ediyor. Şarkta Sosyalist dostlarımız bu mes’ele için en doğru ve en ma’kul bir suret-i hal tavsiye ediyorlar. Balkanlar’da Cumhuriyet Federasyonu yanında Anadolu’da bir Türk-Rum Federasyonu teşkilini teklif ediyorlar. Eğer hakıkı bir Cem’iyet-i Akvam teşkili kabil olsaydı bu federasyonda milliyetlerden her birinin hukukunun muhafazası Hakıkat gibi muğlak fakat adalete muvafık olan bu tarz-ı hal yerine müttefikler Türk İmparatorluğu’nun enkazını taksim etmek istiyorlar. Bu mes’elede Wilson nazariyelerini feda ede ede nihayet bütün prensiblerini terk ediyor. Buraları eksiktir Bütün dünya on dört maddenin yüksek ahlakı ile bu harekat arasındaki te’lif-i beyni elim bir hayretle öğrenecektir. Bu haftaki posta ile gelen İran gazeteleri hükumet-i Osmaniyye hakkında pek samimi neşriyatta bulunmaktadırlar. Ez-cümle Ra’d Gazetesi başmakalesinde hulasaten diyor ki: “Bilumum müslümanlar hükumet-i Osmaniyye’nin ma’ruz kaldığı vaz’iyeti kemal-i dikkatle ta’kıb ediyor. Alem-i İslam’ın mukadderatı Osmanlı hükumetinin kuvvet ve şevketiyle alakadardır. İstanbul makarr-ı Hilafet ve İslamiyet’dir. Aynı zamanda edebiyat felsefe ve irfan merkezidir. Hangi nokta-i nazardan tedkık edilse payitaht-ı Osmani İstanbul’dan diğer bir tarafa nakl edilemez. Din ve saltanat nokta-i nazarından Devlet-i İslamiyye’nin makarrı İstanbul’da kalmalıdır. Aksi takdirde bütün alem-i İslam bi-hakkın rencide ve belki de asayiş-i cihan muhtel olacaktır.” Fransa’nın en ma’ruf gazetelerinden olan L’information ’un Mayıs tarihli nüshasından: Bugünlerde Avusturya mesailini halletmek üzere bulunurken Türkiye’deki hatt-ı hareketimizi henüz bir türlü ta’yin edemiyoruz. Memleketimizin Türkiye’deki mevkii öteden beri en büyük mevki’ idi. Nüfuzumuzun izleri derin kararımıza intizar ediyor. Halbuki biz nelerle meşgul oluyoruz? Yunanistan’ın metalibini büyük bir huluskarlıkla uzun uzadıya teşrihle vakit geçiriyoruz. Halbuki Fransa’nın amal-ı hakıkiyyesinden tamamıyla bi-haberiz. Bugün henüz Devlet-i Osmaniyye’de muazzam bir vazife görebileceğimizi unutmayalım. Bütün fırsatlar henüz elimizdedir. An’anat menafi’ şeref hep lehimizdedir. Orada bizim bu kadar muhterizane hareket edişimize hayran kalan pek çok dostlarımız vardır. Bütün bu güzel ve tarihi mevkiimizden sarf-ı nazar mı edeceğiz?... Bu dostlarımızı terğıb onlara şeref veren samimiyetlerini endişeye düşüren ahval hakkında şüphelerini izale etmek için şimdiye kadar ne yaptık? Ta Birinci Fransuva’dan beri o Türk hamiyetini teşvik ve himaye etmekten bir an evvel anlamak Devlet-i Osmaniyye’nin mukadderatını bir an evvel hal ile murahhaslarını da’vet etmek ve Fransa’nın onlara karşı müttefiklerimizden istihsale mecbur olduğu adilane kararı bir an evvel imza ettirmek zamanı artık gelmelidir.” MUKADDERATIMIZ HAKKINDA Nisan tarihli Le Matin gazetesinden: “Türkiye’nin mukadderatı hakkında müttefiklerin düşündükleri suret-i hal senesinden beri muhtelif safahat geçirmiştir. Bu hususda ilk kabul edilen esas ve i’tilafnamelerinde münderic noktalardır. “Fakat Dörtler Meclisi Hind müslümanlarının mümessili olan Bikanir Mihracesini istima’ ettiği günden beri vaz’iyyet değişmiştir. Türkiye’nin küçülmekle beraber mevcudiyeti zat-ı şahanenin beyne’l-milel bir kontrol altında İstanbul’da ibkası düşünülmektedir. Zat-ı şahane bütün Hind müslümanlarının dualarında zikr edilen büyük bir ruhani şahsiyeti haizdir. Binaenaleyh kendisini vesayet altında bulundurmakta ve İslamların hissiyat-ı diniyyelerini rencide etmekte büyük mahzur vardır. “Bu yeni müzakerattan ne netice hasıl olacaktır? Henüz burası ma’lum değildir. Fakat Fransa mevkiini muhafaza etmelidir. Bizim nüfuzumuz altında bulunacağı vaad edilen Suriye’de büyük fedakarlıklar yaptık. En zengin havali Suriye’den ayrıldı. Binaenaleyh Osmanlı hükumet-i merkeziyyesi nezdinde hakkımız olan kontrol hissesine malik olmalıyız. “Dörtler Meclisi’nin müzakeratında Sonnino ve Venizelos da hazır bulunmuştur.” Nisan tarihli Corriere Della Sera gazetesi de Paris’den aldığı şu telgrafnameyi neşr ediyor: “Paris Mayıs– Jurnal Dedeba’nın istihbarına nazaran Türkiye’de muhtelif devletlere verilecek manda vazifesi hakkında gazetelerde münteşir havadisler tamamen na be-mevsim ve bi-asl u esasdır. Bu neşriyat daha ziyade Türkiye’nin parçalanmasına tarafdar olan cereyanın tezahüründen ibarettir. Hakıkatte İstanbul ve nüfuz mıntıkaları hakkında henüz hiçbir karar verilmemiştir. Dörtler Meclisi şu sırada Osmanlı İmparatorluğu arazisi üzerinde yeni bir tarz-ı idare te’sisi hakkındaki projenin tedkıki ile meşgul bulunmaktadır.” L’action Française gazetesi Avusturya gibi Türkiye’nin de yeniden teşkiline ihtiyac görüldüğünü söylüyor. Post Republic de diyor ki: “Hindistan nazırı ile Mihrace Bikanir ve Hindistan müslümanları murahhasları tarafından evvelki gün Dörtler Meclisi’nde vuku’ bulan beyanat epeyce tesir husule getirmiştir. Hind İslamları Almanya’nın müttefiki olan Türkiye’ye karşı muharebeye herkesden fazla iştirak ettiklerini beyan eylemekte ve fakat zat-ı şahaneyi müşkil bir vaz’iyyette bulundurarak alem-i İslam’ı tezlil eylemek suretiyle muzafferiyetten istifade etmemeyi kararlaştırmış olduklarını söylemektedirler. Bu cihet Türk mes’elesini tenvir etmektedir.” Makam-ı ali-i Fetva-penahiden merakiz-i vilayat ve elviye-i müstakille müftülüklerine Mayıs tarihinde keşide kılınan telgrafname suretidir: Vaz’iyet-i hazıranın icab ettiği kaffe-i esbab ve tedabire müracaat tabii olmakla beraber bu gibi pek mühim zamanda ma’neviyata dahi tevessül lazımeden bulunduğundan devletin saadet ve selameti için zat-ı şerifleriyle ulema ve sulehadan bazı zevat tarafından Buhari ve Şifa-i Şerif ve ed’iye-i me’sure tilavetine muvazabet ve önümüzdeki Cuma günü ba’de edai’s-salah payitaht cevami’-i şerifesinde Hilafet ve İslamiyet’in selameti hakkında bargah-ı ahadiyyete ref’-i niyaz ve tazarru’ kılınması mukarrer oluduğu cihetle taşradaki cevami’-i şerifede dahi aynı saatte bilcümle müsliminin yek-zeban olarak daavat-ı hayriyyeye iştirak eylemeleri ve mülhakata da bu yolda vesaya ifasına gayret edilmesi matlubdur. Hukuk Matbaası’nda basılmıştır Eşref Edib Meal-i Kerimi “Allah o Allah’dır ki yerde bulunan şeylerin kaffesini sizin için yarattı. Sonra semavata dönerek onu da yedi kat olarak icad ve tekvin etti O her şeyi alimdir.” Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede bir çok ni’metlerini sayıyor ki insanlar mütemadi surette istifade edegelmekte oldukları halde o ni’metlerin ne büyük şeyler olduğunu düşünmeyi hatırlarına bile getirmezler. Çünkü nail oldukları ni’metlerin kesret ve temadisi yüzünden hasıl ettikleri hal-i istiğna kendilerini şımartmış en mühim bir ni’met ve inayeti gayet tabii bir hal ve hadise telakkı etmek Vakıa her ferdin taht-ı teslimindedir ki insanlara medar-ı Cenab-ı Haktır. Bugün insan haiz olduğu cevher-i aklın şu’le-i feyyazından istinare etmesi sayesinde buhar ve kehriba elektrik kuvvetlerini iradesine musahhar etmiştir. Arzın a’makına inmenin havanın yüksek tabakatına çıkmanın tarik-i teyessür ve imkanını telkın eden hayvanları terbiye ile kabil-i istifade bir hale getirmenin dalgaların sırtında gezmenin çarelerini keşf ettiren akıldır. Sözü hulasa etmek lazım gelirse denilebilir ki arz üzerinde hayvan nebat cemad namına ne varsa kaffesi Ademoğulları için yaratılmış ve bu şeylerde istediği gibi tasarruf etmek arzu ettiği hususata müsahhar bulundurmak beşerin iktidarı dahilinde bulunmuştur. oralarda bulduğu altın gümüş ahcar-ı nefise taş kömür demir ve ma’adin-i saireyi meydana çıkararak müzeyyenatını silah ve alatını gemilerini katarlarını bunlardan derecede kuvvet ve kudrete malik bir mahluk var mı? muş bir zi-ruh tasavvur olunabilir mi? Mahlukat miyanında hiçbir sınıfa nasib olmayan bu ni’am-ı celileden istifade eden yalnız insan olunca nasıl olur da o ni’metlerin mün’im-i zülcelaline karşı irtikab-ı küfr etmek alçaklığını irtikab eder? Üzerlerindeki kubbe-i nilgunu yedi ve daha ziyade tabakaya ayıran o ilah-ı mu’azzamın kudret ve hikmeti olduğu meydanda ve mantığa istinad eder? Kevakib-i seyyare hal-i zevebanda bulunan birçok mevadd-ı ma’deniyyeyi havi yekpare bir duman kütlesinden şekil ve nizam-ı bedi’a girmesini murad edince o müteBaşmuharrir lehhib duhan kütlesini parçaladı. Kütle fezada küre şeklinde bir takım aksama ayrıldı. Bunlar Arz Kamer Utarid Zühre Merih Zuhal Nebtün ve saire gibi Kur’an’da mezkur olan olmayan seyyaratın esasını teşkil ettiler. Fikrimizce ayet-i kerimesinin işaret ettiği ma’na kezalik kavl-i keriminden telmih tarikiyle iktibas olunacak hakıkat bu merkezde olsa gerektir. Duhan denilen şey gayet dakık ecza-yı fahmiyye ile kesafetten ari ecsam-ı zatiyye-i gayr-i fahmiyyeyi cami’ bir mecmu’a-i hevaiyyeden ibarettir. Cenab-ı Hak semavat ve arzını icad ve tekvinlerinden maksud gayeyi te’mine salih bir şekil ve kalıba ifrağ etmek isteyince sath-ı haricilerini teşkil eden seyyal ateşi tedrici surette soğuttu. Bu suretle el-yevm mer’i ve meşhud olan tabakatı tekasüf etmeye başladı. Ateşler bu ecsamın iç tabakalarında gizli kaldı. Mamafih bu hadisenin te’siri hitam bulmuş değildir. Zaman geçtikçe arz ve sairenin kışrları bir derece daha kesafet peyda etmekte devam edip gidecektir. Arz ve avalim-i sairede mevcud hararetin sükun ve diklerimiz mahlukatı barındırabilecek ve zi-hayat alemlerin yaşayabilmesini mümkün kılacak bir hale getirmiştir. Ve ihtimal ki tanımadığımız avalim-i semaviyye bu nokta-i nazardan iktisab ettikleri havas ve kabiliyet itibariyle alem-i arzdan pek çok farklı değillerdir. Böyle olmayıp da fezada sabih bir halde bulunan küreler eskisi gibi duhan ve buhar halinde kalsaydılar tabiidir ki ne üzerlerinde bir ot bitecek ne de bir hayvan yaşayabilecek idi. DINI MÜCEDDİDLER YAHUD “Dini yanlış telkınin en fena en gizli noktalarını Musa Efendi bize gösteriyor: “Şeri’at-i ictima‘iyye yalnız ictima’i menfaatleri taleb ictima’i mefsedetleri def’ esaslarına te’sis kılınabilir. Eğer ulum-ı fıkhiyye tedvin kılınırken şu esas üzerine te’sis kılınmış olsaydı bugün güzel şeri’at-i ictima‘iyye İslamiyet olurdu. Lakin bizim fıkıhlar teklifin esasında azabı sevabı i’tibar kılıp İslamiyet’i bir şeri’at-i ictima‘iyye olmaktan mahrum ettiler.” Bu mühim noktada bir saniye tevakkuf edelim: Ulema-yı din bize şeriatin emirlerini nehiylerini tebyin ederken yalnız uhrevi neticeleri telkın ve neticeleri i’zam ederler. Bunun şu günahı var bu günah bu kadar büyüktür diyecek yerde cehennem ateşinin şiddetinden bahs edeceklerine tima’i faide ve zararlarını izah ederek mükafat ve ceza hususlarında biraz da akıl ve zekayı iknaa çalışsalardı din-i İslam’ı şeri’at-i ictima‘iyye olmaktan mahrum etmezlerdi. Vakı’a hikmet-i baliğa-i Samedaniyeye kamilen vakıf olmak mümkün değil amenna Bu Arabi fiilin böyle değildir. Elbette akıl ve zeka ile hikmet vaz’ı anlaşılabilen hükümler de var. Alimler ekseriya nüfuz edemedikleri noktaları “Allah bilir” kaydıyla geçip işaret ettiler.” s. Ayın Cenab-ı Hakk’ın kullarına ait emirlerini nehiylerini havi bulunmak cihetiyle ahkam-ı mezkureyi icra eden ibadın Allah’a karşı ifa-i vazife-i ubudiyyet ve mükellefiyyet kasdıyla icra etmesi lazım gelir. Ahkam-ı şer’iyye kulların kendilerine ait ve dünyevi bir takım menafi’ ve fevaidi de mutazammın olsa bile yine bunlar dini birer vazife halinde ifa olunurken herhalde makasıd-ı uhreviyyesi üzerine bina edilmezse icra edilen fiil sıfat-ı diniyyeden ari bir fi’l-i adi olur yani şer’an ve dinen sahih ve makbul olmaz. Mesela beş vakitte namazını kılan adam Allah’ın emrini yerine getirmek ve bu suretle mes’uliyet-i uhreviyyeden kurtulmak maksad ve mülahazasıyla değil de namazın vücud üzerinde güzel bir jimnastik te’sirini olmaz. Jimnastik sahih olur. Oruç tutanın da mesela mi’devi bir himye maksadıyla müftırata fasıla vermesi ve meydan-ı muharebede hayatını tehlikeye koyan zatın şan ihrazı gibi ali addolunan gayelere de şamil olmak üzere başka maksadlar ve gayeler ta’kıb etmesi oruç ve cihad vazifelerinin şer’an sahih ve makbul surette eda edilmemiş olmasına sebebiyet verir. Mukteza-yı akl ve hikmet de budur. Mesela karşınızda ta’zimkarane bir vaz’ almasını emr ettiğiniz hizmetkarınız bunu emrinize yere gönderdiğiniz vakitte söylediğiniz işi görüp geldikten sonra oraya kendisini sizin emrinizden ziyade bir tenezzüh yapmak fikr ve mülahazası sevk ettiğini söylese size karşı vazifesini ifa etmiş addeder misiniz? Ve hatta o terbiyesiz herifi kapınızda tutar mısınız? Hizmetkarlarınızda madunlarınızda bu gibi halata dikkat ettiğiniz gibi akranınız olan dostlarınızın bile size karşı etvar ve harekatında hatırınızı saymak veyahud kendi menfaatlerini kollamak maksadlarından hangisinin icra-i te’sir ettiğini nazar-ı dikkate alır ve dostluklarındaki ciddiyet ve samimiyeti muvazene ederken en büyük ehemmiyeti bu nikat-ı ma’neviyyeye atf edersiniz. niyetin büyük bir mevkii vardır. Ve bu niyettir ki ef’ale şer’i ve gayr-i şer’i olmak sıfatını iksa eder. İnsan bir iş yapacak ve bu iş de abdin ma’buduna karşı bir vazife-i diniyye icrası mahiyetinde bulunacaksa mutlaka o işin li-vechillah icra edilmiş olması iktiza eder. Öyle ya bakalım: Yaptığın bir işte Allah’ın emrini mi düşündün yoksa kendi çıkarını mı? Kendi menfaatini düşündün de yaptınsa senin için celi veya hafi bir ihtiyacın tatmininden lah’a mal etmek kabil olamaz. Hatta eğer cehennemden kurtulmak ve cennete dahil olmak gibi menfaati abde raci’ olan makasıd-ı uhreviyye lisan-ı şari’de vezaif-i diniyyeye gaye olarak gösterilmeseydi vezaif-i mezkurenin da tecviz edilmeyerek sırf rıza-i Bari’ye riayet ve emir ve nehye göre hareket esasına bina edilmesi lazım gelirdi. Bununla beraber havass-ı mü’minin nazarında ahkam-ı şer’iyyeye gaye olmak için makasıd-ı uhreviyye bile derecat-ı mütefaviteye ayrılır. Hulasa niyet mes’elesi abdin iz’an ve irfanı nisbetinde nezaket ve ehemmiyet kesb eder. İbadetten lezzet almak mümin için tam bir mertebe-i tekamül olmadığını çünkü bundan ibadetine az çok hazz-ı nefs karışacağı cihetle halis emir kulu olması matlub olan insan-ı kamilin bu dereceyi de kat’ edip mübtedi bir abid gibi nefsiyle mücahede ederek ibadet etmesi lazım geleceğini İmam-ı Şa’rani’nin bir eserinde görmüştüm. Fakat bunlar evvelce de arz ettiğim vechle havassın gözetebileceği ince noktalardır. Onlar zikri geçen abidi kısmen “abdü’l-lezzet” addettikleri gibi cennet ve cehennem için ibadet edenlere de “abdu’r-reca ve’lhavf” namını verirler. Bu ince nüktelerden kat’-ı nazar edildikten sonra vezaif-i şer’iyyenin esas sıhhatini ve mükellefin zimmetinden sukutunu te’min için makasıd-ı dünyeviyye ile makasıd-ı uhreviyye farkına dikkat etmek kafidir. Zira alelumum makasıd-ı uhreviyye farkına dikkat etmek kafidir. Zira alelumum makasıd-ı uhreviyyeyi şariin kendisi ta’yin ve tebyin buyurmuş olduğu gibi kafi ve ma’kul birer mikyas teşkil eder. İlahi ve uhrevi bir maksadla yapılan şeyler ibadet ve dünyevi bir menfaat maslahat nev’inden olur. Niyetin nazar-ı İslam’da haiz olduğu te’sire bakınız ki dünyevi bir menfaat mülahazasıyla olmayacak surette dünyevi bir mahiyet iktisab edeceği gibi her hangi bir fi’l-i dünyevi de uhrevi bir maksadla eş-Şura cümlesi ahiret işlerinde niyet-i halisa Hud Buhari’de birinci hadis olarak zikr edilen hadis-i şerifi ise pek meşhurdur. Ef’al-i şer’iyyede makasıd-ı uhreviyyenin haiz olduğu ehemmiyyeti izah zımnında serd ettiğimiz esbab-ı akliyye ve nakliyyenin zannederim ki kifayeti teslim edilir. Lakin ahkam-ı şer’iyyenin fevaid-i ictima‘iyyesinden bahse lüzum gösteren muarızlarımın bundan maksadları ahkam-ı mezkureyi münhasıran makasıd-ı dünyeviyyeye bina etmek olmayıp makasıd-ı uhreviyyesiyle birlikte olarak menafi’-i dünyeviyyesini zikr ve izahdan ve arkasından: Bu da memnu’ mudur? Suali varid olur. Haşim Nahid Bey’in ifadatından: “Bunun şu günahı var bu günah bu kadar büyüktür diyecek yerde… cehennem ateşinin şiddetinden bahs edeceklerine” ta’birleri epeyce bir vuzuh ile ve hele mukteda-yı dinisi bulunan Musa Efendi’nin: “Şeri’at-i ictima‘iyye yalnız ictima’i menfaatleri taleb ictima’i mefsedetleri def’ esasına te’sis kılınabilir. Eğer ulum-ı fıkhiyye tedvin kılınırken şu esas üzerine tedvin kılınmış olsaydı…” fıkraları sarahat-ı kat’iyyesiyle bu ihtimali men’ etmekte ise de fakat biz kari’lerimizin hulus-ı niyyete makrun olarak zihinlerini işgal edecek olan şu ihtimali de tedkık edelim: Ahkam-ı şer’iyyenin fevaid-i ictima‘iyyesini düşünmek bulmak fena bir şey değildir. Belki bu fevaid ve menafii şayan-ı dikkat bir kudret ve maharetle aleme anlatmak ulemamızın uhdesine müterettib bir vazifedir. Ancak bu işin yeri fenni Musa Efendi’nin zannettiği gibi metni gibi ta’lim ve telkın edecek usul-i fıkıh da onların me’hazlerini edille-i erba’a-i şer’iyyeden ne suretle yürütülecek mutala’at-ı ictima‘iyye ise din-i İslam’ın efradından ziyade ağyarına karşı ve bir silah-ı müdahale ve müsabaka halinde vaz’-ı enzar edilmek lazım gelir. Vakı’a dünyaya ait olan bu menafi’ ve mehasini müslümanların da bilmesi pek faideli olur ancak mes’elenin yalnız “bilmek”de kalması iktiza ederek vezaif-i şer’iyyenin fiiliyat ve icraatını onların üzerine bina etmek derecesine gelince yukarıda tafsilen arz edildiği vechile ef’al-i mezkureyi ifsad eder. Demek vezaif-i diniyyeden her birinin dünyaya ait ne kadar illet ve hikmeti bulunursa bulunsun yine icrasında gözetilecek esas ve gaye Allah’ın emrine itaat ve mesuliyet-i uhreviyyeden havf ve haşyet gibi gayr-i dünyevi şeylerden esasın madununda ve makasıd-ı taliyye ve munzamma halinde nazar-ı i’tibara alınabilir o kadar. Niyet bahsinde dermiyan edilecek bazı istisna noktaları da vardır: Mesela kendisi başlı başına bir ibadet-i maksude değil de ibadet-i maksudeye hadim olacak şerait ve mukaddimat idadında bulunan vezaif-i şer’iyyeye ait niyetler fazla müsaadatı haiz olabilir. İşte abdest bizzat maksud olan ibadetlerden değil de namaz için lazım bir vazife-i teba’iyye halinde bulunduğu cihetle bunda hiç niyet olmasa veyahud vücudun serinlemesi ve sıhhaten müstefid olması gibi bir maksad nazar-ı i’tibare alınsa abdest fasid olmaz. Lakin mü’min-i muhasib yine bu gibi mesağ noktalarını bile makasıd-ı uhreviyyeye rabt ederek aynı fiil ile fazla sevab kazanmak fırsatını kaçırmaz. Şunu da söyleyelim ki ef’al-i şer’iyyede makasıd-ı uhreviyyeden ziyade ictima’i faideler taharrisi cihetine lışmak dine inanmamak illet-i müzminesinin tevlid ettiği hep o gizli illetin eser-i nekesi görülür. Yoksa en ziyade menafi’-i dünyeviyyesi nazar-ı i’tibare alınarak icra edilen ef’al-i şer’iyyenin ef’al-i diniyye ve ibadet yerine geçmeyeceğini bilecek kadar vukuf-ı fıkhiden ve hiç olmazsa bunu takdire kifayet edecek kadar bir zekadan munazırlarım mahrum değillerdir. Onları akıl ve mantığın da kabul edemeyeceği bu fikre sevk eden şey dinin beyanat-ı uhreviyyesine pek o kadar ehemmiyet vermemeleridir. Yoksa ahkam-ı şer’iyyenin dünyaya ait olmak üzere ihtiva edebileceği hüküm ve mesalih pek mühim olmakla beraber cennet ve cehenneme inanan ma’zurdurlar; hele ehemmiyetin fazlasını makasıd-ı dünyeviyyeye nakl etmek isteyen münazırlarımdan ziyade ma’zurdurlar. Çünkü eğer ahiretin aslı varsa insanın orada nail olacağı muazzam ve müebbed saadetler veyahud ma’ruz kalacağı şedid ve medid felaketler karşısında dünyanın gelip geçici ikbal ve idbarının kat’iyyen ehemmiyeti yoktur. Ah müslümanlara istikbalin ehemmiyetini anlatmak derdiyle yürekleri yanan teceddüd-perver munazırlarım ahiret denilen o en büyük atiye inansalardı ulema-i din tarafından müslümanların dünyasına ehemmiyet verildiği kadar olsun kendileri de müslümanların ahiretine atf-ı ehemmiyet ederek yanık sesli ve gözü yaşlı kalemleriyle biraz da o sahada feryad ederlerdi. Yalnız Haşim Bey aşağıda mektebli gençlerden bahs ederken revabıt-ı diniyye ve ahlakiyyelerinin inhilali yüzünden memleket için cahillerden daha muzır bir unsur halinde bulunduklarını i’tiraf etmek suretiyle dinsizliğin vehametinden su-i akıbetinden epeyce bahs etmiş ise de yine bu vehametler bu akıbetler hep dünyaya raci’ ve münhasır tehdidat tarzında dermiyan edilmiştir. Ef’al-i şer’iyyeyi makasıd-ı ictima‘iyye esasları üzerine te’sis etmek mesleğinin bir mahzuru daha vardır ki o da bu meslek esası üzerine teessüs eden ahkam-ı şer’iyyenin yavaş yavaş tahrif ve tağyirine yol açılmasıdır. Mesela namazda en çok harekat-ı bedeniyyeden edilecek belki daha nafi’ ve daha sistematik olmak üzere– başka bir şekl-i hareket ikamesini tecviz edebilirler. Ordu-yı Osmani’nin hal-i seferberide addolunup olunmayacağı ve zabitan ve efradın hulul eden Ramazan-ı şerifde sıyam ile mükellef tutulup tutulmayacakları Harbiye Nezareti’nce Meşihat’den isti’lam olunmuş ric tezkire ile cevab verilmiştir: El-yevm sulh mün’akid olmamakla beraber mütarekede tarafeyni ve bilhassa bizim tarafı hal-i harbin avdetine müheyya bir vaz’iyyette bulunduracak mahiyette olmadığından şimdiki halde hakıkı ma’nasıyla seferberlik yoktur. Terhisi kabul eden ordu seferberlikten uzaklaşmıştır. Bunun ile beraber memleketteki vaz’iyyetin fevkalade nazik ve müşkil bulunmasına mebni Osmanlı Ordusu’nun hal-i hazarideki sükun ve intizamı da tekarrur etmiş olmadığına nazaran bazı kıtaatın harekat-ı askeriyye ve meşakk-ı seferiyye gibi ma’zeretlere ma’ruz kalacağı da melhuz bulunduğu cihetle bu gibi hususatta din-i İslam’ın mesafe-i ba’ide addettiği on sekiz saat yolculukla müddet-i ikamet addettiği on beş güne baliğ olmayan meks ü tevakkuf hesablarını nazar-ı dikkate almak salahiyetini haiz olan kumandanların vaz’iyetine tebean efradın da misafir veya mukım addolunmak suretiyle hal ve vaz’iyetleri taayyün edecektir. Bundan başka kışlalarda ikamet eden efradın veya devair ve aklam-ı askeriyyeye devam eden zabitanın diğer suretle bir ma’zeret-i sıhhiyyeye müstenid olmadığı gibi mahza askerlik sebebiyle oruç tutmamaları caiz olmadığı gibi yukarıda arz olunan seferberlik hal ve vaz’iyyeti halde hiçbir askerin veya hiçbir kimsenin sokaklarda veya daire-i resmiyyede alenen nakz-ı sıyam etmelerine mesağ-ı şer’i olmadığı beyanıyla tezkire-i senaveri terkım kılındı efendim. Halbuki madde-i mezkure doğru olmayıp hakimin müsaadesi olmaksızın mecnun velisinin tezvic edebileceği ve onun bu haline zevcesi sonradan muttali’ olursa hakk-ı hıyarında beyne’l-eimme ihtilaf olunup ve illa nikahın fesadına gidilecek olursa hiçbir mezhebe uymayacağı mahallinde beyan olunmuştu. Kable’l-akd ya ba’de’l-akd kable’d-duhul zevc tecennün ederse zevcenin taleb-i tefrike hakkı olması İmam Muhammed’den mervi olan ahad-i kavleyne muvafık olup lakin ba’de’d-duhul hadis olan cinnet ve illet böyle değildir. Maliki Mezhebi’nce de muhtelefün-fih olup ba’de’d-duhul hadis olan cinnet yahud cüzzam ve barasdan dolayı tefrik hükmünün nafiz olması için hakimin o mezhebi mu’tekid olması da lazımdır. Mezheb-i Hanefi olan hukkam için mümkün olamaz. Bu misillü maddeler hakkında en ziyade bu cihetin nazar-ı dikkate alınması lazım gelir. Çünkü mes’ele din mes’elesi hıll ü hürmet mes’elesidir. Maddenin metni de ba’de’d-duhul hadis olan illet hakkında pek sarih değil. Her halde ba’de’dduhul lafzı ilave edilir ve müddet-i te’cil bir seneye hasr olunmayıp ara-yı etibbanın ittifakıyla şifasından ye’sin tahakkukuna ta’lik olunursa bundan daha münasib olur. ’ıncı maddede: “Bir kadının zevci ihtifa veyahud müddet-i sefer veya daha karib bir mahalle giderek tegayyub edip veya mefkud olup nafaka tahsili müteazzir olur ve zevce tefriki taleb ederse hakim tahkıkat-ı lazime icrasından sonra beynlerini tefrike hükmeder.” Denilmiş ve hiçbir kavle istinad ettirildiği layihada zikr olunmamıştır. Mezhebimize muvafık olmadığı gibi musir olan bir kimsenin nafaka cinsinden bir mal terk etmeksizin tegayyüb ve fikdanından dolayı zevcesinin tefrikine gidilmek mezheb-i Şafii’ye de uymaz. Maliki ve Hanbeli mezheblerinden alınmış olacak. Lakin yine doğru değil. Çünkü bu maddeden tebadür ettiği üzere tamam nafakanın tahsili müteazzir olmak hükm-i tefrik için onların mezheblerince de kafi olmaz. Tefriki onlar ancak sedd-i ramak edecek bir kuru ekmek bulamadığı surette tecviz eylemişler ve maazalik bu tefrikin de bir hükm-i kat’i mahiyetinde olmadığını kitablarında tasrih etmişlerdir. Erkek zuhur edip de vaktiyle nafaka bırakmış olduğu yahud kadının nafakasını iskat eylemiş bulunduğunu ber-nehc-i şer’i iki şahid-i adl ile isbat ederse tefrikin batıl olacağını zevce iddet beklemiş ve ondan sonra başkasına varmış ve zevc-i sani duhul etmiş olsa da nikahı mu’teber olmayıp evvelki nikahla zevc-i evvelin olacağını mufassalan beyan eylemişlerdir. Reddü’l-Muhtar’da menkul olan müteahhirinden Kari-i Hidaye’nin bahsi o mezheblerin ahkamına tamamıyla vakıf olmadığına delalet ediyor. Bu mes’eleye mutabık olmayıp ancak nafaka terk etmediği iddia olunan gaibin mu’sir olduğuna dair beyyine ikame edilerek ondan dolayı tefriki caiz gören mezhebin kadısının hükmü hakkındadır. Zevc ondan sonra gelip de ikame etmek istediği beyyinesi birinci beyyineye muhalif olacağından mesmu’ olmamak lazım gelir diyor. Musirin beyyinesi bu kabilden değildir. Onun nafaka terk etmemesi nefy-i mahz olur. Onun üzerine beyyine ikame edilmiş olmak mümkün olamayacağı bedihidir. Hasılı şu madde hiçbir mezhebe muvafık olmayıp maddenin buna dair hükmü ictima’a muhalifdir. Komisyon hey’et-i aliyyesinin buralarına vakıf olamadıkları ve etrafıyla düşünemedikleri anlaşılıyor. Bu maddenin vaz’ ve teşriinden öyle faide ve maslahat da beklenmez. Memleketimiz ahalisinden öyle tegayyub ve ihtifa ederek hükumet-i seniyyeyi kendilerini bulup meydana çıkarmaktan aciz bırakmış olanlar çok değil belki hiç bulunmaz gibidir. Zevcesinin nafakasını vermekten buhl eden kimseler bunu yapmazlar ve buna hacet görmezler. Ricalin böyle yakın yahud uzak yerlerde ihtifa ve tegayyub etmeleri ekseriya bir özr-i sahihe müstenid olur. Nitekim istibdad zamanlarında bir çoklarının ma’ruz oldukları ve gah Avrupa diyarına iltica ile tegayyübe mecbur olmuşlar yor. Tegayyüb ve ihtifa hiçbir zaman sebebsiz olmaz. Ve her ne sebebe mebni olursa olsun böyle sefer ve ihtifaya muztar olanların uğradıkları musibet da’i-i şefkat iken bir de hal-i tegayyüblerinde haremlerine göz koyanlar onları taleb-i tefrika sevk edenler bulunursa beliyye tezaüf edecek bu madde o gibilerine cüret verecektir. Buraları etrafıyla teemmül edilmek lazım gelir. Nafaka evvel ve ahir tahsil olunabilir. Zevcin böyle bir musibete giriftar olduğu zaman zevcesi kendi malıyla ve sa’yiyle geçinir. Ehl ü akrabaları da ona bakacaklardır. Bu maddeye lüzum yok. Ne akval-i fukahaya; ne de maslahat-ı ammeye muvafık değil. Bir milletin devam ve bekası o milleti terkib eden efrad arasında nizam ve intizamın te’min-i bekasıyla mümkün olur. Bunun da esası millet arasında emniyet ve hürmet-i mütekabilenin vücud ve devamıdır. Eğer şart-ı mutlak olan bu emniyet ve hürmet-i mütekabile kafi derecede mevcud ve payidar olmaz ise o millet ne kadar kuvvet ve satvet sahibi olursa olsun payidar olamaz. Çünkü aralarındaki his ve irade müşareketi çabuk bozulur. Binaenaleyh bir milletin yaşaması için en esaslı vazife yekdiğerine emniyet ve hürmet-i mütekabile bahşedecek surette hareket ve bunu ihlal edecek her hal ve hareketten mücanebettir. Bu vazife-i esasiyye efrad arasında dahi mühim olup fakat milletin kuvve-i hükumeti idare eden kısmıyla idare olunan kısmı arasında pek ziyade ehem ve elzemdir. Bu hususda küçük bir kusur bazan ‘acil bazan acil fakat hemen daima gayet vahim akıbetler tevlid edebilir. Zaten hükumet emniyet ve hukuk-ı mütekabile üzerine müesses bir taahhüddür ki gayesi nizam ve intizamı te’mindir. Binaenaleyh hükumetin asıl hikmet-i vücudu olan nizam ve intizamın te’mini için emniyet ve hürmet-i mütekabileyi te’min ve te’sisi en mukaddes vazife bilmesi lazım gelir. Bunu ihlal eden her hükumet kendisini de milletini de tehlikeye ilka eder. Mes’elenin felsefisi böyle olduğu gibi dinisi de böyledir. Zira şer’-i şerif dahi insanlar için nizam ve intizamın muhafazasını esas ve bunun ihlalini mucib ahvali milletin harab ve helakine sebeb-i asli olarak kabul eder. Ve bu babda gösterdiği la-yetegayyer kanun da emanatı ehline tevdi’ ve icra-yı adalettir. Neste’izübillah: ayet-i kerimesi bu düstur-ı esasiyi amir olup her şekl-i hükumette ta’kıb ve tatbiki zaruri olan bir kanun-ı celildir. Emanetin muhtelif manaları varsa da esas itibariyle hep bir rükne müncer olur. Çünkü emanet hüsn-i muhafaza edilmek üzere insana tevdi’ olunan her şeydir. İnsana en adi bir şey tevdi’ olunabildiği gibi en kıymetdar ve azim mes’uliyet-i maddiye ve ma’neviyyeyi müstelzim hususlar da tevdi’ olunabilir. Fakat hangisi olursa olsun hüsn-i muhafazasına ihtimam ve sırası gelince ehline tevdi’ en kat’i bir borç bir vazifedir. Vazife esas i’tibariyle her yerde ve her vakit birdir. O değişmez teaddüd etmez. Onun gördüğümüz teaddüdü tamamen şekle aittir. Ve insanın insanlığı da ancak vazifesi olmasıyla yani akıl ve din sahibi olmasına mebni mükellef bulunmasıyladır. Emanet kelimesinde vazife manasının mevcud olduğu müfessirlerin izahatıyla da sabittir: Ez-cümle Tefsir-i Kebir’de Fahreddin-i Razi hazretleri diyorlar ki: “Emanet bir kere Allah’a karşı emanete riayet manasına ki: Evamir-i ilahiyyeye itaat menahiden mücanebet ve Allah’ın ihsan ettiği her uzuv bir emanet olduğundan onları hayırda isti’mal edip şerde isti’mal etmemek. Nefse karşı emanete riayet ki: Nefsin her suretle salah ve hayrını te’mine sa’y etmek. Herkese karşı emanete riayet ki: Vediaları iade tartı ve ölçülerde tecavüz ve hiçbir kimsenin uyubunu ifşa etmemek amir ise maiyyetine hilaf-ı şer’ emirde reaya ve ahaliye zulümde bulunmamak alim ise halkı hak üzerine tenvir velhasıl herkesin uhdesine müterettib vazife kendisine emanet olduğundan onu hüsn-i ifa etmek.” netten maksadın vasi’ ve şümullü manasıyla bugün felsefe-i ahlakiyyenin vazife-i insaniyye dediği mükellefiyet-i vicdaniyye demektir. Makalemize sername ittihaz ettiğimiz işleri ehline tevdi’ etmek mes’elesi emanetin vazifenin en mühimmidir. Zira milletlerin saadet ve selametleri yahud maazallahi teala izmihlal ve hezimetleri hep ona riayet veya adem-i ri’ayete merbuttur. Balada zikr ettiğimiz: ayet-i celilesindeki emanetlerin manası her nevi’ emanata şamil olmakla beraber bilhassa bütün işleri ve ba-husus me’muriyetleri resmi işleri na-ehle tevdi’ etmemek ehillerine vermek hususuna aittir. Çünkü ayet-i celilenin şeref-nüzulü resmi bir vazife hakkında olduğu gibi ikinci kısmındaki “Hükmettiğiniz vakit adl ile hükm edin” buyurulması da resmi işlere taallukunu gösterir. Tefasir-i şerifede mezkur olduğu vech ile bu ayet-i kerime feth-i Mekke günü nazil olmuştur. O gün Ka’be-i mu’azzamanın Kapıcısı Osman bin Talha ibni Abdiddar Ka’be’nin kapısını kilitleyerek anahtarı alıp vermemek bilmiyorum bilmiş olsam anahtarı vermekten imtina’ etmem” demiş ve her ne kadar inad etmeyip vermesi söylenmiş ise de yine vermediğinden Hazret-i Ali radıyallahu anh tarafından bileği bükülerek anahtar alınmış ve Ka’be açılıp Cenab-ı Peygamber Efendimiz iki rek’at namaz kıldıktan sonra çıkmışlar. O sırada Ka’be’nin sikayesi uhdesinde bulunan Abbas gelerek “Ben kapıcılığı da beraber yaparım” diyerek anahtarı istemiş. Fakat bu ayet-i celile nazil olduğundan Hazret-i Peygamber Efendimiz Cenab-ı Ali’ye anahtarın tekrar Osman’a verilmesini gönlünün alınmasını emir buyurmuşlar. Cenab-ı Ali de emr-i Peygamberiyi ifa edince Osman: “Evvelce zorlayıp eziyet verdiğin halde şimdi gelip rıfk ile muamele etmek nedir?” der. Hazret-i Ali cevaben: “Senin sebebinle Allah tarafından ayet-i kerime nazil oldu.” diyerek ayet-i kerimeyi okur. Osman ayeti işitince derhal iman ederek kelime-i şehadeti getirir. Bu esnada Cenab-ı Peygamber Efendimiz bir işin ehlinin elinden alınmasının zalimlik olacağını beyan ve ilave buyurmuşlardır. Görülüyor ki din-i İslam işleri ehline tevdi’ hususunda hiçbir garaz veya hissiyat-ı intikam-cuyane gözetmeyerek ancak maslahat-ı ammenin hüsn-i cereyanını nizam ve intizam-ı umurun te’minini esas ittihaz ediyor. Zaten böyle olmazsa hem işler iyi gitmez hem de millet arasında na-hoşnudi ve adem-i i’timad hasıl olarak fevzayı hükumetsizliği intac eder. Bunun sonu da maazallah inkırazdır. Ve bizim en ziyade çektiklerimiz işleri ehillerine tevdi’ etmediğimizden ileri gelmiştir. Burası muhakkaktır. Şimdi de işleri ehline tevdi’ ettirmenin çarelerini arayalım: cizab vardır. Esasen din ve ahlak bu fıtrat üzerine müessesdir. Ancak buna mukabil bir de ehvay-ı nefsaniyye temayülatı vardır. Eğer iyi yapmak incizabı galebe ederse insan her şeyi hak dairesinde yapmaya sa’y eder. Ve bu babda en mühim saik iman ve vicdandır. Ancak heva ve nefs-i emmareye tebaiyet meyelanının galebesi Kur’an-ı Kerim’ de zalum ve cehul sıfatlarıyla tavsif olunan yelanına muarız olmak üzere tebşir ve inzar mükafat ve mücazat kuvvetlerine müracaat lazım geliyor ki bunlara felsefe-i hazıra ıstılahında kanunların müeyyideleri namı verilmektedir. İşte bir milletin hükumetin yaşaması için şart-ı mutlak olan işleri ehline tevdi’ ve icra-yı adalet umurunun da iyi yapılması için muhtelif müeyyideler vardır ki en mühimmi milletin murakabesidir. Din-i İslam’da herkes kendi salahiyeti dahilinde emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerle memur olduğundan kendi işlerinin ehil ellere tevdi’ edilmediğini gördüklerinde elleriyle muktedir olamadıkları halde dilleriyle dilleriyle de muktedir olamadıkları takdirde kalblerinde na-hoşnudluk taşımak suretiyle men’e ihtimam edeceklerdir. Ve bu kalbde na-hoşnudluk taşımak suretiyle men’ imanın en zaif mertebesidir. Hazret-i Ömer radıyallahu anhın bir gün hutbede cemaate hitaben “Bende eğrilik görürseniz doğrultunuz” demesi üzerine cemaatten birisinin “Sende bir eğrilik görürsem şu kılıçla doğrulturum” cevabını vermesinden Cenab-ı Ömer’in pek ziyade hoşnud olarak müslümanlar zat bulunduğundan dolayı Cenab-ı Hakk’a hamd etmiş olduğu meşhurdur. Evvelce akvam-ı İslamiyye’de efrad dahi bu murakabeye ihtimam mes’elesini unutmamakla beraber bunun vekalet-i umumiyyesini ulemaya bırakmışlardı. Çünkü evamir-i ilahiyyeye muhalif harekatı ve azl ü nasb hususundaki isabet veya adem-i isabeti herkesden ziyade idrak ve men’i esbabına tevessül ancak pek güzel ifa etmişlerdir. Hatta mervidir ki müluk-i salifeden birisi şeyhülislamın kendisini bazı işlerinden dolayı tahtie ederek nehy ani’l-münker vazifesini sıkı bir surette muş. Bunu gören mabeyncisi “Padişahım ne için bu kadar rahatsız oluyorsunuz? Madem ki bu şeyhülislam sizi bu kadar tazyik ediyor azl ediverirsiniz” demiş. Padişah şeyhülislamın öyle kolayca azli cihetine gidilemeyeceğini ve bunun hüsn-i netice vermeyeceğini beyan etmişse de mabeynci bunun mümkün ve mahzursuz olduğunda edeceğiz” demiş. O da “Filan efendiyi o olmaz ise filan efendiyi” diye cevab vermiş. Padişah işi bir kere tecrübe etmek istediğinden “Haydi git onlara sor bakalım ne diyecekler?” emrini vermiş. Mabeynci şeyhülislamlığa en münasib bildiği zata giderek “Efendim sizi padişah efendimiz şeyhülislam ta’yin ediyorlar” deyince o zat derhal “İnna lillahi ve inna ileyhi raci’un. Şeyhülislam efendi hazretleri ne vakit vefat etti?” sualini irad eder. Mabeynci: “Hayır efendim vefat etmedi. Fakat padişah efendimiz onu azl ile yerine sizi ta’yin edecek” der. Bunun üzerine o zat: “Haydi işine! Şeyhülislam efendi hazretleri sağ oldukça o makama geçmek benim için mümkün olamaz. Zira bugün beyne’l-ulema o makama elyak ve aslah olan kendileridir. Böyle söz istemem” diyerek savar. Bundan mahcub kalan mabeynci belki ötekini müracaat eder o da “Şeyhülislam efendi ve ondan sonra filan efendi var iken benim şeyhülislam olmak haddim değildir. Ayıbdır. Aman kimse duymasın” diyerek reddeder. Mabeynci haib ve hasir padişahın yanına döner ve duçar-ı itab ve muaheze olur. Bu hikayeden anlaşılan şu ki bir vakitler alem-i İslam’da milletin uleması nehy-i ani’l-münkeri pek güzel meslek arasında aslah ve elyak olmak emr-i ehemmine riayet an’ane halini almış olduğundan ehil var iken na-ehlin ta’yini kolay kolay olmaz imiş. Sonraları ulema bu gayet mühim vazife-i diniyyelerini tezasından olduğu İhyau’l-Ulum’da sıdk bahsinde sıdk-ı azm münasebetiyle zikr edildiği vech ile Hazret-i Ömer radıyallahu anhin: “Bir kavimde Ebubekir radıyallahu anh var iken o kavme emir olmaktan ise köle olmayı tercih ederim” kelam-ı alisiyle de sabittir- gevşettiklerinden sınıf-ı ulemanın bu işlere karıştırılmamasına suret-i mahsusada daki isabetsizlik çok def’a murakabesiz kalır olmuş idi. Fakat memuriyetleri ehline vermek mes’elesi fevkalade mühim olduğu cihetle isabetsizliklerden mütevellid mahzurlar her yerde asarını gösterdiğinden hakıkı murakabe-i milliyye gibi olmamakla beraber bu babda yine bazı tedabir ittihaz edilir idi. Mesela hakan-ı mağfur Sultan Hamid-i sani zamanında en müstakım rical-i devletten mürekkeb İntihab-ı Memurin Komisyonları te’sis edilmiş müteakib artık bu emr-i mürakabe milletvekillerine verilmiş olması itibariyle emanatı ehline tevdi’ kazıyyesinin bir şekl-i kavime girmesi lazım gelir idi ve ilk Meclis-i Mebusan’ın bu babda oldukça himmet ve hizmetleri görüleceğine dair bazı emareler görüldüğü de oldu. Fakat sonraları iş tamamen değişti. Kıdem ve ehliyet ve liyakat hiç aranmaz oldu. Netice de malum. Hulasa-i ma’ruz: Evliya-yı umurumuzun emanatı ehline aslah ve elyakına tevdi’ etmek hususunda evamir-i Kur’aniyye ve ehadis-i şerifeyi layıkı vech ile nazar-ı i’tibare alarak milletin tahlisına himmet etmelerini kemal-i ehemmiyetle niyaz etmek isteriz zira hadis-i şerifinin mazmununa ma-sadak olmamak için başka çare yoktur. Harb-i umumiye karışarak cihanı taklib eden avamil arasında en mühim mevki’lerden birini işgal eden kuvvetimiz meydan-ı muharebede şanlı ve felaketli fakat her halde inkişafat-ı atiyyesi namına pek hayırlı bir vazifeyi Evet mağlub olarak silahımızı bıraktık lakin hürriyet-i duruktan kurtularak terk-i silah ettik. Zümre-i galibeye dest-i müsalemetimizi uzatıyorken hayatını en müdhiş bir istibdadın kahr u tedmirinden kurtarmak emeliyle en aziz fedakarlıkları ihtiyar etmiş; en feci’ mahrumiyetlere katlanmış; istiklalini tahakkümat-ı ecnebiyye darbelerinden sıyanet yolunda kemal-i semahatle kan dökmüş bir millet ibzal ettiği mesaiyi ifa ettiği vazifeyi ve iktitaf ettiği semereyi bilir bir millet olarak isbat-ı mevcudiyet ediyorduk. Çarlığın ne yaman bir musibet olduğunu takdir etmekten aciz olanlar Çarlığı yıkan Ruslar’ın ona karşı ne kadar müfrit ve ne kadar müntakim bir kin ile meşbu’ olduklarını; Çarlığın kendi kıvam-ı hayatı ve medar-ı azameti olan Rus milleti hakkında ne kadar zalim ne derece kahhar olduğunu teemmül ederek bizim hakkımızdaki adavet-i vahşiyanesini kıyas etsinler de bizim Çarlığa karşı ilk fırsatta silahımızı kaldırmakla hayat ve istiklalimize cidden hayırhah olduğumuz hakkında zerre kadar tereddüdleri kalmasın. Milletimiz harb-i umumiye iştirak etmekle işte bu düşman-ı akurun şerrinden kurtuldu. Artık hürriyet-i inkişafına nail olduğuna kani’ oldu. Ve binaenaleyh hakk-ı hayat ve istiklalini daha sağlam bir esasa istinad ettirdi bundan böyle daha sağlam adımlar atarak kabiliyetlerini Fakat görüyoruz ki Osmanlı Devleti’nin bu mücahedesini ve bunca fedakarlıklarla elde ettiği bu muzafferiyeti akım bırakmak için bir cihetten zümre-i galibe devletimizin başına yeni muhterisler taslitiyle diğer cihetten lıklarımızı –herhangi bir saikle– takdir etmek istemeyen bazıları hak ve hakıkatten tegafül ile memleketin hayatını herhangi nam altında olursa olsun yabancı ellere teslim etmek fikrine tarafdar oluyorlar. Maamafih bazan karara iktiran eden bu müzakereler bir takım korkunç endişelerden müteessir olarak tenakuz girdablarına akamet vadilerine düştüğü görülüyorsa da memleketimiz hakkında reva görülen mezalimin tazmini hususunda fiili bir teşebbüsün vukuu hiç de meşhud olmuyor. Yunanistan’ın İzmir’i her dem tevessü’ eden bir işgal altına alması müslümanların hukukunu pamal etmesi müslümanlara enva’-ı zulmü tatbik etmesi vicdan-ı medeniyette hiçbir teessür ikaz etmiyor! Öyle zannediyoruz ki Yunanistan Türkiye’ye karşı münhedim Çarlığın mevkiini işgal etmek üzere tevsi’-i memalik ediyor. Halbuki nitekim İtalya’nın başında bulunan gavaili ber-taraf ederek bu düşman ile uğraşmaya hazırlandığı Trablusgarb’a ahiren i’ta ettiği imtiyazat ile sabit olmaktadır. Suriye ile Filistin’de iki devlet-i mu’azzamanın müsademe-i nüfuzu elbet bu iki devletten birinin zararına neticelenecek İngiltere’nin Irak’da yerleşmesi ağırlaştıracak ve bundan diğer devletler müteessir olacak ve İngiliz hakimiyetinin bu aşırı derecede yüksekliğinden müşteki olacaktır. halbuki bir muaveneti esirgemiyor. Biz istiklalini zayi’ etmiş İslam memleketlerinin haline vakıf olmadığımız için muazzam bir devletin himayesine girmeyi mahz-ı ni’met telakkı ediyoruz. Zannediyoruz ki himayeye girer girmez memleketimiz medeni memleketlerin hepsine faik bir hal-i terakkıye vasıl olacak geniş caddeler muazzam kaşaneler tramvaylar şimendiferler bahçeler mesireler limanlar fabrikalar memleketimizi bir yalancı cennete benzetecek ve biz bu cennetin içinde her türlü refahiyet ve saadetle bekam her türlü noksanımız ikmal olunacak her müzayakamız ber-taraf edilecek her taarruzdan tecavüzden masun emn ü eman içinde hayat-güzar olacağız. Elhasıl himaye-i ecnebiyyeyi ana baba kucağından daha müşfik bir penah-ı naz ü ni’met zannediyoruz. Aman ya Rabbi bu ne feci’ bir gaflettir. Hayatını sonra hayır ve saadet; hayır hayır ve saadetten sarf-ı nazar üryan ve sefil bir hayat bile ummak arslanın pençelerinde parçalanan bir şikarın ihtimal-i necatına inanmak gibidir. Herhangi kimsenin lutfuna talib olmanın bedeli “cevher-i hürriyyet” olduğunu beyan eden edib-i mu’azzamımız bu hakıkate tercüman oluyor. Cevher-i hürriyyeti ümid-i lutfa feda ettikten sonra esaret zincirlerinden saadet selamet beklenir mi? Esaret zincirlerine bağlandıktan sonra hamilerin memleketimizde açacakları caddelerden te’sis edecekleri kaşanelerden fabrikalardan limanlardan uzatacakları demir yollardan bize ne? Bunlar kaldıracağız rençberlik edeceğiz ondan sonra kemal-i tahassürle ağlayacağız. İşte o kadar!.. olan galeyanlar ve teessürler üzerine herkesin selamet-i memleketi derpiş ederek bir çare taharri etmesi pek tabii me’yus olan bazıları selameti himayede tahayyül ettiler. Halbuki himayede ancak esaret ve zillet var. Biz bizzat hayatımızı te’min etmezsek başkaları bizim hayatımızı lutfen te’min edivermezler. Bizim hayatımızı kendi menfaatlerini te’mine istihdam ederler. O vakit bizim hayatımızdan kendimiz için zerre kadar bir istifademiz olmaz. Başkalarının hesabına yaşarız. Başkalarının menfaatine madıktan sonra yaşamaktan çalışmaktan sarf-ı nazar ederek namusumuzla ölmek daha hayırlıdır. Bu hususda hiçbir müslüman tereddüd edemez. Hayat ve istiklalimizi sıyanet etmek üzere her fedakarlığı göze alarak esaret zincirlerine bağlanmamaya her vasıtaya müracaat ederek serbest yaşamaya azmetmeliyiz. Nerede kemal-i metanetle cevab-ı red vermekten korkmayalım. Bu gibi şayialarla bizi yoklamak isteyenler istiklalimize mani’ olacağımızı görsünler de o darbeleri indirmekten tehaşi etsinler. Aksi takdirde bizi tefrika içinde himayeye talebkar bulur istiklalimize sahib görmezlerse hem istiklalimiz hem de himaye ile muhafaza etmek emelinde bulunduğumuz mevcudiyetimiz birlikte zayi’ olur. Bilhassa buna dikkat edelim ki istiklalimizi kemal-i azm ü celadetle taleb ediyorken hodkam davranmamalıyız. Kendi istiklalimiz için çalışıyorken Arab kardeşlerimizin bizden bunu bekliyor. Ve bize bu surette müzaheret ediyor. Hicaz Suriye Filistin ve Irak’ın isti’mar olunmasına biz müsaade edemeyiz ve etmemeliyiz. Bize yakışan ve bizden beklenilen budur. Biz Türkün istiklaline ne kadar talib isek ve bu uğurda hiçbir fedakarlıktan nasıl çekinmezsek Arab kardeşlerimizin istiklali hürriyeti uğurunda aynı fedakarlıktan çekinemeyiz. Arab kardeşlerimiz esarete düşerse bizim de aynı akıbete er geç düşeceğimiz muhakkaktır. Bizim istiklalimizin temel taşı Arab kardeşlerimizin gane zıman budur. olmaya azm edelim. Ve bu hakaikı ihmal ettiğimiz takdirde bizim için kurtuluş olmadığını asla unutmayalım. Mütarekenin imzalandığı günden beri dahilde haricde hesabsız baykuşların her gün yeni bir haber-i felaketle mecruh kalblerimizi zehirleye zehirleye ümmet-i oldukları esefle görülüyor. Kara habercilerin muntazam bir plan dahilindeki bu mesailerinin şayan-ı te’essüfdür ki son zamanda İzmir faciası gibi fiili bir şekline de şahid olduk. Şeri’at-i İslamiyye’nin ulvi ve himayetkar prensiplerine samimi bir şevkle yapışan Türklerin saye-i atıfetinde asırlardan beri mevcudiyet-i milliyyelerini lisanlarını harslerini dinlerini muhafaza etmiş olan ni’met-naşinaslar Türklerin şu felaketli günlerinde onları büsbütün boğmak belki de mevcudiyetlerine ebediyen hatime çekmek üzere haricde dahilde yaptıkları propagandalar yetişmiyormuş gibi son günlerde bir de İzmir hailesini oynadılar. Dökülen müslüman kanları hetk edilen ma’sum namusları altı yüz senelik lutufkarlığın ne ibret-bahş bir mukabelesidir? Ortalığa her gün binlerce şekilde meş’um haberler neşr edenlerin bir gaye ta’kıb ettikleri muhakkaktır. Bu gaye şüphe yok ki Türkleri elim bir yeis ve nevmidiye sürüklemek bundan bil-istifade bazı hadiseler çıkartarak aleyhimize çevirmeye muvaffak oldukları efkar-ı cihanı büsbütün körüklemek ve nihayet Türklerin Halbuki felaket ne kadar büyük olursa olsun; müslümanlar yeis ve nevmidiye düşmezler ve düşmeyeceklerdir. Müslümanlar cihanda hakim-i ezelinin Allah olduğuna kani’dir. fermanına mazhar olan müslümanlar kadir-i mutlakın lutf u adaletinden hiçbir zaman ümidlerini kesmez ve kesemezler. Nur-ı ilahiyi nefisleriyle söndürmek dır. en küçük bir köye kadar her tarafda umumi bir galeyan-ı milli feveran etmekle beraber Türkler fermanından mülhem olarak hiçbir ye’se düşmemiş hissiyat ve amalini yar u ağyarı hayretlere düşürecek bir şekil ve nezahette izhar etmişlerdir. Büyük devletlerin hafif bir çehre-i tebessüm göstermelerinden kuduracak kadar tuğyan eden onların enzar-ı hayret ve nefreti karşısında gasb ü garet yağma ve tahrib katl ü imha gibi vahşetler icrasından çekinmeyen bir kavimle en mukaddes hissiyatı tehyic en tabii hakları gösterdiği sükun-ı mütevekkilane arasında ne büyük bir fark vardır. Avrupa efkar-ı umumiyyesine sorarız bu iki kavimden hangisi bir unsur-ı sulh ve temeddün olur?... İltifat gördükçe şımaran ve şımardıkça en mukaddes ve en tabii hakları çiğneyen müsamaha gördükçe vahşetkar bir emperyalizm cinnetine tutulan bir kavmi hiçbir hak ve salahiyeti olmayan sahalarda serbest bırakmak tarih-i beşeriyyete yeniden yeniye kanlı sahifeler ilavesine müsaade etmek olmaz mı? Cihana bir sulh-ı mü’ebbed te’minine çalışan büyük siyasiler bu kanlı sahnelerin temaşageri olmaya acaba nasıl razı olacaklar? Yirmi beş asırdan beri istiklalini kanıyla müdafaa eden ve hiçbir zaman ribka-i esarete düşmemiş olan bir milleti harita-i alemden kaldırmak milli mevcudiyetine hatime çekmek nasıl mümkün olabilir? Avrupa yokken Asya’da muazzam hakanlıklar yaşatan Asya tarihini adeta milli tarihleri haline sokan Türkler bir avuç kavimlerin ihtiraslarına nasıl feda edilebilir? Evet üç asırdan beri şanlı mevcudiyet süren İslam Hilafeti üç yüz elli milyon müslümanın vaveyla-yı tezallümü karşısında nasıl yıkılabilir? Selçuk Türklerinin bin senelik yurdu olan Anadolu’ya Yunaniler ne hakla sokulabilirler? Hayır! Denildiği gibi Paris Konferansı adalet prensiplerini ta’kıb ediyorsa Venizelos ve Bogos Nubar ihtirasları tahakkuk etmez ve etmeyecektir. Nur-ı ilahinin son şu’le-i hidayeti olan İslam Hilafeti sönmez ve sönmeyecektir. Evet; imanımız var ki Allah büyüktür!.. Mütemadiyen meş’um haberler doğuran afak-ı siyasette bu hafta içinde mübhem olmakla beraber az çok ümid-bahş şerareler görülmeye başlaması da gösteriyor ki ya yüz tutmuştur. Avrupa İslam’ın da bir hakkı Türkün de milli bir mevcudiyeti olduğunu anlamaya başlamıştır. Türk mağdur olursa mezarı başında ağlayacak üç yüz elli milyonluk bir kitle-i beşer vardır. Beşeriyetin huzur ve sükununu isteyenler şüphe yok ki bu göz yaşlarını düşünecek hükümlerini ona göre vereceklerdir. Allah’dan ümidimizi kesmeyelim. Ye’se düşmeyelim. Habl-i ilahiye sarılarak terbiye-i necibemiz dairesinde hakkımızı isteyelim. Türk öldürücü darbeler yemiş fakat ölmemiştir. Türkteki kabiliyet-i hayatiyye la-yefnadır. Türk vefakar ahdine sadık dostuna minnetdardır. Sulh konferansında büyük devletlerin bu necib hasail lerine hükmetmek için ma’kul bir sebeb yoktur. Esasen fikirler buna mani’dir. Yirminci asırda bir çok ulvi faziletlere seciyelere malik olan bir millet mahv edilemez Venizelos’la Bogos Nubar Türkiye’nin imhası için çalıştıkları hengamda Paris’de intişar eden L’Humanité gazetesinin yüksek düsturları müdafaa etmesi sada-yı hakıkatin susturulamayacağının şahidi değil midir? Bakınız L’Humanité ne diyor: “Bir Türk milleti vardır ki her zaman mutaassıb değildir. Ve ekseriya bilakis öyle iffet ve sadakat mesaide sebat gösterir ki bu evsafa şarkta az tesadüf edilir. Esasen bu milletin de bütün noksanlarıyla beraber yaşamaya hakkı vardır. Halbuki müttefikler asıl Türk milleti kütlesinin –bu millet zürra’ ve tüccardır ve çalışkandır– mes’ul olmadığı fecayii bahane ederek Türkiye’yi kendi müttefikleriyle parçalamak tetvic ediyor. Bu mes’elede Wilson nazariyelerini feda ede ede nihayet bütün prensiplerini terk ediyor. Bütün dünya on dört maddenin yüksek ahlakı ile bu harekat arasındaki te’lif-i beyni elim bir hayretle öğrenecektir!...” Osmanlı Devleti alelade bir imparatorluktan ibaret olmadığından bugün siyaseten her türlü hüküm vermek iktidarını haiz olan sulh konferansı mukadderatımızın ta’yininde pek çok düşünecektir. Çünkü Osmanlı padişahı aynı zamanda müslümanların da halife-i zişanıdır. Hilafet mes’elesi sırf müslümanlara ait bir mes’ele-i diniyyedir. Serbesti-i edyan esasını çoktan kabul etmiş olan devletler üç yüz elli milyon müslümana ait olan bir mes’ele-i diniyyeyi kendi başlarına halletmek salahiyetini şahıslarında göremeyeceklerdir. Bu mes’ele icma’-ı ümmetle halledilmiş Hilafet-i İslamiyye Osmanlı padişahlarında tekarrur eylemiştir. Theodore Morrson isminde bir İngiliz’in ahiren The Times gazetesinde intişar eden bir mektubu da bu mühim noktayı sulh konferansının nazar-ı dikkatine arz ediyor. Mektubda deniliyor ki: “Muhammediler alem-i tin idamesini taleb etmekte ileri sürdükleri esbab-ı mucibe muhık olsun veya nakıs bulunsun sulh konferansını muhtelifesine kendi mukadderatını bizzat ta’yin etmek hakk-ı ihtiyarını bahşedeceklerini i’lan eylemiş olmaları derpiş etmek hususunda bir mecburiyet ve hatta taahhüd altına girmiş oluyorlar.” Bütün müslümanların bu mes’elede ne kadar alakadar olduklarını Hind İslamları namına sulh konferansına vuku’ bulan beyanat düvel-i mu’azzama rüesasına pek güzel anlatmıştır. da Müslümanlık alemindeki heyecanın bir nümunesi değil midir? “Bilumum müslümanlar hükumet-i Osmaniyye’nin ma’ruz kaldığı vaz’iyyeti kemal-i dikkatle ta’kıb ediyor. Alem-i İslam’ın mukadderatı Osmanlı hükumetinin kuvvet ve şevketiyle alakadardır. Aynı zamanda edebiyat felsefe ve irfan merkezidir. Hangi nokta-i nazardan tedkık edilse payitaht-ı Osmani İstanbul’dan diğer bir tarafa nakl edilemez. Din ve Saltanat nokta-i nazarından Devlet-i İslamiyye’nin makarrı İstanbul kalmalıdır. Aksi takdirde bütün İslam alemi bi-hakkın rencide ve belki de asayiş-i cihan muhtel olacaktır.” Ahiren Rusya müslümanları namına Roma’dan sulh konferansına keşide edilen telgrafda her müslümanın Devlet-i Aliyye’nin mukadderatı hakkında ne kadar alakadar olduğu hakkında sulh konferansında pek kuvvetli bir kanaat hasıl ettiğinde şüphe yoktur. İngiltere Fransa ve İtalya gibi pek azim müslüman tebaaya malik olan devletler kendi menfaatleri icabatı olarak Hilafet mes’elesinin kudsiyet ve istiklali esasını muhafazaya pek büyük bir ehemmiyet vermek mecburiyetindedirler. Şu halde ye’se düşmeyelim. Fakat hakkımızı aramaktan sesimizi i’la etmekten de vazgeçmeyelim. Hakıkat yükseliyor ve yükselecektir Çünkü Allah büyüktür. Osmanlı Devleti’nin mukadderatı hakkında müheyyic endişe-aver haberler efkar-ı umumiyyede teessürler galeyanlar hasıl ediyorken hukuk-ı İslamiyyeyi müdafaa edecek bir kimsenin bulunmadığı hakkımızda verilen karara ise adalet-i ilahiyyeye intizaren kabulden başka bir çare olmadığı derpiş olunuyorken evrak-ı havadis Hindistanlı dindaşlarımızın sırf uhuvvet ve hamiyet-i İslamiye’nin sevkiyle hukuk-ı Hilafet ve devleti müdafaa sebatkar ve azim-perver bir mücahede ile bu vazifeyi bugünkü vaz’iyetimizin muvacehe-i tehdidinde bahş ettiği ümid ve teselliden ziyade istikbal hakkında kuvvetli bir kanaat evet atinin hiç de karanlık olmadığına dair samimi bir beşaret bahş etmiş olduğundan dolayı bizi daha fazla memnun etmiştir. Mukadderatımız hakkında karar verilirken müslümanların müdahale ederek pek vahim tehlikelerden bizi kurtarmak Makam-ı Hilafet’i sıyanet etmek aleyhimizde coşan köpüren adavetleri intikamları iskan etmek böylece mukadderat-ı İslamiye’nin tezlil edilmesine mümanaat hususunda ciddi ve müessir teşebbüsler ilk def’a vuku’ buluyor. Uhuvvet-i İslamiye’nin ilk tezahürü karşısındayız demek istemiyoruz. Avrupa saha-i medeniyyetinde alem-i İslam’ın en muazzam diyarından olan Hindistan müslümanları hukuk-ı meşru’amızı öyle bir kuvvete dayanarak müdafaa ediyorlar ki şimdiye kadar bu kuvveti hesaba katmamak adetti. İşte şimdi bu kuvvet-i mu’azzama kendini Avrupa’ya pek yakından tanıtıyor. Bu tanışmanın hakkımızda hayırlı olacağı şüphesizdir. Bunun en kat’i te’siratını pek yakından göreceğimize eminiz. Hindistan müslümanları devletimizin istiklal ve temamiyyetini müdafaa ediyorlar. Osmanlı Devleti’ni parçalamak esası üzerine değil Osmanlı Devleti’ni teşkil eden hürriyet-i inkişafına malik olmakla beraber yekdiğerine merbut olarak ve nüfuz-ı Hilafet’i takviye ederek yaşamak esasına binaen tamamiyet-i mülkiyye ve istiklalimizi kurtarmak için çalışıyorlar. Hindistan müslümanlarının düşündükleri budur. Bütün müslümanlar Hindistanlı dindaşlarımızın bu kanaatine iştirak ederler. Sulh konferansına Hindistan müslümanlarının temenniyat ve arzularını İngiltere’nin Hindistan Nazırı Montagu ile Ağahan ve Bikanir Mihracesi tebliğ etmiştir. Hindistan Mecusileri de müslüman vatandaşlarına bu babda müzaheret etmişlerdir. Devlet-i Osmaniyye’nin parçalanması tehlikesi üzerine alem-i İslam’da hasıl olan bu heyecanın netayicinden olmak üzere İngiliz Fransız gazeteleri de hakkımızda tebdil-i lisan eylemişlerdir. The Times bir nüshasında diyor ki: “İstanbul’da beynelmilel bir idare te’sisi ileri sürülmekte ise de buna karşı Mister Montagu Ağahan Bikanir mihracesi ve Hind meclisi azası zat-ı hazret-i padişahinin İstanbul’dan çıkarılması Hindistan’da bir takım müessif halat husulünü mucib olacağı fikrini dermiyan eylemişlerdir.” Diğer tarafdan The Morning Post’da doğrudan doğruya Türk milletinin ihmal edilecek bir kemiyyet olmadığı nokta-i nazarını müdafa’a eylemektedir. Türklerin hasail ve mezaya-yı mühimmeye malik olduğunun İngilizler tarafından i’tiraf edilmekte olması herhalde lehimizde az çok bazı tahavvülat vukuuna delalet etmekte olması itibariyle şayan-ı dikkattir. Ancak bizim de alem-i İslam’ın gösterdiği metanet ve gayretle mütenasib bir ciddiyetle ahvali derpiş ederek hukukumuzu müdafaaya gayret etmekliğimiz muktezidir. Ehl-i İslam’ın dilhahı üzere vazifemizi ifa ettiğimiz takdirde bu ciddi muavenetin bütün semeratını iktitaf ederek hayat ve istiklalimizi ve bilhassa mevcudiyetimizi kurtarmaya muvaffak oluruz. Herhalde biz vatanımızı kemal-i cesaretle hakkın azametine milletin mu’sumiyetine hukukumuzun meşruiyyetine ve alem-i İslam’ın müzaheretine istinad ederek en beliğ ve en yüksek sada ile müdafaa ederek haksızlıklardan yabancı ellere düşmekten parçalanmaktan sıyanet etmeliyiz. Osmanlı İmparatorluğu’nun bir kısmını unutmayalım. Emin olalım ki Arab ile Türkü ayıracak bir sulh bizim için faidesiz ve muzırdır. Türkü alem-i daima tehdid altında bulundurmak Türkün inkişafına mani’ olmak için onu Arab’dan yahud Kürd’den tefrik etmek hiçbir vakit alem-i İslam’ı memnun etmez. Türkü böyle bir hal-i muhasaraya giriftar etmek bahasına Arabistan’da vilayat-ı Şarkiyyede hıristiyan nöbetçiler mekten maksad yine Türkün Arabın hürriyet-i inkişafını takyid etmek intibah-ı İslam’a hail olmak değil de nedir? Binaenaleyh bilhassa bu noktaya dikkat lazımdır. Biz hem Türk hem Arabın hukukunu müdafaa ederek her ikisinin istiklal ve hürriyyetini istihsale gayret etmeliyiz. Alem-i İslam’ın nokta-i nazarı budur. Ve bu nokta-i nazarı tahakkuk ettirmek hususunda zahir olacağında hiç şüphemiz yoktur. Siyaset-i İslamiyye’nin ehemmiyeti ve te’siratı hakkında evvelce pek de ihtimamkar olmayan Alemdar refikimiz hadisat-ı ahire dolayısıyla baladaki sername ile derc ettiği mühim bir başmakalede ber-vech-i ati beyan-ı mutala’a ediyor: “Anadolu’dan Hind’e müntehi yol üzerinde şimale ve cenuba sarkarak temadi eden vasi’ bir kısm-ı arzda bir Allah’a ve bir peygambere iman eden müslümanların öz topraklarında yaşamak hakkını hiç kimse ihlal edemeyecektir. Asırlardan beri İslam arasında nifak ve şikakı ber-taraf eden halife ve makam-ı Hilafet bütün satvetiyle muhafaza-i mevki’ edecektir. Su-i idare ile birbirinden ayrılık gösteren müslümanlar arasında birlik te’min edilmelidir. Artık bu cereyanın önüne geçilemez. “Gördük ki minarelerden aks eden dualar hepsinin kalblerini nedamet-i hakıkiyye ile doldurdu. Tebşirat-ı Furkaniyye ma’na-yı tammıyla tecelli ediyor. Türkün müslümanın hukukuna riayet olunacak an-ı mühim geri dönmemek üzere hulul eylemiştir. Fakat sulh henüz gelmedi ve gelmesi daha bir müddet teehhür edecek gibi görünüyor. Kökünden sarsılan Avrupa medeniyeti bugün birçok cereyanları teemmül ediyor. Milletler hep bir ağızdan hak istiyor. Bunu milletlere vaad eden Amerika vaadini incazda teehhür ediyor. Emperyalist Kapitalistler meydanı bol buldular. Öyle olmasa idi bu harbde nüfusu kadar Türk ve müslüman feda ettiğimiz bir Yunanın vaad ve taahhüd ettiği asayiş ve istirahati ihlal edememesi lazım gelirdi. Amerika’dan çıkacak ilk sada-yı nefret ve tel’inin her şeyi yoluna koyacağını ümid etmemek umumiyyesinin o hür memlekette senelerden beri devam eden neşriyat-ı muzırra ile zehirlenmiş bir halde olduğunu asla hatırdan çıkarmayalım. Bununla beraber heyecanlarımızın şikayetlerimizin en mühim bir ma’kes bulacağını zannettiğimiz muhit Anglo-Sakson muhittir. Bizi Amerika’dan daha iyi tanıyan İngilizlerin bu hususda Amerika’ya muavenet etmeleri lazımdır. Avrupa’dan tedricen Selanik’e yaklaşan yeni maraz-ı ictima’i Asya’dan ve Anadolu üzerinden Bosfor’a dayanmazdan evvel İngiltere Fransa ve İtalya’nın gözlerini açmalarına “Bir Halife’nin emrine tabi’ olmayı Kur’an’ından öğrenen müslümanlardır ki bu gibi cereyana hail olabilirler. Esasen hakk u adl telkın eden din-i İslam zekatıyla mantıkı bir Bolşevizmi ibadetiyle emsalsiz Sosyalizmi adat ve ahlakıyla lekesiz bir Demokrasiyi on üç asır evvel te’sis ve te’min etmiştir. Ahde vefa mazluma merhamet acize muavenet İslam’ın rehber-i hareketidir. İslam arasında hiçbir millet Türkler kadar İslam’ın bu mezayasını göstermemiştir. Tarihi karıştırınız Avrupa’da acz ve zarurette kalmış milletlere cenah-ı atıfetini açmış yegane millet Türklerdir. Her tarafdan düşmanlarla muhat bulunduğumuz şu an-ı felaketimize bakmayalım. Bizim dünyanın her tarafında takdir edileceğimiz zaman ölçülecek kadar yakındır. Fransa suret-i daimede Almanya’yı tarassud altında bulunduramaz. İngiltere ila nihaye Fransa’nın nigehbanı olamaz. İtalya şimdiden arası açık olan Yugoslav cihetinden gelecek mehalike ma’ruzdur. Söndürülmek Prensipleri’yle söndürülebilecektir. Yunanı mevzu’-ı bahs edecek mahiyette göremeyiz. Fakat İngiltere ve Fransa’nın menafi’-i hakıkiyyeleri Türkün elinden tutmaktadır ve Türkü şunun bunun menafiine feda etmemektir. Dünyayı bir garnizona çevirmek mümkün olamayacağını elbette bu iki muhtar milletin müdrik diplomatları da takdir edeceklerdir. Hiç olmazsa bizimle temas eden İngiliz ve Fransızlardan edindiğimiz fikir bunu müeyyiddir. Amerika’yı da yine bu iki millet tenvir edecektir. Yaşayan görecektir: Türk ve Türkiye ölmeyecektir.” Kanunievvel tarihinde Kıbrıs’ın merkezi olan Lefkoşa’da Kıbrıs Müftüsü faziletli Mehmed Ziyaeddin Efendi hazretlerinin riyaseti altında yetmiş bin İslam’ın her köy ve kasabatından gelen meb’uslardan mürekkeb olarak ictima’ eden Meclis-i Umumi-i Milli’de ber-vech-i ati karar ittifak-ı ara ile ittihaz edilmiştir. Şöyle ki her vakit düştükçe cezirenin Yunanistan’a ilhakı mes’eleni meydana getirerek cezire ahali-i İslamiyyesini rencide eden Rum vatandaşlarımız bu kere dahi sulh-ı umumi-i daimi kongresi in’ikad edeceği münasebetiyle hissiyat-ı milliyyelerini tekrar izhara kıyam ettiklerinden biz Kıbrıs müslümanları Rum vatandaşlarımızın işbu harekat ve mutalebatını şiddetle red ve protesto ederiz. Ve buna mukabil biz ahali-i müslime dahi kendi hissiyat-ı milliyye ve hamiyet-i vataniyyemizi izhar ile ceziremizin mukadderatı mezkur kongrede mevzu’-ı bahs olduğu sırada cezirenin sahib-i meşru’u olan ve Hilafet-i İslamiyye ve Saltanat-ı Aliyye-i Osmaniyeyi cami’ bulunan Devlet-i Aliyyemize terk ve iadesini yegane emel-i millimiz olmak suretiyle temenni ve istirham eyleriz. İstihbaratımıza göre Kıbrıs ahali-i İslamiyyesi evvelce olduğu gibi bu def’a dahi cezire hakkındaki mutalebat-ı milliyyelerini müdafaa etmek üzere Avrupa’ya meb’uslar göndermişlerdir. Geçen şehr-i Nisan zarfında Londra’da bulunan Hindistan müslümanları reisi tarafından gönderilen bir ta’mim üzerine derhal Kıbrıs’da merkez-i vilayet olan Lefkoşa’da ve Larnaka Limsem Baf Mağosa ve Girne kazalarında ahali-i müslime cami’-i kebirlerde ictima’ ederek merkez-i Hilafet’in İstanbul şehri bulunması ve Türkiye’nin hiçbir mukasemeye uğratılmamasını te’min na Clemenceau’ya hissiyat-ı İslamiyye ve milliyyelerini Mevsukan alınan haberlere göre bu mukaddes cem’iyet-i büsat-ı siyasiyyede bulunmaktadır. New Journal’ den: “İzmir’e asker ihracıyla Osmanlı tasfiyesi mevzu’-ı bahs olduğu zamandan beri ancak yirmi dört saat geçti. Fakat böyle garib bir işe girişenler kendilerini bir yılan deliğine sokmuş olup olmadıklarını suale başlamışlardır. Evvela muhtezırın birden bire sıçramasını derpiş etmelidir. Hasta adam kendisinin vefatından bahsedildiğini birçok def’alar işitti. Fakat bunu işite işite nihayet kendisi de inanmamaya başladı. Aksi te’sirler bu kadarla da kalmıyor. Bütün alem-i mektedir. ma’nidardır. İngiltere’nin Hindistan Nazırı Mösyö Montagu günkü ictima‘ında ihtaratta bulunmuşlardır. Bu hadise badi-i hayret olacak hiçbir şeyi muhtevi değildir Hindistan’da müslüman unsuru nüfus irfan ve bilhassa tahta merbutiyeti hasebiyle en mühim bir sınıfı teşkil etmektedir. İngiltere hakimiyetinin kasırgasında rehayab olması ancak ve ancak İslam unsuru sayesindedir. İngilizler bunu asla unutmamışlardır. Denilebilir ki İngiltere alem-i İslam’a karşı politikasında yalnız Hindlileri gözetmek emr-i ehemmiyle mütehassis olmuş ve bu politikasına ancak bu meşgaleyi esas ittihaz eylemiştir.” Osmanlı hükumetinin sulh konferansına da’vet edildiği haberi intişar eder etmez endişe-nak bir sevinç muhitimizi kapladı. Sevindik çünkü hukukumuzu müdafaa üzerimize terettüb eden vazife-i mu’azzamayı layıkıyla ifa edip etmeyeceğimiz hakkında deruni tereddüdler hissettik. Bu endişemiz hiçbir vakit ma’sumiyetimizden yahud hakkımızın meşruiyetinden zerre kadar şüphe ettiğimizden meşruiyeti gün gibi aşikardır. Biz harbe karıştık; kabus-ı akvam olan Rusya’nın tecebbüründen kurtularak hürriyet-i vasi’ mikyasda tahammül ettik hakk-ı hayatımızı taarruzlardan sıyanet emeliyle Avrupa düvel-i merkeziyyesinin saffında harb ettik. Çünkü İ’tilaf zümresi bizden yüz çevirmiş bizim son senelerde başımıza gelen felaketlere amil olmuş bizi zerre kadar korumamıştı. delail-i mukniasıyla isbat etmek iktiza ediyor. Bundan maada memleketimizin harb dolayısıyla işgal olunan kısımları var memleketimizin bazı aksamının haksız bir surette Ermenilere Yunanlılara ve daha başkalarına peşkeş edilmek istendiği müşahede olunuyor. Memleketimizin harb esnasında işgal olunan kısımları Filistin Suriye ve Irak’tır. Buralarda serapa müslümanlar sakindir. Bu müslümanların istiklal ve hürriyetini te’min büyük vazifemizdir. Ermenilere verilmek istenilen vilayetlerimizde Ermeniler bir ekalliyet bile teşkil edemeyecek derecede azdır. Buralarını Ermenilere vermek tahammül olunmaz bir zulümdür. Ve zaten bu gayr-i kabil-i tahakkuk bir şeydir. tında bir takım devletlerin kuva-yı askeriyyesi dahil olduğu malumdur. Bu haksız ve lüzumsuz işgallerin def’i için Bundan maada pek ince bir takım mesail-i iktisadiyye ve maliyye var. tişar eder etmez bütün bu mesail-i muazzama birden bire hatırımıza geldi. Bunları layıkıyla tenvir ettiğimiz takdirde hakkımızı istihsal uğurunda pek mühim bir adım atmış oluruz. Fakat bu adımı atmak için bundan bu mesaili kemal-i ciddiyyetle tetebbu’ etmiş memleketimizi hakkıyla tanımış tarihimizi layıkıyla anlamış mevkiimizin nezaketini vaz’iyyetimizin icabatını hayat-ı beynelmilelde ifa ettiğimiz vazifeyi muvazene-i cihanda na-kabil-i ihmal bir keyfiyet teşkil ettiğimizi kemal-i ihata ile takdir ettikten maada memleketin hayatıyla cidden alakadar vatan aşkıyla mütehassis imanlı murahhaslara ihtiyacımız olduğu tezahür eder evet bu ma’sum ve mazlum milleti bütün fezailiyle şiyem-i merdanesiyle kabiliyet-i hayatiyyesiyle temsil edecek murahhaslar milletin mukadderatını tesbit edecek mukarrerata vaz’-ı imza ediyorken milletin hayatını yeis uçurumlarına değil inkişaf ve teali sahalarına isal; millet bundan böyle makhur ve perişan değil ihtiyar ettiği fedakarlıklar ve tahammül ettiği şedaidin mükafatını ihraz ettiğine iman eden mümessiller. Milletin sulh konferansına i’zam edeceği murahhaslar bu şeraiti haiz oldukları takdirde millet kendisini cidden temsil etmiş olduğuna kanaat ederek kemal-i i’timad ve Fakat sulh konferansında bizi temsil edecek murahhaslar olur olmaz şeylere kanacak milletin menafiini bir takım teşrifata feda edecek karşısına dikilecek mevanii yıkmakta izhar-ı acz ederek tabasbus ve tezellül ile milletin kadrini tenzil edecek olursa millet hiç şüphesiz böyle murahhasların ecnebilerin doğrudan doğruya hakkında ittihaz edecekleri kararları kabul ederek hiç olmazsa mazlum mevkiinde kalmayı ve adalet-i ilahiyyeyi beklemeyi tercih eder. Hele bilhassa murahhaslarımız alem-i İslam’ın hakkımızda retlerden a’zami derecede istifade te’min eder rabıta-i İslamiyyenin ehemmiyetini anlar adamlardan olması şart-ı a’zamdır. Yoksa Müslümanlığı Murahhaslarımızın intihabında bu hususata kemal-i ehemmiyetle dikkat olunması pek lazımdır. Hilafet-penah efendimiz hazretlerinin mazhar-ı i’timadı olacak ve binaenaleyh ümmet-i İslamiyye’nin de son ümid-i necatını teşkil edecek zevatın yukarıda beyan ettiğimiz şartlara haiz olacağı azade-i iştibahdır. Biz buna eminiz ki sulh konferansına böyle azimet ettiğimiz takdirde herhalde muvaffakiyet ümidleri pek kuvvetli olacaktır. Hükumet-i seniyyenin iflas etmiş siyasetlere güvenmeyerek ve hukuk-ı İslamiyyeyi asla ihmal etmeyerek bu kar-ı düşvarı kemal-i azm ü celadetle tahakkuk ettermeye ait mesaisinde muvaffak bil-hayr olmasını temenni eyleriz. Geçirmekte olduğumuz günlerin nezaket ve ciddiyetini lüzumu kadar ehemmiyetle takdir ve teslim ettiğini bilhassa şu son haftalardaki tezahürat-ı muhtelife ile göstermek Bir milleti yekdiğerine rabt eden ve onlara metanet bahşeden yegane zincirin ancak habl-i metin-i diyanet olduğu unutulmamalıdır. Binaenaleyh İstanbul’un bir muhafızı olmakla beraber aynı zamanda bir ferd-i müslimi olmak sıfatıyla da dindaşlarıma tavsiye ederim ki alenen nakz-ı sıyama her ne suret ve her ne sebeble olursa olsun cür’et edenleri her işime tercihen derhal şer’ ve kanunun emr eylediği ceza ile tecziye edeceğim. Muhadderatımızdan evamir-i diniyye ve adab-ı milliyyeyi rencide edecek derecede lazime-i tesettüre riayet etmeyenlerle din-i mübinin çizdiği hudud-ı muaşereti tecavüz edenleri veli veya zevci kim olursa olsun halas-ı le harekette muztar kalacağım. Burada gençlerimize de hitab etmek istiyorum. İleride güzel Türkiye taht-ı saltanatı etrafını tezyin edecek bir çiçek olmaya namzet bulunan gençlik goncalarımızdan enzar-ı millet ve bilhassa ağyar önünde bizleri nevmid edecek hal ve vaz’iyyette bulunanlar olur na-münasib mahallat ve ictima’ata devam edenler görülürse bunları da bilhassa bir veli kalbiyle ferdanın kurtarılmasına feda ederek cezalandıracağımı kat’iyyen tebliğ eylerim. adab ve diyanete harekat ve sekenatını tatbik edeceklerinden emin olarak müsterihim. Cenab-ı Hak bütün müslümanlara mağfiret ihsan eylesin. Muhakkikın-i ulema-yı İslamiyye’den Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye a’zasından Medresetü’l-Mütehassisin ve Darülfünun müderrislerinden fazıl-ı şehir İzmirli İsmail Hakkı Beyefendi hazretlerinin bu ünvan ile ilm-i kelama dair mühim bir eserleri bu hafta intişar etti. Nazariyyat-ı kelamiyyenin felsefe-i cedide ve ihtiyacat-ı asriyyeye göre tevsii suretiyle ilk def’a olmak üzere te’lif ve neşr olunan bu eser-i güzinin ehemmiyet-i azimesini anlamak nın suret-i zuhuru- müte’ahhirin ilm-i kelamının suret-i zuhuru- müteahhirin ilm-i kelamının el-yevm gayr-i kafi olduğu- ihtiyacat-ı asriyyeye muvafık bir ilm-i kelamın programı- ilm-i kelamın ta’rifi- mevzuu- faide ve gayesimebnasımertebesi ve vech-i tesmiyesi- tarik-i enbiya enbiya tarikleri ve turuk-ı İslamiyye- selefiye tariki veya tarik-i Kur’an- Kur’an-ı Mübin’in tarik-i da’veti- tevhid-i kevniyye ve diniyye- medar-ı ilim ve ibadet- Kur’an-ı Mübin’in nazar-ı akliyi emrettiği- irade-i kevniyye ve diniyyeKur’an-ı Mübin’in vücud-ı Sani’ hakkında irae eylediği delail-i akliyye- müsebbebatın esbaba irtibatı- Cenab-ı Hakk’ın halk ve emrindeki hikmeti- Kur’an-ı Mübin’in hem muhkem hem müteşabih olduğu- iman bil-kaderiman bi’ş-şer’- selefiye tarikinin esasat-ı seb’ası- Kitab ve Sünnet ile nehy olunan umur-ı seb’a- mütekellime tarikitarik-i Kur’an ile tarik-ı ehl-i kelam arasındaki farklarehl-i kıblenin ihtilaf ettikleri mesail- ehl-i sünnet-i amme ve hassa- ehl-i hak ve dalal- ehl-i bid’atin şiar ve usulüMarika veya havaric mezhebi- Marika şu’beleri- el-yevm mevcud olan İbaziye Mezhebi ve Yezidiye Kavli- hangi ehl-i bid’atin el-yevm bakı kaldığı- Şia-i ula mezhebiusul-i selase-i Şia- Keysaniye Mezhebi- Zeydiye MezhebinaaşeriyeAhbariye ve Usuliye mezhebleri- Mütavile ve Keşfiye mezhebleri- İsnaaşeriyye’nin usul-i din ve mezhebiBab-ı tevhiddeki imamiye fırkaları- İmamiye’nin Bab-ı nübüvvetteki mezhebi- Fırak-ı Şia’nın imametteki mezhebi- Fırak-ı Şianın meaddaki mezahibi- İmamiyece edille-i şer’iyye- Galiye fırkaları- Nusayriye mezhebinin esası- Mukanna’iyye ve Hulmaniyye mezhebleri- Hallaciye ve Duruz mezheblerinin esası- Mezheb-i Şianın keyfiyet-i hudus ve tefrikası- fırak-ı Şia’nın keyfiyet-i intişarıduat-ı Şia- havass-ı mezahib-i Şia- Ehl-i Sünnete olan matainin asılları- niyabet-i imamet- fıkh-ı Şia- ruvat-ı ulema-i Şia- kütüb-i Şia- Nasıbe ve Rafıza ve Marika aralarındaki farklar- Ehl-i Sünnetin bu üç mezahibden beri olduğu. Fiyatı yirmi beş kuruştur. Taşra için posta ücreti yüz paradır. Hukuk Matbaası’nda basılmıştır Eşref Edib Zeccac kavl-i keriminin tefsirinde diyor ki: “Ratk fatkın zıddıdır.” denilir ki “çatlağı yapıştırdım güzelce yapıştı” demektir. Cenab-ı Hak buyurmuş oluyor ki: “Semavat ve arz evvelce biri birine mülasık şey’-i vahid idiler. Sonra fezadaki hava vasıtasıyla onları biri birlerinden ayırdık” Zeccac’ın şu tarz-ı tefsiriyle ulema-yı hey’etin yeni efkar ve mülahazatı arasında nasıl mümaselet-i tamme bulunduğu meydandadır. Sadede rücu’ edelim. Evvelce geçen ayetler Cenab-ı Hakk’ın insanlar üzerindeki büyük büyük ni’metlerinden bir kısmını serd ve beyan ediyordu. Bu ayetlerde insan nasıl bidayeten toprak olduğu halde yed-i kudretle yoğrularak tesviye edilerek insan şekl-i bedi’ini aldığı zikr ediliyor. Müteakıben nazm-ı kerimiyle insan Cenab-ı Hak tarafından kendine yeryüzünde nasıl bir nüfuz ve kudret bahşedildiğini arzın sathında a’makında nebatat cemadat hayvanat namına her ne varsa kaffesi ne suretle irade ve kudretine müsahhar edilmiş olduğunu teemmül ve tedebbüre da’vet olunuyor. Şu kadar var ki bu serd edilen deliller sayılıp dökülen büyük büyük ni’metler erbab-ı küfr ve mülahazasına binaen Cenab-ı Hak son ayetle onları ayrıca da alem-i ulviyi insanın hiçbir vechile nüfuz ve te’sirini ulaştıramadığı acaib-i sun’ ve hilkate zerre kadar akıl erdiremediği o kainat-ı uzmayı tefekküre sevk etmiştir. Kur’an bir kere zümre-i muanidini arzın şark ve garbına sath ve a’makına icra-yı nüfuz etmekte kendisi için gayet tabii bir hak ve salahiyet gören kimse menzilesine tenzil ediyor. Müteakiben ona avalim-i ulviyyeye atf-ı nazar ettiriyor. Ve onlara haber veriyor ki şu görülen ecram-ı münire vaktiyle kıvılcımlar saçarak alevler neşr ederek fezada seyahat eden duhan kütlesinden ibaret Ve bir çok meratib ve etvardan geçirdikten bir tesviye ve ta’dile ma’ruz bulundurduktan sonra o parçaları fezada hareket ve seyahat eden karanlıklarda nur saçan ziyadar birer küre şekil ve kalıbına ifrağ etti. Fakat bu ameliye-i tekvin lehv u lu’b fikriyle değil pek büyük bir gaye ve hikmet ilcasıyla yapılmıştı. bahs ettiğimiz avalim-i ulviyye ve süfliyye miyanında onun mahsul-i yed-i kudreti olmayan hiçbir şey bulunabilir mi? vasf-ı kerimiyle mevsuf olduğu halde alemde hiçbir şeyin onun daire-i ıttılaından haric kalmasına imkan tasavvur olunur mu? Hulasa buraya kadar geçen ayetler Cenab-ı Hakk’ın kulları üzerinde ne gibi ni’metleri olduğunu izah ve beyan maksadıyla sevk edilmiştir. Bu ayetlerle bize anlatılmak hayat kisvesine büründüren arzın zahir ve batınına taBaşmuharrir sarruf ve hakimiyet kudret ve kabiliyetini veren sırf Allah’ın lutf u in’am-ı mahsusudur. Bu ayat-ı kerime Cenab-ı Hakk’ın tecelliyat-ı eltafını serd ve izah suretiyle tevhid-i Hakk’a da’vet ettiği kimselere mübdi’-i kainatın serair-i sun’ ve hikmetine bir derece daha nüfuz edebilmeleri için biraz da alem-i melekutta icale-i efkar etmelerini teklif ediyor ve onlara semavat aleminin ne büyük bir sun’ ve hikmet eseri olduğunu anlatmak için onun mahiyet-i ibtidaiyyesinden bahsederek diyor ki: Şu gördüğünüz tabakat-ı ulviyye evvelce ma’deni ve türabi bir takım ecsam-ı zatiyyeyi havi başlı başına fezada kaim bir kütle-i duhaniyye idi. O zamanki şekil ve mahiyetleri i’tibariyle bu ecram ne üzerlerinde zi-hayat bir cismin istikrarına yarar ne de şu feza-yı gayr-i mütenahide mübdi’-i hakimin ezelde ta’yin ettiği kanun-ı hadisat icabatına tebean böyle muntazam devreler icra edebilirdi. İşte o kütle-i duhaniyyeyi bir takım meratib-i tekamülden geçirerek bu şekl-i vücuda oldu. Ancak insanlar arasında öyleleri de var ki melek ve melekut alemlerinin akıllara hayret veren bunca havarik ve ayatını görürler de ondan istifade etmek ders-i ibret almak ciheti hatırlarından bile geçmez. Kitab-ı kainat üzerinde kudret-i kahire-i ilahiyyenin la-yuad delailini okurlar da bu hal dalal ve tuğyanlarını artırmadan başka bir te’sir husule getirmez. İşte Kur’an insanlar arasında bu sınıf halkın mevcudiyetini nazar-ı dikkate alarak hidayet yollarını telkın ederken bu gibileri de merkez-i rüşd ü felaha celb ve imale edebilmek emeliyle telkınatına daima mev’iza-i hasene terdif etmiş güzel güzel meseller darb ve iradıyla hakayık-ı diniyyeyi nazarlarında bütün vuzuhuyla tecelli ettirmek vesailini diriğ eylememiştir. Ayat-ı sabıkada Cenab-ı Hak vücud-ı zatını natık ve müeyyid olarak teşrih ettiğimiz tarzda bir takım delail serd ettikten sonra küfür ve inadı bir türlü elden bırakmayan meleklere karşı bile kendine nasıl imtiyaz vermiş olduğunu anlatmak istiyor. Ve bu maksadla Resul-i Emin’ine gelecek ayetin tazammun ettiği muhavere ve münakaşayı münkir-i tevhid olanların sem’-i ıttılaına iblağ etmesini emrediyor. Bu münakaşa Cenab-ı Hakk’ın halife-i arzı nasıl balçıktan yarattığını sonra nasıl ruh nefh ettiğini ve ona melaike-i mukarrabini bile hayrette bırakacak esrar-ı acibe ve hikem-i baliğa tevdi’ eylediğini göstererek vadi-i huşua celb etmek maksadıyla sevk ve irad edilmiştir. Mütercimi: Mehmed Şevket DINI MÜCEDDİDLER “Yine Musa Efendi diyor ki; mezheblerin hududunu lı akıl en büyük hüccet-i ilahiyyedir mutlaktır hududun biriyle mahdud değildir. Mezahib-i erbaanın hududunu kırmalı aklın hürriyyetini te’min etmeli” s. Haşim Bey bu satırları yazdığı sayfanın sonunda da şöyle söylüyor: “Celal Nuri Bey galiba Tarih-i Tedenniyat ’da ictihad kapısının mesdudiyetine i’tiraz ediyor. “bab-ı ictihadın mesdudiyeti” cümle-i mücerredesiyle li?” Bab-ı ictihadın açık durması İran müslümanlarının necatına faide vermediğini Haşim Bey kendiniz söylüyorsunuz. Şu halde biraz evvel Musa Efendi’ye peyrev olarak: “Mezahib-i erbaanın hududunu kırmalı aklın hürriyetini te’min etmeli.” derken ne demek istediniz? “Hulasa Türk-Osmanlılar yanlış fena sabit kaidelere merbut kaldılar. Yaşamak şeraiti dünyanın öbür ucunda değişti. Hayat için yeni kaideler keşf olundu. Halbuki Türkler sabit kaideleri tatbikte devam ettiler. Şimdi dahi öyle” s. Evet yaşamak şeraiti dünyanın öbür ucunda değişti çünkü fünun ve sanayi’ terakkı etti. Lakin rica ederim: Türk-Osmanlıların merbut kaldığı yanlış fena sabit kaidelerden maksadınız olan ahkam-ı diniyye onları hangi nafi’ ve ciddi teşebbüslerinden men’ etti? Yol yapmayın şimendifer yapmayın vapur yapmayın ma’denlerinizi yer altında bırakın yahud imtiyazını yok bahasına ecnebilere satın ticaret etmeyin sa’nat öğrenmeyin para kazanmayın kazanılmışları israf edin sefahet edin kavileriniz zulm etsin diğeriniz boyun eğsin tezellül etsin hem servetlerinizi hem biri birinizi yiyin bitirin mi dedi? “Türk-Osmanlılara ilk devirde muvafık gelen dini kaidelerin sonra muvafık gelmemesi şundandır: Menşei Arabistan olan dinin kaideleri ilk Türklere muvafık geldi. Çünkü onlar da Arab bedeviler seviyesinde idiler. Sonra Türk hayat-ı ictima‘iyyesi değişti. Halbuki kavaid sabit kaldı.” s. Din-i İslam’ın Arab bedevilerine veya o seviyedeki eden insanlarca mer’i olabilmek için neş’et-i ulası ve halet-i asliyyesi üzerinde ta’dilata muhtac bulunduğunu söyleyenlerin dine nasıl bir nazarla bakmakta olduklarını erbab-ı dikkat takdir eder. Bunlar bir tarafdan dine hurafat karışmış aslına irca’ etmek lazım derler ve bir tarafdan da menşei itibariyle Arab bedevilerine göre bir din olduğunu söyleyerek aslını istihfaf ederler. “İslam Dini tek bir adam tarafından tebliğ olunmuştur.” s. Tabii din böyle olur. Bir cemaat tarafından el birliğiyle vaz’ ve tanzim edilmez ya. “İslamiyet’de onun için büyük bir sabitiyet var” s. Bu da pek tabii değil mi ya? “Umur-ı diniyyede hakıkat tanınan her şeyin bütün a’sar-ı atiyye tarafından hakıkat olarak kabulünü bir lahza kabul etsek bile…” Nasıl? Sen dinin sözünde hiç sebatı olmayan mütelevvin adamlar gibi bugünkü sözünü yarın kendisi tekzib eder bir hal-i bi-kararide olmasını mı istersin? Böyle her gün bir şekl-i tashih ahzine muhtac olan dinin semadan münzel olmasına ne lüzum var? Bunu herkes yapabilir matluba ve ihtiyaca muvafık gelmediği anda değiştirilecek değil mi? İşte müceddidlerin dini böyle olmalıdır. “Demek istemiyorum ki esasata da taalluk eden kaideleri yani Kur’an-ı Kerim’ in esas hükümleri tağyir olunabilir yahud tağyir olunsun.” Kur’an-ı Kerim’ in esas hükümlerinin ne gibi şeyler olduğunu bilseniz bu sözünüzde de durmazsınız. ayet-i kerimesindeki kelimesi bildiğimiz faiz ma’nasında anlaşılmış.” Başka daha münasib ma’nası varsa söylemeli idiniz. “Sonra mevrid-i nasda ictihada mesağ ve tasrih mukabilinde delalete i’tibar olmadığı hakkında da iki kaide-i fıkhiyye var. İşte bu suretle ulema-i İslam faizi tahrim etmişler.” Bu kaideleri tasvib etmiyor musunuz? Mansus ve musarrah olan hükümlerde de ictihad ve ta’dil cereyan etsin mi? Biraz evvel: Kur’an’ın esas hükümleri tağyir olunsun demek istemiyorum diyordunuz. “Faiz; sermayenin gıdası ve bu haysiyetle sermaye tedavülünün yani ticaretin mihveridir. İngiltere’nin Hindistan hükümranlığı İngiliz sermayesinin Hindistan servetini Hindlilerin kanını bel’ etmesiyle izah olunabilir.” Haşim Bey faizi medh mi ediyor? şeklindedir. Müellif ye tahrif ediyor. gerek ma‘na ve gerek teleffuz i‘tibariyle lisanımızda dan başka bir şey olmadığı halde ba-i memİnsanın alnı terlemeden kendi oturup da parasına para kazandırmak usulleri Avrupa’da Sosyalistlik gibi müfrit meslekler doğurmuştur. Maamafih biz burada Şeri’at-i İslamiyye tarafından ribaya karşı vaz’ edilen hükm-i tahrimin hikmet-i ictima‘iyyesini serd ve beyan etmeyeceğiz. O büyük bahsi buraya sığdırmaya çalışmayacağız. Çünkü pek çok zamandan beri Türk-Osmanlı hükumeti faizi fiilen kabul ve tatbik etmekte bulunmuştur. Yani Şeri’at-i İslamiyye’nin artık bu yüzden memleketin terakkısine engel olması kalmamış ve lakin memleket yine terakkı edememiş iktisadiyatını düzelterek necat ve i’tila yoluna girememiştir. Binaenaleyh Haşim Bey’in faiz hakkındaki hükm-i şer’i üzerine yürüttüğü serzenişler modası geçmiş bir şikayeti tazelemek ve şikayete mahal kalmadığı tebeyyün ettikten sonra yine şikayette ısrar etmek derecesinde ma’nasızdır. “Lakin acaba kelimesinden maksad hakıkaten bildiğimiz faiz midir.” Lafz-ı Kur’an’ın hala şeklinde olduğunu zannetmekte devam ediyor. “Sonra fahr-i kainat efendimiz pek ali bir düstur vaz’ ediyorlar: Yani akıl ile nakil tearuz ederse aklın nakle tercihini irade buyuruyorlar ki dinin ihtiyac-ı beşere daima muvazi bir hal-i temevvücde bulunması bundan daha açık ve kat’i bir lisan ile söylenemez.” Öyle bir hadis mahfuzum değilse de cümle-i mezkure Haşim Bey’in verdiği ma’naya muvafık gelmek üzere tarzında olmak lazım gelir. Kendisinin zabtına göre ma’nası maksudunun aksine çıkar. Lakin müellifin Arapça bilmediği yukarıki sözlerinden de anlaşılmıştı. Sonra delil-i aklinin nesh ü tashih kabul etmemesi cihetiyle nesh ü tashihi kabil olan delil-i nakliden kavi olduğunu ulema-i İslam evvelden beri kitablarında düsturü’l-amel ittihaz etmişlerdir. Fakat nakli te’vile mecbur eden delil-i aklinin ta’yini için muhakemelerinde mizin aklı kifayet etmeyeceğini hatırdan çıkarmamalıdır. “Din-i İslam’ın kaidelerini nazara sabit gösteren telakkılerden biri de vakıf hakkındadır: “Şart-ı vakıf nass-ı şari’ gibidir.” Kaide-i fıkhiyyesiyle vakfın vech-i tahsisini te’yid ediyorlar. Vakı’a ortada bir “istibdal” kaidesi varsa da bu vech-i tahsisi değiştiremiyor. Çünkü vakıfın şartı şariin nassı gibi kabul olunmuştur” Eslaf-ı ulema arasında bu kaidenin aleyhinde bulunanlar da vardır. Bunu iltizam eden ekseriyet ise hukuk-ı tasarrufiyyenin mahfuz ve mukaddes olması lazım geleceğini düşünmüşler emval ve emlak-i vakfiyye vakıflarının hayatında sahib olduğu mallarından ibaret bulunduğuna ve herkesin malında istediği gibi tasarruf etmek hakkı hukuk-ı medeniyye ve esasiyyenin en mühimlerinden birini teşkil etmekte olduğuna nazaran ashab-ı evkafın şeraitini nazar-ı i’tibara almak mes’elesi pek kolaylıkla tenkıd edilemeyecek bir esas-ı ma’kule müsteniddir. Müellifin: “Evkafın bu kadar çok olmasının sebebi dindarlıktan hayır işlemekten ziyade ammenin nef’ini te’minden ziyade yağma-gerlerin malik oldukları serveti eski zulüm ve ve akarın yüzde doksan dokuzunu kendilerine evladlarına te’min ederek bunun yüzde birini de bir cami’ bir medrese veya bir tekkeye tasadduk etmelerinden neş’et etmiştir.” Sözü ise tarihin verdiği su-i zan ile husule gelmiş bir tahminden ibarettir ki bu tahmin ne kadar haklı olursa olsun tafsil ve izah talebine karşı filan vakıfın filan cihete tahsis ettiği mal… Filan yerden gasb olunmuştur… Diyebilmek mümkün olmayacağından kavanin-i hukukiyye nazarında böyle sözlerin beş paralık kıymeti olamaz. Ayrıca teessüfe şayan bir mes’eledir ki bu sözleri Mekteb-i Hukuk diplomasını haiz olan Haşim Bey söylüyor. “Şartü’l-vakıf ke-nassi’ş-şari’” kaidesi böyle amiyane sözlerle değil ilmi surette münakaşaya layıktır. Ve öyle bir münakaşa neticesinde olabilir ki bu kaidenin muarızları hak kazanırlar. Şimdi ben burada da yalnız şunu söylerim: Bu kaidenin şimdiye kadar mahfuz kalması ayn-ı isabet olmuş ve bu sayede “varidatı devlet bütçesinin nısfına muadil olan” emval ve emlak-i vakfiyye bize kadar intikal etmiş. Eğer emval-i evkafa hükumetin istediği gibi el uzatmasına büyücek bir mani’ teşkil eden o kaide olmasaydı bu büyük servet-i İslamiyye’nin de ihtimal ki yerinde yeller eserdi. “Salisen İslam Cemaati arasında bir sürü müstehlik yaşatıyor insanın sa’yden başka bir şeyi olmadığını beyan buyuran şari’-i a’zamın emri hilafında medreseler faidesinden ziyade zararı olan yüz binlerce milyonlarca efradile doluyor.” ri’-i a’zamın beyanından maksadı: ayet-i kerimesidir. Bu ayeti teceddüd-perverlerimiz pek çok okurlar. Ve lakin ma’nasını pek az anlarlar. O cümleden olarak Haşim Bey’in de ayet-i kerime hakkındaki tarz-ı telakkısi muhtac-ı tashihdir. Sure-i Necm’de vaki’ olan bu ayet-i kerimenin ma-kablini ve ma-ba’dini bilenler ahirete ait bir hükmü mübeyyin olduğunu anlamakta güçlük çekmezler. Eğer dünyaya ait mesai murad olunsa ayetin havi olduğu kasr da sahih olmamak lazım gelirdi. Çünkü dünyada insanlar sa’yleri lahık olmadığı şeylerden de istifade edebilirler. Miras bunun en meydanda bir misalidir. Sonra miras gayrın mesaisinden haklı olarak istifade etmektir. Halbuki dünyada bunun haksızlarına bile vukuat müsaid olabilir. İşte ayet-i kerimenin hemen üzerindeki kavl-i şerifi ile beraber ahirette herhangi bir insan diğerin cürmünden mesul ve mutazarrır olmayacağı gibi istifadesinin de kendi mesaisine münhasır kalacağını natıktır. Üstündeki kavl-i şerifin de nice yanlışlıklara haksızlıklara cilvegah olan dünyaya ait olmadığı malumdur. Müellifin talebe-i ulumu müstehlik addederek bunların fukaraya muavenet maksadıyla yapılan imarethaneleri mebani-i hayriyye değil de adeta müessesat-ı muzırradan göstermesi de pek garibdir. Medreselerin imaretlerin hal-i hazırı suret-i idaresi vacibü’l-ıslah olabilir. Fakat medreselerin imaretlerin herhalde maarife ve insaniyete hadim asar-ı nafiadan olduğuna ve bizim için bunlar daima istifade sermayeleri idadında bulunduğuna şüphe yoktur. Hele medrese ve mektep sakinlerini hazırdan taayyüş etmeleri itibariyle müstehlik addetmek vaktiyle cahil bir maarif nazırımızın: “Mekatib masarıfı olmasa maarif bütçesi yoluna girecek” demesine benzer bir şeydir. tehliktir. Şu halde fukara için hiçbir şey; hatta hastahane bile yaptırmamalı. Zira müstehliklere melce’ olacak! “Hıristiyanlık’da da sabitiyet var idi. Ve bunu idame liva-i isyan altında toplananlar sabit kaideleri yıktılar.” Hıristiyanlık’da da vaktiyle sabitiyet olduğu gibi bu sabitiyetin Musevilik’de de hala mevcud olduğunu müellif bir sayfa yukarıda söylemiştir. İslamiyet’de de sabitiyet var ki bunun şimdiye kadar kalmasından şikayet olunup duruyor. Bütün bunlardan anlamalı idi ki din denilen şey sabit olur ve insanlar tarafından değiştirildikten sonra artık yenisine din denmez dinsizlik denir. “Din-i İslam’da reforma dinin hakıkatine nüfuz için hareket çoktan başladı. Şeyh Muhammed Abduh Cemaleddin-i Efgani Kazanlı Musa Efendi Bigiyef ve nihayet garbın efkarına başka dinlerin mütununa vakıf oldukça le çalışan İslam gençlerinin hareket-i fikriyyesi işte bütün bunlar bir gün gelecek dinin hakıkatini İslam’ın sem’-i melinden yıkarak dinin asil ve ali kaidelerini onun yerine bahs etmek üzere sözümü burada kesiyorum.” O bahisde de sizinle görüşeceğiz. Yalnız dine ait olan şu büyük iddialarınıza karşı her yerde şu suali size irad edeceğim: Dine hakıkaten inanıyor musunuz? Her şeyden evvel buna doğru bir cevab veriniz. Bir de biraz aşağıda gelecek olan “Avrupa medeniyetinin yanlış telakkısi” bahsinde Avrupa’dan hazır elbise gibi getirilen ve ruhumuza tevafuk etmeyen maarifin meşrutiyet-i idarenin aleyhinde bulunurken müellifin şöyle bir sözü vardır: “Avrupa şimdiye kadar silahla feth ve istila edemediği şarkı esaret altına almak için son bir çare buldu: Kitablarıyla mektepleriyle şarkın genç zeki dimağlarına bir takım mechul esrar-amiz idealler ilham ediyor zavallı gençler hararet ve şebabla belde-i hulyaya koşuyorlar.” de dinimiz üzerinde de reforma icra edilmesi tarzında hasıl olan genç ve hararetli arzularla din-i İslam’ın eski kaidelerini temelinden yıkmak mes’elesinin de ruhumuzun son istinadgahını yıkmak derecesinde tehlikeli bir şey olmadığına Haşim Nahid Bey emin midir? Gerek matbuatta ve gerek haricde gittikçe mütezayid bir surette mevzu’-ı bahs olan vesayet manda mes’elesinin bugünlerde daha ciddi bir sahaya intikal eylediği görülüyor. Şekli ne olursa olsun vesayet altına alınmak mıza ve erbab-ı fikrimize mütehattim bir farizadır. Keşke bu münakaşat-ı ilmiyyeye daha evvel başlansa ve mes’ele binnetice icma’-ı umumiye bağlansaydı da mecburiyet-i kat’iyye tahakkuk etmeksizin ve en müsaid şerait ta’yin ve tesbit edilmeksizin vasi intihabına kalkışmak ve imza toplamak ve saire gibi hafifliklere meydan verilmemiş olsaydı. Henüz şerait-i sahihasına vakıf olamadığımız bu vesayet veya vekalet mes’elesi ister en hafif şeraiti haiz bulunsun isterse şeklen himaye usullerinin haricinde olsun herhalde hükumeti yani istiklalimizi bir takyid-i harici altına alacağında şüphe yoktur. İstiklal ile takyid-i harici ta’rifleri icabı bil-bedahe iki emr-i mütearız bulundukları cihetle ikisinin birden vukuu mümkün olamaz. Şurası var ki hal-i ıztırarda galiblerin amaline ser-füru etmemek kabil değildir. Çünkü mağlubiyetimiz acze istinad etmiştir. Ben yalnız devlet nokta-i nazarından düşünmekle kalsa idim Salahaddin Bey biraderimizin netice-i mütalaatına iştirak edemezdim. Bu hususdaki kanaatim galiblerin amal-i hakıkiyyesini anladıktan sonra düsturunu ele alarak en müsaid şeraitle en muvafık vesayeti iltizam etmek olurdu. Ve halin iman-ı ictima’ilerinin netice-i tekhini olarak tam gayr-i tabiiliğin nim gayr-i tabiilikten daha ziyade sür’atle hal-i tabiiye avdet etmesine intizaren mütebakı menafi’-i müsbeteyi de gaib etmek istemezdim. Lakin mes’eleye İslamiyet yani Hilafet nokta-i nazarından bakılırsa başka türlü düşünmek icab ediyor. mizi enzar-ı kariine koymaya çalışacağız: sallAllahualeyhi vesellemin halifesi olmak üzere emr-i din ü dünyada riyaset-i umumiyyeden ibarettir diye ta’rif ediyorlar. Gerek bu ta’rifden ve gerek kütüb-i diniyyemizin bu babda verdiği izahattan anlaşılıyor ki Hilafet yalnız mesalih-i diniyyenin emr-i temşiyyetindeki riyaset yani riyaset-i ruhaniyye değildir mesalih-i diniyye ve mesalih-i dünyeviyyenin memzucen emr-i temşiyyetindeki riyaset-i umumiyyedir. Gerek dünyevi ve gerek dini mesalihin emr-i temşiyyetinde kuvvet ve şevket esas bulunduğu cihetle Hilafet’in sıhhatinde Saltanat esas ittihaz edilmiştir. Hiçbir suretle makam-ı Hilafet Vatikan gibi bir hale ifrağ edilemez. Gerçi Hilafet’de mutlakiyet yoktur kavanin-i şer’iyye asayiş i’lan-ı harb musalaha muahede akdi teşkilat-ı mülkiyye ve idariyye gibi şer’in hal ve zamana göre re’y ve ictihada bıraktığı ahkamda dahi meşveretle mukayyeddir. Fakat bu iki nevi’ kuyud haricinde bulunacak her türlü kuyud riyaset-i umumiliğe münafidir; ve bittabi’ yerine yazılmıştır. “Tamamı elde edilmeyen tamamen de Hilafeti gayr-i sahih kılar. Bize tatbik olunacak vesayet her ne şekilde bulunursa bulunsun bizim için ceza-yı mağlubiyet olduğunda şüphe yoktur. Harb-i hazırın tevlid ettiği hükumetlere tatbik olunacak vesayet nasıl gayr-i reşidiyet vesayeti ise bize tatbik olunacak vesayet de sulh-i umumi mahkemesinin kararına mukterin vesayet-i hacrden başka bir şey değildir. Hukukiyat-ı siyasiyye mebadisi ve mevzuaları üzerine müesses kıyasat-ı mantıkıyye netayici ne olursa olsun vesayet halifenin velayet ve riyaset-i umumiliğini duçar-ı ihlal edecektir. Çünkü Hilafeti tasarrufat-ı kavliyye ve fiiliyyesinin en mühimlerinin infazından men’ eyleyeceğinde şüphe yoktur. Eğer men’ etmeyecekse vesayetin lağv ve haşv olması lazım gelir ki bu cihet de bittabi’ hatıra getirilemez. Vasi olacak hükumet bir hükumet-i İslamiyye olmayacağı cihetle hilafeti zahiren kurtarmak için te’vil-i şer’i bulmak da gayr-i mümkündür. Eğer vasi bir hükumet-i kadar Hilafet-i Abbasiyye’de müteamil eşkalin yerine tevfikan mes’ele zahiren kurtarılmış olurdu. Çünkü halife olan zat gerek bilkülliye ve gerek kısmen vezaif-i riyaseti am veya has olarak ehline tefviz edebilir. Yani ehil olmak şartıyla istediğini a’mal-i ammede velayet-i amme da velayet-i amme için naib kılar bir iklim veya hıttaya mahsus emaret-i müstakille gibi. Veya a’mal-i ammede velayet-i hassa için naib kılar; Kadılkudatlık ve umumi başkumandanlık gibi. Veyahud a’mal-i hassada velayet-i hassa için naib kılar; ta’bir-i hazırımızla iradeli memuriyetler gibi. İşte müluk-ı tavaif ile Hilafet arasındaki vaz’iyet zahiren birinci ve ikinci suretlere temas ettiriliyordu. Müluk veya umera dahi mümkün olduğu kadar bu şekli muhafazaya çalışırlardı. Halbuki halife de naibini tebdil veya tefviz ettiği velayeti icabında tahsis kudreti yok idi. Bunun içindir ki hukukiyyun-ı İslam olan eimme-i dinin bir çoğu şerait-i hilafeti noksan gördükleri cihetle bu zamanlardaki hilafetlerin sıhhatine kail olmamışlardır; lakin ekseriyet eimme-i din zahirine nazaran Hilafet’in sıhhatini tasdik etmişlerdir. Esasat-ı İslamiyye’den muktebes şu izahattan anlaşılır ki vesayetle hilafetin ictima‘ı dinen gayr-i caizdir. Bu halde galiblerimiz bize vesayeti bizzarure kabul ettirirlerse emr-i Hilafet’in ne şekil alacağını bir mes’ele-i Ma’lumdur ki nasb-ı Hilafet amme-i müslimin üzerine vacibdir buradaki vücub farz-ı kifaye ma’nasınadır. Yani aktar-ı İslamiyye’nin birinde şerait-i lazimeyi haiz bir Hilafet mevcud olursa diğer aktarda bulunan müsliminden vücub sakıt olur. Bu vücub o derece kat’idir ki keyfiyet-i vücub da ihtilafdan kat’-ı nazar Havaric’den Uveymir’in etbaı müstesna olmak şartıyla bütün fırak-ı da fırak-ı İslamiyye miyanında Uveymiriler’den de kimse kalmamıştır. Bu halde eğer emr-i Hilafet münhal olursa her ferd-i mükellef üzerine nasb-ı halife farz olur. Hatta şu vazife-i diniyyeyi icraya amade ve müterakkıb bir halde bulundurmak için her ferd üzerine zamanında şerait-i lazimeyi haiz bir Hilafet ve evsaf-ı meşruayı cami’ bir halife bulunduğunu bilmesi farz kılınmıştır. Bazıları halifenin gibi eimme-i dinden bazıları halifenin ismini bilmekle beraber gözüyle görmenin farz olduğunu beyan etmişlerdir. Hilafet inkıtaa uğrarsa mes’elenin ne şekil alacağı kestirilemez. Bu hal alem-i İslam’da şekil ve mahiyet i’tibariyle müslümanların bu farzı edaya nasıl teşebbüs edecekleri levazım-ı edayı istihsal mevaniini istisal gibi furuz-ı mütetabiayı edaya ne yolda tevessül eyleyecekleri hakkında bir şey denemez. İhtimal ki bu farz beyne’l-müslimin ihmal edilerek nesiyyen mensiyya bir tarafa atılır; ve mansıb-ı Hilafet artık mevki’-i ihtiramını yalnız tarihde muhafaza eyler. İhtimal ki kuvvetli ve har bir surette iştirak-i Acaba bu azim mes’eleyi merkez-i Hilafet’i diğer bir mahalle nakl ile halletmek kabil değil midir? Mes’ele beyne’l-müslimin bir mes’ele-i müştereke olduğu cihetle esasat-ı İslamiyye nokta-i nazarından bu ciheti dahi mütalaa edelim. Evvel emirde mesned-i Hilafet olmak üzere müstakil bir Saltanat-ı İslamiyye lazımdır. Eğer Saltanat-ı Osmaniyye vesayet altına girerse va esefa ki istiklalini muhafaza etmiş veya bizzat eline almış anasır-ı istiklali havi ve erkan-ı saltanatı cami’ bir Devlet-i İslamiyye göremiyoruz. Sonra da eğer böyle bir devlet-i İslamiyye bilfarz mevcud olsa Hilafet’i bu devlette tesbit etmek icab eder ki bu da gayet mühim ve hemen hal-i hazıra göre gayr-i mümkün bir mes’eledir. Çünkü şart-ı esasinin tahakkukundan yani müstakil bir Saltanat-ı İslamiyye mevcud olduktan sonra onda Hilafet’in sübutu üç suretle mümkündür. Nass mine’r-resul . Nass mine’l-halife . Bey’at-i umumiyye. İki evvelkisi bil-icma’dır. Üçüncüsüne ehl-i Şia muhalifdir. Bazı fukaha-i Irak kahr u istila ile de imametin sübutuna tarafdar olmuşlarsa da cumhur-ı ulema bey’atile te’yid edilmedikçe sıhhatini iltizam etmemişlerdir. Bilad-ı İslamiyyeyi istilası altına alabilecek bir hükumet-i İslamiyye’nin hal-i hazırda zuhuru tasavvur bile edilemeyeceğinden muhtelefün-fih olan bu son suret-i sübut kale alınmaya bile değmez. Nass mine’r-resule gelince: Halifeler halife-i resul oldukları cihetle Peygamber’imizin nasb eylemiş olduğu bir halifede sübut-ı Hilafet’in kat’i olacağı şüphesizdir. Fakat Hazret-i Ebabekir r.a hakkındaki nass bile bil-işare olduğu ve bey’at ile itmam edildiği cihetle sırf nazari olan bu suret-i sübutun hiçbir kıymet-i tatbikiyyesi yoktur. Şu halde sübut-ı Hilafet nass mine’l-halife ve bey’at-i umumiyyeye münhasır kalır. Nass mine’l-hilafe ise halifenin şerait-i hilafeti cami’ bir zatı kendine veliahd ta’yin etmesi demektir. On üç asırdan beri dört veya beşi müstesna olmak üzere bütün hilafetler bu yolda sabit olmuştur. Veliahd edilen bey’at-ı umumiyye şart-ı sübut olmak üzere Bey’at-ı umumiyye ile iki hilafet teessüs etmiştir. Biri Hazret-i Muaviye’ye olan hilafettir ki Beni Ümeyye’ye da Hilafet Abbasilere geçmiştir. Şu iki bey’at-i umumiyyenin safahatı ve bıraktığı hadisat-ı tarihiyye ma’lumdur. Hilafet’in Osmanlılara geçmesi ise Sultan Selim tarafından Arabistan ve Mısır’ın istilasını müteakibdir. Sübut-ı Hilafet ahir-i hulefa-yı Abbasiyye olan Mütevekkil AlAllah’ın Sultan Selim’i istihlaf etmesiyle yani Sultan Selim’i veliahd nasb ettikten sonra kendini hilafetten azl etmek suretiyle sabit olduğu gibi ayrıca bey’at-i umumiyye tarik-i sübutla da istihsal edilmiştir. Şu izahattan anlaşılır ki Hilafet’in Saltanat-ı Osmaniyye’den saltanat-ı İslamiyye’nin mevcud olmasına saniyen bu saltanatın reisine amme-i müsliminin bey’at eylemesine mütevekkıfdır. Halbuki bu iki şartı halen tahakkuk ettirmek mümkün değildir. Hilafet hakkında verdiğimiz izahat-ı sabıkadan şu neticeyi elde ediyoruz ki eğer Saltanat-ı Osmaniyye vesayet teselsilen gelen riyaset-i umumiyye-i müslimin bizzarure duçar-ı ınkıta’ olacaktır. Biz bu netice-i muhtemeleye karşı bizzarure la-kayd kalamayız. Milyonlarca tebaa-i gerektir. Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye’nin avan-ı teşekkülünden şimdiye kadar bu müesseseden bir istifadeye destres olamadık. Acaba niçin? Bize kalırsa bunun en esaslı sebebi Darü’l-hikme’ye ta’yin olunan a’zanın mesailerini tanzim edememesidir. Ne yapmak lazım geldiği ma’lum olmayınca hiçbir şeyin yapılamaması pek bedihidir. Darü’l-hikme gibi a’za-yı fazılası miyanında pek çok mütefekkirin ve ulema-yı muhakkıkın-i İslamiyyeyi toplayan bir müesseseden biz pek mühim pek nafi’ hizmetler bekliyoruz. Muhitimizi kaplayan dalaletlere ahlaksızlıklara; ümidimizi zehirleyen bedbinliklere yeislere deva-saz olacak asar-ı himmeti hep oradan bekliyoruz. Memleketin en şiddetli en tehlikeli buhranlara duçar olduğu bu avan-ı musibette Darü’l-hikme’nin hepimizi olmasını istiyoruz. Felaketlere nasıl mukavemet edeceğiz hangi yolu ta’kıb edeceğiz. Nasıl kurtulacağız. Bütün bu hususatta Darü’l-hikme’nin sada-yı ikazını dinlemeye teşneyiz. Halbuki Darü’l-hikme’nin sükun ve sükut devair-i hükumet sulh hazırlığıyla meşgul iken niçin Darü’l-hikme de milleti hazırlamaya bezl-i gayret etmiyor? Bütün efrad-ı millet başımıza gelen felaketin izalesi için ne yapmak lazımsa hemen ibzal-i gayrete amade iken Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye niçin halka rehber olmuyor? Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye gibi bir muhit-i fazl u irfanın böyle bir zamanda eser-i hayat göstermemesi doğrusu bizi pek müteessir ediyor. Bu teessürümüzde pek haklı olduğumuza kimsenin tereddüd etmeyeceğine kaniiz. Millet mütefekkirin ve ulema-yı İslamiyye’den ani’l-münkerle mükellef olan ulema-yı İslamiyye’nin en büyük vazifesidir. Biz eminiz ki Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye’nin a’za-yı muhteremesi vazifelerini hüsn-i takdir ediyorlar. Fakat yukarıda dediğimiz gibi bu vazifenin ifasına en büyük mani’ tanzim-i mesai hususunun şimdiye kadar kat’i bir surette tekarrur etmemesidir. Bir müessesenin mesaisini tanzim etmesi mesaisini saha-i istifadeye nakl edecek vesaiti istikmal etmesi o müessesenin devam-ı hayatını tekellüf eder müfid bir müessesenin ölmeyeceği pek tabiidir. Binaenaleyh bir müessesenin esna-yı te’sisinde evvela bu hususatı te’min etmek zaruridir. Halbuki Darü’l-hikme’nin saik-i te’sisi mehakim-i şer’iyyenin Meşihat’den alınmasını müteakib daire-i Meşihat’de kalan boşluğu herçi badabad doldurmaktı. Böyle olunca bu müessesenin mahkum-ı akamet olması pek tabiidir. İşte bundan dolayıdır ki Darulhikme şimdiye kadar ortaya bir eser koymadı. Ve koyamazdı. Darulhikme’nin elinde ancak ayda bir kere çıkan Mecmu’a-i rü’l-hikme a’zasından bazı zevatın makalatını muhtevidir. Darulhikme ancak bu kadarcık bir vasıta-i neşriyyeye malik. Halbuki Ceride-i İlmiyye’ ye şu birkaç makaleyi yazmak Darulhikmeyi te’sis etmeden de olabilirdi. Ceride-i binaenaleyh günün birinde lüzumsuzluğuna ve devletin hazinesinden mühim bir meblağ bel’ ettiğine binaen ilga olunmasından korkulur. Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye ciddi bir ıslaha mazhar olmazsa pek tabii olarak bu akıbete giriftar olacaktır. Binaenaleyh bu müesseseden istifade etmek hem de hayırlı düşünüp yapmalıdır. Darü’l-hikme’nin saik-i teessüsü ne olursa olsun bu müessese cidden lazımdır. Bu müesseseden pek mühim Yukarıda dedik ki memleketimizi istila eden dalaletleri ahlaksızlıkları ancak bu müessesenin asar-ı himmeti yi ifa etmesi için her sınıf halka hitab eden müteaddid ve mükemmel vesait-i neşriyyeye; halkı konferanslar hitabeler irad ederek tenvir için baştan başa memleketi dolaşarak esbab-ı inhitatımızı tedkık ve tetebbu’ ederek köylüye dinini ve dünyasını öğretmek için bir hey’et-i cuda getirmek için herbiri mensub olduğu ilimde mütehassıs olmakla beraber İslam gayesine hizmet ettiği asarıyla sabit olan bir hey’et-i mütefekkireye malik olması muktezidir. Böylece Darü’l-hikme memleketin hayatında mühim bir rol oynayan bir müessese-i İslamiyye halini alır memleketin kurtulmasında en büyük hizmeti ifa eden bir müessese olur. Ve asar-ı feyzi bütün alem-i İslam’a şamil olur. Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye’nin ta’dad ettiğimiz vesaite malik olması için evvela gerek memleketimizin gerek yesini toplaması lazımdır. Mısır’da Hindistan’da vesair memalik-i İslamiyye’de nice nice e’azım-ı İslamiyye var ki bunların bir arada toplanarak çalışmasından bütün alem-i İslam müstefid olur. Mesela: Hamdi Efendi ile İzmirli Mısırlı Şeyh Abdülaziz Çaviş Ruhu’l İslam nam eser-i muazzamını İngilizce ile te’lif buyuran Emir Ali Efendiler gibi zevat-ı muhteremenin Darülhilafe’de toplanmasıyla ve bunlara hey’et-şinas coğrafya tarih tıb ve sair teşekkül edecek Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye’nin fevaidi tasavvur olunsun. Bunların hepsi de İslam’ı medeniyet-i vakit Darulhikmeti’l-İslamiyye teşekkül etmiş olacaktır. O vakit Darulhikme’de devamlı ve pek hayırlı bir hareket başlayacaktır. Ve bu muazzam hareketin ortaya koyacağı eserler pek büyük olacaktır. kemal-i ihtimam ile derpiş ederek Darulhikme’yi seri’ adımlarla vadi-i ilgaya gitmekten kurtaracaklarına ve bu surette mazhar-ı ıslah olması için çalışacaklarına şüphe yoktur. Darü’l-hikme’nin bu hale ifrağı için iktiza eden fedakarlığa katlanmak mukabilinde memleketin alem-i bu uğurda ibzal-i fedakariden geri kalmaz. Herhalde şimdilik mümkün olan ıslahata başlayarak Darü’l-hikme’ye cidden hüsn-i hizmet etmesi me’mul olan zevatın alınması ve intizam-ı mesaiyi te’min yolunda bezl-i gayret edilmesini makam-ı mualla-yı Meşihat’den temenni eyleriz. vech ile akıl ile kelamdır. Bunlar haricindeki bütün kuva ve sıfatı hayvanatta vardır. Belki de hayvanatın çoğu birçok cihetlerle insanlardan daha kuvvetli ve daha kolaylıklıdır. ma’rifetullah vacibe-i celilesinin cilve-nüma-yı husul ve vabestedir. Hakıkat akıl ile kelam Cenab-ı Hakk’ın en ulvi ve en şerefli ve yalnız eşref-i mahlukat olan insana Aklın büyüklüğü şeref ve kıymeti hakkında pek çok sözler söylenmiştir. Biz bunları tafsil etmeyeceğiz. Cenab-ı Hakk’ın ilk yarattığı şeyin akıl olduğu hakkında hadis-i şerif vardır. Demek ki akıl bütün kainattan mahlukat ve mevcudattan akdem imiş. Kelamın büyüklüğü medar-ı nin husulü için kelama pek büyük ihtiyac vardır. Kelamın ulviyetini anlamak için Kur’an-ı Kerim’ in kelam-ı kadim olduğunu düşünmek de kifayet eder. Sonra peygamberan-ı izamın kaffesi mertebe-i ulya-yı kelam ile müşerrefdirler. Ez-cümle Hazret-i Musa aleyhisselam kelimu’llahdır. İsa aleyhisselam ta sabavetinde mazhar-ı kelam olarak izhar-ı mu’cize buyurmuşlardır. Fahr-i Kainat Efendimiz’in mu’cize-i celileleri ise zaman-ı ba’slerinde olduğu kadar bugün de yarın da her zaman ve her mekanda mertebesine yetişilemeyecek ve ahkam-ı kudsiyyesi bakı kalacak maddi ma’nevi haiz-i münteha-yı hikmet ve belagat bir feyz-i kelama mazhariyettir. Kelamın ehemmiyet ve ulviyeti mes’elesinde pek ileri giden mezahib-i sufiyye de vardır. Bunlar insanı insanlığı kelamdan ibarettir. Hatta hak öz söz birdir demişlerdir. Nitekim Gaybi: “Hak denilen özündür özündeki sözündür” demiştir. Biz buralara gitmeyeceğiz. Bizce ve umumiyetle müsellem olan bir şey varsa o da kelam insanın ve insanlığın lazım-ı gayr-i müfarıkı ve insana mahsus Allah’ın bir ni’met-i uzması olmasıdır. Makalemize sername ittihaz ettiğimiz sıdk-ı ahd ve sıdk-ı va’de varmak için böyle bir mukaddime serd etmekten maksadımız bunların hilafına hareketin nur-ı a’zam olan akıl ile mazhariyet-i kübra olan sözün şeref ve şanına hürmetsizlik olacağından ehemmiyet-i mes’eleyi din ve felsefe-i ahlakiyye nokta-i nazarından izah içindir. Felsefe-i ahlakiyyece vezaif-i ahlakiyye adalet ve şefkat vazifeleri olmak üzere iki sınıfdır. Adalete taalluk eden vazifeler hayata hürmet hürriyete hürmet akıl ve zekaya hürmet şeref ve haysiyete hürmet emvale hürmet esasları üzerine müessesdir. Adalet ve şefkat taksimi aynen -nesta’izü billahayet-i celilesini esas ittihaz etmekten başka bir şey olmadığı gibi adalet vazifeleri dedikleri de şeri’at-i İslamiyye’nin kabul ettiği ve hıfz-ı din hıfz-ı nüfus hıfz-ı neseb hıfz-ı akıl hıfz-ı ırz u namus hıfz-ı akıl ta’birleriyle bildirilen zaruriyat veya makasıd-ı asliyyenin mukabilleridir. Bunlara ait tafsilatı iktiza ettikçe ayrı ayrı arz etmek va’di söyleyelim ki bu başlıca herkesin akıl ve zekasına hürmet bahsine aittir. Fakat tevlid ettiği netayic nazar-ı hetlere de varabilir. Dinimizin bu mebhase ait nusus ve ahkamını arz etmezden evvel garb ahlakiyyununun da bu babdaki mütalaalarından icab eden sözleri iktibas edelim: Verilen sözü sadakatle her imzalanan mukaveleye her edilen taahhüde va’de tamamen ve kaçamak yapmaksızın hürmet etmek adaletin basit ve sıkı bir vazifesidir. Hiçbir sözleşme yoktur ki her iki tarafın tam bir samimiyet ve i’timadını istilzam etmesin söz almış olan kimse aldığı söze i’timaden bir takım teşebbüsat ve harekata cesaret edebilmiş olacağı cihetle sözü veren kimseden sözünün tamami-i icrasını istemek hakkını ne kadar haiz yapması da o kadar borcudur. Hukuk cihetinden böyle olduğu gibi ahlak cihetinden sözü veren kimse sözünü tutmazsa söz verdiği kimseyi bir insan gibi bir gaye gibi değil kendi keyfine menfaatine alet ve vasıta ittihaz etmiş olur ki bu ahlakın esasına münafidir. Çünkü insanı gaye gibi tutmak vasıta muamelesi etmemek ahlakın en mühim esası temelidir. Eğer verilen sözü tutmak layık olduğu ehemmiyetiyle nazar-ı i’tibara alınmasa iş nereye varır? Tabiidir ki alemde cem’iyet kalmaz. Çünkü cem’iyet her verilen söz mukaddesdir mebdei üzerine teessüs eden bir anlaşma neticesidir. Bu bir hakıkattir ki eski zamanlardan beri bilcümle ukala bu babda ittifak etmişlerdir. Hatta İrlanda’nın son asırda bulunup okunan asar-ı hukukiyyesinde “Eğer verilen şifahi sözler mecburi tutulmaz ise dünyanın nizamı bozulur”. “Üç hal vardır ki dünyayı halet-i nez’e getirir. Bunlar da veba harb-ı umumi verilen söze riayetsizliktir:” sözleri bulunmuştur. Menfa’at-i ictima‘iyye nazar-ı i’tibara alınmayarak sırf haysiyet-i şahsiyye nazar-ı i’tibara alınırsa birkaç türlü sözü olan kimse için hiç sözü yoktur kelam sahibi değildir demekten başka ne denebilir? Tabii birkaç türlü sözü olmak demek hiç sözü yok demektir. Böyle bir kimsenin verdiği söze hiçbir kimse i’timad etmez. Tabii alemde bundan ziyade sukut-ı ahlak alameti olamaz. Şimdi de bir kere söze sadık kalmamanın esbabını arayalım. Hiç şüphe yoktur ki bunun en birinci sebebi metanetsizliktir ki en esaslı bir faziletten seciyeden mahrumiyet demektir. Fransız şa’ir-i şehiri Kurney “Metanet adamı sözünün sahibidir” demiştir. Tahriri taahhüdlerin laken en ziyade nazar-ı i’tibara alınacak olan taahhüd şifahi taahhüdlerdir. Çünkü söz inkar edilebilir. Her ciddi muahede yazı ile olur. Şifahi muahedelerin çoğu hafifliktir. Onun için onların ciddi surette hürmet ve riayet olunmaları lazım gelmez diyenler vardır. Fakat erbab-ı hikmet bu sözleri pek çürük addetmiş ve namuslu bir adamın sözü yazı kıymetini haizdir demişlerdir. Meşhur ahlakiyat alimesi Madam Neke Dösosor: “Namuslu bir adamın ağzından çıkan söz ilelebed onun mahiyet-i ahlakiyyesini gösterir. Bu söz onun kendisidir. Her neye mal olsa tutacaktır” demiştir. Vakıa verilen söz insana pek pahalıya mal ve namuslu bir adamın istikameti birçok zararlara sebeb olabilir. Bu gibi ahvalde ahlaka riayetsiz adamlar o sözü feda edebilirler ve kendilerini ma’zur göstermek de isteyebilirler. Çünkü ahlakiyyundan bazıları: “Eğer bu dünyada herkes iyi ve sözüne riayetkar olsa idi verilen sözü tutmak hususunda en ufak bir kusur bile ma’zeret kabul etmez idi fakat bu dünyada kötülere karşı hud’a ile mukabeleye lüzum vardır.” demişlerdir. “Halbuki buna karşı başkası hile ediyor diye bizim de hile etmemiz lazım gelmez. İhtiyatlı davranarak doğrulukla hileyi hükümsüz bırakmak iktiza eder” cevabı verilmiştir. Bu hileye karşı hud’a isti’mali nazariyesi pek çok su-i samimiyetle hareket etmenin mümkün olamayacağını dır. Ez-cümle Makyavel bu hususda pek ileri gidenlerdendir. O esas olarak insanların fena olduklarını sözlerini tutmadıklarını kabul eder. Dünyada bunun çok def’a vaki’ olduğu farz edilse bile yine bizi taahhüdlerimize hürmet ve riayet etmekten men’ ettirmek için müretteb vahi iddiadan başka bir mahiyeti haiz değildir. Vakıa hüsn-i niyetlerimizi su-i isti’mal edenlere hilekarlara karşı ayrı bir muamele etmek lüzumu olsa bile bu gibi ahval bizim meslek-i ahlakımizi değiştirmek mahiyetini haiz olamaz. Verilen söze hürmette ne kadar kahramanlık edilebilirse o kadar ahlakı hareket edilmiş olur. Umumiyetle hürmet ve ta’zimlere layık görülen kimseler hep sözlerinin eri olan kimselerdir. Bunlar tarihlerde mezkurdur. Fakat bu hususda en ziyade şayan-ı dikkat olan bu faziletin medeniler nazarında pek dun görülen vahşilerde gayet yüksek bir mertebede olarak görülmesidir. Bir İngiliz seyyahının şu hikayesini nakl edelim: “İngilizler Santal kavminin isyanını bastırırken bir takım esirler almışlar. Bunları verdikleri söze i’timaden muayyen bir mahalde ücret ile çalışmak şartıyla uzak bir yere göndermişler. Onlar da gidip çalışmaya başlamışlar; fakat çalıştıkları yerde kolera zuhur ettiğinden duramamışlar. Ancak sözlerini yerine getirmek ve aldıkları fazla ücretleri muhafızlarına vermek üzere bila-istisna kaffesi geriye gelmişlerdir. Bunların adedi iki yüz kişi ve kat’ ettikleri mesafe otuz mil imiş. Görülüyor ki vahşi denilen bu iki yüz kişi paralar kemerlerinde olduğu halde otuz millik mesafeyi kat’ ederek tekrar mahbese girmeyi verdikleri sözü tutmamaktan nakz-ı ahdden müraccah bulmuşlardır.” Bundan anlaşılıyor ki verilen sözü tutmak fazileti fıtrat-ı insaniyyeye o kadar muvafıktır ki en ulvi tabaka-i beşeriyye için olduğu gibi en ibtidai kavimler için dahi lüzumu takdir edilmiştir. Taahhüdlerin bir de zımnisi vardır ki o da başlanan işin bütün avakıbını insanın üzerine alması demektir. Hakıkat insan yapacağı işin ne gibi netayic tevlid edebileceğini iyice nazar-ı i’tibara alıp ondan sonra işe başlamalıdır. Düşüncesiz ihtiyatsız olarak başlanmış ve ilk def’asında hiç ehemmiyetli neticelere müncer olacağı zannedilmemiş işler vardır ki gayet ehemmiyetli avakıb tevlid edebilir. İşte bunların mesuliyeti tamamen ve işe mübaşeret edene aittir ve bu da işe başlanmakla zuhur edecek avakıba tahammül edileceğine dair zımni bir taahhüde girilmiş olmasından münbaisdir. Şimdi gelelim sıdk-ı va’d bahsine.– Vaadeler de taahhüd gibidirler. Hatta zahiren en ehemmiyetsiz görülenleri bile bir taahhüd mahiyetini haizdirlir. Mes’ele ilm-i ahlak nokta-i nazarından böyledir. Çünkü insan vaad etmek veya etmemek hususunda muhtardır. Fakat vaad edince o incazı vacib bir taahhüd halini alır. O cihetle vaad hususunda dahi dikkatsiz bulunmak pek büyük bir hatadır. Bazı kimseler vardır ki mücerred tab’an hayırhah bulunmalarından dolayı kolayca vaad ederler. Hatta kendilerinden istenmeyen hizmetleri bile yapmak vaadinde bulunurlar. Bunların vaadlerini yapmak hususunda mühim bir hüsn-i niyetleri de vardır. Fakat bunlarda muzır olan cihet ilerisini düşünüp haylulet edebilecek müşkilatı ve vaadlerin insanı ciddi surette bağlayacağını derpiş edememek zaafıdır. O cihetle zuhur eden ilk müşkilat vaadlerini icradan feragat etmelerine badi olur. Bu ise hem kendi şerefleri hem de başkaları hakkında hürmetsizliktir ki gayet küçüklüktür. Vakıa vaad etmemenin gayet güç bir şekil aldığı vaz’iyetler vardır. Fakat ne olursa olsun vaad edip de incaz edememekten hafifdir. Binaenaleyh vaad etmek hususunda gayet ihtiyatlı davranmak pek lazımdır. İnsan için hem-nev’ine müfid olmak kadar lezzetli bir şey olamaz. Ancak bu vaad ettiğimizi ve belki daha ziyadesini yapabilmek sayesinde mümkün olur. Yapabileceğimizden ziyadesini vaad etmekle değil. Vaad etmenin birinci şartı istenen hizmetin hakkaniyetine muvafık ve bizim için icrası mümkün olmaktır. O cihetle bizden istenen şey haksız veya bizim için icrası gayr-i mümkün veya gayr-i muvafık ise tereddütsüz takayyüdsüz fakat nazikane bir i’tizar ile red etmeliyiz. Ciddi bir adam bundan gücenmez ve gücenen haksız gücenir. Zira hakıkati samimi bir surette söylemek hem insan için elzem olan vuzuh ve şeref-i şahsiye hem de bizden hizmet isteyen zatın kendisine borclu olduğumuz hürmet mukteziyatına muvafık bir vazifedir. Ancak bu sayededir ki karşımızdakini beyhude ümidlere ve kendimizi de vaad eder fakat tutmaz kimselerin gülünç vaz’iyetine düşürmekten kurtarabiliriz. Burada garb ulema-yı ahlakiyyununun asarından iktibas bitti. Şimdi de din-i İslam’ın bu mebhase ait nusus ve mukteziyatından bir nebze nakil ve zikr edelim: Din-i mübin-i İslam’da ahde vefa en lazım bir haslet-i celile olarak bildirilmiştir. Bu babdaki nususun kaffesini zikre hacet yoktur. Yalnız Neste’izübillah ayet-i celilesi bütün maksadı anlatmak terkinin mucib-i mesuliyet olduğunu pek aşikar surette gösteriyor. Sonra ayet-i celilesi felah mertebe-i aliyyesine nail olan ecille-i mü’mininin emanat ve ahidlerine riayet edenlerden olduğunu ne güzel beyan buyurur. büyük hasail-i insaniyyeden bildirdiği şüphesizdir. Nitekim peygamberan-ı izamın medh ü senalarında bu haslet-i celilelerle ittisafları da zikr u beyan buyurulmuştur. Hazret-i İsmail aleyhisselam hakkında şeref-nazil olan ayet-i celilesi bu cümledendir. pek büyük günah olduğu da kezalik nusus-ı Kur’aniyye’de tasrih buyurulmuştur. Neste’izübillah: Bu babda gayet sarih birçok ehadis-i şerife de vardır: ve hadis-i şerifleri verilen sözü edilen ahdi tutmanın iman ve hilayerine yerine ile Ahmed ibn Hanbel fının imansızlık muktezası olduğunu ne güzel gösterirler. Vaad hakkındaki hadis-i şerifler de ne kadar mu’ciz ve mucizdir: “ Vaad borçdur” ve “İnsanın vaad etmesi eliyle alması gibidir yani onun kadar borçtur” buyurulmuştur. Sonra “ Vaad edilip edilmemesi Sözü verirken yapmamak niyetini taşıyanlar nifak sıfatını taşıyanlardır ki bunlar iki yüzlü yahud iki dilli ta’birleriyle tavsif olunmuşlardır bunlar hakkında: “Kıyamet gününde Allah’ın kullarının en şerlisi bazısına bir türlü ve bazısına diğer türlü bulunan iki yüzlülerdir.” Ve “ Dünyada olmuştur. Verilen sözden dönmemek hususunda İncil -i Şerif’de dahi gayet vazıh ayat bulunduğunu erbabından öğreniyoruz. İşte insanlığın en birinci muktezası olan aklın ve kelamın ez-cümle Hazret-i Mesih’in: “Sözün ya evet evet yahud hayır hayır olsun bundan fazlası şeytandandır.” buyurmuşlardır. Şeref-i insaninin hüsn-i muhafazasına ait fezailin en mühimlerinden olan sıdk-ı ahd ve sıdk-ı va’d mes’elesine dair gerek garb Avrupa ve Amerika medeniyetinin kabul ettiği ahlak-ı felsefiyye muktezasını ve gerek din-i Hepimizin ıktifa ve tebeiyete borclu bulunduğumuz bu ahkam-ı celile bilcümle milel-i mütemeddine kübrasının ve ba-husus din ve felsefeye sarılmak hususundaki şöhret-i azimeleri ma’lum olan Amerika milletinin büyük Reis-i Cumhuru Wilson cenablarının pek ziyade riayet buyurmaları iktiza edeceği şüphesizdir. Ve minallahi’t-tevfik. Mütarekenin akdinden sonra karşı tarafda intişara başlayan rengarenk varakalardan bir çoğunun propagandacılığı her türlü kuyud-ı ahlakıyye ve nezahetten ari müstekreh bir şekle soktuklarını kemal-i hayretle görüyoruz: Asırlardan beri beraber yaşadıkları bütün servet yerine ü samanlarını medyun oldukları bir milletin hengam-ı felaketinde en menfur bir kin ile kuduran bu adamlardan necabet-i ahlakiyye bekleyecek değiliz. Fakat kendi hesablarına hiç olmazsa biraz insaf biraz haya göstermeleri Halbuki bu adamlar beşeri meziyetlerin bu kadarını olsun izhar edemediler. Müslümanların asırlardan beri hududlarda kan dökerek te’min ettikleri huzur ve sükundan acaba müteneffi’ olan kimlerdi? Türk gençleri ünfüvan-ı şebablarını hudud boylarında çürütürken memleketin menabi’-i servetini ellerine alan müslümanların yüzünden milyonlar kazanan İstanbul’un İzmir’in en dil-ruba mevki’lerindeki kaşanelerinin hariri koltuklarında bir hayat-ı iş ü saadet süren bu adamlar acaba Türklerden daha ne bekliyorlardı? Bir lutf-ı mahsus olarak verilen imtiyazlar sayesinde milliyetlerini lisanlarını edebiyatlarını alabildiğine inkişaf ettiren din ve akıdelerinde serbesti-i tamma mazhar olan ve bu hususlarda hiçbir suretle cebr u tazyik görmemiş olan kavimler acaba bu kadar müsaedatı Osmanlı ülkesinden başka bir yerde bulabilirler miydi?!.. Müslümanlar bu centilmenliklerinin mukabelesini ne suretle gördükleri bütün cihanın ma’lumu değil midir. Baştan başa bir Türk yuvası olan Tırhala’da acaba bugün kaç müslüman kalmıştır? Yedi sene evvel her bucağı müslümanlarla dolu olan Rumeli’de bugün mezarlardan bile nişan bırakılmış mıdır? Guya te’min-i asayiş için kanlarına bulamaktan başka ne yaptılar? İşte iki tarafın seciye-i tarihiyyesi!... Hakıkat bu merkezde iken Beyoğlu’nun ecnebi muhitine icra-yı te’sir etmek fikriyle neşr edilen varak-parelerin zavallı ma’sum Türkler hakkında tasavvur edilemeyecek isnad ve iftiralara her gün daha ziyade bir şiddet-i husumetkarane ile devam etmelerine bilmeyiz ne nam verilmeli? Bu varak-parelerden Spectator d’Orient’in hergün ru”serlevhasını yazmaktan pek büyük bir zevk aldığını görüyoruz. İnhilalini o kadar arzu ettiği zavallı vatanımızın bu meş’um baykuşu Haziran tarihli nüshasında cür’etkarlığı müslümanların mukaddesatına taarruz edecek kadar ileri götürüyor. “Günün Mes’elesi” serlevhası ve “ Kur’an Siyaseti ” ünvanı altında neşr ettiği bendde Türklüğe ve Müslümanlığa karşı beslediği kin ve husumeti kusuyor. Tasvir-i Efkar refikimizin Ramazan münasebetiyle derc ettiği mev’izaları vesile edinen Spectator d’Orient ; ecnebileri zehirlemek için alttan alta yürüttüğü tezvirata Müslümanlık hakkında lisan-ı nezahete yaraşmayacak fıkralar ilavesini de unutmuyor. Bu varak-pareye göre diğer milletler için meşru’ ve mukaddes olan her his Türkler için bir cinayettir. Diğer milletleri yükselten hissiyat ve mefkurelerin Türkler arasında Türk uyanmamalı müslüman benliğini öğrenmemeli Türkler mütemadiyen birbirleriyle boğuşmalıdır. Çünkü bunların nail-i amal olabilmesi buna mütevakkıfdır. Türklerde milli bir intibah dini bir teyakkuz şuurlu bir dır. Derhal bu varak-parelerde açık jurnaller müstekreh Tasvir-i Efkar refikimizin Furkan-ı Mübin’in ayetine istinaden müslümanların nifak ve tefrikadan sakınmalarını el ele vererek bir bünyan-ı mersus teşkil etmelerini tavsiye etmesi Spectator d’Orient’ i acaba neden o kadar çıldırtıyor? Onların istediği ve bin türlü vasıtalarla te’minine çalıştıkları neticeye muvafık olmadığı için mi? Evet Spectator d’Orient’ cilere göre Türkler birleşmemeli. Aralarında menfur ihtiraslar uyanmalı geçilmez uçurumlar açılmalı sönmez kinler feveran etmeli mukaddes vatanları parçalanırken onlar da fırkacılıkla birbirlerini parçalamalı. Ta ki beslenen emeller tahakkuk etsin. Türkler birbirleriyle boğuşurken Yunanlılığın emperyalizm ihtirasatı kolayca tahakkuk edebilsin! Spectator d’Orient ve emsali varak-parelerde gizlemeye lüzum görmedikleri bu maksadlar artık bizi uyandırmalı değil midir? Türklerin nifak ve tefrikalarından nelere intizar edildiğini görelim de hiç olmazsa şimdiden sonrası için el ele verelim çünkü muhitimizi kaplayan kabus-ı nifak bizi gayya-yı ademe sürükleyecek en büyük musibettir. Müslümanlara karşı dini vesayada bulunulmasından hiç de memnun olmayan Spectator d’Orient muharriri Moskopolos yalnız jurnalcilik ve iftira ile de kalmıyor. Aralarında yaşadığı muazzam bir milletin hissiyatına karşı ufak bir eser-i nezaket göstermeye de lüzum göstermeksizin Müslümanlık hakkında da bi-ser ü bün bir takım yavelerde bulunuyor. Türkçülük’den cihad i’lanından tutturarak şehrimizdeki ecnebilere tezvirkar bir jurnal veren Spectator d’Orient muharriri nihayet aynen şu satırları yazıyor. “Türkler peygamberlerinin hadislerini daima bir parola gibi anlamışlar ve bunu sefil ve zilletkar bir mutavaatla ehadisi içinde taşını kaldıramadıkları bir lahd-i ma’nevi ki alem-i İslam’da ıslahat yapmanın zamanı gelmiştir. Alem-i İslam’ın kısm-ı a’zamı anlamıştır ki kable’t-tarih fikirlerle hayat-ı asriyyeye girmek kabil değildir.” Türkler ve müslümanlar Peygamberlerinin evamirine sefil bir mutavaatla değil necib bir sevk-i vicdanla inkıyad ederler. Çünkü o evamir beşeriyeti şehrah-ı saadete Spectator d’Orient muharriri evamir-i Muhammediyyeyi tedkık etmiş mi ki bu kadar salahiyetle beyan-ı mütalaa etmek cür’etini kendinde buluyor. Bugüne kadar hiçbir Türk ve müslüman Ortadoksluk’da bir reform yapmak zamanı gelmiş olduğunu tavsiye etmek vazife na-şinaslığında bulunmuş mudur? na hayret-bahş bir cüretle hükmeden bu adamın İslamiyet hakkındaki tedkıkatı neden ibarettir? düsturlarıyla son asrın bütün terakkiyat ve tekamülüyle kabil-i tevfik bir din-i mübindir. man alemini masun bulundurmaktadır. Beşeriyete ve müessesat-ı medeniyyeye bundan daha büyük bir hizmet olur mu? Spectator d’Orient muharriri bilmeli ki üç yüz elli milyonluk bir kütle-i beşeriyyenin ruhuna hakim olan lamiyet Türkler için taşını kaldıramadıkları bir mezar-ı ma’nevi değildir. Türkler edvar-ı şevket ve satveti din-i O feyz sayesindedir ki Spectator d’Orient muharririyle emsalinin mensub oldukları kavimler de bugüne kadar mes’ud ve müreffeh bir hayat geçirmişlerdir. Müslümanlık henüz bütün kemalat-ı ulviyyesi ihata edilememiş bir saha-i irfan ve tekamüldür. Türkler ve müslümanlar Spectator d’Orient muharririnin arzusuna rağmen bu saha-i irfana daha büyük bir şevkle atılacak ve yükselecektir. Bu varak-pare muharririnin İslam’da bir reform yapmak zamanı gelmiş olmasından tutturarak İslamiyet’i mani’-i medeniyyet addetmesi şüphe yok ki İslam medeniyetini bilmemesinden mütevelliddir. Bu gibilere tavsiye ederiz: Amerikalı J.W. Draper’in Histoire du Developpement herinin ikinci cildini bir kere mütalaa etsinler. O zaman görecek ve anlayacaklardır ki bugünkü Avrupa medeniyeti bile İslam medeniyetinin bir fer’idir. Türkler de bütün kuvvet ve kudretlerini İslamiyet’in payansız menba’larından almışlardır. Türkler hayat-ı asriyyeye de büyük peygamberlerinin ta’lim buyurduğu ahlakı ictima‘i ve hukukı yüksek prensiplerin meş’ale-i hidayetiyle gireceklerdir. Türklerin bugünkü sukutları Spectator d’Orient muharririnin zu’m ettiği gibi İslamiyet lahdi içine gömülüp bunalmış olmalarından değil belki yüksek dinlerinin nusus ve evamirinden inhiraf etmiş olmalarından neş’et etmiştir. Tasvir-i Efkar refikimizin tavsiye ettiği vahdet de bu evamir cümlesindendir. Allah’dan niyaz ederiz ki o tavsiyeler kulub-ı müsliminde yerleşsin de Spectator d’Orient’ ciler sabırsızlıkla tahakkukunu bekledikleri bütün ümidlerinde haib ve hasir kalsınlar! muharririnin lüzum gösterdiği reforma ihtiyac hasıl olsun. nin en mükemmel düsturlarını telkın etmektedir. Yehudilere karşı gösterdiği tolerans hangi dinde vardır. On üç asırlık hayatında İslam aleminin de bir engizisyon devri geçirmiş olduğu gösterilebilir mi? “Fener” ve “Kumkapı”da yükselen muazzam binalar müslüman Türklerdeki “tolerans”ın ne beliğ bir şahididir!... Spectator d’Orient muharriri bu satırları yazarken o binaları hatırlaması icab ederdi!... Fakat hak-şinaslık Biz karşı tarafda intişar eden varak-parelerden artık hak-şinaslık insaf ve mürüvvet gibi meziyetlerin tezahürünü beklemiyoruz. Çünkü mahiyetler bütün üryanlığıyla meydana çıktı kin ve garazlar tamamıyla kusuldu. Fakat mukaddesatımıza dinimize Kur’an’ımıza karşı hürmetkar bir lisan kullanmalarını taleb etmek hem hakkımız hem de vazifemizdir. dise-i işgal üzerine oralardan hicret ettiklerini bildiriyor. Ehl-i İslam’ın ne gibi şerait altında hicret ettikleri ma’lumumuz değildir. Acaba ma’ruz kaldıkları zulüm ve taaddinin saikıyla mı hicret ediyorlar? Bu pek mühim bir mes’eledir. İzmir ve havalisinin işgali ehl-i İslam hakkında en zalim siyaset-i imhakaraneyi tatbik eden bir devlet tarafından vaki’ olduğu ma’lumdur. Rumeli’deki ehl-i İslam’ın hakk-ı hayatını mahkum-ı i’dam eden bir devletin hakkında icra edeceği pek tabiidir. Binaenaleyh ehl-i İslam’ın hicreti böyle bir takım esbab-ı mücbire ilcasıyla vaki’ oluyorsa hicretin tevkıfi için ehl-i İslam’a nasihat zerre kadar bir te’siri haiz olamaz. Buna karşı hükumetimizin vazifesi hemen bunu tedkık ettirip düvel-i mu’azzamaya izah etmek ve bir an evvel bu esbab-ı mücbireyi izale ederek ehl-i İslam’ın huzur ve rahatını te’min etmektir. Aksi takdirde bu hicret devam eder. Ve Yunanlılar da nail-i meram olurlar. Pek zaif bir ihtimal olarak ehl-i İslam’ın hicreti sırf ihtiyari bir mahiyeti haiz olsa bunun delalet ettiği ma’na müslümanların Yunanlılarla kat’iyyen yaşayamayacaklarıdır. Ehl-i İslam bu hususda pek haklıdır. Müslümanlar kendilerini imhaya çalışan bir unsur ile nasıl olur da bir arada yaşayabilirler. Bu kat’iyyen kabil değildir. O halde ne yapmalı? duğunu hiç de nazar-ı i’tibara almayarak artık o diyarın kendilerine mal olduğunu i’lan ve ona göre tevfik-i hareket ettikleri görülüyor. Buna karşı ahalinin bir kısmı rivayatın ezhanı oyalamaktan başka bir kıymeti olmadığını derpiş ederek Yunan kılıncına teslim-i giriban etmektense her nerede ise din ve devletinin sayesi altında yaşamayı tercih ederek muhacerete koyulmuş olabilirler. Tabii bu doğru değildir. Çünkü Yunan’ın orada hiçbir hakkı yoktur. Oradan herhalde çıkarılacağı muhakkaktır. Hal böyle iken Yunanlılara teslim-i diyar ile ar-ı firarı irtikab etmek pek muzır bir felakettir. Elimizle memleketi düşmanlara teslim etmektir. Biz daha henüz sulh konferansına karşı hakkımızı müdafaa etmedik. Daha henüz yeni çağırıldık. Tabii hukukumuzu müdafaa ettikte sonra Allah’ın inayetiyle Yunaniler İzmir’den atılacaktır. O halde nasıl olur da biz bugün memleketimizi düşmanlara bırakır da gideriz. Vakıa bu hareket bizim Yunanlılara karşı olan buğz ve nefretimizi en kuvvetli surette gösterir ve bütün alemi insaf ve hakkaniyete da’vet ederse de hiçbir kimse hakkını bırakmakla hakkına malik olmaz. Biz hakkımıza ne kadar sahib olursak o nisbette hakkımızı ihkak edebiliriz. Binaenaleyh ne İzmir’den ne havalisinden muhaceret etmemeliyiz. Yerimizde oturmalı memleketimize sahib olmalıyız. Hükumet-i seniyye muhacereti derinden derine tedkık ederek bunun tevkıfine himmet etmelidir. Çünkü herhalde muhaceret ahalinin ma’ruz kaldığı ıztırabdan dolayıdır. Bu ıztırab teskin olunmalıdır. Sadrazam Ferid Paşa hazretlerinin Paris’e azimetini müteakib sadr-ı esbak Tevfik Paşa hazretleri de azimet edecek. Bu iki murahhasın birlikte azimetini te’hir eden Tevfik Paşa hazretlerinin rahatsızlığıdır. Herhalde Tevfik Paşa hazretlerinin bir kısa müddet için teehhur etmesinde zarar değil menfaat vardır. Paşa hazretleri bilvesile maiyetlerini daha daha müteenniyane daha isabetkarane bir surette ta’yin ederek menafi’-i milliyyemizin en mükemmel surette müdafaa olunmasının esbabını istikmal edeceklerdir. Asıl nazar-ı dikkati celb eden cihet hey’et-i murahhasanın vazifesi etrafında serd olunan rivayattır. Hey’et-i murahhasanın ancak müdafa’a-i hukuk-ı Osmaniye’ye salahiyetdar olduğu söyleniyor. Paris’den gelen bir telgraf bu rivayatı te’yid ile hey’et-i murahhasamızın nim resmi bir mahiyeti haiz olduğunu beyan ediyor. Hey’et-i murahhasamızın vazifesi bundan ibaret olmakla kıymetine zerre kadar noksan gelmez. Bilakis bizim ilk vazifemiz kendimizi müdafaa etmektir. Hakkımızda şimdiye kadar neler söylenmedi. Hakkımızın ihmal ve su-i isti’mal olunduğunu müeyyid ne kadar mühim harekatın karşısında bulunduk. Bilhassa düşmanlarımızın muharebe müddetince ve mütarekenin avan-ı akdinden beri aleyhimizde ne kadar kuvvetli cereyanlar açtıklarını zümre-i galibenin efkar-ı umumiyyesi üzerinde icra-yı te’sir için nasıl çalıştıklarını hak ve adalete asla istinad etmeyen metaliblerini sulh konferansı nezdinde hakaiki tahrif ederek nasıl tervic ettiklerini biliyoruz. Memleketimize gözlerini diken bir sürü muhterisin gece gündüz uğraşıp durduklarını pek a’la biliyoruz. Bunların maksadlarına erişmek uğurunda nasıl fedakarane uğraştıklarını ve hatta mütemadiyen temadiyen tevessüü hiç şüphesiz bu faaliyetin neticesidir. Bu müdhiş hadisenin memleketimizin dahilinde ve alem-i İslam’da hasıl ettiği teessürat ve tezahürat dolayısıyla sulh konferansının bizim de hakk-ı müdafaamızı teslime mecbur bıraktığını müşahede ediyoruz. Evet ancak Hindistan müslümanlarının memleketimiz hakkında reva görülen zulme karşı ibraz ettikleri hamiyet milletimizin cangahına indirilmek istenilen darbelere karşı galeyanları bize bir hakk-ı müdafaanın bahşedilmesine sebebiyet verdiği düşünülürse müdafaamızın ne kadar metin ve na-kabil-i redd ü cerh esaslar üzerine ibtina etmesi iktiza ettiği kendiliğinden tezahür eder. Bu hususda zerre kadar bir ihmalin ne kadar vahim neticeler vereceği pek aşikardır. O halde müdafaamızın esası ne olmak iktiza eder? Bize kalırsa müdafaamız memleketimizin kahir ekseriyetini ahali-i İslamiyye’nin teşkil ettiği ve bu ekseriyet-i kahireyi parçalamanın imkan dahilinde olmadığı esasına hayat ve hürriyet-i inkişafını te’min etmek için çalışmak ve bu mesaiyi muvaffakiyetle neticelendirmek için her vesileden istifade etmek murahhaslarımızın i’tikadımızca en büyük vazifesidir. Herhalde bu vazifenin hüsn-i ifası sadedinde milletimizi lekelemek için ileri sürülen bir takım şevaibi hakaikin kuvvetli darbeleriyle izale etmek muktezidir düşmanlarımız asıl bu noktaları daima kurcalayarak herkesi aleyhimize çevirmeye muvaffak oluyorlar. Binaenaleyh milletin ma’sumiyetini isbat etmek hakkımızın meşruiyetini teslim ettirmek yolunda kat’ olunacak merahil-i muvaffakiyetin en mühimlerindendir diyebiliriz. Bize ilsak edilmek istenilen cinayetlerin mahiyetini bütün hakıkatiyle ve hakıkati te’yid eden bütün vesaikiyle meydana koymak boynumuzun borcudur. Aleyhimizde bu iftiraları karşı perverde ettiği hissiyat-ı mutaassıbaneden istifade ediyorlar. Bundan dolayı ihtira’ ettikleri iftiralar hüsn-i kabul ile karşılanıyor. Bu haysiyetle bizim vazifemiz daha ziyade güçleşiyor. Maamafih bizim hak ve hakıkati bütün edille-i sübutiyyesiyle sulh konferansına takdim etmekliğimize rağmen konferansın zir-i te’sirinde bulunduğu bir takım hissiyata galebe edemez isek da’vamızı kemal-i ciddiyet ve samimiyetle ta’kıb ve tedkık eden bir alem-i pa’nın mahkemesinde hakkımızı ihkak edemezsek daha muazzam bir alem bir alem-i İslam bize isabet edecek zulümden bizimle beraber müteessir olarak o zulmü ref’ ve izaleye çalışacaktır. Binaenaleyh vazifemizi ifada zerre kadar kusur etmemek hakkımızı müdafaada hakıkati ortaya koymak murahhaslarımızın şimdilik en büyük vazifesidir. Din-i mübin-i Muhammedi’nin tazammun ettiği füyuz-ı ma’neviyyeden behredar olmak ihtiva eylediği hakaik-i ulviyyeye yakın hasıl eylemek onun ahkam-ı münifesine azm-i halis ile temessüke mütevakkıfdır. Cenab-ı Hakk’ın evamirine imtisal nevahisinden ictinab melekat-ı zihniyyeyi başka suretle idraki mümkün olmayan bir takım füyuza mazhar kılar. Mesela buyuruluyor ki ayet-i kerimenin mantuk-ı celilince salat münkerattan nehy eder. Şu hale nazaran ibadat-ı mefruzadan her biri kendisinin müstetbiatından olan füyuz-ı ma’neviyyenin mevkufün-aleyhi olmuş olur. Yani Cenab-ı Hak zevk-i imandan mütehassıl halatı ibadat-ı mefruzanın erkanına tevdi’ etmiş ve o erkanda tahakkuk ettirmiştir. nin miftahıdır; insan ibadat ve taata muvazıb oldukça kalbi ruhu aklı fikri başka suretle idraki müstehil olan bir takım halata mukarin olur. Bu hallerin neden ibaret olduğunu melekat-ı insaniyye üzerinde ne gibi tahavvülat husule getirdiğini anlamak feraiz-i diniyyenin ikamesine vabestedir. lahuti bir inkılab husule getiren ve bu haysiyetle ruhu Sübhani Rabbani duygularla mütehassıs kılan fariza-i savmdır. Kalbi nur-ı iman ile meşhun olan bir mü’min-i muvahhidin kadr-i valası Kur’an-ı azimü’ş-şanda beyan ve i’la buyurulan Ramazan-ı mübarekin şeref-i hululünü ganimet bilerek o şehr-i mübarekte tutulan orucun füyuz-ı bahiresinden istifade hususunda tecviz-i tesahül etmesine imkan verilemez. Savmın fezail-i maddiyye ve ma’neviyyesinde ıtra-yı kelam mü’minler için ma’lumu ret-i sahiha-i şer’iyyeye müstenid olmadıkça nakz-ı savm fazihasını irtikab edemez. Hal böyle iken ya za’f-ı imandan veyahud fıkdan-ı mübalattan dolayı alenen nakz-ı savm edenler yalnız bu fariza-i diniyyenin terkiyle kalmayıp mensub oldukları hey’et-i ictima‘iyyenin mukaddesatına taarruz fazihasına da cür’et etmiş bulunacaklarından bunların zecr ve te’dibi cihetine gitmek hükumetin vezaif-i mütehattimesinden olmakla beraber mü’minin hakkında mahz-ı rahmet olan bu şehr-i gufranın ibadet ve taatle imrar edileceği bilcümle dindaşlarımızın necabet-i diniyyelerinden muntazar bulunduğunun beyanına mübaderet olunur. Roma’da intişar eden nim resmi Tribune gazetesinin Paris muhabir-i mahsusu tarafından Mayıs tarihiyle gönderilen ve mezkur gazetenin tarihli nüshasına derc edilen mufassal telgrafnamedir: Muhabir-i muma-ileyh diyor ki: Bugün mezkur mes’ele etrafındaki mütalaamız hakkında vazıh bir fikir edinmek için ma-kable rücu’ etmek suret-i tesviyeleri muhtelif tahavvüller geçirmiştir. ve senelerinde akd olunan i’tilaflarda tekarrur eden hususat Türkiye’den Türk olmayan akvamın nez’iyle mütebakı kısmını ibka etmek maksadına ma’tuf sız ve Amerikan himayesi altına geçiyordu. Sonra İzmir ve Antalya vilayetleri İtalya’ya tefrik olundu. Bilahare Rusya’nın inhilalini müteakıb İngiltere tarafından gerek Fransa gerek İtalya ile akd olunan i’tilafların mer’i olacağına dair ileriye sürülen nazariye ve konferans tarafından bir Arab devletinin te’sisi tasdik olunması vaz’iyeti büsbütün işkal etti. Zira Fransa evvelce kendisine tefrik edilen ve sonra yeni Arab devletinin hissesine düşen Suriye aksamına mukabil ta’vizat talebinde bulunuyordu. Üç günden beri konferansda yeni bir şahsiyet isbat-ı vücud etmiştir: Yetmiş milyon Hind müslümanını temsil eden Mihrace Bikanir. Kendisi salifü’z-zikr müslümanlardan bir hey’et-i murahhasanın başında olarak din-i İslam’ın halifesi olan sultanın da’vasını müdafaaya gelmiştir ki müşarun-ileyh halifeyi bütün Hindistan müslümanları takdis ve dualarını onun saadet ve selametini temenniye hasr ederler. Böyle kudsi bir zatı vesayet altına almak bütün müslümanların hissiyat-ı diniyyelerini rencide etmek olacaktır. Hey’et bilhassa İstanbul mes’elesini ileriye sürmüş ve şarklılara has safiyetle Almanlara Berlin Avusturyalılara Viyana terk edildiği halde Türklerden İstanbul’un alınması caiz olamayacağını dermiyan etmiştir Müslüman Hinduların bu tarzda vuku’ bulan tezahüratı Dörtler Meclisi üzerinde şayan-ı dikkat bir te’sir husule getirmiştir. Bunun üzerine meclis-i mezkur bil-müzakere Ermenistan Irak Suriye gibi Osmanlı İmparatorluğu’ndan tefrik olunacak aksamın hududunu çizmeden evvel Türklerin haiz-i ekseriyyet oldukları vilayetlerin tarz-ı idaresini ta’yine karar vermiştir. Muhtelif vilayetlerin mıntıkalara tefrikiyle müteaddid devletlerin mandası altına vaz’ı hakkındaki tasavvur ve temayülden feragat olunmak lazım geldiği teeyyüd etmiştir. Dörtler Meclisi asıl nüfuz-ı idare Fransız Yunan İtalyan ve Amerikanlar arasında tevzi’ ve taksim edildikten sonra Osmanlı vahdetini muhafaza etmek vahi bir şey olacağına ve bu vahdetin ancak bir ta’birden ibaret bulunacağına kanaat getirmiş ve te’yid olunduğuna göre bütün Türkiye’nin bir tek devletin mandasına havalesi düşünülmekte bulunmuştur. Maamafih bu mandanın hangi devlete verileceğine dair henüz bir karar ittihaz olunmamıştır. Böyle bir mandanın İstanbul’u da havi olacağı için ehemmiyeti meydandadır. Maamafih bu son haberin henüz na be-mevsim olduğunu da kayd eylerim.” Muhakkikın-i ulema-yı İslamiyye’den Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye a’zasından Medresetü’l-Mütehassisin ve Darülfünun müderrislerinden fazıl-ı şehir İzmirli İsmail Hakkı Beyefendi hazretlerinin bu ünvan ile ilm-i kelama dair mühim bir eserleri bu hafta intişar etti. Nazariyyat-ı kelamiyyenin felsefe-i cedide ve ihtiyacat-ı asriyyeye göre tevsii suretiyle ilk def’a olmak üzere te’lif ve neşr olunan bu eser-i güzinin ehemmiyet-i azimesini anlamak nın suret-i zuhuru- müte’ahhirin ilm-i kelamının suret-i zuhuru- müteahhirin ilm-i kelamının el-yevm gayr-i kafi olduğu- ihtiyacat-ı asriyyeye muvafık bir ilm-i kelamın programı- ilm-i kelamın ta’rifi- mevzuu- faide ve gayesimebnasımertebesi ve vech-i tesmiyesi- tarik-i enbiya enbiya tarikleri ve turuk-ı İslamiyye- selefiye tariki veya tarik-i Kur’an- Kur’an-ı Mübin’in tarik-i da’veti- tevhid-i kevniyye ve diniyye- medar-ı ilim ve ibadet- Kur’an-ı Mübin’in nazar-ı akliyi emrettiği- irade-i kevniyye ve diniyyeKur’an-ı Mübin’in vücud-ı sani’ hakkında irae eylediği delail-i akliyye- müsebbebatın esbaba irtibatı- Cenab-ı Hakk’ın halk ve emrindeki hikmeti- Kur’an-ı Mübin’in hem muhkem hem müteşabih olduğu- iman bil-kaderiman bi’ş-şer’- selefiye tarikinin esasat-ı seb’ası- Kitab ve Sünnet ile nehy olunan umur-ı seb’a- mütekellime tarikitarik-i Kur’an ile tarik-ı ehl-i kelam arasındaki farklarehl-i kıblenin ihtilaf ettikleri mesail- ehl-i sünnet-i amme ve hassa- ehl-i hak ve dalal- ehl-i bid’atin şiar ve usulüMarika veya havaric mezhebi- Marika şu’beleri- el-yevm mevcud olan İbaziye Mezhebi ve Yezidiye Kavli- hangi ehl-i bid’atin el-yevm bakı kaldığı- Şia-i ula mezhebiusul-i selase-i Şia- Keysaniye Mezhebi- Zeydiye MezhebinaaşeriyeAhbariye ve Usuliye mezhebleri- Mütavile ve Keşfiye mezhebleri- İsnaaşeriyye’nin usul-i din ve mezhebiBab-ı tevhiddeki imamiye fırkaları- İmamiye’nin Bab-ı nübüvvetteki mezhebi- Fırak-ı Şia’nın imametteki mezhebi- Fırak-ı Şianın meaddaki mezahibi- İmamiyece edille-i şer’iyye- Galiye fırkaları- Nusayriye mezhebinin esası- Mukanna’iyye ve Hulmaniyye mezhebleri- Hallaciye ve Duruz mezheblerinin esası- Mezheb-i Şianın keyfiyet-i hudus ve tefrikası- fırak-ı Şia’nın keyfiyet-i intişarıduat-ı Şia- havass-ı mezahib-i Şia- Ehl-i Sünnete olan matainin asılları- niyabet-i imamet- fıkh-ı Şia- ruvat-ı ulema-i Şia- kütüb-i Şia- Nasıbe ve Rafıza ve Marika aralarındaki farklar- Ehl-i Sünnetin bu üç mezahibden beri olduğu. Hukuk Matbaası’nda basılmıştır Eşref Edib . Meal-i Kerimi Yad et o zamanı ki Rabbin melaikeye “Yeryüzünde bir halife peyda edeceğim” demişti. Melaike “Biz sana hamd ve tesbih şan-ı uluhiyyetini takdis edip dururken yeryüzünde üzerinde daima fesad çıkaracak kan dökecek mahluka mı vücud vereceksin” dediler. Allah onlara cevaben “Sizin bilmediklerinizi ben bilirim.” dedi. Bilahare Adem’e eşya-yı mevcudenin kaffesinin isimlerini öğretti. Sonra o şeyleri melaikeye göstererek: “Da’vanızda haklı iseniz şunların isimlerini bana söyleyin” dedi. Tesbih ederek: “Bize ne bildirdin ise ancak onu bilebiliriz. Alim ve hakim yalnız sensin” dediler. Allah Adem’e: “Ya Adem şunlara şu şeylerin isimlerini söyle” dedi. Adem her şeyin ismini ayrı ayrı haber verince Allah melaikeye hitab ederek: “Size dememiş mi idim ki ben semavat ve arzın esrarını bilirim ve bu miyanda sizin meydana koyduğunuz gizlediğiniz fikir ve emellerinizi de bilirim.” dedi. Bu ayet-i kerimenin ma-kabliyle irtibatı olmaksızın müstakillen sevk edilmiş olması muhtemel olduğu gibi ’ dan mefhum-ı istifham-ı tevbihiyi vely eden kavl-i kerimine ma’nen murtabıt olması nazm şu merkezde olmuş olur: “Allah’a karşı nasıl irtikab-ı küfr edersiniz ki birer meyyit olduğunuz halde size hayat vermiş arzda hilafetin beşere değil kendilerine verilmesini melaike istedikleri halde onların bu arzularını da is’af etmemişti.” Melaike ind-i ilahide mümtaz bir mevki’leri olduğunu zikir ve tesbihden biran fariğ olmadıklarını düşünerek hilafet-i arz vazife-i mu’tena-bihasının kendilerine tevfizini Cenab-ı Hak’dan taleb ve istid’aya kıyam ettiler. Cenab-ı Hak onlara beyan etti ki arzda halife olabilmek leyali etmek yahud arş-ı a’zamın etrafını sarıp hayatını zikir ve temcide vakf eylemek değildir. Arzı yed-i tasarruf ve hakimiyetine alıp da sathında derununda mevcud maddelerden istifade imkanı yalnız bir iki şarta vabestedir: Yegane hassa-i mümeyyizesi kabiliyet-i tefekkürden hilkatinde ve onun haiz olduğu a’za ve cevarih ile mücehhez bulunmak. Akıl sayesindedir ki tabiatleri biri birine yabancı ve zıt olan şeylere ahenk-i i’tilaf ve imtizac verilebilir biri birine vemek zırhlar silahlar yapıp meydana getirmek deryaların sathını donanmalarla doldurmak gibi şeyler sırf aklın irşad ve ilhamından hasıl olma birer eser-i ibda’dır. Mechulatı keşf ve istihrac eden saha-i tefekküratını gaybiyatın en derin noktalarına kadar imtidad ettirmek azim ve cesaretini gösteren tabakat-ı semavatın fevkinde Başmuharrir pervaz eden akıldır. Daire-i ümide sığmayan müşkil ve mu’tena işleri hall ü teysir eden eskali yükseklere kaldıran demiri yumuşatarak hayata nafi’ aletler ölümden vikaye edecek metin zırhlar levhalar i’maline müsaid bir hale ifrağ eden hulasa şu alem-i maddide daire-i hasr u ta’dada sığmayan bunca keşfiyat ve ihtiraatta amil-i yegane vazifesini gören hep akıldır. savvur ettiği şeylere şekl-i vücud vermek vazifesi de ona müterettibdir. Aklın kainat üzerindeki kudret-i tasarrufiyyesini tatbike vasıta a’za ve cevarih-i insaniyyeden başka bir şey değildir. bunlardan ibarettir ki sünnet-i ezeliyye-i ilahiyye vazife-i hilafeti doğrudan doğruya bunları istikmal edenlere cesban addetmiştir. Melaike ebna-yı ademin yeryüzünde ne fesadlar çıkaracaklarını lezaiz ve şehevata ne dereceye kadar inhimak göstereceklerini işitmiş anlamışlardı. Bilahare Cenab-ı Hakk’ın onları yeryüzünün hakim-ı mutlakı yapacağını vahy-i ilhami tarikiyle anlayınca bunu fevkalade mucib-i hayret bir hadise-i uzma telakkı ettiler. Kan dökmekle fitne ve fesad uyandırmaya aşk derecesinde temayülü olan insanı bu iltifat ve ni’mete layık görmediler. Onların i’tikadınca hilafet emr-i hatirine her vechile layık bir mahluk varsa o da kendileri idi ve onlara bu kanaat dedirtmişti. Arzı ma’mur etmek ve bu vesile ile arzda hilafete istihkak kazanmak sırf ibadet ve taatle tesbih ve takdis vakf-ı nefs ile mümkinü’l-husul olaydı Cenab-ı Hakk’ın bu vazifeyi melaike-i mukarrebinine tefviz edeceği şüphesiz değildi. Hikmet-i ezeliyye arzı zir-i tahakkümüne alabilmek Çünkü fıtratın kendilerine birer mevhibesi olan akıl ve havass-ı cismaniyyelerini ma-hulika-lehinde kullanacak gayat-ı maksudeye daima tabii yollardan gidecek olanlar yalnız onlar idi. “Mütebayin ırklar mesela beyazlar siyahlar mezc olunabilirler. Fakat bundan hasıl olan melezler menşe’leri olan kavimlerin dununda kalır ve bir medeniyet teşkil hatta müteşekkil bir medeniyeti idameye kabiliyetsiz olur… Amerika’nın Alman ve İngilizleri gibi ali kavimlerin tesalübleri bir unsur-ı terakkı olabilir. Tesalüb eden kavimler gayet mütebayin olsalar akvam-ı aliyeden bile olsalar daima bir unsur-ı tereddi teşkil ederler. İki kavmi tesalüb ettirmek aynı zamanda bunların bünye-i teşrihiyye ve akliyyelerini tahvil etmektir.” “Bu muhtelif yani kavimlerin kudretini vücuda getiren ve onsuz ne millet ne vatan bulunamayan efkar ve hissiyat-ı müşterekenin hey’et-i mecmuasını tahrib etmektir. Bu devr-i tarih akvamın devr-i buhranıdır. Bir kavim çok şey gaib edebilir çok zaman felaketler geçirebilir de yine belini doğrultabilir. Ruhunu gaib ettiği zaman ise her şeyi zayi’ etmiş demektir. Bir daha belini doğrultamaz. Gustave Le Bon’un bu mütalaasını ta’mik ettim.. İlm-i hayvanatın tesalüb-i ırk veraset-i ıstıfa kanunlarını hayat ve tarih-i akvama tatbik etmekle bu neticeye vasıl olduğunu gördüm. ve Le Bon’un hayat-ı akvama tatbik ettiği düsturlarının müstenid bulunduğu kavanin-i tabiiyyeyi izah ettikten sonra Türk Osmanlı ırkının musalebesiyle bunun neticesinden emniyetle bahsedebilirim!” “Osmanlı ve Selçuki Türklerin yeniçeri ocağına girenler İslam olanlar ve başka milletlerden Türk taht-ı izdivacına alınan kızlarla musalebesine dikkat edelim! Milliyetleri ayrı bir erkekle kadın hatta mütemeddin bile olsalar teşrik-i hayatta bir muvazenet te’sisi için milli hususiyetlerini az çok ihmale mecbur olurlar. Zürriyyetlerine her birinin kanun-ı ma’nevi hususiyetlerden birer parça iras ederler. Lakin bu zürriyet hiç birinin tamam bir numunesi değildir. Osmanlı Türklerin ırkına hall ü mezc olunan birçok kanlarla bünye-i teşrihiyyesi değişti. Orta Asya’dan gelen Türk ailesi başka kanlarla ne kadar karıştı ve sima-yı cismanisi ne kadar güzelleştiyse sima-i ma’nevisi de o derece çirkinleşti. Hulasa bu musalebe Türk ırkının ruhunu tahrib etti.” “Osmanlı Türklerde zekanın inkişaf ve seldiği görülür: En fena en ali tabakadır. Demek istiyorum ki hüviyeti yeni seciyeler iktisabına müsaid olan Türk Osmanlıların henüz tenevvür etmemiş kabiliyet ve zekası işlenmemiş kısmı köylüler küçük şehirliler cahil ve mu’tekidler münevverler gibi büsbütün fena bir şekil eski Türk şimelerinden henüz bir bakiyye terbiyeye büyük bir isti’dad var.” Haşim Bey’in kitabından telhisen nakl ettiğimiz şu musalebe bahsi insanların hayvanlara kıyası esasına müstenid olmakla beraber bunun Türk ırkına tatbikinde de musalebenin kendisi gibi gayr-i mütecanis bir takım mantıksızlıklar vardır. Bu bahsin başında Gustave Le Bon’un bir sözü var idi: “Tesalüb edecek ırklar adedce gayr-i müsavi olurlarsa ekalliyette bulunanlar birkaç zürriyetten sonra nesillerinden kanlarından hiçbir eser bırakmaksızın nabud olur.” Şimdi bakalım Osmanlı Türklerin ekseriyet var: Haşim Bey Osmanlı Türk hükumetinin suret-i teşekkülünü kitabının mebadisinde kayd ederken dört yüz çadırdan ibaret bir aşiretten cihangir bir devlet vücuda gelmesi tarzındaki menkabe-i tarihiyyeyi pek garib bir hilaf-ı hakıkat olarak telakkı ettikten sonra şöyle söyler: “Osman Gazi’nin eski enkazı üzerine yeni hükumetini te’sis ettiği Selçukiler Türk idiler… Hakıkat şudur. Asırlarca devam eden Türk akınlarının azim ve mükerrer medd ü cezrinde Anadolu saha-i istilasında küçük zümrelerden terk ettiği teressübat Anadolu’nun her tarafına yayılmış bir Türk tabakası teşkil ettiği zamanda idi ki Süleyman Şah o havaliye geldi. “Seyelan ettikçe daha küçük ve daha büyük suların aynı zaruretle iltihaka mecbur oldukları bir ırmağın nihayet geniş sahaları istila edecek mertebede huruşan bir nehir olması gibi Türk-Osmanlılar dahi Anadolu’da kendi ırkından birçok küçük zümreleri ilhak ederekten mehib kavi müstevli bir kitle oldu. Menşei ırkı lisanı dini bir olan bu zümrelerin yavaş yavaş yegane Türk-Osmanlı hükumetine istihalesi büyük muharebelere lüzumu olan kemmiyyeti vücuda getirdi.” Müellifin şu suretle vaki’ olan kendi tedkıkat-ı tarihiyyesine nazaran Osmanlı Türklerinin en çok ihtilatı yine kendi ta’biri vechile ırkı lisanı dini bir olan Selçuk Türkleriyle ve sair eski Türklerle olmuştur. Halbuki mütecanis akvamın tesalübü ırkın tedennisini mucib olmayıp belki terakkısine sebeb olabileceğini Gustave Le Bon’un sözleri sırasında kayd etmişti. Şu halde Türk-Osmanlı ırkı musalebenin şu büyük kısmından mutazarrır olmamak lazım gelecek. Devşirmelerle ve sair mübayin unsurla vaki’ olan tesalübü ise birinci kısma nisbetle ehemmiyetsiz olduğundan Osmanlı Türkleriyle diğer Türklerin ekseriyetle ihtilata uğrayan bu ekalliyetin yine tesalüb kanunu mucebince Türk kanı içinde nabud olması iktiza edecektir. Türk ırkının ma’ruz olduğu şu ikinci ve muzır tesalübe ne kadar ehemmiyet isnad edilse yine Avrupa’da bulunan muhtelif ve mütebayin akvam arasında terakiyyat-ı medeniyye sevkiyle meydan alan her türlü serbesti-i ihtilatın husule getireceği tesalübden fazla bir kemmiyet ve ehemmiyeti haiz olamaz. Avrupa milletlerini bu ihtilat-ı medeni devrelerini yaşamaya ve günden güne ileri götürmeye başladıklarından i’tibaren bilmem tedenniye yüz tutmuş farz ediyorlar mı? Mütalaamızı Osmanlı Türklerine hasr etmeyerek İran’a Çin’e doğru ta’mim edecek olursak şarkta ihtilat-ı sulbiyyenin garbdaki kadar olmadığını teslimde tereddüd etmeyiz. Bununla beraber akvam-ı şarkiyye garba nisbetle neden mütereddidir? Garbda tesalübün akvam-ı aliyye arasında olduğunu dermiyan etmeye de: “Tesalüb eden kavimler mütehalif ve gayr-i mütecanis oldukları takdiri üzerine akvam-ı aliyyeden bile olsa yine bir unsur-ı tereddi teşkil edeceklerini” natık olan ka’ide-i tesalüb mani’ olmalıdır. Daha doğrusu bilumum insanların mebde-i hilkate müntehi olan mazilerine doğru ne kadar irca’-ı nazar edersek tesalübün o nisbette azaldığını ve müstakbel tarafında kalmakta olduğunu görürüz. Şu halde insanların en müterakkı zamanları en ibtidai devirleri olmak ve hatta “iki kavmi tesalüb ettirmek aynı zamanda bünye-i teşrihiyye ve akliyyelerini tahvil diğer sözleri karinesiyle tahvil ta’birinin zımnında tahrib ma’nası da mu’teberdir. etmek olduğuna göre insanların hassa-i zekaca ve belki güzellikçe en müterakkı zamanları en ibtidai devrelerinde geçmiş olmak icab eder ki buna Mösyö Gustave Le Bon ile Haşim Nahid Bey bilmem razı olurlar mı? Tesalüb kanununun şu fıkra-i sarihası icabınca bu yüzden ırkı duçar-ı harabi olan Osmanlı Türklerin kuvve-i akliyyeleri de Osmanlıların tesalübüyle sima-yı cismaniyyelerinde güzellik ve akıl ve zekaca inkişaf ve irtifa’ kesb ettiklerini tasdik eden Haşim Nahid Bey’e varid olur. Osmanlıların tesalüble sima-yı ma’nevileri çirkinleştiğini yazarken sima-yı cismanilerinin güzelleştiğini ifadatınıza yalnız bir kıymet-i edebiyye vermek için ilave etmediyseniz hayvanların ıstıfa-yı ırkılerinde mehasin-i cismaniyenin ma’nevi mehasinle beraber terakkı ettiğini düşünmeli ediniz; Haşim Bey! veyahud insanların tesalübü mes’elesinde hayvanlara tatbiken mütalaa yürütmek pek şayan-ı emniyet olamayacağı hakkında bu nokta sizi ikaz etmeli Gelelim yine Türklerde zekası inkişaf ve irtifa’ eden en ali tabakanın neden ahlakca en fenası olduğuna: Ruhu ve ma’neviyeti tahrib eden tesalübde yoksa deminki sarahatin hilafına olarak kuvve-i akliyyece bir hassiyet-i ümran mı var? Sonra kuvve-i akliyye ile ruh ve ma’neviyet arasındaki münasebet tezat mı? Dahası var Haşim Bey kendi ta’birinizce cahil mu’tekidler neden münevverler kadar fena bir şekil iktisab etmemiş? Bunlarda niçin Türk şimesinden Türk seciyesinden bir bakiyye mevcud? Halbuki Orta Asya’dan gelen Türk simasının ale’s-seviyye tebeddülü tesalüb hususunda cümlesinin hemhal olduğuna şahid değil mi? Hülasa Haşim Bey necata isti’dad itibariyle Osmanlı Türklerinin aksamı arasındaki farkları iyi görüyorsunuz. Yalnız ruh-ı müsebbibi anlayamıyorsunuz. Onun için bu tesalüb bahsine ait tedkıkat-ı fizyolojiyyeniz boştur. Bu bahsin eşeledikçe –meydana çıkan tenakuzlarından da kat’-ı nazarla– necat ve i’tila yollarının yolcusuna yeis ve nevmidi ders ve hissi vermekten başka faidesi yok. Çünkü musalebe te’siri ile ruhunu zayi’ eden millet bir daha belini doğrultamaz dediğiniz Türk Osmanlı lediniz köylüler de cahiller de mu’tekidler de felaket biraz ehven ise şüphe yok ki bu tesalüb-i ırkı i’tibariyla aksam-ı mezkurenin biraz farklı olmasından neş’et etmemiştir. Münevverlerle bunlar arasındaki fark sırf tahsil ve terbiye farkıdır. Zira gayr-i münevverlerin ırkı daha az tesalübe ma’ruz kalmış olduğunu iddia etmek mümkün olmadığı gibi köyden gelen ve babasının köylü kanını hamil bulunan çocuklar da münevverler arasına karıştıktan sonra diğerlerinden seçilmez oluyorlar ki elbette bunlar yeniden bir tesalüb-i ırkı geçirmemişler ve mücerred tahsil ve terbiye kimyahanesinden geçmişlerdir. Netice tesalüb-i ırkı hususunda ali ve safil tabakaların yekdiğerinden farkı olmayarak hepsi birdir. Ve sizin iddianıza göre madem ki Osmanlı Türkler musalebe ile ruhunu tahrib etmiştir madem ki ruhunu tahrib eden millet de bir daha belini doğrultamaz. Öyle ise Haşim Bey mümkün olmayacak bir şeyden necat ve i’tiladan bahseden bu kitabı neye yazdınız? Evet tekrar edeyim ki necata ehliyet itibariyle Osmanlı Türklerin aksam ve tabakatı arasındaki farkı iyi görüyorsunuz. Lakin ruh-ı müsebbibi anlamıyorsunuz. Onu size ben söyleyeyim: Osmanlı Türklerin mahvını hazırlayan ahlaksızlığın seciyesizliğin sebeb ve menşei münevverlerde dinsizlik gayr-i münevverlerde ilimsizliktir. Ve dinsizliğin ahlak üzerinde te’sir-i meş’umu cehlden ziyade olduğu içindir ki münevverler daha mütereddidir. Sonra bu münevverlerde biraz da cehl ve gayr-i münevverlerde biraz da za’f-ı din vardır. Ve birinci sebebin yani dinsizliğin bir mikdarı ile ikinci sebebin tamamı küre-i arzın her kıt’asında bulunan müslümanlar üzerine bir umum belva halinde müstevlidir. İşte bizi bitiren derdimiz için aradığınız ve hakıkaten muhtac olduğumuz şah-daru: Dine makrun bir ilim ve ikisini cami’ ameli bir terbiye! Son asırda bizi eski ve umumi derdimiz ve ikinci derecede badi-i ınkırazımız olan illet-i cehlden tahlis etmek isteyenler daha had daha mühlik bir maraz-ı inkıraz olan dinsizliğe doğru sevk ettiler. Mustafa Sabri E’azım-ı enbiya miyanında kurun-ı tarihiyyenin devr-i tekemmülüne zinet-bahş olarak mebdeinden müntehasına kadar güzariş-i hayatı tarihde tamamen ma’lum ve maasir u şuunat-ı bediası ilmen mazbut olup karn-ı ahire kadar terakkiyat-ı ma’neviyye ve maddiye-i beşeriyyenin en büyük avamilinden bulunduğu meczum bulunan ve haiz olduğu kat’iyet-i ilmiyye ve tarihiyye ile edyan ve enbiya-i salifenin mevcudiyet-i tarihiyyelerini dahi zıman-ı tevsik ve te’yidi altına alan Peygamber-i zi-şanımız hatemü’l-enbiya Muhammed Mustafa bin Abdillah bin Abdilmuttalib bin Haşim bin Abd-i Menaf bin Kusay bin Ka’b bin Luey bin Fihr bin Malik bin Nazr bin Kinane bin Müdrike bin İlyas bin Mudar bin Maad bin Nizar bin Adnan SallAllahuAleyhi Vesellem Efendimiz hazretlerinin dini hayat-ı nübüvvet-penahilerinde yirmi üç sene ale’t-tafsil tebliğ ve ta’lim ve tatbik buyurduğu ahkam-ı telhis olunur. Kur’an-ı azimü’ş-şanın ve gibi ayatında bu ünvanı tesbit edilmiş olan din-i İslam tam ma’nasıyla vahdaniyet-i cerredesi ve mütehalif temenniyat-ı muhayyelesi kabilinden addetmeyip bir mebde-i hakıkıyi tanımak ve onun kavanin ve evamirine tevfik-i hareketi vazife ittihaz eylemek hasılı beşerin ef’al ve harekat-ı tabiiyye ve ıztırariyyesiyle ef’al ve harekat-ı ihtiyariyye ve iradiyyesi kanunlarının ahengini te’min eder bir hakıkat-i hakimeye yani Cenab-ı Hakk’a cidden inkıyadı vazife bilmek ve bütün saadeti bu vazifenin ifasından beklemek mahiyetinde icmal eylemiştir. yanat-ı müteaddidesine nazaran din-i İslam esası i’tibarıyla yalnız Hazret-i Muhammed SallAllahuAleyhi Vesellem Efendimiz’in hayat-ı bi’setiyle başlamış değildir. İslam esasen ebu’l-enbiya Hazret-i İbrahim aleyhisselamın din ve milleti olup “Hanifiyet” tesmiye edilen ve bir kavme bir cemaate değil bütün beşeriyete amm u şamil olan ruh-ı asli-i diyaneti ihya eylemiş ve hatta ayet-i kerimesinin gösterdiği vechile bütün enbiya-i salifenin mebde-i dinileri olan vahdeti takrir ile başlamıştır. Filhakıka din mefhumu ya bir hakıkat-ı sabitenin veya batıl uydurma bir vehmin ifadesi olmaktan hali değildir. Eğer din evhamat-ı mevzuadan ibaret ise yalancı ma’budların müteneffiz ve mugalatakar erbab-ı evhamın kesret ve taaddüdleri nisbetinde tekessür eder ve aralarında hiçbir ayniyet ve ittihad bir cihet-i vahdet bulunamamak tabii olur. Bundan dolayıdır ki edyan-ı batılanın adedi hayli kemmiyetler teşkil edebilir. Fakat din bir kanun-ı hakıkı olmak lazım gelince bu kanunun zamanı ve mekanı hususiyetlerle mukayyed olan tecelliyat-ı mahsusa-i fer’iyyesi ne kadar tekessür ve taaddüd ederse etsin bu hususiyetlerden kat’-ı nazarla ale’l-ıtlak ve umumiyetle haiz olduğu bir hakıkat-i sabiteyi ifade etmesi de lazım gelir. Binaberin din-i asli olmak üzere kabul edilmesi lazım gelen esasın bir hakıkat-i vahide olması zaruridir. Edyan-ı semaviyye zaman ve mekanın ihtilafatıyla ihtilaf edebilecek bir takım hususiyat-ı fer’iyyeyi tazammun ettiklerinden dolayı aralarında tehalüf ve temayüz ne kadar sabit ise bu hususiyetlerin daima muhafaza ettikleri bir esasa istinadları da o kadar labüd olacağından asıl dinin her din-i hakda her din-i semavide bir olduğunda şüphe yoktur. misilli ayat-ı Kur’aniyye’den müsteban olduğuna nazaran Hazret-i Muhammed sallAllahualeyhi vesellem hakıkı ve fıtri dini tebliğ eylediğinden usul-i diniyyesi mevzu’at-ı zatiyye veya asriyyesinden ibaret olamayıp kavanin-i umumiyye-i kainat gibi pek vasi’ külliyetleri ihata etmesi ve vicdan-ı beşeri bir hakıkat etrafında bit-tevhid terbiye ve tehzib eylemesi tabii olmakla din-i İslam mazide enbiya-i kiram taraflarından dahi tebliğ ve neşr edilmiş ve birçok esbab-ı tahavvüliyye içinde tahvilat ve tahrifata uğrayan esasları kıymet-i asliyyesine irca’ ve vuzuh-ı kamil ile izah ve isbat ederek ilmi kıymetlerle dahi tezyin eylemiş bununla beraber derece-i taliyyede bulunan ve zamani mekani tecelliyatı ihtiva eyleyen ve beşerin bir ruh-ı bakı-i müşterek altında teceddüdat ve terakkiyat ile yaşayabilmesini te’min edecek olan ahkam-ı şer’iyyede birçok yenilikler göstermiştir. din asıl din olmak ve füruat behemehal bu asla merbut bulunmak haysiyetiyle din-i Muhammedi din-i hakıkıyi kendine hasr etmiş olmayıp ale’l-umum edyan-ı semaviyyenin sönmüş ve zulmete düşmüş bulunan kıymet-i asliyye-i tarihiyyelerini ibraz ve tecdid ve takviye ederek cümlesinin bir esasda müttehid olduklarını meydana koymuş ve bu esası Lailahe illallah tevhidiyle tesbit eylemiştir. Maamafih İslam’ın bu tarz-ı beyanı bazılarının yapmak ve kemal-i ulviyyetini inkara bahane ittihaz olunmak ve ihtiraa daima yeniliğe mail olan hislerinden istifade maksadıyla demek istiyorlar ki “Hazret-i Muhammed aleyhisselam bir peygamber değil sair peygamberlerin dinlerinden bir te’lif meydana getirmiş bir dahidir. Binaenaleyh İslam bir din-i cedid değildir.” yete iştirakleri ve vazı’-ı edyan olmaları gibi yanlış bir nazariyeye de müstenid olabilir. Halbuki din mevzu’at-ı beşeriyyeden olmadığı gibi beşer olduklarında şüphe bulunmayan peygamberlerin ilahiyetleri de müstehildir. Peygamberan-ı kiramın hiç birisi din vaz’ etmemiş nakil ve tebliğ eylemiştir. Nitekim mecazen mucid ve muhteri’ den başka bir şey değildir. Bununla beraber ilk kaşifin kıymeti bu keşfi te’yid ve tenmiye ve ta’mim eden ve bunu bilvücuh saha-i ameliyyata atan diğer erbab-ı ilm ü amelin kıymetlerini ihmal ettiremez. Arzın küreviyetini takrir ve ta’mim eden ve üzerinde ilimler te’sis eyleyen müteahhirinin kıymetlerini ihmal değil bilakis mukayese edilince i’zam ettirirler. Elektiriği kimse icad etmedi. Belki keşf edildi. Bunu keşfinden sonra saha-i fünun ve sınaatta bugün işgal ettiği mevkie getirenlerin acaba kaşif-i evvel huzurunda kıymetleri nedir? Evet din-i İslam din-i cedid değildir din-i ezelidir insanlar tanısalar da tanımasalar da bir hakıkattir. Fakat tanırlarsa kendileri istifade edebilirler. Edyan-ı batıla taraftarlarının yüz çevirmesiyle mevhum ma’budları gibi mürtefi’ olur giderler. Lakin hakaik-ı ilmiyye insanların cehlinden dolayı nasıl büsbütün müntefi olmayıp da yalnız tecellisini gaib etmiş bulunursa din-i İslam da öyledir. Herkes ne derse desin Allah birdir ve her şeyin halık-ı müdebbiridir. Hazret-i Muhammed aleyhisselam bu hakıkati ve bu hakıkatin füru’at-ı ilmiyye ahlakıyye ve ameliyyesini vaz’ değil nakil ve tebliğ ve te’yid eyledi. Beşeriyetin sahne-i istifadesine koydu. Din enbiya-i salife ile izhar edilmiş iken zayi’ olmuş tahavvülata tahrifata uğramıştı. Menabi’-i ilmiyyesi büsbütün zaaf kesb etmiş idi. Hazret-i Peygamber ile yeni baştan doğdu ve büyük bir inkişafa mazhar oldu. Binlerle seneler saha-i nazariyyatta mahfuzen gizlenerek bilahare alem-i ameliyyata karışan kutu’-ı mahrutiyye gibi değil belki nazariyatını bile gaib ederek bilahare hem nazariyatta ve hem ameliyatta birden bire tecelli eden bir çok hakayık-ı ilmiyye gibi alemde zuhur ve inkişaf-ı kamil ile intişar eyledi. Bunun için İslam hem vicdana hem fikre hem hayata bir çok sermayeler vermiş olmakla beraber yine esasında bilcümle edyan-ı semaviyye ile müttehid ve müşterek olduğunu dermiyan eylemiştir. A’yan Reisi fazıl-ı muhterem Mustafa Asım Efendi hazretleri Ramazan-ı şerifin on dördüncü Cuma günü Erenköyü’nde Zihni Paşa Cami’inde mühim bir mev’iza-i diniyye ayet-i celilesi idi. Ayet-i kerimenin icmalen tercümesinden sonra enbiya-yı izam hazeratının vazife-i esasiyyesi insanları Allah’a da’vet olduğunu ve bu da’vet basiret üzerine vukua gelmiş bulunduğunu ekmel-i enbiya efendimiz hazretlerinin de bu vazife-i celileyi gayet kemalde olarak ifa buyurmuş olduklarını izah buyurdular. Ba’dehu dinin ve ibadetin olacağını ezelen ve ebeden ganiyyün ani’l-alemin olan zat-ı ecell ü a’lanın hiç kimsenin ibadetinden müstefid ma’siyetinden mutazarrır olması mümkün olmadığını ahkam-ı ilahiyyenin fevaidi tamamen ve kemalen ibada ait olduğunu tafsil eylediler. Ve tarih-i kadimden beri bütün akvam ve ümemin dünyaca saadetleri dahi diyanet-i hakka ve ahlak-ı fazıla ile müterafık olduğunu bilhassa ümmet-i İslamiyye her ne zaman ahkam-ı diniyyelerine riayette duçar-ı taksir olmuşlarsa seyyiesini çekmiş bulunduklarını Endülüs tarihinden misaller getirerek teşrih ettiler. Ve bu sırada her mü’minin veliyy-i kamil mertebesinde taat ve ibadata muvazıb olabilmesi hasbe’l-beşeriyye müyesserü’l-husul olamayacağı; asıl ruh-ı mes’ele şe’air-i ilahiyyeye hürmet mahlukata şefkat hususlarına ümem-i İslamiyye’nin kaht u gala a’daya mağlubiyet gibi felaketlere ma’ruz kaldıkları edvar ve a’sar şeaire hürmetten mütebaid mahlukata şefkatten zahil bulundukları zamanlara müsadif olduklarını pek beliğ bir surette Bu mukaddemat-ı hakimaneden sonra sözü ahval-i hazıraya intikal ettirerek bizim dahi senelerden beri duçar olduğumuz mesaib-i mütenevvianın bilhassa gerek harb-i ahire duhulümüz gerek neticesinde perişan bir hale gelişimiz şe’air-i İslamiyyemizi ihmalin netayic-i müessifesinden olduğunu dermiyan eylediler. Bu hastalıktan kurtarmak hükumetin kurtulmak da ahalinin vazifesi olduğu halde bu cihetin her iki tarafça da nazar-ı i’tibara alınmadığını zikr ederek bundan sonra felaketimize nihayet vermek ve bizim için saadet kapıları açılabilmek ümidiyle gerek hükumetin gerek ahalinin ahkam-ı diniyyeye tavsiye buyurdukları gibi bu maksadın husulüne bais olabilecek umurdan olmak üzere atiyen icra olunacak intihabatta asla fırka gayreti gütmeyerek kendilerine vekalet edecek meb’uslarını din ve iman ve ahkam-ı diniyyede gayet açık bir lisanla beyan ve teşrih buyurdular. Bu mev’iza-i hakimane cami’-i şerifi hınca hınc dolduran cema’at-i müslimin üzerinde pek büyük bir te’sir yapmıştır. Bilhassa müslümanlığı fırkacılık gayretinin fevkinde telakkıleri hakkındaki beyanat-ı aliyyeleri bin türlü tefrikalarla parçalanmaya ma’ruz kalan müslümanlar üzerinde azim te’sirler icra etmiştir. Üstad-ı muhteremimiz Mustafa Asım Efendi hazretlerinin bir mev’iza da Bayezid Cami’-i şerifinde irad buyurmalarını temenni ederiz. Devlet-i İslamiyye’nin bir gayesi bir de o gayeye vüsul için bir tariki vardır; esasları murakabe-i ilahiyyede bulunan Devlet-i İslamiyye’nin ta’kıb ettiği tarik en vazıh en salim bir tarik gayesi de en kamil bir gayedir. Devlet-i nı gaye-i emel addeder; din-i İslam saliklerinin hayatta tabi’ olacağı kava’id-i ahlakiyye ve ictima‘iyyeyi ta’lim eder; din-i İslam öyle bir dindir ki yalnız saliklerini değil belki bütün beni beşer için hayır ta’kıb eder. Çünkü bütün nüfus-ı beşeriyyeyi tehzib etmeyi ümem ve akvam-ı beşeriyyeyi terbiye eylemeyi deruhde ediyor uhuvvet-i amme-i beşeriyye te’sis ediyor. Devlet-i İslamiyye nası hayra da’vet eder. Enbiya beşeri hayra sevk eder hukema hayır arar; Kur’an hayra da’vet eder; mizan-ı hayrı tavsiye eder. Hayra da’vet olmayan işi terke tergıb ile hasıl olur. Buna mebni Devlet-i cak emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker tarikine süluk ediyor. Ümmet-i Muhammediyye’nin hassası emr-i bilma’ruf nehy-i ani’l-münkerde diğer ümmetten halen akva olmaktır. Emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münkerde üssü’l-esas mehafetullahdır. Her iyilik Allah korkusundan doğar dünyanın nizamı Allah korkusu iledir. Ma’rufu emreden zat Allah’dan korkar da emreder münkeri nehy eden zat Allah’dan korkar da nehy eder Allah’dan korkan haktan ayrılamaz. Ma’rufu emir münkeri nehyeden zatın evvel be-evvel ma’ruf ve münkeri bilmesi hayrı şerden ayırması şarttır; yoksa ümmet batıla da’vet olunur ümmetten ma’ruf nehiy olunur ümmete münker emr olunur artık maksad elden gider saadete bedel felaket hasıl olur. Bundan dolayı emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker ma’ruf ve münkeri bilen zata mevdu’ olur. Emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker her ümmete her mükellefe farzdır. Hatta farziyyeti haccın farziyyetinden daha müekkeddir emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker cihaddır hatta cihaddan efdaldir; hal-i cihadda nasıl seyfden korkulmazsa emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerde de mekarih ve mahavifden korkulmaz münkeratı gören nehy eder. Başkasına muntazır olmaz. Sünnet-i enbiya budur sünnet-i selef-i salihin budur. Hayır ve şerri ma’ruf ve münkeri temyiz eden her müslim nası hayra da’vet eder ma’rufu emr eder münkeri nehy eder. nazm-ı celilinin zahiri buna delalet eder. Çünkü Kur’an-ı Mübin’de ümem-i salifeye ait olan ahbar ve kısas ancak onlardan Dikkat olunsun görülür ki ayat-ı celilede ahbar ve kısasın hangi tarafı ibret-amiz ise ancak o taraf zikr olunur yoksa tarih kitabı gibi bir vak’a tamamıyla izah olunmaz. Nazm-ı celil-i mezkur yekdiğerlerini işlemiş oldukları münkerattan nehy etmediklerinden dolayı Beni İsrail hakkında “Ne kötü iş işlemişler idi!” buyuruyor. Zaten fi’l-i nebiden fi’l-i ashab-ı nebiden de müstefad olan budur. Hatta bu babda ashab-ı kiram izin olmaksızın emir ve nehiyde bulunurlar idi bu hal aralarında şayi’ idi onlardan bir nehy-i ani’l-münkerde veliyyü’l-emrden izin de şart değildir. Şu kadar ki emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker fitneyi müeddi olur ise mendub olmaz haram bile olur. Filvaki’ bazıları emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münkerde şartını beyan ediyorlar ise de mezheb-i muhtara göre bu da şart değildir. Ümmet tenahi ve teamür biri birine emir ve nehy etmek ile hey’et-i ictima‘iyyede sa’adet-i umumiyye husulüne umumun kuvvetiyle çalışmayı tekafül-i umumi altına almış olur sa’adet-i maddiyye ve ma’neviyyeyi istihsal etmenin yegane tariki mukteza-yı akl ile kava’id-i tabiate sünen-i ilahiyyeye muvafık hareket etmektir. Bu Tenasuh ile efradının her biri diğerine nasihate kıyam sında ma’ruf müstakar olur aralarında tefrikaya bir menfez kalmaz dinde ihtilaf bile ber taraf olur. Ümmet arasında teamür ve tenahi olmazsa ümmet fesada duçar olur ümmet irtikab-ı münkerattan sakit olursa ümmet isminden çıkar parça parça olur; aralarında camia kalmaz. Çünkü ümmet efraddan mürekkeb bir cemaattir ki aralarında bir rabıta bir vahdet vardır; mecmuu bir bünyenin a’zası gibidir. Ümmet ancak emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker Salah-ı ibad salah-ı bilad ancak emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker ile hasıl olur. Şe’air-i diniyye hudud-ı ker ile ikame olunur. Bir ma’siyet hafi kalırsa ancak sahibine mazarrat verir. Fakat zahir olur da inkar ve nehy olunmazsa mazarrat umuma sirayet eder. Şurası unutulmasın ki da’vet-i ammeye mütesaddi olan zat da’vet ettiği şey ile muttasıf olmalı amir bilma’ruf emri kabul etmeli nahi ani’l-münker menhiyyün-anhden kaçınmalı. Yani emir ve i’timar nehiy ve Emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker rabıta-i vahdettir. Camiayı hıfz eden firkati men’ eden emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerdir. Ma’ruf ukul ve tabayi’-i selimenin müstahsen gördüğü münker bil-aks müstakbeh gördüğü şeydir; ma’ruf aklen ve şer’an iyi olan münker aklen ve şer’an kötü olan şeydir. Bu babda mürşid selamet-i fıtrat ile beraber Kitabullah sünnet-i Resulullah amel-i ashab-ı Resulullah’dır. İmam Ahmed ve Müslim ve ashab-ı Sünen’ in Ebu Sa’id el-Hudri’den rivayet ettikleri hadis-i şerifi mucebince herkes emr-i münkeri tağyire kalkışır kudret ve istitaati var ise men’ ve tağyir eder mesela yağı unu tağşiş eden bir kimseyi görür ise onu tağyir etmek vacib olur; elinden gelmezse dili ile tağyir eder bu kimseye va’z u nasihatte bulunur hatta hakime bile müracaat eder elinden hiç bir şey gelmezse faile buğz eder fi’l-i münkerden razı olmaz. Emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münkerin ehemmiyeti di-i tehlikesidir: Cenab-ı Hakk’ın ümmete vacib kıldığı emr-i bilma’ruf nehy-i ani’l-münker ancak kuvvet ve emaret ile tamam olur çünkü bil-fiil izale edecek olan amir ve nahi hükumettir nitekim vacib olan cihad adl mazluma nusret hududu ikame haccı ikame salat-ı Cum’a ve idi ikame de ancak kuvvet ve emaret ile tam olur. Buna mebni “ Es-sultanu zıllullahi fi’l-arz ” eseri varid olmuştur. Hatta “Sultan-ı cair ile altmış sene bulunmak bir gece sultansız bulunmadan aslahdır” bile denilmiştir. Şimdiye kadar türlü türlü zuhur eden hadisat-ı ictima‘iyyeyi tecrübe ve tedkık edenler bu sözü tasdik ederler zannederim. Fuzayl bin İyaz Ahmed bin Muhammed bin Hanbel ve saire gibi selef-i ümmet bundan naşi “Bizim kabul olunacak bir duamız olsaydı sultana dua eder idik” demişler idi. Veliyyü’l-emr ancak emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker için nasb olunmuştur. Velayetten hükumetten emaretten maksud da budur. Veliyyü’l-emr Allah’a melidir. Veliyyü’l-emr feraiz-i diniyye sıdk emanet birr-i valideyn sıla-i rahm hüsn-i mu’aşeret... ilh. gibi ma’rufu emr eder; mücmaun-aleyh olan muharremat-ı zahireyi gışş kizb hiyanet yol kesmek gasb u garete kalkışmak memlekette asayişi ihlal etmek bir fesad çıkarmak.. ilh gibi mefasid-i ictima‘iyyeyi; nikahı şer’an caiz olmayan kadını nikah etmek setri vacib olan a’zayı setr etmemek... tün münkeratı men’ eder. Terk-i vacibattan dolayı fi’l-i muharremattan dolayı faillerini ukubete duçar eder; hatta men’-i fesad için; ikame-i hududa temekkün ve iktidar Emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker tedricidir. Bu babda kaide’dan başlayarak ’ ya kadar varır; mev’iza ve nasihatten başlanır tehdide hapse ve sair ukubata kadar varılır. Elhasıl veliyyü’l-emr münkeratın şuyuuna asla müsaade etmez. Mücerred nehy-i ani’l-münker maksud olmakla şekli ref’ ve izalede maslahata riayet eder dirayet ve nüfuz-ı nazarına göre muamele eder. Sıdk ile vakten ba’de vaktin biladda teamülün ihtilafına göre akval-i fukahaya ittiba’ ile dini aklı ırzı demi malı sıyanet eder. Din ancak emaret velayet-i emr ile kaim olur din-i let-i İslamiyye’nin ınkırazı ile munkarız olur. Salah-ı din ve dünya için elzem olan mesalih ve makasıd-ı şer’iyye ancak cem’iyyet ile tam olur. Her cem’iyyet için bir baş bulunmak zaruridir. Ebu Davud’un tahric ettiği bir hadis-i şerif mucebince imamü’l-hükkam Seyyidü’l-enam efendimiz hazretleri “Üç kişi bir sefere çıkarsa içlerinden birini emir kılsınlar” buyuruyor. Sefer esnasındaki ufacık bir cem’iyyette birinin emir kılınmasını emreden Nebi-i zişan bununla sair enva’-ı ictimaiyyata da bir emire tenbih etmiş oluyor. Başsızlığı anarşistliği kökünden koparıyor. Emaret vacibat-ı diniyyenin en büyüklerindendir. Velayet-i emr emaret emr-i dinidir öyle bir karabettir ki onunla Allah’a takarrub olunur. Resulullah’a taat ile beraber kurbet-i emaret efdal-i kurubattır. Ne çare ki birçok kimselerin mücerred riyasete veya mala veya şöhrete olan ihtirasları dinlerini ifsad ediyor rüesa-yı umur rüesa-yı müfsidin oluyor. Dünyada en kötü velayet en kötü hükumet hükumet-i Fir’avniyye’dir: nazm-ı kerimi mucebince Fir’avn Mısır’da halkı hakır görür halka ceberut ve azamette bulunur; ve ahaliyi tefrikaya düşürüp bir kısmını zebun ve makhur eder; erkek çocukları boğazlar; kadınları alıkor idi çünkü müfsidinden idi. Artık tebaasını istihkar eden tebaasına karşı tahakküme kalkışan kibir ve azamette bulunan tebaasını tefrikaya duçar eden öldüren tebaasına zulüm ve gadr eden bir hükumet haşa hükumet-i İslamiyye değil hükumet-i Fir’avniyye olmuş olur. MÜSLÜMANLAR NEDEN GERİ KALDILAR VE NİÇİN İLERLEYEMİYORLAR? Bir mes’ele ki bugün küre-i arz üzerinde mevcud bütün müslümanları her vakitkinden ziyade işgal ve iz’ac etmektedir. Ve etmesi lazım gelir. Vakıa bu mes’ele yalnız bugünün mes’elesi değildir. Asırlardan beri azıcık düşüncesi olanları derin derin düşündürmekte idi. Fakat bugün artık en had bir devresine girmiş bulunmaktadır. Çünkü alem-i İslam’ın en büyük kısmını teşkil eden yerlerde müslümanların çoğu Hilafet-i Uzma-yı İslamiyye hakkında büyük ümidler perverde etmekte idiler. Biz onların daima medar-ı iftihar ve vesile-i necat ve felah olacak ümidgahı idik. Fakat son vak’alar mes’eleyi bütün üryanlığıyla meydana çıkardığından o ümid ile yaşayan müslümanlar da şimdi zehrab-ı ıztırabın en müdhişi olan inkisar-ı ümid ve hayal azabına düşmüş bulunuyorlar. Evet gayet ağır ve ciddi olan bu mes’ele hiçbir vakit bugünkü şiddeti Tabiidir ki bir ıztırabın iştidad ve teammümü daima şeamet-aver değildir. Belki de ekseriya mucib-i teyakkuz ve intibah olduğu cihetle saadet-averdir. Binaenaleyh bizim de hal-i esef-iştimalimizin derece-i nihayeye varması hiç şüphe yoktur ki hakıkı intibahımızı mucib olarak esbab-ı tedenni ve mesayibimizi iyice teşhise ve en doğru tedaviyi bulup hüsn-i tatbikine muvaffak olmamıza badi olacaktır. Ancak bu babda uhdemize terettüb eden ehem vazifeler vardır ki onlar da ye’se düşmeyerek mazi ve hali kemal-i dikkat ve i’tidal ile tedkık edip hakıkati yakışacak surette icra eylemektir. Ye’se düşmemeliyiz. Çünkü yeis ahlakan mezmum Neste’izübillah; dinen merduddur. catı müstelzim olmalıdır demiştim. O da hadis-i Peygamberi Maziyi hali iyice tedkık ederek hakıkati anlayıp sonra buyurulduğu gibi ta Fatiha-i şerifede ayet-i celilesindeki aleyhim zamirlerinde maziye ve hale ait bilcümle vekayi’ ve şuunu nazar-ı i’tibara almak lüzumunun münderic bulunduğu müfessirin-i kiram hazeratının lazım gelir. Fakat maziyi hali hakkıyla nazar-ı i’tibara almadıkça ve onlara hakkıyla merbut kalmadıkça sağlam bir istikbal te’mini mümkün değildir. Onun için ben: “Mazi geçmiş. Hal bize hakim. Şimdi biz istikbale hakim olmak için çalışmalıyız. Ancak istikbale hakim olabilmek unutmamalıyız” diyorum. Hakıkı ehl-i imana layık surette çalışmak lüzumunu zikr edişimiz maatteessüf bu babda kusurlarımızın pek çok ve pek büyük olduğunu hep bildiğimizdendir. Halbuki amelsiz imanın işe yaramayacağı hadis-i şerifiyle sabittir. Binaenaleyh hakıkat tezahür ettikten sonra yalnız anlamakla kalmayıp büyük derdimizin lışmaya da hepimiz azm ü cezm etmeliyiz. Gelelim asıl mevzua: Makalemizin başında müslümanlar ne için geri kalmışlar demiş idik. Geri kalmak bir vakitler ileri gitmişler ve gayet esaslı bir medeniyet meydana getirmişler idi. Hatta yalnız kendileri ileri gitmiş olmayıp başkalarının da ileri gitmelerine ve daha doğrusu bugünkü medeniyetin zuhur ve husulüne sebeb olmuşlardır. Bunu isbat için tarihi söyletelim: Tarih gösteriyor ki Cenab-ı Peygamber efendimiz ba’s buyuruldukları vakit bütün alem medeniyetten mahrum idi. Çin ve Mısır medeniyetleri çoktan munkarız olmuş bulunduğu gibi Beni O zamanlardan kalma kütüb ve asar metruk bi-rağbet ve ziyaa mahkum bir halde bulunuyordu. Arabistan ve civarları ilim ve ma’rifetten bi-haber olduğu gibi Avrupa da karanlık bir cehalet içinde puyan dünya baştanbaşa zulmet ve cehalet içinde idi. Hazret-i Peygamber’in mehd-i zuhuru olan yerlerde öyle garib asar-ı cehl ü vahşet var idi ki insan vukuuna ihtimal veremez. Mesela kız evlatlarını fazla boğaz addederek diri diri gömmek mucib-i mefharet bir adet sayılıyor idi. Ve deve bevliyle taattur! ve tetahhur! ederler idi. fevkalade muhtel idi. İşte Fahr-i Kainat efendimiz öyle bir zamanda böyle bir muhit içinde yetişerek din-i lere mümanaatlara rağmen az vakit zarfında ahlak-ı umumiyye üzerinde büyük asar-ı salah görülmeye başladı. madığını anlar olmuşlardı. Beş on sene zarfında adat-ı cahiliyyetin pek çokları terk edildi. Hele biri birlerinin kanlarına susamış nice kavimler feyz-i İslamiyet’in te’siriyle kardeş oldu. Hayat-ı Peygamberi esnasında kıyamete kadar dünyanın her yerine ve her zamanına kifayet edecek esasat-ı medeniyyenindiniyyenin kaffesi kamilen tekarrur etti. Yani Kur’an-ı Kerim kamilen nazil oldu. Artık ondan sonra o kitab-ı mübinden istifade etmek ahkam-ı celilesinin hüsn-i tatbikine muvaffak olmak kalıyordu ki alem-i İslam şimdiye kadar bu hususda şan-ı celil-i İslam’ın muktezası kadar değilse de yine uluvv-i İslam’ı göstermeye kifayet edecek derecede muvaffakiyetler gösterdi. Ma’lumdur ki medeniyetin veya dinin Biz din ve medeniyeti bir ma’naya kullanıyoruz üç rükn-i esasisi vardır: Akılca salah bedence salah ruhca salah ta’bir-i aharla ilim ve ma’rifet sıhhat-i beden ve ahlaktır. Ehl-i İslam bunların kaffesinde büyük terakkıler te’min etti. Daha evvel gelen medeniyetlerin ihyasına ikmal-i nevakısına himmet ettiler. Hakıkat o vakitler için en son ve en müterakkı fakat unutulmuş olan Yunan medeniyetinin zıya’dan muhafazası ihyası ancak müslümanlar tarafından lisan-ı Arab’a tercümesi sayesinde olduğu gibi Yunan medeniyeti bir hakıkate bedel bin hurafe ile esatir ile karıştırılmış olduğundan onların muzır te’siratını izale ile ciddin hezle hakıkatin hayale galebesini te’min ile hikmet ve medeniyete metanet ve kemal bahş etti. Ulum ve maarif hüner ve ma’rifet hususlarında alem-i İslam’ın ne büyük yenilikler terakkıler gösterdiği herkesce müsellemdir. Daha ibtida-yı İslam’da ilm-i cebr ta’lim buyurulmuş olduğu meşhurdur. ve bir tarz-ı selime ifrağ edilmiştir. Pusulayı kağıdı barutu topu tüfengi ilk müslümanlar icad veya isti’mal ettikleri ma’lum değil midir? Memleketlerin milletlerin hüsn-i idaresi sevkü’l-ceyş posta muamelatı hastahaneler medreseler daru’s-sınaalar hep alem-i İslam’da zamanına göre tekemmül etmiş asar-ı irfandandırlar. Müslümanların kuvvet ve sıhhat-i bedene ne derece ehemmiyet verdikleri meşakk-ı seferiyyeye tahammül ve kuvvet ve kudret hususunda gösterdikleri asar-ı besalet ve metanetlerle sabittir. Zevk-i bediilerini de hala erbabının hayretlerle temaşa ettiği asar-ı tezyiniyye ve mi’mariyye göstermektedir. Ahlak hususundaki büyüklükleri de müslim ve gayr-i müslim bilcümle anasır-ı insaniyye üzerinde tatbik ettikleri adalet ve şefkatlerle müsbettir. Bilcümle hukema-yı felasifenin de ittifak ettiği vechile ahlak adalet ve şefkat olup bunlar dinimizin emrettiği adl ü ihsan kaideleriyle te’min edildiğinden en ulvi tatbikat-ı ahlakiyye numuneleri Cenab-ı Peygamber’in zaman-ı saadetlerinde görüldüğü gibi hulefa-yı raşidin ve ondan sonra gelen müluk-i adile zamanlarında da pek çok misalleri vardır. Halife ve ibn-i amm-i Resulullah Cenab-ı Ali’nin huzur-ı hakimde bir Musevi ile yan yana muhakeme oldukları ve şahidlerin adem-i kifayesine binaen da’vayı Hazret-i Ali’nin gaib ettiği fakat bu mertebe yüksek adalet karşısında Musevi’nin müteessir olarak Cenab-ı Ali’ye tarziye verip din-i Muhammedi’yi kabul ettiği meşhurdur. Daha evvel Hazret-i Ömer radıyallahu anhin Kudüs fütuhatında ve sair vesilelerle gösterdiği ulvi adaletler bütün dünyanın bütün tarihlerinde zinet-bahş-ı insaniyyet olarak masturdur. Hasılı tarih-i İslam gayet kudsi adalet numuneleriyle doludur. Şefkat ve merhamet hususunda dahi müslümanlar her milletten ileri gitmişlerdir. İnsanlardan başka hayvanat için dahi müessesat-ı hayriyye yapıldığı bugün hala mevcud olan asar-ı vakfiyyeleriyle müberhendir. Hulasa-i ma’ruz İslam’ın medeniyet-i cihana ne kadar ciddi ne kadar ulvi hizmetler ettiği dünyanın her yerinde mevcud olan İslam asar-ı umranıyla sabit olduğu gibi dost düşman bütün doğru yazan milletlerin asar-ı muharrerelerinde mahfuzdur. Bu babda Din-i İslam ve Ulum-ı Fünun kitabında Avrupa ve Amerika müelliflerinin mühim ve gayet calib-i dikkat tafsilat mevcud olduğundan arzu edenler oradan okurlar. Pek a’la dünyanın en yüksek dinine malik ve o kadar vasi’ ve mühim fütuhata mazhar olmuş ve birçok ilmi muvaffakiyetler göstermiş; büyük alimler yetiştirmiş olan bu millet-i İslamiyye sonradan ne için gerilemiş ve ilerlemekte devam edememiş diyeceksiniz değil mi? Evet bu sual kendi kendine varid-i hatır olur. Fakat bu sualde tashih edilecek bir cihet vardır evvela onu tashih edelim. Ne için gerilemiş demiyelim de ne için geri kalmış diyelim. Çünkü alem-i İslam evvela gerilememiş geri kalmıştır. Geri kaldıktan sonra gerilemek de zaruridir. Buralarını tekrar izah edeceğiz. Şimdi ne için geri kalmış diye kabul edelim. Zira müslümanların bu hali başlıca ve evvela Avrupalıların ilerlemelerinden neş’et etmiştir. Müslümanların gerilemelerinden değil binaenaleyh daha iyisi Avrupalılar nasıl ilerlemişler orasını arayalım. Yukarıda müslümanlar hem kendileri ilerlemişler hem de başkalarının ileri gitmelerine daha doğrusu bugünkü medeniyetin zuhur ve husulüne sebeb olmuşlardır demiş Müslümanlar neşr-i din ve medeniyet için daire-i fütuhatı tevsi’ ettikleri sırada ma’lum olduğu üzere ilk asr-ı hicri nihayetlerinde Avrupa’ya geçerek bilahare Endülüs medeniyetinin zuhuruna sebeb olmuşlardır. O vakitler Avrupa alemi tamamen zalam-ı cehalet içinde ve herkes biri birinin gözünü çıkarıyor idi. İslamların bu veret sebebiyle gittikçe artan temas da müslümanların en büyük medar-ı temeyyüzü olan ilim ve ma’rifetten müstefid olmak için çalışmalarını intac etti. Avrupalılar kendi devr-i intibahlarının on beşinci on altıncı asırlarda olduğunu söylerlerse de hakıkat iyi aranırsa Avrupalılar rinden almışlardır. Mes’elenin bir safhası böyle olduğu gibi diğer bir mühim safhası da Ehl-i Salib seferlerine aittir ki bugünkü Avrupa terakkiyatı en ziyade Endülüs medeniyetiyle Ehl-i Salib seferlerinden aldıkları intibaha medyundur. Avrupalılar devr-i intibahlarını tıbaatın icadına medyun gösterirler ki bir cihetle doğrudur. Fakat tıbaatı icad edecek kadar münevver yetiştirmek için de bir devr-i intibah geçmiş olmak lazım gelmez mi? Hem tıbaat on beşinci asırda icad olunmuştur. Halbuki Avrupalıların ilim tahsiline daha evvel çalışmaya başladıkları el yazılarıyla muharrer mahfuz kita blarıyla sabit olduğu gibi şimdi bizim ecnebi mekteplerinde tahsil için gittiğimiz nevi’den Endülüs’e gelerek İslam medreselerinde tahsil-i ulum eden pek çok hıristiyan talebe bulunduğu da tarihlerde mezkurdur. Hele Ehl-i Salib seferlerinde büyük kuvvetlerle küçük kuvvetlerimize mağlub olmaları bütün bütün nazar-ı dikkatlerini celb ederek sebebini taharriye sevk etmiş ve neticede müslümanların ulum ve fünuna rağbet etmelerinde ve din-i İslam’ın hurafata mümanaat ve hakıkate fart-ı merbutiyyetinde bulmuşlar ve bu suretlerle bir tarafdan aralarında ulum ve maarifin intişarına çalışmışlar diğer tarafdan hurafatı efkar-ı sakımeyi atarak terakkı tarikini tutmuşlardır. İlmin maarifin aralarında kolayca intişarına hizmet eden alet-i kıraat ve kitabete malik olmaları bu babda en mühim amil olmuş olduğu gibi yine bu alet-i kıraat ve kitabetin basitliğidir ki Avrupalıların terakkılerinde en mühim amil gördükleri tıbaatın Eğer Avrupalıların terakkısi ancak tıbaatın icadıyla başlamış olsa idi tıbaatın yeni icad olunduğu bir zamanda Kristof Colomb yetişmiş olabilir mi idi? Hasılı Avrupalıların hakıkı devr-i intibahlarının müslümanların Avrupa’ya geçtiklerinden sonra hasıl olduğunda ve ba-husus Ehl-i Salib temasları üzerine kuvvet bulduğunda şüphe yoktur. On beşinci ve on altınca asırdaki sür’atle terakkı eden devr-i terakkı hep evvelki intibaha ve pek doğru olarak tıbaatın icadına merbuttur Avrupalıların Yunan asar-ı medeniyyesini tedkık etmeleri de yine Arab kitabları vasıtasıyla olmuştur ki bu hakıkat Avrupa tarihlerinde ber-tafsil mastur olduğu gibi el-yevm kütübhanelerinde mahfuz kitablarla da sabittir. Binaenaleyh Avrupa terakkiyatının ve bugünkü medeniyetin feyz-i İslam sayesinde olduğu muhakkak olup gelecek makalemizde onlar terakkı ettikleri halde biz ne Zola Fransa’nın bu müstesna siması bidayeten ümidsiz görünen fakat haklı olduğuna kani’ olduğu bir da’vanın müdafiiliğini deruhde ettiği zaman bütün cihana karşı bila-perva şöyle bağırmıştı: Hakıkat ilerliyor!. Evet efkar-ı umumiyye gunagun entrika ve tezvirlerle yanlış cereyanlara sürüklenirken hakıkat unutulmuş gibi idi. Birdenbire bülend-vicdanlarda bir isyan koptu. Hakıkat kıpırdanmaya başladı nihayet yürüdü ve muzaffer oldu. Sevgili vatanımızın mukadderatı hakkında Avrupa efkar-ı umumiyyesini tağlit için kurulan menfur entrika ve tezvirler de bidayeten hakıkati setr ettirecek bir şekl-i vahim almıştı. Fakat her kudretin her sultanın fevkinde bir adalet-i ilahiyye vardı. Müslümanlar bu adaletin er geç tecelli edeceğine iman ediyorlardı. Şüphesiz bir adalet tecelli edecek ve hakıkat ilerlemeye başlayacaktı. Bugün hakıkat henüz kat’i galebesini kazanmış olmamakla beraber herhalde ilerliyor hiçbir zaman ümidimizi kesmediğimiz adalet ve lutf-ı sübhani sayesinde nihayet hakıkatin galebe edeceğine iman edelim. Türkler beşeriyeti kemiren müdhiş cidalden çekildikleri zaman insaniyete bir ufk-ı nevin açmak vaadiyle ileri sürülen Wilson Prensiplerine istinad etmiş silahlarıyla beraber haklarının te’minini de İngiltere Fransa Amerika ve İtalya gibi büyük devletlerin namusuna tevdi’ eylemişti. Wilson Prensipleri’nin bilhassa bize ait olan meşhur . maddesi Devlet-i Osmaniyye hakkında bilhassa şu hususları istihdaf ediyordu. Boğazların bilcümle milletlerin sefain ve ticaretine küşadı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan bütün aksamı üzerinde hukuk-ı hükümrani-i Osmani’nin suret-i mutlakada muhafazası. Türkiye’de sakin akvam-ı sairenin terakkı ve inkişafının te’mini. The Morning Post gazetesi Mayıs tarihli nüshasında bu intibahı şu suretle anlatıyor: “İzmir sergüzeştinin parlak bir muvaffakiyet teşkil etmediğini gizlemek faidesizdir. Vukua gelen müsademeler neticesinde maktul düşenlerin mikdarı daha şimdiden dört beş yüze baliğ olmuştur. Kemal-i teessürle ilave edelim ki müsademe suretiyle değil gadren imha edilen ma’sumların mikdarı The Morning Post’ un gösterdiği rakamlardan pek fazla olduğu tahakkuk ediyor ve bundan da anlaşılıyor ki meşhur “Hasta Adam” ölüm yatağında sakin bir devre-i ihtizar geçirmeyecektir. Bütün Türk mevcud olduğu şüpheden varestedir. Birkaç gün evvel kuvve-i karibeye gelmiş zannolunan Türkiye mes’elesinin suret-i halli şimdi her zamandan daha uzak bulunmaktadır. Fransa Türkiye’nin harita-i alemden silinmesi arzusunu besleyemez. Fransa an-asıl Türk olmayan vilayetlerin düvel-i muazzamanın vekaletine verilmesine tarafdar bulunmaktadır. Fransa’nın Türkiye’de birçok menafie malik olduğu cümlenin ma’lumudur. O İngiltere’nin menafi’-i ticariyyesini tanımakla beraber İstanbul ve Boğazların yalnız bir devletin vekaletine verilmesinin büyük ve ciddi felaketler tevlid edeceğine kani’dir. Fransa’nın nokta-i nazarı Türklerle meskun bir Türkiye vücuda gelmesi olduğunda şüphe yoktur.” Eminiz ki Fransa’nın olduğu gibi bütün dünyanın da nokta-i nazarı bu olacaktır. Milliyetlerin hukuku tasdik edildiği bir asırda Türklerin de kendi milli hududları dahilinde müstakil bir hayat sürmeleri hakk-ı meşruu umumen kabul edilecektir. Çünkü cihanın huzur ve sükunu Türkiye’nin mukadderatıyla alakadar olan yalnız Osmanlı Türkleri değildir üç yüz elli milyonluk alem-i İslam da bu hususda Türkler kadar alakadardır. Londra’daki müstemlekat müessesesi binasında Mayıs’ın yirmi dördünde keşide olunan mükellef bir ziyafet esnasında Bikanir mihracesinin irad ettiği nutuk bu alakanın derecesini bütün dünyaya anlatmıştır. Müşarun-ileyhin pek mühim olan bu nutkundaki şu fıkralar bu nokta-i nazardan ne kadar kıymetdardır: “Hindistan’ın bu yüzden harb ve kaht u gala ma’ruz kaldığı müşkilat altmış yedi milyon Hind müslümanlarınca Türkiye’nin ve makam-ı Hilafet’in ati ve mukadderatı hakkında hissolunan heyecanlı endişe sebebiyle bir kat daha arttı. Maamafih ekseriyet-i kahiresi İngiltere’ye sadık olan Hindistan ahalisi Hindistan nazırı Mister Montagu’nun meva’id-i ahiresinden dolayı istikbale doğru ümidvar nazarlar ile bakıyor.” Hindistan’ın altmış yedi milyon müslümanını heyecanlı endişelerle bi-huzur eden Türkiye ve Hilafet mes’elesi bütün cihandaki müslümanları da aynı surette titretmektedir. Bikanir mihracesinin Hindistan Nazırı Mister Montagu’ya atf ettiği mevaidle müşarun-ileyhin Mayıs’da Avam Kamarası’nda irad etmiş olduğu nutuk olmalıdır. Filhakıka Mister Montagu bu nutkunda Hindistan’da ve bütün İslam alemindeki hoşnutsuzluğun esbabını “İktisadi sebeblerden sonra esas sebeblere nakl-i kelam edeceğim. Bence bunların birincisi Türkiye’nin mağlubiyeti üzerine cereyan eden münakaşatın alem-i ta Mısır ahvali “Müslümanlara gelince kendi namıma şurasını beyan etmek isterim ki müslümanları galeyana sevk eden sebebler nokta-i nazarından ben de kendilerinin hissiyatına kemal-i samimiyetle iştirak ederim. Geçen Cumartesi gününe kadar ben ve arkadaşlarım Paris’de Hindistan müslümanlarına mensub üç murahhasın iştirakiyle bu nokta-i nazarı Dörtler Meclisi huzurunda her fırsatta müdafaa ettik ve kendi nokta-i nazarımızı anlattık. “Eğer Hindistan’daki müslüman efkar-ı umumiyyesini tatmin etmek istiyorsanız buna ancak Türk İmparatorluğu’ndaki Türkler hakkında milliyet nazariyesini ve mukadderat-ı zatiyyeyi ta’yin esasını tatbik etmek suretiyle muvaffak olabilirsiniz. Müslüman vatandaşlarımı yani Hindistan müslümanlarını tatmin için şurasını beyan etmek hangi bir kimsenin sırf müslümanlara ait bir mes’ele olan Hilafet mes’elesine müdahale etmek isteyecek kadar çılgın olduğunu gösterecek tarzda resmi ve gayr-i resmi hiçbir söz sarf edilmemiştir. Daha ileri giderek diyeceğim ki hal-i hazırda muayyen bir dine İslamiyet’e ait olan ma’bede Ayasofya’ya sulh münasebetiyle müdahale edilmesi tehlikesi kat’iyyen mevcud değildir.” Evet hakıkat ilerliyor: Hindistan nazırının dediği gibi nihayet bütün dünya anlayacaktır ki müslüman efkar-ı umumiyyesi ancak Türk İmparatorluğu’ndaki Türkler hakkında milliyet nazariyesini ve mukadderat-ı zatiyyeyi ta’yin esasını tatbik etmek suretiyle tatmin olunabilir. Nasıl ki Paris’deki Şark Hey’eti’nce de bu hakıkat daha şimdiden kısmen anlaşılmıştır. Filhakıka ahiren Paris’den gelen bir telgrafda bu hey’etin “Toros’un beri tarafındaki Türk memleketlerinin tamamiyet-i mülkiyesiyle kaladeyi haiz bulunduğunu taht-ı karara almış olduğu” haber veriliyor. Bu karara göre bu kısm-ı arazi dahilinde bulunan İzmir’in Türkiye’ye ait olacağı tahakkuk ediyorsa da Toros Dağlarının öte tarafında umumiyetle Türklerle meskun olan Adana vilayetiyle Maraş Ayntab Kilis Urfa sancakları Ma’muretü’laziz ve Diyarbekir vilayetlerinin mukadderatı meşkuk kalıyor. Halbuki bütün bu havali Türklerle meskundur. Türk dan nasıl ayrılabilir? Tamamiyet-i mülkiyye ve istiklal varsa bu memleketler de behemehal o daire dahilinde bulunmalıdır. Ana vatanın bu parçalarını ayırmak şarkın huzur ve sükununu ebediyen sarsmak demektir. Eminiz ki şu günlerde bu hakıkat de tezahür edecek Türklerin kendi hududları dahilinde istiklal ve tamamiyet-i mülkiyyeleri tasdik edilecektir. Çünkü Wilson Prensipleri hak ve adl düsturları şarkın ve belki bütün cihanın huzur ve selameti bunu Hakla muzaffer olacaktır. Alem-i İslam’ın bugünkü vaz’iyetimiz ve bu vaz’iyeti mek istiyoruz. Vaz’iyetimizi alem-i İslam’ın gözüyle görmek ve binaenaleyh alem-i İslam’ın bize nasıl müzaheret ettiğini anlamak bizim en büyük vazifemizdir. Hepimiz görüyoruz ki bizim yegane istinadgahımız yegane kuvvetimiz Müslümanlık’tır. Ancak bu kuvvete istinad ve bu kuvveti tahkim edersek mevcudiyetimizi kurtarabiliriz. Bundan başka bize yar ve meded-res olacak hiçbir şey yok. Her taraftan ancak adavet ve husumet her taraftan silleler felaketler ölümlerle karşılanıyoruz. Fakat biz yalnız değiliz bizimle beraber pek büyük bir kuvvet var. Bu kuvvet Müslümanlık’tır. Bütün müslümanların kalbinde yaşayan bu kuvvet-i muazzama bizimle beraberdir. Bu kuvvete iltica etmek bu kuvvete istinad etmek bu kuvvetle yaşamak neticesinde bizim için kurtuluş vardır. Binaenaleyh vaz’iyetimizi bu kuvveti temsil eden alem-i görmek ancak hakıkati görmek demektir. Zümre-i galibe nezdinde bizim en büyük cürmümüz aleyhlerinde harbe iştirakimizdir. Harbe iştirak etmek bir hata idi. Fakat kabil-i ictinab mıydı? Alem-i İslam bu suali şöyle muhakeme ederek cevab veriyor: “İ’tilaf devletleri Alman tehlikesine karşı akd-i ittifak ettiler. Binaenaleyh bu ittifakın en mühim rüknü olan Rusya’nın amal ve makasıdını tervic etmeyi kabul ettiler. Rusya çarının en büyük emeli ise Devlet-i Osmaniyye’nin vic edenler Devlet-i Osmaniyye’nin izmihlaline hizmet etmiş oluyorlardı. Ma’lum ya Balkan ittihadının te’min-i galebesi için türlü türlü planlar kuruldu. Balkan fecayiine karşı iğmaz-ı ayn edildi. Ondan sonra Osmanlıların Yunanlılara karşı muhafaza-i mevcudiyyet için dişlerinden tırnaklarından tasarruf ettikleri müdhiş fiyatlarla satın aldıkları dretnotlara vaz’-ı yed edildi. Bu kat’i tezahüratı müteakib harbin alevlenmesi artık Rusya’nın nail-i emel olması zamanının yaklaştığını ifade ediyordu. İşte bundan dolayıdır ki Osmanlı Devleti zümre-i İ’tilafiyyenin aleyhinde harbe karışmaya mecbur oldu!” diyorlar. Alem-i İslam devletimizin harbe karışmasını böyle telakkı ediyor böylece harbe karışmamızın na-kabil-i ictinab ve zaruri bir hata olduğuna kani’ bulunuyor. Harbe karışmak mes’elesini böylece hallettikten sonra “Nasıl harb ettik?” mes’elesi meydana çıkıyor. Alem-i İslam harb esnasında lehimizde ve aleyhimizde yazılan her şeye peyda-yı ıttıla’ ederek ve bizim en insaniyetsiz en vahşi düşmanlara karşı bile i’tidalini ve faziletini muhafaza ettiğimizi tahattur ediyor ve bilhassa harb esnasında bilfiil bizimle muharebe edenlerin lehimizde şehadet ettiklerini görüyorlar. Ve binaenaleyh muharebe esnasında bize isnad edilen töhmetleri redd ü cerh ediyorlar. Kabul etmiyorlar. bir keyfiyet değildir. İslam aleminin kanaatine hürmet etmemek bu öyle vahim bir hürmetsizliktir ki bunun da bir cezası vardır. zarını beyan ettik. Şimdi de bizim için ne istiyor onları tedkık edelim: Avrupa’da bulundukları halde daima şehrah-ı muvaffakiyetlerine hailler vaz’ edilmiştir. Osmanlılar kadar su-i muameleye uğramış her gadre ma’ruz kalmış kimse yoktur. Binaenaleyh her şeyden evvel Osmanlıların emn ü eman içinde çalışmaları lazım olduğu kanaatindedir. Osmanlılar asırlardan beri Müslümanlığı müdafaa uğurunda her fedakarlığa katlanıyorlar. Hıristiyan aleminin açık veya gizli müttehid ve sürekli mesaisine rağmen Osmanlılar bu vazifeyi öyle bir zamanda ifa ettiler ki Endülüslüler Mısırlılar Hind Moğolları ve İranlılarla Arablar bu vazifeyi ifa edemeyecek bir hal-i izmihlalde te’yidine mazhar olmaları kendilerinin asırlardan beri alemdar-ı İslam olmalarına ait bir hakk-ı mukaddesdir. Binaenaleyh alem-i İslam Osmanlıları te’yid etmek onlara emn ü eman içinde yaşamak fırsatını elde etmek için her teşebbüsü icra edecektir. Osmanlıların payitahtı İstanbul’dur. Risalet-penah efendimiz ber-hayat iken müslümanların nazar-ı dikkatini etti. O zamandan beri müslümanlar bu şehri feth etmek hissalatü Ve’s-selam Efendimiz’in senasına Osmanlılar mazhar oldular. İstanbul’u feth ettikten bir zaman sonra Hilafet de Osmanlılara intikal etti. İstanbul Darülhilafe oldu. O zamandan beri Osmanlı padişahları İslam aleminin halife-i meşruu tanıldı. İstanbul bütün müslümanların payitahtı oldu. Halife-i İslam ahkam-ı ilahiyye dairesinde yalnız müslümanlara karşı bir hükümdar-ı müstakildir. Bütün alem-i İslam bu mevkiin istiklalini muhafaza için halife-i İslam’a muavenet hatta bunun için cihad ile mükellefdirler. Halife-i İslam hiçbir vakit gayr-i müslimlerin mahmisi olamaz. Halife-i İslam’ın Türk Arab veyahud Avrupalı Asyalı olup olmaması zerre kadar ehemmiyeti haiz değildir. Bir Habeş kölesi bile müslüman olduktan sonra müslümanlar nazarında halis Kureyşi bir Arab kadar haiz-i i’tibardır. Binaenaleyh İslam alemi makam-ı Hilafet’e payitaht-ı Hilafet’e karşı mükellef olduğu vazifeyi bulunan bir memleketin mukadderatını ta’yin edemeyeceğini Almanlar Korland Estonya ve sair yerlerde iken beyan etmişlerdi. Niçin aynı esası Suriye Irak ve sair bilad-ı İslamiyye hakkında tatbik etmiyorlar? Alem-i İslam bütün bu mesaili layık olduğu ehemmiyetle derpiş ve bu yolda Devlet-i Osmaniyye’yi te’yid ediyor. Bizim vazifemiz alem-i İslam’ın bu te’yidatına ibraz-ı liyakattir. Alem-i İslam’ın bizim vaz’iyetimiz hakkında düşündüğü kadar musib ve musib olduğu kadar adil bir fikir olamaz. Alem-i İslam ile Avrupa’nın münasebat-ı atiyyesini alem-i İslam hukuk-ı Osmaniyye’nin bir takım ihtirasat uğrunda heder edilmemesine bezl-i mesai ediyor bu mesaiden a’zami istifadeler te’min etmek için uyanık ve Yeni Avrupa nam Fransız risale-i usbuiyyesinde İstanbul’da uzun bir makalenin aksam-ı mühimmesinden bir kısmını “İstanbul’un Türklere kalacağı zannolunuyor. Bu Türkiye’de yaşamış olanlar için kat’iyyül-vuku’ bir hakıkat telakkı olunmakla beraber Türkiye’nin ölümünü istemeyen Boğazlar’ın serbestisi ile Türkiye’ye bir vekalet te’min etmek isteyenler için aynı suretle telakkı olunan bir hakıkattir. Fakat Türkiye de hem bize hem de himaye ettiğimiz vatandaşlarına karşı vazifelerini unutmamalıdır. Eğer eski Türk İmparatorluğu haritasına bakılırsa ve bilhassa bir parça bu memlekette seyahat yapılmışsa Trakya’nın kısm-ı a’zamının tamamıyla Türk ve Anadolu’nun baştan başa Türk olduğu sarahat kesb eder ki Wilson nazariyesine göre bu kıta’at-ı arazinin Türklere aid olması doğru ve mantıkı olur. İstanbul ve fes taşımak hakkından mağrur ve mütekebbir olan ve hatta içlerinden pek çokları kendi lisanlarını bile unutan Osmanlı Rumları levanten medeniyetlerini kendilerine adeden faik olan Türklere medyundur. İstanbul’dan çıkınız Türkiye’de ve Türkler arasındasınız. İzmir’den çıkınız yine öyle hangi hakla bu hinterland tabii bir medhal ve mahreci olan şehirlerden mahrum edilebilir? Bir memleket hakkında dermiyan olunan mutalebata esas olmak üzere orada kazanılan ve sarf edilen para mı mevzu’-ı bahs olur? Hiç şüphesiz ki diğerlerinin hakkı bizim hakkımızın ziyaını intac edemez. Hem öyle ki bizim lisanımız muhtelif milliyetler arasında bir vasıta-i beyan olmaktadır. Sahillere yerleşmiş birkaç bin Rum için yine bu sahillere muhtac olan milyonlarca Türkü unutmak doğru olamaz. Rumların şikayet etmeye hakkı yoktur. Çünkü onların hukuku tanınacaktır. Yalnız maksadlarını müdafaa ederken yapılan misilsiz gürültülerin ma’nasını anlatmak Ana yurdun en feci’ felaketlerle kıvranıp parçalandığı şu zamanda bir kısım hanımlarımızın hicab-aver kıyafetlerini görüp de kadınlık namına isyan etmemek mümkün değil!... rüzgar İstanbul sokaklarında sürmeli gözlere boyalı dudaklara şen kadın kahkahalarına tesadüf ediyor. Bu ne elim ne zelil şey!.. Vakıa kadınlığın ca be-ca görünen bu sukut-ı ma’nevisine vasi’ce mikyasda erkekler sebebiyet verdi. Düşmüş her kadın kadar şüphesiz onu düşüren erkek de tel’ine müstehıktır. Boyalı dudaklar ve gözleri terennüm eden şairler şuh meşreb kızları zımnen alkışlayan gazeteciler.. Bence bu sukut-ı ahlaka birer “müsebbib”dirler. Lakin felaketin bu derecesi karşısında artık sefil arzular susmalıydı… Hala o yolda o sefahet vadisinde ve ihtiras vadisinde sukutta devam etmek kadar dünyada zelil ve feci’ hiçbir şey olamaz. Ve hala bütün bu felaketlere kendi la-kaydisinin sebeb olduğundan bi-haber!... Bunu pek çok def’a söyledim yine de tekrar edeceğim: Dine ve milliyete la-kayd kalmasaydı bu millet yıkılmaz; hakkı böyle ayaklar altına alınamazdı! Din-i İslam ahlak ve fazilet dinidir. Onu ihmal etmekle namusu da ahlakı da ihmal etmiş olduk ve tabiatiyle düştük… Maamafih nevmid olacak zamanda değiliz samimi bir ric’at son senelerin lekesi üstüne müebbed bir perde-i nisyan çekilebilir ve onun arkasında göklerden bakan bir yıldız gibi temiz ve ilahi İslam kadını! Haydi aziz hemşireler daldığınız gaflet uykusundan artık uyanın on üç asırlık saltanat ümidini sizin temiz sizin ateşli ruhlarınızdan bekler! Jurnal d’Italia’dan: “Memleketin ileri gelenleri mütarekeyi müteakib gerek net ihtimali kalmadığını görerek ma’ruz bulundukları tehlikeyi anlamaya başladılar; aynı zamanda endişe-i istikbal meşayih ve kabail arasındaki nifak ve şikakı da izaleye hadim oldu. Binnetice revabıt-ı kuvvet ve ittihad artmıştı. Bu hal harekatı idare eden adamların tekamül-i siyasisine bir delil-i bariz teşkil ediyordu. Alman hey’et-i ıslahiyyesinin ileri gelenlerinden Baron Von Tondervat defter-i hatıratında bu son ahvali şu suretle tesbit etmektedir: Arap rüesa ve meşayihi de kendi mukadderatını kendi kendine ta’yin etmek hakkını infaz ve hükumet tam bir teşkilata mazhar ve devamlı bir mahiyette değil idiyse de hayat ve faaliyet ızharından hali kalmadı. Teşrinisani’de el-İberat’da vukua gelen ictima’da Cumhuriyet-i Arabiyye dört a’zadan yani Süleyman el-Baruti Ramazan eş-Şatni Ahmed el-Müeyyed ve Abdünnebi’den mürekkeb bir cem’iyet teşkil ediyordu. Telsiz telgraf istasyonu erzak depoları elbise anbarları cebhane depoları ve sairesiyle Mısrata yeni hükumete merkez olacaktı. Cumhuriyet’in meclis-i millisi başında Muhtar Bey Kubar bulunuyordu. Hükumet vergiler tarh ve kanunlar neşrediyor hey’et-i umumiyyesiyle intizam dairesinde çalışarak emin bir nüfuz ve hakimiyet sahibi bulunuyordu. Cumhuriyeti tasdik eden bütün havali-i dahiliyyede bir gazete dahi neşr ediliyordu. Hür İnsan namıyla çıkan bu gazetenin etrafında “Yurtlarınızda hür olunuz!” müşahede ederseniz ediniz analarından hür doğarlar.” gibi cümlelere tesadüf edilirdi. Bu gazetenin bir nüshasında şöyle bir fikre musadif olmuştuk: “Bu kadar harabiye mal olan büyük harb fırak-ı askeriyyeyi ve cebr ü şiddet taraftarlarını iskat etmekle demokratik fikirlerin revac-yab olmasına imkan bahşetti. Bu harb yalnız beşeriyetin fikr-i ahraranesine te’min-i galebe etmekten ve entrika ve şiddet siyasetini ortadan kaldırmaktan başka bir cihete hadim olmamış bulunsa buna yine bir bela nazarıyla bakamayız.” Hal bu merkezde iken Teşrinisani tarihinde Humus’da bulunan İtalyan ileri hatları karşısında Arab ahalinin mümessili Abdülkadir Paşa tarafından Salim Bey namında biri gönderiliyordu. Bu zat İtalyanlar tarafından Trablus Cumhuriyet’nin tasdik edilmesini taleb ediyordu. te’lif görmedikleri için bu talebi kabul edemeyeceklerini söylemiş ve Maamafih İtalya hükumeti tarafından yerli ahaliye hükumete iştirak hakkı bahş edilmek musammem bulunduğunu bildirmişlerdi. Ayın . ve . günleri diğer ictima’lar akd edilerek bunlara Osmanlı Binbaşısı Ziya Bey Muhtar Kobar Ramazan Şatni iştirak eylemişti. İctima’larda okuduğu iki mazbatada hakk-ı istiklal ile beraber Trablus hükumetinin mukadderat ve mes’uliyetini Devlet-i Osmaniyye’den tefrik etmek istiyor. Ve ayrıca da mütareke talebinde bulunarak muayyen şerait dermiyan edilmesi fikrinde bulunuyordu. İtalyan hükumeti bu mazbatalara cevab vermedi. Binaenaleyh muahedeye de imkan hasıl olmadı. Kanunievvel tarihinde Abdülkadir Paşa tarafından Seydi Bilal’e bir muhbir gönderilerek bir mev’id-i telakıde ayın dokuzuncu günü Arran yolunda toplandı; Seydi Bilal’den Züvare’ye kadar imtidad eden bütün mıntıkanın kumandanı Abdülkadir Paşa bidayeten istiklal-i tam da’vasını tecdid etmek istediyse de İtalyanların kat’i tavr-ı muhalefeti muvacehesinde mukavemetten ferağat ederek kendisini esir sıfatıyla İtalyanlara teslim etti. Halbuki Trablus İtalyan daire-i siyasiyye-i askeriyyesi Ferhad Bey vasıtasıyla Zaviye rüesası nezdinde teşebbüsatta bulunarak bu mıntıka kabailini taht-ı inkıyada almıştı. Maamafih bu mücerred tek bir vak’a idi; herhalde Libya’nın diğer aksamı mukavemetlerinde ısrar ediyordu. Asıl mukavele Mart tarihinde Bi’r-i İsa’da vukua gelen kabail ve aşairin ileri gelenleriyle hususi münasebetler te’sis edilmiş ve bunlara bol bol vaadlerde bulunulmuş ve netice dahi ajansların son istihbaratı suretinde zahir olmuştur.” Mayıs tarihli The Times gazetesinden: Mister Theodore Morison bir Yunan zabitinin memleketimize dair mektubuna cevaben sutur-ı atiyyeyi yazıyor: “ tarihli The Times gazetesindeki Türkiye’nin taksimi hakkındaki makaleyi yazan karie hitaben diyorum ki: Rical-i devlet hakıkatlerle olması lazım geldiği gibi değil fakat hal-i hazırını düşünerek meşgul olmalıdırlar. Sonra ne İmparator Paleolog’a ne de Halife-i Abbasiyye’ye izhar-ı adalet için haritayı yeniden çizebiliriz. Bizim şimdi nazar-ı dikkate alacağımız şey yirminci asırda milletler arasında gördüğümüz ihtilaf ile ahalinin taksimatıdır. Bu müşevveş mes’elede bir İngiliz olmak sıfatıyla en ehemmiyetli olarak iki nokta buluyorum: Birincisi bütün alem-i İslam’ın Türkler için büyük bir muhabbet taşıdıkları ve Zat-ı Şahane’nin hakimiyetinin gasb olunması taraftarı olmadıklarıdır. Müslümanların Zat-ı Şahaneyi halife diye tanıdıklarını söylemeye hacet görmüyorum. Rical-i devletin de bu hakıkatle karşılaşması zaruridir. sı için söz vermiştir. Kanunisani’de Mister Lloyd George İngiltere namına irad-ı kelam eylediğini söylediği ve “harbin gayesi” mevzuuyla verdiği bir konferansda bu noktaya temas etmiştir. Mister Lloyd George “Biz ne Türkleri payitahtlarından ve ne de zengin mahsuldar Anadolu’dan mahrum etmek için harbe girdik ne de an-asıl Türk olan Trakya’yı onlardan alacağız.” demişti. Mister Lloyd George yine aynı konferansda: “Payitahtı İstanbul olarak bir Osmanlı İmparatorluğu’nun idamesini istemiş olduklarını Bahr-i Sefid ile Bahr-i Siyah arasındaki geçidin beynelmilel ve bi-taraf hale kalb edilmesini Arabistan Ermenistan Irak Suriye ve Filistin’in münferid birer millet şeklinde tanınmasını düşünüyoruz.” demişti. Bu öyle bir yemindir ki hükumeti Türklerin İstanbul’dan çıkarılması ve Anadolu’nun taksimi fikrine imale etmeye çalışanlar manya’nın düştüğü vaz’iyete sukut ettirmiş olacaklardır. Hukuk Matbaası’nda basılmıştır Eşref Edib Hazret-i Peygamber’in tebliğ ve ta’lim buyurduğu usul ve füru’-ı dini izah edebilmek için evvel-emirde ünvan-ı aslisi olan İslam kelimesinin delalet eylediği ma’naları tesbit edelim. zıddı olan silm ve istislam kelimeleri gibi müsalemet mutavaat inkıyad ihlas ma’nalarını ifade eylediği gibi “silm”e koymak veya girmek selam vermek ma’nalarını ma’nasıyla alakadar olur. Bu ma’naya göre İslam ale’l-ıtlak mutavaat inkıyad ve ihlas ve samimiyet müsalemet demek olacağı cihetle her hangi şeye olursa olsun inkıyad ve samimiyet hakkında kullanılabilir. Şu halde bir batıla bir fenalığa bir zulme inkıyad ve ihlasda dahi kullanıldığı olabilir. Fakat lisan-ı Kur’an’da örf-i dinde İslam inkıyad-ı mutlak değil maadaya inkıyad ise İslam’a münafidir. Çünkü hakka muhalif olan şeye inkıyad hakka inkıyad değil isyandır. Ve bu husus Kur’an’da bir çok kereler tasrih edilmiştir. Balada zikr olunan ayet-i kerimesi ma-kablindeki ayetinin mazmununu te’kid eylediğinden İslam Cenab-ı Allah’ın ve melaikenin ve eyledikleri vahdaniyet-i ilahiyye’ye inkıyad ma’nasını vazıhan ifade ediyor. Ve ta’bir-i ilmisiyle ’ daki elif lam bir ma’na-yı ahdiyi iş’ar eyliyor. Takyid-i mezkuru ayet-i sabıkanın ma-ba’dindeki ayet nazm-ı celili daha ziyade tasrih etmiştir. Burada gerek Hazret-i Peygamber’in ve gerek etbaının İslam’ı Cenab-ı Allah’a İslam yani ihlas ve inkıyad olduğu ve binaen aleyh mutlak değil mukayyed bulunduğu vazıhan ifade ediliyor. Sonra Kur’an-ı azimü’ş-şan hevadan yani temayülat-ı mahza-i nefsaniyyeye şürur ve ebatile hasılı hak olmayan her şeye muhalefet ve münker olan şeyleri nehy eden hasılı tağut ve şeytana ittiba’ ve inkıyaddan men’ eyleyen bir çok ayat ile doludur. Ez cümle Sure-i Bakara’da ayet-i kerimesi İslam’ın muhtevi bulunduğu müsbet ve menfi kayıdları birlikte göstermiştir. Bundan başka bu ayet hadis-i şerifi gibi İslam’ın inkıyad-ı hakka müteferri’ olan müsalemet-i amme ma’nasına delaletten vareste olmadığını da ifham ediyor. gibi ayat-ı celile gibi ehadis-i şerife gösteBaşmuharrir Hülasa indallah din-i marzi olan İslam herçi-bad-abad Cenab-ı Hak celle ve alaya inkıyad ma’nasına raci’ olduğundan nezd-i ilahide hak olan şeylere inkıyad ederek ehl-i hak ile kemal-i musafat ve müsalemet üzere yaşamak ve ehva’ ve teşehhiyat-ı batıladan ictinab ederek erbab-ı ehva’ ve teşehhiyyata karşı mücahedede bulunmak vicdanına müncer olur. Bu vicdanı ta’bir-i aharla hakperestlik diye telhis edebiliriz. Hakk-ı Mutlak olan Cenab-ı Allah’ın vahdaniyetine nazarına göre değil nazar-ı ilahiye göre bir kıymet verir ve bu kıymeti haiz her hangi bir emr-i hakkı inkar ve ihmalden haya eder. Ve binaenaleyh hubb-i hakk u hakıkat yerleşmiş olan kalplerde taassuba yer de kalmaz. ayetinde din-i hakka Kur’an-ı azimü’ş-şan; ve emsali ayatında gulüv ve taassubu zem ve men’ eylemiş ve yalnız hakta ısrarı tavsiye eylemiştir. İslam hayr-ı mahzı daima hakta tanımıştır. Hak olmayan şeyde hayır gözetmemiştir. Kezalik İslam hak ve hayra müstenid olmayan menfaatleri menfaat değil mazarrat bilmiştir. Bu noktaları atideki mebahisde daha iyi anlayabiliriz. Balada İslam’ın ma’na-yı lügavisi ile edyan-ı salifeye dahi şamil olan mebadisi yani ma’na-yı ammı i’tibarıyla hakıkatini gördük. Şimdi de en ma’ruf ve en has ma’nası ve faidesi nokta-i nazarından ta’rifini anlayalım. Asıl Din-i İslam niam-ı ilahiyyeye isal eyleyen tarik-ı müstakımdir. Bu ta’rif Sure-i Fatiha’dan bi’s-saraha anlaşılmaktadır. Kur’an-ı azimü’ş-şanın irşad ve tebliğ buyuracağı dinin en mühim esasları ümmü’l-kitab olan Sure-i Fatiha’da birer mebadi-i ilmiyye tarzında irae buyurulmuş ve bu miyanda ta’rifine de işaret edilmiştir: Şu meşhudumuz olan ve her biri bir müddet-i muayyene da tedricen tekemmül etmekte ve bilahare münhedim olmakta bulunan ve yine her biri bu tahavvülatıyla bizim mevcudat-ı mahsusenin ve bunlar miyanında bilhassa zi’l-ukul olan insanların mebde’ ve merci’-i vücudu halikı malik ve mürebbisi olan bir Allah vardır. Bütün bu avalim kendiliklerinden değil onun halk ve icadıyla vücuda gelir ve onun terbiyesiyle kemale yetişir ve yine onun tasarrufuyla zail olur gider. Ve hiçbir şey onun mülkünden huruc edemez. Böyle Rabbü’l-alemin olan Cenab-ı Allah’ın esma ve sıfat-ı kemaliyyesi vardır. Ez cümle Allah Rahmandır bütün mahlukatına ibtidaen lah Rahimdir. Akıl ve fikir ve irade ile muhtar ve hür olarak yarattığı insanlara vereceği ni’metleri sa’y ü kesbleri kanunlarına rabt eylemiş olmakla intihaen bunlara haseneye göre mükafaten in’am ve ihsan eyler. Hem de Cenab-ı Allah Malik-i yevm-i dindir onun istikbalde bir yevm-i mükafat ve mücazatı vardır. Ve o günün yegane maliki kendisidir. Orada insanları mes’ul eder. Kesb ve amelleriyle ibraz-ı liyakat edenlere in’am ettiği gibi edemeyenleri de muakabe ve tecziye eyler. İşte bütün ta’zimat-ı kamile ve takdisat-ı tamme hamd ve şükür ve sena ancak ona mahsusdur. tün ta’zim ve tahmidi Cenab-ı Allah’a kasr etmelidir. “Ya Rabbi ubudiyet ve ibadet denilen huzu’-ı tam ve ta’zim-i kamili ancak sana yaparız ancak senden istiane ederiz.” demeli ve bunu hem fiilen hem kavlen icra ve ve bu yolda bütün tezahüratını te’min eyledikten sonra rahmet-i ilahiyyeye nail ve ni’am-i gayr-ı mütenahiyyeye vasıl edecek tarik-i müstakıme hidayeti Cenab-ı Allah’dan kalanların değil nail-i ni’met olanların tarikına tarik-i müstakıme hidayet eyle duasını arz etmelidir.” mealini ta’lim buyuran Sure-i Fatiha’daki ayetleri zikr olunan ta’rifi sarahaten göstermiş ve din ve şeriat-i İslamiyyeden ibaret bulunan bu tarik-i müstakım bütün Kur’an-ı azimü’ş-şanda ba’dehu ehadis-i nebeviyyede tafsil edilmiştir. Mehmed Hamdi A’yan reis-i muhteremi fazıl-ı şehir Mustafa Asım Efendi hazretlerinin Ramazan-ı Şerif’in’üncü günü ikindiden sonra Nuruosmaniye Cami’-i şerifi’nde bir mev’iza evvel fevc fevc camie şitaban oluyorlardı. Namaz vakti hülul ettiği zaman cami’ kapılara kadar dolmuşidi. Pek çok zevat yer bulamayarak dışarıda bekliyorlardı. Namazı müteakib cemaat o kadar çoğaldı ki mahfiller dolduğu gibi bir çok zevat da oturacak yer bulamayarak ayakta dinliyorlardı. Cemaatin ekseriyetini münevver müslümanlar teşkil ettiği ve Mabeyn-i Hümayun erkanından bazı zevat-ı kiramın da cemaat arasında bulundukları görülüyordu. Beyaz cübbesiyle kar gibi sakalıyla cevval nazarlarıyla kürsiden bütün cemaatin enzar-ı dikkatini celb eden müşarun-ileyh hazretleri duayı müteakib gür sesiyle euzü besmele çekerek Arapça bir mukaddemeden sonra ... hadis-i kudsisini okudular. Küçük bir vakfeden sonra büyük bir belagat ve selasetle hitabesine başladılar: Her müslümanın ma’lumudur ki Allahuazimü’ş-şan ezmine-i muhtelife ve emkine-i müteaddidede bir çok enbi ferman-ı celiliyle şeriat-i Ahmediyyesine müteallik Tarih-i İslam’a bir kere nazar edelim. Dünyanın muhtelif kıtaatında muhtelif zamanlarda bir çok müslüman hükumetleri teessüs etmiş. Onlar her ne zaman ahkam-ı diniyyeye riayetkar olmuşlarsa mes’ud olmuşlar. Her ne zaman gerek hükumeti gerek ahalisi dinde zaaf asarı göstermeye başlamışlarsa makhur olmuşlar. Hezimetten hezimete duçar olarak günün birinde yerin dibine geçmişler. Şunu bilmelidir ki Cenab-ı Rabbü’l-aleminin insanlara tebliğ-i ahkam etmesi bizim ibadetimize muhtac olmasından dolayı değildir. Hak teala hazretleri ehl-i İslam’dan kudreti kifayet edenlere hacc-ı şerifi farz eylemiştir. Bunu ifa eden kendi saadetine hizmet eder. Cenab-ı Hak hiç kimsenin ibadetine muhtac değildir o gani ani’l-alemindir. İnsanlara emrettiği şeylerin bütün faidesi tamamıyla tatbik edenlere ve onların civarında bulunanlara aiddir. Allah şeriat-i Sübhaniyyelerinde iki esas emrediyor: Şeair-i ilahiyyeye hürmet Mahlukat-ı Sübhaniyyeye şefkat. Kelime-i tevhid şeair-i ilahiyyenin başındadır. Ezan-ı Muhammedi şeair-i ilahiyyenin başındadır. Namaz Kur’an Resul-i kibriya… Bunlar da şeair-i ilahiyyenin başındadır. Bunların her hangisine olursa olsun her müslümanın cidden kalben saçından tırnağına kadar hürmet etmesi vesile-i fevz ü felahı bais-i saadetidir. Bunlara nasıl hürmet edilir? Şeriat-i celilemiz her mavtında her karda bizim için saadet ve rahmet olacak hususatı söylemiştir. Mesela ezan okunur. Biz elimizde sigara ağzımızda nargile ayak ayak üstüne atar otururuz. Bu olur mu? Padişahın selamı gelince ayakta kabul ederiz. Ezan-ı Muhammedi ise dinin sesidir ulvi teranesidir. Ezan Allah’ın huzurunda yüz sürmeye da’vet ediyor öyle ise bütün müslümanlar buna hürmet eder. Can kulağıyla dinleyerek münşerih olur. berin hadisi ve bundan istinbat olunarak ulemanın icmaı fukahanın kıyasıdır. Şimdi bir hadis-i şerif şerh ediyorum. Hadis iki türlüdür: Birisi kudsi ta’bir-i aharla hadis-i İlahidir. Diğeri de hadis-i nebevidir. Her ikisi de Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin lisan-ı hikmet-beyan-ı Muhammedilerinden sadır olmuştur. Ancak birisi hususat-ı diniyyeden olduğu surette vahye müstenid olarak doğrudan doğruya taraf-ı Muhammediden söylenmiş. Diğeri taraf-ı ilahiden vekalete müşabih bir tarzda yine canib-i Risalet-penahiden irad buyurulmuştur. Ulema bu kısım hakkında ma’nası Allahu teala hazretleri canibinden lafzı Hazret-i Peygamber aleyhi’s-selam tarafından varid olur diyor. Arz edeceğim hadis bu kısımdandır. Ey kullarım! Bu ta’birden kimleri anlıyoruz? Bütün insanları mı! Hayır bütün insanlar kullar değildir onlar mahluklardır. Kullar din ve imanı olanlar Allah’a Peygamber’e i’tikadı olanlardır. Dinden imandan mahrum olan Allah’a i’tikad etmeyen Peygamber’i tanımayan kimseler Allah’ın kulu değil; mahlukatıdır. İnsanlığın hükmü olan imanı vicdanına yerleştirenler Bana ubudiyetle kesb-i şan ve şeref etmiş olanlar. [ ] Ben kendime zulmü haram kıldım. Yani zat-ı pak-i ehadiyyetim zulümden münezzeh müteali mukaddestir. Benden zerre kadar zulüm sadır olmaz olamaz. Garabet şuradadır ki Allah’dan zulüm sadır olmaz değil olamaz. Çünkü zulüm neye derler? Gayrın hukukuna tecavüz bir şeye layık olmadığı mevkie çıkarmak dünyada ve ahirette Allah’dan başka hiç kimsenin mülkü var mıdır? Hilkaten icaden ibkaen her şey mülk-i ilahidir. Cenab-ı Hak her ne yaparsa kendi mülk-i mutlakı üzerinde bir tasarrufudur. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’a kıyas ile gayrda bir hak yoktur ki ona tecavüz etmesi mümkün olabilsin. Şu halde Cenab-ı Hak’dan zulüm sadır olması mutasavver olamaz. Halbuki şekl-i zulümde görülebilecek halat dahi olmaz. Her hangi bir kimse zerre ağırlığı bir iyilik yaparsa onun ind-i ilahide mükafatı zail olmaz. Hayır yapmak mes’ud olmak demektir. Eğer lazım gelseydi sureten ve şeklen zulme şebih olabilirdi. Halbuki Kur’an-ı azimü’ş-şan bunun dahi olmayacağını bildiriyor. yor ki: Girenler hankah-ı evliyaya Bütün da’vetlidir Galib safaya Sakın zahirde kalma aldanırsın Komazlar yoksa varmazlar sanırsın Camie girdik hankah-ı evliyaya girdik her hangi bir Cenab-ı Hakk’a şükür etmek lazımdır. Girmeyenler hilkat ve fıtrat-ı asliyyelerini su’-i isti’mal etmiş bulunmalarından dolayı huzur-ı ilahiye girmeye liyakatleri olmayanlardır. Ben camie girmem diyenin aklına şaşayım. Lağımcı esvabıyla mecalis-i kübraya elbette girilmez. İnsanların seyyiat-ı ahlakıyyesi öyle murdardır ki o evsah üzerinde iken Allah onları kapısına sokmaz camie girebilmek o şerefe mazhar olabilmek Allah’ın büyük bir lutfu büyük bir ihsanıdır. Ben zulümden münezzeh mukaddes müteali Zü’l-celal ve’l-ikramım ve zulmü sizin aranızda haram kıldım. Şu halde yekdiğerinize karşı zulmetmeyiniz. birbirinize karşı ırzınıza namusunuza hukuk-ı maliyye ve şerefinize taarruz ile zulmetmeyiniz. Çünkü zulüm efradı mahvettiği gibi akvamı da perişan eder. bir memleket ki ahalisi onu teşkil eden hey’et-i ictima‘iyye muslih bulundukça kafir de olsalar Allah o memleketi yıkmaz. Küfürlerinden dolayı cezalarını ahirette çekerler. Fakat zulüm hükmünce dünyayı da yıkar. Zulmün seyyiatından şeametinden birisi de Allah zalimlerden hiçbir vakit peygamber göndermemiştir. ahd-i ilahiye zalimler nail olmazlar peygamberler içinde hiçbir zalim yoktur. Zalim mertebe-i velayetten de düşmüştür. Zalimin dünyası da yoktur. onda yaşayamaz. Beş on gün yaşar gibi görünür. Fakat dünyanın ucu uzundur. zulüm gayrın hukukuna tecavüz tabiat-i beşeriyyede bir hastalıktır. Bir adamı ehl-i iffet görürsen bil ki bir sebebi vardır. Ahlak-ı umumiyyeyi tutan şeylerden birisi efkar-ı umumiyye ve memleketin muhassala-i ahlakıyyesidir. sinin bir nevi’ mahkumudur. Her cem’iyetin etvar ve ahlak-ı umumiyyesinin muhassalası bir hal vardır ki onun haricinde hiçbir ferd yaşayamaz. Mesela Avrupa’nın bazı memleketlerinde erkekler hamama çıplak girerler. O memleketin adeti böyle. Fakat sokağa çıkınca çorabını bile çıkaramaz. Gel bizim memlekete. Bizim hey’et-i ictima‘iyyemize mensub bazı kimseler Ramazan’da tramvayda trende vapurda şurada burada cıgarayı burnunuza sokarlar. Demek ki bu adamların bir Avrupalı gibi mensub olduğu cem’iyete hürmeti yoktur. Ve mensub olduğu cem’iyetin de muhassalası o hürmeti verecek derecede değildir. Kabahat şu fiiliyle mensub olduğu cem’iyetin ve kendisinin dinini istihfaf etmiş olan kimselerde mi yoksa o gibileri aguşunda perverde eden memlekette mi? O hal memleketin bir hasletin neticesidir ki halk terbiyesizlikten korkar utanır da muhalif-i edeb harekette bulunmaz. kanunları hukuk kanunları var. İnsanlar adab-ı umumiyyeye muhalif harekette bulunduğu takdirde mahkemeye sevk olunacağı korkusuyla fenalık yapmıyor. Bir de insanların pak ve nezih insanların vicdanıdır. Kendinden utanır da fenalık etmez. Mesela sokakta genç ve güzel bir kadın görünce başını eğer fena nazarla bakmaz. Düşünür ki bu birisinin ya hemşiresi ya haremi yahud kızıdır. Benim hemşirem benim haremim benim kızım sokağa çıkınca ona böyle bir gözle baksalar ben bunu kabul edemem müteessir olurum. O halde kendi ailem hakkında kabul etmediğim bir şeyi başkalarının ailesine reva görmek vicdansızlıktır der ve utanmak lazım geldiğini anlar. Bunu hatırına getirerek bakamaz bilakis kendi hey’et-i ictima‘iyyesine mensub kadınları o halde gördükçe müteessir olur. Çünkü onlar çocuktur. Birbirini görmekle o hale düşmüşlerdir. Onları düştükleri çukurdan çıkarmak bütün hey’et-i ictima‘iyyeye aid bir vazifedir. Onlara fena nazarla bakmak değil onları ıslah etmek icab eder. Onlara anlatmak iktiza eder ki: Bu halin hanımlık şerefiyle asla münasebeti yoktur. Kadınların süprüntü kısmı ancak böyle kıyafetlerde gezer dünyanın her yerinde ağır hanımlar vakur gezerler açıklık saçıklıktan tevakkı ederler. İşte bunları onların enzar-ı ibretine vaz’ ederek onları ıslah etmek iktiza eder Dördüncüsü Allah korkusudur. ayetleri ve emsali nusus-ı şer’iyyeyi düşünür. Bir yevm-i ceza bir yevm-i ba’s ü nüşur olduğunu tefekkür eder. İnsan o gün hayır ve şer bütün ef’alinin hesabını verecek. Herkes ölecek ve her ölen dirilecektir. Fakat şu son ikisi yani Allah korkusuyla taharet-i vicdaniyye herkesin karı değildir. İnsanlar her nerede cem’iyet halinde yaşarlarsa bir hükumet te’sis etmişlerdir. Ve bu sayede insanların yekdiğerine karşı tecavüzünü men’ etmek bir salah-ı adalet te’sis eylemek mümkün olabilmiştir. Hükumet iki kısımdır. Birisi hükumet-i diniyye diğeri hükumet-i akliyyedir. Hükumet-i diniyye hükumat-ı muhtelife-i İslamiyye ile hükumet-i Osmaniyye’nin te’sis eylediği hükumet-i Muhammediyye’dir. Hükumet-i akliyyede memleketin en akıl en ma’lumatlı en zeki ve müdebbir adamları toplanır halkın arzusunu düşünür kanun yaparlar. Hükumet-i diniyyenin kanununu Allah yapmıştır. Ne vakit insanlar kanun-ı adaleti biz yapacağız derlerse hükumet-i diniyyeden çıkmış olurlar. Adaletin esaslarını Allah ta’yin buyurmuştur insanların hakıkı felah ve saadetlerini te’min etmek isteyenler o daireden çıkmazlar. Allah’ın emriyle hükmetmeyenler Habibim sana isticabe etmezlerse bil Halbuki diğer milletlerde mesela Yunanistan’da reis-i ruhani ile başvekili daima birlikte daima kafa kafaya hareket eder bir halde görürsünüz. Bizde de bu iki reisin aynı fikirle aynı gayeye mütemasil mukaddemat ile neticeye doğru gittiklerini gördüğümüz zaman memleketin kurtulacağına inanırız. Ve o vakit milletin sahib-i iman namus ve vicdan rikkat-i kalb erbabından müterekkib kitle-i azimesi arkalarında yürürler. Çünkü hak yolu birdir. Batıla süluk edilince efkar ve ara teşettüte uğrar. Fırak ve ahzabın zuhuru da başlıca bundan neş’et eder. Aklımız varsa ulema-yı dinimize hürmet edelim. Ben kendimi ulema-yı dinden sayamam. Haddim değildir. Ağlarım bu memlekete ki meydanı benim gibi adamlara bıraktı. Milletin rehberleri arasında ben kendimi en ehemmiyetsiz bir halde bulaydım beni gölgede bırakacak bir çok ulemamız meydana çıkaydı memleket mes’uddur derdim. Fakat maatteessüf millete rehberlik edenler Din-i yetişmiş zevat! Şu halde maarifimizi de maarif-i İslamiyye yapmanın yoluna bakalım. Bu memleketin en mühim ve en müzmin derdi budur. Maarif son zamanlarda bozuldu diyenleri kasirü’l-basar görürüm. Ben kendimi bildim bileli maarif bozuktur hangi mektepte muntazam cami’ muntazam musluklar muntazam imam gördünüz? Çocuklarımızı ellerine tevdi’ ettiğimiz adamlar Müslümanlık’tan anlamazlar ki o nurdan feyzdar olmazlar ki ona göre bir terbiye vermeye çalışsınlar. Kıyametler koptu şu oruç mes’elesini bir nizamına koyuncaya kadar. Şeyhülislam uğraştı ben uğraştım şu oruç mes’elesini halledelim de sokaklarda şurada burada alenen nakz-ı sıyam rezaleti kalksın diye. İşte hükumetin vükelası vüzerası karar da verdiler. Sonra bir de bakıyoruz ki Küçük Zabit Mektebi’nde resmen yemek çıkıyor. Birisi bana geldi de ağlaya ağlaya söyledi şikayet etti. Eğer o mektebin kumandanı ahkam-ı şer’iyyeyi bilseydi ve ona hürmeti olsaydı elbette böyle yapmazdı. Demek ki ahkam-ı İslamiyyeden haberdar değil. Vakıa ma’zereti olanlar oruç tutmaz. Fakat o ma’zereti kim ta’yin edecek? Tabib-i hazık-ı müslim-i gayr-ı zahirü’l-fısk ancak bunu ta’yin edebilir. Müslüman olacak hazakati olacak fıskı zahir kimseden olmayacak. Böyle bir tabib muayene edecek; zaafın var hastasın oruç tutarsan tehlikeyi dai olur diyecek. Ondan sonra yiyebilecek. Çünkü müslim olmazsa nazarında orucun kıymeti yok. Dinine i’tina edecek adamın sözü elbette mu’teberdir. Amma dinine ehemmiyet vermeyen adam onun kıymetini anlamaz ki.. Onun için mektepleri ehline tevdi’ etmek lazımdır. Hangimiz hangi evlad babası mektebe gitti de: “Müdür bey bizim çocuk şuraya devam eder. Çocuklara nasıl terbiye verirsiniz? Dinini dünyasını öğretiyor musunuz?” diye sordu gittiniz mi? Burada birkaç bin kişi varsınız. Söyleyiniz bakalım hanginiz gittiniz camii olmayan terbiye-i diniyyeye ehemmiyet vermeyen mektepten çocuğunuzu aldınız? İçimizde böyle adam yok ise o halde mektepleri ayıplamamalı. Maarifin kabahati yok tamamıyla kabahat bizde. Cami’ler mukaddes yerlerdir. Onlara hürmet edelim ki nail-i fevz ü felah olalım. Cami’lerimiz ne güzel ne şirin ma’bedlerdir. Kıymet-i maddiye ve sanayi-i mi’mariyyesini takdir eden frenkler geliyor da saatlerce seyrederek hayran kalıyorlar. Biz ise maatteessüf bu kıymetdar ma’bedlerimizin ma’neviyatını anlayamadığımız gibi maddiyatını da takdirden aciz bulunuyoruz. Şimdi dersden bize hasıl olan şey Cenab-ı Hak zulme ve zalime la’net eder. Öyle ise şahsen zalim olmayalım. ye riayetkar olalım. Umur-ı resmiyye arasında erbab-ı müracaattan bir zat bana “Sizin adaletinizden eminim” demişti. Ben bu cümleye muhatab olduğum zaman korkumdan titredim ve utandım. Adalet sıfatı… O ne demek? O ne büyük şey! Bir an adalet icra etmek yetmiş yıl ibadetten evladır emr-i adaleti icra ederken garazı ivazı menfaati kat’iyyen atacaksın. Allah’ın emri budur diye düşüneceksin rızaullahı sale girdim. Şu niyetle şu şeraitle bunu yapamadım. Yapanlar şayan-ı tebriktir. Hepiniz dalalettesiniz. Tarik-ı hakkı hiç biriniz kendi kendinize bulamazsınız. Ancak benim mazhar ettiğim erbab-ı hidayet saadeti bulur. İnsanlar bir kere fıtrat-ı Her doğan fıtrat-ı hakıkıyye-i İslamiyye üzerine doğar. Ma’rifetullaha mütemayildir. Şu kadar var ki göreceği terbiye bu fıtratı ifsad eyler. Terbiyenin ilk me’hazı ailedir. Ailedir ki insanları yavaş yavaş dinden de çıkarır ahlaksız da eder. Vakıa hiç kimse “Oğlum dinsiz ol” demez. Fakat öyle bir terbiye verir ki git gide çocuk dinden imandan çıkar. Çocuklarımız kuşların kapana tutulması gibi verdiğimiz terbiye ile dinsizliğe tutulurlar. Yoksa iman fıtratta mevcuddur. Hidayet-i ilahiyye kaç türlüdür? Allah’ın hidayeti saymakla başa çıkmaz. Lakin envaı vardır birinci hidayeti kuva-yı Allah insanlara işitecek bir kulak görecek bir göz verdiği gibi düşünecek bir de akıl ihsan etmiştir. Aklen bulunmayacak şeyi hissiyle bilir. Hissen bilinmeyecek şeyi de aklıyla bulur. Azamet ve celalini göstermek için bunca delail-i bahire asar-ı zahire icad ve ikame olunmuştur. Bunlara sathi bir nazar atfedip geçmek kar-ı akl değildir. Şu yerlerin göklerin yaratılışında gecenin gündüzün yekdiğerini ta’kıb etmesinde uzunluk kısalık i’tibarıyla müddetlerinin bir kanun-ı intizam dairesinde değişmesinde akl-ı halis ashabı için ne büyük deliller vardır. Sonra beraber hepsinin mahiyet-i hakıkıyyesi birdir. Bu ne kudrettir görünüz. Dünyanın erbab-ı ilmi erbab-ı serveti mi? Yed-i yemin-i kudret guya bir avuç pırlantayı fezaya fırlatmış da alemi bununla tezyin etmiş. Her hangisinin değil evsaf-ı umumiyyesi yalnız güzelliği tahayyül edilse nun karşısında meclub-ı kemal olanlar “Allahu ekber” demez mi? Bu kadar azametli şeyleri halk eden Cenab-ı Kadir-i Mutlak gözle görülemeyecek kadar küçük mahlukat da halk buyurmuşlardır. Mikrop dediğimiz şeyler ne büyük eser-i kudret-i ilahidir! Kim demiş ki insan okuyunca dinsiz olur? Bilakis insan okudukça anladıkça imanı artar. Fakat dinsizcesine okursa tabii varacağı yer ilhad çukurudur. İş şekl-i ta’limdedir. Ulum ve fünun şekl-i ta’lime göre zehir şekl-i ta’lime göre gıda olur. Allah’ın üçüncü hidayeti enbiya-i kiram göndermesidir. [ ] Böyle delail-i zahireden ve tebligat-ı enbiyadan istifade edemeyenler hayvan mertebesinde kalmış olur. mahrum kalırsa hayvanat mertebesine düşer. Hatta daha aşağıdır. Nasıl ki altın yerden çıktığı gibi istifade olunur değildir. Üzerinde ameliyat sırrına mazhar olur. Allah’ın dördüncü hidayeti kitap inzal etmesidir. Hiçbir peygamberin ömrü kıyamete kadar devam etmez. Onların alem-i fenayı terk etmelerinden sonra ümmetleri şeriatlerini unutabilirler. İşte bu hikmete ve daha nice hikem-i celileye binaen taraf-ı ilahiden kitap dahi ihsan buyurulmuştur ki ba’de’l-enbiya ümmetin dest-i istifadesinde bulunsun Hazret-i Peygamber efendimiz diyor ki: “Ben gidiyorum. Size iki şey bırakıyorum; biri Kitabullah biri sünnet-i seniyyemdir. Bunlara yapıştıkça dünyanızı dininizi şaşırmazsınız.” Hayat-ı Muhammediyyeyi düşününüz ve tatbik ediniz. Hayat-ı Hazret-i Muhammed de cümlesinin ifade ettiği vechile tamamen ahkam-ı Kur’aniyyeye mutabık idi. Kur’anı okuyun ne diyorsa Hazret-i Muhammed’in hayatı odur. Mesela buyuruluyor. Kur’an-ı azimü’ş-şan diyor ki: Bed muamele gördüğün vakit hüsn-i suretle müdafaa et. Fenalık etme dostun yapar. İşte Hazret-i Muhammed bütün hayatında bu gibi kavaid-i ahlakıyye ve ictima‘iyyeyi tamamen tatbik etmiş bulunduğu düşmanlarının dahi taht-ı i’tirafındadır. Hatta bir çok kimselerin iman ve hidayeti Nebiyy-i Ekrem efendimizin bu gibi muamelat-ı cemileleri sebebiyle vukua gelmiştir. Dinini saltanat-ı şahsiyye için te’sis etmiş değildir. Dünya malını biriktirmedi. Evladını da kendi mirasından mahrum bıraktı ailesinden hiç kimsenin hilafetini tavsiye etmedi tebliğ ettiği dinde menfaat-i dünyeviyye aramadı. Esbab-ı muhtelife ile iktisab-ı servet eyledikten sonra dahi gayet kanaatkarane bir maişet ihtiyar etti. İhtiyacdan fazla emvalini gerek cem’iyet-i İslamiyyenin gerek efradın menfaatine olarak sarf etti. İslam’da ilk vakıf zat-ı celil-i Risalet-penahileridir. Medine-i Münevvere civarında Fedek bu hareket-i kanaatkaranesi fakr u aczinden değil ümmetin yolunu şaşırmamak ve bu suretle dahi bir ders-i hidayet ve ibret vermek gibi ali gayelere ma’tuf idi. Şevket-i İslamiyye’nin parlak zamanlarında yaptığı muahedeler zahiren zaif olduğu devirlerde yaptığı muahedeler var bunların her biri ümmetin kıyamete kadar düvel-i muhtelife ile akd edecekleri muahedatta vaz’iyetlerini kuvvetlerini tamamıyla ölçerek biçerek iş görmelerini numune olmak hükmünü dahi ihtiva eder. olduğu gibi zaaf zamanlarında da ne suretle hareket edeceğine dair ahkam vardır. Hazret-i Peygamber efendimiz Hudeybiye’de ağır şeraiti kabul etti. Kuvvetli olduğu zamanlarda yaptığı muahedeler de vardır. Bedir gazasında bir çok üsera alınmış idi. Fidye-i necat mukabilinde bir kısmını azad etti bir kısmını da alıkoyarak Medine-i Münevvere’deki çocuklara yazı öğretmelerine mukabil azad eyledi. Bundan Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in maarife olan rağbet-i seniyyelerini pek güzel anlarız. Elbette bir hey’et-i ictima‘iyye içinde okur yazarların bulunması ve çoğalması o hey’et için bir kuvvettir. İşte bu noktaya dahi ef’al-i cemile-i Risalet-penahi irşad ve hidayet buyurmaktadır. Hepiniz açsınız. Yalnız benim doyurduğum toktur. Düşünelim. Cihanda bu kadar mahsulat-ı nebatiyye ve hayvaniyye vardır ki gıda-yı beşeriyi teşkil eder. Acaba onlar ne suretle hasıl oluyor? Bunlar Hak teala hazretlerinin vaz’ eylediği esbab vaz’ eylediği kavanin dairesinde sırf kendi tedbir ve iradesiyle vücuda geliyor. Ve her birisi her bir tarafdan bazar-ı beşere arz olunuyor da bir lokmasının ne suretle ne emekle vücuda geldiğini bilmediğimiz ekmek ve enva’-ı et’ime önümüze konuyor. İşte bu ni’metlerin istihsali için Hak teala hazretlerinin müsaadesi dairesinde ve hatta emri icabıyla çalışmalıyız. Çalışalım; Hakk’ın bahşetmeyi vaad eylediği ni’metlerden müstefid olalım. Fakat ni’meti Hepiniz çıplaksınız yalnız benim giydirdiğim giyinmiştir. Benden isteyin sizi giydireyim. İnsan dünyaya çıplak gelir. Fakat ana baba bunlar bulunmasa dahi bir başkasının hasbe’z-zahir himaye ve hıdanesiyle giydirilir. Bilmeli ki hakıkatte giydiren Allah’dır. Cenab-ı Hak’tan istit’am ve istiksa bir tarafdan onların esbab-ı husulüne meşru’ bir surette tevessül eylemek bir tarafdan ni’metin husulü ihsan-ı Huda’ya vabeste olduğunu bilmek suretinde olur. Dünya Kullarım hepiniz en müttakı bir zat kadar müttakı olsanız Hak teala hazretlerinin kemaline bir şey ilave etmiş olmazsınız; hepiniz en facir en kafir bir kimse kadar mübtela-yı fücur olsanız yine azamet-i Sübhaniyyeden bir zerre eksilmez. Hepiniz bir yerde cem’ olup da her biriniz matlubunu bargah-ı ehadiyyetten tazarru’ etseniz ve cümlesi ihsan buyurulsa Bahr-i Muhit’e girip çıkan bir yeden bir şey eksilmiş gibi olur hatta bu teşbih doğru bir teşbih değildir. Hazain-i ilahiyye gayr-i mütenahidir. Bitmek tükenmek bilmez. Fakat ne çare ki beşerin kısa aklına anlatabilmek için efsahu’l-arab efendimiz suret-i teşbihiyye ile ifade buyurmuşlardır. Kullarım sizin dünyada sadır olan her türlü a’malinizdir ki hususi defterlerinde yazılmıştır. Zabt olunmuştur. Ve sonra onların mükafat ve mücazatı size verilecektir. Defterinde hayır ve sevab bulan mazhar olduğu tevfikten hazretlerine hamd ve şükran eylesin. Başka türlü bulan yani seyyiat gören kendisinden başka kimseye kusur bulmasın. Çünkü selamet-i fıtratta yaratılmış ve her türlü esbab-ı hidayet ihzar edilmiş olduğu halde hevasına mutabaatla yanlış yola temayül eylemiş olmasının neticesi olarak şekavet çukuruna düşmüştür. Hak teala hazretleri cümlemizi dalalet ve şekavetten muhafaza eyleyip tarik-ı hakta sabit taat-ı ilahiyyeye muvaffak olan kullar zümresine ilhak eyleye ve şu an ve dakıkada cümlemizi mağfiret-i Rabbaniyyesine nail ve mazhar buyura amin… Alemde bütün mevcudat bir tegayyür ve tegayür kavanin namını veriyoruz. Kezalik hayat-ı beşerde görülen tahavvül de bir tahavvül-i mutlak değil ayniyyet ve beka-yı vahdet içinde bir tahavvül veya tahavvül ve tegayyür içinde bir vahdet-i ayniyyettir. Bir ferd tahavvülden tahavvüle yaşayıp dururken ayniyyetini devam-ı hüviyyetini muhafaza edemediği son tahavvülat ile alem-i emvata karışır binaenaleyh hayat tahavvülatsız cereyan etmiyorsa ayniyyet ve tevafuksuz hiç cereyan edemez. Hayat-ı devlet dahi aynı kanunun taht-ı te’sirindedir. Her hangi devlet olursa olsun ayniyyetini hüviyetini zayi’ ettiği gün sahne-i hayattan çekilmiş olur. Cem’iyyat-ı beşeriyyede bu ayniyyet ve tevafuku ifade ve beka-yı hüviyyeti te’min eden maamafih nizam-ı tahavvülata hakim olup duran esasat onun ruhu şerai’ ve kavanin-i asliyyesidir. Şer’in kanunun kıymeti ise vakarında sebat ve şümulünde olduğu için kavaninin tahavvülat-ı seriası ruh-ı efradda bir hiss-i istihfaf; bir fütur-ı olmasından beka ve metanetinden emin olmak isterler. Lakin bu beka ve sebat diğer tarafdan ihtiyac-ı tahavvüle adem-i kifaye gibi bir şaibe-i yeisten de vareste olmalıdır. Bu ise hakıkatin teşekkülatındaki neşv ü nema hasisasının zamanı geldikçe zuhurunu irade edecek bir ruh-ı feyz det-i ictima‘iyyesinin medarı olan sebat ve metanetleri şeriat-i İslamiyye bu hikmeti mutazammın olarak usul-i sabite altında füruat-ı cedidesini teş’ib ve tefri’ edip gitmek edebilmek için elbette asırdan asıra uğradığı tahavvülatı ruhuna hazm ettirerek kendini ta’mir ve tecdid etmesi bir ni’met olacağı bazı ehadis-i şerifeden müsteban olabilir. Ma’lumdur ki kavanin-i asliyyenin hayatiyeti zi-hayat olan zekalar vicdanlarla kıyamı haysiyetindendir. Bu kıyam olmayınca suver-i hutut ve nukuş-ı kütüb altında gizlenebilse bile bil-fiil hayattan ve hayata te’sirden mahrumdur. Bir devletin cihaz-ı ilmi ve vicdanisidir ki bunları yaşatırsa hayatlarını te’min edebilir. Böyle hayati kanunlara malik olup bunu daima te’min edebilen devlet tahavvülatını daima tabii bir halde geçireceğinden bütün bütün halde ise bizde olduğu gibi bir gün gelir ki devlet kendisini der. Bir devletin kendisinde ıslahat lüzumunu hissetmesi emrazına zaaf ve heremine dair bir nevi’ şuur ile müterafıktır. Marazına heremine şuuru lahık olan bir vücudun termek ve bir halecan ve ıztıraba düşmek olur ki bu hal alel-ekser emrazın keşfi ve ıslahatın tatbikine aid levazımın gereği gibi temyizine mani’ olmaktan hali kalmaz. Zaif bir hastanın tammü’s-sıhha kaviyyü’l-bünye insanları gördükçe “Ah ben şu adam olaydım!” diye taleb-i muhal sevdasını ibraz ettiği gibi o halecan ve ıztırab da bu devleti kavi ve salim gördüğü devletlere tehassür ve taklide ve kendine muvafık tedaviden zühulüne badi olarak ilk hatve-i ıslahatın yanlış bir yola sapmasına bais olabilir. Her ıslah bir ihtiyac-ı hayatinin en salim bir cevabını vermek ta’bir-i aharla bir bünyenin rahnesini ta’mir veya marazını tedavi eylemek demek olacağından muvaffakiyetten sonra en mutabık görülen cevab-ı kafi en muvafık sayılan termim ve tedavinin esna-yı ihzar ve tatbikatında bünye-i devlet biraz esir-i firaş olmak mecburiyetinden de kurtulamaz.. Bit-tecrübe görüle gelen şu halattan dolayı devletler ictima‘i mütehassıslar ıslahatı ehven-i şer telakkı etmekten hali kalmamışlardır. Fil-vaki’ en salim tarik hıfzıssıhha-i siyasiye kema-yenbağı riayetle vücudu ihtiyac-ı tedaviden vareste bulundurmak olacağında şübhe bulunmadığından ve alel-ekser cem’iyyat-ı beşeriyyenin bu kemale vüsul meziyetini nülürse emrazın zuhurundan sonra bit-teşhis tedavisine çalışmak ve ol babda lazım gelen ıslahatı hüsn-i suretle tatbika gayret ve muvakkat bir humma-yı ictima‘inin birkaç gün esir-i firaş olmaya rıza göstererek hayatı şer sayılmak iktiza eder. Fakat hayat-ı devlette bir gaye-i asliyye ve tabiiyye olmayıp bir halet-i fevkalade tanınmasını lazım gelen bu yesine tebdil-i hüviyyet ettirecek derecede bir inkılab-ı külli farz etmek bir maraz-ı uzviye duçar olan bir insanı tedavi edeceğim diye teşekkülat-ı asliyye-i nev’iyyesinden çıkarmaya çalışmak kabilindendir ki bu nevi’ ıslahat ve mektir. Çünkü hiçbir vücudun zatiyatı tebdil olunamaz. Bir devletin ıslahatına bu yolda çalışanlar o devleti yıkmak ve enkazından başka bir bina yapmak isteyenler demektir ki içindekilerin ise evvel emirde enkaz altında kalmaları muhakkaktır. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin iki üç asır mukaddem hıfzıssıhha-i siyasisine dikkat ve i’tina edememesi neticesi olarak badi-i ıztırab emrazın yüz göstermeğe başlamasından i’tibaren hasıl ettiği şuur ve fütur üzerine giriştiği ıslahat dahi mukaddimede arz edilen halet-i ruhiyyeyi ibrazdan geri kalmadığı için her teşebbüs ettiği ne girişmiş veya girişmeye sevk edilmiş olmasına mebni kuvve-i askeriyyesinde maarifinde mehakiminde maliyesinde de ne gibi ıslahat teşebbüsüne girmiş ise eskisini hemen yıkmak ve yenisini temelinden bina etmek sevdasına düşmüş ve binaenaleyh bir asırdan beri her gün ıslahat tertibinin te’sirat-ı mütehavvile ve mütezayidesi altında yatıp kalkmağa mecbur edilmiş ve teşebbüsatının hiçbirinde netice-i nafiaya vasıl olduğunu göremediğim gibi memleketin en adi şoselerini bile yapmaktan mahrum kalmıştır. Denilebilir ki mahrumiyet Devlet-i Osmaniyye’nin muhite mecarat-ı lazıme-i hayatiyyesini hissetmesinden mütevellid olmayıp belki galat-ı hassasiyet ile bu lazımenin muktezasını hüviyet-i şahsiyyesinden insilaha kadar vardırmak ve aynı zamanda kendinin salabet ve mukavemet-i ictima‘iyyesinden büsbütün zühul etmek gibi bir ifrat ile karşılamasından ve işe o yolda girişmesinden münbais olmuştur. Bunun içindir ki o zamandan beri yetişen ve mütefekkirin-i siyasiyye zümresini teşkil edenlerin hepsinde aynı his tecelli edegelmekte ve hepsi de ünvan-ı mesleğinde liberallik ve radikallik ruhundan büyük bir hisse-i izafet bulundurmayı bir vecibe-i siyasiyye addeylemektedir. Devlet-i Osmaniyye gibi alemde hadisat-ı hariciyye tazyikatıyla mütemadiyen kanını akıtmakta ve bir asırlık ömrünü kendini yıkmak için yapılan ıslahat halecanı kübat-ı siyasiyyesinde inhilal-ı mutlaka düşmeyecek bulunsun hiçbir devlet gösterilemez. larda birkaç ıslahat buhranına ma’ruz kalınca bir Japonya harbi bir de harb-i umumi gibi iki müsademe-i hariciyyeye mukavemet edemeyerek bünye-i ictima‘iyyesi dahilinden bir infilak-ı külli ile parçalanıvermiştir. Dikkat edilsin Devlet-i Osmaniyye’nin yüz senelik hayatına nazaran kavi müterakkı ve mes’ud addedilen Rusya’nın tabakat-ı teşekkülat-ı ictima‘iyye ve siyasiyyesi ne kadar fasid ruh ve cism-i ictima‘isi ne derece zaif ve iltiyamsız imiş.. Bilakis asırlardan beri nezf-i deme mübtela olan ve mütemadiyen ıslahat ile hummalar geçiren Devlet-i Osmaniyye lehü’l-hamd son zamanlara kadar kuvvet-i kalbini muhafaza edebilmiş ve bünye-i ictima‘iyyesinde umumi bir bürkan-ı indifa’ görmemiştir. Bu kadar ameliyat metanetini teslim etmemek alemde hiçbir hakıkati teslim etmemek demektir. Bu hakıkat şimdiye kadar devlette göze çarpıp duran fitnelerin ihtilafatın zati ve tabii olmayıp arizi ve ca’li tezahürattan ibaret olduğunu ve bu devletin en emin bir mebna-yı ruhi-i ictima‘iye müstenid bulunduğunu gösterdiği gibi insaniyet ve insaniyette ehliyet-i müktesebesi esasına ibtina eden şeriat-i İslamiyyeden feyz almış ahkam-ı asliyye-i devlete nazaran tabakat-ı ictima‘iyye-i devletten hiçbirinin hukuk-ı insaniyyeden hariç tutulduğu ğini ve besleyemeyeceğini ifade etmez mi? Evet iddia edebiliriz ki ahkam-ı İslamiyye tabakat-ı Avrupa’da vukua gelen harekat-ı inkılabiyye amilleri aristokrat burjuva demokrat gibi tabakat-ı ictima‘iyye arasında meşru’ ve sa’y-i beşerle aşılmayacak uçurumlar bulunduran kavaninin sultasına raci’ olduğu halde bizdeki harekat kavaninin tatbikini ihmal ve su’-i isti’mal eden mizac-ı idareye teveccüh etmiş durmuştur.. Zükurdan bir çiftlik sahibi olur en vazi’ bir köylü evladı bir nazır olabilmek ümidiyle çalışıp adam olabilir ve rehgüzarında manie tesadüf ederse kanunların hiçbirinde bu maniin yerini bulamaz. Esas-ı ahkamımız demokrasinin en geniş esasatını havi ve hatta daha ileri giderek bazı hususatta Sosyalizme aşina çıkacak noktalara mümas ve binaenaleyh umumi bulunduğundan dolayıdır ki her hareket-i inkılabiyye neticesinde yeni olarak i’lan edilen kanunların hakıkı bir Ve kanun vaz’ ve i’lan etmekle kimse hakıkı ve nafi’ bir inkılab hasıl olduğuna iman edemez ve bu tarikte Fil-vaki’ evvel ve ahir devlette badi-i ıslahat olması lazım gelen cihetler ahlak-ı idari ve iktisadimizde seyyiat hiçbir şey yapılmadı ve yaptırılmadı. Devlet ne şikayete ma’ruz olduysa bu iki noktadan ma’ruz oldu.. Millette her ne iğbirar beslendi ise alel-ade te’min-i asayişe bile muvaffak olamayan hayat-ı me’muriyyeti menafi’-i ammenin değil nefsani heveslerinin vesile-i tatmini bilen ve bu suretle ahlak-ı nası ifsaddan hali kalmayan mizac-ı Zamanın ulum ve fünun-ı müsbetesinden sanayi’-i müktesebesinden istifade ettirmeyen menabi’-i servetimizi atalete mahkum ederek fakrımızı te’kid eden vergi toplamak maaş almak tahakküm etmek ecza-yı millete yabancı kalmaktan başka vazife olduğunu idrak etmeyen ve hükumetin icra-yı ma’deletin ahkamımızca en büyük bir adet olduğu i’tikadına sarılmayan bu mizac-ı idare idi. Bugüne kadar her şeyi yapmak istedik bir şeyi yapamadık.. Çünkü evvel emirde yapılması lazım gelen şeyi yapamadık– şer’ ve kanunun emrettiği hak ve ma’deletin ihkak ve tatbikı san’atını daima ihmal ettik. Küçük me’murları fakr ile tazyik ile ezebildik; fakat bunları doğru yolda götürmeyen ifsad eden millete zulmeden büyüklerin mes’uliyetini kanun dairesinde tatbik edemedik.. da’ü’l-ıslahat maraz-ı siyasisinin son zamanlarda bais olduğu hatalardan biri de cihaz-ı tabii-i devletten biri bulunan mehakim-i şer’iyyenin Adliye Nezareti’ne tahvil-i tiyacına cevab değildi. Belki harb-i umuminin bar-ı giranı altında inleyen hissiyat-ı umumiyyeye mücerred teşehhi-i Eski mehakimimize karşı der-miyan edilip adliye teşkilatıyla izale edemediğimiz tenkıdat ve muahezatı mehakim-i şer’iyyeyi merci’-i kadiminden ayırmak ve din ile hükumetin tefrikini itmam etmekle izale değil büsbütün te’yid eyledik. Avrupa’nın mehakimimize aid şikayeti bir noktada hülasa olunabilirdi ki o da adem-i emniyyet idi. Bu esasen tatbik edilen ahkamın aslına değil başlıca hükkam miyanında na-ehillerin bulunması yüzünden vukua gelen su’-i isti’malata ma’tuf oluyordu. Bu su’-i isti’mal gah mehakimin usul-i idaresine gah hükkamın suret-i nasb ve azillerine gah hakim-i münferid usulüne bazen de kavaninin müdevven olmamasına kadar emniyetsizlik şaibesi veriyordu. Maamafih mehakim-i örfiyye denilebilecek olan ceza muhakematı bir de münasebat-ı düveliyyenin aid ahkam az çok endişe ile telakkı ediliyordu. Binaenaleyh evvel emirde kemal-i ehemmiyyetle mehakim ve hükkamın istiklal ve tehzibine ihkak-ı hakta şayan-ı emniyyet ve i’timad olmaları kaziyyesine i’timad edilip bu cihet ıslah olunabilseydi diğer şübheler ya tabiatiyle zail olur veya ehemmiyetle sakıt kalırdı. Lakin devlet bunda da işe başka türlü başladı yine tefrikten gitti; mehakim-i cezaiyye ve ticariyye için ayrıca teşkilat yaptı ve Avrupa kavaninini tatbik ve bazı hadisat-ı cedideyi de nizamnamelere tevfikan halletmek ve bu vechile yine tefrik için bir hatve atmak istedi ve bu mahkemelere mehakim-i nizamiyye ünvanını verdiği gibi mehakim-i asliyyesini mehakim-i şer’iyye namıyla yad etti. Memlekette mehakim-i nizamiyye kavanin-i cedidenin mehakim-i şer’iyyenin mümessili ve müeyyidi olmak üzere telakkı edilmiş Kanun-ı Esasi dahi evvel ve ahir bu taksimin muhafazasına i’tina etmişidi. Kanun-ı Esasi’nin ran tefsirinde “mehakim-i şer’iyye gerek müdevven ve gayr-i müdevven ahkam-ı şer’iyye ile hükmedecek olan mehakim” denilmek lazım gelirken bu da böyle olmadı. Balada zikr olunduğu vechile daima tefrika doğru yürümek le mehakim-i şer’iyyeyi şeriat-i İslamiyyenin muamelat kısmından tamamen tecrid ederek İslam’da hem ibadat hem muamelat mahiyetinde telakkı edilen hususata kasr etmek istedi halbuki bu suretle Din-i İslam’ın te’yidat-ı şer’iyyesi azaldıkça azalmış oluyordu. Bütün bunlar yapıldıktan sonra mehakim-i Osmaniyye adliye mehakimi ve mehakim-i nizamiyye ismini almakla emniyet kazanmış oldu. Belki mehakim-i şer’iyye kadar da mazhar-ı ihtiram olamadı.. Çünkü mesail-i hukukiyyede tefrik yapılmadan ashab-ı mesalihin her iki mahkemeye müracaatında muhtar tutulduğu zamanlar hangi unsurdan olursa olsun mahkeme-i şer’iyyeye müracaatı tercih eden ma’delet-hahan-ı millet pek çok bulunurdu. Bununla da kanaat edilmeyerek nihayet mehakim-i şer’iyye büsbütün ref’ edilmek istenildi ve bunu te’min Bu suretle nezaret-i mezkurede her birinin ayrı ayrı mahkeme-i temyizi bulunmak üzere ceza hukuk şer’i mahkemeleri husule geldi. Fakat bunların hangileri Kanun-ı Esasi’deki mehakim-i nizamiyye ve hangileri mehakim-i şer’iyye olduğunu ma’nen tefrik etmek muhal oldu. Binaenaleyh Kanun-ı Esasi’deki taksim lafz-ı murad kalmakla hükümden sakıt olduğu gibi bir çok mevaddının ruh ve ma’nası da hükümsüz kaldı. temsil eden makam-ı Meşihat’ten ayırmakla ahkam-ı sabite-i şer’iyyeden de ayırıp ismen ibka ma’nen ilgaya girişmiş ve bina-berin tefrik maksadına vasıl olduğunu tamamen görmüş ise de hakıkatte matlub-ı asli olması lazım gelen emniyet-i mehakim ümniyesinden tebaüdde devam ediyordu ve aynı zamanda din ve şeriat-i İslam dahi bırakmıyordu ki bunu Fransa dahi yapmamışidi. Bu hadiseye esbab-ı mucibe olarak devlette vahdet-i kudatın lüzumu mes’elesi der-miyan edilmiştir. Evet devlet bir şahsiyet-i hukukiyye olduğu için yalnız kazada değil teşri’de icrasında hasılı her şeyinde vahdet arz etmesi lazımdır zaten vahdetsiz hiçbir vücud yoktur. Ancak bu vahdet taksim ve tevzi’-i a’male münafi olmadığı sal-i küllisinde tecelli eyler. Nitekim kuvve-i icraiyyenin taaddüd-i erkanı muhtelif nezaretlere inkısamı Meclis-i Umumi’nin a’yan ve meb’usana inkısamı vahdet-i devlete mani’ olamaz. Çünkü hepsi zat-ı hazret-i padişahinin nefs-i natıka-i hümayunlarına arz-ı intisab ile cadde-i vahdete dahil olur. Ayrı ayrı vezaif ile meşgul üç mahkemenin vücudu bir adliye nazırına irtibat ile iktisab-ı vahdet edebilince doğrudan doğru makam-ı Hilafet ve Saltanata merbutiyetle de iktisab-ı vahdet eder. Bu mes’ele hakkında ahkam-ı şer’iyye de böyledir ahkam-ı sultaniyyede musarrah olduğu vechile bir beldede aynı vazife ile muvazzaf iki hakim-i müstakil olamaz. Mesela bir kasabada hudud-ı kazaları tefrik olunmaksızın mesailde hükmetmesi caiz değildir. Fakat biri ahkam-ı nikahda biri ahkam-ı büyu’da olmak üzere tefrik-i vezaif olunmak şartıyla bir memlekette iki müstakil hakimin bulunması caizdir. Çünkü vahdet-i kazayı muhil değildir. Bina-berin vahdet mes’elesi hadise-i mezkurenin hakıkı sebeb-i mucibi sayılamaz. Eğer sayılırsa aynı vahdet Adliye Nezareti’ne rabtı ile de hasıl olabileceği gibi mehakim-i nizamiyyenin makam-ı Meşihat’e rabtı ile de hasıl olabilirdi. Şu halde Adliye Nezareti’ne rabt kaziyyesinin vech-i tercihi ne idi? Hiç şübhesiz mes’ele-i tefrik idi. Halbuki bu tahvil-i irtibat keyfiyyeti balada arz edildiği vechile Kanun-ı Esasi’ye muhalif olduğu gibi şeriat-i uhdesinde bulunan vezaif nazar-ı İslam’da ahkam-ı ibadata dahi dahil ve sıfat-ı diniyye ve uhreviyyeyi hamil bulunduğu cihetle bunların bir makam-ı diniye irtibatı zaruri bulunmak haysiyetiyle müslümanların hükümden mahrumiyetine badi olmuştu ki bu da tecviz olunamazdı ve eğer Adliye Nezareti’nin dahi dini Din-i İslam olan devletin bir uzvu olmak ve Mezahib Nezareti’ni de muhtevi bulunmak haysiyetiyle bir makam-ı dini olduğu Adliye Nezareti’nin vücudu zaid telakkı edilmek iktiza etmez mi? Rabt-ı mezkur hayat ve ruh-ı siyaset-i devlete de münafi idi. Çünkü anasır-ı müslime ile gayr-i müslime hukukunun vücuh-ı tesadümünü tezyid ediyordu. Halbuki hayat-ı devlet daima bu tesadüm noktalarını tezyid ile değil taklil ve te’lif ile ahengini muhafaza edegelmiş idi. Öteden biri müslümanlar anasır-ı gayr-i müslimenin ahkam-ı diniyyelerine müdahale ve müzahame etmemeyi mukteziyat-ı İslamiyyeden bildikleri gibi gayr-i müslümler de mesail-i diniyyeden addetmedikleri ahkam ve muamelatta müslümanlarla beraberce yaşamayı iltizam edegelmişlerdi. Devre-i ıslahat bir çok muhdesatında da bu tesadümü gösterdiği için şayan-ı esef pek çok vukuatın şahidi olmuş ve vücud-ı devleti yıpratmıştır. Bütün bu halat neticesinde harb-i umumi gibi bir badireye tutulduğu halde yine tahminlerin fevkinde bir istitaat ibraz eden bu devlet bugünkü netaic-i siyasiyye karşısında görülmekte olan esbab-ı ıztırariyyeyi dahi hesaba alarak ve artık sükuna girmek için mizac-ı idarisini ıslaha koyularak ve ihkak-ı hakka büyük bir ehemmiyet vererek hatiat-ı vakıasını tashih etmek mecburiyetinde bulunduğu için mehakim-i şer’iyyeyi de teamül-i kadimi vechile mercii olan makam-ı Meşihat’e iade ederek cihazını düzeltmek zaruretinde bulunuyor. Bu hakaika binaendir ki mehakim-i şer’iyyenin bütün merbutatıyla makam-ı Meşihat’e olunmuştur. Silsile-i vekayi’-i alem baştan başa araştırılsın! İnsaniyete hususan İslamiyet’e Osmanlı padişahları Osmanlı uleması kadar hizmet etmiş kim var ise gösterilsin! Sultan Osman Gazi’den Sultan Süleyman-ı Kanuni’ye kadar olan padişahan-ı evvelin ki bir edib-i hikmet-şinas tarafından selatin-i Osmaniyye içinde Aşere-i mübeşşere ünvan-ı mübecceliyle yad olunmaya şayeste görülmüştü. Fil-hakıka müşarun-ileyhim emr-i cihadda olduğu gibi takva ve diyanette de Sıddikı bir azm ü salabet Farukı bir iman ve metanet izhar etmişlerdi. İşte bu hamiyan-ı şeriat akaid-i diniyyeyi zahirde batında mürebbi-i vicdan bilerek ahkam-ı şer’iyye-i münciyyeyi din ve devlet Zamanlarında yetişen ulemaya ibraz eyledikleri tevkır derecesinde emr-i ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker hususuna da fevka’l-gaye riayetkar olmuşlardır. Hususiyle Fatih gibi Selim-i evvel gibi kudret-i fatıranın nadiren vücuda getirdiği eazım ahd-i saltanatlarında mevcud uzama-yı ulema ile hem-ayar olacak bir hasisa-i Emr-i Rabbani’ye kemal-i mutavaatla vezaifi-i diyanete hizmetkar olmayı kudret-i saltanatın bahşetmiş olduğu her türlü lezaize can ve dilden tercih ederlerdi. Meşhurdur ki Molla Gürani devlet ve şevketi müeyyed min indillah olan bir padişah-ı adilin bir ferman-ı şahanesindeki bazı mevaddı münafi-i şer’-i şerif görür. fevkinde addettiği cihetle bir takım vesait-i niyaz-mendana müracaatla üstad-ı sahib-i reşadını merkez-i saltanata bin müşkilat ile celbe muvaffak olabilir. Yine meşhurdur ki Sultan Selim-i evvele mahsud-ı cihan olan ve kudreten ve zamanen arş-ı a’la-yı istihkakı bulunan şeref-i hilafet intikal edip de Mısır’da Cum’a namazını eda ettiği zaman minberde hatib Sahibü’l-haremeyni’ş-şerifeyn ünvanıyla kendi namını yad edince başından destarını altından seccadesini atarak ve ben o mevki’-i mübarekin sahibi değil hadimiyim diyerek secde-i şükrana kapanmıştı. Hazret-i halifenin izhar eylediği bu ulviyet-i sırfa ise ubudiyet-i dindaranesinin bir misal-i kemalidir. Yine meşhurdur ki Bayezid-i Sani mesubat-ı cihadı e’azz-ı fazilet bilerek zamanından vukua gelen muharebatın hemen kaffesinde bizzat bulunmuş elbise ve ayakkaplarına isabet eyleyen tozları kemal-i ihtimam ile toplattırarak vefatında yanağının altına konmasını vasiyyet eylemişti. Bu iman-ı tab-nak ise din-i ilahinin hazret-i padişaha olan mahsul-i ilhamından başka bir şey midir? “Dünyada zulüm ve udvanın önüne geçerek mazlumun dadını alacak bir divan-ı adalet var ise o da en evvel bab-ı saltanattır ki sahibi olan sultan-ı zaman her türlü ahkam-ı adaleti şeriat-i garra-yı Ahmediyyenin feyz-i ma’nevisinden ahz edecektir.” Düstur-ı hakıkatini işte evvel bu müessislerimiz vaz’ buyurmuşlardır. Bu hanedan-ı celilü’l-ünvandan zamanımıza kadar mesned-ara-yı hilafet olan selatin-i Osmaniyye’den her biri sohbet-i ulemayı levazım-ı saltanattan addederek o vasıta ile ahz eyledikleri kavaid-i şer’iyyeye aid düsturat-ı esasiyyenin tatbikat-ı münciyyesiyle uğraşmışlardır. O uğurda feda-yı can edenler görülmüştür. Vakıa zaman zaman şer’ ve aklın hilafında gibi görünen bazı ahvale tesadüf edilirse de onları zamanlarının senesi Muharremi’nin on ikinci Salı günü idi ki Avcı lakabıyla ma’ruf olan Sultan Mehmed-i Rabi’ Edirne sahralarını tezyin eden nüzhet-gah-ı şahanesini bir Darü’l-irfan-ı diyanet haline getirmişti. Hali zamanlarında çadırlar içinde Şeyhülislam Minkari-zade Yahya Efendi gibi vaiz-i şehir Vani Efendi gibi zamanının ulema-yı be-namından ders-i diyanet alır; şer’-i mübinin ahkam-ı gamızasını tedkık eyler idi. Hazret-i padişah hatta bir gün Şeyhülislam’ın belagat-i Kur’aniyyeyi tebliğindeki nefaset-i ta’bir ve selamet-i takririnden cezbedar-ı şevk-i ilahi oldu. Duş-ı şevketindeki sofu çıkardı; o alim-i beliğa o medine-i kemalata ilbas eyledi. Devletin şevket ü azamet ve medeniyet ü ma’rifet i’tibarıyla münteha-yı kemali olan devr-i Kanuni’de vücuda getirilen bunca kavanin ve nizamatının hemen her maddesi o Süleyman-ı zaman tarafından müfti’l-enam olan Ebussuud Efendi’ye tedkık ve müşarun-ileyhin fetvalarına Hatta bu devr-i mes’uda kadar Kazaskerlik ünvanı rüteb-i ilmiyyenin en büyüğü iken müftilik mesnedi me’murin-i şer’iyyenin cümlesine tekaddüm ettirilmiştir. sinde bulunarak bu din-i ilahinin ihtiva-yı feyz ü saadette akıllara hayret veren kemalatından hemen umumen ehl-i İslam’ı feyz-yab etmek için bu tarik-i müstakımde mürşid-i ehl-i iman olmuşlardır. senelerinde idi ki vadi-i zevk u safada Çırağan yalısı neşvelerinin mukaddemat-ı süruruyla bir cihan-ı inşirah küşad eyleyen Sultan Ahmed-i Salis’in vezir-i makbul ve mu’temedi ve Pasarofça Muahede-i meşhuresinin akıdi Nevşehirli İbrahim Paşa guya ki keffaretü’z-zünub olmak üzere Şehzade Cami’-i şerifi civarında Eskiodalar karşısında bülend ve balagir bir Darü’l-hadis vücuda getirmişti. Darü’l-hadis-i mezkurun müderrisiyle bazı ulemadan mürekkeb teşkil eylediği hey’et-i muhtereme-i kıyle ders takrir ederlerdi. Hazret-i padişah da bazı bazı bizzat bulunur; ilm-i kelam ve akaide müteallık mev’iza tarikıyle verilen bu dersleri dinlemekle feyz-yab-ı zevk-i ma’nevi olurlardı. Bu Huda-cuyan hükümdarandır ki Hulefa-yı Raşidin hazeratıyla “Ömer bin Abdilaziz”den maada kendilerinden evvel rütbe-i seniyye-i hilafet ile şeref-yab olan hulefa-yı bir salabet-i diniyye gösterdiler. Bu dünya-yı bi-bekada ahkam-ı şer’iyye-i Muhammediyyenin infazına kafil ve ezeli olan adl-i ilahiyi muamelat-ı ibadda te’yid ederek zulüm ve udvana hail oldular. Daha sonraları ise bu mev’iza-i diniyye Ramazan-ı Şerif’de huzur-ı hümayunda ders-i mahsus suretinde okutturulmaya başladı. senesi Ramazan-ı Şerif’inde Sultan Mustafa-yı Salis huzur-ı şahanelerinde mebahis-i nakliyye ve akliyye kerimenin tefsirini ferman buyurdular. ve ulema-yı be-namdan Nebih Mehmed Efendi Saray-ı hümayun hocası Hamidi Mehmed Efendi Şeyhülislam müfettişi İdris Efendi Müzellef Mehmed Efendi Konevi rinci defa olarak huzur-ı hümayunda ictima’ eyleyen bu hey’et-i ulema ilk derse: ayet-i celilesiyle ibtida eylemişler idi. Esna-yı mübahasede Müzellef Mehmed Efendi ile Şeyhülislam müfettişi İdris Efendi mücadeleye kıyam fakat her biri cevab-ı müskit ile ilzam olunmuştu. Huzur-ı şahanede bu suretle in’ikad eyleyen bu meclis bu tarihden i’tibaren adet-i müstahsene hükmüne girerek gittikçe mazhar-ı tekemmülat olmuştur. senesi Ramazan-ı şerifi’nde tedrisi artık mu’tad olan bu ders-i şerif için ulemadan yüz yirmi altı zat intihab ve on dokuz meclise taksim olunmuştu. Her meclis cah olanları reis intihab edildi. Bilahare bu reis ünvanı mukarrirliğe tahvil edilerek diğerlerine muhatab denildi. Hitam-ı dersde de her biri şahane birer surre ile mesrurü’l-bab olurlardı. Selatin-i izam-ı Osmaniyye ecr-i ahiret için maddi ve ma’nevi bir çok asar-ı hayriyyenin vücud-pezir olmasına hizmet etmişlerdir ki o asar-ı dindarane el-an nazar-gah-ı tika suretinde irae-i ulviyyet edip durmaktadır. Huzur-ı hümayun dersleri adl ü diyanet namına küşad edilmiş bir meclis-i hikmettir ki padişah-ı enam ile ulema-yı be-namın telahuk ve müdavele-i efkarına hizmet ederek tedbir-i hükumet için bir sebil-i hak ve adaleti ta’yin ve te’min eder. Mukadderatımızı mevzu’-ı bahs ettikçe dikkat ettiğimiz en mühim mes’ele vilayat-ı Osmaniyyenin Türkler veya Araplarla meskun olanlarını birbirinden tefrik etmemek her ikisinin hukukunu birlikte müdafaa etmektir. Zaten Türkleri Araplardan tefrik etmenin kabil olmadığı böyle bir tefrikin tamamıyla gayr-i tabii olduğunu ve binaenaleyh gayr-i tabii şeylere mev’ud olan müddet-i muvakkateyi ikmal eder etmez yine eski hal-i ittihad ve teavünün avdet edeceğini daima beyan ediyoruz. Sebilürreşad hep bu nokta-i nazarı müdafaa etmiş bu nokta-i nazarın hakıkati ifade ettiğine kani’ olmuştur. Mütarekenin nokta-i nazarı kabul etmiş Türk-Arap birliğinin na-kabil-i derdini teşkil eden su’-i idareye deva-saz olmak ve sırf bundan neş’et eden bir takım hoşnudsuzlukları tatmin etmek üzere en ma’kul ve makbul tedbiri ittihaza karar vermiş: Vilayat-ı Arabiyyeye idare-i muhtare verilmesini kabul eylemişti. İzzet Paşa Kabinesi’ni istihlaf eden Tevfik Paşa Kabinesi de aynı nokta-i nazarı tasvib etti. Vilayat-ı Arabiyye’ye idare-i muhtare bahş ile bunların makam-ı Hilafet’le irtibatını muhafaza etmek sayesinde emn ü eman içinde yaşayacağını müdellel bir surette İ’tilaf devletlerine bir nota ile beyan etmiş ve Arap re’y-i ammına müracaat edildiği takdirde Arapların da aynı nokta-i nazarı kabul edecekleri makam-ı Hilafet’e olan sadakat ve ihlaslarını izhardan geri kalmayacakları[n]ı izah eylemişti. Tevfik Paşa hükumetini istihlaf eden Ferid Paşa hükumetinin de aynı esası kabul ettiğini gösterecek emarat görülmemiş değildir. Alem-i İslam’ın nokta-i nazarı Babıali’nin nokta-i nazarıyla müttefik olduğu gibi Türk ve Arap da aynı nokta-i nazarı kabulde asla tereddüd etmezler. Binaenaleyh bu esas makam-ı Hilafet ve bütün müslümanlar tarafından bil-icma’ kabul edilmiş demektir. Şimdi bu esas aleyhinde der-miyan olunacak i’tirazları münakaşa edelim: Bu esas aleyhinde der-miyan olunan en mühim i’tiraz Arapların zir-i hakimiyet-i Osmaniyye’de mahkum yaşadıkları mahkum milletleri kurtarmak için harb eden devletler de tabii Arapları da kurtarmaya çalışacakları mahiyetindedir. Bu i’tirazın çürüklüğü hakkında mutabassır rical-i siyasiyyemizden Reşad Hikmet Bey böylece beyan-ı mütalaa ediyor: “Milel-i mahkumenin hakk-ı istiklalinin tanılması Araplar için varid değildir. Zira herkesçe ma’lum ve bizzat Araplar tarafından müsellem olduğu vechile değil şimdi hiçbir zaman idare-i Osmaniyye altında bulunan Araplar için hakk-ı istiklalden mahrumiyet mevzu’-ı bahs olmamıştır ya memalik-i Çerakise veya İran idaresinden üzerine aile-i Osmaniyyeye dahil olan Araplar her zaman ve aynı mertebe müstefid olmuşlar ve Türkler ile Araplar arasında galib ve mağlub hakim ve mahkum vaz’iyeti hiçbir vakit tahaddüs eylememiştir. Din ile milletin bir olduğunu i’lan eden şeriatin ahkam-ı celilesine tevfik-i hareket eden Devlet-i Aliyye Türkün gayrı olan anasır-ı müslime ile Türkler arasında a’sar-ı salifede bile hiçbir fark gözetmemiş ve kavm-i Arabı ise beyne’l-İslam haiz olduğu şerafet-i mahsusaya binaen bilhassa bir mevki’-i mübeccelde tutmak hususunda kusur eylememiştir. Araplar ile Türkler arasında ara sıra vukua gelmiş olan ihtilafat hiçbir zaman bir aile kavgası derecesini geçmemiş ve devleti pek çok defa işgal eylemiş olan Yemen vekayii esnasında bile hükumetin bazı icraatına karşı Saltanata karşı olan fart-ı merbutiyyetlerine zerre kadar halel getirmemişler ve mes’eleyi münhasıran umur-ı dahiliyyeye müteallık olan şekl-i hakıkısinden zerre kadar Nitekim uzun müddet bir su’-i tefehhüm neticesi olarak devam eden iğtişaşat İzzet Paşa hazretlerinin tedabir-i hakimaneleriyle esaslı bir i’tilafa müncer olduğu dakıkadan i’tibaren devlet en müşkil ve en buhranlı zamanlarında bile Yemenliler devlet-i metbualarına karşı kemal-i hahişle vazife-i sadakat ve hamiyeti ifaya bezl-i himmet eylemişlerdir. Harbden evvel ve bilhassa esna-yı harbde bazı Arap vilayatında su’-i idare ve hatiat-ı müteaddide vukua geldiğini ketm etmek doğru olamaz. El-yevm mevzu’-ı bahs olan muhtariyet-i idariyyenin esasları harbden evvel kurulmak ve vilayat-ı Arabiyyenin ihtiyacat-ı mahsusaları kendi arzu ve talebleri vechile nazar-ı dikkate alınarak oraların teşkilat-ı idariyyesi ona göre tanzim edilmek lazım gelir idi. Bu yapılamadı ve maatteessüf Arapların mucib-i iğbirarı olacak halat dahi tahaddüs eyledi. Lakin yukarıda dahi beyan eylediğimiz vechile bu münazaat aile ihtilafatı derecesini tecavüz etmez ve o şekilde telakkı ve hallolunmak muktezidir. Biz emniyet-i kat’iyye ile eminiz ki memleketlerinin menafi’-i hakıkıyyesini bi-hakkın müdrik olmayan bir şirzime-i kalile istisna edilecek olursa Arapların kaffesi –evvelce olduğu gibi bugün dahi– muhtariyet-i idariyyenin bahşettiği fevaid ve imtiyazattan müstefid olarak vatan-ı müşterek-i Osmaniye ve merkez-i Hilafet-i İslamiyyeye olan irtibat-ı tamlarının muhafazası emelinden gayrı hiçbir arzu perverde etmezler.” Hakimiyet-i ecnebiyye altında yaşayan müslümanların Osmanlı Devleti’ne iltihak etmek için gösterdikleri tehalükün ma’nasını anlamayanlara müslümanların verdikleri cevabı Reşad Hikmet Beyefendi gayet sarih bir takdir etmemek kabil değildir. Müslümanlar arasında hakim ve mahkum galib ve mağlub olmadığını bilmeyerek Türk idaresinin sade seyyiatını ta’dad edenler ve Türk müslümanların Türklere her tarafda gösterdikleri merbutiyet en kuvvetli latme-i tekzibi indiriyor. El-hasıl Arapları akvam-ı mahkumeden addetmek kadar asılsız bir da’va yoktur. Bir devlet-i İslamiyyenin cüz’-i la-yetecezzası efrad-ı İslamiyyenin haiz olduğu kaffe-i hukuk ile mütemetti’ ve mütena’im aynı zamanda her zarardan aynı suretle ve aynı derecede müteessir olduğu halde Arabı mahkum addetmek Arabın haysiyetini tenkıs etmek böyle da’valarla onu hakıkaten mahkumiyete sevk etmektir ki bu da Arabı ayrıca ikaz ederek Türk ile arasında cay-gir olan münasebatı bir kat daha takviyeye hizmet edecektir. Arap Türkün kardeşidir. Her ikisi de Müslümanlığı müdafaa eden Müslümanlık uğurunda her türlü fedakarlıkta bulunan ve her ikisi de ilelebed müslüman yaşayacak ve binaenaleyh kat’iyyen ayrılmayacak olan iki millet-i İslamiyyedir. Müslümanlık’ta da’va-yı kavmiyyet olmamakla Arabın Türkten kavmiyet namı altında ayrılmasına her şeyi birdir. Binaenaleyh –yine muhterem Reşad Hikmet Bey’in pek güzel beyan buyurdukları vechile “Bu olarak müstakillen yaşamak isterler. Hissiyat ve mefkure li perverde etsinler. Merkez-i Hilafet olan bu güzel şehir cami’leriyle mektepleriyle tekkeleriyle konaklarıyla yalılarıyla mesireleriyle ilh. Konyalı Mehmed Paşa veya Mehmed Bey’i nasıl cezb ederse Bağdadlı veya Şamlı Mehmed Paşa veya Mehmed Bey’i dahi aynı suretle cezb eder. Hiç fark yoktur. O Şamlı veya Bağdadlı Mehmed Paşa veya Mehmed Bey aynıyla Konyalı ya İzmirli Mehmed Paşa veya Mehmed Bey İstanbul’daki konağında bir Osmanlı paşası veya beyidir. O his ile yaşar ve yaşamak görmek bizi nasıl dil-hun ederse emin olmalı ki onu dahi o vechile dil-hun eder. O hayat-ı umumiyye ve hususiyyesinde Osmanlılığın bahşettiği hukuk-ı meveddetten sarf-ı nazar edemez. Diz dize cami’de tekkede beraber oturduğu namaz kıldığı beraber Kur’an dinlediği beraber ah ettiği beraber mesrur ve beraber müteellim olduğu beraber gezdiği beraber eğlendiği Türke karşı ecnebi sıfatını takınmaya tahammül edemez. Kezalik Türk ile Arabın yekdiğerine karşı mütehassis olduğu hissiyat-ı mütekabile-i ihtiramkaraneye binaen Türk Bağdadlı bir sadrazamı Şamlı bir veziri pek tabii gördüğü gibi Arap dahi Türk bir valiyi veya kumandanı hürmet ve muhabbetle telakkı eder. Bunlar öyle hissiyat ve revabıttır ki değiştirilmez ve yerlerine başka hissiyat ve revabıt ikame olunamaz. Binaenaleyh her ne olursa olsun biz bu revabıtın teeyyüd edeceğine eminiz. Tabii olmayan suret-i halliyyelerin paydar olamadığını ve rahat ve huzur te’min edemediğini tarih-i vukuat bize daima gösteriyor. Hülasa vilayat-ı Arabiyye için istiklal mevzu’-ı bahs değildir. Zira hasılı tahsil olur. Araplarla Türkler müştereken esasen müstakildirler. Mevzu’-ı bahs olan bu kellef olduğu en büyük vazife budur. Bu vazifenin hüsn-i Arap bu vazifesizliğin kurbanı olur. Bütün bu izahattan anlaşılıyor ki mukadderatımızın emr-i teayyününde nazar-ı i’tibara alınacak en mühim esas Türk Arap ekseriyet-i kahire-i İslamiyyesinin serbesti-i Sulh konferansında murahhaslarımızın vazifesi hakkında fikrimizi beyan ediyorken: Memleketimizin harb esnasında işgal olunan kısımları Suriye Filistin ve Irak’tır. Buralarda serapa müslümanlar sakindir bu müslümanların rabıtasını tarsin etmek en büyük vazifemizdir demiştik. Hayatımızın emr-i te’mini bu vazifenin hüsn-i ifasına bağlı olduğuna mu’tekıdiz. Geçen haftaki nüshamızda The Times gazetesine İngiliz ekabiri tarafından yazılan ve hakkımızı müdafaa ve de meşhur ulemadan Mister Edward Browne’ın neşrettiği bir makaleden sutur-ı atiyyeyi iktibas ediyoruz: Peygamber’in risaletine iman etmeyenlerin hilafet mes’elesi hakkında beyan-ı fikre kendilerini salahiyetdar bulmaları gayet ma’nasızdır. Bu İslamlarca Papa’nın hukuk-ı ruhaniyyesine dair beyan-ı mütalaat olunmasına benzer. Bu mes’eleyi mevzu’-ı bahs edenler hiç olmazsa vakıf olmalıdırlar. Bu safahatı hakıkı bir vukuf ile idrak edenler ise İslamiyet’in yalnız bir mezheb değil bir medeniyet olduğunu da teslim ederler. Theodore Morison bu ciheti künhüne nüfuz ederek pek güzel göstermiştir. Fikirlerine ben de tamamen iştirak ederim. Profesör Browne ba’dehu Theodor Morison’un bu babdaki fikir ve mütalaasının zübdesini şu suretle nakletmiştir: tir. Bu medeniyete müslümanlar kaviyyen merbutturlar. Bunun dünya yüzünden na-bud olmasına tahammül edemezler. Müslümanlar medeniyet-i İslamiyyenin ancak bir devlet-i İslamiyyede mazhar-ı terakkı ve inkişaf olabileceğine i’timad ve i’tikad eder ki ben de onların bu kanaatlerine iştirak ederim. Profesör Browne bu mütalaayı tasvib ettikten sonra: “Daha pek çok söyleyeceklerim varsa da onların yeri burası değildir. Fakat şurasını anlatmak isterim ki: Alemi ve teyakkun edilmek isteniyorsa politika propagandalarından feragat ederek ciddi tedkıkat-ı tarihiyye ve tetebbuat-ı amika ile iş görmek zamanı hulul ettiğini bilmek ve Yine The Times gazetesi Hind müslümanlarının Türkiye’nin atisi hakkında ne düşündüklerine dair Ağa Han hazretlerinin imzasıyla neşrettiği bir makalede ber-vech-i ati beyan-ı mütalaa ediyor: Bu buhranlı dakıkada Tükiye mes’elesinde Müslümanlık rabıtasının Paris Konferansı’nca layık olduğu ehemmiyetle nazar-ı i’tibara alınması hususunu bir kere daha müdafaa etmeyi İngiliz İmparatorluğu’nun bir vatanperveri sıfatıyla vazife addediyoruz. Asya’nın ve hususiyle Hindistan’ın müsalemetkar bir surette inkişafı İngiltere’yi pek yakından alakadar eder. Tükiye’nin taksimi tehlikesinin alem-i İslam’da tevlid edeceği alam ve ıztırabat pek büyük olacaktır. Bunu takdir eden İngiliz başvekili tarihe geçen ve nüfuz-ı nazar sahibi bir recül-i hükumete layık olan sözleriyle İslam alemindeki endişeyi teskin etmeye muvaffak ve onların Alman ihtirasına karşı mücahedeye iştiraklerini te’min etmiştir. Bütün İslam alemi bu sözlerin infazını bekliyor. Bu taahhüd İslam zihniyetini bilenlerce her ne kadar kemal-i ehemmiyetle hafızaya nakşedilmiş ise de burada bir daha tekrarı her halde faidesiz değildir. Başvekil harbin tahammül ettiğimiz ağırlıklarını söyledikten sonra “… Biz ne Türkiye’yi payitahtından zengin ve meşhur Asya-yı Suğra’daki arazisinden ve ne de Trakya’dan mahrum etmek için harb etmiyoruz. Buraları her şeyden evvel ırkan Türktür.’” demiş ve bu te’minatına bervech-i ati sözleri ilave etmiştir: “Türk ırkının hakim olduğu bu öz yurdlar İstanbul olan makarr-ı saltanatı ile hariç ez bahis tutulduktan sonra Ak ve Karadenizler memerr-i bahrileri beyne’l-milel ve bi-tarafane bir hal alacak ve Arabistan Ermenistan Irak Filistin Suriye de nokta-i nazarımızca şerait-i milliyyelerine nazaran ayrı ayrı tanınacaktır.” bu sözlerden sarih ve kat’i hiçbir şey olamaz. Binaenaleyh lüman tebaasına karşı hüsn-i niyyeti ve İngiliz İmparatorluğu’nun menafi’-i aliyyesi Trakya’nın taksimiyle kabil-i te’lif olmadığı hakkında müşarik devletleri ikna’dan başka bir tarik yoktur. Başvekilin bu taahhüdünün ihmalinden dolayı Hindistan ve diğer yerlerde tekevvün eden adem-i memnuniyyeti ve bunun neticesi olan vaz’iyetin vehamet-i şedidesini Hindistan’ın sükun ve hüsn-i idaresinden mes’ul olan Hind nazırı ne bir kelime fazla ne de eksik olmayarak beyan etti. Bu aralık Hindistan usul-i idaresi için büyük bir ıslahat projesi meydana konmuştur. Bu projenin muvaffakat-ı tamme ile tatbiki ancak bil-cümle sadık Hind tebaasının iştiraki ile kabil olur. Zannımıza göre milyona varan müslüman cemaatinin kemal-i meraretle kenara çekilmesi ise bu nokta-i nazardan hakıkı bir felakettir. Kaniiz ki hiçbir racül-i hükumet Hind nazırı kadar vaz’iyetin vehametiyle alakadar değildir müslümanlar ne istiyor. Biz ne iddia ediyoruz? Ne onlar ne de biz Türkiye için yeni bir statü şeklinde hükumet istemiyoruz. Biz başvekilin cümle aleme ve bilhassa alem-i İslam’a karşı İngiltere namına etmiş olduğu taahhüdün infazı talebini İngiltere ve Britanya lakkı ediyoruz. Türk hükümdarının ve İslam halifesinin –başvekilin söylediği vechile– “Herşeyden evvel ırken Türk olan İstanbul Trakya ve Suriye’nin şimalinden başlayarak Akdeniz sevahiliyle beraber Asya-yı Suğra’daki hakimiyet-i mutlakasını taleb ediyor bu memalikten en ufak bir parçanın diğer milletlerin ihtirasatını tatmin etmek üzere Türk hakimiyetinden koparılması tarzında bir suret-i hal Asya-yı Garbi’ye sulh getirecek yerde muharebat-ı daime tohumları ekmek olacak ki bunun mahsulü de yalnız bu memleketlerde nema bulmayacaktır. Ahali sergüzeşt-cu saikler yüzünden girdiği harb-i umumide duçar-ı sefalet oldu. Türkiye en zengin vilayetlerinden bazılarını mülkiyetinden kaçırmakla derece-i kifayede cezasını gördü. Trakya İstanbul ve Asya-yı Suğra gibi Türk ırkının hakim olduğu memalik hakkında hissiyat-ı İslamiyye sultanın hakimiyet-i mutlaka ve kat’iyyesinden başka her hangi bir müşekkel ve nam ile olursa olsun hiçbir müdahaleyi kat’iyyen kabul etmemektedir. Bir hususa daha nazar-ı dikkatinizi celb etmeye müsaadenizi temenni ederiz. Müteessif olduğumuz Afgan mes’elesi bazı mahafilde telakkı edildiği vechile başvekilin taahhüdünün ihmaline ve ahali-i İslamiyyenin hissiyatının layık olduğu ehemmiyetle nazar-ı i’tibara alınmamasına vesile ittihaz edilmemesidir. Hindistan’daki galeyan Mösyö Monteku’yu Hind tebaasına karşı olan vaadin infazından men’ etmediği gibi Afgan’da ve Kürdistan’daki galeyanlar da başvekili siyaset ve insaniyyetin emrettiği sarih ma’deletin The Times gazetesi Mayıs tarihli başmakalesinde Hind-Afgan hududunda vuku’ bulan müsademattan bahsettikten sonra “Bütün bu vekayi’ el-yevm Şark-ı Karib ve Asya-yı Vüsta İslamları arasında meşhud olan huzursuzluk ile alakadar bulunuyor” demektedir. The Morning Post gazetesinin iş’aratına nazaran Londra’da bulunan müslümanlar bir miting akd etmişlerdir. Miting Mister Isfahani’nin riyaseti altında akd edilmiştir. Maksad alem-i İslam’ı alakadar eden mesaile karşı sulh konferansının gösterdiği la-kaydiyi bir protesto etmekti. Mitinge kısm-ı a’zamı müslüman olmak üzere bir cemm-i gafir iştirak eylemiştir. Abbas Ali Bal’in bir mektubu kıraat edilmiştir. Muma-ileyh bu mektubunda Türkiye’nin duçar-ı inkısam olan kısımlarının hıristiyan devletler arasında taksimi alem-i tin Wilson tarafından mukaddema vaz’ olunan iki esasın nakzı demek olacağını beyan eylemektedir. Reis Hindistan müslümanlarının el-yevm alem-i İslam’a karşı reva görülecek büyük haksızlığa karşı protesto manlar arasında İslam’ı Avrupa düvel-i muazzamasının bar-ı esaretine atmak için Türkiye’nin taksim edilmek müslüman alemine karşı daima samimiyet ve muhabbetle muamele etmiş olduğunu ve müslümanları rencide etmeyeceğinden el-an emin bulunduğunu söylemiştir. Bunun üzerine sulh konferansını Türkiye hakkında ittihaz edeceği kararlarda milyonu İngiltere tabiiyetinde bulunan kitle-i muazzama-i hissiyat ve nikat-ı nazarını nazar-ı i’tibara almağa da’vet ile adilane bir karar Bayram münasebetiyle Sebilürreşad gelecek hafta intişar etmeyecektir. Hukuk Matbaası’nda basılmıştır Eşref Edib Allahu Zü’l-celal ki bütün kainat dest-i kudretine müsahhardır mücerred taat ve ibadete hasr-ı vücud etmiş olmalarına istinaden yeryüzünün halifesi olmak gibi bir emel beslemekten meleklerini men’ ediyor onlara kendi zanlarının büsbütün ma’kus olduğunu bildiriyor; kanun-ı ezeli-i Sübnanisine aid esrar-ı gamizadan onların bilmediklerini bildiğini ve arzı i’mar için icab eden şerait ve hasaisi haiz olmadıkça bu hilafete kendileri için yol olmadığını gösteriyor daha sonra arzı i’mar etmek ve üzerinde sakin olmak salahiyetinin ancak irade ve tedbir şanından olan hasisa-i akl ile maktur bulunan mahlukata münhasır olduğunu beyan ediyor. Velev ki o mahlukat kan dökmeye ve kendi aralarında fesadlar çıkarmaya mütemayil bulunsun. Artık Cenab-ı Hakk’ın sünnet-i ezeliyyesi ve melaike-i mukarrebinine gösterdiği taalim-i ilahiyyesi bu merkezde olduktan sonra acaba müslümanların gerek avammı gerek havassı arasındaki bir takım cahiller neye istinad ediyorlar da mevcudiyetlerine hücum edenlere yalnız Kur’an-ı Kerim tilavetiyle yahud ululardan istimdad suretiyle karşı koymak istiyorlar? Yağmur gibi yağan yıldırım gibi inen kurşunlara güllelere karşı sadece süver-i şerife tilavetine Buhari-i Şerif kıraatine Celcelutiye lere Hizbü’l-bahr lere ve daha bunlar gibi bu babda yegane müessir olacağı ne şeriat ne de akıl tarafından kabul edilmeyecek vesaile tevessül ediyorlar?.. Acaba fatır-ı hakimin fıtratta cari olan kanun-ı ezelisini ta’til ederek bir takım hurafelere sarılmak harikalara müntazır olmak hususunda bu adamlar hangi hüccete dayanıyorlar? Bu yüzden camia-i İslamiyyeye iras ettikleri fenalıkları hiç düşünmüyorlar mı? Biçare müslümanların hali perişan oldu. Bir zamanlar o kadar mesmu’ olan kelimeleri dinlenmez derekeye indi. Cem’iyetleri tar u mar oldu. Azimleri fütura düştü. Zilletin meskenetin son tabakasına guya mazide kendileri için hiçbir devre-i şan u şevket yokmuş; guya bu ümmet için hiçbir devre-i azamet sebk etmemiş. Bilinseydi göğsü örtecek kadar uzatılan o kesif lihyeler zemine kadar sarkıtılan o uzun sübhalar kendilerine ne faide verdi? Günün bakiyyesini atalet uykularında geçirdikten sonra yalnız seher vaktindeki ani bir yakazadan bunlar için ne faide hasıl oldu? Servet ve samana karşı gösterdikleri istiğnadan ne kazandılar ki bu hareketleriyle o yegane kuvveti düşmanlarına bıraktılar onlar da bu metin ma’denden ördükleri kırılmaz zencirlerle kendilerini kıskıvrak bağladılar. Allah’a yemin ederim ki düşmanlarını iğna edip de nefsini fakr u sefalete mahkum edenler aynıyla rekabet ve müsabaka meydanlarını muhasımlarına bırakıp emir ve nehyi her türlü tasarrufu onların eline teslim edenler gibi zilletler içinde kalır. Allahu Zü’l-celal beni ademi yaratmış ve onu akıl ve tefekkür hasaisiyle mümtaz buyurmuştur. Gerek melaikesinden gerek mahlukat-ı sairesinden hiçbirine Başmuharrir sinde na-mütenahi ma’lumata sahib oluyor; ihtira’ ediyor vaz’ ediyor da bu suretle o müsemmalara yol bulmak ve bu hususda başkalarıyla da muhatabada bulunmak kendisi için kolaylaşıyor. Pekala acaba Cenab-ı Hak bu mevhibe-i muazzamayı mahlukatı miyanında insandan başkasına vermiş midir? Asla! AllahuZü’l-celal melaike-i mukarrebinine şunu beyan buyurmak murad ediyor ki yeryüzüne müstevli olmak ancak akl-ı mütefekkir ve buyurarak münakaşayı uzatmalarına meydan bırakmıyor. Bundan sonra cevab-ı sabıkında icmal buyurduğu hakıkati kendilerine re’ye’l-ayn göstermeyi murad ederek bildiriyor ki insanı ibda’ ihtira’ te’lif tasvir kudretleriyle meftur ettikten başka ona ma’lumatı ayıracak külliyatla cüz’iyatın maani ile müşahedatın beyninin temyiz edecek bir kuvvet vermiştir. Daha sonra bunları haiz oldukları hasais ve mümeyyizata göre tertib ile her birine bir isim vaz’ eylemiştir. Bununla beraber insanı esma ve sıfat-ı ma’lume ve mahdude ile takyid etmeyerek ona her yeni ihtira’ olunan şeye her ma’na-yı zihniye bir isim bulmak kudret ve melekesini ihsan buyurdu. İşte kavl-i celilinin ma’nası budur. Bütün kainatın meleklere gösterilerek ecza-yı alemden her birinin isimlerini beyan etmelerini taleb suretiyle vaki’ olan tahaddiye gelince ihtiraat ve taharriyat-ı beşeriyye daim oldukça insaniyet durdukça her müsemmaya bir isim vaz’ edilmek lüzum ve imkanı bakı kaldıkça bu tahaddi de bakıdir. İşte kavl-i celilindeki buna delalet ediyor. Melaike-i kiram bu babdaki hikmet-i ezeliyyeyi bilmedikleri için kendilerinin münhasıran ibadetle meşgul olmalarına ve isyan şemmesiyle alude olmayan bir taat-ı kamile içinde dem-güzar bulunmalarına istinaden taleb ettikleri hilafet da’vasında kendilerini haklı gördüler. Lakin Cenab-ı Hak insanı vücuda getirerek arza sahib kılınca ve onun hilkatteki hayret-bahş asarı meydana çıkınca meleklere tahaddi buyurdu ve yeryüzünde halife olmak için insandan daha ehil oldukları da’vasında sadık iseler bu mahluk-ı zaifin kainatta vücuda getirdiği eşyanın isimlerini bildirmelerini taleb etti. İşte o zaman hatalarını anlayarak hikmet-i ilahiyyedeki esrarı ye dehalet ettiler de dediler. DINI MÜCEDDİDLER “Bu kadar tebcil ettiğimiz Reşid ve Midhat Paşalar acaba bu tebcilata layık birer dahi mi?.. Reşid ve Midhat Paşaların şahsiyetinde milleti yükseltmek gaye ve meramını takdis edenlerdenim. Lakin bu gayeye vüsul için tarik-i terakkı diye gösterdikleri yol bizi sade uçurumun kenarına değil a’makına kadar sürükledi. Onlar terakkı ettirmek istedikleri saltanatı inkıraz ettirdiler. Yahud hiç olmazsa inkıraza mahkum bir saltanatın bu isti’dadını en ziyade onlar temsil ettiler… Bugünkü münevverler bile medeniyeti yanlış telakkıde devam ediyorlar. Erkekler bıyıklarını keserek yüzlerine pudra sürmek sırtlarına arkası köstekli ve bir arşın yırtık paltolar giymek kadınlar çıplak kollarında manşon ve şehvaniyeti amikan tahrik eden mütebariz kalçaları üstünde ve billur gerdanları etrafında rengin ipek dalgaları taşımak hep birden şarap lakkı ediyor! Netice ne olursa olsun asıl bu büyük adamların ilk tarz-ı hareketleridir ki milletin tarz-ı telakkısine pişva ve hareket-i umumiyyeyi intac etti; Gülhane yatta iken mev’ud olan inkıraz ve fenasına birer mersiye birer sernüvişt-i kabr oldu: ’deki Gülhane hattının ve onu tevsi’ eden Islahat Fermanı’nın işte hutut-ı esasiyyesi: –Can mal ırzın mahfuziyeti müslim gayr-i müslimlerin müsavat-ı hukukiyyesi Bilakis imtiyazat-ı Avrupa’dan ulum ve maarif alalım aldılar ve hatta tarihinde bir maarif nizamnamesi de yapıldı. Lakin Avrupa’dan alınan bu ulum ve maarif bu zehir ve hayat halitası ve bu nizam Türklere asıl ruhunu verebilmekten pek uzak olmakla beraber onun yegane olunan kitaplar bize muayyen bir terbiye-i fikriyye verebilecek surette değildi. Gülhane Hatt-ı Hümayunu okunurken hiç kimsenin bir şey anlamaması tabiidir. Bu tıpkı Asya’nın ortasında yaşayan bir köylünün Avrupa’da mükellef ve muğlak bir sofrada hiç görmediği alışmadığı garib taamlar karşısındaki vaz’-ı hayretine çok benzer! Yüksek sesle okunan bir çok garib kelimeler ve hiçbir şey.. Yetmiş seksen sene evvelki hattı hümayundan ne anlayabildiklerini sormak mümkün olsa!.. Te’sir ve tahribde on kat ve hatta memleketin bünyanını yıkan darbelerin en son ve en büyüğü olan Midhat Paşa’nın Kanun-ı Esasisi bana hayretten fazla ağlamak ihtiyacını verir… Reşid Paşa Osmanlı Türklere ruhunu değiştirmek libası Avrupa’dan hediye getirmişti. Midhat Paşa başka milletler için alışılmış bir gıda yerine geçen acib bir meyve hakimiyet ve hatta icab ederse onun salahiyetini tahdid ve ref’ etmek hakkını Midhat Paşa millete verdirdi… Osmanlı Türklerde hakimiyet-i milliyyenin o güne kadar en küçük tezahürünü bana gösterecek bir kahramanı karşımda görmek saadetine nail olabilir miyim?” “Kılıcı pek güzel kullanmayı bilenler için makineli silah maatteessüf ekseriya bir alet-i katl ve kaza olur.” “Gustave Le Bon şöyle diyor: “Te’sisatın masdarı olan seciye şiarlarına malik olan bir milletten bu şiarları nez’ edebilecek veyahud malik olmayan bir millete bu seciye şiarlarını bahşedebilecek ne inkılablar vardır ne kanun-ı esasiler ne de müstebidler. Milletin müstahak oldukları hükumetlere malik oldukları çok kere tekrar olunmuştur. Başka hükumetlere nail olmalarını akıl alabilir mi?” Ukulün mümteni’ gördüğü bu fevri istihaleyi Midhat Paşa Osmanlı Türkler için mümkün zannetmişti.” “Midhat Paşa’nın eseri yaşamaya mahkum oldu… Lakin tekamül-i kanuni cebren tahrif olunmasının intikamını husule gelen aks-i te’sirlerle alır.. Gustave Le Bon misal olarak bize Amerika-yı Cenubi’nin halini anlatıyor… Biz bu hükmün te’yidatını Asya’da dahi bulabiliriz: Çin Cumhuriyeti ve İran meşrutiyeti!” “Maziye doğru böyle hunin ric’atlerin misalini biz yedi ayda gördük. Lakin İran yedi günlük bir istikrara bile mazhar olamadı… Hakıkat şudur ki Avrupa şimdiye kadar silahla feth ve istila edemediği Şark’ı esaret altına almak için son bir çare buldu: Kitaplarıyla mektepleriyle Şark’ın genç zeki dimağlarına bir takım mechul esrar-amiz idealar ilham ediyor. Zavallı gençler hararet ve şebabla belde-i hulyaya koşuyorlar.” “Midhat Paşa’nın bir çok sene sonra dül yapmadıktan başka memleketimiz dahi na-tüvan kollarımız arasında parçalandı. Çünkü bu kolları tahrik eden o eski sada-yı bülendi Kanun-ı Esasi susturmuştu.” “Midhat Paşa Türkiye’yi kurtarmak istiyordu. Türkiye’yi kurtaracak tedbirlere müracaat etmeliydi etmedi. O halde Midhat Paşa’yı bir dahi bir münci gibi asla kabul edemeyiz. Bil-farz Midhat Paşa hanedan-ı saltanatı ilim ve irfan ile yükselterek bizzat padişahlar layabilirdi. Bunu yapamadı. Çünkü düşünemedi. Öyle Kanun-ı Esasi padişah nüfuzunu sıfıra indirdi. İş bununla kalmadı: Türklerin ve küre-i arzdaki bütün müslümanların dindarane bir his ile ta’zim ettikleri makam-ı saltanat ve hilafetle istihzaya kadar küstahlıklar ve hainlikler irtikab ettik. Hülasa biz Avrupa medeniyetini yanlış telakkı etmişiz. Terakkı etmek için terakkiyat-ı fikriyyenin mevludü olan yüksek bir usul-i idareyi memleketimize tatbik ettik. Meş’um neticesi meydanda! Usul-i idarede olduğu gibi Garb medeniyetinin bütün teferruatını da hep böyle sathi ve yanlış taklid ettik: Libas usul-i muaşeret usul-i maişet ve saire ve saire.. Biz asıl ruhumuzu gaib etmiştik. Başka milletlerin mahsusatını taklid ede ede kendi kendimizi tanıyamayacak seciyesiz asliyetsiz ve nihayet mahv ü inkıraza mahkum olduk… Türk-Osmanlı milleti bu yanlış telakkıye uğramazdan evvel bir çok ihtiyaclarını kendi muhitinde tesviye edebilirdi. Muhtac olduğu eşyayı hazırlayan san’atlar taklidden sonra yavaş yavaş sönmeye başladı. Ve birer birer söndü. Şimdi tepeden tırnağa kadar isti’mal ettiğimiz eşya me’kulat malzeme ekseriyetle bizim değil Avrupa’nındır. Çünkü biz ruhumuzu unuttuğumuz gibi san’atlarımızı dahi unuttuk.” Haşim Nahid Bey’in Meşrutiyet ve Kanun-ı Esasi hakkında bütün teceddüd-perverlerimizin te’sisine çalıştığı hüsn-i zannı kesr edecek mahiyette olan mütalaatını da hülasaten şuraya nakl ettik. Avrupa mukallidliği mesailinde düşüncesiz ve ihtiyatsız hareket etmenin su’-i akıbetini izah sadedindeki sözlerini tamamen tasdik ile beraber bu yolda dikkat ve basiret tavsiye eden kendisinin de daha bir çok noktalarda muhtac-ı nasihat olduğunu lı milletine münasib bir idare olmak i’tibarıyla lehinde değil mütalaasını gerek Gustave Le Bon’un sözlerinden rutiyet’ten sonraki zamanlara aid kar ve zarar hesabının gösterdiği netice-i tecrübiyye ile te’yid ettiğine nazaran hasbe’z-zahir fikrinde pek haklı gibi görünüyorsa da acizleri maatteessüf bu noktada da kendisine iştirak edemeyeceğim. Münazırıma sorarsanız muhakemesinde en ziyade birinci delile kanun-ı tabiat deliline istinad etmek neticesi halinde gösterdiğini size söylerse de isabetinden emin olduğum tahminime göre kendisini en ziyade tağlit eden ikinci noktadır. Benimle beraber şimdi kari’ler de emin olabilirler ki eğer Haşim Bey Meşrutiyet’ten sonraki netaic-i meş’umenin şahidi olmasaydı yani Meşrutiyet’i görmeden iştiyak-ı hürriyetle herkesin yanıp yakıldığı devrelerde olsaydı Gustave Le Bon’un sözleri arasında bulduğu tekamül kanunları gibi bin tane burhan-ı akli Meşrutiyet-i idare aleyhinde bir hüküm verebilmesi için kifayet etmezdi. Fakat en yüksek zekaya malik olanların bile muhakemat-ı fikriyyesini kıymetten düşürecek surette ne de o şayan-ı teessüf kararsızlıklarımız ki en kat’i ve en zeval-na-pezir bir aşk ile takdis ettiğimiz şeylerden bile aldatıcı sebebler karşısında sebatımızı muhafaza edemeyerek derhal soğuruz nefret ederiz. Bir memleketin çiğnenmesini bir kanunun paymal edilmesi kadar tehlikeli addetmeyen metanetlerden ya Rab biz neye mahrumuz? Şimdi evvela meşrutiyet-i idarenin seviyesi yüksek veya dun bir millete tatbikinden kat’-ı nazarla hadd-i zatına aid fikrimi söyleyeyim. Sonra Türk Osmanlı milletinin meşrutiyetinden bahsedeyim: Hükumetin kendilerini ne yolda idare edeceğine dair milletine karşı bir takım kuyud ve şeraite riayet taahhüdatı altında bulunmasına mecburdur. İkinci surette de hükumet ne yapsa milletin bir şey demeye hakkı olamaz. İnsanın emrine amade olmak üzere tutmak istediği hizmetkarı bile kendisinin ne suretle istihdam edileceğini bilmeden mukavele etmeden taht-ı itaatine girmeyeceği gibi bu mukavelede efendi tarafından da hizmetkarın –hiç olmazsa aylığı veya boğazı tokluğu gibi– menfaatine aid bazı kuyud ve şeraitin de kabulü zaruri olacağından şartsız mutlak bir idarenin yoktur. Hükumet-i mutlakaların da kavanini bulunur ve ahaliyi idareleri o kanunlarla mukayyed gibi görünürse de kanunlarını millete danışmadan kendisi yaptığından ve istediği zaman da onları bozmak ve değiştirmek hakkını da kendisine hasrettiğinden böyle kanunlarla takyid olunan idare idare-i meşruta ünvanına kat’iyyen kesb-i namı da verilemez. Şurasına dikkat icab eder ki hükumet-i meşruta kanunlarını mutlaka milletin yapması lazım olmayıp hükumetin veyahud daha başkasının yaptığı kanunlarla da en ziyade nazar-ı i’tibara alınacak nokta hükumetin kanununu kendi kendine yapamaması ve yine kendi kendine tebdil edememesidir. Bu hakıkate mübtenidir ki meşrutiyetin şekl-i mütearifine bağlanmayarak ruh-ı ma’nasına nüfuz edenler şeriatten muktebes kanunlara tabi’ olan İslam hükumetlerinin birer hükumet-i meşruta olduğunu anlamakta duçar-ı müşkilat olmazlar. Çünkü bu kanunları hükumet mesağ-ı şer’i olmaksızın kendiliğinden ne tanzim ve ne de tebdil edebilir. İşte meşrutiyetin ruh-ı ma’nasını vücuda getiren takayyüd! Hükumetin başı şeriata bağlı olmak şartıyla milletin başı da hükumete bağlanmaktan ibaret bir mukaveleye tarihde gelip geçen hükumat-ı İslamiyyenin hepsinin sadık kalıp kalmadığı bu makamda bir zemin-i münakaşa teşkil edemez. Zira şimdiki halde sözümüz hükumet-i meşrutanın mahiyet-i nazariyyesine aid olduğu gibi meşrutiyetin mütearif olan eşkal-i hazırasından birine tevfikan teessüs eden hükumetlerin fırsat buldukça kanun-ı esasileri ahkamını tahatti etmeleri de muhtemel ve belki vaki’dir. Bil-cümle hükumat-ı İslamiyyenin milletlerine karşı velev şeklen birer hükumet-i meşruta vaz’iyetinde bulunduklarını bildikleri fetvalara istinad ettirmek mecburiyet ve ihtiyacından hiçbir vakitte kendilerini vareste addedememişlerdir. Her hangi bir İslam hükumetinin hakıkı ve meşru’ şekli hükumet-i meşruta olmak lazım geleceğini maatteessüf lı Türklerin menşeinden i’tibaren idare edilmek i’tiyadı sonradan kabul ettiği bir dinin ahkamıyla da teeyyüd! ederek altı yüz elli sene müemadiyen bir usul şeklinde hükümran olmuştu.” demiş ve ne bir bedevinin İslam padişahları miyanında büyük bir nüfuz-ı şahsiyi haiz bulunan Ömer el-Faruk’a hitaben: “Seni kılıcımızla doğrulturuz.” demesinin makam-ı hilafete bir tecavüz telakkı edilmemesi gibi hükumet-i İslamiyyenin ibtida ne yolda kurulduğunu gösteren alametler ve ne de en şedid bir Osmanlı padişahı olan Selim-i Evvel’in kaç kere Zenbilli Ali Efendi’nin fetvalarıyla azminden ric’ate mecbur olması gibi meşrutiyete inkıyad nümuneleri münazırımı hükumet-i İslamiyyenin şekl-i aslisi hakkındaki gafletinden Meşrutiyet-i idareye bir milletin layık olup olmamasına gelince hükumet-i mutlakanın insanlara yakışır bir millet: “Biz hükumet-i meşrutaya layık değiliz” diyemez. Çünkü bu söz: “Öyle bir hükumet isteriz ki re’y ve rızamızı aramasın bizi istediği gibi kullansın ve canımızı çıkarsa ne yapıyorsun demeye hakkımız olmasın.” ma’nasını ifade eder. İnsanın kendi akıl ve idraki hakkında ne derece su’-i zannı olsa yine nasıl idare edileceğini bilmekten anlamaktan sakınarak bila-kayd ü şart bir diğerin taht-ı emrine teslim-i nefs etmeye talib olamaz. Kendi aklına güvenmezse aklına ve hayır-hahlığına i’timad ettiği bir başkasını araya koyarak mukadderatına hakim yapacağı kimseleri anlamak ve şerait-i nafia der-miyan etmek me razı olan hiçbir millet-i insaniyye bulunamayacak surette meşrutiyetin rüchanı o kadar vazıh bir mes’eledir ki öyle mes’eleyi mevki’-i münakaşaya vaz’ eden rehberlere malik olacak kadar bahtsız olan Türk Osmanlı milletinden başka hiçbir millet meşrutiyet-i idareyi kabul hususunda ne tereddüd eder ne de teşvika muhtac olur. Haşim Bey ferde ailenin te’siri mebhasinde: “Din ahlak adat namus hakkında zeka hakk-ı tenkıdden mahrumdur” diyerek ferde şu hakkının verilmesini takbih ettiği halde burada hey’et-i umumiye-i milletin yahud yine ferdin hükumete karşı hakk-ı tenkıde malik olmamasını tecviz edişi cay-ı taaccübdür. Yoksa ferdin din ve namus gibi mukaddesata karşı hakk-ı tenkıdi olsun da hükumete karşı olmasın mı? Yahud Türk Osmanlı milletinin ehliyet ve kabiliyeti hükumete i’tiraz ve müdahale o derece bir kabiliyet ve ehliyetine lüzum yok mudur? Yani dinin emirleri nehiyleri hükumetlerinki kadar da evamir-i mutlakasına ferdin i’tirazı ile husule gelebilecek bir yanlışın zararından korkuyor da aynı ihtimalin dine hakkım yok mu? Şimdi belki bu noktalarda münazırım saded-i asliye din bahsi karıştırmak cihetine yaklaşmayarak ve maksadını anlayamamış olmakla beni itham ederek: “Ben meşrutiyet-i idareye fena demiyorum böyle yüksek bir nin seviye-i isti’dadı henüz müsaid olmadığını söylüyorum.” diyecektir. Fakat ben de maksadını pekala anlamış olduğumu iddiada musır olarak derim ki: İdare-i meşrutada hakimiyet-i milliyye ile milletin kendi kendini idare etmesi icab edeceğine nazaran münazırımın “ne gemiyi ne de denizi asla görmemiş bir adamın bütün muğlak makineleriyle son sistem bir dretnotu sevk ve idareye da’vet olunması gibi Midhat Paşa hakimiyetini isti’male milleti da’vet etti” dediğini unutmadım. Şimdi de evet diyorum: Ne gemiyi ne de denizi görmemiş bir adam! Lakin dretnot kimin? Bu adamın değil mi? Şu halde: Ben öyle bir dretnot sahibi olmaya layık değilim diyerek gemiyi dalgaların sevk ve idaresine terk etmek olamaz ya. Kendisi işletemezse bir bileni arayıp bulacak. disini ortaya koymak üzere biraz daha cesaretlenelim: Meşrutiyetten evvel Türk-Osmanlı hükumetinin re’s-i derece-i pestide insanlar değil mi? Padişah ise yukarıda tahribat-ı ruhiyyesine iman ettiğiniz tesalübe daha ziyade ma’ruz vükela ise “en ali tabaka en fenası” tarzında verdiğiniz hükme ma-sadak! Müddeamı daima sizin kendi sözlerinizle isbat ettirmek mesleğinden ayrılmayarak hanedan-ı saltanat bahsinde: “Memleketimizde ilim ve hangi şehzadeye ders veriyor. Bununla beraber kendi memleketimizde tahsil kafi gelmediği için hükumet Avrupa’ya talebe gönderiyor. Yahud parası olanlar kendiliğinden koşuyor. Ehliyetleri meşkuk hususi muallimlerinden saraylarında ders almakla kalan ve yarın hükümran olacak olan şehzadelerin idare edeceği efradın seviye-i fikriyyesinden dun kalmaları nasıl tecviz olunabilir?” demek suretiyle bizi idare edenlerin derece-i ehliyetleri hakkında vakı’ olan i’tirafatınızı kendi kendini idare eylemeye değil de padişahları tarafından idare edilmeye alışmış olan halka hakimiyet-i milliyyeyi layık görmediğinize dair bu mebahisdeki sözlerinizle yan yana getirdikten sonra milletin idaresini dünkü şehzadelerden ve şehzadelerin layık oldukları mevki’-i ilm ü irfana i’lasını da kendini idareden aciz bulunan milletten beklemek tarikı ile fikrinizin nasıl bir devr-i batıl zincirine dolaşmış olduğunu göstereyim: Fena değil milletin kendisini idareye ehliyeti yoktur başkaları tarafından idare edilecektir. Fakat o başkalarının millet kadar da ehliyeti olmadığı halde kendisini idare etmek ehliyetini kendisinde vücuda getiremeyen millet kendini idare ettirmek ehliyetini başkalarında vücuda getirecektir. Sözlerimizi ilzamkarane bir münakaşa halinde bırakmayarak daha samimi bir hasbihal şekline ifrağ edelim de diyelim ki: Hükumet de na-ehil millet de na-ehil! İkisini de ıslah etmek yükseltmek lazım. Şimdi nereden başlayacağız? Münazırımın re’yince millet lazım olan hasail ve fezaili iktisab ederse hükumet kendi kendine düzelir teali eden millete layık olacak bir hale gelir. Binaenaleyh milletten yani ferdlerden başlayalım onların ruhlarını kemiren nakaisı izale ettikten sonra muhtac olduğu kemalat ile de techiz ve ta’ziz edelim hasılı kendisinin de bulunan hükumetin idaresi altında bunları yapmaya azm edebilecek miyiz? Islahat-ı mutasavvereyi kuvveden fiile çıkarmak üzere efrada rehberlik edecek olan münevver hamiyetperverler için her şeyden evvel serbesti-i mesai te’min etmek lazım. Ağleb-i ihtimale göre buna hükumet-i mutlaka mani’ olursa ne yapacağız? Lütfen müsaade edinceye kadar daha asırlarla bekleyecek miyiz? Zaten efradın ruhunda muazzez bir varlık te’sis etmesi hükumet-i mutlakaların işine gelmez. Bu gibi mümanaatlar münazırımın müfekkiresinden seçilmez bir surette geçtiği için olmalıdır ki yarın bizi idare edecek olan şehzadelerin ilim ve irfanını yükseltmek lüzumundan bahsediyor. Fakat bunu ıslahata milleti bırakıp da hükumetten başlamak tarafına doğru sarih bir ric’at ma’nasına telakkı edemeyeceğimiz gibi hükumetin ruhuna aid olan bu ıslahata da mutlakiyet-i idarenin mani’ olacağı ihtimal-i kavisi vardır. Bu müşkil noktaların hiçbirisi: Belki mani’ olmaz cevabıyla halledilemez. Onun için bizce mutlaka ıslahata hükumetten hem de hükumetin şeklinden başlayarak evvela onu millette yapacağımız te sokmak lazımdır. Demek evvela hükumetin şekli ıslah edilecek sonra efradın ruhu! İkinci ıslahatı hükumetten hariç ve gayr-i resmi pişvalarla beraber meşrutiyet sıfatını ahz etmiş olan hükumetten her biri münferiden veya müctemian deruhde edebilir. Yalnız hükumetin o gibi teşebbüsat-ı nafiaya mani’ olmaması mani’ olamayacak bir mevki’de bulunduğunu takdir etmesi şarttır. Hülasa milleti meşrutiyet-i idareye liyakat kesb ettirmeye serbestçe çalışabilmek için bile işe meşrutiyet-i doğrusu mesela Haşim Bey’in millet hakkında arzu ettiği de belirmeye başladığı günden i’tibaren millette meşrutiyet-i emare-i terakkı göstermiş olacağı gibi arz ettiğim sebeblerle rinci sedd-i hail namını almaya layık olan mümanaat-ı hükumeti ref’e ihtiyac bulunduğu cihetle de milletin artık meşrutiyet-i idareye liyakatini farz ederek işe başlamak arasında fark olduğunu ve hükumet ve millet taraflarından her ikisi de bozuk bir halde bulunan kavmin ıslahına milletten başlamak haylulet-i hükumetle ne kadar imkansız lem’alarıyla henüz tamamen layık olamadıkları şekl-i meşrutiyeti almaları da yani bu suretle ıslahata hükumetten başlamak da kolay olmadığını ve hatta cebr-i tabiatle vaktinden evvel alınan meşrutiyetler istibdaddan yalnız milletlerde kabiliyet-i ruhiyyelerinin aşina-yı kadimi olan ni ben de takdir ve tasdik ederim. Lakin bazı a’zasından salah ve necat sevdasıyla ihtilacat-ı gayr-i muntazama kabilinden hareketler bilmeyen milletlerde bu harekatı tanzim için şekl-i idare-i hükumetten başka bir mebde’ yoktur. Oradan başlamakta da suhulet yoksa da zaruret vardır. Ondan sonra güzergah-ı mesaide idare-i kadimenin muhtelif simalarına tesadüfle husule gelen müşkilat ve mehaliki mümkün olduğu kadar az zararla geçiştirmek rehberlerin dikkatine ve bilhassa hüsn-i niyyetine menuttur. Türk-Osmanlı milletinin ilk hürriyet ve hakimiyeti müellifin dediği gibi yaşamadı. Fakat kendisinin yaşamamasından başka bir zararı da olmadı. İkinci hürriyetten sonra beş altı sene zarfında memleketin başına gelen felaketler vakıa bir milletin tarih-i inkırazının birkaç asrına sığmayacak derecede azimdir. Bu zararları müellif milletin hürriyet ve hakimiyeti hesabına kaydetmekle pek büyük ve şayan-ı teessüf bir galat-ı rü’yete duçar olduğunu gösteriyor. Bence Meşrutiyet’ten sonra görülen ve eski mutlakiyet-i idare zamanındakini fersah fersah geçen fenalıkların mes’ulü de yine idare-i mutlakadır. Lakin pek çok kimselerin açık bir insafsızlıkla iddia ettiği gibi eski idare-i mutlaka değildir. Bir de idare-i mutlakanın hükümdarda temerküz eden nev’i diğer nevi’lerdinden daha az zararlıdır ve Haşim Bey’in fikrini mutlakiyet lehine sevk eden sebeblerden biri de budur. Sonra ki bu da yanlıştır. Çünkü Kanun-ı Esasi padişahın yine bir takım hukukunu muhtevidir. Hatta hakan-ı merhum Sultan Mehmed-i Hamis bu hukukun hepsini isti’mal etmemişti. Haşim Bey’in daha büyük galat-ı rü’yeti: “İkinci Hürriyet’ten sonra memleket na-tüvan kollar arasında kaldı… Çünkü Osmanlı Türklerde yalnız din ve devlet his ve rabıtası var idi ve bu riştenin ucu saltanat ve hilafetin kürsüsüne bağlı idi.. Osmanlı Türklerin ruhu üzerinde padişah nüfuzunun bu kadar müessir olması an’anevi ve gayr-i müdrek olarak ta hayat-ı raiyane devrinden kalmıştır ki bu nüfus sonra dinden müstear bir te’sir ile kudsileşiyor. Kanun-ı Esasi bu an’aneyi kırdıktan sonra hiçbir kuvvetli el Osmanlı Türkleri bi-hakkın tahrik edemezdi” demesindedir. Halbuki ikinci hürriyetten sonra ve iki buçuk günde teessüs eden nüfuzlar Haşim Bey’in na-kabil-i tağyir addettiği altı yüz senelik an’anevi kuvvetleri zir ü zeber etmişti. Edib-i muhterem tarafından “na-tüvan” kelimesiyle tavsif edilen o kolların o temiz ellerin bir işareti üzerine Türk-Osmanlı milleti bütün dünyaya meydan okuyor yahud en alçak düşmandan harb etmeden kaçıyor düşmanıyla bir anda dost ve dostuyla düşman oluyor İstanbul’u saraylarıyla kışlalarıyla maabidiyle yeniden fethederek bütün sekenesini esir alıyor Türk Arapla Arap Arnavutla ve hatta Arnavut Arnavutla Arap Arapla harb ediyor kardeş kardeşi öldürüyor. Bu bahse hatime olarak şunu söyleyeyim ki Haşim Nahid Bey’in meşrutiyet aleyhdarlığı hususundaki ma’zeret noktalarını takdir etmez değilim. Kendisi gibi milletimizin necat ve i’tilası için yürekleri şedid ve asabi bir hiss-i hamiyetle çarpan bazı münevverlerimizin muhakemesine bilahare bu fikri nakşeden şey meşrutiyet kabiliyetsizliğini isbat eden halat-ı meşhudesidir. İşte bu yüzden husule gelen bir ric’at-i hayaliyye ile bu millete dad-ı münevver lazım derler. Hem de bunu meşrutiyet kabiliyeti gelinceye kadar bir müddet-i muvakkate için tahsis ederler. Öyle olunca münazırım ile aramızda o kadar karmamak ve milletin nef’ ve tekamülü hesabına isti’mal etmek yine tıpkı meşrutiyetperver bir hükumetin işidir. Sonra böyle bir hükumeti tesadüfün lütfu mu te’min edecek yoksa millet kendisi mi bulacak? Her halde yine rıyla intihab ettiği hükumet ne kadar fazla hukuku haiz olsa yine esas i’tibarıyla hükumet-i meşrutadan başka bir şey değildir. BAŞKA MILLETLER NE İÇIN TERAKK I EDIYORLAR; BIZ NE İÇIN EDEMIYORUZ? Geçen günkü makalemizde bütün milel-i müterakkiyyenin evvelce ilerilemiş olan müslümanların tuttukları yolları tutmaları sayesinde terakkı etmiş ve bugünkü medeniyetin bütün dünyaya yayılmış olan nur-ı İslam’ın netice-i celilesi olduğunu isbat etmiş idik. Fakat bunun üzerine gayet tabii ve zaruri bir sual terettüb ediyor ki o da: Madem ki bütün başka milletler müslümanların tuttuğu gösterdiği yollara gitmek sayesinde terakkı etmişler o halde müslümanların bugün daha müterakkı olmaları lazım gelirdi; çünkü o yola daha evvel salik olmuşlardır. Halbuki müslümanlar dünyanın her yerinde her milletten geri kalmış bulunuyorlar. Acaba bunun sebebi nedir? Geçen makalemizde ilerlemek gerilemek mes’elesinin aklen salah bedenen salah ve ahlaken salah olmak üzere üç esasa raci’ olduğunu söylemiş idik. Acaba bu üç cihetçe bizim başka milletlerden geri kalmamızı mucib nelerimiz var anlayabilirsek terakkı edemediğimizin sebebini veya sebeblerini bulmuş oluruz. Teşhis-i maraz edebilmek için ilm-i tıbda muhtelif usuller vardır. Bunların en makbullerinden biri de teşhis bit-tarh usulüdür. Teşhis bit-tarh görülen a’raz-ı maraziyyeyi hasıl edebilecek bütün hastalıkları birer birer nazar-ı teemmülden geçirip hastanın irae ettiği a’raz ile tamamen tevafuk edip etmediğini tedkıkten sonra kafi derece evsaf-ı lazımesi görülmeyenleri atmak en ziyade aranan evsafı irae edende karargir olmak usulüdür. Biz de alem-i İslam’ın geri kalması hastalığının sebebini o kaide-i fenniyyeye tebaan arayacağız. Bu babda en ziyade şurası nazar-ı dikkati celb ediyor ki alem-i İslam’ın geriliği ve ilerleyememesi dünyanın her yerinde akvam-ı İslamiyyeye am ve şamildir. Binaenaleyh bulacağımız sebeb veya sebebler de bütün alem-i Şimdi alem-i İslam’ın teehhürü esbabı hakkında söylenen sözleri zikredelim: Son asırlarda başlıca İslam hükumeti olarak bizden başka bir hükumet olmadığından kabahati en ziyade bize yükletiyorlar. “Evet hatıra gelebilir fakat alem-i İslam yalnız Türklerden teşkil etmektedirler. “Evvelden beri müstakil olan İran Afgan ve ba-husus tamamen Arap kavminden mürekkeb bulunan Tunus hükumetleri de terakkı edememiş. Sonra Hindistan’da yetmiş milyon müslüman var ki kat’iyyen Türk değiller. Mısır Sudan Cava hep Türk olmayan ve üzerlerinde Türk hakimliği kalmamış veya hiç olmamış gayr-i Türk milletlerdir. Onlar da terakkı etmemiş ve hatta Türke nisbetle geri kalmışlardır. Binaenaleyh müslümanların geri kalmasını Türklükten gayri sebeblere atfetmek lazım gelir” demiş idim. Ve tabii bu sözlerimi cerh edecek bir cevab bulamamış idiler. Diğer tarafdan Türklerden de terakkı edememelerini gayrilere atf edenler de vardır. Fakat bu da doğru değildir. Demek istiyorum ki bütün alem-i İslam’a şamil bir sebebi bir ırk veya bir kavim değildir. metler de böyledir. Çünkü müslümanların kaffesi aynı bir lisanla mütekellim aynı iklim ve arazide müteayyiş ve aynı hükumetle idare olunur değillerdir. Hükumet mes’elesi üzerinde biraz tevakkuf edelim. Çünkü bizim geri kalmamız hep hükumetlerimizin fenalığındandır diyenler çoktur. Bunlara karşı deriz ki bir kere alem-i İslam Devlet-i Osmaniyye’den ibaret değildir. Eğer kusur hükumetlerin ise balada da söylediğimiz vech ile İran Afgan Tunus ve Hindistan’ın münkarız olmuş hükumetleri de hiçbirisi ahalisinin ilerlemesine hizmet edememişlerdir. Acaba bir müddetten beri hep fena hükumetler bizim müslümanların başına mı musallat olmuşlar; eğer böyle ise buna sebeb nedir? Doğrusu aranırsa hükumet milletine göre olur. hadis-i şerifi bu nükteyi beyan buyurur. Montesquieu’nun: Her millet layık olduğu hükumeti bulur demesi de bu ma’nadandır. Vakıa iyi bir padişah veya hükumet gelir de milleti yükseltmek için ciddi surette çalışırsa çok faidesi olur fakat bu pek ender tesadüf edecek bir şeydir. İnsanlar ekseriya kendilerine zahmet vermek istemezler. Eğer karşılarında her hareketlerinin hesablarını soracak millet bulmazlarsa hemen daima kendi keyiflerine göre hareket ederler. Beyti zalum ve cehul insanların zor görmedikçe adl ü istikamete yanaşmadıklarını beyan eder. Zaten şeriatimizin herkese emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini vermesi nedir? buyurulması hükumeti milletin murakabe etmesini amir değil midir? Velhasıl millet efradı herkes kendi mikdarınca emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkeri yapmaz ise başlarına gelen hükumetler de vazifelerini iyi yapmıyorlar. Milletlerin gitmemesi yahud ta’bir-i aharla iyi hükumetlerimizin olmaması hep kendi kusurlarımızdan salah ve liyakate malik olmadığımızdandır. Hatta adalet ve fütuhat ile ve mülkü milleti terakkı ettirmiş olmakla meşhur olan hükümdarların zamanları iyi tedkık edilirse o hükümdarların kendilerindeki iyilik müsellem de olsa en ziyade o zamanın insanlarının liyakat ve salahca hükümdarlarıyla mütenasib ve umumiyetle ba-husus ulemanın emr-i bilma’ruf ve nehy-i ani’l-münkeri hüsn-i ifaya sai oldukları anlaşılır. Hülasa: İyi hükumetlerin milletlerin terakkıleri üzerine te’sirleri vardır. Fakat kaide-i umumiyye olarak şurasını kabul etmelidir ki milletler layık oldukları hükumetlere nail olurlar. Böyle olduğu halde insanların çoğunun bunu anlayamayıp da milletlerin selamet ve saadetleri bahsinde hükumetlere fazla te’sir atf etmelerinin sebebi nedir? Milletlerin iyi olduğu zamanlarda hükumetlerin iyi ve kötü olduğu zamanlarda kötü olmak mevkiinde bulunmaları diğer bir ifade ile kötü zamanlarda hükumetlerin kötü ellere düşmek zaruretinden münbaisdir. Bu sözümüzün sıhhati Kur’an-ı Kerim ile de sabittir. “Ahalisi salah-ı hal ashabından oldukça Rabbin teala memleketleri zulüm ile helak etmez” “ ve emsali ayet-i celileler mucebince yıkılmak için evvela milletlerin müstahık olmaları lazımdır. Ondan sonra da nesteizü billah: ayet-i celilesi mucebince yıkılmaya müstahık olmuş milletlerin başlarına fasık rüesa ve hükumet gelerek fenalıklar yapmalarıyla herkesin bir diyeceği kalmayacağı ve o suretle yıkılacakları beyan buyurulmaktadır. Demek ki evvela milletler istihkak kesb ediyorlar ondan sonra fena hükumet geliyor. Ve işte bunun içindir ki milletlerin yıkılmalarının başlarında fena hükumetlerin bulunması zamanlarına müsadif olması herkesin kusuru münhasıran hükumetlere atfetmesine sebeb oluyor. Şimdi burada acaba Din-i İslam’ın icab ettiği şekl-i hükumet teehhuru müstelzim değil midir? Gibi bir sual varid-i hatır olabileceğinden ona da cevab verelim: Din-i ve ba-husus milletin sinesinden çıkan hükumettir. Nesteizü billah: ayet-i celilesi bunu amirdir. Fakat Din-i re dahi nazil olmuş bir din-i umumi olduğundan milletine kavmine göre en muvafık şekl-i hükumeti de adilane harekete muvaffak edecek emirleri muhtevidir. Alem-i İslam’da büyük hizmetleri mesbuk her türlü hükümdarlar görülmüştür. Fakat bundan evvelki makalemizde dahi söylediğimiz vech ile şimdiye kadar alem-i hükumet hala görülmemiştir. Hayli tafsilatı müstelzim olan bu mes’eleyi şimdilik atiye terk ile şunu söyleyelim ki alem-i İslam’da tatbik olunan eşkal-i hükumetin kaffesi garb milletlerinde daha ifratkarane bir suretle tatbik edilmiş ve en kötüsü dahi milletlerinin ilerlemelerine mani’ olmamış bilakis terakkılerini mucib olmuştur. Binaenaleyh alem-i İslam’ın teehhurunda esas olan şekl-i hükumet mes’elesi değil şekl-i hükumette esas olan liyakat-i millet mes’elesidir. Terakkiyatımıza mani’ olan hakıkı sebebin hükumet veya şekli olmadığı anlaşıldıktan sonra herkesin atf etmekte olduğuna muttali’ olduğumuz başka sebeblere geçelim: Bazıları terakkı edemediğimizin sebebi çalışmamamız tenbelliğimizdir derler. Onlara karşı deriz ki: Çalışmamak tenbellik olsa olsa bir veya birkaç şahsın yahud bir kavmin hali sıfatı olabilir. Fakat müslümanlar yalnız bir milletten bir kavimden ibaret bulunmadıkları cihetle tenbellik çalışmamazlık hep müslüman milletlere mi tesadüf etmiş? Denirse ne diyelim? Evet terakkısizlik akvam-ı adide-i İslamiyyenin kaffesinde mevcud olduğundan umum akvam-ı İslamiyyeyi tenbellikle itham etmek mümkün olmadığı gibi nefsü’l-emrde de pek ziyade çalışkan akvamın mevcud olduğu görülen bir hakıkattir. Sonra müslümanlar cüdaniyet veya nüzu’ diye tercüme edilen Atavizm haline uğramış diyen de var. Atavizm demek bir hayli batn-ı evvel geçmiş ecdadın hallerinin gayr-i mu’tad ve gayr-i me’mul bir surette ahfada edilemez bir şeydir. Çünkü yüzlerle seneler evvel geçmiş ecdadımızın fena halleri muhtelif akvam-ı İslamiyyede avdet etmiş de gayr-i müslim akvamda hep terakkıyi müstelzim ahval avdet ve intikal etmiş demek mümkün olur mu? Bunlardan başka bizim geri kaldığımızın sebebi ahlakımızın bozulmasıdır diyenler olduğu gibi mektep hoca usul-i tedris mes’eleleridir diyenler de vardır. Bu mes’eleler din ve terbiye-i etfal ilimlerine aid mes’elelerdir. Bunları da gelecek makalede şerh ve izah edelim. Makarr-ı saltanat-ı Osmaniyye ki bugün alem-i İslam’ın yegane kürsi-i hilafetidir; sultanü’l-ekalim olan ehl-i iman arasında te’yidine hizmet edecek bir çok vesait-i şer’iyyeye de tevessül olunmuşidi. Uhuvvet-i görünecek numuneler irae edildi. İslam’da en büyük şerita-i ittihat olan bu uhuvvet-i samimiyyenin gönüllere bahş eylediği ilahi bir neşve-i sermedi saikasıyladır ki ümmet-i Muhammed’in kaffe-i efradı şevket ve saltanat-ı Osmaniyyenin beka ve i’lasını bayağı medar-ı hayat bildi. Bu sebeble bu ma’mure-i medeniyet cami’leriyle.. minareleriyle… mescidleriyle.. türbeleriyle.. hasılı bütün mebani-i mukaddese-i diniyyesiyle cihan-ı İslamiyyet’in hatta ihtiva eylediği mazahir-ı adl ü hak ile belki bütün alem-i insaniyyetin makarr-ı şevket ve azameti oldu. Bu mahall-i mübarekte en evvel te’sis-i taht-ı saltanat eyleyen bir padişah-ı kerimin diyanet nam-ı celiline olarak vaz’ eylediği bir takım usul ve emsal ahlaf-ı güzini için de numune-i imtisal olmuşidi. Ez-cümle Cum’a namazlarında irad olunan hutbeler –sırf sünnet-i Resul’e ittiba’ kasdıyla– lisan-ı Arap üzere tertib edildiğinden ve esna-yı hutbede tilavet olunan ayat-ı beyyinat-ı Kur’aniyyenin ve bazı irad edilen ehadis-i seniyye-i nebeviyyenin elfaz-ı latife-i Arabiyye içine bürünüp de ervah-ı müştakıni fesahat-ı eda ve belagat müeddasıyla rehin-i i’caz eyleyen maani-i mesture-i ulviyyesine cemaat-i müsliminin kaffesi vakıf olmadıklarından ammeyi bu füyuzat-ı diniyyeden behredar-ı şevk etmek üzere selatin-i maziyye tarafından bazı cevamie kürsi şeyhleri vaz’ edilmişidi. Padişahan-ı evvelin hazeratı evvel emirde Eyüb Sultan’daki Fatih Cami’-i şerifi’ne salat-ı Cum’adan sonra sair ahkam-ı diniyyeyi tebliğ eylemekle beraber esna-yı salatta irad olunan hutbenin meal ve mezayasını anlatmak üzere Cum’a vaizi namıyla birer vaiz ta’yin buyurmuşlardır. Bilahare bu Cum’a vaizliği meşayih-i kiram için bir silsile ve bir meratib-i ilmiyye halini iktisab eylemiştir. Bidayet-i emrde ise ancak yedi cami’de Cum’a vaizi mevcud idi ki bunlar da ale’t-tertib Eba Eyyube’l-Ensari.. Sultan Selim.. Sultan Mehmed.. Sultan Bayezid.. Süleymaniye Sultan Ahmed Ayasofya-i Kebir cevami’-i şerifesinden ibaret idi. Hall-i ilahi vukuunda Eyüb Sultan vaizi Sultan Selim’e Sultan Selim vaizi Sultan Mehmed’e Sultan Mehmed vaizi Sultan Bayezid’e Sultan Bayezid vaizi Süleymaniye’ye Süleymaniye vaizi Sultan Ahmed’e Sultan Ahmed vaizi Ayasofya-i Kebir’e nakl ü terfi’ ettirilirdi. tarihlerinde ise Cum’a vaizliği ile kamran olan meşayih-i kiram hazeratına selatin şeyhliği ünvan-ı mübecceli de verilerek kadr-ı ulema bu suretle bir derece daha i’la edildi. Yine o tarih içinde idi ki Sultan Ahmed Han-ı Salis’in ümmü’l-hayrat olan valide-i muhteremelerinin Galata ve Üsküdar’da bina ve cedde-i zahidelerinin de Bağçekapısı’nda de Cami’-i şerifi için de birer Cum’a vaizi ta’yini tensib buyuruldu. Çünkü bunlarda vüs’at ve hususiyle kesret-i cemaat i’tibarıyla salifü’z-zikr cevami’-i şerifenin dununda değil idi dünyevi uhrevi menafi’-i din-i mübini telkın için bu dört camie dört vaiz ta’yini müfti’l-enam tarafından huzur-ı hümayuna takdim olunmak üzere bir mevcudeye dört paye daha ilave olundu. Bu tertib-i ahseni mübeyyin olan i’lam müfti’l-enam tarafından rikab-ı hümayuna arz edildi. Mucebince amel olunmak üzere aded cami’-i şerifde kürsi-nişin-i va’z u tezkir olan meşayih-i kirama sene-i mezbure Ramazan-ı şerifi’nin onuncu günü ruus-ı hümayun i’tasıyla meşayih-i selatin mertebesine aynen cari ve mer’idir. Nebiyy-i zi-şan efendimiz bir hadis-i şeriflerinde: Cenab-ı Hak bir kavmin ihlakini murad ederse evvela o kavmin efradı miyanındaki ashab-ı ukulün akıllarını alır buyuruyorlar. Medlul-i hadisin isabet-i kat’iyyesini anlamak için maziye doğru mesafat-ı baide kat’ ederek yorulmaya hacet yoktur. Dünkü demeyelim bize ondan daha yakın olan bugünkü vekayie ta’bir-i esahhıyla fecayie nazar-ı tabiat derecesinde haiz-i kuvvet onlar gibi tahallüf napezir bir düstur-ı hakk u hakıkat olduğu görülür. Canib-i akdes-i risaletten ümmet-i merhumelerine teza-yı alisinden zühul dolayısıyla akibet tazammun ettiği ma’nanın ma-sadak-ı tammı olduk. Senelerden beri kudumüne intizar edilen inkılab-ı ahirin an-ı i’lanından le bu fikrin sıdkını müeyyid delail nazarıyla bakılabilir. Fil-hakıka şu birkaç sene zarfında dest-i kazadan başımıza öyle bela taşları yağdı ki bunlardan bir sütun inşası mümkün olaydı zirvesi Felek-i Zuhal’e temas eder idi. Beyti müeddasınca bela belayı ta’kıb etti. Bundan müteessir mutazarrır olmayan ferd-i müteneffis kalmadı ma’sumu da harab oldu mücrimi de. Zira bir yerde yangın zuhur edince kuru yaş demez ne bulursa yakar kül eder. Kalb-i İslam’da zevk-i imandan mütehassıl bir nur-ı şuhud vardır; kalb bu nurun ianesiyle her şeyin zevahirini gördüğü gibi bevatınını da görür. Ashab-ı inad ve mani’dir. İslam yine bu nurun ianesiyle tevali-i mesaibde bitani ledünni amiller görür; bu avamilin karşısında muhasebe-i nefse murakabe-i a’male lüzum hisseder. Erbab-ı tuğyana gelince onlar beladan mütenebbih olmak şöyle dursun belki belaya tahaddi ederler. Encam-ı kar onun en müdhişine duçar olarak kesb-i istihkak ettikleri akıbete kavuşurlar. Ancak muhasebe-i nefsin murakabe-i a’malin tefsiri her şahsın derece-i imanına mertebe-i ikan ve irfanına göredir. Bu mebhasde harim-i şühuda girenlerle o harimin haricinde kalanların tefsiri arasında fark-ı azim vardır. Muhasebe ve murakabeye asfiya-yı mü’minin tarafından verilen ma’na-yı ledünninin ekalliyete inhisarından dolayı şümulü am olmadığı cihetle şu iki kelime hatta yalnız salah-ı maddi emrinde düstur-ı tensik olmak üzere kabul edilmiş olsa her halde belaya tahaddi ile çıkmaz yollara gitmekten çok hayırlı olur idi. Şu sözlerin hülasası felah ve necaha mazhar olan ümmetler gibi biz de mukteza-yı akldan inhiraf etmeyelim sözünden ibaret bir tenbihe müncerdir. Akl-ı sahihin mukteziyat-ı adidesinden biri belki birincisi daima kendisine musallat olan avarız-ı muğfileden tecerrüd ederek dünyaya keskin doğru bir nazarla bakmaktır. Lakin vekayi’-i cariyye maatteessüf bu mühimmenin aksini müeyyid şevahidle meşhun! Ümmete yol göstermek da’vasıyla ortaya çıkanların çoğu gidilecek yolu bilmiyor yahud bilmek istemiyor. Telatüm-i emvac-ı hadisat arasında sefine-i hayatımızı sahil-i selamete ma’kus bir semte müteveccih. Öyle zannolunur ki eğer hem dal hem mudıl olan bu aletin gösterdiği yola gidilecek olur ise sefine sahil-i selamete bedel sarp yalçın bir kayaya çarparak ta’miri gayr-i kabil denecek mertebede kazazede olacaktır. sözünü söyleyenler hakıkaten çok doğru düşünmüşler. Zamanımızda bazı kimselerin husulünü temenni ettikleri bir sürü vahi ümniyeler öyle batıl öyle müzevver şeylerdir ki heva-yı nefsanilerini ilah ittihaz eden süfeha bunların zahirindeki saman yıldızına aldanarak müncezib olsalar bile o sahte yaldızın tahtında müstetir olan madde-i hasisenin mahiyetini bilen ashab-ı nüha kat’a onlara iltifat etmezler. Cevher-i müessiri cehl ve cünundan ibaret bir terkib-i acibin te’siri tahtında tedvir-i umura kalkışan beş on gafil hammed’i el-yevm şu bulunduğu haviye-i hüsrana sürükledi. Bundan ibret almak tezelzülden masun bir azm vesail-i ciddiyyeyi istikmale çalışmak lazım gelirken bizi daha müdhiş vadilere sürükleyecek bir takım tedabir-i ma’kuseye tevessül edildiği görülüyor. Zaif bünyemizin takviyesine hadim devaları aramak iktiza eylediği halde onu bir kat daha mağlub-ı hüzal edecek abur cubur şeylerle uğraşıldığı nazar-ı teessüfe çarpıyor. İşte bunlardan biri de kadınlık hakkındaki tasavvurat-ı ma’kusedir. Üç yüz elli milyon ehl-i İslam’ın savaik-ı nefrinini üzerimize yağdıracağı şübheden vareste bulunan bu mes’eleye mesail-i siyasiyye ve ictima‘iyyemizin umdesi nazarıyla bakılıyor. Halbuki mes’ele şekl-i hazırı i’tibarıyla hiç de öyle değildir. Bilmeyiz ki bu mes’elenin bazı efkara göre halli bizi Avrupa nazarında ne kadar yükseltecek. Yalnız şurası şübheden varestedir ki bu suret-i hal milletimizi alem-i bizden böyle hoppalıklar istemiyor. Bu bizim kendi kuruntumuzdur. O bizden medeniyet lafzının tazammun ettiği daha ali daha ciddi ma’naları istiyor. Avrupa hiçbir kavmin an’anat-ı diniyyesine taarruz etmez. Hatta değil bizim Afrika vahşilerinin hilaf-ı akl u mantık an’anelerine bile bir dereceye kadar riayeti lazım addeder. Bazılarının asri bir devlet olmak imkanını bir takım şerait-i müzevvereye muallak görmeleri o te’vil-i sahif ile kendi muzmerat-ı fasidelerini tahakkuk ettirmek emeline hizmetten başka bir şey değildir. Teessüf olunur ki saha-i nazarı gayet mahdud olan bir şirzime-i gafile de bu yavan sözlere bu boş fikirlere mahz-ı hakıkat nazarıyla bakıp aldanıyor. Her milletin hüviyet-i milliyyesi dini milli an’anatıyla kaimdir. Bu an’aneler ayak altına alınınca ortada hüviyet-i milliyye namına suver-i mahsuseden ari bir heyulayı bi-ma’nadan başka bir şey kalmaz. Zira alemde her şey kendi mahiyeti dairesinde tekamüle namzeddir. Böyle olursa o şey o şey olarak kalır. Yok mahiyetinden nız kendisi için makdur olan tekamülü değil belki kendi mevcudiyetini de heder eder. Va esefa ki bu düsturu bedraka-i harekat ittihaz edenlerin nasıye-i tasavvuratına bir taassub damgası vurulmak isteniyor. Bu ise pek büyük bir haksızlıktır; çünkü bu meslek bir taassub mesleği olmayıp vadi-i terakkıye daha ma’kul daha emin bir yoldan gitmek mesleğidir. Asıl taassub bazı makasıd-ı hasisenin ilcaatına mağlub olarak bu mesleğin nakızını Evet hak ve hakıkat vadisinde biraz muhafazakarane davranıldı mı derhal mürde-perest köhne-pesend ve saire gibi ta’birat-ı müzeyyifane ile safsata-perdazlığa yahud muhtereat-ı cedideden olan “kurun-ı vüsta zihniyeti” ta’biriyle mukabeleye kıyam olunuyor. Bazılarının yoktur bazı hakayıkın da zaman ve mekanı yoktur. Bu hakıkatler kurun-ı ulada hakıkat oldukları gibi kurun-ı vüstada da hakıkat idiler. Bina-berin kurun-ı ahirede de mahiyetlerini gaib etmeyeceklerdir. İki kere iki Hazret-i Adem zamanında ne ise bugün yine odur. Akl-ı sahihin Güneşin muvakkat bir müddet için bulut altında kalması kabilinden olarak bu hakıkat de mahdud bir an için safsatiyat sütreleriyle örtülebilir. Fakat bu istitar ebedi değildir. Elbette günün birinde hail zail olur güneş meydana çıkar. Kail humk ile cehlin fesadını ikisinin arasındaki fark ile beraber ne güzel tasvir ediyor: Bakınız ne diyor Bu mesaili ortaya çıkaranlar hangi kısımdandır bilemem bazı istitradi fikirlerin ityanıyla sadedden tebaüd eder gibi olduk; maksada rücu’ edelim. Yukarıda Avrupa bizden ciddiyat istiyor demiş idik. Bu iddiadaki isabete kailiz. Cenab-ı Peygamber tahsil-i ilm için Çin’e kadar şedd-i rahl etmemizi ferman buyurmuşlar. İlim yalnız kitabı koltuğuna alıp muallimin önünde diz çökmekten kık etmek de bir ilimdir; belki ilmin en faidelesi en mühimmi de budur. Şu halde biz de emr-i Peygamberi’nin bi’d-delale tazammun ettiği şümul-i vasi’den istifade ile Çin’in daha ötesindeki Japonların haline atf-ı nazar edelim. Zira pek yakın bir zamanda Avrupa medeniyetini kabul eden bu millet-i zekiyyenin vadi-i terakkıde göstermiş olduğu havarık-ı ma’rifet bizim için pek faideli bir mevzu’-ı mülahazadır. Bu millet Avrupa medeniyetini tamamıyla almış fakat buna mukabil adat ve an’anat-ı milliyyesinden bir zerre bile feda etmemiştir. Beş bin sene evvelki Japon ruhu ne ise o ruh bugün yine o dur. Dinine edebiyatına sanayiine bakınız; nev’i dairesinde mütekamil bir hüviyet-i milliyye görürsünüz. Avrupa medeniyetinin ta’bir caiz ise mihaniki fevaidinden a’zami istifade ile beraber ruhi kuvvani mehasininden şemme almağa lüzum görmemiş. Japon cismen nasıl Japon olarak kalmış ise ruhen da Japon kalmıştır. Avrupa medeniyetinin telkıhi dolayısıyla boyu bir santim bile uzamadığı gibi çehresinde de edna bir tahavvül husule gelmemiştir. Sanayiine bakınız. Zevk-i bediiden hazzınız varsa o sanayi’deki incelikler. Akıl ve hayale sığmayan tasarruflar karşısında hayran değil gaşy olur kalırsınız. Fevkalade bir bedaati tazammun eden Japon sanayiinin suver ve eşkal-i hariciyyesinden müntezi’ cevher-i tekamülü Avrupa sanayiinin cevher-i tekamülüyle bir terazide tartacak olursanız siklette müsavi bulursunuz. Fakat Japon bu ruhu tecsim için fabrikalarında Avrupa terakkiyatının kaffe-i vesaitinden istifade eylemiştir. Edebiyatı da böyledir. Japon kendi milletinin ruhundan kopan ihsasattan müteessir olur. Garb edebiyatını gözüyle kulağıyla görür. Aile hayatında kadınlarının tuvaleti tarz-ı telebbüsü zevk-i milli mahsulüdür. Haricteki numuneler o zevkin mahsulü üzerinde hiçbir te’sir icra edememiştir. Ruhu da öyledir. dadının ervahına perestiş eder terbiye-i milliyyesinden zerre tağyir etmez. Efrad-ı ailenin muamelat-ı mütekabilelerinde Japon adabı caridir. Memlekette hiçbir şey yoktur ki Japon ruhunu Japon zevkini temsil etmesin. Hal böyle olmakla beraber Avrupa’nın kaffe-i terakkıyyatı orada mevcuddur. Şu fark ile ki bu terakkiyat Japonları bel’ edememiş Japon bu terakkiyatı temsil etmiş. Bu hakıkati hakkıyla tefhim bu memleketi hakkıyla tasvir için böyle üç beş satır değil üç beş cild bile kafi değildir. Japonlar bizim temsili onlardan öğrenmeliyiz. Medeniyette onların yaptığı gibi yapmalıyız. Fe-illa ne hüviyet-i milliyyemiz kalır ne de başka bir şeyimiz. Japonların hüviyet-i milliyyelerini muhafaza suretiyle gösterdikleri asar-ı terakkiyata karşı Avrupalılar da serfüru bürde-i teslim oluyorlar. Japonlara: Kadınlarınızı böyle yahud şöyle terbiye edin tuvaletlerini şu şekilde yaptırın şu elbiseyi giydirin şu lisanları öğretin bu ilimleri tahsil ettirin felan gibi fuzuli teklifatta bulunmak onların hatırından bile geçmez. İşte düvel-i muazzamanın bayrakları arasında şems-i tali’lerini temevvüc ettiren Japonlar bu suretle hem hüviyet-i milliyyelerine sahib hem de garbın bütün medeniyetini temsil ile aksa-yı şarka hakimdirler. İngiltere garpta ne ise Japon da şarkta odur. Bu muazzam devletin hal ve şanı bizim için numune-i değil tahlil-i ruhi menhecine süluk etmekle. Yoksa yine mukallidlik derekesinde kalmak tehlikesi bakıdir. Görülüyor ki Cenab-ı Hak o kavmin ihlakini murad buyurmamış. Eğer murad buyurmuş olsa idi onun da aklını alır onu da maskaralıklarla meşgul eder idi. Şübhe yok ki beşeriyet şu haftalar içinde tarihi günlerin en mühimlerini geçiriyor. Senelerden beri insaniyet ve medeniyeti kemiren korkunç haile kapanmak üzere bulunuyor. Anlaşılıyor ki sulh-ı umuminin akdiyle cihanda yeni bir hayat başlayacaktır. Bu hayatın şeklini ve eski müesseselerle derece-i imtizacını bugün takdir etmek kabil değildir. Bunu zaman gösterecek ihtiyacat ta’yin edecektir. Muazzam imparatorlukların parçalanması yeni yeni devletlerin doğması müstemlekelerde ilcaatın icbar ettiği yeni bir şekl-i idarinin tatbiki zarureti her halde dünkü hayatla yarınki hayatın birbirlerine pek de müşabih olamayacağını göstermektedir. Bunun içindir ki galib mağlub her millet bugünlerin ehemmiyetini layıkıyla takdir ediyor istikbalini te’min ettirecek esbab ve avamilin ihzarına var kuvvetiyle müttehiden çalışıyorlar. Mesaib-i harbiyyeden en çok sarsılan milletlerin başında biz bulunduğumuz halde; ne acıklı bir haldir ki; bu tarihi günlerin icab ettiği vezaifin en ziyade ihmal edildiği buk’a-i arz bedbaht vatanımızdır. Siyasi mukadderat ve zayiatımızın muzlim hayatımıza kasd edenlerin tezvirat ve faaliyetleri ise alabildiğine münkeşif olduğu şu zamanlarda bize düşen her halde şu geçirdiğimiz esef-engiz hayat olmayacaktı ve olmamalıdır. Her gün sinemaları tiyatroları eğlence yerlerini dolduran halkın şu haline bakınca insan kendisini istikbali müemmen vatanı mes’ud satveti yerinde bir millet mevcudiyetinin tehlikede bulunduğu günlerde böyle mi söndü? Etrafımızdakilerin ne kadar hummalı bir gayretle çalıştıklarını olsun görmüyor muyuz? İzzet-i milliyi cerihadar eden hadiseler olsun nazar-ı ibret ve intibahımızı açmayacak mı? Yoksa benliğimiz de mi öldü?... Bugünü mes’ud yarını müemmen olan milletler bile şu tarihi zamanlarda kendilerini toplamış la-kaydiyi bırakmış el ele vermiş bulunuyorlar. Çünkü yaşamaya liyakatleri olduklarını göstermek zamanında bulunduklarını takdir ediyorlar. Fakat biz?!... Uğradığımız bu kadar müdhiş felaketler karşısında bile Cenab-ı Risalet-penah’ın emrinin ifasına bile muvaffak olamadık. Bu güzel vatanda bizimle beraber yaşayan Ermeni Rum hatta yahudiler bile hem kendi aralarında hem de olmaksızın Buhari Sahih Kitabü’l-Mezalim . birbirleriyle müttehiden hareket ettikleri halde biz bir türlü birleşemedik. Halbuki bugünkü vazifelerimizden en mühimmi bu idi. Felaketimizin azameti karşısında la-kaydiyi hafif meşrebane hareketleri zevk ve eğlence alemlerini bırakmak en küçük ef’al ve harekatımızı tecessüs edenlere milli hayat ve istikbal ile ne kadar yakından alakadar olduğumuzu göstermek iktiza ederdi. Milli felaketi takdir eden dünkü gibi yarın da yaşamak hem de zelilane değil müstakillen yaşamak azminde bulunan bir millet içinde İzmir gibi vatanın en kıymetdar bir parçası işgal edildiği zamanlarda sürur ve şadmani sesleri değil ah ü vah naleleri duyulmalıdır. ’de mağlub ve makhur olan Fransa felaket-i milliyyeye karşı la-kayd kalsa Alsas-Loren’i unutmuş olsaydı bugün ne bu galebeye nail olur ne de Alsas-Loren’de Fransa bayrağı temevvüc edebilirdi. Bu felaketli ve tarihi günlerde bize düşen vezaifden biri de bünyad-ı milleti sarsan ahlaksızlığa karşı bir mücadele açmak istikbal-i vatanı tehdid eden ictima‘i sukutların önünü almaktı. Müdhiş harb senelerinin memleketin ahlak-ı umumiyyesinde açtığı cerihalar meydandadır. Bu elim yaraları dün gördüğümüz gibi bugün de görüyoruz. Dün açılan ve gittikçe derinleşen bu yaralar vaktiyle tedavi edilmezse; hiç şübhe etmeyelim ki; kangren olacak bünye-i milleti kemire kemire çürütecek yıkacaktır. Ahlaksız bir milletin yaşayamayacağı binlerce misallerle sabit olmuş bir hakıkat değil midir? Harbin tevlid ve daha doğrusu tenmiye ettiği ahlaksızlıkların bir kısmı hayat-ı siyasiyye ve ictima‘iyyemizi tehdid ettiği gibi bir kısmı da dini hayatı ve aile teşkilatını baltalamaktadır. mevcudiyetlerini sarsan en kuvvetli amillerdir. Bu gibi emraz ile ma’lul olan milletlerin istikbali pek karanlıktır. Fuhşun alabildiğine tevessü’ ve intişarı ise aile teşkilatını ve bununla beraber mevcudiyet-i milliyyeyi yıkar bitirir. Sokaklarda dolaşan sürü sürü mahlukatın şu felaketli günlerde yar u ağyar nazarında haysiyet-i milliyyeyi ne elim şekilde hırpaladıklarını anlamamak istesek bile etrafa saçtıkları müstekreh hastalıkların intac edecekleri avakıb-ı vahimeyi düşünmeye mecburuz. Çünkü bu yüzden bir çok aileler yıkılmakta pek çok ma’sumeler zehirlenmekte bir çok gençlerin istikballeri mahv olmaktadır. Serbesti-i hareketin yanlış telkın edilmesi ve yanlış anlaşılması yüzünden felakete sürüklenenlerin mikdarı maatteessüf herkesi tedhiş edecek bir raddeyi bulmuştur. Artık bu serbestiyi takyid etmek icab eder. Hele açık saçık filimlerle fuhuş ve rezaleti şayan-ı imtisal bir hayat gibi takdir eden sinemalar kat’i bir kontrol altına alınmalıdır. Çünkü bir çok bedbahtları felakete sürükleyen avamilden biri de hiç şübhe yok ki; bu gibi sinemalardır. Sebilürreşad vesile buldukça sinema ve tiyatro mes’elesini evliya-yı umurun enzar-ı dikkatine arz buralarda ahlak-ı umumiyyeyi tehdid eden ahvale meydan verilmemesini tekrar etmeyi öteden beri bir vazife addeylemiştir. Fakat ictima‘i ve ahlakı mesailde icab eden faaliyet ve intibahı münhasıran hükumetten beklemek haksızlıktır. Hükumet ancak haiz olduğu velayet-i amme sıfatının kendisine verdiği salahiyet dairesinde ızhar-ı faaliyet edebilir. Bu daire ise nisbeten mahdud ve mukayyeddir. Bu hususda en mühim vazife aile reislerine ve milletin mütefekkirleriyle ulemasına teveccüh eder. Kendi evladının terbiyesi hususunda icab eden takayyüdatı büsbütün se ma’ruz kalacağı akibet karşısında ağlamaya hiç de hakkı yoktur. Şer’ ve kanunun akıl ve hikmetin emrettiği üzere her ana baba evladları üzerindeki velayet-i hassaları i’tibarıyla pek mühim vezaifle mükellefdir. Bu mükellefiyet yalnız onların çocukluk zamanlarında ta’lim ve terbiyelerine reketlerini nezaret-i mütemadiyye altında bulundurarak su’-i hallerine mümanaat eylemelerini de istilzam eder. Bir genç kızın gece gündüz serbestçe salıverilmesinden tevellüd edecek mehaziri birinci derecede düşünmeye mecbur olan onun ebeveynidir. Düşünülmezse akıbet görülen şu şekli alır. Vaz’iyetin en acıklı ciheti fuhşun bazı bedbahtlar nazarında eski mahiyet-i rezilesini gaib etmesi alel-ade mesi keyfiyetidir. Memleketi en çok tehdid eden mesaibden biri de; hiç şübhe yok ki; bu telakkınin teammüm ve Reziletin fazilet addedildiği bir muhit hayır ve felah bulmaz. İstikbali en korkunç olan milletleri bu telakkınin teammüm ettiği ülkelerde aramalıdır! Memleketin ulema ve mütefekkirini de vaz’iyet-i hazıradan ebeveyn kadar belki bunların bir çoklarından daha ziyade mes’uldür. Serbazlığı telkın edenlere karşı mücadele açmak rezileti fazilet namussuzluğu icabat-ı medeniyet gibi gösterenlerin mahiyetlerini meydana çıkarmak bunlara teveccüh eden mukaddes bir vazife değil midir? Halbuki şimdiye kadar ne yapıldı? Maatteessüf ahlak ve hayat-ı milliyyeyi ifsad eden neşriyata karşı muntazam bir müdafaa tertibatı olsun alınamadı. Bir tarafdan mütefekkirin-i erbab-ı kalem buhran-ı ahlakınin bünye-i sukut-ı ahlakın intac eylediği emraz-ı zühreviyyenin derece-i vüs’at ve dehşetini olduğu gibi enzar-ı ammeye koymak hülasa ahlaksız ve hastalıklı bir milletin hakk-ı bekasını tehdid eden avamili göstermek icab ederdi. Ulema-yı dine teveccüh eden vazife ise daha mukaddes ve daha ulvi idi. Ahlak-ı İslamiyyenin ta’mimi ile mükellef olan ulemanın buhran-ı hazır muvacehesinde la-kayd ve atıl kalmaları reva mıdır? Memleketin muhtelif tabakatına teveccüh eden ve mevki’ nisbetinde ehemmiyet ve mes’uliyeti artan bu vazifelerin ifasına artık teşebbüs edilmelidir. Çünkü hakk-ı beka ve hayatımızı sulh konferansının kararından ziyade ahlak ve sıhhat-i umumiyyeden beklememiz icab eder. Yazık! Milletin hayatı devletin mevcudiyeti Müslümanlığın hilafeti sekerat-ı mevt dakıkalarını geçiriyorken evlad-ı vatanın samimi ittihadına yekvücud mesai-i rehakarına şahid olacağı yerde bilakis inhilal ve izmihlalini ta’cil edecek bir takım fitnelerin ikad olunduğunu; vatanın sine-i tarumarında ağyarın zehirli ta’nelerinden daha bed-ter daha müessir rahneler açıldığını görüyor! Aman ya Rabbi bu ne müdhiş hissizlik! Mukadderatımız galib ellerin satvet-i mütehakkimanesine münkad bulunuyor. Asırlardan beri her şeyimiz nam u nişanımız bile istiskal ediliyorken biz elimizde kalan yegane hakk-ı müdafaayı acz-i mağlubiyeti tedavi kullanmaya mevcudiyetimizi kurtarmak için en ciddi tedabiri ittihaz ederek her türlü ifrat ve tefritten ictinab ederek hüsn-i isti’male mecbur olduğumuz hakk-ı müdafaayı paymal etmekle efkar-ı umumiyyeyi münazaat-ı şahsiyye peşinde dağıtarak bir takım buhranlar tasni’ ederek hayat-ı milliyyeyi tehdid eden vahim tehlikeleri da’vet etmekle vatana karşı en feci’ hıyaneti irtikab ediyoruz. olduğu böyle bir sırada sırf ihtirasat-ı şahsiyye uğurunda menafi’-i memleketi unutmak; şahsi endişelerin tatmini tir. Böyle bir hareket her zaman mezmum ise de hayatını bir millet içinde zuhur etmesi onu daha çirkin daha mezmum bir şekilde irae ediyor. Selamet-i milliyyeyi te’min etmek hususunda vuku’ bulacak her münakaşa-i samimiyye ancak hürmetle karşılanır. Ve bu hususda ihtilaf Peygamber’imizin buyurduğu gibi rahmettir. Fakat münazaa-i menasıbdan başka bir şeye delalet etmeyen yekdiğerinin namusunu lekeleyerek efkar-ı umumiyyenin muvacehesinde düşürmekten başka bir ma’nayı ifade etmeyen ve böylece milleti mütenevvirlerinden me’yus eden harekat-ı tefrika-cuyane bu ma’sum ve perişan milleti mütenevvirlerinin kurban-ı dalali olan bu bedbaht vatanı öldürmeye tasaddiden başka bir şey değildir. Millet hukukunun hayatının böyle bir takım münazaalar uğurunda heder olmasını hiçbir vakit istemez. Bu gibi harekat-ı iftirak ve tezebzübün millete pek bahalıya mal olduğu daha anlaşılmadı mı? Başımıza gelen her felaket böyle bir hareketin pek tabii bir ma-ba’dı olarak gelmedi mi? On seneden beri kanımızı emen ve nihayet bizi bu derece zaif ve na-tüvan bu derece sefil ve perişan bırakan facialar bu gibi tefrikaların eseri değil mi? Daha dün aynı münazaat-ı şahsiyye devam ediyor vatanın vaz’iyeti vatanın hayatını tehdid eden tehlikeler unutuluyor ve hep şahsi menfaatler şahsi garazlar haşr u neşr oluyorken . Fakat bu müdhiş darbenin te’sir-i katili bile pek süreksiz kaldı. Çünkü aynı münazaalar aynı ihtiraslar pek kısa bir fasıladan sonra tekrar canlandı. Ve bu müdhiş faciadan sonra bize bahş olunan hakk-ı müdafa bu haybet ve hüsranı müteakib olsun artık uyanmak artık birleşmek iktiza ettiği böyle hep şahsi mücadelelerin hesabına vatanın milletin heder olacağını takdir ederek re’s-i kara erbab-ı liyakat ve namusu ve her türlü tefrika künden istisal etmek artık en birinci işimizdir. Memleketimizde fırkacılığın tefrikacılıktan olduğunu şimdiye kadar hep gördük. Zaten selamet-i milliyyeyi kafil mebde’lere irtibat etmeyen sırf münazaat-ı şahsiyyenin sahne-i revacı olan hayat-ı hizbiyyeden bir hayır ummak abesdir. Bizde fırkalar vahdet-i milliyyeyi temsil etmiyor. Selamet-i milliyyeyi istihdaf eden mebadiye hevesiyle ve mevki’-i iktidara gelince husemasını kahr etmek sevdasıyla çırpınıyor binaenaleyh her fırkayı teşkil eden eşhas diğerlerinin ve hatta yekdiğerinin taharri-i maayibiyle teşhir-i nakaisiyle meşgul oluyor. Ve bundan dolayıdır ki milletin bu fırkalara emniyet ve i’timadı olamayacağı pek tabiidir. Milletin i’timadı ancak bu fırka erbab-ı liyakatedir. Ancak bunların re’s-i karda bulunmasıyla ahvalimizde eser-i salah görülmesi muntazardır. Ve ancak bunlar milleti toplayabilirler ve milletin te’yidine mazhar olurlar. Fırkacılık hakkında nokta-i nazarımızı böylece tesbit ettikten sonra matbuatta İ’tilaf ve Hürriyet namına neşr olunan beyannamede İslam’a tealluku olan bazı mes’eleler hakkında birkaç söz söylemek istiyoruz. Mezkur beyannamede bundan mukaddem mahiyet-i mezhebiyyesi mechul bir takım kimseler tarafından ara sıra tekrar edilen “ Klerikalizm ” mes’elesi var. Bunun hakkında birkaç söz söylemek mecburiyetini hissediyoruz. Çünkü Müslümanlık “ Klerikalizm ”i kökünden yıkmıştır. Evet Müslümanlık’ta saltanat-ı ruhbaniyye yoktur. Hiçbir müslüman böyle bir saltanat te’sisine gayret etmemiştir. Bir müslümanın imanı ancak Allah’ın nüfuz ve azametine ser-füru eder. Risalet-penah efendimizin vazifesi tebliğ ve tezkirdir. Müslümanlardan hiçbir kimse müslümanların mukadderat-ı uhreviyyesini hall ü rabt edemez. İman her müslümanı Allah ile arasındaki rakıblerden Cenab-ı Hakk’a karşı ubudiyetten başka her türlü ubudiyetten azad eder. Bir müslüman diğer bir müslümana karşı nasihat ve irşad hakkından başka hiçbir hakka malik değildir. Bir kere bu esası der-piş ettikten sonra ulema-yı İslamiyye’nin vazifesini tavzih etmek iktiza eder. Kur’an-ı Kerim içimizden bir cemaatin “hayra da’vet” emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker dinde nafaka ve tebahhur milleti inzar ve tahzir vazifelerini ifa etmesini emrediyor. Bu vazifeleri ulema-yı İslamiyye ifa eder. Bunlardan hiç birisi bir kimsenin hafayasını tetebbu’ bir kimsenin akıdesini tecessüs edemez. Her müslüman akıdesini usul-i amelini Kitabullah ve sünnet-i Resulullah’dan ahz eder. Her müslüman selefden halefden bir kimsenin tavassutuna lüzum görmeden Kitabullah ve ehadis-i Resulullah’a müracaatla onları okur anlar mucebiyle amel eder. Ancak böyle bir payeye vasıl olmak için lisan edebiyat ve esalib-i Arabiyye’ye bilhassa bi’set-i nebeviyye zamanında Arapların zaman-ı Risalet-penahi’de dünyanın ahvaline vahiy esnasında vuku’ bulan hadisata vakıf asarın nasih ve mensuhu hakkında da ma’lumatdar olmak gerektir. Bunları tahsilden aciz ise ulemaya müracaat eder ister bir emr-i i’tikadiye ister bir amelin hükmüne aid olsun sorduğu sualin cevabını ve delilini taleb eder. Hal bu merkezde iken bütün müslümanlar bu hakaika agah ve şimdiye kadar klerikal bir hükumet Müslümanlık aleminde görülmemişken yine Sadık Beyefendi’nin bu ta’biri kullanması pek garib oldu. Sadık Beyefendi bunu daha başka türlü ifade edebilirlerdi. Ve böylece bir çok mehaziri dai olan bu ta’biri sarf etmiş olmazlardı! Çünkü Şeyhülislam Efendi hazretlerine karşı böyle bir lisanın kullanılması münazaat-ı şahsiyye uğrunda hakaik-ı İslamiyyenin de heder edileceğini gösteriyor. Halbuki klerikalizm beyan ettiğimiz gibi müslümanlar hakkında varid değildir. Bundan maada Sadık Bey yine bu beyannamesinde diyor ki “Hilafet’in idamesi için yalnız bir çare vardır: O da Meşihat’i en muhterem bir mevki’de her türlü politika mefsedetlerinin ihtirasat mülevvesatının haricinde ve fevkinde bir müessese-i diniyye bilmektir.” Sadık Bey’in Hilafet’in idamesi için gösterdiği çare pek garib bir şey. Hilafet’i meşihat-i İslamiyyeyi hükumetten ayırmakla idame etmek ne demek. Hilafet meşihatle mi kaim? Meşihat olmasa Hilafet olmayacak mı? Halife; Şeyhülislam hazretleri midir? El-hasıl bu pek garib bir çare Hilafet’i idame etmek için makam-ı Meşihat’i hükumetten ayırmak değil devletin hayatını kurtarmak lazımdır. Devletin hayatını kurtarmak ise bütün milletin el birliğiyle kurtulmak için çalışmasına vabestedir. Nitekim alem-i İslam da Hilafet’i idame için Saltanat-ı Osmaniyye’nin bu müdhiş felaketten az zararla kurtulmasına lışıyor. Bu o kadar bedihi bir şey ki bundan gaflet edecek kadar hiddete ram olmak pek garib görünüyor. Meşihat’in hükumetten ayrılması ve doğrudan doğruya Zat-ı Hilafet-penahinin idaresi altında bulunması keyfiyeti bu bambaşka bir mes’eledir. Sadık Bey niçin böyle bir tefrika lüzum görüyor? Bunu izah etmesi lazımdı. Ve o vakit bu hususda münakaşa etmek kabil olurdu. Yoksa sırf Şeyhülislam Efendi ile aralarında bir ihtilafın tahaddüsünden dolayı böyle tefrika kalkışılmayacağı pek bedihidir. El-hasıl beyanname bir münazaa-i şahsiyyenin eser-i miyyeye ne de Zat-ı Şahane’ye hitab etmek yakışır. Efkar-ı umumiyye bu kabil şahsi münazaatı dinlemeye ve bu münazaatı hall ü fasl için menafi’-i aliyyesini ihmal etmeye vakti yoktur. Fakat biz milletin hesabına vatanın hayatı namına söylüyoruz. Artık bu münazaaları gömmek lazımdır. Yoksa bu münazaalar bizi gömecek! Bu gibi münazaattan vareste olan erbab-ı liyakat ve hamiyyetin iş başında bulunarak tedvir-i umur etmesi lazımdır. Zat-ı Hazret-i Hilafet-penahinin elbet uhde-i himmetlerinde bulunan bu vazife-i muazzamayı ifa ile hem bu tefrikaları imha hem de milleti kurtarmaya çalışacaklarını ümid ederiz. [ALEM-İ ISLAM VE DEVLET-İ ALİYYE] Ma’hud mecmua sahibi ve Sıhhiye Müdiri Abdullah Cevdet Bey’in son zamanlarda bazı icraatını görüyoruz ki bunları meskut geçmek kabil değildir. Mesela geçenlerde İslam kadınlarına mahsus umumhaneler küşadına teşebbüs etti. Bunun üzerine mes’ele Meclis-i Vükela’ya aks ederek Şeyhülislam Efendi hazretleri na şiddetle i’tiraz buyurdular. Evkaf Nazırı Hamdi Efendi hazretleri de nisvan-ı İslamiyyeye vesika verilmesinin kaldırılmasını taleb ettiler. Böyle olduğu halde sıhhiye müdiri memleketin adab-ı umumiyyesini hiç nazar-ı i’tibara almayarak umumhaneler açmakta ısrar ettiğini evrak-ı havadisde beyan ettikten başka sıhhat-i umumiyyeyi muhafaza yolunda böyle bir tedbiri ittihaz etmenin ne milli ne de dini bir manii bulunmadığını serd etti. Sıhhiye müdirinin bu gibi beyanat ve teşebbüsatta bulunmakla ne dini ne milleti tanımayacak kadar iltizam-ı bağy ü inad ettiği anlaşılıyor. Müslüman kadınlara umumhane açmak fuhşu resmen tanımak demektir. Makam-ı Hilafet-i İslamiyye fuhşu resmen nasıl tanır? Dinen merdud ve haram olan bir rezileti tervice her halde sıhhiye müdiri salahiyetdar değildir. Sıhhiye Müdiriyeti’nin vazifesi memleketin sıhhatini adab-ı umumiyyeyi ihlal etmeyerek muhafaza etmektir. Bu yolda sıhhat-i umumiyyeyi muhafaza etmek kabildir. Elverir ki işler erbab-ı liyakat ve istihkaka tevcih edilsin. Memleketin iffet ve namusuyla diniyle adab-ı umumiyyesiyle alakadar olanlar iş başında bulunurlarsa o vakit haysiyet-i İslamiyyeyi terzil edecek bir takım teşebbüsatın vukuuna kat’iyyen imkan kalmaz. Her halde hükumetin bu hususa layık olduğu vechile i’tina ederek bu gibi teşebbüsata karşı hail olmasını ve umur-ı sıhhiyeyi ehline tevdi’ etmesini temenni ederiz. Çünkü İslam kadınlarına vesika vermek ve umumhane açmakla sıhhat-i umumiyyeyi muhafaza etmek kabil değildir. Ancak fuhşu istisal etmekle sıhhat-i umumiyye muhafaza edilir. Fuhşu istisal için de fahişeleri toplamak terbiye ve tedavi etmek bunların meşru’ vesait ile te’min-i maişet etmeleri için bunlara iş bulmak lazımdır. Ancak böyle yapılırsa memleketin fuhuş illet-i meş’umesinden kurtulması mümkündür. Fakat vesikalar tevziiyle illet-i fuhşun himayesine gidildiği müddetçe bu müdhiş afet gittikçe tevessü’ edecek memleketi istila edecektir. Binaenaleyh fuhşun himayesine doğru gitmemekle hükumet hem vazife-i İslamiyyesini ifa etmiş hem de en ma’kul en muvafık tedbiri ittihaz etmiş olur. Bundan maada yine sıhhiye müdirinin talibat-ı İslamiyyeyi Mekteb-i Tıbbiye’ye kabul ve yine erkeklerle beraber tahsil eylemeleri için çalıştığı söyleniyor. Bu mes’eleyi evvelce uzun uzadıya mevzu’-ı bahs eylemiştik. Tedrisat-ı muhtalitanın adem-i kabulüne de hükumetçe karar verilmişti. Sıhhiye Müdiriyeti’nin bu hakaikı der-piş ederek ona göre tevfik-ı hareket etmesine aksi takdirde hükumetin vazifesini ifa eylemesine intizar olunur. Hukuk Matbaası’nda basılmıştır Melekler i’tirafı kusur ile merhamet-i ilahiyyeye dehalet ettikleri zaman Cenab-ı Hak insana yeryüzünde nasıl tasarruf ettiğini muhdesatı birbiriyle asla iltibas vukua gelmeyecek binaenaleyh muamelatta asla suubeti mucib olmayacak surette ayrı ayrı isimlerle nasıl temyiz eylediğini mele’-i a’laya arz etmesini emir buyurdu. gun mahlukat ve muhdesatın isimlerini birer birer sayınca Cenab-ı Hak evvelce sebk eden icmali tafsil ettikten başka evvela topraktan sonra bir damla sudan yaratarak daha sonra kendi ruhundan bir nefhaya mazhar kılarak mahlukatının bir çoğu üzerine tafdil etmiş olduğu bu avare mahlukta tecelli eden bedayi’-i san’atını i’tirafa melekleri icbar ile dedi ki: “Ben size semavat ve zemindeki guyub ve esrarı bilirim dememiş mi idim? Buna karşı bir takım zünun ve evhama düşmek yahud dilediğimi yeryüzünde halife ittihaz hakkındaki meşiyet-i ezeliyyeme karşı benimle münakaşada bulunmak kimin haddidir? Bilmiş olunuz ki ben sizin izhar ettiklerinizi de ızmar ettiklerinizi de bilirim. Yani size mahlukumun asarını ve o mahlukumda tecelli eden esrar-ı sun’umu re’ye’l-ayn gösterdikten sonra hasıl ettiğiniz yakın ve itmi’nan üzerine göstermekte olduğunuz bu inkıyad ve huşuu bildiğim gibi Sizin bilmediklerinizi bilirim hitabını serd ettiğim zaman düşündüğünüz halde söylemediklerinizi de bilirim. O zaman vakıa siz sualinizi tekrar etmemiştiniz. Lakin nazarınızda kendi mevkiiniz pek yüksek olduğu için kalpleriniz bu sualdeki hatanızı gösterecek bir burhan gözetiyordu. Evet o zaman siz sualinizi tekrar etmemiştiniz lakin yeryüzünde hakim olacak bu halifeyi görmeye son derecede haris idiniz.” Melaike-i kiram ile şu ayet-i kerimenin tazammun ettiği surette münakaşadan murad-ı ilahi kullarına bütün nizam-ı alem için rainin şükuk ve şübühatı celb edebilecek etvarın kaffesinden masun bir mevki’de bulunması zir-i hükmündeki reayanın kendisinden her vechile emin olması haklarında bir gune su’-i niyyette bulunmayacağına tahammülü muhal yahud lüzumsuz tekalif tarhına kalkışmayacağına yakın hasıl etmesi icab eder. Cenab-ı Hak kendisiyle melaike-i mukarrebini arasındaki bir vak’ayı bize bunun için irad buyuruyor. Evet melaike-i kiram yeryüzünde beni Adem’in istihlaf edileceğine muttali’ olunca bu hilafetin ne sebeble kendilerinden başka bir mahluka tevcih olunacağını soruyorlar. Yani bu babda kendileri için irha-yı inan ediliyor. Onlarda da sair mahlukata karşı teferrüd etmiş bulundukları mezaya-yı celileyi serde başlıyorlar. Lakin sonra kusurlarını re’ye’layn görünce zemine tasarruf hususunda insandan daha ehil olduklarını iddiadan ibaret olan kusurlarını i’tiraf ederek Allahü Zü’l-celal’in mahlukatıyla olan muamelesi şu gördüğün tarzda olduktan sonra nasıl oluyor da hakimiyet mevkiinde bulunan bir takım kimseler kaza ve kaderi bile mahkum etmek istiyorlar ve raiyyelerine karşı olan mevki’leri Cenab-ı Hakk’ın meleklerine karşı olan mevkii gibi olmasına bile razı olamıyorlar istişareyi Başmuharrir adalet ve merhamet tecelliyatından külliyyen tecerrüd eylemek bütün tasavvurat ve icraatında münferid kalmak kendileriyle beraber raiyyeleri de hasir kaldı kuvvetleri azaldı; terakkıleri durdu; şevket ve samanları muzmahil oldu; nihayet adl ü reviyet sayesinde iktisab-ı kuvvet eden akvamın mahkumu oldular. Eğer bu gafil bu sersem railer akıbetlerini düşüne idiler ümmetlerini mes’ud etmek şüun-ı memleketin ıslahı cihetine gitmek suretiyle izzet ve rif’at talebinde bulunurlar raiyyelerini kuvvet ve satvet vesaitiyle mücehhez kılarlardı da bir felakete bir hücuma ma’ruz kaldıkları zaman milletleri kendileri için aşılmaz bir kal’a-i ahenin kırılmaz bir seyf-i metin vazifesini görürdü. Cenab-ı Hakk’ın ilim ve ameli ne derecelerde te’yid buyurduğu beyandan müstağni ise de bu hususda Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’e isnad olunan birkaç cümleyi irad etmekte beis görmüyoruz. amel efdaldir diye sordum. İlimdir cevabını verdi; ondan sonra hangisidir? Dedim; alime nazardır dedi. –İlim nedir? –Amelin delilidir. –Akıl nedir? –Rehber-i hayrdır. –Huy nedir? –Matıyye-i maasidir. –Mal nedir? –Mütekebbirlerin ridasıdır. –Dünya nedir? –Ahiretin pazarıdır. şöyle vasiyyet buyurdular: “Ya Ali! Tevhidi muhafaza et; çünkü o benim re’s-i malimdir. Amele mülazemette bulun; çünkü o benim san’atımdır. Salatı ikame et; çünkü o benim gözümün nurudur. Allah’ı an; çünkü o benim kalbimin basiretidir. Kalemi kullan çünkü o benim mirasımdır.” Hülasa ilmin fazl u şerefi için şu kadarı kafidir ki insan sair mahlukat-ı ilahiyye miyanında ancak onun sayesinde bir mevki’-i rüchan kazanmış ve yeryüzünde bila-mani’ vela-müzahim emr ü nehye ancak onun sayesinde kesb-i istihkak eylemiştir. İlim ve amelden geri duranlar ni’met-i ilahiyyeyi ta’til etmiş olurlar. Hayatın bütün edvarında kanun-ı ilahiye muhalefet edenler bir yığın hevesata kapılarak girive-i butlana düşenlerdir ki bunlar bir müddet kendilerini o çıkmaz vartalarda yorup bitirdikleri ve bütün mezaya-yı insaniyyelerinden tecerrüdle kendilerinden sonra gelenlere ibret oldukları zaman bu akıbetin din yüzünden geldiğine Resul-i Emin’in netice-i vesayası olduğuna zahib olurlar. Heyhat! Bu ne büyük bir dalaldir. Bu zümreden olan cahilleri görürsünüz ki dünya kafirlerin ahiret de mü’minlerindir.. deyip dururlar. Şayed bu zavallılar gerek ellerine düşmek bedbahtlığına uğrayan şu dine gerek onları arzın şark ve garbına hakim kılmak larını küre-i zeminin bütün aktarına temdid ile Cenab-ı Hakk’ın sebk eden irade-i aliyye ve hikmet-i baliğası vechile yeryüzünde Allah’ın halifeleri olabilmek için ulum ve fünunu servet ü samanı el-hasıl bütün esbab-ı şevket ve refahı te’min ederlerdi. Cenab-ı Hak insanları ahiretlerini te’mine da’vet ettiği gibi dünyalarını i’mara da da’vet etmiştir. Kezalik ferdadaki ni’metlere tergıb eylediği gibi bu alemin meşru’ olan menaim ve lezaizine de tergıb eylemiştir. ayat-ı celilesi bu hususda en büyük delaildendir. Burada dinin bir faidesi bulunduğunu ve bu faide niam-ı hesiz din hayr-ı iradiye müteallık vazife ve mükellefiyet tahmil eden kanun-ı ilahiden ibarettir. Fakat Cenab-ı Allah adil ve ganiyy-i mutlak olduğu için tahmil ettiği vazife haşa kendi haceti değil belki bütün insanların hacatı nokta-i nazarından bir takım menafi’-i amme te’min etmek ve o menafiin muttariden ve muntazaman ihsanı mun eder. Buna binaen dinin bir vazife-i kudsiyye olması hayr-ı mahz bulunması bir gaye-i ni’metle alakadar olmasına mani’ değildir. İşte bu noktada Din-i İslam’ın hasıyet-i ahlakıyyesine temas ediyoruz: Demek İslam ahlakıyet ile menfaati te’lif ediyor. Vazifenin her türlü ağraz-ı hususiyyeden tecerrüd ve ancak hakkullah olmak üzere kemal-i inkıyad ve ihlas ile icrasını yani hayr-ı mahz olmak üzere ta’kıbi lüzumunu te’kid eylerken bu ki: Her insan hayatta iki nevi’ ni’metin ortasındadır. İnsan evvela bir saika-i ni’mete medyundur. Cenab-ı Allah’ın eser-i rahmaniyyeti olmak üzere evvela kendisine hilkatiyle bahşedilmiş bir takım niam-ı celile vardır. Saniyen ta sulb-i pederden rahm-i maderden başlayarak vazifeperver bir takım insanların kesb ü ameliyle isticlab olunmuş bir çok ni’metler de vardır. İnsan bu ni’metler sayesindedir ki mevcudat miyanında “hürüm fail-i muhtarım” diyebileceği bir mertebe-i kemale gelir. İşte sinn-i mükellefiyet denilen bu mertebeden sonra da kudret-i fikriyyesi na-mütenahi meratib-i kemale müstaiddir. Binaenaleyh bu ilk mertebe-i kemale kadar sun’i olmayarak ciine karşı medyun bulunduğunu ve bunların kendisine bir çok vazifeler tahmilene sebeb olacağını anlayabilecek bir akıl bir şuur ni’metine de malik olmuştur. Sonra Cenab-ı Allah’ın eser-i rahimiyyeti olmak üzere insan kendi ihtiyarından başlayacak ve kendi gibi addedilecek bir takım ef’alinin yine kendi ihtiyarıyla kendi vicdanından tasdika iktiran eyleyecek bir takım kanunlar dairesinde saha-i zuhura çıkıp gerek kendisinin ve gerek sair olduğunu ve bu suretle istikbal-i hayatın bunlarla da pek sıkı alakası bulunacağını ve bi’n-netice ya mazhar-ı niam veya mazhar-ı ukubet olacağını suhuletle idrak mümkün şadat karşısında kalmıştır. hem rahimiyeti eseri olarak insana mazi ve istikbalden feyz aldıran ni’metlerin mebde’-i evveli olan Cenab-ı Allah’a hamd ve şükrünün kemal-i ihlas ile edası lüzumunu vazife olmak üzere yapılması matlubdur. Ve bütün vezaife mukaddemdir. Hayr-ı mahzdan başka bir şey değildir. Lakin hayr-ı mahz abes faidesiz de demek değildir. Belki hayr-ı mahz faide-i mutlaka nef’-i amdır. Binaenaleyh hayr-ı mahz olan bir fiilin icrası üzerine behemehal bir takım menafi’-i şamile velev dolayısıyla olsun terettüb etmek zaruridir. Yoksa abes ve lehv ve lu’b olur. Bu sebeble gerek ubudiyet-i halisa ve gerek vezaif-i saire üzerine niam-ı ilahiyyenin terettübü hayr-ı mahz nokta-i nazarına münafi olmaz. Demek oluyor ki ubudiyet niam-ı sabıka-i ilahiyyeye nazaran münteha bir netice olup hayr-ı mahz esasına müsteniddir. Ve aynı zamanda niam-ı atiyyeye nazaran da bir tarik veya bir sebeb olduğundan fikir ve menfaati hod-kamlığı okşayabilir. Niam-ı sabıkadan dolayı mün’im-i hakıkıye bütün mevcudiyetimle arz ve hamd ü şükran eylemek bana verdiği ni’metleri verdiği hikmet ve maslahata tevfikan ka istifade gerek vaad etsin gerek etmesin ancak niam-ı maziyyeden dolayı olsa da bütün ruhumu irademi onun emirlerine amade bulundurmak elbette hayr-ı mahz fikridir. Halbuki benim bu mün’im-i hakıkıye ol vechile arz edeceğim ubudiyet-i halisa böyle eda-yı dinden ibaret kalmıyor. Bütün menafi’-i atiyyem dahi bunun üzerine terettüb ediyor demek ben hayr-ı mahz fikriyle menfatimi de te’min etmiş oluyorum eğer ben pek hod-kam ben vazifeyi ihtiyarımla değil ancak ihtiyarımı selb eden bir kuvve-i cebriyyenin te’siri altında ıztırar ile yapacak seviyede bir serkeş isem bu defa fikr-i menfaatim beni sam yine vazifemi yaparım ve ubudiyet ile vazife i’tiyadını te’min eylerim. Yine hayırlı bir insan olurum artık bunu da idrak ve ifadan kasır olan ervah-ı habise hilkatin bütün emanatını su’-i isti’mal eyleyen hainler caniler demektir. Bunlar niam-ı sabıka reside-i hitam olduğu gün her vechile gazab ve hırmana mahkumdurlar. Bu münasebetle şurasını tahattur edelim ki ruh-ı beşerde daima mütearız gibi görünen iki his vardır. Biri hiss-i hürriyet ve ihtiyar diğeri hiss-i vazifedir. Eğer insanlarda bu iki hisden ikisini de mutlak olmak üzere kabul edecek olursak her ikisinin de mefkudiyetine hükmetmiş olacağız. Çünkü vazife mecburiyet demektir ki hürriyet ve ihtiyar bunun zıddıdır. dir. Halbuki insan her ikisidir benim bazı harekatım var ki ben onları sade mecburiyetle yapıyorum ve daima bir tarzda yapıyorum. Tamamen tevkıfe muktedir de olmuyorum. Bunlarda ben la-şuuri bir vazife şuurunu haizim bütün gariziyatım bir çok ef’al-i tabiiyye ve ıztırariyyem böyledir. Diğer bazı harekatım var ki irademe iktiran etmezse yapmıyorum ve iradem bunların fiiline de terkine de hadim oluyor. Yapacağım zaman da vücuh-ı muhtelife cihete gittiğim halde yürürken her cihete gidebiliyorum. Ve kuvve-i zihniyye ve ilmiyyem ne kadar yüksek ise ef’al-i ihtiyariyyemin vücuhu da o kadar çoğalıyor. Gerçi insanın insaniyeti mevcudat-ı saireden temayüz-i kamili bu ihtiyar bu hürriyet kudretinin kemalinden ef’al-i ihtiyariyyesinden müsteban oluyorsa da harekat ve ef’al-i ıztırariyye dahi hayat-ı insaniyyenin erkanındandır. Demek insan ıztırar ile ihtiyarı; mecburiyet ve esaret ile hürriyeti cami’ bir vücuddur. Buna mecbur-ı mutlak demek ne kadar hata ise hürr-i mutlak demek de o kadar hatadır. den müstefid olduğu gibi harekat-ı ıztırariyyesi de harekat-ı fesini yapabilmek için ellerimin ağzımdan ona bir şeyler göndermesine intizar eyler ellerim bu vazifeyi yapmak kana bir kudrete arz-ı ihtiyac eyler. İşte hayat kanunlarından birini ifade eden ve esasen benim değil halikın vaz’ı olan şu nisbet şuur-ı vahidle bir insan dediğimiz mevcudiyetin iki hareketi arasında bir muvazene iktiza eylediği için daima vazife olan harekat-ı ıztırariyye hiç vazife tanımak istemeyen ihtiyarın dahi daima bir aheng-i muntazam ile sadır olacak ef’aline ve bu ef’alin vazife tanımasına muhtac oluyor ve bit-tecrübe görülüyor ki ef’al-i ihtiyariyye vazife haline getirilmedikçe ef’al-i ıztırariyye de kesiliyor. İşte ağleb-i ihtimal ef’al-i Hürriyet yine hürriyet içinde mecburiyete tahavvül eyliyor. Binaenaleyh sırr-ı teklif başlıyor. Fakat bir insan ef’al-i ihtiyariyyesini vazife olarak ifaya kıyam edince bu babda kendisinde olmayan bir çok şeylere muhtac olduğunu görüyor ve bu ihtiyaca muavin olmaya amade bulunan kuvve-i zihniyyesini aklını tahrike başlıyor ve onun derece-i vüs’ati nisbetinde muavenetinde istifadeye koyuluyor. Bu sırada bir vazifenin ifası alemde binlerce milyonlarca şeylere alakadar bulunduğunu ve bu defa yalnız kendi ef’al-i ıztırariyyesine nazaran değil eşyadan bir çoklarına ve belki hepsine nazaran bazı vazifeler ta’kıbi lüzumunu da hisseder oluyor. Bütün bu müşahedat ve ihtiyacat karşısında bil-cümle vezaifin yalnız kendi nokta-i nazarından icrası kabil olmadığını görerek nice nice kuvvetlerin iradelerin piş-i teshirinde kıvranıyor. Memleketler dolaşıyor. Dağlar aşıyor yerlere giriyor havalara çıkıyor neler neler yapıyor hürriyet-i mutlaka da’va eder gibi görünen iradeler böyle ıztırarlar yet bir gün geliyor ki bir kudret-i kahire bütün o faaliyetin şuur bir cism-i camid haline koyuyur topraklara gömüyor ayaklar altında söndürüyor zilletler içinde çürütüp dağıtıp na-bud ediyor. Fakat asarı ya mehasin veya mesavi olarak ahlafına miras kalıyor. Bir söz bir hareket bir muamele bir san’at binlercesine bir insanın temessül etmiş ameli olarak onun namına diğer ruhlarda hala şuur uyandırmakta devam ediyor. cibe uyandırıyor. İnsan oluyor ki kabayih-i daimesi her yerde ruhların la’net ve istikrahıyla karşılaşıyor. Bu ister beka-yı ruh addedilsin ister beka-yı ruha delil sayılsın misal gibi mütalaa edilsin bir emr-i vakı’dır ki insanların ölüleri ile dirileri arasında dahi alakalar münasebetler te’sirler ve bunlardan münbais vazifeler tesbit edebilecek cazibeleri haizdir. İhmaline ihtimal yoktur. Meşhudat-ı daimeden başka bir şey olmayan şu hadisatın içinde yuvarlanırken ika’ ettiği hissiyat ile bu kadar mükellefiyet altında kalan ve ancak vezaif ile devam edebileceğini anlamış bulunan ihtiyarın sahibi olan insan ara sıra ne oldum?” diyerek hakk-ı hürriyetini teslim etmeyen kuvvetlere karşı heyecan ile feryad etmek isterken bile yine bir vazifeye teslim-i inan etmek mecburiyetine düşer. Bunlardan anlaşılıyor ki hayat na-kabil-i terk vezaif-i la-şuuriyye ile kabil-i terk vezaif-i şuuriyyenin aheng-i tammıdır. hürriyetin bu tasdika mutavaatı ile meşrut olan ve kuvve-i zihniyyenin ittisaı ve kuvve-i hissiye ve iradiyyenin bununla i’tilaf-ı kamili ve bedenin istitaat-i maddiyyesi nisbetinde terakkı edebilen vezaif-i şuuriyyenin tarz-ı tecellisine tabi’dir. Muvazzaf ise hürriyet için muvazzaf hür ise vazife için hür addedilmek zaruri olan insan bütün mebde’-i hareketini kendinden ve kendi ihtiyarından tamamen kendi kudretinden farz etmeye pek mütemayil görünüyorsa da bu temayül bir galat-ı rü’yettir evet mebde’-i hareket kendisi ise de kendisinin kudreti değil ihtiyacdır. Vazifeyi tahmil eden amir asıl kendisi değil ihtiyacın izalesini deruhde etmiş gibi görünen ne ise odur. Şu halde insan ya bütün hürriyetini inkar ederek mecbur-ı mutlak olduğu zu’muna düşerek fikrinin ihtiyar ve iradesinin zimamını bırakıverir. Veya bütün ihtiyacatı karşısında hiss-i vazifeye etmek vehmine hissine kapılır tuğyan eder veya hürriyet dir ederek i’tidali muhafaza eyler hem hakkını ve hem vazifesini idrak edebilecek bir halde bulunur. Hem zevk-i hürriyetten ve hem feyz-i vazifeden pek kolay müstefid olacağı bir kanun-ı esasiye da’vet eyler ki bu kanun Allah’a karşı ubudiyet maadaya karşı da hürriyet kanunudur. Bu kanun şuuri la-şuuri bütün vezaifi bir nokta-i nazara irca’ ederek hem icrasını teshil eder ve hem ef’al-i ıztırariyye ile ef’al-i ihtiyariyyenin aheng-i tammını idame ile insanları fıtrat-ı asliyyelerinden şaşırtmaksızın terakkiyat-ı na-mütenahiyyeye doğru yürütür. Ni’metten ni’mete saadetten saadete atlatır. Bu kanun şübhesiz bir mevzua değil bir mütearife-i hakıkıyyedir. Evet “Hürr-i mutlakım ve bütün vezaifimi kendi hayatım sıyanet-i nefsim için ihtiyar ederim. Binaenaleyh benden başka hiçbir şeye ehemmiyet vermem” diyen insanlar bütün vezaifi hayat-ı şahsiyyeleri için farz ediyorlar. Ve lakin hayat-ı şahsiyyelerinin ne için olduğunu asla düşünmüyorlar düşünmek istemiyorlar. Halbuki insan yaşamak böyle çalışmak için yaratılmıştır kainatta her şeyin yalnız kendisi için değil bütün şeyler için vazifeleri vardır bu sırra işareten Kur’an-ı azimü’ş-şanda Cenab-ı Allah buyuruyor hilkat-i insaniyyenin ubudiyet yani vazifeler ancak ve bizzat Allah’a ğunu beyan ediyor. Ve bu vezaifin kavanin-i mahsusa-i ye vüsul tarikı tarik-ı müstakımi olduğuna dair beyyinat vazifeyi tamamen te’lif eyliyor. Ey müslüman! Ezeli bir iman ile sarıldığın İslam’ın ne sağlam bir rabıta olduğunu bilmiyor musun? Senin için dünyada ondan başka bir vesile-i felah olmadığını daima hatırında tutmuyor musun? Bir zamanlar bu hakıkati pek iyi biliyor ve bildiğini asarınla gösteriyordun onun için feyzden feyze tealiden tealiye saadetten saadete koşuyordun. Vatanın dünyanın en ma’mur iklimi hayatın medeniyetlerin en azimi idi. İrfanın garbı şarkı dolduruyor; medreselerinde krallar okuyordu. O zamanlar azim sende mücahede sende ahlakın en metini sende hasaisın en güzini sende ilim sende ma’rifet sende ibda’ sende ref sende bütün maali sende idi. Va esefa ki senin o pek az zaman içinde na-mütenahi measir vücuda getiren azmine her nasılsa bir füturdur geldi. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi ferda için çalışan kolların artık işlemez oldu. Evamir-i ilahiyyeye karşı la-kayd bulunmaya başladın; şeriatin sana yine senin saadetini te’min için tahmil eylediği vazifeleri unuttun yalnız bir müslüman ismi taşımakla yalnız Müslümanlığını i’tiraf etmekle ecdadının mertebesine yükselivereceğini vehme başladın. düstur-ı ilahiyyesiyle tebliğ buyurulan kanun-ı sa’ye karşı isyan ettin yavaş yavaş o mevki’-i bülendinden inmeye yüz tuttun. Ne kadar fezailin varsa birer birer gaib ettin. Nihayet dünyanın her yerinde zelil oldun. O hale geldin ki: Bugün zillet kelimesine canlı bir medlul istenilirse seni gösteriyorlar. Lakin ey müslüman asıl felaketin büyüğü nedir biliyor musun? “Seni bu hale getiren saik dindir” diyorlar da ruhundaki bakiye-i imanı da almak istiyorlar. Evet sana “İslam din-i aczdir din-i meskenettir din-i sefalettir; kürenin muhtelif kıtaatındaki müslümanların hali bu da’vamızın en büyük delilidir” diyorlar… Sakın bu sözlere aldanma sakın bugünkü müslümanların haline bakıp da İslam’ı o gibi şaibelerle nakısa-dar addetme nazar-ı im’anını aç da İslam’ın hüviyet-i hakıkıyyesini gör; ruhunu tedkık et. Yakınen anlayacaksın ki İslam din-i kudret din-i vahdet din-i fazilet din-i mücahededir. Hangi millet İslam’ın mazisi kadar parlak bir devre-i mefahir geçirmiştir? Bugün o maziyi başka çare var mı? Elinde Müslümanlık kadar ali Müslümanlık kadar müsaid din bulunan bir ümmet için terakkıden tealiden kolay ne olabilir? Dünyada hatime-i edyan olan bu din kadar fıtrat-ı beşeriyyeye muvafık bir din tasavvuru mümkün müdür? Seni gayesizlikle itham ediyorlar öyle mi? İslam’dan büyük gaye olabilir mi? Ecdadın bu gayeye doğru yürüdükçe bütün cihanın muktedası idi. Elindeki ni’metin kadrini bil bilmezsen emin ol; düşeceğin hüsran ebedidir. Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye Geçen makalelerde geri kalmamızın sebebleri hakkında söylenen sözleri fikirleri tahlil ve intikad ederek nihayet ahlak ve usul-i tedris bahislerine gelmiş ve onların bu makalede şerh ve izah edileceğini arz etmiş idik. Bir çok maarif görmüş zatlar tanırız ki geri kalmamızın maarifsizliğimizin sebeblerinden bahis açıldığı vakit acele: “Efendim bize lazım olan ahlaktır! Maarif para etmiyor. dokunuyor” derler. Tabiidir ki ahlakın ehemmiyeti inkar edilemez. Nitekim biz de bir milletin ileri gidebilmesi için bedenen aklen ve dinen yani ahlaken olmak üzere üç türlü salah olması lazım geleceğini her vakit söylüyoruz. Demek ki ahlak da salah-ı küllinin bir cüz’üdür. Fakat bize lazım olan ahlaktır demekle iş bitmez. Madem ki asıl eksiğimiz ahlak duğunu aramak lazım gelir. Çünkü onun için de sebeb lazımdır. Bunu araştıracak olursak mes’eleyi dine irca’ etmek icab eder. Zira müslümanlar ahlakı dinlerinden aldıkları cihetle ahlakça gerilik demek dince gerilik demektir. Ve hakıkatte din ile ahlak birdir. Binaenaleyh bizim geriliğimiz ahlakımızın eksikliğindendir demekle dinimize tevessül etmediğimizdendir demek arasında fark yoktur. Ve nitekim bir çoklarımız da geri kalmamız hep dini terk etmemizdendir derler ve böyle denirse bunun bir ma’nası vardır. Yalnız o vakit dini umumi ma’nasıyla almak lazımdır. Çünkü din umumi ma’nasıyla alınırsa enva’-ı salahın kaffesini amirdir. Bu taktirce bütün gerilik dini terk etmekten gelir demek pek doğrudur. Fakat o vakit de umum müslümanların aynı halde oluşuna nazaran Din-i İslam’ın kabiliyet-i tatbikiyyesi mi yok? Gibi bir sual varid-i hatır olur. Çünkü her yerde terk edilmiş her yerde müntesiblerini geri bırakmıştır denebilir. Hatta her yerde umum müslümanların pek ziyade geri kalmış olması Din-i İslam’ın mani’-i terakkı olduğuna dair bir zann-ı umumi hasıl etmiştir. Zann-ı umumi diyoruz. Çünkü alem-i medeniyetin adedleri umuma nisbetle pek az olan erbab-ı tedkıki istisna edilirse hemen bütün dünya Müslümanlık mani’-i terakkıdir zannındadırlar. Zira herkesin dinin mahiyetini tedkıke kudreti yoktur insanların çoğunun aklı gözündedir. Müslümanların umumiyetle geri kalmış olduğunu görünce demek bu din saliklerini geri bırakıyor der geçer. Uzağa gitmeye ne hacet; dinin mani’-i terakkı olduğu i’tikadında bulunan insanlar içimizde ne kadar çoğalmıştır. Hep görüp işitmiyor muyuz? Pekala müslüman anadan babadan doğmuş olanlar böyle derse başkalarının diyeceği evla bit-tarik değil midir? Çünkü müsebbib olan gerilik bütün alem-i İslam’a am ve şamil olduğu gibi geriliğe sebeb gösterdikleri Din-i am ve şamil bir hükmü haizdir. Biz de: Alem-i İslam’ın teehhurunda amil olmak üzere gösterdikleri Türklük Araplık veya her hangi bir ırk lisan hükumet ve saire gibi delilleri bütün alem-i İslam’a am ve şamil olmadıkları bütün alem-i İslam’a amil ve şamil; buna ne diyeceksiniz? Derlerse ne diyelim? Hem de diyorlar. Ve bir çok kimseleri de bu vech ile iğva ve ıdlal ediyorlar. Din-i mübine hürmet ve i’tikadı olan nice kimseler de bunlara karşı kusuru gah ictihad kapısının kapalı olmasında gah ulemanın dini yanlış anlatmasında ve daha bunlara mümasil şeylerde bularak dinin esasını müdafaaya çalışıyorlar. Halbuki kendilerinde ictihad kapısı açık olan milletler ve mezheb müntesibleri de terakkı edememiş olduğu cihetle bu müdafaanın kuvveti umumi olmadığı gibi bütün alem-i İslam ulemasının dini yanlış anlamış veya anlatmış olmasını kabul etmek de dini anlaşılmaz bir şey olarak tasavvur etmekten başka bir şey olamaz. Bazıları da esas-ı İslam’da tesettürün şimdiki şeklinde mevcud olmadığını ileri sürerek terakkımize guya kadınlarımızın tesettürü mani’ olmuş diye hall-i mes’eleye kalkışıyorlarsa da kadınların da hiç tesettür olmayan bir takım akvam-ı bedeviyyede de terakkı olmadıktan başka onların bütün bütüne hal-i bedavette kaldıkları ve her halde terakkı edemedikleri muhakkak olduğundan bunun da hall-i mes’ele için kifayet etmeyeceği görülmektedir. Bunlar dinin esasını müdafaa etmek isteyenlerin sözleri olup bilhassa dinde kusur arayanlar ise bir çok mu’tekadat-ı diniyyemizi hakıkatin hilafına tefsir ve izah ederek kusuru bütün bütüne dinimize yükletmededirler. Mesela tevekkül kaza ve kadere rıza mes’elelerini başlıca sebeb-i teehhur görüyorlar gösteriyorlar. Halbuki biz biliyoruz ki Din-i İslam’da tevekkül azim ve tevessülden sonradır. Peygamber efendimizin “Devemi bağlayım mı yoksa tevekkül edip salıvereyim mi?” diye sual edene karşı “A’kıl ve tevekkel!” “Bağla ondan sonra tevekkül et” buyurdukları ma’lumdur. buyurulması da evvela azim ve irade ba’dehu tevekkül emreder ve tevekkül ancak esbab-ı lazımeye tevessülden sonra beyhude yeis ve evhama azimsizliğe düşmemek için lazım olan bir emr-i celildir. Kaza ve kader mes’elesi ise ilm-i ezeli-i ilahiyi tasdikten başka bir şey değildir. Bu müslüman için hiçbir vakit tedabir-i lazımeye tevessüle mani’ olmaz. Nitekim mail-i inhidam bir duvarın altından geçerken yürümelerini tesri’ eden Peygamber Efendimiz’e: “Kaderden mi kaçıyorsunuz?” demeleri üzerine “Kazadan kadere kaçıyorum” buyurdukları meşhurdur. Hülasa: Din-i İslam’da “Tedbirde kusur edip de takdire bühtan etmek” yoktur. Binaenaleyh Müslümanlığa bu yüzden de kusur atfı doğru olamaz. Şurası da zahirdir ki müslümanlar her yerde geri kalmış olduklarından bunun sebebini dine atf edivermek sathi görenler düşünenler için elbette de en kestirme yoldur. Binaenaleyh Din-i İslam’ın kudsiyet ve ulviyyetine gösterip yanlış i’tikadların tashihine ihtimam etmeleri en mukaddes vazifeleridir. Esasen bizim bu sıra makalelerde mevzu’-ı bahsimiz müslümanların terakkılerine mani’ olan hakıkı sebebi bulmak olduğundan dinimizin muktezası terakkiyat-ı medeniyyeyi mi müstelzemdir yoksa ona mani’ midir? Aramak mevzuumuzun esası demektir: Terakkiyat-ı medeniyyenin ancak bedenen aklen ve ahlaken olmak üzere üç nevi’ salahın te’mini ile hasıl olacağına nazaran evvela din-i mübin-i Ahmedi sıhhat-i bedenin muhafazası hakkında ne diyor? Evvela onu görelim: Din-i İslam sıhhat ve afiyet-i bedeni herşeyden akdem gördüğündendir ki kelam-ı alisi herkesin ma’lumu olan bir düsturdur. Din-i verdiği Avrupa erbab-ı ilminin dahi suret-i mahsusada nazar-ı dikkatini celb edip Hıristiyanlığın hilafına olarak Din-i İslam’ın nefs-i maddiyyeye pek ziyade hürmet ettiğini zikr etmekterdirler. Ve hadis-i şerifi bu babda en celi bir burhandır. Nesteizü billah: ayet-i celilesi cismin sıhhatini ni’met-i ilm ile beraber zikr eder. Ve şairin: Kelamı sıhhat ve afiyetin kıymetini ne güzel gösterir! Sonra salah da kesret-i nüfusda dahildir. Din-i İslam müslümanların adedce tezayüdlerini de pek ziyade iltizam buyurmuştur. hadis-i şerifi tekessür-i nüfusun nazar-ı İslam’da ehemmiyetini pek güzel beyan buyurur. Hasılı Din-i İslam ne Hıristiyanlık gibi ruhbaniyeti Museviler gibi ümmetin artmasına la-kayd kalmayı iltizam etmez. Sağlam vücudlu çok nüfuslu ümmet ister. Bedenen salah hususunda böyle olduğu gibi aklen salah hususunda da Din-i İslam pek ciddi evamiri muhtevidir. Bir kere Din-i İslam’da akıl dinin mükellefiyetin esası olduğundan onun muhafazası dinin muhafazasıdır. Muhafaza-i akl için mesela içki istima’linin men’i bugün dahi gerek ilm-i tıb ve gerek ilm-i ahval-i ruh erbabı tarafından en mühim bir çare bilinmektedir. Halbuki Din-i üç yüz sene evvel mukaddes bir çare olmak üzere emir buyurmuştur. Ve yalnız aklın salim kalmasıyla iktifa etmeyip terbiye ile kuvvetlenmesi için de esaslar vaz’ etmiştir. Hakıkat hepsinden evvel hurafatı kaldırarak ancak tefekkür ve muhakeme üzerine istinadı kaide ittihaz etmiş ve bunun hilafına hareketi mucib-i mes’uliyet görmüş olması bu babda kafi bir delildir. Nesteizü billah: Demek ki her hususda ilm-i tam hasıl olmak için bütün havas ve kuvayı dikkat ve faaliyete getirmekle me’muruz. Hele ilk nazil olan ayet-i celilenin ile başlayıp ba’dehu buyurulması derecat-ı muhtelife üzere terbiye-i akliyye emr eden bir esas-ı metindir. miyet olduğu ma’lum idiğinden daha ziyade tafsil etmeyerek salah-ı ahlakıye geçelim: Hakıkat aranırsa din-i mübin baştan başa ahlaktan üzerine müesses olup Din-i İslam da kezalik adl ü ihsan üzerine müessesdir. Bugünkü ahlakın aradığı hulus-ı kalb teavün ve tesanüd muhafaza-i şeref ve haysiyet ve tamami-i kuva mes’eleleri hep din-i mübinin emrettiği hususlardır. Hasılı ahlak-ı İslamiyye’nin bugünkü erbab-ı ilm ve felsefenin kabul ettiği esasat-ı ilmiyyeyi tamamen havi ve kafil olduğunda şübhe yoktur. Şu halde Din-i İslam’da gerek bedenen ve gerek aklen ve gerek ahlaken lazım olan salahı te’min için muktezi esasat-ı metine kemaliyle mevcuddur. Binaenaleyh din-i mübine temessük geri kalmayı değil her türlü terakkiyat-ı medeniyyeyi ihrazı te’mine medar olacaktır. Şimdi dinimizin mani’-i terakkı olmadıktan başka mu’cize-i mahsusa olarak her nevi’ maddi ve ma’nevi saadetin te’mininine kafil esasları muhtevi olduğu anlaşıldıktan sonra alem-i İslam’ın kaffesine am ve şamil başka ne var onu arayacağız. Fakat ondan evvel şurasını söyleyelim ki terakkiyat mes’elesinde esas olan üç türlü salahın kaffesi maarif mes’elesinde cem’ olunmak lazım geleceği muhtelif makalelerimizdeki mesrudatımızdan anlaşılmıştır. Çünkü bugün bir milletin bedenen salah kesb etmesi hıfz-ı sıhhatini bilmesi emrazın tedavisine muktedir etibba yetiştirmesi demektir. Aklen salah Din-i İslam’ın ise ilimsiz menfaat vermeyeceği de şübhesiz olduğundan ahlak da maarifde dahildir. Binaenaleyh müslümanların ileri gidememesi demek matlub vech ile maarif kesb edememiş olması demek olduğundan aramızda maarifin terakkı ve teammüm edememesinin sebebini arayıp bulursak matlub hasıl olmuş olur. Maarifin aramızda teammüm edemediğinin esbabını araştırdığımız zamanlar işittiğimiz sözlerden bir kısmı da mektepsizlik hocasızlık usulsüzlük bahisleridir. İyice düşünülürse bunlar da bu mevzua dair yazdığımız makalelerde tahlil ve intikad ettiğimiz mes’eleler gibi bütün alem-i alem-i İslam mektep medrese inşa ve te’sisine himmet etmiyor mu ve etmemiş mi? Hocaların lüzumunu anlayıp yetişmeleri için teşvik ve teşebbüslerde bulunmamış mı? Yapmamışsa sebebi nedir? Bunlar da sebeb ister. Meydanda olan asar gösteriyor ki müslümanlar kadar mektep medrese yapmış ve ilme rağbet göstermiş hiçbir millet yoktur. Fransız müsteşriklerinden Şarl Mismar’ın dediği gibi müslümanlar her mescid gölgesinde bir mektep yapmışlardır. Ve hemen her köy hoca tutmuş ve tutmak için hiçbir millette görülmeyen fedakarlıklarda bulunmuştur. Ve çocuğunu mektebe verirken düğün merasimi yapmak bu millete mahsusdur. Fakat mekteplerden hocalardan beklenen semere görülemediğindendir ki yapılan mektepler yıkılmış ve hala yıkılmakta hocalar da ya köyleri terk etmekte yahud cenaze yıkamak vazifesiyle kalmaktadır. Şimdi gelelim usul mes’elesine: Usul-i tedris gayet mühim bir ilimdir. İlm-i terbiye-i etfalin pedagoji bir cüz’üdür. İlm-i terbiye-i etfal başlıca iki kısım olup birisi çocukların kuva ve melekatının fenni surette ve mahzursuz olarak neşv ü nema bulmasının bir ilmidir. İkincisi de her ilmin her fennin en ma’kul ve en kolay surette ta’lim ve tedrisini öğretir. Bu ilme dair lisanımızda hayli nafi’ kitaplar meydana getirilmiş olduğu gibi esasen Darü’l-muallimin ve Darü’l-muallimat’ın tedrisatı hep bu ne olduğunun yabancısı değildir. Hal böyle iken köylere gönderdiğimiz Darü’l-muallimin ve Darü’l-muallimat me’zun ve me’zuneleri de muvaffak olamayarak köyü terke mecbur oluyorlar; çocukları başka milletlerin muallim veya muallimeleri gibi bir iki ayın içinde okur yazar edemiyorlar. Ve bu sebebledir ki o ümmetlerin muallim ve muallimelerinin mazhar oldukları devamlı hüsn-i kabulü görmediklerinden ekseriya köylerde ve bu sebeble öteki milletlerin muallimlerinin bir çok seneler bir köyde ve bizim köylülerin te’min ettikleri maaş ve mürettebattan ziyade olmayan mürettebat ile sebat ederek bütün köylüleri okur yazar etmiş olmalarını gören amirleri tarafından hamiyetsizlikle itham olunuyorlar. Halbuki bizim muallimlerimiz hamiyet hususunda her milletin muallimlerinden aşağı olmadıkları gibi öteki milletlerde de muallimlerin köylerde uzun zaman kalıp vazifelerini ifaya muvaffak olmaları da hamiyetlerinden değildir. Çocuklarının az vakitte okur yazar olduğunu gören ahalinin muallime karşı müteşekkir ve minnetdar kalarak ona göre muamele etmesinden bizimkilerin durmaması da köylünün beklediği neticeyi görmemesi sebebiyle hocadan hoşnud kalmayarak aralarının bozulmasındandır. O halde kafi derecede mektep yapamadığımızın yapılanların devam edememesinin hoca yetiştiremediğimizin yetişenlerin de muvaffak olmamasının aramızda okuyup yazmanın başka milletlere nisbetle kıyas kabul etmeyecek derecede az olmasının okur yazarlarımızın da matlub evsafı haiz olmamasının ve hatta haiz oldukları evsaf nisbetinde dahi kendilerinden istifade olunamadığının ve dünyanın en sağlam ırklarından olduğumuz halde sıhhatsizlikten en münbit araziye malik ma’neviyeti müstelzim kafil-i saadet-i dareyn bir dine malik bulunmamızın hilafına olarak cehaletten ahlak ve ma’neviyat kusurlarından kurtulamadığımızın velhasıl her türlü mesaib ve ıztırabatımızın veya ta’bir-i aharla bil-vücuh maarifsizliğimizin bütün alem-i İslam’a am ve şamil olan hakıkı sebebi nedir şimdiye kadar lazım olduğu kadar anlayamamışız demek oluyor. Evet anlayamamışız; koca bir alem-i İslam’ın geri kalması ve daha doğrusu bir vakitler hiç olan garb aleminin harikulade sür’at kesb ederek alem-i İslam’ı dehşet-aver bir surette geri bırakmış olmasının sebebini din gibi hükumet gibi koca bir devlet veya millet gibi herkesin gözüne büyük görünen hususlarda aramak dururken mesela elif-ba gibi huruf gibi ibtidai mekteplerine çocuklara aid bir maddede aramak cihetine gidememişiz mes’eleyi ehemmiyet-i lazımesiyle telakkı edememişiz. olduğu ehemmiyet ve kıymeti takdir edilememiş fakat hakıkatte bütün terakkiyatın temeli olan huruf mes’elesini tedkık ederek alem-i İslam’ın geri kalmasının hakıkı sebebini göstermiş olacağız inşaallah. Milletlerin ictima‘i hatta siyasi sukut ve i’tilalarında kadınların pek mühim bir mevkii olduğu artık tahakkuk etmiş bir hakıkattir. Efrad-ı millet dini ve milli bir terbiyeyi vatanperverlik istikamet fedakarlık diğerkamlık gibi necib seciyeleri de yine validelere medyundur. Validenin hazin olduğu kadar müessir ve ruh-nüvaz ninnisi ruhlarda en büyük hatiblerin en parlak nutuklarından daha paydar izler bırakır. İrfanlı bir ana terbiyesi en mükemmel mekteplerin en muktedir mürebbilerin muvaffak olamadıkları harikaları ibda’ edebilir. Kadın yalnız evladını değil zevcini kardeşini hatta pederini hayatın sarsıntılarına karşı şefkatkar tesliyeleriyle techiz eden bir meleke-i sıyanettir. Bir mes’ud aile görürsünüz. Tedkık ediniz; neticede hiç şübhe yok ki; amil-i saadetin kadın olduğu tahakkuk edecek! Bilakis bir ailenin bedbahtisinde de kadının bir hisse-i mes’uliyeti vardır!... Yuvayı yapan da yıkan da kadındır! İddiası bir nokta-i nazardan pek doğru bir hükümdür. Sefalet-i ahlakıyye içine gömülmüş işret kumar gibi asri beliyyelere mübtela olmuş pek çok erkekler zevcelerinin samimi serzenişleri ruhi te’sirleriyle bu girivelerden kurtulmuş pek güzel bir aile babası olmuşlardır. Her halde kadın cem’iyet içinde hiçbir suretle ihmal edilemeyecek bir unsurdur. Kadını cem’iyetin bir nısfı addetmekle ona cem’iyet içinde ilk defa yüksek bir mevki’ te’min eden da vazifeler tahmil eylemiştir. Esasen beşeri cem’iyetlerde ictima‘i mevki’ler ifa olunan vazifelerle teayyün eder. Vazifesizlerin bir mevkii olamayacağı gibi vazifedarların ehemmiyeti de teveccüh eden vazifelerle mütenasib olur. Görülüyor ki cem’iyetin bir rüknü olduğunu müdrik olan her kadın kendisine bir çok vazifelerin teveccüh eylediğini de takdir etmek mecburiyetindedir. Bu vazifeler Çünkü her hak bir vazife mukabilidir. Vazife yapılmadıkça da haktan bahs olunamaz. Adeviyyeler Esmalar haiz oldukları mevki’-i ibcali ifa ettikleri vazifeler mukabilinde kazanmışlardı. Cem’iyet-i İslamiyye’de o mevkii kendilerine vermekte imsak göstermemişti. Bugün de bir müslüman hanımı için o yüksek ve muhterem mevki’lerine müheyyadır. Yalnız o payeye pıldıkça kadın da yükselir layık olduğu bülend mevkie Maatteessüf şu son senelerde kadınlığın yükseltilmesi namına atılan yanlış hatveler i’tilayı değil bilakis inhitatı müstelzim olmuş bu yüzden metanet-i iradiyyeden mahrum bir çok ma’sumeler girive-i felakete yuvarlanmışlardır. Halbuki İslam hanımlarının hususi bir şerefi necib bir mevkii nezih bir payesi vardı. Onlar ancak bu hususiyetlerini muhafaza ettikleri müddetçe i’tila edebiliyorlardı. Fakat onu gaib ettikleri gün şübhe yok ki sukut edeceklerdi. Nasıl ki bir takım bedbahtlar bu girdaba yuvarlanmışlardır. Camia-i İslam arasında bulunan bir kısım kadınların bugünkü vaz’iyetleri pek yazık ki; çok acıklı çok feci’dir. Onları bu hayata sürükleyenler şübhesiz bu vaz’iyetten o bedbahtlardan daha ziyade mes’uldürler. Va esefa ki; bu mes’uliyetin bar-ı felaketi; o müşevvikler üzerine değil bu tali’sizlerin duş-ı ismetlerine yükleniyor. Bugün ellerine birer vesika-i hacalet verilerek daire-i edilmiş doğru yol gösterilmiş olsaydı tabii netice böyle olmazdı. Bugün o bedbahtlar harim-i iffetten matrud sokak mahlukeleri derekesine düşmez ya meşru’ bir sa’y ile hayatlarını kazanır veya mes’ud bir yuvanın rükn-i ismeti olurlardı. Ne elimdir ki kadınlık hiçbir yerde diyar-ı tarumarımızda olduğu kadar acıklı bir derekeye düşmemiştir. Dün numune-i ismet olarak gösterilen müslüman kadınları arasında bu gibi bedbahtlar üreyeceğine ihtimal verilir miydi? Efsus ki mahiyet ve milliyetleri meşkuk bir takım aileler harim-i hayatlarını zehirlediler. Ictima‘i müesseselerini yıktılar. Onları da kendileri gibi mezhepsiz milliyetsiz bir vaz’iyete sürüklediler!.. Acaba nasıl oldu da asırlardan beri paydar olan ictima‘i bir hayat bu kadar kolay yıkılabildi? Bunun sebebini memleketi kemiren koyu cehaletle taklidcilikte son senelerde taşkın bir şekil alan moda ibtilasıyla ıdlalkar telkınatta aramak icab eder. Cehaletle okuyup yazmak gibi zahiri bir ma’na kasd etmiyoruz. Çünkü irfan namına vuku’ bulan muzır ve yanlış telkınat netice i’tibarıyla; hiç okumamaktan daha tehlikelidir. Rezilet fazilet; fezahat ismet; ma’rifet serbazlık; hürriyet serserilik şeklinde telkın edilirse; şübhe yok ki akıbet cehalet-i mutlakaya nisbetle daha korkunç bir şekilde tezahür eder. Maamafih bu sözlerle cehli ilme tercih ettiğimiz zan olunmasın. Nazarımızda ilim ve irfan hayattır fakat bu hayatın saadet-bahş bir şekil alabilmesi nihayet yıkan bir beliyyedir. Taklidci bir millet benliğini gaib etmeye namzeddir. Bu asırda benliğini gaib eden bir milletin nasibe-i hestisi zillet ve esaretten başka bir şey olamaz. tahavvülat yapabilir. Fakat hayatın kıymetini namus ve şerefin ehemmiyetini takdir eden hiçbir ferd saika-i şaşırmaz ve sarsılmazlar. eden amiller yine gayr-i meşru’ olan ihtiraslardır. Çünkü hayatın zaruri ihtiyacları meşru’ mesai ile her vakit te’min olunabilir. Demek ki bir kısım kadınları sukut ettiren amil iktisadi vaz’iyetten ziyade ihtiras taşkınlığı moda ibtilası tecemmül gayretidir. Bir kumarbaz meşru’ kazancıyla bu gayr-i meşru’ hevesini tatmin edemez. O bu hevesini tatmin edebilmek için ergeç ya ihtikara ya irtişaya veya hırsızlığa hülasa gayr-i meşru’ bir yola sapacaktır. ne kapılan bedbaht kadınlar için de meşru’ vesaitin kifayeti pek istisnaidir. hassa serbesti-i hareketin tarz-ı telakkısinde tezahür etmektedir. Bu telakkı yüzünden felakete sürüklenenlerin mikdarı maatteessüf herkesi tedhiş edecek bir şekil almıştır. Bu halin devamı; iman edelim ki; aile teşkilatını ve bununla beraber mevcudiyet-i milliyyeyi yıkar bitirir. Sokaklarda dolaşan sürü sürü mahlukatın şu felaketli günlerde yar ve ağyar nazarında haysiyet-i milliyyeyi ne elim şekilde hırpaladıklarını anlamamak istesek bile etrafa saçtıkları müstekreh hastalıkların intac edecekleri avakıb-ı vahimeyi düşünmeye mecburuz. Çünkü bu yüzden her gün birçok aileler yıkılıyor. Pek çok ma’sumeler zehirleniyor. Pek çok gençlerin istikballeri mahvoluyor. Bu korkunç vaz’iyetin avakıb-ı vahimesini layık olduğu ehemmiyet nisbetinde düşünmek ve icab eden tedbirlerin Fakat ictima‘i ve ahlakı mesailde icab eden intibah ve faaliyet münhasıran hükumetten beklenemez. Çünkü hükumet velayet-i ammesinin ta’yin ettiği hudud haricine çıkamaz. İctimai ve zümrevi mesail; hükumetten ziyade cemaat ve zümrelere aiddir. Ahlak ve hayat-ı milliyyeyi ifsad eden avamilin ta’yin ve izalesi icab eden irşadatın yapılması milletin kadın erkek hakıkaten münevver olan tabakasına teveccüh eder. Bilhassa kadınların irşadı hususunda müessir faaliyette bulunmak vazifesi güzide hanımlarımıza aiddir. Çünkü kadınlığın bütün inceliklerini takdir ederek ona göre telkınatta bulunabilecek ancak hanımlar olabilir. Memleketin yüksek ve necib ailelerine mensub bazı faziletkar hanımların bu hususda faaliyette bulunmak üzere bir cem’iyet teşkiline başlamakta olduklarını büyük bir meserretle istihbar ediyoruz. Müslüman kadınlığını yar ve ağyar nazarında düşüren menfi gayretlere karşı azim ve imanla mücehhez müsbet bir faaliyete ciddi bir Bu ihtiyacı takdir ve icabatını tatbik edebilecek fazilet ve irfanla müzeyyen müslüman hanımlarının mevcud olduğunu görmekle müftehiriz. Sebilürreşad’ ın numaralı nüshasında intişar eden Halide Nusret Hanımefendi’nin makalesi vaz’iyet-i hazıra karşısında elim acılar duyan hassas ve mütefekkir faziletkar müslüman hanımlarının; hamd olsun; nadir olmadıklarını gösteriyor. lakı ve ictima‘i i’lasına çalışmak üzere bir cem’iyetin teşekkülü bugünün en mübrem ihtiyaclarındandır. Fakat bu ihtiyacın te’min edilebilmesi için esaslı bir proğram sarsılmaz bir azim ile işe başlamak icab eder. Şimdiye kadar memleketimizde birçok cem’iyetler teşekkül etti. Pek parlak nizamnameler neşredildi. Fakat; maatteessüf; bu cem’iyetlerden bir çoğu hiçbir şeye muvaffak olamadan sönüp gitti. Çünkü cem’iyet a’zalarından bir çoğu azim ve iman ler kabiliyet-i tatbikiyyesi olmayan arzulara tercüman oluyorlardı. Halbuki bir cem’iyetin paydar olabilmesi için yalnız hüsn-i niyyet kafi değildir. Cem’iyete gireceklerin ve bilhassa hey’et-i fa’alenin münevver oldukları kadar müşkilat karşısında yılmaz azimkar ferdlerden müteşekkil olması Cem’iyetin proğramı da; hakıkı ihtiyaca göre tertib ve yapılabilecek mevadda hasr edilmedikçe kabiliyet-i tatbikiyyeyi haiz olamaz. Bu ulvi teşebbüsde rehberlik vazifesini deruhde eden hanımefendilerin bütün bu hususları der-piş etmiş olmaları muvaffakiyetleri için bir beraat-i istihlaldir. Polis Müdiriyet-i Umumiyyesi yeniden meyhane açılmaması hakkında gazetelere şu tebliği vermişti: “Payitahtta müskirat füruht eden mahallerin adedi yevme fe-yevmen tekessür eylemekte olduğundan fima-ba’d askerle sivillerin sıhhatlerini ihlal eden bu gibi müesseselerin küşadına hangi milletten olursa olsun müsaade edilmeyeceği ve bu emr-i kat’iye muhalif her kim hareket edecek olursa müessesesi suret-i kat’iyyede seddolunacağı gibi mevki’-i füruhta vaz’ eylediği meşrubat dahi müsadere kılınacağı i’lan olunur.” Memleketimizin en vahim derdlerinden birini içki mü’l-habaisden kurtarmak gayesiyle cem’iyetler teşekkül etmiş bazı hükumetler de içkinin i’mal ve füruhtunu kat’iyyen men’ ederek milletlerini bu muzır bu habis düşmandan kurtarmak hususunda pek mühim icraatta bulunmuşlardır. Bizim dinimiz müskiratı kat’iyyen tahrim etmiş Risalet-penah efendimiz müskiratı içeni de satanı da alanı da tel’in etmiş asırlarca içki beliyyesi İslam diyarına uğramamışken bugün bu İslam memleketinin müskirata bir şeydir. Dünyanın her tarafında içki tahribatına karşı cem’iyetler teşekkül ediyor fakat maalesef memleketimizde teşebbüste bulunulmuyor. Bulunmadıktan maada günden güne daire-i sirayetini tevsi’ eden meyhanelerin taklili için zerre kadar gayret gösterilmiyor. Şurada burada bu menabi’-i levs ü fücur harim-i mukaddesatımıza kadar cami’lerimizin yanı başına kadar yaklaşıyor. Müskirata ve meyhanelere en ziyade düşman olan semtlerimize bile dahil oluyor. El-hasıl bu bela gittikçe büyüyor. Fakat hiçbir mukavemete duçar olmuyor. Polis Müdiriyet-i Umumiyesi’nin bundan böyle meyhane açtırılmayacağı hakkında matbuat ile neşrettiği tebliğden anlaşıldığına göre meyhanelerin sirayeti tevakkuf edecektir. Meyhane küşadının tevkıfiyle içki illetinin müteessir olmayacağı bedihidir. Ancak bu illeti tedaviye sarf olunacak himmetlerle ondan kurtulmak kabildir. Binaenaleyh teşekkülüne ve icra-yı faaliyyete başlamasına çalışmak bir vazifedir. Sebilürreşad bu vazife-i muazzamanın ifası uğurunda ibzal-i mesaiden geri kalmayacaktır. “ Vakit ” gazetesi muharririnin Sıhhiye Müdir-i Umumisi Abdullah Cevdet Bey’le icra ettiği bir mülakatta memleketimizde ahz ettiği ma’lumatta frengi hakkında şöylece beyan-ı mütalaa olunuyor: “Bizi en ziyade meşgul eden frengi hastalığı hiçbir zaman bugünkü kadar vasi’ tahribat yapmamıştır. Bütçenin ve tahsisatın azlığına rağmen gerek taşrada ve gerek payitahtta bu hastalığın önüne geçmeye son derece gayret ediyoruz İstanbul’un muhtelif yerlerinde dispanserler açtık. Buralara müracaat eden hastalar meccanen tedavi olunuyor. Frenginin en mühim amil-i sirayeti serbest kadınlarla münasebat-ı gayr-i meşrua olduğu için bunlar her hafta muayeneye tabi’ tutularak kendilerine birer vesika verilmesi usul ittihaz olunmuştur. Bu usulün ta’mim ve takviyesi için çalışıyorum. Serbest müslimelere vesika verilmemesi için hükumetin bir kararı olduğu söylendi ise de bu babda bir resmi tebliğ olmadığı gibi böyle sırf ihtisasi olan mesail ile mehafil-i aliyyenin meşgul olmasının doğru olmayacağı zannındayım. Bir memlekette devletin makamat-ı aliyyesi icabat-ı sıhhiyyesini ta’yin ile iştigal etmez. Binaenaleyh bu usulün hayat-ı Sıhhiye müdir-i umumisinin hülasa-i beyanatı memlekette frengi fuhuştan dolayı intişar ediyor fahişelere vesika verilmek ve muayeneye tabi’ tutmakla bu hastalığın önüne durmak kabildir. Bu tedbire müracaatla memleket bu meş’um illetten kurtulacağından hayatımız namına buna tevessül olunmak iktiza ediyor. Sıhhiye Müdir-i Umumisi Abdullah Cevdet Bey’in bu hususda ihtisas-ı salahiyyetine istinaden tensib ettiği bu tedbirin sakametini nazar-ı i’tibara almak ve böyle bir tedbir-i sakımin netayic-i vahimesinden memleketi kurtarmak için memleketin Meşihat Sadaret nezaret gibi makamat-ı aliyyesi müdahaleden men’ olunca artık kimseye ağzını açmak düşmezdi. Ne çare ki memleketin hayatıyla sıhhatiyle ve her şeyiyle cidden alakadar olan evlad-ı vatan bu gibi tisas namı altında tervic etmek istediği tedabir-i sakıme Ma’lum olduğu üzere zina şer’an haramdır. Şeriat-ı mutahhara zinayı kat’iyyen tahrim zani ve zaniyelere cezalar tertib etmekle ehl-i İslam arasında emraz-ı zühreviyyenin adem-i intişarı için en müessir çareyi bulmuş ve tatbik etmiş olduğu gibi hayat-ı aileyi takviye ve tathir eylemiştir. Zinanın kökünü kazımakla emraz-ı zühreviyyenin önünü almak kabil olduğu herkesin her zamanda tasdik edeceği bir hakıkat-i sabitedir. Ancak bu usulü tatbik etmekle hem emraz-ı zühreviyyeyi istisal hem aile hayatını takviye ve bilhassa memleketin en müdhiş derdini en vahim yarasını teşkil eden kıllet-i nüfusa çare-saz olmak kabildir. Bu hususda zerre kadar tereddüd edecek bir sahib-i idrak tasavvur edemeyiz. Madem ki bu illet-i müdhişenin –sıhhiye müdir-i umumisinin i’tirafıyla da sabit olduğu gibi– menba’-ı sirayeti zinadır. O halde onun menbaını kurutmaya çalışmak ondan kurtulmak Cevdet Bey bu usulü ta’kıb edeceği yerde niçin zinayı resmen himaye etmek zani ve zaniyelerin istirahatini te’min etmek yolunu ta’kıb ediyor. Ve bu usulü ta’kıb etmekle memleketi frengi tahribatından kurtaracağını nasıl tevehhüm ediyor. İlletin menbaı bu müdhiş zehiri o menfur fiili irtikab edenlere aşılamakta devam edecek; fakat ara yerde makam-ı Hilafet’in haysiyet-i İslamiyyesine kuvvetli bir darbe indirilecek. Çünkü makam-ı Hilafet’in vazifesi hiçbir vakit zinayı tervic etmek değildir. Makam-ı Hilafet’in zinayı resmen tanıması onun faillerine karşı la-kayd kalmaktan ziyade himayekar bir vaz’iyet ahz etmesi Hilafet-i İslamiyye için silinmez bir lekedir. Abdullah Cevdet Bey nasıye-i Hilafeti böyle bir leke ile şaibedar etmek istiyor. Maamafih yine muslih görünmekten tegafül etmeyerek vadi-i fuhşa süluk eden müslimelere vesaik-i zinayı dağıtmakla hayat-ı ırkımizin kurtulacağını Halbuki hudud-ı ilahiyyeyi Saltanat ve Hilafet zinayı men’ ederek zinanın irtikab olunmaması için her türlü takayyüdatta bulunarak memleketin emraz-ı efrenciyyeden kurtulmasına gayretle mükellefdir. Ancak bu mükellefiyet hakkıyla icra olunduğu takdirde memleketin halas ve necatı muhtemeldir. Esasen fuhuş vesikalarının takviye ve ta’mimine çalışan Abdullah Cevdet Bey’in ta’kıb ettiği usulün sakametine vesikaların kadınlara hasr edilmesiyle zahirdir. Emraz-ı zühreviyyeden salim olduğu bil-muayene sabit olarak icra-yı fuhşa dair vesika alan bir kadın emraz-ı zühreviyyeden salim olup olmadığı mechul olan bir erkekle icra-yı fuhş edecek. Ve ihtimal ki ondan telakkuh edecek. O vakit fahişe zanilerin ezvakını tatmin etmek sahasından çekilecek tecrid edilecek. Halbuki o bil-muayene hastalıksız olduğu sabit olan vesikalı kadına o illet-i meş’umeyi telkıh eden zani erkek diğer zaniye kadınlara da telkıh-i emraz edip duracak. Buna karşı hiçbir şey yapılamayacak. Fahişelerin hastalıksız olması lah Cevdet Bey zani erkeklerin de hastalıksız olması için fahişelerin de emniyet tahtında icra-yı fuhş etmeleri için zina etmek isteyen erkeklere vesika dağıtması lazımdır ki her iki taraf da birbirinden emin olsun. Vesikaların sırf kadınlara hasrıyla emraz-ı zühreviyyenin önüne durmak kabil değil bilakis vadi-i fuhşa süluk eden kadınları hastalıklara ma’ruz bırakarak sefaletlerini kat kat arttırmaktan başka bir ma’nayı müfid değildir. Görülüyor ki sıhhiye müdirinin ta’kıb ettiği yol zerre kadar bir faideyi haiz olmadıktan maada bilhassa zani erkeklerin menfaatine fahişe kadınların tezyid-i sefaletine hadimdir. Hele bununla frengi tahribatına karşı durmak değil bu tahribatı kat kat artırıyor. Binaenaleyh bu memlekete hizmet ancak şeriat-i mutahharanın evamirini Frengi ve emraz-ı efrenciyyenin kaffesinden kurtulmak ancak zinayı men’ etmekle kabildir. Makam-ı Hilafet ve hükumetin vazifesi budur. Abdullah Cevdet Bey makamat-ı aliyyenin bu işle meşgul olmaması iktiza ettiğini söylüyor. Demek istiyor ki Şeyhülislam Efendi hazretleriyle evkaf nazır-ı muhtereminin Ali Rıza Paşa hazretlerinin ve bu babda Meclis-i Vükela’da beyan-ı mütalaatta bulunan diğer zevat-ı kiramın bu sakım ve vahim tedabire karşı i’tirazları na-becadır. Halbuki Abdullah Cevdet Bey aldanıyor. İhtisas namı altında fesadın olacağı pek bedihidir. Bizim badi-i tehayyürümüz olan cihet liyakatsizliğini kendi diliyle ve ef’aliyle takrir eyleyen bu gibi me’murların erbab-ı ehliyet ve istihkak ile şı bundan bed-ter bir küfran olmaz. Haysiyet-i İslamiyyeyi eden na-ehillerin bu hükumet-i İslamiyye’de bir istinadgah bulmaları ağrebdir. Her halde makam-ı Hilafet-i seniyye ve hükumet-i İslamiyyemiz bu hususatı kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı i’tibara alarak umur-ı sıhhiyyemizi erbab-ı liyakate tevcih etmesini ve bu gibi namus-şiken muzır tedabirin hemen önünü almasını bekleriz. Memleketin en mühim mesail-i hayatiyyesine varıncaya kadar bütün hadisatı la-kayd bir nazar-ı istihfaf ile telakkı i’tiyadında bulunan Akşam gazetesi bu mes’ele hakkında da birkaç müstehzi cümle ile vazife-i irşadiyyesini kısm-ı a’zamının Fatih civarında ikamet ettiklerini kayd eden ve Sebilürreşad düşüncesine sellemehü’s-selam bir taassub düşüncesi hükmünü veren Akşam gazetesi muharrirlerinden kısm-ı a’zamının Beyoğlu civarında ikamet buyurduklarını ve bu gibi mesail ve hususatta tabiatiyle mübalatsız bulunacaklarını elbette takdir etmeyecek kadar nezaketsizlik gösterecek değiliz. Bununla beraber hayat-ı memlekete tealluk eden bu gibi mesail-i hatirede olsun bu kadar istihfafkarane beyan-ı mütalaatta bulunulmasına hayret etmekten yine kendimizi alamadık… [HIRISTIYANLIK VE CEM’IYET-I AKVAM] TÜRK ARAP KÜRD Saltanat-ı Osmaniyyeyi teşkil eden erkan-ı esasiyye bu üç ümmet-i İslamiyyedir. Aynı din ile mütedeyyin aynı his ile mütehassis; siyasi iktisadi her türlü menfaatte müşterek el-hasıl gerek bu aleme aid gerekse ahirete müteallık ne varsa hepsinde müttehid olan bu akvam-ı lunmaması kadar tabii bir şey yoktur. Bunların arasında uhuvvet fikri o derece hakimdir ki “Tehalüf-i menafi’” veyahud “mutalebe-i hukuk” namı altında bir mücadele kat’iyyen vuku’ bulmaz. Muhit-i İslam her kavmin rek ve bu münkeşif kabiliyetleri ahenkleştirerek hepsini bir gayeye hadim eyler. Binaenaleyh her bir kavmin kabiliyeti diğer kavmin kabiliyetini ikmal ve te’yid eder. Ve bunların hepsinden öyle bir küll-i mümtezic teşekkül eyler ki bunu ayırmak kabil değildir. Medeniyet-i İslamiyye iftirak ve inkısamı gayr-i kabil bu küllün eseridir. Saltanat-ı Osmaniyyeyi teşkil eden erkan-ı esasiyye de böyledir. Türk Arap Kürd bu küllün na-kabil-i inkısam eczasıdır. Türk Arap Kürd milliyeti yoktur. Bunların ve sair akvam-ı İslamiyyenin milliyeti birdir. O da İslam! Müslümanlık akvam-ı İslamiyye arasından kavmiyetin dalaletlerini hurafelerini taassublarını ve hod-kamlıklarını sakin ve her hangi kavmine mensub olursa olsun bir müslüman mesela sahabe-i kiramdan Selman-ı Farisi Süheyb-i Rumi ve Halid bin el-Velid’i zerre kadar tefrik etmez hepsini aynı derecede ta’zim ve tebcil eder. Birisinin Acem diğerinin Rum ötekinin Arap olmasından dolayı birine karşı daha fazla temayül daha fazla hürmet göstermek hiçbir vakit aklına gelmez her birinin kadrini Müslümanlığa ne derece hizmet etmişse o derece i’ladan başka bir şeyi düşünmez. Yine bir müslüman Hazret-i Ömer’i benimsediği kadar Salahaddin-i Eyyubi’yi ve Sultan Selim-i Evveli benimser. Birisinin Arap diğerinin Kürd ötekinin Türk olduğu hatırına gelmez. Bunların hepsi onundur. Bunların her birisine mertebesine göre hürmet eder. Bunların her birisi eseri derecesinde ruhunu tehyic eder. Dün bu nasıl böyle idiyse el-an da öyledir ve daima öyle kalacaktır. Bugün Osmanlı Devleti’nin zimam-ı idaresi bir Arap sadrazamının elinde yarın bir Türk’ün bir Kürd’ün veya bir Arnavud’un uhdesinde bulunur. Bunun böyle olmasında calib-i dikkat bir şey yoktur. Çünkü hepsi de birdir. Hepsi de müslümandır. Ve müslümanların her hususu da böyledir. Müslümanlar arasında hakim ve mahkum galib ve mağlub hiçbir millet hiçbir ferd yoktur. Hepsi de aynı hukuktan müstefid ve aynı vezaifle mükellef olurlar. Hakıkat işte bundan ibarettir! Hiçbir kimse hiçbir hadise hiçbir tazyik bu hakıkat-i kat’iyyeyi bu hakıkat-i ebediyyeyi ne tahrif edebilir ne tekzib ve tehvin! Böyle olmakla beraber son zamanlarda bu hakıkate tekrar hücum olunduğu görüyoruz. Vakıa bu hakıkate hücum edenler onu takdir edebilmek iktidarını haiz kimseler değildir. Ve binaenaleyh hücumlarının semeredar olamayacağından agah olmamakta ve nail-i menfaat olmak ümidiyle boş yere fedakarlık etmekte iseler de bizim bu hakıkati i’lan ve izah etmemiz ehl-i İslam için bu hakıkatin la-yetegayyer olduğunu bütün aleme bilhassa sulh konferansına ariz ve amik anlatmamız iktiza ederdi. Maalesef ne matbuatımız bu hakıkati anlatmak gayretinde bulundu ne de sulh konferansına giden ricalimiz onu anlatabildi! Kürdler namına söz söylemeye salahiyetdar olmadığımız gibi sözler sahaif-i matbuatta görüldüğü gibi Dörtler Meclisi’nin muhtıramıza verdiği cevabda mağlubiyetimizden dolayı idaremiz altında bulunan akvamın ta’yin-i mukadderatı galiblere teveccüh ettiği beyan olundu. Evet biz hakıkaten mağlub olduk. Bunu i’tiraf etmemek elde değildir. Mağlubiyetin cezasını çekmek galibiyete ser-füru etmek mevkiindeyiz. Bunların hepsi doğru. bu doğru değil. Murahhaslarımızın muvaffakiyetsizliği de bu noktanın izahını noksan bırakmalarındadır. Bundan dolayıdır ki “ Tan ” gazetesi Temmuz tarihli nüshasında murahhaslarımızın avdeti münasebetiyle yazdığı makalede ber-vech-i ati beyan-ı mütalaa ediyor: “ senesinden beri müslümanların ekseriyette bulundukları eyalattan ibaret küçülmüş bir hükumet haline gelen Osmanlı İmparatorluğu son harb esnasında iki kısma ayrılmıştı ki bir tarafda hükumet-i Osmaniyyenin artık siyasi ve askeri hiçbir hüküm ve nüfuz icra edemediği ve müslümanların garb nüfuzundan tamamıyla azade olarak kendi reis-i dinilerini intihabda serbest olmaları lazım gelen Arap ülkeleri vardır. Diğer tarafdan ise bir Türk Kürd ekseriyeti ile meskun havali vardır. Tabiidir ki bu ekseriyet Kürdlerin Türkler ile beraber yaşamak arzusunu olmaları pek müsteb’ad değildir.” Tan’ın bu sözlerinden pek vazıh olarak anlaşılıyor ki Araplar hakkında sarf olunan sözlerin Kürdler hakkında sarf edilmemesine en mühim sebeb Kürdlerin sakin olduğu vilayatın harb esnasında işgal-i askeri altına alınmamasıdır. Bir de Tan’ın ta’biriyle Arapların hükumet-i Osmaniyyenin nüfuz-ı siyasi ve askerisinden azade olması düvel-i mü’telifenin Suriye ve Irak’ı işgal-i askeri altına almasından münbaisdir ki oralarda olsa olsa düvel-i mü’telifenin nüfuz-ı siyasi ve askerisi bulunabilir. Halbuki hükumet-i Osmaniyyenin bu yerlerde öyle mütehakkim nüfuz-ı askeri ve siyasisi yoktu. Her hangi hükumetin öz vatanında cari olan nüfuzu vardı. Ve bundan dolayıdır ki Tan’ın zannettiği gibi bu nüfuz duçar-ı inkıta’ olmamıştır. Bugün bu nüfuz maddeten devam etmiyor. Fakat ma’nen daimdir. Hükumet-i Osmaniyye Türk hükumeti demek değil ki ecnebilerin bir yere girmesiyle nüfuzu hitama ersin. Hükumet-i Osmaniyye demek vatan-ı Osmaniyyenin hükumeti demektir. Ve bu hükumeti teşkil ve te’yid eden Arap Türk ve Kürd’dür. Hatta diğer anasır da. Binaenaleyh Arap ülkeleri işgal-i ecnebiye duçar olmakla kendi öz hükumetinden ayrılmış bil-mecburiyye hükumetinden cüda düşmüş bulunuyor. Nitekim bundan otuz yedi sene mukaddem cism-i devletten ayrılan bir ülkede de bu kadar senelerin geçmesine rağmen oranın ahalisi hep kendi hükumetlerine yani hükumet-i Osmaniyyeye kavuşmak emelini beslemektedirler. Bu pek tabii his yukarıdan beri tesbit ettiğimiz hakıkatin tecelliyat-ı ulviyyesidir. Mecburi ayrılmalar hep bu hissi takviye ediyor. Mesela Mısır Müslümanlık’la müşerref olduktan sonra sene-i Hicriyyesi’ne kadar teakub eden düvel-i Devlet-i Toluniyye Devlet-i Ihşidiyye Devlet-i Fatımiyye Devlet-i Eyyubiye Memalik Devleti Devlet-i Osmaniyye Napolyon Bonapart’ın hamlesine ma’ruz kaldı. Ondan sonra İngiltere tarafından işgal edildi. Bu bin üç yüz senelik her gününü Mısır müstakil olarak Binaenaleyh bir devlet-i İslamiyye olsun da müessisleri sa olsun müslümanlar o devletin zir-i idaresinde hür ve müstakil yaşarlar. Akvam-ı İslamiyye birbirinin hürriyetini te’yid istiklalini te’min ederler ve hep bir yaşarlar. Tan gazetesi daha ileri giderek Arapların garb nüfuzundan tamamıyla azade olarak reis-i dinilerini intihabda serbest olmaları lazım geldiğini beyan ediyor. Müslümanların reis-i dinisi Halife-i İslam’dır. Bütün müslümanların halifesi birdir. Hilafet taaddüd etmez. Halife-i bundan böyle bizim en mühim vazifemiz bu mes’eleyi tenvir ile Avrupa’ya anlatmaya gece gündüz çalışmaktır. Evet herkes bilmelidir ki saltanat-ı İslamiyye’nin kuvvetine bir zaman için zaaf ve tezelzül tari olabilir; fakat onun bütün ehl-i İslam’ın kalbinde yaşayan hakimiyeti ebed-devamdır! En muğlak mebahis-i ilmiyyeyi müstesna bir irfanla tedkık anlaşılması en müşkil mesaili selis ve mukni’ bir tafa Sabri Efendi hazretlerinin ahiran “ Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi” ünvanı altında pek kıymetdar bir eser-i fazılaneleri intişar eylemiştir. Rusya müslümanları arasında pek ziyade iştihar eden; son zamanlarda ismi memleketimizde de dini müceddidler sırasında zikr edilmeye başlayan Kazanlı Musa Bigiyef Efendi’nin “Rahmet-i İlahiyye Bürhanları” namındaki eseri hakkında intikadatı havi olan bu kıymetdar kitabın vasi’ bir irfan ve tetebbu’ mahsulü olduğu daha ilk nazarda tecelli ediyor. Müellif-i faziletperver mukaddimede kari’lerini irşad teşrih ettikten sonra hulud ve mağfiret gibi muğlak noktaları hayret-bahş bir kuvvet ile izah eylemiştir. Rahmet ayetlerinin teşrihinde vasi’ bir irfanın ne ulvi tecelliyat ve vakur bir ifade ile ne suretle intikad edileceğinin bir şah-eseri olan bu kıymetdar kitapta Musa Bigiyef Efendi’nin asar-ı ilmiyyeleriyle değil yalnız alem-i İslam’da belki bütün cihan-ı irfanda pek büyük bir mevki’-i ihtiram kazanmış olan eslaf-ı izam hakkındaki ta’rizlerinin haksızlığı meydana konulmuş ahlafın eslafa karşı medyun olması iktiza eden asar-ı minnetdari bir hiss-i necibane Pek çok hakaik-ı diniyyeyi ihtiva eden bu kıymetdar eseri kari’lerimize ehemmiyetle tavsiye ederken müellif-i muhtereminin de bu gibi müellefat-ı diniyye ile alem-i uluhiyyetten niyaz eyleriz. Hukuk Matbaası’nda basılmıştır Eşref Edib Şeyhülislam Efendi hazretlerinin ahiren intişar eden Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi ünvanlı eser-i fazılanelerinin hatimesidir: Son zamanlarda alel-umum müslümanların maddiyatını zebun eden Avrupa terakkiyat-ı medeniyyesi bir çok mütefekkirinimizin ma’neviyatında da tahribat icra etmiş olduğu için münazırım da fikrindeki hürriyete ve zatındaki ulüvv-i himmete rağmen bu maraz-ı sarinin te’sirinden azade kalamamıştır. Yani Avrupa’nın terakkiyat-ı hazırası o derece gözünü doldurmuş ki nev’anma kudret ve azamet-i ilahiyyeyi unutturmuştur kavi ve müterakkı gördüğü Avrupalıları bizim ile ölçmekten hatırında kalan hiss-i i’zam kudret-i ilahiyye ile ölçerken de muhakemesi üzerinde hakim olmaktan hali kalmamıştır. Bu halin te’siri münazırımın üçüncü da’vasına kadar kendini gösteriyor. Öyle ya demiş: Her yerde sefil ve düşkün bir halde bulunan müslümanların dini hak olsun da şa’şaa-i terakkiyatıyla gözleri kamaştıran milletlerin dini ve hatta dinsizliğe de şamil olan ictihad ve i’tikadı hak olmasın bu ne kadar garib ve ma’kus bir şey! Zavallı ve ma’sum Müslümanlık! Mensubininin acz ü zilletiyle yine sen mi itham ve muaheze olunuyorsun? Ve biz duygusuz ve hayırsız müslümanlar! Kusurumuzun cezasını dünyada çektiğimiz sefaletle geçirmiş olabilseydik de hal-i esef-iştimalimizle Din-i İslam’a hatta kendi aramızdan söz getirmekte olduğumuzun cezasını da ahirette ayrıca çekmeseydik. Beri tarafda ey içimizden halaskar kisvesine bürünerek meydana çıkan cesaretli gafiller! Müslümanların kendilerini ıslah ve i’laya gücünüz yetişmediği için vazife-i asliyyenizdeki aczinizin intikamını Din-i İslam’dan mı almak istiyorsunuz? mısdak-ı celilince müslümanların terakkılerine fazla müslümanlıkları taassubları mani’ oluyor zu’m u zehabında bulunan sizlere te’min ederim ki bugünkü müslümanların Müslümanlık’daki tedennileri dünyaca olan tedennilerinden kat kat ziyadedir. Ne olurdu hastalığın esbabını biraz da bu cihetlerde arasaydınız. Müslümanların sukut ve inhitatını en ali ve en mükemmel bir dine varis oldukları halde muktezasınca hareket etmemek veyahud o şeh-rah-ı hidayetten öteye beriye sapmak suretiyle kadrini bilmemelerinin cezasına atf edemez misiniz? İnsanlık nazarında bir fazilet-i müktesebe olamamak i’tibarıyla yekdiğerinden fark ve imtiyazı haiz olmayan milliyetlerle aynı topraktan ibaret bulunan vatan his ve gayreti lazım ve mukaddes tanındığı halde din hissi din gayreti din bozmadan adam edilmeleri çaresine bakmakla kendinizi mükellef görmüyorsunuz? İbtida Müslümanlığı müslümanlardan güzelce tefrik ettikten sonra Müslümanlığın değil de müslümanların evc-i balasına uzanamayarak Başmuharrir uzaktan bakmakla iktifa ettiğine sizin kadar müteessif olduğum o terakkiyat-ı medeniyyenin o asar-ı bedia-i beşeriyyenin fakat Allah’a tealluk eden mesail karşısında ne kadar kıymet ve ehemmiyeti vardır ki onun cazibesinin verdiği kuvvet ve cür’etle Allah’ın dini üzerinde koşmaca oynamaya kalkışıyorsunuz. O derece şaşırmayınız beşer ne kadar kuvvet bulsa Allah nazarındaki hak ve batılı alt üst edecek bir inkılab vücuda getirmek eden ecramdan bir adedi bir aded-i naçizi olan arzın ancak sathının beş on noktasında karınca izi mesabesinde arz-ı vücud eden o asar-ı medeniyyeye nazarınız saplanıp kalmasın! Bir zerre demekse şu semavata göre arz Nisbetle beşer etmelidir kendini yok farz Miskin insan başının içine Allah’ın nasıl koyduğunu henüz anlayamadığı aklı ile bulduğu şimendüferlerini otomobillerini tayyarelerini bin misli sür’ate iblağ etse yine yerinde saymak derecesinde kalan bu gibi vesait yarışmak hevesine mi düşecek? en küçük bir balık yaratmak en büyük bir dretnot yapmaktan ve en adi bir sinek halk etmek en mükemmel bir jeplin icad eylemekten daha san’atlı olduğunu unutmasın. – el-Hac– Sonra bir pirenin bir fil üzerine yapışmakla fili benimsemesi kabilinden dersek aradaki farkı tamamen göstermiş olamayacağımız surette beşer asar-ı mevcudiyetiyle tutunmak istediği kürede ne kadar alaka peyda edebilmiştir. Cirmi nedir müddeti nedir hayatı nedir ve nasıl bir pamuk ipliğine bağlıdır? Kainata tevcih edilen umumi bir nazar en azim en müteazzım bir adama en küçük bir mikrop kadar mevcudiyet hissesi ayırmaz en şevketli bir hükumete bir santimetre murabbaı yer vermez. Müddeti bir demden hayatı bir nefesden ibaret olan insan henüz hal-i hayatında iken bile ale’t-tevali yirmi dört saat dünya ile alakasını muhafaza edemeyerek her gün servetinden asarından ilminden; iktidarından ayrılmak ve saatlerce başka bir aleme teslim-i nefs eylemek mecburiyetindedir. – Nebe’– … Şimdiye kadar Avrupa’nın terakkiyat-ı maddiyyesine bizi teşvik eden müceddidlerimizin bir kısmı adeta: “Herifler dünyalarını ma’mur etmişler bizim buna gücümüz yetmiyor yani dünyamızı ma’mur edemiyoruz bari ahiretimizi harab edelim” ma’nasını andıran bir tarik-i na-hemvar üzerine bizi teşvik etmişlerdir. Benim fikrime gelince: Bugünkü müslümanların esbab-ı sefalet ve inkirazını tedkık maksadıyla ve mevzuu mesail-i ictima‘iyyeye aid olmak üzere yazmadığım ve belki sırf dini ve ilmi bir mes’elenin münazırım tarafından kabul edilen tarik-i meşru’ ve mansusu dairesinde mütalaa yürütmek üzere kaleme aldığım şu eserimin yalnız bir noktasında husule gelen sevk-i kelamı tatmin için şu kadar söylerim ki: Ben müslümanların maddeten ve ahlaken ve buna çare-saz olacak intibah ve teceddüd yollarının önüne sed çekmek isteyenlerden değilim. Ancak buna çare olacak diye açıktan veya gizliden Din-i İslam’ın tahrib veya tahrifine lüzum gösterilirse o zaman ben müslümanların bu hal-i sefalette kalmalarını haklarında daha hayırlı görürüm. Ve bu sefaleti de yine hiç olmazsa Din-i karşı bir te’dib-i ilahiye haml ederek müteselli olurum. Ve ben müslümanların mes’ud bir dünya yüzüne çıkmasını samim-i vicdanımla arzu eylediğim halde dinimizin üzerine basarak erişebileceğimiz yüksek dünyamıza la’net ederim. Biz o yüksek dünyaya çıktığımız zaman lunmalıdır. Hem bu suretle hareket edersek yükseleceğimiz yere çıkarken bizliğimizi de beraber götürmüş olacağımız cihetle muvaffakiyet daha ziyade kat’idir. Aksini yaparsak daha i’tila hareketinde melezleşmiş olan bizler çıkacağımız noktaya vasıl olmadan kuvvetimizi zayi’ etmiş olacağımız gibi farz-ı muhal olarak şahika-i emele yükselmek mümkün olsa bile o yüksekler artık biz değil bizden tenasüh etmiş başkalarıdır. Bize yabancı olan o mahlukların dünyaca saadetlerine çalışmak borcumuz olmadığı gibi ahiretçe mes’uliyetlerine iştirak etmek de hiç işimize gelmez. Yine ben şimdiki ulema-i İslam mevkiinde bulunanlardan bir çoklarının bu ünvan ile münasebetleri olmadığını ve en muktedirlerinin de ilmen ve fikren ve hissen kifayetsiz bir derecede bulunduğunu tasdik ederim. Fakat benim gibi işte o kifayetsizlerden biri olan Musa Bigiyef Efendi’nin veya başkalarının vaktiyle ilm-i kelam ilm-i fıkhı vaz’ ve tedvin eden ulema-i İslam’ın mevki’-i bülendlerine hakaretler fırlatmaya kalkışmalarını kat’iyyen tecviz etmem. Onlar içinde bulundukları asrın ihtiyacat-ı kudret-i ilmiyyenin; hiss-i vazifenin onda biri bizde bulunsaydı belki biz de Din-i İslam’ın “garib” kaldığı bir zamanda bir parça yüzünü güldürebilirdik. Bizim gibi. Bu dinin uleması idadında bulunmaya layık olmayan zavallıları görüp de tarih-i İslam’ın kılıcı ile nam bırakan eazımdan binlerce daha fazla ulemaya malik olduğunu unutmamalı ve hele kifayetsizliğine yani noksan-ı ilmine fıkdan-ı terbiyyesi munzam olmaktan başka bizden farkı olmayan Musa Efendi gibilerin sözlerine bakıp da eslaf-ı ulemamız hakkında yanlış fikirlere zahib olmamalı Allah’dan korkmalı ve ilim ve din huzurunda utanmalıdır. Yeni yetişen müslüman çocukları sürü sürü Avrupa ulema ve hükemasının isimlerini menakıb-ı şöhretlerini hafızalarında taşıyorlar. Bu hal kafi gelmiyormuş gibi üstelik bir de ulema-i İslam’ın bazı hatırlarda kalan bakaya-yı namını kazıyıp çıkarmak için mezemmetlerini kendilerine adeta meslek edinenler ve bunu da guya Din-i İslam’a hizmet şeklinde gösterenler bulunuyor! Hayır hayır… Eslaf-ı kiramın hizmetleri ulüvv-i himmetleri had-na-şinas ahlafın takdirine arz-ı ihtiyac derecesinden mütealidir. Lakin müslümanlar arasında ulum-ı İslamiyye mebahisinde herkese istediğini söylemek ve belki bu ilimleri okumadan bilmek hakkı verildiği ve yine bu ilimlere mahsus olmak üzere hata ile savabın farkı aranılmadığı bir zamanda kütüphanelerin elden gelmez ki sahiblerinin sükuta mahkumiyetleri cihetiyle müdafaadan mahrum kalmış olan mücelledat-ı ilmiyyeyi çıkarsın da ortaya saçsın! Hicab etsin tabiat yerde kalmış kabiliyyetten Evet o büyük eslafın verese-i ulumu makamında bulunan şimdikiler acz ü fütur içinde puyan ve her türlü levm-i laime şayandırlar. Bununla beraber ilm-i dine tarik-i mahsus-ı fennisinden intisab etmeyen veyahud dini sırf dünyevi ve ictima‘i bir mes’ele halinde tahlile kalkışan müceddidlerin Din-i İslam hakkındaki zarar ve hasarı işte bu kifayetsiz ulemadan fazladır. Bunu tarih-i kısmen göstermiştir bile! Çünkü evvela bu müceddidlerin dinimizin hakıkaten dostu veya düşmanı olduklarını ta’yin edememekte ma’zuruz. Bunlar daha sarih bir çehre Dinin vaad eylediği ni’met halık-ı yegane olan Cenab-ı Allah’ın her türlü ni’metine na-mütenahi ni’metlere şamildir müslüman vezaif-i diniyyesi hem niam-i dünyeviyyenin ve hem niam-i uhreviyyenin tarikı sebebidir. Nusus-ı diniyyede bunu takyid ettirecek bir şey görülmediği halde ta’mim ettirecek bir çok edille vardır. Ez-cümle müslümanların her namazın nihayetinde dua olarak okumaları mu’tad olan ayet-i kerimesi hem dünyevi ve hem uhrevi metalibi ta’lim buyuruyor. ayet-i kerimesinde yalnız hars-i dünyevi kasd edenlerin nail-i emel olacaklarını ve lakin ahiretten nasibedar olamayacaklarını beyandan sonra hars-i ahireti kasd edenlerin harsi müzdad olacağını ve zımnında makasıd-ı dünyeviyyelerinin dahi ihsan edileceğini gösteriyor ki bu da dinin her iki ni’meti cami’ olduğunu irae ediyor. Bundan başka gibi inzar ayetleri de hem dünyevi ve hem uhrevi nokta-i nazarları ihtiva ediyor. Bu babda daha bir çok edille-i diniyye iradı mümkündür. Bundan dolayıdır ki Din-i İslam Kur’an-ı azimü’ş-şanı her iki maksadı ihtiva eyleyen bir nazarla ta’kıb etmelidir. Niam-ı ahiret bu alemde insanlar için doğrudan doğruya mümkün olarak kabil-i izah değildir. Niam-i dünyeviyye sebeble Kur’an’da niam-i ilahiyye daha ziyade dünyevi teşkilat ile izah olunmuştur. Ve İslam’da asıl mezmum olan cihet hayat ve niam-ı dünyeviyyeye hasr-ı maksad etmektir. Halbuki bu hasr insanın lehinde değil aleyhindedir çünkü niam-ı faniyye-i dünyeviyye niam-ı bakiyye-i uhreviyyeye nazaran pek cüz’idir. Kur’an hayat-ı dünyeviyyeyi bir çok ayatta tasvir etmiştir. Ez-cümle ayeti hayat-ı dünyanın ta’rifi gibidir ki oyundan eğlenceden tezyinattan insanların birbirleri arasında tefahürden emval ve evladın kesreti bunların nihayet-i ayette nazmıyla ne gibi kıymeti haiz olduğu gösterilmiştir. Fil-hakıka zamanımız insanlarında olduğu gibi mesai-i insaniyyenin bütün hedefi bunlardan ğın ayrı zevki vardır mesai-i insaniyye insanı ebediyetlerde mes’ud edecek kıymetleri haiz medihasına mazhar olacak olan bu mesainin mahall-i icrası ise yine dünyadır. Dünyada asıl hayatın zaruriyyat ve hacatı istikmal olunmadıkça kemalat-ı uhreviyyenin istihsali taht-ı tehlikededir. Fakat dünyayı dünya emeliyle değil beka emeliyle ta’kıb etmelidir ki hem kendisi intizama girsin ve hem nasibe-i ahiretine hizmet eylesin. Maatteessüf müslümanlar edvar-ı ahirelerinde bu hakıkat-i diniyyenin esrarından gafil bulunuyorlar. Kimisi dünyasız ahiret iktisab olunur zannediyor. Kimisi de ahireti tanzim-i dünya için kuru bir vahime gibi telakkı ediyor. Hayat-ı dünyaya kasr-ı nazar nefs-i ferdinin sırf zevkinden eğlencesinden başka bir şey düşünmemek demektir. Halbuki din ve ahiret için çalışmak ciddi ve ebedi gayeler için çalışmayı te’min eyler ki hayat-ı dünyayı idame ettirebilen de böyle çalışmalardır. Bu hikmete mebnidir ki hayat-ı şahsiyye ve ictimaiye-i ye uğraşmak insanları zühd-i mutlaka da’vet eylemek men tecrid ederek sırf ruhani bir mahluk gibi yaşatmaya çalışmak İslam’da mergub değildir. Beden-i insaninin taşıdığı bil-cümle a’zanın her birinde fıtri birer gaye birer ma hulaka-leh mutasavverdir. Her işte her uzvu bu gayede ve ma hulaka-lehinde kullanabilmek ubudiyetin budur. Esas zühd de budur. Yine şübhe etmiyorum ki ağzım mevcudiyetime lazım olan mevadd-ı gıdaiyye ve şifaiyyenin medhali veya bazı i’malat-ı ruhiyyenin lisan-ı beyan dediğimiz bir keyfiyetine mahreci olmak içindir. Ben onu hiçbir vazife için kullanmamaya azm edersem zulüm eylemiş olurum ve aynı zamanda bir muhal taleb etmiş bulunurum. Bununla beraber ben bunu su’-i mak yerine tütün ve saire gibi meşrubat-ı muzırraya da kullanabilirim. Ve şübhesiz hata ediyorum. Bunun için Din-i İslam’da her uzvun ma hulaka-lehi ta’yin olunmuş ve o uzvun o gayede isti’mali meşru’ ve hatta ibadet ma’nasını bile tazammun eylemiştir. İşte tenasül kasdıyla nikahın mergub olması ve ma’na-yı ibadeti mutazammın bulunması bundandır. Zinanın haram olması kasd-ı tenasüle hadim olamayıp sırf zevk ve eğlence kabilinden olmasından ve bununla beraber kabil-i intizam olamayacağından ve la-yuhsa mehaziri müştemil bulunmasından neş’et ediyor. Demek oluyor ki insan bu havaic-i cismaniyyesini de istifa etmeli ve bunlarda da ibadet ma’nası bulunabilmeli ve ancak bu istifa yalnız gaye-i asliyyesine müteveccih olarak ve o niyetle yapılmalıdır. Bir hadis-i şerifde buyurulması Kur’an’da zalim-i nefs olan kimselerin zem olunması İslam’ın bu ruhunu irae eyler. Binaenaleyh Din-i İslam’da zühd ve vera’ın ma’nası ta’zib-i nefs değil ta’dil-i nefsdir ve nefsi balada beyan olunan hayat-ı dünyaya esaretten kurtarıp bütün mevcudiyeti ma hulaka-lehinde kullanabilmek cak makasıd-ı ebediyyeye tevcihe muvaffak olmaktır. Balada ma’na-yı ammı beyan ederken vicdan ve i’tikad-ı İslamiyyenin hakperestlik ruhuna raci’ olduğunu beyan etmiş dahi bu vicdanı daha feyyaz bir hassa-i mühimme ile kayd ediyor ki o da istikamettir. Fil-hakıka bütün hakaikın mebde’ ve merci’-i hakıkısi olan Cenab-ı Allah’ın vahdaniyetine iman ile ona inkıyad ve i’tikadından ruhundan doğacak olan vicdan bütün ma’lumat ve efkarı temayülat ve ihtisasat-ı nefsiyye nokta-i nazarından haiz oldukları hakıkı ve nefsü’l-emri kıymetlerle ölçüp takdir edebilmek demek olan vicdan-ı hak-şinas ve bu vicdanın bütün harekatta akval ve ef’al-i insaniyyenin hepsinde ferdi ve ictima‘i cemi’-i halatta tecelli ve tezahürünü te’min demek olan istikamet seciye-i ahlakıyyesidir. Bundan dolayıdır ki iman ile istikamet Din-i dendir. Nitekim bir A’rabi Cenab-ı Risalet-meab Efendimizin huzur-ı risaletlerine gelerek “Ya Resulallah dini bana bir ta’rif et ki ba’dema kimseye sormak ihtiyacında bulunmayayım” dediği zaman Hazret-i Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz yani “Allah’a inandım de sonra istikameti ta’kıb et” buyurmuşlardı. Anlaşılıyor ki Cenab-ı Allah’a imanı yalnız kalpte saklamayıp lisanen ikrar ile i’lan eyledikten sonra her hususda istikamet Din-i İslam’ı telhis eden en mühim bir hasisadır. Bunu Kur’an-ı azimü’ş-şan bir hayli ayatta tasrih ve tervic ediyor. Ve dine terettüb edecek bütün mevahib-i ilahiyyenin istikamete terettübünü gösteriyor. Ez-cümle Sure-i Secde’de şeklinde yazılmıştır. ve Sure-i Ahkaf’da ayetleri istikametin hayat ve ve bunun evvela Cenab-ı Allah’a imandan ve o imanı kavlen izhardan bed’ edebileceğini pek güzel ifham ediyorlar. Cenab-ı Allah kullarına bizzat veya bil-vasıta bahşedeceği ni’metleri hep birer tarik-ı müstakımden bahşeyler ki bunlara lisan-ı Kur’an’da sünnetullah ıtlak olunmuştur. Bu babda hiç i’vicac ve inhiraf yoktur hatta bunu görenler Cenab-ı Allah’ı mecbur zannetmişler ve vücub ala’llaha kadar gitmişlerdir. Felsefenin icabiyyesi de bundan neş’et eyler. Halbuki bütün bu vücublar Cenab-ı Allah muhtardır. İşte tarik-ı müstakımden gelen niam-ı ilahiyyeyi almak için sarf-ı iradeye muhtac olan Gerek ferdin ve gerek cemaatin niam-i ilahiyyeden ve temenniyat-ı mücerredesi ile hasıl olan i’tibarat ve mevzuat-ı sırfa olamayıp nefsü’l-emri ifade eden bir takım kavanin-i hakıkıyye olabileceği için işte bu kavaninden cidden istifade etmek onların tatbikatında dahi ciddi bir istikamet-i ahlakıyye ta’kıb eylemeye mütevakkıfdır. Lisan-ı İslam’ın ifadesine göre kavanin-i ilahiyye iki nevi’dir: Birisi kavanin ve evamir-i tekviniyyedir ki bunların te’sirat-ı beşeriyye ile tahavvülü meşhud değildir. Diğeri kavanin-i teşriiyyedir ki beşer bunların tatbikini ihmal edebilecek hürriyet ve ihtiyara maliktir. Bununla beraber her iki kanunda beşerin vaz’iyeti vazı’-ı kanun olmak değil nihayet kaşif-i kanun olabilmektir. Lakin kavanin-i teşriiyyenin hükmü beşerin şuur ve iradesine iktiran etmek gibi bir şart ile meşrut bulunduğundan dolayı beşer bu kanunları kendi mevzuatı zannetmek gibi hatalara düşerek sırf mevzuat-ı mücerredesinin musıl-ı niam ve saadet olabileceği zu’muna zahib olmaktan hali kalmamış ve alemde görülen sefalet-i beşeriyyede bu zan ve zu’mun daima büyük te’sirleri meşhud olmakta bulunmuştur. Ve asr-ı ahirde ise bu zu’m pek ileri gitmiş ve hak mefhumunun hala ciddi ve hakıkı bir kıymeti bulunduğu teslim olunamamıştır. İslam evamir-i teşriiyyenin ve ciddi bir esas ile telakkı eylediği için bunları hitabat-ı Bu vech ile bütün kavanin-i tekviniyye ve teşriiyye düstur-ı vahdet ile bir şariin emir ve tedbirine irca’ olunup efrad-ı beşerin hevaiyat ve temayülat-ı muzırrasından husule gelebilecek teşettütat-ı hukuk-şikenaneye meydan vermeyecek bir kanun-ı esasi keşf ve kabul edilmiştir. Beşerin bu kavanine karşı iki nisbeti vardır: Biri nisbet-i vicdaniyye diğeri ise nisbet-i ameliyyedir. Tarik-ı müstakım olan kanuna iman veya ilim ile şuurunu rabt eylemek bir nisbet-i vicdaniyyedir evvela bu nisbette hakka isabet için çalışmak bir istikamettir. Saniyen ef’al ve harekatı bu kanuna tamamen tevfik etmek ve tikamettir. Şu halde istikamet bir insanın zahir ve batını bu meleke-i intibakın bulunması ise istikamet-i ahlakıyye tesmiye olunur ki bütün fezail-i beşeriyyenin menbaıdır. büyük olup tatbiki bütün kavaninin tatbikine muvaffakiyet denebilecek derecede şümullü ve bundan dolayı pek kuvvetli bir iradeye pek metanetli istitaat-ı ruhiyye ve bedeniyyeye mütevakkıf olduğundan Cenab-ı Allah bunun kabiliyet-i tatbikiyyesini isbat için Fahr-i Risalet Efendimiz hazretlerine istikametle emri bit-tahsis te’kid buyurmuştur. ’inci maddede: “Nafaka cinsinden mal terk etmediği halde tegayyüb eden bir kimsenin zevcesi hakime bil-müracaa tefrikini taleb etse hakim o kimse hakkında icra-yı tahkıkat eyler. Nerede olduğuna ve hayat ve mematına dair haber alınmasından yeis hasıl olursa yeis tarihinden i’tibaren dört sene te’cil eyler. İşbu müddet zarfında haber alınamadığı ve zevce talebinde musır bulunduğu halde tarafeyni tefrik eder. Eğer zevc muharebede gaybubet etmiş ne avdetinden i’tibaren bir sene mürur eyledikten sonra tefrike hükmeder. Her iki halde zevce hüküm tarihinden Denilmiş. Mezheb-i Hanefi ve Şafii’ye muhalif olup layihada zikr olunduğuna göre Mezheb-i Maliki’den alınmıştır. Mezheplerimiz nikahın mahfuziyeti esasına müstenid ise de zevcenin hukukunu asla nazar-ı i’tibara almamakta imiş. İmam Malik’in zevceler hakkındaki re’yi zamanın efkar ve icabatına muvafık görülmüş. Halbuki nikahın mahfuziyeti zevc ile beraber zevcenin de maslahatını tazammun eder. Ve böyle ahad-ı tarafeynin hukukunu nazar-ı i’tibara almak mezheplerin vazifesi ve eimmenin salahiyetleri dairesinde değildir. Çünkü ahkamı onlar kendileri icad etmiyorlar. Edille-i şer’iyyeye nazar ederek hükm-i Rabbani ne ise onu fehm ü beyan etmeye bezl-i cehd ediyorlar. Mezhebimiz Ali el-Murtaza ve Abdullah bin Mes’ud radiyallahu anhümadan me’huz ve müntakil olup Kitabullah ve sünnet-i nebeviyyenin ıtlakat ve umumatına müsteniddir. Zaman-ı Peygamberide böyle bir te’cil ve tefrik vakı’ olmadı. İbtida Ömer el-Faruk radiyallahu anh zamanında bir mefkudun zevcesine dört sene mürur ettikten sonra iddet-i vefat ile emr olunup ba’dehu izdivacın tecviz olunduğuna dair bir rivayet var. İmam Malik ve Ahmed onunla ahz ve temessük eylemişlerdir. Lakin kadın izdivac ettikten sonra evvelki zevci gelmiş ve isterse kadın kendinin zevcesi olduğuna hükm edilmiş olduğu tamam-ı rivayettendir. Binaenaleyh Hidaye ve şüruhunda “Ömer radiyallahu anh kavl-i evvelinden rücu’ etti. Adem-i tefrik üzerine asl ihtilaf vukuunda isbat eylemek İmam Faruk evvelce şu dört senenin müruru mefkud hayatta olsa bile tefrite sebeb olur re’yinde bulunmuş da o vechile hükmetmiş demek değildir. Çünkü öyle olsa kadına iddet-i vefatla değil eb’ad-i eceleyn ile emr olunmak lazım gelirdi. Yalnız iddet-i vefat ile emr olunması çölde gaib olan o kimsenin ahval-i hususiyyesine nazaran mevtine karine velden rücu’ o istidlalin irtifa’dan kinaye olup her halde hükm-i mes’elede icmaın zahir olduğunu beyandır. Mefkudun zevcesi hakkında hadis-i şerifi de var Sünen-i Darekutni’de muhrecdir. Te’cil ve tefrik hiçbir mezhebde mahiyet-i kat’iyyeyi haiz olmayıp kadın iddet-i vefat bekledikten ve zevc-i ahara vardıktan sonra kable’d-duhul zevc-i evvel zuhur etse onun olduğu müttefekun-aleyhdir. Ancak ba’de’dduhul gelecek olursa İmam Malik: “Artık alamaz” demiş. mefkudun çölde yahud denizde gaib olması gibi vefatına delalet eden ahvale münhasır olduğuna ve binaenaleyh malının da taksim olunacağına da kail olmuş. Bir tarafdan hay i’tibar olunarak malı vereseden saklamak ve bir tarafdan zevcesine iddet-i vefat ve ondan sonra izdivac ile ifta eylemek hususlarının cem’i sahih olmayacağını nazar-ı dikkate almıştır. Nazarında musib olduğu da aşikar olup ancak bu gibi mevazi’de mefkud olanların her hangisi için olsa dört sene te’cile hacet olamayacağı gibi yakın uzak her ne de olsa mevtine kanaat şeklindedir. ed-Darekutni gelir. Mezheb-i sahih-i Hanefi de budur. Layihada zikr olunduğu üzere her halde mefkudun doksanı bulması aranmaz. Doksan sinniyle tahdid ehl-i tahricden bazı ulemanın kavlinde vakı’ olmuş ve içlerinden yetmiş ve altmış hatta otuz sene de kafi olur diyenler bulunmuştur. Maksad mefkudun vefatına kanaat-i tamme husulüdür. Eimmemizden zahirü’r-rivayede sabit olan hiçbir müddet ta’yin olunmaksızın inkıraz-ı akranın nazar-ı i’tibara alınacağının zikr olunmasıdır. Bu da karain-i saire bulunmadığı halde son delil olacağındandır. Ve illa her şahsın ahval-i sıhhiyesi ve şan ve mevkii gibi bulunduğu ve tagayyüb ettiği mevziin kurb ve bu’du gibi umurun hep layıkıyla teemmül olunarak kanaat-ı matlube husulünde değil dört sene daha az bir müddetin de kifayet edeceği kütüb-i fıkhiyyemizde mebsut ve musarrahdır. Cihet-i mevti tercih eder esbab bulunmadığı surette mefkudun inkıraz-ı akranı beklemek Mezheb-i Hanefi ve Şafii’ye muhtas olmayıp Hanbeli ve Maliki mezheplerinde de vardır. Mezheb-i Maliki’de esir olsun olmasın selamet galib olan ahvalde bilad-ı ecnebiyyede mefkud olanların gerek malları ve gerek zevceleri hakkında bir hüküm verebilmek için yetmiş ve ala kavlin seksen yaşını bulmaları şarttır. Bu da Layiha Komisyonu’nun zannettikleri gibi esir olmayanların esir addolunduklarından ve zevcelerinin hukukuna i’tibar olunmayacağından değil orada bulunanların hayat ve mematının memleketimizdekilerin ahvali gibi fahs ve tahkıki hükkamın makduru olamayacağı her zaman için aşikar olduğundandır. Mezheb-i Maliki’nin münferid olduğu te’cil ve tefrik hükmü bilad-ı İslamiyye’de mefkud olanlara mahsusdur. Binaenaleyh bu madde ona da muvafık olmayıp bilad-ı ecnebiyyede mefkud olanlara teşmili icmaa muhalifdir. Bilad-ı İslamiyye’de yahud matlub olan tahkıkata kabiliyeti olan havze-i hükumet-i Osmaniyye’de mefkud olanlara maksur olsa da bu re’yin kabulünü müberhen ve muallel olan mezheb-i cumhurun terkini muktezi yoktur. Zamanın efkar ve icabatına muvafık demek esbab-ı tercihden değildir. Mezheb-i cumhuru mu’tekid olan hükkam için onunla hükmeylemek meşru’ olmaz. Hassaten onun ma’mulün-bih olması emr olunduğu surette gerçi hilafında ma’zul olup kendi mezhepleriyle de me’zuniyetleri olmadığından hükm edemezler. Lakin onunla hükm edebilmeleri de la-ekal rıza-yı Bari’ye muhalif olacağı zan ve zehabında bulunmamakla meşruttur. Ve illa icmaen nafiz olmaz. Gaibin hakkı bakıdir. Ve her kim tarafından hükm olunsa ezvac için hayırlı olmadığı gibi bu tefrik öyle zan olunduğu gibi zevcat kat’iyyeti haiz olmadığı gibi her vakit için de şübhelidir. Memleketimizde me’luf olmayıp sekene-i asliyye miyanında Maliki Mezhebi şayi’ ve ma’ruf olmadığından pek garib görülecek. O kadını zevceliğe kabul edecek olan da hemen bulunmayacak. “Zavallı insan diyar-ı gurbette kim bilir ne yapıyor. Vefasız şıllık; beş sene bile bekleyemedi” diyecekler. Hele kendini bilen din ve mezhebiyle mütekayyid olan hayrı me’mul olanlardan hiçbir kimse ona rağbet etmeyecek. Bu tefrik onun dul kalmasına ve o zamana kadar almakta olduğu nafakadan bilahare zevcinin mirasından mahrum olmasına sebeb olacaktır. Komisyon buraları da teemmül etmemişler. Onların avalime nisbeten haiz bulundukları mertebe-i aliyye kendilerinin vaz’ ettikleri hakaik-ı diniyye ve larca alem-i gayba bir mebde’-i ıttıla’ hakıkatini telkın etmektedir. Onlar dünya hayatının ehli değil imiş gibi görünerek şu suretle dünyada da ahiret güruhundan olduklarını gösterdikleri halde hayat-ı uhraya aid elbise iktisa etmemiş yani zahiren libas-ı dünyeviyyeyi giymiş bir halde bulunanlardır. Ondan sonra lisan-ı kudretten sadır olan evamiri ve nezd-i ukulde mestur bulunan şuun ve ahkam-ı Bari’yi telakkı ve istıtla’ ile intak-ı hakka kemal-i temkin ve sebatla devam ederler ki bu suretle ibadın meşiyet-i ilahiyyeye makrun olan i’tikadlarını ıslah ve tahkime saadet-i uhreviyyelerine medhal olmaya salih bulunan yolları te’sis ve takvime takat-ı akıllarının tahammül edeceği ve ihata-i fehmlerinin dur kalamayacağı derecede ahiret hallerini kendilerine tebyin ve tenvire delalet-i kamile ifa eylerler. Bundan başka nasın siretlerini bir hadd-i ma’kul tahtında bulundurarak inan-ı nefslerini istedikleri gibi ıtlak etmemeleri ruh-ı mevcudiyetlerinin bir istikamet-i münevvereye ri saadet ve şekavet-i hallerine vardıran amellerin enva’ ve tarz-ı icrasından kesb-i ilm ü ikan etmeleri için onlara vahiy ve ilham-ı kudretle müeyyed tebligat ve irşadat-ı hayriyyede bulunurlar. Bir halde ki şu alem-i kevnde akıl ve hislerinden mestur olan mesalik ve ahval-i meşruhayı derunlarına icmalen ilka ve takrir etmiş olurlar. A’mal-i lazıme-i beşerin zahir ve batına müteallık külliyatının tealluk ettiği ahkam o vazife-i bahirede dahildir nası ihya eden o eltaf-ı ilahiyyenin asar-ı aliyyesi cümlesinden olarak resullerinin der-miyan ettikleri da’va-yı risalet ve ahkam-ı teşriiyyelerine hüccet-i katıa olan ve kuva-yı beşerin varamayacağı havarıktan bulunan ayat ve mu’cizatı izhar ve iddia ile müddealarını te’yid ve sıdk-ı risaletleri üzerinde kulub-ı ümmetin kanaatini itmam ettikleri ve şu vesait-i ilzamiyye ve ıslahiyye ile canib-i meb’us peygamber oldukları emr-i celidir. Şübhe yoktur ki o Sani’-i Hakim her şeyin hilkatini vech-i ahsen üzere halk ve tensik eylemiş ve kemal-i sun’unu her zerre-i mevcudda ibda’ ve izhar etmiş olduğu gibi hazine-i feyz ü kereminden her zi-ruhun muhtac olduğu şeyleri de ibzal eylemiştir. Sunuf-ı mahlukatı miyanında ister hakır olsun ister şerif bulunsun hiç kimseyi fazl u rahmetinin asar-ı hayat-bahşasından mahrum bırakmamıştır mahlukat-ı saireden bedayi’ ve hasais-i kevniyyesi i’tibarıyla mümtaz yarattığı nev’-i insanda münceli olan sun’ ve hikmet-i havarık-nüma ile beraber mevahib-i kudretten kabul-i hilm ü ilhama ve bu feyzin te’sir-i şümulüyle gayrın ihraz ve ihtisas edebileceği envar-ı hidayetten istinareye zahir bulunan kabiliyet-i mahsusanın ma vudia-lehinde isti’mali halinde şu mesafat-ı hayatiyyede perde-i hakıkati setr eden zulmet ve hayretten ve iki cihana müteallık hayatın ehem ve efdal olanını ihlal edecek şeylerden lütf-i Biri çıkıp dese ki: İnsanın ulumdan muhtac olduğu şeyler kuva-yı sairesi gibi bila-teallüm niçin hibe ve tevdi’ edilmemiş ve i’mal-i lazımeye intikal ve inkıyad etmek ve hayat-ı ahiretin gayesine musıl olan tarika süluk eylemek maddesi bila-irşad tabiatinda ne sebebe mebni has kılınmamıştır? Böyle bir sözün ısdarı ise bir kayd ve zabt altında bulunamayacak derecede açılıp nokta-i hakıkatten tebaüd eden aklın cevelan-ı bi-kararına ve mevzu’-ı bahsden gaflet edildiğine delalet eder. Mezu’-ı bahs ise nev’-i insanın hikmet-i hilkat ve ahsen-i nev’iyyetine cevher-i vücudu sair hayvanlardan teali olduğuna ve hemcinsinin eczası arasındaki ihtilaf-ı eşkal ve tabayi’ gibi meratib-i isti’dadca da tahalüfleri zahir bulunduğuna ve bunların a’mal-i zahire ve batınaca suret-i tehzib ve ıslahını mutazammın olan makasıd-ı Rabbaniyye’nin asar-ı bahiresine müteallık idi; buna dair yukarıda sebk eden teşrihat hilaf-ı ma’kul vehmiyatı elbette cerh ve ibtal eder. Efrad-ı nasdan her biri tab’an her hali idrak etmeye müstaid yaratılmamış ve ancak her birinin vücudu imad-ı bahs ve istidlal olacak bir kabiliyetle mecbul kılınmıştır; çünkü insan akl u nutk ve sair mevahib-i mümtazeden tecrid edilmiş olduğu halde hayvanata ilham olunduğu gibi kendisinin de havayicini tedarik ve hayatını ikmale mülhem olsaydı o vakit nev’-i insan sayılmak için bu dünyada bir mevki’ ve şerefi kalmazdı belki arı ve karınca gibi bir başka hayvan yahud sükkan-ı zeminden olmayan meleklerden bir nevi’ melek olurdu. Başka milletlerin müdhiş terakkılerine rağmen müslümanların her yerde geri kalmalarının esbabı hakkında serd edilen mülahazaları bundan evvel yazdığımız üç makalede tedkık ve tahlil etmiş idik. Atf edilen esbabdan dinden maadasının bütün alem-i İslam’a am ve şamil olmadığı cihetle bütün alem-i İslam’a am ve şamil olan geriliğin sebebleri olarak kabul edilemeyeceklerini din-i mübinin ise her zaman ve mekanda ve her türlü terakkiyat-ı medeniyyeyi te’min için muktezi esasları kemaliyle muhtevi olup mukteza-yı münifiyle amil olabilirsek maddi ma’nevi dünyevi uhrevi her nevi’ terakkiyat ve füyuzata felah ve saadetlere nail olacağımızın şübhesiz ve bu hakıkatin her akıl ve fikir sahibi nezdinde müsellem bulunduğunu etrafıyla isbat etmiş idik. Bu makalemizde insanların ekseriyet-i azimesince ehemmiyet-i hakıkıyyesi kolayca takdir edilemeyip çocukluk zamanına aid gayet küçük bir şey görülmesi hasebiyle pek büyük netayic ve avakıbın amili olabileceği lüzumu vech ile teslim edilmeyen elif-ba mes’elesine geçiyoruz. Elif-ba’nın terakkiyat-ı medeniyyedeki dahl ü te’sirini hakkıyla takdir ve beyan ettikleri cihetle vefatlarından sonra lisan-ı ta’zim ve sitayişle yad olunan bir hayli meşahir vardır: Layibnic Bismark Hügo bu zümredendirler ve en büyük feylesoflardan bir zatın “Bana mükemmel bir elif-ba veriniz size mükemmel bir medeniyet vereyim” dediği meşhurdur. Halbuki Kur’an-ı Kerim bu hakıkati onlardan pek çok evvel gayet kudsi bir surette bildirmiş hem de dinin esası olarak bildirmiştir. Ma’lum olduğu vech ile ilk nazil olan ayet-i celile “İkra’” dır. Cenab-ı Peygamber Efendimiz ümmi oldukları halde taraf-ı ilahiden ikra’ emriyle mazhar-ı teklif olmuşlardır. Bundan maksad her nevi’ terakkiyat-ı medeniyye ve insaniyyenin medar-ı celili olan Din-i Muhammedi’nin okuyup yazmak üzerine müesses olduğunu bildirmekten başka ne olabilir? ehl-i İslam’ın emr-i Kur’an’a tebaan ilim ve ma’rifete lüzumu vech ile ehemmiyet vermiş olmalarından değil midir? ferman-ı Nebevisinin sıdk-ı Fakat bu muvaffakiyet birden bire seri’ olmuş. Çünkü bir tarafdan Din-i Mesih’in Din-i İslam kadar ilim tahsilini amir olmaması diğer tarafdan tıbaat icad edilmemiş olduğundan kitapların el yazısıyla yazılmak mecburiyeti tıbaatın icadından sonra kesb ettikleri sür’ati yani alem-i lam bir çok memleketlerde garplılara mütefevvik kalmış bilmesi imkanı hasıl olmuş idiğinden yazıları munfasıl ve saitli olan milletler şimendüfer sür’atiyle terakkıye başlamışlardır.. Alem-i İslam ise eski Arap atı sür’atiyle kaldığından bit-tabi’ geri kalmış ve bi’z-zarure gerilemiştir. Şimdi burada Din-i İslam’ın muktezası olarak terakkiyat-ı fikriyye evvela müslümanlarda başladığı ve müslümanlar şuabat-ı sınaiyyenin kaffesinde isti’dadlarını gösterdikleri halde ne için tıbaatın icadına muvaffak olamamışlar? Suali varid-i hatır oluyor ki pek mantıkı bir sualdir. Hem bu sualin cevabı ötekilerin bu kadar ileri gidip bizim geri kalmamızın sebebini de izah edecektir. Evet müslümanlar her nevi’ hıref ve sanayi’de büyük pek mühim aksamı sanayi’-i İslamiyye’den müstefid olmuştur. Buna rağmen tıbaatin icadını düşünememiş olmaları garibdir. Fakat ağleb-i ihtimale göre müslümanlardan tıbaati düşünenler olmuştur. Lakin yazımızın muttasıl yazılması sebebiyle tıbaati tatbik edebilmek için binden ziyade kalıp yapılması iktiza ettiği gibi bir de hareke böyle bir fikr-i icadın hatıra gelmesiyle vazgeçilmesi beraber olacağı aşikardır. Hatta merhum İbrahim Müteferrika bizde tıbaati ilk tatbika himmet ettiği vakit bin beş yüz kadar kalıp yaptırmak mecburiyetinde kalmıştır ki keyfiyyet memleketimizin en eski hurufat dökmecisi ve tıbaat-ı Osmaniyyeye ciddi hizmetleri mesbuk olan Haçik Kigorkyan Efendi’den öğrenilebilir. O vakitten beri mütemadiyen basitleştirilmesine çalışıldığı halde hala beş yüze karib eşkal bulundurmak mecburiyetindeyiz. Bununla beraber harekeli yazı basmak yine kabil-i tatbik değil denecek derecede müşkildir. Halbuki bu fikr-i icad munfasıl huruf kullanan milletlerden bir mütefekkirin aklına gelince otuz kırk kalıp yapmakla hasıl oluvereceği cihetle derhal cesaret-bahş olması tabii idi. Nitekim öyle olmuş ve görüldüğü vech den i’tiraf ettikleri vech ile huruf-ı munfasıla sayesinde kolayca tıbaatın icad ve tatbikine muvaffakiyet hasıl olması garb aleminin bugünkü mertebe-i kusva-yı terakkıye vüsullerini te’min eden başlıca sebeb olup bizim de yazılarımızın hala devam etmekte olduğumuz gayr-i fenni tarzda kalması her türlü geriliklere sebeb olmuştur. Burada yine alem-i İslam’ın evvelce muvaffak olduğu terakkiyatın hatıra geleceğini düşündük. Evet alem-i yin patlatabilenlerden alimler şairler yetişmiş. Lakin okuyup yazmanın her sınıf ahali miyanında kafi derece Kurtuba gibi merakiz-i medeniyyede ulum ve maarif ve edebiyat ve sınayi’ mevki’ tutarken yarım saat haricinde bedavet ve gazveler hükmünü sürmekte devam etmiştir. Halbuki Din-i İslam’ın muktezası fehvasınca her ferdin haline göre ilim sahibi yani “ikra’” emriyle amil olması idi. İşte bu alem-i fakiyetleri de buradadır. Zira milletleri kurtaracak olan haddince bir kıymet-i ilmiyyesi olmasıdır. Şimdi buraları ma’lum olduktan sonra bu muttasıl yazının bize mucib olduğu fenalıkların bir kısmını azıcık izah edelim: na sebeb olmasını söyleyelim. Bunun iki sebebi vardır: Çokluk yokluk. Çokluk dediğimiz bir harfin muhtelif şekilleri olmasıdır. Mesela bizde bir harfin önde ortada sonda gelişine ve muhtelif harflerle suret-i ittisaline ve daha bir takım hallerde oluşuna göre sekiz on şekil aldığı vardır ki bunların her biri çocuklar için gerek okumak ve gerek yazmak hususlarında ehemmiyetli müşkilattır. Ekserimiz küçüklükte çektiğimiz emeklerin farkında olmadığımızdan bu ehemmiyeti hakkıyla bilemeyiz yazıları munfasıl olan milletlerde aynı nevi’den harflerin yalnız birer şeklini öğrenmekle iş biter. Hatta hıfz-ı sıhhat mekatib mütehassısları tabi’lerin güzellik vermek için bile olsa harfler üzerinde en cüz’i ta’dilat yapmalarını çocuklar kal tenevvüü bizim çocukların başka milletlerin çocuklarından yalnız eşkal-i hurufu tanımak için la-ekal beş altı ay ve daha ziyade fazla vakit sarf etmelerini mucib olmaktadır. Fakat bu alem alem-i musabakadır. Beş altı ay değil beş altı günlük bir fark bile git gide gayet büyük geriliği intac eder. Diğer tarafdan üç yüz elli milyon müslümanın dünya devam ettikçe altı ay fazla vakit sarf etmesi az zayiat mıdır? Halbuki fark bundan ibaret olmayıp bir tarafdan bu güçlük sebebiyle milletin kısm-ı a’zamı okuyup yazmaktan vazgeçerek mahrum olduğu gibi daha bir çok mahzurlar da vardır. Bir de yokluk demiş idik. Yokluk kelimelerde saitlerin harekelerin olmaması demektir. Bunun mucib olduğu fenalık iki türlüdür: Birisi kuvve-i hafızaya aid müşkilattır ki mesela hacim harem hüküm hilim kelimeleri hep üç harfden mürekkeb olduğu halde her biri başka vezinde okunuyor. Bunları öğrenmek için birer birer işitip ezberlemek lazımdır. Bu nevi’ müşkilat o kadar muzır değildir. Belki de çocuğun kuvve-i hafızasını işlettiği cihetle bir tarafdan faideli bile olur. Nitekim bu güçlük bizdeki kadar çok kelimelerde olmamakla beraber İngilizce’de de vardır. Çocuklarda kuvve-i hafıza çok faal olduğundan çocuk kelimesi olmaksızın İbn Mace Sünen bundan yılmaz. Fakat ikinci nevi’ yokluk güçlüğü kuvve-i hakimeye aid güçlüktür ki bu ancak bizim müslümanlara aid bir müşkildir. Mesela melek kelimesini gören çocuk fethateyn ile melek okusa lamın kesriyle okunması lazım gelen melik olursa hoca o suretle tashih eder. O vakit çocuk kuvve-i hafızasına güvenerek “Bir daha gördüğüm vakit lamın kesresiyle okurum” diye me’yus olmaz. Fakat aynı kelimeyi tekrar gördüğünde lamın kesriyle okuduğu halde bu sefer hoca fethateynle yahud zamm-ı mim Kuvve-i hafızasına istinadı faide vermedi. Sinni on ikiyi geçmiş değilse kuvve-i hakimesi daha hal-i mebadide olduğundan ve ba-husus o kelimelerin doğru okunabilmesi ma’naya aşina olmaya sıyak ve sibaktan istihraca mütevakkıf bulunduğundan çocuk hocasına karşı bi’z-zarur bir şey diyemeyerek “ha ha” der dimağı da alt üst olur. İşte her gün böyle birkaç kelimeye rast gelse hafızasına i’timadı zail olacağı gibi gayr-i mevcud veya gayr-i mütekamil kuvaya aid müşkilat karşısında ne yapacağını şaşırmış bir halde kalacağından eğer vakit ve zamanıyla mektepten kaçıp kurtulamazsa onun dimağı gayr-i tabii harekat altında eziliyor gayr-i tabii bir surette teşekkül ediyor ve bunun neticesi olarak teşebbüs-i şahsi için en ziyade elzem olan i’timad-ı nefs meziyetinden mahrum oluyor. Fakat mücadele-i hayat için mevcudiyet göstermek de lazım olduğundan münasebetli münasebetsiz uğraşıp duruyor. Ve bu sebebledir ki fevkalade yaratılmış dimağ sahibleri istisna edilirse kuva-yı dimağiyyesi özürsüz ve tevazünlü bir surette yetişmiş insanlar pek güç bulunuyor. İşte bu kuvve-i hakimeye aid müşkilatından dolayıdır ki bizim muttasıl yazının tahsil-i ibtidainin ta’mimi nokta-i nazarından mazarratı değil asıl İngilizler için hemen müşkil sayılmayacak kadar ehemmiyetsiz olan yazıldığı gibi okunmamak mahzurundan Çince’nin hiyeroğlifinin mazarrattından dahi pek ziyadedir. Çinlilerin geçen seneden beri yazılarını fennileştirmeye yani Japonların altmış sene kadar evvel yaptıklarını yapmaya başladıklarını son günlerde bazı gazeteler yazıyorlardı. Bu pek muhtemeldir. Tabiidir ki onlar da ileri gidemediklerinin sebebini yazılarının fenni olmadığından ileri geldiğini artık anlamışlardır. Ba-husus Japonlar gözlerinin önünde. Bizim bir çok kimselerimiz Japonların yazılarını fennileştirmek sayesinde terakkı ettiklerini ve ıslah-ı hurufu yapmadan evvel bir adım bile atamadıklarını bilmedikten başka hala onların eski hiyeroğlif ile kalmış olduğunu zannederek yazımızı fennileştirmedikten sonra ilerlememiz da mı fenadır? Bakın onların yazıları terakkılerine mani’ olmamış… gibi sözlerde bulunurlar. Bazıları da: “Japonlar Latin hurufunu kabul ettiler de öyle ilerlediler biz de Latin hurufunu kabul edelim” derler. Bunların ikisi de yanlıştır. Japonların terakkısinde menfaati olan bir Avrupa devletinin delaletiyle Japonlar altmış sene kadar evvel harflerini kendi me’luf oldukları eski yazılarının şekillerini okşayan bir ıslah-ı huruf yani bizim kaç seneden beri kabul ettirmek istediğimiz işi yapmışlar hayret-efza terakkılerini o suretle te’min etmişlerdir. Yeni yaptıkları yazının ismine yeni yazı Hiragana demişler. Bütün tahsil-i namıyla ibka etmişler. İsteyen onu da öğreniyor. Latin hurufu dedikleri de Japon milleti hem gayet muhafazakar ve aynı zamanda hem bütün alemin terakkiyatına alakadar olduğundan kendi çocuklarını ruhuna muvafık fenni yazı ile yetiştirdikten sonra Avrupa ve Amerika tin hurufunu da öğrettiğinden icabında onunla da yazı yazabiliyorlar. Nitekim bizim de tahsil görmüşlerimizin çoğu Latin harflerini tanırlar. Hele Musevilerin çoğu Fransızca bilirler ve Latin hurufuyla yazı yazarlar. Fakat Latin hurufu milli harfleri değildir. Milli harfleri İbrani harflerdir. – Yazıdan asıl maksud olan okuyup yazmak öğrenmek hususundaki arz ettiğimiz müşkilat ve mazarratlarından başka olarak sıhhi ve iktisadi bir çok fenalıkları vardır ki Avrupa ve Amerika hıfz-ı sıhhat-ı mekatib ulemasının kendi çocuklarının sıhhatlerinin muhafazasıyçün aradıklarını hülasatü’l-hülasa olarak arz edelim: Bir kere her harf mutlaka ayrı ayrı olmalı ve iki harf arasında harfinin bacakları arasındaki mesafe nisbetinde aralık bulundurmalıdır. İkincisi harflerin yüksekliği yahud puntodan aşağı olmamalıdır. Bizim harflerde bunun hiçbir kaidesi yoktur. Mesela serenli kafın nun yüksekliği sekiz on puntoyu bulduğu halde sin yüksekliği bir puntoyu bulmaz. Üçüncüsü bir santimetre uzunluğu yerde altı yaşındaki çocuklar için altı on iki yaşındakiler için altı buçuk on iki yaşından yukarılar için yedi harfden ziyade ve bir santimetre murabbaına on beş harfden ziyade isabet etmemelidir. Bu şartlarla dakıkada yüz saatte satır mahzursuz surette okunabilir. Satırların tulü sekiz dokuz santimetreden fazla olmamalıdır. Dördüncüsü: Duvarlara asılan levhalarla haritalardaki bütün kelimeler dört metreden kolayca okunabilmeli ve kıraat esnasında nazar tercihan harflerin üst nısflarına ve de üst nısfı okutmaya kifayet etmelidir ve bunun içindir ki harflerin alamet-i farikaları üst kısımlarında olmalıdır. Bizim muttasıl yazılarda olduğu gibi mesela “Gidiyor musunuz” kelimesini okurken göz bir kere kafın serenine çıkıp müteakiben ta aşağıda yenin noktasına inmek sonra yine çıkmak mahzuru olmayacak ki göz ve dimağ çabuk yorulmasın. Hülasa bizim muttasıl yazı hem müşkilatı sebebiyle ahalimizin çoğunun ve ba-husus köylü fakır ve kadınların okuyup yazmadan mahrum kalmasına mekteplerin yapılmamasına hatta yapılanların dahi yıkılmasına köy hocalarının köylerde duramamasına iyi hoca yetişmemesine sebeb olduğu gibi vakt ü hali zamanı müsaid olup da tahsile devam etmişlerin dimağlarının tevazünsüz neşv ü nemasıyla teşebbüs-i şahsi ve i’timad-ı nefs hassasından mahrum olmalarına badi oluyor. Ve fennin aradığı şeraiti haiz olmadığından dolayı ariz ve amik ve uzunca bir zaman kıraat ve mütalaayı müstelzim ahvalde devamlı mütalaaya mani’dir. Yani bazılarının “Bizim yazının zahmeti öğreninceye kadar olup ondan sonrası Sonra terakkiyat-ı medeniyye için ehemmiyetleri derkar olan yazı makineleri tıbaat makineleri ve hug telgraf makineleri isti’mal edilemiyor. Velhasıl her türlü hüsran ve izmihlallerimizin yahud ta’bir-i aharla maarifsizliğimizin en başlı sebebi yazımızın fenni olmamasıdır. Binaenaleyh en birinci işimiz fenni bir yazıya malik olmak için ne lazımsa yapmaktır. Bunun için ayrı ayrı yazıp aralarına ihtiyaca kafi saitler ilave etmektir. tin hurufunun ruh-ı millete tevafuk etmemesi ve yirmi lisan-ı dinimizi yazamayacağı ve ilave edilse dahi yine lisanı çığırından çıkaracağı cihetle Latin harflerin tabii lehinde değiliz. Hem ne hacet Latin harfleri bizim yeni yazıdan iyi değil ki. Bilakis bizim kendi harflerimizi ayrı ayrı yazıp aralarına birkaç şekil ilave etmekle her vech harfler varsa cümlesinden daha fenni daha mükemmel daha kullanışlı daha muhassenatlı yazıya malik oluyoruz. Hal böyle iken Latin hurufunu hatıra bile getirmenin ma’nasını anlamayız. FUHUŞ VESIKALARI MÜREVVİCİNİN CEVABI VE CEVABIMIZ “Abdullah Cevdet Bey’in İcraatı” sernamesiyle Sıhhiye Müdir-i umumisinin İslam kadınlarına vesaik-i fuhş u fücuru dağıtarak umumhaneler açmaya teşebbüs ettiğini ve bu teşebbüsün Meclis-i Vükela’da müzakere edilip Şeyhülislam Efendi hazretlerinin şiddetle i’tiraz ettiğini Evkaf Nazırı Hamdi Efendi hazretlerinin müslüman kadınlara vesika dağıtmak usulünün ref’ini taleb ettiğini Meclis-i Vükela’ya me’mur Ali Rıza Paşa hazretlerinin de bu teşebbüsün aleyhinde bulunduğunu beyan etmiş idik. Abdullah Cevdet Bey bu hakaik-ı vakıayı tekzib edemeyeceğini tekzib etse de tekzibinin asl u faslı olmayacağını bildiği için bir takım safsatalarla da’vayı kazanmak emeliyle Kızılbaşlığı Türk’ün din-i tabiisi tanıttırmaya çalışan bir gazetede Sebilürreşad’a hitaben: Benim için “Geçenlerde İslam kadınlarına mahsus umumhaneler küşadına teşebbüs edindi” diyorsunuz. Sözünüz tamamen hilaf-ı hakıkattir. Ve iftira-yı mahzdır. Nezaketen yalan söylüyorsunuz demiyorum. Fakat her halde vaz’iyetiniz bir yalancı veyahud kulağına her gireni bila-tahkık yazan bir kimsenin vaz’iyetlerinden biri olmak labüddür.” diyor. Asıl hilaf-ı hakıkat sözü mahz-ı iftirayı muhafaza-i mevki’ emeliyle düruğ-ı maslahat-amizi ileri süren ve kabul eden sıhhiye müdiridir. “Ben umumhane açmaya teşebbüs etmedim. Siz yalan söylüyorsunuz” demeye varan bu adam kendini tekzib ediyor da haberi yok. Çünkü umumhane açmak için en çirkin teşebbüsatta bulunuduğunu yine kendisi aynı varakada i’tiraf ediyor da farkına varmıyor. Fakat bu i’tirafında iltizam-ı maharetle onu ehl-i İslam’a hoş göstermek saf ve pak yürekli müslümanları kandırmak istiyor bakınız nasıl i’tiraf ediyor: “Fuhşu i’tiyad ve san’at eden kadınlara bila-tefrik-ı cins ü mezheb bir hüviyet varakası vererek bunları her hafta muayeneye tabi’ kılmak ve sıkı bir inzibat-ı sıhhi altında bulundurmak usulü Midhat Paşa’nın Tuna valisi bulunduğu zamandan beri mer’i ve müttehaz bir tedbir-i sıhhi ve hayatidir.” Midhat Paşa Tuna vilayetinde böyle bir tedbir ittihaz etmiş olabilir! Fakat bu tedbirin gayr-i müslimeler hakkında hat Paşa’nın Tuna vilayetinde yani ekseriyet-i ahalisi gayr-i müslim olan bir vilayette ittihaz ettiği bir tedbirin diyar-ı İslamiyye’de ba-husus payitaht-ı Hilafet-i İslamiyye’de de kabul olunmasına hiçbir sebeb yoktur. Nitekim bu tedbirin –aslı varsa– Tuna vilayetine inhisar etmesi de şimdiye kadar bu usulün payitaht-ı Hilafet’te ittihaz olunmamasıyla sabittir. Binaenaleyh bu usulün devletçe mer’i ve mu’teber olduğunu iddia ederek vesikalı fuhşun altmış yetmiş senelik bir maziye malik olduğunu ileri sürmek Abdullah Cevdet Bey’in asılsız ihtiraatındandır. Bu gibi yalanlarla saf ve pak yürekli müslümanları kandırmaya çalışmak fuhuş vesikaları mürevvici ne kadar çürük tahtaya bastığını meydana koyduğu gibi müslümanları yanıltmak için neler uydurduklarını ve bu uydurmalarla ne çirkin maksadlara hizmet ettiğini gösterir. Fuhuş vesikaları mürevvici bu istinadgahın çürüklüğüne vakıf olduğundan mıdır nedir aynı usulün “Memalik-i ecnebiyyede cari olduğunu” beyan ediyorsa da bu da mugalatadır. Memalik-i ecnebiyyenin hangisi bu usulü ta’kıb ediyor. Memalik-i ecnebiyyenin hangisi fuhşu bir meslek tanıyor da fahişelere hüviyet varakaları i’ta ediliyor? Memalik-i ecnebiyye içinde fuhşu tanıyan birkaçı müstesna olmak üzere diğerleri hiç de böyle yapmıyor. Fuhşu bir meslek tanımıyor. Her nedense fuhuş vesikaları mürevvicinin enzarı bu müstesna devletlere saplanıp kalmış diğerlerini görmekten mahrum kalmış fakat bu mahrumiyetin cezasını millete çektirmek istiyor ki millet buna kat’iyyen mani’ olacaktır. Fuhuş vesikaları mürevvici bu kadarla kalmayarak daha ilerilere dilini uzatıyor. “Fuhuş bütün dinlerde olduğu gibi Din-i İslam’da da memnu’ olmakla beraber hiçbir zaman kal’ ve imhası mümkün olmamış hüsran-ı ahlakı ve ictima‘isini tahdide çalışmakla iktifa olunmuştur. Tevarih-i İslamiyye’ye en az vukufu olanlarca dahi ma’lumdur ki Zaman-ı Saadet’te bile fuhuş icra-yı ahkam eylemiştir” diyor. Fuhuş vesikaları mürevvicinin cehaletine inzimam eden muzmeri bu noktada tamamıyla meydana çıkıyor. Zaman-ı Saadet’te bile fuhşun şayi’ olduğuna ima eden Sıhhiye Müdiri hiç tarih-i İslam bilmiyormuş. Onun bildiği tarih-i İslam Doktor Dozy’nin tezviratıdır. Fakat bilmemesi de müstağreb değildir. O bilse bilse tarih-i İslam’ı Din-i İslam’ı Peygamber-i İslam’ı ümmet-i İslamiyye’yi tezyife çabalamayı her fırsattan bil-istifade mukaddesat-ı kaffesi o hücumların hepsi muttasıl onu düşürmekten başka bir şeye yaramıyor. Fakat kendisi anlamıyor ve duymuyor! Zaman-ı Saadet’te fuhşun icra-yı ahkam eylediğini Sıhhiye Müdiri nereden öğrenmiş? Bu onun tezviridir başka bir şey değildir. Zaman-ı Saadet’te bir tek hadise vuku’ bulmuş ve hadd-i şer’i failin ikrarı üzerine de de ancak bir tek hadise vuku’ bulmuş ve hadd-i şer’isi de icra edilmiştir. Fuhuş vesikaları mürevvici bu iki hadise namına “O zamanda bile fuhuş icra-yı ahkam etmiştir” diyerek Risalet-penah Efendimiz hazretlerinin devr-i seniyyelerine itale-i lisan ediyor. Müslümanlığa adavetini saf ve pak yürekli müslümanlara gösteriyor. Saf ve pak yürekli müslümanlar Peygamber’lerine dil uzatan dinlerini tezyifkar sözleri dinlemekle ona karşı infialleri elbette bir kat daha tezayüd eder. Müteakiben fuhuş vesikaları mürevvici düvel-i ecnebiyye tebaasından fuhuş vadisinde bulunanların kuyud-ı sıhhiyye altına alınmasına dair me’zuniyet verildiğini söyledikten sonra: “İş bu merkezde iken bizim serbest kadınlık eden ve bunu yapmasına mani’ olmak için kudretimiz tealluk etmeyen bir müslimeyi hüviyet varakası almaya ve muayeneye tabi’ olmaya mecbur etmemek “Müslümanlık fuhşu men’ ediyor bu sebeble fuhuş icra ettiğini bilmek ve tanımak istemiyorum fuhuş esnasında frengiye tutulursan geberinceye kadar önüne gelene frengi hastalığı ver demekten başka bir şey midir?” Ondan sonra: “Müsecceliyetten tıbbi muayeneye tabiiyetten başka bir ma’nayı tazammun etmeyen hüviyet varakası almak mecburiyeti usulü fuhşu himaye değil bilakis tazyik ve takyid eder” diyor. Ve nihayet bizim idraksizliğimizden felan dem vuruyor. Fuhuş vesikaları mürevvicinin makalesinin başında ben umumhane açmıyorum siz yalan söylüyorsunuz diye kopardığı yaygaraların yerine şimdi evet ben vesaik-i fuhşu dağıtıyorum pek tabii umumhanelerin küşadına sebeb oluyorum amma maksadım fuhşu tazyik ve takyid etmek frengi tahribatıyla mücadele etmektir; demek istiyor. Evvela fuhuş vesikaları mürevvici vesaik-i fuhşu dağıtmakla her fahişenin her yerde erbab-ı namusun enzar-ı ederek icra-yı fuhş etmesine müsaade etmiştir. Fuhuş vesikaları mürevvici böyle yapmakla milletin namusuna ahlakına telakkıyatına ne müdhiş bir darbe havale ediyor. Ehl-i İslam hiçbir vakit bu namus-şiken darbenin te’siratına ma’ruz kalmayı kabul etmezler. Ve etmeyeceklerdir. Her yerden yükselen şikayetler ehl-i İslam’ın bu teriyor. Vesika alan her fahişenin İslam evleri arasında mukaddesatımızı adabımızı telakkiyatımızı çiğneyerek şimdiye kadar görmediğimiz ve görmek istemediğimiz şenayii Sıhhiye Müdiriyeti’nin vesikasına istinaden yapması… Bu artık kimsede tab-ı tahammül bırakmadı. Polis merkezlerine müracaat eden halk İslam evleri arasına sokulan bu rezalethanelerin vesikalı ve binaenaleyh polisin hakk-ı müdahaleden mahrum olduğunu öğreniyor. Hatta bazı yerlerde polisin bu umumhaneleri muhafazaya mecbur kaldığını görüyor. Görüyor da hayret ediyor. Çünkü müslümanlar her zaman zinayı haram günah bilirler ve onunla hep mücadele ederler. Bu fazihanın münkerin izalesi için en müsaid bir memlekettir. Halkımız bu münkeri münker olarak bilir. Ve onunla mücadeleye müstaiddir. Halkın bu isti’dadını inkişaf ettirmek lazım gelirken fuhuş vesikaları mürevvici Abdullah Cevdet Bey halkın bu telakkısini bu isti’dadını öldürüyor. Fuhuş vesikaları mürevvicinin liyakatsizliği hesabına halkımızın ahlakına bu müdhiş darbe iniyor! Memleketimizin fuhuş ile mücadeleye en ziyade müstaid bir memleket olduğunu beyan ettik. Eskiden mahalle teşkilatı her ahlaksızlıkla mücadele her türlü namussuzluğu kahr ederdi. Binaenaleyh İslam mahalleleri arasında fuhuş yaşayamazdı. Ve dolayısıyla fuhşun frengilerinden memleket a’zami derecede masun kalıyordu. Şimdi her mahallenin her hususatını murakabe ve her haline muttali’ olan mahalle teşkilatının yanında bir de sıhhiye teşkilatı bulunsa mahalle teşkilatının mücadele ettiği her ahlaksızlıkta sıhhiye teşkilatı da kendi uhdesine düşen vazifeyi açılmış olur. Ancak bu suretle fuhşun tazyik ve takyidi kabildir. Ancak bu suretle bu beliyyenin tahribatını asgari nisbete irca’ etmek mümkündür. Bizzat halk kurtulmak olmalıdır. Halbuki Sıhhiye Müdiri’nin tedbir-i sakımi bir cihetten fuhşun bir münker olarak telakkısini ibtal etmeye milleti fuhşu hoş görmeye alıştırdığı gibi türlü türlü sebeblerle tevessü’ eden bu beliyyenin sirayetine hadimdir. Fakat fuhuş vesikaları mürevvici bu hususatı nazar-ı dikkate alacak bir kabiliyet ve liyakatte mi? Böyle bir teşkilat-ı sıhhiyye yapmak sıhhiye mesleğinde yetişmiş memleketimizin ahval-i sıhhiyye ve ruhiyyesini anlayarak hakimane tedabir ile muvaffakiyat-ı ilmiyyesini asarıyla göstermiş zevatın işidir. Yoksa bütün ömrünü dinimize karşı türlü türlü istinadat-ı kabihada bulunmakla geçirmiş ve dimağını bu yolda çürütmüş kimsenin işi değildir. Fuhuş vesikaları mürevvici frenginin tahribatından zerre kadar teessür duymuş olsa elbet bu vesika usulünü takviye ve ta’mime gayret ettiğini sonra yanlışlığını gösterenlere muzmerini teşhir edenlere kalkıp da o amiyane cahilane sözleri söylemekten olsun haya ederdi. Evet memleketimizde frenginin tahribatından müteessir olsa da onlarla mücadeleye gayret etmiş olsa hiç olmazsa tedbirinin sakametini bu nokta-i nazardan olsun anlardı. Emraz-ı zühreviyyeden salim olduğuna dair vesika verdiği kadının bu hastalığı bir erkekten alacağını düşünür de her nasılsa bu yola sürüklenen kadını bile bile tehlikeye atacağına bu hastalıksız kadınlara ma’ruz kalacakları tehlikeleri anlatmak göstermek frenginin fecaatini izah etmek ve binaenaleyh onları bu menfur hastalıktan iğrendirerek fuhşun tehlikelerinden haberdar ederek haram vadisinden helal vadisine gitmelerini te’min ederdi. Ve böylece vazifesini ifa etmiş olurdu. Fakat fuhuş vesikaları mürevvici halkı mevaiz-i tıbbiyye ile irşad edeceği yerde onları fuhşa frengiye sevk edecek vesaiki dağıtıyor. El-hasıl frengi ile mücadele için zinayı tazyik ve takyid ye lazımdır. Memleketi frengi tahribatından kurtarmak için bundan başka bir çare yoktur. Sıhhiye Müdiri’nin sözleri gösterdiğimiz vechile hep esassız hep muzırdır. Garib odur ki Sıhhiye Müdir-i Umumisi Abdullah Cevdet Bey bunları idrak etmeyecek kadar na-ehil olduğunu anlayarak makamını erbab-ı liyakate terk edeceği yerde herkesi idraksizlikle itham etmek gibi idraksizliğin en aşağı derekelerine sukut ettiğini bile idrakten aciz. Hükumet bu derece aczi ıyanen gördüğü halde onu yine makamında ibka ediyor. Bu ne kadar garib bir harekettir. Ehl-i İslam bu na-beca hareketin zararını çekiyor acaba ne vakte kadar çekecek ve ne vakit kurtulacak? Biz eminiz ki fuhuş vesikaları mürevvicinin böyle vesaik-i fuhş u fücuru dağıtması haysiyet-i İslamiyye’yi recek. Hükumet müteyakkız davransa da sıhhiyeye erbab-ı re karşı dursa! Ahval-i sabıkasından dolayı ehl-i İslam’ın şiddetli infialini kazanmış olan fuhuş vesikaları mürevvici bu seferki icraatıyla bu infialin şiddetlenmesine sebeb oldu. Bari hükumet buna meydan bırakmasa da fuhuş vesikaları mürevvicini himayeden vazgeçse böylece hem mukadderat-ı sıhhiyyemizi bir “na-ehil”in elinden kurtarmış hem de namusumuzu sıyanet etmiş olur! Ehl-i Fuhuş vesikaları frenginin sirayetine mani’ olamayacağı hakkında etibbanın mütalaat ve mülahazat-ı fenniyyelerini de gelecek hafta neşr edeceğiz. Londra’da münteşir Islamic Review’den tercüme olunmuştur: Bundan mukaddem yazdığım bir makalenin sonunda Cem’iyet-i Akvam hakkında: “Bu cem’iyeti te’sis etmek isteyenlerin halet-i fikriyyelerini nazar-ı i’tibara alarak asla teessüs etmemesine dua etmemek elde değildir. Çünkü hey’et-i beşeriyyenin bir kısm-ı ehemmi onun haricinde bırakılarak ızrar edilecek. Binaenaleyh cem’iyetin haksızlığına uğrayacak yahud hal-i hazırdaki ıztırabatının teskinine ehemmiyet verilmeyecek olan milletler her fırsattan istifade ederek Cem’iyet-i Akvam’ı hiçe sayacaktır” dedikten sonra işbu Cem’iyet-i Akvam’ın Asya ve Afrika akvamı üzerine Avrupa’nın tahakkümünü Cantenbury Ne olursa olsun bu zamanımızın bir alamet-i mes’udesidir. Hıristiyanlar peygamberlerine “Emir-i müsalemet” lakabını vermişlerdir. Onun resul-i muhabbet olduğunu söylerler. Hatta bizzat Allah’ın serapa aşk olduğunu iddia ederler. Ve binaenaleyh pek tabii olarak harbden nefret ederler. Fakat ben hıristiyanların iddia ettiği gibi Hazret-i Mesih’i şefkat ve muhabbetin en büyük mübeşşiri olarak kabul etmiyorum. Kadem-nihade-i vücud olmuş bir ferd yoktur ki Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz derecesinde muhabbet ve şefkat akıdelerini ihlas ve samimiyet ikdam ve gayret ile telkın insaniyetin hayır ve menfaat-i ammesini kafil en mükemmel kavanini tedvin ve her şeyden üstün kendi ef’al ve harekatıyla beşeriyetin en büyük hayır-hahı olduğunu isbat etmiş olsun maamafih madem ki hıristiyan rüesa-yı diniyyesi Cem’iyet-i Akvam gayesini beyne’l-milel adl ü müsalemeti te’min için bir vasıta-i Hıristiyaniyye telakkı etmektedir o halde onların bu gayeden umdukları fevaidi alkışlamak iktiza eder. Binaenaleyh rüesa-yı diniyyenin neşrettiği beyannamenin boşa gitmemesini ve bütün hıristiyanların bu gayeye müzahir olmalarını ümid ederiz. Hiç şübhesiz gaye pek büyüktür ve ancak dinin ianesiyle halkın mazhar-ı i’tibarı olur. Şu var ki rüesa-yı nasara Cem’iyet-i Akvam’ı bir gaye-i Hıristiyaniyye olarak i’lan edince bilhassa hıristiyanlara müracaat ettikleri nazar-ı dikkate alınmalıydı. Maalesef gördük ki rüesa-yı nasara bu hususda bir tavr-ı tezebzüb takındılar. Rical-i devlet ile halkı murakabe edecekleri yerde Hıristiyanlığın en esaslı mebadisini zir ü zeber ederek siyasilere ve rical-i devlete hizmet ettiler. Herkes bilir ki Mesih’in vaz’ ettiği mebadi fenalığa mukavemet olunmamasını amirdir. İncil -i Matta’da şu satırlar muharrerdir: “Fenalığa mukabelede bulunmayınız. Sağ yanağınızı vurana sol yanağınızı çeviriniz. Gömleğinizi alana abanızı da veriniz. Düşmanlarınızı seviniz. Sizi tel’in edenleri takdis ediniz. Sizden nefret edenlere iyilik ediniz. Size eziyet edenlere dua ediniz.” Halbuki Harb-i Umumi’nin infilakı üzerine İngiltere’nin rüesa-yı diniyyesi bütün bu evamir-i Mesihiyyeyi feramuş ederek Almanların aleyhinde söylemedik söz bırakmadılar. “Onları tahrib ettikleri araziden tard etmeyince kılıcı kınına koymanın cinnet ve cinayet olduğunu” ne “ Cantenbury ” serpiskoposu Hazret-i Mesih’in balada yazdığımız evamirine ittiba’ edeceği yerde “İnsaniyet ve medeniyet aleyhinde irtikab olunan müdhiş cinayeti unutamayız. Harbin i’lanı hususunda gösterilen vahşeti hiçbir vakit ihmal edemeyiz” diye cevab vermişti. El-hasıl rüesa-yı Nasraniyet dinlerinin prensipleri hakkında la-kayd ve laübali olduklarını daima göstermişlerdir. Ve bundan dolayıdır ki muhterem “ L. Volter Mason D. D. ” diyor ki: “Hıristiyanlar dinlerinin müessisini “Emir-i müsalemet” olarak i’lan ederlerse de Hıristiyanlık hiçbir vakit ve hiçbir yerde hatta kamilen hıristiyanlarla meskun olan yerlerde te’sis-i müsalemet edememiştir. Muharebenin avan-ı infilakında halk “Hırıstiyanlık muvaffak olmadı mı?” diye mütereddid mütereddid düşünürken bu hakıkati hatırlamak gerekti. Muharebe günahı her hangi günah gibi akılda ve kalbde yani niyettedir. Hıristiyanlık alemi hiçbir vakit muharebe niyetinden vazgeçmemiştir. Çünkü sulh zamanlarında milletler muharebeye hazırlanıyorlardı. Bugün kiliseye aid hiçbir töhmet yoktur ki her zaman onunla müttehem olmasın. Hele bilhassa insanları bu kadar duçar-ı inkısam eden bir din kendisi bizzat bir harb sebebidir.” Kilise rüesası Cem’iyet-i Akvam için hıristiyanlara müracaat ediyorken muhterem “Mason”un bu sözlerini ariz ve amik düşünmelidir. Çünkü hangi maksada binaen Cem’iyet-i Akvam fikrini tervic ettiler. Hazret-i Mesih’in sulh ve müsalemeti te’sis etmek arzusunu kemal-i samimiyet racül-i hükumetin böyle bir şey yapmayı tasavvur ettiklerinden mi? Yani kilise rüesası Cem’iyet-i Akvam fikrine bir mebde’-i dini olmak üzere mi yoksa bir mevzu’-ı siyasi olmak üzere mi müzaheret ettiler? Bir mevzu’-ı siyasi olmak üzere ise onların bu gibi mevazi’-i siyasiyyeye müdahaleye hakları yoktur. Onlar bu hususda Hazret-i Mesih’in “Kayser’e aid olanı Kayser’e Allah’a aid olanı Allah’a bırakınız” emriyle me’murdurlar. Ve her ikisini biraraya mezc edemezler. Fakat bilakis bir mebde’-i dini olmak üzere himaye ediyorlarsa o takdirde kemal-i hürmetle sorarım onlara: Acaba Cem’iyet-i Akvam’a bir takım dar ve deni fikirler getirilirse ve bu fikirler insaniyyetin kısm-ı ehemmini ızrar edecek mahiyette olur ise onlar mukavemet etmek iktidarını haiz midirler?.. Muhterem kilise rüesası beyannamelerinde kemal-i belagatle diyorlar ki: “Hıristiyanlığın en esaslı en ma’kul hakıkati olarak şunu biliyoruz ki hayat-ı umumiyye-i beşeriyyenin mebde’-i müessisi muhabbettir. Ancak muhabbettir ki gerek akvam ve efradda hod-kamlığın taazzum ve tekebbürün kaffe-i eşkalini menfaat-i umumiyyenin teklif ettiği vazifenin kuvvetli ve muhit murakabesine ve saltanat-ı tabi’ eder. Zuafayı himaye hürriyet ve nemaya gıbta hiddet ve infial zamanlarında milletlerin murakabe-i nefs etmesi bu kanun-ı muazzamın tezahürat-ı fi’liyyesinden bir kısımdır ki beşerin kaffe-i mesavisi cinnetleri zaafları onun aleyhinde harb etmektedir.” Bunların hepsi pek güzel prensiplerdir. Ve bu kanun doğrudur. Fakat asıl mes’ele bu kanun ta’kıb olunacak mı? Milletlerin hod-kamlıkları hırsları; Cem’iyet-i Akvam dairesinde mesnet-nişin olacak olanların sayesinde zail olacak mı? Cem’iyet-i Akvam’ın bünye-i teşekkülü cihan-şümul olabilecek mi? Akvam-ı cihanın Avrupalıların düşündükleri şekilde zaif ve kavisi mütemeddin ve gayr-i mütemeddini müterakkı gayr-i müterakkısi cem’iyette sahib-i re’y olacak mı? Cem’iyet-i Akvam’ın kapısı her hangi ırktan memleketten mezhepten renkten olursa olsun herkese açık bulunacak mı? Yoksa cem’iyetin hudud-ı ırkiyyesi var mı? Avrupalılarla Avrupalı olmayanlar arasında farksız bir adalet hükümran olacak mı? Her hangi kıt’anın ahalisi bir uhuvvetin a’zası gibi –nasib-i adaleti istifa edecek mi yoksa şimdiki gibi Avrupalılar için başka bir kanun Avrupalı olmayanlar Bir misal getirelim: Cem’iyet-i Akvam’da Trablusgarb ahalisi ile Lehistan ahalisi aynı muameleyi görecekler mi? Trablusgarb’ın macera-yı hunini hatırlarda olsa gerek. Pekala. Cem’iyet-i Akvam Trablusgarblılara ne yapacak? Çehislovakları Lehistanlıları nail-i hürriyet ve istiklal ettiği halde onları tahakküm altında mı bırakacak? Cem’iyet-i Akvam’ın Mısır ve Hindistan’a karşı vaz’iyeti ne olacak? Yahud Cem’iyet-i Akvam menşe’-i zuhuru olan memlekette siyahlarla beyazların arasında müsavatı te’min etmek için ne gibi tedabir ittihaz edecek?... Ben şu vak’ayı biliyorum ki Hindistan’ın en aşağı tabakalarından Hıristiyanlığı kabul edenler dindaşlarıyla beraber aynı mevki’-i müsavatta bulunmuyorlar. Ve işitiyorum ki Amerika’da siyahlar ve beyazlar için ayrı ayrı kiliseler varmış. Öyle ise nasıl olur da Hıristiyanlığın kilise rüesası Cem’iyet-i Akvam’da edyan-ı saire ashabı için müsavat ve bi-tarafane muamele te’min edeceklerini zannettiler. Avrupalı olmayanların hukuku Avrupalıların hukuku gibi te’min olunacağı yahud renkli insanların renksizler gibi muamele göreceği nasıl tasavvur olunur?!.. Hıristiyanlık hiçbir vakit hıristiyanlarla hıristiyan olmayanlara aynı surette muamele etmemiştir. Hatta bütün kavanin-i ahlakıyyesi bile ancak Mesih’in uluhiyyetine mu’tekıd olanlara mahfuzdur. Hıristiyan Avrupa hıristiyan olmayanın zi-ruh olduğuna bir Avrupalı olmayanın zi-hayat olduğuna güçlükle inanır. Avrupalılar tarafından Yahudilerin imhasına müslümanların istisaline zerre kadar ehemmiyet verilmez. Fakat Avrupalıların üzerine bomba yağdırmak Avrupalılar üzerine dom dom kurşunu atmak… İşte bu Avrupalıları tedhiş eder. Fil-hakıka cihan-şümul bir hiss-i ahlakı ihtiyacı Harb-i Umumi musibetini tevlid etti. Evet hakimlerin mahkumlara karşı taahhüdatı hatta muahedat-ı beyne’l-mileliyye bile müteakıdlardan biri Avrupalı değilse nakz olunuyordu. Bütün dünyayı saran bu müdhiş yangının asıl sebebi Berlin Muahedenamesi’nin bir kağıd parçası telakkı olunmasıdır. Acaba Cem’iyet-i Akvam bu kağıd parçasının i’tibarını Hıristiyan Avrupa hıristiyan olmayan komşularıyla muahedeleri nakzına alışa alışa nihayet kendi arasında da nakz-ı ahde başladı. El-hasıl cihan-şümul bir nokta-i nazardan böyle bir Cem’iyet-i Akvam atideki esaslar üzerine kurulmadığı takdirde faideli olmaktan ziyade muzır olur: ve medeniyet hususatına aid tarafgirliklerin fevkinde olmalı bütün insaniyete aynı surette muamele olunmalı bütün ebna-yı beşer bir uhuvvet teşkil etmelidir. lıdır. Hükumat-ı meşruta ve muhtelif ırklardan müteşekkil Her memleketin kendi ahalisi için olması istisna kabul etmez bir kaide teşkil etmelidir. Her memleketin menabii başkalarını zenginleştirmek için değil ahalisinin istifadesi tarafından muhafaza edilmesi için bir sebeb teşkil etmelidir. Her memleketin hükumet-i dahiliyyesi ve icabında Cem’iyet-i Akvam’a zahir olmak için teşkilat-ı berriye ve bahriyyesi bulunmalıdır. yahud inkişaf ettiremeyecek bir halde ise o memleketi kuvve-i harbiyye ile kuvvetli bir devletin temellük etmesi değil Cem’iyet-i Akvam’ın o memlekete idare adamları muallimler değil hayır-hahane muavenettir. Efendilik değil kardeşliktir. El-hasıl himayelerle hususi ittifaklar kalkmalıdır. ler müstesna her yerde serbest olmalıdır. şekkül etmelidir. Sade bütün memalik-i cihanı temsil etmekle kalmayarak her memleketin en mühim menafiini de temsil etmelidir. Mümessiller halk tarafından intihab olunmalı hükumetler tarafından değil. devletler cem’iyetin haricinde asla kalmamalıdır. Ve hakkı ihkak-ı hak için ancak harbin ikad ettiği ihtirasatın kesb-i sükun ettiği isti’mal-i kuvvet gibi vesailin kalktığı bir zamana intizar etmek gerekti. Sonra bi-taraf bir mahkemeye metle icra ve bunların aleyhinde tertib olunan ittifaklar lağv olunmalıdır. Hey’et-i hakime muahedat-ı beyne’l-mileliyyeyi sine müdahale etmemelidir. Fakat milletin mümessili bir takım ahval-i fecianın vukuunda tedabir-i lazımeyi ittihaz eder. Her hangi millete karşı yapılan zulümler tazmin olunmalıdır. İster bu millet Balkanlı isterse Ermeni olsun. len murakabe etmek hususunda muvaffak olan yegane Sosyalizm ancak Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’le halifesi Hazret-i Ömer’in te’sis ettiği hükumette görüldüğünü beyan eylemiştim. Çünkü te’sis ettikleri hükumet otuz sene müddetle tamamen sosyalist prensipler üzerine paydar oldu. Onların devirlerinde ancak Sosyalizm’in hakim olmasının sebebi onun en kuvvetli esaslar üzerine te’sis olunması yani efradın seciye ve ma’neviyetinin en yüksek ve en asil şevahika i’la edilmesidir. Tarih-i beşer bir memlekette seciyeleri i’tibarıyla muhabbet-i müştereke merhamet şeref sadakat uhuvvet cesaret-i ma’neviyye kahramanlık binicilik hususunda hepsi kadisler [kudsiler] mertebesine yükselen bu kadar çok vatandaşlar kayd etmemiştir. Evet tarih-i alem böyle en ulvi temayülat ve sevaik ile meşbu’ bir kitle-i insaniyye görmemiştir. Dünyanın muhtelif taraflarından gelen en ecnebi insanlar la-yenfek bir rabıta-i uhuvvete bağlanıyor birleşiyor her şeyde saadette musibette birleşiyor. Bir ve yegane bir sebeble birleşiyor. O da bütün beşeriyetin hayrını bir Allah’a iman ettirerek te’min etmek. Cem’iyet-i Akvam demokratik ve sosyalistik esaslar üzerine te’sis olunmazsa insaniyeti müstefid etmek şöyle dursun daha müdhiş zararlara duçar edecektir. Cem’iyet-i Akvam’ı zir-i cenah-ı himayelerine almak isteyen kilise rüesası evvela bütün insaniyyetin hayrını arzu ettiklerini fiilen göstermelidirler. Artık dünya yüksek sadalı kelimelerden yoruldu her yerde hakkın galebesinden hakıkatin muzafferiyetinden bahs olunuyor. Biz bugün muameleyi görüp görmeyeceğini anlamak istiyoruz. Zuafanın her türlü tahakküme inkıyadı zuafanın istismarı devam edip etmeyecek mi onu bilmek istiyoruz. Bir de şu viski şişeleriyle namussuz kadınlarıyla kumarhaneleriyle bunlardan bizar akvama musallat olan medeniyet denilen o sırf maddiyet yine bu halka zorla yapışacak mı yoksa artık bu akvam kendi sade ve temiz hayatını huzur ve refah içinde geçirecek mi? Mesih bizzat maddiliğin en büyük aleyhdarı idi. Kendisi sekene-i asumana yakışan bir hayat geçirmişti: Evi barkı yoktu. Ezvaka asla dalmadı. Zenginlerin cennete girmeyeceğini söyledi. Ve tarafdaranına bir seyahate çıkarken ekmek para elbise almamalarını ayaklarına sandallar geçirmeleri ve iki setre giymemelerini emretti. Fakat Mesih’e ittiba’ ettiklerini söyleyenler kendilerini tüfenklerle süngülerle teslih ederek böyle bir kuvvetten mahrum olan milletlere hücum ederek onları çalıyorlar servetlerini iğtisab ediyorlar kendileri en muhteşem gıdalarla tes’id-i hayat ediyorken onlar açlıktan ölüyorlar. Mesih’in namına izafe olunan medeniyet bütün kuvvetini çelikten ve ateşten yahud gümüş ve altın kurşunlardan alıyor işte böylece bu medeniyet sırf maddidir. Bu arzın ekseriyet-i sekenesi müslüman olduğunu bildikleri halde ancak Yahudi ve hıristiyanlara adl ü bi-tarafi hürriyet-i hakimiyet bahş ettiler. Ve müslümanların bu havaliden ebediyyen tard edilmeleri iktiza ettiğini i’lan etmektedirler. Böylece atide vuku’ bulacak muharebatın temelini vaz’ ediyorlar. Bundan lerde bütün akvama emniyet vaad ettiği halde diğer tarafdan da Hindistan’ın ebediyyen tahakküm altında kalması için Asya’da “Monrö” usulü te’sis edileceği söyleniyor. Velev ki bu uğurda komşu imparatorlukların inhidam veya ilhakı iktiza etsin. Ma’lum olduğu üzere İngiliz İmparatorluğu’nda hıristiyan olmayanların adedi hıristiyanların adedinden fazladır. Maamafih musırran deveran ediyor ki bundan böyle hıristiyan olmayanlar hıristiyanların üzerinde kat’iyyen hükümran olmayacakmış. Fikirleri bu kadar dar insaniyetleri bu derece mahdud dinlerine karşı bu derece la-kayd rüesadan ne beklenir. Ve bu gibi esaslar üzerine kurulan bir Cem’iyet-i Akvam nasıl olur da bir müessese-i hayriyye olur? Mefkure-i Hıristiyaniyye pek sukut etti. Avrupalı rüesa-yı dinin evvela şunu bilmeleri iktiza eder ki Mesih bir Asya yerlisiydi. Onlara göre “Kara adam”dı ve Hıristiyanlık Asya dinlerindendir. Onların hıristiyani tesmiye ettikleri medeniyet-i maddiyye Hıristiyanlığın aleyhindedir. Ve hıristiyani kelimesini Avrupalı kelimesine müradif etmekle pek azim bir hataya düştüler. Bugünkü mefkure-i Mesihiyye’ye göre ancak Avrupa her hayra müstahıktır. Mesela rupalıların akvam-ı saire üzerine tahakkümü Avrupalıların akvam-ı saireyi istismar etmesi idame olunur. Eğer bazı hıristiyan milletler bir Cem’iyet-i Akvam te’sis etmeyi düşünmüşlerse bunun sebebi Avrupalı olmayan memaliki yağma yüzünden aralarında zuhur etmesi melhuz olan münazaalardır. Vakıa Avrupalı olmayan memaliki imha ve yağma etmek için ellerinde her vasıta mevcud ise de bu ganimet-i kübradan ancak aralarındaki mücadeleleri teskin etmekle istifade etmek mümkündür. El-hasıl Avrupa devletleri haramiler misilli yekdiğerine karşı namuslu davranmak usulüne müracaatla aralarında bir takım münazaaların vuku’ bulmamasını arzu ediyorlar. Kilise rüesası piskoposlar serpiskoposlar bu hususda rical-i siyasiyyeye muavenet etmek mi istiyorlar? İstedikleri kadar etsinler yirmi sene geçmeyecek ki Cem’iyet-i Akvam’a rağmen daha müdhiş infilaklar hasıl olacak. Kilise rüesası rical-i siyasiyyenin iştiha-yı ma’lulünü biraz tedaviye gayret etseler ne iyi olur. Bunlar her vasıta ile hemen midelerini dolduruyorlar mucib-i ar ve hicab yalanlar söylüyorlar muahedata paçavra parçaları gibi bakıyorlar. Tedabir-i vahşiyaneye tevessül ediyorlar birbirlerine i’timad etmiyorlar. Ve bu hastalık devam ettikçe muhasedeler ve muharebeler devam edecektir. Evet hakıkat şundan ibarettir ki Hıristiyan devletlerin birbirine i’timadı yok hatta kendileri bile Cem’iyet-i Akvam’a mak istemiyorlar. Bir de Cenab-ı Hak nev’-i beşere rayegan buyurmuş olduğu eltaf-ı ilahiyyesini serd ederken bunların kaffesinin fevkinde olarak bir lütf-i Sübhanisini irad ediyor ki muanid münkirlere hitab ederken Siz bizi nasıl na-mütenahi ni’metler atıfetlerime karşı nasıl küfranda bulunuyorsunuz? Hatırlamıyor musunuz ki meleklere: “Adem’e secde ediniz” demiştik. Onlar da secde etmişlerdi. Yalnız İblis emrimize mutavaattan imtina’ etmiş bunu kibrine yedirememişti. O zaten kafirlerden idi.” Cenab-ı Fatır-ı Hakim bu ayet-i kerimesiyle insanın şanını ne derecelere kadar i’la etmiş olduğunu nazar-ı topraktan ibaret olan insanın infirad ettiği şu meziyet ne büyük bir meziyettir! Pekala ya bu erbab-ı butlana ne olmuş ki Cenab-ı Hak kendilerini en hakır bir şeyden halk ettikten sonra bedi’ bir sun’a mazhar kılıyor ve daha sonra melaike-i mukarrebine bile rüchanlarını te’min edecek mevahib-i mahsusa ile mücehhez buyuruyor da yine kalkıp niam-i hak ve hakıkat tecelli edip dururken emr-i ilahiye isyanda bulunuyorlar? kavl-i keriminden murad-ı ilahi şu oluyor ki “Bizler onlara insanı bidayette topraktan nasıl yarattığımızı sonra avare bir katre suretinde erhamda nasıl istikrar ettirdiğimizi gösterdik. Bunların kaffesinde erbab-ı iz’an ve tefekkür için na-mütenahi ibretler hikmetler mündemicdir. Nihayet melaikeye ibda’ eylediğimiz bu sun’-ı bedia secde etmek suretiyle bizim kudret-i baliğa-i Sübhaniyyemizi i’tiraf etmelerini ve kendilerine mahfi kalan esrar-ı ezeliyyemizi lerinden biri o kadar niam ve eltafımıza karşı küfranda bulunarak azamet ve hasedinden bu secdeyi etmedi. Cenab-ı Hak bu meseli İblis fıtratındaki mahlukları levm ve tekdir için irad buyuruyor. Bunlar evamir-i ilahiyyeye diremiyorlar. Nitekim Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in zaman-ı saadetlerinde Medine’deki Yahudiler de böyle idiler. Bunların gerek ahadı gerek uleması yani ahbarı hazretin Resul bil-hak olduğunu bildikleri halde mahza hased ve inadlarından dolayı nübüvvetini ikrara bir türlü yanaşmıyorlardı. Cenab-ı Hak müteakiben İblis’i emirlerine inkıyad etmekten buyuruyorlar ki bunlar Risalet-penah efendimizin Tevrat ve fenalıktan nehy habaisi tahrim tayyibatı tahlil ettiğini bildikleri halde kitab-ı mübinin bir kısmına iman ederler bir kısmına da inanmazlardı enbiya-yı kiram tarafından kendilerine arzu etmedikleri bir şey tebliğ olunursa bir kısmını tekzib ederler bir kısmını da öldürürlerdi. Başmuharrir yegan buyurduğu sayısız ni’metleri ta’dad edince ünf-i nahvetleri kabararak ve ama-yı cehaletleri basiretlerini kaplayarak Nebiyy-i ümmiye iman etmekten istinkaf ederlerdi. Evet Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’i bizzat gördükleri ayat-ı beyyinatını müşahede ettikleri halde nübüvvetini inkar ve risaletini tasdik etmekten imtina’ ederek cahiliyet gururuna mağlub olmuşlar ilim ve kitap vahiy ve ayat onlarda olduğu halde Cenab-ı Hakk’ın onu nasıl ıstıfa ettiğine bir türlü akıl erdirememişler Cenab-ı Hakk’ın istediğine lütuf ve inayetini bahşedeceğini idrak edememişlerdi. İşte Allah’ın hikmetini istiknah hususunda onların akılları bu derece darlaşmış insanı topraktan yaratan ona bu suret-i beşeriyyeyi bahşeden dünyanın makalid-i umurunu onun destine tevdi’ eden Fatır-ı Hakim’in bir öksüzü sıyanet bir mütehayyiri hidayet bir fakıri iğna ederek sonra onu mahlukatın en güzini olmak üzere ihtiyar ile rahmet-i ezeliyyesine rehber ve vahiy ve şeriatine mehbit intihab etmesi kafalarına sığmamıştı. Şayed bunlar ayat ve berahin-i ilahiyyeyi gördükleri zaman iman ile tarik-ı hakkı kabul etmiş olaydılar aynıyla sun’-ı ilahideki esrara muttali’ olunca tarzında i’tiraf-ı acz ü kusur eden melaike-i mukarrebin gibi olurlardı. Lakin bu kadar ayat-ı beyyinata rağmen Ehl-i Kitab ilk madde-i hilkatinin daha ali olduğuna güvenerek ve insana hased ederek me’mur olduğu sücudu karşı küfranda batıl üzerinde ısrarda bulunmuş olması dolayısıyla rahmet-i ilahiyyeden ebediyyen mahrum kalan Kitab’ın hali bu idi. Berahin-i satıayı gördüler inkar ettiler. Ayat-ı katıaya karşı göz yumdular her türlü tehdid ve inzara karşı sağır kesildiler. Nihayet kendileri makhur ve muhakkar; Resul-i güzin ise ebediyyen te’yid-i ilahiye mazhariyetle muvakkar oldu. Sure-i Hud’da istikamette de istikamet lüzumunu natık olan Me’mur olduğun gibi istikamet et. Emr-i celili şeref-varid olmuş ve bu emrin tevcih eylediği vazife vezaif-i Risalet-penahinin hepsine şamil olduğundan dolayı en suubetlisi bulunmakla Sure-i Hud beni ihtiyarlattı hadis-i şerifi fem-i saadetlerinden sadır olmuştur. Fi’l-vaki’ hayat-ı Peygamberi’de müşahede olunan mu’cizat miyanında bil-cümle harekat-ı alileri nokta-i nazarından beliğiyle istikamette istikamete büyük bir hisse ayırmak bir cemaatin değil bir çok cemaatlerin kavimlerin devletlerin milletlerin sade bir zaman ve mekanda değil müteaddid ezmine ve emkinede hidayetlerine müteallık ruhani cismani ilmi ameli ahlakı hukukı ictima‘i siyasi dünyevi uhrevi vazifelerin yalnız ta’lim ve tebliğini değil tatbikini dahi ihtiva eyleyen vazife-i Risaletlerinde Muhammed aleyhi’s-selam akvali ile ef’ali nazariyatı ile ameliyatı arasında zerre kadar tefavüt göstermemiş ve hatta kendilerinin de saff-ı beşeriyyette mertebe-i ubudiyyette bulunmaları hasebiyle asla hariç kalmadıkları vezaif-i umumiyyede daima fazla vazife deruhde ederek ümmeti hakkındaki teshilattan bile hissedar olmamış ve bütün telakkı eylediği evamir-i ilahiyyeyi herkesden evvel ve daha ziyadesiyle tatbik ve icrada muvaffakiyet mazhariyetini ihraz eylemiştir. Hayat-ı beşerin bütün dekaikına cemi’-i hacat ve mesalihine ruhaniyat ve cismaniyatına hal ve istikbaline müteallık olmak üzere bütün ömürlerinde tebliğ buyurdukları vezaif ve mevaizi emr-i ilahiye ne derece ve ne kadar imtisal mümkün olduğunu fiilen göstermek için yine bütün hayatında tatbika muvaffak olmak ve bu yolda her türlü mezahime her nevi’ husumetlere karşı sabır ve sebat ile mücahede eylemek ve iktiza eden fedakarlığa her suretle tahammül edebilmek fıtrat ve mesai-i Muhammediyye’nin ne kadar i’cazkar olduğunu ve hayat-ı nübüvvet-penahileri beyan-ı hakıkatine ne kadar şayan bulunduğunu göstermek için kafi bir burhandır. abiatte vakıa-i nübüvveti fiilen tecrübe edemeyen ve tarihin şehadet-i kat’iyyesine de i’timad etmek istemeyen bazı mütefekkirinin Hazret-i Muhammed aleyhi’s-selam gibi bir nadire-i fıtratın kendi nübüvvetine kalben imanı bulunmamak lazım geleceğine ve binaenaleyh bil-cümle azaim-i celilelerinin başka bir saikı olduğu halde bunu gizleyerek kendisini taraf-ı ilahiden me’mur göstermek gibi bir kizb-i ma’kulu ihtiyar ettiğine te’vil yollu iham etmeleri diğer bazılarının enbiyadaki sıfat-ı nübüvveti kayserlerin fir’avunların uluhiyeti rububiyeti gibi yalandan iddia edilmiş veya tezahürat-ı cebbaraneye meftun edani-i nas tarafından saika-i cehaletle bahş ve isnad olunmuş bir rütbe-i mevhumeden ibaret gibi telakkı ettirmeye çalışmaları ve bu suretle enbiya-yı kiramın nübüvveti isbat değil da’va bile eylememiş olduklarını halden ve nefislerinden istidlal ve kıyas tarikıyle ve maziye tahakkümen iddia eyler gibi görünmeleri enbiya-yı kiramın ve bilhassa Hazret-i Muhammed aleyhi’s-selamın bu babda ibraz eylediği hasais-ı sıdk u istikameti derecat-ı azm ü mücahedeyi ve bunları te’min eyleyen kuvve-i kudsiyyeyi bilmemekten veya bilmek zamandan dolayı enbiya-i saire hakkındaki nükul-i tarihiyye hususiyat-ı şahsiyyeleri hakkında kanaat-ı kafiyye vermeye kafi görülmüyorsa Hazret-i Muhammed’in hayat-ı hususiyyeleri dahi mazbutiyet-i tarihiyyeye iktiran eylediğinden tedkıkat-ı tarihiyye ile istikamet ve azaim-i peygamberinin bütün ömr-i Risalet-penahilerine şamil bir tarz-ı tecellisi bulunduğuna vakıf olan hakıkat-şinasan-ı garb u şark Hazret-i Peygamber’de da’va-yı nübüvveti inkar şöyle dursun iman-ı nübüvvetin bütün kuvvetiyle ila ahiri’l-ömr cereyanına ve icra-yı hükm eylediğine kani’ olmuşlardır. Fil-hakıka en ciddi en müteverri’ bir vaizin her zaman değil yalnız bir günlük vaazında izah eylediği kemalat-ı ahlakıyyenin velev ekserisini olsun bütün ömründe hem zahiren ve hem batınen tatbika muvaffak olduğunu kezalik bir çok nazariyat-ı aliyye neşr eden bir siyasinin mevki’-i iktidarı işgalinden sonra kanaatlerini değiştirmeksizin mevki’-i icraya koymak için feda-yı nefs eylediğini görmek insanların her yerde tesadüf edebilecekleri misallerden olmadığı için emr-i celili mucebince asırları idare eden vezaif ve mevaizin muhtevi bulunduğu hakaikı bütün hayatında me’mur olduğu vechile bil-istikame ve harfiyyen icra etmek kudretini gösteren insanlar gelip geçtiğine inanmak harikulade mu’cizelere inanmaktan ve te’yidat-ı ilahiyyeye kani’ olmaktan başka bir şey değildir. Fakat tarih şübhe bırakmıyor ki bu bir emr-i vakı’dır. Bu zevat mazide geçmiştirler. Ve bunlar miyanında en karibü’l-ahd olanı ve en mazbutü’t-tarih bulunanı ise Hazret-i Muhammed aleyhi’s-selamdır Hazret-i Muhammed aleyhi’sselama bu imanı bu azmi veren ne idi? Müşarun-ileyh gördüğü rü’yaların muttariden zuhur etmeye başlamasıyla hasıl olan bir halet-i ruhiyye üzerine Cebel-i Hira’da münzeviyane taabbüdat ile iştigal ederken bir gün yalnız vicdana emrini veren bir nida-yı na-geh-zuhara ma’ruz kalmış ve bundan lerze-nak-ı hayret olarak “Ben okuma bilmem” diye beyan-ı ma’zerete şuru’ etmiş idi. Bu cevaba karşı . nida-yı amiranesinin tekrar zuhuruyla kalb-i alilerine bir darabat ve vücud-ı mübareklerine bir ra’şe gelerek hane-i saadetlerine avdet buyurup “Beni örtünüz beni örtünüz” diyerek biraz ce’ye ihbar ve kendisinden korktuğunu beyan eylemiş . “Ey mütesettir kalk inzara başla Rabbine ta’zim eyle elbiseni temizle putları at” emrini tebliğ eden aynı nidayı duyunca her hiss-i beşer üzerinde tahavvül-i na-gehaninin ilka eylediği dehşet tekerrür ye tesbit eylediği gibi bugüne kadar güzeran olan halat-ı acibenin bir ıttırad-ı mahsus olması havf u tereddüdünü tarafillah ihsan edilmiş bir hadise-i kudsiyye vuku’ bulmakta olduğuna ve bu emirlerin infazı vazife bulunduğuna bit-tecrübe iman ve kanaat husule getirmiş yirmi küsür sene bi’d-devam Kur’an-ı azimü’ş-şanı inzal ve tebliğ eyleyen ve bununla beraber daha bir çok müeyyidat-ı harikuladeye iktiran ve yalnız kendilerinin değil zaman geçtikçe ashab-ı kiramının dahi tecrübeleriyle vukuf ve ıttıla’larını te’yid eden kelam ve nida-yı ilahinin nüzul-i harika-nüması her türlü vaadlerini incaz ve her türlü emirlerini infaz ettirmiş idi. Bu hadiseye karşı Hazret-i Muhammed aleyhi’s-selamın hiçbir kesb ü tasarrufları sebk etmemiş ve bu husus Hazret-i Peygamber’in akıl ve zekasına intizam-ı fikri ve amelisine asla halel getirmeyip bilakis bunların cereyanını teshil eylemiş ve binaenaleyh sırf bir ni’met-i ibtidaiyye-i Rahmaniyye bulunmuş ise de bu evamir-i harikuladenin infazı ve tatbikatı ve ameliyye ve bilhassa bu babda gösterdikleri hassıyet-i ahlakıyye hasılı istikamet-i fevkalade tamamen müktesebat-ı celile-i Muhammedilerinden bulunmuştur. Bütün fevkaladeliği ile beraber beşeri hasıyeti vukuu hiç inkar edilemeyen bu ikinci me’asir-i şahsiyyeleri bizim gibi tecrübesine şahid olmayanlar için birincinin vukuunu pek kolay teslim ettirecek bir nokta-i istidlal tesbit eylemeye kafidir. Bundan dolayı hazret-i Muhammed saha-i müktesebatı olan ikinci kısımda fail bir abd-i kamil ve bunun mebdei olup sade atiye-i ilahiyye olan birinci kısımda bir resul bir nebiyy-i ahirü’z-zamandır. Yani Hazret-i Peygamber bir sefir-i ilahi oluyor ve sefarethane-i sadakatine vari Beşerin risalete ihtiyacını bildiren iki mesleğin sanisine gelince: Zikr olunan ihtiyac hadd-i zatında tabiat-i Geçmiş zamanlarla zaman-ı hazırın ahval ve icabatı o hakıkati bir şekl-i bedihide göstermektedir. Zira ahval-i ümeme atf-ı nazar olunursa anlaşılır ki: Nasın bazısı cemaat-i beşerden ayrılarak gah ormanlarda gah dağ başlarında münferiden yaşamaya vahşetle istinasa hayvan gibi la-kaydane şurada burada dolaşıp gıdasını ot ve nebat kökleri gibi şeylerden te’mine mesken ittihazından kaçışıp hücra yerlerde mağaralarda barınmaya şu hayat-ı adiyyelerinde bir tecavüze uğradıkları vakit taş ve ağaç atmak suretiyle tahaffuza ağaç dallarından yahud telef olmuş kara hayvanlarının derilerinden tedarik ettikleri şeylerle vücudlarını örtmekle iktifa ederek başka libas taharri ve iktisasından müstağni durmaya münhemik olup dünyadan ayrılıncaya kadar bu i’tiyaddan vazgeçmemekte ve bal arısı gibi dağılıp ona müşabih bir maişet-i hayvaniyye ile kanaat ederek beka-yı nev’leri için kudretleri yettiği kadar mesai-i muntazamaya yanaşmamaktadır. Ancak şu tavsif olunan enva’ miyanında asıl nev’-i Cemaat-i beşer müteaddid ve muhtelif olmakla beraber her birinin sa’y u amelinden hasıl olan fevaid yalnız kendilerinin mensub bulundukları cemaate maksur kalmayıp cemaat-ı muhtelife ma’nen hey’et-i vahide hükmünde olmasıyla bunların umumiyetle bekasına hizmet eder. Şu halde a’mal-i beşerin muhassala-i umumiyyesinden hissedar-ı terakkı ve beka olmak hususunda kitle-i kan-ı mevcudiyyet te’mini kabil olamaz. Binaenaleyh efrad-ı nasdan her birinin medeni ictima‘i her ne ihtiyacı var ise beni nev’inin sunuf-ı sairesince müstahzar olan vesail-i mümkineden istifade ile te’mine akıl ve ilm-i tabiisinin delaletiyle çalışmaya mecburdur; zira hey’et-i beşeriyye insan ünvan-ı mümeyyizi altında müctemi’ yani bu noktadan ism-i vahid ile mevsuf olup muavenet ve mesai-i müşterekelerinin fevaid-i umumiyyesi yekdiğerinin bir hale ifrağ eder; buna vücud-ı insanın tarihi şahid olup teşrih-i keyfiyyete hacet yoktur. Hülasa: Vareste-i delildir ki efrad-ı beni Adem ancak hal-i ictima’da yaşayabilir. tasvir-i maaniye ve te’lif-i ibareye müstaid olmak üzere mahluk olmayıp sair hemcinsleriyle teati-i fikir ve muhavereye şedid olan ihtiyacının tesviyesine de hizmet etmek üzere mevhubdur; şu halde natıkıyet hassasıyla anlaşmak ıztırarı iki üç kişiye yani insanların aded-i mahduduna münhasır olmayıp bu ihtiyac-ı külliye nazaran hid tasavvur olunamaz. Cemaat-i nasdan her ferdin ihtiyacı diğer efradın ihtiyacına benzemez ez-cümle kişinin emr-i maişetinde amal ve metalibi arttıkça amil kuvvetlere ihtiyacı da tezayüd eder; bu ihtiyac sevaikı o ferdi ehlinin idaresine ondan aşiretine ondan mensub bulunduğu ümmetine ve dolayısıyla bütün hem-nev’ine kadar tealluk ve imtidad eyler. Zamanenin ahvali gösteriyor ki: İhtiyacat-ı umumiyyeye tabi’ olan rabıta-i ittisalat bütün nev’-i beşere am ve şamildir binaenaleyh ünvan-ı medenileri alaik ve revabıt-ı ictima‘iyyeye layık olan bir cem’iyet bekayayı vücud mezaya-yı hayattan istifade celb-i menfaat def’-i mazarrat gibi fark ve temyiz hasıyetlerine ve umumun ta’kıb ile mükellef olduğu na-kabil-i inkar bir hakıkattir. Eğer insanın ihtiyacı hilkat-i nev’iyyesinin gayri bir üslubda cereyan etseydi bu hali beyne’l-efrad husul-i muhabbete amil ve müessir olan şeylerin efdali addolunurdu. Ancak onların arasında bir amil-i ma’nevi vardır ki her nefsin bekası hemcinsinin beka-yı umumisine mütevakkıfdır; bunların bir kül vücuda getiren ecza-yı umumiyyesi def’-i mazarrat ve ihtihsal-i menfaatlerine mahsus olan bazı kuva-yı murtabıta menzilindedir. Bu cümleden olarak insanların birbirine muhabbeti kendilerine bir istinadgah selamet-i kalblerine vesile-i inşirah ve sekinettir. Bu rabıta-i memduha mütekabil hissiyat-ı muhabbetkaraneyi haiz olanlar yekdiğerinin iş ve ihtiyaclarını def’ ve iktihama yaradığı gibi içlerinden bir musibete uğrayan olur ise buna mukavemet ve te’min-i suhulet hususunda diğerlerinin eser-i teavün ve fütüvvet göstermelerine hadim olur. Ümmetler arasında aheng-i imtizac ve intizam bekayı ruh ve kıvam-ı ihtiyacının muhafazası sanki o muhabbet-i mütekabile şanından sayılır bunun gibi insanın hissettiği ve tedarike müdavim ve sebatkar olması mukteza-yı hilkat ve vezaif-i insaniyyetin ahval-i tabiiyyesindendir; ve farizaya muhabbet badi-i muvaffakiyeti olur çünkü meyl ve tedbir-i ciddi ihtiyac görülen eşhasın muavenetten ve eşya-yı maksudenin teyessür-i husulünden dali geçer ise ihtiras derecesini bulur ki bundan ihtiraz mütekabil arasında kanun-ı muhabbetin peyda ve devamı hissiyat-ı samimaneye muhtacdır bu rabıta dahi ya onların şayan-ı hubb ü ihtiram olan şahıslarına yahud Demek olur ki muhabbet ve irtibat şahs-ı maksudun dan bir safvet ve ciddiyet-i kamile ile mütelezziz ve müstefid olmak emel-i halisinin tekabül ve in’ikasından neş’et ederse paydar ve semeredar olur; başka suretle bunun husul ve devamına imkan olamaz. Yani; münasebet-i tarafeyn bir esas-ı ciddiye mübteni olmayıp da husul ve zevali kabil-i sür’at bir hal-i gayr-i samimide arız olursa zikr olunan kuva-yı ruhiyyenin ittihad ve imtizacından mütehassıl fevaid karşısında la-şey’ menzilesinde kalır. Eğer tarafeynin gaye-i emeli ihtiyacat-ı nasdan olarak i’mal ve ğiştirmekten ibaret olur ve mülahaza ettikleri münasebet sırf intifa’ olunabilen şeylere münhasır tutulup da onların amiline layık olacak bir suretle teşmilden i’raz edilirse maksud olan imtizac-ı umuminin istikrarına kifayet etmez; çünkü bu gibiler arasında kaim olacak nisbet-i muvaneset ya birinin galebe-i kuvveti ya birbirinden korkmak zilleti yahud yekdiğerine karşı müdahene ve muhadaa rezileti yüzünden husule gelmiş sayılır… Kelb te’min-i gıda ve himayesine aid ihtiyacını diriğ etmeyen efendisine muhabbet ve sadakat-ı kamile ile mütehassis olarak onun bir tecavüz ve tehlikeye ma’ruz kaldığını görürse kendi ölümünü aramak derecesinde fedakarlık iltizamıyla tahlis ve müdafaasına hasr-ı nefs eyler zira def’-i cu’ ve atşına himaye-i hayatına efendisini bir kefil mesabesinde cezm ve addettiği ve onun ziyaını kendi vücudunun mefkudiyetini mucib olacağı yolda telakkı eylediği için efendisinin ve hukukunun temadi-i muhafazasına feda-yı hayat derecesinde bir hırs-ı şedid gösterir şayed kelb bir mahalden diğer bir mahalle nakl olunup da lütfunu gördüğü efendisinden senelerce gaib olduktan sonra tesadüfen o efendisinin bir muhataraya uğradığını müşahede ederse hissiyat-ı sabıkasını tahattur ve tecdid ederek kuvvetinin müsaid olduğu derecede yine onu kurtarmaya savaşır. Kelbin his ve micazına mütehattim olan bu hal bir ka yolda tevsi’-i meşreb etmekten beridir. Onun yegane emeli nail olduğu ihsan ile bunu ısdar eden şahsa münhasırdır ki bezl-i nefs etmek suretiyle ona arz-ı muhabbet ederek başka bir fikr-i tama’ beslemez; me’luf edildiği bile hizmet ve sadakatinden ızhar-ı noksana meyl etmez. Amma insan ve müdrekatı ilham ve teallüm his ve tefekkür noktasından hayvan gibi bir had ile mahdud değildir belki onun medarik ve hissiyatı amal ve metalibi bir kayd-ı tahdid ve intiha ile mahsur olmaktan beri denecek bir mahiyettedir; onun hal-i sıgarında bir alim-i ekberin ulviyet ve azametine karşı gösterdiği teslim onun a’mal-i hayriyyesinden istinbat-ı fevaid tarz-ı cehd ve mukavemeti birşeyde te’min-i galibiyetine ve mümkün olan makasıdının husulüne yardım eden kuva-yı idrakiyye ve ameliyyesinin sarf ve isti’malince olan iştigalatı ve bi’n-netice bir lezzete ve o miyanda bir havf u eleme isal eden her şeye ma’tuf ibtila ve tevessülatı o kadar şamil ve müessirdir ki buna bir hadd-i intiha kendisini durduran bir havf-ı nihai tasavvur olunamaz. Nitekim “İnsan mal cem’ine haris; bahil halk olundu. Ona bir fakr u zarar gelse na-şekibane feryad ve ceza’ edicidir ni’met ve hayra nail olsa mefruz olan hukuku edada mümessiktir.” mefhum-ı şerifini havi olan ayet-i kerimesi . bu babda bir hikmet-i bediayı natıktır. Darulhikmeti’l-İslamiyye’den: hiçbirini ihmal etmemek hepsini rasih melekeler haline getirebilmek öyle bir gayedir ki insanlıkta tekamül ancak ona yetişmekle kaimdir. Ahlakı nakısalar asfiya-yı beşere mev’ud olan o gayeden o nihai saadetten ebediyyen mahrumiyeti intac eder. Yalnız kanun-ı ahlakı en ince noktalarına varıncaya kadar muta’-ı mutlak bilmek insanlar mak da mütehattim bir vazifedir. Fil-hakıka bu esasatın mülünden değil insanlığından bile uzaklaştırır. yada bunun kadar memduh bunun kadar latif bunun kadar fıtri ve zaruri bir meleke olmadığı münakaşaya tahammülü bulunmayan bedihiyattandır. İnsaniyetin nasıyesine haya kadar yakışan lahuti bir renk yoktur. Kainatın mehasini bir yere gelse hayadan mahrum bir çehreye cemal veremez. Hayasızlar beşeriyet için en muzır en mühlik bir unsurdur. Dünyanın iknaiyatı bir yere toplansa bunları yola getiremez. Enbiya-yı salifenin “Utanmadıktan sonra istediğini yap” tarzındaki itab-ı mehibi Aleyhi’s-salatü Ve’s-selam Efendimiz tarafından da aynen tekrar buyurulmuştur. Hele mekarim-i ahlakı remin ümmeti için meleke-i hayanın his olunamayacak derecede zaafı bile cemaatin vicdanını tedhiş etmek icab eder. Şu son zamanlarda hayat-ı medeniyyeye alıştırmak perdesi altında kadınlarımızın kızlarımızın yüzlerindeki perde-i hayayı sıyırmak istediklerini görüyoruz. Kalpteki lekelemek istediklerini işitiyoruz. Bir kere haya ile riya büsbütün başka iki mahiyettir. Sonra riyasız olmak hiçbir zaman hayasız olmak demek değildir. Evet “Ne yapalım! Bu gibi haller medeniyet-i hazıranın icabıdır. Yirminci asr-ı terakkı geçmiş edvarın ahlakıyla an’anatıyla mukayyed olamaz” diyecekler değil mi? İşte ey müslüman bu söz bilinerek söyleniyorsa ıdlal ale’l-amya savruluyorsa eser-i dalaldir. Yirminci asr-ı terakkıyi temsil eden merakiz-i medeniyyeti kuş bakışıyla görmek bu babda hüküm vermeye kafi olamaz. Vakıa o muazzam şehirlerde an’anata ma’neviyata karşı huruc etmiş sürüler görülmüyor değil lakin bu hay u huy-ı isyanın bu herc ü merc-i sefahetin arkasında edebiyle namusuyla yaşayan geceli gündüzlü çalışan harim-i namusunu şarklılar kadar esirgeyen koca koca kitleler var. Darü’l-fünunlarla kütübhaneler arasında mekik dokuyan fuhuşhanelerin birahanelerin kulüp nam-ı müstearı altındaki kumarhanelerin semtine uğramayan bir şebab-ı fen ve san’at bir şebab-ı sa’y ü irfan bir şebab-ı mütefekkir bulunuyor ki bütün o medeniyetleri o şevketleri yaşatan hep bunlardır. Sen garbda erbab-ı namusun harim-i ailesi bütün ziyaretçilere açıktır mı sanıyorsun? Rast gelen delikanlılar rast gelen kızı koluna takar da istediği yere götürür mü hayal ediyorsun? Heyhat! Avrupa’daki namuslu tabakaların bu hususda Asya’dakilerden hiç farkı yoktur. Vakıa garplılarca tesettür mu’tad olmamış! Lakin hiçbir yabancı erkek senelerce tecrübe edilmedikçe afif yurdların sine-i samimiyyetine sokulamaz. Görüyorsun ya! Akılları durduran kuva-yı maddiyyesiyle beraber garb ma’neviyatını asla feda edemiyor çünkü onsuz yaşayamayacağını pek iyi biliyor. Sen ise maddiyatındaki bu aczinle beraber ma’neviyatından da uzaklaşmak istiyorsun! Gözünü aç aklını başına al. Ma’neviyatını alçaltacağına maddiyatını yükselt zira bu muvazeneyi te’min etmedikçe lakin ancak bu tarzda te’min etmedikçe yaşayamazsın! Darulhikmeti’l-İslamiyye’den: Bir vakitlerden beri vacibat-ı diniyye ve adab ve şe’air-i ahlakıyyesinde elim bir tedenni husule gelmiş idi. Maali-i ve tehzibi suretiyle bu inhitatın önüne geçmek isteyen Darulhikmeti’l-İslamiyye’nin taşra encümen-i alilerince vakı’ olan irşadat ve tenviratın lehü’l-hamd ahali-i İslamiyye üzerinde te’sirat-ı mühimme husule getirdiği görülüyor. Bu cümleden olarak Gerze Kazası Darü’l-hikme Encümeni tarafından bu babdaki muavenetinden halkın terbiye-i ma’neviyye ve ahlakıyyesi namına müfid ve memnuniyet-bahş necayic hasıl olmuş ve gerek vezaif-i diniyye ve ictima‘iyyenin eda ve ikamesinde ve gerek menhiyattan feragat hususunda eskisine nisbetle büyük bir terakkı husule gelmiştir. Kezalik milliye büyük bir medarı olarak geçen sene Cum’alarda bir saffı doldurmayan cemaat bu sene müteaddid saflara baliğ olmuş ve kura eimmesi da’vet edilerek kendilerine emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesinden feragat edilmemesi ihtarında bulunulmuş ve Ramazan-ı şerif münasebetiyle kaleme alınıp Liva gazetesiyle neşr olunan beyannamenin hükumetçe ehemmiyetle telakkı edilmesi sayesinde şeriat-i İslamiyye ve adab-ı umumiyyeye münafi yolsuzluklar şayan-ı şükran bir derecede azalmıştır. Tab’ı ikmal edilip gelecek hafta intişar edecek olan eser-i kıymetdarın mukaddimesidir: Beşeriyet saha-i tabiate atıldığı günden i’tibaren fikren ne kadar aciz ve zaif şahsen ne derece zar u zebun olduğunu düşünerek sığınacak necat ve selametini te’min edecek bir melce’e; kudret ve kuvvetinden bir şemme feyz ve rahmetinden bir reşha bahş edecek bir kadir-i rahime ihtiyac-ı mutlakını teslim etmiştir bu ise hiss-i diniden başka bir şey değildir. Evet beşeriyet meftur olduğu hiss-i tecessüs ile kendisini düşünmüş akıllara dehşet veren kitab-ı kainata nazar etmiş mevcudat üzerinde bir kudret-i mutlakanın hakimiyetini anlamış halikı halkı sırr-ı hilkati –seviye-i harri ve tecessüsde emin hatveler atmaya muvaffak oldukça kalbini kalbinden kopup gelen hislerini tatmin eylemiş ve fakat bazen de acz ü zaafı yüzünden yolunu şaşırarak yanlış vadilere yuvarlanmıştır. Maamafih beşeriyet ara sıra düşmüş olduğu girdabdan bir takım mürşid ve rehberlerin irşadatıyla kurtulmuş sapmış olduğu tehlikeli yollardan dönmüş aradığını bulmuştur. Bu i’tibar ile fikr-i din fikr-i uluhiyyet beşeriyetin levazım-ı mahiyyetindendir; bunsuz saadet-i hakıka kabil olmadığı için beşer hiçbir vakit bu fikirden mücerred olarak yaşamamıştır. Bu cihet bil-cümle erbab-ı basiret nezdinde müsellem bir hakıkat olmakla beraber asr-ı ahirde zuhur eden bir takım cereyanların bazı kimseler üzerinde da’va ve takrir-i kelam edip din fikrinin tevhinine badi olduğu gayr-i münker bir hakıkattir. Son zamanlarda garpta başlayan dinsizlik cereyanı –maatteessüf– memleketimize de sirayet etmiş esasat ve i’tikadat-ı diniyyeye karşı bir takım tereddüd ve şübheler uyandırmıştır. Halbuki bir hakıkat-i riyaziyye derecesinde sabit bir şey varsa o da: Dinsizlik denen maraz ruhu ve ictima‘ı ile cem’iyetin ahlakın aile hislerinin adem-i ictima’larıdır. Bunun içindir ki dinsizlik teammüm eden yerlerde revabıt-ı ictima‘iyyenin yavaş yavaş gevşediğini görüyoruz. Din olmadıkça ne ferdin saadeti ne de hey’et-i ictima‘iyyenin devam ve bekası mümkün değildir; efradı bir saadet içinde yaşatacak cem’iyeti sukut ve inhilalden kurtaracak amil-i yegane dindir. Binaenaleyh en ziyade memleketin gençlerinin ma’neviyatını sarsacak mahiyette olan bu şübhe ve tereddüd dalgalarını teskin ederek onların fikirlerini sabit bir nokta etrafında temerküz ettirmek vazifesi ise yegane muallimlere bilhassa ulum-ı diniyye ve ahlak muallimlerine terettüb ediyor. Gençlerde gevşemiş olan ma’neviyat ve imanı takviye ederek onları reyb ü şekten tahlis etmek muallimlerin üzerine terettüb eden bir vecibedir. Çünkü edyanın hayatı ancak da’vetledir. Ve bu da en ziyade mektep sıralarında olmak lazımdır. Da’vetin müessir ve faide-bahş olabilmesi için de mevecat-ı şükuk ve şübühatın hangi cihetlerden geldiğini ne gibi menfezlerden nüfuz edeceğini hangi noktaları istihdaf eylediğini anlayarak daha mektep sıralarında iken talebeyi ona göre ihzar etmek talebenin bilahare ma’ruz kalacağı şübheleri mevzu’-ı bahs ederek orada halletmek suretiyle fikirlerini ikaz eylemek lazımdır. Halbuki mekteplerde ta’kıb edilmekte olan ulum-ı diniyye dersleri –maatteessüf– bu ihtiyacı tatmin etmekten çok uzaktır. Dokuz on –hatta daha fazla– sınıflı mektep proğramlarını gözden geçirecek olursak ulum-ı diniyye namına kitabü’s-salat kitabü’s-savm kitabü’zzekat kitabü’l-hacdan başka bir şey tedris edilmediğini görürüz. Her sınıfda tekerrür edip duran bu mebahisdir. Halbuki bunlar esasen zarurat-ı diniyyeden olmak dolayısıyla her müslümanın –daha ailesi nezdinde iken– bileceği bir şeydir bu mebahis ile senelerce uğraşmaya hacet yoktur. Çünkü talebeye bir tarafdan bunları mihaniki bir tarzda ezber ettirirken diğer tarafdan şübhe ve tereddüdlere düşüyor gittikçe din muhabbeti kalbinden zail olmaya başlıyor. Artık ezberlemiş olduğu şeylerin de lüzumsuz olduğuna kail olmaya başlıyor. Ve bu suretle gençlikte bir buhran husule geliyor. Bunun sebebi ise kalbinde uyanmış olan şübheler asri bir fikir ve lisan ile miyetle– beklenen netice elde edilemiyor. Zira zamanın kate alınmayarak vuku’ bulan da’vetler müntic-i muvaffakiyet olamaz. Nasa karşı yapılacak tebligat ve irşadatta zaman mekan ve efkar mutlaka nazar-ı i’tibara alınmalıdır. Kur’an-ı Kerim’ bize bu hakıkati pek sarih olarak bildiriyor. Zaten müteaddid peygamberlerin ba’s u irsali de bunun en bariz bir delilidir. muallim ta’yin olunduğum zaman ulum-ı diniyye dersleri den başka bir usul ta’kıb etmek lüzumunu hissettim. Çünkü buradan neş’et eden efendiler ulum ve fünun pa’da bulunuyorlar; Avrupalılarla çokca temas ediyorlar ve onların adab-ı muaşeretine vakıf din ve İslamiyet aleyhindeki cereyanlara daha ziyade ma’ruz bulunuyor. Binaenaleyh din ve Müslümanlık hakkındaki kuvvetli bir na Dini Dersler ünvanı ile neşrediyorum. Dini Dersler’de ta’kıb olunan gaye gençlerde gevşemeye yüz tutmaya başlamış olan ma’neviyatın takviyesi kalplerinde din hissinin yüksek bir surette tenmiyesidir. Dini Dersler’in birinci ve ikinci kitaplarında zarurat-ı diniyyeden bulunan erkan-ı diniyye ve ahlak-ı İslamiyye hakkında bir müslüman için bilinmesi labüd olan ma’lumat verildiği gibi dinin ibadet kısmında bulunan hikem ve mesalih ve ahlak-ı İslamiyye’deki ulviyet de uzun uzadıya izah edilerek dine karşı daha ziyade muhabbet ve temayül hisleri tevlidine çalışılmıştır. Dini Dersler’in üçüncüsünü teşkil eden bu kitap ise kında mütalaat-ı umumiyyeyi ihtiva ediyor. İkinci kısım ve ahlakıyatındaki ulviyet ve rasanet asri fikirlerle olan mukarenet teşrih edilerek tabii ve umumi bir dinin ancak Müslümanlık olabileceği izah edilmiştir. Maamafih bu Din-i İslam’ın ahkamıyla edyan-ı sairenin hükümleri arasında mukayese yapılmıştır. Kitabın tertibinde de maksad daima nazar-ı dikkate alınmıştır. Bunun için mütalaat-ı umumiyye kısmını ihtiva eden birinci kısımda din ne demek olduğu ta’rif ve asli bildiriliyor. Bundan sonra beşeriyet için dinin lüzumu mes’elesine intikal olunuyor. Beşeriyet için dinin lüzumu iki nokta-i nazardan muhakeme olunmak icab ettiği cihetle dinin ne demek olduğu anlatıldıktan sonra bunun gerek ferdi ve gerek suretle izah ediliyor. Bundan sonra din makamına başka bir esasın ikame edilip edilmeyeceği mes’eleleri uzun uzadıya tedkık ediliyor; vicdan mes’elesi hakkında izahat veriliyor bu babdaki i’tirazat esasından def’ edilerek beşeriyet Maamafih mes’ele bu kadarla bırakılmayarak bir de başka nokta-i nazardan tedkık ediliyor din ile medeniyet arasındaki münasebetten dinsizliğin tevlid edeceği netayic-i tabiiyye ve ictima‘iyyeden de bahsedilerek dinsizlikle medeniyet-i hakıkıyye ve ahlak-ı fazıla ictima’ edemeyeceği ve binaenaleyh kalp vicdan hikmet ve tefekkür siyaset ve ictima’ hülasa her nokta-i nazardan; beşerin dine muhtac olduğu delail-i akliyye ve hakaik-ı tarihiyye Bundan sonra asr-ı ahirde bazı Avrupa mütefekkirlerinin beşeriyet için lüzumuna kail oldukları din-i tabiinin neden ibaret olduğu bunun tarafdarları din-i tabiiyi ne gibi esaslar dahilinde telakkı eyledikleri tedkık ve bu esaslar ile enbiya-yı zi-şan hazretlerinin tebliğ eyledikleri din-i ilahinin esasları arasında bir mukayese ve muhakeme yürütülerek beşeriyetin saadet-i maddiyye ve ma’neviyyesini te’min edebilecek olan “Din”in ancak enbiyanın vahy-i ilahiye müstenid olarak tebliğ eylediği din-i haktan başka bir şey olamayacağı beşeriyet din hakkında ne kadar düşünse yine peygamberan-ı ızamın tebliğ eyledikleri esaslar haricinde bir şeye destres olamayacağı gibi beşeriyet için dinin lüzumu kabul edildikten sonra bunun din-i ilahiden başka bir şey olamayacağı gösterilmiş oluyor. Bina-berin dinin menşei i’tibarıyla da bazı yanlış fikirler mevcud olduğu cihetle dinin menşei hakkında ileriye sürülen fikirler hülasa edilerek tetebbuat-ı ric’iyye tarafdarları akliyye ve delail-i tarihiyye ile ibtal edilmiş din fikrinin rıyla din beşer için bir hasisa-i ruhiyye olup ondan infikak etmeyeceğini gösterir. Din fikrinin fıtri olduğu anlaşıldıktan sonra beşeriyetin rek ilk dinin din-i tevhid ilk ma’budun da Halik-ı Hakıkı olduğu binaenaleyh animist ve naturistliğin dalalet-i fikriyye neticesi olarak meydan aldığı delail-i tarihiyye ve felsefiyye ve ilmiyye ile isbat ve izah ediliyor. Bu hususda beşerin ilk mürşidi hakkında da izahat-ı mühimme i’ta olunarak bu babda irad edilegelmekte olan bir takım şübheler hallediliyor. Beşeriyetin akıl ve vicdanıyla ma’rifet-i liyye ve nakliyye ile izah ediliyor. Maamafih edyanda görülen tekamül de hakaik-ı diniyyeye vukufu olmayan bazı kimseleri şaşırtmış din hakkında bir takım şübhelere düşürmüş olduğu cihetle bu mes’ele için de ayrı bir bahis açılmış tekamül-i edyan hakkında uzun uzadıya izahat vermek lüzumu hissedilmiştir. Artık tekamül-i edyan bahsi en son ve en mütekamil bir din olan Din-i İslam’a intiha etmiş olduğu cihetle mütalaat-ı umumiyyeden ibaret bulunan birinci kısma burada nihayet verilerek ikinci kısma geçilmiştir. nin mevkii olamayacağı fikr-i batılının nereden neş’et ettiği olduğunu izah etmek lüzumu da hissedilmiştir. Bundan sonra Din-i İslam’ın i’tikadiyatı ahlakıyatı üzerinde bir tedkık icra edilerek Din-i İslam’ın hiçbir noktasında asri fikirlerle tearuz edecek bir şey bulunmayıp onlarla daima barışık gittiği izah edilmiştir. Bilhassa İslam’ın pek açık bir surette gösterilmiştir. Daha sonra medeniyet-i hazıranın icabat-ı insaniyyeden olmak üzere tevlid eylediği bir takım fikirlerin on dört asır evvel Müslümanlık tarafından takrir edilmiş olduğu müteaddid bahislerde Müslümanlık olabileceği gösterilmiştir. Hülasa Dini Dersler’ in üçüncü kitabı her genç ve mütefekkir için şayan-ı takdir olup şimdiye kadar yazılmamış bir çok mebahis-i mühimmeyi ihtiva ve din ve düştüğü noktaları izah etmesi i’tibarıyla tahririnde merhum Şeyh Cemaleddin-i Efgani Mısır müftüsü merhum Şeyh Muhammed Abduh gibi eazım-ı mütefekkirin-i fudela-yı asrdan Ferid Vecdi’nin muhtelif asarından istifade olunmuştur. Eser bu mevzua aid yazılması icab eden asarın birincisi olup şimdiye kadar bu yolda–maatteessüf– bir eser yazılmamış olduğu cihetle görülecek kusurların hüsn-i niyyete bağlanmasını kariin-i kiramdan ayrıca rica ederim. Tevfik ve hidayet Allah’dandır. mefkure aşkından dolayı dünyanın edyan-ı muhtelifesi yekdiğerini müteakib mefkurelerini ortaya atmıştır. Mesela Hıristiyanlığa göre Mesih insanlığın mükemmel mefkuresidir. Kezalik “Budizm” insanlar için yegane mefkurenin Buda olduğunu te’kid eder. Fakat bu muhtelif edyanın salikleri mefkurenin levazımını unutuyorlar. bir mevcud olması iktiza eder. Çünkü insanlar ancak hem-nev’lerini ta’kıb ederler. Kendi hilkatlerinde mevcud olmayan bir takım kuvveleri izhar edemezler. Binaenaleyh Hazret-i Mesih bir mevcud-i lahuti ise lahutiyeti dolayısıyla mefkure olmaktan çıkmıştır. Bundan maada hiçbir kimse Rahman ve Rahim olan Allah’ın mahlukatına takat getiremeyecekleri yükleri yükleyeceğine imkansız şeyleri teklif edeceğine inanamaz. Bir parça sert ve zalim davrananlara “Nüfus-ı beşeriyyeyi imhayı kasd eden canavarlardır” denildiği ma’lum. Mahlukat-ı arziyyeye peyrev olmak için gönderdiği veled-i lahutisine karşı tarz-ı hareketinden dolayı haşa sümme haşa erhamü’r-rahimin olan Allah’ı böyle bir ünvan ile yad etmeye kim cür’et eder! Mesih’in mefkureliği bahsinde varid olan bu mülahazata “mefkure”lerin birinde yok. Şimdi bir kere bütün alem-i insaniyyete her zemin ve zamanda alemdar olacak mefkurenin bariz hututunu tedkık edelim: geçmiş muhtelif mertebede muhtelif ahval ve şeraite tabi’ insanlara misal olacak bir insan olması lazım gelir. Hayatını hep satvet ve refahiyet içinde geçiren bir insan bu ahvalin aksini yaşayan insanlara rehber olamayacağı gibi bütün ömrünü fakr u zaruret içinde geçirmeye mecbur olan ağniya ve akviya için misal olamaz. Bir de mefkurenin bir şahsiyet-i tarihiyye olması lazımdır. Yani ahlakın irşadı için hayatının mükemmel ve mevsuk bir sicilli bulunmalıdır. yan-ı muhtelifenin mefkurelerinde arayalım: Hıristiyanlık’da bunları bulamayız. Hıristiyanlığın mefkuresi ne bir şahsiyet-i tarihiyyedir ne de ağniya ve akviya için bir misal teşkil edebilir. Çünkü onun hayatına dair bize intikal eden vekayi’-i kalile onun vazi’ bir hayat geçirdiğini gösteriyor. Buda’nın hayatı ise esrar-alud. Hemen bütün edyan-ı sairenin şahsiyetleri de böyle. Ancak Resul-i İslam Aleyhi’s-salatü Ve’s-selam Efendimiz yukarıda beyan eylediğimiz şeraiti haiz bir mefkuredir. Zat-ı Risalet-penahilerinin bir şahsiyet-i tarihiyye olduğu bil-icma’ sabittir. Ve Müslümanlık tarihi bir dindir. Peygamberimiz hayatın safahat-ı muhtelifesini yaşamıştır. Öksüzlük beşiğinden en satvetli hükümdarların serir-i ihtişamına kadar yürüdü. Esna-yı hayatında te’sis ettiği hükumetten maada asalet-i ahlakıyyesinin kuvvet-i safiyyesi sayesinde kalplerde yaşayan ebed-zinde bir hükumet te’sis etmiştir. Risalet-penah efendimizin hayatı rengarenk safhalar geçirmişir. Her hangi mevki’de her hangi mertebede olursa olsun her insana bir çok dersler verir. Yirmi beş yaşında idi. Bikrdi. Fakat hep afif ve nezih idi. Ticaretle iştigal etti ve her işinde müstakım ve şerif idi. Kendisi yirmi beş yaşında iken kırk yaşında bir dulu aldı. Zevc ile zevcenin yaşları bu kadar farklı olduğu halde Hazret-i Peygamber zevcesini pek seven bir zevc idi. Bir peder olmak i’tibarıyla Resulullah efendimiz çocuklarını o kadar severdi ki onları esna-yı duada bile bağrına basardı. Mezaya-yı racüliyyesi i’tibarıyla her hususda kahramanane idi. Tek başına ordular sevk ederdi. Taattufkar bir hükümdar mükemmel bir şari’ ve adil bir hakim idi. Resulullah Efendimiz’in tarih-i hayatı günü gününe kemal-i i’tina ile zabt edilmiş ve bize intikal etmiştir. Hatta zevceleriyle olan en hususi ve en hafi münasebatı ma’lumumuzdur. Hayatının hiçbir vak’ası haiz olduğu seciye-i kerimeyi şaibedar edecek bir mahiyette değildir. Bir insanın ahlakı hakkında en iyi hükmü zevcesi verir. Çünkü zevcinin en gizli esrarına vakıfdır. Risalet-penah efendimizin ezvac-ı tayyibatı onun doğruluğuna öyle bir hararetle iman ediyorlardı ki her birisi irtihal-i nebeviyi müteakib ölümü temenni etmiş nasib-i uhrevisini de onunla birlikte istifa etmeyi arzu etmişti. Aleyhi’s-salatü Ve’s-selam Efendimiz’in kadınlarda böyle bir istihale hasıl etmesi onun kendisiyle irtibat edenlerin kaffesini seyyanen necabet ve asaletle işba’ etmek hususundaki kuvvetinin büyüklüğüne en kuvvetli delildir. Hiçbir millete hiçbir musibet hiçbir bela gelmemiştir ki o millet evvelce o musibetlere o belalara istihkak kesb etmiş olmasın o musibetlerin yollarını kendi elleriyle açmasın o belaları kendi fiilleriyle üzerine celb etmesin!... Tarih-i cihanı bir kere gözden geçirelim. Bu alemde zuhur eden kavi ve muhteşem milletleri bugün kara baykuşlar gibi enkaz-ı perişanisi üzerinde tünediğimiz şu mukaddes yurdun büyük ve muzaffer harisleri gibi necib ve fedakar simalar yükseltmiş değil midir? Onların fedakarlığı değil midir ki o milletlere bir mevcudiyet vermiş ve namlarını tarihin en şanlı sahifelerine hakkettirmiştir. Şark Bizans’dan uzunarak her tarafa zulüm seylabeleri akıtan karanlık bulutlar altında inlerken Asya’nın yüksek ve yüksek olduğu kadar saf yaylalarından kopararak Anadolu ufuklarında parıldayan simalar rehgüzar-ı şehametlerinde tesadüf ettikleri din ve ırk kardeşleriyle meydana öyle bir cem’iyet çıkardılar ki cihanları titretti feyz-i adaleti zulüm üzerine müesses saltanatları sarsdı Anadolu afakından o kara bulutları dağıttı huzemat-ı nevvaresini bir taraftan Avrupa’nın göbeğine diğer tarafdan Afrika’nın zengin [rengin] sahillerine Asya’nın yüksek badiyelerine Arabistan’ın har sahralarına kadar temdid eyledi. Efradının saye-i hamiyyetinde erkanı kavi esası metin bir saltanat-ı muazzama te’sis etti. Bu saltanatın etrafını kal’a yerine mücahidlerin ulüvv-i himmeti ihata etti. En müdhiş hücumlar insan sinesinden yapılan bu kal’aların sahasına gelir gelmez söndüler. Efrad-ı cem’iyyetin kalbindeki izzet ve şehamet o kadar rüsuhlu idi ki nüfuz-ı saltanat yakındakileri nurlara uzaktakileri saadet ve refaha mazhar ediyordu. Adabı ahlakı an’anatı muasır bulunan akvamın cümlesine faik geldi. Ve onları ma’nen ve maddeten zabt u teshir eyledi. Efradının azlığı az müddet zarfında istila eylediği arazinin genişliği ile beraber bütün alemin ruh-ı müdiri kesildi. Her an yeni bir şana her dakıka yeni bir zafere nailiyetle mes’ud oldu. Rehber-i terakkısi adalet tebaasına neşr-i saadet idi. Bu suretle asırlar geçti. Fakat bir zaman geldi ki efradın evvelki izzet ve şehameti söndü. Emeller arasından tefrikalar zuhur etti. Cem’iyeti bağlayan rabıtalar birer birer çözülmeye yüz tuttu. Yekdiğere muavenet birbirlerine nusret esasları unutuldu. Onun yerine bilakis hased ve nefret kaim oldu. Her ferdin azm ü himmeti yalnız kendi şahsiyetine mahsur kaldı. Umumun fenalığını düşünmek hukukunu muhafaza etmek hiç kimsenin aklına bile gelmedi. Bütün bu seyyiat toplana toplana nihayet bugün saltanatın bünyan-ı metinini sarsmaya başladı. Bir kere efrad bu alçak çamurlara sukut edince artık her türlü seyyiat-ı ahlakiyyenin yüz göstermesi pek tabii hiç kimse düşünmedi ki kendi saadetini te’minden ziyade milletin refahını ihzar etmeye çalışmak lazımdır. Hiç kimse yad etmedi ki hey’et-i mecmua kuvvetlenirse o sayede kendi de arzularına kolay kolay nail olur. Bilakis millet memleket unutuldu. Umur-ı devleti ellerine alanlar kendi ihtiraslarından kendi zevklerinden kendilerinin ve evladlarının refahını te’minden başka bir şey düşünmediler. Millet batıyormuş. Adam sende! Zaten batmaya mahkum! Kim kurtaracak! Kim kurtarabilir. Sel önünden ne kadar çok kütük kapılırsa kar değil mi? İşte sukut eden milletlere hakim olan mantık! Tarih bize bir çok milletler gösteriyor ki sahne-i şuunda yokken günün birinde bir mevcudiyet göstermişler yükselerek evc-i kemale vasıl olmuşlar sonra inhitata başlamışlar zaif düşmüşler kuvvetlerini gaib etmişler cihanlara hakim iken nihayet günün birinde sefil olmuşlar… Sebebi o millet arasında zuhur eden maraz-ı ictima‘i: Sınıf-ı müdiranın sefahete dalması yalnız kendi menfaatlerini düşünmeleri kendi ihtiraslarının te’minine menafi’-i umumiyyeyi feda etmeleri efrad-ı milletin de zulmü adalet ataleti istirahat ahlaksızlığı fazilet meskenet ve zilleti saadet telakkı edecek kadar alçak bir derekeye sukut etmeleri!. Fakat cihanda her hastalığın bir tanatları uful etmiş kavimlerin tekrar dirildiklerini istiklal ve şevket-i milliyyelerini iade ettiklerini göstermiyor mu? Evet biliyoruz ki bugün hey’et-i umumiyyemizi sarsan derd gayet vahimdir. Bu derdin tedavisi de hastalığın vehameti nisbetinde müşkildir. Ba-husus efrad-ı millet arasında usul-i tedaviye vakıf büyük simalar yok denilecek kadar az! Milleti istila eden bela-yı tefrika –frengi hastalığı gibi– efrad-ı milleti için için kemiriyor. Bir takım hazele de millet arasına muttasıl yeniden yeniye firengi mikropları saçıyorlar. Bu müdhiş girdab-ı tefrika ortada iken sözleri yerleştirmek özleri uzlaştırmak kalpleri muhabbet-i mütekabile Efrad-ı milletten her biri aynı bir bedenin muhtelif uzuvları mesabesinde oldukları halde birbirlerinin hasm-ı canı olursa öyle bir vücudun yaşayabilmek ihtimali olur mu? Muttasıl çarpışıp didişen bu biçareler farkında olmuyorlar ki bu memleketi yutmaya azm edenlerin ümidlerini kuvvetlendiriyorlar. Kendi felaketlerini kendi dilleriyle ihzara çalışıyorlar. Artık uğradığımız bu kadar musibetlerden olsun mütenebbih olalım. El ele vererek şu bedbaht yurdu kurtarmaya çalışalım. Niza’ ve nifak ile geçen her gün hayat ve mevcudiyetimizi biraz daha kemiren bir canavardır. Bundan sakınalım. Memleketi kurtarmak için bir dahi arıyoruz. Fakat düşünmelidir ki büyük dahiler ne ot gibi yerden biterler ne de günün birinde semadan inerler. Böyle bir harikaya intizar eden herkes kendi vazifesini idrak eder zuhur eder. Dahiler mensub oldukları milletlerin muhassala-i muhassala da kuvvetlenir. Baştakiler orta halli insanlar olsalar bile yine devlet muntazam işler. Umur-ı millet keşmekeş içinde kalmaz. Demek ki dünkü hayat gibi bugünkü hayatın mes’uliyeti de bütün efrad-ı millete teveccüh eder. Memleketin sefalet ve vaz’iyetinden herkes mes’uldür. Bu mes’uliyetten kurtulmak ve atiye ümidli nazarlar fırlatabilmek için koşması ve vazifesinin hüsn-i ifasına gayret etmesi mukaddes ve ulvi camia-i İslamiyye etrafında toplanması lazımdır. Bu lüzum umumumuzca takdir edildiği gün. ğimiz yolda devam edildiği takdirde ise her türlü ümidi keselim. Çünkü nifak ve tefrikanın inkıraz ve inhidam ile nihayetlendiği pek çok emsaliyle sabit olmuş bir hakıkat-i tarihiyyedir. Fuhuş vesikaları dağıtmak usulünü takviye ve ta’mime uğraştığını i’lan ile fuhşa serbesti-i cereyan veren Sıhhiye Müdiri’nin ne kadar yolsuz ve muzır bir harekette bulunduğunu beyan etmiştik. Bu defa memleketimizin en hazik etibba-yı İslamiyyesinden… Paşa hazretlerinin vesika usulünün mazarratına dair mütalaat-ı fenniyyelerini derc ediyoruz. Diğer etibba-yı müslimenin mütalaalarını da inşaallah gelecek hafta neşr edeceğiz. Emraz-ı zühreviyyeden tahaffuzun derece-i imkanını ta’yin için afet-i mebhusenin mahiyet-i maraziyyesi mütehassısininden dan da biraz nasibedar-ı tetebbu’ olmak taht-ı elzemiyettedir. Çünkü beşeriyet-i muztaribenin hayatını kemiren bu baş belası gittikçe daire-i sirayetini tevsi’ etmektedir. Hastalık esasen müzmin müdhiş bir surette sari ve vasıta-i sirayeti en ziyade münasebet-i cinsiyyedir ve fuhuş en büyük menbaıdır. Fuhşun birden bire ilgası ve yeryüzünden kaldırılması kabil olsa avarız-ı efrenciyyenin daire-i sirayeti ciddi bir surette tahdid edilmiş olur. Gizli ve kaçamak suretinde icra edilen fuhuş ile açık ve vesikalı fuhuş arasında fark-ı azim vardır. Vesikalı olarak yani muayene-i üsbuiyyeye tabi’ bulundurularak icra ettirilecek fuhuş serbest bir fuhuş olacağından müdhiş bir surette tevessü’ edecek ve bu muayene o an için hastalığın olmadığını te’min etse bile evvelce alınıp kanda devr-i takrihini geçirmekte olan hastalığın hafta arasında zuhuruyla icra-yı sirayetine ve acele bir muayenenin ise velev mınzarla bile olsa iltivaat-ı muhataba arasına sıkışmış bir çok tezahürat-ı maraziyye-i müntineyi meydana çıkaracağına göre fuhşa serbesti-i cereyan vermek faide yerine zararı intac edecektir. Maraz-ı efrencinin daire-i sirayetini tahdid için muayene usulüne gidildiği takdirde bekar erkekleri de muayeneye tabi’ bulundurmak ve vesika istihsaline mecbur etmek iktiza eder. Yoksa işi bir taraflı tutmak kadınlara karşı zulm-i mahz ile göz boyayıcılıktan ibaret olduğu gibi sathi ve acele bir muayene ile fuhşa serbesti-i cereyan vermek ahlak-ı safiyye-i İslamiyyemize cidden çirkin görünecek bir tarz-ı muameledir. Kastamonu’da çıkan Açık Söz gazetesinden: “Milyonlarca İslam şimdiye kadar İstanbul’u mukaddes bir şehir olarak tanıyor; çünkü orası Halife’nin yeridir İslam Peygamberi’nin vekilinin oturduğu yerdir. Şimdiye kadar milyonlarca Türk İstanbul’u seviyor tebcil ediyor; çünkü orası Türk hakanının Türk padişahının saltanat merkezidir. Bütün İslamların kulağı İstanbul’un minarelerinde ve cami’lerinin kubbelerindedir çünkü minarelerinden ezan-ı Muhammedi kesildiği veyahud cami’lerinin kubbelerinden Rabbin tekbirinin sustuğu gün bütün İslamlar bilirler ki; İslamların dini artık sönmeye yüz tutacak ve me mahkum olacaktır. Onun içindir ki İslamların bulunduğu bütün iklimlerin Türklerin yaşadığı bütün ülkelerin gözü kulağı kaffe-i havassi İstanbul merkezine müteveccih ve mun’atif bulunuyor. Binlerce senelerden beri tarih-i alemin kayd u zabt ettiği vaz’iyetler içinde ise İstanbul’un şimdiki vaz’iyetten daha nazik ve daha şayan-ı dikkat bir vaz’iyet daha tasavvur olunamaz. Vaktiyle irfan ve san’at alemine nurlu kalemler ve cenk ü vega hengamelerine parlak mızrak ve kılıçlar yetiştiren İslam medeniyeti ve Türk harsi için bir rehber ve pişva olmakla ma’ruf ve meşhur olan dünkü İstanbul acaba bugün de bulunduğu tarihi ve nazik vaz’iyeti takdir ederek kendine düşen muhataralı ve lüzumlu vazifeyi ifa etmeye kendinde bir kuvvet ve bir liyakat görüyor mu? Ey İstanbul…. Sen koynunda milyonlarca insanlar barındırıyorsun. Alim siyasi hatib san’atkar ve daha bir çok insanlar yüz binlerce kilometre imtidadındaki İslam toprakları yüz binlerce kilometre istiabındaki Türk kitleleri için bu zamanda ne yapıyorlar ne yapıyorsunuz? Bir hiç değil mi?.. Zavallı İstanbul… Seni bu halde görecek miydik! Böyle bir zamanda evladın fırka ihtirasatıyla kavrulacak şahsi menfaatler peşinde koşacak mıydı! Evladların nezaret sandalyeleri için vicdanını her şeyini bütün mukaddesatını feda edecek miydi! Memleketin zararına pazarlıklar memleketin felaketine saygısızlıklar memleketin sukut-ı ebedisi namına adavetler ve nihayet sefahet.. Sefahet.. Hayır artık hayır İstanbul!... Şimdi İstanbul nazarımızda bir zavallı değildir. Bugün bütün Türk ve kardır. Bugün bütün Anadolu nazarında İstanbul Halife’sine hakanına karşı ifa etmesi lazım gelen vazifesini su’-i isti’mal etmiş bir mücrim ve milyonlarca İslam’ın ve Türk’ün hakkını çiğnemiş bir günahkardır. Şimdi size hitab ediyoruz. Ey Anadolu vilayetleri şehirleri köyleri! Hepimiz memleketimizi kurtarmak uğrunda birleşmeliyiz. Vatan için nefsi fedakarlıkta bulunacaklarını kemal-i mübahatla ve hatt-ı hümayunlarıyla i’lan buyuran Halife ve hakanımızın fermanını su’-i isti’mal eden kitleden bir hayır gelmeyeceğini takdir ederek biz boynumuza düşen vazifeyi ifa etmeliyiz. İstanbul’u doğru yola getirmeli ve İstanbul’daki bütün fırka gürültülerine nihayet verdirerek milleti ittihad ve intibaha da’vet etmeliyiz. Artık kani’ olmalıyız ki bütün İslamların bütün Türklerin ümidi Anadolu’ya bize in’itaf ediyor. Uyku devresi çoktan geçmiştir. Bu zamanda uyku milletin Türklüğün İslamiyet’in ebediyyen ölmesi demektir. Osmanlı İmparatorluğu İslam hükumeti Türk padişahlığı muhatarada tehlikededir. Uyan İslam oğlu! Uyan Türk oğlu! Vatanını kurtar milletini kurtar dinini kurtar… Ve sen kurtul.. Uyan ey mukaddes Anadolu…” [HINDISTAN MÜSLÜMANLARININ İNGILIZ VEKALETINE SON MUHTIRASI VENIZELOS’UN MESAISI Sulh Konferansı’nın Balkan mesailiyle uğraşması Venizelos için mühim bir devre-i faaliyet açtı. Balkan mesailinde ne kadar alakadar olduğumuzu mevki’-i coğrafimizin nezaketi izah eder. Payitahtımızın selameti için Avrupa Kıt’ası’nda ekseriyet-i İslamiyyeyi haiz vilayetlerimizi olsun elde etmekliğimiz bir zaruret-i hayatiyyedir. Binaenaleyh ekseriyet-i İslamiyyeyi haiz olan Garbi Trakya’yı kurtarmanın bizim için ne kadar zaruri olduğu tezahür eder. Halbuki Venizelos Bulgar murahhaslarının Sulh Konferansı’na azimet etmesi dolayısıyla fırsattan bil-istifade Trakya’yı Bulgarlardan koparmak için çalışıyor. Ez-cümle Amerika’nın bu hususda muhalefetinden korkarak devlet-i müşarun-ileyhanın Bulgarya ve Türkiye ve Türkiye’ye aid musalahaları imza etmemesini taleb etmişti. Fakat Venizelos’un bu talebi kabul edilmeyerek Amerika’nın bu musalahaları imza etmesi tekarrur etti. Sulh konferansı milliyet prensibini Trakya hakkında kabul ettiği takdirde Trakya’nın bize terk olunması muktezidir. Trakya Yunanistan’a terk edildiği takdirde oradan da ehl-i İslam’ı istisal etmek istenildiği bir kere daha tezahür edecek! Yunanistan’da Mora Eğriboz ve sair yerlerde mevcud ahali-i İslamiyye kamilen mahv u na-bud edildiği gibi Berlin Muahedesi’nin icra-yı ahkamı zımnında Yunanistan’a terk ve ilhak olunan Tesalya Kıt’ası kesif bir on sene zarfında! Bu defa Garbi Trakya Yunanlılara terk edilecek olursa ehl-i İslam’ın duçar olacağı akıbet pek elimdir bununla Bulgarların ehl-i İslam hakkında rahim ve şefik davrandıklarını hususunda ikisi de farksız gibidir. Ve ondan dolayıdır ki bu vilayet-i İslamiyye’nin na-hak yere heder edilmemesini Şimdiye kadar alem-i İslam’ın Devlet-i Aliyye’ye vuku’ bulan müzaheretinde daima Trakya’nın da bize çırmayarak payitaht-ı Hilafet’in emniyet ve selameti için; bu vilayet-i İslamiyye’nin hayatını kurtarmak için çalışmak en muazzam vazifelerimizdendir. GÜRCISTAN–AZERBAYCAN İTTIFAKI Dersaadet’ten Temmuz tarihi ile The Morning Post gazetesine iş’ar olunuyor: Gürcistan ile Azerbaycan arasında akd olunup Tiflis’de Haziran’ın on beşinde olundu. Bu muahedenin akdi ile gözetilen maksad iki memleketi müşterek bir tehlike yani şimalden gelecek bir Rus istila tehlikesine karşı birleştirmektir. Müzakerata Gürcistan hükumeti namına Hariciye Nazırı Kefe Çekovi Harbiye Nazırı Ceneral Gavedaro Enşovili Şura-yı Askeri a’zasından Ceneral Oviştelize ve Azerbaycan namına Hariciye Nazırı Çaparof Harbiye Nazırı Mihmandarof ve Erkan-ı Harb Reisi Ceneral Sülkeviç iştirak eylemiştir: Muahede ahkamı alel-ade taarruzi ve tedafüi bir mukavelenin ahkam-ı mu’tadesine mutabıktır. Bunlara zirde iki madde ilave edilmiştir. ’uncu madde– Beşinci maddede zikr olunan müddet zarfında yani üç sene mer’i olacak olan işbu mukavelenin mefsuhiyeti veya devam-ı mer’iyyetini evvelden i’lan Akvam suret-i kat’iyyede teşekkül eder ise muahede-i hazıra tarafeyn-i akıdeyn cem’iyet-i mezkureye kabul olundukları günden i’tibaren hükümden sakıt olacaktır. ’uncu madde– Üçüncü Mavera-yı Kafkasya Cumhuriyeti olan Ermenistan işbu mukavelenin tarih-i neşr u i’lanından i’tibaren on beş gün zarfında bu mukaveleye Son senelerde bilhassa son aylarda intihar havadisi pek çoğaldı. İntihar fikrinin bilhassa gençler arasında şüyuu bilhassa müntehirlerin memleketin ye’s-aver ahvalinden müteessiren bu cürmü irtikab etmeleri pek mühim bir keyfiyettir. Memleketin pek vahim anlar geçirdiğini idrak ve i’tiraf etmemek kabil değildir. Memleketi ihata eden gavail kolay kolay iktiham edilemeycek derecede muzlimdir. Bu vaz’iyetten kurtulabilmeyi ümid etmek de pek müşkil. İnsan ne kadar tasni’-i ümid ederse etsin. Elemlerini avutmaya ve unutmaya ne kadar uğraşırsa uğraşsın boş! Karşımızda her ümidi kıracak bin musibet her dakıka kalbimizde ikaz-ı teessür etmekte ve bu mahşer-i teessürat insanı sersemletmekte sarsmaktadır. İşte hakıkat budur: Vatanımız pek feci’ bir tehlikenin taht-ı tehdidinde bulunuyor. Bunda zerre kadar iştibahımız yok fakat tehlikenin karşısında uçurumun kenarında bulunmakla kendini uçuruma ilka etmek cinayetini irtikab etmek değil uçurumun kenarından uzaklaşmak için bütün kuvvet ve gayretiyle çalışmak çalışmak çalışmak iktiza eder. Memleket; felaketten müteessir kendini unutacak nefsini istihkar edecek derecede memleketin derdiyle yanan oğullarına her zamandan ziyade bugün arz-ı iftikar ediyor. Eğer bu sadık bu samimi evladlar memleketin selameti namına son dakıkada bile azim ve iman ile hisselerine düşen nasib-i faaliyeti ifadan geri kalır; kendi kurtarmak hususunda uhdelerine düşen vazifeyi feda ederlerse muzaaf bir cinayet irtikab etmiş olurlar. Ve bu ikiz cinayetin azabına kesb-i istihkak ederler. Hem kendi nefislerine su’-i kasd etmenin cezasını hem de faaliyetlerinden mahrum ettikleri vatanın ahını çekecekler. ederek intihar edenler selamet ve rahata nail olacaklarını tahayyül ederken kendilerini böyle bir cehenneme atıyorlar. Ve bu cehenneme imansızlık yolundan gidiyorlar. Hiçbir mü’min Allah’ın kendine bahşetmiş olduğu ni’met-i hayatı böyle bir küfrana ma’ruz bırakamaz. Bilakis Cenab-ı Hakk’a karşı hayatından mes’ul olduğunu kaffe-i a’maline hesab vereceğini bilerek onu ancak Allah yolunda feda eder. Ve Allah’ın daire-i emr ü nehyinde yaşar. Mü’minler çalışmak araştırmak Allah’ın inayetinden kat’iyyen ümidi kesmemekle mükelleftirler. Zira kafirlerden başkası Allah’ın inayetinden ümidini kesmez. Binaenaleyh vatanın hayatından ümidini keserek kendi hayatına hatime çekmek bu küfürdür. Hem vahibü’l-hayat olan zat-ı Bari’ye karşı hem onu yetiştiren vatana millete karşı bir küfürdür. Hayatını feda etmeyi göze aldıktan sonra Allah yolunda vatan yolunda niçin feda etmiyor da ni’met-i ilahiyyeye küfrediyor. Vatanına hıyanet ediyor. Vakıa memleketin derdi pek giran fakat dermansız değil! Evlad-ı memleket vazifelerini bi-hakkın ifa etseler memleket her halde uçurumun kenarından uzaklaşır. vatan bugün her evladından a’zami gayretler bekliyor. Herkesden sadakat istiyor. Her ferdin iman ve etmesini emrediyor. Vatanın bu evamiri yerine getirilmedikçe halas ve necatın imkanı yoktur. Halbuki vatanın bu emirlerini yerine getirmek için çalışılmadıktan maada ataletler ayrılıklarla vatanın hayatına kasd olunuyor da bu su’-i kasdı akım bırakacak zinde ve tüvana eller sümum-ı ye’si kendi kalplerine dökerek intihar ediyorlar. Bu bir cinayettir. Ve yukarıda beyan ettiğimiz vechile ikiz bir cinayettir. Böyle bir cinayeti irtikab eden bedbahtlara acımamak kabil değildir. Cenab-ı Hak taksiratlarını afv etsin. Fakat geride kalanların vazifesi imanın kuvvetine dayanarak çalışmak daima çalışmak nail-i meram oluncaya kadar çalışmaktır. Emin olalım ki memleketimizi en ziyade perişan eden ataletlere ayrılıklara bir kere galebe edersek sonumuz hiç de fena değildir. Çünkü belayı biz da’vet etmezsek uğrayacağımız haksızlıklar koca bir alemi bir alem-i İslam’ı müteessir edecek ve bu haksızlıktan kurtulmak için bizimle yek-dest olacaktır. ADANA’DA TEZAHÜRAT Geçenlerde Suriye ve Şarkı Anadolu’da tedkıkatta bulunmak ve muhtelif cemaatlerin mutalebat ve arzu-yı millilerini istima’ etmek üzere Mister Charles Krein ve Henry Churchill King ile zevat-ı saireden mürekkeb Amerika hey’etinin Suriye’ye azimet ettiklerini yazmış avdet eylemiştir. Hey’et esna-yı avdetinde Adana’ya uğrayarak hükumet konağında vilayet dairesi ittisalinde bulunan Baş Administer Atorl’in makamında ilk defa vali beyi kabul ederek vilayetin ahval-i umumiyyesi hakkında mücmelen ma’lumatına müracaat etmişlerdir. Vali bey çıktıktan sonra on iki kişiden mürekkeb olan Türk eşrafı hey’et huzuruna dahil olmuştur. Mülakat için birer çeyrek zaman tahsis edilmiş olduğundan her hey’etin bu müddet zarfında re’ylerinin hülasasını kat’i olarak beyan etmeleri lüzumu evvelce bildirilmiş idi. Sual iki noktaya münhasırdı: Evvela: Ahalinin ne istediği? Saniyen: Şayed bir himaye vaz’ı icab ederse hangi devletin himayesinin kabulü? Vilayetin dört yüz bin Türk ve müslümanı namına söz söyleyen hey’et Adana Vilayeti nüfusunun ekseriyet-i azimesi i’tibarıyla bir Türk memleketi olduğundan ve bu vilayet halkı lisanen ırkan tarihen dinen hükumet-i Osmaniyyeye merbut bulunduğundan yine Osmanlı idaresinde yaşamak azm-i kat’isinde olduklarını söylediler. ’inci maddesi bir cevab-ı beliğ teşkil eylediğini ve binaenaleyh yalnız Adana Vilayeti’nin değil yine nüfus-ı ekseriyet-i kahiresi Türk olan ve ilelebed Osmanlılık’tan ayrılmayacakları tabii bulunan Maraş Ayıntab Urfa Kilis Antakya Beylan İskenderun sancak ve kazalarının da hukuk-ı hakimiyyetinin mahfuz kalması madde-i mezkurenin mutazammın olduğu ahkam-ı hak ve adalet iktizasından olduğunu hasbe’z-zaman bir devletin murakabesi ve müzahereti icab ediyorsa bu cihetin ta’yinini de zat-ı Hazret-i Padişahi’nin re’y-i hümayunlarına tevdi’ ettiler. Türk eşrafından sonra belediye ve Hürriyet ve İ’tilaf Fırkası’ndan müteşekkil hey’et ve onu müteakıb ulemayı mahalliyyeden müntehab diğer hey’et hey’et-i tahkıkiyye huzuruna girerek evvelki hey’etin beyanatını şifahen ve tahriren te’yid ve tasdik eylemişlerdir. Bundan sonra sırasıyla Ermeni yerli Arap Rum Protestan Ermeni Katolik Arap Katolik Süryani Musevi hey’etleri girmişlerdir. Ermeniler alaka-i tarihiyyeleri i’tibarıyla Kilikya’da Ermenistan teşkilini ve Paris’de bulunan Ermeni murahhasları tarafından hangi devletin mandası kabul edilirse kendilerinin de kabule amade olduklarını söylemişlerdir. Yerli Araplar da ara tahalüf etmekle beraber kısmen Suriye’ye mak ve bazısı da Fransa himayesinde muhtariyetle idare olunmak gibi muhtelif metalib der-miyan ve maamafih cihet-i camia-i İslamiyyet i’tibarıyla Sultan Vahiddüddin’i Halife tanıdıklarını ilaveten beyan etmişlerdir. Meal-i Celili “Hani biz meleklere Adem’e secde ediniz demiştik. Onlar da secde etmişlerdi de yalnız İblis imtina’ eylemiş ve bunu kibrine yedirememiş idi ki zaten kafirlerden idi. Hani demiştik ki: Ya Adem zevcenle beraber cennette oturunuz ve ondan istediğinizi bol bol yiyiniz. Ancak şu ağaca yaklaşıp da zalimlerden olmayınız. Bunun üzerine Şeytan oradan ayaklarını kaydırarak içinde bulundukları naz ü naimden her ikisini cüda kıldı. Biz de: Haydi yeryüzüne ininiz orada neslinizin bir kısmı diğerine düşman kesilecek ve muayyen bir zamanın nihayetine kadar cümlenizin arzdan nasibe-i istikrar ve intifaı olacaktır dedik. Bunu müteakib Adem Halık’ından nedamet-i hakıkıyyeyi mutazammın kelimeler telakkı ederek onlarla tevbe etmesi üzerine Cenab-ı Hak tevbesini kabul eyledi. Çünkü o kullarının tevbesini kabul eder ve kendilerine son derecede rahimdir. Evet dedik ki: Hepiniz cennetten yeryüzüne ininiz. Benden size rehber gelir de kim benim rehberime tebaiyet ederse onlar için ne korku ne de keder olmayacaktır. Ayatımızı inkar ve tekzib edenlere gelince onlar cehennemliktirler ki ebediyen ateşte kalacaklardır.” Ayet-i kerime kendisinden evvelki ayat-ı celilenin tazammun eylediği ma’nayı ifade ediyor ki o da Cenab-ı Fatır-ı Hakim tarafından Adem’e henüz toprak halinde nin serdinden ibarettir. Evet ayat-ı sabıkada Ehl-i Kitab’dan olan Yahudilerin küfür ve inad üzerindeki ısrarları muahaze buyurulmuştu. Fil-hakıka Cenab-ı Hakk’ın o kadar eltaf u niamına mazhar olduktan kendilerine şehrah-ı rüşd ü hakıkat o derecelerde vazıh bir surette göründükten sonra bu ısrarı ma’zur gösterecek hiçbir sebeb mutasavver değildir. hamet-i Kibriya’dan matrud olması sırf Devr-i Saadet’teki kavm-i Yahud’un ibret almaları için serd edilmiştir. Bu ayat-ı kerime onlara şu hakıkati bildiriyor ki; kendilerinden evvel gelen ümmetlerin mazhar olmadıkları bir takım eltafa nailiyetlerine kezalik öteden beri aralarından sahib-i kitab enbiya zuhuru gibi imtiyazlarına güvenerek alemine rahmet olmak üzere gönderilen Nebi-i Ümmi’nin şeriatına ittibaı tenezzül addetmek demek afv olunmaz bir cür’ettir. Eğer bu Yahudiler inad ü istikbarlarında İblis’i mukteda Başmuharrir menzilet vüs’at-i ilm ü ma’rifet i’tibariyle kendilerinden o kadar yüksek bulunan öyle bir mahluk gazab-ı İlahiye uğrayıp Hakk’ın civar-ı rahmetinden koğulurken hiçbir şefi’ kendisini çıkıp da kurtaramıyor? Hayır onlar için ma’kul bir hareket varsa o da nazar-ı basireti açarak Cenab-ı Hakk’a rücu’ ile Resul-i kerimine gönderdiği Kitab-ı mübinin muktezasına tevfik-ı hareketten ibarettir. rahmet-i İlahiye iltica ettiği gibi Cenab-ı Hak onu da zevcesini de afv eyledi. Ebu Ca’fer diyor ki: Ayet-i kerimedeki beyan ve reşad ma’nalarınadır. Yani tarafımdan evamirimi beyan tarik-ı rüşd ü sedadıma dinime irşad yollu gelecek şeyleri her kim kabul eder de muktezasından ayrılmazsa havf u hüzünden masun kalır. Lakin vadi-i küfr ü inada sapanlar nur-ı hidayete karşı saika-i inad ile göz yumanlar dareynde hırman içinde kalacaklardır. Nitekim sure-i Taha’daki bu ayet-i kerime ile birçok emsalinden istinbat olunan ma’na şudur ki: İnsan bir da’vetin kabulüyle mükellef olmak için o da’vetin olduğu gibi ve hiçbir tahrif ve tebdile ma’ruz olmaksızın vukuu şarttır: Sahibini azab-ı elimde müebbed bırakacak küfür ancak hak tamamıyla zahir olduktan sonra inad ü O halde Yahud’un ahbarıyla Nasaranın kıssisleri kendi ümmetleri arasında Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in siret-i seniyyeleriyle measir ve mefahir-i celilelerini pek muharref bir surette neşrettikten sonra bunların sözlerini dinleyenlerin ma’zur görülmeleri icab eder. Zira o asar o mefahir kendilerine ne hissin ne de aklın kabul edemeyeceği bir surette tebliğ ediliyor. Ulum ve fünun ile iştigal eden bir kısım halkı da bu sınıf miyanına idhal edebiliriz ki bunların da kalblerinde cevelan eden bir takım şübheler akıdelerini sarsıyor. Halbuki bunlar safvet-i imanlarını muhafaza etmek istedikleri taharriyatta bulunuyorlar. Daha sonra muasırları bulunan ulemanın ileri gelenlerine müracaat ediyorlar. Fakat bu kadar mesainin sonunda kendilerini sapmış oldukları giriveden kurtaracak bürhan ile delil ile ikna’ edecek kimse bulamıyorlar. Pekala şimdi dalaletleri kendi taksirleri neticesi olmayan bu biçareleri kim muahaze edebilir? Yahud hakıkati bulmak için olanca vüs’lerini sarf etmişken bunları kim tekfir edebilir? Görüyoruz ki ayat-ı Kur’aniyyenin maanisi birçok tahrif ve tebdile ma’ruz oluyor. İsrailiyyat ve ehadis-i mevzua nakledenler Kitabullah’ı istedikleri gibi te’vile kalkışıyorlar. Daha sonra İslam’ı büsbütün çığırından çıkarmak mesinde tedebbürü hikem-i baliğasında tefekkürü tahrime kadar varıyorlar. Eğer Kur’an gamız bir muamma şeklinde nazil bulunmuş olaydı Cenab-ı Hakk buyurmaz; Ömer bin el-Hattab da Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in balin-i ihtizarında “Elimizde Kitabullah oldukça hiçbir vakit ihtilaf etmeyiz.” demezdi. Lakin bu mudıl adamlar arzularına nail oldular: Müslümanları kitaplarından uzaklaştırdıktan sonra halkın ezhanını şübhe ve dalal ile doldurdular. Daha sonra vaz’ ettikleri kuyud ile mukayyed olmayan kimselere hücum ile bunlardan bir kısmını şirk ham ederek alem üzerinde mütehakkim-i mutlak kesildiler. Allah’ın rahmetini keyifleri vechile taksime koyuldular. Cennet kapılarını umuma kapayarak yalnız kendilerini taklid eden abede-i hurafat ile servetlerine tama’ ettikleri yahud mevki’lerinden korktukları ümeraya açık bıraktılar. HAZRET-I MUHAMMED ALEYHI’S-SELAMIN DINI: İSLAM met şümul-i küllisi hasebiyle icrası pek mühim şeraite mevkuf ve binaenaleyh pek sa’bu’t-tatbik bir şime-i insaniyyedir. akval ü a’maline ferdiyet ve ictimaiyetine nafiz ve şamil olan mebde’-i istikamet evvelemirde enfüsi ve afakı iki nevi’ şeraitle alakadardır. Enfüsi şerait evvela ruhun i’vicacına galebe edecek surette terbiye ve tasfiyesi ve her harekette hak ve hakıkat-i mutlakayı hedef ittihaz edebilecek derecede tehzibi ile hissiyatın tasavvuratın iradatın hep bu meleke bu şime-i ıstıfa içinde deveran ve cereyanını te’min etmeye mütevakkıftır ki bu da mevahib-i fıtriyyeden sonra vahdaniyet-i ilahiyyeye iman ve bütün meyilleri nefretleri muhabbetullah ve mehafetullaha rağbet ve rahbet-i küllisine irca’ etmeye hasılı İslam vicdanının husulüne vabestedir. Bunun için İslam’da sine veya müteaddid ma’budlara perestişkar olan ruhlar Saniyen nefs-i insani istikamet-i ruhiyye ve kalbiyyesinin leyeceği metaib ve ıztırabata mukavemet ve mücahede ki bu iki şartın istihsalinde insanın zati olan hissesi niyet ve azim ve iradeden ibarettir. Afakı şerait: Bil-cümle şuun ve ihtiyacat içinde muhitin derece-i müsaafesidir. Ictima‘i cereyanların muhtelif vücuhu bunlarla deveran edecek olan menafi’-i şahsiyye ve cüz’iyyenin tezahum ve tesadümü ve bunların azim mevki’leri vardır. Medeniyet ve ictimaiyet terakkı ve tekasüf ettikçe ihtiyacat-ı hayatiyye tekessür eder ve niyye tezayüd eyler. Buradan mücahede mücadeleye samimiyet bağy ü münafeseye münkalib olabilir. Bu sırada zeka-i beşer mu’dılleşmiş olan ihtiyacat ve vezaifin karşısında vesait-ı teshiliyye taharri etmek mecburiyetine düşünce hak ihmal edilir iradelerde heva galebe eyleyebilir. Nifak kizb hile iğfal istibdad tahakküm atalet hasılı her nevi’ vesait-ı gayr-i meşruaya teşebbüs aksar-ı turuk zannedilmek gibi bir vehim ve heyecan hasıl olur ve hatta ma’lumatın kesreti bunu teshil eyler. İşte böyle bir muhitin içinde istikamet terk-i hayata muadil bir suubet-i tatbikıyyeye ma’ruz kalır ve cem’iyet vahdetini gaib etmeye inkıraza yüz tutmaya başlar. Nihayet cem’iyet perişan olur ferdin de hali olmazsa istikbali yıkılır. İşte böyle bir muhite galebe etmek ve bilhassa yine hiss-i istikametten ayrılmayarak tarik-ı meşru’ ve müstakımden galebe etmek taleb-i istikamet için gayr-i müstakım vesaite tenezzül etmeyerek galebe etmek bir vazife olursa bu vazifenin icrası hadis-i şerifi mazmununca yüz defa şehid olmaya azmetmek kadar suubet kesb eyler. Yoksa şakavetin sühulet peyda ettiği böyle bir muhite galebe maksadıyla yine icra-yı şakavet eylemek karı zararından büyük olmayan bir muameleden başka bir şey olamaz. Halbuki feda’-i hayatı intac edecek gibi görünen bu vazifeyi tamamen tatbika muvaffak olan Hazret-i Peygamber’i nümune-i imtisal ittihaz ederek istikameti iltizam eylemek ekser insanlar için pek müteassir bir kayd olmakla beraber bunu bir nokta teshil eyler ki o da mebde’ ve maadı idrak ile bir taraftan vahdaniyet-i ilahiyyeyi bilmek diğer taraftan yevm-i ahirete iman ile namütenahi bir istikbal için çalışmak lüzumuna kanaaat eylemektir. Niam-ı ilahiyyeye nailiyet ile saadet-i beşer yalnız bu hayat-ı faniyyeye münhasır olmayıp bilahare bir alem-i digerde ba’s hayat-ı cavidan naim-i cinan bulunduğunu ve zaten ruh-ı beşerin taşıdığı gayr-i mütenahi makasıd-ı saadetin mütenahi olan elli yüz senelik ömre sığışamayacağını iz’an ile düşünebilmektir. Hülasa nasıl görünürse görünsün insan için en hayırlı tarik tarik-ı istikamettir. nin esası olan vicdan istikameti inkişaf ettirir ve bunun suver-i tatbikıyyesini irae eyler. Bunun için din-i İslam’ın bütün ahkamı işte bu tarik-ı müstakımin planlarını ihtiva eyler ve cümlesini Cenab-ı Allah’ın ehadiyetiyle diyaniyetinin zımanına tevdi’ eyler. Ahkam-ı İslam’ın Taksim ve Tasnifine Bir Nazar. – Uluma-i İslamiyye ahkam-ı İslam’ı birkaç suretle taksim etmişlerdir. Bunlardan birincisi i’tikadiyat ameliyat vicdaniyat taksimidir. Evvelen ve bizzat i’tikad müteallakı olması matlub olan kazayaya i’tikadiyat; i’tikad riyye-i insaniyyenin nazar-ı Hak’taki kıymetini gösteren kazayaya ameliyat veya şer’iyat; i’tikaddan doğacak veya onu ahkam-ı varideyi takviye edecek ve a’mal ve ef’al-i müstahsene ve hayriyyenin istikametle icrasını kolaylaştıracak hadisat ve melekat-ı ahlakıyyeye müteallik kazayaya vicdaniyat namı verilmiştir ki bunların cümlesi nefs-i [ ] gibi irşadat-ı cemile ile fikret-i ve bu cereyanın zımnından istihrac edilmesi lazım gelen hakaikın taharrisine tevcih eyledikten sonra şu kainat-ı hayret-füzudun gösterdiği tahavvülat-ı muntazama ve faaliyet-i müstemirre ve mütenasikanın neticesiz olamayacağını netice-i mutlakası eşhas-ı mevcudat denilen şeylerin sade görünüp geçmekten ibaret bir zuhuruna müncer olup kalamayacağını ve binaenaleyh abes ve batıl hasılı bir heva-yı mücerred kapris ibrazını istihdaf edemeyeceğini ve belki her birisinin bu vechile zuhuru mebde’ ve maada dair bir hikmet ve bir akıbet-i ciddiyye ve samimeye delil olup yine her birisi o hikmet ve akıbetin husulü için birer vazife icrası zımnında ibda’ edilmiş bulunduğunu anlayarak bu miyanda insanlara bir hikmet-i hilkati ve bunu istihsale ma’tuf bir vazifesi bulunmak lazım geleceğini istinbat ve tesbit ve ta’mim ettiren Kur’an-ı azimüşşan . gibi meşhudat-ı basitadan mütehassıl cüzur-ı fikriyye ile o vazifenin hedefini gösterip ve gibi ayat-ı kerime ile de hilkat-i insaniyyenin hüsn-i amel ibrazı için olduğunu ve maamafih insanlar hürriyet ve ihtiyar akıl ve şuur gibi kendilerine ibraz-ı hüsn-i amel hikmeti için bahş edilen kudretlerle alemde birçok tasarruflara namzed bulunmak ve bu vechile hilafetullahı haiz olabilmek mazhariyetine nail kılındıkları halde ayetinin delaleti vechile kendilerinde emanet olan bu kudretleri yine hürriyetlerinden ve akıl ve şuurlarını hüsn-i isti’mal etmemelerine müteferri’ cehaletlerinden dolayı daima zulmetmek kabiliyetinde bulunduklarından dahilinde nizam-ı asayiş içinde çalışabilmek için büyük pek büyük measir-i ahlakıyye ibraz eylemeye muhtac ve aksi halde . müeddasınca sırf kendi mezalim ve su’-i isti’malleri yüzünden duçar-ı hüsran olmaya mahkum bulunduklarını ve hele asr-ı Muhammediden tiğini ve binaenaleyh ancak imanın ve a’mal-i salihanın ve birbirlerine mütekabilen hak ve sabır tavsiyesinde bulunarak hakkın tecelliyatını te’min eylemek hususlarıyla o hüsrandan müstesna kalabileceklerini ta’lim ve ifham eylemiştir. Fil-hakıka hilkat-i kainat abes-i mutlak olmayınca vazife ve hüsn-i amel olduğunda şübhe edilmemelidir. Güzel kokulu çiçeklerin güzel kokmakta kendileri için asla bir gaye-i menfaat tasavvur olunmasa bile o güzel kokuları muhit-ı kainata behemehal neşretmek ve o muhitte bundan müstefid olmak kabiliyetinde bulunan eşyaya bir şeyler ifaza eylemek vazifelerinden azade kalamayacakları ne kadar meczum ise insanların dahi ol vechile muhit-ı kainatta a’mal-i hasene-i ihtiyariyyelerini ta’mim ve neşr etmeleri hikmetiyle halk olunmuş ve hikmet-i hilkatlerini icraya me’mur kılınmış olduklarında şübhe caiz olmamalıdır. BEŞERIN VASITA-I RISALETE İHTIYACI Efrad-ı insan arasında mevahib-i fehm kuva-yı amel azm ü sa’y noktalarınca tefavüt vardır. Onlardan bazısı hayatın gayr-i meşru’ lezaiz ve şehevatına kapılarak nev’inin layık olduğu kemale vüsulde za’f u kesele uğrayan erbab-ı taksirdir. Bunlar levazım-ı hayatça dilediği vech üzere kendilerine muavenet eden kardeşinin şu muamelesine onun kaffe-i mevcudunu ele geçirmek lezzetini tahayyül semeresine kanaat etmezler; işlemeksizin bir temettua nail olmak sevdasında bulundukları gibi enva’-ı hiyelden adem-i imkanını görseler bile o surete hasr-ı fikr eylemek hususunu kesb-i meşruun şart-ı a’zamı olan amel makamında kaim olmasını tercih etmek derekesinde redaet gösterirler. Bu zemime kendilerine o kadar istila eder ki bir zarar vermeyeceğini tahayyül ettikleri noktaya kadar ondan feragat etmeleri mutasavver değildir. O sirette olan bir şahıs eğer kasdettiği şeye muzaffer olması noktasında saha-i vücudda yalnız kalsa o şeyi gasb ile beraber sahibini dar-ı ademe göndermekten çekinmez. Her ne zaman me’luf olduğu hayal-i fasid bir korkuyu def’ bir lezzete vüsul için kendisini tergıb ve tahrik eder ise bu babda nasıl bir desise kullanacağını düşünüp kararlaştırır yahud o yolda isti’mal-i kuvvetine bir vesile hazırlar. Bu halde turuk-ı vahibe yerine usul-i nahibe vifak yerine şikak kaim olur. Binaenaleyh ahlak-ı insaniyyede ya hile yahud kahr u cebr amil-i müessir menzilesine geçer. İnsanın sevk-ı hevesatla lezaiz-i cismaniyyeye hased etmesi ve efradı arasında hiçbir şeyde gaye gözetmemekle beraber her arzu olunan şeyin gayesine vüsul tamaıyla çekişmek haleti bir noktada tevakkuf eder mi? Asla!.. Ancak onun için lezaiz-i ruhaniyye mukadder olup bu alem-i ekvanda etrafını ihata eden cemi’ eşya ve mahlukata nazar-ı iz’anının yetişebildiği ve fıtrat-ı mümtazesinin müsaid olduğu derecede medd-i nigah bahr-i tevhide dalıp zevk-ı hakıkıyi ihraz eylemek ehass-ı makasıddır. Bu ma’nevi lezaizde kat’-ı merahil edildikçe bil-cümle müşteheyat-ı nefsaniyyeye galebe imkanı hasıl olması hiçbir lezzet-i dünyaya kıyas olunamayacak surette huzuzat-ı ruhaniyyeden her iki cihanda hayır ve salaha medar olacak semeratı iktitaf eylemesi tabiidir. Hülasa: Fazail-i diniyye ve insaniyyenin ihrazı efrad-ı ümem arasında meşru’ olan ittisal ve münasebet rabıtalarının tahsil ve teşyidi meslek-i hakka hadim olan ma’nevi amillere mübalatsızlık göstermemekle kabil olur. Şu kadar ki efrad-ı beşer arasında idrak azm ü sa’y mertebelerinin mütefavit olması hasebiyle kendilerini ma’nen birleştiren kelime-i vahidenin cihet-i camiasından ve bu tarikın emrettiği mesalikten yukarıda beyan olunduğu üzere asar-ı inhiraf ikaından hali kalınmadığı gibi zikr olunan meslek-i salimi iltizamda tavr-ı mugayeret gösterenler de eksik olmamıştır. Hatta harici hiçbir rabıta ile mukayyed olmayarak sırf akıl ve fikrinin sevk-ı hodkamanesiyle hayat-ı faniyyesinde mutlaku’l-inan bulunmak isteyenler mevki’-i tagallüblerini te’min ve i’la hususunda nasın emniyetini tehdid sakin ve mazlumu riayet etmemek suretiyle na-meşru’ yollara tevessülden çekinmemektedirler. Böyle maddi ve ma’nevi bir rabıta-i ma’kule ve meşrua altında bulunmayan ve vahşet-i mutlaka addine seza olan bir hayatın hüküm sürdüğü takdirde ef’al-i beşerin mecra-yı istikamette deveranı nizam-ı ictima‘ilerinin istikrarı yekdiğerinin muavenetine muhtac olan hayatlarının mümkün olabilir mi? libeye ma’ruz kalınca temadi-i intizamları fena-pezir olacağı şübhesizdir. Binaenaleyh amik bir suretle teemmül olunur ise esbab-ı meşruha nev’-i beşerin mazhar-ı beka ve umran olmasını muhal kılar. Şu halde nev’-i insanın hıfz-ı bekası efradı arasında muhabbet ve muvaneset-i kamilenin yahud bunun makamına kaim olacak bir rabıtanın tekarrürüne elbette ihtiyac gösterir. Muhtelif zamanlarda bazı erbab-ı basiret daire-i adle sığınarak hakayık-ı hayatı idrak eden bazı arifler gibi bütün kalbleri muhabbete irca’ eden adl kelime-i celilesini hali değil ise de kavaid-i adli vaz’ eden ve onun ahkamına cümlenin külfe-i riayetini tahmil eyleyen şey akıldır. Halbuki akıl da fikir zikir ve hayal gibi hem menba’-ı şakavet hem de vesile-i saadet olmaya cisr-i hayatta sekinet-i vicdan-peydasına salihtir. asalet-i hükm gibi hasais ise nasın birçoğunu kuyud-i şehevaniyyeden tahlise medar olmakla beraber onun dairesindeki lezaiz-i hakıkıyyeye sevk ve isale hatta tahayyül olunabilen her türlü mehavif-i nefsaniyyenin fevkınde olan şeylerin hepsini takdis ile bir hürmet-i kamile altında bulundurdukları gibi mahkum-ı fena olan lezzet ile mübeşşer-i beka olan menfaat arasındaki şeyleri temyiz ederler. Her ümmette zuhur eden şu evsafı haiz bazı kimseler fazilet kaidelerini vaz’ ve te’sis ve rezailden ma’dud bulunan şeylerin vücuh ve envaını keşf ü temyiz ile ihzar-ı şeref ve lezzete ictinabı lazım gelen su’-i akıbete hadim amelleri bahusus işlenmesi zamanında görülecek meşakkate tahammül eyyam-ı müteakıbede süruru mucib menafie eriştiren iştigalatı taksim ve irae etmişlerdir. Onlardan bazısı da nefsini malını bezl etmek aheng-i gördüğü yolu kemal-i ihlasla göstermek suretiyle kavmini kendi re’yine da’vet edenlerdir. Bunlar kavaid-i adli vaz’ eden ukala olup onun ahkamına riayeti tevzi’-i adalete me’mur olanlara tahmil eylemiş ve mesalih-ı nas bu suretle tarik-ı istikamete makrun olmuştur. Bu kavl ü meslek zahiren hakka muhalif görünmüyor. Lakin insanın siret-i hod-seranesi bunu işitip tamami-i inkıyad halinde bulunur mu? Mücerred o akıl geçinen kimsenin doğru addettiği re’ye hitab eylediği efrad-ı nastan kaffesinin veya ekserisinin ser-füru etmeleri adet-i la-kaydanelerine tetabuk eder mi? Bir kabile veya ümmetin gidişleri hatalı kendilerinin gösterdiği yol doğru olduğunu beyan eder ve bu babda zıyadan parlak beka-yı hayata muhabbetten azher delail bile ve ümmetin kanaat-i vicdaniyyelerine ve tebaiyet-i müttefikalarına kafi olur mu? Haşa! Tarih-i beşerden böyle bir şey keşf ü ikan olunamamış ve ümem-i salifenin adat-ı me’lufesine tevafuk edebilmesi imkansız kalmıştır. Evvelce zikri sebkat ettiği üzere tohm-ı şakavetin doğup saçılmasına idrak-i nasın mütefavit olması sebeb-i yeganedir. Bunlar şu halleriyle beraber ukulde müsavat kavaid-i hayatiyyede sair efrad-ı nasa karşı farksız bir takarub iddiasında bulunurlar. Bu zehabda bulunanların cumhuru fazılın halini cahilin ameli mesabesinde telakkı ederek halk beyninde mevcud fazilet ve rezilet mertebelerini takdirden uzak bulunurlar. Hakıkatte aklen müsavi derecede olmayanların diğerlerindeki zevk-ı fazlı idrak edemeyecekleri bedihidir. Şu izahata göre mücerred akli beyanatla meşreb ü idrakleri muhtelif olan nas arasındaki niza’ ve tezadd-ı efkarın ref’iyle kelime-i vahide altında ictima’ları arzu olunan mesailde tamaninet-i vicdan hasıl etmeleri elbette mümkün olamaz. Çünkü tarik-ı aklı vaz’ ettiği zu’m olunan kimse guya onu ilk evvel ref’ eden makamına kaim olur. Nas da o suretle lezaiz-i nefsaniyye yoluna süluk ve inhimak eder hürmet-i aklı hetk ona mebni olan şeyleri hedm onu vaz’ etmekte maksud olan fevaidi fevt eyler. Efrad-ı nas arasında fikren nizaı hevesat-ı nefsaniyyenin ifsadatını müstelzim olan salifü’z-zikr ahvale beşere en ziyade mülasık en şedid lüzumu havidir. Zira fikri yüksek aklı kavi yahud fetaneti zaif kabiliyeti dun olan bir insan kuvvetçe kendinden büyük ve hükmüne ram edici bir kuvvete mağlub olduğunu hakıkate ariflerin ma’rifeti ile ya[na]şamayacağı ve a’malinde muhtar olanların dileklerinin yer tutamayacağı bir surette kaffe-i avalime nafiz olan o kuvvetin meşiyet-i tasarrufuna mahkum bulunduğunu her halde vicdanen idrak eder. Hatta şu hal saikasıyla o ali kuvvete ma’rifet husulü esbabını gah hissen gah aklen taharriye koyulmak mecburiyetini her nefesi teyakkun eyler ancak enfüs ve afaka tamaninet-i kalbe vüsul imkanı hasıl olamaz. Çünkü nev’-i beşer için li-hikmetin muayyen olan istidlal ulum-ı nazariyye-i hikemiyyenin tazammun ettiği dakık ahkama riayet göstermek suretiyle salim neticelere iktiran eder. Aks-i hal ma’bud-ı sadıkı idrakten mahrumiyet husulüyle batıl şeylere ta’bir gibi teşevvüşat-ı i’tikadiyyeye ve beyne’l-beşer Mütercimi: Hüseyin Mazhar Şeyh Muhammed Abduh Fazl u kemal ile müştehir Almanyalı bir mühtedi kabul-i va-penahiye takdim eylediği arizaya cevaben taraf-ı Meşihat-i Cevdet Paşa tarafından kaleme alındığı mervidir: Suret-i Mektub-ı Fetva-penahi Fi Eylül sene tarihli mektubunuz alındı. Kemal-i memnuniyyetle mütalaa olundu. İlm-i kelam ve felsefeyi ber-tafsil tetebbu’dan sonra din-i mübin-i İslam’ın hak olduğuna yakın hasıl eylemiş olduğunuzdan din-i Muhammediye kabul olunmanıza müsaade olunmasını istid’a etmişsiniz. Cenab-ı Hakk’ın hidayetine mazhar olduğunuzdan dolayı zatınızı tebrik ederim ve bu güzergah-ı fenada sizin gibi ashab-ı ma’lumattan bir yoldaş kazanmış olduğuma teşekkür ederim. Şurasını ihtara mecburum ki din-i İslam’da Frenkçe “Klerje” denilen ruhbaniyet merasimi olmadığından sizin Bizim borcumuz ancak halka nasihat etmek ve bilmedikleri şeyi öğretmektir. Yoksa onlar viladet ve nikah ve ibadet ve vefatlarında bir reis-i ruhaninin vesatatına muhtac değildir. Memalik-i İslamiyyede seyahat eden Avrupalıların çoğu hakıkat-i halden gafil oldukları cihetle avamm-ı nastan mümtaz gördükleri ulema sınıfını esakıfeye ve papaslara kıyas ederler. Bu ise galat-ı fahiştir. Bir hıristiyan dünyaya geldikte kaide-i ta’midi icra reis-i ruhaninin vücuduna tevakkuf eder. Din-i İslam’da bu misillü ihtiyacat ve tekellüfat külliyyen ber-taraftır ulemanın şeref ve imtiyazı ancak ilim ve adaletin şanına beyne’n-nas adalet üzere hükmeden ulemadır. Ulemanın şerefini isbata hacet yoktur. Ehl-i İslam Çin’de bile olsa ilmi taleb ve tahsile me’murdur. Adalet ise bizce en büyük ibadettir. Adaletin millet-i İslamiyyede ne mertebe şayan-ı i’tina olduğuna Aliyyü’l-Murtaza radıyallahu anh hazretlerinin Kadı Şüreyh huzurunda bir Yahudi ile mürafaası delil-i kafidir. Şöyle ki; Kadı Şüreyh ikinci Halife olan Ömer radıyallahu anh tarafından mansub bir kadıdır. Pek çok muammer oldu ve pek çok seneler adalet etti. Hazret-i Ali ise damad-ı Nebevidir ve millet-i İslamiyyede en büyük tanıdığımız hulefa-yı erbaanın dördüncüsüdür ve Hazret-i Ömer’in eyyam-ı hilafetinde dahi müsteşar-ı hassı idi. Bir Yahudi ile beynlerinde tehaddüs eden bir miğfer da’vası üzerine Kadı Şüreyh huzuruna vardılar mürafaa oldular. Yahudi münkir olmağla Hazret-i Ali isbat-ı müddea Hasan radıyallahu anh hazretleriyle azadlı kölesi olan Kanber radıyallahu anh hazretlerini mahkemeye getirdi. Kadı Şüreyh Hasan’ın şehadetini tutmadı. Başka şahid Kimse şübhe eylemez ki Hazret-i Peygamber[’in torunu] velev pederi için [olsun gerçek dışı bir şahidlik için] mahkemeye gitmez. Lakin babanın lehine oğlunun şehadeti şer’an kabul olunmaz. Huzur-ı şer’de ise bir zatın reddolundu. Bu cihetle pederi da’vasını kazanamadı. Hulefa-yı erbaanın eyyam-ı hilafetleri asr-ı Hazret-i Peygamberi gibi kemal-i adalet üzere mürur eyledi. Ba’dehu Devlet-i Emeviyye zuhur ile hilafet saltanata münkalib oldu. Bir müddet sonra bu devlet inkıraz buldu. Devlet-i Abbasiyye zuhur etti ve her vakit beyne’n-nas Abbasiyyeden meşhur Harun-ı Reşid dahi kendi tarafından mansub Bağdad Kadısı Ebu Yusuf rahmetullahi aleyh huzurunda bir Yahudi ile mürafaa oldu. Şöyle ki: Harun-ı Reşid Ebu Yusuf hazretleriyle yan yana otururken Yahudi tutmak ise caiz olmadığından Ebu Yusuf hazretleri kaide-i adl ü müsavata riayeten kendisi kalkıp yerine Yahudiyi me ve Harun-ı Reşid’in aleyhinde hükmetti. Fakat kalbi Harun tarafına meyletmiş olduğundan bu keyfiyet kendisine dağ-ı derun olmuş ve sağ oldukça vicdanında bir ukde kalmış ve hatta vefat ederken “Yarabbi bilirsin ki müddet-i ömrümde hasmeyn beyninde her vechile müsavat ve adalete riayet ettim. Fakat Harun-ı Reşid ile Yahudinin mürafaasında her ne kadar Harun’un aleyhine hükmettim ise de hin-i muhakemede kalbim onun tarafına meyletmiş idi.” diye ağladığı kütüb-i fıkhiyyede masturdur. Mukaddem ve muahhar Devlet-i Osmaniyye’de dahi emr-i adalete ne mertebe huzur-ı şer’de padişah ile mürafaa için bir gune ihtiraz altında bulunmadığı ma’lumdur. mümtaz olmalarına sebeb budur. Yoksa onlarda esakıfe ve papasların sıfat-ı ruhaniyyelerine benzer bir sıfat-ı resmiyye yoktur. Diyanet ancak Allahu Teala hazretleriyle kulları arasında bir keyfiyettir. Sair din kardeşleri ancak zahir-i hale bakıp ona göre şehadet ederler. Binaen-ala-zalik biz dahi dünya ve ahirette senin İslam’ına şehadet etmek üzere ismini kalem-i iftihar ile ulema-yı İslamiyye sırasına kaydettik. Fakat dince size bazı ma’lumat-ı icmaliyye vermeye borçluyuz. Millet-i Nasara müşrik olmadıklarından onlarla beynimizde Lakin beyne’n-nasara ekanim-i selase i’tikadı şayi’ olup Nasaranın mezhebi reddolunarak ekseriyet-i ara ile teslise karar verilmiş olduğundan evvelki söz üzerine dahi beynimizde bir nevi’ ihtilaf peyda oldu. Biz İznik Cem’iyeti’nde ekseriyete müracaat olunmuş olmasına taaccüb eyleriz. Umur-ı siyasiyye tecrübeye müstenid olup ziyade re’y ise ziyade tecrübeyi mutazammın olduğuna nazaran ekseriyete müracaat ma’kul olur. Mesail-i kelamiyye ise kuvve-i zeka ile hallolunur dekayık-ı umurdan olup ezkiya ağniyaya nisbetle kalil olduğundan bunlarda ekseriyete müracaat calib-i hata olur. Biz akaidimizin ilm-i mantık denilen mizan ile tartılmasından dolayı ihtiraz eylemeyiz. Hesab ve hendese fenlerinin mukaddimelerinde kül cüz’ünden büyüktür. Bir şey kendinden başka bir şey değildir. Bir şey hem vakı’ ve hem de gayr-i vakı’ olamaz. gibi ulum-ı mütearifeye mugayir i’tikadı kabul etmeyiz. Böyle bir ayet ve hadis olsa onu te’vil eyleriz. Fakat hikmet-i tabiiyyede bedihiyat-ı hariciyye ile mahlut olan delillere aldanıp da akaidimize halel getirmeyiz. Zira bu misillü delilleri hata vardırmak kabil değildir. Binaen-ala-zalik bir üçtür üç birdir i’tikadının reddinde asla tereddüd etmeyiz. Amma Isa Ala-nebiyyina ve Aleyhi’s-selam Hazretleri’nin babasız tevellüd eylediğine inanırız ve bir hekim-i tabii çıkıp da babasız çocuk olamayacağını isbat edecek olur ise ona la-nüsellim deyü mukabele eyleriz ve medar-ı men’ olabilecek bir ihtimal-i akli buluruz ve irad edeceği delillerin hiçbir vakitte ulum-ı mütearife kuvvetinde olamayacağını biliriz. Bu risale ile beraber mekatib-i rüşdiyyemizde okunan bazı resailin ve bir de Kur’an-ı Kerim’’in size gönderilmesi Her ne ise bu bahisten sarf-ı nazar ile sadede gelelim. Balada mezkur iki kelamı kalben tasdik eden yani Cenab-ı Hakk’ın birliğine ve Hazret-i Muhammed’in peygamberliğine iman eyleyen kimse mü’mindir. Fakat Müslim tanınmak ve lede’l-icab İslam’ına şehadet olunmak Gaibin mektubu dahi mütekellim yerini tutar amma lisanen bu sözleri söyleyip de kalben münkir olanlara münafık denilir ki bu makuleler kafir-i cahirden eşna’dır. Kalbindeki i’tikadın hilafını söylemek şiar-ı insaniyyete yakışmaz. İşte bunun için bir adama müslüman olmak da’vet insanın halas ve saadetine hizmettir. Cebir ise onu bulunduğu hal-i dalaletten eşna’ bir hale koymaktır. Bizim borcumuz ancak nasihat ve mesail-i diniyyeyi telkındir. Hidayet ve tevfik ancak Alah’ın işidir. Allahu Teala hazretleri kimine hidayet eder ve kimini dalalette bırakır ve işine karışılmaz. İşlediğinden mes’ul olmaz. Bizler ise her işimizden mes’ul oluruz. Edyan ve mezahibin ihtilafı hikmet-i baliğa-i Samedaniyye Bu dakıkaları iz’an edersen Yavuz Sultan Selim’in hikaye-i meşhuresindeki nükteyi fehm edersin. Şöyle ki Yavuz Sultan Selim her muradını icraya muktedir bir padişah-ı azimüşşan olduğu halde nasaranın Rumeli’de kesret-i nüfusunu derpiş-i mütalaa ederek bunları cebren müslüman etmek tasavvurunda bulunmuş ise de Şeyhülislam bulunan Zenbilli Ali Efendi deyü ma’ruf olan Ali Cemal Efendi “Madem ki onlar raiyyeti kabul etmişler dinimizin ve ırz ve malımız gibi muhafazaya borçluyuz bu yolda onlara cebr etmek esas-ı dine dokunur.” diye ruhsat vermediği meşhurdur. Şimdi erbab-ı politikıyyeden bazıları Ali Efendi’nin yolsuz taassubundan bahisle Yavuz Sultan Selim’in re’yinde isabetini iddia ederler. Halbuki ahval-i politikıyye vakit be-vakit tahavvül eder hususattandır. Din ise payidar ve ber-karar olan bir emr-i şer’idir. Böyle mütalaat-ı mahsusa ile kavaid-i dini yerinden oynatmak reva değildir. Binaenaleyh yine bir Yavuz Sultan gelip de öyle bir fikre zahib olsa makam-ı mecidden verilecek cevab Ali Efendi’nin cevabına muvafık olur. Yine sadede rücu’ edelim. Ber-vech-i meşruh müslim olan kimseye Allahu Teala hazretlerinin bir takım tekalifi tealluk eder. Artık onları ulema-yı dinden teallüm veya kütüb-i şer’iyyeden telakkı eylemesi lazım gelir. Zira bu tekalifi icra etmemekle eğerçi din-i İslam’dan çıkmış olmaz lakin günahkar olur. Bu teklifler namaz oruç zekat ve hac gibi Allah teala hazretlerinin emreylediği ve katl-i nefs zina ve livata gibi nehyettiği şeylerdir. Allahu Tealanın emrine imtisal ve nehyinden ictinab etmeyen kimse mü’min-i fasık olup encam-ı hali meşiyet-i olup ba’dehu nail-i ni’met-i cennet olur. Yahud Cenab-ı Hak mücerred lutf u keremiyle yahud büyüklerden birinin şefaatiyle veyahud kendisinin bir hayırlı ameli ile onun cümle günahlarını afv ederek asla azab edilmez. Cenab-ı Hakk’ın lutf u keremi çok ve afv u merhametine nihayet yoktur. Ma’bud ile abd arasına girilmez. Bir müslüman ettiği günahlardan taib ve müstağfir olur ve afvını niyaz eyler ise Cenab-ı Hak onu afv eder. Fakat kul hakkından be-gayet sakınmak lazımdır. Zira kul hakkını dünyada alamaz ise Ruz-i Haşr’de ister ve öyle bir ümidsiz günde kimse hakkından geçmez. Cenab-ı Hak ise adildir. Mahlukatının yekdiğerinden hakkını alıverir. Kimsenin kalbini kırmaktan sakınmalıdır. Aziz ve müntakım olan Allahu Teala kalbi kırık olanlara yardım eder ve çok defa zalimin cezasını ahirete bırakmayıp dünyada hal ondan helallık dilemelisin ki intikam-ı İlahiye hedef olmayasın ve en büyük günah olan katl-i nefsi müeddi olabilecek “düello” ta’bir olunur muamele-i gayr-i meşruaya mecburiyet görmeyesin. Beni nev’ine gadr u hıyanet şiar-ı İslam’a hiç yakışmaz bir keyfiyettir. Değil yalnız insanlar hakkında hayvanlar hakkında bile şefkatli olmalısın. İnsanın hayvanat yüzünden azim menafii vardır. Onlar hakkında olan muamelesi daire-i meşruanın haricine çıkmamalıdır. Bila-mucib bir hayvanı Bir süvari atına mücerred zabitinden havfle güzelce bakmak merdlik değildir. Merdlik ancak ona canlı ve insan maktır. Ehl-i İslam’a göre en ziyade şayan-ı i’tina mes’elelerden biri dahi tehzib-i ahlaktır. Mü’min-i kamil ahlak-ı zemimeden müctenib ve ahlak-ı hamide ile muttasıf olur. Ahlak-ı hamide için pek çok kitaplar yazılmıştır. Tafsilatı bil-müracaa ma’lum olur. Fakat bu babda bir kaide-i umumiyye beyan edebilirim. Şöyle ki; güzel huy iki haslet-i zemime arasında bir keyfiyet-i mutavassıtadır. Mesela tevazu’ bir güzel huydur ki bir tarafı kibir ve diğer tarafı zillet olup ikisi dahi ahlak-ı zemimedendir. Hakk’a tekarrub eder. Maksad-ı aksa tekarrub ila’llahtır. El-hasıl ahlak-ı hamide ile muttasıf olanlar her türlü mekarihten selamet bulur ve nail-i saadet-i ebediyye olur. Ber-vech-i bala biz ulum-ı mütearifenin hilafı ve cem’iyet-i beşeriyyenin menafiine münafi nasihatlere teşebbüs eylemeyiz. Maksad-ı asli ancak nasın dünya ve ahirette saadet bulmasıdır. Zahiri batına uymaz işlerimiz yoktur. Emr-i din aşikardır. Binaenaleyh bu mektubumuzu Efkar-ı umumiyyemizle muharrirlik mesleğinde bulunanlara hayat-ı tahririyyemiz hakkında hasbihalkarane bazı mülahazat arz etmek istiyoruz. Makalenin ünvanını teşkil eden sual; bu mütalaaların umumiyetle gerek matbuat-ı yevmiyye ve mevkutede gerek kitap şeklinde veccüh edeceğini gösterebilir: – İlmimiz yok hele amelden büsbütün mahrumuz. Ahlakımız da bozuldu. Der ve bunu kolaylıkla tekrar eder dururuz. Ekseriya münakaşalarımızda yegane nokta-i ittifakımız budur ve bu neticeyi bulmakla maksad-ı aksa hasıl oldu zu’munda bulunanlar az değildir. Meratib-i zihniyyemizin pest ü balasında ictima‘i hayatımızın muhtelif tabakalarında bu hükümleri verebilenler elem-i hirman ve hüsranla mütehassis oldukları kadar bir şey keşf edenlere mahsus zevk-ı daiye-perveraneye nailiyette bekam görünürler! kirini sıfatıyla neşr-i asar edenlerin çoğunda da barizdir: Pek ciddi ünvanlarla pek derin tedkıkat ve tahlilat vaad ederek intişar eden asar-ı fikriyyemiz yukarıda bir numunesini gösterdiğimiz müttefekun-aleyh bazı hükümleri muhtelif eşkal-i beyan altında bilhassa tezyinat-ı üslubiyyeye sığınarak tekrar etmekten ileri gidemiyor. Menfi mevzu’lardan başlanılıyor müsbet neticeler istihsal edilemiyor. Binaenaleyh vatanda ilmin hükümran olmadığını alimlerin de cahillerin de çalışmadıklarını tekrar muharrirlerimiz kari’lere melal hatta yeis vermiş; cem’iyetin kendi derdine bir derd daha ilave etmiş oluyorlar. Bu da elbette hayırlı bir hareket değildir. O halde böyle menfi mevzu’lar intihab edilecek yerde mahrum olduğumuz meziyyat fazail ne ise bunların esbab-ı tahsilini tahkık yolunda bast-ı mütalaa olunmalıdır. Mesela hemen herkes her muharrir; cehl-i umumiden maarifin rede mutlaka bu nakısa ile ihticac olunur. Fakat memlekette maarif-i umumiyyenin neşri bahsini mevzu’ ittihaz ederek bu hususta vukuf ve tetebbua istinaden yazılmış birkaç makale bir iki kitap yok gibidir. Hatta matbuat-ı yevmiyye ve mevkutemiz müelliflerimiz hükumetin bu hususta vaz’ ettiği ahkam ve kavanini ciddiyetle intikad ve münakaşaya bile girişmezler. Yine misal: Hiss-i dini gevşedi; i’tikad za’fa uğradığı gibi camilerimiz de boşaldı …. Bu da umumiyetle ah u vahlar terdifiyle ağızlardan düşmüyor yazılıyor. İyi lakin hiss-i diniyi gevşeten ilel ü avarız nedir memlekette buna karşı ne gibi tedabire tevessül olunmalı ne yolda teşkilata girişilmelidir? Bu mevzu’lara dair niçin makale yazılmıyor kitaplar te’lif edilmiyor ve niçin hemen tekarrur edecek fikirlerin tatbikına başlanmıyor? Cümlenin zihninde bu nevi’den müstahzar birçok misaller bulunabilir. Hemen her kari’ böyle eserler okumak ki halimiz budur artık hakayık-ı müsellemeyi tekrirden vazgeçmeli o hakıkatleri aramızda da yaşatmak için iktiza eden vesail ve tedabiri göstermeli yazılacak asar-ı fikriyye ilme müstenid olmakla beraber kıymet-i ameliyye ve tatbikıyyeyi de haiz bulunmalıdır. Mevzu’ intihabına mütallik mülahazamızı telhis ve tesbit etmek için diyelim ki: Mevzu’lar; kesin hayatta daima temasta bulunduğu halde ilmi ve ameli kıymetini takdir edemediği için karşısında şaşırıp kaldığı hususata tealluk etmelidir. Mevzu’lar hakkında şöyle muciz ve naçiz bir işaretle raz bahsedebiliriz: Mevzuunu salahiyetle intihab edebilen bir muharrir efkarını kari’lerine nasıl telkın edebileceğini de kolaylıkla bulabilir. Binaenaleyh bu hususta muharrirlerimize edemedikleri hele “hüküm” haline getiremedikleri efkar ve tasavvuratı nakle kendilerine mal etmeye kalkışmamaktır: Hem ilim hem ahlak namına bir hareket-i redie bundan gayet muhteriz bulunur. Maalesef matbuatımızda bu türlü sukutun misalleri az değildir. Şu cihet de şayan-ı nazardır: Ecnebi menabi’-i fikriyyeden birçok iktibasatta bulunuyoruz hukuk ictimaiyat edebiyat diniyyat gibi milletlerin şahsiyetiyle alakadar sahat-ı fikriyyede icale-i kalem ederken yalnız mütercim veya nakıl kalmak istemeyen bir muharrir büyük bir mes’uliyet altına girdiğini de hissedebilmelidir: Mevzuunu iyice kavramış olmakla beraber bizde makam ve mukabilini bulduktan sonra onda nasıl tasarruf edebileceğimizi bizim için nafi’ ve muzır cihetlerini ta’yin eylemek ilmin ve kalemin şeref ve haysiyetine riayetkar terbiyeli insanların şanıdır! Bir de okumadan görmeden hele düşünmeden yazmak Bizim öyle ictima‘i mevzu’larımız vardır ki onların üzerinde kıymetleriyle müşahedeler tabassurlara istikralara ta’lillere tenkıdlere girişmek demektir. Halbuki aynı mevzu’lar pek şayan-ı terehhüm bir heveskarlıkla -hatta Frenklerin “Essai” ihtibar deneme dedikleri bir kayda bile tenezzül edilmeksizin- tasallut olunduğu az görülmemiştir. Gaye bahsine gelince: Bu tahrir alemimizde pek acıklı bir maceradır. Esasen hemen her işimizde bir “gaye buhranı”na ma’ruzuz. Niçin yazdığını hakkıyla ta’yin ve tesbit edebildikten sonra kararını vermiş olmak zevkıyle kalemi eline alan ve son kelimesini bir hayır işleyenlerde görülen huzur-ı bal ve sekinet-i vicdan ile yazan bahtiyarlarımız pek azdır. Efkar-ı umumiyyeye hitab ederken kendi ve milleti namına büyük bir mes’uliyet-i ahlakıyye ve ictima‘iyye yüklendiğini düşünebilen bir muharrir gayesini ta’yin ederken derin bir “muhasebe-i nefs”e girişmekten de çekinmez. Bir zamanlar edebiyat alemimiz “san’at için san’at” nazariyesini iyi anlamamak seyyiesinin pek çirkin tezahüratıyla musab olmuştu. Bu dalalet tahribatına uzun müddet devam edememekle beraber az zamanda çok faziletler devirdi! “Yazmak için yazmak”la gönüllerde saltanat sürüyor hala o yüzden kariin zihin ve vakti Avrupalının kağıt ve mürekkebi israf ediliyor. Doğrusu biz pek çok söylüyor ve pek az yapıyoruz. Söylediklerimiz; yazdıklarımız ekseriyetle haşviyyat-ı kabiha yaptıklarımız da mütesannıanedir. Asrın inzarları kavilden fiile geçmeye başladı biz hala mazmunu ah u eninden başka bir şey olmayan karalamalara devam edecek miyiz. Düşünelim ki: Kavl-i mücerredimizden tık karin-i kabul olamıyor! N. B-i-s-m-i-l-l-a-h-i-r-r-a-h-m-a-n-i-r-r-a-h-i-y-m R-a-b-b-i y-e-s-s-i-r v-e l-a t-ü-a-s-s-i-r r-a-b-b-i t-e-m-m-i-m b-i-l-h-a-y-r-i “U”cuzdaki ötre “Ü”zümdeki ötre Üstün “O”lmakdaki ötre Esre “Ö”rdekdeki ötre Medde A-n-a E-b-e Ö-d-ü-n-ç Ü-z-ü-m O-d-u-n U-z-u-n Fetha-i sakıleler için yalnız elif [ alman] kullanılıp bu meddesini memdud harekelerde kullanmak muvafık olur [amal] gibi. Alem-i İslam’ın geri kalması başka milletlerin müdhiş terakkıleri esbabının halline dair yazdığım dört makalenin neticesinde bütün alem-i İslam’a amm u şamil olarak yalnız dinimiz ile resm-i hattımız mevcud olup gösterilen diğer esbabın bütün alem-i İslam’a şamil olamayacağını ve dinimizin her türlü terakkiyat-ı medeniyye ve saadat-ı maddiyye ve ma’neviyye için en büyük bir lutf-ı bir hakıkat-i bahire bulunduğunu fakat muttasıl yazımız muktezıyat-ı fenniyyeye tevafuk etmediğinden bütün geriliklerimizin o yüzden neş’et ettiğini etrafıyla arz ve isbat etmiş idim. İşte bu defa huruf-ı Arabiyyemizi hiç değiştirmeksizin gayet kolay ve basit bir tarzda iri iri yazarak ve aralarına lazım gelen saitler ilave edilerek dünyanın en mükemmel bir yazısına malik olacağımızı irae için baladaki nümuneleri derc ediyoruz. Bu tarzın kabulü halinde Allah’ın inayetiyle bizim de Japonlar gibi ve belki daha kolaylıkla terakkı ederek me’mul edilmeyecek kadar az vakitte kendimizi kurtaracağımızda şübhe yoktur. Zira bu suretle iki üç sene zarfında köylülerin çoğu din ve diyanetlerini ve sıhhat ve servetlerini muhafaza için lazım gelen maarifi yetecek kadar edinebileceklerdir. Japonlar da ancak hiragana ismindeki yeni yazılarını yaptıktan sonra ilerleyebilmişler yazılarını dediğimiz vech ile fennileştirmezden evvel terakkı edememişlerdir. Yeni yazımız tedkık edilecek olursa Latin harflerine ve bütün milel-i mevcude yazılarına sür’at sühulet vuzuh ve ihtisarca velhasıl her cihetçe faik olduğu anlaşılır. Yalnız ezberden hükmetmeyip defaat ile yazıp mukayese buyurulmasını rica ederiz. Eski kitaplarımızı ancak bu yeni yazı ile ihya edebileceğimiz de muhakkaktır. Çünkü okuryazarlarımızın pek ziyade azlığı yüzünden kitap okuyan ve satın alanlarımız o kadar azdır ki zavallı kitapçıklarımız kütüphane dolaplarında çürümekte olduğu gibi kitapçılarımız müellif ve muharrirlerimiz tabi’lerimiz işlerini hiç terakkı ettirememektedirler. Basılıp meydana çıkarılmalarından masrafını çıkaramamak korkusundan metruk bir halde kalmaktalardır. Eğer yeni yazı kabul edilirse okur yazarlarımız az vakitte çoğalıp kitap müşterileri artacağını ve hangi bir kitap basılsa mutlaka az çok ticaret te’min edeceği cihetle yirmi otuz sene zarfında kütüphanelerimizdeki nafi’ kitapların çoğu yeni yazı ile basılarak zıya’ ve hasardan kurtarılacaklardır. Bahusus yeni yazı Latin hurufu gibi ecnebi bir yazı olmayıp esas yine eski harflerimizden olduğundan azıcık tahsil görmüş kimseler eski yazı ile yazılmış kitapları da pek kolay okuyabilirler. Hele yeni yazının fenni olması sayesinde dimağlar yorulmadan bozulmadan tahsile devam edilebileceği cihetle eski kitapları daha mükemmel surette tedkık edebilecek zevat pek çok yetişecektir. Bazı kimseler bu yeni yazının tek tek yazılmasını sür’ate mani’ zannediyorlar. O cihetle “El yazılarında Latin hurufu tarzında bitişse iyi olacaktır.” diyorlar. Halbuki mes’ele tamamen aksinedir: Latin hurufu tarzında bitiştirmenin kelimeyi el kalkmadan bir çırpıda çıkarmasında görülen sür’at ve sühulet bir galat-ı histir. Biz bunu ameli ve nazari surette isbata hazırız: Mesela Yusuf kelimesi yeni yazıda tek tek yazılabildiği gibi Latin harflerinde olduğu vech ile harfler bozulmaksızın uçları biribirine vasledilerek birleştirilebilir. Şimdi önümüze bir saniyeli saat alıp bu kelimeyi bir dakıka tek tek harflerle yazacak olursak otuz Yusuf yazabiliriz ve kalemimiz ancak üç kere şaşırır. Fakat Latin harfleri tarzında bitiştirerek yazarsak dakıkada ancak yirmi beş defa yazabiliriz. Acaba bunun sebebi nedir? Onu da nazari olarak isbat edelim: Tek tek yazmaktaki sür’at ve sühuletin bir sebebi insanın harfleri munfasıl yazarken gerek ellerinin ve gerek dimağının basit şeylerle meşgul olması; bitiştirmekte ise bilakis külfet bulunmasıdır. Latin hurufu gibi bitiştirilsin harekatın adedi aynıdır. Yalnız fark kalemin kağıd üzerinde veya havadan gitmesindedir. Tek tek yazıldığında kalem havadan gider el mukavemetine duçar olduğundan el daha ziyade yorulur yazı daha ağır olur. Ve zaten biz tek tek harflerle yazı yazmaya alışkınız ve hiç güçlüğü de yoktur. Bu babda Türkçe’den ve Arapça’dan intihab ettiğimiz şu misallerden mes’ele pek kolay anlaşılır: Türkçe misal: Arapça misal: Hasılı kelam; eğer biz muttasıl yazımızla kalırsak ne kadar ta’dilat yapılsa ve ne kadar çalışılsa pek büyük sühulet ve terakkiyata mazhar olmuş milletlerle hem-hiza olabilmemizin mümkün olamayacağı artık herkesçe anlaşılmış olduğundan bu babda vakit gaib edecek zamanımız yoktur. Bu yeni yazı ile hem alem-i İslam’ın önündeki mania-i azimeyi kaldırmış hem de Latin hurufunu kabul ettirmek için uğraşmakta olan Frenk-perestanın önüne sed çekerek alem-i İslam arasında te’sis edilmek istenen vahim bir tefrika temelini yıkmış olacağız. Şurasını tekrar edelim ki köylüler ve ekseriyet yalnız yeni yazı ile kendilerini kurtardıkları gibi tahsillerini ilerletenler eski yazıyı da pek kolay okuyup yazabileceklerdir. Nitekim Japonlar da böyle yapmışlardır. Hem yeni yazı ile maarifi ta’mim etmişler hem de eski yazılarını tahsil-i ali erbabı arasında muhafaza etmişlerdir. Velhasıl bütün müslümanların ve bahusus valide olacak kadınlarımızın az vakit içinde okuyup yazmak öğrenerek dinini dünyasını bilir aklı vücudu ahlakı sağlam nesil yetiştirebilmeleri ve bu suretle bi-avnihi teala her türlü saadet ve selametlere muvaffak olabilmemiz için başka çare yoktur. Ve bu yeni yazının alem-i İslam için en acil ve en zaruri bir ihtiyac olup bir an evvel tatbik ve ta’mimi lüzumuna dair ulema-yı Arab tarafından dahi fetvalar verilmiştir. Gayet mühim bir rica: Bu yeni yazı bundan sonra öğrenecekler içindir. O cihetle kimsenin hatırına yeniden acemi olacağız gibi bir mülahaza gelmemesini ve yalnız milletin istikbali için çalışılmasını pek ziyade rica ederiz. Bu da mekteplere bu yazının da ilave olunması ve ibtidai mekteplerinde bununla başlanması için hükumet nezdinde her vasıta faatini anlatmak için uğraşmakla olur. ___________________ [MESAIL-I HAZIRA] Bulgar Sulhu: Birkaç hafta mukaddem sulh konferansı Bulgar murahhaslarını da’vet etti. Da’vet-i vakıaya icabeten Bulgar murahhasları Paris’e azimet ettiler. En hararetle mevzu’-ı bahs olan mesailden biri Trakya mes’elesiydi. Trakya’nın Düvel-i Mü’telife tarafından işgaline dair verilen havadise nazaran sulh korferansının bu mes’elede Yunan nokta-i nazarının kabule müsaid olduğu anlaşılıyorsa da henüz kat’i suret-i hallin neden ibaret olduğu anlaşılmamıştır. Garbi Trakya’da sakin müslümanların hukukunu te’min etmek yolunda ve bilhassa ekseriyet-i ve hakkaniyyete yakışan düvel-i muazzamanın mesail-i cihanı halletmek için kabul ettiği prensiplerin müfadına tevafuk eden bir keyfiyettir. Bu hususta hakkımız sarihtir. Bu hakkın duçar-ı ihmal olmaması yolunda ibzal-i mesai en büyük vazifedir. Trakya hakkında böyle. Makedonya mes’elesini sulh konferansının nasıl bir suret-i hakla halle Makedonya kıt’asına istiklal verilmesini ileri sürüyorlar. Bu fikri Makedonya ahalisinin ne Sırp ne Bulgar ne Yunanlı olmaması esasına istinad ettiriyorlar. Fakat bu suret-i hallin Sırplılarla Yunanlıların mazhar-ı kabulü olamayacağını çünkü er geç Makedonya’nın Bulgarya’ya bundan böyle Yunanlıların Sırplılarla rekabet edemeyecek bir halde bulunacağını ve binaenaleyh Makedonya’yı Vusta Asya’da: Glaskow Herald gazetesi Vusta Asya Halkları sernamesiyle yazdığı bir makalede diyor ki: “Osmanlı emperyalist hareketi muharebeden daha eskidir. Bu hareket senesinde başlamıştır. Bu hareket Hindistan’da vuku’ bulan “İsvadiş Hareketi” Avrupa milel-i sairesinin hareketi gibidir ki esası camia-i lisaniyyedir. Türk emperyalizmi hareketi ictima‘i bir inkişafa mazhar olmuş ve muharebe dolayısıyla sür’atle ilerlemiştir. Türklerin yüzde yetmişinin Osmanlı İmparatorluğu’nun haricinde kalması Enver Paşa tarafından nahoşnudi ile karşılanıyordu. Maamafih bu hareket Balkan Muharebesi dolayısıyla az çok sarsılmıştı. Türklerin bu hareketi Asya’da bir maniaya rast geleceği yerde bilakis Asya’nın Avrupa’ya olan nefretini tecelli ettirdi. Vakıa bu nefret elli seneden beri Rusya’nın takillesini müteakıb Çağatay Türkleri ile Kırgız Türkleri Maverayinnehr’in Rus mevcudiyetinden ayrıldığını i’lan etmekte gecikmediler. Maverayinnehr müslümanları Buhara müslümanları Avrupa hakimiyeti altında bulunan hakıkı Asyalılarla Kazan ve Bakü Tatarları arasında Müslümanlık ve Şarklılıktan maada hiçbir rabıtaları yoktur. Fakat bu iki rabıtanın kuvveti son on sekiz ay zarfında Bakü’nün müslümanları üzerindeki te’sirini gösterdi. Bakü Rusya müslümanlarının merkeziydi ve bunlar Kazan müslümanlarıyla beraber hayli zamandan beri Şarklılardan ziyade Garblılarla temas ediyorlardı. Fakat Şarklılık ve Müslümanlık bunları da cezb etti. Şimdi Kazan müslümanlarıyla bunlar “Vusta Asya Düvel-i Müttefika-i mevaidine diğer cihetten Buhara’nın te’siratına ma’ruz bulunuyorlar. Bu pek mühim bir mes’eledir. Şark Garbdan kamilen kurtuluyor!.” Türkiye’nin İstiklali Hakkında: “Nasyonal Liberal” klübünde Sir Tiyor de Morison Temmuz’da irad-ı nutk ederek Türkiye’nin Avrupa’daki arazisiyle Anadolu’daki ülkeleri muhtelif devletlere verilmesinin Düvel-i Mü’telife’nin uğurunda harb ettiği prensipleri ihlal edeceğini beyan etti. İctimaa riyaset eden Lord “Islington” şu yolda idare-i kelam etti: “Düvel-i Mü’telife’nin gayelerinden biri ecnebi hakimiyetlere inkıyad eden milletleri kurtarmaktır. Binaenaleyh Türkiye’yi ecnebi hakimiyetlere tevdi’ etmek bu esasa muhaliftir ve bunun te’siratı vahimdir. Bu bütün İslam alemini tehyic edecek bir hadisedir. Binaenaleyh Osmanlı İmparatorluğu’nun ekseriyet-i kahiresi Türk olan İstanbul Trakya ve Anadolu’da hiçbir ecnebi hakimiyete tevdi’ olunmaması muntazardır.” FUHUŞ VESIKALARI MÜREVVICLERINE CEVABIMIZ Memleket gazetesinin fi Ağustos sene tarihli nüshasındaki “ Muayene Varakaları Münasebetiyle ” serlevhası ve Doktor Şefkati Halil imzalı varakaya cevabdır. Sahib-i makale vukuf ve ilme muhtac mes’elede hod be-hod söze karışmak caiz olmadığını söylüyor ki doğrudur. Eğer fuhşun ve tevlid ettiği mahzurların men’i mes’eleleri yalnız tababete aid olsa idi bizim karışmamız münasib olmaz idi. Fakat mes’ele tıbbi olduğu kadar ve belki daha ziyade ictima‘i idari ve hukukıdir. Binaenaleyh tabib olmak sıfatıyla etibba karışmaya ne kadar salahiyetdar ise ictimaiyat-ı diniyye meşgullerinden ve bahusus ilm-i hukuk müntesibi olmak sıfatlarıyla biz de hiç olmazsa onlar kadar salahiyetdarız. Maamafih sahib-i makalenin kendisini salahiyetdar görerek yazdığı varakada biz fenne dair bir şey göremedik. Sathi bir takım sözlerle hasbe’s-sadaka fuhuş vesikaları mürevvici olan efendisini müdafaadan ve ağız bozmalarla izhar-ı fıtrattan ibaret bir varaka! Vesika usulü frenginin önünü alacak bir tedbir-i fenni midir? Yoksa – Sebilürreşad’ ın - ncü nüshasında etibba-yı hazıka-i İslamiyyeden bir zatın dediği gibi– vesika usulü fuhşa serbesti-i cereyan vererek faydadan ziyade mazarratı gününe ve hakkıyla ifa edilemeyeceği tabii olan muayene usulünü yalnız kadınlara hasr ederek zani erkekleri salahiyyet zatın buralarını fenni bir surette teşrih etmesi da bir ağzını bozmakla nerede ihtisası olduğunu pekala gösteriyor! Sonra vesika namı bizim tarafımızdan verilmiş değil Abdullah Cevdet’in ta’biridir. Şefkati Bey bu varakalar hakkındaki i’tirazımız için ma’kul olmaktan uzaktır diyor. Halbuki bizim i’tirazımız hem ma’kuldür hem ilmidir. Abdullh Cevdet’in dine karşı buğzuna ve Server-i Kainat Efendimiz aleyhinde neşriyatta bulunmuş olmasına söz söylemekliğimiz de zannettikleri gibi şahsiyata ve şahsa değil bilakis vatanın temeline tealluk eden hayati milli bir mes’eledir. Zira o sebeble milletin Abdullah Cevdet’ten emniyeti tamamen münselib olmuştur. Her ne yapsa Müslümanlığın ve müslümanların zararına yapacağına kani’dirler. Milletin hüsn-i zan ve müzaheretine nail olmayan bir hükumet me’muru tabiidir ki o millet Bir de: “Sıhhiye Müdiriyeti Fetva Emaneti değildir iş yeridir. O makama bir gayr-i müslim dahi getirilebilir.” deniyor ki doğrudur. Biz de Fetva Emaneti’dir demedik. miyoruz. Fakat Abdullah Cevdet gelememelidir. Umur-ı me’muresini adalete Allah’ın emrine memleketin adat ve ahlakına terbiye-i diniyyesine ibtina ettirmeyecek adamın işbaşına gelemeyeceği pek tabiidir. Bir me’murda hikmetin başlangıcı olan Allah korkusu olsun bulunmak lazımdır. Bahusus dine karşı adavetiyle müştehir olan bir adama umur-ı müslimin nasıl tevdi’ olunur. Hele mücahir olmak kadar muhakemesiz mütearrız olmak kadar başkalarının i’tikadlarına hürmetsiz olursa ki bunlar ilm-i ahlakın asla kabul etmeyeceği şenialardır. ta da pek yaya kalır. Sıhhiye Müdiriyet-i Umumiyyesi’ni mezayanın hiçbirisi kendisinde yoktur. Tahkıkatımıza nazaran ma’lumat-ı tıbbiyyesi pek sakattır. Hatta gazetelerle mülakatlarında o kadar bayağı fen hataları var imiş ki etibba arasında her gün istihza ve hande mevzu’ları olduğunu görüyoruz. Biz bunları müteaddid tabiblerden dinleyerek anladık ve istihzalarını işittik. Sonra meslekten yetişmemiş Belediye ve Hükumet tababetleri gibi işlerde bulunmamış olduğundan muamelatta da sakatlıkları pek ziyade imiş. Hasılı gerek ilim ve gerek tecrübe cihetleriyle o kadar nakıs ki değil Sıhhiye Müdir-i Umumisi en küçük Belediye Tabibi olması bile sıhhat-i umumiyyeye mazarrattan hali olamayacaktır. Fuhuş vesikaları aleyhinde bulunduğumuzun sebebini anlayamıyorlar imiş. Evet anlayamazlar. Doğrudur. Ancak “Fakat bu hiç bir sahib-i iz’an için şayan-ı kabul bir iddia değil” demeleri doğru değildir. Çünkü anlatacağımız vech ile mes’ele tamamen ma’kustür. Mahalle teşkilatının ma’na ve ehemmiyetini anlayamamaları da garib değil. Zira ictima‘i incelikleri bilmedikleri anlaşılıyor. Fakat doktor olan kimselerin bu gibi dekayık-ı ictima‘iyyeden biraz olsun haberdar olmaları lazım gelirdi. Sonra biz memleketlerimizde evvelce fuhşun hiç mevcud olmadığını iddia etmedik. Böyle bir iddia dedikleri gibi ahmaklık olurdu. Fakat bu iddianın tarafımızdan vukuunu tasavvur etmek daha büyük ahmaklıktır. Sıhhiye Müdiriyeti’nin sıhhat işleriyle uğraşan müessese olmasını ve fuhşun men’-i sirayetine çalışmanın başka bir şey olduğunu iddia etmelerine de taaccüb etmeyiz. Çünkü hikmet-i ictima‘iyyeden behredar olmadıkları anlaşılmış olduğu cihetle devair-i hükumetin bir makinenin çarhları gibi yekdiğerinin mütemmimi olduğunu ve aralarında tecanüs ve iştirak-i vazife tam bir surette hasıl olmaz ise er geç idare-i hükumetin muhtel olacağını idrak etmezlerse garib olmaz. Zabıta-i ahlakıyyenin ne demek olduğunu ve Polis Müdiriyeti’nin bu işle iştigal eden bir şu’besi bulunduğunu da biliriz. Fakat iş bizim bunları bilmemizde değil. Sıhhiye Müdiriyet-i Umumiyyesi’ne vazifenin vüs’at ve nezaketlerini bi-hakkın müdrik zatların geçmesindedir. Bizi telaşa düşüren en mühim cihet hayat ve namus-ı memlekete tealluk eden öyle mühim bir mevkii kadınları adab-ı ictima‘iyyeye münafi surette muayeneye da’vet ederek fuhşa bir şekl-i tabii ve ibahi iktisa ettirmek suretiyle milletin ahlakını kökünden harab eden tedbirleri Sıhhiye Müdir-i Umumisi olacak zat hem tabib hem de fazail ve rezail-i beşeriyyeyi ictimaiyatları en salim milletleri esas ittihaz ederek ilmi surette tedkık etmiş hüsn-i niyyeti namus ve haysiyeti müsellem bir zat olmalı ki hizmetinde muvaffak olabilsin. Böyle ilmi mükemmel bir zatın her halde ahkam ve adab-ı İslamiyyeye muvafık kararlar ittihaz edeceğine şübhe yoktur. Nitekim dünyanın en nezih en edebli namuslu milel-i mufahhaması nazar-ı i’tibara alınırsa fuhşun frenginin zikri lazım olduğu vakit isimlerini yad ederken bile birçok ihtiyatlara riayet ettiği görülür. Hele fuhuş vesikası hüccet ve ruhsatnamesi gibi hilaf-ı adab muamelatı resme sokmaktan pek uzaktırlar. Onlar hastalıkların tedavisini te’min için gayet mantıkı ve nezih teşkilata maliktirler. Bizim de o milel-i fazılanın ruh-ı millimize ve mukteza-yı namus ve dinimize ve akıl ve hikmete muvafık olarak tuttukları yolları tutmamız icab eder. Şimdiye kadar içine yuvarlandığımız maddi ve ma’nevi musibetler inhitatlar hep numune-i Hülasa eğer işin başında evsaf-ı lazımeyi haiz ve milletin İslamiyet’in hayırhahı olduğu herkesçe şübheden vareste zevat bulunursa bir takım edeb-suz tedbirler yerine edeb-amuz tedbirler ittihaz olunur ve zabıta-i ahlakıyye ve dini ve ilmi müesseselerle tevhid-i mesai edilerek öyle ilmi mahalle teşkilatı yapılır ki o sayede ruh-ı millet rencide edilmeksizin her maksad hasıl olur. Bir taraftan izdivaclar namuslu aileler çoğaltılır diğer taraftan fuhşun emrazın önü alınır. Bir taraftan da yine nezih teşkilat ile hastalıkların tedavisine ihtimam olunur. Biz bu dakık mes’eleleri etibbamızın pek iyi bilmelerini numune ittihaz edilecek millet intihabında bi-hakkın pişva olmalarını ister idik. Fuhuş vesikasının fuhşu azaltır gibi görünüp de hakıkatte fuhşu da emrazı da tezyid ettiğini anlayamayarak yanlış tatbikatta bulunan milletlerin ahlakan ne derekeye düştüklerini ve bilakis memleketlerinde böyle kaba zahiri ve ahlak-şiken tedbirleri kabul etmeyip nezih ve ahlakı ictima‘i esaslı tedbirlere müracaat eden milel-i fazılanın ahlaka münafi ahvali ve ler yetiştirdiklerini bilen etibbamız acaba hiç yok mudur? Var ise hakıkati ne için söylemiyorlar? İlahi bizim umur-ı sıhhıyye ve hayatiyyemiz Abdullah Cevdet ve emsali gibi ruh-ı insaniyyetin dekayıkına vukuftan mahrum kimselerin elinde mi kaldı? Bunu hiçbir vakit kabul etmek istemiyoruz. Faziletli etibbamızın kafi derece mevcud olduğuna kani’ olmak istiyoruz. O zatlara sorarız: Acaba fuhuş ruhsatnamesi demek olan varakaları vermekle iş bitiyor mu? Fahişelerin haricinde frengili yok mudur? Yoksa onlar da Abdullah Cevdet’in Polis Müdiriyeti’ne istinaden beyan ettiği istatistikten anlaşılacağı gibi İstanbul’da hiç namuslu ve frengisiz kimse kalmamış mı zannediyorlar? Sonra yalnız kadınlara vesika vermek frengili erkeklerden gelecek sirayetlerin önünü de alır mı? Demek ki kadınlara vesika vermekle iş bitmiyor. Mehazir-i ahlakıyye ve adabiyyesinden ve sairesinden başka diğer tedbirlere de lüzum kalıyor imiş. Ondan sonra fuhuş vesikaları cür’et edecek kadar cür’et gösteren Doktor Şefkati Bey makalesinde müddeayatımızı kaba taassuba atfettirecek bir takım sözler sarf ediyor ki ona karşı Sebilürreşad’ın Abdullah Cevdet ve hempalarının yetişemeyecekleri derecede ulvi olan mebahis-i ilmiyye ve hikemiyyesini gösterir ve verilecek hükmü erbab-ı vicdan ve irfana bırakırız. Sonra asriliğin ne demek olduğunu da öğrenmeleri riyatına müracaat etmelerini tavsiye ederiz. Hele frengi tehlikesini’zam için söylediği safsatalar o kadar vahim o kadar müfteriyane ki buna karşı edilecek muamelenin ta’yinini umum millete bırakırız. Çünkü Anadolu’nun yüzde seksenini frengili göstermek şurasını söyleyelim ki sahib-i makalenin istinad ettiği istatistik hangi esaslara müsteniddir? Acaba bu makalenin sahibi istatistik nedir bilmiyor da uyduruyor mu? Yoksa biliyor da alemi sersem sanarak atıyor mu? Eğer dedikleri gibi Anadolu’nun yüzde sekseni frengili ve Abdullah Cevdet’in geçen gün Zaman gazetesinde beyanatı gibi kırk bini Polis Müdiriyet-i Umumiyyesince mukayyed ise artık frengi mücadelesi için muayeneye de muayene varakasına da hacet kalmamış demektir. Herkes frengili demek olduğundan olsa olsa bundan sonra herkesi tedavi etmek kalır. İstanbul’da seksen bin Anadolu’de milyonlarla frengili mevcud olduğu kabul edilirse bunların ellerine vesika verilerek devr-i sirayette bulunanları herkesle kapamak dünyanın hiçbir tarafında kabil olamaz. Binaenaleyh muayene varakasından vesikadan bahsetmek boş ve şarlatanlıktır. Gayet şayan-ı dikkat bir cihet de Abdullah Cevdet’in maalesef Sıhhiye Müdiriyet-i Umumiyyesi makam-ı resmisini işgal etmesi hasebiyle sözlerinin resmi addedilmesinden mesela Zaman gazetesindeki ifadesini gören ecanibin memleketimizde frengisiz aile kalmamış olduğuna hükmetmeleri lazım gelir. Zira İstanbul’de seksen bin frengisi mütehakkık kadın var demekle bütün aileler frengilidir demek arasında fark yoktur. Çünkü İstanbul’da milel-i muhtelife dahil olduğu halde bir milyon nüfus oluşuna nazaran beş yüz bin nüfus-ı inas var demektir. Beş yüz bin inastan ihtiyarlarla çocuklar çıkarılınca icra-yı fuhş edebilecek sinde seksen bin kadın güç çıkar. Demek ki Abdullah Cevdet İstanbul’un umum nüfusunu nazar-ı miş ve hiçbirisinde ırz ve namus ve frengiden salim olmak tasavvur etmeyerek umuma levs-i iftirasını bulaştırmak teşebbüsünde bulunmuştur. Binaenaleyh gerek Abdullah Cevdet’in umum payitaht ahalisini yar u ağyar nazarında bu suretle telvise kalkışmasından gerek Memleket gazetesinde Doktor Şefkati Halil Bey’in Anadolu ahalisinin yüzde sekseninin frengili olduğuna dair beyan ettiği istatistik umumiyetle milletin mahv u harab olmuş bulunduğunu göstermekte olduğundan böyle resmen Polis Müdiriyet-i Umumiyesi’ne ve ecanibce en mevsuk beyanatın ne derece doğru olduğunun resmen i’lanını ve doğru değil ise müfterilerin cezalandırılmasını ve aynı zamanda fuhuş ve frengi mes’elelerinin de ilmi ve edebi bir tarza ircaını namus ve haysiyetlerine istikamet ve hasafetlerine emin olduğumuz ve bu sıfat-ı ber-güzideleri umumen müsellem olan Dahiliye Nazırı Adil Beyefendi hazretlerinden Sebilürreşad namına rica ederiz. Zeyl – İlahi ne günlere kaldık! Abdullah Cevdet gibi dinimizi diyanetimizi temelinden yıkmak isteyen bir na-ehil Sıhhiye Müdir-i Umumisi ve bir takımları da onun mümaşatkarı bulunuyorlar. Biz asıl tehlikeyi burada görüyoruz. En mühim işler ciddiyetten en ari ellere bırakılırsa tabiidir ki fuhuş da frengi de daha ziyade artar. Frengiden ve her türlü hastalıklardan daha büyük tehlike de budur. Hemen Cenab-ı Hak encamımızı hayreyleye. Sebilürreşad tarafından Peyam gazetesine gönderilip Ağustos tarihli nüshasında neşredilen cevabnamedir: Ağustos sene tarihli nüshanızda Sıhhiye Müdir-i Umumisi ve fuhuş vesikaları mürevvici Abdullah Cevdet Bey bir muharririnizle vuku’ bulan mülakatında “vesikalar hakkındaki efkar-ı fasidesini Şeyhülislam Efendi hazretlerinin de tasvib ettiğini artık karşısında ictihad -ı fasidine muhalif şayan-ı kayd bir mani’ kalmadığını” söyledikten sonra “ Sebilürreşad’ın hezeyanlarını şayan-ı münakaşa bulmadığını” da ilave ediyor. Fuhşa bir şekl-i tabii ve ibahi iksa ile serbesti-i cereyan verecek vesika usul-i sakıminin frengiyi izale edecek bir tedbir-i fenni olmadıktan başka mehazir-i azimeyi dai edeb-suz bir ictihad olduğunu müteaddid makalelerde delail-i fenniyye ve ilmiyye ile isbat eden Sebilürreşad’ın mütalaatını “hezeyan” ile tavsif eyleyen ve Şeyhülislam Efendi hazretlerinin beyanat-ı hakimane ve dindaranelerini tağyir edecek kadar cür’et gösterip yalan söylediği Ağustos tarihli nüshanızdaki Meşihat-ı Celile’nin tekzib-i resmisi daki vasf-ı kabihını aynen mahiyet ve cibilliyet-i asliyyesine red ve iade ederim. Hülasa ayet-i kerime ahkam ve evamir-i ilahiyye ile mükellef olmak için bunların kemal-i vuzuh ile insanlara vasıl olması iktiza ettiğini beyan ediyor. Bununla beraber ni sırf bağy u udvan saikasıyla inkar ederse bunun cezası Cenab-ı Hakk’ın muanidin ü cahıdin için vaad ettiği azab-ı şediddir. Fakat bir insana bu suretle hidayet erişm uyanır da onları izaleye gayret ederse hakıkati aramakta zerre kadar kusurda bulunmazsa beis yoktur. Kur’an-ı Kerim . buyuruyor. Fakat Ehl-i Kitab ile maddilerin Müslümanlık hakkında yen gençler zümre-i naciyyeden değildirler. Bu münasebetle şunu da kaydetmek isteriz ki bugünlerde müslümanların riyaset-i diniyyesini elde tutarak Müslümanlık hakkında varid olacak şübheleri yıkmak mevkiinde bulunan zevat arasında şübheye düşmüş Ehl-i Kitab’ın yaldızladıkları ebatila aldanmış ve binaenaleyh Müslümanlığı bir suret-i memsuhada görmeye başlamış gençleri ikna’ edecek iktidar-i ilmiyi haiz olanlar enderdir. Gençlerin şübhelerini izale etmek için a’da-yı de ettikleri ulum-ı tabiiyyeye fünun-ı tıbbiyyeye kimya ve hikmete aşina olmak bu mevki’de bulunanların istikmal etmeleri iktiza eden şeraitin biridir. A’da-yı İslam bu ulema mahfilinde din namına hurafattan başka bir şey telakkı etmeyen zavallı müslümanları ilzam ediyorlar. O halde ulema-yı şeriat bilhassa ulum-ı şer’iyyeye vakf-ı hayat edenler içinde bu hususu ihmal etmekte bulunanlar bunun ehemmiyetini anlamamakta ısrar ile ve bu ulum-ı nafiayı tahsil etmekte kusur ettikleri takdirde alem-i İslam’ın vebali onların boyunlarına yüklenecek kıyamet gününde de İslam yakalarına yapışarak müstehak olduklarına nail oluncaya kadar bırakmayacaktır. Müslümanlar kütüb-i tefasirde bu sadede dair serd olunan israiliyyat ile bu tefasiri yazanların tasni’ ettikleri te’vilat ve rivayat-ı garibeyi okumaktan hazer etsinler. Çünkü bunlar akılları Kitab-ı kerimin maksadından teb’id ettiği gibi herkesi ıdlal etmektedir. Ez-cümle Adem’in hilkati Havva’nın Adem’in sol eğesinden yaratılması Hazret-i Adem’in uyanması üzerine aralarında cereyan eden muhavere; sonra İblis’in vasfında ve cennete girmesi hakkında daha sonra yılanın tavsifinde ve şeytana muavenet etmesi hususunda söylenen sözler hep bu kabildendir. Bir de müfessirinin melaikenin envaı keyfiyet-i hilkati beşerin dünyada ne yapacağını nasıl bildikleri melaikenin Cenab-ı Hakk’a irad-ı sual ile günaha düşüp Başmuharrir düşmedikleri İblis’in hangi sınıftan olduğu onunla Allah arasında vuku’ bulan mücadelenin sureti ve bunun gibi Kur’an-ı Kerim ile Sünnet-i mutahharanın dairesinde bulunmayan şeylerin kaffesi hurafattır. Müdekkıkler şer’-i sahih ve rivayat-ı sabite ile bunları ölçtükleri takdirde zerre kadar asılları olmadığını görmektedirler. Nitekim bu mesaile dalmanın zerre kadar faydası yoktur. Bilakis bu gibi hurafat a’da-yı dinin ileri sürdükleri şübhelerden daha beter te’siratı haizdir. Müslümanları en ziyade mahzun eden cihet a’da-yı rak bize hücum etmeleridir. Razi diyor ki: Bu cümle muhtasar olmakla beraber birçok ma’naları cem’ etmiştir. Çünkü kavl-i kerimine kaffe-i edille-i akliyye ve şer’iyyeyi Cenab-ı Hakk’ın in’am etmesi dahildir. kavli edilleyi hakkıyla teemmül onlardan maarifi istihrac ve onunla amel etmek hususatını şamildir. Mebhasin nihayetinde de “Kadı Bakıllani”den naklen kavl-i keriminin birçok şeylere delalet ez-cümle taklidi ibtal ettiğini çünkü mukallidin’ya müttebi’ olmadığını beyan etmiştir ki bunun ma’nası mukallidin bizzat taleb-i hidayet etmeyerek taklid ettiği zatın re’yine müttebi’ ve onunla mukayyed olmasıdır. HAZRET-I MUHAMMED ALEYHI’S-SELAMIN DINI: İSLAM le kainatta bir kemal-i mahsus olarak gösterebilecekleri a’mali bir garaz tahtında icra edeceklerinden bu a’malin hayr u hasen olabilmesi için bütün hedefleri kendi hayat ve maslahat-ı hususiyyelerinden ibaret olmak lazım gelir. Kudret-i zekaiyyesi ile ihtiyarının bahş eylediği vüs’at-i tasarrufiyyesiyle tabakat-ı kainatın her birinde maadin nebatat ve hayvanatın da maddiyat ve ma’neviyatın da ecsam ve ecramında az veya çok niyabeten ve muvakkaten hakimiyete muktedir olan ve bu iktidarı kazanıncaya kadar rahmet-i ilahiyyeden başkalarının mesaisinden istifade etmiş bulunan ferd-i insaninin hedef-i harekatından kendisini büsbütün tayyetmesi mümkün olmasa bile bütün hedefi kendinden ibaret telakkı eylememesi de bir vazife olmalıdır. İnsanın kudret-i ruhiyyesini hürriyetini öyle serbaz ve hodbin farz etmesi bu na-mahsur kainatın içinde bir cüz’-i ferd demek olan kendisini bir ilah-ı cebbar farz etmesine müsavidir. Halbuki hilkatin en küçük bir cazibesi en hafif bir darbesi en hakır bir böceği onun sade nahvet-i ceberutunu değil kendisini bile imhaya ve dereke-i hakaretini i’lam ve ya nasıl cür’et edebilir. A’malinin hedefini yalnız hayat-ı hususiyyesine veya hele bu hayatın huzuzat-ı ‘acilesine kasr etmek isteyen insan kendini pek fena farz etmiş ve küçültmüş olacağından bu a’malin kainat içinde hiçbir kıymet-i hüsniyyesi olamaz. Madem ki insan hilkatte laşuuri vezaif ifa edip duran esnaf-ı kainata iştirak etmekle beraber şuur ve zekasıyla kuvvet ve iradesiyle vücuh-i mesaisiyle faik olduğunu gösterebilecek bir mevki’dedir; şu halde şuur ve iradesinden çıkan bütün ef’al ve harekatını bütün ef’al-i gariziyye ve fıtriyyesinde olduğu gibi hedef-i hakıkı ve umumisine tevfik etmelidir. Bunu yapabilirse insan ancak o vakit kainat içinde fıtri ve iradi ef’aliyle muzaaf bir kıymet ihraz etmiş olur yoksa kendine kadar gelen silsile-i vezaifi tecelli-i şuunatı yalnız kendisinde toplamak ve kendisinin üfulüyle bunların netaic-i feyzini nihayete erdirerek ifna etmek istemiş olacağı ve bu hal ile gariziyat ve fıtriyatı dahi ifsad eylemiş bulunacağı cihetle kainatın en sefil en muzır bir nüfusu addolunmağa istihkak kesb etmiş olur. Demek oluyor ki rek a’malini hedef-i umumi ve hakıkıye tevcih eylemeli ve sade nefsini hedef ittihaz etmemeli ve hürriyetini su’-i lah’a ubudiyyet emanat-ı ilahiyyeyi haiz olmak haysiyetiyle mahlukatına neşr-i feyz eylemektir. Şurası bit-tecrübe sabittir ki insanlarda kuvvet-i amel kuvvet-i irade ile kuvvet-i irade ise kuvvet-i i’tikad ile mütenasibdir. İ’tikadın butlanı endişesiyle i’tikadsızlığı tercih eylemek iddiasında bulunanların her vechile i’tikadsız olduklarını kabul etmek mümkün değildir. Bunlar hiç olmazsa “Ben gaye-i vücudum. Her şey benim için benim huzuzatım içindir. Fakat ben hiçbir şey için değilim. Benden başka ehemmiyet verecek hizmet edilecek hiçbir şey yoktur ve olmamalıdır.” gibi i’tikadlardan azade değildirler. Şayed bundan azade iseler kainatta hiçbir kıymet-i ameliyyeleri kalmayıp hakk-ı saadetlerini ıskata vesile teşkil ederler. Gerçi insanlar bazen zann-ı galib ile de amel etmek mecburiyetine düşerler fakat bunun kıymet-i muvaffakıyeti pek nakıs olur. hakayıkın inzımamıyla insanda tabakat-ı vicdan teessüs ve tenebbüt eyler ve bununla birçok eşya arasında bir nisbet-i cedide bir kanun huduse gelmiş olur. Bu vicdanın bu nisbetlerin hükmü altında a’mal-i beşer kuvvet ve kıymetle saha-ara-yı zuhur olur. İ’tikaddaki hakayikın arasında tenasük ve intizam ne kadar kuvvetli bulunur ve bunlara ilişen ruh vahdetini ne kadar muhafaza edebilirse vicdanın hükümleri dahi o nisbette kavi amel o nisbette metin olur. İnsanda i’tikad her ne kadar müteallikatı gibi na-mahsur bir kesreti haiz olabilirse de asıl ehemmiyet bütün bu i’tikadatı rabt u cem’ ve müteselsilen birbirinde derc ederek bir hakıkat-i ammede tevhide ve vahdet-i ruhiyyeyi takviye edebilecek mebadi-i hakkaya malik olabilmektedir. Ruh bunu bulduğu dakıkada mutmain olur. Bu itmi’nandan büyük bir lezzet duyar. leri vicdanları da ondan ibarettir. Bu mebadi muhtelif menabi’den tahassül edebilir. Bu menabiin en zaifi en perişanı ehva’-i nefsaniyyedir veya bu ehva ile muhitten toplanan taklidat ve tahakkümattır. En muntazamı nafiz ve mevsuk bir menba’-ı ta’limdir. İlimlerin kitapların kıymetleri bundan neş’et eder. İşte bu nafiz ve mevsuk menabi’-i ta’limi en başında bulunan ve en hak en kudsi olan menba’-ı nübüvvettir. Çünkü menbaı zat-ı Hak’tır. Zat-ı Hak ise mebde-i cemi’-i hakayıktır. Zat-ı Hak mevcudatta diği gibi onlardan uzak ve büsbütün haric de denemez. Çünkü her şeyin zat-ı Hakk’a bir vechi vardır. Asl-ı hakıkat Edyan-ı semaviyyenin cümlesi bu menbaa müstenid olmak haysiyetiyle ruh-ı beşere diğerlerinden ziyade bir kuvvetle girebilmiş ve onu vahdetle idareye kafi gelmiş ve şimdiye kadar görülen milletler de din ile teessüs eylemiştir. Lakin mebadisini vahdet ve tevhide irca’ edemeyen edyan batıldır. Zat-ı Hakk’a nisbeti yoktur. Bunlara din ıtlakı bile mecazidir. Şirk ve teaddüd içinde daima birbirleriyle münazaa ihtimalini saklayan mebadi selamet-i kalbiyye ve vahdet-i ruhiyyeyi asla tatmin edemezler. Binaenaleyh i’tikadlarındaki te’sir-i zevali de seri’ olur. Mebadisini tevhide irca’ edebildiği halde bu tevhid ya mevhum veyahud gayr-i İlahi felasifenin ve erbab-ı fennin mebadisi gibi bütün hakayıkı şamil olamayarak noksan kalırsa yine hakıkı ve kudsi bir mebde’ olamayacağından kalblerde nüfuz daimi olamaz. Bugün suya yarın havaya öbür gün anasır-ı erba’aya daha öbür gün ecsam-ı basitaya daha sonra maddeye esire kuvvete tapınan ve bunları mebde’ ittihaz eden bir ruh kendini duyunca hadisat-ı ruhiyyeye agah olunca bir mebde’ daha aramaya ve öbürleri ile bunların vahdetini te’mine meyletmek mecburiyetini hisseder hakıkı mebde’-i i’tikad gerek bütün kainatta gerek ruhaniyet ve cismaniyet-i insaniyyede hakıkaten mutasarrıf olan Zat-ı Ecell ü A’layı tevhid hakıkatinden başka bir mebde’ olamaz. İşte din-i İslam bütün insanların tecrübe-i ferdiyyeleri akılları kesbleri ile vasıl olabilecekleri hakayık ve olamayacak gibi görünen mebadi-i asliyyeye i’tikadı emreylemiş ve vicdan ve a’malin tecelliyatını ve ictihadat-ı beşeriyyenin tafsilatını tamamen bunlara rabt eylemiştir. Bir müslüman bu mebadi ile mebde’ ve maadına aid endişelerden nefsini tahlis eyler ve bunları bütün metalibinde Bunun için hiçbir hadise-i insaniyye göremezsiniz ki İslam dininin oraya bir cihet-i tealluku bulunmuş olmasın. det-i bakıyyeye tevcih eden İslam’ın ahkam-ı umumiyyesi balada zikrolunduğu vechile i’tikadiyat ameliyat vicdaniyat namıyla üç kısma taksim olunmuştur. Vicdaniyat hem i’tikad ile hem amel ile alakadar olabilmek haysiyetiyle ikisi arasında bir kısm-ı mutavassıt olmak üzere zikrolunabileceği gibi asıl bir gaye-i amelliyyeye müteveccih olmak i’tibariyle ameliyata idhali de kabildir. Bu nokta-i nazardan ahkam-ı İslamiyye i’tikadiyat ve ameliyata münhasır olur ki bu suretle taksim dahi pek meşhurdur. Hatta bina-yı İslam bu taksime muvafıktır. Zaten beşeriyeti ilim ve felsefe tarikıyle düşünenler ve hadisat-ı nefsaniyye-i insaniyyeyi ilim nokta-i nazarından taksim ve tasnif eyleyenler dahi ulum-ı nazariyye ve ulum-ı ameliyye taksiminden asla istiğna gösterememişlerdir. Nasıl ki insanların sade bilmesi matlub olan hakaik ulum-ı nazariyyeyi hem bilip ve hem bir dana getiriyorlarsa ulum ve ahkam-ı İslamiyye dahi bu vech ile taksim olunarak her nevi’ ulum-ı nazariyye ile alakadar olması ve onları saha-i idaresine alması matlub olan kazaya i’tikadiyatı ve her nevi’ ulum-ı ameliyye ile alakadar olması ve onları saha-i teşri’ine alması matlub olan kazaya ameliyatı te’sis eylemiş oluyorlar. BEŞERIN VASITA-I RISALETE İHTIYACI Kainatta kudret-i hakime ve şamilesi istidlal olunan Sahib-i Mutlak’ın ma’budiyete layık olduğunu bit-teemmül bunu mümkün mertebe idrak ile takviye-i vicdan için taharri ve tetebbu’ vadisinde dolaşanlardan her biri hudud-ı fikrin verasında talebkar-ı hakıkat oldularsa da meşreb ve akıl ihtilafı eseri olarak ma’budlar ittihazı hususunda muhtelif i’tikadlara salik olmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu cümleden olarak içlerinden bazısı yüzlerinden çok menfaat şedid zarar gelen hayvanata diğer bazısı nik ü bed-i ahvalin sebeb-i zuhuru olduğunu zu’m ettikleri bir takım yıldızlara bir kısmı taştan ağaçtan ma’bud i’tibar ettiği mevadda bir kısmı da kuva-yı muhtelife asarı gösteren müteferrik şeylere ve efrad-ı beşerin nev’an temasül ve tehalüfü nisbetinde her biri kendine mahsus zu’m ettikleri Allah’a tapınmak yollarına düşmüşlerdir. Şu kadar ki vicdanı rakık zihni latif nazar-ı basireti nafiz olanların kuvve-i müfekkiresi yükselir maksud olan neticeler onlara münceli olur bunlardan ilm ü idraki bazı menazil-i hakıkate vasıl olabilenler alem-i ekvanı muhit olan kudret-i bahireye peyda-yı ma’rifetle bu kudret ancak Vacibü’l-vücud’a mahsus idiğini anlamaya da muvaffak olurlar. Amma bu anlayış kendilerine mestur olan esrar-ı ceberutun keşfine kifayet etmek bu noktada ta’mik-ı fikr ettikleri halde umdukları hakayık ve tecelliyata destres olmak şöyle dursun buna karşı acz ve hayret-i mutlakaya düşerek fesad-ı fikr tehlikesine ma’ruz kalmaları istib’ad olunamaz. Bundan başka kendilerinin peyda ettikleri akıde-i vicdaniyyeye mensub bulundukları kavmin iştirakini te’min ve teshir edecek yahud onlara alet-i hidayet olacak bir meziyet-i faikaya muntazaman malik olmaları müyesser olan şeylerden değildir. Binaenaleyh te’yid-i semaviye makrun olmayan ve ihtiraat-ı zatiyye kabilinden bulunan müddeayatın salah-ı ümmeti kafil olmasından kat’-ı nazar esbab-ı hilafın intişar ve bekasını semere-i rüşd ve istikametin zıyaını müstelzim olacağı şübhesizdir. Nas kendi kuvvetlerine faik istitaatlerinin şamil olamayacağı surette müteali bir eser-i kudretin vücudunda müttefik katte muhtelif yollara sülukten serazad kalamayarak hatta nafi’ ve muzır olan şeyleri bi-hakkın temyize ihtirasat-ı nefsaniyyelerinin galebesi hail olmasından mütevellid olan bu ihtilafın şiddet-i hükm ü tehacümü beynlerinde alel-ekser rabıta-i münasebetin büsbütün bozulmasına ve fitne ve fesad asarının revac bulmasına sebeb olmuştur. Nev’-i insan müctemian yaşamaya mecbul bulunmakla beraber hayvanattan arı ile karıncanın bazı efradına ham edilmiş olmaları derecesinde muayyen bir ilham ile harekete mecbur kılınmamış ancak kendisine mevhub bulunan akıl ve fikrin delaletiyle ahval ve harekatını ictima‘i ve medeni ihtiyacatını tanzim ve tasarrufa müstaid bir hilkate mazhar bulunmuştur. Nitekim: Kainatta kuvve-i kahirenin hükm-i nafizini –nefs-i gayr-i mukayyedini kırarak– idrak etmeye de zikri sebk eyleyen fıtri ve akli evsafı müsaiddir. Bununla beraber şu meziyeti doğrudan doğruya Rabb-i Kahir’in zat ve sıfatına kesb-i ma’rifet etmek derecesine varabilmeye salih değildir; amma isti’dad-ı fıtrisini nazar-ı muhakeme ve müşahedesinin tealluk ettiği şeylere atf ile efkarını i’mal ve tedvirden bilerek bilmeyerek şuun-ı hayatın girdablarına atılmaktan hali kalmaz. Bu hal ise salim ve necat-aver şafi bir irfan hakıkı bir meslek peydasına kafil olmadığından ihtiyac-ı masun kalamaz. Şu halde vücud-ı beşerin mehasin ve kabayıhına ta’mik-ı nazar olunup da hayatının hidayet-i semaviyyeden tecerrüdünü farz ettiğimiz takdirde alude-i noksan ve daima müstaidd-i tuğyan bir halde bulunduğunu ve şu suretle hayvanatın en hafifi ve vücud mertebesine girmiş olan mahlukatın en mütedennisi denilecek bir reftar-ı na-meşrua ma’ruz olduğu teyakkun edilir. Binaenaleyh insanın zaaf ve zillet derekesinden disine has kıldığı mevahib eseri olup maazallah bundan beyan olunan inhitat ve izmihlalini natık olur. Yine vakit olur ki: Pek küçülür pek adileşir ve bahusus sebebini bilmediği menşeini idrak edemediği bir hal kendisine arız olsa zillet ve huzuun edna derekesine kadar iniverir. Bu bir sırdır ki ehl-i basirete münkeşiftir. Nasın ukalası ona kaildir. halde hakıkı insan olmasını istilzam eden hidayet yoluna ki kemal-i fazl u keremle muttasıf olan Cenab-ı Vahib-i Mutlak hikmeti muktezası olarak nev’-i insanın bazı efradından tenakus etmiş olan havass-ı mümeyyizeyi hey’et-i mecmua-i beşere bahş ile ikmal buyurmuştur. Cümle-i eltaf-ı ilahiyyesinden olarak gıdasını aramak vücud ve avret mahallini örtmek soğuk ve hararetin te’siratından sakınmak için i’mal-i fikr etmeye saik olan havass-ı zahire ve batınasını tasarruf ve idare edecek akıl ile her şahsı bekam kıldı ve hey’et-i beşerin ihtiyac-ı bekasına gavail-i şakkadan masun kalmasına ve imad-ı hayatları mesabesinde olan nizam-ı ictima‘ilerinin hüsn-i muhafazasına temas ve tevakkuf eden şeylerin de ihsanını diriğ buyurmadı. Bir halde ki nüfus-ı insaniyyenin mertebe-i vücudlarının tekemmülü için muhtac oldukları levazımı ta’lim ve irşad kaidesine göre tebşir eyledi. Bununla beraber insanın bunca vesait- tehzibiyye ve irşadiyyeye rağmen saadet-i hakıkıyyeden uzak durmak zillet ve hakaretini ihtiyar ile paye-i ulvisine mukabil cihet-i süfliyyesini iltizam eden kısmı vardır. Binaenaleyh eğri doğru yollar anlaşılıp nur-ı hakıkat inkişaf etmek üzere efrad-ı nas arasında rüşd ü hidayeti te’sis ve irae eden zevat-ı aliyyeyi me’mur eyledi. Bunları kendilerinden maada hiç kimsenin tesavi edemeyeceği derecede hasais-ı mükemmele ile mümtaz kıldı. Kulub-ı nasa malik olacak ukulün dizginlerini tutacak bir kuvve-i kudsiyye bir hassa-i iknaiyye ile kendilerini tenvir ve ayat-ı bahire bala-yı gururundan dereke-i acze düştü. Kendi hayalatına kapılarak hiçbir yola gelmeyecek surette bir vaz’-ı bi-karar peyda edenler de gerden-i istikbarını indirmeye mecbur oldu. Muhakeme-i hakıkate müstaid olan akıl sahibi nur-ı Emr-i İlahinin tazammun ettiği te’dibat-ı ma’neviyye ile bir tarraka-i ikaza uğrayan kalbler bir hal-i dehşetnake hedef olan hisler istikamet-i lazımelerini ihraz eyledi. Ve envar-ı müstevliyyeden cahillerin gözleri zulmet ve dalal mahbesinden kurtularak münşerih ve müftehir oldu. Ukul rif ve hakayıkı ihata eyledi. Malik memluk zengin fakır akıl cahil mefzul ve fazıl olanlar bila-istisna o nur-ı rüşd ü hidayetin cazib ve dai olduğu tarika temayül gösterdi. Sanki bunların fikir ve nazar-ı ihtiyarileri ıztırara müşabih bir alaka ile mülhem olarak daire-i akl ü iz’anları bir mecra-yı hakıkate tahavvül etti. Emr-i maaş ve maadlarına salih olacak haller zat-ı Bari’nin şuunundan ve sıfat-ı kemalinden murad olunan dekayık lutf-ı İlahi ile kendilerine ta’lim ve ifham olundu. her iki cihanda mes’ud edecek surette nail-i feyz u felah eyleyen vesait-ı celile enbiya-yı mürselin-i kiram hazeratıdır. Şu hale göre bi’set-i enbiya vücud-ı İnsanın mütehattimatından ve emr-i bekasınca ehem olan ihtiyacatındandır. Zira bir vücudda akıl ne menzilede ise bir peygamber de bir ümmete o mertebe nafi’ rehberdir. Bu bir ni’met-i uzmadır ki: Allah’ın emirlerini tebliğ ile ikmal-i vazife eden rusül-i kiramdan sonra kavimlerin Allah’a karşı mükellef oldukları vezaife derece-i i’tina ve istiğnalarına hüccet-i sunda tafsilen bahsolunacaktır. MÜSLÜMANLIĞA VE MÜSLÜMANLARA KIMLER YAR OLACAK? Geçenlerde matbaamıza uğrayan bir zat Beyoğlu’nda müslümanlara tevzi’ edilen bir takım Türkçe risaleleri verdi. Aldık okuduk ve maksadı anladık. Risalelerin mevzuu Mesih’in yakında semadan nazil olacağını ihtar ve gayesi bu kudumü ihtar ile herkesi tahvif etmektir. Bu risalelerden başka Beyoğlu’nda bir takım hanelerde yine bu misyoner cemaati tarafından Türkçe mev’izalar irad olunuyor ve risaleleri dağıtanların bir vazifesi de halkı oraya da’vettir. risale ile mev’iza ile halkımızı istedikleri tarafa çevirmeye uğraşıyorlar. Bir taraftan terbiye-i diniyyeden mahrum çocuklarımızı Müslümanlık’tan tenfir ve teb’id ediyorlar. risaleler tevziiyle mev’izalar iradıyla çalışıyorlar. Bu mesainin bütün bütün mahkum-ı akamet olduğunu iddia etmek doğru değildir. ailelerinin ocağında garb-perestlikten başka bir şey telakkı etmeyen evladlarımızı Müslümanlık’tan soğuttukları gibi mensub oldukları memleket hesabına memleketimizde bir mıntıka-i nüfuz teessüsüne hizmet etmektedirler. Bir zamanlar İslam diyarında o kadar te’sirleri yoktu. Alem-i İslam’ın her tarafında yine öyledir. Mesela Mısır’da Hindistan’da etmezler. Fakat burada şimdi öyle değil terbiye-i İslamiyyenin gittikçe gevşemesinden bu cemaat çok mühim leyh bu misyoner cemaatlerinin mesaisini istihfaf etmek zamanı geçmiştir. Nasıl istihfaf olunur ki memleketimizin birkaç zeka-yı güzidesini bile kendilerine mal etmiş bulunuyorlar. zaten medeniyet tarih ve bütün mukaddesatın kıymeti “iman” ile duyulur ve bunlar iman ile yaşar. Imandan mahrum olanlar için İslam mazi-i İslam hayat-ı İslam Hilafet-i İslam medeniyet-i İslam ati-i İslam alem-i İslam hepsi hepsi hiçtir. Binaenaleyh bunlara zerre kadar hürmet etmeyecekleri bunlardan zerre kadar müteheyyic olmayacakları pek tabiidir. Hissiyat-ı sire elbet hayatı saadeti ancak garblılaşmakta bulabilir. Esasen vicdanı hüviyeti tebdil-i tabiiyyet etmiş değişmiş bizden ayrılmış bulunuyor. Bunlardan memleketin hayatına mukadderatına samimi bir alakadarlık beklemek zaiddir. Onları memlekete rabt edecek hiçbir alaka yok. Alakadar görünmek başka hakıkaten alakadar olmak o da başkadır. Dinine medeniyetine tarihine vatanına ve bütün mukaddesatına kanla canla merbut bir müslüman olmak bu ancak iman ile müyesser olur ve imandan mahrum olanlar imanları gevşek olanlar bu rabıtayı iddia ederlerse hem kendilerine hem bu mukaddesata hıyanet etmiş olurlar. Görülüyor ki memleketimizde münteşir “daü’l-efrenc” bir türlü değil iki türlüdür. Birisi mevcudiyetimizi diğeri de ma’neviyetimizi tahrib ediyor. Mevcudiyetimizi tahrib eden emraz-ı efrenciyyeden kurtulmak için mühim bir teşkilata muhtac olduğumuz gibi ikincisinden de kurtulmak için yine bütün memleketi tarayan bir teşkilata muhtacız. Ancak bu teşkilatın tehyie edeceği muntazam ve faal mücadele sayesinde memleketi kurtarmak mümkündür. Birinci teşkilat sıhhiyeye aiddir. Sıhhiyeye ehliyet ve hamiyetleri müsellem olan zevatın ta’yiniyle memlekette ciddi bir teşkilat-ı sıhhiyye yapmak mümkündür. Bu nüshamızda Doktor Milaslı İsmail Hakkı Beyefendi kardeşimiz sıhhiye teşkilatının nasıl yapılacağı hakkında otuz senedir memleketin umur-ı sıhhiyyesiyle bütün hastalıklarıyla mücadele eden bir tabib-i müslim ve salahiyetdar sıfatıyla yazdığı bir makaleyi neşrediyoruz. Ma’neviyetimizi tahrib eden “daü’l-efrenc” ile uğraşacak en salahiyetdar makam da Meşihat-i İslamiyye’dir. Makam-ı Meşihat neşriyat ve mevaiz ile halkı irşad etmek Nizamnamesine nazaran Darü’l-hikme “Hakaik-ı diniyye ve maali-i İslamiyyeyi neşr u ta’mim ile mükelleftir.” Darü’l-hikme’nin vezaif-i ilmiyyesi “Vahdet-i İslamiyyenin ki başlıca üç mevzua tealluk eder. Birincisi hakaik ve mebadi-i İslamiyye ikincisi ahkam ve havaic-i İslamiyye üçüncüsü fazail ve gayat-ı İslamiyyedir. Bunlardan bütün teferruatıyla birincisi kelam ikincisi fıkıh üçüncüsü ahlak encümenlerine aiddir.” Darü’l-hikme’nin vezaif-i ameliyyesi “Müslümanların terbiye-i diniyyesine ve mezaya-yı fazıla-i İslamiyyenin ve taşra müfti ve müderrisleri ile münasebatta bulunmak eimme ve hutaba ve vaizinin tenvirlerine dair mukarrerat mek suretleriyle ifa eder.” Darü’l-hikme’nin “te’lif ve neşrine gayret ve delalet edeceği asarın başlıca envaı da: meti tasfiye ve tezyin edebilecek surette ale’d-derecat kıraat erbabı için mevaiz-ı ayat ve sünneti hikem ve emsali nafi’ ve ibret-aver vakayi’-i tarihiyyeyi hutab ve eş’ar-ı cemileyi muhtevi resail. fevaid-i maddiyye ve ma’neviyyeleriyle halka sevdirecek ve kolayca belletecek ilmihaller. na mesalik-i fıkhiyyenin tenkıhat ve tahricat bunların ulum-ı hukukıyye ve felsefe-i ictima‘iyye ile münasebat ve mukayesatına ictimaiyat-ı İslam’ın teşrihat-ı hukukıyye ve kemalat-ı medeniyyesine tarih ve esbab-ı terakkı ve tedennisine dair kitaplar. Ma’neviyetimizi ve idrakimizi tahrib eden afat ile mücadele Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye’nin nizamnamesi ümmet-i halka hakaik-ı İslamiyyeyi öğretecek sevdirecek muhitimizi telvis eden ahlaksızlıklarla mücadele edecek memleketi tathir ve ahlak-ı İslamiyye ile tezyin edecek el-hasıl memleketin ve milletin selameti namına en büyük en meşakkatli fakat en şanlı hizmeti ifa edecek. Demek ki ma’neviyetimizi ve idrakimizi tahrib eden daü’l-efrence karşı çalışacak mücadele edecek müessesemiz de vardır. Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye Cemaziyelevvel tarihiyle teşekkül etmiş olmakla bir buçuk seneden beri çalışmaktadır. Bu kadar bir zamanın semerat-ı mesaisi neden ibarettir? Bu müddet zarfında Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye taşrada encümenler te’sis etti. Bir de Ceride-i si pek mühim bir şeydir. Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye bu encümenlerin te’sisine muvaffak olduysa cidden çalışmış demektir. Ceride-i İlmiyye’ de intişar eden makalata gelince bu makalatın faydası inkar olunmamakla beraber Ceride-i İlmiyye’ yi kafi ve vafi bir vasıta-i neşriyye olarak kabul etmek imkansızdır. Bu kadar mahdud bir vasıtadan millet-i İslamiyyenin hiçbir sınıfı ciddi bir istifadeye destres olamaz. Ceride-i İlmiyye hiçbir ihtiyaca vefa etmiyor. Bilakis hissedilen ihtiyacı arttırıyor. Bir de Ceride-i İlmiyye’ nin neşriyatı nizamnamenin ta’yin ettiği mevadda muntabık değildir. Ceride-i İlmiyye ne avam ve havassın ihtiyacını ne de zamanın metalibini düşünmüyor. Bilakis gelişigüzel intihab edilen ve tahririnde bir gaye gözetilmeyen bir takım yazıları muhtevidir. Bu yazıların vardır. Fakat bunlar pek az. Ceride-i İlmiyye Darü’l-hikme’nin meşher-i fa’aliyyeti olmaktan pek uzaktır. Ceride-i bütün Darü’l-hikme’nin mecmu’ neşriyatıdır. Bu kadarcık neşriyatın ne ahlak-ı umumiyyeyi tathire ne de efkar-ı umumiyyeyi tenvire te’siri olmaz. Müslümanlar ilmi olduğu gibi anlamaya başladıkları zamandan beri saltanat-ı ilmiyyeleri ufule başladı. Çünkü artık ulemanın vazifesi kitapları ihtisar veya şerh etmek asar-ı eslafa haşiyeler ve hamişler ilave etmek metinleri telhis etmekten ibaret oldu. Bunun neticesi olarak akıllar ma’na-yı istiklali zayi’ etti. “İlim” gittikçe kuvvet-i hayatiyyesini gaib etti ve müslümanlar daha hala saltanat-ı ilmiyyelerini ihyaya başlamamış bulunuyorlar. Ulemaları bu halde kaldıkça daha uzun bir zaman zalam virlerinin fecaatini garbın ziya-yı ilmiyle görenler selameti garblılaşmakta buldular. Bu zalamı ancak garbın envar-ı ve binaenaleyh ulum-ı İslamiyyeyi saha-i hayattan tard etmek ulema-yı İslamiyyeye ancak uhreviyat ile uğraşmaya meydan bırakmak istediler. Buna karşı ulema-yı hayat olduğunu ulum-ı İslamiyyenin menafi’-i hayatiyyesini fiilen isbat edemediler. Ancak halkın hissiyatına halkın din-i İslam’a olan iman ve sadakatine güvenerek yine zalam içinde kaldılar. Halbuki diğer taraftan garb-perestler yeniden yapmak emeliyle mevcudu imhaya koyulmuşlardı. Muttasıl yıkıyor fakat bir şey de yapamıyorlardı. Bundan dolayıdır ki bugün memleket fevza içindedir. Yıkılan yıkıldı kalan da meyyal-i inhidam bulunuyor. Yıkılanı yapmak yıkılmaya yüz tutanı sağlamlaştırmak yine bize kaldı. miyye’nin deruhde ettiği işi pek büyük görüyoruz. Darü’l-hikme’nin deruhde ettiği vazife memleketi inhitata düşüren inkıraza sürükleyen ilel ü emrazı layıkıyla teşhis etmek ve bunlarla mücadele etmektir ki şimdiye kadar hey’et-i hazıra bu derdlere çare-saz olacak derecede hidematına muhtacdır. Hem de pek muhtac. Yukarıda beyan ettiğimiz vechile memleketin en büyük ihtiyacı budur ve bu ihtiyacı tatmin etmek Darü’l-hikme’nin nizamnamesine göre tevfik-ı hareket etmesine vabestedir. Bilhassa bugünler bugünlerin ihzar ettiği fırsat kat’iyyen kaçırılmamalıdır. Memleket en buhranlı en tehlikeli dakıkalarını geçiriyorken ulema ve mütefekkirininden a’zami istifadeler te’min etmek onların irşadıyla onların delaletiyle yürümek ister. Her memlekette olduğu gibi bizim memleketimizde de halk hastalığını ihtiyacını devasını anlayan duyan bilen ulema ve mütefekkirlerinin himmetini faaliyetini bekliyor. Ulema ve mütefekkirlerimiz Halbuki diğer taraftan Müslümanlıkla alakadar olmayan bir sürü adamlar buna karşı ulema ve mütefekkirinimiz ağızlarını açmadıktan maada gözlerini de yumuyorlar. Bunu ne ile izah edeceğimizi biz de bilmiyoruz. Ulema ve mütefekkirinimizin hissiyatını cerh etmek hatırımızdan bile geçmez. Fakat onlar bu zamanı böyle ihmal ve lakaydi ile geçirdikten bu zaman-ı musibette zerre kadar bir teşebbüs ve faaliyette bulunmadıktan sonra artık ne lüzumları kalacağını anlamıyoruz. Millete karşı vazifesiz olanlara millet de bir vazife ile mükellef değildir. Ulemasının faaliyetinden mahrum olan bir memleketin dalalette kalması labüddür. Memleketi dalaletten kurtaracak doğru yola götürecek ve kurtaracak ulema ve mütefekkirleridir. Ulemamız bu pek açık pek basit hakaikı teemmül etmezlerse zavallı memlekete yazık. Bunun sonu pek vahimdir. Her halde biz bu mütalaatımızın kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkate alınacağından eminiz. Ulemamızdan ve bilhassa ulemamızın büyüklerini cem’ etmesi lazım gelen Darü’l-hikme’nin ciddi ve mütemadi faaliyetini görmek bizim ahass-ı temenniyatımızdır. A [ayın] . R. MILLETIMIZ İÇIN EN MÜDHIŞ TEHLIKE SIHHATSIZLIKTIR. Bir milletin kuvvet ve şevketi tabii onu teşkil eden efradın kuvvetlerinden tahassül eder. Kuvvetler cisim akıl ve ahlak kuvvetleri olmak üzere üç esastan hasıl olur. Bu üç esastan her hangisi eksik olursa diğerleri üzerine de te’sir ederek hepsinin bozulmasına sebeb olur. Binaenaleyh bu üç nevi’ kuvvet esaslarının her birisinin ayrı ayrı kuvvetlenmeleri esbabına tevessül ve bu babda muktezi tedbirlerin ilim dairesinde tatbikına himmet olunmak elzemdir. Şimdi biz ötekilerinin de husulüne intizaren doğrudan doğruya muhtac olduğumuz teşkilat-ı sıhhiyyeyi arz u izah edeceğiz. Teşkilat-ı sıhhiyye esas i’tibariyle dört maksad Birincisi – Herkese kendi sıhhatini muhafaza etmeyi öğretmek; Üçüncüsü – Hastaları tedavi etmek; Dördüncüsü – Adliye işlerine tealluk eden umur-ı tıbbiyyeyi halletmektir. – Herkesin kendi sıhhatini hüsn-i muhafaza edebilmesi en ziyade valide ve pederlerin hıfz-ı sıhhat kitaplarını okuyabilmesi ve ailede mektepte gördükleri tedabir-i sıhhiyyeyi anlamış ve tatbiklerine alışmış olmaları sayesinde öğretilir ve bu babda memlekette bulunan resmi ve gayr-i resmi etibbanın telkınatının ehemmiyeti büyüktür. Binaenaleyh tabibler ellerinden gelen her vasıta ile halkımıza hıfz-ı sıhhat mesailini anlatmaya cehd ü gayret etmelilerdir. Her türlü mekteplerde programlara ameli hıfz-ı sıhhat tedrisatı idhali de en mühim bir iş olup Maarif Nezareti’ne aiddir. Bunlardan başka Müdafaa-i Milliyye ve emsali cem’iyetleri ve teşkilat-ı ilmiyye ve nushıyyeyi bu babda müessir hizmetler ifasına müsaid bir hale getirmek de mümkün olabilir. – Sıhhat-i umumiyye üzerine fena te’sir eden esbabı lıca şehir ve köy hıfzıssıhhalarına aiddir. Bu babda icab eden tafsilatı bilmek etibbanın işi olup suların her türlü hususi umumi meskenlerin fabrikaların daru’s-sınaaların erzakın levazımın ve ilh..… hususların icab ettirdiği hıfz-ı sıhhat mesailini muhtevidir. Bunların hepsi bilhassa Şehremaneti’ne ve belediyelere aiddir. Avrupa’da nüfusları otuz bine baliğ olan şehirlerde bir de “Evlerin Sıhhi Sicilleri İdaresi” vardır ki bu müesseseler alelumum hanelerin hıfz-ı sıhhat nokta-i nazarından hallerini kayd ü zabt ve izale-i mazarratlarını te’min ederler; mesela bir ev almak veya tutmak isteyen bir insan onlara müracaatla evin hangi tarihte ve nasıl yapıldığı ve şimdiye kadar kusurlarından neş’et etmiş ise o kusurların neler idiği ve halihazırda onların ne dereceye kadar ref’ edilmiş ve daha neler yapılmak lazım bulunduğu ve ilh. ma’lumat-ı mükemmeleyi alabilir. İşte biz de büyük şehirlerimizde bu “Evlerin Sıhhi Sicilli İdarelerini” te’sise başlamalıyız. Ben bu husus hakkında dokuz sene evvel de bir gazete larla köylerde bu vazifeyi belediyeler ve şimdi lüzum-ı ta’yinlerini arz edeceğimiz hıfz-ı sıhhat tabibleri te’mine çalışacaklardır. – Hasta tedavileri için ihtiyaca kafi hastahaneler te’sis edilmelidir. Temenni edilir ki beş yüz nüfus için bir yatak olsun isabet edecek nisbetinde hastahanelerimiz bulunmalıdır. Bunun için şimdilik her livada muntazam bir hastahane bulundurmak acil bir ihtiyacdır. Kazalarda tedabir-i acilenin yapılabileceği la-ekal on on beş yataklı yerler mutlaka bulunmalıdır. Sonra bir de dispanserler vardır ki bu dispanserlerde hem ayak hastalarına reçeteler verilir hem sıhhi vesayada bulunulur. Bunlardan her memlekette kafi mikdar bulunması şarttır. Avrupa’da olduğu gibi ayrıca verem hakkında vesaya ve bazı gıdalar vermek verem olmalarından korkulanlarla daha verem başlangıcında bulunanların ta hanelerine kadar vesayayı sıhhiyye öğretecek insanlar göndermek teşkilatı hakkında henüz bizde maalesef ma’lumat-ı lazıme hasıl olmamıştır. Bir taraftan onlara da başlanılması temenni olunur. Şimdi bizim en ziyade ehemmiyet verip ısrar edeceğimiz cihet ikinci madde ile üçüncü maddedir. Yani sıhhat üzerine fena te’sir eden ahvalin izalesiyle iyi te’sir eden amillerin te’mini ve hastalıkların ve bahusus en ziyade aid olan teşkilattır. Bu ümniyelerin matlub vech ile husulleri için bir kere memleketin veya köyün sıhhi halleriyle herkesin sıhhi halinin bilinmesi lazım olduğundan her memleketin her köyün ve herkesin sıhhi hallerini kafi mertebe sebt-i defter etmek icab eder. Tabiidir ki bunda nazar-ı i’tibara alınacak cihetler büyük çizgilerdir tafsilat değildir. Muhakkak olan şudur ki milletimizin sıhhatini hayatını istikbalini muhafaza ancak esaslı bir teşkilat yapılıp hüsn-i tatbikine muvaffak olabilmekle mümkün olacaktır. Başka çare yoktur. Bu babda tasavvur ettiğim teşkilat da şudur: – Büyük küçük şehir ve kasabalarda ve bütün köylerde umum ahaliyi aşağı yukarı on bin nüfus üzerine ayrılmış mıntıkalara taksim edip her mıntıkaya bir hıfz-ı sıhhat tabibi ta’yin etmelidir. Divan denilen köylerle pek dağınık yerler için bu on bin nüfus çok gelebilirse de böyle yerler nisbetle az olduğu gibi şimdiki teşkilata nisbetle elbette pek ziyade kolaylık olacaktır. – Kasaba ve şehirlerde ve aded-i nüfusu iki bini bulan köylerde her iki bin nüfus için; daha küçük ve biri birine yakın köylerde bin ila bin beş yüz nüfus için pek küçük köylerde de aralarındaki uzaklıkları nazar-ı me’muru veya çavuşu istihdam etmek. Acaba bu kadar tabib ve sıhhiye me’mur veya çavuşları bulabilecek miyiz? Kayd-ı resmi ile ma’lumdur ki sırf mülki tabiblerle cihet-i askeriyyenin ihtiyacından fazla kalacak etibbanın adedi ihtiyacımıza hemen hemen kafi gibidir ve bunların kısm-ı a’zamının bu işte istihdama hahişli oldukları şübhesizdir ve sinleri pek genç olanlar evvelce olduğu vech dem ki memleketin ihtiyacı vardır vatanın genç evladı böyle bir hizmetten neden kaçsınlar? Bu hizmet hizmet-i askeriyyeden daha az faydalı mıdır? Bir de acilen kafi mikdar tabib bulamasak bile birkaç sene zarfında eksiklerin tamamlanacağı şübhesizdir. Şimdi bir taraftan işe başlamak lazımdır ve gayet isti’cale ihtiyac vardır. Maamafih sizdir. Biz bunu kayd-ı resmiye müstenid olarak biliyoruz. Sıhhiye me’mur ve çavuşlarına gelince: Bunlar bir kısmı mektepten çıkmış veya o derece imtihan vererek ce hastahanelerde yetiştirilir ve kadınlardan da ehliyetleri tahakkuk edenler bu işte istihdam olunabilirler. Çünkü arz edileceği vech ile vazifeleri gayet basit olacaktır. Bahusus köylerinde veya civarlarında çalışacaklarından askerden çıkmış ve hastahanelerde kullanılmış bu işe yarar dur ki bir milletin işlerini görmek için lazım olan para haricden gelmez yine o milletten çıkar ve paranın en hayırlısı elbette sıhhatin muhafazası için sarf edilenidir. Binaenaleyh bu da yine milletten alınacak ancak mesela birçok eşya ve hatta ecza mukabilinde seve seve verilen paralar gibi harice gitmeyecek sıhhatimize ettikleri hizmet mukabili olarak yine kendi adamlarımıza verilecek memlekette kalacaktır. Hem çok bir şey tutmuyor. Nüfus başına ayda bir kuruş alınsa kifayet ediyor. Çünkü on bin kişi için bir tabibe vasati olarak iki bin beş yüz ve mesela on sıhhiye me’muruna altışar yüz kuruştan altı bin kuruş verilse şehri sekiz bin beş yüz kuruş tutar. Halbuki biz on bin kişiden on bin kuruş alacağımızdan bir hayli mikdar da para artar. Bununla da mevcud müfettişlerin adedi artırılır ve sıhhi müesseselere muavenet edilir. Bu hususta zengin fakır ayırmaya hacet yoktur; zira hem ayda bir kuruş veremeyecek fakır yoktur hem de bundan en ziyade istifade edecek fakırlerdir. Çünkü zengin muhtac olduğu vakit tabib celb edebilir. Fakır edemez. Bu teşkilattan sonra ise ayda kırk para vermek sayesinde daima yanında doktor ve sıhhiye me’muru bulacaktır. Diğer taraftan aranırsa bizde herkes ve hatta en fakır olan dahi sıhhati için yalancı kır hekimlerine hocalara ve saireye her halde ayda kırk paradan pek fazla para verir ve ekseriya sıhhatini düzeltecek yerde bozdurur. Binaenaleyh bu teşkilat köylüden şimdi çıkmakta olan paradan daha az para çıkmasını müstelzim olacaktır. Bu paraların suret-i tarh ve tahsili hakkında icab eden kanunun istihsaline tabii mercii himmet buyurur. Hıfz-ı Sıhhat Tabiblerinin Vazifeleri ğu mıntıkanın her mahalle veya köyünün yüksek veya alçak arazi üzerine mi kurulmuş hangi cihete müteveccih hangi ruzgarlara ma’ruz olduğunu topraklarının tabiatini; tahte’l-arz su tabakasının kaç metrede bulunduğunu; sıtmalık olup olmadığını ve sıtmasının neden neş’et ettiğini ve içecek suyu nereden aldıklarını ve suyun mümkün mertebe halini ilk defa defter-i mahsusuna hülasaten kaydedecektir. Bunun için kendisine bir defter kifayet eder. Çünkü yazacağı tafsilat değildir. mahalle veya köylerin her birinde bulunan evleri o mahalle veya köyün sıhhiye me’mur veya çavuşu beraberinde olduğu halde birer birer birer dolaşır ve her eve bir numara kor. Alt veya üst kat mıdır ve hangi katta yatılıyor; zemini rutubetli midir ahırları abdesthaneleri var ise nasıl ve nerededir? Kaç odası vardır hangi cihete müteveccihtir her odada kaç kişi yatıyor? Güneş alması nasıldır pencereleri kafi midir değil ise ilavesi ve diğer sıhhate münafi hallerinin ıslahı çareleri nedir; hep sıhhiye me’mur veya çavuşunun tutacağı deftere her ev kaydedilir; yine o sahifelerin mütebakı kısımlarına da evde mevcud nüfusun her biri için bir mikdar yer tahsis edilerek ismi tarih-i viladeti kaç defa ve hangi tarihlerde çiçek aşısı yapıldığı sıtma frengi görüp görmediği ve daha başka ne gibi hastalıklar gördüğü ve kadınlar çocuk düşürdüyse kaç defa düşürdüğü ve şimdiye kadar kaç çocukları olduğu kaç tanesi ve ne gibi hastalıklarla vefat ettikleri bit-tahkık yazılır. Bu hususların tahkıkine bazı yerlerde mani’ler zuhuru varid-i hatır olabilir. Bunun başkalarından hakıkı haberler alınması mümkündür. Me’murda vazife aşkı olursa bunlar kolay şeylerdir. İş tabiblerle sıhhiye me’murlarının dirayet ve ihtimamlarına tabi’dir. Zaten köylerde nüfusun kaffesi imam veya muhtarın nezdinde mahfuz olan defterde yazılıdır. Bunun şehirlere de tatbikı yani yalnız Nüfus idarelerinde mukayyed olmakla imam ve muhtarların inzimam-ı muavenetleriyle sıhhiye me’murlarınca da mukayyed olması pek faydalı olacaktır. Her ismin karşısında yazılacak mülahaza-i sıhhiyyeye gelince; onu da tabib yazacaktır ki ketmi icab eden hastalık olursa sır olarak kalmasına kendisinden başkasının muttali’ olmamasına kemal-i dikkatle i’tina edebilir ve şayed büyük şehirlerde kendi hususi tabibleri olduğunu beyan eden zengin aileler bulunursa o suretle de maksad-ı sıhhi hasıl olur. köylerin muhtasar tıbbi topografyasını mübeyyin tutacağı birinci maddede mezkur defterden başka birisi maiyyeti sıhhiye me’mur veya çavuşlarından aldığı raporların hülasasını; diğeri de kendisinin ma-fevkı olan sıhhiye müdirine veya mahalli hükumetine yazacağı raporları kayda mahsus iki defter daha tutacaktır ve mümkün mertebe yazı işlerini muhtasar-müfid surette tutarak vaktini en ziyade bil-fiil sıhhat-i umumiyyenin muhafazasına aid icraat ve irae-i tariklerle geçirecektir. minval-i meşruh üzere mahalle ve köyleri bütün haneleri sıra ile görüp her haneyi ve içindeki insanları muayene edecek ve icab eden ıslahat ve tedbirleri tesbit ve defterin baş tarafına yazdıktan sonra hane halkından tedavi veya tedbir-i hususiye muhtac olanların ta’kıb edecekleri yolları söyleyecek ve bilhassa o mahallin sıhhiye me’mur veya çavuşuna öğretecektir. Hele küçük çocuklarda vuku’ bulan vefeyatın en ziyade baisi olan bağırsak ve göğüs hastalıklarının çocuğa vaktinden evvel hazmı güç gıdalar vermekten meme vermesinin şartlarını bilmemekten ve daha başka hıfz-ı sıhhat kusurlarından ileri geldiğini anlatmak için pek ehemmiyetle çalışacaktır ve köyde hükumetin delaletiyle yaptırılacak sular lağımlar mesakinin ıslahı gibi büyük ıslahat için de mıntıkasında en büyük mülkiye me’muruna takrir verecek ve keyfiyeti sıhhiye müdirine bildirecektir. Fakat aynı zamanda teşvikat-ı lazımede bulunarak köylünün kendisine yaptırmak dahilinde ve mümkün mertebe tam vasatta bir merkezi olacağı gibi kendisi ekseriya seyyar olacağından mutlaka mıntıkası ahalisinin her hafta gittikleri pazar kurulan merkezlerde hazır bulunarak maiyyeti sıhhiye me’mur veya çavuşlarıyla mutlaka temas edip ahval ve icraat-ı sıhhiyye hakkında ma’lumat alacak ve onların tutacağı defterin bir sahifesine o günkü tarih ile imzasını yazacaktır. Bundan başka mıntıkası dahilindeki köylerin hepsine taleb vuku’ bulmadığı halde dahi iki ayda bir kere olsun gidip teftişat ve icraatta bulunacak ve bu azimet ve icraatını yazıp altını karye veya mahalle hey’et-i ihtiyariyyesine tasdik ettirecektir. Tabii bu teftişat ilk azimet ve tedkıkatın hitamından sonraya aiddir. Pazar kurulmak adet olmayan yerlerde sıhhiye me’murları muayyen günlerde tabibin bulunduğu merkeze giderek kendisine mülakı olacak defterini imzalatacaktır. Sıhhiye Me’mur veya Çavuşlarının Vazifeleri mahallesindeki bulunan evleri numaralarını hıfz-ı sıhhat tabibleri vezaifinin dördüncü maddesi mucebince ve yazısı kafi değilse ettirecektir. name-i mahsus mucebince bütün ahaliye çiçek aşısı yapacak; sıtmalı yerlerde tabibin ta’rifi vech ile mecburi surette kinin kullandıracak; ve yine tabibin gösterdiği lüzum ve nizamnamesi mucebince frengililere cıva şırıngaları yapacaktır. Neosalvarsan şırıngasını tabibin kendi eliyle yapması şarttır. Bunlardan başka bir de bel soğukluğu da ırkın azalmasına sebeb olan mühim amillerden olduğundan bunun tedavisi de köyde mecburi tutulup ne yapılmak lazım ise doktorun sıhhiye me’mur veya çavuşlarının nezaretleriyle yaptırılmalıdır. kim hasta olursa derece-i hararet koyacak sari hastalıklara çok ehemmiyet verip gördüğü alametleri çabucak hıfz-ı sıhhat doktoruna yazacaktır. Bahusus küçük çocukların her türlü hastalıkları ishalleri ve kadınların çocuk düşürmeleri veya loğusalıktan sonra gelen hastalıkları bila-teehhur pek ehemmiyetle bildirecektir. – Köyün temiz tutulması ve ahalinin bitlerinin temizlenmesi vesair hıfz-ı sıhhat işlerini yaptırmak için muvaffak olamazsa tabibe yazacaktır ve hıfz-ı sıhhat tabibleri vezaifinin beşinci maddesi mucebince pazar kurulan yerlerde veya mıntıka merkezlerinde aralarında kararlaştırdıkları günlerde haftada bir kere olsun doktor ile görüşüp defterini imzalatacaktır. Görülüyor ki Sıhhiye me’mur veya çavuşlarının vazifeleri gayet sadedir. Yani derece-i hararet komakla kinin dağıtmak ve şırınga ve aşı yapmaktan ibaret gibidir. O cihetle köy imamları mektep muallim ve muallimeleri ve daha azıcık mektep; medrese görmüş kimseler çabucak bu vazifeye elverişli olabilirler ve böyleleri köylerin çoğunda bulunur. Hasılı ihtiyaca kafi mikdar bulmak pek mümkündür ve ekseriyet-i azimesi bu nevi’den olur. ma’lumatı olan mektepli sıhhiye me’murlarından her mıntıkada bir veya iki tane bulunsa kifayet eder. Hıfz-ı Sıhhat Tabibleriyle Sıhhiye Me’mur veya Çavuşlarının Sınıfları ve Terfi’leri Hıfz-ı sıhhat tabibleri söylediğimiz vech ile beş sene hizmet-i mecburiyyeye tabi’ olurlar ve ilk me’muriyete giren ilk iki sene iki bin kuruş üçüncü ve dördüncü seneler alırlar. Evvelce hüsn-i hizmetleri sebkat etmiş tabibler lüzumu halinde liyakatlerine nazaran yekden ikinci veya birinci sınıfa dahil olabilirler. Sıhhiye çavuşları da üç yüzden başlayıp altı yüze kadar maaş alabilirler. Mektepten neş’et etmiş veya o derece liyakati sabit olan ser-sıhhiye me’murlarına daha ziyade maaş verilebilir. Gerek merkezde ve gerek mülhakatta şimdiki halde mevcud olan teşkilatı tebdile hacet olmayıp yalnız müfettişlerin adedlerini ve faaliyetlerini artırmalı ve tedavi tabiblerini ayırmalıdır. Hastahane ve dispanserler yapmak en ziyade belediyelere aid işler olup hıfz-ı sıhhat tabibleri teşkilatıyla hastalar bulunup tedavileri çaresi aranacağından bu teşkilat şimdiye kadar bir türlü yoluna konamayan bu işlerin de düzelmesine hizmet edecektir. Bundan başka bir türlü hakıkate iktiran edemediği cihetle vücud bulamayan istatistik Ah……… Buraya gelince yine deruni bir ah çektim. Meşrutiyetin ibtidasından beri milletimizin hayrına aid neler teklif edildiyse hemen hepsi yapılmak istendi fakat hem pek geç hem pek fena yapıldı. Burada bunları tafsil edecek değilim. Yalnız devlet kinini mes’elesini söyleyeyim ki kabul edilinceye kadar geçirdiği menakıbı hayli uzun ve garib olan bu iş sekiz dakıkada anlaşılacak bir iş iken sekiz senede yaptırılabildi. Eğer bu teehhurdan dolayı neler gaib etmiş olduğumuzu hesab edebilsek akıllara dokunur. Anadolu’da gözümle gördüğüm ve gece gündüz zihnimde dehşetler saçan hanüman-suz yangınların salgınların devam ve tevessüüne hala mı ehemmiyet verilmeyecek diye insan bi’z-zarur dilhun oluyor vahlar çekiyor. Ümid ederiz ki bundan sonra gaflet ve lakaydiden kurtuluruz da an-karib hayırlısıyla salah u halaslarımız esbabına tevessül ederiz. Hemen Cenab-ı Hak muvaffak bil-hayr eyleye amin. Doktor Milaslı Sebilürreşad – Doktor Milaslı İsmail Hakkı Bey’in teklif ve tavsif ettiği bu teşkilatın cidden mükemmel ve acilen tatbikı hayat-ı milliyyemiz için elzem ve hakıkaten vukuf ilim tecrübe ve iktidar mahsulü olduğu zahirdir. Ancak umur-ı sıhhiyyemizin başına getirilecek rüesa meslekten yetişmiş ilmi ahlakı muhabbet-i vataniyye ve diniyyesi müsellem zevattan olmaz ise ta’yin edecekleri etibba da kendilerine benzerlerden olacağına binaen milletin i’timadına mazhar olamayacaklarından menfaat yerine mazarrat getireceklerinden korkulur. Binaenaleyh geçirilmesini de bu teşkilat kadar ehem görürüz. KADINLARIMIZ HAKKINDA Bu hafta İngilizce “ Near East ” gazetesinde “ Muslim World ” mecmuasının Temmuz nüshasından naklen “ Şark-ı Karibde Kadınlar ” sernamesi altında “ Basil Mathieu ” imzasıyla münteşir bir makalenin hülasasını okuduk. Muharrir kadınlarımızın hayatından bahsediyorken “Kadınların şahsiyetini sıkan İslam’ın vaz’ ettiği mevani’i tedricen kırmak lazımdır. Tesettür teaddüd-i zevcat mecburi cehalet garbın kuvvetli te’siratıyla yıkılan üç siperdir.” diyor ki birkaç satır sonra bu ma’lumatının menbaını ifşa etmemiş olsaydı bu sözlerin asılsızlığını Türk feminizmini idare edenin Madam Ulviye Hanım olduğunu ve bu pek muktedir reisenin Amerikan Kızlar Kolleji’nde yetiştiğini gayet sitayişkar bir lisan ile beyan etmesinden anladık ki din-i İslam’ın kadınlar hakkında mecburi cehaleti tervic ettiğini garbın te’siriyle tesettürün teaddüd-i zevcatın kalkacağını söyleyen muharrir öyle müdekkık bir adam değilmiş! Bilakis ecnebi mektebinde yetişmiş laübali bir hanımın sözlerine kanmış yoksa bu muharrir biraz mazi-i İslam’ı karıştırmış İslam’ın yetiştirdiği eazım-ı nisvanı ve bilhassa İslam’ın bila-tefrik hem erkeklere hem kadınlara tahsil-i ilmi mecburi kıldığını esasat-ı İslamiyyenin neden ibaret olduğunu ve bu esasların en mühimleri hürriyet ve müsavat bulunduğunu; kemalat-ı ahlakıyye ve ilmiyyeden istedikleri kadar istifade etmelerine mani’ olmadığını anlayacak kadar olsun tedkıkatta bulunsaydı Müslümanlık hakkında böyle çirkin sözler sarf etmeye cesaret etmezdi. Maamafih bir İngiliz muharririnin şöyle böyle demesi şayan-ı istiğrab değildir. Asıl şayan-ı istiğrab olan bizim muharrirlerimiz içinde bu kafa ile düşünecek adamların bulunmasıdır. Mesela İfham gazetesinin bu haftaki ilave-i edebiyyesinde “Zavallı Kadınlarımız ” sernamesiyle yazılan bir makaledeki hakim olan zihniyet tamamen bu ecnebi zihniyetidir. Müslümanlığı asla tanımayan Müslümanlık’la asla alakadar olmayan İslam muhitinde yetişmeyen rical ile bu vatanın mütenevver evladı bize aynı yabancı gözle bakıyor da biz buna şaşıyoruz! Bu makalenin muharririne göre kadınlarımızı güneşsizlik ve havasızlık öldürüyormuş. Acaba memleketimizde güneş mi doğmuyor hava mı esmiyor? Yoksa kadınlarımız mahbus mu? Sonra kadınlarımız demekten kimler kasdolunuyor? İstanbul kadınları mı yoksa bütün vatanın kadınları mı? Taşra kadınları o fa’al o gayyur o fedakar kadınlar ne güneşten ne havadan mahrum değildir. Taşra kadınları durdukları yerde vaveyla koparan erkeklere bir nümune-i sa’y ve fa’aliyyet bir timsal-i fazilet ve nezahet teşkil ederler. Kocasını oğlunu ve hatta babasını harbe gönderen taşra kadını çiftini sürdü bağını belledi sırtını örtecek kumaşı dokudu Hazine’ye vergi yetiştirdi bizim de karnımızı doyurdu. Taşra kadını bütün bu vezaifi ifa ediyorken hiçbir şikayet etmedi ve hiçbir şey onun bu vazifeleri ifa etmesine mani’ olmadı. Bir kısım payitaht kadını da fedakarlıkta taşralı hemşiresinden geri kalmadı. Fakat her nedense kadınlarımızı rının mukaddesat-ı diniyyeye i’lan-ı harb etmeleri için gece gündüz çalışıyorlar. Bilhassa tesettürün onların en müdhiş düşmanı olduğunu i’lan edip duruyorlar. Bu feci’ yalanı irtikab edenler payitaht kadınlarının sebeb-i inhitatı olarak tesettürü gösteriyorlar. Tesettür dolayısıyla kadınlar her şeyde geri kalmışlar cahil kalmışlar meşru’ bir surette rızıklarını kazanmaktan mahrum kalmışlar ve bu sefer muharebede kocaları babaları şehid olunca meydanda kalmışlar. Sefalet içinde kalmışlar. Açlıktan ölmeye mahkum olmuşlar. Bundan dolayı na-meşru’ yollara sapmışlar. Bunların hepsi tesettürden mış. Aman Ya Rabbi mukaddesat-ı diniyyeye bu kadar düşmanlık etmek için ne kadar insafsız olmak lazım! Tesettürün kadınları ne ilim ve irfandan ne sa’y ü faaliyetten alıkoymayacağını isbata tasaddi için insan mutlaka amaya uğramış bir cemaat içinde olmalı. Acaba tesettür kadınların idrakini mi örtüyor yoksa ellerini ayaklarını mı kımıldamaktan men’ ediyor? Bir kadın şeriatimizin emrettiği vechile tesettür etmekle insanlıktan mı çıkıyor yoksa o rida-yı fazileti iktisa etmekle iffetini mi tahkim ediyor? İnsan bu muharrirlerin tesettür aleyhinde yazdıklarını okuyunca kendini bu muhitin içinde değil binbir gece masallarının mevhum ve muhayyel serabları içinde sanıyor. Daha doğrusu bu havai mücadelenin netaicinden bihaber kalarak sahte feryadlarla kadınlarımızın hakıkı mesaibiyle istihza eden bu donkişotlar ne olur artık hayalattan kurtulmaya çalışsalar da arz-ı hakıkate gayret etseler. Evet muharebede kocasını babasını ve oğlunu zayi’ eden kadınlarımız pek elim bir haldedir ve bilhassa bunların içinde zaruretin ilcasıyla na-meşru’ yollara sapanlar da var. Bunu inkar etmek hakıkat-bin bir kimsenin hatırından geçmez. Peki vatanımızın uğurunda mukaddesatımızın uğurunda hayatımızın uğurunda şehid verenlere bizim takdim edeceğimiz cizye-i şükran ellerine birer vesika-i fuhş u fücur vermek midir? Din ve devlet ve millet uğurunda ifna-yı hayat edenlerin muazzez yadigarlarına bizim yadigarımız o mel’un varaka mı olacak?... Bir kısm-ı kalilin heves-i ihtikarı heva-yı iğtinası uğurunda heder olan binlerce ailelerin sebeb-i sefaleti tesettür müdür? Zaruret saikasıyla ırzını paymal edenlerin meşru’ bir surette maişetlerini te’min etmeleri tesettürün kalkmasına mı vabeste? Yoksa harbin sefaletlerini tehvin kadınlar fena yollara sapmaktan vikaye edilir. Görülüyor ki maksad kadınlarımızı kurtarmak değil maksad her çi bad abad dinimizi ve müessesat-ı diniyyemizi yıkmaktır. Kadınlarımızı sefaletten mahrumiyetten kurtarmak sesat-ı hayriyye te’sisi için himmetler sarf olunur böyle bir takım kuru vaveylalar koparılmazdı. Madem ki kadın bugün kendi sa’yiyle yaşamaya mecburdur deniliyor; o halde kadına bir sermaye-i sa’y ü gayret bahş etmek için ne lazımsa yapılmalıdır. Zarurat-ı hayatiyyeye inkıyad etmemek kabil değildir. Fakat zarurat-ı hayatiyyeyi tehvin etmek için mukaddesat-ı diniyyemizi adab-ı milliyyemizi feda etmek hatırımıza gelmez. Çünkü uğurunda seve seve canımızı feda edeceğimiz mukaddesat-ı diniyyemiz ve adab-ı milliyyemiz bizi ne irfandan ne sa’y ü gayretten alıkoymaz. Bilakis irfanımızı fazilet-i ahlakıyye ile tezyin eder ve bize daima rehber-i hidayet ve istikamet olur. Yine bu mukaddesat-i diniyye düşmanları ikide birde daha hala Darü’l-fünun şu’belerinde kızlarımızın erkeklerle beraber okumadıklarından şikayet eder dururlar. Kızlarımızın mutlaka erkeklerle beraber okumasının hikmetini biz bir türlü anlayamadık. Bunda zerre kadar fayda görmedik. Bilakis bunda birçok mahzurlar gördük ve bunları uzun uzadıya anlattık. Evet kızlarımızı okutalım ulum-ı nafia ile techiz edelim fakat erkeklerden ayıralım. Tedrisat-ı muhtelite bize uymaz. Hele bu zamanda hiç uymaz. Bunun mehazir-i ahlakıyyesi pek çoktur. Hem maksad okumak ve okutmak olduktan sonra kızlarımız erkeklerden ayrı okurlarsa ne gayib edilir? Bilakis kaddem bu hususa dair başlayan bir münakaşada bizim nokta-i nazarımız teslim olunmuş hükumet de tedrisat-ı muhteliteyi men’ etmiş idi. Fakat bu günlerde aynı hatanın kızlarımızı Tıbbiye’ye kabul etmek hakkında verilen karar dolayısıyla tekerrür ettiğini görüyoruz. Ma’hud İctihad cı kızlarımızın Tıbbiye’ye kabulünü “fikri bir zafer” olarak i’lan ediyor. Acaba bu zafer kime karşı ihraz olundu. Kızlarımız tahsil etmesin diye kim mücadele etmiş de ma’hud İctihad cı ona karşı ihraz-ı zafer ediyor. Biz senelerden beri nisvan-ı İslamiyyenin bu ihtiyacına tercüman olduk. Hem bu hadise tarih-i İslam’da ilk defa olarak vuku’ bulmuyor ki. İslam müessesatı bundan asırlarca mukaddem İslam tabibeler yetiştirmiş ve bunlar koca hastahaneler idare etmişlerdir. Medeniyet-i İslamiyyeden bihaber olan zavallılara acırız. Diğer taraftan Besim Ömer Paşa da Tercüman-ı Hakıkat’ e olan beyanatında münevverlerin bu karardan memnun olacaklarını fakat diğer kısım halkın da bundan muğber olacağını söylüyor ki hatadır. Kadınların erkek doktorlara hastalıklarını ifşa etmemeleri bu pek şayan-ı ta’yib olmasa gerektir. Tabib Paşa da bilirler ki bu bir taassub mes’elesi değildir ve buna taassub ma’nası vermek Paşa hazretlerine hiç yakışmıyor. Esasen bu taassub kelimesi de su’-i isti’male uğradı… Taassub olsaydı ilme karşı olması iktiza ederdi şahsa karşı değil. Daha sonra Paşa hazretleri kızlarımızın Tıbbiye’ye girmesine muarız olanların dermiyan ettikleri i’tirazı beyan ediyorlar ve diyorlar ki: “Erkeklerle fazla temastan ahlak bozulur! Bu çok esassız bir i’tirazdır. Bir defa fakülte içinde hanımların ahlakı kat’iyyen bozulamaz. Çünkü ilmi bir mahfilde böyle şeyler olmaz. Haydi farz edelim haricde bu hanımların yüzde yirmi otuzunun ahlakı bozulur. Her halde bunların yüzde yetmiş seksenini kazanırız. Bu kazanılan mikdar bir kemmiyettir. İstisgar edilemez.” Evvela kızlarımızın tıbbi tahsil etmelerine i’tiraz edenlerin kim olduklarını biz bilmiyoruz. Biz kızlarımızın okumasına zerre kadar mu’teriz değiliz. Fakat muhtelit tedrisatın mahzurlu olduğuna kaniiz. Paşa hazretleri de bunu tasdik ediyor. Muhtelit tedrisatın bir netice-i tabiiyyesi olan haricde ihtilattan dolayı kızlarımızdan yüzde yirmi otuzunun ahlakı bozulacağını tahmin ediyor. Fakat bu hüsranı bakıyyenin salabetiyle telafi etmek istiyorlar ki bir kere tahminin nefsülemre ne derece muvafık olduğu cay-ı tedkıktır. Haydi nefsülemre muvafık olsun. Kızlarımızın yüzde otuzunun bile bile ahlakının bozulmasına Paşa hazretleri nasıl muvafakat eder. Ahlaksızlığın ne yaman bir illet-i sariyye olduğunu ve muhitimizin en vahim en tehlikeli hastalığı bulunduğunu Paşa hazretleri pekala bilirler. Bildikleri halde bu vahim hastalığın temadi-i sirayetine nasıl meydan bırakıyorlar. Buna niçin bir çare düşünmediler. Tıbbiye Meclis-i Müderrisin’i tedrisatın tefrikini kendilerince ma’lum ve müsellem olan bu tehlikeye rağmen nasıl oldu da düşünmediler. Biz bu hususa kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkati celb ederiz. Bahusus hükumetimiz de tedrisatın tefrikine karar vermişti. Eğer tedrisatın tefriki muallimlerce bir fedakarlığı müstelzim ise ahlaksızlığın önünü almak için Meclis-i Müderrisin bu fedakarlığı ihtiyara karar vermelidir. Yok eğer bu fedakarlığın milletçe veya devletçe ihtiyar olunması lazımsa onu da bilelim. Her halde bu hükumet ve bu millet-i İslamiyye mukaddesat-ı İslamiyyesi adab-ı milliyyesi namına böyle bir fedakarlığa tahammül etmekten geri kalmaz. Asıl şayan-ı ibret olan cihet memleketin mukadderat-ı olmak daiyesinde bulunan mütenevver ve mütefekkirlerin vatanlarına karşı ibraz ettikleri halet-i ruhiyyedir. Bu mütefekkirler ve bu mütenevverlere göre memleketimiz bir menba’-ı taassubdur. Memleketi hakkında hiç bir fikr-i sahih ve salime malik olmayan bir cemaatin mukadderat-ı yoktur. Bu cemaat-i mütenevverenin bizim hakkımızdaki dinimiz hakkındaki telakkısi yabancı bir telakkıdir. Garb muharrirleri muhtelif sevaik-ı bedhahane ile hakkımızda ne demişlerse işte bu cemaatin keşkul-i ma’rifeti bu ma’lumat-ı sakıme ile doludur. Memleketimiz hakkında bunların serd ettikleri nokta-i nazarların esası hep bu ma’lumat. İçlerinde memleketini tanıyanlar memleketin zavallı memleket hep geriliyor hep düşüyor. Memleketin en büyük derdi budur. ve bunun çare-i ıslahı daiye-i tenevvürde bulunanların memleket hakkında sahih ve hakıkı ma’lumat peyda etmek tanımaya çalışmak fakat o ma’lumat-ı garibenin te’sirinden kurtularak o telakkıyatı dimağlarından söküp atarak ve kendilerinin birer müslüman birer Türk olduğunu memleket için felah mutasavverdir ne de bu mütenevverlerden bir hayır beklemek caizdir. Otuz sekiz senedir silk-i celil-i tıbda bulunuyorum. Emraz-ı zühreviyye ve bahusus frengi hakkında suret-i mahsusada tedkıkatım var. Bu salahiyetle beyan ediyorum ki mezkur beyanat hem cahilane hem mütecavizanedir. Cahilanedir. Çünkü frengi hastalığı en muntazam tedaviye tabi’ tutulduğu halde dahi yüzde beş olsun avarız-ı salise gösterecektir. Muntazam tedavi görmeyenlerde görülür. Bizim memleketimizde muntazam tedavi görenler musabların belki yüzde onunu teşkil etmez ve Sıhhiye Müdiriyet-i Umumiyyesi’nin Abdullah Cevdet Bey müdiriyete gelmezden hayli mukaddem resmen kabul ettiği müddet-i tedavi vasati olarak dört sene olup bu müddet meşhur frengi mütehassısı alimi Doktor Furniye’den beri kabul edilmiş olan müddettir. Şimdi gazetenize beyanatta bulunan Meclis-i Ali-i Sıhhi a’zasının isnadı vech ile yüzde yetmiş frengili bulunsa bugün İstanbul’da yedi yüz bin frengili bulunmak lazım gelir. Yedi yüz bin frengilinin kaffesinin fenni surette tedavi görmüş olması farz-ı muhal olarak kabul edilse en aşağı yüzde beşten otuz beş bin avarız-ı salise mübtelası bulunmak lazım gelir ki bu otuz beş binin içinden burun düşüren boğaz parçalayan cilde isabet eden kısımları mühim bir mevcudiyet teşkil ve herkesin gezerken bu nevi’den pek çok insanlara tesadüf etmeleri icab eder. Halbuki umum mütehassısların teslim edecekleri vech ile ahalimizin muntazam tedaviye devam edebilenleri pek az olduğundan bu mikdarın her halde beş on misli fazla olması yani İstanbul sokaklarında hemen her adımda müstekreh frengili manzaralara tesadüf edilmesi adeta ması icab eder idi. Hele ecanibin bu hali görüp de memleketleri ceridelerine yazmamaları mümkün olmazdı. Acaba hakıkat-i hal bu merkezde midir? Mütehassıslara ve hastahane tabiblerine sorarız. Bugün tedavileri altında kaç frengili vardır ve bunlardan ne kadarı avarız-ı saliseye mübteladır? Sonra herkesin de gözü kulağı var. Konudan komşudan hısımdan akrabadan gerek hizmetçi sınıfına ve gerek efendi ve hanım kısmına aid kaç aşikar frengili yani frengisi dışarıya vurmuş kimse tanıyorlar? Bunların mikdarı hesab ettiğimiz vech Bunlar hep bir nevi’ hesablardır ki o sayede insan takribi bir fikir edinebilir. İlmi istatistik yine başkadır. Acaba milletin yüzde yetmişini frengili gösteren Meclis-i Ali-i Sıhhi a’zası hangi istatistiğe istinad ediyor? Bir memlekette frengi yüzde yetmişi bulursa artık mütebakı yüzde otuzun da frengiden kurtulması ihtimali pek az kalır. Binaenaleyh hepsi frengili demek olur. İşte bizim maksadımız da memleketimizde frengi yoktur veya azdır demek değil. Bunların iftira ettikleri gibi umum milletin frengili olmadığını ilmi surette bildirmekten ibarettir. Evet memleketimizde frengi vardır ve nisbetle tekessür etmiştir. Mesela harbden evvel askerler üzerinde yapılan yüzde beş altı daha ziyade olmuştur. Fakat hiçbir vakit yüzde yetmiş olmamıştır ve olamaz. Allah esirgeye bu memek şartıyla bitmiş olduğumuzu iddia etmektir. Hem harb-i umumi esnasında frengi vukuatının artması yalnız bize mahsus değildir. Umum milletler bu hale giriftar olmuştur. Yalnız onların re’s-i kara getirilen meslekten yetişmiş ciddi rüesa-yı sıhhiyye ve idariyyeleri yaygaralarla değil hakimane ve sakitane tedbirlerle kimseyi aldatmak ler. Bizde ise yaygara çok hizmet yok. Yapılanlar hep bila-istihkak elde edilmiş olan mevkiin muhafazası kaydıyla müracaat edilen aldatıcı gürültülerden ibaret. Ortada alet olan da sıhhat-i umumiyyeye hizmet iddiası! Batıl hemişe batıl u beyhudedir veli Müşkil budur ki suret-i haktan zuhur ede. Bir de mütecavizane demiş idik. Bu babda ne derece haklı olduğumuz bu ma’ruzatımızdan anlaşılmıştır. Tabii milleti yar u ağyara karşı bu derece maddeten ve ma’nen sakıt göstermek yalnız tecavüz değil ihanettir de. Hülasa: Bil-cümle etibbanın vicdanlarına müracaat ederiz. Ciddiyetten uzak bir şekil almış olan şu halin mahiyet-i hakıkıyyesinin meydana çıkarılması ve her türlü emraza karşı yapılacak mücahedenin vatanın milletin hakıkı menfaatine ve silk-i celil-i tıbbın şeref ve haysiyetine muvafık bir şekle konması için şan-ı tababete layık bir suret-i ciddiyyede müdahale ve mücahede buyurmalarını temenni eyleriz. Doktor A [ayın] . Ekrem MANDA MES’ELESI Bir zamandan beri matbuat ve efkar-ı umumiyyeyi işgal eden Manda mes’elesi atisi ve netayici i’tibariyle bugün bizi ne kadar düşündürse becadır. Evvelce matbuat sütunlarında görülen bu mes’ele Amerika hey’etinin vürudundan beri daha ciddi bir şekilde tebarüz etmiştir. Manda ne demektir? İ’tiraf edelim ki memleketimizde ancak son zamanlarda işitilen bu kelimenin ma’na ve derece-i şümulü ekseriyetimizce mübhem ve mechuldür. Tarafdarlarınca pek müsaid aleyhdarlarınca bilakis korkunç bir şekilde tasvir edilmesine bakılırsa bizce yeni olan bu lafzın diplomasi ile alakadar ma’na ve derece-i şümulünün henüz matbuatımızca da suret-i vazıhada teayyün etmemiş olduğuna hükmetmek icab ediyor. Bazıları Manda’yı vekalet himaye ve sıyanet suretinde; bazıları da muavenet ve müzaheret şeklinde tasvir ediyorlar. Her halde birinci ma’naya göre Manda ile istiklal mahiyetlerinin te’lifi imkanı yoktur. Diğer bir devletin himaye veya vesayetine giren veyahud o devleti hakimiyetine vekil eden bir devletin istiklalinden bahsetmek abestir. Çünkü istiklal ve hakimiyet bir külldür. Hiçbir suretle tecezzi kabul edemez. Vesayet altında bulunan bir devlet istiklalden vazgeçmiş hakk-ı hakimiyyetini vesayetinde bulunduğu devlete terk etmiş demektir. Hiç şübhe yok ki İslamlar arasında bu ma’naya göre sevgili vatanımız için bir Manda isteyecek veya kabul edecek bir ferd bulunamaz. Esasen bu ma’naya göre memleketimize bir Manda te’sisi harb-i umuminin hitamında en tarrakalı toplardan daha müessir bir amil olan Wilson Prensipleri’yle hiçbir suretle kabil-i tevfik de değildir. Wilson Prensipleri icabatı olarak şimdiye kadar istiklalin ne olduğunu bilmeyen milletler bugün siyasi bir mevcudiyet bir istiklal kazanıyorlar. Asırlardan beri istiklal ve mevcudiyetlerini şanlı bir surette muhafaza etmiş olan Türklerin milli hududları dahilinde istiklal ve hakimiyetlerini tahdid ile nihayetlenecek her teşebbüs daimi ve umumi sulhün üssü’l-esası olan Wilson Prensipleri’ne müdhiş bir darbeden başka bir şey olmaz. Türkler yeryüzünde mevcud akvam arasında şimdiye kadar müstakil yaşamış tarihi milletlerin en kıdemlilerinden biridir. Türklerin istiklalini altı yüz senelik bir devre hasr etmek hakayık-ı tarihiyyeyi ayaklar altına almak demektir. Türkler ancak altı yüz hatta bin seneden beri müstakil yaşamış bir millet değildir. Bugün Avrupa’da taht-ı hakimiyyetinde iken Türkler Ortaasya’da müstakil ve şevketli bir millet halinde yaşıyorlardı. Milad-ı Isa’dan sülalesini te’sis ettiği zaman Ortaasya’da o vakit Hiyung-Tu yani Kon veya Koyunlu namıyla yad olunan Türkler müstakil ve muazzam bir devlet halinde yaşıyorlardı. Hatta Tsinlerin bile Çin’e inerek orada haşmetli bir devlet kurmuş Türklerden başka bir şey olmadıklarını müeyyid tarihi bir çok vesikalar gösterilebilir. Demek ki Türklerin yirmi beş asırdan beri istiklallerini muhafaza etmiş bir millet oldukları tarihen müsbet bir hakıkattir. Halbuki Avrupa’da bile mebde’-i istiklali bu kadar eski bir zamandan başlayan bir millet yoktur. Türkler o uzun ve eski zamanlardan beri millet i’tibariyle dan munkarız olarak yerine diğer bir hanedan kaim olmuş. Fakat millet i’tibariyle Türk daima müstakil kalmış ve ancak öyle yaşayabilmiştir. Türk için istiklalsiz hayat müstahildir. Tarih de gösteriyor ki Türk istiklalsiz yaşayamamıştır. Büyük Tang sülalesi zamanında o vakit Tokyo denilen Türk hakanlığı dahilinde menfur entrikalarla tefrikalar ihdas ederek Türkleri hakimiyetleri altına alan Çinliler Türkün aşk-ı istiklalini bir türlü söndürememiş daimi ve müdhiş ihtilaller karşısında nihayet memleketlerine çekilmeye mecbur olmuş Türkler de yine istiklallerini kazanmışlardır. Arkasında iki bin beş yüz seneyi mütecaviz şanlı bir tarih-i istiklali bulunan bir millet için tereddüd edilemez ki istiklal hayattır. Binaenaleyh bu millet istiklalsiz yaşayamaz. Görülüyor ki Manda’nın istiklali muhil olan şekli hiçbir Türkün kalbinde bir ma’kes bulmaz ve bulamaz. Anadolu’nun en hücra köşesinde bütün şuunata lakayd ve mütevekkil görünen bir Türk köylüsünün kalbi bile herşeye rağmen aşk-ı istiklal ile titrer. O herşeye karşı belki sabur ve mütehammil görünüyor. Fakat din namus ve istikla l; işte bu üçüne karşı mümkün değil lakayd kalamaz. Çünkü nazarında hayat bu üç şeyden ibarettir. Bundan başka Hilafet-i İslamiyyeyi haiz bir devletin dir. Çünkü Halife’nin müstakil olması şarttır. Gayr-i müslim bir devletin himaye ve sıyanetinde bir Hilafet olamaz. Çünkü şerait-i Hilafet’ten biri de istiklaldir. Kütüb-i şer’iyyede tasrih edildiği üzere Halife istiklalini gayb ettiği takdirde ahkam-ı şer’iyyeyi infaz için ya onun istiklalini te’min veya yerine bir Halife ikamesi bütün müslümanlar için dini bir vecibe olur. Görülüyor ki Manda mes’elesi bizim için ancak ikinci tarz-ı telakkıye göre münakaşa edilebilir. Mütemadi harb ve su’-i idarelerle cidden yorulan kuvve-i maliyyesi sarsılan medeniyet-i aliyyede geri kalan bir millet nafi’ bir unsur-ı sulh ve terakkı olabilmek için bu hususta samimiyeti asla dai-i şübhe olmayan diğer bir devletin menafi’-i mütekabile icabatı olarak muavenet ve müzaheretinden pek büyük istifadeler edeceği şübhesizdir. lel getirmeksizin yapılacak böyle muavenet büsbütün başka bir mahiyeti haizdir. Bu da ancak bizimle o devlet arasında bila-vasıta tekarrur ettirilecek bir mes’eledir. Fakat bu müzaheretin muhtelif devletlere havalesi anavatanın hududlarımız dahilinde bir inkısama rıza gösterecek tek bir Türk bulunamaz. Her millet gibi Türkün de bir hakk-ı hayat ve mevcudiyyeti vardır. Müstakbel-i cihan-ı beşeriyyeti asırların küflendirdiği dar siyaset gözlüğüyle görenler; belki yanlış düşünebilirler. Belki milli hududlarımız dahilindeki Anavatanımıza göz diken küçük iki millet emperyalizm hırsının verdiği neş’e ve şevkle Avrupa ve Amerika efkar-ı umumiyyesini aleyhimizde zehirleyebilirler. Belki bazı gizli emeller hakıkatin tezahürüne muvakkat bir perde çekebilir. Fakat inanmak isteriz ki bugün mukadderat-ı mileli ta’yin mevkiinde bulunanlar adl ü hakkın karşısında tezviratın esiri olmazlar. Amerika Reis-i Hükumeti bütün dünyanın kabul ve takdirine mazhar olan dünkü mütareke ile yarınki sulhün esasını teşkil eden prensiplerini muhafaza etmek mecburiyetindedir. Bu mecburiyet hem Wilson için hem de Amerika devlet ve milleti için bir şeref ve haysiyet mes’elesidir. Halbuki bu prensiplerin bir maddesi Türklerin milli hududları dahilinde istiklal ve serbesti-i tam dairesinde yaşayacaklarını vaad etmektedir. İstiklalimizden fedakarlık etmek bizim için ne kadar tahammül-suz bir vaz’iyet muhteris milletlere peşkeş çekildiğini işitmek de o derece vicdan-hıraştır. ŞARKTA İNGILTERE VE FRANSA Londra’da münteşir “Şark-ı Karib” mecmuasından: “Fransa ile İngiltere’nin birçok defalar izhar ettikleri muhadenet her iki memleketin siyaset-i hariciyyelerinde ta’kıb edecekleri yegane tarik olmalıdır. Şark-ı karib siyasetinde de en ziyade hükumeteyn arasında mucib-i nifak olabilecek mesailin her iki tarafın menafii nazar-ı dikkatten dur tutulmamak şartıyla açıkça müzakere ve münakaşa edilmesi keyfiyetidir. İngiliz-Fransız i’tilafının dolayısıyla vücuda gelmiş bir i’tilaf olduğunu asla unutmamalıdır. Harbin neticesinden iki memleket arasında zuhuru zaruri olan mesail-i mutlakayı meskut geçmek kadar harbin takviye ettiği İngiliz-Fransız muhadenetini gölgelendirecek bir şey yoktur. Sulh konferansının son kararı hükumeteyni bir emr-i vakı’ karşısında bulundurmuştur. Binaenaleyh her iki hükumet de hüsn-i niyyet bazıları yerine gelmemiş ise bile yine azla kanaat etmeye cehd ü gayret etmelidir. Halihazırda Fransa hükumeti daha doğrusu Fransız matbuatı Suriye mes’elesinden dolayı ibraz-ı asabiyyet etmektedir. Bu mes’elenin harbin devamı esnasında halline çalışılmış ise de maalesef suri bir suret-i halden başka bir neticeye destres olunamamıştı. Yalnız Kanal’ın beri tarafında bir şey anlaşıldı ki o da İngiltere’nin fazla araziye ihtiyacı olmadığı ve herhangi bir müttefiki arazi cihetinden memnun edebileceğidir. “O havalilerdeki siyaseti henüz teayyün etmemiştir. Hakıkat şudur ki Fransızların pek vasi’ tahmin ettikleri Fransız harsi Suriye’de pek az muntabı’ olup birçok yerlerde külliyyen mefkuddur. Eğer müttefiklerimize samimane bir ihtarda bulunmaklığımıza müsaade ederlerse diyeceğiz ki: Şarkta teveccüh arayanlar bu teveccühün celbine uğraşır görünmemelidirler. Mütarekenin akdinden beri Fransız ve Amerikalılar resmi bir surette celb-i teveccüh için pek çok uğraştılar ve eğer zevahire muvaffak oldular. Diğer taraftan şark milletleri nezdinde hiç bir teşebbüste bulunmamış olan İngiltere eğer arzu ederse yalnız bir elini uzatmak suretiyle birçok imtiyazlar elde edebilir. Her halde her üç hükumetin de şark-ı karib ahalisinin güzel gözleri için münakaşatta bulunarak çok şeyler gaib edeceklerinde şübhe yoktur.” HICAZILER VE VEHHABILER İHTILAFI Ağustos tarihli Tan gazetesinden: Ceziretü’l-Arab’da yeni bir mes’ele-i siyasiyye Vehhabiler ve Hicaziler tarafından duçar-ı tehdid olan istiklali mes’elesi ortaya çıkıyor. Acaba Vehhabilerin bu hareketi iddia edildiği vechile Türkler tarafından tertib edilmiş olan ertrikaların bir neticesi midir? Bugün Türkiya böyle bir tahrikte bulunmaya muktedir değildir. Her ne olur ise olsun gayr-i müslimler alem-i İslam’ın dini münazaalarına karışmaktan kemal-i dikkatle ihtiraz etmelidirler. İslam’ın nazarında pek büyük bir ehemmiyeti haiz olan birçok teferruata hıristiyanların adem-i vukufları olan birçok hatalara ve mesela Vehhabileri Hicazilerin zir-i hakimiyyeti altına sokmaya ve bi’n-netice Arabistan’da kargaşalıklara müncer olacak dini hükumetlerin teessüsüne sebebiyet verebilir. Avrupa düvel-i muazzamasının yegane himmet ve gayreti tebaalarından İslamların hacca gitmelerini te’min etmekten ibaret olmalıdır. Buna muvaffak olmak vasi’ bir salahiyet ve kudrete malik bulunmasına hacet yoktur. Şerif Hüseyin’in makamat-ı mukaddesede sükun ve intizamı te’sise muktedir ve kendisine bu hususta ibrazı lazım gelen müzaherete mazhar olması kafidir. Avrupa’nın müzahereti sırf buna münhasır kalmalıdır. Avrupa Şerif-i Mekke’nin müfrit ihtirasatına Ceziretü’l-Arab’da mevcud olan müstakil Arab emaretlerini zir-i nüfuz ve hakimiyyeti ve Şam’da mahdumu Emir Faysal’ın idaresi altına bütün memalik-i Arabiyyeyi zir-i nüfuz ve hakimiyyeti altına almaya çalışacak bir hükumet-i diniyye te’sis eylemesine zahir olursa sünnilere itaat etmek isteyen mezahib-i muhtelife-i İslamiyyeyi dilgir eylemiş olur. Bu hal alem-i İslam’da ihtilafatı mucib olacak ve Avrupa bunun aksülamellerini pek ağır bir surette hissedecektir. Avrupa bütün azamet ve kudretine rağmen bütün mefkureleri ve an’aneleri tatmine ve hatta bizzat kendisini müdafaaya gayr-i muktedir bir İslam hükumetini uzun zamanlardan beri istiklallerine dört el ile sarılmış olan muhtelif İslam milletlerine kabul ettiremez. Meal-i Kerimi Ey İsrail oğulları size in’am etmiş olduğum ni’metimi anınız ve ahdime vefa ediniz ki ben de size karşı olan ahdimi yerine getireyim bir de benden yalnız benden korkunuz. Nezdinizdeki Tevrat’ı musaddık olarak inzal ettiğim Kitab’a iman ediniz. Onu inkar edenlerin birincisi olmayınız. Ayetlerimi hasis bir menfaat mukabilinde feda eylemeyiniz. Ve benden yalnız benden sakınınız. Bile bile hakkı batılla karıştırıp hakkı ketm etmeyiniz. Namazı kılınız zekatı veriniz rüku’ edenlerle beraber rükua varınız. Ya siz halka iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki Kitabullah’ı da okuyorsunuz. Bunu akletmez misiniz? Sabırdan bir de salattan istiane ediniz ki salat Halık’larına mülakı olacaklarını günün birinde ona rücu’ edeceklerini yakınen bilen erbab-ı huşu’dan maadası için ağır bir şeydir. Ayat-ı mütekaddimede tevhid nübüvvet ve maad hakkındaki delail serd olunduktan sonra nev’-i beşere rayegan buyurulan niam-ı ilahiyye ta’dad olunmuş Allah’ın rububiyet-i mutlaka ve uluhiyet-i ammesi isbat olunmuş daha sonra müşrikler ve Ehl-i Kitab içinde Cenab-ı Hakk’a şerik koşanlar evamir-i Sübhaniyyesine ta’nif edilmişti. Ehl-i Kitab içinde Yahudiler Peygamber Efendimiz’e eza etmekte pek ileri gidince Risalet-penah Efendimiz Tevrat’ın tevhid-i Bari ve hayat-ı uhreviyye ile Cenab-ı Hakk’ın erbab-ı salaha vaad ettiği mesubat ve münkirlerle kafirlere ihzar ettiği ukubat hakkındaki muhteviyatını tasdik eden ayat-ı Kur’aniyyeyi tebliğ etmişti. Fakat bunlar Ehl-i Kitab olduklarını ve eskiden beri peygamberlerin onlardan gönderildiğini kütüb-i münzelenin onlara nazil olduğunu düşünerek gururlanmış nail oldukları ni’met dolayısıyla hiçbir kimsenin onların payelerine erişemeyeceğini iddia ederek demişlerdi. Halbuki onlar böylece büyük günahlara girmiş Cenab-ı Hakk’ın niam-ı Sübhaniyyesinden gaflet ederek Tevrat’ı ihtiva ettiği vaad ve vaid kasas ve ahkam ile kabul ettikleri halde nakz-ı ahd etmekle mezlaka-i küfre düşmüşlerdi. Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Hak bunlara mukaddema kabul ettikleri ahdi der-hatır ettirerek hak uğurunda Allah’ın azametinden başka bir şeyden korkmamalarını inkar ve inad saikasıyla Hazret-i Muhammed’e vahyolunan ve onların elinde bulunan Tevrat ’a muvafık olan ayata küfretmemelerini Beni İsrail’in Resul-i Emin hakkında gösterdikleri teazzum ve tekebbür hususunda onlara önayak olmamalarını bahusus kendilerince ma’lum olan hakıkatin tezahüründen sonra bu gibi halatta bulunmamalarını ihtar ediyor. Başmuharrir Görülüyor ki bu ayet-i kerimeden maksud olanlar rüesa-yı Yahud’dur. Çünkü bunlar ahd-i İlahiyi su’-i isti’mal Tevrat’ı tahrif ve te’vil etmekte Tevrat’ın bir kısmını göstererek diğer aksamını sırf mevki’-i riyaseti muhafaza etmek ümniyesiyle gizlemekte nitekim risalet-i Muhammediyye ve Kur’an-ı Kerim’ e iman etmekle bu riyasetin ellerinden gitmesinden korkmakta idiler. Bunlardan bazıları hakıkati gizlemek veyahud ayat-ı sarihayı te’vil etmek keyif ve arzusuna hizmetle yahud şeriatlerinin tekalifini tahfif etmekle rüşvetler hediyeler alarak zevklerini tatmin ediyordu. İşte bunlar bu suretle Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in risaleti hakkında kendi kitaplarında varid olan tebşiratın sarih olmadığını ism-i şerifi zikrolunmadığını beyan ve ancak bazı işaratın bulunduğunu ityan ederlerdi. Nisaburi ayet-i kerimesinin ma’nası “Hakıkati serd ettiğiniz batıllarla karıştırmayınız.” demektir diyor. Bu batıllar Yahud’un ileri sürdükleri şübhelerdir. Çünkü Risalet-penah Efendimiz hakkında Tevrat ve İncil’de varid olan nusus nusus-ı hafiyyedir. Bunları bilmek için istidlale ihtiyac vardır. İşte bunlar bu hususta mücadele eder ve bunları teşvişe çalışırlardı. Beni Kureyza ile Beni Nadir arasında Medine Yahudileri bulunup bunlar da münafık idiler. Hazret-i Muhammed’i zahiren tasdik ve batınen inkar ederlerdi. Bunların ekserisi “Vakıa Hazret-i Muhammed nebiyy-i mürseldir fakat bize değil.” derlerdi. Binaenaleyh bunların hakıkati batılla örtmeleri zahiren Hazret-i Peygamber’in risaletine mürsel olduğunu bildikleri halde ancak ümmi olan Arablara gönderildiğini söylemeleridir. Kaffe-i müfessirin Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in kütüb-i semaviyyede ancak evsaf ve işarat ile zikrolunduğunda müttefiktirler. İsm-i şeriflerinin zikrolunduğunu ancak İncil-i Barnaba’da gördük. Bu İncil’in otuz dokuzuncu faslında: “Hazret-i Adem ayağa kalkınca havada güneş gibi parlayan bir kitabe gördü: “Lailahe illallah Muammedün Resulullah” O vakit Hazret-i Adem ağzını açarak dedi ki: “Yarabbi bana lutfedip yarattığına teşekkür ederim. Fakat bu kelimatın: Muhammedün Resulullah’ın ne demek olduğunu bana beyan buyurmanı niyaz ederim.” Cenab-ı Hak “Pekala ya Adem. Bil ki sen benim yarattığım sene sonra gelecek oğlundur. O benim resulüm olacak. Ben kaffe-i eşyayı onun için yarattım. O geldiği vakit dünyaya öyle bir nur bahş edecek ki hiçbir şey yaratmadan altmış bin sene evvel onun nefsi semavatın revnakında o nurun içinde idi… ilh.” buyurdu. Bu İncil’in naşiri merhum Şeyh Muhammed Bayram’dan o da bir İngiliz seyyahından naklen Vatikan’da Papalığın kütüphanesinde “ Kalem-i Himyeri ” ile bi’set-i nebeviyyeden mukaddem yazılmış bir İncil gördüğünü ve bu İncil’de Hazret-i Mesih’in dediği rivayet edilmektedir ki bu da Kur’an-ı Kerim’ in beyanına mutabıktır. Cenab-ı Hak mukaddema beyan ettiğimiz vechile Beni İsrail’in risalet-i nebeviyyeye iman etmeleri için bazen tergıb bazen terhib yolunu ta’kıb etti. Haklarında rayegan buyurduğu niam-ı ilahiyyeyi ihtara bir takım ümera ve mülukün rüşvet ve hediyelerini kabul ile arzularını tatminden sarf-ı nazar etmelerini ihtar etti. Hakıkati gizleyerek ellerini avuçlarını rüşvetlerle telvis etmemelerini ondan sonra onları din-i Hanif’i kabule da’vetle erkan-ı şeriati ikame etmeleri sadedinde buyurdular. Salat ile emrolunmalarının sebebi namazda azamet-i . Cenab-ı Hakk’ın tezekkürü onun aşikar ve nihan her şeyi bildiğini kaffe-i mukadderatın onun elinde bulunduğunu onun nezdinde ancak rıza-yı Rabbanisini haiz ve taraf-ı Sübhanisinden me’zun olanların şefaati kabul olunacağını teemmül etmektir ki insanı a’mal-i salihaya sevk ile fenalıklardan teb’id eder. Binaenaleyh namaz hakkıyla eda olunduğu takdirde bu farizayı ifa eden namazı şeraitiyle ifa ederek bilhassa namazın sırrı ruhu olan azamet-i Rabbaniyyeyi istihzara muvaffak olurlarsa hiç şübhesiz namaz onları fahşa ve münkerden nehy eder. Fakat Cenab-ı Hakk’ın huzurunda kalbleri zikrullahtan gafil olduğu halde duranlar namazlarından ne dini ne dünyevi bir fayda hasıl edemeyeceklerinden maada bir günah işlemiş olurlar ve bu günahtan tevbe ve istiğfar ile paklenmeleri iktiza eder. Bu asrın müslümanları bilhassa daiye-i tenevvürde bulunanları salatın bu hikmetinden gaflet ederek kimi o farizayı istemeye istemeye eda ediyor kimi de onun hikmetini büsbütün ihmal ederek namaz kılmayı mucib-i ar bir şey addedip namaz kılanları da ta’yib ediyor. Bu suretle ne Allah’ı zikrediyor ne de hudud-ı ilahiyyeyi nazar-ı düşmanlıklar münaferetler çoğaldığı gibi kaffe-i münkerat da şayi’ oldu. Muharremata riayetsizlik hukuk-ı zuafaya tecavüz alabildiğine intişar etti. Bunun neticesi olarak ravabıt-ı ictima‘iyyeleri çözüldü menafi’-i umumiyyeleri olundu. Nihayet öyle bir hale geldiler ki: “ Kendi aralarında kabadayılıkları dehşetlidir. Bunları toplu zannedersin. Halbuki kalbleri dağınıktır. Bu da şundan ileri geliyor ki bunlar akılsız bir cemaattirler.” - “Üzerlerine şeytan müstevli olarak kendilerine Allah’ı tahatturu unutturmuştur. yok mu işte hasir olanlar ancak onlardır.” Vahyin imkanına dair söz iradı vahiyden murad olunan ma’nayı tasvir ettikten sonraya bırakıldı. Kelime-i masdar olan vahyi nefs-i kelime i’tibariyle haiz bulunduğu masdariyet-i ma’na-yı hasılıyla ta’rif edeceğiz: Buna müteallik bazı elfazın zihinde tersim ettiği maaniye tevcih-i maksaddan ise murad olunan ma’naya münasib lügatin zikr u ityanı tercih edildi. Bir kimseye gizli olarak bir şey söylendiği vakit ben ona şu şeyi vahiy yahud iha ettim deniliyor. Bu takdirde vahiy kelime-i masdar olur. Bir yere gönderilen mektup ve resulün bir sırr-ı mahsusu havi olması husul-i ilmi için bazı hususi maksadların gayra tebliği de lügatte vahiy ma’nasını tazammun eder. Ahiren işbu kelime-i celile kıbel-i İlahiden enbiya’-i kirama ilka ve tebliğ olunan esrar ve ahkama ihtisas eyledi. Vahiy hafi bir şeyi bildirmeğe de denilir. Bu i’tibar ile onu bildiren muhi yani iha edici murad edilir. Ancak vahiy kelime-i mübeccelesi canib-i Huda’dan bir nebiye münzel olan kelam-ı İlahi ma’nasını mutazammın idiği lisan-ı şeriatten idrak olundu. Binaenaleyh vahyin bir nur-ı irfan olup kıbel-i İlahiden vasıta ile yahud vasıtasız olarak vukua geldiğini insan ilm-i yakın ile kendi nefsinde derk ve takdir eder. Şerait-i vahyden biri ya muhatab-ı Huda’nın sem’inde savt-ı beşere benzemeyen bir hassa-i savtiyye ile veya savtsız temessül eyler. Kendisiyle ilham arasındaki farkı da ihsas eder. Çünkü ilham levh-ı vicdanda nefis ile ani bir surette teyakkun olunur ve nereden geldiği his ve idrak olunamayacak bir hale sevk eyler. Açlık susuzluk keder sevinç gibi şeyler vicdanda nasıl hissolunursa ilhamın da keyfiyet-i husulü onlara ziyade benzer. Amma irfan-ı beşerin envaından olan vahyin vukuu umum efrad-ı nasın mesalihince mestur olan şeylerin inkişafı Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak’ın mükerrem ve muhtas kıldığı zat-ı aliye müyesser ve münceli olur. Vahyin fazl-ı İlahi ile sühulet-i fehmi nazar-ı akılda kabil-i Ancak onu anlamayı murad etmeyen hubb-i nefsiyle kuvve-i fahimesini kasden anlamamak cihetine sevk ve Her ümmette bu güruh bulunur. Her zaman ilimde noksanları hıffet-i meşrebleri sebebiyle maksud hakıkatlere eriştirici yakın sahillerinin varesine yani bu’d-i nihaisine atılan insanlar eksik olmuyor. Bunlar havass-i hamsleri tahtında vakı’ olmadığına sırf cehl ü inada müstenid olduğuna delalet edecek bir tarzda şekk ü dalaletin müdhiş uçurumlarına düşerek kuvve-i idrakiyyelerini bu suretle çığırından çıkarırlar. Demek olur ki; her hakıkatten alabildikleri nasibleri şübhe zulümatından ibaret kalır. Bu hal ile enva’-ı hayvanatın en dun derekesine inerek aklın şuun ve esrar-ı unuturlar. İhtiyar-ı nefsanileriyle evamir ve nevahi altına girmek kaydından serazad kalmak lezzetini her şeye tercih ederler. Belki layık olduğu şeyleri iltizam ile üzerine konulup bağlanacağı yükü taşımak zahmetinden layık olmadığı alayık ve maayibden men’ eden şeylere kulak asmaktan beri kalmak suretiyle hal-i behimiden daha ziyade mütelezziz olurlar. Nitekim: İnsandan başka olan hayvanların ahvali bu şekle bir misal olur. O gibilere nübüvvat ve edyana müteallik mebahisten bir şey ityan olunsa bunu ısgaya bi-perva yanaşmayıp kendi fikr-i kasırlarıyla det-i vecihesinden münharif kalmak zihinlerini bir delilik tenvir ve tahlit etmesinden ihtirazen kulaklarını parmakla tıkamak derekesinde zillet ve vahşet alaimi gösterirler. Fikir ve hikmeti ihsas eden Vahibü’l-vücud hazretlerinin zatın düşünüp bir guna mukaddemat tertib etmeksizin herkese müyesser olmayan o nur-ı Huda ile müşerref ve mümtaz olması nasıl müstahil görülebilir? Bedaheten sabittir ki ukul mütefavit dereceleri haiz olup bazısı diğer bazısından yüksek olur. En dun kısmı da kendinden üst olanı idrak etmeyendir. Ancak bunlar bir dereceye kadar icmalen o ulviyeti anlar. Bu tefavüt mertebeleri tarz-ı ta’limlerinden münbais olmayıp belki lunan fıtratlarının muhassalasıdır. Şübhesizdir ki: Ukala indinde nazariyat-ı ilmiyye ve hikemiyyenin en müteali aksamı bedihiyyü’l-husul derecesinde görülür. Hadd-i ihsadan birun denecek surette meratibin terakkısi hakıkati onlara mestur kalmaz. Nüfus ve himem-i aliyye erbabı baid olan bir şeyi pek yakın görür ve bu hakıkate muttali’ olması için koşup maksadına erer. Onlardan gayrı halk ise bir şeyin bidayetini dim ve mütehayyir olarak guya münazaa olunmayan bir ma’ruf kabil-i inkar olmayan bir hakıkat imiş gibi onunla ülfet eder. Münkir onu inkar ettiği vakit da’vet olunduğu şeye taabbüs ederek vadi-i gururda hayvan gibi sıçrayıp cevelan eyler. Her ümmette bugüne kadar sunuf-ı nastan bu kabil olanların –velev az mikdarda olsun– zuhurundan hali kalınmamıştır. Cenab-ı Kadir-i Mutlak’ın sair insanlardan her suretle mümtaz kıldığı bir abdine vahy-i Rabbanisinin tealluku mun ettiği muhık neticeye göre teslim etmemek akl-ı selim için kabil değildir. Buna yanaşmamak ise za’f-ı akıldan bedaheti inkardan başka bir şeye haml olunamaz. Çünkü hikmet-i Huda muktezasınca nüfus-ı beşeriyyeden fıtrat-ı asliyyelerinde cevher-i vücudları tefavütle mübeccel olanlar müstaid oldukları feyz-ı İlahiden kendilerini saltanat-ı ma’neviyyenin ufk-ı a’lasına mevki’-i eder surette cezb-i envar ederler. Bir halde ki dun fıtratta olanların bunca katı’ burhanlara rağmen taakkul veya hissetmeye bile varamadıkları evamir ve makasıd-ı Rabbaniyyeyi ayanen müşahede ve teyakkun etmek alim üstadlardan telakkı olunan derslere nisbet kabul etmeyecek bir derece-i vazıhada alim ve hakim olan Rabb-i Celil’den telakkı-i ilm ü hikmet eylemek saadetine nail olurlar. Ondan sonra ta’lim olundukları şeyleri öğretmeye me’mur edildikleri evamir ve ahkamı nasa tebliğ etmeye başlayarak meslek-i necatın hakayıkını icabatını bu suretle ısdar ve ifham ederler. Zaten nev’-i insanın mesalih-i hayatiyyesinin mecra-yı selamette cereyan ve kesb-i umran etmesi için hal-i esbabı bildirip şeref ve mevkiini takviye etmek maksad-ı lahutisiyle her ümmette her zaman derece-i ihtiyaclarına göre Zat-ı Ecell ü A’la’nın muhtas kıldığı zat-ı aliyi me’mur etmesi adet-i ilahiyyesi cümlesindendir. nurunu kıyamete kadar sönmeyecek bir derece-i mukaddesede hasıl eden din-i mübin-i Ahmedi haiz-i kemal olmak hasebiyle İmamü’l-enbiya Efendimiz silsile-i risaletin hatemi olmuş ve ondan sonra bab-ı nübüvvet dahi kapanmıştır ki risalet-i Ahmediyye hakkında atiyen yazılacak mebhaste inşaallah izahat-ı lazıme verilecektir. Nev’-i beşerde bazı ervah-ı aliyye ashabının vücudu ve zikr olunan mertebe-i samiyye-i nübüvvete izhar-ı ehliyyet etmeleri kudret ve meşiyet-i ilahiyyeye karşı neden müstahil olsun? Bahusus gözümüze görünmese bile cisimden daha latif bir şeyin saha-i mevcudatı müştemil olduğundan kadim ve cedid ilimler bizi irşad eyliyor nefislerimizdeki bazı latif vücudların ilm-i İlahiden bir şeye mahall-i inşirak ve nüfus-ı enbiyanın onlara şeref-endaz olmasında ne mani’ vardır? Bunun tasavvuruna mahal olmayıp bilakis vücud-ı müstesnadan bir nur-ı latif delaletiyle bir haber-i sadık geldiği vakit onun sıhhatine haml etmeye bir incizab-ı vicdani hasıl ettiren esbab-i bedihiyyedendir. Cenab-ı Hakk’ın paye-i nübüvveti muhtas kıldığı zat-ı alinin daire-i sem’ u hissinde vahy-i Rabbaniyi mübelliğ olan savtın temessül etmesi sair ervah-ı aliyyenin düşmanları bazı hastaların uğradıkları emraz-ı hassaya müşabih hallerin ondan hali ve uzak olmadığı zu’munda bulunurlar ve bazı ma’kulatın da o hastaların hayallerinde temessül ederek mahsus derecesine geldiğini bunları mariz olan zat dalgınlık ve te’sir-i ıztırab sebebiyle guya görüp işittiğini ve niza’ ve mücadele ettiğini teslim ederler. Ancak hakıkatte böyle bir şeyin vakı’ olamayacağı derkardır. Şayed suver-i ma’kulenin temessülü tecviz edilirse bunun her halde menşei nefistir. Bu da dimağ hal-i tabiisinden çıkıp başka bir suretle müteessir olduğu zaman husule gelir işbu ahval-i fevkaladenin hakıkat şeklinde olmasa bile nüfus-ı zaifede asarının zuhuru teslim olununca: Kemalat-ı mümtaze ile müşerref olan nüfus-ı aliyye erbabında hakayık-ı ma’kulenin temsili niçin caiz görülmesin? Nüfus-ı aliyye için bu gibi havarık alem-i hiss ü şühuddan gayri bir aleme teveccüh olunduğu ve hatair-i kudse alem-i melekuta ma’nen ittisal peyda edildiği zaman tecelli eder bu hal başkalarının mizacında bulunması kabil olmayan isti’dad ve ihtisasları hasebiyle o yüksek dereceye müstahık olmaları da sıhhat-i akıllarının bazı levahık-ı mahsusasındandır. Bu hasaisı mümkün kılan şeylerin gayesi ise onların ruhlarıyla bedenleri arasındaki alakanın ulviyeti kendilerinden gayri olanların takdir ve ihata edemeyecekleri bir halde olup binaenaleyh hakayık-ı ma’kulenin kabulü onlara sehil ve belki mütehattim bir keyfiyet bulunmasıdır. Çünkü bunların şan-ı ulvileri nasın kendilerinde görmeye me’luf olmadıkları hasaisın timsal-i müstesnasıdır ki başkalarının ahvaline benzemeyen bu mugayeret kendilerinin nüfus-ı beşere karşı haiz bulundukları mevki’-i fazl u muzaafları da sıhhat-i risaletlerinin delili makamına kaim olur. Tebliğ ve ihbar ettikleri şeylerin sıhhatini hakayık-ı ma’kulatta sair umur-ı risaletlerinde selamet-i şehadetlerini te’yid eden delail cümlesindendir ki küfür inkar vesair emraz ile ma’lul olan kalbler onların deva’-i ma’nevileriyle şifa-pezir olur. Aklı ve azmi zaif bulunanların şu hali onların mukaddes tebliğleriyle ihraz-i kuvvet eder. Alil bir vücuddan sahih bir şeyin sudur etmesi muhtel bir menba’dan nizam-ı matluba istikamet gelmesi ise bedaheten münkerdir. Urefa-yı beşerden nüfus-ı aliyye ve ukul-i kamile erbabı ki bahr-i ruhaniyyette enbiya mertebelerinden aşağı kalmayacak derecede cür’a-nuş-i hakıkat oldukları halde kendileri enbiyanın evliyası mertebesinde kalmaya onların vaz’ ettikleri şeriat ve da’vet yolunda eminleri olmaya rıza göstermişlerdir. O urefadan nev’an bu hale mukarenet ülfetiyle nasibdar olan birçoğuna bazı ahvalde alem-i gaybın nikab-ı tecellisi münkeşif olmakta bulunduğu gibi alem-i misalde de bazı şeyleri hakayık-ı sahihasıyla görmek saadeti müyesser olmuştur. Binaenaleyh hakayık-ı mesturenin vakıa mutabık surette onlara münceli olduğunu inkar kabil değildir. Bunun için kendileri enbiya’-i kiram aleyhimü’s-selam hazeratı her ne şey vermişler ise bunlardan hiçbirini istib’ad etmezler bu zevk-ı giran-bahayı tanımak bahtiyarlığına nail olanlar onun kıymetini bilirler ondan mahrum kalanların hakıkat caddesinden inhirafı kolay olur. O zevat-ı kudsiyyeden bazı asar-ı salihanın zuhuru şerai’-ı enbiyaya muhalif olan şeylerden amellerinin selameti akl-ı sahihin inkar edemeyeceği yahud zevk-ı selimin basiretlerinde şa’şaa-paş olan serair-i Samedaniyyenin saika-i aşk u feyziyle hak olan ammenin hayrını ihata ve tezyin eden kulub-ı hassaya nur-ı huzur veren şeyleri intaka müteveccih olmaları kavil ve fiillerinin sıhhatine delildir. Alim bir kimse onlara benzeyici olmaktan hali kalmaz lakin bu gibilerin hallerinden inkişafı daha daha seri’ olan kısmı su’-i amel ve gurur erbabıdır. Bunlar ancak ukulü tadlil ahlakı ifsad hususunda fena bir iz bırakarak ma’sıyetleri sebebiyle mensub bulundukları kavmin şanını da inhitata uğratırlar. Yalnız Allah’ın lutuf ve avn-i mahsusuna nail olanlar o misilli te’sirattan azade kalırlar. Bu halde ehl-i ıdlalin kelimat-ı habiseleri yeryüzünde zuhur edip hiçbir nef’i ve mahall-i kararı olmaksızın kuruyup mahv olan nebatat-ı habiseye benzer. Bu hakayık-ı mekşufeye ve in’amat-ı Rabbaniyyeye karşı enbiyanın halleri ve münevver burhanlarıyla münkirlerin lerin imkanını ikrar etmeleri arasında bir perde-i istitar kalmıştır ki umur-ı mu’tadeyi idrak hususunda ukulden birçoğunu böyle bir perde ihata etmiştir. nci maddede: “Mevadd-ı sabıka hükmünce tefrikine hükmolunan kadın ahar bir şahıs ile tezevvüc ettikten sonra zevc-i evvelin zuhuru nikah-ı ahirin infisahini mucib olmaz.” denilmiş. Kadın iddet beklerken yahud zevc-i evvelin zuhuru suretinde ne yapılacağı izah olunmayıp bakı olacağı iham olunmuştur. Halbuki o maddelerin istinad ettirildiği Maliki ve Hanbeli mezheblerinde tefrik ibtidaen kat’i bir mahiyette olmayıp kadının iddet beklemiş ve şahs-ı aharla akd-i nikah etmiş olmasıyla da kat’iyet iktisab etmez. O mezheblere olunan bir kadının muahharan zevc-i evveli zuhur ederek ona nafaka bırakmış yahud vaktiyle nafakasını ıskat etmiş olduğunu isbat ederse zevce kendisinin olacağı zevc-i sani duhul etmiş olsa da nikahının mu’teber olmayacağı ahkam-ı icmaiyyedendir. Yalnız Mezheb-i Maliki’ye tefrik olunan kadının ikinci zevciyle zifaflarından evvel zevc-i evveli zuhur ederse hak onun olduğu kezalik mücmeun-aleyhtir. Zevc-i sani onun geldiğini duymuş yahud hayatını haber almış da bilerek zifaf ve duhul eylemiş mi gibi haram olup zevc-i evveli terk veya vefat etse de nikahı caiz olmaz. ncu maddede: “Zevceyn beyninde niza’ u şikak zuhur edip de tarafeynden biri hakime müracaat ederse hakim tarafeyn ailelerinden birer hakem ta’yin eder. Bir veya iki taraf ailesinden hakem ta’yin olunacak kimse bulunamaz veya bulunup da hakem olacak evsafı haiz olmazsa haricden münasiblerini ta’yin eyler. Bu suretle teşekkül eden aile meclisi tarafeynin ifadat ve müdafaatını tedkık ile beynlerini ıslaha çalışır. Kabil olmadığı surette kusur zevcde ise beynlerini tefrik eder ve zevcede ler. Hakemler ittifak edemezler ise hakim evsaf-ı lazimeyi haiz diğer bir hey’et-i hakemiyye veya tarafeyne karabeti olmayan üçüncü bir hakem ta’yin eyler. Hakemlerin verecekleri hüküm kat’i ve na-kabil-i i’tirazdır.” Denilmiş. Mezheb-i Maliki’ye istinad ettirildiği layıhada mastur olup hey’et-i hakemiyyenin lüzum-ı teşkili me’murun-bih olduğu ve memleketimizde tatbik olunmadığı ve sebebi inde’l-Hanefiyye vazifeleri ıslah-ı beyn olup vekaletleri olmadıkça tefrikea salahıyetdar olmadıkları ve tarafeynin de bi’r-rıza vekalet vermez olduklarından aileler içinde tahaddüs eden pek çok uygunsuzlukların mündefi’ olacağı ve zevclerin i’tisafatına nihayet vereceği mütalaatı dermiyan edilmiştir. Halbuki hep yanlış. Hey’et-i hakemiyye teşkili öyle lüzum ve vücub derecesinde me’murun-bih değil ancak def’-i şikak için teşri’ olunmuş umur-ı müstehabbedendir ve maazalik memleketimizde metruk olmayıp her tarafta bi-hamdi’llah ma’mulün-bihtir. Gerek hükkama müracaattan sonra gerek daha evvel tarafeyn ehl ü akrabalarından emin oldukları zevata işlerini tefviz ve ihale eyledikleri ve onların ma’rifet ve himmetleriyle haneyi yıkmaksızın aile ve evladı perişan etmeksizin tahaddüs etmiş olan uygunsuzluğu def’ u izale veyahud tatlılıkla tatlik ve muhalaaya rabt ile işi bitirdikleri her tarafta meşhud ve her zaman kesiru’l-vuku’dur. Mezheb-i Hanefi ile mütedeyyin olan ehl-i iman me’murun-bih olan bir hususun tatbikine mezheblerinin mani’ bulunması töhmetini kabul etmezler. Bühtandır. Komisyon düşünmeden yazmışlar mezheb-i celilin kadrini takdir etmemişler hükumet-i seniyyeyi de hataya sevk etmişler derlerse haklıdırlar. Vekaleti haiz olmayan bir hey’et tefrike salahiyetdar olamaz demeleri de doğrudur ve yalnız kendilerinin değil onlarla beraber sadat-ı Şafiiyye ve Hanbeliyye’nin de mezhebleridir. Kitap ve Sünnet’in umumat ve ıtlakatı hep buna delildir. Muhalifinin ihticac etmek istedikleri hakemeyn ayet-i kerimesi de bunu müeyyiddir. Hak celle ve ala buyurmuştur ki ma’nası “Eğer zevceynin yekdiğerine meşakkat vermelerinden korkarsanız onun ehlinden bir hakem onun ehlinden de bir hakem gönderiniz. Islah etmek murad ederlerse Allah aralarını tevfik eder.” demektir. Bundan öyle talak ve muhalaaya me’zun olmayan ve fasl-ı da’va hul’a salahiyetdar olacakları nasıl çıkar? Ve tarafeynden tahkim olunmayıp hakim tarafından ta’yin olunan naiblerin de hakem müsemmasına dahil olacakları nasıl kabul olunabilir? Lügat buna müsaid midir? Hakemeynin derece-i salahiyyetleri beyne’s-selef ihtilaf olunup bazılarının dedikleri mervidir. Lakin naibler ve ecnebiler hakkında değil tarafeynin suret-i mutlakada tahkim ettikleri ehilleri eminleri hakkındadır. Bu kavil Aliyyü’l-Murtaza radıyallahu anhın kelamından olduğu müdevvenede menkul olup İmam Malik ve etbaı onunla istişhad eylemişlerse de Kufe’de birisinin hakem ta’yin ederken hul’a tevkil etmediğini söylemesi üzerine ona da izin vermek lazım geleceğini ve illa zevcesinin de kendisine itaate mecbur olmayacağını tefhim ettiğine dair olan eser-i mahfuzu ma’na-yı maksudu izah eylemekte zevcin vekaletini haiz olmayan kimselerin tefrike salahiyetdar olamayacaklarını göstermektedir. Artık mezheb-i cumhuru terkle mezheb-i tefrike gidilmek nasıl layık olur. Bahusus memleketimizde ahali-i İslamiyyenin kısm-ı a’zamı Hanefi bazıları Şafii ve Irak ve Suriye’de bir mikdarı Hanbeli’dir. Sekene-i asliyye bunlardan teşekkül eder. İçlerinden hakem ta’yin olunanlar acaba bunu kabul edip de mezheblerini terk eyleyip mu’tekıd olmadıkları bir mezheble amele cür’et edecekler mi? Ve cür’et edenleri bulunursa hakemleri mezheb-i Maliki üzere sahih olacak mı? Kella. Çünkü hakemeynin udul ve fukahadan olmaları şart olup ve illa hükümleri nafiz olmayacağı kütüb-i Malikiyye’de musarrahtır. Adl ve fakıh olan kimselerin mütedeyyin oldukları mezheblerini bırakıp bila-hüccet onun hilafına hükmetmeleri nasıl mümkün olur ve ederiz diyenlere adl ve fakıh demek nasıl sahih olur. Bir de farz edelim ki mezheb-i Maliki’nin sıhhatine kail olsunlar da o mezhebe göre hükümleri sahih olsun. Lakin hakemler hakim ma’nasında olmayıp bu kadarcıkla ihtilafın mürtefi’ olmayacağı ve beyne’l-eimme nefs-i hükmün sıhhati muhtelefün-fih olmakla hiçbir te’siri olamayacağı ve binaenaleyh kadın iddet beklemiş ve zevc-i ahara varmış olsa da mezheb-i Hanefiyye ve Şafiiyye ve Hanbeliyye’de o nikahın sahih olamayıp hala evvelki zevcinin taht-ı nikahında kalmış olacağı şübhesizdir. Meğer ki ondan sonra tarafeyn bir kadi-i Maliki’nin huzuruna giderek yeniden muhakemeleri icra olunup da o hükmün sıhhatine hükmeyleye. Buraları etrafıyla teemmül edilmek lazım gelirken hiç düşünülmemiş. Mezheb-i Maliki üzere aile komisyonları teşkil edilsin onların verecekleri hükümler sicillere kaydolunsun lolundu zannedilmiş emr-i nikahta hıll ü hürmet ahkamı telfik-ı mezahib vadisinden yok yere teşviş edilmiştir. Bunda zevcat için de hayır ve maslahat yoktur. Öyle zevcine i’lan-ı husumetle hilaf-ı mezheb ayrılmış olan kadını ahalimizden kim alacak. Ona tekarrub etmeye havass u avam eğer zina demezlerse elbet şübheli tanıyacaklardır. Mağrib diyarına yahud Sudan’a gidip Malikilere varacak değil ya. Daha etraflı düşünülürse onu Malikilerin de pek kabul etmeyecekleri anlaşılır. Çünkü bu madde o mezhebe de muvafık değil. Öyle hey’et-i hakemiyye tarafeynin ifadatını bit-tedkık ıslah edemezlerse tefrik ediverirler. Zevcede kusur var ise mehrin bir mikdarı ve nihayet tamamı üzerine muhalaa ederler demek hiç bir mezhebde yok. İcmaa muhaliftir. Zevc hakkında sarahaten gadri mutazammın olduğu gibi suçlu olan zevceye de cür’et verir. Hakemler ta’yininden maksud ve muntazar olan emr-i ıslaha mani’ teşkil eder. Akıl ve tecrübesi nakıs genç bir kadın zevcine gazab etmiş olduğu bir zamanda yahud haricden iğfal ve ıtma’ edilmiş bulunduğu surette kendisi ısrar edince komisyonun tefrika mecbur olduklarını valideyni mehirden fazla bir şey vermeyeceğini biliyorsa artık sulha icabet eder mi? Bu maddenin meali zevc nasıl talaka malik ise zevce de mehri iade etmeye razi olursa zevcinden boşanmaya malikedir demeye varıyor. Şeriat-ı İslamiyye bu mudur? Yahud Mezheb-i Maliki böyle midir? Haşa. Bu suretle tefrik onlara göre ancak zevcin verdiği mehirden başka bir zarar iddiasında bulunmadığı ve tarafeynin müfarakate da razi olup da ancak mehrin yahud bir kısmının zevc verdiği mehrin birkaç mislini onun için sarf eylemiş düğün yapmış ve ba’de’z-zifaf ağır urbalar elmaslar inciler sevmemiş ve bir ay geçmeden ben seni istemem diye niza’ ve şikaka başlamış ise bunları da iade ve tazmin etmeyecek olur mu? Ya birkaç sene geçmiş ve zavallı zevc onu bir zevce-i müşfika zannıyla emlakini de kendisine ferağ ve temlik eylemiş ise bunlar nerede kalacak. Kadın erbab-ı nüfuz ve desayisten birinin dam-ı mekrine kapılmış yahud daha genç ve daha güzel birini sevmiş o zavallı insan da uzaktan seyirci mi kalacak? Verdiği mehri tamamen istirdad eylediği kafidir mi denilecek? Bu tefrik-ı cebri zulüm olmazsa zulüm nasıl olur? Şeriat-i Karn-ı sabi’ içinde idi ki hemen hemen bütün cihana kesif zulmet-i cehl istila etmişidi. Bir taraftan Endülüs Arablarının nur-ı mücerred-i İlahi gibi tenvir-i alem-i medeniyyet eyleyen kaffe-i mebani-i mübareke-i irfanı zulümati bir sütre-i nisyan içinde nazarlardan nihan olmaya başlamış diğer taraftan Şarkta zuhur edip de nice asırlar saadet-i beşeri idame eden bütün füyuzat-ı ma’rifet ve medeniyyet zalum ve cehul ünvanına ebna-yı Adem arasında en ziyade istihkak gösteren bir zalim ve hunrizin bi-gayri hakkın döktüğü hun-ı mazlumanın vücuda getirdiği tufan içinde mahv olup gitmişidi. dan zuhur eden hilal-i Osmani yavaş yavaş yükselerek o şeb-i cehaletin perde-i zulmanisini yırtıp tenvir-i alem-i rif’atte i’tila ile bedr-i kemale vasıl oldu. Biraz sonraları maniyyede yetişir bütün alem-i insaniyyeti feyz-ı irfanlarıyla müstefiz-i ma’rifet ederler idi. Din-i İlahinin te’yid-i ahkam-ı şer’iyyesi hususunda eslafın izhar ettikleri cidd ü kemal İslamiyet nam-ı alisine olarak mu’cize-i baliğa addolunmaya şayan idi. yolunda izhar edilen harikalara sultanu’l-ekalim olan İstanbul’un ötesinde berisinde meşhudumuz olan medreseler birer şahid-i sengindir. O darü’l-irfanların hazain-i kemalatından birçok zamanlar iğtinam eylediğimiz enva’-ı cevahir-i ma’rifet sonraları bir takım na-ehiller ellerine düşerek birçoğu kıymet-i asliyyesinden dur oldu. Bir haylisi de zıyaa uğratıldı. Fatih asrı ki bereket-i ilm ü hüner kesret-i feth u zafer cihetiyle saltanat-ı Osmaniyyenin bir devr-i mümtazı idi. Molla Hüsrev gibi Molla Gurani gibi birçok efazıl Hazret-i Padişahın bezm ü rezminde müşaviri idi. Asr-ı Selim Han-ı Evvel’de ise fuzala-yı İslam Müfti’s-sakaleyn ünvan-ı bülendi ile ma’ruf olan İbni Kemal o Padişah-ı hakimin hazar ve seferde müsteşar-ı efkarı idi. Ebussuud Efendi ise asr-ı Kanuni’nin ir şa d- ı akl- ı sel i m de nazar-ı intibah ve kiyasete karşı dikilmiş bir imad-ı pür-vakarı idi. adalet ve istihsal-i kuvvet etmişlerdir. Devlet-i Osmaniyyenin –o zamanlar ulemasının kesreti cihetiyle– bu darü’l-mülk-i fena içinde hazine-i serveti sırf ilm ü ma’rifetten ve sermaye-i mübahati mukteza-yı umur-ı devlet hemen kamilen ulema-yı şeriat idi. Zamanımızda ise medreseler bünyan-ı devletin böyle erkan-ı asliyyesini yetiştirebilmek kuvvet ve metanetini gaib ettiğinden artık istifade edilmez olduğu için asar-ı atika gibi hıfza şayan bir halde idi. hatime çekip de birçok füyuzat-ı irfan ve medeniyyetle zinet-yab olmuş bir asr-ı digerin küşad-ı vakayiine kudretini kemalat-ı mütenevvia ve muzafferiyat-ı mütetabiasıyla Vakıa bu alem-i imkanda başlı başına bir dünya-yı ma’rifet vücuda getirmiş olan Hazret-i Fatih’in müessesat-ı li gibi… Kara Halil gibi… Molla Hüsrev gibi… Molla Gurani gibi… Hızır Bey gibi fazail-i bahire ve meşhureleriyle alem-i Osmani’yi şeref-yab eylemiş bazı eazıma tesadüf olunur. Bunlar kudret-i fatıranın nadiren yetiştirdiği havarık-ı fıtrattan ma’dud bulundukları cihetle asar-ı beşeriyyedeki acaib-i seb’a-i alem gibi ulema-yı Osmaniyan Türbe-i mualla-yı Fatih’i i’zaz eder bir surette dairen ma-dar ihata eyleyen o koca medreseler Hazret-i Padişahın terakkı-i ma’rifet ve neşr-i adalet hususundaki metanet-i efkarına birer abide-i üstüvar-ı irfandır. Bizde takdir-i ma’rifet bayağı Hazret-i Fatih’in keramet-i man-ı Kanuni’nin ilcaat-ı zamanından mütevelliddir. Gerek hasail-i aliyye gerek meksubat-ı ilmiyyece mütebahhir ve münferid olan Fatih maarif-i cedide-i Osmaniyyenin mehd-i zuhuru olmak üzere ihdas eylediği medarisin küşadında sadrazamı ile.. şeyhülislamıyla.. vüzerasıyla… ümerasıyla… hatta bütün muhibban-ı ma’rifetiyle beraber bizzat bulunmuşidi. Hazret-i Padişah ziyy-i ulemayı libas-ı fahir-ı saltanata müreccah görerek öyle bir kıyafet-i muhtereme ile müştakan-ı ma’rifet arasında görünmüş idi. sunuf-ı aliyyesinden dördüncü senesine tahsis edilen “Tabhane” Medresesi’nde ibtida edildi. Bu hüsn-i ibtida his-i mühimmeyi fasl u hasmde hükm-i mutlakı olmak gibi bir kudret-i ilmiyye sahibi olan– Fatih alem-i insaniyyetin en büyük bir kürsi-i irfan ve medeniyyetini İstanbul’un en müstesna bir mevki’-i muallasında vaz’ etmiş oldu. Fatih mahsul-i irfanı olan medarisin tertib-i nizamatına Türkistan-ı Ulya’dan celb eylediği Ali Kuşcu merhumla Molla Hüsrev gibi iki dahinin ve o zamanlar mevcud olan birçok eazım-ı ulemanın himmetleriyle muvaffak oldu. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye ta ibtida-yı zuhurundan beri hıfz-ı hukuk-ı ibad gibi vezaif-i beşeriyye içinde a’zam u eşref olan bir emr-i hayrın ifasına fevka’l-gaye “Emanatı ehline tevdi’ ediniz!” tenbih-i celil-i Sübhanisine tevfikan ulema sınıfının yed-i iktidarına mevdu’ halk erbab-ı ilme– fi-haddi zatiha rütbe-i ilimden a’la bir mertebe olmadığından– ta’rif-i natıkaya sığamayacak derecelerde hürmetler izhar ederlerdi. Zaten İslamiyet’te müsavat-ı amme esbabını tebdil eden bir kuvvet yoktur. Var ise kudret-i ilm ü irfandır ki ashabına efrad arasında asumani bir imtiyaz bahş eder. Bu da Vehhab-ı Kerim’in Furkan-ı Mübin’indeki vasf-ı Sübhanisinden mütevellid bir atıyye-i mahsusa-i ilahiyyedir. Ulema-yı Osmaniyan ise medaris-i mürettebede ale’ttertib dersler görerek ve zamanlarında cari kaffe-i ulum ve fünunda bidaa-i kamile hasıl eyleyerek selef-i salihin hazeratının isrine tamamıyla ıktida ederlerdi. Tarik-ı ulemaya salik olacak talibin-i irfan evvelemirde ulemadan bir zatın rahle-i tedrisine dahil olurlar Hariç dersleri addolunan mukaddemat-ı ulum ve fünunu ondan teallüm ederlerdi. Mukaddemat-ı ulum ve fünunu tahsil eyleyenler muallim-i evvelleri olan bu zatın delalet-i mahsusasıyla müderrisinden diğer bir zatın halaka-i ta’limine sokularak Dahil dersleri namıyla yad olunan ulum-ı aliyyeyi tederrüs eylerdi. Dürus-ı aliyye-i mezkureyi de bu vech ile ikmale muvaffak olan talibin artık bununla “Sahn” derslerine kesb-i liyakat eylemiş addedilirlerdi. “Medaris-i Sahn” ise Fatih Cami’-i Şerifi’nin iki tarafında kain kargir fakat kurşunlu sekiz medresedir ki bunlara “Sahn-ı Seman” ıtlak olunur. Fakat necabet-i ahlakıyyesi mazbut ve müsellem bulunmak lazım gelen talibin-i ilm için “Medaris-i Sahn”a dahil olmak da kolay bir şey değil idi. İbtida-yı emrde Medaris-i Sahn’ın i’dadisi hükmünde bulunan medreselerde ikmal-i ulum-ı mürettebe eylemek icab ederdi. İ’dadi hükmünde bulunan bu darü’l-irfanlar ise talebe-i ulumu medaris-i sahna isal eyledikleri cihetle “Musıla-i Sahn” ünvanı verilimişidi. İkmal-i ulum-ı mürettebe edip de “Sahn-ı Seman”da sahib-i hücre olmaya muvaffak olan talebe-i ulum öyle ma’lumat-ı nakısa ashabından olmayıp her biri birçok te’lifat-ı mergube vücuda getirmiş takva ve diyanet ve kemal ve fazilet gibi eşraf-ı ümmete has birçok mehasin-i seniyyeyi nefislerinde cem’ etmiş ashab-ı dehadan bulunurlardı. Bu eazımın el-yevm mütedavil metrukat-ı kalemiyyeleri muhalledat-ı azimeleri zamanımızda tahsil-i ilim namına vakf-ı hayat eyleyen ashab-ı kemalin –bu kadar terakkiyat-ı ilmiyyenin vücuda gelmesiyle beraber– tenvir-i efkarına hizmet etmek kuvvet ve meziyetinden düşmemiştir. Ashab-ı hücrenin kıdemlileri medreselerinin müzakerecileri olup ol vaktin ıstılahınca bunlara “muid” denirdi. Muid ünvanını haiz olan bu ashab-ı hücre “Sahn-ı Seman” medreselerinin arkasında kain olup i’dadi hükmünde bulunan “Tetimme” medresesindeki talebeye de tedris-i ulum eylerlerdi. Böyle medreseden medreseye nakl ü hareket ederek bu tertib ile tahsil-i kemalat eyleyen tarik-ı ulema salikini usulen mülazim olduklarında isimleri ceride-i devlete kayd ile ba’dehu “Kadı” olurlardı. “Sahn-ı Seman” medarisi bir Darü’l-fünun “Tetimme” medarisi ki “musıla” ünvanı verilmiştir onlar birer rer rüşdiye “ibtida-yı haric” medarisi de birer mekteb-i “Sahn-ı Seman” medarisi sırf mütehassısin yetiştirmeye mahsus olduğundan musılalarda ikmal-i nüsah eyleyen talebe-i ulum hangi şu’bede behredar-ı füyuzat olmak dilerse Sahn-ı Seman’ın o şu’besine dahil olurdu. Memlekette sunuf-ı muhtelife-i fenn ü ilm tekmil bu medreselerde tedris edilir hakimler hekimler mühendisler tekmil bu darü’l-füyuzattan yetişir idi. Vakıa eslaf gibi… müderrislikten nail-i vezaret olanlar var idi. Fakat bunlar ilmen liyakaten her iki meslekte de isbat-ı iktidar eyleyen erbab-ı şecaat ve kemalden idi. Sahn-ı Seman müderrisleri kıdvetü’l-ulemai’l-muhakkıkın ünvanına bi-hakkın şayan oldukları cihetle enzar-ı avamm u havasta refiu’ş-şan idiler. O zamanlar müderrislik ruusu da liyakat-i sahiha ashabına i’ta olunurdu. Tertib-i vech ile ikmal-i tahsil eyleyerek mülazemet kağıdını ahz edenler birçok seneler daha ulum-ı aliyye iktisabına vakf-ı hayat ve bulunduğu meslek-i mukaddeste rufeka-yı irfanına rüchan-ı faziletini isbat eyleyerek nail-i ruus olanlar da ibtida-yı emirde aşağı derecedeki bir medresenin müderrisliğine ta’yin edilip derece derece mazhar-ı terakkiyat olabilirdi. Kadı’l-kudat rütbesi ki Kazaskerlik makamı demektir nail-i ruus olup da terakkıye gibi Edirne gibi bilad-ı cesime kadılıkları da rütbe-i tedris müşerref ve müftehir idi. Ulemaya karşı büyük küçük umumen halkın gönüllerinde hürmet ve muhabbet meknuz olduğundan mevali ve kudat bi-vech bela-yı azle uğratılmazdı. Ulema ise bu dünya-yı faninin meratib-i izz ü vakarını ilmin derecat-ı kemalinde aradıklarından on beşer yirmişer sene müddetle kaldıkları me’muriyetlerinde edenler de rütbe-i ilmin ulüvv-i kadrini tebcilen müstevfi maaş ile tekaud edilirlerdi. maaliye vasıl olur böyle bir bab-ı necatı küşad ve devr-i Kanuni ise iktiza-yı hal ü zamana göre medariste birçok esbab-ı terakkiyat ve ta’dilatı ihzar ve icra ile beraber meratib-i ilmiyyeyi ilad ü icad eylemiştir. Asr-ı Süleyman-ı Kanuni’de ordu-yı hümayunca ziyade mikdarda tabib ve cerrah gibi heyeat-ı sıhhiyyeye ve ma’muriyet-i mülkiyyece de yine o mikdarda mühendise Şerifi civarında etibba için hassaten bir tabib medresesi bin bu kadar senelik alem-i insaniyyette bir rivayet-i tarihiyyeye nazaran en evvel vücuda getirilen darü’ş-şifa bu binadır ki her taşı Osmanlıların hiçbir millete nasib olmayan fart-ı şefekat ve kesret-i hasenat ve ulviyyatına ebedi bir lisan-ı hal kesilmiştir. Süleyman-ı Kanuni: Dünyada mevcud mebaninin sanayi’-i mi’mariyyece en güzellerinden ma’dud olan ma’bed-i mübarekinin civarında dört medrese-i cesime vücuda getirdi. Bunlar azamet-nümun olan saltanat-ı Süleymaniyyenin ilm ü fen namına te’sis edilmiş dört rükn-i azim-i kemalatıdır ki el-an Dökmeciler’de enzar-ı bunları fünun-ı harbiyyenin mukaddematı olan ulum-ı riyaziyyenin tahsiline tahsis eyledi. Yine o ma’bed-i mukaddesin tamamen pişgahında bir de darü’l-hadis inşa olunarak zamanımızda olduğu gibi zaman-ı Kanuni’de mütehassısin bu vech ile büsbütün tefrik edildi. ma’lumat eyleyen bir talib-i irfan tabiiyat gibi… riyaziyat gibi… tababet gibi ulum-ı akliyye tahsil edecekse Musıla-i Süleymaniyye’ye Süleymaniye tetimmelerine edebiyat-ı Arabiyye gibi… fıkıh gibi… kelam gibi… ulum-ı şer’iyye tahsil eyleyecekse “Fatih tetimmelerine” dahil olurdu. Yukarıda da bil-münasibe arz edildiği vech ile ceride-i devlette mülazim ünvanına istihkak ancak tetimme me’zuninine has idi. Devr-i Kanuni vüs’at-i mülk… kemal-i saltanat i’tibariyle devletin münteha-yı ikbali ve eşvak-ı zafer ve iclal-i zaman münasebetiyle nazarlardan mestur kalan bazı ahval-i na-beca dolayısıyla da inhitat-ı atinin mukaddime-i zevali idi. Fakat o zamanlar medreseler bu inhitattan hissedilmez derecede müteessir olmuşlardı. Hazret-i Fatih bina-kerdesi olan medaris-i semaniyyede Seyyid Şerif’in asar-ı seniyyesinden olan Haşiye-i Tecrid gibi Şerh-i Mevakıf gibi derslerin okutturulmasını tensib etmiş vakfiye-i meşhuresine de “Kanun üzere şuğl oluna.” ferman-ı hakimanesiyle bu fikr-i seliminin te’yid ve devamına arzu göstermiş. Sultan Süleyman-ı Kanuni devr-i ikbalini müteakıb casıyla sahn-ı seman programlarından tayyolunmuş ve yerlerine “ Hidaye gibi… Ekmel gibi” derece-i taliyyede addolunan dersler ikame edilmiş. Meşhurdur ki tarihinde T akıyyüddin-i Mısri Tophane’nin üstüne tesadüf eden zirve-i cebelde bir rasadhane vücuda getirmişidi. Cihan-ı gaybın keşf-i ahvaline buradan mümanaata uğradı. Hatta vaktin şeyhülislamı olan zat rasadat bir bina-yı ma’rifetin ortadan kaldırılmasını der-i devlete arz eyledi. Arz-ı vakı’ şayan-ı kabul görüldü. Kapudan Kılınç Ali Paşa’ya hemen kat’iyyü’l-müfad bir hatt-ı şerif yazıldı; seyr-i kevakibi zıll-i irtifa’-ı şemsi ta’yin için birçok himmetlerle vücuda getirilen evtar ve asar-ı saire kamilen tahrib olundu. Tedkıkat-ı riyaziyyenin mahsulat ve netayic-i nafiasına mahall-i tatbik olmak üzere nazar-ı irfan önüne kurulmuş olan böyle bir bedia-i fen a’malara yakışacak bir iddia-yı batıl karşısında mahv olup gitti. Devlet-i Osmaniyye’ye gayret ve şecaat hasletleriyle Ferhad Ağa namındaki hamiyetli bir merd-i fedakara halef olan Yusuf Ağa ismindeki bir mutabasbıs riyakarın Ağa Çırağı namıyla küşad eylediği bir mekteb-i rezaletle nasıl Köprülüler’den Amuca-zade Hüseyin Paşa’nın mesned-i Sadaret’ten isti’fa suretiyle infisaline ve Sultan Mustafa-yı Sani’nin Hocası Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ifrat-ı sınıfı küşad olunarak devletin bünyan-ı aslisini vücuda getiren medrese tahsilatında da gereği gibi tedenni müşahede olunmaya başladı. Bir halde ki zadegan-ı ulemanın –daha rahm-i maderde iken kıbel-i Rahman’dan okutulmuş gibi– doğdukları gün beşiklerinin başlarına nazar boncuğu kabilinden ruus-ı tedris açılırdı. Süleymaniye medarisinin binasından sonra medarisin vezaif-i muhassasasına nazaran meratib-i müderrisin on iki derece i’tibar olunmuştur: “İbtida-yı Haric - Hareket-i Haric - İbtida-yı Dahil - Hareket-i Dahil - Musıla-i Sahn - Sahn-ı Seman - İbtida-yı Altmışlı mis-i Süleymaniyye – Süleymaniye - Darü’l-hadis” Musıla-i Süleymaniyye ile onun fevkinde bulunanlara kibar-ı müderrisin ıtlak olunurdu ki bu tarik ile ashabı mevleviyete nail olurlardı. Musıla-i Süleymaniyye’nin alt tarafındakiler de iki sınıftır: Biri Sahn-ı Seman ile onun üst tarafıdır. Diğeri Musıla-i Sahn ile onun madunudur. Perşembe günleri müderrisinin şeyhülislam efendi ile görüşmeleri usul-i müttehaze icabından olduğu cihetle yevm-i mezbura “mülazemet” günü ıtlak olunurdu. Şeyhülislam efendiyi ziyarete giden müderrisinden Sahn-ı Seman ile onun ma-fevki olanlar huzur-ı şeyhülislamiye dahil oluncaya kadar mahsus bir odada ikamet Musıla-i Sahn ile ondan aşağı derecede bulunanlar suffada istirahat ederlerdi. Vakt-i kabul hulul edip de hey’etçe şeyhülislam efendinin huzuruna dahil oldukları zaman Darü’l-hadis müderrisi cümlesine riyaset ederdi. The Times gazetesinin verdiği ma’lumata göre Hicaz Emiri ile Necid Emiri İbnü’s-Suud’un askeri arasında Haziran’da cereyan eden muharebede Şerif Hüseyin’in mahdumu Şerif Abdullah tarafından kumanda edilen Hicaz askeri kat’i bir mağlubiyete duçar olmuştur. Aradaki muhasamatın sebebi Taif’in mil şimal-i şarkısinde kain bir mevkie iddia-yı tasarruftan ibaret olduğu Avrupa’da zannedilmiş ise de asıl sebeb “İhvan Hareketi” namı altında Arabistan’da zuhur eden hareket-i diniyyedir. CAMIÜ’L-EZHER Ağustos tarihli Near East gazetesinin Kahire muhabir-i mahsusundan aldığı bir mektupta Camiü’l-Ezher’in müşrif-i harab olduğu tahakkuk ettiğinden ve ta’mirata muhtac olduğundan bir kuvve-i muhafızanın himayesi altında ta’mir edileceğinden bahsettikten sonra Camiü’l-Ezher Şeyhi ile Mısır Müftisinin Reis-i Nuzzara defaat ile müracaat ettiğini beyan ediyor. Camiü’l-Ezher ulum-ı İslamiyyenin bir menba’-ı feyyazıdır. Müslümanların en büyük Darü’l-fünunudur. Kahire’de te’sis olunan ilk mescid budur. Camiü’l-Ezher’in te’sisine sene-i hicriyyesinde başlanmış senesinde faat ile tecdid olunmuştur. Hemen bin senelik bir maziye malik olan bu cami’-i şerif ulum-ı İslamiyyeye talib olan ehl-i İslam’a sine-i pür-nurunu açmıştır. İslam aleminin her tarafından Çin’den Cava’dan Buhara’dan Malay’dan Afgan’dan Dağıstan’dan el-hasıl aksa-yı şarktan aksa-yı garba intişar eden koskoca cihanın her cihetinden tahsil-i ilm için gelen evladları orada birleşirler hep birlikte okurlardı ve böylece “Camiü’l-Ezher” alem-i beri müslümanlar bu külliye-i İslamiyyenin idamesi talebe-i ulumunun te’min-i maişeti için vakıflar teberru’lar yaparlar ve bu sayede Camiü’l-Ezher [her] sene on binlerce talebesini okutur büyük ulema ve fudala yetiştirirdi. Bu müessese-i İslamiyye dünya durdukça bu vazife-i muazzamasını ifaya namzeddir. Anlaşılan Cami’-i şerif uzun bir müddet için bu vazifesini Ağustos tarihli The Times gazetesi diyor ki: Hükumet Fakat hükumetin yalnız Irak’ta değil Asya-yı Vusta’da da ta’kıb ettiği hatt-ı hareketten hesab vermek zamanı gelmiştir. Dicle ve Fırat havalisinde birçok paraların müsrifane sarf ve istihlak edildiğine dair bulanık hikayeler duyuyoruz. Basra’da iskeleler üzerinde binlerce ton samanın çürüdüğünü Hindistan’dan gayr-i muayyen bir işte kullanılmak üzere efsanevi masraflar mukabilinde celb edilen bir nevi’ odunun yığınlar halinde terk edildiğini beher mili . liraya mal olan yollar yaptırıldığını okuyor ve işitiyoruz. Bu azim masrafların pek semih olan Harbiye Nezaretimiz tarafından Bu para İngiliz mükellefininin cebinden çıkmaktadır. Diğer taraftan biz Irak’ta . Hindli askere zamimeten . de İngiliz askerini silah altında tutuyoruz. Bir taraftan Hazine Nazırımız iflas-ı milliye doğru ilerlediğimizi Mısır’ı i’mar eden Lord Kromer ve rufekasını hayrete düşürecek mikdarda para sarf etmeye vesileler arıyor. Bu aralık Hindistan hükumeti de Irak’ta mavera-yı Toros’un şimal-i garbisinde “hudud-i fenni” tertib etmek üzere me’murin-i siyasiyye i’zam etmektedir. Halbuki bizim asıl hudud-ı fennimiz Acem Körfezi’nin re’sinde ve Dicle ve Fırat deltasının zirvesinde olduğundan maalesef bu noktanın öte tarafında kalmış bulunuyoruz. Acaba hükumet şaşırmış mıdır yoksa mümessillerinin Irak’ta neler yaptıklarının farkında mı değildir? Fırat vadisinde iska ameliyatının şayan-ı hayret netayic vereceğine inanmakta iki sebeb dolayısıyla muhteriz davranıyoruz. Birinci sebeb kadim iska ameliyelerinin lüzumu kadar ehemmiyetle tedkık edilmediğidir. Bazı ihtisas sahibi kimseler eski iska ameliyelerinin terkini ya toprağın çamur haline gelmesine yahud da iska dolayısıyla toprağın tuzlanmasına ve bu suretle mahsulün para etmemesine atf etmektedirler. Diğer bir nazariyeye göre de memleket sıtma yüzünden mahv ve harabiye sürüklenecektir. Sir John Jackson giliz lirası sarf etmesi icab ettiğini söylüyor. Buna cevab olarak milletin sarf edecek bu kadar paraya malik olmadığını ve iska ameliyatına başlamadan evvel Irak ahvalinin daha muşikaf bir tedkıke tabi’ tutulmasını ileri süreceğiz. İkinci sebebe gelince mesai malzemesi nakıs ve gayr-i kafidir. Mahalli Arablar daimi bir sa’ye alışmamışlardır. Zira bunlar tab’an henüz bedevidirler. Hindlilere gelince bunlar Irak için pek muhabbet hissetmemektedirler ve orada yaşamış olanların tekrar bu havaliye avdet etmek arzusunu izhar edecekleri meşkuktür. Biz “çölde i’marat” hülyasında bulunan çalışkan kimselerin cesaretlerini kesr etmek fikrinde değiliz. Fakat bu kimseler İngiltere’nin şerait-i maliyyesini zerre kadar anlamamış oldukları halde çalışıyorlar. Bu hususta kabahat de ihtiyar edilen masrafları tenkıs için tedabir-i ciddiyyeye tevessül etmeyenlerdedir. Pek çabuk istihsal edilmesi kabil olan Irak’ın yegane mahsulü mebzuliyetine binaen Vusta Fırat nehrinin kayalarından fışkıran yağdır. Acaba hükumet Irak yağları hakkında ne gibi bir teşebbüste bulunmuştur? Bunun suali zamanı gelmiştir. İşittiğimize göre seyr-i sefer için ve menfaat-i hususiyye için imtiyazlar verilmiştir. Zannımızca hükumet parlamentoda Irak için sarf ettiği paraların hesabını vermek eğer i’ta edilmiş ise bu müstakbel hududumuz hakkında Hindistan hükumetinin nokta-i nazarının mahiyetini anlamak için tazyik edilmelidir. Son senelerde İngiltere hükumeti Arablara fazla hem de pek fazla zahir olmak siyasetini ta’kıb etmiştir. Arabların bila-şübhe müttefiklere pek ziyade yardımları dokunmuştur. Fakat buna mukabil i’ta ettiğimiz mükafat mazideki tecrübelerimizden ziyade tahassüsatımıza istinad etmektedir. Hakıkate tamamıyla yüzümüzü çeviremedik. Şimdilik Irak’taki bir hükumet ne halihazırda ne de batn-ı müstakbelde yalnız kalmayacaktır. Bir tarafında Necid Arabları diğer tarafında da Kürdler bulunacaktır. Her ne kadar Mister Churchill bu havali için zırhlı tanklarından ve tayyarelerden pek mühim bir surette bahsetmişse de Suriye tedafüi bir hududa tabiaten malik olmadığından oralarda pek mühim kuvvetler bulundurmaya mecbur olacağız. Arabistan’ın diğer taraflarında ve Suriye’de siyasetimiz hissi nazariyelerin pek ziyade taht-ı te’sirinde kalmıştır. Arablar hakıkı bir tarihe malik olmakla beraber pek mühim bir surette bir Arab teceddüd ve intibahını tahayyül ederek Paris’te bulunan tecrübesiz hükumet nokta-i nazarlarını bildirdiler. Arkasında bir mandater bir hükumet-i muazzama bulunsun bulunmasın kuvvetli bir Arab hükumeti konfederasyonunun teşekkül edebileceği pek muhtemel değildir. Dünkü nüshamızda Hicaz kıtaatının İbnü’s-Suud tarafından nasıl mağlub edildiklerine dair tafsilat vermiştik. İbnü’s-Suud Türk hakimiyetine büyük darbeler vuran Vehhabi harekatı reisidir. Bugün belki de Arabistan’da en kuvvetli kendisidir. Bu zat İslamiyet’in en ibtidai şekli olan “Vehhabilik” mezheb-i taassubunu neşretmek istiyor. Bu yeni hareket-i diniyyeye büyük bir ehemmiyet atfetmiyoruz. Fakat yeni Hicaz vilayetlerinde İbnü’s-Suud’un bu harekatı Siyonistlerin Havran’ı taleb etmeleri ve Erzurum’daki harekat Şark-ı Vustanın halli zamanının gelmiş olduğunu gösteriyor. Her halde bu havalide ta’kıb edilecek İngiliz siyaseti beyne’l-müttefikın akıl ve mantık dairesinde ve her şeyden evvel vaz’iyet-i maliyyemiz nazar-ı dikkatten dur tutulmamak şartıyla yeniden tedkık edilmelidir. K A RI’LERIMIZIN NAZAR-I DIKKATLERINE Sebilürreşad’ ın neşr ü ta’mimine himmet eden kari’lerimizden aldığımız mektuplarda Sebilürreşad’ ı mütalaaya hahişker bulunan umum ihvan-ı dinin iştiraklerini teshil için fiyatının tenzili mümkün olup olmadığı soruluyor. Biz de bu mes’eleyi zaten her zaman düşünür ve tenzili çarelerini arayıp duruyoruz. Fakat ne çare ki levazım-ı tab’iyyedeki gala bir türlü zail olmuyor. Maamafih şimdilik dört sahifesini tenkıs ile bir müddet için biraz da fedakarlığa katlanarak bu nüshadan i’tibaren fiyatını eskisi gibi beş kuruşa tenzil ediyoruz. Şu kadar ki bu halde devam edebilmek için kari’lerimizin de inzımam-ı muavenet ve himmetleri zaruridir. Kari’lerimizden beklediğimiz himmet her birinin la-ekal ikişer abone kaydettirmesidir. Bu küçük himmetlerin yekunu bir taraftan Sebilürreşad’ ın daire-i intişarını tevsi’ edeceği gibi diğer taraftan da bu şekilde devamını hayatını te’min edecektir. Hatta bütün kari’lerimizin inzimam-ı himmetleri takdirinde ri’lerimizin himmetlerine mütevakkıftır. Onun için bizim bu fedakarlığımıza mukabil kari’lerimizin muavenet ve himmetlerine intizar etmek hakkımızdır sanırız. Cenab-ı Hak cümlemizi muvaffak bil-hayr eylesin. Ahval-i İslam’a dair bazı makalelerin büsbütün Sansür tarafından çıkarılması üzerine Perşembe günü Sebilürreşad’ hur etmiştir. Teehhur-ı vaki’den dolayı muhterem kari’lerimizin bizi ma’zur görmeleri rica olunur. Yüzlerce abone kaydettirmek suretiyle Sebilürreşad’ neşr ü ta’mime himmet buyuran Erzurum Müftisi Sadık Efendi hazretlerine bilhassa teşekkürler ederiz. Hukuk Matbaası’nda basılmıştır Eşref Edib Meal-i Kerimi Sizi en kötü işkencelere giriftar ettikleri vakit Al-i Fir’avn’ın elinden sizi kurtardığımızı yad edin. Onlar sizin erkek çocuklarınızı boğazlayıp kadınlarınızın hayatına ve sıkıntılı bir imtihan vardı. Bir de denizi sizden dolayı yarıp sizi kurtardığımızı da yad edin ki o zaman Al-i Fir’avn’ı sizin gözünüz göre göre boğduk idi. Ayat-ı salifede Beni İsrail’e ihsan buyurulan niam-ı hiçbir lütfuna mazhar olmamış gibi davranmışlardı. Bundan dolayıdır ki Kitab-ı Mübin Allah’ın onlara bahş ettiği lütufları mufassalan beyan buyurmuş ve defaat ile tekrar eylemiştir. Yahudiler Risalet-penah Efendimiz’e sabielerden ve putperestlerden daha düşman idiler. Çünkü Ehl-i Kitab olmak ve ilm ü irfan sahibi bulunmak dolayısıyla Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’i çekemiyorlardı. Tefsiri sadedinde bulunduğumuz ayat-ı kerime hiyyenin birçoğunu ta’dad etmektedir ki onlar; bunların sayesinde saltanatlar te’sis etmiş nübüvvet ve kitap sahibi olmuş o zamanda kimsenin erişemediği izzetlere devletlere nail olmuşlardı. Bunlardan biri Cenab-ı Hakk’ın onları inayet-i Sübhaniyyesiyle te’yid ederek Fir’avn’a ve Fir’avn’ın kavmine galib kılmasıdır. Hazret-i Musa bu kavme ayat-ı ilahiyyeyi kendisine iman etmemişlerdi. Binaenaleyh üzerlerine tufan çekirge bit kurbağa kan gibi afat taslit edilince Hazret-i Musa’ya iltica ederek bu beliyyelerden tahlis edildikleri takdirde ona iman edeceklerine ve Beni İsrail’in onun refakatinde gitmesine razı olacaklarına söz verdikleri halde üzerlerinden bu beliyyeler def’ olunca vaadlerinde durmamışlar ve bu suretle intikam-ı İlahiye müstahık olarak boğulmuşlardı. Fir’avn ile kavmi Hazret-i Musa ve Beni İsrail’den usanınca onları ifna etmeyi düşündüler. Binaenaleyh en şiddetli azablara duçar ederek oğullarını analarının kucağından birer birer alarak kesmeye başlamışlardı. Beni lardı. Vakta ki Beni İsrail bu felaketlere ma’ruz kaldı Hazret-i Musa’ya: “Sen gelmeden evvel eziyete giriftar olduk. Geldikten sonra da öyle.” dediler. Bunun üzerine Hazret-i Musa Cenab-ı Hakk’ın düşmanlarını ihlak ve onları ibka edeceğini tebşir eylemişti. buyurmuş o satvetli düşmanlarından kurtarmış Fir’avn Hazret-i Musa ile Beni İsrail Fir’avn’dan kaçarak arz-ı mukaddese doğru revan olmuşlardı. Fir’avn bunların yola çıktığını duyar duymaz hemen izlerinden giderek onlara yetişip bütün bütün imha etmeyi kasdetti. Denizin kenarına vasıl olunca Beni İsrail Fir’avn’ın yaklaştığıBaşmuharrir nı hissederek Hazret-i Musa’ya düşmanların kendilerine yetişmek üzere olduğunu söyledilerse de Musa kat’iyyen yetişemeyeceklerini beyan eyledi. Bunun üzerine Hazret-i Musa’ya vahy-i Rabbani nazil olarak asasıyla denize vurması emrolundu. Musa asayı denize vurdu deniz koca dağlar gibi yarıldı. Allahü teala bu büyük mu’cize ile Hazret-i Musa’nın risaletini isbat etmeyi irade ve binaenaleyh onu ibraz edecek esbab-ı hafiyyeyi ihzar buyurmuştu. Anlaşılan Hak tealanın emr-i Sübhanisiyle denizin suları arzın a’makına nüfuz ederek ve arzın cevfindeki tabii ateşlerle bir mahrec bulmak isteyince bu buharlanmış suların ve hararet-i arzıyyenin tazyikıyla denizin dibi yükselerek dalgaları ikiye ayırmış bunların her biri de bir koca dağ gibi ayrılmış ve Hazret-i Musa ile Beni İsrail geçmişlerdir. Müteakıben Cenab-ı Hak o arzın alçalmasını deniz sularıyla örtünmesini emreyledi. Çünkü içindeki buharlarla ateşler başka yerlerden birer mahrec bulmuş ve binaenaleyh o arz da eski haline dönmüştü. Bu suretle Fir’avn’la kavmi gark ve nabud oldular. Maamafih Cenab-ı Hak denize Fir’avn’ın cesedini üstüne çıkarmasını emretmişti. Ta ki ona Allah diye tapınanlar görsünler de ibret alsınlar. Hakıkaten Fir’avn’a ibadet edenlerin onu bir laşe halinde görmelerinden daha büyük bir ibret olur mu? Böylece Cenab-ı Hak Hazret-i Musa ve Beni İsrail’i te’yid buyurdu. Yukarıda beyan ettiğimiz vechile ka’r-ı deryanın yükselmesi veya alçalması coğrafya-yı tabiide hadisat-ı bahriyye tesmiye olunmakta ve ez-cümle bir takım adaların meydana çıkması diğerlerinin gaib olması zelzeleler vesair ahval bunların miyanında ta’dad olunmaktadır. Çünkü bütün bu hadisatın esas-ı vukuu arzın içine ve bilhassa denizlere yakın yerlerde bulunan hararet-i tabiiyye ve o hararetle ihtilat eden suların tebahhuruyla arz üzerinde hasıl olan tazyiktir. Hazret-i Musa’nın denizi asasıyla vurması üzerine bu müdhiş hadisenin vukuu onun nübüvvetine delalet eden ayat-ı beyyinattan biridir. Çünkü havarik-ı adattan bir kısmını Cenab-ı Hak enbiyasının eliyle herkesi o harikaları teemmül ve tedebbüre ihzar ettikten sonra icra ettirir ki bundan maksad-ı İlahi insanların nazar-ı dikkat ve gayretlerini celb etmektir. İşte bu suretle Cenab-ı Hak Hazret-i Musa’ya; kavmini Fir’avn’ın zulmünden kurtarmak hususundaki vaadini tahakkuk ettirmek için bu mu’cize-i celileyi izhar buyurdu. El-hasıl Hazret-i Musa uğradılar. Nitekim Fir’avn’ın son deminde Beni İsrail’in olduğunu beyan etmesi hiç bir işe yaramadı. Hak tealanın ferman-ı Sübhanisi sadır olunca evvelce iman etmeyen ve imanından hayırlar kazanmayanların iman edivermesi hiçbir fayda te’min etmez. am-ı ilahiyyeyi münkirlere muanidlere ihtar etmek üzere nazil olan ayet-i kerimenin te’vili budur. Abdülaziz Çaviş AVRUPA MEDENIYETININ CAHIL MUKALLIDLERI Uzun senelerden bir asırdan fazla bir zamandan beri milletimiz bir teşettüt bir inhilal bir buhran içinde puyan olmakta ve milletin istikbal ve mukadderatını idare edenlerle etmek isteyenler bu elim hal içinde İslam ve Osmanlı tarihinin geçirdiği fetret devirlerinden bu en feciine hatime vermek için çareler aramakta idi. Bu taharri esnasında hemen umum enzar bizim için mechul gibi olan bir aleme müsadif oldu: Avrupa. Bu Avrupa ise bizim milli ve dini varlığımıza muhasım bir vaz’iyette bulunuyordu. taraftan ta Viyana’ya kadar varan savlet ve tehacümünün hatıratıyla yaşayan Avrupa Hıristiyan Avrupa İslam alemine dost ve hayırhah olamazdı. Yirminci asr-ı medeniyyet dedikleri zamanımızda bile mekteplerinde kiliselerinde gazete ve mecmualarında ta kurun-ı vustadan kalma ilahi ve şarkıları okuyarak terennüm ederek eski aksülameli bugün de yaşatan ve şuursuzca onların te’sirleri altında hareket eden Avrupalılar mürur-i zamanlar ya doğru her hareketin önüne bin hail koyuyorlar her teşebbüse namütenahi müşkilat çıkarıyorlardı. Fakat bu setr ü ihfaya muvaffak oluyor suret-i haktan görünerek nı kuvveden fiile çıkarmak için muntazam ve müretteb bir surette çalışıyorlardı. Diğer taraftan Avrupa’nın gerek memleketimizde tanılan gerek herhangi bir vesile ile Avrupa memleketlerine gidenlerimizce re’ye’l-ayn müşahede olunan maddi ve fenni terakkiyat ve tekemmülatı ve Avrupa’nın esbab-ı kuvveti bunlar olduğu hakkındaki zann u tevehhüm memleketimizde bir cereyan uyandırdı: Avrupa’yı taklid Avrupalılaşma. Avrupa’nın hakıkaten mümessil-i safdilane ve cahilane i’timad İslam’ın ve Osmanlılığın mevcudiyetine muttasıl havale edilen ve nereden geldiği anlaşılamayan darbeler bu cereyanı ta’mim etti ve nihayet ona te’min-i hakimiyyet eyledi. Bir asra karib zamandan beri mukadderatımız bu cereyanı güdenlerin elindedir. Burada bu cereyanın ne derin bir hata eseri olarak tevlid edildiği ve bunun netayic-i meş’umesi hakkında söz söylenecek değildir. Bu cihet zannediyorum ki hakıkı erbab-ı iz’an nazarında tamamıyla tavazzuh etmiş bulunuyor. Yalnız bugün milletimizin ümmetimizin yeni bir ruh aradığı şu sırada hala Avrupa’nın isrini ta’kıb etmenin yegane çare-i necat olduğunu iddia edenler yok değildir. Bunlar ekseriyetle Avrupa’yı görenler daha görmedikleri halde gördüklerini iddia edenlerdir ki bunların mahiyet-i hakıkıyyesini teşrih etmek zamanı artık gelmiştir. Ekseriyetle tahsil ve terbiye-i ibtidaiyyelerini ecnebilere ve ecnebi müesseselere medyun olan bu adamlar Avrupa’ya giderken İslam’a ve İslamlığa aid her şeyin mahkum-ı zeval geri her terakkı ve i’tilaya mani’ olduğuna diğer taraftan Avrupa’da dini te’sirlerden külliyen azade yalnız terakkı eden yalnız i’tila eden her yerde ve her zaman cari ve mer’i olabilecek eşkal-i hayat bulunduğuna kaildirler. Bu kanaatleri olmayanları da vatanlarını vatanımızın hayat-ı ma’neviyyesini tanımadıkları için Avrupa’da gördükleri haşmet-i zavahire kapılarak bi’n-netice kendimize aid her şeyi istihfaf ve istihkar ediyorlar. Bu zihniyet ile Avrupa’ya ayak basanlar ilk nazarda oranın şa’şaa ve debdebe-i hayatı karşısında bihuş olup kalmaktadırlar. Bu hayatın hazırladığı en ince ve en musanna’ esbab-ı sefahet kendi ruhlarında bir istinadgahları olmayan bu zavallıları derhal bel’ etmektedir ve hemen ilk günlerden i’tibaren Avrupa’da yaşayan gençler raks salonlarında kahvelerde birahanelerde ve bunlara mümasil bi-hesab sefahet yuvalarında imrar-ı hayat etmektedirler. Daha memleketin lisanını öğrenmeden mükemmel dans etmeyi devam edeceği müessesat-ı ta’limin nerede olduğunu bilmeden en büyük bir şehrin bütün merakiz-i sefahetini tanıyanların adedi Avrupa’ya gidenlerin yekununda korkunç bir nisbet vücuda getirir. Tahsil namına elde ettikleri netice ise ekseriyetle böyle mahallerde öğrendikleri yarım bir lisan ile anlamadan dinledikleri derslerdir. Avdet eden ve en mutaassıb Avrupa mukallidi olan gençlerden iddia ederim ki yüzde doksanı bulunduğu memleketin lisanını hakkıyla öğrenmek şöyle dursun tahsil ettiği şu’be-i ilmin lisanına bile hakkıyla vakıf olamamıştır. Bulundukları memleketlerin hayat-ı umumiyyesi ile temas edebilmek hayat-ı ictima‘iyyesini anlamak ma’neviyatına nüfuz edebilmek abat-ı irfanı tanımak icab eylediği halde onlar ne bunlara vakıftırlar ne de vakıf olmak ihtiyacını duymuşlardır. Esasen bunun için lazım gelen zamanı oralarda geçirmemişlerdir. Binaenaleyh bu biçareler orada yalnız maddi gözleriyle gördükleri şeyleri Avrupa ve Avrupa medeniyeti zannederek onların taklidini aynen memleketimize naklini istemektedirler. Bunların içinde bazı hak-şinasları olup Avrupa’da bir şey göremediklerini ve öğrenemediklerini gelen cesareti kendilerinde bulamamaktadırlar. Avrupa’yı taklid etmemizi isteyenlerin fihrist-i metalibi tedkık edilirse istediklerinin hemen umumiyetle zavahire kapılmaktan neş’et ettiği derhal görülür: Kadına serbesti vererek çarşafı attırmak Avrupa hayat-ı muaşeretini aynen taklid etmek Avrupa’da din olmadığı için bizde de dini tamamıyla reddetmek vesaire. Eğer bu iddia ve talebleri dermiyan edenlerin yukarıda arz ettiğim tarz-ı hayat ve Avrupa’daki daire-i rü’yetleri nazar-ı dikkate alınırsa hareketlerine şaşmamalıdır. Çünkü Avrupa’da dans salonlarında birahanelerde kahvelerde şübhesiz din yoktur onu görmek için başka ictima‘i muhitlere girmek ve girebilmek lazımdır. Onlar bunu araştırmamışlardır. Onlar Avrupa’da kadınlığın düştüğü dereke-i sefalete edilen nisviyetin Avrupa’da para ile alınır ve satılır bir meta’ haline düştüğünü idrak edemez ve etmek istemezler ve memleketimizde kadının “tahriri” için ortaya çıktıkları zaman düşündükleri kadınlığın zevcenin ve validenin ları olmaya her an müheyya kadınlar yetiştirmektir. Bu maksadlarını söyleyemedikleri için kadınlarımızın hayat-ı dını esir ettiğinden vesaireden dem vurmaktadırlar. lar Avrupa’da taassub olmadığını iddia ettikleri zaman düşündükleri Avrupa’daki kadın ve erkek sefahet arkadaşlarıdır ki bu kabillerinde ma’neviyat aramak esasen zaiddir. Kasabalarda küçük şehirlerde hatta büyük şehirlerde onların nüfuz edemedikleri ve ekseriyeti teşkil eden tabakat-ı ictima‘iyyesinde –İslam’ın saf gayret ve hamiyet-i diniyyesine karşı– yaşayan taassub-ı diniyi onlar görmemişlerdir. Kasabalarda şehirlerde köylerde hatta büyük şehirlerde duvarlarda “Ya Hafız” mealinde yangına karşı tahaffuz emeliyle asılı yahud duvarlara hakkedilmiş levhaları görmeyenlerdir ki evlerimize bu kabil levhalar asmayı İslam taassub ve tevekkülüne has bir şey addederek takbih edilirler. Sigortalarıyla her şeye karşı maddeten tahaffuz imkanı olan o memleketlerde bunun vücudunu göremeyenler burada yegane vasıta-i tahaffuzu da levhalar olan halkın bu tabii hareketini ma’zur görmek insafından da mahrumdurlar. Avrupa ulemasının bugün inhilal ettiğini bir hakıkat-i ilmiyye olarak isbat eylediği Avrupa ailesinin halihazırını aynen taklid ederek aile inkılabı yapmak isteyenler ne bugünkü Avrupa’nın aile hayatını tedkık etmişler ne de bu ailenin tarihde geçirdiği inkılabları araştırmışlardır. Hakıkı aileden ziyade bir ticaret şirketine pek benzeyen bugünkü Avrupa ailesinin ma’neviyetsizliğini ve ruhsuzluğunu görmemek yalnız kör olmakla yahud ailenin bu hale gelmesini bir terakkı ve i’tila olarak kabul etmekle kabildir. Avrupa’nın en derin inhitatından biri olduğu kendilerince mukaddimatının bize girmesiyle tahassül eden umumi tefessüh şayan-ı teemmüldür. Fakat bütün bunları hep fessüh karşısında şimdi memnun görünüyorlar. Avrupa’dan getirilen her şeye bir çare-i necat nazarıyla bakarak aguş-ı kabul açan memleket hatta mesaviye bile iğmaz-ı ayn eylediği halde yarım asırdan fazla zamandan beri Avrupa medeniyeti denilen medeniyetsizliğin yalnız rezailini esbab-ı şifa diye getirenler oradaki maddi ve fenni tekemmülatın bilhassa iktisadi terakkiyatın mahiyetini anlayamadıklarından asıl muhtac olduğumuz bu cihetleri getirerek İslam medeniyetine aşılayacakları yerde bunu yapmadılar. Bu kabiliyetsizlikler netayic-i elimesini gösterdikçe Avrupa ile hem-zeban olarak İslam’ın mani’-i terakkı olduğunu ileri sürdüler ve hala sürmektedirler. fakat biz bugün bunların esnam olduğunu idrak eylemiş bulunuyoruz ve iman ediyoruz ki “Tur-i İslam”da tecelli edecek nur-ı hakıkat karşısında bu “Samiriler nesli”nin millet içine saldırdığı gece artık eriyip gidecektir. E [elif] . M. SON AHLAK BOZUKLUĞU EN ZIYADE NEREDEN GELMIŞTIR? VE NE DERECEDEDIR? Bugünlerde ahlak mes’elesi her gazete için hemen her günlük bir mevzu’ halini aldı. Buna da Bab-ı Meşihat’te Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye a’zalarınca tasavvur edilen bazı teşebbüsler sebeb oldu. Bab-ı Meşihat’in bahusus Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye şu’besinin en esaslı vazifesi olan ahlak mes’elesiyle uğraşması pek tabii görülmek lazım gelirken bazılarınca adeta galeyan derecesinde aksülamellere badi oldu. Kimisi: “Bu Bab-ı Meşihat’in Darü’l-hikmet’in yapacağı şey değildir. Bunun için ayrıca Nezaret yapmalıdır.” dedi. Bazısı: “Bu resmi iş değildir bunu millet düşünmelidir.” demek istedi. Bazıları da akıllarınca nasihatler vermeye kalkıştı. Her halde bunlar gösteriyor ki ahlak mes’elesi milletin en hassas damarına aid bir mes’eledir. Buna karşı lakayd kalmak umumiyet de ahlak bozukluğu vardır. Fakat bazılarının göstermek mizde ahlak bozukluğuna isti’dadı olanları gösterdiğinden ziyade her türlü ahlak bozukluğuna müsaid ahval ve zuruf içinde namus ve iffetini şeref ve haysiyetini insanlığa mefharet bahş edecek bir suret-i kahramanane ve dindaranede muhafaza etmiş kimselerimizin mevcud olduğunu gösterdi. Hele umumiyet i’tibariyle milletimizin temiz ve alicenab vazife-şinas olduğu iş başında bulunanların her türlü su’-i isti’mallere rağmen vazife-i vataniyyelerini nihayetine kadar hüsn-i ifaya iman ve gayretlerini gevşetmeyerek neticeye kadar muhafaza-i sekinet ve metanete muvaffak olanlarımızın ekseriyeti teşkil etmesiyle sabittir ve her halde harb zenginlerine nisbetle sırrına mazhar olmuşlarımız daha çoktur. Ahlakın en göze çarpan mizanlarından birisi de kadınların açıklığı gösterilmektedir. Bu doğrudur. Bahusus bizde insanların ekserisi bir memleketin ahlakını kadınların raz ifratkarane telakkı olunur. Fakat her halde bir esas-ı bir insan için en kıymetli ve en mukaddes bir hassa da muhafaza-i şeref hassasıdır. Madem ki bugün dahi akl-ı selim kadın ve erkek yekdiğeriyle ancak aile teşkil etmek üzere birleşebilmelidir diyor ve nikah ve nikahın şurut-i esasiyyesi mevcud bulunmadıkça izdivacın caiz olamayacağını bildiriyor ve madem ki akl-ı selimin bu hükmü ekseriyet-i insaniyyenin örf halindeki hükm-i küllisiyle müeyyeddir bunun hilafına hareketin şeref-i insaniyi muhil olduğuna şübhe yoktur. Asl-ı ahlakın vazifenin kökü akl-ı selim muktezasına muvafık surette harekete karar vermek üzerine müesses olduğu gibi bu mefhumun cem’iyetin içinde ekseriyete hakim olması örf halini alması tabiidir ki boşuna değildir. Hem bir taraftan fıtrat-ı insaniyyeye muvafık gelmesi hem de diğer taraftan o mefhuma riayetin saadet-i beşeriyyeyi te’min ettiğinin bil-fiil görülmesidir. Yani ekseriyet-i insaniyyenin bir şeyi hayırlı addetmesi bir taraftan akl-ı selim muktezasına bir taraftan da saadet ve menfaate tevafuk ettiğindendir ve müesseselerin ekseriya yıkılmamasının sebebi bu gibi muhkem esaslar üzerine mübteni olmasındandır. Nitekim din-i mübin-i İslam da akl-ı selim ve nizam-ı umumi üzerine müessestir. Ve nazar-ı İslam’da bir şeyin örf olması için esasının hak olmakla beraber umum arasında devamlı bir cay-ı kabul bulması şarttır. vac ve mahremiyetin ancak aile teşkili evlad ve millet yetiştirmesi niyet ve gayretine müstenid olması hususlarına milletimizin fevkalade ehemmiyet vermesi bütün müslümanlar ve bu miyanda Türkler için pek ehemmiyetli bir müessese ve örf halini almıştır. Bu müessesenin hal-i tabiisi iffet ve namusun muhafazasıdır. Fakat hal-i sıhhatin yanında marazı olması da umur-ı hariciyyeden olduğundan cem’iyetimiz içinde ahlakını muhafaza edemeyen emraz-ı ma’neviyyeye mübtela eksiklerin bulunmasına da taaccüb edilmez. Fakat milletimizde esas olan ahlaklılık namuskarlıktır. Bugün İstanbul’da fuhşun arttığını söyleyenlere sorarız: Dikkat etsinler tanıdıkları aileler içinde kaç tanesine fuhuş atfedilebilir? Biz kendi nefsimizce konu komşularımıza ahvaline cidden muttali’ olduğumuz ailelere bakıyoruz. Hamden lillah hala kadınlarımızın namuslarını pek iyi muhafaza eden ve şu harb-i umuminin mucib olduğu müdhiş mahrumiyetlere karşı her türlü meşakk u mezahime katlanarak şeref ve haysiyetlerini lekelemeyen kısmının ekseriyet-i azimeyi teşkil ettiklerini görüyoruz ve bu muhakkaktır. Bunu inkar etmek hiçbir fikir sahibi için mümkün değildir. Tabii bu sözlerle içimizde ahlaksız yoktur demek istediğimiz anlaşılmayacağı gibi evvelkine nisbetle ahlaksızların çoğalmış olduğunu kabul etmediğimiz de anlaşılmaz. Biz ahlaksız kadınların evvelkine bakarak çoğalmış olduğunu kabul ederiz. Fakat hamden sümme hamden bedhahların alamaz. Vakıa Meşrutiyetten beri kadınlarımızı yoldan çıkarmak ve bunun neticesi olarak bir hayli biçarelerin şımarmış alafrangalık namına maskara olmuş olduklarını hep biliyoruz. Fakat umumiyetle bunlar ruh-i millete muhalif yani Türkün örfüne mugayir olduklarından ne vakit olsa nazardan düşecekleri ve müslüman için gayr-i tabii olan bu halin devam edemeyeceği şübhesiz ise de her halde bu na-layık revişin daha ziyade ilerlememesi için vakt ü zamanıyla önünü almaya çalışılması pek lazım bir şeydir. vaki’ olmuştur. Tevessü’ ile hüsn-i netayice muvaffak olması pek temenni olunur. Ancak burada Bab-ı Meşihat’in de ma’lumu olan bir hususta fevkalade basiret ve ihtimam üzere bulunulmasını suret-i mahsusada rica etmek isteriz ki o da asıl ahlaksızlıkların artmasını mucib olan güruhun çoktan beri ve her gün muntazam ve müretteb mesailerle şeytanatkarane bir surette devam etmekte ve ettirilmekte olan neşriyat ve teşebbüsatın men’ ve kesrine pek ziyade dasından beri alenen meydan-ı ıdlale çıkarılan ifsadatın en mühimlerinden biri kadınların adem-i tesettürü ve erkeklerle ve ebeveynine karşı itaatsizliği mes’elelerini mukteza-yı medeniyyet ve tesettür ve itaatin de şimdiye kadar terakkı edemediğimizin geri kalmamızın bevaisinden olmak üzere gösterilmesi ve bu babda yapılan harekat-ı fi’liyye lıç-zadeler olmak üzere hala muhtelif isim ve suretlerle neşrolunmakta olan Yeni ve Büyük Mecmualar Yeni Dünya’ lar İnci’ler Diken’ler Ömer Seyfeddinler filanlar hep bu maksadla yani kadınlarımızı yoldan ahlak-ı milliyyemizi çığırından çıkarmak için mevcud olan hain bir planı tatbika uğraşan avamildir. Bunlar milli ahlakımızı yıkmak için ellerinden geleni yaptılar ve hala yapmaktadırlar. küşad ve idaresinde geri kalmış olduklarından bu san’at ve ticaretlerin başka milletlerin elinde kalmasından şikayet ederek İctihad gibi dal ve mudıl mecmualarla meyhaneciliğin umumhaneciliğin milletimiz arasına diğer meşru’ meslekler gibi girmesi için neler yapmadılar! Ve maatteessüf hakıkaten muvaffak oldular. Bugün her yerde alenen bakkal dükanlarımızda müskirat satıldığına dair i’lan koyan ve hakıkaten müskirat satmak reziletini ayıp saymaz olan müslüman adlı kimselerimiz maatteessüf peyda olmuş ve eğer bu babda ciddi bir mümanaat maayibden ve namussuzluk sayıldığını Avrupa ve Amerika ukalasının kararlarına istinaden Sebilürreşad sütunlarında göstermiş idik. Vakıa maali-i İslamiyyeyi idrak edenler için oralardan istişhada lüzum olmayıp ehemmiyet-i mes’eleyi tefhime dinimizin haram etmiş olması kifayet eder ise de maalesef içimizde ne oldukları belirsiz bir takım kimseler peyda olmuş ve la-yenkatı’ gençleri alem-i İslam’ın maddi terakkiyattan geri kalmış olmalarını vesile ederek Avrupa ve Amerika terakkiyatını irae rından Garb ulema ve hükemasının sözleriyle istişhada lüzum görüyoruz. Biz kaç defalar muslih görünen o hangi milletten oldukları belli olmayan ve her halde müslüman olmadıkları daima saçmakta oldukları küfür hezeyanlarıyla Türk olmadıkları da haseb ü nesebleriyle ma’lum olan bu güruh-ı müfsidini Avrupa’nın Amerika’nın en müterakkı ve en mütemeddin milletlerinin mücerred beynlerinde ulum ve fünunun terakkısi sayesinde içkiler aleyhinde ne cereyanlar açıldığını ve nihayet ahkam-ı İslamiyye dairesinde hareketten başka çare-i necat olmadığını anlamış olduklarını göstererek en ziyade beğendikleri Garb alemiyle ikna’ etmek istedik fakat nesteizü billah sırrına mazhar olmuş olan bu güruhu millet için hayırlı yola celb etmek mümkün olmuyor. Garibi şu ki bu dal ve mudıl güruh milletin okur yazar sınıfından oldukları cihetle namlarına münevver de deniyor. Halbuki bunların kaffesi ilimden fenden ari echel kimselerdir. Hiçbirisinin ilmi mübahaseye girişmek cesaretine malik olmadığını biz müteaddid tecrübelerle meydan-ı mübahaseye da’vetle anladık. Bizim ahlakımıza zarar verenlerin bu gibi yalancı münevverlerimiz olduğunu bilenler de vardır. Ez-cümle Tasvir-i Efkar’ın fi Ağustos sene tarihli nüshasında şu sözler yazılı idi: “Günden güne ve maddeten olduğu gibi ma’nen de mütemadiyen sukut ettik. Bu hususta en büyük kabahat mütefekkir ve münevver dediğimiz tabakaya teveccüh eder. Ve bu tabakadır ki zaten Meşrutiyet’in bidayetinden beri milletin an’anesiyle ihtiyacatıyla terbiye-i milliyyesiyle taban tabana bir Liberallik yolu açtı ve ictima‘i esasat-ı ahraraneyi büsbütün yanlış tatbik etmek suretiyle ammenin akıdesine iras-ı halel eyledi. Bugün ahlakan bu derecede zaif olmamız hep bir kısım gençlerimizin yanlış mezheb ve mesleklerinin netice-i seyyiesidir. Fakat bu sakım yolda bunca mazarratına rağmen el-an devam edecek bugün içinde boğulmakta olduğumuz fecayia rağmen yine mütenebbih olmayacak gözümüzü açıp da nihayet hakıkı ahlakın hakıkı terbiye-i milliyyenin nerede ve nasıl olduğunu anlamayacak olursak bizim için müterakkab olan maddi felaketlerimizden çok müdhiş ve vahim bulunan sukut-ı ahlak faciasına karşı nihayet memlekette bir aksülamel husule getirmek hepimiz için bir fariza-i vataniyyedir.” Ne a’la anlayış ne güzel görüş ki artık bundan ziyadesini aramaya hacet yok. Fakat va-esefa ki el-an da “Milletin an’anesiyle ihtiyacatıyla terbiye-i milliyyesiyle taban tabana zıd bir “liberallik” yolunu açan ve esasat-ı ahraraneyi büsbütün yanlış tatbik etmek suretiyle ammenin akıdesine iras-ı halel eden” kimselerdir ki evrak-ı matbua ile mütemadiyen ahlak-ı milliyyeyi ifsada çalışmakta ve hiçbir yevmi ceride de bunun önünü almak için uğraşmamaktadır. İşte size pek yakından birkaç misal: Geçen günkü İfham’ın ilavesinde Ömer Seyfeddin vanlı diğeri de “Pireler” ünvanlıdır. “ Vaz’iyet-i Edebiyye “makalesinde eski edebiyatımızı beğenmiyor; yeni edebiyatımızla terakkı ve tasaffi ettiğimizi iddia ediyor. Halbuki o iddiaların altında “Yusuf Ziya” imzasıyla ve “Açık Söz” ünvanlı bir şiir var ki edeb-amuz olacak yerde bilakis edeb-suz beyitlerden ibaret. Biz burada onları aynen nakletmeden haya ederiz. Ancak şurasını söyleyelim ki biz daima memleketin ahlak sukutundan endişenak olan mütefekkirin-i İslamiyye kısmıyla hasbihal ederken ahlakın ıslah ve ifsadında asar-ı edebiyyenin pek ziyade te’sirini düşünerek üdebamızın yazacağı eserlerin hep edeb-amuz olmasını temenni ve bu babda muvaffak olmak bir karar-ı salime rabtını tasavvur ve tezekkür etmekten hali kalmamaktayız. Halbuki üdeba namını taşıyan kimselerimiz böyle bir taraftan eski terbiyeyi yıkmak diğer taraftan yerine fuhşu ibaha ve teşvik edecek roman ve hikayelerle ahlaksızlık ikame edecek olurlarsa milletin sukutu için en vahim en sakım tarikte bil-iltizam çalışmaları sebebiyle en muzır ve kendileriyle en ziyade uğraşılacak kısmı onların teşkil etmiş olacakları şübhesiz olur. Ömer Seyfeddin’in “Pireler” ünvanlı makalesi de zahirde pire ve köpek hastalığı maskaralıkları üzerine mübteni görünüyorsa da hakıkatte mine’l-kadim ta’kıb ettiği din ve millet ve aile düşmanlığı üzerine müessestir. Çünkü o münasebetle Avrupalı kadınlarla gençlerin gayr-i meşru’ surette imrar-ı vakt etmelerini büyük lezzet ve saadet göstermekte ve Türk adetlerini gayet cahilane ve bi-edebane bir suretle tezyif etmektedir. Ömer Seyfeddin’in ahlak ve aile saadetinin aleyhinde olduğu daima ma’lum olup bu husus için gerek yazdıklarını ve gerek yaptıklarını görmek kifayet eder. Frenk kadınlarıyla na-meşru’ surette yaşamakta saadet tasvir etmenin mevcudiyet-i milliyyemizin ne derece aleyhinde bir hareket olduğunu anlamayacak kimse bulunmaz. Diğer taraftan Türklerin koltuk altları gibi bazı yerlerdeki kıllarını kesmelerini müstehziyane bir surette hıfz-ı sıhhate muhalif göstermesi ise hem cür’etkarane bir cesaret hem de ihanetkarane bir taarruzdur. Yarab! Başka milletler nezafet ve tahareti te’min için terlemek ve yerleri iktizası olarak ihtikak sebebleriyle temizlenmeleri müşkil olan kılların kesilmesi lüzumunu hıfz-ı sıhhat kitaplarına yazarak çocuklara ve umum ahaliye bizim tarz-ı İslamiye muvafık bir terbiye vermekte devam ederlerken bizimkilerinin aksini iltizam etmeleri acaba neye hamlolunabilir? Milliyetperverliğe mi? Yoksa aksine mi? Ne garibdir ki bugün dünyanın en mütemeddin akvamı olan Amerikalılar İngilizler yalnız bedenlerinin muhtelif aksamındaki kılları değil sakal ve bıyıklarını bile tıraş etmektelerdir. Halbuki sakal bile hadd-i i’tidalde kalacak olursa temizlenmesi herkes için yani sık sık bütün vücudunu istihmam ile temizlemek vüs’at-i haline malik olmayan kimseler için bile mümkündür. Hal böyle iken temizlik namına sakalın bıyığın bile tıraş edilmesine cevaz veriyorlar. Nitekim bizimkilerin de onları taklid etmekte olduklarını görüyoruz. “Tabiat kılları boşuna yaratmamıştır. Onların tıraş edilmesi kesilmesi caiz olamaz.” iddiasıyla sakalın bıyığın tıraş edilmesine ta’riz edilmeyip de mücerred sünen-i zi tezyife kalkışmak kadar mantıksız mugayir-i edeb ve utanç bir hal tasavvur edilemez. Garibi şu ki bu müfsidler bu millet ve milliyet muhalifleri milletimize bu fenalıkları milliyetçi sıfatını takınarak yapmaktalardır. Halbuki tahkık edilince kendilerinin Türk olmayıp başka kavimlere mensub oldukları anlaşılır. Uhuvvet-i İslamiyye iktizasından olarak bil-cümle akvam-ı İslamiyye birbirlerine ve bu miyanda bilhassa Türklere pek ziyade muhabbetle ma’rufturlar. Fakat muhtelif aksam-ı İslamiyye arasındaki bu muhabbet-i mütekabile ancak din hissi bakı kaldıkça mevcud kalıyor. Din i’tikadı zail olunca bilakis düşmanlık başlıyor ve bu düşmanlığı icra için açıktan açığa hücum edemeyenler suret-i haktan dem vurarak en can alacak noktalarımıza hücum ediyorlar. Dikkat edilirse Türkçülük iddiasıyla Türklere en büyük zararı ika’ edenler veya ettirenler hem Türk değillerdir hem rabıta-i İslamiyyeleri kalmamıştır. Hasılı ahlakımızı yıkmak için hayli zamandan beri türlü türlü şekillerde türlü türlü namlar altında icra-yı fa’aliyyet eden bir teşkilat-ı mudıllenin mevcudiyetini namus-şiken kalemleriyle daha bin türlü vasıta-i fesadlarla bu teşkilat her gün milletin ma’neviyat ve ahlakını kemirmektedir. Milletin hayatına kasdeden muhtekirlerden mürekkeb Siyah Pençe şirketlerini keşf ile bab-ı adalete teslim eden hükumet-i seniyyemizin milletin ma’neviyatını ifsad ve tahrib eden Siyah Pençe’ leri de meydana çıkararak ceza-yı sezalarını vermesi en hayırlı bir iş olacaktır. Hakk-ı hayatımızı zamanımızın silahlarıyla techiz etmek zarureti bizde garb-perest bir cemaatin zuhuruna sebeb olmuştu. Bunlar memleketimize garbın irfanını o drednotlar yapan tayyareler uçuran ziraati ticareti sanayii ilerleten kuva-yı tabiiyyeyi insanlara müsahhar eyleyen el-hasıl hayat-ı milliyyeyi i’la eden irfanını naklederek hakk-ı hayatımızı ihkaka çalışacakları yerde garbın şevahik-ı i’tilasına erişmek için zahiren ona benzemek mukaddesat-ı diniyyemize ve an’anat ve adatımıza hücum ettiler. Halbuki bizim herşeyimizi garba benzetmek hakk-ı hayatımızı ihkak değil ıskat ederdi. Biz garba benzediğimiz zaman artık milliyetimizi feda etmiş milliyetsiz kalmış temessül etmiş munkarız olmuş olacaktık. Vakıa bu garb-perestler hayliden hayliye muvaffak oldular. Fakat bu muvaffakıyet milletin hesabına büyük bir hüsran teşkil etti. Bunların evliya-yı umur mevkiine geçmesi memleketin başına en büyük felaketleri getirdi. Çünkü bunlar memleketi garblılaştırmaya zorla başkalaştırmaya çalıştılar. Memleketin ruhuna i’lan-ı harb ettiler. Ve bu harbin semeresi memleketin za’fını tezyid etmek memleketi daima buhran içinde yaşatmak idi. Hiç şübhesiz bu mücadele devam ettikçe devr-i buhran kapanmayacak. Fakat bu mücadele bir taraftan memleketi za’f hayatiyyesine de bir burhan-ı katı’ teşkil ediyordu. Memleketin ruhuna vehn tari olmuş olaydı mukavemet göstermezdi. eden menabi’ ve mebadinin ne kadar feyyaz bir zindegi ketin izhar ettiği bu mukavemete bu zindegiye fena bir ad taktılar. Ona “taassub” dediler ve bu taassubu imha etmedikten sonra memleketin hiçbir terakkıye mazhar olamayacağını dermiyan ederek cehaletlerini ulum-ı nafiayı memlekete idhal etmekteki aczlerini örtmeye çalıştılar. Bu muhayyel taassubu ortadan kaldırmak için adat ve an’anatımıza adab-ı milliyyemize saldırdılar. Hiç şübhesiz memleket bu tecavüzlerden müteessir oldu. Çünkü diğer taraftan bu hücumları reddetmek için bir cemaatin teşekkülüne imkan bırakılmadığı gibi bu hücumları yapmak için milletin hazine-i serveti su’-i isti’mal olunuyordu. Binaenaleyh ancak halkın saf ve ma’sum hissiyatı bu tecavüzlere mukavemet ediyordu. Bunların tertib ettikleri tecavüzler cazib vasıtalarla icra olunduğundan halkımızın müstaidd-i tefessüh bir kısmı bunların dam-ı iğfaline düştü. Bunların peşine takıldı. Mevaidine aldandı. Fakat işte bunların dam-ı iğfaline kapılanlar memlekette ahlaksızlık ve rezileti temsil ediyorlar. Ve bugün memleket bu unsur-ı fazihayı ortadan kaldırmak için ciddi bir mücadeleye başlamak lüzumunu hissediyor. oluyorken diğer cihetten garb-perestliğin tehlikeleri açıktan açığa tavazzuh ediyor. Herkes idrak ediyor ki memleket ahlak-ı fazılaya ve ulum-ı nafiaya muhtacdır. Ve ulum-ı nafiadan Bizim başımıza gelen felaketler bunu izah ettiği gibi garbın ulum-ı nafiasını kendine mal eden şark milletleri de bunu Japonya ne dinini ne adat ve an’anatını feda etmeden ulum-ı nafiadan en mükemmel istifadeleri te’min etti. Konfüsyüs dini hiçbir terakkıye mani’ olmadı. Japonyalıların hiçbir adeti an’anesi Japonya’nın yükselmesine engel olmadı. Konfüsyüs dini terakkıye mani’ olmadığı halde bizim din-i mübinimiz terakkıye nasıl mani’ olur? Japonya’nın bugün ne derece müterakkı olduğunu görmek isterseniz bu satırları dikkatle okuyunuz da Japonya’nın ahval-i maliyyesi öyle bir terakkıye mazhar oldu ki bugün Büyük Britanya’ya borç vermek lirasıdır. Ve bu varidat mesarifine tekabül etmektedir. Japonya’nın milli borcu milyon liradan ibarettir. Bu borçtan adam başına üç İngiliz lirası isabet ediyor. Ticaret-i hariciyyesi senesinde milyon lirayı tecavüz etmiştir. senesinde Japonya demiryollarının tulü milden ’de bütün vapurlarının mecmu’-ı hacmi . ton idi. senesinde . ton oldu. senesinde Japonya’nın kömür istihsalatı ½ milyon ton idi. senesinde ½ milyon ton oldu. Bütün Japonya ma’mulatı sade aksa-yı şark ile Vusta Asya’da değil Avrupa’da Afrika’da Avustralya’da azim revaclara mazhar oldu. senesinde Japonyalıların mikdarı milyondan . nüfus nisbetiyle ziyadeleşiyor. Kore kıt’asının Japonya’ya sının ilhakıyla milyon tebaaya malik oldular. Bu suretle Japon İmparatorluğu’nun mikdar-ı ahalisi milyonu geçmektedir. Donanması ister sefain-i harbiyyesinin kuvveti ister efrad-ı bahriyyesinin iktidarı i’tibariyle ölçülsün dünyanın üçüncü kuvvet-i bahriyyesidir. Ordusu dünyanın en satvetli devletlerinin orduları derecesindedir. Vaktiyle Rusya’nın tecavüzatına karşı İngiltere’nin donanmasına iltica eden Japonya bugün Garbi Bahr-i Muhit-ı A’zam’ın mukadderatını yalnız başına elinde tutuyor. Hiçbir kuvvet ve hatta müşterek birkaç kuvvet Japonya adalarına tecavüz edemez. kiyat Japonların ne diniyle ne ahlakıyla ne an’anat ve edebiyle mücadele ediyor. Japonlar ulum-ı nafiayı almışlar çalışmışlar ve bu paye-i kemale vasıl olmuşlardır. Ve biz garbın ilmini kendimize mal etmeyi bileydik ahlafımızı yıkmaya ruh-ı millimizi düşürmeye bezl ettiği himmeti faaliyeti bu sahada ibraz edecek bir cemaat-i mütenevvire yetiştirebileydik biz de böyle yetim kalmazdık. Japonlar elli senede bu hal-i terakkıye vasıl oldular. Aynı müddet zarfında bizim ne derece tedenni ettiğimizi hesab edecek olursak netice-i hesabımızda bugünkü vaz’iyet-i zelilemiz tahassül etmezdi. Onları ahlak-ı fazıla ve ulum-ı nafia yükseltti. Bizi de hadim-i ahlak propagandalar süslü cehaletler alçalttı. İzmihlal yollarına sürükledi. memleketi bu te’sirat-ı hubsiyyeden kurtarmak ahlak-ı fazılaya ve ulum-ı nafiaya var kuvvetimizle sarılmak lazım. Fakat bir kere memleket bu ihtiyac-ı azimi duyduğu halde cehaleti dolayısıyla daiye-i tenevvürde bulunanların makasıdını temyiz etmekte güçlük çeken ve hüsn-i niyyetine ma’sumiyetine kurban olan bu zavallı milleti cehaletten kurtarmak ona doğru yolu seçtirmek lazım. Millet ne vakit nik ü bedi temyize muktedir olursa o vakit hakıkı rehberlerini bulur. O vakit ulum-ı nafiayı getirecek memleketi yükseltecek evladları yetiştirir. Ve o vakit memleket kurtulur. düğümüz ibretler aynı hakıkati isbat ediyor. Memleketi garblılaştırmak isteyenler memleketi bitiriyorlar. Memleket bu dahili düşmanların tecavüzlerinden kurtulmadıkça hakk-ı hayatını ihkak edemez. Bu hakıkat öyle tezahür etmiştir ki bundan böyle memleket bu cemaat hangi nam altında ortaya çıkarsa çıksın hangi vesaitle iğfale çalışırsa çalışsın bunlara aldanmayacaktır. Geçmiştir. AHLAK MES’ELESI VE MATBUATIMIZ Matbuatımızın şu aralık girdbad-ı şuun arasında en mühim bir derd-i ictima‘iden alakadarane bir surette bahse başlamış olduklarını görüyoruz. Bugün memleketi kemiren bu maraz-ı ictima‘i bu afet-i hanüman-suz henüz rüşeym halinde iken Sebilürreşad hemen her hafta alakadarların nazar-ı dikkatlerini celbe çalışmış erbab-ı matbuatın nazar-ı intibahını açmak istemişti. O vakitler maatteessüf bu yoldaki ikazkar feryadlarımız bir maksad-ı muzmer ta’kıb edenlerce vaveyla-yı taassub şeklinde telakkı edilmiş daha doğrusu bir takım safdilleri iğfal Çünkü milleti tutan rabıtaları kırmak bünyan-ı ictima‘imizin temeli olan aileleri yıkmak bu sayede hayvani lamaktı. Maatteessüf bu mesailerinde muvaffak oldular. Memleket de bu hale geldi!... Fakat netice o kadar tehlikeli bir şekil aldı ki bugün vehameti takdir etmeyen istikbali tehdid eden korkunç akıbeti düşünerek titremeyen hiç kimse kalmadı. Bugün en liberal görünen matbuatımız bile memlekette bir buhran-ı ahlakı olduğunu i’tiraf etmek mecburiyetini hissediyor. Memleket neden ve niçin bütün bu kadar az zamanda bu derece tebdil-i şekl ü hüviyyet etti? Niçin merkez-i Hilafet-i İslamiyye olan şu muazzam belde camilerine medreselerine türbelerine rağmen eski hususiyetini gayb eyledi? Ufuklarında pek gür tehlil sadaları uçuşan sinesinde terbiye-i İslamiyyesiyle fezail-i milliyyesiyle mümtaz bir nesil besleyen İstanbul neden bu kadar sukut etti? Dört harb senesinin acı ve bi-eman güzarişinin bu hususta pek mühim bir amil olduğu şübhesizdir. Fakat harb ve onun tevlid ettiği ihtiyacat-ı hayatiyyeyi sukutun sebeb-i yeganesi addetmek doğru değildir. Çünkü harb muhiti bu sukuta hazırlanmış buldu. Vaz’iyet-i iktisadiyyedeki tahavvül bugün şikayet edilen vaz’iyete pek müsaid olan temayül ve cereyanları baş döndürücü bir sür’atle birden bire inkişaf ettirdi. Meşrutiyetin ferda-yı i’lanından i’tibaren liberallik namı altında milletin an’anesiyle ihtiyacat-ı ruhiyyesiyle terbiye-i asliyyesiyle kabil-i tevfik olmayan bir cereyan açanların halktaki kudsiyet duygusunu söndürmeye çalışanların netice-i mesaileri bugünkü akıbete müntehi olması pek tabii idi. Fazileti rezilet dinsizliği temeddün milli adab ve an’aneye riayeti seyyie-i taassub addedenlerin milleti tutan mukaddesata müttehiden hücumları romanlar tiyatrolar konserler konferanslarla muhite ahlaksızlık tohumları neşretmeleri şübhe yok ki semeresiz kalmayacaktı. Çünkü terakkı ve tealiye susamış olan halka yegane çare-i terakkı ve temeddün bu olduğu ihtar ediliyordu. Ahlak ve namus hakkında ilmi ve felsefi bir kanaat edinememiş olan bir kısım gençlerin kalblerinden din hissinin silinmesi memleket için ne kadar feci’ avakıb hazırlayacağını düşünemeyenler ne acıklı bir haldir ki bu bedbaht ülkede rehberlik temdincilik mevki’lerini işgal ediyorlar. Şayan-ı şükrandır ki memlekette içinde çırpındığımız fecayiin en müdhişi sukut-ı ahlak olduğunu takdir buyuracak basiretkar zevat da bulunuyor. Bu gibi mümtaz şahsiyetlerin mücahedatı olmasaydı bu zavallı milletin akıbetinden cidden nevmid olmak icab edecekti. Fakat mücahedatın mesaha-i şümulü tabii muayyen bir haddi tecavüz edemez. Halbuki memleketteki buhran-ı ahlakınin sahası maatteessüf az zaman zarfında pek ziyade tevessü’ etmiştir. Mukadderat-ı milleti tedvir vazifesini deruhde eden zevatın mes’eleye yakından alakadar olmalarını Şeyhülislam Efendi hazretleri bu lüzumu takdir buyurmakla pek büyük bir eser-i basiret ve vazife-şinasi göstermiştir. Şübhe yok ki Darü’l-hikme’nin hikmet-i teessüsü bilhassa müslümanların dini ve ahlakı i’tilalarına çalışmaktı. Fakat garibdir ki vaktiyle mahakim-i şer’iyyenin Meşihat-i İslamiyye makamına merbutiyetini bu dairenin din ve ahlak sahalarındaki faaliyetine birer mania gibi gören makam-ı Meşihat’in din ve ahlak mesaili edenlerin bugün Şeyhülislam Efendi hazretlerinin bu teşebbüslerine karşı da alttan alta bir sada-yı i’tiraz yükseltmeye kalkıştıkları görülüyor. Marazın vücudunu i’tiraf edip de tedavisine çalışılmamasını olacağı iddiasında bulunmak pek garib bir zihniyettir. Acaba ne isteniliyor? Buhran-ı ahlakınin alabildiğine yürümesine karşı hiçbir çareye başvurmamak cereyanı kendi haline bırakmak mı iltizam olunuyor? Yoksa makam-ı Meşihat’in birinci derecede kendisine teveccüh eden bir vazifenin ifasına şitab etmesi mi hoşa gitmiyor? Sabah gazetesi Ağustos tarihli nüshasındaki Ufk-ı Siyasi ünvanlı bendinde makam-ı Meşihat’in bu teşebbüsünden bahsederken “Biz maalesef teşkil edilen komisyonda bu kabiliyeti göremiyoruz. Bundan dolayı da bu teşebbüsün ber-mu’tad akım kalacağına zahib bulunuyoruz. Evvelemirde bu iş himmete ve zamana muhtacdır. Halbuki bu muhtelif nezaretlerden gönderilen delegeler vazife-i asliyyelerinden başka bu müz’ic iş ile de muvaffakıyet ile huzur-ı kalb ile iştigal edemezler. Bu işe me’mur bulunanlar sırf bu iş ile alakadar olmalı ve bütün himmet ve gayretlerini bünye-i ictima‘iyyemizi sarsan bu derdin tedavisine hasretmelidirler. Saniyen bu iş teşkilat-ı mahsusaya paraya arz-ı iftikar eder. Halbuki bizde fuhşun men’ine ma’tuf hiçbir teşkilatımız yoktur. Maliyenin de icab eden tahsisatı verebilmesi de pek meşkuktür.” mütalaasını serd ediyor; bir cem’iyet-i hayriyye te’sisini münasib görüyor. Anlaşılıyor ki Sabah ne Meşihat’in ne de Darü’l-hikme’nin hikmet-i vücudlarını ihata edememiş olduğu gibi komisyonun planını da öğrenmeye lüzum görmemiş; ne yapılmak istenildiğini ne yapılacağını anlamadan teşebbüsün akamete mahkum olacağına hükmetmiştir. Sabah’ ın tavsiye ettiği gibi cem’iyet-i hayriyye te’sisi veya daha başka çareler taharrisi için zannedersek evvela böyle bir komisyona ihtiyac vardır. Saniyen nizamnamesi tedkık edilecek olursa Darü’l-hikme’nin saha-i meşagılinden birisi ve belki birincisi budur. Bu işle vazifedar olan bir hey’et teşkiline acaba neden lüzum gösteriliyor? Mani’ yoksa bu hey’etin makam-ı Meşihat’e merbut olması mıdır?... Kazım Nami Bey de Türk Dünyası’ nın Ağustos tarihli nüshasında ictima‘i bazı mülahazalar yürüttürerek aynı nakaratı tekrar ediyor: “Birkaç zamandan beri ahlak mes’elesi gazetelerimizi işgal ediyor. Sanki ahlak bizim irademizden doğmuş bir emirle yahud bir nehiyle tervic yahud men’ etmek elimizde imiş gibi söyleniyorlar. Halbuki ahlakı hadiseler mu’dıllik i’tibariyle tedkıkımız dairesine en güç girebilecek hadiselerdir. Nerede kaldı ki onlara ferdi iradelerimizle hakim olalım. Henüz seleri değişmeyen kaideler halinde tesbit edip de onları herkese kabul ettirmek kolay değildir. Çünkü cem’iyetlerin ahlakları da daima tekamüle tabi’dir. Aşiri bir cem’iyetle asri bir cem’iyetin telakkıleri arasındaki farklar ne kadar büyüktür. Bununla beraber her cem’iyetin örfüdür ki ahlak hususunda mizan olur. Onun için ahlakı örfümüzü ne resmi idareler ne de resmi bir şekilde olan encümenler ta’yin edemez.” Kazım Nami Bey’in “Aşiri bir cem’iyetle asri bir cem’iyet arasındaki farklar ne kadar büyüktür.” sözüyle ne kasdettiğini anlıyoruz. Fakat bu makalede bunun münakaşasına girişecek değiliz. Çünkü mes’ele başlı başına bir makale olabilecek kadar ehemmiyetlidir. Bu nokta-i nazar hakkındaki mütalaamızı diğer bir makaleye bırakarak burada Kazım Nami Bey’in yanıldığı bir noktaya işaret etmek isteriz. Kazım Nami Bey zannediyor ki Darü’l-hikme’de toplanacak komisyon arzularına göre bir takım ahlakı kaideler vaz’ edecek ve bunları herkese kabul ettirmek için emir ve nehiyler ısdar edecektir. Biz Darü’l-hikme’nin böyle bir fikir ve tasavvurda bulunduğu ve bulunabileceği Memlekette marazi bir hal olan ve pek aşikar bir buhran tevlid eden ahlaksızlık müesses örf ve esasat-ı ahlakıyyeye riayetsizliğin bir netice-i feciasıdır. Bunun sebebi de bir zamandan beri halka vuku’ bulan muzır ve örf-i milliye şeair-i diniyyeye mugayir telkınattır. Bu yanlış telkınatın te’siratını izaleye çalışmak ahlaksızlığın her nev’ine karşı şiddetli bir nefret besleyen halktaki bu necib hissi tenmiye eylemek lazım değil midir? Bu saha dahilindeki mesai kavaid-i ictima‘iyye hilafında bir teşebbüs mü yoksa o kavaid ve usulün amir olduğu bir şey midir? Kazım Nami Bey’in ictima‘i istintaclarına bakılırsa hiçbir memlekette kavaid-i ahlakıyyenin teessüs edememiş olduğuna hükmetmek icab edecek. Eğer böyle olsaydı dünya çoktan yıkılmış olurdu? Zulüm adl fazilet rezilet namus fuhuş gibi bir takım şe’niyetler vardır ki sabit ve herkesçe musaddaktır. Bunlardan başka her milletin riayetkar olduğu bir takım ahlakı prensipler örfi müeyyideler vardır. İctimaiyat ilmi ahlakı hadiseleri kanunları keşfetse de etmese de ahlakı kaideler vardır. Her milletin din ve örfü ictima‘i hayatı efradın o kaidelere riayetkar olmalarını amirdir. Ahlaksızlıktan bahsetmeyi ailelerin harimine kadar dil uzatmak addederek memnuat sırasına koyan Kazım Nami Bey makalesine mebdeiyle olan münasebetini bir türlü bulamadığımız şu satırlarla nihayet veriyor: “Ahlaksızlık ne kadar az olursa olsun onunla döğüşmek elbette ahlakı bir vazifedir. Fakat bu vazifeyi hususi cem’iyetler halinde yapsak çok daha iyi ederiz. Çünkü her memlekette böyle cem’iyetler vardır.” arasında hiçbir rabıta görmeyen Kazım Nami Bey makalesinin nihayetinde hususi cem’iyetler teşkilini tavsiye etmesi şayan-ı hayrettir. Her memlekette böyle cem’iyetler olması acaba neden bizde de öyle olmasını icab ediyor. Darü’l-hikme’nin başladığı mesainin bilahare resmiyet haricinde bir şekl-i nevin alması imkanı yok mudur? Faydalı bir teşebbüsün inkişafını bile anlamadan aleyhinde bulunmakta acaba ne hikmet vardır? Mesail-i milliyyede hissimize değil akıl ve irfanımıza arzumuza değil milli örfümüze şeair-i diniyyemize tebaiyet edersek vatan hakkında pek hayırlı bir yol tutmuş oluruz. laksızlık ve Tedavi Çareleri ünvanı altında bir makalesini gördük. Selim Sırrı Bey ahlaksızlığı tedavi için İsveç’te tatbik edilen çareleri millet ve hükumetin enzar-ı intibahına arz eden bu faydalı makalesine bilinmez ne sebebden şu satırlarla başlıyor: “Bir taraftan Şeyhülislam Efendi hazretlerinin diğer taraftan Sıhhiye Müdir-i Umumisinin memlekette tehzib-i ahlak çarelerini düşünmeleri cidden şayan-ı şükrandır.” Biz bu satırları okurken Selim Sırrı Bey’in bu memlekette değil İsveç’te yaşayan bir mütefekkir olduğuna hükmedeceğimiz geldi. Çünkü memleketteki buhran-ı ahlakınin esbab ve avamilini pek güzel bilmesi icab eden ve bu esbabı kimlerin ihzar ettiklerini yakından gören Selim Sırrı Bey bugünkü Sıhhıye Müdir-i Umumisinin Şeyhülislam Efendi hazretleriyle birlikte memlekette tehzib-i ahlak çarelerini düşündüğüne hükmetmesini başka suretle te’vil kabil değildir. Bugünkü buhran-ı ictima‘i bugünkü sukut-ı ahlak din ve hissiyat-ı diniyye aleyhinde ma’hud İctihad mecmuasında senelerden beri vuku’ bulan neşriyatın zaruri bir neticesi değil midir? Liber-pansör yetiştirmek gibi cazib bir kisve-i iğfal altında gençlerde mukaddes duyguları öldüren neşriyatın neticesi bugünkü acıklı vaz’iyetten başka ne olabilirdi? Şu halde tahribe çalışanlar tehzibe nasıl hizmet edebilirler? Yoksa fuhşun kaldırılması yolunu şaşırmış kadınlara vesika dağıtmakla mı olacaktır?!... Matbuatımız arasında bilhassa Tasvir-i Efkar ve Vakit gazeteleridir ki buhran-ı ahlakı mes’elesini layık olduğu ehemmiyet dairesinde nüfuzkar bir nazarla ta’mik etmişlerdir. Bu husustaki mütalaatımızı da gelecek nüshada arz edeceğiz. ŞARK AHVALINE DAIR Ağustos tarihli Tan gazetesinden: “Fransa ne esna-yı harbde ne de muharebeden sonra bir şark milleti üzerine hakim olmak emelini asla beslememiştir. Muahedenamesi Suriye’ye dair Fransa-İngiltere vesaikten ibaretti. Buradan Sansürce otuz üç satır çıkarılmıştır. Müttefikler milletlerin istiklali için harb etmişlerdir. Kazandıkları zafer Asya’da mevcud olan veyahud inkişafa doğru yürüyen müslüman istiklaliyetlerini mahv etmek neticesini tevlid edemez ve memleketlerin istikbaline hüküm vermeden evvel ahalisine kabiliyetlerini hislerini Tan bu mühim makalesine bazı şerait dahilinde Fransa’nın ötede beride bulunan askerlerini geri çekebileceğini beyan ile nihayet vermektedir. Tan gazetesinden: “ Daily News gazetesi evvelki günkü nüshasında Kafkasya’da bulunan İngiliz kuvvetlerinin çekilmek üzere olduklarını bildiriyordu. İngilizlerin hareketinden sonra neler olacak? İngiltere’de bulunan Ermenistan Komitesi Londra gazeteleriyle neşrettiği bir beyannamede diyor ki: “Bu havalide şübhesiz yeniden kanlar akacak katliamlar yapılacak ve Erivan’daki Ermenistan hükumetiyle Ermeni unsurundan bakıyye kalabilen aksam mahv edilecektir. Buna karşı yegane çare muavenet hususunda İngiltere ile Amerika’nın müştereken hareket etmeleridir. Vakıa Hükumat-ı Müttehide Kafkasya’ya şimdilik asker göndermezse de bir müddet için İngiliz zabitleri kumandasında olarak orada kalacak asakirin masarifini olsun deruhde edebilir.” Kafkasya’da tedkıkat icrasına me’mur olan General Harbord şübhesiz bu projeyi de tedkık ederken vaz’iyetin ne kadar müşkil olduğunu takdir de eyleyecektir. Fil-hakıka konferansın bu kadar uzaktan ve o kadar geç kalarak ittihaz eyleyeceği mukarreratı Osmanlı İmparatorluğu mes’elesini halle kifayet edemeyecektir. Rüesaya ve eslihaya malik olan ve dağlık arazide icra-yı harekat eden Türkler asırlardan beri cengaver olarak yaşamışlardır. Türk unsuru parçalanarak bir kısmı ekalliyette bulunan hıristiyanların idaresi altına vaz’ edilmek istenince şübhesiz kendi haklarını bil-fiil müdafaa edeceklerdir. Bu müdafaanın ilk kurbanları ise Avrupa’nın muhafaza etmek Geçen baharda Fransa diplomasisi bir Türk hey’etinin Paris’e gelerek konferansa izahat-ı lazıme verebilmesini te’min için teşebbüsatta bulundu. Bu suretle evvela Türk hükumetine düvel-i müttefikanın bazı mesaili aralarındaki suret-i tesviye mucebince aynen kabul ettirmek hususunda müttehidü’l-fikr oldukları gösterilecek ve Anadolu ahalisine de kendi murahhaslarının mütalaatı dinlenmeden ittihaz-i mukarrerat edilmediği hissi verilmiş olacaktı. Hey’et-i murahhasa Paris’e geldi fakat bu hey’et şark usulü mucebince az koparabilmek için çok istemek düsturuna tebean hareket ettiği için Fransızca metni tercüme olunduğu görülen sert bir mektupla geri gönderildi. Şimdi İstanbul’da Amiral Galtrop Fevkalade Komiserlik ünvanından başka Kuva-yı Bahriyye Başkumandanlığı vazifesini de idare ediyor. General Milen İzmir’de oturmakla beraber bütün Anadolu’daki kuva-yı İ’tilafiyye müşarun-ileyhin kumandası altındadır. Fransa’nın elinde hiçbir kuvvet olmadığı için mes’uliyet de kendisine aid olmamak icab eder. Halbuki şarkta düvel-i müttefika menafiine Fransa pek büyük hizmetler edebilirdi. Herkes tarafından sevildiği için asgari gayretle a’zami menafi’ te’mini Fransa için pek kabildi. Osmanlı hükumeti ne suretle taksim edilirse edilsin hiçbir suret-i tesviye yoktur ki bu imparatorluğun tamami-i muhafazası kadar Fransa tarafından şayan-ı arzu görülebilsin. Bu sebeble Fransa’nın şark işlerinde daha faal bir vazife ifa etmesi düvel-i müttefika Eğer İngiliz rufekamız makalemizi okurlarsa tahririni riz. Maksadımız şarkta yalnız kolay muvaffakıyetlere ibtina ederek hakkı nazar-ı dikkatten dur tutan bir politika ta’kıbine devam edilecek olursa İngiltere de dahil olduğu halde bütün İslam imparatorluklarının ne büyük tehlikeler karşısında kalabileceklerini göstererek nazar-ı dikkati celb etmekten ibarettir.” ŞARK VE GARB MEDENIYETLERI “Türkiye’ye aid mes’elelerde biz daima sathi hükümler veriyoruz. Sokakta bir Türk gördüğümüz veya Türk hayatına aid i’tiyadatımıza zıd bir şeye tesadüf ettiğimiz zaman: “Garib şey ne kadar ta’dile muhtac!” deriz. Sonra Türkiye hakkında bir hüküm vereceğimiz zaman “Şark” ve “Garb” kelimelerini sık sık kullanırız. Türkiye’nin bir Garb değil Şark memleketi olduğu için terakkıyi başka türlü anladığını hatıra getirmeyiz. deniyeti arasındaki farkın mahiyetini anlamamamızdır. Mesela bizim medeniyetimize aid bazı şeylerin Türk alem-i medeniyyetinde yer bulmasına hiçbir mani’ yoktur. Türk alemine iyi şimendüfer telgraf hatları dahil olabilir. Türkler Amerika potinleri ve Alman motolleri taşıyabilir. Fakat bu müşabehetlere rağmen Türk medeniyeti mahiyet-i esasiyyesi i’tibariyle bizim medeniyetimizden başkadır. Bu hususiyet Türklerin bizim medeniyetimizi kabul etmelerine bit-tabi’ haildir. Üçüncü nokta Türk medeniyetinin evvelce bugünden daha yüksek bir mevki’de bulunduğudur. İhtimal ki Genç Türklerin Garb medeniyeti hakkındaki yanlış fikirleri inhitata yol açmıştır. Belki bu inhitat muhtelif avamil-i tarihiyyenin neticesidir. Bu cihet istikbal nokta-i nazarından ümidvardır. Bundan istidlal edebiliriz ki Türk medeniyeti kendine mahsus hususi sahalarda ilerlediği bir de mazide olduğu gibi istikbalde de büyük muvaffakıyetler göstermeye kadirdir. İyi bir inkişafa mazhar olursa Türk medeniyetinin parlak bir istikbali olmadığını kimse deniyetine benzememekle beraber hakıkı ve muazzam bir tekamül ihtiva edebilir.” Temmuz tarihli Le Matin gazetesinden: Londra – The Times’ in Washington muhabiri gazetesine keşide ettiği bir telgrafta Reisicumhurun A’yan a’zasıyla olan müzakereleri esnasında Amerika’nın Şarkta vekalet kabul etmesini arzu ettiği söylenmesi İngiliz rical-i hükumetini te’min edecek mahiyette bir netice tevlid edemediğini yazıyor. Karışık olan bu vaz’iyet içinde muhakkak olan bir şey varsa o da Meclis-i A’yan’ın Amerika’nın Ermenistan’da İstanbul’da veyahud diğer yerlerde mes’uliyetler kabulüne müsaade etmeyecektir. A’yan a’zasının bu ısrarlarına sebeb efkar-ı umumiyyenin haricde mes’uliyetler kabulü fikrine gittikçe muhalif bir tavır aldığı zannında bulunmalarıdır. Bu fikrin tekevvününe sebeb olan şeyler atideki tarzda hülasa edilebilir. gittikçe daha fena telakkı edilmesi. Bu su’-i telakkı Vikont “İşi” ile Mösyö “Lansing” arasında senesinde vuku’ bulan müzakerat esnasında Vikont İşi’nin samimiyetten ayrıldığını Lansing’in i’tiraf etmesinden sonra daha fazlalaşmıştır. taleb edilen ma’lumatı i’tadan istinkafı. ettirmek için fazla mesai sarf etmesi. vaffakıyyete uğraması. bi idaresi altına tevdi’ eden Lehistan mes’elesinin tarz-ı halli gibi zaif noktalarını teşrih etmek hususunda muhalifin tarafından sarf olunan mesai. Ağustos tarihli L’action Française gazetesinden: Türkiye hakkında bir karar vermek zamanı yaklaştıkça Avrupa’nın istirahatini Türkiye’nin bekasında gören eski diplomasinin doğruluğu nazarlarda tezahür ediyor. Türkiye’nin harabisi yeni ihtilatata bais olacak ve yalnız yacaktır. Fransa bundan hiçbir şey kazanamayacağı gibi bilakis bu karışıklar ve taksimler arasında çok şeyler gaib edecektir. Osmanlı İmparatorluğu’nu hiç olmazsa Arabistan hududuna kadar bir takım te’minat-ı siyasiyye ile muhafaza etmek… İşte Fransa’nın hakıkı siyaseti. HIND–AFG A N HARBININ SEBEB-I ZUHURU The Times gazetesinden: Harb Afgan kıtaatının geçen Mayıs’ın ikisinde evvelce Afridi kabaili ile vuku’ bulan muharebatta mühim bir rol oynayan ve ismi defaat ile zikredilen Hayber Geçidi’nin civarında kain müteaddid nikattan Hind-Afgan hududunu tecavüz etmeleriyle başladı. Emir-i sabık Habibullah’ın vak’a-i katlinden beri Şubat Afganistan ahvali İngiltere için bir sebeb-i endişe teşkil ediyordu. Maamafih emir-i lahık Emanullah Kabil’de kuvve-i hükumeti ele aldığı zaman Hindistan hükumetine karşı hissiyat-ı dostane beslediğini i’lan eyledi. Fakat onun ef’al ve harekatı bu te’minatına asla tevafuk etmiyor rekatın sür’at-i mümkine ile tenkilini te’min maksadı ile vaz’ ve neşr olunan “Ravlat” nam kanundan mütevellid adem-i hoşnudiden istifade etmek ve hatta Hindistan’da bir kıyam çıkarmak istediğine dair bazı emareler elde edildi. Afgan-Hind hududunun Hindistan cihetindeki kabail arasında bazı tek tük kıyamlardan başka Emanullah’ın da eser-i tahriki olarak Hindistan’da hiçbir hareket-i isyaniyye zuhur etmedi. Vuku’ bulan müsadematı izah ettikten sonra ne suretle musalaha akdedildiği hakkında The Times diyor ki: Hindistan Vali-i Umumisi mütarekeye hangi şartlar esas olabileceğini Emir’e bildirdi. Rus bolşevikleri ile gizlice münasebatta bulunmuş olan Emir cevab-namesinde Afganistan’ın aşk-ı istiklalinden ve cihanda daha yeni uyanan fikr-i hürriyyetten bahseyledi. Bu mektup mutavaatkarane bir lisan ile yazılmamış olmasına rağmen sulh murahhasları ta’yin olundu ve Temmuz’un yirmi altısında Ravalpindi’de sulh konferansı açıldı. titahisinde İngiltere’nin Afganistan bila-kayd ü şart teslim oluncaya kadar harbe devam etmek hakkını haiz olmakla beraber Emir’in nedamet ve tevbekarlığına inandığı ganistan Başmurahhası buna cevaben pek de i’tilafkarane olmayan bir nutuk irad etti. O zamandan beri konferans bir müddet daha müzakeratına devam etti ve İngiliz murahhaslarının serd ettikleri şerait-i sulhiyye Afgan murahhasları tarafından tamamen kabul edildi. Bayram münasebetiyle Sebilürreşad gelecek hafta intişar etmeyecektir. Hukuk Matbaası’nda basılmıştır Eşref Edib ASIM – Vay Hocam! Vay gözümün nuru efendim buyurun! Hangi rüzgar mı desem? – Öyle ya! – Buyurun oturun. Mütehassirdik efendim ne inayet! Ne kerem! Öpeyim lutf ediniz... – Çok yaşa! Lakin... Veremem. – Bütün İstanbul’u ağzından öpen elleriniz Bize naz etmese olmaz mı? Efendim veriniz! – Döktüğün dillere bittim seni çok sözlü seni! Ayda alemde bir olsun aramazsın Köse’ni! Bu herif öldü mü sağ kaldı mı derler de ayol Baba dostuysam eğer kalkar ararlar bir yol. Yoksa yaşlanmaya görsün adamın hali yaman! Ne fena günlere kaldık aman Allah’ım aman! Nesl-i hazır denilen şey pek acaib bir şey: Hoca rahmetliye bak oğluna bak... Hey gidi hey! – Amma tekdir ediyorsun canım ilkin adamı! Bir selam ver bakalım böyle Selamsız’dan mı? – Selamun aleyküm! – Aleyküm selam! Barıştık yüzün gülsün artık İmam. – Hele dur öfkemi tekmilleyeyim! – Tekmille... Zaten eksik bir o kalmıştı: Hudayi sille! – Sanki dövsem ne yaparsın? Hocayız biz döveriz Gül biter vurduğumuz yerden... – İnandım... Caiz! – Pek cılız çıktı bu “caiz” demek imanın yok? – Dayak “Amentü”ye girdiyse benim karnım tok! Gül değil kıl bile bitmez sopa altında hele! Öyle olsaydı şu karşındaki yalçın kelle Fark olunmazdı Kızanlık’taki güllüklerden! Bu dayak faslı da aç karnına bilmem nerden? Dur ki çay demleyelim nargile gelsin kerem et... – Söyle gelsin hadi zahmetse de... – Haşa rahmet. – Enfiyen var ya? – Tabi’i. – Çekilir boydan mı? – Burun aldatmaya kafi! – Bu nedir? Cerman mı? – Karışık. – Neyse zarurette pek a’la gidecek. Hocazadem bakalım bir de bizimkinden çek! – Yerli mahsulüne benzer mi desem? – Kendisidir. – Sen de tiryaki değilsin ya! Pek a’la yetişir. – Baban olsaydı da görseydi işin vardı. – Neyi? – Çektiğin murdarı! – Sevmezdi evet böyle şeyi. – Neydi rahmetlide lakin o temizlik? Vay vay! – Azıcık benzemiş olsaydı ya mahdumu da... – Ay? Şu babamdan nerem eksik hadi göster bakayım? – Ama hiddetleneceksen ne suyum var ne sayım! Başmuharrir Yok eğer mum gibi dosdoğru cevab istersen: Babanın kestiği tırnak bile olmazsın sen! – Ne nezaketli beyan! Hay gidi mum tıpkı odun! – Böyle hiddetlenecektin neye razi oldun? – Oldum amma bu kadar doğrunun olmaz ki tadı... “Selamun aleyküm behey kör kadı!” Mehmed Akif [] ESRAR-I KUR’AN . Vakta ki Fir’avn ile ordularını Cenab-ı Hak ihlak buyurdu Hazret-i Musa vaad buyurulan Tevrat’ı telakkı etmek üzere canib-i Tur’a azimet etmek istedi. Va’d-i tamam olması ta’yin olunmuştu. Binaenaleyh Hazret-i Musa kardeşi Harun’a kendisinin huzur-ı Rabbani’ye şitaban olacağını beyan ile Beni İsrail arasında kalmasını ve daima tarik-ı salahı ta’kıb ve tarik-ı fesaddan ictinab eylemesini tavsiye eylemişti. Harun nezdinde Samiri olduğu halde Beni İsrail arasında kalarak onları Hazret-i Musa’ya kavuşturmak üzere izinden götürüyordu. Beni ettikleri para mukabilinde rehin aldıkları birçok mücevherat bulunuyordu ki Beni İsrail her zaman ve her yerde bu suretle hareket ederler. Harun Beni İsrail’in nezdinde bu mücevheratı görünce bunların ganimet olduğunu ganimetin Beni İsrail’e helal olmadığını ve binaenaleyh bu mücevheratın kaffesini toplayarak bir çukura gömmek iktiza ettiğini Hazret-i Musa avdet ettiği zaman ganimeti helal kılarsa o zaman onları oradan alabileceklerini aksi takdirde helal olmayan bir şey kullanmamış [kullanmış] olacaklarını söylemişti. Bunun üzerine Beni İsrail’in elinde bulunan mücevherat toplanmış ve bir çukura gömülmüştü. Samiri ise kavm-i Musa’yı istiğfal ile sahirlerle hokkabazların yaptığı gibi yerden bir avuç toprak almış bunun Hazret-i Cebrail’in bastığı yerden alındığını ve bununla ortaya çıkacak olan buzağının öküzün kesb-i hayat edeceğini dermiyan ederek o toprağı yere serpmişti. Müteakıben o mücevherattan bir buzağı vücuda getirmişti ki bu buzağı böğürüyordu. Tabii zaman-ı hazırda bir takım fabrikaların yaptığı sınai hayvanatın nasıl böğürdüğünü ve sesler çıkardığını bilenler bu buzağının böğürmesinden hiç de istiğrab etmezler. Samiri buzağıyı yaptıktan sonra Beni İsrail’e işte sizin ve Musa’nın taptığı ilah budur dedi. Hazret-i Harun Beni İsrail’in bu dalalete düşmemesi Hazret-i Musa’nın avdetine kadar buzağıya tapmaktan vazgeçmeyeceklerini beyan ettiler. Beni İsrail buzağının za’f ve aczini ne bir iyilik ne de bir fenalık ikaına kadir olmadığını gördükleri halde buzağıya muhabbet perverde etmekten feragat etmediler. Harun ise kendisiyle kalan cemaatle beraber buzağıya tapanlara i’lan-ı harb etmeyerek Musa’nın avdetini beklemişti. Hazret-i Musa müteessir ve müteessif avdet edince kavmine “Cenab-ı Hak size güzel vaadlerde bulunmadı mı? Va’d-i Rabbani’nin zaman-ı ifası pek mi uzadı yoksa Allah’ın gazabını istediniz de mi aramızdaki vaadi bozdunuz?” dedi. Beni İsrail “Hazret-i Musa’ya verdiği sözü isteyerek ve kasdederek bozmadığını Samiri’nin onları aldattığını Kıbtilerin mücevheratı üzerine serptiği bir avuç toprakla böğüren bir buzağı çıkaracağını söylemesine binaen verilen sözün bozulduğunu” söylediler. Beni İsrail bilmiyordu ki buzağının seslenmesi görmedikleri bir takım alatın eseridir. Nitekim fabrikalar öyle kuşlar ördekler buzağılar yapıyor ki kimi ayakları üzerinde yürüyor kimi kanadlarını çırpındırıyor uçuyor ötüyor. Beni İsrail Musa’ya vak’ayı anlatınca Hazret-i Musa onlara tevbe etmeyi emretti. Onlar da tevbe ettiler. Yoksa Cenab-ı Hak isteseydi ikab-ı İlahisini ta’cil ederdi. Halbuki onları doğruyu görünceye kadar imhal etti ve irtikab ettikleri fenalıktan vazgeçince yine kabul etti. Hazret-i Musa kavmine irtidad etmek ve buzağıya tapmak gibi irtikablarından dolayı nefislerini fart-ı hüzn ü kederle öldürmelerini emretti. Onlar da emrine itaat ettiler. Şayed Cenab-ı Hak insanların hayra nail olmak bul olunmazdı. Fakat Allah rahmetini temenni eden ve azabından korkanlara rahmetini rayegan buyurur. Bu kıssanın iradından maksad Medine Yahudileri le ettiğini onların din-i haktan irtidad mukteza-yı akla muhalefet ve bir takım vehimlere inkıyad etmelerine rağmen yine Allahu Tealanın onları ihsan-ı İlahisiyle rahmet-i Sübhaniyyesiyle sirab ettiğini ihtar etmektir. Binaenaleyh Medine Yahudileri Müslümanlığa karşı geliyor ve Resulullah Efendimiz’le harb ediyorlarsa onların ecdadı daha fenasını daha bedterini yapmış. Yani irtidad etmiş ve buzağıya tapmışlardı. Fakat bilahare akıllarını toplayarak başlarına ne geldiğini düşünmüşler aldatılmış olduklarını Samiri’nin hilelerine kandıklarını etmelerini isteyince hemen tevbe ederek Allah’a rücu’ etmişlerdi. Medine Yahudileri ise Allah’a iman ettiklerini Tevrat ’ın ayatına tutunduklarını iddia ettikleri halde Cenab-ı Hakk’ın Arab ümmilerinden birine vahy-i İlahisini inzal edeceğini inkar ederek bunun üzerinde ısrar etmişler ve tevbe de etmemişlerdi. Bunlar o yanlış yola sapan ecdadının yolunda gitseler bunlardan tevbe edenlere Cenab-ı Hakk’ın ihsanlarını düşünseler ne iyi olurdu. Çünkü Cenab-ı Hak tevbe eden kullarının tevbesini kabul eder. Günahlarını afv eder. Bahusus Cenab-ı Hak onlara Kitap ve Furkan’ı inzal ettiyse maksad onların hidayeti değil miydi?! Sonra tevbe edenlerin günahlarını bağışlaması ancak niam-ı ilahiyyesine şükretmeleri için değil mi? Medine Yahudileri Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in hidayet ve din-i hak ile gelmesini çekemeyerek Ehl-i Kitab ve ehl-i ilim oldukları halde okuması tahsili olmayan bir ümminin yolunda gitmekten istinkaf ettiler. Bundan dolayıdır ki selefleri hakkında Allah’ın lütuflarını beyan etmek iktiza etmişti. Cenab-ı Hak fazl-ı İlahisini Abdülaziz Çaviş VEHHABILIK Vehhabi mezhebinin müessisi bulunan Şeyh Muhammed Abdülvehhab’ın suret-i zuhuruyla mezheb-i mezkuru ne yolda te’sise muvaffak olduğu hakkında Mezahib ve Turuk-ı İslamiyye Tarihi nin müellif-i alisi fazıl-ı muhterem Şeyhülislam-ı sabık Haydari-zade İbrahim Efendi hazretleri tarafından kaleme alınan şu makalat Necid’de tetebbuatta bulunmuş olan bazı ulemanın gayr-i matbu’ asar-ı kıymetdarından ıktibas edildiği cihetle büyük ehemmiyet ve kıymet-i tarihiyyeyi haiz bulunduğundan muhterem kari’lerimiz tarafından dikkatle ta’kıb buyurulmalıdır. Vehhabi mezhebi ehl-i sünnet ve cemaatin kudema-yı Hanabile kısmından teferru’ etmiş bir mezhebdir. Bu mezheb Sultan Hamid-i Evvel hazretlerinin devr-i saltanatlarında zuhur etmiştir. Bu mezhebin müessisi Muhammed bin Abdilvehhab nam zattır. Abdülvehhab da Süleyman’ın oğludur. Süleyman Ali’nin Ali Ahmed’in Ahmed Raşid’in Raşid Berid’in Berid Muhammed’in Muhammed Berid’in Berid Müşerref’in Müşerref Ömer’in Ömer Bu’zad’ın Bu’zad Reys’in Reys Ze’har’ın Ze’har Muhammed’in Muhammed Ali’nin Ali de Vehb et-Temimi en-Necdi nam zatın mahdumudur. Bu mezhebin tekarrür ve teammümüne de hizmet eden yine Muhammed’dir. Abdülvehhab’ın bu mezhebe tealluk eden i’tikadiyat ile kat’iyyen münasebeti yoktur. Mezhebin Abdülvehhab’a nisbeti mecazidir. Hatta bu mezhebe aid bazı mesail-i i’tikadiyyeden dolayı baba ile oğul beyninde şedid bir niza’ ve ihtilaf da var idi. Çünkü Abdülvehhab mahdumunun meslek-i i’tikadisine cidden muhalif idi. Muhammed bilad-ı Necdiyyeden ve Müseylemetü’l-Kezzab’ın memleketi olan Yemame nevahisinden olan Uyeyne kasabasında tevellüd etmiş ve pederinin de terbiyesi altında yetişmiştir. Pederleri o sırada Uyeyne Kadısı idi ve me’muriyeti de meşhur Uyeyne Emiri Muhammed bin Hamed bin Abdillah bin Ma’mer’in zaman-ı emaretine müsadif idi. Uyeyne ol vakit Muhammed’in elinden çıkmamış olduğu gibi Abdülvehhab da Hureymile kasabasına henüz nakl-i hane etmemiş idi. Muhammed fıkh-ı Hanbeli’yi pederinden ahz ve teallüm etmekle beraber sıgar-ı sinninden i’tibaren dahi tefsir hadis akayid gibi ulum-ı şer’iyyenin tedkık ve tetebbuuna hasr-ı meşguliyyet etmiş ise de tarik-ı tahsilini bir üstad-ı mahsus ve daiminin irşad ve ta’limi suretiyle ta’kıb etmediğinden dolayı ayat ve ehadisin zevahirlerine temessükten başka bir şey tanımamış ve bu hal ise kendisini umur-ı diniyyede müfrit bir taassuba ma’ruz kılmıştır. Bir adamın dine tealluk eden hususatta kendi re’y-i zatisine istinaden istinbat-ı ahkama kalkışması cumhura muhalefetle hark-ı icma’ gibi birçok mehazir ve tehlikeye ma’ruz kalmasını intac edeceği tabiidir. hususatta Necid ahalisinin hürriyet-i i’tikadiyyelerine taarruzla kendilerini tenkıde cür’et eyledi. Muhammed bu sıralarda Uyeyne’den müfarakatle Hicaz’a azimet etti. Ba’de’l-hac Medine-i Münevvere’ye gelip aslen Necid’in Südeyr nahiyesinde vakı’ Mecmaa beldesi rüesasından ve Al-i Seyf’ den olup El-Azbü’l-faiz fi-ilmi’l-feraiz nam eserin müellifi Şeyh İbrahim’in pederi bulunan Abdullah bin İbrahim bin Yusuf’tan bazı ulum ahz ve teallüm etti. Muhammed Medine-i Münevvere’de bulundukça halkı Hazret-i Peygamber’den istifamine ve istianede bulunduklarından dolayı ta’n u teşni’ eder ve Cenab-ı Hakk’a karşı vesile-i kübra ve vasıta-i uzma olan Resulullah Efendimiz’in hal-i hayatlarıyla hal-i mematlarının bir olduğu hakkında cumhur-ı ulemanın müttefiku’r-re’y olduklarını nazar-ı i’tibara almazdı. İşte Muhammed’in bu babda gulüv etmesinden mütehassıl en büyük hatası da bu idi. Muhammed Medine-i Münevvere’de bir müddet Basra’ya geldi ve bir müddet Basra’da ihtiyar-ı ikametle alim-i meşhur Şeyh Muhammed el-Mecmui’nin halaka-i tedrisine devam ettiyse de tutmuş olduğu meslek-i miyye aleyhinde yine bir takım tenkıdata başlaması üzerine Muhammed’in aleyhinde efkar-ı umumiyye galeyana gelerek kendisini enva’-ı cefa ve hakaretle Basra’dan vakte kadar hürmet-i ammeye mazhar olmuş olan Şeyh Muhammed el-Mecmui hakkında da bir takım tahkırata cür’et ettiler. Muhammed’in Basra’dan ihracı yaz mevsiminin gayet şiddetli bir zamanına tesadüf ederek Basra ile Zübeyr kasabası arasındaki mesafeyi maşiyen kat’ ettiği cihetle şiddet-i hararetten helak derecesine gelmiş idiyse de o sırada Zübeyr kasabası ahalisinden bulunan Ebu Humeydan namında birisi Muhammed’e tesadüf ederek kendisini düşmüş olduğu hak-i helakten kaldırıp beraberindeki merkebe tahmil etmiş ve bu suretle Muhammed’i bir mevt-i muhakkaktan kurtarmıştı. Ebu Humeydan Muhammed’i Zübeyr kasabasına götürdükten sonra kasaba-i mezkurede çok kalmayarak oradan Şam’a müteveccih olmak üzere hareket ettiyse de levazim-i seferiyyesinin fıkdanından naşi Ahsa-yı Necid’e gelip Abdullah bin Muhammed bin Abdillatif eş-Şafii el-Ahsai nezdinde bir zaman misafir kaldı. Oradan da yine bilad-ı Necdiyyeden olan Hureymile kasabasına gitti. Muhammed’in pederi Abdülvehhab ise tarih-i hicrisinde idi ki Uyeyne Emiri Abdullah bin Ma’mer’in maraz-ı taun ile musab olarak vefatı üzerine Harkaş künyesiyle mükenna bulunan hafidi Emir-i lahık Muhammed bin Ahmed’le arası açılıp başka birisi yerine kadı ta’yin edilmiş olduğundan dolayı ma’zulen Hureymile kasabasına avdet eylemiş idi. Muhammed bu münasebetle ikinci defa olarak pederi nezdinde ikmal-i tahsile başladı. Fakat balada zikrolunduğu üzere baba ile oğul beyninde min-haysü’l-i’tikad bir zıddiyet mevcud olduğundan naşi aralarında tekrar gürültü ve münazaa zuhur etmesi üzerine Hureymile ahalisi de bu yüzden Muhammed’in aleyhine döndüler. Abdülvehhab’ın tarih-i vefatı olan tarihine kadar artık kendisinden tevakkı edecek bir mani’ kalmadığından naşi hal bu suretle devam etti. Abdülvehhab’ın vefatından sonra Muhammed alenen akayid-i ehl-i sünneti ta’n u teşnia başladı ve halkı kendi i’tikadına da’vet etti. Hureymile ahalisinden bazı kimseler Muhammed’in da’vetine ittiba’ ettikleri cihetle Muhammed beyne’n-nas rada bir kabileden teşa’ub eden iki fırkadan ibaret idi ve memlekette her iki fırkaya hakim olabilecek bir kuvve-i riyaset de mefkud idi. Ancak bir kabilenin müteneffizanı “Hımyan” namıyla yad olunmakta olan birçok kölelere malik olmakla beraber daima katl ü nehb ve garat gibi ef’al-i memnua ve kabiha ile meşgul bulundukları cihetle Muhammed bunlara karşı bila-perva emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini ifaya başladı. Muhammed’in bu hareketinden bit-tabi’ münfail kalan fırka-i mezkure efradı Muhammed’in katlini tasmim ederek köleler vasıtasıyla fi’l-i katli icraya teşebbüs ettiler. Fakat Muhammed’in beytutet etmiş olduğu hanenin civarındaki komşular şakılerin hanenin etrafında olduklarını hissederek bağırmaya başlamışlar ve bu suretle eşkıyayı firara mecbur ederek Muhammed’i katilden kurtarmışlardır. Bu hadiseden sonra Muhammed tekrar Hureymile’den Uyeyne’ye şedd-i rahl etmeye mecbur oldu. O sırada Uyeyne Emiri bulunan Osman bin Muhammed bin Ma’mer dahi Muhammed’i hüsn-i kabul ederek hakkında levazim-i hürmet ve riayeti kemaliyle ifa etmekle beraber her suretle muavenette bulunmayı da taahhüd etti. Muhammed Osman’ın bu taahhüdüne cevaben “Eğer kelime-i tevhidin nusretinde bana muavenet mesleğinde sebat eder isen Cenab-ı Hak da seni muvafık edip Necid kıt’asına malik olacaksın.” dedi. Osman da Muhammed’in halkı kendi i’tikadına da’vet etmesine müsaade etmesi üzerine Muhammed o dakıkadan i’tibaren halkı da’vete başladı. Uyeyne ahalisinden bazı kimseler derhal Muhammed’e ittiba’ ettiler. Muhammed o havalide ma’nevi bir i’tikad ile ahali tarafından ziyaret edilmekte olan birçok eşcarı kat’ ettiği gibi ashabdan Zeyd bin Hattab’ın Cübeyle beldesindeki merkadinin kubbesini de hedm etti. Muhammed’in afaka velvele-endaz olan bu tarz-ı hareket ve suret-i da’veti o sırada Ahsa ve Katif Emiri bulunan Süleyman bin Muhammed ile ona tabi’ olan urban ve ahaliye vasıl olması üzerine Süleyman tarafından Osman bin Muhammed’e şedidü’l-meal bir mektup yazılıp Muhammed’in emr-i dinde vakı’ olan şu cür’etinden dolayı katlini emretti ve şayed bu babdaki emri tenfiz olunmayacak olursa Ahsa Emareti Hazinesi’nden her sene Osman’a verilmekte olan bin iki yüz altının kat’ı cihetine gidileceği de ilaveten beyan olunmuş idi. Osman gönderip bu husustan dolayı Süleyman ile muharebeye kudreti müsaid olmadığını da bildirdi. Muhammed ise “Her suretle bana muavenette bulunduğun halde Necid ve havalisine malik olursun.” diye tekrar Osman’dan istimdad eyledi. Fakat Osman cevabında: “Süleyman sizin katlinizi bize emretmiştir. Bizim de kendisiyle bu husustan dolayı harbe iktidarımız yoktur. Sizin gibi bir zatın hayatına kasdetmek dahi şime-i mürüvvet ve necabete muhaliftir. Şu halde daire-i hükumetimden harice çıkmanız zaruridir.” dedi ve Muhammed’i hudud-ı emaretinden harice çıkarmak için bir me’mur-ı mahsus ta’yin etti. Binaenaleyh Muhammed sevkine me’mur edilmiş olan atlı ile birlikte Uyeyne’den çıktılar. Muhammed piyade olarak esb-süvar olan me’murun ilerisinde gidiyordu. Ortalık mevsimin icabatından olarak gayet sıcak olmakla beraber Muhammed’in hakkında vakı’ olacak taarruz ve su’-i kasda karşı esbab-ı müdafaası da elindeki yelpazeden ibaret idi. Süvari Muhammed’in bu suretle esbab-ı müdafaadan mahrumiyetini nazar-ı i’tibara alarak Muhammed’in katlini tasmim ettiyse de o sırada min-tarafi’llah vücuduna tari ru’b u dehşetin neticesi olarak zangır zangır titremeye başladı ve korkusundan derhal Muhammed’in sebilini tahliye edip Uyuyne’ye avdet eyledi. Me’murun Muhammed’in katline tasaddi etmesi Osman’dan almış olduğu emre müstenid olduğu rivayet olunmakta ise de bu rivayet birçok taraflarından tekzib olunmaktadır. Bu hadise de tarih-i hicrisine müsadiftir. Muhammed katilden bu suretle yakayı yine kurtardıktan sonra oradan doğruca Der’iye’ye müteveccihen yoluna devam edip belde-i mezkureye vasıl ve Abdullah bin Süveylim el-Ureyni’nin hanesine misafir oldu. Ancak Şeyh Muhammed Abdullah’ın hanesinde dahi rahat edemeyip Der’iye Emiri bulunan Muhammed bin Suud’dan dolayı hayatının tekrar muhataraya düştüğü vehmine düştü. Binaenaleyh İbni Suud’a gidip sergüzeşt-i ahvalinden ma’lumat vermekle beraber kendisine va’z u nasayıhta bulunmayı da niyet etti. Ancak İbni Suud’un efrad-ı ailesiyle te’sis-i münasebat ettikten sonra bu maksadın beyanını daha muvafık buldu. Binaenaleyh Muhammed ibni Suud’un biraderi olan Veseniyan zeka ve fetanetle meşhure bulunan zevcesi ve Übey bin Vehtab’ın kızı Muzay ile münasebet peyda etti ve mumaileyhanın delaletiyle Muhammed’in ahvali İbni Suud’un ma’lumu oldu. Hatta Muzay zevci İbni Suud’a hitaben “Bu adamın bugün size gelip arz-ı ihtiyacda bulunması her zaman tesadüf eder ganimet ve ni’metlerden değildir. Bir inayet-i ilahiyye kabilinden olan şu tesadüften istifade etmeniz lazımdır.” sözünü defaat ile tekrar etti. İbni Suud zevcesinin bu babdaki ifadat ve mütalaatını hüsn-i kabul ve Muhammed’in hakkında hüsn-i i’tikad hasıl ederek bizzat Şeyh Muhammed’in misafir bulunduğu le beraber bir takım ta’birat-ı iltifatkarane ve te’minat-ı kat’iyyede bulundu. Bunun üzerine Muhammed “Her kim kelime-i tevhide temessükle mucebince amil olmak şerefine mazhar olursa kaffe-i bilad ü ibad üzerine hakim olacağından bütün Necid kıt’asına kemal-i galibiyyetle ve kariben hükümran olacağını” Şeyh Muhammed tarafından cevaben İbni Suud’a tebşir etti. Bu sözlerden sonra Şeyh Muhammed Hazret-i Peygamber dayetten fazail-i cihaddan el-hasıl emr-i bil-ma’ruf ile nehy-i ani’l-münkerden bilhassa Necid ahalisinin halihazırdaki bida’ u mazaliminden bahsetti. İbni Suud hakayık-ı diniyyeye tealluk eden bu ifadatı Şeyh Muhammed’den Şeyh’e cevaben: “Sizin vazife-i diniyyenizi hüsn-i ifaya muvaffak olmanız için elimden gelebilecek her bir fedakarlığı yet hasıl olduktan sonra yanımızdan ayrılmamak ve her sene Der’iye ahalisinden almakta olduğum haracın ahzine mani’ olmamak için şimdiden söz vermenizi isterim.” dedi. Şeyh Muhammed bu söze karşı derhal İbni Suud’a doğru elini uzatarak diyerek kendisinden ayrılmayacağına dair suret-i kat’iyyede söz vermiş ve harac hususundan dolayı “Cenab-ı Hak sizi feth-i bilad ve kesret-i ganaime muvaffak etmek suretiyle size haracdan daha büyük bir mükafat vereceğini ümid ederim.” ibaresiyle Haydari-zade DINI DERSLER Faziletli efendim Devamlı bir kariesi olduğum muhterem Sebilürreşad da din ve ictimaiyata dair kıymetdar makalelerinizin daima takdirkarı idim. İntişar etmesini sabırsızlıkla beklediğim Dini Dersler’ iniz din sahasında fedakarane sa’y u mücahedeniz hakkındaki hürmet ve tevkırlerimi dübala etti. Bunu yazmaktan maksadım aşağıda tafsilen yazacağım muazzez dinime olan muhabbetim hala mazideki za’f ve lakaydi-i diniye karşı olan şedid teessürlerim ve gençlerin efkarını hal-i tabiiye getirmek ve onlara terbiye-i diniyye vermek için en şedid mücahedelere azmetmiş olduğum hakkındaki fikirlerimin gayr-i samimi telakkı edilmemesidir. Bir zamanlar gayr-i şuuri bir halde yaşadığım dini hayatım birkaç seneden beri şuurlaştı. Muhitimizde din telakkısinin günden güne zaiflediği değiştiği nazar-ı dikkatimi celb etmeye başladı. Çocukların efkarı üzerine aile ve muhitten sonra kuvvetli icra-yı te’sir eden mekteptir. Hayatımı en şedid perestişler ile hocalığa vakf etmiş ve hele son zamanlardaki sukut-ı dini ve ahlakınin izalesi çalışmaya azmettim. Bunda muvaffak olmak için lazım gelen tetebbuatta bulunuyorum. Fakat Türkçe’de kafi derecede asar-ı diniyyenin bulunmaması ve Arapça da çalışmama rağmen ilmi kitapların lisanını anlayabilecek derecede bidaam bulunmaması beni pek müteessir ediyor. Dini hayatım şuurlaştığından beri hayat-ı fikriyyem de şuurlaştı ve ileride din millet vatan muhabbetleriyle bir kat daha kuvvetlenen iradem ile ibtidailerde ve hars mektepleri olan sultani ve darü’l-muallimatlarda bu gaye uğurunda çalışmaya azmettim. Gençliği tenvir ve onlara rah-ı müstakımi göstermekte ne derece muvaffakıyet kazanacağımı bilmem. Fakat emelim ve sevinçlerim hak yolu olduğu için Halık teala hazretlerinin inayet ve yardımlarından bütün kalble ümidvarım. Din daima fikr-i sabitim olacaktır. Orada muvaffakıyetim ancak siz ve sizin gibi ulum-ı İslamiyyede vasi’ ihata sahibi zevatın ma’nevi yardımlarıyla olabilecektir. Şu satırları yazar iken fikrim emin olunuz ki mütalaatımın nasıl ve ne kadar bir ehemmiyet ile telakkı edileceği ve cevab verilmeye tenezzül edilip edilmeyeceği endişesiyle malidir. Mukaddes bir emel uğurunda geceli gündüzlü çalışan bir gence karşı edilecek bir teşvik onu daha ziyade bir iman ve azim ile çalıştıracaktır. Son zamanlarda gençliğin efkar ve ahlakında gayesinde husule gelen tahavvül ile sultanilerde ulum-ı diniyye dersleri veren hocaların vazifeleri cidden müşkilleşmiştir. Dini Dersler’ in mukaddimesinde serd ettiğiniz efkarınızın her noktasında ittihad ediyoruz. Dine o kadar ehemmiyet vermeyen bir takım maarifçiler de i’tiraf ediyorlar ki sultaniler hars mektepleridir. Ulum-ı ma’neviyyeye daha ziyade ehemmiyet vermek lazım gelir. Onlar talibelerin mekteb-i ibtidaide aldıkları terbiyeleri ikmal ile şuurlu bir hayat-ı ahlakı te’sis edeceklerdir. Biz İslamların terbiye-i diniyyeden mahrum olarak yetişmelerini tecviz edemeyeceğimizden ibtidaide esaslı bir surette vereceğimiz terbiye-i diniyyeyi sultanide şuurlu ve ilmi esaslar ile takviye etmek isteriz. Kendi nokta-i nazarımızdan yarının mütedeyyin esasat-ı İslamiyyeye tekmil mevcudiyetiyle merbut ve asr-ı hazır ulumuyla da mücehhez haluk gençlerin ruhlarının mahall-i teşekkülü olarak telakkı ederiz. Maatteessüf bir senelik hayat-ı tedrisiyyemde kendilerinden o kadar çok şeyler beklediğimiz muallimlerimizin bazıları beni çok nevmid etti. Talebelere din hakkında şuurlu bir muhabbet ve vazife hissi verecek olan muallimlerimiz dine lakayd biraz da mütecaviz idiler. “Yirminci asırda tedrisatta esas din olmaz bu muzırdır.” diyenleri çok gördük. Bu gibilerin tedrisatıyla talebelerin efkar i’tikad ve ahlakında açacakları rahneleri kapatmak.. Sarsılan akıdelerini kavi müsbet esaslara rabt etmek… Şübhelerini Allah’ın büyüklüğünü bildirmek. Cenab-ı Allah’ı Resulünü dinimizi sevdirmek… Din uğurunda mücahede edecek onu müdafaa edecek daima İslamiyet’in i’tilasını gaye ittihaz edecek bir gençlik yetiştirmek… Oh! Ulum-ı diniyye hocasının vazifesi çok mukaddes ve mübecceldir. Fakat o kadar da müşkildir. Ulum-ı İslamiyye ve fünun-ı cedidenin gavamızına vakıf bulunmalı ve kırılmaz bir irade sahibi olmalıdır ki ale’l-husus şu zamanda hedef olacağı i’tirazlara hatta sinden çevirmesin. İslamiyet’in fünun-ı cedidenin kaffesini tahsile saik olduğunu Hıristiyanlık ve Musevilik Daima İslamiyet’i Zaman-ı Saadet’teki safiyet ve nezahetiyle talebelerine arz ve tekmil hurafattan ve sonradan ğım zamandan beri dinin bizde ale’l-husus garb usulü tahsil görmüş gençler nezdinde telakkısinin çok zaiflediği beni çok işgal etmiş ve bi-izni’llahi teala naçiz de olsa şu buhranın izalesi için çalışmayı azmetmiş idim. Sultanilerde ulum-ı diniyye tedrisi için ihtiyar edilecek usulün derece-i ehemmiyyetini ve hocanın hele fünun-ı tabiiyye ve mesalik-i felsefiyyeyi ve Hıristiyaniyet’in esaslarını bütün gavamızıyla bilmesinin ehemmiyeti hakkında en derin noktalarına kadar gayet kat’i bir fikir peyda ettim. Şübhesiz gerek ibtidai gerek sultanilerimizde tedris edilmek üzere usul-i cedide ile onlara İslamiyet’in esasatını dinden maksad ne olduğunu anlatacak İslamiyet’e kat’iyyen rabt edip ilhada sevk etmeyecek tarzda yazılmış ulum-ı diniyye kitaplarının yokluğundan şikayet eder vücuda getirmeniz beni son derecelerde sevindirdi. İnşaallah bu sene-i tedrisiyye ibtidasında tecrübelerimi tevsi’ ders vermek üzere hocalık taleb ettim. Orada ale’l-husus birinci ve ikinci sınıfta henüz hiçbir fikir sahibi olmayan mini minileri mebadi-i diniyyeyi hakkıyla çocuk ruhuna göre tedris edebilmek için rehberlerin fıkdanından dolayı muvaffakıyet kendi sa’y ü cehd-i şahsime kalmıştır. Şimdi bende fikr-i sabit halini alan bir şey var ise o da mekatibdeki ulum-ı diniyye derslerinin kitaplarıdır. Bu hususta ilk hatveyi siz attınız. Sizden bu vadide daha birçok eserler bekler fakat diğer ulemamızın da bu ihtiyacatı takdir edip eski usulü terk ve size peyrev olmalarını isteriz. Bunun için lazım gelen teşvik ve irşadatı da sizden ve Sebilürreşad’ Naçiz mütalaatımı havi olan bu mektubuma cevab verilir ve ale’l-husus küçüklere ulum-ı diniyye tedrisatında ta’kıb edebileceğim bazı esasat da gösterilir ise pek müteşekkir kalacağımdan başka bu yolda yürümem için cesaretimi bir kat daha tezyid etmiş olacaksınız. Bursa: Pakize Sebilürreşad. – Ahmed Hamdi Efendi biraderimiz taşrada bulundukları cihetle maatteessüf cevabları biraz teehhur edecektir. MUHAFAZAKARAN FIRKASININ TEŞKILI TEŞEBBÜSÜ MÜNASEBETIYLE Esasat-ı İslamiyye üzerine mübteni bir muhafazakaran fırkasının teşkili teşebbüsünde bulunulduğu hakkında ceraid-i yevmiyyede bazı haberler manzurumuz oldu. Maali-i İslamiyye ve menafi’-i vataniyye yolunda öteden beri bir an evvel husulünü temenni etmekte olduğumuz tefekkir ekabir-i ümmetin –velev geç kalmış olsa dahi– bugün teşebbüs etmelerini millet-i İslamiyye ve ümmet-i Osmaniyye hakkında bir fa’l-i hayr telakkı eder ve şu zavallı Anadolu’da emniyet ve i’timad-ı umumiyi derhal celb ve cem’ edeceği bi-şübhe olan bu teşebbüsat-ı diyanet-perveranenin müntic-i muvaffakıyyet olmasını eltaf-ı Bari’den temenni eylerim. Evvel ve ahir arz olunduğu vechile memalik-i vesia-i Osmaniyyede icra-yı nüfuz ve harekat eden en mühim kuvvetler liberallik ve muhafazakarlık olduğu ve bunlardan evvelkisi muntazam tertibat altında icra-yı fa’aliyyet ve harekat ile bir hayli zamandan beri mukadderat-ı memleketi idare etmekte bulunduğu halde buna muhalif olarak teşekkül etmesi icabat-ı zaruriyyeden olan muhafazakarlığın teşkilatını aynı efkar ile mütefekkir ekabir-i ümmetin her nedense şimdiye kadar ihmal etmelerinden cesaret alan liberallik vahdet-i İslamiyyeyi parçalamak adab ve ahlak-ı İslamiyyeyi ihmal etmek tehzib-i ahlakı fuhşiyathanelerin teksiriyle beraber tiyatro şanolarıyla sinema şeridlerinde aramak aile rabıtalarının takviyesini tesettürün ilgasından beklemek serpuş-ı millimizi kisve-i külliyen ihmal etmek gibi şeylerle beyne’l-ahali tefrika husule getirerek hükumetle millet beyninde vücudu elzem olan vifak u ittihadı tamamen selb etti. Dini ve ahlakı teseyyübümüz yüzünden duçar olduğumuz bugünkü inhitat ve keşmekeş-i ahvalin el-yevm devamı milletlerin berat-ı necatı olan kuvve-i ma’neviyyemizin pek dun mertebede bırakılmasından münbaistir. Salah-ı halimizi mübeşşir olacak vacibat-ı diniyyenin ta’kıb ve ta’mim olunduğu ahlak-ı İslamiyyenin tasfiyesini te’min edecek münkerat ve fuhşiyatın men’ine çalışıldığı saçma sapan kitaplar yerine akaid-i İslamiyyeyi teallüm edip kütüb-i diniyyenin mekatibde tedrisine ehemmiyet verildiği dini teşkilat ve icraata köylerden başlayarak emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkere me’mur olacak zevatın efkar-ı İslamiyye ile mütefekkir verildiği ve ekseriyet-i milletin şu suretle arzusu tatmin olunduğu gün ahali ile hükumet beynindeki emniyetin Şurasını kemal-i safvet-i kalb ile i’tiraf etmek lazım gelir ki İslamiyet’i tarik-ı ilmiyye müntesibinine hasr etmek taşralarda vücudu eksik olmayan ameli ameline uymaz mütelevvinü’l-efkar kimselerin din perdesi altında liberallik siyasetine revac vermek ve onların dam-ı iğfaline düşerek dini icraatı dinsizliğin terakkı ve teammümüne müncer kılmak ve bu suretle teveccühat-ı ammeyi mahv ve heder etmek demektir. Ekserisi dinsizliğe mütemayil zannedilen taşra gençleri içinde din ve ahlak-ı İslamiyye yolunda vakf-ı hayat edecek kimseler ma’a’l-iftihar az değildir. İşte İslam’ın son ümid-i necatı olan cem’-i İslam müteşebbislerinin gözeteceği en nazik ve en mühim nokta kalıba değil kalbe nüfuz-i nazarı bilmeleridir. Hükumet-i Osmaniyye ekseriyeti millet-i İslamiyyeden müteşekkil olduğu halde siyaset-i İslamiyyeyi ikame ve ta’kıb edecek bir cem’iyetin lüzum-ı vücudu ancak bugün idrak olunabilmesi afv olunmaz hatalarımızın en mühimlerindendir. Şübhesizdir ki siyaset-i İslamiyyenin devam ve bekası ancak İslami bir kuvvetin teşekkülüyle mümkündür. Müteferrik kuvvetlere i’timad etmek asiyab-ı hükumetin damla sularıyla çevirileceğini ümid etmek demektir. Tefrika halindeki teşebbüsat ve ta’kıbat hiçbir vakit hakka makrun ve muvaffakıyete müncer olamaz. Ümmetin ekabiri tarafından teşkil edilecek böyle bir kuvvet esasat-ı Kur’aniyyeye mutabık olması lazım gelen bir program ve şiar-ı İslamiyyeye yakışacak etvar ve harekat ile nazargah-ı millete arz-ı vücud ettiği gün din ve vatan kaygısıyla nalan kalbler müteselli ve necattan ümidvar olabilir. Bundan sonra en evvel ahali arasındaki i’tikadat-ı batıla ve sehifenin ta’dil ve tashihini te’min edecek açık lisanla yazılmış kitap ve risalelere ihtiyac pek fazladır. Şimdiki kitaplar maatteessüf bu ihtiyacı te’min ve tatmin edemediğinden ahalimiz menhiyyatı mübah derecesinde telakkıye çoktan alışmıştır. Yine tekrar ederim ki bu İslami teşkilat bütün icraatını ekseriyet-i milleti temsil eden köylerden başlamalıdır ki kökleşebilsin. Bir köylü hukukunun muhafazasını bildiği din ve ahlakını öğrendiği gün arzusunu tatmin etmiş ve kuvve-i ma’neviyyesini yükseltmiş addolunur. Köylünün muhafaza-i hukukunu kafil adliye me’murininin en yakın nevahi merkezine kadar ta’yin ve teşmil olunduğu köylünün çift ve çubuğundan uzaklaştırılmadığı görüldüğü gün mal ve canı taht-ı emniyyete alınmış olur. Köy merkezlerinde açılacak mekatibde ta’lim ve terbiyesine pek ziyade dikkat gerektir. Muhitimizde teftişsiz ve kabiliyetsiz muallimlere terk olunan mekatib bugün maalesef yalnız ismen mevcud bulunuyor. Sıbyan acınacak bir halde metruktür. Bu nikat-ı mühimmenin idrak ile husulüne teşebbüs buyurulması ne kadar seza-yı şükran ise ulema-yı kiram ve mütefekkirin-i İslamiyyemizin de bu emr-i hayra muavin ve zahir olmaları o derecede şayan-ı arzudur. Ba’dema ihmal ve lakaydi zamanı çoktan geçmiş olduğundan millet dini ta’kıbde diriğ-ı himmet ve muavenet edenleri din aleyhdarlarıyla beraber tel’inde gecikmeyecektir. Amasra: Mustafa Nazmi .. Nisan tarih ve - numaralı Sebilürreşad’ da aynen derc buyurulan “Erbab-ı fazl ü kemalden bir sual: Ne bir zerre halk olur ne bir zerre mahv olur.” nazariyesine karşı hikmethane-i faziletlerinden lutfen cevab beklediğim Siyer-i Nebeviyye müellifi fazıl-ı muhterem nefs müellifi Ahmed Naim Bey Dini Felsefi Musahabeler müellifi Ferid Beyefendilerden şimdiye kadar bir cevab göremediğimden doğrusu pek müteessirim. Acaba makale-i acizanem meşgaleleri hasebiyle manzur-ı fazılaneleri mi olmadı yoksa sualimize atf-ı ehemmiyyet mi buyurulmadı? Şıkk-ı evvele kanaatim yoksa da şıkk-ı sani varid-i hatır olabilir. Sorulan sual “Hudus ve kıdem-i alem” mes’ele-i mu’dılasının mebnasını teşkil etmesi i’tibariyle gayet mühim olmakla beraber ilm-i kelam ulemasının hudus-i alemi isbatla vahdaniyet-i ilahiyyeyi o yolda takrir edebilmek hususunda serd ettikleri edille-i hakimanelerine karşı “Hikmet ve kimya namına gülerim.” diyerek asr-ı hazır erbab-ı fenninden bir mu’teriz yeni bir eserinde i’tiraz ediyor demişidik. Artık makaleden burada tekrar bahse hacet yoktur. Bu mes’ele ariz u amik mezkur makalede tafsil edilmiş idi. Binaenaleyh balaya derc eylediğim numaralı ve Nisan tarihli ceridede ism-i alilerini zikrettiğim üç zat-ı muhteremin enzar-ı fazılanelerini celb buyurarak bu hafta yetişemez mütalaa-i ilmiyyelerini yürütmek şartıyla cevab buyururlarsa hem eslaf-ı kiramdan fuhul-i mütekellimin efendilerimizin kelam-ı ali-i hakimanelerine karşı hakıkati anlar anlamaz bazı kasıru’l-fehm kesanın yağdırdıkları şütum-ı felsefesiyle tahlis buyurup ruh-ı musannifini bu yolda şadan ve hem de bab-ı faziletlerine gelerek bahr-i ulumlarından bir katre-i feyz taleb eden ve mahza istifsari olarak acz ve kıllet-i bidaasıyla sualinin cevabına kavuştuğunda kendi yedine bir silah-ı ma’nevi almakla iftihar etmekten başka bir maksadı olmayan sahib-i makale –bendeleriyle– daha benim gibi bu sualin cevabına muntazır bütün teşnegan-ı ilm ü ma’rifeti zülal-i faziletleriyle reyyan buyurmuş olurlar. Muhtasaru’l-Maani dibacesinde Hazret-i allamenin muhtelit ibare-i beliğasını der-hatır buyursunlar demiş olsak bilmem matluba daha muvafık düşmez mi? Bursa Mekteb-i Sultanisi Akaid-i Diniyye ve Siyer-i NebeCelaleddin TARIHÇE-I TARIK-I TEDRIS Süleymaniye’de Dökmeciler’deki kargir dört medresenin dört müderrisi tarik-ı tedrisin on birinci merhalesini teşkil eyler idi. Havamis-i Süleymaniyye ise medaris-i erbaa-i mezkure ile Musıla-i Süleymaniyye arasında bir başka derece i’tibar olunan beş medresedir ki bunların da beş müderrisi bulunurdu. Yakın vakitlere kadar buradaki müderrisin-i kiramın tezyid-i adedine imkan yok idi. Adüvv-i intizam olan bazı ahval bunların da nizamat-ı mevzuasını tarumar ettiğinden müderrisin adedi bil-i’tibar tekessür etmiştir. “Havamis” ta’biri de “Hamise”ye tebdil edilerek müderrisin-i kadime defatirinde “Havamis-i Süleymaniyye” yazılır iken defatir-i cedidede “Hamise-i Süleymaniye” ta’biri kullanılmıştır. “Sahn-ı Seman” müderrisi sekiz aded olup bunlar tenakus ve tezayüd etmezdi. Fakat derecat-ı sairede bulunan medreseler müteaddid ve mütekessir olduğundan zaman zaman te’sis edilmiş olan medaris mikdar-ı muhassasatına göre yukarıda zikredilen derecattan birine tihkak için mutlak hizmet-i fi’liyye meşrut idi. Hidemat-ı fi’liyye ise nizamat-ı mevzuanın ihlal edilmesiyle beraber metruk olduğundan bir medresenin müderrisliği bulunduğu sınıfın derecesinde bir i’tibar-ı vehmi halini aldı. Bu i’tibarat ise zaman zaman çoğaldı. Fezail-i ademiyyeti mertebeyi buldu. Böyle i’tibar-ı vehmiye mazhar olan müderrisin medreselerinin semtini bile bilmez bir hale geldi. İş bir dereceye vasıl oldu ki büsbütün harab hatta yanarak mübeddel-i türab olmuş medreselerin müderrisliği dahi ötekine berikine tevcih olunurdu. Fatih’in o ka’be-i kemalatın iane-i meşveret-i ulema Tarik-ı ilmin azamet-i kadrini sıyanet ve liyakat ve ehliyetten bi-nasib kesanın bu meslek-i güzine dahil olmasına mümanaat için salifin-i ulema tarafından te’sis edilen dı. Mensubin ve zadegan için menasıb-ı ilmiyye bayağı miras-ı peder menzilesine tenzil edildiğinden bila-imtihan ruus almak asan idi. Hele sudur ve mevali-zadeler taferat-ı hafife ve mütevaliyye ile pek az zaman içinde pek genç iken nail-i mevleviyyet olurlardı. Hidemat-ı fi’liyye mevleviyetlerde de yavaş yavaş valaları vasf-ı celil-i Sübhani ile tebcil buyurulan ulema terakkı hususunda sınıf-ı zadegandan yetişmiş cühela ile rical-i devletten birçokları tahsil kabiliyetinden mahrum gördükleri evlad-ı zükurunu meslek-i ulemaya idhal ve az zaman içinde menasıb-ı ilmiyyenin en balalarına o tarik ile isal ederdi. Daha sonraları ikbal gibi garaz gibi şöhret gibi devahiye mübtela olan ashab-ı tarik meratib-i dünyeviyyeyi derecat-ı ilimden büsbütün ali addetmeye başladılar. Mevleviyette bir sene müddet-i örfiyye kanun hükmüne girdi. Guya ki mevleviyet paye ve rütbe almaktan gibi bu da derecata taksim edildi. Her sene Darü’l-hadis ve Süleymaniye müderrisleriyle alt taraftan üç müderris ki cem’an sekiz müderrisin uhdesine bir sene müddetle mahrec mevleviyetlerinden biri tevcih olunurdu. Bir senenin hitamında infisal eylerler ve mahrec ma’zulü i’tibar olunurlardı. Yine her sene bunların içinden dördüne bir seneye mahsus olmak üzere “Mısır-Şam-Bursa-Edirne” ve bunların ma’zullerinden “İstanbul Kadılığı” İstanbul ma’zullerinden birine Anadolu Sadareti yani kazaskerliği Anadolu ma’zullerinden birine de Rumeli Kazaskerliği verilmek resm ve adet hükmüne girdi. Şu hale nazaran İstanbul Kadılığı “Haremeyn-i Muhteremeyn” kazalarından birini zabt eden zevata tevcih edilir iken bu kaide de ihlal edildi. Rical-i dı. Usulen İstanbul Kadılığına nail olacaklar uhdelerine birer paye tevcihiyle nasiblerinden mahrum edilirlerdi. tarihinde hasretü’l-mevali olan “Haremeyn-i Muhteremeyn” kadıları mevcud iken paye ile terfi’-ı tarik eyleyenlere İstanbul Kadılığının tevcih olunmaması kanuna rabt edildi. ünvanıyla müderrislikten çıkar alt taraftan sekiz müderris onların yerine kaim olurdu. Bu suretle de tarikte bir silsile yürütülürdü. Bilahare bu hareket yukarıdan aşağı sirayet etti. Ta İbtida-yı Haric rütbesine kadar te’sir eyledi. Bundan tarikçe o kadar mazarrat vukua geldi ki ta’rifine imkan yoktur. Çünkü üst taraftan çıkanlara nisbetle alt taraftan İbtida-yı Haric rütbesiyle girenler kesrette olduğundan ve Sahn-ı Seman müderrisleri sekizden ziyade bulunmadığından Musıla-i Sahn’da kalan müderrisinin adedini Allam-ı Hakim’den başka bilir yoktur denilecek dereceye vasıl oldu. Beyne’l-ulema bu mertebeye “Batak” ünvanı verildi. Ehliyet ve istihkak gibi ashab-ı meratib için ma-bihi’l-imtiyaz olan hususat artık faydasız addolunduğundan ma’rifete inhisar eyledi. Şeref-i intisab ise tehayyüz ve tekaddüm için bir düstur-ı umumi hüküm ve kuvvetini haiz olduğundan bir şefi’-i mücbirin tavassutuyla zadegandan bir cahil için erbab-ı istihkak ve kıdemi paye-i pestide bırakarak mertebe-i bülend-i terakkıye vasıl olmaya yollar açıldı. Bu suret-i terakkı adeta resmen bir kaide-i istisnaiyye ve imtiyaziyye teşkil ettiğinden buna beyne’l-müderrisin “Tafra” ünvanı verildi. Böyle bir kaide-i demek olan mevleviyet ve sadaret rütbelerine de “paye” namıyla sirayet etti. İşte bu sayede müderrisinden birine mahrec payesi verilerek mahrec ma’zulü hükmünde tevcih edilerek Haremeyn ma’zulleri sırasında addolunmak usul-i cariye-i tarikten addedildi. dır ki meslek-i ulemada müderris… mevali… sudur ünvanlarıyla birçok ashab-ı meratib yetişti. Bu hal devletçe bir da’-i udal olmakla beraber bu ashab-ı meratibi ıkdar uhde-i hükumete müterettib bir zimmet olduğundan müderrisine maişet ve mevali ve sudura arpalık namlarıyla birer kaza tevcih edilirdi. Ashab-ı meratib bu kazaları birer naib ile idareye mecbur olduklarından maişet ve arpalık addedilen kazalar hasılatının birer mikdarı ile nevaib ve hasılat-ı bakıyye ile de ashab-ı menasıb te’min-i maişet ve menfaat eylerlerdi. Sudur ve mevaliden her biri müteallikat ve tevabiine de birer kaza tevcih ettirirler ve bunlar da ehl-i kaza olmadıklarından velini’metleri gibi kazaların idarelerini birer naibe ihale ederlerdi. İşte bu usul ile ale’l-umum kazalar nevaib ile idare olunurdu. Kazaların bir kısmı müderrisine mevaliye sudura kısm-ı digeri de sermayeleri sırf cehilden ibaret olan çukadar ve hademe güruhuna me’kel oldu. Bu sayede Hasılı feryad-ı mazlumine yetişerek ihkak-ı hak edecek hemen hemen ferd-i aferide bulunmaz oldu. Fezail-i zatiyyenin tevlid eylediği her türlü haysiyet unutularak tarik-ı ulemada bir meratib yağması devri zuhura geldi. Her türlü izzet ü ikbali mertebe-i ilmin kemal-i kudretinde görecek mekanet-i mutabassıra ashabı müteşerri’lerin vücudu artık görünmez olduğundan diyanet-i kübra-yı İslamiyye namına bir takım icraat-ı faside meydan aldı. Şübhe yoktur ki hükumetin kaide-i devamı nizam ve her nizamın şer’ ve akıl dairesinde vücud ve deveranına kafil olan ulema-yı kiramdır. Evailde rütbe-i ilmiyye tarik-ı ilimde cihad bi’n-nefs eyleyen ulemanın derecat-ı cihadına göre ikram olunur birçok çukadar… kayıkçı… aşçı gibi eşhas nail-i menasıb-ı kaza ve henüz tıfl-ı ebced-han olan kaffe-i zadegan da mağbut-ı ulema bulunan ruus-ı tedrise mazhariyetle tarikte vasıl-ı mertebe-i ulya oldu. Şu suretle nail-i ruus olan bu çocuklar lisan-ı resmi-i devlet ile “kıdvetü’l-ulemai’l-muhakkıkın” vasf-ı cemiliyle tavsif ve bunlardan sinn-i şebaba vasıl olup da nail-i mevleviyyet olanlarının fermanlarında hal ve şanları “kadı kudati’l-müslimin” hitab-ı celili ile ta’rif edilirdi. Devr-i Selim-i Salis bir devr-i teceddüd ve inkılab olduğundan tarik-ı ulemanın da ıslahına sarf-ı himmet edilmek istenildi. Evvelemirde emr-i Meşihat gibi bir emanet-i kübranın ehli arandı. Tarik-ı ilmin muhtac olduğu ıslahat-ı ciddiyyeye oradan teşebbüs olunarak şer’-i Muhammedinin ahkam-ı kudsiyyesi tamamen fiile lek-i mukaddesin layık olduğu i’tibar bu vech ile iade edilmeye kıyam olundu. O zamanlar mesned-i celil-i fetvaya getirilen Hamidi-zade bu emr-i hayrı ıslaha teşebbüs eyledi. Birçok meratib-i ilmiyye ashabının menafi’-i zatiyyesine dokunduğundan o mesned-i mu’tenada beka bulamadı. Ma’zul hatta medhul oldu. Müşarunileyhten sonra makam-ı mezbura gelen Ömer Hulusi Efendi ise salabet-i diniyye gibi… fezail-i zatiyye gibi… hamiyet-i İslamiyye gibi meziyat-ı mahsusa bütün cihan-ı insaniyyet nazarındaki ulviyet ve kudsiyetini Ali-nazarane ve arifane himmetler ile işe başladı. Hayfa ki mer’i olan usul-i meratibi medar-ı istihkak addeden mukbilan-ı tarik bu ıslahat-ı mutasavverenin önüne bir sedd-i sedid-i ahenin gibi dikildiler. Ashab-ı tarik kamilen adüvv-i canı oldular. O sahib-i azm ü fazilet de mesned-i Meşihat’ten bu suretle dur oldu. Devr-i Meşrutiyet’e kadar hemen ıslahat-ı cüz’iyye icrasına bile imkan bulunamamıştır. Ahd-i Hamid-i Evvel ile zaman-ı Selim-i Salis arasında Fatih ve Süleyman-ı Kanuni devirlerine has şa’şaa-i kemalat ve irfanı idameye birer me’mur-ı ma’nevi suretinde yetişen Ahmed el-Kazabadi… irfan-ı mücessem-i zaman olan Ayaklı Kütüphane… Ayaklı Kütüphane’nin şakird-i kemali olan Gelenbevi İsmail Efendi… Tatarcık Abdullah Efendi… Palabıyık Mehmed Efendi ve birader-i şehiri Abdurrahim Efendi gibi birkaç dahi ise medaris-i mevcudenin mahsul-i ma’rifeti olmaktan ziyade kudret-i fatıranın bu ümmet-i merhumeye bir ihsan-ı mahsusu idi. ___________________ [ DA’VAMIZ NASIL HALLOLUNACA K] Akşam Gazetesine Cevap MAKSAD MILLETE MILLIYETE HIZMET MI YOKSA MUG A LATA MI? Geçen günkü nüshamızda ahlak-ı milliyyemize en büyük mazarratı ika’ eden yalancı milletçiler liberaller münevverler olduğunu edille-i ilmiyyeye ve vakayi’-i yevmiyyeye istinaden isbat etmiş idik. Mesela Ömer Seyfeddin’in İfham gazetesinin ilave-i edebiyyesine yazdığı bir hikayenin kat’iyyen faide-i maddiyye ve ma’neviyyesi olmayıp bir takım maskaralıklar içerisinde mevcudiyet-i milliyyemize en büyük fenalığı ika’ edecek zehirli edeb-şiken mazmunları havi olduğunu görerek samimi surette şikayet ve maksad ve mahiyetlerini isbat etmiş idik. Eğer unutulmuş ise tekrar edelim ki Ömer Seyfeddin o makalesinde başlıca ecnebi kadınlarla gayr-i meşru’ surette imrar-ı hayatın pek ziyade lezzet ve saadet-bahş olduğu tasvir olunarak milletin zaten iğfalleri kolaylaştırılmış olan gençlerini ecnebi kadınlarının dam-ı tesvilatına düşürmek için en muğfil bir tarikı iltizam ve teşvik ediyor idi. Milletimize ve milliyetimize bu yüzden açılan rahnelerin ne derece büyük ve bahusus milletimizden olmadıkları cihetle bizce mahiyetleri ma’lum ise de herkese karşı müfrit Türkçü milliyetçi görünerek gafil gençleri ağızlarına baktıran adamların kalemlerinden çıkmasını ve bir de mes’eleyi eğlenceye meraklı kimselerin lezzetle okuyacakları maskaralıklarla karıştırarak yazması hasebiyle heva ve heves alemlerinde gezenlerin zihinlerinde muzır surette yer tutması cihetleriyle pek çirkin te’sir edecek bir hal teşkil etmesini nazar-ı i’tibara alarak ehemmiyetli bir surette i’tiraz etmiş idik. Biz Akşam gazetesini bu derece ciddiyetten uzak bilmediğimiz cihetle bu i’tirazımızdan memnun olarak birkaç kelime de kendisinin ilave etmesini bekler idik. Halbuki geçen gün “ Sebilürreşad ve Tıraş mes’elesi ” ünvanıyla yazdığı satırlarda ehemmiyet-i mes’ele ile hiç de mütenasib olmayacak bir takım sözler yazıldığını görerek taaccüb ve teessüf ettik. Akşam Ömer Seyfeddin’in milletimiz müstenid sözlerimizi hiç kale almayarak kılların tıraş edilmesine dair olup Ömer Seyfeddin tarafından Türklüğe dine ta’rizen yazılan tezyif-amiz fıkralara karşı bi’z-zarure söylediğimiz sözlerden tutturarak böyle hafif mes’elelerle uğraşmamıza ta’riz ediyor. Fesübhanallah! İşin esası dururken füruun füruu olarak bil-münasibe ve bi’z-zarur söylenmiş sözleri münakaşa etmekte ne ma’na vardır? Doğrusu ciddiyetsizliğin bu derecesine akıl ermez ve böyle mazarrat-ı milliyye mes’elesi ortada duruyorken ve bahusus Ömer Seyfeddin’in millete hıyanet derecesindeki teşvikatı hiçbir liberalliğin de kabul edemeyeceği derecede bir taarruz olduğu zahir iken oralarını bırakıp da hiç ehemmiyeti haiz olmayan bir kısımdan tutturulmasına ne ma’na verilir? Acaba bundan maksad kendileri de Ömer Seyfeddin rına muavenet ve müzaheretten aciz kalınca mugalataya saparak bize hücum edip hemfikirlerine o suretle olsun bir muavenet etmiş olmak mıdır? Eğer böyle ise hayret ve teessüften başka yapılacak bir şey yoktur. Fakat biz milletin ahlakına mukaddesatına ve her türlü mevcudiyetine milliyetçilik Türkçülük namları altında tahribat-ı müdhişe ika’ edenlere her ne suretle ve her kim olursa olsun elden gelen vasıtalarla mukabele ve müdafaa etmek azminde bulunduğumuzdan bu azmin herkesçe ma’lum olması ve hakıkı milliyetçi olanların ancak ciddi erbab-ı sa’yden ibaret olup Ömer Seyfeddin ve emsaline mümaşat ve müzaheret edenleri bi’z-zarure o zümre-i dalle ve mudılleden adde mecbur kalacağımızı beyana mecbur oluyoruz. Hukuk Matbaası’nda basılmıştır Eşref Edib Seni çok sözlü dedin yetmedi tekdir ettin Yine az geldi... – Hayır söylemedim söylettin. – Başladın şimdi de tahkıre... Kızılmaz mı Hoca? – Zübbelik yok! – O ne? Ben zübbe miyim? – Oldukça! – Vakıa çok severim her ne desen aldırmam... Bu fakat hazmolunur parça değil... Pir ol İmam! – Sen de pir ol! – Ama kızdım! – Ne tuhaf şeysin be? Bir sözümden kızıyorsun! – Kime derler zübbe? – Sana derler! – Niye? – Hem benzemedin merhuma; Hem neden benzemedin dersen efendim sorma O ne hiddet o ne şiddet! Çalışıp benzesene! – Biz de az çok pala sürttük! – Sana cahil demedik Yalınız zübbe dedik! Bak yine baktın dik dik! Hoca rahmetli yetişmişti düşün hem nereden? Kimin oğluydu baban? Kimdi unuttun mu deden? – Bari yamyam de! Ne mani’ ki? Evet ak yamyam! – Dinle oğlum... – Ne nezahet bu Hocam? Hayranım! – Lafı ağzımda bıraktın be kuzum dur be canım! – Söz yarım kaldı da biçare dedem kurtuldu... Bırak incitme şu ruhumda yatan Arnavud’u! Daha dün kabrini yıktık! –Ne demek? Olmadı mı? – Yok canım öyle değil anlamadın maksadımı! – Neyse bahsinde devam et bakalım... – İşte baban Bir şey öğrenmedi elbette o ümmi babadan. Ne kazanmışsa bütün kendi kazanmış kendi; Zat-ı devletleri lakin azıcık çöplendi! Sen dua et babadan topladığın mirasa... Hep onun himmetidir üç satır ilmin varsa. – Üç satır hem de! İlahi ne tükenmez irfan! – Hadi üç yüz satır olsun mütehammilse kafan? “Hoca”nın ka’bına yükselmen için dağlar var! – Tırmanırsam? – Hadi tırman bakalım işte duvar. – Göreceksin! – Bu bacaklarla mı? – Hay hay! – Belli. Yaşınız kaçtı paşam? Elli mi? – Yoktur elli! – Aştınız kırkı ya? – Kırk altıyı bulduk. – A’la... Yüzü bulsan yine “Hala mı bu mektub? Hala!” Arzı olmazsa hayatın ne çıkar tulünden? Başmuharrir Hani kırk altı yılın eldeki mahsulünden? Hangi fenlerde teferrüd edebildin evlat? Hangi san’atte rüsuhun göze çarpar anlat? Ulemadan mı sayıldın fukahadan mı? – Hayır! – Ya siyasi mi nesin? Kendine bir meslek ayır. Mehmed Akif Meal-i Kerimi Hani sizler: “Ya Musa! Allah’ı ap aşikar görmedikçe sözüne inanacak değiliz. demiştiniz de göz göre göre saikaya uğramak cezasına giriftar olmuştunuz. Ondan sonra aradan bir müddet geçince belki şükredersiniz diye sizi afv etmiştik; üzerinize bulutu gölge yapmıştık; men ve selva gibi ni’metleri ayağınıza indirmiş ‘Sizi merzuk ettiğimiz güzel güzel şeylerden yiyiniz.’ demiştik. İşte sizin o ecdadınız bize hiçbir zulümde bulunmadılar belki onlar kendi nefislerine zulmedip duruyorlardı.” kail olmaya meyillerini izah sadedinde nazil olmuştur. Beni İsrail birkaç defa Hazret-i Musa’dan put-perestlerle saibelerin ilahesi gibi bir takım ilahlar yapmasını taleb etmişti. Gözlerin görmediği zemin ü zamanın tahdid etmediği; ezeliyetine bidayet ebediyetine nihayet olmayan ve hiçbir şeye benzemeyen bir Allah’a ibadet etmek onlara pek güç geliyordu. Bundan dolayıdır ki put-perestliğe temayül gösteriyorlardı. Bilhassa ayat-ı ret-i Musa’dan bir takım esnama ibadet etmelerini taleb yahud put-perestliğe olan temayüllerini “Allah’ı bize ayanen göster.” demekle izhar ediyorlardı. Beni İsrail Allahu Tealayı bir sanem şeklinde görmek hususunda ısrar ettiklerinden bu zulüm ve inadlarından dolayı saıkaya uğradılar. “Saika”nın aslı o müdhiş şeydir ki onu gören yahud ona duçar olan ya helak olur yahud aklı başından gider yahud a’za-yı bedeninden bir kısmını zayi’ eder. Saika bir savt-ı müdhiş yahud bir ateş bir zelzele veya bir ra’şe de olur. Saikaya uğrayanın ber-hayat olabileceğine ölmeyeceğine ayet-i kerimesi delalet eder. Beni İsrail ayat-ı mütekaddimede beyan olunduğu vechile Fir’avn’dan kurtulmalarına rağmen gönüllerinden put-perestlik temayülatını büsbütün nez’ etmemişler daha sonraları buzağıya tapmışlar; fakat Cenab-ı Hak başlarına baran-ı belayı yağdırmamış bilakis Hazret-i Musa’nın hak ve batılı temyiz eden kitap ile onlara avdet etmesine ve onları tevbe ettirmesine kadar imhal etmiş ve bilahare tevbelerini de kabul etmişti. Bundan maada Musa Tur’dan avdet ve Beni İsrail’i dalaletten kurtardıktan sonra içlerinden yetmiş adam alarak “Cebel”e götürmüş ve bunlarla beraber Cenab-ı Hakk’ın Beni İsrail’i helak ve azabdan kurtardığı için tazarru’ ve niyazda bulunmuşlardı. Fakat bütün bunlara rağmen Beni İsrail put-perestliğe dönmüş Musa’ya “Bize Allah’ın sesini duyur.” ve bilahare daha ileri giderek “Bize Allah’ı apaşikar göstermedikçe sana inanmayacağız.” demişlerdi. Beni İsrail bu gibi metalibi dermiyan ettikleri zamana kadar nice nice ayat-ı beyyinatı görmüşler nice nice tehlikelere düşmüşler ve kurtulmuşlardı. Ez-cümle deniz yarılmış kendileri geçmiş ve düşmanları boğulmuşlardı. Denizden geçince susuz olduğu kadar hiçbir mahsul yetiştirmeyen araziye çıkmışlardı. Halbuki Cenab-ı Hak onları daima bulutlarla gölgelendirmiş yağmurlar yağdırmış niam-ı ilahiyyesine rayegan buyurmuş; bu çöllerde açlık ve susuzluk gailelerinden kurtarmıştı. Bundan maada onların bu araziyi istismar etmelerini ibaha etmiş fermanını ısdar eylemişti. El-hasıl bu ayet-i kerime Beni İsrail’in aralarında Hazret-i Musa ayat-ı beyyinat ve havarık-ı adatı yapdığı halde hangi yollara saptıklarını beyan ediyor ve binaenaleyh Medine Yahudilerinin Resul-i Ekrem Efendimiz’e karşı tarik-ı inkar ve işrake sapmalarının yeni bir şey olmadığını gösteriyor. Bir de Ehl-i Kitab’ın dünyaya geldiklerinden beri ne doğru söylediklerini ne de doğruyu kabul etmediklerini beyan ediyor. Bu gibi kıssalarla emsalinden Aleyhi’s-salatü ve’sselam Efendimiz’in tealimi doğru ise Ehl-i Kitab’ın kabul etmesi iktiza ederdi yolunda serd olunan iddianın yanlışlığı tezahür eder. Çünkü Beni İsrail’in tarihi gösteriyor ki Hazret-i Musa devrinden beri onlar hakkı daima istemeyerek kabul etmişler vahyi ancak korku saikasıyla dinlemişlerdir. Bundan maada kalblerinde mev’izaların te’siri yahud ayat-ı beyyinatın irşadatı nadiren rüsuh etmiştir. Hiç şübhesiz bu kıssalar Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in Allah yoluna da’vet hususunda uğradıkları ezalara zararlara karşı teselli-bahş olacak bir mahiyettedir. Beni İsrail’in bu güruh-ı muanidini ibretlerin tecellisine rağmen gözlerini yumdu. Hiçbir i’tikad üzerinde sebat etmedi. Bağy ü inadda ısrar ile Allah’ın gazabını azabını istedi. Tabii onlar Cenab-ı Hakk’ın ni’metlerine küfran azablarını istihfaf etmekle Allah’a değil kendilerine zulmetmişlerdi. Cenab-ı Hak niam-ı Sübhaniyyesinin duçar-ı küfran olmasından asla mutazarrır olmaz. Kullarına lütuflarını türlü hayratı ihsan eyleyen odur ve bütün bu avalim-i süfliyye ve ulviyyenin bu canlı cansız samit ve natık kainatın kudret-i Bari’ye karşı mevkıi vücuda karşı ademin mevkıi gibidir. Binaenaleyh eğer bunlar isyan ve tuğyanlarıyla Allah’a iras-ı zarar ettikleri zehabına düşmüşlerse Allah’ı hiç de takdir edememişler sonra eğer bunlar başlarına gelen mesaibi Allah’a Cenab-ı Hakk’ın kahir ve latif ve habir olduğunu idrak edememişler demektir. Evet Beni İsrail evamir-i ilahiyyeye muhalefet ederek hakkı kabul etmemek ve ayat-ı ilahiyyeye inanmamakla kendilerini tehlikelere ölümlere sevk etmişlerdi. Zaman geçtikçe kendilerine nazil olan ayat-ı muazzamayı unutmuşlar evamir-i ilahiyyeye isyan etmişlerdi. Beni rı zamanda nasıl kurtarıldıklarını bulutların kendilerini nasıl gölgelendirdiğini semanın nasıl onlara rahmetler yağdırdığını niam-ı ilahiyyenin onların imdadına nasıl yetiştiğini o otsuz susuz çölde ne susuz ne de gıdasız kalmadıklarını gördükleri halde bunlardan zerre kadar Nitekim ilme muhalefet ve her hadisede aklı tahkim etmeyerek cereyan-ı şehevata inkıyad eden her ferd kendine zulmetmiş olur. İlimden ve aklın hakimiyetinden mahrum olunca hiçbir milletin yükselmeyeceğini memalikini sıyanet ve sair milletler arasında bir mevki’-i mümtaz ihraz edemeyeceğini hiçbir vakit izzet ü rif’at şahikalarına erişemeyeceğini saadet ve refahiyetten nasibedar olamayacağını bilenler evhama ser-füru ederek metalibini akıl yolundan değil şehevat yolundan istifa etmekte olanların bu hasaisı nasıl zayi’ ettiklerini takdir edecekleri gibi kendilerini cehalet vadilerine atanların hak yollarının tavazzuh etmesine rağmen batıl yolunda başka bir şey kazanmadıklarını idrak ederler. Abdülaziz Çaviş HAZRET-I MUHAMMED ALEYHI’S-SELAMIN DINI: İSLAM hayat-ı nübüvvetinde hep bunları tebliğ ve ta’lim isbat ve tatbik ederek kalb-i beşere büyük bir inkişaf-ı ruhi ve hayati bahş etmiş ve insanlara insanlığı tanıtmıştır. Ehl-i İslam’da ahkamın hey’et-i mecmuası “ahkam-ı şer’iyye” namıyla yad edilir ve ma’na-yı hassıyla din-i İslam’a müradif olarak kullanılır. Ahkamın içinde akl-ı beşerin mantıkın red ve ibtal edebileceği hiçbir şey yoktur. Şu kadar ki yalnız akıl ve felsefe bu ahkamı tamamen bulamayacak ve bulduklarını da tebligat ve ta’limat-ı Muhammediyye kadar kalb-i beşere nüfuz ettiremeyecekti. Fakat tebligat-ı nebeviyye ile bunlar birer hadise-i hayatiyye olarak tecelli ettikten sonra bunları birer ulum mevzuu ittihaz ederek tarik-ı akıl ve mantık ile tamamen izah ve tasavvur etmek de mümkün olmuştur ve bütün ulum gibi menahic-i mahsusasıyla tenmiye ve inkişaf dahi ettirilmiştir. Zaten bu inkişafa hizmet ahkam-ı asliyye icabatındandır. Daima ihtisas ve aklın mecmuuna hitab ve her ikisini tatmin eden bu nukul-i İslamiyye kitap ve sünnet namıyla menba’-ı mühimmi olarak ta’kıb olunmuştur ki Kur’an doğrudan doğruya taraf-ı İlahiden gelen evamir ve irşadatı natık olduğu ve gibi ayat-ı celilede Resulullah’a imanı muhabbet ve ittibaı sı Resulullah her ne emrederse tutulması ve her neden nehyeylerse sakınılması hasılı Hazret-i Peygamber’in keyif ve hevasına göre söz söylemeyip vahiy ile söylediğini tesbit eylemek hasebiyle fem-i Risalet-penahiden telakkı olunan ve Cenab-ı Allah’a nisbet edilmeyen evamir ve irşadat dahi dinin mahiyet-i teşriiyyesini haiz bulunmuştur. Bundan başka Kur’an emr-i İslamide şurayı meşvereti emreylemiş; İslam’ın mahiyet-i ictima‘iyye ve medeniyyesine ehemmiyet vermiş; bütün hitabatını cem’iyete tevcih etmiş olduğu; ümmeti emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkere me’mur kıldığı; kezalik Hazret-i Peygamber bazı ehadis ile ara’-i ictima‘iye kıymet verdiği ve vezaif-i ictima‘iyye telkın buyurduğu ashabının siret ve süluklerine de ittibaı emreylediği mebadi-i İslamiyye ile tarz-ı ibadatından başlayarak muntazam bir teşkilat-ı ictima‘iyye vücuda getirildiği ashab-ı kiram ise bu mebadi-i teşkilat-ı ictima‘iyyeyi hüsn-i isti’mal ederek birçok dahi teşri’de bir menba’-ı salis olarak tekarrur eylemiş ve efrad-ı ulema’ için de tarik-ı kıyas ve ictihad ile hakaik-ı diniyyenin izah ve keşfi vazifesi ıkrar edilmiş olmakla ulema’-i İslam işbu menabi’-i selase-i İslamiyyeyi tasnif ve her birini ilmi menahic ile tedkık ederek ilel ve esbab-ı akliyye ve mantıkıyyeye dahi rabt eylemişler ve bu suretle dana gelmiştir ki bu ilimlerin menahici zamanımızdaki ulumun menahicine bile tamamıyla tatbik olunabilmekte bulunmuştur. Bu ilimlerin mevzu’ları fünun-ı müsbete mevzu’larıyla daha yukarıdan temas ettiği için fünun-ı müsbete-i hazıranın inkişafatını tamamıyla havze-i idaresine alabiliyor ve onlarla tearuz mevkıine düşmek şöyle dursun bilakis şiddet alabiliyor. Bu ulumumuz maba’de’t-tabii mebahis-i felsefiyye ile daima telakı edebilir ve ma-ba’de’t-tabii mesalikten her birine bir vech-i intıbakı yeti haizdir ve onlardan iğna edecek servet ve kuvvete maliktir. Şu şart ile ki fünun iyi ta’kıb edilsin. Mehmed Hamdi VEHHABILIK Bu mübahaseyi müteakıb şeair-i dini ikame ile i’lan-ı cihad etmek üzere derhal Şeyh Muhammed’e arz-ı tebaiyetle Şeyh’i beraber alıp Der’iye’ye geldi. Şeyh Der’iye’yi bu suretle makar ittihaz ettikten sonra rüesa-yı Maamire ve saireden olup Şeyh’e mensub bulunan birçok kimselerle Osman bin Ma’mer’in adamlarından bir hayli zevat peyderpey Der’iye’ye hicret etmeye başladılar. Diğer taraftan Osman ibni Ma’mer İbni Suud’un Şeyh’e muavenet ve Şeyh’in sit u şan u şöhretinin gün be-gün teali eylemekte olduğunu adamlarından birçoğunun Şeyh’in tarafına geçmekte bulunduğunu görünce Şeyh’in hakkında yaptığı muameleden ve hususile kendisini Ahsa’dan çıkarmış olduğundan dolayı son derece peşiman oldu. Bunun üzerine Uyeyne’nin rical ve ekabirinden bazı kimseleri beraber alarak Şeyh’in nezdine geldi ve bir daha Uyeyne’ye avdet etmek üzere ilhah ve ısrarda bulundu. Fakat Şeyh cevaben: “İbni Suud’un hakkımda göstermekte olduğu kemal-i hürmet ve riayete karşı kendisine minnetdar bulunduğum dır. Müsaade ederlerse sizinle beraber gelirim etmedikleri halde bit-tabi’ yanlarında kalırım.” dedi. Bunun üzerine Osman İbni Suud’a müracaat etti. Fakat İbni Suud taleb-i vakıi suret-i kat’iyyede reddettiği cihetle Osman kemal-i esef ve nedametle mahalline avdet eyledi. Der’iye ahalisi o sıralarda hemen umumi denecek derecede fakr u fakaya mübtela ve te’min-i maişetten aciz bir halde yaşamakta oldukları halde Şeyh’in her gün meclisine devam edip va’z u nasihatinden istifade ederlerdi. İbni Beşir-i Necdi diyor ki: Ben Der’iye ahalisinin o zamanlardaki derece-i fakr u zaruretlerini gördüğüm gibi bilahare İbni Suud’un zamanındaki hallerini de gördüm. İki zamana aid müşahedatımdaki fark azim gördüğüm halde def’a-i ahiredeki seyahatimde ahaliyi ziyadesiyle mütemevvil ve muhteşem gördüm. Yani her türlü elbise ve esliha-i fahire ile mücehhez ve niam-ı guna-guna müstağrak ve kuvve-i cünudiyyelerini de fevkalade muntazam gördüm. Hatta bir gün Batın namıyla ma’ruf olan alışveriş mahalline gittim. Zükur ile nisaya mahsus pazar mahalli başka başka idi. Altın gümüş esliha deve koyun elbise-i fahire buğday ve sair eşyanın mevcudu lisanın takrir edemeyeceği derecede mebzul müşterinin yekdiğerine karşı teati ettikleri “aldım sattım” kelimelerinin hasıl ettiği uğultu adeta bir arı kovanının halini tasvir ediyordu. Her ne ise Şeyh Muhammed Der’iye’de tavattun eyledi. Der’iye ahalisi umur-ı diniyyeleriyle feraiz ve vacibat-ı şer’iyyelerinin edasında gayet mütekasil ve müterahi adamlar oldukları halde Şeyh Muhammed onları tamamıyla tarik-ı dine sevk etmiş idi. Şeyh’in esas-ı da’veti tevhid ile terk-i şirkten ibaret olduğu cihetle ahaliye evvelemirde “lailaheillallah” kelimesinin ma’nasını öğretti ve “Bu kelime nefy ve isbattan ibarettir; yani “lailahe” terkibi cemi’ ma’budatı nefy ettiği halde “illallah” terkibi dığını müsbittir.” dedi. Ondan sonra kendilerine ma’rifetu’llahı ve arzın semanın şemsin kamerin nücumun leylin neharın sehabın ve sairenin vücudu gibi vahdaniyet-i hakayık-ı İslamiyyeye tealluk eden ayat ve delaili Kur’an-ı azimüşşanın ahkamını; Cenab-ı Hakk’a tefviz-ı umur etmekle evamirine itaati ve nevahisinden ictinabı; İslamiyet’in mebni olduğu erkanı; ba’s ve sair i’tikadatı etrafıyla kendilerine ta’lim ve tefhim etmeye başladı. Ancak anifen dahi beyan olduğu üzere Hazret-i Peygamber’den istigasenin memnuiyeti mes’elesinde gulüv ederek ifrata kapıldı. Şeyh ahalinin umur-ı diniyyedeki cehillerini şu suretle kalbinde muhterem ve esaslı bir surette caygir oldu. Şeyh Der’iye’de nüfuzunu tamamıyla te’sis ettikten sonra Necid kıt’asının bilumum bilad ve kasabatı ile kabailinin rüesasına hitaben kendisine itaatin lüzum ve vücubunu amir da’vetnameler gönderdi. Kısmen itaat ettilerse de onlardan bir kısmı muhalefet ve isyana saptı. Kimi Şeyh hakkında istihfaf ve istihzaya kimi kendisine sihir isnadına kalkıştılar. Şeyh ise emrine tabi’ olan Der’iye ahalisini muhaliflerle derhal mukateleye sevk etti. Necid ve bilhassa Ahsa ahalisiyle defeat-ı kesirede vakı’ olan muharebesinde te’min-i galebeye muvaffak olduğu cihetle diyar-ı mezkure ahalisini daire-i itaatine aldı ve Al-i Suud’a mahsus olmak üzere gayet mükemmel bir Necid Emareti’nin teşkiline muvaffak oldu. Din mezheb saltanat ve saire gibi esasat-ı mühimmenin te’sisi iddiasıyla meydana atılan ekser inkılabiyyunda görüldüğü üzere Şeyh’de dahi ifrat derecesinde Hatemane bir eser-i seha mevcud idi. Her muharebede kesretle elde ettiği emval-i ganaimi bir veya iki şahsa hibe ederdi. Bu misillü inkılabat-ı mühimmenin muvaffakıyetle vücud-pezir olması için seha ve bezl-i mal gibi vesaitın kulub-ı ammenin teshiri hususunda ne derecede mühim bir te’sir vücuda getireceği muhtac-ı izah olmayan hakayıktandır. Necid Emiri bile Şeyh’in emri olmaksızın hiçbir şeye el sürmezdi. Gerek Emir’in gerek maiyyetindeki ümera zabıtan ve efradın Şeyh’in emrinin haricine çıkmaları muhal idi. Bilumum Necid ahalisi de Emir ile asakiri derecesinde Şeyh’e muti’ ve munkad idiler. Nazarlarında Şeyh adeta eimme-i erbaa derecesinde idi. Şeyh’in ismini fena bir surette tezkara cür’et eden bir adam nazarlarında katle müstahık görülürdü. Riyad beldesinin de fethiyle fütuhat-ı Necdiyye hitam bulduktan ve Al-i Suud’un memaliki fevkalade kesb-i vüs’atle emniyet-i mahalliyye tekarrur ettikten sonra Şeyh Muhammed gerek emval-i ganaimi gerek umur-ı saireyi Emir Abdülaziz’e bit-tevdi’ ibadetle meşgul olmak üzere daire-i inzivaya çekildi. O da tarih-i hicrisinde alem-i faniye veda’ ile terk-i dağdağa-i hayat eyledi. Suud bin Abdilaziz’in Cebel-i Şammar üzerine hücum ganaimi efrad-ı asakiri beyninde taksim ve birçok kimseleri katletmesi hadisesi Şeyh’in vefatı senesine müsadiftir. Muhammed bin Abdilvehhab’ın sergüzeşt-i ahvali baladaki icmalden ibarettir. Te’sis etmiş olduğu mezhebin mesaili arasında alem-i İslamiyyet’te Muhammed’in aleyhinde en ziyade nefret ve kıl ü kale sebebiyet vermiş olan esasat-ı ictihadiyye ile onun üzerine cereyan etmiş olan mebahis-i ilmiyyeden ve bilhassa bu mezhebin te’sisine kaffe-i kuvvetiyle muavenet etmiş olan dahi ileride bit-tabi’ tafsilat vermek mecburiyetindeyiz. Evvelki makalemde de işaret olunduğu üzere Muhammed hadd-i zatında Necid kıt’asında faziletle müştehir bir sülale-i ilmiyyeden olduğu gibi pederi Abdülvehhab dahi mezheb-i Hanbeli üzerine icra-yı ahkama me’mur kudat sınıfından ve hadis ve fıkıh ve ulum-ı sairede de büyük ihata ve vukufa malik ulemadan idi. Mumaileyhin birçok es’ile ve ecvibeyi muhtevi mühim risaleleri vardır. Abdülvehhab’ın pederi olan Şeyh Süleyman dahi ulumda yed-i tula sahibi olup zamanında Necid’in fukahasından ve a’lem-i ulemasından ma’dud idi. Vaktini tasnif ve tedris ile geçirmiş ve o kıt’anın riyaset-i ilmiyyesi makamı kendisine münhasır bulunmuş idi. Hayfa ki Vehhabi mezhebinin müessisi bulunan Muhammed aba vü ecdadının isrine ıktifa etmeyerek dinde gayet müfrit bir taassub-ı i’tikadi vücuda getirmek vaktin uleması aleyhinde şiddetli i’tirazlar dermiyan etmekle kendisine rini tecviz eylemek bu uğurda açtığı muharebelerde cihad fi-sebilillah namını verip İbni Teymiyye ve İbni Kayyım ve emsali gibi bazı zevat-ı mahdude haric kaldığı halde Ravza-i Mutahhere’nin ziyareti ve Hazret-i Peygamber’le sair enbiya ve evliyadan istişfa’ cevazında ittifak etmiş oldukları hususatı şiddetle men’ etmek gibi ahvale tasaddi etti. şeklinde yazılmıştır. kelimesi izinden gitmek Şeyh Muhammed gerçi rivayete nazaran ictihad-ı mutlak iddiasında idiyse de fetava ve ictihadatında tamamen İbni Teymiyye’ye ıktida edip de ona muhalif olan akvale kat’iyyen i’timad etmezdi. Maamafih din-i alinin birçok feraiz ve vacibatının nasa ta’limi hususunda da Şeyh Muhammed’in ifrat-ı mesaisi mesbuk olduğu da kabil-i inkar değildir. Bazı havass-ı nas istisna edilirse Şeyh Muhammed’in zuhurundan evvel Necid kıt’ası adeta maarif-i diniyyeden mahrum bir halde idi. Din-i mübinin birçok ahkam ve dekayıkına Şeyh’in himmetiyle kesb-i ıttıla’ edebildiler. Va-esefa ki taassub-ı dini hususunda hiyye ile fiten-i azimenin zuhuruna sebebiyet verdi. Şeyh Muhammed’in müteaddid tasanifi ve te’lifi de vardır. Kitabü’t-Tevhid Tefsirü’l-Kur’an Kitabü’ş-Şübühat o cümledendirler. Şeyh Muhammed’in kendilerinden ahz-i feyz etmiş olduğu esatize-i ulum pederi Abdülvehhab ile Şeyh Muhammed bin Hayat es-Sindi el-Medeni Şeyh Abdullah bin Seyf ve Şeyh Muhammed el-Mecmui ve saireden ibarettir. Rivayete nazaran Şeyh Muhammed vaktiyle Bağdad’a gelerek hıtta-i Irakıyyede allame ünvanıyla meşhur Haydari-zade Sıbgatullah Efendi’den dahi ahz-i feyz etmiştir. Hatta müşarun-ileyhin hafidi Es’ad Efendi’nin Der’iye tarikıyle Hicaz-ı mağfiret-tıraz’dan Bağdad’a avdetinde Emir-i Necid Suud tarafından bil-istikbal kemal-i ta’zim ve hürmet ile müşarun-ileyhi üç ay kadar bir zamandan ziyade kendi nezdinde alıkoyması böyle bir münasebetten neş’et etmiş olduğu da rivayet olunmaktadır. Şeyh Muhammed’in Şeyh Hüseyin Şeyh Abdullah Şeyh Ali Şeyh İbrahim namlarıyla dört mahdumu var mına kaim olmuş ve Der’iye’de kadılık vazifesini dahi tefsir ulemasından idi. Bu dahi Beni Temim havtasında kadı olduğu gibi Faysal bin Türki’nin emaretinde Riyad Kadılığında bulunmuş idi. Şeyh Abdullah dahi vaktin ulemasından ma’dud idi. Biraderi Şeyh Hüseyin’den sonra o da pederinin makamına geçmiştir. Suud ile oğlu Abdullah’ın emaretleri zamanında o da Der’iye kadısı olmuş biraderleri gibi meslek-i kazada bulunmamıştır. Haydari-zade Biraz daha sonraları medreselerde ilim ve ma’rifet Farabilerin… Gazzalilerin… İbni Sinaların… Şihabüddin-i Maktullerin… El-Kindilerin hasılı dünyanın en büyük erbab-ı kemalinden ma’dud bulunan zevatın asar-ı muhalledesine tedrisgah-ı ma’rifet olan medreseler son zamanlarda beyin ezmekten başka aklen hikmeten bir faydası olmayan Kadimir lere dershane-i atalet olmuş idi. Tarik-ı ulemanın uğradığı bu kadar inhitat ile beraber fikirleriyle.. kalemleriyle i’la-yı din ü devlet yolunda ter-i ekabir medreselerde büsbütün kapanmamış idi. Akşehirli Ömer Efendi… Vidinli Hoca Mustafa Efendi… Hafız Seyyid Efendi… Giritli Hoca… Karinabadi Abdurrahman Efendi… Filibeli Halil Efendi… Yakovalı Ali Efendi… Nihrir-i şehir Ahmed Cevdet Paşa… Hafız Galib Efendi… Hafız Şakir Efendi.. merhumlar ile Tikveşli Yusuf Ziyaeddin Efendi gibi eazım hep o intizamını gaib ettiğinden bahseylediğimiz medreselerden yetişmiş ashab-ı kudret ve fetanettir. Hele pek genç denilecek bir sinde iken rahle-i tedrisi kürsi-i dar-ı naime tahvil eyleyen Hoca Şevket Efendi isimlerini saydığımız erbab-ı fazilet arasında hakıkaten bir ateşpare-i kemal idi. Müşarun-ileyhimin şakird-i ma’rifetleri olan ve isimleri lisan-ı hürmet ve rahmetle yad edilen Fetva Emin-i esbakı Nuri Efendi Manastırlı İsmail Hakkı Efendi Hoca Halis Efendi Manisalı Hacı Hafız Emin Efendi Taşköprülü Abdullah Efendi Cum’alı Mustafa Efendi Çarşambalı Hacı Ahmed Efendi Hoca Zihni Efendi sabıkan Müsteşar-ı Meşihat-i Ulya Necib Efendi ve saire gibi birçok efazıl ise irfan ve kemallerini umuma tasdik ettirmiş erbab-ı fazilettendirler. Bundan başka Karinabadi-zade Ömer Hilmi Efendi Kuyucaklı-zade Atıf Bey gibi namlarını milletinin hatıra-i ihtiramına nakşederek dershane-i hayata veda’ eyleyen eazım dahi feyz u kemali yine bu medreselerden ahz etmiş idiler. Maamafih koca bir millet-i İslamiyyenin şan-ı celil-i hilafetini haiz bir merkez-i saltanatta böyle üç beş mütebahhirin mevcudiyeti; efradı bu dünya-yı faniye tahsil-i kemal ve neşr-i ma’rifete me’mur olmak üzere gelen bir ümmet-i merhumenin eazım-ı ulema yetiştirmekteki kemalini irae ve isbat edemez. Ashab-ı vakfın fi-sebilillah bezl eylediği nakdine-i serveti meşrutun-lehine tahsis edilerek tekemmülat-ı lazıme husulü için teşkil edilen müteaddid komisyonlarda müdavele-i efkar olundu. Enzar-ı cihanda necabet ve haysiyetin mücessem bir ma’na-yı kemali olan ashab-ı ilmin sahihan müstahık oldukları mertebe-i ulya-yı fazilete is’adı esbabının Bütün bu teemmülat ve arzu-yı halisanenin tamamen husulü din ü devletin selamet ve saadeti ve terakkiyat-ı sahihası için vücud-ı hümayunları ser-ta-be-pa bir arzu-yı maali kesilmiş olan Halife-i a’zam u akdes Efendimiz hazretlerinin devr-i şevketlerine nasib olacağında zerre kadar şübhemiz yoktur. Çünkü bütün cihanda da büyük bir kalbe malik olan Hilafet-meab ve maali-nisab Efendimiz hazretlerinin ruh-ı pak-i şahanelerindeki kuvve-i fevkalade bu emr-i hayrın vücuda gelmesine sebeb-i kafidir. Hiç saklamaya lüzum yoktur ki mektepliler arasında ulum-ı diniyye veya din dersleri denince maatteessüf hatıra mevzuun ulviyetiyle kudsiyetiyle mütenasib bir ders bir ilim hatıra gelmez. Bir hayli zamanlardan beri bu dersler öyle na-beca bir hale getirilmiş idi ki şakirdana din muhabbeti verecek yerde din hakkında bir fikr-i Bunun iki sebebi var idi. Birisi Tanzimatçılardan beri kayd olmalarından dini tedrisatın ciddi olmasına ehemmiyet vermemelerinden; dar olması lazım gelen ilmiye tarikinin mukteza-yı hal ü zamanı idrak edememelerinden hangi çıkmaz yola sevk edildiklerinin lazım olduğu derece farkında olamamalarından leri biliriz ki şakirdana dinin yüksek esaslarını bildirecek yerde din ile alakası olmayan ve bit-tabi’ fen ve hakıkat muktezıyatına tamamen zıd olan hikayatı hurafatı anlatmaya çalışırlar idi. Bunlara karşı şakirdlerin vaz’iyeti tabiidir ki ihtiramkar olamadığı gibi din için de yüksek bir fikir taşıyamazlardı. Avrupalılarla ihtilatı çoğalttıktan sonra bahusus hiref ve sanayi’ce her türlü terakkiyat-ı maddiyyece onlara nisbetle ne derece geri kaldığımız herkese ayan surette de zahir olduktan sonra akılları gözlerinde olan birçok kimseler bütün noksanı kabahati dine atfederek dinsizlik cihetine meyletmeye başladılar. Bu hususta kitaplarını okudukları Garb milletinde hayliden hayliye ileri gitmiş olan din hilafgirliğini taklidin de büyük dahli oldu. Bu gibi ehva-yı nefsaniyyeye muvafık kuyud-şikenliğin cahil dimağların hoşuna gitmesi tabii olduğu gibi eskilerin taşıdığı i’tikadları küçük görmek suretiyle temayüz de yine cahil ve tecrübesiz kimseler suretle imanları haleldar olmuş veya olmak için müsaid bir muhite düşmüş gençlere din namına her ne söylense bila-i’tiraz iman edecek zamanlarda yazılmış kitaplar okutmakla din ta’lim edilmesi doğru olamaz idi. Nitekim bu türlü tarz-ı tedrisin zararı gittikçe arttı. Dinimize merbutıyet-i tammeleri olan zevat bu halin te’siriyle her yerde izhar-ı teessüre başladılar. Müslümanlığın ulviyeti hakkında arasıra yüksek fikirlerden sudur eden şehadetler ne vakit olsa maali-i İslamiyyenin anlaşılacağına dinsizliğin dinsizlerin kuvveti muvakkat olup Hakk’ın mutlaka galebe edeceğine dair verilen ümidlerden başka ortada teskin-i ıztırabı mucib bir hal görülemiyordu. Bilakis dine nazar-ı tezyif ile bakan eşhasın adedi gittikçe arttığından her halde bunun için esaslı çareler düşünmek her gayret-i diniyye sahibine vacib oldu ve fi’l-vaki’ maali-i İslamiyyeyi isbat edecek din aleyhinde zuhur eden sehif i’tikadların amelsizliklerin fena amellerin gayet tehlikeli olduğunu bi-hakkın gösteren birkaç asar-ı her sınıf mektep programlarına göre ilm-i terbiye-i etfal kavaidine muvafık kitapların yapılması idi. Bu da tabiidir ki ancak vazifelerini bi-hakkın ifaya muktedir ulum-ı diniyye muallimleri tarafından yapılabilir idi. Bu ihtiyac umum mektep idareleri tarafından ve Maarif Nezaret ve me’murlarınca anlaşılmış olduğundan böyle kitapların yazılması için bazı teşvikatta bulunuldu. Fakat doğrusu aranılırsa matluba muvafık ve ihtiyaca kafi bir eser şimdiye kadar yazılmamış idi. Pek şayan-ı şükrandır ki Aksekili Ahmed Hamdi Efendi biraderimiz tarafından ahiren bu babda mühim bir eser neşredildi. “Dini Dersler” ismindeki bu eser tamamen asrın muktezıyatına mekteplerin ihtiyacatına muvafık bir tarz ve üslub ile yazılmış elhak sultani mekteplerinin münteha sınıflarıyla mekatib-i aliyyede muntazaman tedrise şayandır. Bahusus bu kitap üçüncü kitap olup daha başkaca neşrolunacak birinci ikinci dördüncü kitapların da derdest-i tab’ olmasına nazaran mekteplerin her sınıfının miş ve hüsn-i muvaffak olunmuştur. Bu muvaffakıyete başlıca medar olan da evvela Ahmed Hamdi Efendi biraderimizin dininin ulviyetine ve her türlü meratib-i akliyyenin fevkınde hakayık-ı ilmiyye ve kudsiyyeyi havi bulunduğuna olan kuvvetli imanı sonra da bu hakıkatleri bütün alem nazarında isbat için tinet-i diyanetkarında merkuz bulunan aşk u şevkidir. Şimdi biraz da bu kitapların tahririne sevk eden avamil hakkında müellif-i muhteremin kitabın Mukaddimesinde görülen kendi mütalaatını dinleyelim: “Asr-ı ahirde zuhur eden bir takım cereyanların bazı kimseler üzerinde din fikrinin tevhinine badi olduğu gayr-i münker bir hakıkattir. Son zamanlarda Garbda başlayan dinsizlik cereyanı –maatteessüf– memleketimize de sirayet etmiş esasat ve i’tikadat-ı diniyyeye karşı bir takım tereddüd ve şübheler uyandırmıştır. Halbuki bir hakıkat-i riyaziyye derecesinde sabit bir şey varsa o da dinsizlik denen maraz-ı ruhi ve ictima‘i ile cem’iyetin ahlakın aile hislerinin adem-i ictima’larıdır. Bunun tima‘iyyenin yavaş yavaş gevşediğini görüyoruz. Din olmadıkça ne ferdin saadeti ne de hey’et-i ictima‘iyyenin devam ve bakası mümkün değildir; efradı bir saadet içinde yaşatacak cem’iyeti sukut ve inhilalden kurtaracak amil-i yegane dindir. Binaenaleyh en ziyade memleketin gençlerinin ma’neviyatını sarsacak mahiyette olan bu şübhe ve tereddüd dalgalarını teskin ederek onların fikirlerini sabit bir nokta etrafında temerküz ettirmek vazifesi ise yegane muallimlere bilhassa ulum-ı diniyye ve ahlak muallimlerine terettüb ediyor. Gençlerde gevşemiş olan ma’neviyat ve imanı takviye ederek onları reyb ü şekten tahlis etmek muallimlerin üzerine terettüb eden bir vecibedir. Çünkü edyanın hayatı ancak da’vetledir ve bu da en ziyade mektep sıralarında olmak lazımdır. Da’vetin müessir ve faide-bahş olabilmesi için de mevecat-ı şükuk ve şübühatın hangi cihetlerden geldiğini ne gibi menfezlerden nüfuz edeceğini hangi noktaları istihdaf eylediğini anlayarak daha mektep sıralarında iken talebeyi ona göre ihzar etmek talebenin bilahare ma’ruz kalacağı şübheleri mevzu’-ı bahs ederek orada halletmek suretiyle fikirlerini ikaz eylemek lazımdır. Halbuki mekteplerde ta’kıb edilmekte olan ulum-ı diniyye dersleri –maatteessüf– bu ihtiyacı tatmin etmekten çok uzaktır. Dokuz on –hatta daha fazla– sınıflı mektep programlarını gözden geçirecek olursak ulum-ı diniyye namına kitabü’s-salat kitabü’s-savm kitabü’z-zekat kitabü’l-hacdan başka bir şey tedris edilmediğini görürüz. Her sınıfta tekerrür edip duran bu mebahistir. Halbuki bunlar esasen zarurat-ı diniyyeden olmak dolayısıyla her müslümanın –daha ailesi nezdinde iken– bileceği bir şeydir. Bu mebahis ile senelerce uğraşmaya hacet yoktur. Çünkü talebeye bir taraftan bunları mihaniki bir tarzda ezber ettirirken diğer taraftan şübhe ve tereddüdlere düşüyor. Gittikçe din muhabbeti kalbinden zail olmaya başlıyor. Artık ezberlemiş olduğu şeylerin de lüzumsuz olduğuna kail olmaya başlıyor ve bu suretle gençlikte bir buhran husule geliyor. Bunun sebebi ise kalbinde uyanmış şübheler asri bir fikir ve lisan ile izale edilmeyerek gittikçe büyümüş olmasıdır. İşte bunun içindir ki mekteplerde okunan din derslerinden – umumiyetle – beklenen netice elde edilemiyor. Zira zamanın icabatı efkarın tahavvülatı muhitin te’siratı nazar-ı dikkate alınmayarak vuku’ bulan da’vetler müntic-i muvaffakıyyet olamaz. Nasa karşı yapılacak tebligat ve irşadatta zaman mekan ve efkar mutlaka nazar-ı i’tibara alınmalıdır. Kur’an-ı Kerim bize bu hakıkati pek sarih olarak bildiriyor. Zaten müteaddid peygamberlerin ba’s ve irsali de bunun en ziyade bir delilidir. muallim ta’yin olunduğum zaman ulum-ı diniyye dersleri den başka bir usul ta’kıb etmek lüzumunu hissettim. Çünkü buradan neş’et eden efendiler ulum ve fünun bulunuyorlar; Avrupalılarla çokça temas ediyorlar; onların adab-ı muaşeretine vakıf din ve Müslümanlık hakkındaki kuvvetli bir iman ve i’tikada sahib olmaları lazımdır. nı “Dini Dersler” ünvanı ile neşrediyorum. “Dini Dersler” de ta’kıb olunan gaye gençlerde gevşemeye yüz tutmaya başlamış olan ma’neviyatın takviyesi kalblerinde din hissinin yüksek bir surette tenmiyesidir.” Burası böyle. Bizim bu kitapta nazar-ı dikkatimizi celb eden bir cihet daha var ki o da muhterem müellifin bütün sözlerini şöhret ve iktidar-ı ilmileri müsellem olan zevatın tedkıkat-ı alimanelerine istinad ettirmesidir. Şakirdanının cidden istifadesini isteyen bir muallimden de beklenen budur. Bazılarının yaptığı gibi ders kitaplarına indi mülahazalar usul-i cari haline almamış şekiller vaz’ ve idhali garabetine bu kitapta tesadüf olunmuyor. Kendilerinin gerek Mukaddime’ de ve gerek kitabın her bahsinde zikrettikleri gibi pek mühim me’hazları vardır. Ez-cümle Şeyh Cemaleddin-i Efgani ve Mısır Müfti-i şehiri Şeyh Muhammed Abduh merhumlar ile fuzala-yı asırdan Ferid Vecdi Ahmed Naim Ferid İzmirli İsmail Hakkı Evkaf Nazırı Hamdi Efendi hazeratının ve daha pek çok Şark ve Garb ulemasının gerek halaka-i tedrislerinden ve gerek te’lifat-ı müfidelerinden pek kıymetli ma’lumat iktibas olunmuştur. Müellifin bu babda gösterdiği en büyük himmet bütün hakayık-ı diniyyeyi kendisi pek güzel ihata ve te’lif ve tedvinde fevkalade isabetidir. Bahisler ve cümleler biribirini pek münasebetli surette vely ediyor ve insan bir bahsi okuduktan sonra onu ta’kıb eden bahsi okumak için kendisinde aşk ve şevk duyuyor. KADINLARIMIZ HAKKINDA Son zamanlarda kadınlarımızın tahsili tarz-ı telebbüsü tesettürü gibi hususat uzun uzadıya mevzu’-ı bahs olmuş tedrisat-ı muhteliteyi tervic için vuku’ bulan propagandalar aşırı derecede ilerlemiş kadınlarımızın evamir-i diniyye ve adat-ı milliyyemiz dahilinde telebbüsleri tesettürleri en şiddetli hücumlara ma’ruz kalmış olduğu gibi ahlak ve fezail-i İslamiyye ile mütehalli olan kadınlığımızın bunlardan büsbütün ayrılması için elden gelen gayretler sarf olunmuştur. Bizim tedrisat-ı muhteliteye tarafdar olmayışımız tesettürün kaldırılmasına i’tiraz edişimiz el-hasıl nisvan-ı İslamiyyeyi mümkün mertebe gençlerimizin saptıkları tarik-ı dalalete saptırmamak rüne taklide koyulan bazı gençlerce hoş görülmemiş ve binaenaleyh bize taassub isnad etmelerine badi olmuştu. Bizim bu gibi isnadattan hiç pervamız olmadığından ve er geç bu mahiyet-i mezhebiyyesi mechul mukaddesat-ı diniyye ve adat-ı milliyyemizi hiçe sayanların kat’i bir hezimete uğrayacaklarından eminiz. Hak ve hakıkat elbette tezahür edecek nisvanımızı baştan çıkarmak memleketin senelerden beri buhranlar içinde yaşaması ahval-i tabiiyyenin bir türlü teessüs edememesi bulanık suda avlamaya çalışanların teşebbüsatına bir zemin-i muvaffakıyyet ihzar eder gibi oldu. Fakat bu öyle yalancı bir muvaffakıyettir ki cüz’i bir mücahede ile kökünden mahvolur gider. Çünkü bu muvaffakıyet millet namına bir ziyandı. Memleketin hüviyetini ahlakını mebadi ve telakkıyatını istihfaf eden bir takım kayıdsızların bütün bu mukaddesat ile oynamak için buhran fırsatlarından sıtayı bu gayeye vasıl olmak için istihdam etmeleri ve bilhassa mahiyet-i mezhebiyyesi mechul bir cemaati örnek essüsüyle ortadan kalkacak afat-ı tufeyliyyedir. Bunların bilhassa dam-ı iğfallerine düşen bazı nisvan-ı İslamiyye hiç şübhesiz bu iğfallerin mahiyetini idrak ederek bu çıkmaz yoldan dönecektir. Nisvan-ı İslamiyyenin meftur olduğu hasail-i aliyye onları böyle çıkmaz bir yola düşmekten din aleyhinde an’anat ve adat-ı milliyye aleyhinde yıkıcı bir yolu ta’kıb etmekten sıyanet edecektir. Fakat bu mezayayı tenmiye için nasıl bir hat ta’kıb olunmalıdır? Birkaç gün mukaddem İnci gazetesinin muharriri Veliahd-i saltanat devletlü necabetlü Abdülmecid Efendi hazretlerinin kadınlarımızın bu kıymetdar hasailini inkişaf ettirmek hususunda nasıl bir yol ta’kıb olunması hakkında beyanat-ı seniyyelerini neşretmişti. İnci mecmuası şimdiye kadar meydana çıkan neşriyatıyla kadınlarımızı bila-kayd ü şart Avrupa kadınlarına benzetmek tesettürün aleyhinde bulunmak çarşafı ilga etmek gibi bir meslek ta’kıb ediyordu. Bu nokta-i nazardan Veliahd hazretlerinin beyanatı ve kanaatleri İ nci mecmuasının neşriyatı ve mesleğiyle taban tabana zıd bir mahiyettedir. Veliahd hazretleri buyuruyorlar ki: Halbuki genç kadınlarımız ve onlardan ziyade onları yetiştirmek vazifesini deruhde eden genç münevverlerimiz Veliahd hazretlerinin beyan buyurdukları bu hakaikı nı niyazını İslam’ın fezailini… Bizim daiye-i tenevvürde bulunan gençlerimiz kadar bilmeyen yoktur. Maarifimizde en ziyade ihmal olunan esas budur ve bundan dolayıdır ki gerek bu mütenevvir gençlerimiz gerek mütenevvir hanımlarımız türlü türlü cereyanlara pek kolaylıkla kapılıyorlar. Bu da terbiye-i İslamiyyeden mahrum olmanın pek tabii bir neticesidir. Binaenaleyh gerek zükur gerek verilmesi mes’elesi kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkate alınacak bir mes’ele-i zaruriyyedir. Görülüyor ki kadınlarımız İslam kadını ev kadını olmak Veliahd hazretleri daha sonra millet kadınından bahis buyuruyorlar: “Bu ise vasi’ bir sahadır. Bu sahada kadın hıfzıssıhhadan tababete ilmihalden felsefeye kadar çıkabilir. Ressam şair olur avukat tacir olur. Ne isterse olur. İlmin isti’dadın nihayeti bulunamaz. Fakat her millette bu misillü kadınlar mahdud ve müstesnadırlar ve mensub oldukları milletlerin medar-ı iftiharıdır.” El-hasıl görülüyor ki kadınlık alemimiz maalesef pek elim bir mevki’dedir. Veliahd hazretleri kadınlığımızın derdlerini pek nafiz ve pek musib bir nazar-ı hakim ile teşhis buyurmuşlardır. Kadınlarımızı böyle mevkie isal etmek ciddi mütemadi bir himmete büyük bir sermaye-i Kadınlık alemimiz ancak böyle bir gayeyi gözeterek terbiye ve ta’lim edildiği takdirde bugünkü dalaletlerden kurtulabilir. MA’HUD İCTIHAD CININ İFTIRA VE BÜHTANLARININ HARICDEKI TE’SIRATI Cereyan-ı fuhşa bir şekl-i ibaha vermek isteyen ma’hud İctihad cı bu Payitaht-ı İslam’ın ve bütün Türklerin cebin-i ma’sumunu lekedar etmekten çekinmiyor. Fakat her nedense hala ceza-yı sezasını bulmuyor. Ma’lum olduğu üzere ma’hud Dersaadet’te kırk bin frengili fahişenin Polis Müdiriyeti’nde mukayyed diğer kırk binin de gayr-i mukayyed olduğunu beyan etmeye kadar varmıştı. Biz bu beyanatın asılsızlığını vaktinde müdellel ve mufassal bir surette izah ile makasıd-ı muzırrasına da ayrıca kımızda pek fena te’sirat hasıl edeceğini kaydetmiştik. Ma’hud İctihad cının milleti yar u ağyar nazarında en iğrenç en çirkin derekelere ıskat etmesine mukabil yine iş başından uzaklaştırılmaması kaffe-i ehl-i İslam’ın muhık nazar-ı i’tibara alınmadı. Din düşmanlığı cehaleti su’-i niyyeti el-hasıl mahiyet-i hakıkıyyesi büsbütün meydana çıktığı halde müslümanları bu beliyyeden kurtarmak Halbuki bizim dediklerimizin hepsi de tahakkuk etti. Nihayet mes’ele harice de aksetti ve bizi dünya nazarında alçaltacak en samimi dostlarımızın nazarında bile düşürecek bir mahiyet iktisab etti. Dünyanın en mühim gazetelerinden birinin Dersaadet muhabiri gazetesine gönderdiği bir mektupta ma’hud İctihad cının beyanatını ser-rişte ittihaz ederek memleketimizin sukut-ı ahlakısini en menfur surette tasvir ettikten sonra en kara günlerimizde bize zahir olan dostlarımıza dindaşlarımıza hitab ederek bizim gibi fezail-i çirkin derekelerine sukut etmiş Müslümanlık’tan seri’ adımlarla uzaklaşmakta bulunmuş bir millete neden yar olduklarını ve bu hal-i inhitatta olan bir yere medeniyet ve Hilafet-i Hakkımızda böyle bir sual-i feciin varid olduğunu görmek kadar elim bir hüsran olmaz. Evet memleketimizde ahlaksızlık tevessü’ etti ve bu ahlaksızlığın tevessüüne çalışanların en mühimlerinden biri ma’hud İctihad cıdır. Maamafih hiçbir vakit ahlaksızlık bu ecnebi gazetenin tasvir ettiği dereceyi bulmamıştır. Bu gazetenin muhabiri ma’hud İctihad cının ismini hüviyetini makalesinde tasrih edeydi o vakit hitab ettiği ehl-i İslam ma’hudun mahiyetine vakıf olduğu cihetle muhabirin ne çürük bir tahtaya bastığını kendisine anlatırdı. sın çürüklüğünü bildiğinden makalesini onunla tevsika lüzum görmemiş ve ancak vazife-i teşhirini ifa etmiştir. Ehl-i İslam erkamın belağat-i katıasını su’-i isti’mal eden bu kabil kesanın işaa ettikleri ve edecekleri her şeyi ihtiyat rından muhabir-i muma-ileyhin muğfil bir mahiyeti haiz olan yazılarının müslümanlar üzerinde icra-yı te’sir etmek hususunda zerre kadar bir muvaffakıyet ihraz edemeyeceği bedihidir. Müslümanlar her halde bu işaat-ı muzırranın hakıkatini er geç öğrenecekler ve muavenetlerini tezyid edecekler ve makam-ı Hilafete olan merbutıyetleri muzaaf bir kuvvetle nümayan olacaktır Müslümanlar üzerinde hasıl olacak olan te’sir bundan nebiler üzerinde hasıl edeceği te’siri düşünelim. Düşünelim de bu İctihad cı ile hempalarının memlekete celb ettikleri mazarratı takdir edelim. Payitaht-ı saltanatla Anadolu’nun frengi ve emraz-ı saire-i zühreviyyenin her dem mütevessi’ tahribatına küşade bir makarr-ı sefalet olarak tanınmasından bu memleketin hakk-ı hayatı istiklali en müdhiş zararlara giriftar olur. Bu halde olan bir memleketin vesayete Sahiblerinin ihmal ve sefahete ve ahlaksızlığa inhimaki yüzünden hastalık yuvasına dönen bir memleketi başkalarının temizlemesi kadar ma’kul ve insani bir şey yoktur denmesi pek tabii olur. Şübhe yoktur ki ecnebiler bizim hakkımızda ancak böyle düşünürler. Hakkımızda bu gibi efkarın husulüne de işte ma’hud İctihad cı hizmet ediyor. Maalesef memleketimiz de meş’um olan bu hizmeti akım bırakacağı yerde bir de onu beslemekte devam ediyor. Zavallı memlektin başına böyle bir felaketi taslit etmenin mazarratı ortada böyle bir şekl-i feci’ iktisab etmiş bulunuyorken buna yine iğmaz-ı ayn etmek.… Artık bunu ne ile izah edeceğimizi bir türlü bilemiyoruz. Milletin mukaddesatına karşı senelerden beri taarruzlar hadd-i tahammülü geçmiş iken hala ma’hud İctihad cıya en müsaid mevkıi bahşetmek.. İşte bu havsala-suz bir muameledir. Mes’ele artık bu safhaya dahil olmuşken ma’hud İctihad cının beyanatı milleti tezlil için bir alet ittihaz olunuyorken ehl-i İslam’ı bizden soğutmak bizi ehl-i İslam nazarında düşürmek daha sonra ecnebilere karşı mevkıimizi büsbütün alçaltmak için bu yalancı bu çirkin silahı kullanıyorken merci’-i aidinin hab-ı gafletten uyanarak bu silah-ı mesmumu körleteceğini; mukaddesat-ı milliyyeyi tezlile hasr-ı fa’aliyyet eden bu şahsiyetin hiç olmazsa böyle bir mevki’-i resmideki faaliyetini olsun ARABISTAN VE İNGILTERE-FRANSA İ’TILAFI Eylül tarihli nüshasında Emir Faysal erkan-ı harbiyyesinde neşrolunan vesikalardır: “Miralay Lavrens’in ber-vech-i zir derc ettiğimiz Suriye mesaili hakkındaki ifşaatı bir zamanlar Fransız dostlarımızla aramızda hafifçe mucib-i ihtilaf ve neticede her iki dost millet arasında samimi bir i’tilafa müncer olan ma’hud Arabistan hakkında akdedilen muhtelif ihtilaflardan bahistir. Lavrens harb esnasında Emir Faysal’ın erkan-ı harbiyyesinde bulunmuş olduğundan bu mesail hakkında tamamıyla ma’lumatdar olduğunu kabul etmek icab eder. Birinci Vesika – Teşrin tarihinde İngiltere’nin Hicaz Kralı Hüseyin’e karşı taahhüdü– İngiltere bir Arab Ancak İngiltere’nin menafi’-i hususiyyeye malik olması dolayısıyla diğer bir tarz-ı idareye tabi’ olması lazım gelen Bağdad ve Basra ile İngiltere’nin Fransa menafiine halel iras etmeksizin harekette serbest olmadığı manatık müstesna olacaktır. Hamiş– Şerif Hüseyin menafi’-i şahsiyye ve hükumet veya hükumat-ı hususiyye taleb etmedi. sa arasında akdedilen “Sykes-Picot” İ’tilafnamesi. Bu tedir. Elif- Şeria’dan Bahr-i Sefid’e kadar imtidad eden Filistin beyne’l-milel olacaktır. Cim- İskenderun’a kadar Suriye sahili Kilikya Sivas’tan Diyarbekir’e kadar Cenubi Ermenistan Fransa’ya aiddir. “Dal-He” dahil Hususile Haleb Şam Urfa Deyr ve Musul vilayetleri iki mıntıka-i nüfuz tahtında müstakil Arabistan olacaktır: arazide Fransızlar nüfuz-ı siyasi peşinde koşmayacak ve hukuk-ı iktisadiyye tefevvuku İngilizlerde olacak ve Arabların taleb ettikleri mikdarda müşavirler İngiliz olacaktır. distan’ının cenubi köşesi hututu beyninde arazide İngiltere nüfuz-ı siyasi peşinde koşmayacak iktisadi ve siyasi menafi’ rüchanı ve müşavirler ta’yini Fransa’ya aid olacaktır. Üçüncü Vesika – Haziran tarihinde Kahire’deki yedi Suriyeliye verilen İngiliz takriri Bu takrir harbden evvelki Arab hükumatına ve harb esnasında harekat-ı askeriyye dolayısıyla ahaliden tahliye edilen Arab mıntıkalarına aiddir. Buraları muhtariyet-i tammelerini muhafaza edeceklerdir. Hamiş – Birinci ve ikinci vesaikı nakz eden bu vesika Allenbi ile Faysal arasında akdedilmiş mahalli bir i’tilafname olup bu suretle Arab ordusu hemen hemen ikinci vesikada gösterilen menatıkta icra-yı harekat etmiştir. Dördüncü vesika – Teşrinisani tarihindeki Fransız-İngiliz beyanatı Bu beyanatta İngiltere ve Fransa Suriye ve Irak’taki mahalli hükumata muavenet ve cebr u tazyik icra etmeksizin ahali-i mahalliyyenin taleb ettikleri suret-i hükumeti tatbik edeceklerdir. Hamiş – Bu vesika Şarkta ikinci vesikadaki İngiliz ve Fransız menatık-ı nüfuzunun B ve H maddelerini tağyir edecek bir mahiyette tefsir edilmiştir. Birinci vesikanın muharriri Sir Henry McMahon ikinci ve üçüncü vesikaların muharriri Sir Mark Sykes’tir. Dördüncü vesika da Lord Robert Cecil tarafından tasdik edilmiştir. Bunların dördü de ilcaat-ı askeriyye dolayısıyla Arabların bizimle harb etmelerini beray-ı te’min tahrir edilmişlerdir.” |/\|