|\/| _____ Cild 20 - Unknown 170735 39610 10897 _____ Dini ilmi edebi siyasi haftalık mecmua-i İslamiyyedir Hakimiyet-i şer’iyye mebde’inin netayici – Sınıf ve fırka rekabetlerinin izalesi – Teazud-ı beşeri ve uhuvvet-i İslamiyyeyi te’sis – Hükumetin nazarlarda mehib muhterem ve mahbub olması – Şerait-i maddiyyenin sukutu – İskolastik ulumun zuhuru – İslam’da ilmin muazzam mevki’i – Şeriate mu’arız tabakanın zuhuru – Ika’ ettikleri tahribat – Fıkıh sayesinde ahlaki ve ictimai inhitattan akvam-ı İslamiyyenin masuniyeti – Avrupalılardan alacağımız şeyler – Teşkilat ve esasat-ı İslamiyyemiz garbdaki nekaisden müberradır. Said Halim Paşa Dinsiz ahlak olamaz – Aklın irşadı kafi değildir – Dinin hazali ahlakın zevalini ta’kib eder Midhat Cemal Ba’zı İslam ve Türk kadınlarının misyonerlerle teşrik-i mesa’isi – Bu uğurda sarf olunan paralar – Mes’elenin ehemmiyeti Mecdüddin Her hatve-i terakki İslam’a takarrubdur – Müslümanlık ictimaiyyat ve siyasiyyatı da ihtiva eder – Müslümanlık esaslarından: Zekat- Zekatın hikmet-i ictimaiyyesi – Müslümanlık sa’y dinidir – Beyne’l-beşer tefavüte karşı İslam’ın vaz’ ettiği esas-ı ictimai – Servetin beyne’l-ağniya tedavülüne karşı ahkam-ı mani’a-i İslamiyye – Zenginlerin malında fukaranın hakkı – Fevza-yı ictimaiye karşı İslam’ın koyduğu kanun-ı ali – Aksekili Ahmed Hamdi Akvam-ı İslamiyye şu kanaati daima muhafaza etmişlerdir ki gerek adaletsizlik gerek istibdad bunların ne hükumetlerinde ne kanunlarında ne de müesseselerinde olmayıp ancak kudreti ellerine geçirerek kanun namına hareket ettiklerini iddia eden şahıslardan doğmuştur. Binaenaleyh müslümanlar şeriat tarafından te’sis olunan hükumetin meşru’iyetine karşı ne itiraz etmeyi ne de hangi suretle olursa olsun onu düşürmeyi hatıra getirmedikleri gibi irtikab olunan adaletsizliklere suisti’mallere hatime çekmek için de hükumeti temsile ve kanunu tatbike en ziyade ehil telakki ettikleri ellere tevdi’-i umur etmekten başka yol aramamışlardır. O halde hakimiyet-i şer’iyye mebde’i denilen hakikat-ı mutlaka vekayi’ ile suret-i kat’iyyede ve en şa’şaadar tarzda teessüs etmiş bulunuyor. Öyle bir halet-i ictimaiyye vücuda getiriyor ki insana ferdi ictimai hakiki bir saadet te’min etmek için mümkün olan şeraitin kaffesini ihtiva ediyor. Öyle bir halet-i ictimaiyye ki o zamana kadar beşerin azmi önünde dikilip onu kemal-i hürriyyetle tekamülünden rika-engiz bir surette devrilip gidiyor. Öyle bir halet-i ret bir medeniyet vücuda getirerek asırlarca insaniyeti ve onu ahlaki ictimai maddi emsali görülmemiş bir saadet içinde yaşatıyor. Devr-i İnhitat Müslüman aleminin her zaman kendi İslami akidelerine sadık olmasına ve hakimiyet-i şer’iyyeye daima münkad bulunmakla beraber tıbkı edvar-ı azametinde olduğu gibi dinin yüksek tealim ve evamirini bütün varlığıyla muhafazaya çalışmasına rağmen iki asra yakın bir zamandan beridir ki medeniyet-i İslamiyye inhitat-ı külli Eğer aynı esbab artık aynı netayici tevlid etmiyorsa bu kat’iyyen şundan ileri geliyor ki akvam-ı İslamiyye kendi vezaif-i İslamiyyelerini eskisi gibi hüsn-i idrak ve ri umumiyetle sebeb olmak üzere ileri sürülmekle beraber Hakiki olmaktan çok uzak bulunan bir sürü t Bu neticeler esaslı bir ehemmiyeti haizdir. Zira bunlar kendini diğer mevcud cem’iyetlerden pek aşikar bir surette ayıran yeni esasata mübteni ve büsbütün yeni bir cem’iyet vücuda getirmiştir. en tabii ma’na ve ruhu ile müsavat ve hürriyet esası üzerine müstenid bir halet-i ictimaiyye kurmuş olmasından ka rekabetleri ebediyyen sürülüp çıkarılmış; hürriyete müsavata karşı hiçbir aksülamel yükselmemiş; bunun neticesi olarak teazud-ı beşeriyi en sahih ve en samimi şeklinde tanımış bu teazud bir kavimden diğer kavme kol atarak aralarında o naziri görülmemişuhuvvet-i mütenevvi’ kıt’alarında yaşayan muhtelif ırklara mensub dört yüz milyona yakın bütün bir alemi büyük bir aile-i O bundan başka akvam-ı İslamiyyeyi müşterek ve sabit öyle bir gaye ile techiz etmiştir ki bu gaye onların tekamülünü amir olmaktan hiçbir zaman geri durmadı ve bu sayededir ki on üç asırdan fazla zamandan beridir bütün Müslüman akvamı gerek şevket ve azametlerinde gerek inhitatlarında şeriatin evamir ve vesayasına tevfik-i hareketten ona canla başla hizmetten başka bir emel beslemediler. Kendi selametlerini ancak ondan beklediler ve bu selametin tahakkukunu ancak onun hakayik-i aliyyesine inkıyad ile kaim bildiler. hükumete o zamana kadar görülmemiş öyle bir mevki’ ve nüfuz te’min etti ki bu mevki’ ve nüfuz hükumeti nazarlarda hem mehib hem mahbub hem de muhterem gösterdi. Evet hükumet kendini sevdirdi zira o şeriate hizmet etmek ona karşı hürmet celb eylemek için yine şeriatten doğmuştu. Zira bu suretle hiç söz götürmeyecek öyle bir meşru’iyeti haiz bulunuyordu ki bu meşru’iyet kendisini her türlü gasb ve tahakküm şaibelerinden tenzih ediyordu. Mehib ve muhterem olmasına gelince: Bu da her türlü şaibeden pak olan kudsi menba’ından aldığı kudret-i külliyyeden bir de kendisinin hakayık-ı ahlakiyye ve ictimaiyyenin mü’bidesi bulunmasından neş’et ediyordu. Hatta kendi namına irtikab olunan bütün suisti’maller ne onun nazarlardaki mevki’ini ne de ruhlara ilka etmiş olduğu i’timadı kat’iyyen sarsamadı. Bu nokta-i nazardan şübhe yoktur ki akvam-ı İslamiyye acınacak haldedirler ve akvam-ı garbiyyeden öğrenecek pek çok şeyleri olduğu gibi bu hususta onlara ne kadar gıbta etseler hakları vardır. O halde hiç şübhesiz alem-i İslam’ın inhitatı şerait-i maddiyyesinin sukutundan ileri gelmiştir ki bu sukut onu akvam-ı garbiyyenin taarruzlarına karşı istiklalini müdafaaya kadir olamayacak onların tahakkümü altına düşmekten kendini kurtaramayacak kadar zayıf bir hale getirmiştir. Lakin o böylece esaretin bütün felaketlerini bütün zilletlerini tanımış olmakla beraber bunlar kendisine dini hakkındaki iman-ı kavisini gaib ettirememiş ve iktisaden siyaseten mevcudiyetini harab ettiği halde mevcudiyet-i ictimaiyyesini bir türlü mahv edememiştir. Kudret ve saadet-i maddiyyenin tabiat tarafından yolunu bilenlere has olduğu ve bu ni’metlerden müstefid olabilmek için tabiati idare eden kavanin ile o kavaninden çıkan fünunu tanımak icab edeceği kabul olununca müslümanların inhitatı akvam-ı İslamiyyenin ancak bu kanunlar ve bu fenlere karşı olan cehllerinden başka bir şeye atf olunamamak zaruridir. Şurada ihtar etmeliyiz ki Peygamberimiz bize İslama ğunu haber vermişti. Vakı’a bu inhitat Müslüman alemi için büyük bir musibettir. Maamafih mühlik olmadığını söyleyebilmekle bir derece kadar müteselli olabiliriz. Fi’l-hakika bu inhitat ne ahlakidir ne ictimaidir lakin iktisadidir. Binaenaleyh maddidir ve kabil-i telafidir. Kaldı ki Müslüman akvamının tarihi inhitat-ı İslami mevzu’una aid olmak üzere söyleyen sözleri en sarih bir surette te’yid etmekdedir. Fi’l-hakika bize bildiriyor ki cihan-ı İslam’ın inhitatı dinin bütün ruhbani yahud ruhani telakkilere suret-i kat’iyyede muarız olmasına rağmen akvam-ı İslamiyye arasında hayata hiç nef’i olmayan gayr-ı müsbet bir takım ulumun zuhuruyla başlıyor. sebeb oldu:Peygamber’in bizlere hiç durmaksızın ilim ve irfanı taharri etmekliğimiz hakkındaki kat’i evamiri yalnız şeriatin ihtiva ettiği bir takım hakaikin tetebbu’una münhasırdır. Yoksa bundan başka hiçbir hedefi yoktur. Şübhesiz Peygamberimiz’in vesayasını bu suretle tefsir etmek büyük bir hata idi. zira Peygamberimiz şeriat vasıtasıyla ahlaki ictimai bütün hakaiki bize öğretmiş olduktan sonra pek müstesna bir ısrar ile de daima daha fazla ilim tahsilini daha ziyade irfan iktisabını tavsiye ediyor. Dinimizin kıymetini ancak ilim ve irfan vasıKezalik uğraşan garazkarlarla da meşgul olmayacağım. Evet şartıyla her vasıtaya müracaaat ederek şunu isbat ve efkarı şuna ikna’ için çalışıyorlar ki:Müslümanlık akvam-ı beb olmakla kalmıyor belki Müslümanlık akidelerinde sabit oldukça bu din kendilerini ebedi bir mahkumiyet ve sefalet içinde bırakacaktır. Vakı’a bunlara da’valarının aksini isbat etmek en kolay bir şeydir. Lakin hatalarından tarafgirliklerinden her çi bad abad fedakarlık etmemeye niyyet etmiş olan bu gibi ademlerle bahse girişmek doğru bir hareket değildir. Binaenaleyh ben o ma’nası anlaşılmayan tahminat cibilliyetsizliğin mahiyetini ta’yine çalışacağım ki bu sa’y hem o inhitatın tabiatini tanımaklığımıza müsaade edecek hem de müdavatı yollarını bize gösterecektir. Bu inhitat neden ibarettir? Müslüman akvamın eskisi kadar hüsn-i ifa edemedikleri vezaif-i İslamiyye hangileridir? Müslümanlar arasında hiçbir sınıf ve zümre rekabeti görülmez. Hiçbir kavmiyet mücadelesi tezahür etmez uhuvvet-i İslamiyye bilakis her zamankinden daha muhkem tecelliler gösterirken el-hasıl hakimiyet-i şer’iyye kendi nüfuz ve mevki’ini muhafaza eder ve kalblere ilham etmek mecburiyetinde bulunduğu hürmet ve i’timad hislerini –ki onlar olmadıkça bu hakimiyetin şiddet ve tazyikinden başka ma’nası kalmaz- her türlü şaibeden pak bir surette muhafaza eder dururken acaba İslam’ın hürriyet müsavat ve teazud esasatı cemaat-i İslamiyye arasından kalkmıştır tarzında iddiada bulunmak muhik olabilir mi? Şübhe yokdur ki bu hususta akvam-ı İslamiyye içinde bulundukları inhitata rağmen akvam-ı garbiyyeden daha bahtiyardırlar. Zira garbda sınıf ve zümre kinleri kavmiyet husumetleri eskisinden şiddetli bulunuyor. Ve orada hükumet rahnedar olmuş i’tibardan düşmüş olarak artık halka ne icabı kadar i’timad ne de hürmet hissi Maamafih şerait-i iktisadiyyeleri cihetiyle bu iki alem aynı vaziyette değildirler. Bu hususta yürütülecek mukayese tamamıyla akvam-ı garbiyyenin lehine çıkar denebilir ki biz iktisaden ne kadar mefluc maddiyyat den o kadar kudretli o kadar müreffehdirler. - çıkamamışlardır. Lakin bu ekalliyet münevver ve mütefekkir tabakaların ekseriyetini temsil etmeğe ve alem-i ları ve bu hususta himayelerini bezl etmeleri sayesinde cemaat-i İslamiyyenin mukadderatı üzerinde ciddi surette müessir olmaya başladı. Evet alem-i İslam’daki münevver ve mütefekkir tabakaların ekseriyeti garblılaşmaya tarafdar oldular. Zira bu tabakadaki insanlar ya kamilen garb merkezlerinde tahsil görmüşler yahud kendi memleketlerinde garb propagandasının vücuda getirdiği bir takım müesseselerde okumuşlardır ki bu müesseselerin alem-i İslam’ı ebediyyen kendi siyasi ve iktisadi tahakkümünden koyuvermemek başka bir gaye ta’kib etmediği meydandadır. Şimdi bu şerait dahilinde yetişmiş olan mütefekkirlerimiz gerek dinlerini gerek o dinin kendilerine ta’lim etmiş olduğu hakaik-i ahlakiyye ve ictimaiyyeyi düşünürken çaresiz az çok garblılaşmış bir kafa ile düşünerek hükümlerini ona göre veriyorlar ve bu suretle dinlerine olan i’timadlarını dinin ahlaki ve ictimai mebde’lerinin mükemmeliyeti hakkındaki imanlarını gaib ediyorlar. Onlara karşı nefretle dolu bir la-kaydi hatta bazen şiddetli bir husumet gösteriyorlar. Öyle ama bu garblılaşmış kafalar çaresini bulmak istedikleri hastalığın ne tabiatını ne mahiyetini hiçbir zaman lüzumu derecesinde anlayamadıkları gibi tealisini tahakkuk ettirmek için bi-hude yere uğraşıp durdukları cemaati de maa’t-teessüf öğrenememişlerdir. pek kararsız olan vaziyetini büsbütün karıştırmaktan ve vicdan-ı umumiyi kendi vicdanları gibi bulandırmaktan başka bir şeye muvaffak olamadılar. Demin işaret ettiğim iskolastik ulumun ıdlal ve mahkum ettiği şeriat tarafdarlarına gelince bunlar da alem-i ötekilerden fazla muvaffakiyet gösteremediler. Maamafih bu sonrakiler sayesindedir ki alem-i İslam şeriatı tetebbu’ etmekten düşünmekten tefsir etmekten el-hasıl şeriatın hakayıkıyla beslenip şeriatın bütün fikrini bütün kalbini ve bütün ruhunu muhafaza eylemekten fariğ olmamıştır. O bu suretle kendisi için doğrudan doğruya şeriat üzerine müesses bir ilim te’sis etmiştir ki bir müslüman müşahedatını mikyasatını ancak o ilimle yürütür; hükmünü yine o ilimle verir. Evet öyle ilim ki gayesi insana bütün mevcudiyet-i ma’neviyyesinin tezahüratında şeriata tevfik-i hareketi öğretmekten ve onun bütün evamirini tatbik ettirmekten başka bir şey değildir. tasıyla daha ziyade anlayacağımızı ve şeriati yine o vasıta yor. Binaenaleyh bundan şu ma’na anlaşılmak lazımdır ki sabit müstemir bir azim ve sa’y ile tabiatın serairini keşfe muvaffak olarak bu suretle tabiatın insanlar için saklamakta olduğu na-mütenahi hayır ve menfaatlerden müstefid olmak böylece şeriatin te’min ettiği ahlaki ve mek icab eder. Çok teessüf olunur ki bu hata kendisini tevlid eden ulemanın nüfuzu yüzünden umumiyet ve kuvvet kesb ederek az zaman sonra bütün cihan-ı İslam’a hakim oldu. lunan bu iskolastik sebebiyledir ki alem-i İslam gitgide tabiatı tetebbu’ ve tedkik vazifesine karşı la-kayd kalmaya başladı. Nihayet ulum-ı tabiiyye ve hikemiyye ile de yaşamak gerek istiklallerini müdafaa edebilmek hususunda muhtac oldukları saadet ve şevket-i maddiyyeyi te’min kabiliyetinden yavaş yavaş uzaklaştılar ve bi’nnetice kendi elleriyle iktisadi ve siyasi mahrumiyetlerini hazırlamış oldular. Bunların bir tarafdan ma-fatı telafi maksadıyla sarf ettikleri mücahedatın daima hüsran ile neticelenmesi diğer taraftan cihan-ı garb ile ihtilat ve temaslarının günden güne ilerlemesi nihayet alem-i İslam’da tekalif-i şeriatin kendi terakkiyat-ı maddiyyelerine tamamıyla muarız olduğu kanaatini vücuda getirdi. pıldıkları içindir ki müslümanların bir kısmı kendi saadet-i maddiyyelerini saadet-i ahlakiyye ve ictimaiyyeleri yolunda feda etmekle ta’bir-i diğerle refahiyet-i maddiyyelerinin halde diğer bir kısmı da bilakis kendi i’tila-yı maddileri yolunda şeriatın metalibinden vazgeçmek suretiyle daha ma’kul bir harekette bulunduklarına kail oldular. Birinci kısma dahil olanlar bu tuttukları tarzı ta’kib ile muhteşem lakin henüz uzak olan bir maziyi ihya edeceklerini ümid ediyorlardı. Halbuki ötekiler alem-i İslam’ın tealisine karşı yegane mani’ telakki ettikleri şeriatı serir-i hakimiyetinden indirmedikçe mes’ud zi-kudret ve büsbütün yeni bir cem’iyet vücuda getirebileceklerini ümid etmiyorlardı. arzusu bu suretle başladı. Vakı’a cemaat-i İslamiyyenin garblılaşmasına tarafdar olanlar hiçbir zaman pek naçiz bir ekalliyetin fevkine kabule tarafdar olmak ma’nası anlaşılmamalıdır. Bilakis en ibtidai bir basiret bile bize şu hakikati bildirir ki: mak i’tibarıyla bizim için garbın bu saydığımız şeylerini kabulden son derecede sakınmak zaruridir. O halde bütün teşkilatımızı bütün iktisadi esasatımızı şeriatın mahz-ı hikmet olan ruhuyla mütenasib bir surette ibda’ için alemde kendisine müracaat edeceğimiz bir merci’ varsa ancak fıkıhtır. Zira ancak bu sayededir ki teşkilat ve esasatımız garbdaki akvamın teşkilat ve esasatında görülen ve usul-i ictimailerinden neş’et eden nekayis ve hati’attan müberra olabilir. lerimizin hoşuna gitmeyecektir. Lakin onların bu hususdaki hükümleri ne olursa olsun şu hakikati asla sarsamaz ki: Kendilerinin garbı alkışlamaları ne icabı kadar ta’mik edilmiş bir tetebbu’ neticesidir ne de ciddi bir mukayeseye müsteniddir. Binaenaleyh umumiyetle doğru ve esaslı değildir. Bunlar tarafından akvam-ı garbiyyenin bi’l-hassa usul-i ictimaiyyelerine karşı gösterilen takdir sırf bu akvamın elde etmesini bildikleri saadet-i maddiyleri yüzündendir. Nasıl ki Müslüman ictimaiyyatına ve bi’n-netice İslam’ın o kadar şayan-ı takdir olan bütün müessesat-ı ictimaiyyesine karşı bu derece açık bir surette gösterdikleri nefretin saiki de akvam-ı Madem ki bir cem’iyetin maddi refahiyeti daima ferdi faaliyetinin neticesidir o halde bu refahiyet onun ma’lumat-ı fenniyyesine istinad eder. Binaenaleyh o cem’iyetin usul-i ictimaiyyesinin faikiyeti hakkında da bir delil-i kafi teşkil edemez. Demek onları bu gibi hatalara sevk eden amil garblılaşmaları ve dolayısıyla ezvak-ı maddiyyeye karşı mübtela oldukları fevka’l-had bir şübhe yoktur ki ahlaki ve ictimai ulum sahasında fikr-i beşerin vücuda getirebildiği en mühim ve en mükemmel bir müessesedir. Ulum-ı hikemiyye sahasında usul-i tecrübi ne ise ahlaki ve ictimai sahada fıkıh da odur. Onun sayesindedir ki alem-i İslam aradan asırlar geçmiş ecnebi hakimiyeti altında kendisine binlerce inkılab savlet etmişken hala kendi İslami telakkilerini İslami mebde’lerini an’anelerini kendi ruhlarını ve gayelerini bütün nezahet ve safiyetiyle muhafaza ediyor. Onun sayesindedir ki ta’mir ve telafisi gayr-ı kabil olan ahlaki ve Şimdi alem-i İslam’ın musab olduğu hastalık layıkıyla bilindikten onun tevlid eden esbab anlaşıldıktan sonra müdavatı için müracaat olunacak vesait artık kendiliğinden taayyün eder. Fi’l-hakika kemal-i vuzuh ile görülüyor ki onun derdine çare kendisinde bulunmayan ve bulunmaması durmayıp iktisab etmesinden ibarettir. Bu ulum ve fünun bugün Avrupa’dadır. O halde bizim palılardan öğrenmek. Evet gerek unutmuş olduğumuz usul-i tecrübiyi gerek cahili bulunduğumuz yeni fenleri tahsil etmek. Hem bu suretle hareket edersek ilmi tahsil için bulunduğumuzu bizlere tebliğ buyuran Peygamberimiz’in emrini yerine getirmiş oluruz. Lakin şunu da hakkıyla takdir etmek lazımdır ki bizim Avrupalılardan alacağımız şey yalnız buna münhasırdır. Zira inhitat-ı İslamiye çare-saz olacak yegane vasıta bundan ibaret olduğu söz götürmez bir hakikattir. Yoksa sözlerimizden akvam-ı garbiyyenin iktisadi mebde’lerini sa’y ve sermaye teşkilatına aid usullerini ve bunlar arasındaki münasebatı tıbkı orada olduğu gibi Salabet-i ahlakiyyemiz o zandayım ki evlerde secdelerin mikdarıyla beraber azaldı hayatın boşluğunda çırpınan eller tesbih-i i’tikada tutunur ve dünyanın hiçliğinde dönen başlar sahife-i Kur’an’a eğilirken ahlakımız bugünkü gibi değildi. Nikah ile kira mukavelesi arasında fark görmeyen semayı anlamayan ma-vera-yı mezara mihrab bir duvar minber bir irtifa’-ı maddi ise izdivac da bir heyecan-ı leziz ve evlad bir şahs-ı salistir. Mu’ayene ve müşahede ettiğimiz eşyanın ötesinde ve üstünde zerreler ve küreler mevcud olduğuna eğer inanmayacaksak ma’neviyat-ı mukaddese eğer ecdadımızın zuhulen hürmet ettiği bir yalansa ma’bedlere ve türbelere eğer efsane-i a’sar diyorsak o zaman daha birçok mukaddesat var ki isimleri birer birer değişmeli. Evet mesela o takdirde zevc iraddır millet izdihamdır ve vatan akarımızın ve evimizin temelini rihtesinde ve cerihasında taşıyan hissiz hamul bir toprak yığınından Tarihen sabittir ki milletler de dinin hazalini ahlakın zevali ta’kib etti ve bu o kadar muntazaman tekerrür eden bir vak’a ki tarihin hadiselerinden çıkmış bir düstur şeklinde şunu tesbit edebiliriz: Din ile ahlak arasına giren mesafe derhal halk ile ahlak arasına da girer! Ve bu yalnız mazide değil şimdi de böyledir. Her millette münhasıran akl-ı beşere istinad eden bir ahlak yalnız mahdud bir sınıf halka münhasır bir ahlak şeklinde kalıyor halkın her tabakasında hakim olamıyor. Sitoizm ve Konfüçyüs mezheb-i ahlakileri bu mahiyette bir ahlak olmamakla beraber münhasıran akl-ı beşere müstenid bir ahlak olduğu için insanların umumiyeti üzerinde füsun-ı teessür gösteremedi; sınıf ahlakı olarak kaldı şimdiki Avrupa’da bile insan yığınının mecmu’asını idare eden ahlak Hıristiyanlık dininin te’sis ettiği ahlaktır. Hulasa ahlak ismi altındaki hulya-yı muhterem saha-i hakikate çıkmak için mü’bedeler ister ve o mü’bedat iman-ı Yine Anatol Loro Apolyo bir makalesinde diyordu ki:Fransa’nın seddetmek nankörlüğünde bulunduğu papas mekteplerine birkaç hafta evvel gittim. Talebenin yatak koğuşunda her karyolanın üstünde şu levha duruyordu: Allah beni görüyorzulmette ve ziyada gören bu gözü kaldırmak isteyen ıtlak-ı ahlak tarafdarları bu cihan-şümul basırayı nihayet kaldırdılar. Fakat bunun yerine bilmem neyi ikame edecekler? Memleketimizin aile enkazıyla ve ismet harabeleriyle dolan fezasına müsaade ediniz aynı sual bir enin şeklinde yükselsin!.. Birinci makalemde İstanbul’da teşekkül eden Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti’nin maksad ve suret-i teşekkülü ahlak ve ictimaiyyat-ı İslamiyye üzerinde yapacağı tahribat-ı müdhişe ve bi’l-hassa kadınlar şubesinin bu memlekete bu millete ne azim fenalıklar yapabileceği hakkında ba’zı mütala’at-ı umumiyye dermiyan etmiştim. Bugünkü makalemde bu cem’iyetin kadınlar şubesine ve bu şubenin Amerika misyonerlerine hizmet maksadıyla memleketimize yapmış olduğu hiyanet hakkında biraz tafsilat vermek istiyorum. teşekkül eden Genç Hıristiyanlar namındaki misyoner cem’iyeti yalnız erkeklerden ibaret değildir. başka bir şey değildir. Hayır insan ile behime arasında fark olmalı ve mesela insanın karnı doyduktan sonra kalbi acıkabilmeli ve insan zevkini sade dişleri ve dudakları vasıtasıyla değil kalbi ve beyni ile te’min etmek besini azade-i taarruz görmeyince müsterih uyuyamayan millet denilebilir. Kalbi midesinin hududunda gayb olan ve dimağını nuha’-ı şevkisinin istitalesine inkılab eden mahlukat sürü ve izdihamdır. Ben o kanaatteyim ki insanları menfaatin ve lezzetin zebunküş mantığına itaat etmekten kurtaran bir tane kuvvet vardır: Din!.. Cenabetin üstüne semadan bir sa’ika’-i terhibin düşmeyeceğine inanmayan bir zevce muhal olan vücudunu iterek göğsünü bir erkeğin kollarına teslim etsin bunun için sade iki şey kifayet eder: Gözünün kararması ve başının dönmesi!.. Eğer bir türbede eb’ad-ı ahireti kucaklayan ma’nevi bir cesamet görecek surette hissiyatıma terbiye-i diniyye verilmemişse ceddimin kabri toprağın altında geniş ve müstatil bir deliktir. Ahlakın bir edebiyat olmaktan kurtulması ancak dinin te’yidine mukarin olmasıyla kabildir. İrşad-ı akıl kifayet etmez akıl ve kuvve-i muhakememiz … bir hakimdir fazla nabızgir dalkavuğudur ve onu pek meharetle aldatır. Sonra hepimiz az çok biliriz ki insanın aklı daima yanında değildir. Bir cild-i bakirenin a’sabımızda ika’-ı harik eden fecr-i teması önünde aklımız yoktur ve sade cismimiz vardır. Ve nısf-ı azizimiz olan refikamız o esnada ta uzaklarda seçilmez bir hayaldir ve eğer o dakikada çocukluktan beri inanmağa alıştığımız bir Allah ve bir nebi yoksa et ve kemikten örülmüş nurani ve billur bir uçurumda yuvarlanırız avuçlarımızda yumuşak birer güneş tutuşarak! Demiştim ki insanlar her gün yirmi dört saat akıllı değillerdir: Mesela bir gece tiyatro sahnesindeki sun’i katl vak’asına ağlayanlar içinde yarın sahne-i hayata elinde bir silah ile çıkacak ve irtikab-ı katl edecek cani namzedleri vardır. Meşhurdur ki Avrupa hapishanelerinin birinde sirkati meslek ittihaz eden mahbuslar bir çift kundura çalan bir mahbusu ta’yib ve tenkil etmişler!.. Daima ve her vak’a önünde yanımızda bulunmayan bir kuvve-i akileye istinad eden bir ahlak bir hayal-i latifdir. Anatol Loro Apolyo diyor ki:Sokrat’tan Kant’a kadar en büyük hükema ahlakı i’tikad-ı ilahi esasının üzerine kurdu. Ahlak din ile ve bi’l-hassa bir Allah’a i’tikad esasıyla o derece yek-vücuddur ki adeta ahlak ve din birbirine örülmüş yek-diğeriyle mültef ve girifttir denebilir ve ahlakı dinden ayırmak istersen ikisi de yırtılmış parçalanmış hırpalanıp zedelenmiş olur. Bir de Genç Hıristiyan Kadınlar Cem’iyeti vardır. Kadınlar cem’iyeti erkek cem’iyetinin Beyoğlu şubesine muttasıldır:Beyoğlu Kabristan CaddesiKadınlar Cem’iyeti’nin İstanbul’da da bir şubesi vardır. Bu şubenin bulunduğu yer Cağaloğlu’nda numaralı büyük bir binadır. Kadın cem’iyetlerinin alamet-i farikası olan müselles işareti rengince erkeklerinkinden farklıdır. Müselles erkeklerde M kadınlarda W’dir. Evvela şurasını söylemek lazımdır ki müselles işaretinin ortasında olan dört harfın herbiri bir kelimeye Veba mikrobu gibi memleketimize sokularak ictimaiyyatımızı kemirmeye çalışan ve maa’t-teessüf pek çok Türk hanımlarını da amal-i milliyye hilafına hizmet ettiren bu misyoner teşkilatının kadınlara mahsus şubesi tarafından neşrolunan programını enzar-ı intibaha arz ediyorum. reisesi yaşlı Misis Pibadi namında bir Amerikalı kızdır. Bu reise bi’l-ahare değişti ve yerine başka biri geçti. Cem’iyetin beyannamesi şu suretle başlıyor: İstanbul Genç Hıristiyan Kadınlar Cem’iyeti Beyoğlu’ndaki cem’iyetin bir şubesidir. Cem’iyetin isminin de ifade ettiği vech ile İstanbul hanımlarına aralarında hayat-i ictimaiyyeyi te’sise hadim bir merkez olmasını arzu ederiz. A’za olabilmek için on üç yaşından i’tibaren ve şayan-ı i’timad ! bir şahıstan tavsiyename ibraz eden ve cem’iyetin birbirini sevmek ve birbirine yardım etmekten ve a’zalara mahsus senelik ücreti veren her genç hanım cem’iyetimizin a’zası olabilir. Senelik ücret kuruştur. On üç yaşından on altı yaşına kadar olanlar yetmiş beş kuruş ücretle cem’iyetin genç kızlar kısmına dahil olabilirler. Arzu edenlere jimnastik İngilizce Fransızca idare-i beytiyye ve saire dersler verilecektir. Tertib edilecek haftalık eğlencelere a’zalar bila-ücret dahil olabilecektir. Mesa’i terbiye-i şahsiyye ve ictimai işler için kulüpler teşkil olunacaktır. Genç kızlar kısmı programına da ayrıca kulüpler dersler ve eğlenceler dahil edilecektir… Beyannamenin baştarafında denildiği üzere cem’iyetin maksadı kadınlar arasında hayat-ı ictimaiyye te’sis etmektedir. Cem’iyete yazılan kadınlar bila-tefrik-i cins ü mezheb yalnız bir maksada bir gayeye hizmet edeceklerdir ki o da Hıristiyanlık’tır. Hepsi hıristiyan hayat-i ruhunu taşıyacak bu ruh ile kaynaşacaktır. Bunun içindir ki İslam ve Türk hanımı olarak o muhteşem binaya devam eden hanımların kıyafeti ile genç hıristiyan rahibelerinin kıyafeti arasında bir fark göremezsiniz. Tecrübe Kadınlar Cem’iyeti binasının karşısındaki kahveye oturup oradan sürü sürü çıkan genç İslam-Türk hanımlarının kıyafetiyle hıristiyan misyoner kadınlarının kıyafetini mukayese ediniz. yahud hep birden tenezzühe çıktıkları bir günde bunlara bir bakınız aralarındaki samimiyet ve mücanesetin ne kadar mükemmel olduğunu derhal görür ve hakikaten bunların arasında hayat-ı ictimaiyye ? teessüs etmiş olduğuna siz de kani’ olursunuz. Kadınların İstanbul şubesine Ağustos akşamına kadar a’za yazıldığını ve bunların ekseriyet-i azimesini Türk hanımları teşkil ettiğini ve hatta ve en büyük propagandacısı olan katibesi de bir Türk kızı olduğunu geçen makalemde kemal-i esefle söylemiştim. Ekseriyet-i azimesini Türk hanımları teşkil eden Genç Hıristiyan Kadınlar Cem’iyeti’nin Hıristiyanlık na-mına neler yapmakta olduklarına dair burada şimdilik ufak bir ma’lumat vereceğim. Bunların derece-i mesa’isi ve faaliyeti hakkında anlamak için cem’iyetin tarih numaralı nüshasında münderic şu beyannamesini okumak kafidir: Genç Kadınlar Cem’iyet-i Hıristiyaniyyesi Dersaadet şubeleri son mu’avenat-ı nakdiyyenin netayicinden dolayı pek ziyade medyun-ı şükrandır. Bu beyne’l-milel ? cem’iyet iki buçuk seneden beri sarf-ı mesa’i ederek kulüplere dershanelere yazı kamplarıyla hizmetlerinde’den fazla a’za kayd etmiştir. Biri şube te’sis eyledi. Her din ve milletten olan kızların bir arada toplanıp eğlenmeleri ve bu surette yek-diğerine yardım ve birbirlerini eğlendirmeleri için kulüpler dershaneler cimnastikhaneler sınıflar ve sair tertibat-ı lazımenin ? ikmali mümkün olmuştur. Bu teşebbüsü mevki’-i fi’le koymak için lazım olan paralar şimdiye kadar hemen kamilen Amerika’dan gelmiştir. Altı Amerika me’murunun i’aşe masrafı ve maaşı haric olmak üzere bu seneki yekunü Türk lirasıdır. Bi’t-tabi’ memalik-i sairede bu gibi cem’iyetlerin a’za istinadgahı namına arz-ı hizmet ettiği cemaattir. Hal-i hazırdaki iş buhranı dolayısıyla her ne kadar bu husus burada gayr-ı mümkün ise de bir mikdarının İstanbul halkına yükletilmesi rini i’lan ediyor. Spor ve saire gibi birçok zahiri vesaitle Protestanlığın neşir ve ta’mimine Hıristiyan ittihadına çalışıyor. Sonra bizim Türk hanımlar Türk kızları da cem’iyete a’za yazılıyor ve cem’iyetin her emrine amade ve hatta cem’iyetin takdirini mucib bir halde propaganda ediyorlar. Ne yazık ki: Salib namına mukaddes yurdumuzu baştanbaşa telvis eden mabedleri yıkan Yunanlıların cihan-ı insaniyeti titreten şenaatlerinden kurtulup İstanbul’a gelebilmiş binlerce yetimler açlıktan sokak ortalarında sürünürken ba’zı İslam ve Türk kızları ve hanımları Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti namına para veriyorlar tahsildarlık ediyorlar. Rahibe kıyafetine girerek amal-ı Hıristiyaniyyenin tahakkuku için var kuvvetleriyle çalışıyorlar. Bu bir Müslüman ve bir Türk için Nasıl olur da Müslüman olduğunu iddia eden bir Türk hanımı bir Türk kızı amal-i Hıristiyaniyyenin tahakkukuna hizmet eder? Nasıl olur da maksadı pek zahir olan bir misyoner cem’iyeti namına vatandaşlarından dindaşlarından i’ane toplar? Bu İslam ve Türk kadınları eğer hayır yapmak beşeriyete nafi’ hizmette bulunmak mandanların emirleriyle kocaları boğazlanmış evladları ebeveyni türlü işkencelerle öldürülmüş ma’sum yetimler var. İstanbul’un kışlalarını cami’lerini medreselerini dolduran ve sefaletten renkleri uçmuş olan bu zavallı dindaşlarına muavenet etsinler! İane kutularını misyonerler hesabına değil bu bi-çare felaket-zedeler menfaatine dolaştırsınlar. Biz zerre kadar hiss-i hamiyyeti hiss-i dinisi olan bir kadının bu denaeti irtikab edeceğine kani’ değiliz. Binaenaleyh Genç Hıristiyan Cem’iyeti bu ve hesabına çalışan bu kadınlara kimin nesi olursa olsun vatansız ve milletsizlere layık oldukları cezayı vermekte elbette tereddüd edilmeyecektir. El-hadi ila’llah Teşrinievvel’de lira toplatılması kararlaştırıldı. Muhtelif milletlere mensub mümtaz kadın cem’iyetin ihtiyacat ve mesa’isi ve gayesi hakkında propagandada bulunarak gerek zevat-ı münferideden gerek müesseselerden birçok hediyeler toplamıştır. Bu hey’et matlub olan lira yerine lira mikdarında bir para toplamaya muvaffak olduğu olunan mebaliğin yüzde on iki buçuğu hemen hemen te’min edilmiştir. Bu paralar şehrin müessesesinden muhtelif milletlerden ve cem’iyete dahil kişiden ve kızdan te’min edilmiştir. Cem’iyetin a’zaları pek mahdud teberru’atta bulunmakla beraber bu hizmete daha ziyade alakadar görünmüş şekerleme satmak kişiden fazla bir cem’iyete konser vermek suretiyle varidatın tezyidine hizmet etmişlerdir. Bu teşebbüse müzaheretleri taleb olunan yalnız zat cevab vermekten Toplanılan paranın mikdarı her ne kadar büyük ise de ihtiyar olunan masarıf daha ziyadedir. Cem’iyetimiz Genç Kadınlar Cem’iyet-i Hıristiyaniyyesi’nin mesa’i ve gayesine müte’allik ma’mulatın neşri ve bu hususta cem’iyetimizle teşrik-i mesa’i etmek gibi hidematın ve kıymette addeder. sal-i cedidinden i’tibaren yeni bir devre-i tedrisiyye başlıyor. Asri lisanlar edebiyat jimnastik daktilografi kursları ve hidemat-ı beytiyye dersleri ve saire her din ve milletten olan kadınlara arz olunacaktır. Duhuliyyesi pek mu’tedildir. Cem’iyetin gazetesiyle neşr etmiş olduğu beyanname burada bitti. Şimdi burada bir az tevakkuf edelim. Genç Kadınlar Cem’iyet-i Hıristiyaniyyesi diye ne olduğu isminden de vazıhan ma’lum olan bir cem’iyet İstanbul’da şubeler açıyor. Bu cem’iyete girenlerin bila-tefrik-i cins ü mezheb hep bir kardeş olduğunu hep bir gaye için çalışacaklarını birbiri ile kaynaşarak birlik husule getirecekleBeşer münteha-yı kemale irtikaya müsta’id olarak yaratılmıştır. Esasen mahlukat-ı saire üzerine olan şeref ve rüchaniyeti de bundandır. Onun bu fıtratta olmasıdır ki daima kendisini bir kemal peşinde koşturuyor. Yine bunun içindir ki vahdet-i ictimaiyyeyi ihlal eden her şey onun nazarında kıymetten sakıt kendisini ilcaat-ı fıtriyyesi türlü takdirden mahrumdur. O gibi müessesat er geç yıkılır gider. Onu bu gayesine isal edecek müesseselerdir ki daima yaşamak hakkını haizdir. Biz evvel ve ahir şunu iddia ediyoruz ki: Beşeriyeti fıtraten müsta’id olduğu tekamülü isal edecek desatir ancak Müslümanlık’tır. Ve beşerin terakkıyat-ı ilmiyye sahasında atmakta olduğu her hatve edyan-ı saireden Bununla beraber ilmi her şeyi muhit olan Vacib teala hazretleri insanları suret ve kuvvetçe akıl ve zekaca müsavi etmemiştir. Böyle olmak da mukteza-yı hikmet-i saman hususunda efrad-ı beşer beyninde tefavüt-i külli olacağı da gayet tabiidir. Şu halde terakkiyat-ı beşeriyye ne kadar ileri gitse vesait-i maişet ne kadar çoğalsa nsanların yine bir seviyede olamayacakları şübhe götürmez bir hakikattir. Zaten kaffesi hal-i tesavide bulunmak lazım gelse idi aralarında ictima ve teavün hasıl olmak mümkün olur mu idi? Aynı zamanda beşeriyet içinde ihtiyarlığın son haddine vasıl olarak sa’y ve amelden kalmış derd ve eleme mübtela olmuş her türlü esbaba tevessül etmesine rağmen fakr u zaruretten yakayı kurtaramamış veyahud arızi bir sebeble birden bire fakir düşmüş birçok kimselerin bulunacağı da şübhesiz bir hakikat değil midir? Halbuki servet hususunda hey’et-i ictimaiyyenin efradı arasında pek büyük farklar ve dereceler olması hey’et-i ictimaiyyenin hukuk ve iktidar hususundaki müsavatını daima tehlikeye ilka eder. Mal ve mülkü olanlara nafi’ olduğu halde yoksullara elinde avucunda bir şeyi olmayanlara bir faide ve menfaat te’min edemeyecek olan desatir ve kavanin ise teakub-ı ezman mekten başka bir şeye yaramaz. Zenginleri kuvvet ve servetinde fakirleri nekbet ve sefalette ibka eyler. Böyle olunca kendilerindeki za’af ve acz dolayısıyla çalışarak ihtiyacı def’ edemeyecek olan alillere ve bikeslere afat-ı semaviyye ve arziyyeden birinin te’siriyle ticareti ve serveti mahv olarak birden bire fakir düşen borç altında kalan veyahud hürriyeti için didinen zavallılara muavenette bulunmak bir vecibe-i insaniyye olmaz mı? tan sa’y ve amel ile emr ediyor. Nefsinde sa’y ve amel kudretini bulan her ferd şu hayat-ı faniyyede ahara i’timad etmeyip yalnız nefsine i’timad etmek lazım geleceği fikrini bir esas olmak üzere telkin ediyor. Hayırlı bir müslüman insanlar üzerine yük olmayandır diyor. Diğer taraftan beyne’l-beşer fıtri ve tabii olan müsavatsızlıkların te’siratını izale etmek ve servetin beyne’l-ağniya tedavülüne inhisar ettirilmesine mani’ olmak iddihar-ı servetin önüne geçmek ve bu suretle saadet-i umumiyyeyi te’min için zekatı farz kılıyor. Sahib-i servet ve nisab olanların malından erbab-ı ihtiyac ve menafi-i amme için muayyen bir hak ayırıyor. Ve her sahib-i servet ve nisabı malının muayyen bir mikdarını erbab-ı ihtiyaca vermeyi kat’iyyen mecbur tutuyor. Şu halde zekatın hikmet-i ictimaiyyesi aheng-i ictimaiyyenin halelden vikayesi memleketin tedbiri ve teba’üd ve fakat bizim fıtri olan dinimize bir takarrubdur. Çünkü bi’l-cümle ahkam-ı İslamiyyenin hedefi tekamül-i ferdi ve bi’l-hassa tekamül-i ictimai ve siyasi sayesinde ale’l-ıtlak beşeriyeti evvela ve bizzat bu alemde saniyen dar-ı ukbada mes’udiyete isal ve nail-i kemal etmektir. Bunun içindir ki ahkam-ı İslamiyye yalnız umur-ı ta’abbüdiyyeden ibaret olmayıp bununla beraber bir hey’et-i ictimaiyyenin münasebat-ı vicdaniyye ve ahlakiyyesini umur-ı hukukiyye ve inzibat-ı ictimaisini daha sonra münasebat-ı hariciyyesini ayrı ayrı tertib ve tanzim etmiştir. Binaenaleyh İslam’ın bütün ahkamı mütekamil bir mevcudiyete imad ittihaz olunmuştur. Umur-ı ta’abbüdiyyeden olan ibadat-ı İslamiyyede bile beşeriyetin tekamülü esası mündemicdir. Bütün ibadat-ı ve muvasat gibi ahlakiyat ve ma’neviyatı muhtevidir. Biz bu makalemizde yalnız ibadat-ı İslamiyyeden olan zekatı tedkik edeceğiz. Müslümanlıkta ma’lumdur ki zekat kat’i bir farzdır. Müslümanlığın beş temelinden biridir. Şimdi bunun ne derece mühim bir esas olduğu ve er geç beşeriyetin tav’an ve kerhen bu esası kabul edeceklerini biraz izah etmek isterim. Evet zekatın farz kılınmasında alem-i bir hikmet ne ali bir maslahat ne vasi’ bir merhamet vardır. Bu cihet hakikaten beşerin takdirden acz göstereceği kadar mühimdir. Evvela; şurasını anlamak lazımdır ki Cenab-ı Hak yeryüzünde her şeyi insanların istifadeleri için halk buyurmuş ve bütün kuva-yı tabiiyyeyi kendilerine müsahhar kılmış olduğu cihetle bütün insanlar başkasına zarar vermemek şartıyla kendileri için mübah olan şeyleri Zemin ve asüman her insan için saha-i fesiha-i erzak-ı mukadderedir. Aynı zamanda başkalarının eyadi-i tasarrufuna geçmiş olan mevaddan usul ve kavaid-i meşru’a dairesinde göre amel her ferdin sermayesi yahud medar-ı saadeti olduğundanMüslümanlık herkese çalışmakla emr eder; cek bir şey olmadığını kat’i bir ifade ile anlatır. En hayırlı müslüman; dünyası için ahiretini ahireti için dünyasını terk etmeyip her ikisini cem’ eden ve kendi sa’yiyle geçinip cem’iyete bar olmayandırdiyor. En adi bir san’atla bile olsa maişetini tedarik için çalışmak erbab-ı himmete mahsus meziyetlerin eşref ve a’lası olduğunu bildirir. Sa’y ve amel ile maişeti tedarik etmeyerek başkasına bar olmaktan şiddetle nehy eder. Sa’yi ibadet olmak üzere gösterir. ve mahabbet beslemeye mecbur olur. Şübhe yoktur ki bunlardan biri tehzib-i nefs diğeri de tedbir-i memlekete aid iki mühim maslahattır. Biz kat’iyetle iddia edebiliriz ki hey’et-i ictimaiyyedeki hoşnudsuzlukları bedbahtlığı izale ve cem’iyetin şuununu re erbab-ı servete farz kıldığı zekat kadar esaslı bir kanun yokdur. Evvela muhtelif tabakat arasında tabiatın ve bu gerginlikten mütevellid fenalıkları izale etmek vasıtadır. Sunuf-ı beşeri yek-diğerine vasl edecek en sağlam bir köprüdür. Tarih-i beşeriyyete im’an-ı nazar olunur ve cem’iyetin üzerine çökmüş olan mesavi ibretle düşünülürse görülür ki bütün ihtilal fesadın üssü’l-esası baisi hey’et-i ictimaiyyedeki rezailin menba’-ı yeganesi hüsn-i te’avün ve uhuvvetin mefkudiyetidir. Başkalarının açlığından müteessir olmamak kendi saadeti için diğerlerini hayvanlar gibi kullanmaktır.Ben tok olduktan sonra başkalarının açlığından bana ne? Sen çalış zahmet çek ben istirahat edeyim.gibi bayağı fikirlerdir ki beşeriyeti müdhiş bir surette sarsmış onun intizam ve ahengini alt üst etmiş alemde i’timad ve emniyet gayrın hakkına ihtiram gibi kudsi şeyleri bırakmamıştır. Çünkü hey’et-i ictimaiyyedeki intizamın ahengin muhtel olmaması tabakat-ı nasın cesed-i vahid gibi birbiriyle kaynaşmasına; havassı avama ağniyayı fukaraya rabt edecek bir esasın mevcud olmasına vabestedir. Halbuki hodgamlıktan başka bir şey ifade etmeyen bu düşünceler sunuf-ı beşeriyyenin arasını o kadar açtı ki biri diğerine ruhtan ari kendi keyfi için istediği gibi kullanmaya salih bir cism-i camid diğeri de öbürüne insaniyet düşmanı bir zalim-i müstebid nazarıyla bakıyor. Bunun en canlı şahidi yok yere medeni alem namını alan memleketlerde bu yüzden tahaddüs etmiş olan yüz kızartıcı rezail her gün yeniden yeniye zuhur etmekte olan ihtilalat söylediklerimin ne kadar doğru olduklarını isbat eder. Evet bugün hepimize ma’lum bir hakikattir ki yukarıda söylemiş olduğum iki fikrin yalnız kendi nefsini düşünmek ve kendi istirahatı için başkalarını hayvan gibi çalıştırmak ta’ammüm etmesi neticesi olarak Avrupa hey’et-i ictimaiyyesi müdhiş bir buhran içinde yüzüyor. İhtiyac yüzünden o alemde irtikab olunmadık rezalet hetk olunmadık bir namus kalmıyor. Bu yüzden o alemde hakiki medeniyet ve insaniyet için pek tehlikeli ne kadar fırka ve cem’iyetler zuhur etmiş ve bu buhran-ı ictimainin esbab-ı izalesi için muhtelif nazariyyeler meydan almıştır. Mesela bu cem’iyetten bazılarına göre Avrupa hey’et-i ictimaiyyesindeki bedbahtlığın menşe’iamelenin netice-i mesa’isi olarak husule gelmiş cem’iyetin saadetidir. Çünkü zekatta hem aceze-i mü’mininin hayatını ve hem de müslümanların intizam-ı halini te’min etmek gibi gayet ulvi bir maslahat vardır. Evet şu tafsilat ve izahat bize gösteriyor ki: Zekatta cem’iyet-i beşeriyyenin düşkünlerine muavenet ihtiyacı olanların def’-i ihtiyacına çalışmak gibi pek mühim ve memlekete nizam-ı cem’iyyete beka-i medeniyyete aid mühim bir maslahattır. Zekatın farz olmasıyla servet-i ağniyada fukaranın muayyen bir hakkı olduğu bildiriliyor. Ve o hak fukarayı ağniyaya rabt ediyor. Servet ve saman hususundaki tefavüt sebebiyle beyne’l-beşer husulü tabii olan kıskançlık buğz ve adavet kat’-ı rahm bununla izale olunuyor. Zira ashab-ı rica ve ümid daima sokulgan ve korkaktır. Bir şey ümid ettikleri kimselerin karşısında pek hürmetkar bir vaziyet alırlar. Onları gücendirmekten korkarlar. Bu suretle her iki tabaka zekat sayesinde yek-diğeriyle ittisal peyda eder ve biri birine saadet-i cem’iyet ve tedbir-i memlekettir. Farz edelim ki fukaranın ağniyadan emelleri kesilsin ümidleri geriye çevirilsin ihtiyac da olanca kuvvet ve şiddetiyle fukara üzerine hücum göstersin ağniya da zekat gibi sadaka gibi kuyuddan hiç biriyle mukayyed olmadıklarından o zavallılara muavenette bulunmadıktan başka fazla olarak karşılarında istedikleri gibi zevk ve sefahete koyulsunlar! Acaba neticesi ne olur? Ne olacak! Fukara ile ağniya beyninde bir buğz ve hased bir münafese-i maişet başlar. Bidayette ufak gözüken bu münafese gitgide şiraze-i medeniyyeti her tarafta dağıtacak bir halde herc ü merce ba’is olur. İki tabaka arası açıldıkça açılır. İşte bu belanın bu tufan-ı musibetin önünü şeriat-ı İslamiyyenin ağniya üzerine farz kılmış olduğu zekat ve sadakat alabilir ve almıştır. Bu i’tibar ile zekat ağniyayı fukaraya tabaka-i ulyayı tabaka-i süflaya rabt eden bir köprüdür. Bu köprü her iki tarafı da yek-diğere vasıl edeceği cihetle bu sayede ümmetin cism-i vahid gibi bir top halinde bekasını te’min eder. Şu halde Müslümanlığın farz kıldığı zekat ferdi ve yor. Bir kere zekat yukarıda izah olunduğu üzere vicdanlardan gönüllerden bahillik ve hasislik kir ve paslarını giderir. Saniyen her hangi bir sebebden dolayı fakir ve muhtac-ı muavenet kalan bi-çarelerin zenginlere karşı duyacakları kıskanmayı buğz ve adaveti giderir. Zenginlerden muavenet gördükçe ona karşı hürmet ve gelmekte olan servet-i umumiyyeye ağniya denilen bir takım efradın müstakillen malik olmasıimiş. bedbahtlığın izalesiyle umumun bahtiyar olması için bir takım usuller meydana koymuşlardır ki bunların hiç birisi doğru değildir. Çünkü bu usullere göre hemen hemen halkın umumu zengin ve zenginlerin umumu amele olmak lazım gelecektir. Bu ise turuk-ı maişetin halkın kabiliyat-ı fikriyye ve ameliyye ve sına’iyyesiyle mütevafık bulunduğunu inkar demek olduğundan gayr-ı tabii bir haldir. İstiklal-ı amel ile mesa’i nisbetinde semeresinden sa’y da alim ile cahilin çalışkan ile tenbelin mütesaviyen lin müsavatı lazım gelir. Halbuki hiçbir zaman ilim ile cehl müsavi olamaz. Turuk-ı maişetin beşerin kabiliyat-ı fikriyye ve ameliyyesiyle mütevafık olması tabii kanun olunca herkesin semeresi de kabiliyat-ı fikriyyesi nisbetinde olması pek tabii olmaz mı? Müslümanlık umumi ve tabii bir din olduğu cihetle meratib-i halk beyninde pek tabii olan tefadıl-ı mütefaviti esas-i ictima olmak üzere kabul ve takrir etmiş efrad-ı cem’iyyete tarh ve tevzi’ edilen vezaif beynlerindeki tefavüt-i maddi ve ma’nevi derecesinde olmak lazım geldiğini bildirmiştir. Bu esas-ı metin üzerine müesses olan Müslümanlık şu tefavüte müra’at etmekle beraber sunuf-ı aceze ile bedbaht kalan tabakat-ı safilenin nekbetini ve ağniyanın bi’l-istiklal malik olacakları servetten fukaranın mahrumiyetini nazar-ı i’tibara alarak bu bedbahtlığın zekatın farz ve faizin haram olmasıdır. Evet Müslümanlık ağniyanın bir asla istinaden gerek servetten gerek emval ve emti’adan ve gerek irad ve akardan ellerinde bulunan şeye müstakillen ve bila-iştirak malikiyet hakkını tasdik etmiş ve fakat semereden yani kazancından sahib-i servete bir hak ayırdıktan sonra bir kısmını cem’iyete tahsis eylemiştir ki bu kısım yukarıda görüldüğü üzere mekadir-i muayyene suretinde ya efrad-ı cem’iyetten bir takımına tevzi’ ve temlik olunacak yahud menfaat-i umumiyye namına bir cihete sarf ve tahsis kılınacaktır. Acezeyi ve düşkünleri gözetip da dahildir. Bunları gözedip i’aşe etmekte mesalih ve menafi-i amme vardır. Şimdi İslam’ın vaz’ eylediği bu esasa gösterdiği bu ma’kul tarika göre her sahib-i servet münferiden sermayesi yahud medar-ı saadeti olan bahtlığını kaldırmak için- her sene erbab-ı ihtiyaca ve menfaat-i umumiyyeye tevzi’e kat’iyyen mecburdur. Bir direğinden biridir. Mecburi olan şu muavenet vazifesini tamamıyla yapmayan müslüman tam bir müslüman sayılamaz. Onun dini noksandır. Binaenaleyh Müslümanlık zekatı farz kılmaklabaşkalarının açlığından bana ne?fikr-i sakimini;riba ve faizi haram kılmakla da kökünden yıkıp atmıştır. Müslümanlık’ta muavenet farz riba ve faiz ise haramdır. Aldığımız mevsuk haberlere göre Asya-yı Vüsta’daki bir şekle girmiş fevkalade ehemmiyet kesb etmiştir. Bir müddetten beri Fergana havalisinde dağlara çekilen elli altmış bin kişilik kuva-yı gayr-ı muntazama ahiren muntazam bir İslam ordusu haline inkılab etmiş ve bütün civar İslam memleketlerine yayılarak daire-i harekatını tevsi’ etmeye başlamıştır. Bugün bu müsellah kuvvetlerin mikdarı salahiyetdar zevatın tahminlerine göre yüz seksen bin kadar tahmin olunmaktadır. Bu teşkilat-ı askeriyye hiçbir te’sir ve nüfuz-ı ecnebiye tabi değildir. Ne Bolşeviklerin ne de başkalarının doğrudan doğruya Türkistan ve havalisindeki Müslüman milletlerin hakiki istiklallerini te’min etmek üzere hadisatın Ba’zı menabi’den gelen haberlere göre Bolşeviklerin gerek Azerbaycan gerek Buhara’daki müfritane hareketlerinden tedehhüş eden Türkistan halkı her ihtimale karşı böyle müsellah tedabire müracaat mecburiyetinde kalmıştır deniyor. Hatta bu İslam kuvvetleri işgal ettikleri şehirler ve kasabalarda Rusların prensiplerine sadık kalmadıklarından hiç kimsenin va’dlerine güvenmemek lazım geldiğini söylüyorlarmış. Biz bu kuva-yı askeriyyenin ne gibi esbab ve sevaikın ta’da böyle bir kuvvetin son günlerde birden bire bir ehemmiyet-i mahsusa iktisab ettiğini haber alırız. Zannetmeyiz ki Müslüman milletlerin istiklallerine karşı Bolşeviklerin bir su-i niyyetleri olsun. Zira Bolşevikler peka’la bilirler ki inkılablarını ancak müslümanların muave Şiir: A’sara sorarsan beni söyler sana kimdi: Bir başka denizdim kürenin rub’u benimdi! Mermiler alevler beni bir lem’a [kal’a] sanırdı! Efserlerin enkazı uçar dalgalanırdı Cevval atımın kanlı; kıvılcımlı izinde! Bir umk idi aksim ebediyyet denizinde! Çarpardı göğün kalbi hilalin avucunda! Titrerdi yer[in] tali’i mermimin ucunda! A’sar elimin çizdiği mecradan akardı! Üç kıt’ada mağrur atımın izleri vardı: Fevkınde uçarken o neşibin bu firazın En şanlı hükümdar-ı huruşanına arzın Tek bir nazarım berk-ı inayetti keremdi Hançerdi hayalim bütün alem ona kındı Güya küre şeyda-yı irademdi kadındı: A’sabına kalbimdeki ahengi verirdim Kasd eylediğim şekli verir rengi verirdim Dünya bilir iclalimi ben böyle değildim Ben altı asırdan beri bir def’a eğildim! Hamiş: Mutlaka siz şenseniz şatırsanız biz haibiz! Ka’be’siz toprakların mescidsiz afakında biz Titreşir mahkum isek siz mutlaka hakimsiniz; Anlar artık anlayanlar biz kimiz siz kimsiniz! Yok demem bir kalbiniz vardır bakın lakin nasıl: Kendi korkar kendisinden gizli çarpar muttasıl. Sizce toprak var vatan mefhumu bir efsanedir. Ah hissetseydiniz ma’bed nedir bayrak nedir!.. netleriyle yapabilmişlerdir. Bolşevikliği boğmak üzere bulunan Kolçak Yodaniç Denikin kuvvetlerini tenkil hususunda Rusya’daki müslümanların azim te’sirleri olmuştur. Eğer müslümanlar muhalif tarafa iltihak etseydiler hiç şübhe yok bugün Rusya’da Bolşeviklerden eser kalmazdı. Binaenaleyh Bolşeviklerin Müslüman milletlerin bu muavenetlerini unutacaklarına inanmak istemeyiz. Şu halde Bolşeviklerin Müslüman milletlere karşı bir su-i niyetleri olmayınca bi’t-tabi’ akvam-ı karşı olamaz. Müslümanların kendi hukuklarını müdafaadan kendi istiklallerini te’minden başka hiçbir maksadları yoktur. Diğer milletler gibi mak mukadderatına hakim olmak hakkına elbette malikdir. Bu istiklal hareketinden endişeye düşenler ancak istilacı dostlar olabilir. Hiç şübhe yok İslam bir kuvvettir. Hem muazzam bir kuvvettir ve yarın siyaset-i cihan muvazenesinde en mühim bir amil olacaktır. Binaenaleyh bu kuvveti kazanmak en faideli bir siyasettir. Almanlar galibiyet-i kat’iyyelerini te’min ettikleri zehabına düştükten sonra İslam kuvvetini vaziyet aldılar. Halbuki alem-i İslam’ın hakiki bir dostu olsaydılar hiç şübhe yok harp başka suretle neticelenirdi. El-hasıl istikbalde muvaffakiyet-i kat’iyye İslam kuvvetinin iltihak ettiği tarafta olacaktır. Bolşeviklerin bu hakikati ihmal edecek kadar siyasetten mahrum olmadıkları tabiidir. Madem ki her iki tarafın da menafii bugün teşrik-i mesa’iyi ve menafiine samimi surette mütekabilen riayet etmek icab edeceği en bedihi bir mes’eledir. Ruslar kadar bugün ve yarın da lazımdır. Mündericat: Şiir Mehmed Akif Şiir Hazım Naim Kilisenin nüfuz-ı ruhanisi- Krallığın kudret-i maddiyyesi – Sermayedar burjuva demokrası hükumeti – Maddiyat etmesi – Garb hey’et-i ictimaiyyesinin temadi-i tahavvüller içinde çırpınması – Bunun sebebi: Gaye-i ictimaiden mahrumiyeti – İdare-i ictimaiyyede istikrarsızlık – Garbın hastalığı esaslıdır – İslam mütefekkirlerini hataya düşüren nokta – Sınıf ve fırka dalaletleri – İctima’i adaletsizlik – Garb hürriyet ve müsavat-ı hakikiyyeyi henüz bulamadı – Garbın ahlaki ve ictimai telakkilerini Müslümanlık’taki mebadi ve telakkıyata tercihe hiçbir vecih yoktur. Köylüler arasında: Büyük Millet Meclisi’nden ne haber – Meclis müslümaca kanunlar çıkarıyor mu? – Müskiratı kaldırıyor mu? – Millet iş istiyor Müslümanlık istiyor – Mehmed Ağa’nın meclise duası – Müzakereleri köylü dinleyebilir mi? – Meşrutiyet’ten Mehmed Ağa’nın bir şey anlaması – Büyük Millet Meclisi İstanbul Meclisi değildir – Ankara’da zevk u safa değil iş var doğruluk var – Oyunların kalkması – Halkı Frenk kitablarına göre değil Müslüman kitablarına göre idare – Mehmed Ağa’nın üç nasihati. Köylerde maarifi ta’mim – Darulmualliminlerin yetiştirecekleri muallimlerin adem-i kifayesi – Medaris-i ilmiyyeye fevkalade ehemmiyet vermek zaruridir. Da’vamıza bütün İslam aleminin iştiraki – Bi’l-hassa Hind müslümanlarının cidal-i siyasileri – Lord Notkalif en mühim beyanatı Müslümanlık meydan-ı harbi gayet vasi’dir. - Atş-i san’atle atş-i irfanın Pek samimi bir ictimaından Yedi asr önce ey doğan kudsi Medeniyyet fazilet abidesi O zaman hür ve müftehir yaşayan Nurlu imanlı ırkının el-an Taşıyorsun hayat-ı haşmetini Ruh-i ulvi-i pür-şehametini Seni mahcub seyr ederken ben Yine alnım semaya yükseliyor; Veriyor bi-nazir olan kubben Bana bir hiss-i iftihar u gurur Ey yarın yurdumuzda bilgisinin Nuru bir başka neş’e pek parlak Bir hayat-ı nevin uyandıracak Yeni unsur nedir önünde senin Şu gülen yüz şu pür-hayat u beşuş Sana hasretle titreyen ağuş? O evet işte şanlı mazinin Süslü bir safha-i kemali senin.. Bak nasıl bundan altı yüz yedi yüz Sene evvel hayata karşı bu yüz Gülüyormuş güzel nazarlarla Gel de mazini gör nasıl anla! Dur biraz karşısında geçme sakın Şu mu’alla şu mu’anna kapının Onu sen eyle uzun tedkik... O ne san’at ne imtizac-ı amik! Ne meharet nedir bu ulviyyat Ne o mermerde canlanan bu hayat?! Doymuyor göz onun güzelliğine Ne kadar valihane dalsa yine. Dur biraz bekle… Girmeden içeri Şu mübarek güzel vecizeleri Oku bir kerre... Bak ne ma’nidar Hikmet-aver birer hadis onlar! Hepsi bir ilme bir kitaba bedel Ruh-i ma’na; küçük güzide cümel. Garb cem’iyetlerinin ta bidayet-i zuhurlarından zamanımıza kadar geçirmiş oldukları tekamülü ta’kib edersek görürüz ki: Evvela; orada kilisenin nüfuz-ı ruhanisi hakim kesilmiş müteakiben bu hakimiyet krallığın kudret-i maddiyyesine mahkum olmuştur. Yine görürüz ki bu sonraki hakimiyet de burjuva sınıfının refahiyet ve samanıyla temeyyüz eden bir demokrasi hükumeti meydana getirmiştir. İşte hodgam ve ma’neviyat ile az mukayyed san’atkar bir burjuva sınıfının bu debdebe ve samanı yüzündendir ki akvam-ı garbiyyenin son devre-i tekamülünde ahlaki ve ictimai mahiyetteki mesailin zararına olarak mesail-i iktisadiyye müstesna bir ehemmiyet kazandı. Halbuki beşerin saadet-i hakikiyyesi nokta-i nazarından evvelkiler yani ahlaki ve ictimai mesail daha mühim idi. Bu hal onların bu safha-i tekamülünü pek hususi bir vasıf ile damgaladı. Netice ise şu oldu: Ferdlerin zengin olarak en küstah bir debdebe içinde yaşamak arzularını son dereceye kadar körükledi. Hodgamlık halini vur edilebilecek derecelerin fevkine çıkardı. Nihayet namahdud bir arzu-yı serveti ve bu servetin te’min edeceği bütün maddi hevesatı tatmin için her şeyin kendilerine mübah olduğu kanaatini verdi. Sanayiin zamanımızda görülen bu harikulade terakkisi –ki tarihde misli sebk etmemiştir– mevzu’-ı bahsimiz olan tekamülün mahsulü olup bugün hemen bütün garb bünyan-ı ictimaisinin istinad ettiği temeli teşkil eder. Bir asil oğlu olmak istersen Oku yüksel fazileten hissen. Doyma tedkika [kan]ma irfana; Olmasın ondan ayrı gaye sana. Zevke bigane kalmasın bilgin Cebhe-i dini kirleten çirkin Lekelerden senin akidende Olmasın hakkı gizleyen perde. Bilgisiz kalma fenn ü felsefeden Oku öğren hadisi Kur’an’ı… Sonra sen halka dini imanı Hüsn-i ahlakı canlı bir gayret Bir cesaretle çık bağır öğret! Sanmasın hırs-ı i’tilayı günah Sanmasın sağlığında kabri penah; Sığmasın şevk u neş’e sinelere Nur-ı Hak doğsun aşiyanelere. Ey bugün böyle kitle halinde Mecd-i maziyi seyr için zinde Bir iradeyle toplanan şübban Senin envara teşne ruhundan Ben eminim ki beklenen o şafak Pek yakın bir zamanda fışkıracak. Senin ateşli pür-şegaf nazarın Bana va’d eyliyor o nuru yarın. Eski ecdadımız evet işte Bu ehadis-i dini her işte Eylemişler de daima düstur Anlamışlar nedir hayat-ı sürur. Bu semavi büyük müesseseyi Bizi meshur eden bu medreseyi O hayatın füyuzu halk etmiş; Girelim gel de bak nasıl müdhiş? Ne büyük i’tina ne ulviyyet! Ne beda’at nedir bu ince nukuş Hattı tehyic eden bu şi’r-i hamuş?! Yaradılmış bir asman-ı kebud. Bak şu yıldızların nasıl nevvar Zümrüdün iltima’ı var.. Onlar Aksidir pek kavi bir imanın Muhteşem bir deha-yı cuşanın Ne ilahi emel ne ali zevk Ne imiş eskiden hayata bu şevk?! Nerde göster bugün o meyl-i kemal O fezalar kadar geniş amal! Var mıdır nerde ruhu ecdadın? Zevki sönmüş zavallı ahfadın. İki günlük hayat için mi?diye Kalmamış meylimiz me’aliye. Ölmüşüz etmeden hayata veda’ Ma’rifet san’at ihtisas ibda’ Bize olmuş yabancı bir sima; Sanmışız dini ayrı dünyadan; Müslümanlık ibadet ve iman Uğramış başka bir telakkiye Yummuşuz göz bütün terakkiye. Sönüvermiş gönülde azm ü meram Çürüyen bünye gevşeyen beynin Küçülen himmetin sükutunu:Din Diye telkine yeltenen cehele Engel olmuş ilerleyen emele Bir zamanlar faziletin [senin] Saf göğsünde azm-i millinin Ruhu çarpan şu muhteşem kubbe Bak bugün karşımızda bir türbe! Sakfı altında bir sema gömülü! Onu gür sesleriyle çınlatacak Kalmamış ehl-i fazl u istihkak Ey kemalata i’tilaya koşan Nesl-i ati evet yarın pür-şan Doğacak bir sabah-ı pür-hande Varsa ancak senin cebininde Nuru taban olan teyakkuzdur Ey şu maziye imrenen unsur Sende görmekteyim o feyzi bugün Sen o dahi o kahraman Türk’ün cudu zaruri olan hükumet garb hey’et-i ictimaiyyesi tarafından muttasıl hücuma ma’ruz kalıyor ve cemaat-i zaman ilka edemiyor. Varsın krallık papalığın yerine kaim olsun yahud din geçsin; varsın demokrasi kuvvetlenerek zadeganı sosyalizm de kapitalizmi mağlub etsin. Hakikatte bunların hiçbirinin ehemmiyeti yoktur. Bunlar hastalığın başka safhalar altında tekerrüründen gayrı bir ma’nayı müfid değildir. Evet bunlar hep o yeni suisti’maller o yeni haksızlıklardır ki eskilerin yerine geçerek tıbkı onlar gibi ensal-i atiyye için diğer bir takım suisti’maller haksızlıklar zulümler tevlid ederler. Binaenaleyh böyle bir cem’iyetin sahib olabileceği maddi nüfuz ve umran her ne olursa olsun hiçbir zaman ne kafi derecede saadet ve sükun-ı ictimai bulabilir ne de muhtac olduğu huzur ve teselli-i vicdaniden nasibini alabilir. Mütefekkirlerimizden büyük bir ekseriyetin garb hakkında beslediği hayallerden bi’l-hassa biri vardır ki her şeyden evvel onun mahiyetini meydana çıkarmak icab eder. Zira bunları hükümlerinde yanıltan esbabın en mühimmidir. Bu hata garb hey’et-i ictimaiyyesinin ferdlere şimdiye kadar hiçbir cem’iyet-i beşeriyyenin veremediği derecede hürriyet ve müsavat bahşeylediğini tahayyül etmektir. Halbuki hangi hey’et-i ictimaiyyede olursa olsun ferdin mütena’im olduğu hürriyet ve müsavatın derecesi kendi teazud-i ictimaisiyle kendi muvazene-i ictimaiyyesinin Eğer garbda sunuf-ı ictimaiyye arasındaki rekabetler husumetler hala bunları birbirine boğazlatacak derecede mevcudiyetini muhafaza ediyorsa eğer teazud denilen şey ancak bir sınıf-ı ictimai efradı miyanında o da bütün cem’iyetin zararına olmak şartıyla görülebiliyorsa elhasıl eğer muvazene-i ictimaiyye o alemde mütemadiyen tehdide ma’ruz bulunuyor ve mütemadiyen haleldar oluyorsa tabiidir ki bunların her biri hürriyet ve müsavatın Avrupa’da bizim mütefekkirlerimizin zannettikleri gibi şayan-ı hayret bir mertebede bulunmadığına ayrı ayrı delildir. Bundan başka efrad ve sunufun imtiyazat ve adem-i müsavatı mebde’ine istinad eden bir cem’iyette hakiki ve sahih ma’nalarıyla hürriyet ve müsavatı te’sis etmek çok müşkildir. Zira hürriyet ve müsavat mebde’lerine tamamıyla zıd bir yığın zünun ve evham ile meşbu’ asırların vücuda getirdiği telakkiyi değiştirmek için lafzı Lakin şayed sanayi-i hazırayı meydana getiren sermayedar burjuva sınıfı ise onu kendi sa’yiyye besleyen yaşatan da emekdar amele sınıfıdır. Bu i’tibarla şu ikinci sınıfa dahil olan halk garb hey’et-i ictimaiyyesi miyanında burjuva sınıfına muadil denilebilecek kadar ehemmiyet kesb etti. Hatta görüyoruz ki kendisini istismar etmekte bulunan sermayedar burjuva sınıfına cebren iradesini kabul ettirmekle iktifa etmiyor da arzusu vechile yenilerini vücuda getirmek cem’iyete hakim olmak istiyor. Daima görülüyor ki garb hey’et-i ictimaiyyesi ta bidayet-i zuhurundan beri kendi müessesatını ve kendi usul-i ictimaiyyesini mütemadiyyen değiştirmek ihtiyacını hissetmekten asla geri kalmamıştır. Binaenaleyh onun tekamül-i ictimaisi esasen ilmi mahiyette olmayan bir yığın tahminlerin taharrilerin tecrübelerin neticesidir ki daima onu bir takım yanlış fikirlerin ani ihtiyacların ve geçici hallerin arkasından sürüklemiş durmuştur. Bunun da sebebi de şudur ki: Garb hey’et-i ictimaiyyesi asla sabit bir gaye-i ictimaiye sahib olamamıştır. Onun gayesi hissiyatının maddi ihtiyacatının fenni ma’lumatının tekamülüyle la-yenkatı’ değişip durmuştur. O tekamülünü ilham etmemiştir sevk ve idare etmemiştir. Lakin ta’kib etmiştir. timaiye teb’an muttasıl değişir durursa tekamülü kendisine münkad edecek yerde kendisi ona tabi’ olursa bundan o gayenin hakiki olmadığı yani tabii olan hakayik-i ahlakiyye ve ictimaiyye üzerine istinad etmediği anlaşılmak olmayıp bilakis hakimiyeti diğer hakayik-i tabiiyye gibi de rehber olacak bir mevki’dedir. O halde hiç şübhe edilmemelidir ki garb hey’et-i ictimaiyyesi cem’iyet-i beşeriyyeye istikrar-ı tam te’min eden hakiki ve la-yeteğayyer ahlaki ve ictimai mebde’leri henüz bulamamıştır. Onsuz da saadet-i ictimaiyye hiçbir zaman mükemmel ve payidar olamaz. Bir idare-i ictimaiyyenin istikrarsızlığı o idarenin cem’iyetten ancak bir kısmını tatmin ederek diğer kısmını asla edemediğine birini diğerinin zararına olarak kayırmakta bulunduğuna zahir bir delildir. Halbuki bir idare ne derecede zulümkar ise o derecede na-paydar olur. Zira gösterdiği şiddet nisbetinde hücumlara ma’ruz kalır. Böyle bir idare şiddetle tazyik settirmek için irtikab ettiği suisti’maller adaletsizlikler yüzünden harab olur gider. yahud çok keyfi kanunlara merbut değildir. İşte yalnız bu suretledir ki garbdaki sunuf-ı ictimaiyye rekabetleri ortadan kalkar ve bununla beraber hürriyet ve müsavatı tatmin edilemeyen talebler kesilir ve cem’iyet-i garbiyye o kadar uzun müddetten beri bulamamak şartıyla arayıp durmakta olduğu hürriyet ve müsavat-ı hakikiyye ve tabiiyye ile adalet-i ictimaiyyeyi tanıyabilir. O halde garbın ahlaki ve ictimai telakkilerinden mebde’lerinden her hangi birini Müslümanlık’taki meba-di ve telakkiyattan her hangi birine tercih ile onu kabul tavsiyesinde bulunmak için hiçbir vecih yoktur. Bizim dinimizin telakkileri mebde’leri garbınkilere kıyas kabul etmeyecek derecede faiktir. Binaenaleyh bizler alem-i İslam’ın hal-i hazırdaki inhitatına nihayet verebilmeyi ümid etmek için Müslümanlığın telakkilerini daha iyi anlamaya o din-i muazzamın ahlaki olduğu kadar çalışmaktan başka çaremiz yoktur. murad hürriyetperver kanunlar neşri kafi değildir. Böyle bir halde ancak tamamen tatbik ve neslen ba’de neslin kemal-i sabır ve zeka ile ta’kib edilen bir terbiye-i ahlakiyye sayesindedir ki insan bir an’ane şeklinde tevarüs ettiği sınıf ve fırka dalaletlerinden kurtulabilir. Yine o sayededir ki bi-taraflık ve müsamahakarlık seciyelerini kazanarak artık ebna-yı nev’ini aynı hukuka ve aynı veza’ife malik görür ve aralarında bu vezaifi ifa ve bu hukuku isti’mal hususundaki ferdi kabiliyetlerden başka tefavüt tanımaz olur. müsavat hakkında sahih bir telakki edinebilir ve kendi mani’aya ma’ruz olmaksızın mütena’im olabilir. İşte o zaman anlayabilir ki her hangi bir cem’iyette mevcud hürriyet ve müsavatın kıymeti o cem’iyeti teşkil eden efradın ahlaki ve ictimai kıymetine efradın kıymet-i ahlakiyye ve ictimaiyyeleri de mevzu’-ı bahs olan cem’iyetin Yoksa o cem’iyette mevcud yanlış bir takım akidelerle ta’kib ve tarafgirlik ruhundan doğan ictimai adaletsizliğe çaresaz olmak için ilca-yı hadisata göre vaz’ olunmuş az Köylüler arasında: Geçen sene Temmuz’u içinde İzmit’e doğru bir seyahat yapmıştım. İzmit ve havalisi Yunanlıların işgalinden henüz kurtulmuş Osmanlı sancağına İslam Düşman tarafından yakılan evlerin köylerin ve obaların kül yığınları zavallı dindaşlarımızın ne acıklı feci’alar geçirdiğini ağlayarak izah ediyordu. Bu yığınlara doğru vatan aşkı ile toplanıp gelen bedbaht insanlar her şeyi unutarak her mahrumiyeti istihfaf ederek yalnız ve yalnız halaslarına seviniyorlar hatta hallerine mütevekkilane ve vakurane şükürler eyliyorlardı. Benim o sırada o tali’siz insanlar ve dindaşlar arasında bulunuşum kendilerine başkaca tesliyet oldu. Her gördüğüm kardeşime: – Geçmiş olsun! diyordum ve her gördüğüm kardeş de bana: – Ankara’da neler var ordumuz nasıl? diye soruyordu. Kendilerine ümidli hayırlı haberler verdikçe harabeler üzerinden bayramlar sevinçler yükseliyordu. Öyle manzaralara kardeşlerimin ruhundan taşan öyle büyüklüklere şahid oldum ki bunları şu satırlara sığdırmak mümkün değil. Bu müşahedat bendeki şu kanaati te’yid etti: – Artık köylü hakikatleri anlıyor… Hangi yola gittiğini görüyor… ze nazır latif bir köy vardır: İhsaniye. Yüz elli haneyi köyün yerinde de yeller esiyor. Yunanlılar bütün evlerini cami’lerini yakmış. O güzel köy bir kül yığınından vahşi nazarından gizlenmiş temiz bir eve götürdüler. Ev sahibi Hüseyinoğulları’ndan Mehmed Ağa idi. Beni bu zat beşuş bir çehre ile karşıladı. Fevkalade i’zaz ve ikram etti. Kendisi elli beş yaşlarında ümmi fakat gayet zeki ve salih bir müslümandır. Mehmed Ağa bize akşam yemeğini harman yerinde yedirdi. Bu zatın şimdiye kadar binlerce misafire me’va olan hanesi gibi mezru’atı da afetten masun kalmış. Harman yerinde cemaatle akşam namazını eda ettikten sonra sohbete başladık. – Hayır onları demiyorum. Yani müzakerelerinizi benim gibi köylüler dinleyebilir mi? – Elbette Meclis’e herkes girer müzakereleri işitir. – Acaib… – Senin gibi nice ağalar var ki her gün Meclis’e gelip sami’in locası dedikleri yerlerde akşamlara kadar müzakereleri dinliyor. – Efendi bu işe şaştığıma şaşma. Hükumet binalarını Fakat bina bitince içerisine beyler kurulur köylü daha merdivenin birinci basamağından koğulur!... Ah köylü bu işlerden size ne kadar güceniktir! Efendi Meşrutiyet dediniz. Köylüler zulümden kurtulacak hükumetten koğulmayacak kurtla koyun geçinecek dediniz; bir şey çıkmadı. Bilakis yüklerimiz arttıkça dum: Abdülhamid merhumun fena adamları Meşrutiyet’te de iş başına geçti. Gömlek değiştirir gibi adlarımızı değiştirdik fakat kafalarımızı değiştiremedik… – Mehmed Ağa Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ni ve hükumeti tabii görmediniz. Size ne desem boş. Bir kere Ankara’ya kadar gelseniz ahvali görür ve o vakit anlarsınız ki ne şimdiki meclis İstanbul Meclisi’dir ne milli hükumet İstanbul hükumetidir. Her işte bir başkalık bir yenilik bir iyilik var. Gerek meb’uslar ve gerek hükumet hep sizin için köylünün hayrı faidesi için çalışıyor. Vekiller halkla beraberdir. Ankara’da İstanbul zevk u safası İstanbul eğlenceleri yok iş var doğruluk var. Köylülerin müracaatı öyle bildiğiniz gibi aylarca sürüklenmez; derhal görülür. Köylüler her daireye kendi evlerine nasıl girerlerse öylece kolaylıkla girebilirler derdlerini güzelce anlatabilirler. Bir me’mur ekşi surat gösterir köylünün işinde zorluk yaparsa meclis kıyameti koyarır. O me’mur azl olunur. Demin Müslümanlık’tan bahs ettiniz. Bu meclisin en çok gözettiği bir şey. Zaten cihad Müslümanlık’tan başka nedir? Dinin i’lası. İslam şeref ve haysiyetinin muhafazası için harb ediyoruz. Bu suretle en büyük bir İslam vazifesini yapıyoruz. Sonra fuhşiyatın men’i fenalıkların men’i Müslümanlığın ilerlemesi uğrunda da pek çok hayırlı tasavvurlar var. Meclisin kürsülerinde muzafferiyetimiz için Allah’a her gün dualar ediyoruz. Muharebe zamanlarında bütün oyunları meclis yasak etmiştir. – Vay oyunlar da mı devam ediyordu? Ben cahilim amma Endülüs tarihini tamamen bilirim. İslam tarihini baştanbaşa okudum öğrendim ahlaksız bir millet yaşamaz. Mehmed Ağa ilk sual olarak bana şunu sordu: – Büyük Millet Meclisi’nden ne haber? – İyidir dedim çalışıyor. İnşaallah yakında bütün memleket ve millet kurtulacak bu kara günleri hayırlı saadetli günler ta’kib edecektir. Mehmed Ağa a’za mikdarı ictima zamanları çıkarılan kanunlarla yapılan işler hakkında bir hayli izahat aldıktan bi’l-hassa men’-i müskirat kanunu dolayısıyla Meclis’e olan şükranlarını kemal-i safvetle bildirdikten sonra dedi ki: – Efendi Meclis’te sizin gibi başka hoca da var mı? – Olmaz mı ya.. dedim. Meclis’te şimdiye kadar hiçbir mecliste bulunmayan bir mikdarda çok hoca vardır. A’zanın hepsi müslümandır. Ve hepsi de Müslümanlığı – Peki amma men’-i müskirat kanunundan sonra mesela fuhşiyatı men’ için maarifte Müslümanlığı kuvvetlendirmek manca diğer kanunlar çıkarmalı değil mi idiniz? – Bunların hepsi olacaktır. Bir kere memleketimizden düşmanı atalım el birlik buna çalışalım. Ondan sonra dediklerinizin hepsi… – Yok efendi öyle değil. Seferberlik zamanında bir adet vardı. Hele harbi bitirelim de ondan sonra her şeyi yaparız derlerdi. Dediğim işler harbe mani’ değildir ki… Eğer biz müslüman isek Allah’ın varlığına inanırız. Onun rızasını almak için emrettiği şeyleri yapar yapma dediklerini yapmayız. Böyle olunca Allah da bize yardım eder. Bu millet artık kuru va’dlerden bıktı. İş istiyor Müslümanlık istiyor. Hem efendi bu muharebeler kolay kolay bitecek değildir. Muharebeyi bitirmek için evvela Avrupalıları İslam düşmanlığından ayırmak lazım. Bu mümkün mü? Bir taraftan dinin i’lası için harb edeceğiz öbür taraftan da diğer işlerimizi göreceğiz. Böyle olursa evvel Allah bizi hiçbir şey sarsamaz. – Mehmed Ağa dediklerin tamamen doğru. Biz de eli böğründe durup durmuyoruz ya… Allah’ın emrettiği şeyleri yapmak yalnız Meclis’in değil bütün müslümanların borcudur. Mamafih Meclis de bu hususta kendine düşen vazifeleri yapıyor. Dediğiniz şeylerin hepsi düşünülmüştür. – Öyle ise boruyu çalınız efendi! Sırtınız yere gelmez. Hızırlar nebiler yoldaşınız olsun. Size bir şey daha soracağım: Büyük Millet Meclisi’ne köylüler de girebilir mi? – Maksadınızı anlayamadım. Meb’usların birçoğu ya köylüdür yahud köylü halinden anlar kimselerdir. – Oyunlardan maksadım tavla iskambil gibi şeylerdi. Bunlar yasak edildi. Yasaklığın muharebe zamanında başladığını söylemek isterim. Buyurduğunuz doğrudur: Ahlak bir milletin hayat ve mematının en büyük amilidir. Fakat demin dediğim gibi bu işler yalnız meclisin değil bütün milletin vazifesidir. – Millet koyun sürüsü gibidir. İyi çobanlar lazım. İyi çoban olmazsa işler fena. Efendi bizim sivri kafalılarımız hala köylünün nasıl idare edileceği dersini öğrenemediler. Bundan kolay ne var? Frenk adetlerini bıraksınlar Müslüman kitaplarını açsınlar. Bu kitaplara göre halkı idare etsinler. Bak millet ne hale gelir nasıl ısınır? Şeriatin kestiği parmak acımaz derler. Vallahi bundan başka çare yok. Siz güzel güzel söylüyorsunuz. Fakat bunları ben yalnız sizden işittim. Köylüye niye anlatmıyorsunuz? – Size gazete gelmiyor mu? – Arasıra gelir. Amma ben öyle gazeteleri ne yapayım hocam? Onları kimse okumaz. Bi-hude yazıp çiziyorlar. Biz Müslümanca yazılar istiyoruz. – gelmiyor mu? – Birinci numaradan beri aboneyim. Her vakit okuyoruz. Fakat bilmem ki ona da ne oldu? Kah çıkar kah çıkmaz. İşte bu da bir mes’ele bir de Köy Hocası vardı. O da çıkmaz oldu. – Şimdi her ikisi de çıkıyor. Bundan sonra inşaallah muntazaman çıkacaktır. Her hafta göndermesini söylerim. – Allah razı olsun.. Ah o Mehmed Akif Efendi’yi dünya gözüyle bir kere görseydim. Ne dedi bilmiyor musun? Hakikaten sarsılmadı. Onları söyleten Allah’tı. O zatın birçok ilahilerini ezberledim. Çocuklarıma da öğrettim. – Mehmed Akif Bey de Meclis’dedir meb’usdur. – Ya! Dediklerinizin hepsine inanıyorum: Maksadım derdimi dökmektir. Beni başka insanlardan sanmayın. Bak şu yaşımda oğlumla birlikte ben de Yunanlılarla harb ettim. Beni harbe götüren ne idi? Dinim! Evvel Allah din uğrunda ölünceye kadar çalışmaktan vazeçmeyeceğim. Yalnız siz Allah’ın rızasını almakta devam ediniz ayaklarınızı pek tutunuz. Size akıl vermek haddim değil fakat üç şeyi rica edeceğim: - Devlet millet işlerinde dinsizleri tutmayın! - Hırsızlara meydan vermeyin! - Mekteplerde her halde Müslümanlıağı kuvvetlendirin... Eğer benim söz söylemeye hakkım olsaydı bu üç şeyi Meclis’te bağıra bağıra söylerdim. Bir muharrir olsaydım gazetelere yazardım. Ah cahillik! – Estağfirullah. Sen cahil değilsin Mehmed Ağa. Merak etme bu sözlerin tamamen yerine geliyor ve gelecektir. Sonra dediklerini Meclis’te söyleyen birçok kardeşlerin vardır. İstersen ricanı çok sevdiğin ’a da yazayım. – Hay Allah razı olsun. Ben de size söyleyeyim: Bütün millet arkandadır. Allah tuttuğunuz toprakları sarı altın etsin. Mehmed Ağa’ya verdiğim sözü şimdiye kadar yerine getirememiştim. Bu kere bir mektup yazıyor:Hani hoca efendi va’d etmiştin?..diyor. terem ve zeki adamı tatmin için yazdım... Ankara’da ceride-i ilmiyyesine Maarif hakkındaki musib ve mukni’ neşriyatınızdan cür’et alarak ber-vech-i ati ma’ruzatta bulunuyorum: Milleti teşkil eden ordu ve hazinenin menba’ı olan köylümüzün en büyük ve en mühlik hastalğı cehil ve maarifsizlik olduğu herkesçe müsellem olduğu gibi bu hastalığı izale veya tedavi edecek şimdiye kadar bir hükumet doktoru gelmediği de cümlece ma’lumdur. Biliyorsunuz ki bizim ahalimizin bir kısmı me’mur bir kısmı mekteplerde medreselerde okuyanlar okutanlardır. Üçüncü kısmı da ehl-i ziraat olan köylü ahalimizdir. Evvelki iki kısım milletin münevverleri olmakla beraber hazır yiyicidirler. Yani bunlar çalışıp memlekete servet celb etmedikten başka memleketin servetini sarf ederler. Dördüncü sınıf ise ehl-i san’at ve tüccar kısmıdır ki bunlar da zaten memleketimizde pek azdır. Şu halde memlekette çalışan bir kısım ahali kalıyor ki o da zavallı köylü zavallı Müslüman ahalidir. Bu zavallılar yarım yamalak vesait ile bin türlü teklifat tahtında daha doğrusu işkence altında çalışıyor. Hem kendisini hem de diğer sınıfları besliyor. Bununla beraber bu zavallıların vergi a’şar yol parasından ma’ada verdiği maarif hissesiyle şehirlilerin me’murların İstanbulluların evladı okutturularak kendilerinin evladı –hiçbir hakkını müdafaa edememek için– cahil bırakılıyor. Bu suretle köylünün verdiği para ile şehirlinin çocukları okuyor ve muallimlerin bütün levazım ve masarıf-ı tahsiliyyesini güle güle vermekten çekinmez. Elverir ki işin ciddiyetine dininin muhafaza edileceğine i’timad etsin. Maarif hissesini isterseniz yine almakta devam ediniz. Süslü darulmualliminler açmak isterseniz yine açınız. Lakin şunu biliniz ki bu muallimlerden köylü istifade edemeyecek cehaletten kurtulamayacaktır. Çünkü bu gayr-ı kafi olmağla beraber muallimler köye gitmeyecektir. Gitse de orada oturamayacaktır köylü ile kaynaşamayacaktır. Köylü öyle muallim istiyor ki her zaman başında bulunsun kendisi ile kaynaşsın hem imamı hem muallimi olsun. Gerçi her yerde bu kadar talebeyi isti’ab edecek medrese belki bulunamaz. Fakat bunun da kolayı vardır. Madem ki ihtiyac-ı şedid vardır. Madem ki köylüyü cehlden kurtarmak için en ma’kul en esaslı ve kabil-i tatbik tedbir bundan başka bir şey değildir. O halde bunun esbabına tevessül etmek evliya-yı umurun en mütehattim vazifeleridir. yü düşmüş olduğu girdab-ı cehlden kurtarmak için tevessül edeceği yegane tedbir budur: Medaris-i ilmiyyeyi her tarafa teşmil ederek bu medarisi yaşatmak ve muntazam bir hale getirmek. Köylüye karşı yapılacak bundan büyük lütuf olamaz. Köylü bundan çok memnun olacak ve inşaallah az zamanda bütün köylerde maarif taammüm edecektir. Medaris-i ilmiyeye lazım gelen ehemmiyeti vermek hususunda bütün idare-i hususiyyelerin de nazar-ı dikkatlerini celb ederim. Her vilayet ve livadaki meclis-i umumiler büdcelerinde medaris-i ilmiyye için bir meblağ tahsis ederlerse memlekette maarife en büyük hizmeti Köylerde maarifi ta’mim için benim tecrübe üzerine müstenid kanaatim bu merkezdedir. Bu kanaatimi bir mektup ile Sinob Meb’us-ı muhteremi Doktor Rıza Nur Beyefendi hazretlerine de arz etmiştim. Müşarun-ileyh tasvib ve buna dair bir kanunun neşrine çalışacağını va’d buyurmuş idiyse de bir kere de ceride-i feridelerine de takdimini arzu ettim. Münasib görürseniz neşr edersiniz. Görmezseniz kusurumun afvını rica ederim. – Mahmud Celaleddin Efendi hazretlerinin gayet vakıfane yazılan bu mektupları cidden mühimdir. Bu husustaki nokta-i nazarımızı inşaallah sırası gelince bir makale-i mahsusa ile beyan edeceğiz. köylü ise cehl içinde tahakküm altında kıvranıyor. Buna bizden başka razı olacak dünyada hiçbir millet tasavvur edemiyorum. Gerçi köylüye mektep küşadı ve evladının tahsil ettirilmesi hakkı tahsil-i ibtidai kanunu ile bahşediliyor hatta mecbur bile tutuluyor. Lakin bu köy mekteplerinde muallim olacaklar için müfid ve müessir bir kanun neşr edilmiyor. İşte buradan köylünün cahil kalmasına razı olduğumuz tezahür ediyor. Memleketteki darulmualliminleri ne kadar teksir ve tevsi’ etsek bunlardan çıkan muallimlerden köylüye bir faide olmaz. Çünkü bu muallimlere ne kadar bol maaş verebilsek bunlar köye gidip muallimlik etmezler. Bununla beraber bunlara öyle bol maaş verecek bir hazineye de malik değiliz. Farz edelim bunlara bol maaş vererek kendilerini köylerde muallimlik etmeğe mecbur ettik. Fakat bu muallimler ile köylünün ihtiyacı yine def’ edilmiş olmaz. Çünkü köylünün bugün öyle muallime kaldırsın hem nikahını akd etsin hutbesini okusun hem Cuma bayram günleri köylüye vaaz eylesin hem de devamlı bir surette çocuğunu okutsun. Şimdi görülüyor ki bu vezaifin içinde birçokları vardır ki darulmualliminden çıkan bir muallim bunları yapamaz. Binaenaleyh her köylüyü yukarıda arz ettiğimiz etmek için şimdiki medaris-i ilmiyye nizamnamesine bir maddenin ilavesi lazımdır. Çünkü bu nizamname ve ta’limatname mucebince dört sene kadar medresede tahsil gören talebeler köylüye ihtiyacı nisbetinde muallimlik ediyorlar. Medaris-i ilmiyye nizamnamesine ilave olunacak madde ise her karyeden ve fukara evladından şimdilik deki medreselere kayd olunur ve bunlara sıkı bir nezaret altında medaris-i ilmiyye ta’limatındaki dersler dört sene kadar tahsil ettirilirse dört sene sonra matlub derecede muallimler yetişecek ve bunlar hazineye hiç bar olmaksızın köylüden alacağı cüz’i bir maaş ile kendi karyelerinde dinini milletini gaib etmek tehlikesi karşısında bulunan köylüye muallim olabileceklerdir. Fukara evladından dedim. Zira zengin evladı muallimlik etmez. Medaris-i ilmiyye nizamnamesi mucebince talebeye merkezde gerek me’murinden gerek sair tahsil gören ulema ve müderrisinden cüz’i maaş ile ders okutacak muallim müderris bulunabileceğinden esasen her köylü de kendi talebesini okutmaya mecbur tutulacağından hazinenin o kadar müteessir olmayacağı bedihidir. Köylü böyle kendi köyünden kendisi için yetişecek imam Salisen: Türkiye hükumeti Harb-i Umumi’den evvelki vaziyetiyle bi’l-hassa en kıymetdar menabi’-i servete en mümtaz araziye malik bulunuyor. Binaenaleyh Türkiye kadar İngiliz sermayedarlarının ihtirasatını tatmin edecek az bir ülke vardır. Bunun müstakil bir halde bulunması ve menafiini takdir eder müstemlekecilere karşı kapılarını kapatır bir hükumet olmasını elbette istemez. Rabi’an: Türkiye Hükumeti Makam-ı Hilafet’i de haizdir. Bu makam-ı kudsi ve dininin alem-i İslam üzerindeki te’siratı ise pek bariz olduğundan bu makamın kendi elinde bir baziçe olarak bulunmasını ve İslam sekenesi çok olan müstemlekatı için bir taziyane olmasını İngiltere her şeyden evvel arzu ettiği için kendi nüfuzundan haric bir Hilafet makamını elbette istemez. Türkiye’ye düşman etmiştir. Öyle inadcı mütekebbir ve mağrur bir düşman ki seneler asırlar zarfında gittikçe alavlenen tuğyan ve feveran eden bir hırs ile alude bulunuyor. Harb-i Umumi’de İngilizlerin teşkil eylediği manzume-i düveliyye karşısında ahz-i mevki’ eyledi. Türkiye Harb-i Umumi’de dahi feci’ muhataralar karşısında bulunan tı. Ne çare ki dört beş senelik bir harb akabinde Hicaz Yemen ülkesini Suriye ve Filistin’i Basra ve Irak’ı elCezire’nin ba’zı akşamını gaib etmiş bulundu. Bütün bu aktarın hemen kaffesi ise asri düşmanı olan İngilizlerin eline düşmüştü. Artık zannediyordu ki bu haris bu obur düşman biraz şiddetinden savletinden gaib etmiş ve biraz kendini hırsını tatmin etmişti. Halbuki Türkiye bir kere daha aldanıyordu. İngiltere bütün bu menatıkı bi’l-fi’l işgal etmekle onları benimsemekle ve fettan Mondoros Mütarekenamesi’nin akabinde pek çok anlıyordu fakat zaman geçmişti. metle girdi. İstanbul’u işgal altına aldı Makam-ı Hilafet’i esir bir hale ifrağ etti. Bununla da iktifa etmedi. Türkiye’ye karşı ezeli düşmanlığının saiklerini tatmin için artık zamanın hulul ettiğine kail olmuştu. Venizelos gibi bir harisi ve Yunanlılar gibi bir sürüyü kendine alet etti. Bunları üç dört sene evvel İzmir’den Anadolu’ya Türklerin can damarına saldır[t]dı. İngiliz himayesi altında Yunanlıların Anadolu’ya nasıl çıktıklarını bu Salib ordusunun ne gibi fecayi’ ve mezalim ika’ ettiklerini artık bütün alem-i İslam ve hatta alem-i Nasraniyyet dahi bildiği para mühimmat silah ve cephane her şey vererek doğMüstemlekeci ki harb senesinden beri bi’l-fi’l devam ediyor. O tarihden beri Türkler Mısır ve Irak cephelerinde Çanakkale cephesinde bu anud ve mağrur düşmanla göğüs göğüse boğaz boğaza harb ettiler ve tarihimizin şan ve şerefle tetevvüc eden yapraklarına bir iki parlak sahife daha ilave eylediler. savletlerine zamimeten Mondros Mütarekesi’nden sonra dahi evvela İstanbul’u işgal etmek saniyen Yunanlıları ve ma’nen yardım eylemek suretleriyle perde arkasından yine Türkiye’nin hayatına ve istiklaline en feci’ su-i kasdları irtikab etmekten zerre kadar çekinmediler. Bu mekte olan bu kanlı harbin asıl hakiki cephesini İngilizler teşkil etmektedirler ve bundan dolayıdır ki Anadolu harbine en doğru ta’biriyle Türkiye-İngiltere harbi diyecek olursak asla hata etmiş olmayız. şekil başka bir suretle her gün başka bir mıntıka başka bir iklimde tekerrür ve teceddüd edip duruyor. Buna bir de son asırlar zarfındaki düşmanlık halinde tebarüz eden tezahürat-ı evveliyyesini ilave edecek ve bu tezahürata diğer vesaitle cism-i devlette ika’ edilen tahribatı da idhal edecek olursak sal-dide bir an’ane halini alan bu İngiliz düşmanlığının elbette bir saik-i hakikisi olmak lazım geliyor.. Acaba bu saik nedir? Ta’bir-i diğerle bize İngilizlerin yıllardan beri düşmanlık etmelerine ve her fırsattan bi’l-istifade bizi hırpalamalarına ezmek istemelerine sebeb nedir? Bunlar öyle suallerdir ki artık müsbet ve vazıh bir mahiyet iktisab eyleyen cevablarını az çok düşünen milletin her ferdi bila-tereddüd verebilir zannediyoruz. Bir kere: Osmanlı Devleti Türkiye Hükumeti her şeyden evvel bir İslam hükumetidir. Mısır gibi Hindistan gibi azim iklimleri müstemleke halinde idare etmek isteyen baliğ olan bu ülkeler için haricde istinadgah bulunmasını ru-yi zeminde yaşaması kendisini daima düşündürecektir. Saniyen: Türkiye hükumeti Asya-yı Garbi ve Vüsta’da bulunan ve adedleri milyonlara baliğ olan Türklerin müstakbelde intibaha mazhar olarak müstemlekeleri bir amil-i terakki ve inkişaf olmasını İngiltere arzu etmez. Diğer taraftan ma’ruf Hind rüesasından Srinav Azasteri dahi Hind ihtilalinin saiklerini izah ederken bunun lıktan neş’et ettiğini beyan ediyor. Daha geçenlerde Hindistan valisinin Hindlilerin Türkiye’ye müte’allik metalibini havi telgrafını neşr ettiğinden dolayı Lloyd George’la arasında vaki’ olan ihtilaftan dolayı Montaque’nün isti’faya muztar kaldığı ma’lumdur. Fi’l-hakika bu i’tirafnamesinde Hindistan valisi diyor ki: Hind müslümanlarının teskin ve memnun edilmesi kamat-ı mübareke üzerine Türkiye hukuk-ı hükümranisinin Hatta Montaque dahi isti’fadan sonra Cambridge’de Hindistan Sevr Muahedesi’nin imzasına iştirak etmişti. Mezkur muahede sulhu te’min etmiş olsaydı Hindliler kabul eylerdi sulhu te’min etmediğini görünce muahedenin ta’dilini rica ettiler. Akidlerden olmak Bütün bu vesikalar da gösterir ki alem-i İslam’ın en büyük bir rüknü bulunan Hind müslümanları er geç Türkiye-İngiltere harbinin hitama ermesini ve Türkiye’nin mevcudiyet-i milliyyesinin sıyanetini istiyorlar. İngilizler bütün bu cereyanlar karşısında bir an evvel bu harbe nihayet vermek lüzumunu hissetmiş olsalar gerektir. Hatta geçenlerde gazetesinin Hind muhabir-i siyasisi İngiltere için şöyle bir tarik-i hareket tavsiye ediyordu: Hindistan’da öyle hareket etmek lazımdır ki Müslüman hükumetlerin en mühimmi olan Türkiye ile münasebat-ı dostane te’sis ettiğimiz gün bu sulhden iktitaf edeceğimiz semerat ve menafiin vakti geçmiş olmasın. Halbuki takarrub eden tehlike hiçbir vechile tereddüd etmeyen bir kuvvetle ve esah bir basiretle tard ve def’ edilemediği takdirde fırsat elden gitmiş olacaktır Artık İngiltere öyle zannolunuyor ki böyle bir fırsatı gaib etmek istemeyecektir. Hindistan efkar-ı umumiyyesi Türkiye’ye i’lan edilen bu harbe bir an evvel nihayet verilmesini ve Türkiye’ye hukukunun iadesini nasıl müdafaa ediyorlarsa diğer aktar-ı şükran zikr edebiliriz. Gazetelerin Afrika-yı Şimali’de münteşir gazeteleri Trablusgarb’daki Mısır’da münteşir ve ale’l-umum diğer gazeteler Suriye’deki gazetelerinin Türkiye lehinde vaki’ olan neşriyatı bütün bu kıt’alarda Hilal-i rudan doğruya Harb-i Umumi’den henüz kurtulan zayıf mevcudiyetimizi büsbütün na-bedid etmek için beyinsiz Yunanlıları ortaya attı. Ve bir taraftan da Sevr Muahedenamesi’ni işgal altında bulunan İstanbul’un satılmış şahsiyetlerine imza ettirmek suretiyle Türkiye için verdiği hükm-i i’damın tatbikatına girişmişti. Fakat Türkiye samedani bir vecd ve gayretle kendisine etti ve milletin yüreğinden doğan arslanca bir kıyam ile hakkını istiklalini dinini mevcudiyet-i milliyyesini müdafaaya başladı. Üç dört seneden beri öz vatanına saldıran Yunan sürülerini hakikatte İngiliz inad ve ceberutunu nihayet boğmaya muvaffak oldu. Artık İngilizler dahi anladılar ki Türkiye’yi mağlub etmek Türkiye’yi İngiliz emrine münkad eylemek imkanı yoktur. Bu i’tibarla yıllardan beri sürüklenip giden Türkiye-İngiltere harbinin Türkiye’nin hakiki zaferi ile hitab bulacağını şimdiden söyleyebiliriz. Yalnız şunu da işaret etmeliyiz ki Türkiye-İngiltere harbinden Türkiye’nin erişmek üzere olduğu zafer-i nihaide deha-yı millisinin ifa ettiği hizmet kadar bütün alem-i İslam’ın ve bi’l-hassa Hindistan’ın gösterdiği muazzam alakayı burada şükr ile yad etmek lazım gelir. Nitekim İngiliz kabinesinden Hindistan nazır-ı sabıkı Montano Avam Kamarası’ndaBüyük Britanya’nın Türkiye muhasematının pek ziyade temadisi Hindistan’daki sükunun muhtel olmasına saik oldu. Fi’l-hakika Türkiye teessüsü için müttefikler beyninde yapılacak i’tilaf kadar Hindistan’da sükunun avdetine yarayacak bir şey yoktur. Ahmer için cem’ edilen i’aneler bu rabıta-i esasiyye hakkında az çok bir fikir verebilir. Hususiyle Mısırlılar tarafından son zamanlarda İngiliz tahakkümüne karşı vaki’olan kıyamlar her halde alem-i teşkil etmektedir. Azerbaycan hükumetinin mümessili Meclis’in üçüncü sene-i milliyyesini tebrik ederken diyordu ki: Asırlardan beri şark milletlerini pençe-i zalimanelerine geçirmek maksadıyla uğraşan yırtıcı garb emperyalistleri tabii olarak en müdhiş darbelerini şarkın kapısını teşkil eden Türk ülkesi üzerine çevirmiş ve hasta zannettikleri Türkiye’yi mahv etmeye çalışıyorlardı. Ve bu gasıbane ve zalimane emellerine nail olmak için yek-diğerini ta’kib ile birçok muharebeler ittifaklar ve hesabsız muahedeler yapmışlardır. Harb-i Umumi neticesinde dahi aynı gayeyi ta’kib ederek Sevr Muahedenamesi’ni meydana çıkarmış ve onun icabatı dolayısıyla İstanbul’un ve İzmir’in işgali ile emele fi’len nail olmak için Türkiye’nin tarihi düşmanı ve cellad emperyalistlerin balak köleleri olan vahşi Yunan ordularını sevgili Anadolu’muzun içerisine sokmuşlardı. Fakat bütün bu zulümlerin vahşiliklerin hunharlıkların neticesinde bize bugünkü bayramı ve kendilerine bugünkü yeis ve nevmidiyi yaşatmaktan başka bir şey yapmaya muvaffak olamamışlardır. Bu satırlar İslam Azerbaycan’ın da bizim için ne düşündüğünü irae etmez mi? Asya’nın diğer bir İslam hükumeti olan Afganistan’ın Türkiye nezdindeki asil ve necib sefiri Sultan Ahmed Han hazretleri dahi Afganistan hükumeti ve bütün Afganlılar İslamiyet’in kudsi ve la-yezal rabıtasıyla daima Türkiye’ye ve onun fedakar halkına pek derin muhabbetlerle alakadar oldukları vareste-i arz u beyandır. Zalim devletlerin ve onların pişdarları olan gaddar düşmanın Türkiye’ye karşı ta’kib ettikleri zalimane ve hunrizane hareket ve siyasetten Afganistan ahali-i İslamiyyesi ile hükumeti Türkler kadar müteessir ve müteellimdirdiyor. Hulasa bütün alem-i İslam bu Anadolu harbinden ve bi’l-hassa İngiltere’den şiddetle müteneffir bulunuyor. Alem-i İslam’ın ister Türkiye da’vasında ne büyük ne müessir bir silah olduğunu en meşhur İngiliz gazetesi olan sahibi Lord Northcliffe’in atideki beyanatı belağan ma-belağ iraeye kafidir: İngiliz istatistiklerine nazaran dünyada milyon müslüman var ise de Muhammedilere nazaran küre-i arz üzerinde mevcud olan müslümanların mecmu’u milyona baliğ olmaktadır. Hatta bizzat Çin’de birçok milyonlarca müslüman bulunduğunu öğrenebildim. Şurasını unutmayınız ki her hangi memleket tabiiyetinde bulunurlarsa bulunsunlar bütün müslümanlar revabıt-ı diniyyelerine sadık ve yek-diğerine bağlıdırlar. Asya-yı Suğra’daki müslümanları öldürmek için Yunanlılara para verdiğiniz zaman dünyanın kıta’at-i sairesinde mütemekkin bulunan ve Türk müslümanların dindaşları olan bütün ehl-i İslam da size karşı –bir parça muhasım kesilirler ve bi-muhaba harb ederler. Müslümanlık meydan-ı harbi ise gayet vasi’dir. Buna nisbeten Britanya İmparatorluğu Anadolu müslümanlarını öldürmek için Yunanlılara yardım edecek olursa hududlarında Bombay’da ve Mısır ve Kahire veya yevm her darbeye bir darbe ile mukabele etmek fırsatına malik bulunduklarını der-hatır ettirmek isterim… Dalalet yolları: Beyoğlu’nda bir kitapçı dükkanındayım. Dükkanın ortasındaki alçak rafların üzerini örten yeni neşriyat sergisini seyr ediyorum. Yanıbaşımda tanımadığım üç Türk genci var onlar da benim gibi kitaplara bakıyorlar. Mükalemelerinden edebiyat meraklısı veyahud sadece mütalaa mübtelası olduklarını hissediyorum. Sıra sıra dizilmiş taze cildlere büyük bir iştiha ile bakıyorlar bazılarını ellerine alıp adeta okşuyorlar. Süse düşkün bir kadın kuyumcu camekanındaki mücevherata ancak bu iştiyak O üç gençten birisi yanlarından geçen satıcıya sordu: – Siz de Banay’ın Posesyon’u var mı? Öbürü diğer satıcıya doğru gitti: Morris Rustan’ın ..............’ı geldi mi? Ve üçüncüsü Villi’den bir roman aramağa başladı. Benim kalbimde derin bir hüzün çökmüştü. Zira bu gençlerde kendi gençliğimi bi-hude yere akıp giden ilk efendiler o köylü için ne yapmış olduklarını bir kere vicdanlarına sorsalar ne cevab alabilirler? Bir şairimiz bir nasirimiz bir muharririmiz bir hikaye-nüvisimiz köylüler nezdinde birkaç ay hayat geçirip de göreceği yoksuzluğu çekilen meşakkatleri a’şarcının zabtiye ve jandarmanın köy konuklarının teftişe çıkan valinin mutasarrıf ve kaimmakamın ne iş gördüklerini köylünün da’vasını gören hakimlerin ve mahkemelerin nasıl tasvir etmişler midir? Mekteb-i Hukuk’tan çıkan yüzlerce hukuk-şinastan kaç tanesi bir kasabaya yerleşerek hak ve adalet fikrinin zuhuruna hizmet edebilecek kadar bir kalb kuvveti gösterebilmiştir? Edebiyat şiir diye bu halka Babil Kulesi abur cuburuyla yazılan o boş tam takır yazılar o mahbub ve mahbube zırıltıları o rakı şarab na’raları halka ne türlü rehberlik edebilir? Yeni Cami’ yazıcıları emin olun iman edin ki bizim yalancı pehlivanları andıran o pohpohçu ediblerimizden ziyade köylülerimize hizmet ediyorlar. Bir zavallının köyüne çoluğuna çocuğuna kırk on para ile bir mektup olsun yazıyorlar da o mektuplar köyde imam tarafından sahiblerine okunuyor. Onlar ancak o yazıcılar ma’rifetiyle hallerini köylerine bildirebiliyorlar. Acaba o ediblerimiz Türk milletinin anlayacağı dilde üç sahife yazı yazmaya muktedir midirler? İşte yazdılar. Kaç asırdan beri yazdılar. Hala da yazıyorlar. O duygusuz o sahte o yalancı o hem ibareleri hem ma’naları ecnebi kokan yazılar memlekete kaç kişi yetiştirebildi? Milyonlarca milletdaşımız öbür tarafta saf halis hararet söndürücü birkaç çamçak su bekler iken beş on kişinin ağzına eskimiş; bayatlamış konserveleri tıkanlar bu memlekete hayat vereceklerini mi zannediyorlar. Halkın yukarı çıkmasını mı istiyorsunuz! Öyle ise inin aşağıya ve o halkı eğer kuvvet ve kudretiniz sahihan var ise halkı omuzlarınıza alıp yüce mertebelere çıkarın! gençlik senelerimi hatırladım. Ben de bilmeyerek senelerce ruhumu ve fikrimi bu Banaylar bu Morris Rustanlar bu Villiler gibi na-ehil ve ekseriya muzır mürebbiler eline bırakmış ve bütün edebi ve bedi’i iştiyaklarımı bu mağşuş bulanık sularda tatmine çalışmıştım. Vakta ki bu bulanık ve mağşuş sular midemi bulandırmaya başladı o zaman anladım ki ilk gençlik senelerim müdhiş bir çoraklık içinde akıp gitmiştir. İçimde hala o devirden kalma bir fakru’d-dem taşırım. Türk gençlerinin ruhları ve mefkureleri de bünyeleri gibi fena terbiye görmüş ve fena yetişmiştir ve hiç biri fıtri isti’dadı derecesinde bir inkişafa bir neşv ü nemaya mazhar olamamıştır. Zira bunların ma’neviyetleri ve zevkleri de fena mütalaalar intizamsız tehassüsler ile sakat ve cılız kalmıştır. Bugünkü edebi neslin akametine o dar görüşüne o dar duyuşuna bundan başka bir sebeb bulmak kabil değildir. Zira bunların hiç biri ibtidada ruhlarına lazım gelen hakiki gıdayı bulamamışlar çerez ve salça mahiyetinde şeylerle beslenmişlerdir. Türk gençliğinin hissi ve fikri terbiyesi daima garbın dördüncü beşinci derecede şuara ve üdebasının elinde kaldı ve bi’t-tabi’ hiçbirimizin ruhu bu küçük ve basık feza dahilinde a’zami hızını bulamadı. Fi’l-vaki’ otuz seneden beri ilhamını garb asar-ı edebiyyesinden alan yeni Türk edebiyatının içinde bu acaib hassasiyetin ra’şesinden başka ne var! Otuz seneden beri meydana hiçbir kuvvetli eser çıkmıyor meydanda hiçbir sıhhatli ses işitilmiyor! İşte bunun yegane evet yegane sebebi gençliğimizde okuduğmuz eserlerin gençliğimizde kendi kendimize verdiğimiz edebi ve bedi’i terbiyenin yanlışlığı ve sakatlığıdır. Köylünün parasını alarak şehirlerde yaptığımız mekteplerden yiyip içerek çıkanlar köylünün parasıyla Avrupa’ya gidip tahsil edenler köylünün parasıyla büyük küçük me’muriyetlere geçenler beyler paşalar Ahlakı dinden ayırmak isteyenler – Jul Simon’un cevabı –Vicdanahlakın kuvve-i müeyyidesi olabilir mi? – Tabiatkavanin-i medeniyyeefkar-ı umumiyyetarih korkusugibi şeylerden hiçbirisi ahlakın müeyyidi olamaz – Ahlakın en büyük kuvve-i te’yidiyyesi fikr-i uluhiyyet ve fikr-i ahirettir havf ve reca-yı ilahidir. – Kadının ehemmiyeti – Tehzib ve tenviri: -Haricden gelecek terbiye bünyan-ı milliyi yıkar – Emr-i ailede erkeğin riyaseti – Kadının erkek işleriyle iştigale adem-i tahammülü – Kadının vezaif-i tabiiyyesi. – Yeryüzünde mevcud bütün Müslüman milletlere; bütün Müslüman mütefekkirlere; Müslüman gazetecilere; Müslüman cem’iyetlere. – Mütareke ve sulh teklifi ciddi değildir bir hud’a-i siyasiyyedir – Salib ordusunun Anadolu’da ika’ ettiği mezalim ve fecayi’den Avrupa devletlerinin tecahülü – Dost ve mutavassıt maskesiyle Yunan’ı himayeleri – Mütareke şeraitinin kabulüne imkan olmadığı – Milletin galeyan ve tezahüratı – Hükumetin gayet musib hareketi – Sulh şeraiti Sevr paçavrasının hulasasıdır – İslam’da istiklalin ma’nası – Anadolu müslümanlarının la-yetezelzel azim ve imanı – Hind Hilafet Komitesi’nin protestosu. - hakikiyyesini değiştiremez. Bu kanun burada başka diğer memlekette başka olamadığı gibi yarın da bugünkünden başka olamaz. Her yerde her zaman bu kanun daima aynı surette ebedi ve la-yezal olarak gasb ve nehb-i emvalin mezmumiyeti nisbi değildir. Bunlar nefsü’l-emrde mezmum ve ma’yubdur. Hakim-i kainat olan Cenab-ı Hak bizzat bu kanuna vücud vermiş ve onu mü’ebbed ve münteşir kılmıştır ki insan için bu kanunu ihlal etmek mümkün değildir. Meğer ki bu kanunun mahiyetini inkar ederek mücazatın en şedidine duçar ve perişan olmayı göze aldırmış olsun! Gayenin vesileyi meşru’ kılacağı fikr-i sakimini de mezahib-i batılanın en şeni’lerinden olmak üzere kabul etmekte musırrız. Bu batıl fikre göre hadd-i zatında rezailden ma’dud olan bir şeyin zaman zaman fezail miyanında ahz-ı mevki’ etmesi lazım gelecektir ki bu i’tibara göre de hüsn ve kubh ve fezail ü rezail bir emr-i nisbi olmuş oluyor. Vahiydiniman kaydından azade yaşamak ve bu suretle ahlakı dinden ayırmak isteyenlere göre bi’t-tabi’ kanun-ı ahlakinin kuvve-i müeyyidesi din değildir; ahlakın kuvve-i müeyyidesi başlıcavicdandır. Sonra tabiat kavanin-i medeniyye efkar-ı umumiyye fikr-i istikbal ve fikr-i tarihde kavanin-i ahlakiyyenin paymal edilmemesi için birer müeyyidedir. Evet bunlara göre ahlakın en birinci kuvve-i te’yidiyyesi vicdandır. Diyorlar ki:İnsanda vicdan denilen bir hasise-i ma’neviyye var. İyi bir işi yaptığımız zaman bir zevk ve inşirah kötü bir fi’ilde bulunlunduğumuz vakit de bir nedamet ve ıztırab hissederiz. Kanun-ı ahlakiye muvafık bir surette hareket etmekten mütevellid husule gelen mahzuziyet zevk ve edilen kusurları ta’kib eden nedamet ve ıztırab ahlakın en büyük kuvve-i te’yidiyyesidir. Bu kuvvettir ki bizi her türlü fenalıktan men’ eder ve daima iyiliğe sevk eder. Şimdi bu iddianın ne dereceye kadar doğru olabileceğini tedkik edelim. Fi’l-hakika insanda mi’yar-ı hayr u şer olan bir kuvvetin mevcudiyetini teslim etmemek mümkün olamaz. Hakikaten bizde vicdan denilen bir kuvve-i fıtriyye bir mevhibe-i ilahiyye var. Temayülat ve ef’alimiz hayra vazifeye mutabık olursa vicdan tarafından nail-i mükafat mazhar-ı takdir ve tahsin oluruz. İçimizde bir inşirah bir memnuniyet hasıl olur ki ’ın’nci nüshasında Midhat Cemal Bey’in kendisine mahsus ve müstesna kudret-i kalemiyye ile tasvir eyledikleriDinsiz ahlakbu makaleyi yazmama bir vesile-i hasene oldu. Garbda olduğu gibi bizde de bir hizb-i kalil vardır ki din ile ahlakın ayrı ayrı şeyler olduğunu iddia ederler. Bunlara göre: Ahlak dinin te’siri altında bulunamaz. Kavanin-i ahlakiyye tamamen dinden ayrı olmak lazımdır.Bunlara görebirçok şerait ve hadisat tahtında kavanin-i ahlakiyye de değişebilir. Bundan on sene evvel ayıb ve mezmum olan bir şey ilcaat-ı zaman ile bugün müstahsen addolunur. Yalan katl-i nüfus fuhuş zaman zaman mahiyeti değiştirebilirler. Binaenaleyh ahlak ile dini birbirine karıştırmamalıdır. Ahlakı dinden ayırmak isteyenler gayenin vesileyi meşru’ kılacağı iddia-yı batılını da ileriye sürmekte olduğu çok vakit görülmektedir. Evvela ahlakın dinden ayrı olmasına kail olmak onun mevzu’at-ı insaniyyeden olduğunu kabul etmek demektir ki Midhat Cemal Beyefendi’nin tasvir ettikleri vechile artık mukaddesat namına hiçbir şey yok demektir. Fransız meşahir-i felasifesinden Jul Simon’un dediği gibi ahlakı dinden ayırmak isteyenlere bir kere soralım: Acaba ekseriyetin fikri tabiiyyat riyaziyyat ve felekiyyatta bir kanun yapmaya muktedir midir? Acaba güneşin arzdan büyük veyahud küçük olduğu mevki’-i münakaşaya vaz’ edilir mi? Bu gibi şeyler ekseriyetle vaz’ ve kabul edilecek kanunlar mıdır? Acaba şeref namus emanet gibi mesail ekseriyetin re’yiyle takdir ve tebdil olunacak mesailden midir? Yol ortasına bir çocuğu atıvermek şeni’ bir harekettir. Acaba ekseriyetle hatta ittifak-ı ara ile bunun cevazı kabul edilecek olursa bu şenaat kalkar mı? Hakikat şudur ki: Ezeli olan bu gibi kanunlara –en çok tağayyür ve butlana ma’ruz olan– re’y ile muaraza edilemez. Eğer re’y-i am usulünü ahlaka da tatbik ederek ahlakta da hakem olmasını istersek bugün ahlak kanunlarının tağayyür etmesi lazım gelir. Bu ise bi’n-netice sofestailikten başka bir şey değildir. Evet biz de kabul ederiz ki ekseriyetin re’yi ortaya bir adalet bir kanun-ı ahlak koyabilir. Fakat ortaya konan o şey adalet ve ahlak olmamak üzere! Jul Simon’un şu mütalaası ahlakı dinden ayırmak isteyenlere beliğ bir cevabdır. Evet onlara göre belki dinden ayrı bir ahlak olabilir. Lakin ahlak dedikleri nesne nefsü’l-emrde ahlak olamaz. Çünkü kanun-ı ahlakı tabiata muvafık külli ezeli ebedi la-yeteğayyer olan bir kanun-ı hakikidir. Bu kanun hiçbir cem’iyetin hiçbir meclisin kararıyla mahiyet-i dünyalar kadar değeri vardır. Aksi takdirde ise nedamet Bununla beraber kavanin-i ahlakiyyenin ihlal edilmemesi eyyide olmadığını i’tiraf etmeye de mecburuz. Çünkü vicdanın vermiş olduğu hükümlerin her vakit ve her kimse için vakı’a mutabakatını iddia etmek doğru olamaz. Nedamet ıztırab tevbih ve tekdir-i vicdani her zaman cinayetle mütenasib olamaz. İrtikab edilen kusurları ta’kib eden nedamet ıztırab herkesin derece-i hassasiyetine göre tahavvül eder. Gayet büyük bir cinayet elastiki vicdanlar nazarında hafif bir kabahattir. Bir takım mahcub vicdanlar da vardır ki tasavvurlarını dev ayinesinde görürler. Aynı zamanda nedamet ve azab-ı deruni i’tiyad-ı cinayetle kesb-i hiffet eder? İnsan kabahat işleye işleye bütün azab-ı vicdaniyi gayb edebilir. Binaenaleyh yalnız vicdan vazife ve kavanin-i ahlakiyyenin kuvve-i müeyyidesi olamaz. Bunun içindir ki Jan Jak Russo bile Vicdan bir saik-i ilahi ve la-yuhtidirdedikten sonra fakat bu rehberin mevcud olması kafi değildir bunu tanıyabilmek ve ta’kib eylemek lazımdır bu rehber kalbe karşı ifade-i hal ettiği halde onu işitenler neden bu kadar az bulunuyorlar. Çünkü bize o lisan-ı tabiatla söylüyor. Halbuki bunu bize her şey unutturuyor?demekle bu hakikati i’tiraf etmiştir. Bize vicdanı ve onun herkes hakkında ale’l-ıtlak emin bir rehber olamayacağını şu ehadis-i şerife ile ayat-ı kerime daha vazıh olarak göstermektedir: Hayır ve fazilet kalbin mutmain olduğu şeydir. İsm ve fenalık da nefsini tahriş eden şeydir. Her ne kadar hilafına fetva verseler de!Nefsini tahriş edip seni rahat bırakmayan şeyi terk etİyilik hüsn-i ahlaktır ism de sadrını içini rahatsız eden şeylerle bir de halkın mut- Şunu da muhakkak biliniz ki şeyatin de kendi dostlarına vahiy ve ilham eder. Şu halde ahlak için başka bir müeyyideye ihtiyac vardır. Tabiat yani fezail ve rezailin husule getirecekleri netayic de ahlakın kuvve-i müeyyidesi olacağı varid-i hatırdır. Fi’l-hakika deniliyor ki:Tabiat kavanine karşı vukua gelen her tecavüzü cezasız bırakmaz. Bunun hareket etmektir– hastalığı da’idir. Rezilete mesela içkiye münhemik bir insan kendisini tedrici bir surette öldürüyor demektir. Bu yolda hareket eden insanlar amellerinin ceza-yı tabiisi olarak nihayet bir gün tabiatın sillesine uğrayarak mahv olup giderler. Bunların akibeti de diğer insanlar için mucib-i ibret olur. Şu halde insanı fenalıktan men’ ve iyiliğe sevk edecek en büyük kuvve-i müeyyide ef’alinin netayic-i tabiiyyesidir. Şimdi bunun ne dereceye kadar doğru olabileceğini tedkik edelim:Tabiat kendi kanunlarına karşı vukua gelen her tecavüzü kemal-i sıhhatle zabt eder ve günün birinde murabahacılara mahsus bir nevi’ faiz-i mürekkeble hesabını bize arz ederdeniliyor ki bunun kısmen doğru kısmen de doğru olmadığı meydandadır. Çünkü tabiat yalnız kavanin-i tabiiyyenin ihlalinden dolayı şiddetle ahz-ı sar eder. İntikam alır. Failini cezasız bırakmaz. Fakat ahlakiyet ile niyyete hiç ehemmiyet bile vermez. Ahlak kanunlarının ihlal edilmesine karşı tabiat tamamıyla ebkem ve samittir. Mesela bir insan süratle giden bir şimendiferden inmek isterse derhal bu fiilinin cezasını görür. Düşer ve parça parça olur. Çünkü atalet kanununu ihlal etmiş bulunduğundan tabiat da kendisinden ahz-ı sar etmiştir. Ecsam-ı mağtuse kanunlarına riayet etmeyerek kendisini denize atan bir insanın ameli de aynı neticeyi tevlid eder. Diğer kavanin-i tabiiyyeye muhalefetin cezası da ale’l-ekser böyle seri’ ve kat’idir. Maamafih kendi kanunlarını ihlal edenlere karşı pek şiddetli davranan tabiat kavanin-i ahlakiyyeyi hetk edenlere karşı la-kayddır sakittir. Kavanin-i ahlakiyyenin muktezası olarak ebeveynine borçlu olduğu hürmet vazifesini ifa etmeyen bir evlad tabiat tarafından tecziye edilmiyor. Kezalik kapısının önündeki fakirler açlıktan ölür iken kendisi bifteklerle her nevi’ et’ime-i lezize ve nefise ile zevk u safasında devam eden adamlar kavanin-i ahlakiyyeye karşı vuku’ bulan şu isyanlarından dolayı tabiatın pençe-i intikamına uğradıkları görülmüyor. Evet sarhoşlukta pek ileri gitmiş olanların telef oldukları vaki’dir. Fakat [.......] a’mal-i hesabiyye ile isbat ettiği vechile i’tidalin sarhoşluğa faik olduğu görülmüyor mu? İ’tidal derecesini geçirmeyen sahihu’l-vücud sarhoşlar alkoliklere nisbetle daha çok değil midir? Şu halde her sarhoşun fiili tabii bir ceza ile neticelenmiyor hatta diyebiliriz ki alkolik bir adamın işret yüzünden hasta veya telef olması kanun-ı ahlakiye muhalif hareketinden değil belki bu husustaki ifratından ileri gelmiştir. Sirkat zina yalancılık gibi kavanin-i ahlakiyyeye mugayir ef’al ve harekat hakkında da aynı mülahazat vardır. Binaenaleyh a’malimizin netayici zuhur etmek kemelermizde cari olan hükümlerin haricinde kalırlar. Zaten kanun bir nevi’ ağdır ki mahir olanlar bunun aralıklarından kolaylıkla geçebilirler. Böyle mahir kimseler güya kavanine riayet ettiklerini isbat için kanunu te’vil ve tefsir de ederler. Mecelle-i kavaninin kenarlarına en gayr-ı meşru’ bir akdi tahşiye etmeği adeta bir eğlence tarihçesi olduğunu ve birçok tahavvülata da tabi bulunduğunu kim bilmez? Bundan bir asır evvel hatta bir sene evvel kanunen işkenceye duçar olması lazım gelen yahud beş sene mukaddem bir mahkeme kararıyla cinayette huzzarın alkışları arasında beraet kazanır. Şu halde vazife ve ahlak için cem’iyet ve kanun-ı medeni denilen şeylerin de kafi derece bir kuvve-i müeyyide olamayacakları gereği gibi tezahür ediyor. Vazife ve kanun-ı ahlakinin kuvve-i müeyyidesi olmak üzere bir de efkar-ı umumiyye hatıra gelir: Kavanin-i cem’iyyetin ikmal edemediği şeyi efkar-ı umumiyye olmadığı edna bir mülahaza ile anlaşılır. Fi’l-hakika efkar-ı umumiyye ef’al ve harekatımız üzerinde bir nazır-ı mutabassırdır. Bu i’tibar ile yapacağımız bir te’siri vardır. Harekatımızın efkar-ı umumiyye tarafından takdir veya tevbih olunması bizim için büyük bir ehemmiyeti haizdir. Efkar-ı umumiyyenin hüsn-i teveccühünden ne derece memnun olursak su-i nazar ve nefretinden de o nisbette mutazarrır oluruz. Bunların te’sirat-ı maddiyyeleri de yok değildir. Hile ve yalancılıkla müştehir olan bir tacir çok müşteri bulamayacağı gibi eldekileri de gayb eder. Efkar-ı amme pek mühim bir vasıta olduğu içindir ki en zalim hükümdarlar bile zulümlerini efkar-ı millete bir adl ü ihsan şeklinde göstermek ve bu suretle efkar-ı umumiyyeyi kendi taraflarına celb etmek ihtiyacını hissetmişlerdir. Maamafih her ne olursa olsun kavanin-i ahlakiyyenin kuvve-i te’yidiyyesi olmak hususunda efkar-ı umumiyye de diğerleri gibi gayr-ı kafidir. Efkar-ı umumiyye zahirden başka bir şey göremeyeceği cihetle ekseriya aldanır. Murad ve maksudu hilafına i’ta-yı hükm eder. Böyle bir kuvve-i müeyyide tabiidir ki a’mal-i beşeriyyenin daima mahz-ı hayr ve fazilet olmasını te’min edemez. Aleksi Bertran’ın dediği gibi efkar-ı umumiyye vicdan-ı amme denilen mahkeme ekseriya bir vak’anın gölgesine güveAhlakın kuvve-i müeyyidesi olmak üzere cem’iyeti gösterenler de vardır. Her hangi bir cem’iyetin kavanin-i ahlakiyyeye riayetkar olanlara mükafat olmayanlara da mücazat edileceği söyleniyor. Cem’iyetin mücazatına ma’ruz kalmamak için her ferdin kavanin-i ahlakiyyeye muvafık surette hareket edeceği iddia olunabilirse de bu da muvafık-ı nefsü’l-emr değildir. Evet cem’iyet muhalif-i kanun harekette bulunanlara mücazat eder. Ta’bir-i diğerle ahkam-ı cezaiyye ve kavanin-i mevzu’a-i şer’iyyeye fenalık edene mücazat edeceği cihetle kanun-ı ahlakinin icraatını vazifenin mer’iyyetini te’min eden esbabdan biri addolunabilir. Fakat bu tam ma’nasıyla bir müeyyide-i ahlaki olamaz. Çünkü mugayir-i kanun harekette bulunanları cem’iyetin tecziye edeceğini kabul etsek bile faziletkar yaşayanlar cem’iyet ne kavanin-i ahlakiyyeye muvafık harekette bulunanlara mükafat verir. Ne de hilafına hareket edenlere mücazat tertib eder. Cem’iyetin yaptığı bir şey var: Kendini müdafaa ile iktifa. Fi’l-hakika cem’iyetin ve Kanun-ı Medeni’nin ta’kib ettiği gaye: Aheng-i umuminin zahiren muhafazası nizam-ı cem’iyetin haleldar olmamasıdır. Binaenaleyh bu gayeye muhalif hareket edenler –görüldüğü takdirdeduçar-ı mücazat olurlarsa da bunu zahiren ihlal etmeyenler –ahlak nokta-i nazarından gayet fena bile olsalarcem’iyetin ta’kibat ve mücazatına ma’ruz kalmazlar. Bu i’tibar ile nefsü’l-emrde kabih ve mezmum olan bir fiil ve hareket cem’iyet nazarında cezasız kalabilecektir. Bir de cem’iyet ve kanun-ı medeninin ta’yin edeceği cezalar kasddan ziyade fiile terettüb etmekle beraber o fiilin meydanda olması da lazımdır. Halbuki ef’al [ve] harekatımıza ta’yin olunacak cezanın mizanı makasıd ve niyyatımızdır. hadis-i alisi. kaide-i külliyyesi de ahlakiyyat hususunda fiilden ziyade niyyete i’tibar lazım geldiğini gösterir. Yalnız fiile i’tibar olunmak lazım gelirse nüfuz-ı beşeriyyenin muttali’ olamayacağı ba’zı ef’al ve harekat bi’t-tabi’ cezasız kalacaktır. Cem’iyetin bi’l-hassa nazar-ı i’tibara aldığı şey kısm-ı a’zamının ahlak ile pek ba’id münasebatı bulunan ve kendi kanunlarına karşı vaki’ olan mücazattır. Mesela bir kaçakçı eğer elegeçecek olursa cem’iyet için bir mücrimdir. Asi evlad gayr-ı sadık bir dost arkadaşına hain bir kimse kavanininin ta’kibatına asla duçar olmazlar. Şahsi olan en mezmum fezayih müeyyidat-ı - kusu gibi müeyyidelerden hiçbirisi de vazife ve ahlakın kuvve-i te’yidiyyesi olamıyorlar. Binaenaleyh ahlak için başka bir kuvve-i müeyyideye ihtiyac vardır. Biz o fikirdeyiz ki: Ahlakın en büyük kuvve-i te’yidiyyesi fikr-i uluhiyyet ve fikr-i ahirettir. Havf u reca-yı büyük harısi hamisi mes’uliyet-i uhreviyyedir. İlim ve kıyamette ibadını ten’im veya ta’zib edeceği hakkındaki edvar-ı inkişafı daima bu akide ve imanın rasih olduğu zamanlara tesadüf etmiş olması ve akaidin infisah devrinde daima rezail ve kabayihin cem’iyete hükümran olmuş bulunması da bu iddianın canlı birer şahididir. Kalblerinde mehafetullah olmayanların hiçbir şeyden korkmayacakları bedihi bir hakikattir. Bu hakikat birçok hakaik-i tarihiyye ile de te’eyyüd etmektedir.Allah’tan korkmayan kimse nastan korkmazmealinde olan düstur-ı İslamisi bunu ne açık tasvir ediyor. Binaenaleyh ahiret ve mehafetullah fikri duçar-ı halel olan kimselerde menfaat ve ağraz-ı şahsiyyeye perestiş bunlardan her türlü fenalığın sudur edebileceği şüphesizdir. O gibi insanlar nazarında hubb-ı nev’ hubb-ı vatan vazife hak menfaat-ı amme tarih korkusu cem’iyet vicdan denilen şeyler bir takım gülünç mefhumlardır. Fazilet meziyet insan aldatmadan hatta sefahete dalmadan dall olan ne kadar elfaz varsa hepsi insanlar tarafından uydurulmuş elfaz-ı bi-ma’nadır. Şimdi hakka’l-insaf düşünelim: Bu yolda düşünüş mühlik bir teşettüt-i ictimai husule getirmez mi? Böyle düşünen bir insanın nazarında fedakarlığı yerine göre feda-yı nefsi ve her vakit için kanunlarının ne ma’nası kalır? Mukaddesata imanı olmayan bir adam lezaiz-i nefsaniyyesi hilafına fedakarlığı niçin yapsın? Nefsini neye feda etsin ihtirasatını imkan buldukça neden tahdid eylesin? lakinin en müessir ve en kat’i kuvve-i te’yidiyyesi; fikr-i uluhiyyet fikr-i ahirettir. Muhabbetullah ve mehafetullahtır. Bunun kadar feyizli bir müşevvik bunun kadar kavi bir saik yoktur. Her türlü iyiliğin başı ancak budur.Allah korkusundan mahrum olan kulub-ı kasiyye pek nerek söz söyleyen ve mecelle-i kavaninin en indisi ve en mütelevvini olan mecelle-i şahsiyyeleri üzerine eder. Efkar-ı umumiyye denilen bir mahkemeye adeta kanunlar telkin olunur. Bu mahkeme mahir ve fettan tağlit olunur. Bundan başka en saf fezail ki daima gizli olanlardır. Efkar-ı umumiyye nazarında ehemmiyetsizdir bunlar hakkında bir hüküm verebilmesi de imkan haricindedir. Buna mukabil en aşikar olan yani arsız ve hayasız bir surette intişar eden veya bir cila-yı zarafete bürünmüş olan birçok rezail efkar-ı umumiyyede şayan-ı afv ve şayan-ı takdir görülebiliyor. Binaenaleyh ekseriya dall ve mudil olduğu anlaşılan efkar-ı umumiyye de ahlak için bir kuvve-i müeyyide olamaz. Böyle bir müeyyide hiç kimseyi arzu-yı şehevanisi ve menfaat-i şahsiyyesi peşinde koşmaktan men’ edemez. Ale’l-ıtlak hakka Ahlakın dinden ayrı olduğunu iddia edenler fikr-i ahiret ve fikr-i mehafetullahı ref’e çalışanlar ahlakı müeyyidesine bırakmamak içinfikr-i istikbal ve fikr-i tarihi ahlakın kuvve-i müeyyidesi olmak üzere ileri sürüyorlar. Diyorlar ki:İnsanları ahlak kanununa riayet ettirecek menafi’-i umumiyye için çalıştıracak olan kuvve-i müeyyidesiz tarih korkusudur. Tarih korkusu taşımayan insanlar menafi-i ammeye ne hubb-ı vatan ne hubb-ı milliyetle çalışmıyorlar hepsini menfaat-ı şahsiyyeye tevfik ediyorlar. Bu gibilerin cem’iyette vücudu mühlik ve müstehlik olmaktan başka bir şey olamıyor… Fi’l-hakika cem’iyetlerin rabıtası olan mukaddesat ve ruhların bir vahime olduğuna zahib olanlar fikr-i ahireti takliden tarih korkusu gibi bir takım vahime-i vicdaniyye tevlidine çalışıyorlar. Halbuki beka-yı ruha ve mes’uliyet-i uhreviyyeye kail olmadıktan sonra tarih korkusunun hiçbir ma’nası ve ehemmiyeti yoktur. Tarih korkusu denilen şey madde ile ruhun ruhaniyet ile cismaniyetin ayrı ayrı birer vücud olduklarına kail olan dualite yani tesniyet tarafdarlarının kabul ettikleri haşr-ı ruhaniden başka bir şey değil gibidir. Binaenaleyh fikr-i ahiret kabul edilmedikçe tarih korkusu denilen müeyyide bir vahimeden ibaret kalır. Binaenaleyh tarih korkusu da kavanin-i ahlakiyyenin ihlal edilmemesi için bir müeyyide olamaz. Buraya kadar verilen izahat bize gösterdi ki: Vicdan: Tabiat kavanin-i medeniyye efkar-ı amme tarih korŞu adamın Demek ki vazife ve ahlakın en büyük ve yegane kuvve-i te’yidiyyesi dindir. Vahye imandır. Bu hakikat vaktiyle Eflatun tarafından da pek büyük bir sesle i’lan edilmiş olduğu gibi e’azım-ı Reybiyyun’dan olmasına rağmen Volter de her şeyin iyi olmasınımüşfik ve müntakim bir Allah’ın varlığınarabt ediyor vebuna inanmayan bir dinsiz cezasız kalacağını bilseydi her türlü fenalığı irtikab etmekten asla çekinmezdidiyor. çabuk dalalete düşer yolunu gaib eder. Bütün a’za ve cevarihin selamet-i harekatı ve kemal-i istikametle ifa-yı vazifeye ikdam ve muvazabetini te’min ederse hiç şübhe yoktur ki muhabbetullah ve mehafetullahın kalbde vücududur.Mehafetullah ve ahiret fikrini telkin eden rete iman olmayan kimseler kendilerini ifa-yı vazifeye sevk eden zahiri sebebleri muvakkat korkuları üzerlerinden atınca şerir olmamaları için hiçbir sebeb-i ma’kul yoktur. Kadının ehemmiyeti – Tehzib ve tenviri karilerinin asar-ı fazılanelerini seve seve okudukları efazıl-ı ulema-yı İslamiyyeden İzmirli İsmail Hakkı Beyefendi’nin Darulfünun’daİslam’da kadının hukuk ve vezaifihakkında verdikleri mühim konferansı Tevhid-i Efkar refikimiz neşr ediyor. Üç makaleye ayrılan bu kıymetdar hitabenin birincisini bu hafta derc ediyoruz. Ma-ba’di de inşaallah diğer nüshalarımızda neşr olunacaktır: Bugün müstakbelimizi ıslah ve te’min hususunda pek büyük bir te’siri haiz olan bir mes’ele karşısındayız bu mes’ele kadın mes’elesidir. Bir millet erkeği ile terakki eder fakat kadın bu terakkiyi ikmal eyler. Terakkıyatın unsur-ı mukavvimi erkek unsur-ı mütemmimi kadındır. Erkeksiz terakki yoktur kadınsız terakki nakıstır. Bir milletin bünye-i istinadı aile ocağıdır. Aile ocağı kurur ise millet de kurur. Reha-yı ailenin merkezi kadındır. Kadın erkek ile erkek kadın ile kemal bulur. Erkeğin libası kadın kadının libası erkektir. Nitekim nazm-ı celilde böyle variddir. Kadının kemaliyle ümmet kamil ailiyye mütelazımdır. Şekl-i hükumet adab-ı menziliyyede adab-ı menziliyye hey’et-i ictimaiyyede müessirdir. Buna mebni hukuk-ı şahsiyyeye ve hürriyete ihtiram esasına müstenid olan hükumetlerde kadının şanı o nisbette alidir. Kadın bir milletin hayat-ı ma’neviyyesini Kadın mader-i alemdir: Her millet terbiye-i esasiyyesini ana kucağında öğrenir. Kadın muallim-i alemdir: Her millet medeniyetin ilk dersini anadan öğrenir. Kadın istikbalin sahibidir. Her cem’iyetin saadet-i hakikiyyesi hüsn-i terbiye görmüş faziletli kadınların elindedir. Kadın aileyi kudret-i ilmiyyesi ile idare eder. Faziletkar bir kadın intizam-ı beyti ihlal edecek ahvali ber-taraf eder. Çocuklar beşeriyetin bir uzv-ı mühimmi olmakla kar ve zararı validelerine aiddir. Kadının vazifesi ne alidir. Her vakit kendileri ihtirama şayandır. Kadının maarif ve kemalatı tahsile ihtiyacı şayan-ı tezkardır. Tezhib ve tenviri lazımdır. Vicdanı nezih safvet-i nisaiyyeyi haiz İslam kadınının asra muvafık bir surette terbiye ve tehzibi öyle bir gayedir ki bununla herkes meşgul oluyor. Fakat bu gayeyi istihsal yolunda hangi tarik ta’kib olunmalıdır? İşte burada nokta-i nazarlar değişiyor muhtelif yollar gösteriliyor. Tehzib-i nisa hususunda başlıca iki tarik ta’kib olunabilir: biri garb medeniyetinin tevlid ettiği terbiye diğeri İslam’ın tebliğ ettiği terbiye. Evvelkisi haricden gelen beşeri bir çare bir çare değildir. İlahi çare kat’i bir çaredir. Beşeri çare atiyyen zuhur edecek olan mahzuru layıkıyla takdirden mahrumdur. İlahi çare atiyyen zuhura gelebilecek olan mahzurları kat’i surette takdir eder. O mahzurları her ne kadar uzak bir zamanda zuhur etse de ibtidasından Bundan başka haricden gelen bir tehzib bir medeniyet hakkında ale’l-ıtlak aleyhdarlık etmek ne kadar doğru değil ise lehdarlık etmek de o kadar doğru değildir. Haricden gelecek olan bir medeniyet milletimizin anasır-ı mevcudiyyetini tarumar etmez milletimiz üzerine teğallüb eylemez ta’bir-i aharla hakk-ı beka ve istiklalimizi mukavemetleri kırıp geçirmek suretleriyle icra-yı fi’il eder ise bi’t-tabi’ mühlik olur. Hakk-ı beka ve istiklalimizi Hikmetin başı Allah korkusudur.Ah muhafaza için ona mukavemet zaruri olur. Ancak milel-i müterakkıyye ile milletimizin medar-ı mevcudiyyetleri arasında bir münasebet bulunur ise bu münasebet kavi olan millet-i müterakkıyyenin milletimiz üzerine teğallüb etmemesini anasır-ı mevcudiyetimizi tarumar eylememesini emin bir surette kafil olur ise; varlığımıza hiçbir hatar gelmeksizin taklid suretiyle milel-i müterakkıyyeden gelen medeniyeti başlıca iki kısma ayırabiliriz. Şuun-ı hayatiyye; umur-ı sinaiyye. Şuun-ı hayatiyyede taklid muzır ve mühlik olabilir umur-ı sınaiyyede taklid asla muzır olmaz. Milletimize bundan dolayı bir nakisa terettüb etmez. Beka ve istiklalimize hatar arız olmaz. Fakat milletimiz ile şuun-ı hayatiyyede taklid etmek istediğimiz milel-i müterakkıyye arasında hiçbir suretle münasebet olmaz ise taklidi tavsiye etmek mahv u ızmihlalimizi tavsiye etmek demektir. Milletler tedaviyi kabul hususunda ferdler gibidir. Her ferde isti’dad ve kabiliyetine vücudunu saran marazın tabiatına uygun olmayan bir deva ne kadar muzır ve mühlik ise milletlere de isti’dad ve kabiliyetlerine vücudlarını saran hastalığın tabiatına uygun olmayan bir devayı tavsiye o kadar muzır ve mühliktir. Hastalığı ortadan kaldırmaz. Fakat hastayı ortadan kaldırır. Bunun için haricden gelen tezhib ve terbiyeyi tavsiye hususunda bu dakik ciheti nazar-ı im’ana almak lazımdır. Terakkıyat-ı milel hakkında dermiyan olunan vesayada bu ciheti hiçbir vechile hatırdan dur tutmamalıdır. Ayn-ı ka başka hastalara tavsiye etmemelidir. Şuun-ı hayatiyyede tehzib terakki-i hakiki milletin bulunmayınca tehlikeli işe girmemek elzemdir. Bu babda ahkam-ı İslamiyyeye temessük zaruri olur. Din-i bir tarzda terbiye ve tehzib eder. Hukuk-ı beşeriyyesini te’min vezaifini tebyin eyler. Feminizm ne istiyor. Tahakküm-i ricali kaldırmak hukuk-ı şahsiyye medeniyye siyasiyyede erkekler ile beraber olmak hususlarını mıştır. Değil tahakküm-i ricali ale’l-ıtlak tahakkümü kaldırmış teşekkülat-ı uzviyye onunla mütenasib olan ahval-i ruhiyyeden neş’et eden hususatın ma’adasında erkek ile kadın arasında müsavatı i’lan eylemiştir. İslam fıtrata mukavim değil belki fıtratı mukavvim olmakla mevhubesinden kabiliyet-i tekamüliyyesinden mahrum bırakmaz. Kavinin iradesine esir etmez İslam’da tahakküm-i dini bile yoktur. Ma’bede istinad eden bir kuvvet yoktur. Ulema-yı dinin tahakkümü yoktur. Ancak değildir. Müzekkirdir bir rehberdir. İslam’da ümeranın da tahakkümü yoktur. Hakim ancak şer’-i mübindir. Rüesa-yı hükumet hademe-i millettir. Ecirdir mutasarrıf değildir. Nitekim kibar-ı tabiinden bir zat bir gün Şam’da huzur-ı halifeye dahil olduktaes-Selamü aleyküm ya eyyühe’l-ecirhitabıyla selam vermiş hazırununYa eyyühe’l-emir de!sözlerine karşı yineYa eyyühe’lecir demekte ısrar etmiş idi. Müslümanlar üzerinde hakim ancak şer’-i mübindir. Emr-i büyut riyaset ile muntazam olur. Bu hususta erkek kavvamdır. Emr-i riyaset ve sahabet ve vilayet erkeğe verilmiştir. Kavvamiyet valinin teba’ayı idare etmesi demektir. Bunun sebebi de teşekkülat-ı uzviyye ve onunla mütenasib olan ahval-i ruhiyye i’tibarıyla kadın ile erkek bir değildir. Kadında ahval-i nisa ile halat-ı arıziyye vardır. Halat-ı ariziyye a’sab vasıtasıyla olmakla a’sabı dolayısıyla cümle-i asabiyye müteessir olur kuvve-i hissiyyesi fazlalaşır kuvve-i iradiyyesi azalır. gibi avamil-i taakkule makrun olmaz ise tasavvuratta müessir olur. Ondan dolayı kadın seri’u’t-teessürdür. letafetin bir enmuzeci olan kadının ehval ve meta’ib-i alemi tahammül etmesine mani’-i kavi olur. Kadın erkek kadar mihem ve meşakka mütehammil değildir. Erkek kadar irade sahibi değildir erkek kadar a’malde kuvveti yoktur. Erkek ile kadın arasında aynı cevelangahta müsabaka aranmaması bu arızaya mebnidir. Kadın hilkati azime için yaratılmamıştır. Hüzn-i şedide sürur-ı kesire mütehammil değildir. Bu hal kadının hayatı erkeğin hayatından daha rahat olmasını müstelzimdir. Fıtrat kadını ricalin a’mal-i kaviyyesine bırakmıyor a’mal-i menziliyyeye terbiye-i evlada aile tanzimine nesli te’mine müşterek mesa’i-i ailenin tahfifine bırakıyor. Kadının vazife-i aliyyesi budur. Bu vazife vazife-i tabiiyyedir. Asıl olan vazife budur. Kadının vazife-i tabiiyyesinden teba’üdü ile eşgal-ı rical ile iştigali bir maraz-ı ictimaidir. Kadın kemale valide olmak ile nail olur. Tahassüsat ve rikkat gibi erkekte bulunmayan mevahib-i ilahiyyenin meta’ib-i hayata göğüs gererek ahmal-i maişeti duş-i tahammülüne almış kadının infakını ta’ahhüd etmiştir. yor. Bir de buna karşı ahd ü misakta bulunuyor. Bu gibi mühim vezaife karşı kadından itaat istiyor o da şer’a muvafık olan hususta. Yoksa kadın erkeğin keyfine tabi olamaz. Erkek kadının hayatını öldüremez iradesini dimağını ezemez. Saniyen; kadın yalnız vezaif ile mükellef değildir. Erkek gibi vezaifi ile beraber hukuka da maliktir. Şu kadar ki bütün hukuk ve vezaifte kadın ile erkek müsavi değildir. Çünkü müsavat tekafü’-i kuvaya merbuttur. Kadın husustaki farkları ilgaya fıtrat din-i fitri ve umumi olan Kadının hakk-ı sa’yi olmak ile beraber kadına nisbetle daha ziyade alem-i sa’ye atılan mesa’ib-i dehre göğüs geren erkeğin bu müşkil vazifesine mukabil bir hakka nail olması tabiidir. Kadındaki umur-ı arıza vezaif-i beytiyye erkek ile kadın arasında vezaif ve hukuk arasında farkları tevlid ediyor esaret-i nisaiyyenin aksülamelinden doğan feminizmin ifratına din-i İslam kat’i bir hal Erkek kadın uğrunda tahammül ettiği meta’ibe mukabil kadından muvafık-ı şer’ olan hususta itaat hakkına malik olur. Erkek kadına ihtiram eder onu aile işlerinde şerik kılar şan-ı ricale muvafık bir surette himaye ve infak eder. Hey’et-i aile emir ve esirden mürekkeb değildir belki iki şerik-i hayattan mürekkebdir. Erkek bu hakkına mukabil kadına karşı iki mühim vazife alır: Hüsn-i muaşeret sohbet ve imtizac hakkına riayet. Hüsn-i muaşeret ef’alde adli akvalde kavl-i cemili iltizam demek olmağla zevc zevcesine karşı hüsn-i muaşereti ta’ahhüd eder. Bu hakk-ı sohbet ve imtizac hususunda nazm-ı celilin beyanı vechile kadın erkekten ahd ü misak-ı muhkem almıştır. Erkek Cenab-ı Hakk’ın haber verdiği ahd-i müekkedini ifaya mecburdur. Hukuk-ı nisaya ihtimamı o nazm-ı celil ne güzel bildiriyor. Erkek kavvamiyet hakkına malik olmak için bir kere ehval-ı maişete katlanıyor ki kadın müşterek nafakasında erkeğe şerik olmuyor. Velev ki sahib-i servet olsun erkek zevcesinin nafakası için icbar olunuyor. Velev ki zevce gayr-ı müslime olsun. Zevceyi infakta hiçbir kimse zevce müşarik olmuyor. Hüsn-i mu’aşeret ile muvazzaf oluBütün Müslüman Mütefekkirlere Müslüman Gazetecilere Müslüman Cem’iyetlere ¹iyŸb Ê Y—Á¯j à ©]o\¹¯‡c– Cenab-ı Hakk’ın dünyaya en hayırlı ümmet olmak üzere getirdiği ümmet-i İslamiyye insaniyet aleminde en muazzam en saadetli bir inkılab vücuda getirdi. Beyne’lbeşer ruhları birbirine kaynaştıran kalbleri yek-diğerine sımsıkı bağlayan iman ve fazilete müstenid bir cami’a-i ler aşiretler kabileler kavimler milletler arasında niza’ı yahud infi’ali mucib olacak her türlü farkları ihtirasları rüchan ve tahakkümleri kırarak dünyada birinci def’a olmak üzere müsavat-ı kamile ve adalet-i mutlaka gibi iki rükn-i metin üzerine müesses bir uhuvvet-i umumiyye vücuda getirdi. feyz-i ezelisi sayesinde ümmet-i İslamiyye önüne dikilmek ket ve şereflere mecd ü izzetlere mazhar oldu. saye-i himayesine aldığı memleketlerin bir ucu Tongin diğer ucu da Mağrib-i Aksa idi. Şimaldeki buzlu yamaçlardan hatt-ı istiva altındaki kızgın çöllere kadar koca bir alemi nur-ı tevhid ile doldurdu. Hep müslümanlarla meskun olan bu kıt’alarda bu memleketlerde müslümanların her türlü teğallübden asude bir saltanatları bir şevketleri vardı. Askerleri hiçbir zaman hezimet yüzü görmez sancakları hiçbir yerde toprağa serilmez sözleri hiçbir kimse tarafından geri çevrilmezdi. Metin kal’aları müstahkem burçları müselsel dağlar gibi omuz omuza vermiş gider ovalar tepeler müslümanların eliyle yetişen her türlü ekinlerle ağaçlarla ormanlarla otlarla örtülmüş bulunurdu. En metin kavaid-i umran üzerine kurulmuş son derecede ma’mur son derecede muntazam olan şehirleri ahalisinin sanayiiyle bedayiiyle yetiştirdiği ulemasıyla hükemasıyla bütün dünyaya i’lan-ı mübahat ederdi. Lakin sonraları müslümanlar kendilerini bu mecd ü şevkete i’la eden İslam’ın o muhkem düsturlarına arka çevirdikleri için tevakkuf ve inhitata başladılar. Bir zamanlar alemin üstadı iken gitgide maarifte sanayi’de bütün akvamdan geri kaldılar. Memleketleri parçalanmaya ecnebilerin eline düşmeye başladı. Bir zamanlar cihanda hakim-i mutlak iken tefrikaya düştükten sonra yurdları yağma edildi ma-melekleri ellerinden alındı. O muazzam o yek-pare ümmet bu suretle tavaife inkısam ederek kendileri sürü sürü ecnebi esaretine düştü. Toprakları parça parça düşman eline geçti. - lar. İslam’ın ne dini ne ırzı ne canı hiçbir şeyi taarruzdan tecavüzden masun kalmadı. Felaketin azametini gören Anadolu müslümanları tekrar silaha sarılarak yeniden ordular teşkil ile yirminci asr-ı medeniyet Ehl-i Salibi’nin akınını durdurmaya şitab ettiler. Avn-i Hak’la birkaç meydan muharebesinde salibiyyunu tarumar eylediler ve inşaallah o zalimleri büsbütün denize dökeceklerdir. Pekala görülüyor ki İslam bugün pek büyük bir buhran geçiriyor. Ba-husus makam-ı mualla-yı Hilafet’in küffarın nüfuz ve hakimiyeti altına düşmesi tarih-i İslam’da hadise karşısında Anadolu müslümanları yalnız bırakılamaz. Bu yeryüzündeki bütün dindaşlarımıza aid bir din mes’elesidir. Bir hayat ve memat mes’elesidir. Küffarın Hilafet’i kendi hakimiyetleri altına almaları suretiyle mu’attal bırakmaları bütün müslümanları alakadar eden fevkalade mühim bir vakı’a-i uzmadır. Nitekim bu hadise-i elime yeryüzünde mevcud bütün Müslüman yüreklerini yaralamış gaflet uykularına dalan kafaları uyandırmıştır. Lakin felaket karşısında gözyaşı faide vermez. Matem ölüyü diriltmez. Bu hususta bi’l-umum Müslüman milletlerin müştereken bir karar ittihaz etmeleri mensub oldukları dinin kendilerine emr ettiği en birinci farizadır. Müslümanların zillete münkad zulme razı olmalarına esasat-ı diniyyelerinin yıkılmasına göz yummalarına yen imanları mesağ gösteremez. Diğer taraftan Harb-i Umumi bugün cihanda azim buhranlar inkılablar husule getirdi. Medeniyet namına yapılan zulümler her tarafta isyanlara badi oldu. En yıkılmaz zannolunan saltanatlar göçüp gitti. En müstebid görünen cem’iyetler darmadağın oldu. Asırlardan beri devam edip giden nizamat-ı ictimaiyye zir u zeber oldu. Avrupa’da sınıf mücadeleleri mühlik bir şekil aldı. Mütemadi tahavvüller içinde çırpınıp duran garb hey’et-i ictimaiyyesi bugün buhranların en şiddetlisine ma’ruz bulunuyor. Bir ifrattan diğer bir ifrata düşerek dümeni kırılan bir gemi gibi dalgalar arasında bocalayıp duruyor. Ser-menzil-i saadete bir türlü vasıl olamıyor. Bu öyle müstesna bir fırsattır ki bundan a’zami surette istifade etmek milel-i İslamiyye için en mütehattim bir vazifedir. Bu fevza-yı ictimai karşısında şaşırıp kalmak veya arkalarından sürüklenip gitmek değil beşerin saadeti için İslamiyet’ten başka bir yol olmadığını cihana anlatmak İslam mütefekkirleri için en büyük bir farizadır. te’min eylemesi her iki alemdeki hallerinin medar-ı salahı olması için şu avare beşere Cenab-ı Hak tarafından arasında vahdetten eser kalmadı. Kardeş kardeşin haline acımadı komşu komşunun felaketine aldırmaz oldu. aradaki uhuvvetten eser kalmadı. Ümmet arasına bir ayrılıktır girdi. Bütün ümmet-i İslamiyyeyi hak yolunda yürütmek medeniyet-i İslamiyyenin inkişaf ve tealisine çalışmak vazifesini deruhde eden ümera ve rical-i müslimin arasında muvasala değil mürasele bile inkıta’a uğradı. Müslüman milletler yek-diğerinin şuununa karşı gaflet-i mahz içinde kaldı. Kardeş kardeşin ne süruruna ne elemine hiçbir alaka göstermez oldu. Aralarında ne bir vahdet ne de bir münasebet kalmadı. Bu bigane tavırlar bütün müslümanlara sirayet etti. Bir mahaldeki bir kavmin diğerine bir memleketin öbürüne olanca alakası aynı dinde aynı akidede bulunduklarını hayal meyal işitmekten ibaret kaldı. Bu suretle ümmet-i İslamiyye kaviyyü’l-bünye sahihu’l-mizac bir vücud-ı muazzam iken ma’ruz olduğu hadisat ecza-yı mürekkebesi arasındaki ahengi haleldar etti. O bünyan-ı muazzam inhilale yüz tuttu. Revabıt-ı betlere pek elim felaketlere giriftar etti. Son zamanlarda ise İslam’ın duçar olduğu mesaib son derecesini buldu. Düşmanlar istiklal-i İslam’ın son lema’asını da söndürmeye kalkıştılar. Bütün muhacemelerini ri İslam’ın müdafaası için sinesini geren bu uğurda hiçbir fedakarlıktan çekinmeyen Devlet-i Osmaniyye’yi tamamıyla ortadan kaldırarak İslam’ı kuva-yı maddiyyeden büsbütün mahrum bırakmak için zulmün şiddetin vahşetin en şeniini irtikab etmekten çekinmediler. Ne uhud tanıdılar ne İslam’ın haysiyet ve mukaddesatına ehemmiyet verdiler. Esasat-ı diniyyemizi zir u zeber eden kararlar ittihaz ettiler milletin sırtına tahammülü na-kabil muahedeler yüklediler. Memalik-i İslamiyyeyi parça parça edip yed-i gasıbanelerine geçirmekle iktifa etmediler. Bilad-ı mukaddeseyi de zir-i nüfuz ve hakimiyetlerine aldılar. Nihayet İslam’ın paytahtını da işgal ettiler. Müstakil bulunması müslümanlar için vecaib-i diniyyeden olan makam-ı mualla-yı Hilafet’i ise doğrudan doğruya taht-ı esaret ve nüfuzlarına aldılar. Millet-i hareketlerde bulunmaktan çekinmediler. İslam’ı yine dılar. Bununla da kanaat etmediler İslam’ın elini kolunu kıskıvrak bağladıktan sonra en vahşi en hunhar bir Salib sürüsünü üzerine saldırdılar. Zalim bir Salib ordusu Asya kapılarını zorladı. Anadolu’ya İslam’ın harimine ayak attı. Taun gibi uğradığı yerlerde hayattan eser bırakmadı. Yangın gibi geçtiği memleketleri sildi süpürdü. Zavallı müslümanları cami’lere doldurarak diri diri yaktı Salib ordusunun Anadolu’da üç seneden beri Yunan nam-ı hakiki veya müstearıyla temsil etmekte olduğu kanlı haileler bir taraftan alem-i İslam önünde bütün fecaat ve şenaatıyla devam edip dururken diğer taraftan Avrupa’nın yüz binlerce milyonlarca İslam teba’ası bulunan müstemlekeci üç büyük devletinin Hariciye nazırları güya bu facialara artık nihayet vermek bu hunin ve vicdan-güdaz sahifeleri kapatmak lüzumunu lütfen hissettiklerini beyan vetavassut-ı dostanemüddea-yı asilanesiyle Türkiye’ye yeniden iki vesika-i esaret uzatıyorlar: - Mütareke teklifatı - Sulh şeraiti teklifatı... En garibi şudur ki bu teklifat sekiz senedir cihan-ı ma’mur üzerinde müstakil olarak tek kalan en son İslam hükumetini büsbütün ortadan kaldırmak ve sonra müstakil len ezan sadalarını boğmak huzur-ı Rabbü’l-alemin’de kemal-i vecd ve huşu’ ile cebinsa-yı ubudiyyet olan milyonlarca muvahhidin-i İslamiyyeyi zanu-zede-i esaret kılmak için yapmadıkları hileler kurmadıkları tuzaklar kalmayan istila etmedikleri ülke el uzatmadıkları İslam harimi bırakmayan çiğnemedikleri çiğnetmedikleri mutaassıb ve hevl-engiz tayf-i nuhuset ve şeameti tarafından Hususiyle Paris’te Mart’da toplanarak beş gün zarfında ihzar edilen bu teklifatta amil-i hakiki ve muhakkikin o sal-hurde o asr-dide düşman-ı din-i İslam olan İngiltere olduğunu bu teklifatta en müessir bir muharrik bulunduğunu düşünecek olursak bi’l-hassa üç seneden beri öz vatanında Anadolu’nun harim-i ismet ve şefkatinde mebzulen kanını akıtan din yolunda ve istiklal uğrunda insaniyetin ve necabetin vüs’u dairesindeki her fedakarlığı yapan Türklerin İslamların bu def’a artık kolay kolay bu muğfil bu ikiyüzlü teklifata boyun eğmeyeceklerini ve aldanmayacaklarını tabii buluruz. Nasıl boyun eğsinler nasıl aldansınlar ki üç senedir Yunan işgali altında bulunan öz vatanın en güzide aksamı bugün bir harabe-zara dönmüştür. Yunan çizmelerinin gezindiği yerlerde mağdur İslam şehidlerinin nan silahıyla dökülen al kanları bir yere gelse dereler halinde akar. Yunanlıların Anadolu’da yıkmadıkları cami’ devirmedikleri minare kalmadı. Ezan sesleri ufk-ı İslam’da duyulmaz oldu. Anadolu’nun köyleri hak a’zamdır. Bunu zamanın ihtiyacat ve icabatına göre tecelli ettirerek beşeriyeti gaye-i kemaline isal etmek ehl-i İslam’a aid en mühim bir vecibedir. Bütün mezheb kelime-i vahide etrafında toplamak icab eder. Cihanda ser-zede-i zuhur olan ictimai iktisadi dini siyasi bütün bu muazzam buhranlar karşısında İslam aleminin alacağı tavır ve vaziyeti ta’yin etmek lazımdır. Müslüman milletlerin en ileri gelen ulema ve ricali bir araya toplanarak büyük bir mu’temer-i İslam akd ile bu mes’eleleri konuşup görüşmeleri kararlaştırmaları lazımdır. Bu kongre için her türlü ecnebi nüfuz ve tahakkümünden azade olarak hakimiyet-i İslamiyye’nin kemal-i hürriyetle cari olduğu Anadolu’dan başka münasib bir mahall-i ictima olamaz. Mensub oldukları milletler arasında büyük bir mevki’-i ilmi ve ictimaisi olan halkın mazhar-ı ihtiram ve i’timadı bulunan ahval-i zamana ve miyyesiyle ma’ruf olan zevattan mürekkeb olacak olan bu muazzam ictima bir taraftan beşerin saadet-i hakikiyyesini kafil olan medeniyet-i fazılanın esasatını tahkim diğer taraftan pamal edilmek istenilen hukuk-ı İslamiyyeyi müdafaa için lazım gelen esbabı el birliğiyle Müslümanların asırlardan beri tattığı acı tecrübeler kendileri için öyle vazıh bir derstir ki milleti ikaz için başka bir vasıtaya ihtiyac yoktur. Müslümanların gerek Cenab-ı Hakk’a gerek Hazret-i Peygamber’in taraf-ı adedlerinin bu kadar çokluğuyla beraber mecd-i kadimlerini man müsaade edemez. Rahmet-i ilahiyye kapıları kendilerine açıktır. Onlar için o kapıya girmekten başka bir şey lazım değil revh-ı ilahi başlarında vezan olup duruyor. O nefha-i inayeti tenessüm etmekten başka bir harekete dest-i imdad uzatıyor. Bu meskenetten kurtulmalarını bu derin uykudan uyanmalarını ihtar ediyor. Mecd-i kadimlerini ele geçirmek evvelki mertebelerine yükselmek vahdeti tahkim ederek milleti i’ladan ibaret olan maksad-ı müştereke el birliğiyle çalışmaktan ibarettir. Bu ise böyle bir ictima ile bir kere aralarında dini ve ictimai tesanüd teeyyüd ettikten sonra en kolay bir iştir. Onun için bu fikri bütün İslam mütefekkirlerinin İslam gazetecilerinin İslam cem’iyetlerinin bi’l-umum lisanlarla aktar-ı İslam’da neşr etmeleri bütün müslümanlara duyurmaları iktiza eder. Ta ki bütün müslüman milletler bu hakikati anlasın bu noktada toplansın. Ve mina’llahi’t-tevfik. eski muvahhid aşiyanlarında bugün Salib baykuşu meş’um uğulduyor. Sarıkları boyunlarına geçirilmiş dul kalmış analar babasız kalmış yetimler bugün Yunan Bu sahada İslam’ın yiyecek bir zerre hububatı kalmadı. Cebinde kut-ı yevmiyyesini te’min edecek bir parça nakdi kalmadı. Ve böyle binlerce yüz binlerce İslam bu zulüm ve i’tisaf ordusu altında mutaassıb Salib ordusunun pençe-i udvanında evvela Türkiye’den sonra bütün alem-i İslam’dan bir dest-i reha ve felah bekliyor. harim-i cana sokulurken onları bir an evvel düşman boyunduruğundan düşman ceberut ve tahakkümünden kurtarmak her İslam için bir farz-ı ayn olurken Avrupa da bize mütareke teklif ediyor sanki kendisiyle İslam arasında şimdiye kadar hiçbir ser-güzeşt geçmemiş hiçbir macera olmamış gibi dost bir mutavassıt gibi bize bir mütareke teklif ediyor. Biz esasen Avrupa’ya karşı hayret etmeyiz. Bu vaziyetten bu yeniden takındığı tavassut ve insaniyet maskesinden dolayı hayret etmeyiz. Yeter ki şimdiye kadar yürüdüğü yolun kendisini çıkmaz bir yere isal ettiğini takdir etsin yeter ki alem-i İslam’ın cihan hayat-i siyasiyyesinde pek mühim bir kemiyet olduğunu er geç daha azim bir kıymet olacağını anlasın. mümza Mart tarihli mütareke teklifatını havi notayı okuduğumuz zaman her İslam’ın zihninden şimşek gibi bu sual geçmiştir: – Şu milyonlarca İslam teba’ası olan şu üç devlet hariciye nazırı bakalım İslamların mevki’-i hakikisini artık takdir ediyorlar mı? Heyhat! Altı maddelik mütareke teklifi bile kendilerinin hala eski zihniyette sabit-kadem kaldıklarının en büyük bir delilidir: Eğer bu mütarekeyi kabul edersek Yunanlıların Anadolu’yu tahliyesini ileride kendilerine teklif edeceklermiş. Maamafih şimdiye kadar bulunduğumuz mevki’den on kilometre daha geriye çekilmeli o meş’um felaket-pişvaları ordumuzu kontrol edeceklermiş. Sonra üç ay mütemadiyen ordumuzu mu’attal bırakacakmışız. Nihayet Yunanla aramızı sözle bulamazlarsa Dünyada hayasızlığın takdirsizliğin bu derecesi ancak kendilerine cihanın insaniyet medeniyet asalet adalet … ilh. gibi fezail ve meziyyatını kayd-ı hayat değil kayd-ı tarih şartıyla inhisarı altına alanlarda ve hakikatte bunların hiç biriyle maa’l-esef kamil bir alakası olmayanlarda bulunur. Maamafih Türkiye bu iğfalkar ve avlayıcı teklif-i siyasiye karşı verilecek hükmü takdir edilecek kıymeti derhal vermiş ve takdir etmiştir. Türkiye’nin en küçük bir nahiyesine bir köyüne varıncaya kadar binlerce kişiden mürekkeb her noktasında yapılan mitingler nümayişler tecelli eden tezahürat-ı hamasetkarane bu teklife karşı hükumeti ve Millet Meclisi’ni teyakkuz ve intibaha da’vet etmiş ve bu i’tibarla millet-i İslamiyye Avrupa teklifinin ruh ve maksad-ı esasisine tamamıyla nüfuz etmek muvaffakiyetini göstermiştir. Fi’l-hakika Büyük Millet Meclisi dahi bu noktaya mukabil verdiği cevabla cidden alem-i İslam’ın hakiki bir rehber ve pişvası olduğunu isbat eylemiştir. Meclis bu cevabnamesinde bütün sulhperverliğini müsalemetkarlığını bir kere daha bütün cihana i’lan etmek için kanlı ve zalim bir elden uzanan mütareke teklifini maziyi unutmak ali-cenablığında bulunarak ceffe’l-kalem reddetmemiş bilakis şükran ve minnetdari hisseleriyle karşılamıştır. Niçin? Çünkü İslam zalim değildir. İslam gaddar değildir İslamiyet rahmet ve şefkattir İslamiyet adalet ve insaniyettir de onun için maziye karşı göz yummak Yunan ordusunun cihan-ı medeniyetin ma’lumu olduğu üzere sayısız İslam kanını heder etmek nihayetsiz tahribata sebeb olmak suretiyle idame ettiği istila harbine nihayet vermekmaksad-ı sulhperveranesini kendilerine bu maksadı ta’kib etmesi lüzumunu nazikane bir surette tavsiye eylemiştir. Aynı zamanda Büyük Millet Meclisi Mart tarihinde kararlaştırdığı bu cevabi notada aynen şu suretle Avrupalı ve Amerikalı hey’etlerin bi-tarafane tahkikatıyla sabit olduğu üzere arazi-i meşgulede üç seneden beri tahammül-fersa tazyikata ma’ruz olan ve şedid ve vasi’ mikyasda katliamlar ihrak ve tahrib-i büyut şeni’ hetk-i ırzlar ve enva’-ı mezalim ve fecayie uğramakta bulunan ahali-i İslamiyyenin bir an evvel bu işkencelerden tahlisinin düvel-i muazzamaca da mültezem bulunduğuna emniyetimiz ber-kemaldir. teklifinin neden maksadı te’mine hadim bir vasıta olarak mütareke teklifini reddetmedi kabul etmek suretiyle de sulhperverliğini gösterdi. Fakat öyle esaslı şartlar dermiyan etti ki bunlarla düşmanın kurmak istediği tuzakların kaffesini yine kendilerine red ve iade etmiş oluyor. Fi’l-hakika Büyük Millet Meclisi mütarekeyi atideki şartlarla kabul etmiştir: Mütareke ile beraber Anadolu’nun tahliyesine başlanmalı sırası gelince birer birer izah edeceğiz. Yalnız şimdiden şunu söyleyelim ki Türkiye’nin son üç senesi hulasaten ma’hud Sevr paçavrasını parçalayıp müsebbiblerinin yüzlerine fırlatmak için icra edilen Huda-pesendane harekat ile geçtiğini bu nazır efendiler artık lütfen takdir buyursunlar. Esasen bu harbe bu fedakarlığa Türkiye İslam esasatının gösterdiği tarzdaki istiklal ile Sevr Muahedenamesi’ni kabil-i tevfik ve te’lif görmediği için girişmiş bu kadar mahrumiyetlere katlanmış bu derecede fedakarlıklar yapmış değil midir? Bütün alem-i İslam bilir ki İslam’da istiklal-i hakiki üç şart esası ile tahakkuk eder: Techiz-i cüyuş Sedd-i süğur Tenfiz-i ahkam ve kaza... Binaenaleyh Türkiye kendisini müdafaa için serbest bir surette ordusunu teslih edemezse memleketlerini hududunu düşmanın taarruz ve tasallutundan serbest sıyanet edemezse nihayet memleketi dahilinde serbest kanunlar vaz’ ve hükümler i’ta edemezse istiklal bunun neresinde kalır? Her türlü kayd ve şarttan münezzeh olan bir istiklal elde edilinceye kadar İslam için bir yuva kalmayıncaya kadar her müslimin nefsini silahla müdafaa etmesi Binaenaleyh Avrupa devletleri tarafından Sevr Muahedesi’nin nüsha-i saniyyesi veya temsil-i sanisi şeklinde Türkiye’ye uzatılan bu ikinci şirk ve ıdlal vasıtasının ancak birincisi kadar bir hüküm ve kıymeti olacağını şimdiden dünyaya efendi olmak sevdasında bulunanlar herkesten evvel bilsinler. Nitekim bu vesikanın en uzak ufuklardaki hafif ’ın verdiği ma’lumata nazaran Bombay Hilafet Komitesi daha şimdiden bu şerait-i sulhiyyeyi protesto ettikten ve İngiltere’nin ta’ahhüdatı hilafına hareket ettiğini beyan eyledikten sonra Türkiye’den Boğazlar’ın Edirne’nin alınmasına herhangi bir kontrolün vaz’ına makamat-ı mukaddesenin hilafetin hakimiyetinden çıkarılmasına Avrupa devletlerinin Suriye Irak Filistin Arabistan’dan el çekmemelerine kat’iyyen rıza göstermeyeceklerini tebliğ etmişlerdir. Bugün bu suretle Hindistan’dan yükselen bu sadayı lamiyyeden aynı suretle yükselecektir. On beş gün zarfında Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattı Dört ay zarfında da İzmir de dahil olduğu halde bütün Anadolu tahliye olunmalı Müttefikin Komisyonu yalnız tahliye edilen arazide bulunmalı ve ahali-i İslamiyyenin eşhas ve emvalini sıyanet etmelidir. Türkiye’nin dermiyan ettiği bu kuyud-ı ihtiraziyyenin zaruretini eğer Avrupa şimdiye kadar geçirdiği kanlı derslerden bir intibah duyduysa takdir ve Yunanistan’ı kabul icbar edeceklerini tahmin ediyoruz. Yok eğer mütareke teklifnamesindeki o zihniyet-i merdude yine kendilerine hakim olacaksa şimdiden bu siyasi alışverişin bir semere vermeyeceğini işaret edebiliriz. Henüz kafi derecede bir müddet geçmemiş olduğu kında Türkiye’den gayrı mahallerde yaşayan İslamların ne diyeceklerini vakı’a tamamıyla tesbit edemezsek de onların dahi bizim gibi düşündüklerini ve bu Millet Meclisi’nin cevabnamesini cidden sulhperverane bulunduğunu takdir edeceklerinden emin bulunuyoruz. Esasen üç seneden beri bi’l-fi’l istiklali yolunda her türlü yoksulluklara katlanarak misak-ı millinin tahakkuku uğrunda aziz kanını akıtan Türkiye İslamları kuvvetinden silahından hukukundan ve müstakbelinden emin bulunuyor. Binaenaleyh eğer düşman henüz kafi derecede kafasını sarp kayaları eğdiren İslam kuvvet ve mukavemetine çarpmadı ise bir kere daha tecrübe etsin bir kere daha bir kere daha ve nihayet o istila-cu kafa bir gün be-heme-hal kırılacak parça parça olacaktır. Galiba Paris’te toplanan üç devlet Hariciye nazırı da Yunan’ın böylece kafasının ve gövdesinin İslam süngüsüyle ve kılıncıyla parçalanmasını istiyormuş ki bize sulh şeraitini havi olmak üzere ikinci bir vesika-i garabet daha uzatıyorlar. Bu vesika-i siyasiyyenin havi olduğu mevad ve tekalifin acaba ma’hudSevrpaçavrasının mazmunlarından başka bir mahiyeti haiz olmadığına kendileri de mi inanıyorlar? Buna biz bütün İslamlar bu benimseyen bu fettan siyasetcilerin bu derecede liyakat ve zekadan nasibedar görünmediklerini zannetmiyoruz. Bu da şübhesiz diğer bir vesile-i iğfal diğer bir tecrübe-i tali’dir. Bu otuza karib uzun maddeleri ve ahkamı şamil olan bu vesikanın ihtiva ettiği su-i kasdleri tuzakları Türkiye ve alem-i İslam için ihzar edilen hatar-engiz uçurumları ­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Garbın usul-i siyasiyyesi – Hakimiyet-i milliyye mebde’i – Yek-diğerine muhasım sunuf-ı ictimaiyyenin parlamentoda mümessilleri: Siyasi fırkalar – Mücadelat-ı ictimaiyyenin meclise intikali – Milleti temsil usulünün hukuk-ı imtiyazatı – Her türlü kuyuddan muarra bir murakabe – Teşri’ inhisarı – La-yuhti ve gayr-ı mes’ul bir parlamento – Kuvve-i icraiyyenin fırkalara istinadı – Kuvve-i teşri’iyyenin bir hey’et-i siyasiyyeye inhisarındaki mehazir – Alem-i İslam’ın sebeb-i felaketi: Kavanin-i maddiyye-i tabiiyye hakkındaki cehli – Garbın musab olduğu felaket: Kavanin-i ahlakiyye-i tabi’iyyeye adem-i inkıyad – Her iki tarafın yek-diğerinden almağa muhtac olduğu şeyler. Bir İngiliz müsteşrikininYeni İslamunvanlı eserinden – İslam aleminde zuhura gelen inkılabat – Fikri ve siyasi intibah – İktisadi intibah – Asıl muazzam mücadele istikbalde olacaktır – Şarkın müdhiş bir inkılab devresinde olması – Din-i İslam’dan zuhura gelecek hadisat-ı muazzama. Hind Hilafet Cem’iyeti a’zasından Seyyid Hüseyin hazretlerinin Amerika’da verdikleri mühim bir konferans – Seciye nuru – İslam uhuvveti – Milliyet-i İslamiyye. Emir hazretlerinin İngiliz hey’et-i murahhasasına söylediği mühim sözler – Türkiye ve alem-i İslam İngilizlerden cefa gördükçe İngiltere Afganistan’dan dostluk beklemesin – Hindistan’daki şuriş ve ıztırablara Afganistan la-kayd kalamaz. - ye tamamıyla kendi usul-i ictimaiyyesine göre teşekkül etmiş ve onu kamilen tatmin etmekte bulunmuştur. Milleti temsil usulünün hukuk ve imtiyazatına gelince tabii bunlar çok vasi’ hatta denebilir ki na-mahduddur. Bu usul kuvve-i icraiyye üzerinde her türlü kayıddan mu’arra bir murakabe vazifesinin istilzam ettiği bütün hukuku haiz olmakla kalmıyor bilakis teşri’ inhisarına da malik bulunuyor ki bu inhisar onu kuvve-i teşri’iyye mevki’inde bulunduruyor. Ve gerek suretinde kabul ettirmek imtiyazını kendisine te’min ediyor. Şu halde milleti temsil usulünün yegane cem’iyeti halkçılaştırmak yani ekalliyeti ekseriyetin idaresine ram etmek demek oluyor. Halbuki onun hakk-ı murakabesi cem’iyeti halkçılaştırmak mes’elesinde kuvve-i lekete aklı başında ve namuskar bir idare te’min etmesi Böyle bir şekl-i siyaside kuvve-i icraiyye nedir? Temsil etmekte olduğu hakimiyet-i milliyye gibi kudret-i mutlaka sahibi la-yuhta gayr-ı mes’ul bulunan binaenaleyh daima cebr ve tazyika mütemayil büyük bir nüfuz-ı i’tibariye sahib olan bir parlamentonun elinde müsahhar bir aletten başka bir şey değildir. siyyesiyle beraber vazife-i asliyyesini tabii bir surette artık fırkaların ve parlamentoda kendisine istinadgah olan siyasi şahsiyetlerin menafi-i hususiyyesine hizmetle meşgul olur. Bol paralı vazifeler icad ve tevzi’ etmek suretiyle onlara fırkacılar bulmaya her türlü vasıta ile intihabatta ekseriyeti onlara te’min etmeye çalışır ve böylece her türlü mukaveleler akdine her türlü imtiyazlar i’tasına girişmeye amade bulunur ki bunların idare-i hükumeti her halde ifsad edeceği günden güne daha masraflı bir hale sokacağı pek tabiidir. El-hasıl böyle bir şekl-i siyaside kuvve-i icraiyye aklı başında namuskar bir idare te’min edemez fenalığı Bundan başka kuvve-i teşri’iyyenin münhasıran bir hey’et-i siyasiyyeye aid bulunduğu bir şekl-i siyasi daima en arzu edilmeyecek eşkalin biridir. Zira açıktan açığa tarafgirdir adaletle o kadar mukayyed değildir. Ve kanun orada cebr ve şiddetin az çok keyfi az çok gayr-ı kabil-i tahammül meşru’ bir aletidir. Evet vücuda getirilen kanunlar her şeyden evvel siyasi maksadlara hizmet şahsi menfaatleri tatmin Bütün siyasi usuller gibi garbın usul-i siyasiyyesi de kendi tekamülüne hadim olmak için kendi usul-i ictimaiyyesinden doğmuştur. Şu halde garbın usul-i siyasiyyesi usul-i ictimaiyyesinin ta’kib ettiği seyr-i tekamülde geçirdiği bütün tebeddülatı çekmeye mecburdur ki bu mecburiyet onu mensub olduğu usul-i yar. Ben burada onun mazide geçirmiş olduğu safahat ile meşgul olacak değilim. Zira bizi şimdi alakadar eden cihet ancak onun hal-i hazırdaki safhasıdır. Garb hey’et-i ictimaiyyesi zamanımızda olduğu gibi hakikat ve adalet-i ictimaiyyenin her türlü kayıddan müberra bir hürriyet-i mutlaka ile ifade edilen arzu-yı milliden başka bir surette tecelli edeceğini –yeni bir fikir revac buluncaya kadar– tanımaya karar verdiği günden i’tibaren mevzu’-ı bahsimiz olan usul-i siyasiyyesi de hakimiyet-i milliyye mebde’ine Bu mebde’ hakkında ne düşündüğümü yukarıda bildirmiş olduğum için şimdi yalnız şunu söylemekle iktifa edeceğim ki bunun siyaset sahasında tatbikinden milleti temsil neticesi zuhura gelmiştir. İşte bu milleti temsil usulü garb cem’iyet-i hazırasının en başlı bir müessese-i siyasiyyesi ve bütün manzume-i siyasiyyesinin temelidir. Halbuki Avrupa milletleri muhtelif gaye ve temayülata malik bir takım ictimai sınıflara ayrılmış ve bunların her biri siyasi olduğu kadar ictimai ve ekseriya birbirine muzad ihtiyacat-ı mütehalife karşısında bulunmuş olduğundan bi’nnetice milleti temsil usulü ta bidayet-i zuhurundan i’tibaren ancak böyle yek-diğerine muhasım sunuf-ı ictimaiyyenin mümessillerinden terekküb etmek suretiyle tecelli edebildi. Bu mümessiller de mensub oldukları sınıfların efkar ve menafiini müdafaa için aralarında karşılıklı bir takım teşkilat husule getirdiler ki bundan milletleri namına birbirleriyle mücadele etmekte olduklarını gördüğümüz siyasi fırkalar zuhura geldi. siyasi fırkalardan herbirine kudret-i hükumeti ele alarak onu bir müddet kendi arzusu vechile isti’mal vasıtasını ihzar eden bir mücadelat-ı ictimaiyye ma’rekesi haline geldi. Akvam-ı garbiyyenin tekamülat-ı ictimaiyyelerinde milleti temsil usulünün bugün gördüğü iş bundan ibarettir ki sunuf-ı letleri için hakiki bir sulh ve vifak-ı ictimai devresi doğmadıkça netice daima böyle olacaktır. Mesrudat-ı salifeden şu neticeyi kabul etmekliğimiz lazım gelir: Garb hey’et-i ictimaiyyesinin ittihaz ettiği usul-i siyasiy gayesi gözedecek daha yüksek bir derecede bulunan menafi-i umumiyye ile icabı kadar mukayyed olmayacak; binaenaleyh ister istemez zulüm ve tarafgirlikle şaibedar bulunacaktır. Bundan başka kuvve-i teşri’iyyeyi ha’iz bulunan bir hey’et-i siyasiyyede ihtiras ve rekabet hisleri pek şiddetli olmak hasebiyle hikmet ve i’tidale karşı verilmesi lazım gelen mevki’in tabiatıyla ihmal edileceği düşünülürse bu gibi şerait altında vücuda getirilen ve böyle bir şekl-i siyasetin istilzam ettiği tarafgirlikten kurtulamayan kanunların ilka edebileceği i’timad ve hürmetin derecesi kolayca tasavvur olunabilir. Maamafih böyle bir idare altında yaşayan milletler kanunu tefsir ve tatbik ile muvazzaf zevatın tevzi’-i adalet denilen bu yüksek vazifeyi kemal-i hikmet ve bi-taafi lerden masun kalmaları esbabını istikmale suret-i mütemadiyyede çalışırlar. vaz’ından ziyade tatbiki esnasında zaruri telakki eden milletler şu halleriyle şekl-i siyasilerinin kat’iyyen mükemmel olmadığını i’tiraf etmiş oluyorlar. Şimdi biz bu usulün hayli uzun sürecek olan mahzurlarını saralayacak değiliz. Şu işaret etmiş olduğumuz kısmıyla iktifa edeceğiz. Zira hakimiyet-i milliyye mebde’inin en mühim ve en kat’i neticesi odur. Lakin adalet-i ictimaiyye nokta-i nazarından bu usulün hataları ne kadar büyük olursa olsun yine garbdaki usul-i ictimaiyyeye tamamıyla mutabık olmak onun tabii bir mevcudu samimi bir tezalürü bulunmak meziyetini tamamıyla haizdir. Şayed nakise-dar ise sebebi bizzat nakise-dar olan bir usul-i ictimaiyyenin ihtiyacatını tatmin ile mükellef olmasıdır. Başka bir şey değildir. Bununla beraber şurası da aşikardır ki: İctima’i ihtiyacatı garb hey’et-i ictimaiyyesine aid ihtiyacatın aynı olmayan bir cem’iyette bu usulün tatbiki felaket olduktan başka esasen kabulü icab edecek hiçbir sebeb yoktur. Bundan dolayıdır ki garb usul-i siyasiyyesine tarafdar olanlarımız usulün kendisini değil menşe’i bulunan usul-i ictimaiyyeye mutabakat-ı kamilesini takdir etmekte bulunduklarının farkında değiller demiştik. Bütün bu söylediklerimizden iki netice hasıl oluyor: Birincisi cem’iyet-i İslamiyyenin musab olduğu felaket kavanin-i maddiyye-i tabiiyye hakkındaki cehlinden ileri geliyor ki bu cehalet tabiatın ni’metlerinden istifadesine mani’ olmak suretiyle kendisini maddi bir sefalete mahkum ve bi’n-netice istiklal-i siyasiden mahrum ediyor. bet kendisinin kavanin-i ahlakiyye-i tabiiyyeyi bilmemesinden neş’et ediyor ki bu onun daimi bir buhran-ı Demek evvelkiler saadet-i maddiyyeden ikinciler de saadet-i ictimaiyyeden mahrumdurlar. Binaenaleyh cem’iyet-i İslamiyye musab olduğu hastalığı kaldırmalı bunun için de kendisinde eksikliğini gördüğü o nevi’ fünunu garba müracaatla derhal almalıdır. Cem’iyet-i garbiyye de ma’lul bulunduğu maraz-ı ictimaiden kurtulmak isterse şeriatın tebliğ etmiş olduğu kavanin-i ahlakiyye ve ictimaiyyeyi öğrenmek için cem’iyet-i İslamiyyeye teveccüh eylemelidir. Görülüyor ki cem’iyet-i İslamiyyenin cem’iyet-i garbiyyeden alacağı şeyler pek kat’i ve mülahhas bir mahiyettedir. Hiçbir zaman ictimai ve siyasi tabiatta değildir. Binaenaleyh nasıl ve ne dereceye kadar olursa olsun cem’iyet-i İslamiyyenin garblılaşması tasavvur edilebilecek hataların en müdhişidir. son günlerde Mister Lotorop Studard ismindeki İngiliz müsteşriki tarafından kaleme alınan namındaki kıymetli bir kitaptan bahsediyor ve diyor ki: – Müellif bu eserinde samimiyetten ayrılmıyor. İsti’mar siyasetini başa çıkarmak için uğraşan propagandacıların şarkı ile’l-ebed mahkum bırakmak maksadıyla ortaya atmaktan geri durmadıkları eracife asla kapılmayarak hakikati olduğu gibi görüyor. Şübhesiz böyle müdekkik bir zatın şehadeti bize karşı parlamentolarıyla matbuatlarıyla kongreleriyle muttasıl hücumlarda bulunarak yalnız Avrupa ve Amerika efkar-ı umumiyyesini değil hatta bizzat şarktaki zayıf kalbli adamları bile aleyhimize çeviren ve bizim kabiliyet-i hayattan mahrum olduğumuzu binaenaleyh başka milletlerin hakimiyeti altında bulunmaklığımız icab edeceğini zihinlere yerleştirmek isteyen hasımlara karşı lehimize olarak serd edeceğimiz en büyük bir delildir. rettir: Hayatın muhtelif şuun ve mesailine aid hususatta müdhiş bir takım inkılabat Bahr-i Muhit-i Garbi ile Tibet ve Çin sahraları arasında sakin bulunan yüzlerce milyon Muhammedi’yi harekete getirmektedir. Yeni bir ruh ile beyne’l-beşer teavün hislerinin teessüs ve ta’ammümü lundurmasından elbette hayırlıdır. Burada bir taraftan beyne’l-beşer teavünü müdafaa eden Prens Krabatkin’in nazariyesindeki azamet tecelli ediyor diğer taraftan da beka mücadelesi nazariyesini fena tatbik edenlerin hataları göze çarpıyor. Zira beka mücadelesi bir nev’in efradı arasında olmaz zevi’l-hayatın muhtelif ecnas ve enva’ı arasında olur. Halbuki ebna-yı beşerin bir aileden Maamafih son nazariyat-ı inkılabiyyenin hürriyet-i akvama has olan cihetlerinin sermayedar ve müsta’mereci hükumetlere karşı efkarda müdhiş bir nefret uyandırdığını kayd etmeden geçemeyeceğiz. Çünkü atılan bu tohumlar nema bulmak için şübhesiz gayet müsaid bir toprak gayet mülayim bir hava bulmuştur. Bütün şark müdhiş bir inkılab devresindedir. Bütün sinirlerde yeni yeni bir takım temayülat infi’alat uyanıyor. Bütün dimağlarda muazzam fikirler cuşa geliyor. Hepsi birden yeni dünyaya kavuşmak hayaliyle ileriye doğru koşuyorlar. Bunların hepsi iktisadi siyasi ictimai olan bu dinden zuhur edecek hadisat-ı muazzamayı tahmine kafidir. Müellif uzun uzadıya kadın mes’elesinden bahs ederek sonunda diyor ki: İstanbul’da Mısır’da Hind merkezlerinde faziletkar bir takım kadınlar zuhur etmiştir ki bunlar hem ulum-ı diniyye tahsil ediyorlar hem hayat-ı hariciyye ve beytiyyeye müte’allik birçok ma’lumat ediniyorlar el işlerinde bir sanayi-i nefisede ilerliyorlar. Hıfzu’s-sıhha iktisad terbiye-i etfal usullerini hakkıyla öğreniyorlar ve çocuklarını bugünkü hayatın mezahimine göğüs gerebilecek bir surette yetiştirmek gayesini ta’kib ediyorlar. Mugalatakar bir takım Avrupalılar tarafından şeriat-ı da ileri sürülen iddia tamamıyla batıldır. İslam kadınlara bu hususta hiçbir şeyi nehy etmediği gibi ona garbdaki kadınların bugün bile nail olmadıkları hukukun kaffesini bahş etmiştir. Müslümanlık kadınlara kaza ve riyaset kürsülerinde oturmak hakkını vermiş ve akıl ve adaletin çizeceği hudud-ı fazilet dairesinde bütün hürriyetini bahş eylemiştir… cuş u huruşa gelen bu cihan yeni bir takım efkara sahib olmuş yeni bir takım emellere düşmüş yeni ve parlak bir takım hayaller gayeler arkasından koşmaya başlamıştır. Bugün şarklı teneffüs için havayı nasıl arıyorsa saadeti de öyle arıyor. Sırtında gezmekte olduğu toprağın altındaki hayr u bereketi elde etmek için dini icabı me’mur olduğu meşru’ mesa’iye artık sarılmak istiyor. İhtiyacat-ı hayat artık onu başkalarından evvel kendi nefsine kendi kuvvetlerine i’timad etmeye da’vet ediyor. Zira artık kabil-i ihmal bir kemiyet olmayıp bilakis şeref için beka bulunuyor. Mes’elenin asıl mühim olan ve şarkın şimdiye kadar tanımadığı hakiki bir inkılab sayılması icab eden ciheti şurasıdır: Servet ve sermaye sahibleri artık malı naz u na’im içinden yaşamak maksadıyla toplamıyorlar. Ebna-yı cinslerinden merhamet hissi ve evvelce yalnız ecnebiler tarafından meydana getirilmekte olan muazzam bir takım destgahlar müesseseler vücuda getirmek uğrunda kendi benliklerini ferdiliklerini feda etmek temayülü günden güne terakki ediyor. Evet vakı’a şimdilik bu nevi’ sermayedarlar azdır. Ancak fikir kafalara yerleşmiş nümuneler kendini göstermiş ve bir taraftan diğerlerine misal olmaya başlamıştır. Lakin şark sermayedarları ile garbdakiler arasında bu hususta büyük bir fark vardır. Evvelkiler ikincilerin zulüm ve habasetlerinden azadedirler. Doğrusu garbda sermaye hiçbir zaman böyle necib bir tarzda istismar olunmamıştır. Sakın benim bu hususda mübalağaya kapıldığım tevehhüm edilmesin. Zira şarklı biz garblılarca meşhur olan kanaatkarlığından artık vazgeçmiş ve serveti meşru’ ve mazbut bir surette arttırarak onu cemaatin hayrına ümmetin menfaatine feda eylemek hissiyle harekete gelmiştir ki bu onun için yeni bir ruhtur. bulunduğu için intibaha gelen şark ile gözü bir türlü doymak bilmeyen garb arasındaki hakiki mücadele şarkıların artık hazmı kolay lokmalar halinde yutulmaya razı olmayacağı günden i’tibaren başlayacaktır. Bütün dünya bu mücadelenin şiddetlendiği zaman yeni yeni inkılablara ma’ruz olacaktır. Lakin her halde bizim Hind Hilafet Cem’iyeti’nin en müteneffiz a’zasından olup Hindistan milli gazetelerinin muhabir-i mahsusu olmak üzere Washington Konferansı’na gönderilen Seyyid Hüseyin hazretlerinin Amerika’da büyük bir cemaat-i ne de bir müslüman zairi ayak bastı desem mübalağa olmaz. Her yerde uyuşukluk her yerde süfli bir rahatlığın bu netice-i müessifeyi vereceği şüphesizdir. Hayat faaliyet ister. Şahsınızda tecrübe ediniz rahatlık neticesi te’min-i maişet için değil… fakat tabiatın zevi’l-hayat çalışmalı. Ben zengin olabilirim ve bir fakirle aramdaki fark: Nihayet ihtiyacat-ı maddiyyemde biraz daha fazlalık olacak sofram güya biraz daha mükellef olacak ve nihayet üzerini birkaç fazla tabak işgal edecek ve yemekte olduğu gibi sair şeylerde böyle bi-lüzum bir takım fazlalıklar. Fakat ne olacakmış! Her ikimiz de aynı da sokaklarda dolaştığı müddetçe yine mutlaka aynı ma’neviyyemize gelince bundan farkımız yok. Bunda o birkaç fazla tehvin-i ihtiyaca kafi gelmiyor. Benim dinen ırkan mensub olduğum bir cemaat bir dereke-i süfliyyede bulundukça ben o cemaat arasında şahsen ne kadar yüksekte olsam yine kendimde bir azab-ı vicdani hissederim yine aşağıyım. Bana ali bir zevk verecek işte o cemaatin bir hava-yı istiklal içinde tealisidir. Efendiler biz bunun için bugün hummalı mücahedeler ediyoruz. Ve emin olunuz ki muvaffak olacağız. daima ön hatveyi atmış bulunacaksınız. Temenni edelim ki bugünkü harekat-ı azimkaranenizde devam edesiniz. Eski idareler hakikaten çirkin idi. fakat şimdi Ankara’dan bir güneş parladı. Ziya ve hararet dağıttığı dindaşlardan bir in’ikas-i teavün görüyor. Düsturumuzu unutmayalım. Açlıkla susuzlukla yaşanılmadığı gibi midesiz de yaşanılmaz. Yalnız fark birisinde seri’ ötekinde bati bir netice. Madem ki faaliyet mutlak onu bi-lüzum yerlerden ziyade müsmir sahalarda tatbik etmek ma’kul değil midir? Arkadaşlar! İçimizde kendi kendimizin derununda bir şu’le-i ziya parlatmaya çalışmalıyız. O şu’leyi ne kadar parlatır isek insanların seciye-i hakikiyyesine o kadar yaklaşırız. İçinde bir nur bir ziya olmayan hayatın uzun menzilinde nereye gideceğini ve nasıl hareket edeceğini mümkün değil ta’yin edemez. O saman çöpü gibi suyun cereyanına tabi olur ve daima mensub olduğu cemiyete menfaatten ziyade mazarrat tevlid eder. Önüne her gelene takılır ondan lisan-ı haliyle imdad taleb eder. İyi taraflara götürülse ne a’la! Ekseriya mezbelelere sefaletlere sürüklenir. O pek zavallıdır. Pek acınakak bir haldedir. Çünkü insan olduğunu ve insanlığın ma’nasını bilmiyor. İşte bu nur maarif nurundan ayrı bir seciye nurudur. Memalik-i mütemeddinede her ferd Kıbrıs-Lefkoşa’da münteşir Söz gazetesinden ber-vech-i ati nakl ediyoruz: Seyyid Hüseyin hazretleri asırlardan beri Müslümanlığı müdafaa eden en büyük İslam devletinin harita-i alemden büsbütün silineceği bir sırada Anadolu harekat-ı milliyyesinin zuhuruyla yalnız Türkiye’nin değil bütün İslam aleminin yeniden kuvvet ve hayat bulduğunu ve istiklallerini ihraz hususunda mutmain bulunduklarını beyan ettikten sonra nutkuna şu suretle devam etmişlerdir: Arkadaşlar benim asıl bu akşam size söylemek istediğim nokta şudur: Biz müslümanlar ne idik ne olduk? Niçin sukut ettik? Niçin hıristiyanlar bizi geçtiler? Büyük bir kitle-i İslamiyyeyi ribka-i esaretleri altına aldılar. Geri kalan da eski kuvvetinden düştü çok zayıfladı. Bunların sebebleri nedir? İşte huzurunuzda bu akşam arz etmek Kısa bir cümle ile bu büyük hadise icmal edilebilir. Biz büyüktük çünkü büyüklük seciyesine malik idik. Sukut ettik çünkü o secaya-yı aliyyeyi gayb ettik. Biz müslümanlar büyüktük İslam tarihini okuyanlar pekala bilirler. Avrupa’ya medeniyeti biz verdik. Bugünkü medeniyet-i muhteşeme kurun-ı vüstada biz müslümanların sahabet ve himayesiyle yaşadı. Biz kuvvetli iken biz medeni iken Avrupalılar pek sönük pek geri idiler. Avrupa baştanbaşa hurafat ile dolu idi. Kurtuba’da Tuleytula’da ve bi’n-netice tabiatıyla sukut ettik. Dinimiz bize: düsturlarını telkin ediyor. Biz onları tatbik ettiğimiz zamanlar yükseldik. Sonra da hilafına olarak sa’y ve ma’rifeti bu iki miftah-ı tealiyi terk ettiğimiz gün süfli bir zevke mübtela olduğumuz gün hayat-ı hakikiyyeyi gaib ettik ve sukuta başladık. Sa’ysizlik ve amelsizlik… İşte her yerde dünyanın her tarafındaki müslümanlarda Mısır’da Rusya’da Hind’de Türkiye’de hatta Filipin’deki müslümanlarda adamlar Peygamberimiz’in halefleri dinimizin bu ulvi esaslarının tamami-i tatbikine hasr-ı himmet ederlerdi. Onların ihmalini hiçbir zaman tecviz etmezlerdi. Fakat hani son asırlarda hangi büyük müslüman çıkıp da o eski güzel ve hayati esasları ihya için feryad etti ve çalıştı. Ben Hindistan’da doğdum bir çocuktum büyüdüm son üç beş sene müstesna olmak üzere Hindistan’a hiçbir müslüman inkılabcı geldiğini hatırlamıyorum. Hatta de lüzum yok. Halbuki hıristiyan bir sualine cevaben İngilizim der ve belki hüsn-i kabul görmez. Aynı hürmetle karşılanmak için mutlak Cerman olması lazım. nur-ı maarife malik olmayabilir fakat hemen her ferd bu münci nur-ı seciyeye malik bulunuyor bizim dinimiz bize bunu bahş ediyor. Amerika’da bir müsavat-ı mileliyye doğuyor. Bu işte zaten bizim dimizinin esaslarındandır. Ancak yirminci asırdaki parlak bir medeniyetin hatırlayabildiği bu uhuvvet-i hakikiyyeyi bin üç yüz sene evvel Müslümanlık vaz’ etmişti. Ben alem-i İslam’ın her hangi bir köşesine gittiğim zaman müslümanım demek kafidir. Her yerde aynı misafirperverliğe ve aynı hürmete ma’ruz kalırım. Arabım Acemim Türküm Hinduyum ilh demeğe hiç Afgan’la İngiltere hükumeti arasında muahede akd olunduktan sonra Kanunievvel’de İngiliz hey’et-i murahhasası beray-ı veda’ Emir hazretlerinin huzuruna kabul olunmuş ve milli elbiselerini labis olan Emanullah Han hazretleri tarafından hey’et-i murahhasaya hitaben gayet mühim bir nutuk irad buyurulmuştur. Bu nutkun aynen harice intişarını hoş görmeyen İngilizler nutku tahrif etmişler o suretle Avrupa matbuatına vermişlerdir. Hatta İngilizlerin Hindistan’daki gazeteleri bile bu hususta ba’zı neşriyat-ı kazibede bulunmuşlardır. İşte geçen gün gazetesinde neşr olunan nutuk bu tahrif olunmuş şeklidir ki Paris’te münteşir ndan naklen tercüme olunmuştur. Nutkun metn-i sahihi ahiren Afgan postasıyla gelmiştir. Afgan hükumetinin resmi ajansı olan tesi Emir hazretlerinin nutkunu aynen derc etmektedirler. Fevkalade mühim olan ve Afgan hükumetinin teren bu siyasi nutku Farisice’den ber-vech-i ati aynen tercüme ediyoruz: Bugün görüyorum ki Afgan’la Britanya hükumeti arasında muahede akdedilmiş ve her iki taraf yek-diğerinin arzu ve ihtisaslarını takdir hususunda rıza göstermişlerdir. Ta çocukluk zamanımdan beri bütün dünyanın dünyada mevcud bütün akvamın hürriyet ve istiklallerini arzu ediyordum. Hiçbir milletin hukuk-ı hürriyyet ve ve saltanatımı tamamiyet ve hakimiyetten mahrum görmeye asla tahammül edemiyordum. Afganistan’ın bu hakk-ı sarihinden mahrumiyetine sebeb sırf İngiltere hükumetini tanıyordum. Bundan dolayı bütün düşüncemi devlet-i müşarun-ileyhanın muhalefetine hasrediyordum. Şimdi dahi Afgan’ın istiklalini fedaya amadeyim. Nitekim vaktiyle kendi milletime söylemiştim ki hizmet-i millet uğrunda feda için amade bulunduğum canımı onun istiklalini müdafaa için feda ediyorum. Lakin bugün milletimin himmeti can ve istiklalin her ikisini bana bahş ettiği için ben bunu kendim için iki katlı bir hayat bilerek milletimin hizmeti uğrunda tekrar tekrar feda edeceğim. Vakı’a muahede müzakeresi esnasında fevkalade sefirimiz Veli Han’ın İngiltere’de Hindistan Nezareti tarafından zim sefirimizin Hindistan’da ibka edilmek istenilmesi gibi Britanya hükumetinin mesa’i ve harekatı beni pek çok dilgir ederek aramızdaki rişte-i münasebatın adeta kopmak derecelerine getirdiğini pekala biliyorsunuz. Lakin ahval-aşina olan Britanya hükumeti aradaki rişte-i münasebat büsbütün kopmadan evvel bunun önüne geçti. Ben şimdi çok mesrurum ki Britanya Devlet-i muazzaması en nihayet Afgan’ın istiklaline tam ma’nasıyla bütün aramızdaki komşuluk münasebatını ikame edebiliyoruz. Şübhesiz bu münasebat dostane değildir. Sırf muarefe ve komşuluk nev’indendir. Ancak diğer müşkilat ref’ olunmak suretiyle Lloyd George hazretlerinin tebrik telgrafnamesinde dostluk muahedenamesi diye ta’bir ettikleri bu komşuluğun dostluğa mübeddel olacağından ümidvar olabilirim. Ben alem-i İslam’ın hissiyatından hiçbir türlü ayrılamam. Bunun için eğer Afgan milletinin samimi dostluğu daha ziyade hüsn-i kabul göstersinler. Ben o vesayayı vesaya olmak üzere size tekrar ediyorum. Britanya hükumeti müslümanlara muhalefete kalkıştığı günden i’tibaren bütün alem-i İslam’ı kendisinden rencide kılmıştır ki bundan hasıl olan zararlarınız hükumetinizce ma’lumdur. Ve Türkiye Devleti’ne karşı ne kadar riayetkar bulunursanız Afgan milletinin kalbini de o nisbette kendi lehinize celb etmiş olursunuz. Alem-i size dost olacağına yahud bizim şe’air-i mukaddese-i hükumetlerinin la-kayd kalacağına hiçbir vakit inanmayınız. Kezalik Hindistan’daki harekatınıza da atf-ı nazar etmek lazımdır. Zira Hindistan’ın bu feryadları bu şurişleri artacak olursa bu mesail öyle hudud hatlarının mani’ olabileceği Hariciye vezirimden işittim. Bundan tabii memnunum. Serhaddeki kabailimizin aradaki ırki cinsi dini revabıttan dolayı bizden hiçbir farkı yoktur. Binaenaleyh kendi refah ve terakkimizi nasıl istersek onları da öyle isteriz. Onun için onların saadet-i hakikiyyeleri uğrunda beslediğimiz amal ve gösterdiğimiz harekatı İngiltere hükumeti de perverde ve izhar etmelidir. George hazretleriyle diğer makamat-ı aliyyeye tebliğ etmelisiniz. Bundan evvelki iki makalede –İstanbul’da da şubeler küşadına muvaffak olan- Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti hakkında ba’zı umumi ma’lumat vermiş ve bi’l-hassa kadın şubesinin faaliyetini ba’zı misallerle izaha çalışmıştım. Bi’n-netice Hıristiyan vahdetine çalışan Hıristiyan ruhunu telkin telkih etmek gayesini ta’kib eden birçok vesait-i muhtelife ile gafil İslam gençlerini kendine mal eden bu cem’iyetin ilk müessisi ile Cihan Komitesi hakkında da bugün biraz izahat vereceğiz. Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti’nin müessisi Sir George William’dır. George William senesi Teşrinievvel’inin ’nci günü Londra civarında kain Dolfenin karyesinde dünyaya gelmiştir. Pederi çiftlik sahibi olup sekiz evladı vardı. William bunların en genci idi. Pederi William’ı çiftçi olarak yetiştirmek istiyor William ise bunu pederi William’ın çiftçiliğe merakı olmadığını öğrenince Bridgewather şehrine gönderdiler ve Mister Hitchcock namında birinin ticarethanesine verdiler. William bu ticarethanede katiplik vazifesinde istihdam ediliyordu. William pek mutaassıb ve mütevekkil bir hıristiyandı. Hıristiyanlığa pek ziyade merbut idi. William ebeveyninden ayrıldığı aile ocağından ve terbiyesinden ve uzaklaştığı halde Hıristiyanlığını zayıflatacak her şeyden uzak bulunuyordu. O zaman bulunduğu şehirde ahlakı bozacak an’anat-ı diniyyesiyle tezad teşkil edecek birçok haller vardı. yanlık’tan uzaklaşmakta olan fena arkadaşlarını ıslah etmek için hem-fikir iki üç arkadaş buldu. Bunlar kendisi kadar kuvvetli bir Hıristiyan ruhuna malik değillerdi. Fakat bi’t-tab’ William’a tabi’ oldular. William bunlara haftada bir def’a ictima etmeleri lüzumunu kabul ettirdi. Üç dört arkadaş kendi aralarında haftada bir def’a toplanmaya başladılar. Bi’t-tabi’ bu ictimalar hususi idi. Diğer arkadaşlarına da ictimada hazır bulunmalarını teklif ettiler ve bunda da muvaffak oldular. Meclislerinin adedi günden güne tezayüd ediyor ve aralarında verilen kararlara hepsi mutava’at ettiklerinden hepsinin hayatlarında mühim bir tebeddül vukua geliyordu. na ve haneleri gayr-ı kafi gelmeye başladı ve daha büyük bir binanın lüzumu hissedildi. Bunu William mağaza sahibine söylemiyordu. Çünkü Hitchcock’un bu gibi şeylere ticaretten ma’ada şeylere karşı la-kayd olduğunu bilirdi. Nihayet tereddüdle mağaza sahibinden büyük bir yer istediler. Hitchcock me’mulün hilafında olarak gençlerin müracaat-ı vakı’alarını ehemmiyetle karşıladı. Maksadlarına dair tafsilat istedi. Ve işin ehemiyyet ve faidesine kani’ olarak arzuları vech ile büyük bir yer verdi. Kendisi de bizzat cem’iyetlerine dahil oldu. Ve evkatından tasarruf ile gençlerin ictimalarına bizzat tahavvüller husule geldiğini gören mağaza sahibi evvelce bir amele ve işçi nazarıyla baktığı bu gençlerde yüksek fikirler müşahede etmeye başladı. Hıristiyanlığın tealisi ya Hollanda Macaristan Hindistan İtalya Japonya Şimali Amerika Norveç Portekiz Rusya Cenubi Amerika Cenubi Afrika İspanya İsveç İsviçre Türkiye Cem’iyetin Türkiye’de teşkilat yapmaya me’mur olup İstanbul’da bulunan a’zası Fincancılar Yokuşu’nda bulunan Amerika Misyoner Cem’iyeti ve Kitab-ı Mukaddes Şirketi reis ve müdürü Doktor William Pitt’dir. Artık kari’in-i kiram bunu da anlayabilirler ki: Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti tamamıyla bir misyoner teşkilatıdır. Teşkilatın yegane maksadı İslam gençlerini Hıristiyanlaştırmak Hıristiyan ruhunu neşr ve ta’mim etmektir. Komitenin Çek-Slovakya ve Yogo-Slavya’da a’za-yı müşaveresi de vardır. Kanun-ı beyne’l-milelin uncu maddeleri mucebince Komite bütün memalikteki cem’iyetleri ve icraatı temsil eder. Bu cem’iyetlerin mühim ve beyne’l-milel sıfat ve mahiyette her nevi’ işleri için bir vasıta makamına kaimdir. Bu hususta tevsi’-i salahiyet etmeye dahi me’murdur. Bu Komite’nin ne suretle ve nerelerde cem’iyetler şubeler milli komite ve meclisler küşad ettiklerini ve hangi memleketlerde daha ziyade tevsi’-i faaliyet edebildiklerini diğer makalelerime terk ederek şimdi birkaç söz ilave etmek isterim. Hristiyanlık nam ve hesabına çalışan bu cem’iyet İstanbul’da faaliyete geçiyor teşkilatlar yapıyor ve bu fatab-ı Mukaddes Şirketi reisi ve müdürü olan Doktor William Pitt me’mur ediliyor. Demek ki cem’iyeti Türkiye’de temsil eden bu zattır. Türkiye’deki İslam ve Türk gençlerini ahlakan ilmen bedenen yükseltecek olan zat misyoner cem’iyeti ve Kitab-ı Mukaddes Şirketi reisi ve müdürüdür. İslam ve Türk gençlerinin İslam ve Türk hanımlarının her gün akın ettikleri nam ve hesabına paralar misyoner cem’iyeti ve Kitab-ı Mukaddes Şirketi reis ve müdürü tarafından açılan bu reisin fikrini bu misyonerin düşüncelerini neşir ve ta’mim vazifesiyle mükellef olan müesseselerdir. Artık bu gençler bu hanımefendiler bize istedikleri kadar milliyetten hamiyetten bahsetsinler. Bundan sonra onların sözlerine inanacak kadar safderun kalmamıştır. Bunlar ruhlarına pek uygun gelen bu müesseselerle haşr u neşr olsalar da ikide birde milliyet ve hamiyetten dem vurmasalar çok iyi yaparlar. de ayn-ı teşkilatın lüzum-ı mevcudiyetini his ve takdir ettiler. Diğer yerlerden de murahhaslar isteyerek büyük bir ictima akdine karar verdiler.’de Haziran’ın altıncı günü George William’ın yatak odasında ilk ictima akd edilmiş ve Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti o tarihte doğmuştur. Bu i’tibar ile George William Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti’ni yaşında iken te’sis etmiş oluyor. Bu ictimada cem’iyetin maksad-ı teşekkülü hazıruna mufassalan izah edildi. Yukarıda da söylenilen vechile George gayet mutaassıb bir hıristiyan idi. aynı zamanda iyi bir ticaret adamı hem de ticaretine fevkalade ehemmiyet verebiliyordu. En sonra mağaza sahibi kendisine ortak yaptı.’te te’sis-kerdesi olan cem’iyetin’nci sene-i devriyyesi münasebetiyle dünyanın her tarafındaki cem’iyetlerde merasim yapılmış George William fevkalade ta’zim ve tebcil edilmiş ve hatta Kral huzuruna kabul ederek Hıristiyanlığın tevhidi gayesi için mühim bir müessese vücuda getirmiş olan William’a en büyük rütbe ve nişanı tevcih etmişti. Sir William senesinde vefat etmiş ve hakkında mehib ve muazzam matem merasimi yapılarak Londra’da ekabir ve e’azıma mahsus bir medfen olan St. Poll Kilisesi mezarlığına defn olunmuştur. ret-i teşekkülü budur. Bu kadar basit bir surette başlayan bir ictima bugün müdhiş ve müteaddi bir cem’iyet haline gelmiştir. Atide vereceğim şu ma’lumat bu cem’iyetin azamet ve dehşeti hakkında şübhe bırakmayacaktır zannederim. Her yerde kök budak salmış olan Genç Hıristiyanlar Cem’iyetlerini ve icraatını temsil eden bir komite vardır ki bu cem’iyetin Cihan Komitesi’dir. Komitenin adresi şudur: Cenova İsviçre Jeneral De For Caddesi: . Komitenin on altı hey’at-ı icraiyyesi vardır. Bunun dokuzu Cenova’da biri Lozan’da biri Bazel’de biri Newyork’ta biri Londra’da biri Arhomes’de biri de Filford’dadır. Komitede birçok milletler namına a’za olup bunların da muhtelif merkezleri vardır. Bunlar o merkezde lazım gelen teşkilat ve faaliyeti yapmaya me’murdurlar ki onları da hulasa ediyorum: Avusturalya Lembord Avusturya Viyana Belçika Manhal Brezilya Rio de Jenerio Bulgarya Sofya Çin Danimarka Finlandiya Fransa Almanya Britan yor ve nihayet İngiltere her yeri istiyor İrak’ı Suriye’yi Ceziretü’l-Arab’ı Mısır’ı İran’ı… bitmez tükenmez bir hırs ve tama’la doymaz doymak bilmez bir oburlukla mütemadiyen bütün alem-i İslam’ı benimsemek ihtirasıyla çırpınıyor. Bu gayeleri tatmin için alevlenen Umumi Harb nihayet diği manzume-i düveliyyenin sarih galebesiyle söndüğü vakit bütün bu han-ı yağmadan avucunda ve ağzında en büyük lokmalarla kalkan alem-i İslam’ın en kaviyyü’şşekime düşmanı İngiltere olmuştu: Artık İngiltere o zamana kadar güya muvakkat bir himayesi altına almış Irak’ı el-Cezire’yi istila etmiş Hicaz’ı ve Ceziretü’l-Arab’ı avucu içine almış Filistin’i Su-riye’yi işgal etmiş Boğazlar’a temellük etmiş İstanbul’u salmış bir halde bulunuyordu. Ta’bir-i aharla Harb-i Umumi’den İngiltere alem-i İslam’ı baştanbaşa istila etmiş bir halde çıkmış oluyordu. Buna mukabil Avrupa’nin diğer müstemlekecileri doğrudan doğruya mağlub ve perişan olanlarından sarf-ı nazar kendi manzumesinden bulunanları bile adeta hiç denilecek bir hisseye mazhar olamamıştı. Fransa bin müşkilat ile Filistin dahil olmadığı halde yalnız kanlı bir Suriye ve kanlı bir Kilikya ile İtalya ise serab-asa bir mıntıka-i nüfuz va’d ve hevasıyla Harb-i Umumi sahifesini kapamaya muztar kalmış idi. Bi’l-hassa Fransa pek güzel görüyor ve anlıyordu ki adamakıllı aldatmıştı. Fransa bir Almanya rekabeti hatırına bir Alzas-Loren hatırına bütün şarktaki asırdide mevki’ ve nüfuzunu gaib etmiş İngiltere’nin menfaatine bütün alem-i İslam’da ihzar etmek istediği şahika-i Fransa İngiltere ile birlikte hareket etmekle zahiren galib ve fakat hakikatte mağlub bulunuyordu. Fransa Harb-i Umumi’de en ziyade telefat veren en ziyade arazisi tahrib olunan bir hükumetti. Fransa Harb-i Umumi üzerine en ziyade cihandaki alacakları muhataraya girmişti Rusya borçlarını tanımıyordu Almanya deruhde ettiği tazminatı vermekte te’allül ediyordu. Bütün Fransa’nın kısm-ı şimalisindeki arazi bir harabezarı andırıyordu. İki milyona karib zayi’atın memleketinde açtığı yaralar hala kanıyordu. Buna mukabil Alzas-Loren çası öyle iki parça ki kan ile ateş ile alevle mal-a-mal.. Harb-i Umumi hiç şübhesiz bir isti’mar harbi idi. Avrupa’nın büyük devletleri Rusya Almanya İngiltere Fransa İtalya… Asker ve mühimmat ile emval ile nüfuz ile dolmuş taşmak istiyorlardı. Bütün bu devletler nefis ve leziz yeni müstemlekeler taharri ederek bunları kemal-i iştiha ile ve kemal-i afiyetle tenavül eylemek en bariz bir hedef-i siyasi ve müşterekleri idi. Amerika Afrika ve Avusturalya’yı Asya’nın kısm-ı azimini senelerden beri hırs-ı tasallut ve temessüklerini teskin için bir han-ı yağma haline çeviren Avrupa’nın emperyalist ve kapitalist sporcuları aynı maksada erişmek Şark-ı Karib’e geldikleri zaman ayakları birbirlerine takılmışlardı. Şark-ı Karib… İşte kendileri için senelerden ve senelerden beri pakize ve latif edasıyla göz süren cilve eden uzaktan saadetler va’d eden yar-ı dil-aşub… Buna kavuşmak ve sonra neşve-i visaliyle ma dame’l-hayat sermest-i saadet olmak. Avrupa’nın büyük devletleri bunun için sırf bunun için çalışıyorlar rekabete girişiyorlar birbirlerini atlatmaya birbirlerini aldatmaya çabalıyorlardı. Sırf bu zavallı bu gözleri kapalı bu kafi derecede açılmamış Şark-ı Karib için ta’bir-i sahihi ile alem-i İslam’ın bu en dil-rüba kısmı için… Bu i’tibarla Avrupa’nın bu Salibi hükumetleri sırf menfaatlerini hırs ve tama’larını teskin için alem-i İslam’ın bu en mu’tena aksamına saldırmak istiyorlardı. Eğer bu han-ı yağmadan herkes hissesine kanaat edeydi yahud herkes kendine kanaatkarane bir hisse ayıraydı şübhesiz ne Avrupa manzume-i düveliyyesi teşekkül eder ne de bu manzume-i düveliyyeler arasında dört beş sene devam eden ve hala temadi etmekde bulunan Harb-i Umumi faciası temsil edilirdi. Fakat kafi derecede uyuşamadıkları hafif zarar tevlid etmesi melhuz zümreye sırf müdaaa-i nefs ve te’min-i mevcudiyyet kaygısıyla Türkiye iştirak etmiş idi. Türkiye pek iyi biliyordu ki kavga hep kendisi için oluyor. Kendisini harita-i alemden büsbütün yok etmek zıh anlaşılıyordu ki eski Çar Rusyası İstanbul’a ve kabil olursa İskenderun’a sarkmak istiyor Wilhelm’in Almanyası Berlin-Bağdad hattının hakim-i yeganesi olmak bir şekil alması muhtemel bir yara azçok temizlenmiş ve sarılmış idi. Şimdi Fransa bu ilk hatveden sonra ikinci bir hatve atmak istiyor ve kendisine cidal-ı müstakbelde nafi’ bir zahire olan ihtiyacını tatmin eylemek arzu ediyor manya’dan henüz daha rü’yet edilmemiş hesablar vardı. Rusya ile de şimdilik aynı vaziyet İtalya’ya gelince o da bukalemun gibi bir şey. Binaenaleyh Avrupa’da kendisi ile hin-i hacette İngiltere’ye karşı koyabilecek hal-i hazırda kafi anasır mevcud değildi. Olsa bile biraz zamana muhtacdı. Bunun için Fransa derhal yüzünü Şark-ı Karib’e alem-i İslam’a tevcih etmeye muzar kalıyordu. Öyle bir alem-i İslam ki nüfusu üç yüz milyonu mütecaviz zindeliği mahfuz müstakbelde en mühim bir menba’-ı nüfuz ve kudret olacak bir alem-i azim… Hususiyle bu alemin yirmi milyonu mütecaviz bir kısmı kendi idaresi altında bulunmak i’tibarıyla bu alem-i feyz-darın bir aleyhdarlığı derhal zir-i idaresindeki aksamı da tehlikeye ilka edebilecek bir vaziyette bulunuyor. Demek oluyor ki Bahr-i Muhit-i Atlasi’den Bahr-i Muhit-i Kebir’e kadar o zaman geniş bir saha var ki bunu kendine cezb etmek hem yed-i idaresindeki Cezayir Tunus için mandası altındaki Suriye için hal-i hazır Tunus’da Suriye’de patlayacak bir silah açılacak yeni bir saha-i ceng ü cidal mübalağasız Fransa için bir uçurumdur. Hususiyle Matin ser-muharriri İstefan Lozan’ın ki İngiltere’nin alem-i İslam’a olan düşmanlığı saikasıyla ve bu düşmanlığın iktiza ettiği siyaset saikasıyladır ki bugün Mısırmevta meşheriolmuştur. Hindistan şiddet ve taz-yik neticesinde tehlikeli bir vaziyet almış Hicaz’da ve Arabistan’daki beceriksizlikleri ceng ü cidaller kan ve imha siyasetleri yüzünden İngiltere pek ciddi bir devreye intikal etmiştir. Binaenaleyh Fransa İngiltere’nin bütün alem-i İslam’a karşı olan vazıh düşmanlığından kendisine bir elinde bulundurduğu bir parçasını muhafaza ile diğer taraftan rakibi olan İngiltere’yi en can alacak noktasından vurmak ve bu miyanda ayrıca menafi te’min edebildiği takdirde ona da nail olmak arzu ediyor. Fi’l-hakika Fransa dört beş asırdan beri şark ile Türkiye mek istemiş Şark-ı Karib’de mektepler açmış açtırmış hatta harsını telkin ve telkih etmiş ve borç vermiş nüfuz Şübhesiz buna mukabil İngiltere nice iklimler ma’mureler sahibi olmuş nice hazain-i servete malik olmuş vaziyette bulunuyordu. Onun elinde bir baziçe-i hevesat oluyordu. Bütün mahrumiyetlere bütün bu istifadesizliğe rağmen hala Suriye’de hala Kilikya’da harbin devam etmesi Fransa için elim uçurumlar ihzar ediyordu. Suriye’de Kilikya’da evvela Faysal ile sonra Kuva-yı Milliyye ile çarpışıyordu. Boyuna kan döküyor azim masraflara giriyordu. Fi’l-hakika Fransa Harb-i Umumi’nin bahşettiği neşve-i galibiyet devrelerini geçirdikten sonra mevki’-i hakikisini ta’yin ve takdir için uzun uzun düşünmeye mecbur kaldı. Karşısında kendisine müttefik roluyla refakat eden bir yoldaş olduğunu artık takdir ediyordu. Ne zaman Avrupa’da kendi lehinde bir mes’eleyi halletmeye kalkışırsa derhal dost maskesi altındaki bu haris düşman dişlerini gösteriyor ve tehdid ediyor. Ne zaman Fransa Şark-ı Karib’deki nasibsizliğinden bahse yeltenirse derhal bu müttefik kıyafetindeki rakib garbdaki ba’zı hatarnak müzmin yaraları karışdırarak onu tahzir ve tenvime icbar ediyordu. Bunun anlaşılmayacak bir noktası kalmamıştı. Fransa’nın cihan emperyalizminde ve kapitaliziminde kendisine şimdi bir rakib olmasını müstakbelde ise bir tehlike olmasını İngiltere istemiyor. Binaenaleyh Fransa için tamamıyla tavazzuh eden bu vaziyet karşısında yapacak tek bir şeyi kalmış idi. Kendisini derleyip toplamak yavaş yavaş toplamak ve sonra haricde zahirler ve en bi-eman düşmanı olan bugünkü dostu için İngiltere Biriyan’ın zeki dimağı derhal kararını verdi. Ve Fransa için halli en mühim ve müsta’cel olan Suriye mes’elesini kangren olmaktan kurtarmayı azm etti. Zira cenubda Emir Abdullah ile beraber müstemlekeci giltere’nin Irak tehdidi şimalden Türkiye tehdidi. Güç halle girebildiği Suriye’de Fransa henüz yerini Hususiyle boyuna kan dökülür altınlar eritilirdi işte bu saiklerdir ki bu siyasi mecburiyettir ki Fransa Türkiye Türkiye ile akd edilen bu i’tilafnameden sonra Suriye cihetinden artık emin olabilirdi. Ta’bir-i diğerle müzmin refik-i muhteremimiz İngilizler tarafından tevkif olunan Hind mücahidleri rüesasından Doktor Seyfeddin Keçilü’nün hürriyet-perverlerine hitaben hapishaneden gönderdikleri bir beyannamenin suretini derc ediyor. Hindistan’ın en büyük inkılabcılarından olan müşarun-ileyh Doktor Seyfeddin beyannamelerinde diyor ki: Ey Müslüman gazileri! Cenab-ı Halik-ı Zü’l-Celal’in ahkamıyla amel hususunda daima faaliyette bulununuz. Zamiriniz rehnümanız olsun. Hindistan’ın aşkı için bütün rahatınızı bütün zevklerinizi feda ediniz. Hürriyet ve yetler hayır ve bereketler ihsan buyursun. ve i’tibar sahibi olmuş hulasa alem-i İslam’da en ziyade alakaları bulunan bir hükumetti. Bu dakik devrede ufak bir göz açıklığı bir uyanıklık ona daha nice menafi’ va’d etmektedir. Alem-i İslam bir define-i servet değil mi idi? Petroller madenler şimendiferler türlü müessesat ve teşebbüsat-ı sına’iyye hep burada meknuz bulunmuyor mu idi? En ufak bir hata-yı siyasi bütün bu maksud gayeleri bir lemha-i basarda zir u zeber edemez mi idi? Hususiyle bunların kaffesini benimsemek bulunursa ta’birincedostve bi-taraf bir ta’bir iletarafdarkılmıştır. Fransa menfaat-i hakikiyyesi iktizası olarak hal-i hazırda evvelen hususi olarak Türkiye saniyen umumi olarak alem-i İslam ile anlaşmak mecburiyetinde bulunuyor. Fransa’nın bu saik ile akdettiği Ankara İtilafnamesi atideki satırları beleğan ma-belağ ifadeye kafidir: Fas’tan gelenleri isticvab ediniz. Bunlar Fas Sultanı’nın Ankara İtilafnamesi’ne muttali’ olduğu zaman bir sada-yı memnuniyyet izharından men’-i nefs edemediğini ve en uzaktaki aşiretlerin bile meserretlerine serbesti-i cereyan verdiklerini size söyleyeceklerdir. Onlar size Afrika’da bütün İslam kitlesinin nazarları Ankara’ya ve Asya-yı Suğra’ya müteveccih bulunduğunu ve iyi davranmasını bilecek olursak kapımızın anahtarı bir asır için elimizde sağlam olarak duracağını ve elini ne suretle olursa olsun gevşetecek olursak müslümanların bize bağladıkları ümidlerin pek çok seneler Eğer iyi davranabilirsek bütün Fas’ta Mareşal Liyotey tarafından iki sene içinde tamamen iade-i sulh ve sükun kabil olacağını ve hüsn-i suretle idare-i umur etmeyi bilmeyecek olursak yalnız Fas’a değil hatta Cezayir’e Tunus’a Sudan’a da daha çok taburlar göndermek mecburiyetinde kalacağımızı söyleyeceklerdir. Diğerlerinin hataları onlardan istifade etmek yolunu bilirsek müfid olabilir. Yunanlılara hoş görünmek için Türklere sataşmakla İngilizler dünyanın en ağır hatasını Derin telatumlarını kafi derecede muvazene kabil olmayan bu kuvveti hüsn-i isti’mal ederek İslam aleminin de tutan Fransa bugün garbda bulunan ikinci noktayı elde etmeye kolayca muvaffak olabilir… etmek içindir ki Fransa Türkiye-Yunan harbine nihayet vermek üzere Hariciye nazırlarının toplandığı Paris Konferansı’nda Türkiye’ye tarafdar bir vaziyet almış ve koyu mutaassıb Katolik gazetesinden ma’ada bi’lumum Fransız gazeteleri Türkiye ve alem-i İslam lehinde makaleler neşr Türkiye da’vasını müdafaa etmeye ve Fransız efkar-ı umumiyyesinde alem-i İslam lehine bir cereyan husule gelmeye başlamıştır. Yine aynı te’sirat ile daha geçenlerde Paris’in en mu’tena bir mahallinde bir müessese-i İslamiyye bir cami’-i şerifin te’sis ve küşadına mübaderet edilmiş idi. Yine Avrupa’dan varid olan haberlere nazaran Paris’te Haziran’da yahud Temmuz’da beyne’l-milel bir seyahate çıktığı zaman Fas ve Cezayir’i hulasa Afrika-yı Şimali’deki aktar-ı İslamiyyeyi evvel-emirde tercih etmesi de gösteriyor ki Fransa bütün alem-i İslam’ı kendine tarafdar kılmak istiyor. Şübhesiz ki bu Fransa için ta’kib edilecek en doğru bir yoldur. Zira unutmalıdır ki bütün alem-i İslam’ın hayatına en feci’ bir surette su-i kasdda bulunan İngiltere devlet-i harisası aynı zamanda Fransa için en hatarnak bir uçurum hazırlıyor. İngiltere Fransa’nın öyle dost maskesi altında saklanan mühiş bir rakibi bir hasmıdır ki alem-i İslam Fransa’ya zahir ve istinadgah olmadıkça onun hunin pençelerinden kurtulamayacaktır. milliyet-perverlerin fikirlerine kapılmamaları hakkında tebligatta bulunmuştur. Diğer taraftan tevkifata devam ediyorlar. Dini milli murahhasların hilafet cem’iyetinin gönüllü fedakarlarının harekatını kanuna muhalif addedip her yerde umumi ve hususi meclisleri kapatıyorlar. Hilafet Cem’iyeti’nin birçok rüesa ve gönüllülerini bila-merhamet hapsediyorlar. Hind Kongresi’ni Hilafet cem’iyetlerini taharri ediyorlar mektupları dağılan beyannameleri fetvaları zabt ediyorlar. Bu beyannamelerle fetvaları çarşılarda pazarlarda tevzi’ eden zevatı derhal tevkif ediyorlar. distan istiklali için bütün ma-meleklerini canlarını feda eden mücahidler boykot hareketini alabildiğine ta’mim ediyorlar. Hükumetin gözü önünde meclisler akd ederek kararlar veriyorlar ve bu kararlarını icra ettiriyorlar. Hilafet Cem’iyeti’nin gönüllü mücahidleri milli elbiseler giyerek çarşılarda pazarlarda dolaşıyorlar. Halkı heyecana getiriyorlar. Bar bar bağırıyorlar: – Nerede İngiliz polisleri? Gelsinler bizi de mahbuslar sırasına yazsınlar bizi de mahkum etsinler. Hindliler bu hareketi takviye için o derece fedakarane çalışıyorlar ki bütün kadınlar her şeyi terk ederek yerli ma’mulat ihzarına çalışmaktadırlar. Bihar Eyaleti’nin şimalinde Çemparen tevabi’inde kıyamcılardan mürekkeb bir cemm-i gafir büyük bir İngiliz fabrikasına hücum ederek bütün emti’asını yağma etmişlerdir. Fabrikaya muttasıl olan binaları da tarac ettikten sonra yakmışlardır. Bu miyanda birçok İngiliz mağazaları Avrupalı binaları da yağma edilmiştir. Bu vak’a esnasında İngiliz polisleri kaçıp gizlenmişler hiçbir harekette bulunmamışlardır. Oradaki vaziyet şimdi o kadar müşkil bir safhaya girmiştir ki İngilizler Şimali Hindistan’da Çin hududunda bulunan Kürke kabailinden mürekkeb bir ordu göndermeye mecbur olmuşlardır. bulunan Hind Hilafet Cem’iyeti Merkez-i Umumisi’ne bir baskın yaparak taharriyatta bulunmuşlar senesi etmişlerdir. Kalküta’da karışıklıkların devam Hayli zamandan beri Kalküta’da devam eden isyanlar karışıklıklar birçok ze-vatın tevkif olunmasına rağmen el-an devam etmektedir. ren Hindistan’da bir beyanname neşr ederek ba’dema harekat-ı isyaniyye devam ettiği takdirde hilaf-ı sabık ahkam-ı şedide icrasına tevessül edeceğini bildirmiştir. Hind ahalisi bu tehdide hiç ehemmiyet vermemişler İngiliz hükumeti bundan evvel hangi merhametli kanun tatbik etti ki şimdiden sonra daha şiddetli kanunlar vaz’ etmek suretiyle bizi tehdid ediyor? Millet murahhaslarını din ulularını hapis ettikten sonra İngilizlerin yapacağı daha ne kalmıştır?diyerek hareketlerine devam etmekte bulunmuşlardır. Hindistan’da İngilizlere karşı i’lan edilmekte olan boykot son günlerde büyük mik-yasta tatbik edilmeye başlamasından dolayı İngilizler Hilafet Cem’iyeti’ni dağıtmak ve fedakaran-ı milleti tevkif etmek için her tarafta yeni bir takım mahkemeler maksadları pek ziyade tevessü’ eden boykot harekatının önüne geçmektir. Bu mahkemeler bir taraftan tehdid diğer taraftan da tedabir-i müsellahane ile beyannameler risaleler neşr etmek suretiyle hareketi durdurmaya çalışmaktadırlar. Hindistan’ın milli gazeteleri diyorlar ki: Hükumet bu gibi vahi tedbirlerle maksadına hiçbir zaman muvaffak olamayacaktır. İngilizler kendilerinin duklarını propaganda için Hindistan posta ve telgraf me’murlarına emirler vermiştir. Kezalik hükumet mektepleriyle resmi mahkemelerin işlerinde devam ederek Mündericat: Bir cem’iyet için en iyi usul-i siyasiyye – Hakimiyet-i şer’iyyeye inkıyad – Hükümeti murakabe hakkı – Hey’et-i Temsiliyye’nin ha’iz olduğu hukuk ve imtiyazat – Garbda hakk-ı teşri’in parlamentolara inhisarını müstelzim sebebler İslam’da mevcud değildir – Nefsi me’asiden ictinaba alıştırmak – İradeyi terbiye – Ahlakı tehzib – Hakimiyet-i nefsiyyeyi te’min – Hey’et-i ictimaiyyeyi ıslah – Hakimiyet-i nefsiyyenin ehemmiyeti – Murakabe-i ilahiyyeyi kalbe yerleştirmek. Sukut-ı ahlakın tehlikeli şekle girmesi – Zuhuru melhuz müdhiş aksülamel – Hakimiyet-i milliyyenin ziyaı mevcudiyet-i ictimaiyye için elim bir felakettir – Milleti garblılaştırmak isteyenlerin te’sir-i tahribkarisi – Türk kadınının şimdiki kisvesi – Frenk kadınına benzemek hevesi. - caklardır. Demek bunlar murakabelerini ihtiras hased kin rekabet gibi hislerden mücerred olarak ifa edecekler. Yani faaliyet-i beşeriyyeyi en müfid ve en müsmir kılan şerait dahilinde iş göreceklerdir. Bu hey’et-i temsiliyyenin haiz olacağı hukuk ve vasi’ en mükemmel en müessir ve en hakiki bir surette murakabesini te’min edecek bununla beraber ona teşri’ inhisarını vermeyecektir. Zira milleti temsil etmekte olan bir cemaate bu hakkı vermek akıl ve siyasiyyenin cem’iyet-i İslamiyye hesabına kanun vaz’ıyla mükellef olmasına rıza göstermeyen şeriatın ruhunda mündemic hikmet ve adalet-i mutlaka ile tezad teşkil eder. Kaldı ki garb usul-i siyasiyyesinde hakk-ı teşriin parlamentolara inhisarını istilzam eden hususi sebebler Zira orada cem’iyetin la-yenkatı’ istemekte olduğu tebeddülat-ı ictimaiyyeyi teshil için sırf bu maksada hadim kanunlar vaz’ı bir hedef iken burada gözedilen cihet mevcud olanı daha mükemmel daha muhkem bir hale getirmek suretiyle muhafazadan başka bir şey değildir. Öyle ise cem’iyet-i İslamiyyede milleti temsil eden kuvvet yalnız murakıbdır yoksa teşrii değildir. Zira hedefi cem’iyete aklı başında namuslu bir idare te’min ve efrad arasında en yüksek bir adaleti hüküm-ran kılmak suretiyle terakki-i daimesine zahir olmaktan Cem’iyet-i İslamiyyede vazife-i teşriin garbdaki gibi mamıyla ictimai ve en mühim bir vazife olduğu kabul edilince teşri’ hakkının kanun vaz’ını bilenlere yani erbabına aid olması tabiatıyla sabit olur. Zira bu bir ekseriyet yahud ekalliyet işi değildir sadece salahiyet mes’elesidir. Ferdin sıhhat-i maddiyyesini muhafaza hakkını bila-münakaşa hekimin eline verdiren şey salahiyetten başkası değil iken nasıl olur da bütün bir milletin sıhhat-ı ahlakiyye ve ictimaiyyesi üzerinde tasarruf gibi i’tiraz götürmemekte evvelkine benzeyen ancak ondan çok daha mühim bulunan bir hak tutulur dasalahiyetten ma’adasına verilebilir? Bunun içindir ki teşri’ vazifesi cem’iyet-i beşeriyyedeki vezaifin şayed en mühimmi değilse her halde en mühimlerinden biridir. Ve kavanin vaz’ı pek yüksek ve pek hususi bir salahiyete mütevakkıfdır. Yeniden kanun vaz’ yahud mevcudu ta’dil ederken Bir cem’iyet için en güzel usul-i siyasiyye kendi usul-i eden kendi siyasi mebde’lerini en güzel bir tarzda izaha muvaffak olan el-hasıl onun en sadık ve en sahih bir ifadesi bulunan usuldür. Biz işte bu mebde’den yürüyerek İslam için en mükemmel usul-i siyasiyyenin hangisi olmak icab edeceğini ta’yine çalışacağız. Yukarıda söylediğimiz vechile cem’iyet-i İslamiyyenin hakimiyet-i şer’iyyeye münkad olması demek kavanin-i ahlakiyye ve ictimaiyye-i şeriatin efrad-ı cem’iyetten herbirine tahmil ettiği vezaifi her ferd ayrı ayrı ifa etmek umum tarafından muhterem ve muta’ tutulmasını ayrı ayrı murakabede bulunmak demektir. O halde müslümanları sevk ve idare eden maddeten sabit bir hak vardır ki o da budur. Evet her müslüman hükumetçe şeriatın muhterem ve muta’ tutulmasını ve ahkam-ı celilesinin mükemmel bir surette tatbik edilmesini murakabe vazife-i diniyyesiyle mükellefdir ki bundan hükumeti murakabe hakkı kendisinin hiç i’tiraz götürmeyecek bir hakk-ı İslamisi olacağı tabiatıyla meydana çıkar. O halde İslam’da usul-i siyasiyye ancak milleti temsil suretiyle olabilir. Ancak sınıflar arasındaki rekabetlerin mechul bulunduğu gaye ve temayülat-ı ictimaiyyenin kat’iyyen tehalüf etmeyerek umum için vahdetini muhafaza ettiği cem’iyet-i dan büsbütün başka olmak icab eder. Evet ruhuyla gayesiyle terkibiyle el-hasıl hukukuyla imtiyazatıyla bunun ötekinden ayrı olması mecburidir. Binaenaleyh cem’iyet-i İslamiyyeyi temsil edecek hey’et milletin güzidelerinden teşekkül edecek ve orada esasen milletin muhtelif sıfatlarını samimi bir surette yek-diğerine bağlayan vahdetle mütenasib bir sükun ve aheng-i siyasi hükümran olacaktır. Demek ki bu hey’et ictimaiyat sahasında mevcud olan teazudu siyasiyat sahasında da tezahür ettirmek vazifesiyle mükelleftir. O halde Müslüman Meclis-i Meb’usan’ında ne komünist ne sosyalist ferdler görülecek ne cumhuriyet ne saltanat tarafdarları bulunacak yalnız şeriatın evamir-i hakimanesini en mükemmel bir surette tatbik etmekten ibaret bulunan gaye-i müşterekeye vakf-ı hayat etmiş aynı maksadı ta’kib eden insanlar görülecektir ki şayed arzularında ihtilaf vuku’ bulursa ancak o müşterek gayeyi istihsal için müracaat olunacak vesaiti ta’yin hususunda vuku’ bulacaktır. Binaenaleyh milletin mümessilleri te’min-i galebe veya tahakküm maksadıyla birbirlerine girmeyecekler bilakis gaye-i müşterekeye hizmet için yek-diğerlerine muavenette buluna vakıf olması secaya-yı ahlakiyyesinin de o nisbette yüksek bulunması elzemdir. Vazı’-ı kanun halkın ruhunu iyice tedkik etmiş mizacını fikrini temayülatını tamamıyla tanımış olmalıdır ki cemaatin hesabına vücuda getireceği kanun cemaatin hislerinin hepsini birlikte ilka edebilmelidir. Yoksa polis nizamnamesi mahiyetinden bir karış yükselemez. Görülüyor ki mevzu’-ı bahsimiz olan sınıflar kuvve-i hey’et-i temsiliyyede bulunamayacak kadar hususidir. O halde hakk-ı teşri’in hukukiyyuna yani faziletleriyle tecrübeleriyle ilimleriyle milletin hürmet ve i’timadını kazanmış mütehassıslar sınıfına aid olması icab eder. Binaenaleyh bu hak müslümanların fukahasından yani hukukiyyunundan mürekkeb bir hey’ete verilir ki Meclis-i Meb’usan gibi tamamıyla müstakil olacak olan bu hey’et hakimiyet-i mutlaka-i şeriati te’yid ve te’bid gaye-i mukaddesesine doğru yürür gider. kanunlar ancak bu şart iledir ki ruhunda mündemic hikmet ve adalet-i mutlaka için ebediyyen değişmek imkanı bulunmayan on dört asırlık müstemir ve ahenkdar bir usul-i teşrie istinad edebilirler. Yine o kanunlar ancak bu şart iledir ki iyi düşünülmüş münsecim mantıki mütevazin ve ahlak-ı umumiyyenin te’yidine mazhar bir mecmu’a-i desatir arz edebilir ve bu cem’iyetin kanun ile zabt u rabt olunması kanun üzerine istinad etmesi yalnız bu suretledir ki asla inkıta’a uğramaz. Bundan başka bir surette vücuda getirilecek kanunlar ani birtakım ihtiyacata karşı durmak için yapılmış demektir ki geçici bir takım vukuat gözetilerek tertib edilmiş kanunlar derekesine inmeye mahkumdur. Artık bu kanunlar adaleti temsil etmezler bilakis ezmek için kavilere kanundan istifade hakkını vererek diğer taraftan da zulümden kurtulmak için zayıfları ya kanundan kaçmaya yahud onu tanımamaya mecbur ederek cem’iyetin fesadını mucib olur. Senenin muayyen bir ayında Ramazan-ı şerifte her gün sabahtan akşama kadar yemek içmek ve saire gibi helal ve mübah olan bedeni arzulardan arzu-yı nefsaniyye ve şehevaniyyeden kendi ihtiyarıyla vazgeçmek nefsinin bu arzularına mukavemet etmekten ibaret olan oruç dinin erkan-ı esasiyyesindendir. Haram muzır na-pak olan şeyleri yiyip içmekten her zaman için men’ eden Müslümanlık senenin muayyen bir ayında gündüzleri helal temiz ve gayr-ı muzır olan şeyleri yiyip gündüzleri bunlardan da men’-i nefs edeceksiniz diyor. Cenab-ı Hakk’ın her emir ve nehyinde mutlaka bir hikmet ve maslahat bulunacağı şübhesiz olduğundan bize helal ve mübah kıldığıisraf etmemek şartıyla yiyiniz nehy etmesinde elbette pek azim bir hikmet pek ali bir menfaat ve maslahat olmak iktiza eder. Bundaki hikmetin ne olduğunu orucun farziyetini bildiren ayet-i kerime bize izah etmekte olduğundan evvela o nazm-ı celile atf-ı nazar edelim: ª Y·À YÀ [c ¦ ¹³® ±ÀÁ – ‡ª ­ YÁ ª – ±® ±À] i—ª ­ ¹£cb ­ [c ¦ Y¯ ¦ Ey mü’minler sizden evvel geçenlerefarz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı ta ki oruçla nefsinizi ittikaya ve me’asiden ictinaba Bu ayet-i kerimeden zahir oluyor ki:Oruc’un hikmet-i şer’iyyesi nefsini ittikaya me’asiden ictinaba ve iradesine sahib olmasıdır. mükeyyefattan kendi ihtiyarıyla ve yalnız emr-i ilahiyi yerine getirmek maksadıyla nefsini men’ etmek onları yapmamak hususunda sabreylemektir. Ne olursa olsun emr-i ilahiyi yerine getirmek nehy-i ilahiden ictinab etmeyi nefse alıştırmak ve meleke haline getirmektir. Düşününüz! Karnı gayet aç iştihası tamamıyla yerinde olduğu bir zamanda gözünün önünde hazır duran ve hiç kimse tarafından men’ olunmayan en leziz yemekleri –mücerred emr-i ilahiye inkıyaden– kendi ihtiyarıyla yemeyen hararetten yanıp tutuştuğu bir anda yanındaki buzlu sulardan içmeyen nefsin bu husustaki şedid arzularına –bir gün değil– otuz gün mütemadi bir surette mukavemet ve sabır gösteren bir adam ne derece kuvvetli bir iradeye sahib olur? Mütemadiyen otuz gün kendi men’-i nefs eden nefsinin arzularını yerine getirmemekte sebat gösteren bir adam bu halde devam ettikçe kuvvetli bir iradeye sahib ve binaenaleyh nefsine hakim olmaz mı? Karnı aç iştihası yerinde iken önünde duran en leziz ve helal olan yemeklerden yazın en sıcak zamanlarında hararetten kalbi yanıp tutuştuğu bir anda temiz ve buz gibi sulardan sırf kendi iradesiyle yememeyi ve içmemeyi i’tiyad edinen bir adam haram şeylere gayrın hukukuna tecavüz gibi denaetlere hile ve hıyanet gibi alçaklıklara tenezzül eder mi? En şedid ihtiyacın karşısında helal ve temiz olan şeylerden –istediği zamannefsini men’ edebilen bir insan haram denaet alçaklık olan şeylerden nefsini men’ edemez mi? hak ve hakikat dairesinde dolaşır bu dairenin haricine çıkamaz. Çünkü insanın hak ve hakikat haricine çıkması demek şehevat-ı nefsaniyyesine mağlub olması demektir. İradesine sahib olan hakimiyet nefsinde değil ki amir ve hakimi olacağından onun ef’al ve harekatı elbette şeriat dairesini tecavüz edemez. Şu halde oruç hakimiyet-i nefsiyyeyi i’dad ve ihzar eden en mühim bir vesiledir. Her türlü mühlikeye çekip götüren nefsinin esaret-i müstebidesinden yakamızı kurtarıp mahz-ı hayr ve felah olan irade-i ilahiyyeye inkıyad etmek meylini takviye için mühim bir temrindir. Dereke-i hayvaniyyet ve tabiattan ve mühim bir temrin yoktur. Hakimiyet-i nefsiyyehadd-i zatında pek büyük bir meziyet-i ahlakiyye olduğu içindir ki bunun vesilesi olan oruç da ind-i Bari’de sevab ve mükafatı pek yüksek Ma’lumdur ki insanda ihtiyar ve irade denilen bir kuvvet vardır. Bu kuvvetle insan birçok şeyler miyanından en hayırlısını seçer intihab eder en iyi olan şeyi taleb edip işler. Esbabdan biri ile kesb-i rüçhan etmiş iki şeyden birine meyl ve onu taleb eder. Fena olan şeylerden kaçınır. Buna isterseniz kuvve-i akıle de diyebilirsiniz. Bununla beraber bir de hak batıl haram helal demeyerek bedeni arzulara akibeti ne olur ise olsun ani lezzetlere meyl etmek ta’bir-i diğerle yalnız celb-i menfaati amir ma’nasınakuvve-i şehevaniyyevardır. olan şeyleri seçip intihab ve bizi ancak o gibilerini işlemeye sevk eylediği halde ikinci kuvvet yalnız def’-i mazarrat ve celb-i menfaati amirdir. Hak olsun olmasın başkalarına muzır olsun olmasın neticesi fena çıksın çıkmasın! O cihetlere atf-i ehemmiyet etmeyerek ani lezzetleri ve kendi nefsine menfaatleri olan şeylere hemen meyl eder ve onu yapmak ister. İhtiyar ve iradesine sahib olanlar mertebeten ne kadar yüksek bir mevki’de iseler kuvve-i şehevaniyyesi hevesat-ı nefsaniyyesi galib olup bunun elinde esir olanlar da o nisbette dereke-i hayvaniyyete sukut ederler. Bunların nazarında hak ve vazifenin zerre kadar kıymeti yoktur. Menfaat olsun da ne olursa olsun! Bunun içindir ki: En büyük meziyet ahlakın en mühim esası irade ve ihtiyarına sahib ve şehevat-ı nefsaniyyesine hakim olmaktır. İhtiyar ve iradesine sahib olan bir insan nefsine hakim olacağı cihetle nefsani ve şehevani olan bütün gayr-ı meşru’ ve gayr-ı ahlaki arzu ve temayüllerine mukavemet edebilir. Bunların peşinde koşmaz nefsinin her istediğini –meşru’ gayr-ı meşru’– hemen kabul edivermez. Hevesat-ı nefsaniyyesine baziçe olmaz. Böyle bir adamın yapmış olduğu her şey mutlaka hayırdır. Binaenaleyh nefsani arzularına şehevani kuvvetlerine hakim olabilmek insan için en mühim bir fazilettir insandan beklenilen zaten budur. Bu i’tibar iledir ki:İradesine sahib nefsine hakim olan bir insan en faziletkar bir insandırdiyebiliriz. büyük bir meziyet olduğunda şübhemiz kalmadı değil mi? Şimdi de orucun bu mertebeye insanı nasıl hazırladığını anlayalım. Oruç tutmak demek –yukarıda söylendiği vechile– senenin muayyen bir ayında her gün şafak atmazdan akşama kadar yemek içmek mu’amelat-ı zevciyyede bulunmak ve saire gibi her türlü ihtiyacat-ı zaruriyye ve arzu-yı nefsaniyye ve tabiiyyeden her nevi’ en kuvvetli bir yulardır. Saim olan kimseler hakkında: Şehevatın esiri ve kulu değil belki ancak hayr i’tikad eylediği şeyi işleyen hürriyet-i kamile sahibi adamlardır demek pek yerinde bir sözdür. El-hasıl oruç murakebe-i ilahiyyeyi insanın kalbine esaslı bir surette yerleştirdiği için nefsi takvaya me’asiden ictinaba i’dad ve ihzar ediyor. İşte orucun asıl ruhu ve sırrı da ancak şu murakabeyi vücuda getirmesidir. Bunu vücuda getirmeyen oruçlar ruhdan ari birtakım rüsum ve adattır.Iman ve ihtisab ile Ramazan-ı şerifi tutan bir insanın geçmiş günahları mağfiret olunurve Ne kadar oruç tutanlar vardır ki tuttukları orucdan görecekleri faide aç ve susuz kalmaktan ibarettirhadis-i şerifleri bu sırra işarettir. Orucdan şu murakebe-i ilahiyyeyi mülahazadan başka bir saik olmadığı içindir ki Cenab-ı Hak orucu kendi nefsine izafe ediyor.Oruc benim içindir yalnız benim takdir ederimbuyuruyor. Gerek İstanbul’dan gelen zevatın ifadelerinden gerek ba’zı matbuatın neşriyatından İstanbul’da İslamTürk kadınlarının müdhiş surette sukut etmekte dini milli hislerden sıyrılmakta oldukları anlaşılıyor. Artık bir kısım İstanbul kadınları için birahanelerde alenen iş ü nuş etmek tiyatrolarda sinemalarda erkeklerle beraber diz dize oturmak ecnebi zabitleriyle sokaklarda kol kola gezmek göğüslerine kadar uryan bir surette tamamıyla Frenk kadınları tarzında kisvelerle Beyoğullarında dolaşmak umur-ı tabiiyyeden olmuş. Fuhuş sefahet o dereceye varmış ki biraz daha bunun önüne geçilmediği takdirde müdhiş bir fevza-yı ictimainin zuhuru muhakkak addedilmektedir. Tehlikenin vehametini gören erbab-ı namus bu buhranın önüne geçmek için ciddi surette çalıştıkları halde kuvve-i te’yidiyyeden mahrum kaldıklabir kası takdir edemeyeceği bildirilmiştir. Orucun nefsi takvaya me’asiden ictinaba i’dad ve Ma’lumdur ki: Oruc saimin nefsine bırakılmış bir şeydir. A’mal-i saire gibi zahir olmayıp kul ile Halik beyninde bir sırdır. Tutup tutmadığını ancak Allah bilir. Bundan gözcü yoktur. Binaenaleyh oruç tutmuş olan bir insan başka bir maksad için değil yalnız Allah’ın emri olduğu başkaları görmese de Allah’ın göreceğini i’tikad eylediği şehevatını mücerred Allah’ının emrine imtisal şeriatine boyun eğmek maksadıyla tam bir ay mütemadiyen sabahtan akşama kadar terk ediyor. Pek aç ve pek iştahlı olduğu anlar gözünün önünde duran nefis yemekler leziz meyveler tatlı ve soğuk sular iştihasını tahrik ettikçe yalnız Allah’ın kendi üzerindeki murakabesini başkaları görmese de Allah’ın kendisini daima görüp durduğunu ve Allah’ın bu emri ve bu murakabesi olmasa bunları yiyip içmekten kat’iyyen çekinmeyeceğini düşünen bir adamın kalbinde murakabe-i ilahiyye Allah muhabbeti Allah korkusu esaslı bir surette yerleşmiş olmaz mı? Daima Allah’ın murakabesini düşünen yaptığını yapacağını yapmadığını da bu murakabeye istinad ettiren bir insanda Allah’dan korkmak Allah’dan haya etmek emir ve nehy ettiği yerlerde Allah’ın murakabesini görmek melekesi hasıl olmaz mı? Bu murakabe sayesinde olan ta’zim ve takdisini ileriye götürür. Bu murakabe nüfus-ı insaniyyeyi her türlü fezaile saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyeye hazırlar ehil kılar. El-hasıl insanda bu murakabenin fıkdanı nasıl her türlü fenalığa yol açarsa bunun kuvvetli bir surette yerleşmesi de her nev’ fezailin menba’ıdır. Düşününüz!Allah her yaptığıma vakıftır. Benim bi’l-cümle a’malim üzerinde murakabesi vardıri’tikadı kendisinden ayrılmayan ve kimsenin görmediği göremeyeceği bir yerde bile yalnız bu i’tikad ve düşünce ile hareket eden bir kimsenin kalbi insanları aldatmaya hile ve hud’a ile onların malını yemeye meyl eder mi? Böyle bir adam Allah’ın kendisini batıl ve na-hak yere ekl-i mal eder görmesini cür’et edebilir mi?.. Asla! Bu adam Allah’dan uzaklaşmıyor ki doludizgin me’asiye koşsun! Böyle bir adam mukteza-yı beşeriyyet bir müddet Allah’ı Allah’ın kendi üzerindeki murakabesini tezekkür ve tevbe-i sahiha ile ona rücu eder.Binaenaleyh oruç ±® u£bY® µªyŸš Y\Ycn Y²Y¯À Y‹® Y† ±® Hadis-i şerif ¹kª µ®¹† ±® µª }Áª ­Y† ±® ­¦ Revahü’n-Nesei ve İbn nebiler ordularından evvel fikirleriyle kitaplarıyla gazeteliriyle harslarıyla mekteplerinde terbiye ettikleri gençlerle zehirlerini akıtmışlar. Nihayet bugün ordularını da sokarak milletin bünye-i ictimaisini temelinden sarsmışlardır. Şimdi artık milleti garblılaştırmak için çalışanlar ne milliyet kaygısı hiçbir şey kalmadı. Gazetelerle yeni yeni mecmu’alarla konferanslarla mütemadiyen hücum ettikleri şeair-i İslamiyye yıkıldı. Fakat şeairle beraber orada mevcudiyet-i milliyye de münhedim oldu gitti. Meğerkadının tekamülüteali-i nisvanhürriyet-i nisvanasri kadıngibi yaldızlı propagandaların altında gizlenen maksad bu imiş: İslam-Türk kadınını şeair-i diniyyeden mümeyyizat-ı milliyyeden tecrid ederek Frenkleştirmek! İşte ecnebi işgalini lisanlarıyla yahud kalbleriyle alkışlayan bu dinsiz bu vatansız güruh ecnebi himayesine sığınarak inkılab-ı ictimailerini husule getirdiler. Fakat emin olsunlar ki canıyla başıyla dişiyle tırnağıyla uğraşan bu millet elbette bir gün onlardan hesab soracak lekeledikleri namus-ı dini ve milliyi onlara kanlarıyla temizletecektir. Türk Kadını Frenkleşiyor Türk kadınının ruh-ı neseviyyetteki bedi’i heyecan garbın kucak kucak yığdığı moda gazeteleri reklam ve katologları ile zehirlenmiş ve bunlar yetişmiyormuş gibi ba’zı akidesiz naşirlerimiz de bunlaraneseviyetimize naçizane hizmet…!!diyerek revac vermiş Türk kadınına susmuş yanlış mecralarda varlığını gayb ederek Türk kadını şimdiki kisvesiyle bir garb madam ve matmazeli olmuştur. Libas ile ruh doğrudan doğruya birer eser ve müessirdirler. Misal olarak söyleyeyim ki ihtiyar bir kadın genç kisvesine girerse bariz hareket ve tavırlarıyla genç olmak kadında da hissedilebilir bir ağırbaşlılık müşahede olunur. aiddir. Binaenaleyh bu te’sir ve münasebetin ahlak üzerinde mühim tecelliyatı vardır: Kadın aynaya baktığı vakit orada gördüğü tablonun bedi’i ifadesindeki kuvvete en musahhir sözlerden daha muti’ bir teslimiyet gösterir ve o tablo ne emr ediyorsa kadın onu yapmak mecburiyetindedir. Şu halde sokağa çıkmak üzere aynadan ayrılan bir kadının baş tuvaletinden iskarpinlerine kadar bütün eczasının teşkil ettiği hey’et-i umumiyyeden husule gelen bedi’i ifade eğer: Ben Frenk kadınıyım!... rı için maa’t-teessüf bu cereyana karşı duramıyorlar. Da’va-yı hürriyyetle sokağa dökülen Meşrutiyet kadını şimdi artık mazi ile an’anat ile din ile milliyet ile elhasıl mukaddesat namına ne varsa hepsi ile alakasını keserek feyfa-yı sefahet ve dalalette sergerdan dolaşmaktadır. Gittiği yolun uçurum olduğunu görmeyecek kadar gözleri kararmış din milliyet hisleri şöyle dursun dar behimileşmiştir. Onun şimdi bütün zevki süslenmek ecnebi himayesine iltica ederek her türlü sefaheti bilaperva yapabilmektir. Bu öyle feci’ bir hadisedir ki tarihimizde ilk def’a olarak vukua geliyor. Vakı’a her zaman ahlaksızlar fenalıklar eksik olmuş değildir fakat sukut-ı ahlakın bu şekli bu derecesi hiçbir zaman görülmemiştir. Bu bir felaket-i tac edecektir. Ya bu kadınlar ve onlarla birlikte hareket eden züppeler bizim hey’et-i ictimaiyyemizden bizim dinimizden bizim milletimizden büsbütün ayrılacaklar yahud her hangi bir vesile ile vicdan-ı milli galeyana gelerek bir ihtilal baş gösterecektir. Zira bu mes’ele artık hususiyetten çıkmış milletin hayat-ı umumiyyesine aid bir safhaya girmiştir ki memlekette asayişi te’min ile mükellef olan hükumet be-heme-hal bunun önüne geçmek mecburiyetindedir. Aksi takdirde inhilal-i ictimai muhakkaktır. dan mütevellid netayic-i müellime! hükumetin gözü önünde bünyan-ı millinin temelleri yıkılıyor da seyirci vaziyetinden farklı bir mevcudiyet gösteremiyor. Çünkü o bir heyuladan başka bir şey değildir. Hakimiyet elinden gitmiş onun yerine ecnebi iradesi ecnebi hakimiyeti kaim olmuştur. Artık böyle bir halde hükumetin hiç ma’nası kalmadığından münkerat ve menahi alabildiğine taammüm eder. Hürriyet-i ictimaiyye her türlü tecavüzlere ma’ruz kalır mukaddesat yıkılır şe’air-i milliyye ortadan kalkar. Her türlü şenaat ve rezalet ortalığı kaplar. Nihayet bir gün bünyan-ı milli büsbütün çöker o millet sine-i tarihe defn olunup gider. Görülüyor ki bir memlekette hakimiyet-i siyasiyyenin ziyaı mevcudiyet-i ictimaiyye için müdhiş bir felakettir. Bir millet bünyan-ı ictimaisini muhafaza için mutlaka hakimiyet-i siyasiyyeye malik olmak zaruridir. Onun içindir ki İslamiyet ecnebi velayetini şiddetli surette nehy etmiş ecnebi hakimiyetine mutava’ata hiçbir vechile cevaz göstermemiştir. Şimdi bu felaketler hep o hakimiyet-i siyasiyyenin ziyaından mütevellid netayic-i tabiiyyedir. Ecnebi işgali birkaç sene zarfında İstanbul’un hayat-ı ictimaiyyesini zir u zeber etti. Esasen bu ahvale isti’dad da varmış. Ec diyorsa sahibesi hissetmeden farkına varmadan kuvvetli kamçılarla Frenk olmaya koşar ve eğer o ifade ciddiyet ve ulviyet-i milliyyeyi ihtar ediyorsa kadın o yolda yetişir. kadınlığımızın nezahet ve tekamül esrarını keşf edecek anahtar buradadır. Ayn-ı nokta-i nazardan şimdiki açık ve şuursuz kadın kisvelerimizi muhakeme edecek olursak bu bedi’i ifadeyi hiç de iyi bulamayız. Ben bu kisve ile Türk kadınının elinde şampanya kadehi görüyor ve bu kisvelerin te’sir-i ruhisi altında husule gelen tavırlarda Kadril oyununa müheyya bir karşısında zevci yoktur. Sinelerde açık bir ana şefkati har samimi bir zevce muhabbeti yerine şehevani bir ateş vardır. İşte köşe başını dönerken karşıma çıkan bu kisvenin ruhumda uyandırdığı ilk te’sir budur. Hey’et-i umumiyyesinden aldığım bu te’siri genişletmek üzere o kadını yukarıdan aşağı tedkik edersem vasıl olacağım netice yine bir kol bacak göğüs ve kalça çizgileri ve bu çizgilerdeki güzellik ve çirkinliktir. Halbuki bu çizgiler güzel olsa da o güzellik kadının hazain-i tabiiyyesindendir. O hilkatin ibda’ıdır kadın bunu teşhir etmekle milliyet harici olsa da sanayi-i bedi’aya ülfetkar olduğunu isbat edemeyeceği gibi fazla olarak temaşa-geri üzerinde hürmetkarane değil şehevani bir te’sir ika’ etmiş oluyor ki bu noktadan tenzih edecek her hareketiyle kadındır. Onu ulviyetlere faziletlere yükseltecek rüzgar kadın tarafından eser bu rüzgar şehevani olursa erkeği sürükleyeceği yer süfli bir çukurdur. Asya-yı Vüsta Cem’iyeti tarafından Londra’da verilen bir ziyafette İngiltere Hariciye Nazırı Lord Curzon Asya-yı Vüsta’dan bahsederken: – Biz Irak haritasını İngilizlerin kırmızı rengiyle boyamak demişti. Halbuki üç milyona karib İslam nüfusa malik olan Irak kıt’asıyla el-Cezire’nin kısm-ı cenubisini ta Harb-i Umumi’nin ilk senelerinden beri cami’a-i İslamiyyeden ayıran İngiltere gün geçtikçe bi’l-fi’l sabit oluyor ki kanlı bir reng-i isti’mar ile telvin tezlil ediyor. Esasen İngiltere Harb-i Umumi’den çok sene evvel bu zengin ve vasi’ kıt’aya göz dikmiş ve bu kıt’anın diğer haris hahişkerleriyle karşı karşıya gelerek müstakbel musara’ada nail-i muvaffakiyet olmak için daha o zamandan tertibat alıyor misyonerler propagandacılar gönderiyor altınlar döküyor adamlar satın alıyor ve Irak’ta efkar-ı umumiyyeyi İngiliz hakkaniyet ve adaleti efsanesine İngiliz umran ve medeniyeti hurafe-i zahiriyyesine imaleye çalışıyordu. ğunu imale etmişti. İslamlar arasında adavet tohumlarını ekerek ondan nifak ve şikak semerelerini iktitaf etmekte Harb-i Umumi’de müslümanları birbirine kırdırmak elhak arasında kanlı sadmeler vücuda getirmiş ve o meharet bir kıt’anın sakinleri arasında dahi adavet ve ihtiras alevlerini yakmış idi. O alevler ki el-Cezire’yi Irak’a İrak’ı Şattü’l-Arab’a ve her üçünü birbirine düşman etmiştir. Ve bu düşmanlık için için bütün gönüllerde kaynayıp duruyor. olmuşlardı. Iraklı bir muharrir Abdullah ed-Deylemi Şam’da çıkan gazetesinin Kanunievvel tarihli nüshasında neşr ettiği bir makalede: Münevverler bi’l-hassa İngiltere’ye meyl etmişlerdi. Zira İngiltere’nin Irak için iyilikler istediğine kail idiler. Fakat az bir zaman zarfında bu kanaatlerini tebdile muztar kaldılar. Zira İngiltere’nin o Hind müstemlekecisinin asıl maksadı tezahür etmiş bulunuyor. diyerek acı bir i’tirafta bulunmakla fikrimizce birçok oluyor. Fakat hatayı görüp de hakikati takdir edenlerin acaba mikdarı ne kadardı? Bu sualin cevabını İngiliz işgalini müteakib devam eden birkaç senelik devre-i sükun ve tevakkuftan sonra darda feveran eden kıyamlar ve isyanların mazmunu Fi’l-hakika aynı Iraklı zatın kaleminden atideki satırları okumak pek ibret-engiz bir şeydir. Iraklılarda İngilizlere karşı kin ve intikam hislerini vücuda getiren saik Harb-i Umumi esnasında düvel-i İttifakiyyenin galib ve İ’tilafcıların mağlub bir Zabitlerinizin kalbleri taştan daha serttir ne sal-dide bir ihtiyara acıdınız ne mukaddes şeriatların rıfk ile mülayemetle mu’amele edilmesini emrettiği kadınlara çocuklara merhamet ettiniz. Yolları laşelerle doldurdunuz. Tesamüh-i dini bunun neresinde? Necef İslam kubbesi dinin beşiğidir. O bir meşher bir ma’bed bir ilim medresesi bir tekkedir. Siz onu askerlerle muhasara ettiniz. Kırk geceden fazla onu boğmak istediniz toplarınız gök gürler gibi çınladı şarapnelleriniz yağmur gibi yağdı. Mescid medrese tanımadınız diğer taraftan Kufe mescidi Irak’ın en büyük mescidlerindendir. Tayyarelerinizle üzerine bombalar yağdırdınız. Cami’in lere bombalar yağdırdınız. Etleri kemikleriyle karışarak toprağa yığıldı. Bu fecayiin muvacehesinde bütün Irak Bu levha Irak’ın ancak bir safhasını Irak’ın ufak bir sahnesini irae edebilir. Halbuki Müslüman Irak’ın her ciheti İngiltere elinde böyle ah şekva içinde inim inim hükumeti olan Türkiye’yi dahi yıkmaya çalışıyor ve Sevr Muahedenamesi’ni imza ettirmeye gayret ediyordu. Fi’l-hakika bu varak-parenin nci maddesiyle Irak hududu tefrik edilmiş ve’üncü madde ile bir mandaterin vesayeti altına idhal edilmiştir. rek mandaterliğin cihat-ı tatbikiyyesine müte’allik de bir proje tanzim ve Cem’iyet-i Akvam Meclisi’ne tevdi’ ederek ale’l-acele bir el çabukluğuyla bunu istihsal eylemiş gazetesi Kanunievvel tarihli nüshasında bu projeye dair izahat verirken diyordu ki: Irak’ta İngiliz mandası iki veya üç seneyi tecavüz etmeyecek kadar yakın bir zaman zarfında bu memleketlerde meşruti bir kanunun tanzimi cihetini iltizam edecektir. Maamafih mandater hükumet kendi kuvve-i askeriyesinden bir mikdarını tefrik ile mandaterliğini kabul ettiği yerde ikame edebilecek ve yerli askerler üzerinde tam bir nüfuzu bulunacaktır. Bu satırların içinde gizlenen iğfaller ve su-i maksadlar şayan-ı izah olmayacak derecede barizdir. Bi’l-ahare gazetesinin Şubat tarihli nüshasında efkarı iğfalden uyuşturmaktan ve bir an evvel Irak’taki kıyamlara isyanlara bir nihayet vermiş olmaktan ve nihayet yavaş yavaş Irak’ı isti’mar etmekten başka bir gaye ta’kib etmiyordu. Bunun üzerine İngiltere manda ahkamının tatbikina vaziyette bulundukları sırada İngiltere tarafından vaki’ olan va’dlerin bi’l-ahare harbden sonra unutulmuş olmasıdır. liz idaresine karşı gittikçe tezayüd eden bir aksülamelin netayici tebarüz etmeye başlamıştı. gazetesinin Kanunisani tarihli nüshasında diyor ki: Bugün İngiltere’nin Irak’taki müstemlekeci me’murları vasıtasıyla ta’kib etmekte olduğu siyaset hakka hürmetten hulasa akıl ve zekadan asla nasibedar değildir. emellerini zir u zeber ettikten sonra artık kendisinden ne beklenir? Zavallı Iraklı kendisinden esasen ne beklenecekti? Zira İngiltere o esnada bir taraftan San Remo Konferansı’nda gizliden gizliye planlar hazırlıyor Irak için su-i kasdlar tertib ediyor ve diğer taraftan Irak’ı tamamıyla ye karşı her cihetten kıyam eden Irak’ı hüküm ve iradesine ram kılmaya çalışıyordu. on fırkalık bir asker tahşidine mecbur kılmıştı. Bununla beraber İngiliz kıta’atı ancak Dicle civarında ve top mermilerinin sahası dahilinde barınabiliyorlardı. Harekat gereği gibi tevessü’ etmiş Musul Müntefik Basra cihetlerine kadar sirayet etmişti. İngilizler ise bu kıyamları bastırmaya gayret ediyor ve boyuna Iraklıları doğrayıp biçiyorlar evlerini köylerini tahrib ediyorlar her türlü zulüm ve cefayı yapmaktan tehaşi etmiyorlardı. büyük ulemasından Şeyhü’ş-Şeriati’l-Isbahani Beyrut’ta çıkan gazetesinin Kanunievvel tarihli nüshasında neşr ettiği bir makalede doğrudan doğruya Siz İngilizler guna-gun vesait-i müdafaa ve tahribiyye diniz. Bu mazlum milletin hukukunu paymal ettiniz. Sonra hükumetinizin adalet merhamet ve diyanette tesamüh esasına istinad etmekte olduğunu i’lan ettiniz. Evet iyi bilirim ki bir memleketi ibka ve idame eden bu üç esastır. Halbuki sizde bunların ismi var cismi yoktur. Bu esasları sizin zulmünüz payimal etmiş ve muhalif harekatınızla bunlarla alakanız olmadığını göstermişsinizdir. Adalet nerede? Irak için vaki’ olan müracaatlarımıza toplarınızın yüksek sesiyle cevab verdiniz toplarınızı tehdidler la’netler ta’kib etti merhamet nerede kaldı? mes’elesini şimdilik bir pamuk ipliğine bağlamak istiyordu. Zira mes’eleler bir değildi. Mısır mes’elesi İrlanda mes’elesi Hind mes’elesi Türkiye mes’elesi…. İlh. Bu sefer İngiltere kendi uşaklarından birini Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı derhal çekerek Ağustos tarihinde Irak meliki sıfatıyla bir resm-i tetvic oyunu oynadı. Bununla demek istiyordu ki: – İşte İngiltere’nin hüsn-i niyeti işte bir Arab hükümdar Halbuki sahnenin iç yüzünü İngiltere’nin entrikalarına vakıf olan şahıs biliyordu. İşte İskenderiye’de çıkan gazetesinin Eylül tarihli nüshasının baş makalesinde hulasaten bu noktayı ne beliğ bir surette tasvir ediyor: İngiltere’nin Irak’ta böyle bir Arab hükumeti te’sisinden maksad Irak’ta asayişi muhafaza için bulundurmaya mecbur kaldığı masarıfat-ı azimesini tasarruf etmek çekmek suretiyle zahiren isbata kalkışırken hakikatte gazetesi ifşaatta bulunuyor ve diyor ki: İngiltere’nin bütün Irak’tan askerini çekmesi ihtimalden uzaktır. Yine aynı gazete: Ancak İngiltere’nin Irak’ta bulundukça bütçesinden vaki’ olan sarfiyatına nisbetle elde edeceği menafiin tekabül edemeyeceğini takdir ettiği gün takarrub ederse ancak o zaman İngiliz milleti Faysal’ın Irak tahtına Diyordu bu ne acı ve ne elim bir i’tiraftı. Maamafih suretle ta’dad ediyor: Şimalde Türklerin nüfuzu İran’daki ba’zı ihtirasat Arab rüesasının aralarındaki rekabet. Bütün bunlar Biz ise’ın Irak ta’birini Irak’taki İngiltere nüfuzu ta’birine tebdil edersek bu fikri daha iyi ifade etmiş oluruz. tere aldanmıştır. Bunu da i’tiraf ediyor. Mekke şerifine i’timad etmek İngiltere’den hiçbir şey gayb etmez zira Şerif’in birçok düşmanları vardır. siyasi vaziyete karşı ne İmam Yahya ne İbn Suud ne ’ın bahsettiği siyasi vaziyet ise Mekke şerifinin riyaseti altında bir vahdet vücuda getirmek keyfiyetidir. Bunun ne derece kabil olmadığını Eylül tarihli gazetesinin atideki satırları pek vazıh gösterir: rek Irak’a göndermiş ve Irak’ta merkezi Bağdad olmak üzere bir hükumet-i mahalliyye te’sis etmiştir. Kanunievvel tarihli gazetesi bu babda atideki izahatı veriyordu: Bağdad nakib-i eşrafı İngiltere hükumetinin Irak ve el-Cezire komiserliğinden vaki’ olan teklif üzerine muvakkat hükumet şeklinde olmak üzere İngilterece takarrur eden şekil dairesinde bir hükumet te’sisine muvafakat etmiştir. Bu hükumete müşavirler komiserlik tarafından ta’yin olunacaktır. Keyfiyet ta’yin-i zaruret-i askeriyye ve Irak’ın vaziyeti ile ta’ayyün edecektir. Ta ki sonunda kanun-ı esasi tanzim ve vaz’ edilebilsin. Aynı zamanda İngiltere fevkalade komiseri Irak ve el-Cezire ahalisine hitaben bir beyanname neşr etmiş ve bu hükumet hakkında izahat vermişti. Halbuki daha beyanname intişar eder etmez Iraklılar İngilizlerin makasıd-ı ma’lumesini anlamakta gecikmemişlerdi. Nitekim Bağdad’da münteşir gazetesinde deniliyordu ki: Teşkil edilen yeni hükumet işgal hükumetinin yani bunun neresindedir?.. Pek vazıh anlaşılıyordu ki İngiltere Irak’ta bir hükumet kuklası tertib ve bir hükumet oyunu temsil ediyordu. Halbuki Iraklılar Percy Cox’un ta’kib ettiği hatt-ı harekete karşı bu fikirde bulunuyorlardı. Biz günden güne askerini Irak’ta tezyid etmek isteyen o müstemlekecilere hiçbir şey söylemek istemiyoruz. Zira Iraklı kuvvetin önünde boyun eğmez kendi hürriyetine hatime vermek isteyene karşı şiddetle mukavemet eder. O fırsatı gözler ve tıbkı bir kartal gibi vakt-i münasibinde kendisine aziz olan şeyi elinden almak Diğer cihetten Irak’ın umur-ı maliyyesi Irak münevverlerinin zihnini işgal ediyor ve daha bidayetinde İngilizlerin Hatta Bağdad’da münteşir gazetesinin Kanunievvel tarihli nüshasında hulasaten deniliyordu ki: Irak Meclis-i Millisi dört senelik işgal devresi esnasındaki hesabları İngiltere’den sormak lazımdır. Harekat-ı askeriyye masarıfını makasıd-ı mahsusa uğrundaki hafi masrafları gayr-ı müsmir yollarda vaki’ olan masrafları ahalinin arzusu hilafında yapılan istimlak masarıfını kabul edemeyiz… Diğer cihetten Irak istiklal istiklal diye feryad edip edip duruyor ve İngiltere bu askeri ve siyasi vaziyet ve nilayet mali bir uçurum karşısında bir an evvel Irak maliyesi İngilizlerin elinde bulunan bu hükumet hiçbir zaman borcunu ve faizini ödeyemeyeceğinden bu teşebbüsüyle ha-linde idare etmiş olacaktır. Hamisen; İngiltere İngiliz zabitanı idaresinde mahalli bir ordu teessüs edinceye kadar bütün askerini fında Hin-distan’da olduğu gibi bir müstemleke ordusu vücuda getirmek ve doğrudan doğruya Irak’ı istimlak sıralarda neşriyatta bulunması Irak’ta asayişin bulunduğuna efkarı ikna’ etmek içindir… Diğer taraftan Faysal hükumeti ve Faysal’ın krallığı ancak Irak’ın intihab edeceği Meclis-i Milli’nin tasdikiyle meşru’iyyet kesb edeceğini ve ancak o zaman istediği gibi bu uşağı istihdam edebileceğini takdir eden İngiltere Percy Cox’un nezareti altında güya bir Meclis-i Milli toplamaya çalışıyor. Halbuki bir taraftan İngiliz ğer taraftan İngiliz paralarıyla ve İngiliz manivelalarıyla hareket eden bir Faysal re’s-i karda bulunurken ve onun etrafındaki yardakçıları icra-yı faaliyet ederken bu şerait dahilinde Irak’ın kendi kendine ta’yin-i mukadderat ve te’sis-i hükumet edeceğine inanmak aklı başında olan giltere tarafından Irak’ta oynanan bu komedyanın yarın faciaya tahavvül edeceğine daha şimdiden kanidir Faysal’ın ileride Abbasilerin şan ve şerefini iade edeceği hakkındaki müddea İngilizlerin ileriyi görmemek Hüseyin’in kendisine de çocuklarına da asla i’timad etmeyen bir ekseriyet vardır. Zahiren ikinci derecede bir planda kendini göstermeye çalışan İngiltere ortaya bu hükumet karikatürünü çıkarmakla pek esaslı menfaatler te’min etmektedir. Fi’lhakika Şubat tarihli baş makalesinde deniliyor ki: Lloyd George hükumetinin Irak’tan askerini çekmeye kalkışması ve bu babda neşriyatta bulunması evvela; manda hakkında esaslı mukarrerat ittihazının şimdilik te’cili içindir. Saniyyen; İngiltere’nin Irak’taki ordu masarıfını bütçesinden tasarruf etmesi demek Emir Faysal hükumetinin bütçesine bir yük tahmil ve ahali üzerindeki vergileri tezyid etmek ve nihayet büdce açığı ihdas ederek İngiliz bankalarından istikrazlar akdine mecbur etmek içindir. Salisen; bu istikrazlar Irak’ı iktisaden esir etmek içindir. Rabi’an; İngiltere Irak’ta bir harb masarıfından birçok matlubları olduğu gibi umur-ı nafi’a ve saire için harb masraflarından aşağı kalmayacak derecede matlubatı vardır. Bir de işgal ordusunun da sarfiyatı mevcuddur. Binaenaleyh Irak’taki şimendiferleri ve umur-ı nafiayı İngiltere Faysal hükumetine satarak Mısır’daki düyun-ı muvahhide gibi bir deyn-i mahalli vücuda getirmek ve onun hisse senedatı İngiliz sermayedarlarına teslim edilmek isteniliyor. Bi’t-tabi’ umur-ı Kainatta eser-i tesadüf veya abes hiçbir şey yoktur. ®Y \Á³·¯Y Ê –]Á± ª Y³£ Ê Y r Y® Nass-ı ezelisinin bize ta’lim eylediği bu esas-ı mühim hakaik-i ilmiyye ile de sabittir. Bununla beraber en ufak zerreden en büyük küreye kadar her şey vazife denilen bir kanun-ı umumiye münkaddır: Ÿb b ]Áo ·­ o\ ¯ ±ª u Ê ¹· ] m ‚ ¿ Ê À ±® Her zerresinde bir maksad bir gaye olan ve hepsi bir vazife ile mükellef bulunan kainat içinde insan gibi amel ve irade ile mümtaz bir mahlukun mühmel bırakılmayacağı onun da hilkatinde nice ali maksad ve gayeler mündemic olacağı şüphesizdir. Binaenaleyh insanın harekat-ı tabiiyyesinin bir mükellefiyet-i cebriyyesi olduğu gibi harekat-ı ihtiyariyyesinin de bir mükellefiyet-i mahsusası olmak icab eder. ²­ ­c] Yg]– ­ ¦Y³ ²  r Y¯ ž o Ê ² ~ yc À Y u oÀ Ê Y³Á ª jyb ¹— Madem ki insan; akıl mürid ve muhtar hür ve mütefekkir olarak yaratılmıştır. O halde kudret-i baliğa-i Samedaniyyeyi izhar eden bunca havarık huzurunda bir insan için mütehassis olmamak bu kudretin sahibini arayıp bulmamak nasıl mümkün olabilir? Bu kudretin huzur-i azametinde kendi acz ü za’fını idrak ederek dindarane bir hiss-i huşu’ ile ona boyun eğmek mecburiyetini nasıl hissetmez? Bununla mükellef olduğunu nasıl bilmez? Dünyada hayra fazilete hakka adalete hüsne kemale müncezib olan insan için bunla rın masdar ve menba’ı olan zat-ı ecell ü a’laya meclub ve müncezib olmamak kabil midir? sanda fıtri ve celi bir şey olduğu artık bugün bir hakikat olarak kabul edilmektedir. Fakat insan için yalnız mevcudiyet-i ilahiyyeyi teslim eylemek ve ona kalbi bir muhabbetle merbut olmak kafi değildir. Bununla beraber mahluk ve bendesi olduğunu bilip duyduğu o halik-i zu’l-celalin evamir ve nevahisi en ma’kul en ali en bedi’ şeyler olduğunu kabul ederek bunların haricine çıkmaması da lazımdır. Hakiki iman ve mahabbet bunu icab eder. Akıl ve vicdanımız da bize gösterir ki Halik-i Kainat’a her insan doğmasıyla beraber Cenab-ı Hak tarafından birtakım ni’metlere mazhar oluyor. İnsanınirade ve ması da bu ni’metlerin en büyüklerinden biridir. İşte bu nimetlerin mebde’-i evveli olan Cenab-ı Allah’ahamd ve şükrünün ihlas ile edasıİslam’da ibadet denilen ilk vazifedir. Her mü’min namazıyla orucuyla zekatıyla el-hasıl evamir-i ilahiyye dairesinde hareket etmesiyle bu vazifesini ifa eder. Şu halde mün’im-i hakiki olan Cenab-ı Halik-ı kainata bütün mevcudiyetimizle arz-ı hamd ü şükr eylemek ve bu suretle verdiği ni’metleri ve verdiği hikmet ve maslahata tevfikan isti’male çalışmak her halde kat’i bir vecibedir. Hatta bu vazifeyi ifa ettiğiniz va’d etmemiş bile olsa yine bunu bir vazife olarak yapmamız lazımdır. Amelin hükmü budur. Kaldı ki Vacib Teala hazretleri kendi kanunlarına tebşir buyurmuşlardır. Evamir-i ilahiyyeye münkad olanlar bunun fevaid-i maddiyye ve ma’neviyyesini mutlak göreceklerdir. Fi’l-hakika ibadette ihlas ibadette ruh onu faide ve menfaat mülahazasıyla değil ancak emrolunduğu için yapmaktır. Vazifede gaye yine vazife olmalıdır. Bununla beraber ibadat-ı İslamiyyenin her birerlerinde insanların saadet-i haliyye ve istikbaliyyesine aid pek çok hüküm ve menafi olduğu ve bunların yalnız ferdi ve uhrevi değil hakikatlerdendir. Mesela: Ramazan-ı şerifte üzerimize farz olan oruç bir emr-i ilahi olmak i’tibarıyla ümmet-i İslamiyyenin a’za-yı tabiiyyesinden olan her ferdin bir vazife olmak üzere bunu ifa etmesi lazımdır. Bunu ifa eden her ferd vazife-i asliyesinden birini yapmış olmakla beraber onun bu fiiline kuva-yı ruhiyyenin terbiyesi azim ve iradenin takviyesi hakimiyet-i nefsiyyenin te’mini gibi pek mühim faideler de terettüb etmektedir. Silsile-i mevcudat arasında insana bir mevki’-i müstesna bahşeden ona bir şahsiyet-i mümtaze veren iradenin terbiyesi ve insanı tezlil eden nefse hakimiyet hususunda orucun ne mühim bir amil olduğu müstağni-i izahtır. Yalnız emr-i ilahiyi yerine getirmek maksadıyla otuz gün mütemadiyen nefsinin arzu ve ihtiyaclarına mukavemet eden bir insan kuvvetli bir iradeye sahib ve binaenaleyh nefsine hakim olmaz mı? Bu derece kuvvetli bir iradeye sahib ve nefsinin hakimi olan bir insanın ef’al ve harekatı tabiidir ki hak ve vazife dairesini tecavüz edemez. Efradı böyle bir olup daima irade-i ilahiyyeye münkad olan bir cem’iyetin ahlak-ı umumiyyesi nizam-ı ictimaiyyesi mazbut ve tatarruk-ı halelden masun olacağı şüphesizdir. El-hasıl Cenab-ı Hakk’ın farz kılmış olduğu namaz oruç zekat gibi bir bakımdan yalnız ferdi ve uhrevi bir ta’abbüd gibi görünen ibadetler hakikatte böyle değillerdir. Bunlarla yalnız ferdin değil cem’iyetin saadeti de hem rıza-yı ilahiyyeyi isticlab hem de saadet-i cem’iyeti edecek mehazir de yalnız ferde aid ve uhrevi olmayıp dolayısıyla cem’iyetin muhafaza-i aheng ve hayatı ile de münasebetdardır. Fi’l-hakika ibadette vukua gelecek ihmal ve teseyyüb efrad-ı cem’iyetin kalblerindeki havf ve muhabbetullahı yavaş yavaş izale edeceğinde şübhe yoktur. Ef’alin hissiyata te’sir-i mühimmini bilenler bunda zerre kadar tereddüd etmezler. Efradının kalbinde muhabbet ve aşkullah; haşyet ve havfullah kalmamış olan bir cem’iyette hak ve vazife fikirleri silinerek bunun yerine hiss-i menfaat kaim olacağından böyle bir cem’iyette hukuka tecavüz fikir ve emeli meydan alır. Mukaddesat pamal edilir ma’siyetler çoğalır hiss-i menfaat ve amal-i nefsaniyye vicdanlara hakim olur zenginler azdıkça azar fakirler ayaklar altında zu’afa kuşe-i nisyanda kalır hakimler vartalara ilka eden bu afat-ı ictimaiyyenin avakıb-ı müellimesinde sıl bir ümid-i felah ve necat besleyebilir?... Binaenaleyh ferdlerin evamir-i ilahiyye ve ahkam-ı kanuniyyeye karşı gösterecekleri ihmal ve teseyyüblerine münkerat ve menhiyata inhimaklerine hey’et-i memesi hususunda yalnız uhrevi müeyyidelerle iktifa etmeyerek onları ihlal edenlere karşı bir de ukubat-ı dünyeviyye ta’yin etmiş. Bu hudud-ı şer’iyi ikame ve idame ederek nizam-ı cem’iyeti sıyanet edecek bir kuvvetin vücudunu vacib kılmıştır. Kardeş Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti Riyaset-i Aliyye ve a’za-yı kiramına Bundan iki sene mukaddem ki muzlim bulutlar cihan-ı tevhidin afakını kaplamış ve artık kalbgah-ı İslam’ın bütün bütün karardığı zannedilmiş idi. İşte öyle yeis-aver bir sırada idi ki bu meclis-i ali güneş gibi Anadolu ufuklarından mahzun şark ve İslam gönüllerine taze hayat taze neşve bahşetti. Türkiye şimdiye kadar nasıl İslam’ın alemdarı olmak şerefiyle mümtaz ise yarın da ve ile’l-ebed yeryüzündeki bütün Müslüman milletleri sizi mukteda tanımakla en büyük bir zevk duyacaklardır. Siz İslam’ın hadisi her hususta rehberisiniz. Sizin ruhunuzdan dimağınızdan doğan efkar ve hissiyat-ı aliyye dalgalana dalgalana bütün dünyada in’ikaslar bütün İslam kalblerinde ihtizazlar heyecanlar uyandırıyor. Ey büyük milletin büyük mümessilleri! Siz yalnız Anadolu müslümanlarını değil üç yüz elli milyon Müslüman alemini temsil ediyorsunuz. Her birinizde bir milyon müslümanın kalbi fikri ruhu müncelidir. Bütün İslam aleminin hatta bütün şarkın amal ve efkarı sizin umde-i esasiyyenizdir. Bugün bütün milletlerin asuman-ı efkarında parlayan nurlar hürriyet ve istiklal ayetleridir. Dünyayı tahakkümleri altında tutmak isteyen zalimler artık anlasınlar ki bugünkü şark eski şark değildir. Bugünkü alem-i İslam eski alem-i İslam değildir. Asırlarca süren mahkumiyetler felaketler artık Müslüman milletlerini daldıkları gaflet uykularından uyandırmış haklarını göstermiştir. Artık bundan sonra aramızdaki rabıtalar yalnız ma’nevi sahalarda kalacak değildir. Muhterem dindaşlar! Ben bu sözlerimle yalnız kendi hissiyatımı değil başta sevgili emirimiz olduğu halde bütün Afgan milletinin hatta bütün İslam aleminin ve şarkın amal ve efkarını arz etmiş oluyorum. İslam’ın halas ve saadeti için vakf-ı hayat eden a’la-hazret tacdarımız Emir Emanullah Han hazretleri İngiliz hey’et-i murahhasasına karşı irad buyurdukları nutkunda:Türkiye’ye karşı ne kadar riayetkar bulunursanız Afgan milletinin kalbini de o nisbette kendi lehinize celb etmiş olursunuz demişTürkiye’yi ve alem-i İslam’ı rencide eden bir milletin Afgan milletinden dostluk beklemesinikemal-i celadet ve ehemmiyetle ihtar etmişlerdir. Her taraftan yükselen sada bundan başka bir şey değildir. Bütün alem-i İslam’ın kurretü’l-aynı ve imame-i tevhidi olan Türkiye’ye karşı su-i kasdlarda devam eden devletler iyice bilsinler ki bir gün gelecek bu hareketleLehü’l-hamd ve’l-minne ecnebi nüfuz ve tazyikinden tahlis-i giriban ederek hakimiyet-i idariyyesini eline almış olan Büyük Millet Meclisi hükumet-i İslamiyyesi esasat-ı İslamiyye dairesinde hareketi bir umde-i esasiyye nevi’ ahkam onun nazarında memnu’ ve müstelzim-i mücazattır. Bu gibi menhiyat ve münkerata tasaddi hem milletin hissiyat-ı diniyyesini rencide hem de Büyük Millet Meclisi hükumet-i İslamiyyesinin şeref ve haysiyetine bir tecavüz teşkil eder. Oyun içki adab-ı dolaşmaları her vakit için mugayir-i şer’ olduğu gibi Ramazan-ı şerifde nakz-ı sıyam etmek de şer’-i mübine mugayir ve İslam hey’etine karşı sarih bir hakarettir. Hürriyet-i şahsiyye hürriyet-i vicdaniyye perdesi altında bu gibi münkerata tasaddi etmek hürriyet kelimesini su-i Evet müstenid-i ilahi adalet-i mutlaka istihdaf eylediği gaye münhasıran saadet-i ümmet olan Müslümanlık hayat ve saadet-i beşeriyyenin te’minine yegan vasıta olan hürriyet-i insaniyyeyi her insanın hukuk-ı zatiyye ve tabiiyyesinden saymıştır. Fakat bundan hürriyet-i mutlakanın meşru’ olduğu ma’nası anlaşılmamalıdır. Bir cem’iyetin mukaddesatına istinad eylediği desatir ve kavanine karşı gelmek hürriyet değil bilakis hürriyet-i vicdana hürriyet-i şahsiyyeye hissiyat-ı diniyyeye sarih bir tecavüzdür. Binaenaleyh ahkam-ı şer’iyye dairesinde hareket etmeyi umde-i esasiyye ittihaz etmekle bu ahkamın her türlü tecavüzden masuniyetini tekeffül etmiş bulunan Büyük Millet Meclisi hükumetinin bu hususta iğmaz-ı ayn etmeyeceğine hiç şübhe eylememelidir. Cem’iyetin desatir-i diniyyesine Büyük Millet Meclisi’nin mukarreratına karşı gelenler suret-i kat’iyyede tecziye olunacaklardır. Bi’l-hassa nakz-ı sıyam fazihasını irtikab edecekler hakkında Kanun-ı Ceza’nın madde-i mahsusası zabıtanın bu husustaki salahiyetini pek vazıh bir surette ta’yin etmiştir. Memleketin öz evladları din ve istiklal-i vatan uğrunda canını feda etmekten çekinmezlerken bu sayede geride hal-i emn ü istirahatta bulunanların mukaddesata tecavüz teşkil eden her nevi’ hareketleri elbette afv edilemeyecek kadar büyük bir cürmdür. Binaenaleyh ahkam-ı kavanin-i hükumete mugayir şeref-i İslami ile gayr-ı mütenasib hissiyat-ı diniyye ve adab-ı milliyyeyi muhil her türlü harekattan tevakki olunması lüzumu ehemmiyetle beyan olunur. Ve mina’llahi’t-tevfik. zam bir hadise teşkil eden bu mübarek felah gününü gerek sevgili emirim namına gerek milletim sefaret ve şahsım namına tebrik ve tes’id ile cümlenize ve bütün Türkiye müslümanlarına bi’l-hassa cebhelerde düşmana karşı göğüs geren mücahidin-i İslamiyyeye bipayan hürmet ve selamlar ve tebriklerimi takdim ederek tebliğini rica ederim. rinden çok zararlar görecek nedametlere düşeceklerdir. Belki onlar hala hakikati görmemek ve teslim etmemek nin yaşayabileceğini zannederler. Lakin emin olsunlar ki pek uzak olmayan bir atide hakikat bütün azametiyle tecelli edecek bugün hak ve hakikat sahasına inmek zin ellerinizi öperek matlabınızın neden ibaret olduğunu yurdunun her noktasından ezan sesleriyle beraber zafer tehlilleri yükselecektir. Bu suretle daha dün kadir-i mutlak olan o adam bugün yahud yarın efrad-ı faniyyeden biri olur gider. Her salahiyet bir hak bahş eder her hak da bir salahiyet tanır. Hak ile salahiyetin birleşmesinden de Milleti temsil eden hey’ette hükumeti murakabe hakkı var ise bu hak hükumetin millete karşı iyi yahud fena hareket etmekte olduğuna dair hüküm vermek salahiyetinin ancak millete aid bulunmasından ileri geliyor. Bunun gibi kuvve-i teşriiyyenin vaz’-ı kanun hakkı da kendisinin kanun vücuda getirmek için en salahiyetdar eşhastan müteşekkil olmasından neş’et ediyor. Şimdi icra-yı hükumet ve idare vazifesi de iki evvelkiler gibi kat’iyyen salahiyete muhtacdır ki kuvve-i kendisine hükumet ve idare hakkını verir. O halde nasıl bu hak ve salahiyetlerden herbiri gerek Meclis-i Meb’usan’a gerek kuvve-i teşri’iyyeye bir istiklal-i tam tekeffül ediyorlarsa bunlar da kuvve-i Binaenaleyh Meclis-i Meb’usan kuvve-i teşri’iyye kendi saha-i hakimiyet ve faaliyetinde nasıl serbest bulunuyorlarsa kuvve-i icraiyye de aynı sahada aynı serbestiyi haiz olmak zaruridir. Meclis-i Meb’usan’ın kuvve-i icraiyye üzerinde haiz olduğu murakabe hakkı vazifesini iyi görmesi ve ondan mes’ul olması için sırf kendi kanaat ve ilham-ı vicdanisiyle hareket mecburiyetinde bulunan kuvve-i demek değildir. Şayed Meclis-i Meb’usan ile kuvve-i icraiyye arasında bu hususta her hangi bir ahenksizlik yahud leti hoşnud edecek bir tarzda mes’eleyi halleder. Bununla beraber milleti hoşnud etmek zarureti kuvve-i icraiyyenin hürriyeti için bir kayd suretinde telakki edilemez. Zira kendisinin hikmet-i vücudu ve hedef-i yeganesi zaten bundan ibarettir. Kuvve-i teşri’iyyenin hedefi vücuda getirdiği kanunların hikmet ve isabetiyle milletin ihtiyacatını te’minden Meclis-i Meb’usan’ın hedef-i yeganesi hükumet üzerinde milleti hoşnud edecek bir murakabe icrasından Binaenaleyh bir müessesenin hikmet-i mevcudiyeti olan gaye hiçbir vakit onun hürriyet ve istiklaline tecavüz telakki edilemez. Cem’iyet-i İslamiyyede hükumetin menşe’i şeriat olduğu zaten hükumet demek şeriatın müeyyidesinden başka bir şey demek olmadığı kabul edilince artık bir hükumet-i İslamiyye kendisi de imkanın son derecesine kadar nefaz ve kudret sahibi olmak lazım geleceği tabiatıyla meydana çıkar zira hükumetin en iyisi en kuvvetli en müdebbir olanı mesalih-i yede hükumeti muktedir ve nafiz olabilmesi için bu kudret ve nüfuzu te’min eden bütün hukuk ve imtiyazatı haiz olması ve bunların yalnız bir şahısta ictima etmiş bulunması lazımdır. Çünkü şayed bu hukuk ve imtiyazat taksim olunarak müteferrik şahıslara yahud muhtelif siyasi hey’etlere verilecek olursa bunlar birbirlerine karşı gelmekten yek-diğerini hükümsüz bırakmaktan geri durmazlar. Bu ise suret-i kat’iyyede hükumetin acz ve meskenetini intac eder ki her zaman için vahim bir felaket-i ictimaidir. Maamafih bütün bu hukuk ve imtiyazata malik olacak şahsın aray-ı milletle intihab olunması da o nisbette lazımdır. Zira serir-i hakimiyyete en ziyade ehil olan kim ise ancak onu is’ad etmek millet için gayr-ı kabil-i i’tiraz bir vazife olunca bu intihab da o vazifeden tabii olarak doğan bir haktır. Binaenaleyh Müslüman memleketinde reis-i hükumetin millet tarafından intihab edilmesi ve kendi hakimiyetini müessir surette ifa edebilmekliği için de bütün hukuk ve imtiyazata malik olması icab eder. O bu i’tibar ile kuvve-i icraiyyenin en büyük reisi olup vekil ve mümessillerine imkanın müsaid olduğu kadar iyi şerait dahilinde ifa-yı hizmet edebilmeleri için kafi gelecek hukuku tefviz suretiyle kendi vazifesini ifa eder. Kuvve-i icraiyyenin en büyük reisi olmak haysiyetiyle manzume-i siyasiyyenin nazımı kendisi olduğu için bu manzumenin suret-i muntazamada daki aheng ve i’tilafı muhafaza eylemek bunların beyninde zuhur edebilecek ihtilafatı yoluna koymakla mükelleftir. Şeriattan nebe’an eden hakimiyeti irade-i milliyye ile temsil etmek i’tibarıyla reis-i hükumet şahsan hem şeriata hem millete karşı mes’uldür. Kezalik onu temsil eden me’murlar da millet ve şeriatın mümessillerine karşı mes’uldürler. teşriiyyeye karşı mes’uliyeti İslam usul-i siyasiyyesinde bu suretle teessüs eder. yet eden bir Meclis-i Meb’usan olmadığı lakin kendisine tevdi’ ettiği yüksek vazifeyi hakkıyla eda hususundaki kabiliyetsizliğinden dolayı kuvve-i icraiyyenin büyük reisinden müşteki bir millet bulunduğu için şeriat kendisini dinler ve Kuvve-i icraiyyenin hukuku ve evsafına gelince diğer memleketlerdeki kuvve-i icraiyyenin haiz olduğu hukuk ve evsaftan ibarettir. Zira vazifesi her yerde aşağı yukarı aynı şeydir. Fikirlerin telakkilerin takdirlerin kanaatlerin ihtilafı her şeyde olduğu gibi siyaset hususunda da insanları birbirinden ayırmıştır. Ancak bu ayrılıklar her zaman ve her yerde kendilerini tevlid eden muhite esbaba iktisab etmiş oldukları mahiyete göre tehallüf ederler. Maamafih siyasiyat sahasında mevcud olan bu ayrılıklar her yerde siyasi fırkalar şeklinde tezahür etmekle beraber bundan hiçbir vakit kendilerini vücuda getiren esbab ile arz ettikleri mahiyetin aynı olması gibi bir netice çıkarılamaz. Evet garb usul-i siyasiyyesinde bu ayrılıklar kimi mevcud usul-i ictimaiyyeyi de verip yerine kendi arzu ettiği şekli koymak isteyen kimi o usulü büsbütün ortadan kaldırmayarak yalnız muvafık gördüğü bir tarzda ta’dile tarafdar olan el-hasıl kimi o mevcudu olduğu gibi muhafaza azminde bulunan muhtelif sunuf-ı ictimaiyye arasındaki rekabet ve husumetten doğduğu halde İslam usul-i siyasiyyesinde bu ayrılıklar mevcud usul-i kem bir hale getirmekten ibaret olan gaye-i müşterekeyi hususundaki nokta-i nazar ihtilafından başka bir şeyden neş’et etmez. Garb usul-i siyasiyyesinde siyasi fırkaların vazifesi mevcud usul-i ictimaiyyeyi mütemadiyyen tebdil ve taklib etmekten ibaret iken Müslüman usul-i siyasiyyesinde aynı fırkaların vazifesi o usulü muhafazadan başka bir şey değildir. bir ehemmiyet iktisab ettiğini nasıl olup da faaliyet-i siyasiyyenin her hususta diğer faaliyetlere hakim olarak onları istediği kılığa soktuğu bu temhidat ile anlaşılabilir. Kezalik siyasi fırkalarla siyasi faaliyetlerin Müslüman memleketlerinde hiçbir vakit garbdaki ehemmiyet ve nüfuzu elde edemeyeceği ancak bu suretle izah olunabilir. Lakin bu da İslam usul-i ictimaiyyesinin garb usul-i Zira bir memlekette siyasi fırkalar birbirlerine karşı asabiyet ve adavet hisleriyle mütehassis olur da garbda olduğu gibi boğaz boğaza gelirse ve her fırka olanca kuvvetiyle ötekini ızrar etmek ve kendi tahakkümü altına almak için uğraşır durursa bundan şu anlaşılır ki: Bir fırka tarafından ta’kib olunan maksad-ı ictimai diğerinin yine ictimai olmak üzere gözettiği maksadla ebediyyen te’lif olunamayacak mahiyettedir. Binaenaleyh o memlekette usul-i ictimaiyye nakisa-dardır. Faaliyet-i siyasiyyenin orada müstesna bir ehemmiyet olunur ki: Memleket kendi usul-i ictimaiyyesinin hata ve noksanlarına faaliyet-i siyasiyyesiyle çaresaz olmak zaruretini duymaktadır. Binaenaleyh pek aşikar olarak anlaşılır ki: Bir yerde usul-i ictimaiyye ne kadar mükemmel olursa orada siyasi fırkalar siyasi faaliyetler o nisbette ehemmiyetlerini gaib ederler. Demek bunların cem’iyet-i garbiyyede haiz oldukları ehemmiyeti cem’iyet-i İslamiyyede iktisab edememiş olmaları berideki usul-i ictimaiyyenin ötedekine faik bulunduğuna ayrıca bir delildir. da ibadet-i mahzadır. Evvelce de söylediğim vechile ibadetler maddi bir menfaat mülahazasıyla değil bir vazife-i diniyye olduğu için ifa olunur. Binaenaleyh oruc da böyledir. Fakat diğer ibadetlerde olduğu gibi ibadet-i halisa olan orucda ictimai insani sıhhi iktisadi bir takım faideler vardır. Bir kere hey’et-i ictimaiyyenin devam-ı intizam ve ahengi efrad-ı cem’iyetin ahlak ve ma’neviyatca temiz olmasına mütevakkıftır. Temiz bir ahlak sahibi olabilmek esiri olmamak ve daima irade-i ilahiyyeye münkad olmak lazımdır. İradeyi bu yolda terbiye ve nefse hakim olmak için orucun ne mühim bir vesile olduğu ise bundan evvelki makalede izah olunmuştu. Efradı böyle kuvvetli bir iradeye sahib ahlak ve ma’neviyatı temiz ve mükemmel olup daima irade-i ilahiyyeye münkad olan bir cem’iyetin ahlak-ı umumiyyesi nizam-ı ictimaisi mazbut ve tatarruk-ı halelden masun olacağı şüphesiz Binaenaleyh açlığın insan üzerinde bırakmış olduğu te’siri anlayabilmek için bizzat o te’siri kendi nefsinde duymak lazımdır. Oruç insanlara ni’metin kadrini de anlatır. Çünkü her şeyin kadr u kiymeti yokluğuyla bilinir. Meşhur sözdür:Ni’met gitmeden kadri bilinmezderler. Zamanın mahrumiyetlerini tatmamış olanlar için oruc o mahrumiyeti beliğ bir surette temsil eder. Büyük bir yükseltir elim mahrumiyetlerin hatırasını kalbimizde daima yaşatır. Bu ise ahlak ve iktisad noktasından mühim bir maslahattır. Oruc insanı sabır ve tahammüle alıştırır. Çünkü nefsin arzu eylediği leziz ve güzel şeylerden her türlü müşteheyat-ı nefsaniyyeden dilediği zaman kendisini men’ edebilen ve bunu huy edinen bir adamda sabır ve tahammül denilen fazilet-i ahlakiyye bir meleke haline gelmiş bu fazilet kalbinde yer etmiş demektir. Halbuki sabır ahlak-ı fazılanın anasıdır. Kur’an-ı Kerim yetmişten fazla ayetle bunun mertebe-i faziletini gösteriyor ve erbab-ı sabrı fevz ve felah ile tebşir ediyor. Tarik-i hakta tahammülü müşkil olan şedaide katlanmak nefsin hoşlanmadığı meşakkatlere razı olmak ancak sabır denilen meleke sayesinde mümkün olabilir. Şübhe yok ki nefsinde böyle bir meleke hasıl olan kimseler icabında zamanın her türlü acılarına müdafaa-i hak hususunda önüne çıkan şedaide dehrin hadisatına mahrumiyetlerine karşı kemal-i metanetle mukabele eder sabır ve tahammül gösterir günlerce aç ve açık kalmak gibi mihen ve meşakkate elim zaruretlere göğüs gerer bunlardan yılmaz yeis ve fütur getirmez. Bu ise bir insan için ne kadar mühimdir. Efradı bu meleke-i faziletle mütehalli olan bir cem’iyet ne kadar bahtiyar ve mes’uddur. Orucdaki hikmeti tedkik ettikten sonra anlıyoruz ki: Oructan maksad yalnız yiyip içmek gibi ihtiyacat-ı tabiiyyeden vazgeçmek değildir. Bu bir vesiledir ki bizi Allah’dan ittikaya me’asiden ictinaba hazırlar. Şu halde oruc hikmet-i teşriine muvafık olmak için nefsimizi yalnız yiyip içmekten değil şu umur-ı atiyyeden men’ etmek lazımdır. Nefsimizi yiyip içmekten men’ ettiğimiz gibi gözümüzü menhiyattan; Kalbimizi Allah’dan uzaklaştıran tesvilat-ı şeytaniyyeden fena niyyet ve düşüncelerden kin ve hasedden; Lisanımızı hezeyandan ma-laya’niden yalandan gıybetten koğuculuktan yalan yedir. Cem’iyetin saadeti kuva-yı tabiiyeyi kendisine ram etmekle değil asıl efrad-ı cem’iyyet kendilerindeki kuvvetleri Binaenaleyh ibadet-i mahza olan oruc da bi’n-netice şahsi olmaktan çıkarak ictimai bir mahiyet iktisab ediyor. Nizam-ı ictimainin halelden mahfuziyetini te’min eden bir amil-i mühim yerine geçiyor. Orucun fevaid-i ictimaiyyesinden biri de insanda hiss-i şefkat ve teavünü tahrik etmesi açların halinden tokları haberdar eylemesidir. Evet oruc tutan bir adam zamanın muhtelif mevsimlerinde açlığın nefis üzerindeki te’sirini mu’ayene ettikçe mahrumiyetin acılarını tattıkça hemen her gün bu acıları tatmak mecburyet-i eliminde olanların halini tezekkür eder düşünür göz önüne getirir. Bu tezekkür kendisinde merhamet ve şefkat hislerini tahrik edeceğinden fukaraya muavenete sevk eder. En zengin bir aile açlığın susuzluğun yoksulluğun bütün duygularını acılarını duyar. Fukaraya karşı olan vazife ve farzları yerine getirmekte tamamıyla Hak emrine uyar. Şu halde oruc ahlakın en mühim bir esası olan şefkat ve muavenet hislerini ikaz ve tahrik eden mühim bir amil oluyor. Bu mühim bir maslahattır. Mısır’da kaht u gala hüküm-ferma olduğu sanelerde Hazret-i Yusuf aleyhi’s-selam –bütün zahire ve erzak anbarları elinde iken üç günde bir def’a yemek yerler rufunda iken aç durmayı ihtiyar etmeye sebeb nedir? dedikleri vakit şöyle cevab vermiş idi:Daima tok duracak olur isem fukaranın halinden gafil olurum onların halini anlayıp da onlara terahhum edemem diye korktuğumdan fukaranın mübtela oldukları açlığın kendimde her zaman mevcudiyetini arzu ediyorum; ben açlıktan müteezzi oldukça halkın çektiği ıztırabat aklıma geliyor da onların ıztırabatını def’ etmek için çalışırım. Şayed benim karnım tok olursa etraf ve eknaftan celb-i zahire Ne mühim bir mülahazadır değil mi?Tok açın halinden bilmezderler ki büyük bir hakikattir. Daima karnı tok olanlar şübhe yok ki açların ahvalinden haberdar olamazlar. Çünkü açlık ve tokluk gibi şeyler umur-ı batıniyyedendir. Kimde vaki’ olmuş ise ancak o anlar ve kendi anladıklarından kendi içinde duyduklarından başkaların duyduklarına intikal eder. Başkaların kalbinde neler cereyan ettiğini harekat-ı zahiresiyle idrak taakkul mümkün olamayacağı için onları bi’z-zarure temsil tarikiyle kendi duygumuzdan re şehadet etmekten; El-hasıl kavlen ve fi’len ne kadar kabayih varsa onların hepsinden men’-i nefs eylemek de lazımdır. Kalbde havfullah ve mahabbetullahın husulü için helal ve mübah olanlardan iktisab etmek icab ederse bu gibi muharremattan kaçınmak evla bi’t-tarik değil midir?- Helal ve mübah olan şeyleri yiyip içmekten men’-i nefs edip de bu saydıklarından kaçınmayanlar bir saray yapıp da ona mukabil bir şehir yıkanlara benzer. Bu gibiler hakkında bakınız Resul-i Ekrem efendimiz ne buyurmuşlardır:Ne kadar oruc tutanlar vardır ki orucundan göreceği faide açlık ile susuzluktan başka bir şey değildir. Yiyip içmekten kesilmek oruc değildir. Oruc ancak kötü sözlerden nefs-i emmarenin kabayih ve rezailinden münkatı’ olmaktır. Şayed biri fena söz söylerse ben orucluyum ben orucluyum de. fena söz söylememeğe kimseye fenalıkla mütearrız olmamaya niyyet ettiğini hatırına getir. kikatte orucsuzdur. Fi’l-hakika akşama kadar aç ve susuzdur. Fakat a’za ve cevarihini nihayete salıvermiştir. Ne kadar kimseler de vardır ki yiyip içerken de oruçludur. Allah’ın murakabesini bir an hatırdan çıkarmayıp a’za ve cevarihini her türlü menhiyattan hıfz eder. Orucun ma’nasını ve sırrını hakkıyla anlayanlar yakinen bilirler ki: Yiyip içmekten men’-i nefs ettiği halde şer’an ve ahlakan memnu olan şeylerden kaçınmayanlar abdest alır iken a’zalar üzerinde üçer def’a elini mesh eden yürüten ve fakat yıkanmayarak kalan yerlerine dikkat etmeyen kimse gibidir. Her a’zası üzerinden ellerini üçer def’a yürüttü fakat asıl maksadı fevt etti. Maksad kuru bir yer bırakmamak Binaenaleyh bu adamın namazı merduddur. Caiz değildir. hakikat ve maksaddan gaflet edenler de tıbkı böyledir. Orucun hem zahirine hem de batınına riayet edenler abdest alırken her uzvu üçer def’a mükemmel yıkayan kimse gibidir. Hem aslı hem de fazlı cem’ etmiştir ki cihet-i kemal budur. El-hasıl her ibadetin zahiri ve batını kışrı ve lübbü vardır. Zahiri içinde bir takım dereceler vardır. Ahlak-ı zımdır. Ramazan-ı şerifin nihayetlerine doğru ve Bayram Namazı’ndan evvel kadın ve erkek havayic-i zaruriyyeden fazla olarak nisab-ı zekata malik olan her müslümanın kendilerine zekat vermek caiz olan fukara-yı müslimine muayyen mikdarda bir sadaka vermeleri vacibdir. Buna sadaka-i fıtır namı verilir. Bir ailede iri ufak kaç adam var oruc kendisinden sakıt olanlardan sadaka-i fıtır sakıt değildir. Tutana da tutmayana da sadaka-i fıtır mutlaka vacibdir. Bayrama yakın bir zamanda fukaraya i’tası vacib olan sadaka-i fıtırda ne mühim bir maslahat-i ictimaiyye vardır. Bayram eyyam-ı ferah ve sürur olduğu vechile herkes o gün yenilerini temizlerini giyerek izhar-ı şadumani edecek komşularını hısım ve akrabalarını ziyarete gidecek küçükler gülüp oynayacaklar canlarının istediğini alıp yiyecekler. El-hasıl her ma’nasıyla izhar-ı şadumani edeceklerdir. Fakat o gün kut-ı yevmiyyeye muhtac olan ne kadar fukara ve muhtacin vardır ki mübarek Bayram günleri bunların alamını hüzün ve kederini gidermek bizim sürurumuza onları da iştirak ettirmek insani ve ahlaki bir vazifedir. Birtakımları boynunu bükmüş mahzun ve mükedder durur iken diğerlerinin müzeyyen elbiseler yapmaları elbette muvafık-ı insaniyyet olmaz. İşte bunun sadaka-i fıtırı Kurban Bayramı’nda da fukaraya et tevzi’ ve taksimini malik-i nisab olan müslümanlara vacib kılmış ve bu suretle meserret ve müsavat-ı umumiyyeyi bir derece te’min etmiştir. Binaenaleyh sadaka-i fıtır pek kudsi bir muavenettir. Böyle mübarek bir günde boynu bükük yetimlerin bikes dul kadınların ihtiyar ninelerin ak sakallı dedelerin muhtac-ı muavenet bi’l-cümle fukaranın ellerine beşer onar kuruş vererek kalbindeki alam ve ıztırabatın tahfifine çalışmak bizim meserretimize onları da iştirak ettirmek ne büyük ne kudsi bir emele hizmettir. Bu bir vazife-i diniyyedir. Her müslüman bu vazifeyi ifa etmekle hem erbab-ı ihtiyacın tehvin-i ihtiyacına çalışmış hem de daire-i meveddet ve uhuvvetin tevessü’ etmesine yardım etmiştir. Nice oruc tutanlar vardır ki Bir kimse [Oruc tutmak yemeden içmeden vaz geçme Mısır ile İngiltere arasında hukuk-ı mütekabile esasına müstenid bir muahede akdi için senesi zarfında cereyan eden müzakerat bir neticeyi müeddi olamamış ve nihayet bu müzakeratı icraya me’mur olan Adli Yeğen Paşa kabinesi Kanunievvel tarihinde mezkur müzakeratın safahatını ve tarafeynin nukat-ı nazarını irae eden notaların neşrini müteakib isti’faya muztar kalmış idi. Adli Yeğen Paşa kabinesinin isti’fası Mısır efkar-ı umumiyye ve münevveresinde bütün ma’nasıyla bir hüsn-i te’sir husule getirmekle beraber İngiltere’nin Mısır hakkındaki niyyat ve makasıd-ı mahsusasıbir kere daha tevazzuh ve te’ayyün etmiş olmak i’tibarıyla mehafil-i münevvere de dahil olduğu halde Mısır’da bütün tabakat-ı ahali üzerinde derin bir asabiyet bir feveran vücuda getirmişti. Bu vaziyet ve bu şerait dahilinde artık re ile bu babda tekrar müzakerat-ı siyasiyyeye girişmek muhal ve mümteni’ olan bir tebdile tevessül kabilinden telakki edileceği için buna teşebbüs edecek olan herhangi bir racül-i siyasinin efkar-ı umumiyye huzurunda mahkum-ı sukut olması gayet tabii idi. hulul ettiği zaman Mısır doğrudan doğruya İngiliz idare-i örfiyyesinin ribka-i esareti altında bulunuyor bütün Mısır nezaretleri nazırsız olarak İngiliz diktatörü Lord Allenby’nin ta’yin ettiği vekiller elinde bütün acz ve meskenetlerini teşhir ve i’lan ediyorlardı. Bu hal bir iki ay kadar devam etti. Mısır’da hiçbir racül-i siyasi artık kabine teşkiline cesaret edemiyor halk mütemadi nümayişler tertib ediyor protesto-nameler yağdırıyor gazeteler ise köpürüyor hulasa Mısır baştan başa kıyam ve tuğyan emaresi gösteriyordu. Mısır milliyetperverlerinin ve hususiyle Sa’d Zağlul Paşa ve rüfekasının tevkif ve Seyşel adalarına teb’idi İngiltere’ye karşı vaki’ olan kıyam-ı gayr-ı müsellahı hatta müsellah ve kanlı bir şekle yavaş yavaş ifrağ eyliyordu. Mısır’ın umur ve ahval-i dahiliyyesi bu tarzda cereyan ederken diğer taraftan İngiltere hükumeti siyasi ve iktisadi bi’l-umum harici mesaile zamimeten bir de mesail-i dahiliyyeden addedilecek en mühim mevad ile iştigal etmek mecburiyetinde bulunuyordu. Zira İrlanda Hindistan mesaili aynı suretle ve Mısır mes’elesi gibi had şekiller almış idi. - - Bunun için İngiltere en mühim olan İrlanda mes’elesi etmek esasını iltizam ettiği için Mısır’da bir iki aydır devam eden kabinesizlik hali kıyam ve ihtilal hali anarşi hali muvacehesinde çar na-çar bir idare-i maslahat yolu ta’kibine mecburiyet hissediyordu. Bir kere bu en kötü olan İrlanda mes’elesi bitsin diyordu sonraları kolay… Fi’l-hakika böyle de olmuştu. Lloyd George kendi fikrince İrlanda mes’elesini bir esasa rabt ettikten sonra artık Mısır mes’elesiyle iştigale vakit bulabilmişti. hiyle diktatörü Lord Allenby ise bu bir iki aylık mecburi nezareti devresinde mevcud vaziyeti imkan derecesinde ber-taraf edebilmek için mevzi’i tedbirler almaktan ferağat etmiyor ve Mısır’da İngiliz tarafdarlığıyla ma’ruf rical-i siyasiyyeden birini ikna’ ederek her ne olursa olsun bir kabine teşkil ettirerek şekl-i zahiri olsun kurtarmaya çalışıyordu. Halbuki evvelce arz ettiğimiz esbab saikasıyla hiçbir Mısır racül-i siyasisi bu cesareti kendinde bulamıyordu. Zira ya hüsn-i niyyet sahibi idi İngiltere şahıs olacakti ve neticede Mısır kıyamcılarının sarp ve katı sadmelerine duçar olacaktı. Allebeny çok aradı ve çok uğraştı nihayet Sa’d Zağlol Paşa’ya karşı husumetiyle ve bi’t-tab’ İngiltere’ye karşı mümaşatıyla ma’ruf ve bununla beraber İngilizler kadar haşin bir politikacı bulabildi: Bu da Abdülhalık Servet Paşa idi. Servet Paşa çoktan kabine riyasetini kabul edecekti. Fakat Mısır’ın vaziyet-i ahiresine karşı gözü bağlı başıboş bu işe girişmek istemedi. Kurnaz ve zeki bir racül-i hükumet idi. Kendisine kabine teşkili için vaki’ olan teklife karşı evvel-emirde İngiltere’nin Mısır üzerinde Kanunievvel senesinde i’lan etmiş olduğu himayesinin ilgasıyla Mısır’ın istiklalinin tasdikini kabulde şart-ı esasi olarak dermiyan etmiş idi. Abdülhalık Servet Paşa bu dermiyan ettiği şart esası umumiyye indinde artık bir mütearife şeklini alan bu talebin velev zahiri olsun is’afı zaruretini seziyordu. Hususiyle Allebeny bu vaziyeti daha yakından hissettiği tarik-i siyaset ta’kib yeni bir şebeke-i iğfal ihzar etmek lüzumunu daha vazıh olarak idrak ediyordu. Nitekim İngiltere hükumeti tarafından daha geçenlerde Mısır umurunu muhtevi olmak üzere neşr ettiğiBeyaz Kitapta münderic olan yedinci vesika-i siyasiyyenin mütalaasından bu hakikati daha vazıh anlamak kabildir. Bu vesika ise o sıralarda Allebeny tarafından Hariciye Nazırı Lord Curzon’a gönderilen muhtıradır. Allebeny bu muhtırasında hulasatan diyordu ki:Hiçbir Mısırlı yoktur ki istiklal-ı tammı mutazammın olmayan her hangi bir İngiltere-Mısır Muahedesi’ne vaz’-ı lunmaktan artık müntic-i muvaffakiyet olamayacağı için sarf-ı nazar etmek lazımdır… Bu muhtıra ile Lord Allenby şunu demek istiyordu ki şimdiye kadar ta’kib edilen siyaset yolu İngiltere’yi bir çıkmaza getirdi. Şimdi na-mahsus bir soldan geri hareketiyle şu Mısırlıları bir müddet daha başka bir yoldan yürütmeliyiz. Bu yol ne olabilirdi? Pek vazıh pek muğfil ve pek uyuşturucu bir yol. Mısırlılara ne istiyorsunuz denilecek. ba’zı zaruri şeyler vardır ki onları da yavaş yavaş arzu ettiğiniz gibi hallederiz. Nasıl oldu mu? İşte bu kadar… Lord Allebeny’nin o sıralarda kurmak için i’mal-i fikr ettiği tuzak bu idi. Bununla hem Abdülhalık Servet Paşa’yı ikna’ ederek şu suretle kabineyi yeniden te’sis ettirecek hem Mısır güya müstakil olacak sonra sultan melik kral olacak istiklalin icab ettiği temsil-i harici meclis-i teşrii… ilh şeyler dahi olacak ve fakat hakikatte rabıta-i siyasiyyesini ta’bir-i diğerle Mısır’ın yine bir İngiliz müstemlekesi halinde beka ve devamını bu zahiri perde altında bütün fecaat ve hakikatiyle idame edecekti… Mısır münevverleri Mısır milliyet-perverleri kurulmak menfi bir cevab vermek salahiyetini elbette haiz değiliz. Hususiyle o esnada daha henüz Abdülhalık Servet Paşa’nın kabine riyaseti mevzu’-ı bahs olduğu sırada bu racül-i siyasi su-i kasdda bulunmak üzere bir cem’iyet-i yaneti neticesinde yakayı ele vermişti. Mısır’daBombalar Mes’elesinamıyla ma’ruf olan bu teşebbüsatın muhakemesi hala İngiliz Divan-ı Harb-i Örfisi’nde bütün hararetiyle devam ediyor. Binaenaleyh biz gerek bunu ve gerek Mısır gazetelerinde daha o zamandan vaki’ olan şiddetli hücumları bildiğimiz için bi’t-tabi’ Mısır münevverlerinin kendileri için ihzar edilmekte olan yeni bir kabul edebiliriz. senesinin arz ettiğimiz vechile ilk ayları Mısır’da şedid bir buhran-ı siyasi ve ictimai ile mürur ederken Lloyd George İrlanda mes’elesini ikmal etmiş ve artık Mısır mes’ele-i dahiliyyesiyle iştigale vakit bulabilmişti. Şubat evasıtında Lord Allebeny’yi derhal İngiltere’ye da’vet etti. Kendisiyle uzun uzadıya görüştükten sonra uyuştular. Ve Allebeny hemen avdet ederek Şubat Bunun üzerine İngiliz rical-i siyasiyyesiyle vaki’ olan müzakeratı neticesinde kararlaştırılan mevaddı havi olmak üzere Şubat tarihindeMısır Sultanı Fuada bir muhtıra ve bu muhtıraya melfuf bir zeyl-i siyasi tevdi’ eyledi. Herkes bütün gazeteler Allebeny’nin Londra’dan getirdiği bu yeni hediyenin mahiyetini anlamak ve gerek zeyl-i siyasisi gazetelere tevdi’ edilir edilmez bu hediyenin nadide bir şey olmadığını ve uzun zamanlar gerek Mısır gerek İngiliz siyasi peykelerinde kala kala çürümüş bir meyveden ibaret olduğunu görünce herkes hayret etmiş idi. Hususiyle bu meyve bu kere yaldızlı bir kağıdla sarılı bulunuyordu. Evet bu meyve İngiliz müstemlekeciliği ve üzerindeki yaldız ise istiklal.. Hem Fi’l-hakika maddeyi muhtevi bulunan bu muhtırasında Allebeny İngiltere’nin Mısır ile olan alakasını ne yana yakıla anlatıyor ne diller döküyordu. İngiltere Mısır üzerindeki himayesini artık ifa etmek istemiyormuş ancak Mısır’ın müdafaa ve istikbali İngiltere için hayati bir mes’ele olduğundan çar na-çar şimdilik yine sırf Mısır’ın menafiini vikayeten ba’zı tedabire tevessül etmek zaruri imiş… ilh. Esasen bu muhtırada melfuf zeyl-i siyasi vaki’ olan teklif ve ittihaz olunan karar hakkında İngiltere’nin bütün makasıdını tamamıyla irae edeceği için ber-vech-i ati aynen nakl etmek mecburiyetinde bulunuyoruz: İngiltere hükumeti öteden beri izhar ettiği makasıda tevfikan derhal Mısır’ın müstakil ve hakimiyet sahibi bir devlet olmasını i’tiraf etmesini arzu eder. Ancak İngiltere ile Mısır arasındaki alakalar Büyük Britanya İmparatorluğu’nca haiz-i ehemmiyet olduğundan atideki esasatı i’lan eyler. - Mısır üzerinde İngiliz himayesi hitam bulmuştur. Mısır müstakil ve hakimiyet sahibi bir devlet olacaktır. - Mısır sultanının hükumeti bütün Mısır ahalisi üzerine nafiz olmak üzere Tazminat Kanunu’nu - İngiltere hükumeti ile Mısır hükumeti arasında atideki mevad hakkında dostane ve tarafeyn için gayr-ı lik-i cedidi arasında muhadenet-karane telgraflar teatisi suretleriyle kabil olduğu derecede ciddiyeti hakkında efkar-ı umumiyye üzerinde bir te’sir-i mahsus icrası düşünüldüğünü burada kayd u ezkar edebiliriz. Bi’t-tabi’ ba’zı sadedilan ile halkın henüz bir hars-ı siyasiye malik olmayan aksamı bu nümayişlerin meshuru oldular. Hatta münevverler ve milliyet-perverler dahi bu köpüklerin ve dalgaların muvacehesinde iltizam-ı sükun ve itidale muztar kaldılar. Bunun neticesi olarak bütün Mısır baştanbaşa neşve ile dalgalandı. Binlerce mumlar renkler ve zinetler aylardan beri devam eden galeyan ve feveranın üzerine hafif bir cila serpti! Fakat bu sermesti-i zahirinin humarı geçer geçmez vaziyet bütün ma’nasıyla daha ciddi bir şekil almış bulunuyordu. Fi’l-hakika vaziyetin eskisinden ne derece daha müdhiş olduğunu İngiltere’nin Mısır’a lütfen bahşettiği lar mündemic bulunduğunu anlamak ve ta’bir-i diğerle efkar-ı umumiyyeye anlatmak keyfiyeti derhal bütün savletiyle kendisini göstermiş bulunuyordu. Hatta himayenin ilgasından ve Mısır için temsil-i haricinin kabulü suretiyle İngiltere’nin resmen ittihaz ettiği kararın samimiyetine düvel-i ecnebiyyeden bazıları bile aldanmış idiler. Fakat İngiltere bu def’a Mısır için tertib ettiği oyunun netayic-i vahimesini derhal derk ederek Beyaz Kitap’ta münteşir ve Mısır himayesi ilgasının nefsirine dair’ncı vesikayı mezkur devletlere tebliğe muztar kalmıştı. İngiltere tarafından düvel-i ecnebiyyeye verilen bu izahane gazetesinde dahi neşr olunmuş şünülerek neşr edilmemek istenilmiş idi. Bu vesikada ez-cümle deniliyor ki:Mısır üzerindeki himayeye nihayet verilmesi Mısır’ın diğer devletlere nisbetle mevcud vaziyet-i hazırasının tebeddülünü iktiza etmez. Mısır ile İngiltere arasındaki hususi alakalar yalnız biyyeye taalluku yoktur. Bunu ayrıca devletlere tasrih edeceğiz… bidayetinden beri izah etmek istediğimiz maksad-ı esasisini son def’a olarak tertib ettiği istiklal efsanesini Mısır mehafil-i münevveresi derhal takdir etmiştir. Nitekim Kahire’de münteşir gazetesinin Mart tarihli nüshasında Lord Curzon’un bir tebriknamesinden bahsedilerek deniliyor ki: İngiliz siyaseti hala bizim bir istiklal-i hakikiye nail olduğumuzu bize inandırmak ve sevindirmek istiyor. mukayyed müzakeratta bulunularak ittifaknamelerin tanzimi kabil olabilecek zamana kadar İngiltere hükumeti suret-i mutlakada şu hususatı deruhde etmekte devam eder: Mısır’da Britanya İmparatorluğu’nun turuk-ı muvasalasını te’min Bizzat veya bi’l-vasıta Mısır’da vaki’ olacak herhangi bir ecnebi taarruz ve müdahalesine karşı Mısır’ı müdafaa Mısır’da menafi-i ecnebiyyeyi ve ekalliyetleri himaye Sudan mes’elesi vadda müte’allik umur olduğu gibi kalacaktır. Allebeny’nin bu muhtırasının ve bu zeyl-i siyasisinin neşrinden sonra Abdülhalık Servet Paşa kabine teşkili müteakib Mart tarihinde sadır olan bir ferman-ı sultani ile hey’et-i nüzzar riyasetini kabul etmiş ve aynı tarihde takdim ettiği ariza-i teşekküriyyede artık müstakil bir Mısır idaresini te’sis için bir taraftan meclis-i teşriinin te’sisine ve diğer taraftan diğer devletlerle münasebat-ı hariciyyenin ihdasına gayret edeceğini beyan etmişti. Mısır efkar-ı umumiyyesi bu birbirini ta’kib eden hadiseler muvacehesinde gayet tabii bir sükun ve intizar vaziyetine girmeye mecbur kalmış idi. Zira henüz Allebeny tarafından vaki’ olan bu te’minat İngiltere mecalis-i teşriiyyesi tarafından resmen müzakere kabul ve tasdik edilmiş olmadığı için bir de bu neticenin tahassülünü istiyordu. Lloyd George az bir müddet zarfında ve birkaç celse himayesinin Mısır üzerinden ref’i ile beraber ba’zı kuyud-ı ihtiraziyye ile Mısır’ın müstakil bir devlet olması esası resmen kabul ve tasdik olunarak keyfiyyet Mısır hükumetine ve Mısır sultanına bildirilmiş ve bunun üzerine Mısır Sultanı Fuad Mısır Meliki Fuad-ı Evvel namını alarak Abdülhalık Servet Paşa’ya hitaben Mart tarihinde ısdar ettiği bir hatt-ı hümayun ile Mısır’ın eylemişti. Bu hadise derhal İngiliz mehafilinin ve tarafdarlarının şedid propagandalarıyla Mısır’ın her cihetinde kemal-i tantana ve debdebe ile işa’a ve bütün cihan ajansları vasıtasıyla i’lan edilmiş ve Mısır dahilinde yüz bir pare top endahtı donanmalar tertibi merasim-i kabuliyye ve tebrikiyye ihzarı ve nihayet İngiltere kralı ile Mısır mebirinci musahabeyi vermiş olan Kazım Nami Bey izah ettiler. Kazım Nami Bey ahlak ve hadisat-ı ahlakiyyenin ne demek olduğunu ve bunların ehemmiyetini izah ederek hüviyet-i milliyyesini gayb etmek istemeyen bir milletin kendi an’anatına revabıt-ı ahlakiyyesine sadık kalması lazım geldiğini başka milletlerin ahlakını adatını taklide çalışmak ahlaki rabıtaları çözecek demek olduğu mak istemiş ve ahlak-ı İslamiyyenin istinad etmiş olduğu esasların ulviyetini anlamak içinBen mekarim-i ahlakı rece-i şümulünü saatlerce düşünmeye sevk eylemiştir. - - Mısır’da İngiltere himayesi muktezeyatını hala muhafaza etmektedir. Bunlar miyanında İngiltere’nin haricen Mısır’ın müdafaa-i askeriyyesini ta’ahhüd etmesi ve dahiline ekalliyetlerin hukukunu muhafazaya kıyam eylemesi bu babda birer delildir. dır. Mısır’ın hala haricte hiçbir hakimiyet-i siyasiyyesi bulunmamaktadır. Mevcud olan şekli ise asıl hakikati değiştiremeyecek derecede suri ve zahiridir. ta’biriyle ifade etmek istiyor. Eğer fi’l-hakika bu isim müsemmasına tetabuk edecek olsa milletler için en ziyade sevilmeyecek istenmeyecek şey bu olurdu. Her halde son telgrafnamesindeki mebhusun-anh istiklal değildir. Eğer bu tebrikname İngiltere tarafından temsil edilmek ka… Fakat hakikatte aldanıyor ve hakikati maa’l-esef göremiyorlar. Artık bu hakikati İngiliz siyasileri takdir etsinler ve onların ta’kib ettiği tarz-ı siyaset muvacehesinde kimsenin aldanmadığını anlasınlar millet aldanacak bir vaziyette değildir. İngiltere Mısır’da cereyan eden vukuatın ruhunu artık bilmelidir. İngiltere iyice vakıf olmalıdır ki millet şimdiye kadar girişmiş olduğu cidal-i siyasiyi bu kere de aldanarak terk edecek değildir. Zira Mısırlılar bu cidale devam ettikçe asıl istiklal-i hakikiye lafzi ve suri olmayan istiklal-i tamma nail olacaklarına kanidirler. Bunun için de türlü türlü ibhamlarda bulunuyor. Bunlar miyanında hey’et-i nüzzar reisine Lord Curzon tarafından gönderilen son tebrik telgrafnamesini irae edebiliriz. Zira bu telgrafnamede Mısır’ın hal-i hazırdaki vaziyetinden bahsederken bu vaziyetiistiklal-i tamta’biriyle ri doğru olmak lazım gelseydi hukuk-ı düveli başından nihayetine kadar inkar etmiş olmaklığımız icab eder ve onun yerine yeni bir eser vücuda getirip bundaistiklal-i tamta’birini büsbütün evvelki tarz-ı telakkinin muhalifi bir tarzda tesbit ve ta’yin etmemiz lazım gelirdi. O zaman bu esere nazaranhimayenin ma’nasıistiklal işgalin ma’nasıhürriyetvetahakküm-i ecnebinin ma’nasıhakimiyet-i milliyyeolurdu. Ne garib şey.. Lord Curzon bize aklın kabul etmediği şeyi nasıl kabul ettirmek istiyor. Nasıl olur da bizim bulunduğumuz bu vaziyeti istiklal-i tam ta’biriyle ifade ediyor. Nasıl oluyor da işgal ve himaye halitasından bir mevcud hakikatleri göz göre göre tahrif etmekten başka bir şey ifade eder mi? Halbuki Mısır’ın müstakil bir devlet olduğuna hakimiyet ve istiklale malik olduğuna dair İngiltere’nin i’tirafına ve himayenin resmen İngiltere parlamentosunun kararıyla ref’ine rağmen Mısır hala tahakküm-i ecnebi altında bulunuyor ve hala işgal-i ecnebi evamirine münkad bulunuyor. Sebebi gayet vazıhtır: Mısır hala İngiltere işgal-i askerisi altındadır. Mısır’da hala işgal-i ecnebi namına olarak idare-i örfiyye ahkamı cari olmaktadır. Gazetelerle i’lan edilen Ramazan musahabelerinin salonunda Şer’iyye Vekaleti Tedrisat Müdir-i Umumisi Aksekili Ahmed Hamdi Efendi tarafından verilmiştir. Bu musahabede meb’usandan zabitandan muallim ve münevverandan birçok zevat ile beraber Darulmuallimin Mekteb-i Sultani talebeleri ve ali dersler müdavimleri de hazır bulunmuştur. Sami’ler üzerinde pek ziyade hüsn-i te’sir husule getiren bu konferansın hulasasını ber-vech-i ati derc ediyoruz: Efendiler Maarif Vekaleti tarafından tertib edilen Ramazan musahabelerinin istihdaf ettiği gayeleri dün saik-ı fıtri ile halikını bilmiş halik-ı hakimine karşı taabbüd nın dinden başka bir mürşid tanımamasıdır. Maamafih beşeriyet bi’l-ahare her şey hakkında az çok hükümler vermeye başlıyor. Fıtri bir saikle ibadet eylediği halikına hayal-hanesinde birtakım şekiller suretler veriyor. Daha sonra hayal-hanesinde kalan o nukuşa zahirde bir şekil vermek isteyince enva’-ı dalalet meydan alıyor. Bu devirde beşeriyeti dalalden kurtarmak için birçok peygamberler de ba’s buyuruluyor. İşte felsefe devri denilen devir budur. Bu devrin vasf-ı mümeyyizi iman devirdir. Sa’adetinin ulum-ı müsbeteye merbut olduğunu Efendiler şu taksimin ne derece doğru olduğunu burada tedkik edecek değilim. Maamafih şunu da söylemek lik gibi her türlü dalaletlerden mukaddemdir. Efendiler burada bir hatayı tashih etmek isterim. Ba’zı kimseler hatta bir kısım felasife beşeriyetin geçirmiş olduğu şu edvar-ı muhtelifeye bakarak pek yanlış hükümde bulunyorlar. Bunlar demek istiyorlar ki din tufuliyet-i beşeriyyenin mahsulüdür. İlim devrinde dinin yeri yoktur. Binaenaleyh asri cem’iyetlerde dinin vazifesi ferdlerin bedi’i zevklerini tatmin etmektir. Hukuk ahlak gibi şeyler dinden hariçtir. Efendiler Avrupa’da çıkmış ve maa’t-teessüf bize kadar gelmiş olan bu fikrin ne kadar merdud olduğunu ne derece mahrum olduğu her asırda dini ve felsefeyi mevcudiyetiyle sabittir. Medeniyet-i cedidenin medar-ı zevk-i felsefiyi görüyoruz. Maamafih efendiler Avrupa mütefekkirleri böyle bir hükmü vermekte pek haklıdırlar. Çünkü onların dinden maksadları Hıristiyanlık’tır. O Hıristiyanlık ki istinad eylediği şey Hazret-i İsa’dan çok sonra şunun bunun tarafından yazılmış bulunan enacil-i muhtelife daha doğrusu kilise tarihleridir. Hiç şübhe yok ki Hıristiyanlığın almış olduğu hurafi şekil Avrupa mütefekkirlerinin dimağını tatmin edemezdi. Bunun içindir ki İncil’in tealimi mucebince kendilerine Hazret-i İsa’nın Cenab-ı Allah’ın yeryüzünde –haşa- vekil-i mutlakı süsünü veren rahib ve papasların din namına irtikab eyledikleri mezalim ve rezail asr-ı ahirde bir takım mütefekkirlerin dine karşı şiddetli muhacematını tevlid etmiştir. Fakat söylediğim Efendiler işte bendenizin bu musahabe ve konferanslarda anlatmaya çalışacağım mes’ele deahlak-ı din-i fıtri ve bir din-i umumi olduğudur. Evet bütün musahabelerim Müslümanlığın fıtri tabii umumi bir din olduğu mes’elesinin izahı etrafında olacaktır. Buna bir mukaddime ile girmek istiyorum. Efendiler birçok mefhumat-i evveliyye gibi tedeyyün mefhumu da insanlarda fıtridir. İnsan gözünün önüne açılmış bulunan kitab-ı kainata nazar-ı im’an ile bakarak onun sahibini aramak ve bulmak fıtratında yaratılmıştır. Evet efendiler insan öyle bir fıtratta yaratılmıştır ki: kudret-i baliğa-i samedaniyyeyi izhar eden asgar-ı namütenahi ve a’zam-ı na-mütenahi-i havarık huzurunda bir insan için mütehassis olmamak kudretin sahibini arayıp bulmamak kabil değildir. Onun mevhubat-ı fıtriyyesi buna müsaid olamaz. Bunun içindir ki Halik-ı kainata iman ve ona karşı ibadet tazarru’ ve niyaz ondan havf ve haşyet hisleri insanda fıtri ve cibillidir. Tarih-i beşeriyetle beraber ruhiyat ilmi de bunu te’yid etmektedir. Bi’l-ahare birtakım müessirat-ı tabiiyye ve avamil-i ictimaiyyenin te’siriyle fıtrat-ı asliyyesini gayb eden beşeriyet gerek halikını ta’yin hususunda gerek ona karşı izhar etmek mecburiyetinde olduğu ibadette zaman zaman birtakım dalaletler arz etmekten de hali kalmamıştır. Mesela: Evvela saf ve samimi bir hisle halikına arz-ı ubudiyyet eden insan bi’l-ahire halikı zahiren de görmek y‡³À µ²¹·À Y® ¹\Yž Ë~Êyž ¿–uª¹À ¹ª¹® ©¦ ²µ µ²Yk¯À Hadis-i alisi bu noktaya işarettir. Fıtrat-ı asliyyesini gayb ederek dalalete düşen beşeriyeti tarik-i hakka irşad için Cenab-ı Hak birçok peygamberler söylediklerini kabul etmiş ve bir kısmı da aksine hareket etmiş ve bundan dolayı tarih-i beşer mü’min ve kafir gibi iki silsile arz eylemiştir. Efendiler işte beşeriyeti irşad için Cenab-ı Hak tarafından ba’s buyurulan ve Hazret-i Adem ile başlayan peygamberlik Risalet-meab Efendimiz’le hitama ermiş ve suhuf halinde bed’ eden kütüb-i semaviyye de Kur’an-ı Kerim ile derece-i kemal bulmuştur. Efendiler dinin arz etmiş olduğu şu tekamülü gören ba’zı ulema din hususunda beşeriyetin üç devir geçirmiş olduğuna zahib oluyorlar: Fıtrat devri felsefe devri ilim devri. Devr-i fıtrat insanların fıtri bir iman ile mü’min ve mu’te’kid oldukları devirdir. Beşeriyet bu devirde bir gibi bunların hücum ettikleri din Hıristiyanlık’tır. Bunun taraftan bir din-i tabiinin lüzumundan Cenab-ı Hak’tan ebediyet-i ruhtan bahsediyor. El-hasıl Avrupa mütefekkirlerine din aleyhinde bulunmalarıhukukun ahlakın dinde yeri yoktur din ferdlerin bedi’i zevklerini tatmin tahakkümünden kurtulmak Allah namına istediğini tahrim istediğini tahlil eden kilisenin verdiği hükümlere boyun eğmemek kiliseyi kendi işlerine karıştırmamak bir kitab-i münzel vardı. Şu halde Avrupa’da başlayan dinsizlik cereyanının bizimle ne münasebeti var? Avrupa mütefekkirleri Hıristiyanlık aleyhinde bulunuyor diye bizim de din aleyhinde bulunmamız bunu da bir moda gibi telakki etmemiz Avrupa’nın aleyhinde bulunduğu din ile Müslümanlığı tefrik etmemek değil midir? Daha doğrusu din namına hiçbir şey bilmediğimizi ve kör körüne Avrupa’yı taklid ettiğimizi gösterir ki mütefekkir geçinen bir adam için cidden ayıptır. Efendiler bugün Avrupa’da dinsizlik cereyanı artık ehemmiyetini gaib etmiştir. Birçok acı tecrübelerden sonra Avrupa mütefekkirleri anladı ki beşeriyet için dinsiz yaşamak mümkün değildir. Din hislerinin din rabıtalarının gevşemesi yüzünden zuhura gelen elim hadiseler artık aklı başında olan her mütefekkiri düşündürmeye ve bunun yegane sebebi dinsizlik olduğu kanaati hüküm-ferma olmaya başlamıştır. Bi’l-hassa Jol Simon pek ziyade ehemmiyetle bahsettiği din-i tabii birçok mütefekkirler tarafından da ileriye atılmıştır. Deniliyor ki: Beşeriyet için bir din lazımdır. Din beşeriyetin ihtiyacat-ı maddiyye ve ruhiyyesini birlikte tatmin ve te’min etmelidir. Ahkamı tabiat-ı beşeriyye ile uygun olmalıdır. Tabiat-ı beşeriyye Şu halde bu devir dinsizlik devri değil bilakis beşeriyetin din-i fıtriye rücuunun tariklerini taharri etmesi devridir. Efendiler bendeniz iddia ediyorum ki beşeriyet için fıtri tabii umumi bir din varsa da ancak Müslümanlık’tır. Müslümanlık’tan başka hiçbir din fıtri ve umumi bir din olmak mahiyetini haiz değildir. Evet bir dinin fıtri ve umumi olabilmesi için onun tabiatla tesadüm edebilecek ahkamın bulunmaması la-zımdır. A’sar-ı muhtelifenin hakiki fikirleriyle kabil-i te’lif olmak lazımdır. Edyan-ı mevcude içinde bu şeraiti bi-hakkın cami’ olan ancak Müslümanlık’tır. Bunu isbat lim. Efendiler İslam i’tikadının birinci rüknünü teşkil eden vahdet-i ilahiyyedir. Tevhid ve tenzih-i Bari’dir. Bir müslüman her şeyden evvel i’tikad eder ki: Kainat ancak bir halikın eser-i sun’udur. Mevcudat-ı na-mütenahiyyenin tek bir halik-ı azimi bir sani’-i hakimi vardır. O halikın onun şerik ve şebihi yoktur. Hakikat-i ilahiyyesini idrakten beşer kat’iyyen acizdir. Her şey her kudret ve kuvvet bi’n-netice onun meşiyet ve iradesine tabidir. Her şey ondan sudur eder ve yine ona rücu eder. Ezelidir ebedidir. İbadet de yalnız ona olur. O halik her şeyi bir sebebe rabt etmiş ve her şeyin husulü için bir kanun ta’yin etmiş olduğundan insanların dünyevi ve uhrevi mes’ud olabilmeleri mutlaka onun ta’yin eylemiş olduğu kanunlara tevfik-ı hareket etmelerine mütevakkıfdır. Efendiler İslam’ın esasını teşkil eden şu i’tikad-ı metin hiçbir dinde yoktur. Bugünkü Hıristiyanlık ma’lum olduğu cihetle vahdet değildir tesniyet esasına müsteniddir. Yahudiyet’teki vahdet de tam bir vahdet değildir. Hıristiyanlık beşeri te’lih ediyor Yahudilik de vahdet-i hakikiyyeden teşbihe sukut ediyor. Müslümanlık ise tam ma’nasıyla bir vahdet arz ediyor. Efendiler İslam’ın erkan-ı esasiyyesinden olan vahdet-i ği bir şeydir. Bu i’tikad ile uyuşmayacak ciddi bir felsefe tasavvur edemeyiz. Evet bir müslümanın huzur-ı azametinde boyun eğdiği tevhid-i Bari mes’elesi beşeriyetin vasıl olabileceği en son bir terakki olduğu bugün umumen teslim edilmektedir. Hadisat-ı kevniyyedeki intizamı ve eşyadaki muhayyiru’l-ukul kesret altında mestur bulunan vahdet-i amikayı müşahede ve tefahhus insanı ancak tevhid-i Bari akidesine irtika ettireceğini asr-ı hazırın en büyük feylesofları şübhe yoktur ki kainatta amil olan kuvvetleri bir kuvvete nizam-ı alem ve havadis-i kevniyyenin mecmu’unu alimler en büyük feylesoflar bugün müttefikan kabul ediyorlar kialem-i mahsusatın aksa-yı hududunda bir hakikat-i mutlaka vardır ve onu idrak vüs’ümüzün fevkindedir. Bidayet ve nihayetini tasavvur edemediğimiz bu kudret-i sermediyye her yerde tecelli ediyor ve her şey ondan zuhur ediyor. Efendiler işte asr-ı ahirin medar-ı iftiharı olan ulema ve feylesoflar tarafından bugün i’tiraf olunan şu hakikat esası olmak üzere takrir buyurulmuştur. Feylesofla¹]—®YÀ _žy—® ¡n כY³žy–Y® ¥²Yo]~ rın şu fikirleri Hakikat-i Müslümanlığın kabul etmiş olduğu melek hıristiyanların kabul ettikleri ve resimlerini kiliselerde yaptıkları gibi birkaç arşın boyunda binlerce kanada malik bir kuş değildir. Fi’l-hakika bir müslüman meleğin kanadını da kabul eder. Fakat müslüman bilir ki meleğin kanadı kuşun kanadı gibi değildir. Her şeyin kanadı kendine göre olur. Kur’an-ı Kerim ebeveyninize karşı tevazu’ ve merhamet kanadlarınızı döşeyiniz diyor. Ebeveynin de evladına karşı himaye kanadları var. Fakat hiç birisi diğerine benzemez. İşte bunun içindir ki bir müslüman meleğin kanadı ta’birinden mutlaka kuş gibi bir mahluk olmasını anlamaz. Bu kuvveti mahiyeti i’tibarıyla görmek anlamak ancak ekmel-i mahlukat olan enbiyaya mahsustur. Onlara temessül ve eşkal-i muhtelifede tecelli eder. El-hasıl efendiler bu mes’elenin de ilim ile gayr-ı kabil-i tevfik bir ciheti yoktur. Her zerrenin müdiri muharriki olarak bir kudret bulunduğunu düşünürsek beşeriyetin binlerce asır mihnetli tecrübelerle bir dereceye kadar yaklaşabildiği bir hakikat biz müslümanlara lisan-ı vahiy ile söylenmiş olduğunu i’tirafa mecbur oluruz. YENİGÜN Bir gün evvel milletimizin ruhunda hiç yeri olmayan sun’i ve sahte tamamıyla taklidden ibaret Mayıs bayramından Bolşevik Sefareti’ndeki musiki müsameresinin hazıruna bedi’i bir gün yaşattığından al bayrak anarşistler şarkısı kommon marsiyereş varşavyanka enternasyonal marşlarının Sefarethane erkanı tarafından piyanonun iştirakiyle söylendiğinden Madam Veçerkasofa yoldaşın inşad ettiği Bolşevik İnkılabı şiirinin şedid heyecanlarla alkışlandığındantakdirlerle tebcillerle bahseden vebu nevi’ faaliyetlerin mürettiblerini tebrik edenYenigün gazetesi ertesi gün yine aynı sütunda Maarif Müdüriyeti’nin Ramazan’a mahsus olmak üzere mekteplerde her gün birer saat Kur’an-ı Kerim ile din dersleri gösterilmesi hakkındaki ta’mimini öyle bir lisan-ı nihayetine kadar her satırından gayzlar taşıyor. Kıraet kitapları bırakılarak’Amme’ okunmaya başlanması çocukların kafalarında ne varsa bayram ertesine kadar silip süpüreceğiniyana yakıla söyleyen Yenigün yine kendisinin birkaç gün evvelki nüshasında Kur’an-ı Kerim ulum-ı diniyyenin yalnız bir saat kıraet ve fen derslerinin ise yevmiyye ikişer saat gösterileceğini yazdığını bile unutacak kadar gaflete düşüyor yahud efkarı tağlita çalışıyor. Şurası da dikkate şayandır ki İslam’ın akide-i tevhidi kadar ruh-ı beşeri yükselten insana hürriyet ve istiklalini bahşeden bir akide daha tasavvur edilemez. Çünkü bütün kudret ve kuvvetin Cenab-ı Hak’ta olduğunu insanlar her hangi bir şeyde muvaffak olabilmek için Allah’ın kanunlarına esbab-ı zahireye teşebbüs etmek lazım geldiğini bir kimseye boyun eğmez. Başka insanların da kendisi gibi aciz olduğunu anlar. Ancak Allah’ın yapabileceği bir şeyi başkalarından istemez. Tevhid-i Bari akidesine bağlı olan bir müslüman mukteza-yı beşeriyyet yapmış olduğu günahların afvı için başka insanlara değil yalnız Allah’ına yalvarır. El-hasıl bir mü’min-i muvahhid her hangi bir iş için ölülere türbe ve kabirlere yahud kendisi gibi insanlara değil ancak Allah’ın kanunlarına iltica eder. O bilir ki kendi ile Allah arasına başka bir vasıta koymak şirktir küfürdür. Halbuki bir hıristiyan böyle midir? Asla! Bir hıristiyan mutlaka rüesaya boyun eğmek ona hudu’ ve huşu’ etmek günahlarının afv edilmesi için Allah’a değil papasa yalvarmak mecburiyetindedir. Onun Hıristiyanlığı da Hıristiyanlık’tan çıkması da papasın elinde günahlarının afvı da böyle! Yeryüzünde Hazret-i İsa’nın vekil-i mutlakı olan papas afv ederse Allah da afv eder etmezse o da afv etmez. Şimdi hakka’l-insaf düşününüz! Beşeriyeti bu derece tezlil eden bir din her hangi bir mütefekkiri isyana sevk etmez de ne yapar. Böyle bir şeyi aklı başında olanlar kabul eder mi? Demek ki İslam’ın akide-i tevhidi hiçbir Efendiler İslam’ın akaid-i esasiyyesinden biri de melektir. Her Müslüman i’tikad eder ki Hallak-ı alem vacibü’l-vücud hazretlerinin melek namında mahlukatı vardır. Hikmet-i İslamiyye kudret-i ilahiyyenin her zerre-i tecellisine melek unvanı veriyor. Kudret-i ilahiyyenin temşiyet ve tedbir-i umura taallukunu ta’rif ve izah ederken bir katre yağmurun bile bir melek vasıtasıyla inzal edildiğini söylüyor. Müslümanların iman ve i’tikad ettikleri şu hakikatin de ilme muhalif bir ciheti yoktur. Bugün umumen teslim edilmektedir ki kainat bir alem-i havadisdir. Bu alemin hakikat-i zatiyyesi bilinemiyor ve işbu hadisat kuva-yı tabiiyye avamil-i ictimaiyye müessirat-ı ahlakiyye şekillerinden muhtelif unvanlarla bir takım kuvvetlere rabt ediliyor. Fakat bu kuvvetlerin ne olduğu biliniyor mu? Hayır! Yalnız bu kuvvetlerin vücudu kabul ediliyor. ­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul A’yan Meclisi – Cem’iyet-i İslamiyye’de böyle bir müessesenin hikmet-i mevcudiyeti yoktur – Gaye: Şeriatın hakimiyet-i tamme ve daimesini te’mindir – Hatime – Bu eseri yazmaktan maksad – Garblılaşmak tarafdarlarının hatalarını göstermek – Hüviyet-i İslamiyyemizi tebeddülden muhafaza lüzumu – Müslüman sınıf-ı mütefekkirinine düşen mücahedenin ehemmiyet ve azameti – Fazla medenileşen alafranga terbiyeyle yetişmiş üst tabaka çocukları – Medenileştikçe Müslümanlık’tan çıktığımızı hoş gören eblehler – Dinsizliğin aksülameli başladı – Beşeriyetin hakiki mürşidleri – Nübüvvet ve risalet –Vahiyne demekti? –Vahyin imkanı – Feyz-i hak umumidir – Hazret-i Peygamber’in vücuda getirdiği inkılab-ı muazzam – Mertebe-i nübüvvetle mertebe-i beşeriyyet arasındaki fark-ı azim – Vahiy ve nübüvvetin keyfiyeti – Vahiy ve nübüvvet şuun-i sabite-i tarihiyyedendir – Zat-ı Muhammedi’nin vücuda getirdiği havarık-ı tarihiyye – Kur’an-ı Kerim’in hiçbir harfi bile tahrife uğramamıştır. Ceziretü’l-Arab ümerası arasındaki münasebat – İngiltere’nin İbnü’s-Suud’u kazanmak istemesindeki maksadı. pek tabiidir. Zira öyle bir layiha için muayyen bir milletin bütün ihtiyacat-ı siyasiyyesini tedkik ve te’mine tahsis edilmiş binaenaleyh pek hususi tabiatta öyle bir sa’y ister ki o milletin seviye-i ahlak ve irfanını zati seciyesini ruhunu kendine bedreka-i ilham ittihaz etmiş olsun. Bundan başka akvam-ı İslamiyye arasında pek çok cihet-i camia bulunmasına rağmen bi’l-farz teşkilat-ı siyasiyye namına kabul edilen tek usulün hepsine uygun geleceği tasavvur edilemeyeceğinden şu eseri okuyanların mütala’at-ı mesrude arasından öyle bir usul keşfine kalkışmayacakları da pek aşikardır. Evet benim bu eseri yazmaktan maksadım akvam-ı lidleri ve bu taklidlerle birlikte yine garbın siyasi olduğu kadar ictimai bulunan mebde’leri kabul edildiği takdirde –ki birincisinin kabulü bi’l-mecburiyye diğerlerinin de kabulünü müstelzimdir– düşeceğimiz telafisi gayr-ı kabil hatadan Müslüman karilerimizi siyanet etmektir. Fi’l-hakika şayed Müslüman bir millette garblılaşmak tarafdarı bulunanlar kendi gaye-i hayaliyyelerini tamamıyla tahakkuk ettirecek olsalardı acaba akibet ne renk kesb ederdi? Evet o zaman görürürlerdi ki bunlar mevcud teazud-i ictimai-i İslamiyi kaldırıp yerine garbın sunuf-ı ictimaiyyesi arasında hükümran olan kin ve rekabeti koymuşlar. Bu suretle hürriyet ve müsavat-ı ferdiyyeyi bitirmişler o Müslüman kavmi de garb milletlerinin yaşadıkları hiç arzu edilmeyen şeraite yani sunuf-ı hak için ebediyyen yek-diğeriyle boğuşmak zaruretine mahkum bırakmışlar başka hiçbir şey yapmamışlardır. O zaman göreceklerdi ki garb milletlerinin arasındakine benzer şiddetli bir kin o güzel uhuvvet-i İslamiyyenin yerine kaim olmuş sonra müslümanları birbirine bağlayan gaye-i müştereke-i İslamiyye öyle hayali öyle muğfil öyle na-payidar birtakım gayeler uğruna kurban edilmiş ki insanların hodgamlığından ihtirasından ihtiyacat-ı atiyyesinden doğan bu gayeler sunuf-ı efradı tefrikalara uğratarak arada uyandıracağı husumet ve nefret-i mütekabile yüzünden ebediyyen yek-diğerini ızrara sevk edip duruyor. Heyhat! Bir milletin umran-ı iktisadi ve nüfuz-ı siyasisi bütün bir cem’iyeti fevza-yı ictimai girdabına sürüklemekle tahakkuk edemeyeceğini ve ecnebi hakimiyet-i siyasiyye ve iktisadiyyesine bu suretle hatime çekilmeyeceğini sonunda şübhe yoktur ki her ne kadar çok geç olsa da yine ilk evvel bu garblılaşmak tarafdarlarının kendileri anlayacaklardır. Zamanımızda cihan-ı İslam’ın garblılaşmasından istihsal edilecek netayice aid olarak beslenilen mühlik hayalat ise evvela hayali bir telkinden sonra mesail-i A’yan Meclisi A’yan Meclisi eşhas ve sunuf-ı mümtazenin hukuk ve esas i’tibarıyla zadegani bir müessesedir. Bu müessesenin vazifesi cem’iyet-i garbiyyede halkçılık temayülatını ta’dil ederek onu bu hususta ifratlara gitmekten alıkoymaktır. O halde böyle bir müessesenin cem’iyet-i İslamiyyede hiç hikmet-i mevcudiyeti olamaz. Çünkü Müslümanlık’ta ne muhtelif sunuf-ı ictimaiyye ne de eşhas arasında meşru’ tanınmış bir müsavatsızlık yoktur. Binaenaleyh cem’iyet-i garbiyyenin tekamülünü tehdid edebilecek tehlike ve ifratların hiçbiri bunun için mevcud değildir. Cem’iyet-i İslamiyyenin ta’kib ettiği seyr-i tekamülde muhtac olacağı hikmet ve itidal kuvve-i teşriiyyesinin müzaheretine mazhar olan Meclis-i Meb’usan tarafından her zaman ve pek vasi’ bir surette kendisine te’min edilecek ve bu teşri’ ile murakabe kuvvetlerinin her ikisi şeriat vasıtasıyla sevk ve tenvir olunacaktır. lahiyet ve evsaf yüzünden herbiri diğerine karşı müstakil bulunan murakabe teşri’ ve icra kuvvetlerini te’sis etmek ve hükumete bütün kudret ve nüfuzunu vermek suretiyledir ki bu usul İslam’ın ruhunu tamamıyla tatmin edecek ve bütün bu kuvvetleri şeriatın hakimiyet-i tamme ve daimesini te’minden ibaret bulunan gaye-i müştereke etrafında birleştirecektir. Böylece hayat-i ictimaiyyede vifak ve sükun teessüs edecek ve bi’n-netice milletlerin ictimai ve siyasi müesseseleri arasında vücudu kendi saadetleri için zaruri bulunan aheng-i tam hüküm-ferma olacaktır. aheng-i zaruridir. Zira o olmadıkça en mükemmel usul-i kendi usul-i siyasiyyesiyle ahengdar olmak meziyetini haiz olan en hatalı bir usul-i ictimaiyye bile her zaman mütemadi bir terakki te’min edebilir. Elbette görülmüştür ki benim bu eserden maksadım Müslüman usul-i ictimaiyyesinin ihtiyacatına tekabül ve onunla aheng-i tam teşkil eden usul-i siyasiyyenin ruh ve tabiatı ne olmak icab edeceğine dair basit bir mütalaa dermiyan etmekten başka bir şey değildir. Binaenaleyh söylediğim sözler bu kadar umumi mahiyette bir tetebbu’da yer bulamayacağı tabii olan bir layiha ba-husus teşkilat-ı siyasiyye layihası olamamak - Müslüman alemi için hayati olduğu halde maa’l-esef o yanlış telakkiye o güdük irfana şayan bir hafiflikle tedkik olunuyor. cihan-ı İslam’a gelecek felaketin daima bu maksadın derece-i tahakkukuyla mütenasib olacağını binaenaleyh hüviyetimizin tebeddülü ne nisbette tam olursa Müslüman alemine çökecek fenalığın da bu nisbette büyük ve izmihlalin o derecelerde kat’i bulunduğunu görmeye mani’ oluyor. El-hasıl yine o mühlik hayalattır ki nasılsa bir kere kendisine kapılmış olanları mütemadiyen oyalıyor da Müslüman dünyanın selameti hayat-ı ictimaiyye ve siyasiyyesini ancak tekamüllerinde la-yeteğayyer ebedi bulunan hakaik-i İslamiyye üzerine te’sis etmekle kabil olabileceğini anlamalarına asla müsaade etmiyor. Şimdi söze nihayet vermek için yalnız şunu ilave edeceğim: Bizler garbı taklid etmek o alemin ruhundan mebde’lerinden misallerinden mülhem olmak zaruretindeyiz zannı alenen göstermektedir ki Müslüman mütefekkirlerinin hiç olmazsa ekseriyeti çok hatalı ve edasına da’vet olundukları vazifenin ehemmiyetiyle pek az münasebetdar bir kanaat besliyorlar. O halde bunlar bilmiyor ki kendilerinin –hikmet-i yegane-i mevcudiyeti değilse bile- hedef-i yeganesi İslami mebde’leri bütün hakikat ve mükemmeliyetleriyle tezahür ettirmek bu hususta elden gelen hiçbir hizmeti esirgememek binaenaleyh İslam’ın en saf en yüksek ruhundan en güzel an’anatından en asil misallerinden başka hiçbir şeyden mülhem olmamaktır. Zira ancak bu suretle kendi kendilerini idare ederek başkalarının sevk ve idaresine teslim-i nefs etmemiş başkalarına imtisal edecekleri yerde kendileri başkalarına nümune-i imtisal olmuş olacaklardır. kiri medeniyet ve terakki-i beşer hareket-i müşterekesine ebediyyen iştirak edecek ve bu hususta İslamiyet’in uhdesine düşen muazzam vazifeyi kendine layık bir surette ifa etmiş bulunacaktır. Yoksa bunun haricinde olmak üzere tutacağı her hangi meslek cihan-ı İslam’ı mütemadiyen garbın muhacematı altında ve bunun neticesi olarak ebedi bir esaret ve zillet içinde yaşamaya mahkum eder ki artık mevcudiyeti o sefil hayat yüzünden tefessühe uğrar kendisi de akvam-ı garbiyyenin müebbeden hakimiyeti altına girer. Şunu da söylemek lazımdır ki Müslüman sınıf-ı mütefekkirine düşen mücahedenin hiç de kolay olmamasından mahzun değil bilakis memnun olmalıdır. Fi’l-hakika bu mücahede büyük bir sebat büyük bir tahammül büyük bir cesaret da’va-yı İslamide sarsılmaz bir iman ister. Öyle muhkem öyle kat’i bir iman ki sahibini bu ağır vazifeyi başarabilmek için muhtac olduğu bütün itminan ile teslih ve techize kafi gelebilsin. Demek bu mücahede öyle yüksek birtakım secaya-yı ahlakiyyenin vücudunu istilzam ediyor ki onlara malik olmayan bir Müslüman sınıf-ı mütefekkirinin iddia-yı mevcudiyyete hakkı yoktur. Kendi kendime diyorum ki: Şişli Kadıköy Moda gibi semtlerde doğan büyüyen oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasib alabiliyorlar mı? O semtlerde ki minareler görünmez ezanlar işitilmez Ramazan ve kandil günleri hissedilmez çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler? dır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rayihasıyla dolu semtlerde doğdular doğarken kulaklarına ezan okundu. Evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an’ın sesini işittiler bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler küçücük elleriyle açdılar gül yağı gibi ruhu olan sarı sahifelerini kokladılar ilk ders olarak besmeleyi öğrendiler kandil günlerinin kandilleri yanarken Ramazanların bayramların topları atılırken sevindiler Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler cami’ler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler dinin böyle bin merhalesinden geçdiler hayata girdiler Türk oldular. Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar büyüyorlar eskisi kadar derin bir tehassüsle değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların südü çok temiz hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler. Yoksa ne muhit ne yeni yaşayış ne semt hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremiyor. Ah büyük cedlerimiz onlar da Galata Beyoğlu gibi Frenk semtlerinde yerleşirlerdi fakat yerleştikleri ma lerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek-dil yek-vücud olarak gördüm. O sabah o Müslümanlığa az aşina Büyükada’nın o küçük camii içinde şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik. Namazdan çıkarken kapıda a’yandan Reşid Akif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu:Bu bayram namazında iki def’a mes’udum hamd olsun sizlerden birini kendi başına camie gelmiş gördüm. Berhurdar ol oğlum. Gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!dedi. Hem geldiğimi hem de bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hadiseden pek samimi olarak mahzuzdular. O zaman gönlüm her zamandan fazla açıktı. Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini dık. Biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlamayacaklar! - Yahya Kemal Bey’in büyük bir samimiyetle yazıldığına hiç şübhe olmayan bu pek nefis pek kıymetdar makalelerinin günden güne sukut etmekte bulunan İstanbul muhitinde ne kadar büyük hüsn-i te’sir husule getirdiği bir asker anası tarafından müşarunileyhe hitaben yazılan ve da neşr olunan atideki mektuptan kemal-i vuzuhla anlaşılmaktadır. Bu kabil samimi ve dindar yazılarla o dalalet içinde yüzen muhiti irşad etmekte olduklarından dolayı Yahya Kemal Beyefendi’ye Anadolu müslümanlarının en samimi teşekkür ve selamlarını takdim eder. Yahya Kemal Beyefendi’ye Muhterem beyefendi oğlumuz. Yazdığın makale İstanbul’un hücra bir köşesinde milletinin sukut-ı ahlakiyyesine bakarak müteellim seccadesinin üzerinde halikına onlar için intibah ve necat dileyip ancak mevtini bekleyen bir valideye ruh ve hayat verdi. Bu güzel sözlerinden ümid ettim ki milletim uyanacak ve ali dininin ulvi edebi ile mütehallık olarak üzerindeki levs-i me’asiden yıkanacak. Ey Kemal-i ali-himmet! Sa’yin meşkur olsun. Benim Kemal adlı bir oğlum Anadolu’da milletinin selameti için çalışıyor. Sen de bir evladımsın. Bundan sonraki münacatlarımda diyeyim ki ya Rabbi benim Kemal ehli iki oğlum var biri kılıcıyla biri kalemiyle senin dininin büyüklüğünü i’laya çalışıyorlar. İkisini de muvaffak bi’l-hayr eyle ve bu gibilerini de teksir eyle amin ya Hayra’n-nasırin. hallede Müslümanlığın nuru belirir beş vakitte ezan köşesinde bir türbenin kandili uyanır hasılı o toprağın [o] köşesi imana gelirdi; Beyoğlu’nu ve Galata’yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescidlerden ve o türbelerden bir ikisi kaldı da... Cedlerimiz önümüze Frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli Nişantaşı Kadıköyü Moda gibi küçük bir şehri andıran yerlere yerleştik. Fakat o yerler Müslüman ruhundan ari çorak ve kuraktır. Bir Üsküdar’a bakınız bir de Kadıköyü’ne. Üsküdar’ın yanında Kadıköy Tatavla’yı andırır. Eski Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz bu son asırda peyda olan semtlerle İstanbul içlerini mukayese ediniz. Medenileştikçe Müslümanlık’tan çıktığımızı tabii ve hoş gören eblehler uzağa değil Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştan başa yenileşen o şehirlerin her tarafından çan kuleleri yükselir Pazar ve Yortu günleri çan sesleri işitilir manzara halkın dinini milliyetini hatırlatır ve şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi milli ruhtan ari değildirler. Artık Türk milletinin ruhu bir rayiha gibi uçdu mu? Hayır büyük kitlede yine o ruh var. Fakat biz son nesil bir sürü gibi büyük kafileden ayrıldık uzaklaştık gaib olduk. Fakat daha uzağa gitmeyeceğiz döneceğiz tekrar büyük kafileye iltihak edeceğiz. Yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyanetini mezc edip bizi çoraklıktan bu karanlıktan bu ufunetten kurtaracak mürşidler şairler edibler hatibler yetişmedi. Fakat gayet tabii bu ruhla büyük kafileye kendi kendimize döneceğiz. Dinsizliğin kayıtsızlığın aksülameli başladı bile. Çocukluktan beri diyanet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rücu’ hislerini i’tiraf edenlere henüz inanmıyorlar onlara tamamıyla iltica edeceğimiz zaman bizi birden tanımayacaklar; çünkü onlardan çok ayrı çok uzak düştük. Dört sene evvel Büyükada’da otururdum. Bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim. Fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanmak korkusuyla o gece hiç uyuyamadım. Vakit gelince abdest aldım. Büyükada’nın mahalle içindeki sakit yollarından kendi başıma camie doğru gittim. Va’iz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini camide gördüklerine şaşırıyorlardı. Orada o saatte toplanan ümmet-i Muhammed içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen lar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı ben de onların bu nazarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıpMuhammedsesi kulağıma geldiği zaman göz - muşlardır. Bundan anlıyoruz ki bir insan evvela vahdet-i risalet ve nübüvvete iman edecektir. Vahdet-i ilahiyye mes’elesini evvelki musahabemde izah ettiğim cihetle bugün nübüvvet ve risalet mes’elesini anlatacağım. Efendiler imanımızın ikinci esası olan enbiya ve resul beşeriyet içinde kabiliyet-i tebliğde mümtaz ve vahiy siyet evamir-i ilahiyyeyi vahiy ve ilham tarikiyle Cenab-ı Hak’tan telakki ve beşeriyete tebliğ etmiştir. İnsanlara tarik-i müstakimi dünya ve ahiret saadetine isal edecek yolları onlar göstermiştir. Vahiy ve ilham tarikiyle diyoruz. Acaba vahiy ne demektir. Efendiler vahiy Cenab-ı Hak tarafından telkin edildiği yakinen bilinmek şartıyla nefiste bi’l-vasıta ve-ya bila-vasıta tahassul eden irfandır. Bi’l-vasıta irfan sami’ada savt ile temessülünden ibarettir. BunuCenab-ı Hakk’ın enbiyasından birine bir hükm-i şer’i ve saireyi bildirmesidirdiye de ta’rif edebiliriz. Şu halde nübüvvet ve risalete iman iki şeyi istilzam ediyor: - İnsanlarda vahiy denilen bir hadise-i ruhiyye ve nefsaniyyenin vuku’ bulduğu ve bu kabiliyetin mümkinü’ttasavvur olduğu - Cenab-ı Allah’ın insanların ruh ve kalbine inzal-i vahy ile bizzat tebliğ ve ifham-ı me’ani ve hakaika kudreti olduğu ta’bir-i diğerle sıfat-ı kelam ile muttasıf olması lüzumu. bi’r-resulbudur. Şimdi evvela bunun imkanını sonra da nefsü’l-emrde vaki’ olup olmadığını tedkik edelim. Efendiler biliyoruz ki insanda birisi maddiyet ve cismaniyet diğeri ma’neviyet ve ruhaniyet olmak üzere iki mahiyet vardır. Daha doğrusu insan bu iki mahiyetten mürekkeb bir vücuddur. İnsan yalnız mahiyet-i maddiyye ve cismaniyyesi i’tibarıyla düşünülecek olursa ona sair ecsam-ı adiyyeden fazla bir kıymet verilmez. Bunun mahiyet-i ma’neviyye ve ruhaniyyesine vermiştir. İnsan cismi kalıb ve kıyafeti ile değil ruhu ve kalbi ile insandır. Ruhan büyük kalben temiz olan insanlar bir-çok tecelliyata mazhar olurlar. İnkar edilemez ki: Mev-cudat yalnız şuhudumuz olan maddiyyat aleminden ibaret değildir. Bunun ma-verasında gayr-ı maddi ve ru-hani bir takım hakaik-i mücerrede vardır. Madde üzerine saplanmış hakikate göz yummuş olanlardan başkası artık bunu olan maddeden başka bir şey görmemek her şeyUmur-ı Şer’iyye Vekaleti Tedrisat Müdir-i Umumisi Aksekili Ahmed Hamdi Efendi tarafından Darulmuallimin konferans salonunda verilen ikinci dini musahabenin hulasasıdır: Efendiler geçen musahabede söylemiştim ki beşeriyet meftur olduğu hava-yı tefahhusla hiss-i tecessüsle kendisini düşünmüştür. Akıllara dehşet veren kitab-ı kainata nazar-ı im’an ile bakmış mevcudat üzerinde bir kudret-i mutlakanın hakimiyetini anlamış ve ona arz-ı ubudiyyet etmek lüzumunu hissetmiştir. Beşeriyet tarik-i taharride emin hatveler atmaya muvaffak oldukça kalbini kalbinden kopup gelen hislerini tatmin eylemiş. Fakat bazen de muhitinin avamil-i tabiiyye ve ictimaiyyenin te’siri ve kendi acz u za’afı yüzünden yolunu şaşırarak yanlış vadilere yuvarlanmıştır. Maamafih beşeriyet ara sıra düşmüş olduğu girdabdan birtakım mürşid ve rehberlerin irşadat-ı kudsiyyeleriyle kurtulmuş saptığı tehlikeli yollardan dönmüş olduğu da bir hakikat-i tarihiyyedir. İşte İslam’ın enbiya namıyla tekrim eylediği zevat-ı mümtaze ilahi bir kudret ve kuvvetle beşeriyeti tarik-i dalaletten çevirmiş olan bu mürşidlerdir. Cenab-ı Hak hiçbir ümmeti bunlardan hali kılmamıştır. i ‡ ¥Á – Y³ ®³·­ ®± ±® ­·³® Ë žÁ·Y ²w Ày ¥Á – ±® _® Ê £² ­ ª ‡ Ayet-i kerimeleri bize bu hakikati ta’lim buyurmaktadır. Bu mürşidlerin en sonu Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem efendimizdir. Onun ta’lim ve irşadı zamanen muahhar olduğu cihetle evvelkileri ikmal etmiş ve onların birçok hükümlerini amelden iskat ve nesh eylemiştir. Binaenaleyh bugün beşeriyetin yegane rehberi onun tealimi olmak beşeriyet her şeyden evvel onun sözlerini dinlemek lazımdır. Bunu sırf müslüman olmamız haysiyetiyle söylemiyoruz. Bu mahz bir hakikattir. Akıl ve mantık da bunu icab eder. şeyler ilham etmiş. Lakin o zatı Hazret-i Muhammed’i cümleden sonra göndermemiş midir? Hak tealanın lemeliyizdemekle bu hakikati i’tiraf etmiştir. Efendiler hatemü’l-enbiya Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz beşeriyete evvela: Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulüh kelime-i tayyibesini ta’lim buyur Müsteşrikinden Mister Karlayl Hazret-i Peygamber hakkındaki şu mütalaasıyla bu hakikati tamamen kabul etmiş oluyor:Her şeyde hakiki bir kuvvet bir esas ve hakikat olduğu o zatın kalbine tecelli etmiş Cenab-ı Hakk’ın melek ve melekutu ona münkeşif olmuş idi. Her yerde na-kabil-i ta’rif bir kuvvetin tavsife sığmayan bir ulviyet ve dehşetin mevcudiyeti daima fikrinde münceli idi. Alemi ikaz etmek… Hallak-ı alem bunu böyle emretmiştir. El-hasıl efendiler herkes feyz-i Hak’ta müşterektir. Kur’an-ı Kerim vahyin ma’nasını o kadar tevsi’ ve teşmil ediyor ki: Arılara bile vahiy vuku’ bulduğunu söylüyor k ‚y—À Y¯® y ¹ ª ±® ƒª ±® Yb¹ Á\ Y ¥\ o³ª ª © sb w Ayet-i kerimesi bu hususta sarihtir. Lisan-ı fende sevk-i tabii garize insiyak namları verilen şeye lisan-ı şeriat vahiy ıtlak etmiş ve bu suretle bütün mahlukatın da emir ve ta’lim-i ilahi ile hareket ettiklerini bildirmiştir ki doğrusu da budur. Hayvan her şeyi sevk-i tabiisiyle yapar demekle mes’ele izah edilmiş olmaz. Buna karşı ne kadar cevab vermekten fen aciz kalır. Maamafih herkesin feyz-i Hak’ta müşterek olması ne vuku’ bulan tecelliyat-ı ilahiyye en yüksek mertebe olan şuhud mertebesidir. Tekellüm mertebesidir. Onlar bizzat Hakk’ın kelamını işitmişlerdir. Bu mertebeye çıkmamış olan beşeriyetin mertebesiyle bunların mertebesi kat’iyyen bir değildir. Tecelliyat-ı ilahiyyenin en yüksek mertebesi ancak bunlara vuku’ bulduğu içindir ki bunlar dünyada en büyük tanılmış insanların yapamadığı yapmaya cesaret edemediği harikalara teşebbüs etmişler ve muvaffak olmuşlardır. Dünya dünya olalı ve dünyada ulemadan felasifeden… hasılı ebna-yı beşerden hiçbiri adi bir put üzerine keser ve tahrib çekicini kaldırmamış olduğu halde bu kuvvet-i kalb bu metanet-i tab’ yalnız ve yalnız peygamberlerde görülmüştür. Efendiler binlerce seneden beri yüz binlerce milyonlarca zarru’ ve taabbüd olunan esnam ve evsanınla yedurru ve la yenfa’uolduklarını alenen söylemekle iktifa etmeyerek hiçbir kimsenin gösteremediği metanet-i kalbiyye kudret-i beşeriyyenin haricinde bir şey değil de nedir? Milyonlarca insanların takdis ettikleri bir şeyi maddi bir zahiri olmadığı halde yalnız başına çıkıp tahkir etmek bununla da kalmayarak onu tahribe azm etmek hangi kuvvetin sevkiyledir? Bunlara ibadet etmenin dalalet de zahirden başka bir şey görmeyen avam derekesine sukut etmektir. Kezalik yine biliyoruz ki: Derecat-ı ukul mütefavittir. Bazısının mertebe-i idraki bazısının fevkindedir. Tabiidir ki rütbeten mütefevvik olan aklın ber-tafsil nüfuz ve bir surette dahil olabilir. Şu kadar ki bu tefavüt yal-nıt ta’lim ve terbiye hususunda mevcud tefavütün neticesinden ve iradesinin medhal-dar olmadığı fıtratın da büyük bir hisse-i te’siri vardır. Daha sonra kabil-i inkar değildir ki ba’zı ukala nezdinde nazariyattan ma’dud olan bir takım şeyler mertebe-i akıl ve idraki kendinden daha ali olan kimseler bu suretle gayr-ı mütenahi bir silsile-i terakki ta’kib edip gider. Efendiler şimdi bu mukaddimat-i bedihiyyeden bir netice çıkarmamız lazımdır ki o da şudur: Feyz-i Hak umumidir. Nüfus-ı beşeriyyenin derece-i isti’dadına göre herkes feyz-i Hak’ta müşterektir. Bu feyzden tefeyyüze kafi tezkiye-i zata muvaffak olan her ferd füyuzat-ı Kalbine hakaik-i ilahiyye tecelli eder. İlhamat vaki’ olur. Fıtrat-ı beşerdeki safiyet ve isti’dad nisbetinde bu füyuzat da na-mütenahi bir silsile-i terakki ta’kib eder. Nüfus-i beşeriyyeden bazıları fıtrat-ı asliyyeleri i’tibarıyla o derece safiyet-i cevhere malik olur ki o safvet eser-i feyz-i ilahi olarak kendilerinde alem-i ruhani ile hakaik-i mücerrede ile ittisal peyda etmeye insaniyete mahsus olan en yüksek mertebeye yükselmeye bir isti’dad-ı tam ve kamil tevlid eder. Onun kalbi hakaik-i ilahiyyenin vazıh bir surette tecelligahı olur. Her şey ona münkeşif olur. Başkalarının delil ve bürhan gibi vesait-i fikriyye rın nazar-ı irfanı önünde açık bir surette tecelli eder. Hakim ve alim olan Cenab-ı Feyyaz’dan öyle maarif telakki eder ki bizim üstadlarımızdan öğrendiğimiz şeyler onun derece-i vuzuhuna nisbetle muzlim ve mübhem denilebilecek bir mertebede kalır. Kalbine tecelli eden evamir-i ilahiyyeyi hakaik-i sübhaniyyeyi görür ve işitir. Bu tecelli o kadar açık olur ki bildiği şeyleri öğretmek nasa tebliğ ve tefhim ile mükellef tutulduğu şeylere onları da’vet eylemek için bir ihtiyac-ı fıtri hissetmeye sevk eder. Cenab-ı Hak’tan tecelli eden o hakikatlere nası da’vet etmeye başlar. İşte bu mertebe peygamberlik nübüvvet ve risalet mertebesidir. Beşeriyette isti’dad-ı fıtri ve ruhi ma’lum olduktan sonra bu mertebelere kadar yükselebileceğini kabul etmemek imkansızdır. Cenab-ı Hak bu zevat-ı kiramı beşeriyeti irşad için intihab etmiş ve emirlerini bize bunlarla tebliğ buyurmuştur. olduğu hakkındaki emr-i ilahiyi yakini bir surette işitmemiş olan bir insan buna nasıl teşebbüs eder?.. Bunun kudret ve satvetleri ne kadar büyük olursa olsun gösterebilmiş midir? Şimdi böyle bir zata nebi unvanından başka ne nam verilebilir? Bunun ef’al ve harekatına vahy-i ilahiden başka ne isim verilecek? Bu zatın mertebesi diğer insanların mertebesiyle kabil-i kıyas mıdır? Buna muvaffak olan insan nefs-i emmarenin şeytanın hubb-ı cahın el-hasıl Hak’tan başka ne varsa hepsinin kafasına çekiç vurmaya muktedir olamaz mı? Bunda ne şübhe! Daha sonra efendiler biz insanlar irfan hikmet mizin birçoklarına hatta bazen en hafiflerine bile mukavemetten aciz bir mevki’de bulunuyoruz. Bir şeyin fenalığını bilir ve hatta başkalarına nasihat de ederiz. Fakat yine kendimizi onun elinden kurtaramayız. Kanunlar yaparız da sonra kendi elimizle yaptığımız kanunlara muhalif harekette bulunuruz. Halbuki enbiya namıyla tekrim olunan o zevat-ı mümtaze böyle değildirler. Onlar fena dedikleri şeyleri ömürlerinde bir kere olsun kendileri yapmamışlardır. Bu hakikatleri bakınız yine garb müsteşriklerinden biri nasıl i’tiraf ediyor: Hazret-i Muhammed’de görülen bu ciddiyet hakikatte lahutidir. Böyle bir zatın sözü sine-i fıtrattan sudur etmiş bir hitabdır. Hiçbir kelamı ısga etmeyen insanlar onun kelamını ısga ediyorlar ve etmelidirler. Zaten sair sözler ona nisbetle kuru bir nefesten ibarettir. Onun kavli ne Demek ki efendiler hep bu ulvi hareketler kelam-ı bir delildir. İşte bunun içindir ki vahiy ancak tecellinin bu mertebesine ıstılah olmuştur. Vermiş olduğum şu izahat vahiy denilen hadise-i ruhiyyenin imkanı hakkında şübhe ve tereddüde mahal bırakmadığı gibi mertebe-i adiyye-i beşeriyetle mertebe-i nübüvvet arasındaki fark-ı azimi de göstermişti ümidindeyim. Efendiler hakikat-i mutlakaya hakaik-i mücerredeye ma fevkü’t-tabiiyyeye intisab ve istinad eden vahiy ve nübüvvet keyfiyeti birtakım e’azım-ı felasife tarafından da kabul edilmiştir: Felasife-i mütekaddiminden Sokrat kudret-i rabbaniyyenin ilham suretiyle vicdan-ı beşere taalluk eyleyeceğine kani idi. Müteahhirin-i felasifeden Fi’l-hakika Ernest Hegel gibi ba’zı mülhidler vahiy ve üzerine müesses ve fennen tedkiki kabil olmayan bu gibi hadisata inanılamayacağını iddia ediyorlar. Halbuki efendiler böyle bir iddia hakikatte mugalatadan başka bir şey değildir. Çünkü ulum-ı tecrübiyyenin sahası başka vahiy ve nübüvvet yine başkadır. Ulum-ı tecrübiyyenin sahası fizik ve hadisat-ı maddiyyedir. Bu sahada kaldıkça hakimdir muta’dır. Sahihdir. Vahiy ve nübüvvet gün göz önünde husule gelip duran hadisat-ı ruhiyye cümlesindendir. Binaenaleyh fennin bunları bi’l-fi’l tecrübe edememesi bunları inkar için ona bir salahiyet bahşedemez. Çünkü bu inkar onun salahiyeti haricindedir. Bu insanınfennen melaike yoktur ruh yokturdemesi de böyledir. Evet bunların mevcudiyeti fen ve tecrübe rın mevcudiyetlerini inkar etmek lazım gelmez. Bu inkar fennin salahiyeti haricindedir. Garib değil midir ki ulum-ı tecrübiyye ile isbatı kabil olmayan hadisat-ı ruhiyye ve ma’neviyyeyi inkar etmek çok faraziyyeleri kabul ediyorlar. Küre-i arzda hayatın keyfiyyet-i zuhuruna dair söyledikleri garibelereşimdi böyle bir şey göremiyoruzdiye itiraz edilince:Şerait-i hazıra dairesinde öyle bir şey olmuyorsa da o zaman olmadığı ne ma’lum?diye cevab vermekten sıkılmıyorlar. Sonra da vahiy ve ilham hadisesinin inkar etmeye kalkışırlar. El-hasıl efendiler vahiy ve ilham hadise-i ruhiyyesini inkar etmek hiçbir delile müstenid değildir. Tarih-i beşerde vahiy ve nübüvvet bir emr-i vaki’dir. Şuun-ı sabite-i tarihiyyedendir. Nefsü’l-emrde vaki’ bir hadise-i azimedir. Tarih bize gösteriyor ki: Maddi hiçbir kudret ve kuvveti olmayan birçok zevat-ı mümtaze da’va-yı risaletle ortaya atılmış ve beşeriyet tarihinde azim harikalar vücuda getirmiştir. O kadar gayr-ı müsaid şerait altında vücuda getirdikleri müesseseler hayat-ı ictimaiyye siyasiyye ve ahlakiyyede husule getirdikleri azim inkılablar onların fevka’l-beşer bir kudret ve kuvveti haiz olduklarında zerre kadar şübhe ve tereddüd bırakmıyor. Akıl ve insafı olanlar bunların kudret-i beşeriyyenin fevkinde olduğunu tasdik ve i’tiraf etmekte gecikmezler. Efendiler enbiyanın en sonu Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem olduğu cihetle burada zat-ı Muhammedi’nin vücuda getirdiği havarık-ı tarihiyyeye dair biraz nazar-ı dikkatinizi celb etmek isterim. Efendiler gayet mazbut olan vesaik-i tarihiyye bize gösteriyor ki: Hazret-i Muhammed i’tikad ahlak hususunda pek geride her türlü terakkıyat-ı medeniyyeden mahrum bedevi bir kavim içinde dünyaya gelmiştir. Putperest sanemperest ahlakan son derece düşkün bir kavim içinde ve yetim olarak dünyaya gelen bu zat-ı yeceği bir hakikattir ki Müslümanlık en mensi ve mühmel seviye-i ahlakiyye ve diniyyesi en dun bir kavim ahlakiyat ve ictimaiyatı muhiti ve arzi değildir. Bu yalnız Hazret-i Muhammed’in kalb-i seliminden nebe’an etmiş ve muhit-i beşeriyyete yayılmıştır. Vicdan-ı umumi-i nisbet etmek mümkün değildir. Madem ki Müslümanlık denilen vicdan-ı ictimaiyi Hazret-i Muhammed’in müessese-i münferidesi olmak üzere kabule mecburuz ve madem ki ferdin bir vicdan-ı ictimai vücuda getirebileceği kabul edilemiyor şu halde ferdi olan bu müesseseyi de onun ferdiyet ve şahsiyetinin fevkinde aramak zarureti bakidir. İşte bunun içindir ki bi’l-cümle edyan-ı münzelenin desatir-i esasiyyesini vahy-i ilahi diye kabul etmek zaruret-i mantıkiyyesi her zaman mevcuddur. Başka türlü düşünceye imkan yoktur. Esasen ulü’l-azm enbiya-yı zi-şandan hiçbirisi de tebligatını ferdiyetine şahsiyetine mukarin kılmamış ve cümlesi ahkam-ı Binaenaleyh ulü’l-azm peygamberan-ı izamın te’sis eylemiş oldukları müesseseler kendilerinin vahy-i ilahi ile mübeccel olduklarını gösteren en büyük mu’cizedir. Efendiler tarih-i alemde birer harika-i tarihiyye birer müessese-i ictimaiyye halk ve ibda’ eden bu zevat-ı mümtazeyi ne sihirbaz ve kahinlerle ne de en büyük felasife ve cihangir hükümdarlarla tarihen mukayese gayr-ı kabildir. Efendiler diğer i’tikadları gibi İslam’ın enbiyaya olan miş olduğu zevatı her türlü me’ayib ve nekaisden tenzih eder. Onları ekmel-i mahlukat olmak üzere kabul eder ki doğrusu da budur. Halbuki edyan-ı saire müntesibleri böyle değildir. Mesela Tevrat’ta enbiyadan bazılarına öyle yüz kızartıcı ef’al-i şeni’a isnad olunuyor ki insan onları değil enbiyaya en adi bir insana bile isnad etmekten sıkılır. Demek ki bu i’tibarla da Müslümanlığın tabii ve fıtri bir din-i Hak olduğu anlaşılıyor. Sonra efendiler kelime-i şehadetin risalete imanı ta’lim eden fıkrası tarih-i edyan nokta-i nazarından fevkalade bir ehemmiyet-i mahsusayı da haizdir. Peygamber kendisinin risaletine imandan evvel bir abd bir kul olduğuna iman etmemizi ta’lim buyuruyor. Bu fırka tevhid-i hakikiye muhalif olan bir akideyi reddediyor. Tarih bize gösteriyor ki ba’zı akvam kendileri gibi bir recek kadar tenakuza düşmüştür. İşte Cenab-ı Peygamber Eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resulüh hakikatini ta’lim etmekle o akidenin butlanını göstermiş oluyor ki el-yevm mütemeddin beşeriyyet bile henüz bu mertebeye kadar yükselememiştir. kerim kırk yaşından sonra azim bir da’va ile ortaya çıkıyor: Ben peygamberim bana Cenab-ı Hak tarafından vahiy nazil oldu. Hepiniz dalalettesiniz yolunuzu şaşırmışsınız ben bütün beşeriyeti irşad ve ıslaha me’murum… Efendiler dikkat edilsin ki Hazret-i Muhammed bunu her türlü maddi kuvvetlerden mahrum ve yalnız bir halde söylüyor. Bir kişi bütün beşeriyete hitab ediyor: Siz dalalettesiniz bu putlara bu sanemlere ibadet olunmaz bunlar insana hiçbir şey te’min etmez bunları parça parça edin ve yalnız Allah’a tapınız diyor. Ve ortaya koyduğu hakikat karşısında beşeriyet-i dalle mukavemetten aciz kalıyor. Asırlardan beri kör körüne kabul edilen ve bir lahza münakaşasına tahammül edilemeyen eski akidelerin eski fikirlerin te’amüllerin miras-ı kadimini kaffeten bir an-i tarihide idam ve imha ediyor. Mu’tekadat-ı sahifeleri hilafına bir diyanet-i vahdaniyye seviye-i medeniyyeleri fevkinde bir medeniyet-i aliyye vücuda getiriyor. Asr-ı hazırın bile henüz vasıl olabildiği bir takım desatir-i külliyye ve hakaik-i esasiyye dairesinde bir devlet-i mehibe meydana geliyor. Ümmetin ahlak ve yüğüdür. Efendiler Müslümanlık bir vicdan-ı ictimaidir bir müessesedir. Ve bunu te’sis eden de Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemdir. Halbuki tabii olarak mütalaa edilince ferdinbir vicdan-ı ictimaite’sis edebileceği kat’iyyen kabul edilemiyor. Fi’l-hakika bu böyledir. Tarih bütün mebadisiyle prensipleriyle bir vicdan-ı rek garbta ba’zı ferdlere izafe edilmek istenilen ictimai müesseseler hakikatte onlar tarafından vücuda gelmiş bir müessese-i münferide değildir. Bu kabil müesseseler muhiti ve ictimai bir takım müessirat ile ferdlerde toplanmış ve tekasüf etmiş bir isti’dad ve kabiliyetin galeyan ve inkişafından ibarettir. Nazar-ı nafizle tedkik olunursa bunların mahiyet i’tibarıyla eski müesseselerden başka bir şey olmadığı derhal tezahür eder. Yeni bir nam ile ortaya çıkarılmasındaki maksad da ap-aşikar anlaşılır. Bu kaide-i tabiiyyeden haric tutulmaları lazım gelen ferdler ancak ulü’l-azm peygamberan-ı zi-şandır. Onları bundan haric tutmak mecburiyetindeyiz. Çünkü ne Museviyet’i Hazret-i Musa’dan ne İslamiyet’i Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemden ayırmak hikmet-i tarih nokta-i nazarından gayr-ı mümkündür. Evamir-i aşere ve vahdet-i Museviyyeyi Hazret-i Musa’nın şahsiyetinden nez’ etmek mümkün olmadığı gibi din-i İslam’ı örfte müstahzar bir tekamül neticesi diye kabul etmek de hikmet-i tarih noktasından imkansızdır. Bi’l-cümle muahhirin ve mütekaddiminin inkar edemeCİLD - - Ebi ibn Ka’b Zeyd bin Sabit Mu’az bin Cebel gibi zevat-ı kiram Kur’an’ı tamamen yazmış olan zevattandırlar. Hatta ayetlerin nerelere yazılacağı da Peygamberimiz tarafından söyleniyordu. Hazret-i Peygamber’in irtihalinden sonra Yemame muharebesinde yetmiş kadar hafız birden şehid olmuştu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer Ebubekir efendimize cem’ edilmesi lazım dedi. Zeyd bin Sabit’in riyaseti altında teşekkül eden bir hey’et sahabeleri topladı. Vahiy katiblerinde Kur’an tamamen mevcud olduğu halde Zeyd bin Sabit ihtiyata riayet ederek sahabeleri de cem’ etti. Kimde Kur’an varsa getirsin dedi. Herkes getirdi. Mukabele yapıldı ve herkes Resul-i Ekrem’in yanında yazıp ezberlediğini iki şahidle de isbat etti. Bu suretle Kur’an-ı Kerim’in her suresi bir kitap halinde cem’ edildi ve Halife Ebubekir’e teslim olundu. Hazret-i Osman zamanında şimdi gördüğümüz Mushaf halinde sureler de tertibe konarak istinsah olundu ve her tarafa nüshalar gönderildi. Ve bu suretle Kur’an-ı Kerim’in tahrif edilmesine veya zayi’ olmasına meydan verilmedi. Bugün şark ve garbda olan Kur’an-ı Kerim yek-diğerinin aynıdır. Bir harf bile başkalık yoktur. Zaten nasıl olur ki binlerce hafızın ezberindedir. Bu da Kur’an-ı Kerim’e mahsus bir mu’cizedir. Şu halde bugün ahkamıyla amel olunacak yegane bir kitab-ı semavi varsa o da Kur’an-ı Kerim’dir. Ve’l-hasıl efendiler Kur’an-ı Kerim bütün vüsuk-ı tarihiyi cami’ ve her vechile şaibe-i tahriften aridir. Hiçbir münkir hiçbir mu’teriz işbu Kur’an-ı Kerim’i Hazret-i Muhammed’den başka bir kimseye izafe ve isnad edemiyor. Küre-i arzın nısfına karib aktar-ı muhtelifesinde hırz-ı can edinilen bu kitab-ı kerim her yerde aynıdır. Kur’an-ı Kerim ümmet-i Muhammed’in sened-i mu’teddun-bihi ve Hazret-i Muhammed’in ebedi bir mu’cizesidir. Efendiler İslam i’tikadından biri de kütüb-i semaviyyeye Kütüb-i semaviyye deyince evvela Tevrat hatırımıza gelir. Tevrat Hazret-i Musa’ya nazil olmuştu. Zaman-ı Musa’da ma’lum ve müştehir idi. Onunla amel olunurdu. Zaten ma’nası şeriat demektir. Fakat sonraları birçok muharebat ve esaret neticesi gayb oluyor mahv olup gidiyor. Bi’l-ahare Azra namında bir kahin bu Tevrat’ı yeniden yazıyor. İçine esfer-i hamseden ma’ada birçok şeyler de karıştırıyor. Tevrat budur diyorlar. Halbuki evvelce Tevrat ezber edilmemişti. Aradan asırlar geçtikten sonra yazılan bir şeyin elbette tahrife uğrayacağında şübhe yoktur. Bunun içindir ki Tevrat muharreftir. Fi’l-hakika onun içinde Hazret-i Musa’nın tebliğ eylediği ahkamdan bazıları da vardır. Fakat pek az. Geriye kalanı şunun bunun yazılarıdır. şeriatı itmam edecek birinin geleceğini tebşir ediyordu. a’mal-i rusülün mecmu’una ıtlak olunur. Bunlar Hazret-i asr-ı miladiye kadar ma’lum ve müştehir de değillerdi. Hazret-i İsa’dan çok zaman sonra şunun bunun tarafından yazılan şeylerden intihab olunmuş birer kilise tarihi birer siyer kitabıdır. Bunun en evvel yazılanı İsa’dan veya sene sonradır. Hatta yazanlar hakkında birçok yazıldığı söyleniyor. Şu halde İncil’e muharref demeyeceğiz. Belki bugün İncil namında bir kitab-ı semavi yoktur diyeceğiz. Kur’an-ı Kerim’e gelince: Bu kitab-ı muazzam zaman-ı peygamberide tamamen yazılmış ve binlerce insanlar tarafından ezber edilmişti. Cenab-ı Peygamber efendimizin vahiy katibleri vardı. Bir ayet veya sure nazil olunca hemen yazmalarını ve ezber etmelerini emr eder onlar da yazarlardı. Başka sahabeler de onlardan Şattü’l-Arab’ın garbından Filistin’de eş-Şeri’a’nın şarkına kadar ve bu hatt-ı mefruzu muhtevi bulunan sa-hadan cenub noktalarına ve Umman Denizi’ne kadar Basra Körfezi’nden Bahr-i Ahmer’in sevahiline kadar çöller vardır ki bunların hey’et-i mecmu’asına Ceziretü’lArab diyorlar. nişin ehl-i İslam’ın cevelangahı olan bu vasi’ kıt’a bize pek esrarengiz görünür. Öteden beri zir-i idaremizde rudan doğruya nüfuz ve sultası altında bulundurabilirse şu azim ufk-ı İslam doğrudan doğruya avucunun avuçlarının Osmaniyye’nin zararına olarak… bizi Rumeli’de Trablusgarb’da … ilh yerlerde işgal ediyordu. Nefes aldıramıyordu. den beri bütün Ceziretü’l-Arab için birhulul-i muslihane siyasetinin esaslarını kurmuş idi. Eğer bu siyasette muvaffak olacak olursa daha ne büyük ne vasi’ menfaatler te’min edecekti. Evet bir kere Türkiye’nin elinden bu geniş kıt’aları almakla bütün cihan-ı İslamiyet’in mukaddes emakinini elinden nez’ etmekle ve sonra işler yolunda gider de Hilafet mes’elesini de Ceziretü’l-Arab’ın her hangi bir noktasına çevirebilmekle hem Türkiye’yi küçültmüş zayıflatmış olacaktı hem Türkiye’nin alem-i fuz-i dinisini ortadan kaldırmış bulunacak ve bu teşkilatcı hükumetin müstakbeldeki hatarnak teşebbüslerine sed çekecekti. Sonra İngiltere bunların da fevkinde daha derin daha geniş olarak bir gayeye erişecekti ki o da Türkiye’nin sukutuyla birlikte ve en sonr İslam hükumetinin ortadan şu suretle kaldırılması ile beraber İngiltere’nin Müslüman müstemlekeleri biraz daha fazla ta temel taşından yıkılacak biraz daha fazla kendinin olacaktı. Bütün ülkeler gürültüsüz ve sızıltısız birer hedef-i fevaid kurumak bilmeyen birer menba’-i semerat olacaktı. koştuğu içindir ki Türkiye’yi bir taraftan yoruyor diğer cihetten Türkiye’nin atf-ı nazar edemediği koca bir mıntıka ettiğim gibi hulul-i muslihane politikasının en ana hatlarını kuvveden fiile çıkarmaya çalışıyordu. Ma’lumdur ki hulul-i muslihanede ta’kib edilecek ilk vasıta propagandadır sonra itma’dır yani para işidir ve para işleri ile propaganda her ikisi birlikte el ele icra-yı tahribat eder durur. ziretü’l-Arab’da bulunan sayıları bellisiz birçok kabileler aşiretler zümreler vardır ki bunlardan ba’zı adamlar satın alarak yahud haricden bunlara nüfuz edebilecek şahsiyetler tedarik ederek bunlara göndermek lazımdı. Bunlar bir ziyaretçi gibi bir seyyah gibi bir yolcu gibi aşiretlerle kabilelerle bedevilerle temasta bulunacaktı kendileriyle görüşecek tanışacaktı. Ve sonra onların fikrine tahakküm ve temellük edeceklerdi. Bu gayet güç olduğu kadar gayet kolay bir işti. Güç bulunan bu na-mahdud badiyeler hakkında yine öteden beri bizim pek az ma’lumatımız bulunurdu. Bu azim saha daima zihnimizde büyücek dilimlere ayrılarak ve koca koca kıt’aların isimlerinden ve bu kıt’alarda mevcud birkaç kasabadan başka müsbet olarak dimağımızda tam bir mevcudiyete sahib olamazdık. Hicaz Yemen Asir derdik Mekke Medine Taif Cidde’yi sayardık. San’a’yı Asir’i bilirdik Necd kelimesine aşina idik. Bundan sonrası Hadramut kıt’ası Umman kıt’ası ilh. mübhemiyetler örtüler altında gizlenen geniş bir rigistan… Ceziretü’l-Arab’ın ortaları hep böyle kum çöl ateş ve nihayet devamkar bir mübhemiyet içinde kendi kendine dururdu. Biz bu azim kıt’ayı bir tarafta hayme-nişin sakinleriyle gazveleriyle bedevileri ve karvanlarıyla kendi kendine bırakırken düşmanlarımız diğer taraftan atiyi düşünerek koca Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak için duydukları o derin ihtiras ile bu kıt’ayı avuçlarının içine almak çiziyorlar sabır ile sükut ile bunların tahakkukunu bekliyorlardı. Esasen biz düşmanlarımız der demez uzun bir düşünceye lüzum kalmaksızın doğrudan doğruya İngiltere’yi anlamalıyız. İngiltere bir taraftan taht-ı işgalinde bulundurduğu Mısır kıt’asıyla bütün Bahr-i Ahmer sevahil-i garbiyyesini temellük etmiş oluyor ve bununla Ceziretü’lArab’ın dahi sevahil-i garbiyyesine nigehban oluyordu. Süveyş Kanalı ve Babü’l-Mendeb Boğazı elinde iken de bi’l-fi’l o büyük kıt’anın cihandan alakasını kesmiş ve bütün bu rabıtayı elinde bulundurmuş demekti. Aden elinde larda Basra Körfezi sevahilini de tamamen işgal etmiş neler evvel dahi Ceziretü’l-Arab’ın İslam aleminde yapması melhuz gördüğü rolü takdir etmiş idi. karşısında bir Osmanlı İmparatorluğu var ki be-heme-hal bunu dağıtmak parçalamak lazım geliyordu. İngiltere düşündü: Bir taraftan Mısır elinde diğer cihetten Cenubi İran kendi mıntıka-i nüfuzu dahilinde sonra bütün Hindistan elinde… bu nokta-i nazardan Ceziretü’l-Arab ortada bir boşluk vücuda getiriyordu. Hususiyle bu geniş boşluğa zengin Irak’ı zengin Suriye ve Filistin’i dahi ilave edebilirse Asya kıt’asının nısf-ı cenubisi tamamıyla elinde bulunmuş olacaktı. Öyle bir nısf-ı cenubi ki baştan nihayete kadar İslam unsuruyla meskun bulunuyordu. Bu geniş İslam ülkesinde ise cümle tarafından muta’ olacak bir makam ihdas edebilirse ve o makamı doğ da İngilizlerin sarı altınları kolay kolay te’min edebilecekti. Bunlar te’min edildikten sonra her şey kolaylaşacaktı. Bu propagandacılar bir kere nüfuz edilemeyen çöllerdeki ahval-i umumiyyeyi tedkik edeceklerdi. Kabailin mizacları nüfuzlarının derecesi tarz-ı hayatları ları servetleri nihayet bi’l-umum vaziyet-i ictimaiyyeleri ve temayülatı birer birer bu adamlar vasıtasıyla tesbit olunacak ve sonra her aşiretin kendi mizac ve arzusuna nazaran hareket edilerek bunlar elde hin-i hacette sarf edilebilecek müddehar bir kuvvet olarak muhafaza edileceklerdi. Harb-i Umumi’den birçok seneler mukaddem i’tiraf etmeli ki bu entrikalar Ceziretü’l-Arab’ın ötesinde berisinde kafi derecede yer etmiş bulunuyordu. Hususiyle Ceziretü’l-Arab’ın sevahile karib olan mıntıkalarında saniyet ve medeniyeti ! zihinlerde yer etmiş idi.İngiltere mi? Cihanın en zengin en medeni en müfahham bir hükumeti işte budurdiyerek Ceziretü’l-Arab’ın hemen bütün hudud-ı sahiliyyesinde dalgalanan bu nakarat genişleyerek uzayarak Irak’a el-Cezire’ye kadar Filistin’e Suriye’ye kadar kabarıyor taşıyordu. Fikirler Ceziretü’l-Arab’da nebe’an etmiş değildi. Badiye-nişin unsurlar külliyelerden darulfünunlardan yetişmiş değildiler. Bütün bilgileri mahdud şeylere inhisar eden bu insanlar çöl hayme ziyafet gazve sonra feres...den ibaret bir hayat arasında ancak bir şey gözlerini kamaştırıyordu: Sarı altın. Ve onun teferru’atı mücevher hançerler ve kılıçlar gümüşten eğer takımları altın ve gümüşten düğmeler… ilh. Hele bunlar bulunduktan sonra kendisi saadetin zirvesine çıkmış bulunacaktı. Mektep medrese yol umran irfan ve nihayet düşünce… ki bunlar hatırlarına bile gelmiyordu. Birkaç tevabiiyle birlikte bir reis bir şeyh bir emir ve nihayet bir sultan olmak işten bile değildi. Yeter ki birkaç kişi kendisine emir veya sultan desin ve hizmet etsin. Yeter ki gözü biraz altın yüzü görsün ve midesi bol bol doyabilsin. Kurnaz İngilizler Ceziretü’l-Arab’daki aşairin bu halet-i ruhiyye ve ictimaiyyesini derhal kavrayabilmişlerdi. Fakat bunları satın almak bunları elde etmek işten bile olmadıktan sonra en ziyade zi-nüfuz olanlarından bir ramak imkanı mevcud bulunuyordu. Bunu ta’yin ettikten sonra bi’l-hassa bu azim kitleleri gözden geçirdiler. Şimal taraflardaŞemmeraşairi İbnü’r-Reşid’in aşairi şarkta Kuveyt aşairi Bahreyn aşairi ortada İbnü’s-Suud’ın aşairi garbda Şerif Hüseyin’in aşairi cenub-ı garbide Yemen’de İmam Yahya Asir’de Seyyid İdris aşairi… Emiri İbnü’s-Suud olmuştur ki esbab ve sevaiki şayan-ı mülahazadır. ederken bütün bu aşair ve kabail ile el altından temas eyler ve onları guna-gun hediyeler ve atiyyelerle unvanlar ve va’dlerle imaleye gayret ederken Ceziretü’l-Arab’da bütün kabaili toplayıp birleştirebilecek bir nüfuz sahibi aradılar. Öyle ki gerek tevabi’i ve gerek kuvveti bilsin ve Ceziretü’l-Arab’da ani bir hareket vücuda getirebilsin. Bu şeraiti daha o zaman İbnü’s-Suud’da bulmuşlardı. Zira İbnü’s-SuudRiyadnamındaki merkez-i idaresinde tedvir-i umur ediyor ve bütün Necd kıt’asına hakim bir vaziyette bulunuyordu. Aynı zamanda İhvan Mezhebi namıyla ma’ruf olanVehhabimezhebinin reisi idi. Vehhabilikise Ceziretü’l-Arab’da asırların mahsulü bir hareket idi. Bu i’tibarla ayrı bir akideye sahib bulunuyordu. Bu akide ve bu an’ane saikasıyladır ki Ceziretü’lArab’da bulunan diğer aşair ve kabailden ayrılıyor ve kendisini her hangi bir harici te’sire kapılacak bir isti’dad miyet idi. Hususiyle İbnü’r-Reşid’den bir hayır ummuyorlardı. Zira İbnü’r-Reşid ile İbnü’s-Suud arasında ise ayrıca kabail arasındaki hadisattan dolayı da şedid bir adavet mevcud idi. Bu adavetin tarihçesini tedkik edersek pek eski buluruz.Abdullah İbnü’r-Reşidma’lumdur ki Necd hada badiye-nişin olan aşiretlerin reisidir ki kabile i’tibarıyla Şemmerkabailindendirler. İbnü’r-Reşid’in belli başlı merkez-i emaretiHailkasabasıdır ki Medine’nin şark-ı şimali cihetlerine düşer Bu emirin ceddiUbeyd nü’r-Reşid’in emareti arasında bir hadise vukua gelmişti. O da İbnü’s-Suud’un mensublarından Muhammed es-Sübeyti namında biri var idi ki aynı zamanda Ubeyd cereyan-ı ahvalinden muma-ileyhi haberdar ederdi. yoktu. Evvelce sarf edilen mektum paraların mikdarını bi’l-ahare her şey değiştikten ve hatta İngiltere’nin İbnü’s-Suud’un muavenetine pek az arz-ı iftikar edebileceği bir zaman hulul ettikten sonra da İngiliz Meclis-i Meb’usanı’nda verilen aleni izahat bize mazideki gayretler hakkında bir fikir verebilir. Fi’l-hakika Mart tarihli gazetesinin yazdığına nazaran İngiltere Meclis-i Meb’usanı’nda müstemlekat nazırı Churcill Ceziretü’l-Arab’daki Arab rüesasına verilen tahsisatı mevzu’-ı bahs ederken demişti ki: Necd Sultanı Ebu’s-Suud’a ayda beş bin İngiliz lirası ve ayrıca def’aten yirmi bin İngiliz lirası ki cem’an seksen bin İngiliz lirası veriyoruz. dem İbnü’s-Suud’a verilen paraların mikdar ve kemiyeti hakkında az çok bir fikir verebilir. Hususiyle o zaman şı bir unsur-ı ihtilal ve iğtişaş olarak kullanılmak isteniyordu. Fakat ne garibdir ki İngiltere olsun İbnü’s-Suud olsun her ikisi de aldanmışlardı. İngiltere İbnü’s-Suud’un Ceziretü’l-Arab’daki mevkiini ve mezhebinin vaziyetini layıkıyla takdir edemeyerek her çi bad abad işe girişmişti. Ve o zaman bunun az çok kuvvetli olmasından aldanmış idi. Fakat asıl İbnü’s-Suud İngiltere’nin altınlarına ve yalanlarına aldanarak rüyada kendisini bir sultan bir melik bir imparator tahayyül etmiş idi. Fakat birkaç sene zarfında işler değişip de Harb-i Umumi’nin i’lanı mefsedet olmak üzere Mekke Şerifi Hüseyin’i tedarik edince o zaman badiye-nişin sultan-ı muhayyelin bütün amal-i müstakbelesi birden zir u zeber olmuştur. Dini Dersler Birinci kitap: Birinci ve ikinci kısımlar Umur-ı Şer’iyye Vekaleti Tedrisat Müdir-i Umumisi Aksekili Ahmed Hamdi Efendi tarafından umum mekteplerde ve medreselerde tedris olunmak üzere tertib ve tahrir olunan Dini Dersler’in birinci kitabının i’tikadat-ı şer’iyyesinden bahis olan ikinci kısımları ahiren intişar etmiştir. Birinci kısmın fiatı posta ücreti kuruş emareti İbnü’r-Reşid’in emaretine karşı daima intikam almak mazideki mağlubiyet lekesini temizlemek Suud’u Türkiye’ye tarafdar bulunan İbnü’r-Reşid’e karşı kendi tarafına imale etmeyi bilmiş idi. Aynı zamanda du. Bu tarz-ı siyaset Hicaz şeriflerinin şahsına karşı olan bir mahviyetten ziyade emakin-i mukaddeseye olan hürmetten tevellüd ediyordu. Hususiyle Mekke şerifleri öteden beri Devlet-i Osmaniyye nezdinde en büyük bir mevki’-i şerafet ve asaleti haiz bulunuyorlar rütbeler mevki’lere nail oluyorlar her suretle esbab-ı huzur ve lara karşı pek müsaid bir vaziyet almakta idi. Hususiyle şeriflerle İbnü’s-Suud’un Vehhabilik mezhebi arasında bir kaynaşma olmadığı için İbnü’s-Suud’a karşı da İbnü’r-Reşid şerifler cihetini iltizam ediyordu. Bu i’tibarlar İbnü’s-Suud dahi şeriflerin nail-i i’tibar olmalarını çekemiyor ve onlara her ne suretle olursa olsun bir darbe indirmek Ceziretü’l-Arab’daki umum kabailin ve aşairin nüfuzunu yedinde cem’ etmek istiyordu. Esasen Hicaz’da şeriflerin maddi bir kuvvetleri mevcud değildi. İbnü’s-Suud veya İbnü’r-Reşid ile mukayese edilebilecek derecede kuvvetleri yoktu. Ancak bir İslam hükumeti kuvveti vardı ki arkasında koca Osmanlı Devleti bulunuyordu. Bu dahi şerifler nüfuzunun Hicaz kıt’asında ve civarında pertev-efşan olmasına kafi geliyordu. İbnü’s-Suud ise bu vaziyeti çekemiyordu. Binaenaleyh İbnü’s-Suud da kendisinden İngiltere’nin derhal tahsisat ta’yin ederek müstakbelde Ceziretü’lArab’da teşekkül edecek büyük imparatorluğun sultanlığını ona va’d etmiş idi. Vakt-i münasibinde bir hareket vücuda getirilecekti. İngiltere kendisine silah ve mühimmat para ve levazımat hususunda yardım edecekti. Derhal ikinci derecedeki aşiretler bend edilecek emakin-i mukaddese ele geçirilecek ve bu suretle Türkiye vetli bir iğtişaş ve ihtilal husule gelerek Arab mes’elesi uyandırılacak ve sonra el altından İbnü’s-Suud’a yardımda devam olunarak cereyan-ı ahvale nazaran bu iğtişaş efkarı ihzar için bezl ettiği gayretlerin hadd ü hesabı ­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Meclis’e şeriata ve sahib-i şeriata karşı mes’uliyet – Biryadigar-ı tarihiolarak telakki edilen Makam-ı Meşihat’in hasıl olamayacağı – Bu hususta Meclis’ten beklenilen himmet ve müzaheret – Büyük Millet Meclisi’nin Şer’iyye Vekaleti’ne verdiği ehemmiyet – Anadolu’daki İslam hareketinde ulemanın ifa ettiği hidemat – Giriştiğimiz mukaddes mücahedenin ehemmiyet ve azametini halka tebliğ – Ahlak ve adab-ı İslamiyyeye muhalif hareketlerden tevakki lüzumu. Hicret’in dokuzuncu Ramazanı’nda kayser-i Rum’a karşı vuku’ bulan bir sefer-i risalet-penahiye Da’va-yı İslam uğrunda teseyyüb gösterenlerle müslümanlar münasebatta bulunamaz. Bir Mısır gazetesinin neşriyatı – İslam arasındaki kardeşlik ezeli ve ilahidir hiçbir kuvvet bunu sarsamaz – Avrupalıların tazyiki uhuvvet ve intibahı arttırır – Hukuk-ı İslamiyyeyi müdafaa için İslam alemindeki hareketler – Hırıstiyan taassubu – İslam düşmanlığı – Anadolu hareketinin ehemmiyet ve azameti. Müslümanlığın siyaset-i ferdiyyesinde ta’kib ettiği gaye millet teşkilatıdır – Siyaset-i dahiliyye ve hariciyyesindeki esaslar – Müslümanlık i’tikadiyat ve ahlakiyat ile beraber ictimaiyat ve siyasiyatı da cami’dir – İslam’da kuvve-i hakkındaki telakkisi – Emanetin ehline tevdii – Vaz’ olunan esasat-ı İslamiyyenin bi’l-fi’l tatbik edilmiş olduğu – Milletin fevz ve felahı ancak Müslümanlık esaslarındadır. esbabı kendi ellerindedir. O halde mevzu’-ı bahs olan vak’a ve hadis Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in nübüvvetine sıdkına en kavi bir bürhandır. Ve o Nebiyy-i muhteremin tebliğ ettiği hakaikin kudret-i beşer dahilinde olmadığına sa’y ile mücahede ile fikir ve nazar ile elde edilemeyeceğine en sarsılmaz bir delildir… İmdi bu esbab arasındaki irtibat ve münasebetle meyvenin daha iyi yetişmesi hususunda telkihin te’siri gibi umur-ı dünyaya aid işlerde cari olan adet-i ilahiyye Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’ce ma’lum olduğu gibi onları mu’tadları vechile hurma aşılamakta devamlarını tasvib ve tavsiye buyurdular. Şer’iyye Vekil-i sabıkı Mustafa Fehmi Efendi hazretlerinin ahval-i sıhhiyyelerine mebni vuku’ bulan hir Meb’usu Abdullah Azmi Efendi hazretleri intihab buyurulmuş ve intihabı müteakib müşarun-ileyh Büyük Millet Meclisi kürsüsüne gelerek beyanat-ı atiyyede bulunmuştur: Efendim şu’abat-ı idare-i hükumetin anası mertebesinde olan bir makamın yükü zayıf omuzlarıma yükleniyor. Bu yükün altından kalkmak mes’uliyet ve vazife nokta-i nazarından hem Meclis’e karşı hem şeriat ve hem de Sahib-i Şeriat’a karşı bu mes’uliyetten bir dereceye kadar kurtulabilmek için Meclis’i teşkil eden a’zanın bu babda muavenet ve müzaheretine yadigar-ı tarihiolmak üzere muhafaza edildiğini görüyorum. Vaktiyle Kanun-ı Esasi salnamelerin baş taraflarında tab’ olunur ve muhafaza edilirdi. Bu makam-ı kudsinin de bir asırdan ve belki bir buçuk asırdan beri böyle muhafaza edilmekte olduğunu görüyorum. Çünkü bütün şu’abat-i idare-i devlet kendisinden doğmuştur. Bunu ihmalden ziyade i’mal edebilmek Meclis’inizden verilecek salahiyet yani o makinenin Efendim o teşkilat öyle katibler teşkilatı değildir. Erbab-ı ilim ve daniş vücuda getirmekten ibarettir. O makamın bugün şu’abat-ı idare-i hükumetin herbirine karşı bir hakk-ı müdahalesi vardır. Bunu isti’mal edebilmek birtakım teşkilata mütevakkıfdır. Böyle yalnız başına emr-i idareye me’mur ] olan bir Şer’iyye Bismillahirrahmanirrahim Yžy À± . ª Ê uª ­ r y ................. ª a²Y¦ i © – – ne bu mevzu’a aid olmak üzere serd etmiş olduğu fıkralardan bazısını kariin-i kirama icmal etmek münasib olacak. Müşarun-ileyh diyor ki: Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimizin haber verdikleri şeyler iki türlüdür: Birincisi vahiy ile ihbar buyurdukları şeylerdir ki bu nev’e dahil olanlar gerek zihinde gerek haricde el-hasıl her vechile vakı’a tamamıyla mutabıktır. Bu haber ma’sumdur. İkinci nev’e dahil olanlar ise nasın daha a’lem bulundukları umur-ı dünyaya dair zan ile haber verdikleri şeylerdir ki nev’-i evvel mertebesinde olmayıp ahkamı da onun gibi kat’i değildir. Zaten Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz şu iki nev’e dahil olan haberleri bizzat tefrik buyurmuşlardır: Hurma ağaçlarını telkih eden cemaatin sesini işitince:Bu nedir? buyurarak ağaçlarını aşılamakta oldukları cevabını alınca: Bıraksanız daha iyi olmaz mıydı?demişler. Telkihi terk ettikten sonra neticenin iyi olmadığını kendilerine bildirmişler. Ben size zannımı söylemiştim. Siz dünyanıza aid işleri daha edersem o zaman iş başkalaşır Hadis sahihtir meşhurdur. Ve Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in nübüvvetine delalet eden başlıca bürhanların biridir. Nasıl olmaz ki umur-ı dünyaya ve o umur üzerinde cari olan adat-ı ilahiyyeye aid bu gibi hususat kendilerince ma’lum omadığı halde beşerin vahy-i ilahiden başka bir suretle muttali’ olmasına imkan tasavvur edilemeyen ulumu Resul-i muhterem beşere bildirmiştir. Ta hilkat-i alemden ehl-i cennetin cennette ehl-i narın hüsran ve haybette karar kılacağı zamana kadar vukua gelmiş ve gelecek olan bütün hadisatı semalarda zeminlerde gizlenen esrarı dareynde hırmana müeddi olacak küçük büyük bütün esbabı tamamıyla haber vermiştir. Halbuki kendilerinin tebliğ buyurmuş oldukları umurun esbab-i husulüne vukufları daha ziyade idi. Nitekim hesabı hendesi sanayii ziraati usul-i umranı kitabını kendilerinden fazla biliyorlardı. Binaenaleyh Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin tebliğ buyurmuş oldukları şeyler tahsil ları yollarla elde edilebilecek takımdan olaydı elbette onlar bu hususta kendisinden daha ileri giderlerdi. Zira fikir ile hesab ile fen ile sanayi ile istihsal edilecek şeylerin bütün - Vekili’nin yapacağı bir iş değildir. Hükumetimiz yani Büyük Millet Meclisi Hükumeti her ma’nasıyla ve tamada biz o makamı i’mal edemezsek hiçbir zaman da i’mal edemeyiz. Binaenaleyh Meclis’ten müzaheret gördükçe idrakim kadar orada çalış-maya gayret edeceğim. Müzaheretiniz kesildiği gün çünkü o makam hem şeriate hem sahib-i şeriata hem de Meclis’e karşı mes’uliyeti olduğu için müzaheretinizin diriğ olunduğu gün bendenizi de oradan çekilmiş göreceksiniz. Binaenaleyh müzaheretinizin ma’nası i’timad ma’nasında değildir. Yani vaki’ olacak teklifatta müzaheretin diriğ olunduğu oranın teşkilatının yürüyecek bir halde bulunması için vaki’ olan teklifatın rededildiği gün bendenizi oradan çekilmiş göreceksiniz. Binaenaleyh zayıf omuzlarıma tahmil ettiğiniz bu yükü beraber taşıyacağız. Çünkü bu ikinci mes’uliyet ki doğrudan doğruya şeriata ve Sahib-i Şeriat’a karşı mes’uliyettir. Bu Bi’l-umum Müftülere Me’murin-i Şer’iyyeye Büyük Millet Meclisi şer’iyye ve evkaf işlerinin tedvirini uhde-i da’iyaneme tevdi’ etmesi üzerine bi-mennihi teala vazifeye mübaşeret olunmuştur. Esasat ve mealiyat-ı İslamiyye dairesinde hareketi bir umde-i esasiyye ittihaz eden Büyük Millet Meclisi Hükumeti için Şer’iyye Vekaleti’nin ne derecelerde ehemmiyeti haiz olduğu ve bu ehemmiyeti nisbetinde kendisinden beklenilen vezaifin de muazzam ve ulvi bulunduğu vareste-i izahtır. Bi’l-hassa içinde bulunduğumuz şu nazik ve mühim an-i tarihide Şer’iyye Vekaleti ile onu temsil eden müftüler ve ulema-yı kiram efendilerin ve bi’l-cümle me’murin-i Bugün milletimiz muazzam bir mücahedeye girişmiş hürriyetini hakimiyet-i İslamiyyesini ve istiklal-i tammını gasb ettirmemek için Kur’an-ı Kerim’in evamir-i celilesine tevfik hareketle fi sebilillah cihad meydanlarına dökülmüştür. Hayat ve hürriyet ferdler için olduğu gibi cem’iyet ve milletler için de en zaruri bir haktır. Hakimiyet ve istiklali olmayan bir millet için hakk-ı hayat da yoktur. Bi’l-hassa bütün ahkamı hakimiyet ve istiklal üzerine müesses bulunan Müslümanlık mahkumiyet ve esaretle kat’iyyen birleşmez. Ahkam-ı İslamiyyenin tamamıyla tenfiz ve tatbiki için her halde istiklal ve hakimiyet şart-ı esasidir. Buna sahib olmayan bir hükumet bu ahkamın tenfizini te’min edemez. Binaenaleyh esaret mahkumiyet himaye altına girmek gibi izzet ve şeref-i İslami ile asla kabil-i te’lif olmayan bir hale düşmemek için bila-istisna bütün müslümanların sarf-ı mesa’i etmeleri ahkam-ı Kur’aniyye iktizasındandır. Herkes bu mücahedeye malıyla canıyla lisanıyla kalemiyle iştirak etmelidir. Her müslüman bilmelidir ki İslam istiklalinin İslam hakimiyetinin zevali tevhid yerine şirkin hayır ve fazilet yerine şer ve mefsedetin adl ve merhamet yerine zulüm ve kasvetin ikame edilmesinden başka bir şey değildir. Ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere zuhura gelen ve saha-i alemde hakiki adalet hürriyet ve istiklal hak ve fazilet esaslarını vaz’ eden bir dinin salikleri Kur’an’ın şiddetle men’ eylediği ecnebi velayet ve hakimiyetine nasıl razı olur? Bunun içindir ki İslam’ın alemdarı olmak şerefine mazhar olan milletimiz her zamanki gibi bugün de bu uğurda malını canını ailesini evini barkını ticaretini … her şeyini Allah yolunda feda etmekten çekinmemiştir. Milletimizin bu hareketi tamamıyla ruh-ı Kur’an’a muvafıktır. Hiç şübhe edilmesin ki Allah’ın dinini yaşatmak cihad meydanlarına dökülen bu millet nusret-i ilahiyyeye mazhar olacaktır. Anadolu’daki bu İslam hareketinin en mühim amilleri miyanında sayılan ulema ve müftü efendilerin gün geçtikçe mesa’i ve mücahedelerini daha ziyade arttırmalarını ve bu mücahedenin alemdarı olduklarını görmek bi’lcümle müslümanların ehass-ı amalidir. Kapı kapı köy köy dolaşarak bütün müslümanlara hakikati giriştiğimiz mukaddes mücahedenin ulviyet ve azametini anlatmaktan bir an fariğ olmamaları ulema-i kiramın en mütehattim vazife-i diniyyeleridir. Esasen kardeşten başka bir şey olmayan müslümanların bugün her zamandan ziyade bünyan-ı mersus gibi sarsılmaz yıkılmaz bir vahdet arz etmeleri icab eder. Bunun hilafına hareket açıktan açığa Kur’an’a karşı gelmektir. Diğer taraftan hey’et-i ictimaiyye arasında medar-ı vahdet olacak ahad-ı cem’iyet miyanında metin bir urve-i ittihad teşkil edecek yegane esas fezail-i ahlak olduğu için ahlak ve adab-ı İslamiyyemize muhalif her türlü hareketlerden tevakki lüzumunu halka anlatmak millet rehberlerinin en mühim vezaifindendir. Bi’t-tabi’ bu hususta cem’iyet-i İslamiyyemizin hukuk ve hürriyet-i hevesatına çiğnetecek değildir. Şer’iyye Vekaleti –kadın erkek– hiçbir müslümanın adab-ı İslamiyyeye muhalif küçük bir hareketini olmadığı halde Risalet-penah Efendimiz’e iltihak etmeyen ba’zı müslümanlar vardı. Bunlardan biri Ka’b bin Malik’tir ki Resulullah efendimizin bütün gazavat-ı seniyyelerine vak’ayı rivayet ediyor ve diyor ki: Tebük gazvesi esnasında müslümanlar o kadar çoktu ki geride kalanlar kim olduğu ma’lum-ı risaletpenahi olmak için bir vahy-i ilahi nazil olması lazımdı. O mevsim meyvelerin bol olduğu mevsimdi. Gönlüm onlara çok meyl etti. Fahr-i Alem efendimiz hazırlandılar. Ben de hazırlanıp onlara iltihak etmeye çalıştım. Fakat muvaffak olamadım. Her gün kendi kendime: İstesem bir günde hazırlanırım diyor ve ordunun an-ı hareketine kadar böyle tasavvurlarla kendimi oyalıyordum. Risalet-penah efendimiz yola koyuldukları zaman henüz hazırlıkta bulunmamıştım. Gaziler ilerlediler ve ben geride kaldım gazilerin arkalarından yola çıkıp onlara yetişmek istedim. Keşke muvaffak olsaydım. Fakat muvaffak olamadım. Resul-i Ekremimizin teşrifinden sonra Medine-i Münevvere’de halk arasında bulundukça kendimi ya münafıklıkla lekelenmiş yahud za’afından dolayı nezd-i ilahide ma’zur görülmüş el-hasıl bana benzemeyen adamlar arasında gördüğümden mahcub oluyordum. Fahr-i Alem efendimiz beni ancak Tebük’e muvasalat buyurdukları zaman hatırlamışlar ve sormuşlar. Hazırundan birisi: Ka’b öğünmekle süslenmekle meşgul olduğundan gelemedi demiş! Resulullah efendimizin Tebük’ten avdet etmekte olduklarını haber aldığım zaman ar ve hicabımdan eriyor ne diyeceğimi şaşırıyordum. Yalan söylesem yarın vebalinden nasıl kurtulacağımı düşünüyor aklı başında ağır adamlara ne yapacağımı soruyor onların düşüncelerinden dine’ye muvasalat etmek üzere bulunduklarını duyduğum vakit her çi bad abad hakikati söylemeye azm etmiştim. Peygamberimiz bir seferden avdet buyurdukları zaman doğrudan doğruya cami’-i şerife teşrif buyururlar kabul ederlerdi. İlk evvel geride kalanlar huzura geldiler ki seksen şu kadar adamdılar. Bunlar ma’zeretler serd etmeye yeminler etmeye başladılar. Peygamberimiz ma’zeretlerini kabul buyurdu. Cenab-ı Hakk’ın onları afv etmesi için dua etti ve iç yüzünü Allah’a havale eyledi. Huzur-ı Risalet-penahi’ye çıktığım zaman zat-ı seniyyeleri gülümsediler. Fakat ne dargın bir gülümseme! Müteakiben: bile şeref-i milli ile mütenasib bulmadığı gibi mücahedemizdeki samimiyetle de kabil-i te’lif görmez. Binaenaleyh bu hususta emr bi’l-ma’ruf nehy ani’lmünker mevkiinde bulunanların cem’iyetimizin hukuk ve hürriyet-i İslamiyyesine riayet etmeyenleri ahsen-i suretle irşad eylemeleri en mühim en esaslı vazifelerini teşkil eder. El-hasıl müslümanların bi’l-umum ef’al ve harekatını Kur’an-ı Kerim’in i’tikadi ahlaki ictimai siyasi bütün ahkam-ı celilesine tevfika çalışmak bu hususta elden gelen irşad ve mücahedede bulunmak millet rehberlerinin en mühim vazifeleridir. Bu dairede hareket edildikçe fevz ü zaferin mutlaka tecelli edeceğine milletimizin halas ve istiklal-i hakikiye mazhar olacağına hiç şübhe yoktur. Ve minallahi’t-tevfik. Hicret-i nebeviyyenin dokuzuncu senesi idi. Peygamberimiz Medine-i Münevvere’de bulunuyorlardı. Havalar pek sıcak her yer kurak. Herkes sıkıntı içinde idi. Böyle bir mevsimde idi ki Kayser-i Rum’un ehl-i İslam’a karşı bir ordu hazırladığına ve bu orduya birtakım kabail-i Arab’ın da yardım edeceğine dair haberler vürud etmiş ve Risaletpenah Efendimiz Roma Devletiyle harb etmek üzere istihzarat-ı askeriyyeye mübaşeret etmişlerdi. Roma Devletiyle harb etmek için Şam’a kadar sefer etmek iktiza ediyordu. Mesafe pek uzak olduğundan Fahr-i Kainat efendimiz İslam ordusu için i’ane toplanılmasını ferman buyurdular. Hazret-i Ebubekir es-Sıddik bu uğurda bütün servetini Hazret-i Osman üç yüz deve yükü zahire ile nakden bin altın verdi. Risalet-penah efendimiz yirmi bin piyade ve on bin süvari ile Medine-i Münevvere’den hareket ve Medine ile Şam arasındaki yolun yarısı olan Tebük’te tevakkuf ettiler. İslam ordusunun bu mevkie haber-i vürudu etrafa yayıldığı halde Roma Kayseri’nin ordularından bir nişane görülmedi ve ona tabi urbandan bir hareket sadır olmadığı beldelerin hükümdaranı Resul-i Ekrem’e müracaatla arz-ı tabiiyet ettiler ve nihayet Fahr-i Alem efendimiz Tebük mevkiinde yirmi gün kaldıktan sonra ashab-ı güzini ile istişare ederek Ramazan-ı Şerif’te Medine-i Münevvere’ye avdet buyurdular. dan nihayet Ebi Katava’nın bostanına gittim. Kendisi hem amcazadem hem de en çok sevdiğim zevattan idi. selam verdim. Selamımı almadı. – Ey Ebi Katava dedim benim Allah’ı ve Resulüllah’ı sevdiğimi bilmiyor musun? Cevab vermedi. Sualimi iki def’a tekrar ettim. Nihayet: – Allah bilir dedi. O zaman gözlerimden yaşlar boşandı dünya gözüme dar göründü. Bostandan ayrıldım. Bu hal-i pür-melal üzere Medine’nin çarşısında dolaşırken Şam’dan getirdiği birtakım et’imeyi Medine’de satan bir Acem köylüsünün beni aradığını gördüm. Bu adam bana Gassan hükümdarından bir mektup getirmişti. Gassan hükümdarı Hıristiyan idi. mektubunda Resulullah’ın benden yüz çevirdiğini haber aldığından beni da’vet ediyor ve kendisine yordu.Bu da başka bir beladedim ve mektubu ateşe attım. Vaz’iyet bu suretle kırk gün devam etti. Kırkıncı gün taraf-ı risalet-penahiden biri gelerek: – Zevcenizden i’tizal etmenizi Efendimiz emrediyorlar dedi. – Refikamdan ayrılayım mı? dedim. – Hayır dedi. Yalnız ona yaklaşmayacaksınız. Bu haber arkadaşlarıma da tebliğ olundu. Refikamı mes’elenin halline intizaren ailesine gönderdim. Hilal bin Ümeyye’nin zevcesi zevcinin muhtac-ı hizmet olduğunu beyan ettiğinden kendisine yalnız kurbiyetin memnu olduğu haber verildi. On gece de bu surette geçirdim. Ellinci gece sabah namazını kıldıktan sonra bezgin ve nevmid bir halde oturuyorken: –Ey Ka’b bin Malik müjdediye haykıran bir ses sabah namazını eda buyurduktan sonra Cenab-ı Hakk’ın bizi afv buyurduğunu beyan buyurmuşlar ve bunu bize tebliğ için birisi atına binmiş diğeri de koşarak geliyordu. Haberi alır almaz hemen canib-i Risalet-penahi’ye azimet ettim. Yolda fevc fevc herkes beni tebrik ediyordu. Risalet-penah efendimizin sima-yı mübarekleri sürur ğun günden beri geçirdiğin en hayırlı gününle mes’ud ve mübeşşer ol! Sahih-i Müslim’den hulasatan nakl ettiğimiz bu vak’a ne kadar ibret-bahştir. Ma’zeret-i meşruaları olmadığı halde geri kalan bu üç müslüman Peygamberimiz’le birlikte nice nice gazavat-ı İslamiyyede isbat-ı vücud ederek din-i İslam’a hidemat-ı muazzamada bulunan bu hakiki samimi üç müslüman her nasılsa bir def’a geri Karşılarına geldim oturdum. – Niçin geri kaldınız dediler hazırlanmamış mıydınız? – Ya Resulallah dedim ehl-i dünyadan başka birinin huzurunda bulunsam gazabından bir ma’zeretle kurtulabileceğimi biliyorum. Kuvve-i cedeliyyem var. Fakat biliyorum ki sizi bugün darıltmamak için bir yalan söylesem Cenab-ı Hakk’ın beni nazar-ı seniyyenizde düşüreceği zaman pek yakındır. Bundan başka biliyorum ki doğruyu söyleyecek olursam sizi iğdab edeceğim. Maamafih Cenab-ı Hakk’ın akibetimi hayra tebdil etmesini ümid ediyorum. Kasem ederim ki hiçbir ma’zeretim yoktu. Ve yine kasem ederim ki ömrümde şimdikinden daha kuvvetli daha iyi olduğumu bilmiyorum! Risalet-penah efendimiz: –Doğru söylediniz dediler gidiniz ve hakkınızda sadır olacak emr-i ilahiyi bekleyiniz Huzur-ı Risalet-penahi’den kıyam ettim. Arkamdan – Senin bundan evvel hiçbir kabahat işlediğini bilmiyoruz. Risalet-penah efendimize diğer geride kalanlar gibi niçin i’tizar etmekte izhar-ı acz ettin? PeygamberiVe beni mütemadiyyen muahaze ettiler. O derece ki huzur-ı Risalet-penahi’ye avdet edip kendimi tekzib etmek istedim. Fakat bunlara sordum: – Benim aldığım cevabı başkası da aldı mı? – Evet dediler. İki kişi daha var. Senin söylediğin gibi söylediler ve aynı cevabı aldılar. Bunlar Mürare bin erRebi’atü’l-Amiri ve Hilal bin Ümeyyetü’l-Vakıfi’dir. Bunların ikisi de müslüman ümmetten idiler. Ve Bedir muharebesine iştirak etmişlerdi. – Bunlara ne olursa bana da olur dedim. Sefere iştirak etmeyenlerden yalnız üçümüzle müslümanların konuşmamalarını risalet-penah efendimiz ferman buyurdular. Herkes bizden yüz çevirdi. Ve bize karşı mu’amelesini o derece değiştirdi ki kendimizi bildiğimiz tanıdığımız şehirde değil büsbütün yabancı bir yerde sandık. Selamımızı alan yoktu. Herkes bize çin-i cebin gösteriyordu. Tam elli günümüzü bu minval üzere geçirdik. Diğer iki refikim pek müteessir oldular. Evlerine çekilip hüzün ve matemle günlerini geçirdiler. Ben yor ve çarşılarda geziyordum. Namazı Resulullah’a en yakın yerde eda ediyor zat-ı seniyyelerine selam veriyor ve cevaben dudaklarını tahrik edip etmediklerine dikkat ediyordum. Müslümanların benden yüz çevirmeleri benimle kat’-ı münasebet etmeleri pek ziyade uzadığın Ahlak-ı İslamiyyenin şu metanetine şu ulviyetine dikkat ediniz ki mukata’a-i umumiyye ile tecziye olunan üç zat-ı muhterem bu cezaya ne kadar payansız bir sabırla mukabele ettiler ve müddet-i cezalarını nedametle tevbe ve istiğfar ile geçirdiler. Allah’ın afvına layık oldular. Yalnız bir seferden bila-ma’zeret geri kalan bu üç zatın halini biz hiçbir zaman nazar-ı dikkatimizden dur tutmamalıyız. Çünkü bugün memleketimiz İslam da’vası uğrunda ref’-i liva-yı cihad etmiş bulunuyor. Mücahededen geri kalan hakiki mü’minlerin cezası meydanda. Onlar hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyyenin içinde yaşamaya layık değillerdir. O halde her mü’min-i hakikinin vazifesi mücahede-i milliyyemize bütün kuvvetiyle yardım etmek onun kat’i bir muzafferiyet ihraz etmesine çalışmaktır. Mücahededen geri kalan mü’minlerin cezası bu ve a’da-yı İslam’ın galebesini te’min etmek için çalışan müslümanların hali ne olur? Bunu takdir etmek ve Allah’dan korkmak lazımdır. Cenab-ı Hak cümlemizi vazifemizi ifaya muvaffak eylesin. kalmakla bakınız ne kadar müellim ne kadar takat-fersa bir cezaya uğradılar. Bütün ümmet-i İslamiyye bu zevat ile kat’-ı münasebet etti. Kendilerine en yakın akrabaları en aziz dostları bile selam vermekten istinkaf ettiler. Herkesin nazarında düştüler. Kendileri cemaatleri ve cem’iyetleri lar. El-hasıl da’va-yı mukaddes-i İslam hakkında velev bir kerecik teseyyüb gösterdiklerinden dolayı bir mukata’a-i umumiyyeye duçar oldular. Halbuki bu zevat-ı muhteremenin Müslümanlığa ne kadar çok hizmetleri sebk etmişti. Peygamberimiz’in bayrağı altında ne kadar şan ve şeref kazanmışlardı. Buna rağmen bir kerecik vuku’ bulan teseyyüb onların bu kadar ağır bir cezaya duçar olmalarına mani’ olmadı.. Demek ki da’va-yı mukaddes-i bir ihmali afv etmez. Da’va-yı mukaddes uğrunda her zaman her fedakarlığa hazır olmak zerre kadar tereddüde düşmeksizin Allah yoluna girmek ve her fedakarlığı lümanın ne kadar mes’ul olduğunu nakl ettiğimiz bu vak’a pek canlı ve müessir bir surette tasvir ediyor. Cenab-ı Hak Kitab-ı mübininde ¹ r ¹³®Q¯ ª Y¯² Mü’minler kardeşten başka bir şey değildirler n _® ­ u c® İşte sizin ümmetiniz budur ki bir ümmettir tek ümmettir. o\ ¹¯ ©] à j ¯ Á—Y ‡c– Hepiniz birden habl-i ilahiye sarılınız.Ayrılmayınız sonra hüsrana düşersinizbuyurmuşlardır. Risalet-penah efendimiz hazretleriMüslümanlar birbirine kaynaşmış yek-pare bir bina gibidirler.Müslümanlar yek-diğerine merhamet etmek meveddet üzere bulunmak birbirlerinden ayrılmamak hususunda bir uzvu incinirse serapa incinen bir beden gibidirler.buyurmuşlardır. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de müslümanlara ittihad ve muhabbeti i’tilaf ve teavünü emr etmekte ve onların münaza’a ve ihtilaftan tefrika ve nifaktan hazer etmelerini beyan ile bu gibi şeyleri nehy etmektedir. Çünkü tefrika ve nifakın sonu haybet ve izmihlalden başka bir şey değildir. Fahr-i Kainat efendimiz hazretleri bu ciheti hadis-i şeriflerinde izah etmektedirler. Hak izah buyurmuştur. Bu ittihad kökleri müslümanların kalbinde caygir olan metin bir rabıtadır. Bu rabıta en yüksek bir ruhun teşkil ettiği bir rabıtadır. Bu rabıta sayesinde bütün müslümanlar arasında bir kardeş muhabbeti hasıl olmuş Çinli Hindli Afganlı Acem Çerkes Türk Arab Mısırlı Sudanlı ve’l-hasıl dünyanın şark ve garbında yaşayan üç yüz elli milyon müslüman birleşmiştir. Cenab-ı Hakk’ın irade-i ezeliyyesiyle her müslümanın kalbinde ile’l-ebed müntabi’ olan bu hiss-i uhuvveti bu metin rabıta-i milliyyeyi en deni menfaatlere müstenid ve yegane gayesi akvam-ı za’ifeye çullanmak mağlub milletleri kahr ve zulüm ile pençe-i esaretlerine duçar etmekten ibaret olan Avrupa siyaset-i isti’mariyyesi ne yaparsa yapsın hiçbir vechile ihlal edemeyecektir. Avrupa siyaset-i isti’mariyyesi milletlerini uyandırmak onları esaretten kurtarmak için çalışan ricali habs ve nefy ediyor türlü türlü felaketlere uğratmaktan çekinmiyor. Memleketlerinin istiklali gibi en yüksek bir gayeyi ta hakkuk ettirmek için ibzal-i mesa’i edenleri en korkunç felaketlere düşürüyor. Fakat erbab-ı ukul bi’l-hassa Hıristiyan garbı mebhut ve medhuş eden cihet: Onların bu cehennemi gayeleri uğrunda bu kadar çalıştıktan tan sonra yine rabıta-i İslamiyyenin zerre kadar duçar-ı za’af olmaması bilakis garb devletlerinin İslam alemini paralamaya ma’tuf olan mesa’i-i istila-cuyanelerini tevhid etmelerine karşı İslam milletlerinin daha ziyade muhabbet ve uhuvvet hisleriyle mütehassis olarak müttehiden bu kabus-i tazyiki ref’a çalışmalarıdır. Ale’l-husus bütün akvam-ı İslamiyyenin Osmanlı Devleti’ne müzahereti ve bu devlet etrafında ittihadı Afganlı Kafkasyalı İranlı Türk Kürd Gürcü ve Arab’ın yek-diğeriyle muahedeler akd etmeleri Hindistan müslümanlarının ihtilaller koparması ve bayraklarına Hilali’ tersim etmeleri… Bunların hepsi hukuk-ı ziyade korkutmaktadır. Öte tarafta damarlarında şanlı ecdadının kanı cevelan eden her Osmanlının reddedeceği ve bütün Müslümanlığın helakini istihdaf etmesine mebni hiçbir müslümanın kat’iyyen kabul edemeyeceği bir muahede olan Sevr Muahedesi’nin tatbikini te’min rının kıymeti fena halde düşmüş me’murlarının aylıklarını veremeyecek bir hale gelmiş olan Yunanlıları her türlü silah ile techiz ve mikdar-ı kafi para ile takviye ederek dünkü efendileri veliyyü’n-ni’metleri olan Türklere karşı harbe teşvik etmeleri Salib’in Hilal’e karşı ezeli adavetini gösterir. Bu adavet o dereceye vardı ki mahza haysiyet-i İslamiyyeyi rencide etmek için payitaht-ı İslam işgal-i askeri altında alındı. Defe’at ile Bizans’ın ihya edileceği Ayasofya minarelerinin hedm olunacağı havadisi ortaya çıktı. Bunlar Hilal’in imhası için vuku’ bulan teşebbüsatın bir nebzesidir. Avrupalılar asırlardan beri İslam’ın mahvını şahididir. Osmanlılar bütün Salibi muharebelere karşı kahramanane bir surette sebat etmişler ve her asrın kemal-i hürmetle yad edeceği bir sit-i müebbet kazanmışlardır. Türk-Yunan mücadele-i hazırası ise tarihe mühim bir fasl-ı tarihi açacaktır. millet teşkilatıdır. Farz-ı aynlarla tesbit ettiği hemen bütün vezaif-i ferdiyyede bu gayeyi gözetmiş müslümanların ferdi hayatlarını hayat-i ictimaiyyeye şahsi menfaatlerini menafi-i umumiyyeye rabt eylemiş efrad-ı müslimini bu yolda terbiye eylemiştir. Bi’l-hassa farz-ı kifayelerle ta’yin olunan vezaif-i ictimaiyye verdiğini pek vazıh bir surette gösterir. Müslümanlığın siyaset-i dahiliyyesindeki esası inkıy—¯ª ¿ž _–YªY¯² yaddır: Hadis-i şerifi mucebince kanun-ı Hakk’a itaat kanun-ı Muhammedi’nin bilamukavemet saltanat-ı azimesidir. Din-i İslam bütün komiteleri hususi menfaatleri müteferrik siyasetleri kabul etmeyerek İslam hey’et-i ictimaiyyesine bir kanun-ı külliye inkıyad ve itaati emr ediyor. Siyaset-i hariciyyesindeki esas ise i’tiladır i’la-yı kelimetullahtır. Müslümalar tevsi’-i hükumet ve tenfiz-i hakimiyet ile me’murdurlar. Ruh-ı İslam izzet ve i’tila nefehatıyla meşbu’dur. Zillet ve esarete tahammül atalet ve su-i tevekkül İslam’da şiddetle memnu’dur. bu metin düsturlar ile’l-ebed millet-i İslamiyyenin nazım-ı mukadderatı olacaktır. Müslümanlığı birtakım i’tikadat-ı mücerrededen ibaret zannedenler pek aldanıyorlar. Müslümanlık i’tikadat ve ahlakiyatıyla beraber en ali ictimaiyat ve siyasiyatı da havidir. Hatta Kur’an’ın kamından daha çoktur. Bundan başka Müslümanlık bütün ahkamında fıtrat-ı beşeriyyeyi nazar-ı i’tibara almış ona göre ahkam vaz’ etmiştir. Binaenaleyh Müslümanlık beşerin en tabii en fıtri bir dinidir. Müslümanlık beşerin gerek maddiyat gerek ma’neviyatını i’la için en doğru bir tarik-i hidayettir. Müslümanlar bu ahkam-ı aliyyeye sarıldıkça yükselmişler ondan uzaklaştıkça nekbet ve felaketten kurtulamamışlardır. Eğer müslümanlar için kurtulmak ve yükselmek mukadderse –ki buna bizim kavi imanımız vardır- bu halas teali gerek hayat-i ictimaiyye gerek hayat-ı siyasiyyede mutlaka Müslümanlık esaslarına bi-hakkın riayetle ola esasatı bi’l-fi’l tatbik etmişlerdir. O Peygamber-i güzin vezaif-i hükumeti daima ümmeti ile istişare ettikten sonra ehline tevdi’ ettiler ve hiçbir zaman adaletten zerre kadar ayrılmadılar. Bu suretle bize hayat-ı ferdiyyede olduğu gibi hayat-ı ictimaiyye ve siyasiyyede de en mükemmel bir nümune-i imtisal oldular. Binaenaleyh bizim arkasından gitmeye ihtiyacımız yoktur. Ecnebi nazariyelerini ecnebi müesseselerini taklid yüzünden uğramadığımız felaket kalmadı. Bütün o dalaletler bizi girdaplara sürüklemekten başka bir faide te’min etmedi. Kur’an-ı Celil bizim en esaslı kanunumuz en ali rehberimizdir. Milletimizin bütün umur ve mu’amelatı bu mihver-i esasi üzerinde deveran ettikçe milletin fevz ve felah bulacağında hiç şübhe yoktur. Ve milletin istediği de bundan başka bir şey değildir. Cenab-ı Risalet-penah efendimizin _‹Àyž ­—ª [ªYŽ Hadis-i celili düstur-ı amal ve harekat ittihaz eden ecdad-ı me’ali-nijadımız zamanlarında pek büyük nük[ad] ve himmetle birçok daru’l-irfan te’sis ve küşad eder binlerce rical ve e’azım yetiştirirlerdi. Buna binaendir ki tarihimizin en parlak sahifelerini medreselerimizin muhit-i feyyazından yetişen mütebahhirinin asar-ı aliyyesi işgal eder. Bizde medrese hayatı tarihin en mühim ve azametli bir işidir. Zi-ihtişam bir bina olarak medreselerimizi en mümtaz ve müessir bir sima olarak da mollalarımızı gösterebiliriz. Memleketimizda ilim ve irfanın bir vakitler küşad ettiği devre-i saadet ve ikbal bütün zamanlarını tevsi’-i memalik ve tezyid-i şevkete hasr eden o mübarek ecdadın kudsi ve la-yemut asar ve esmarı olan medreselerimizden doğuyordu. O medreselerimiz idi ki Türk’ün nam-ı kemalatını aktar-ı cihana isale vesile olmuş. O darulmuallimlerimiz gözlerini kamaştırarak binlerce ecnebi talebenin mahza tahsil-i ilim ve hüner arzu ve iştiyakıyla memleketimize koşmalarına saik olmuştu. Dört asır evvel Avrupa alem-i Hıristiyaniyyet’i bir sıtma nöbetini geçirmek üzere kiliselere koşar cennet ve cehennem satan!.. mutaassıb ve cahil papaslardan nüsha dilenirken İstanbul’u feth için kızaklar i’mal toplar caktır. Zira İslam’da hakim olan ancak kanun-ı ilahidir. Millet-i İslamiyye’nin bütün ahval ve harekatı ancak bu dairede cereyan eder. milletin mukadderatını tedvir eden hey’et demektir. Bu hususta en küçük ferdinden en yüksek reisine kadar birer me’murdan başka bir şey değildir. Millet-i İslamiyye mukadderatına hiçbir zaman kayıtsızlık gösteremez. İçinden en ehil olanlar vasıtasıyla bütün umur ve mesalihi tedvir ve hall ü akd eder. Kuvve-i te’min eder. Hakimiyeti bu noktada bila-kayd ü şart cereyan eder. Binaenaleyh millet bu hakimeyetini hüsn-i meydan kalır ne sunuf-ı ictimaiyye mücadelatına zemin ve imkan ne de hakimiyet-i şahsiyye ihtirasatına kuvvet ve iktidar. Çünkü o kanun-ı külli-i Muhammedi bunların hiçbirisine müsaade etmez. Müslümanlığın hükümdar ve hükumet hakkındaki telakkisi Avrupa’daki gibi değildir. İslam Avrupa’da olduğu gibi bir hakk-ı krali tanımaz. İslam nazarında hulefanın mevkii ancak ikame-i şeriat için bir me’murdan başka bir şey değildir. Ale’l-umum kuvve-i icraiyyeyi bu suretle telakki eder. Onun içindir ki İslam hulefası ne Papalık gibi ma’sum ne de bir kanun-ı ilahi vaz’ına salahiyetdardır. Hulefanın efrad-ı İslam’dan fazla hukuku müslümanlardan ziyade muafiyete mazhariyetleri yoktur. Binaenaleyh kanun-ı külli-i Muhammedi haricine çıkınca millet-i İslamiyyenin derhal harekete gelmesi farzdır. Zira daima icraat-ı hükumete nigehban olmakla mükellef olan müslümanlar indinde en büyük cihat zulüm ve cevre istibdada mugayir-i şeriat ahvale karşı mücadele ve mukavemettir. _¯¦Y·kª ©‹ž ªo¡ yYj Y~u³– Meşveret İslam’da en büyük bir esastır. Kezalik emanetin ehline tevdi’i ve hüküm ve icrada adaletin tatbiki nass-ı kat’idir. Á à u³– ­ b£ ®y Ayet-i kerimesi ehliyeti ta’yin eden en ali bir düsturdur. gerek hukukullaha gerek hukuk-ı ibada tecavüzden en çok sakınan ashab-ı ilim ve fazilettir. Bu hukuku bilmeyen ve bunlara riayetkar olmayanlar hiçbir zaman milletin umurunu hall ü akde ehil olmazlar. kam-ı esasiyyesi bu derece alidir. Ve bu ahkam nazariyattan önüne geçildi. Şimdi cidden büyük bir fahr u sürurla kabaran kalblerimizin iman ve ikan-ı tammıyla söyleyebiliriz ki şu günlerde ihya-yı irfan için mühim bir temelin ta’mirine başlanmıştır. Büyük Meclis’imizin mütefekkir ve muhterem rical-i hükumetinin çıkardığı kanun bu mühim noksanı izale etmeye mülkümüzün her tarafında oldu. Bu cümleden olarak küçük ve tarihi Havza’mızda çoktan beri münderis olan medresemiz tecdid ve ihzar edilerek şimdilik otuz hücre-i irfanda birçok talebemiz müfti-i belde Hacı İsmail Efendi’nin himmet ve riyaset-i tedrisiyyesinde tahsil-i uluma devam etmektedirler. Ciddi bir şevk ve hevesle başlayan şu mühim ve hayati mes’elenin temenni ederiz ki idamesine tealisine hiçbir fikir hiçbir emel engel olmasın! Bize mazideki kuvvet ve kudretimizi ifaza edecek bütün hüsranlarımızı elemlerimizi telafi ettirecek olan bu müessesat-ı ilmiyyeye her şeyden ziyade ehemmiyet verilmek lazımdır. Asri bir tarza dönülmek tasavvuruylu atılan bu esasın idame-i hayatı iktitaf-i semeratı vesait-i maddiyyenin esirgenmemesiyle kabil ve mümkün olabilir. Gösterdi ki celadet-i hariku’l-ade ile mühim ve şerefli bir devrin kapısını açan azim ve metanet-i fikriyyesiyle düşmanlarımızın bile kalbini fikrini celb ve teshir eden Büyük Meclis’imize şükran ve imtinan borçlarımızı ifa ederken şimdiye kadar her şeyi hükumetten beklemiş ve görmüş olan milletimize medreselerimizin ihtiyacat-ı maddisinin te’min ve te’diyesi hususunda da rehber olmasını temenni eyleriz. Türklerdeki fazilet-i ahlakiyye hissiyat-ı diniyye kabiliyet-i tanet ulüv-cenab mertlik hassaları hep bu darulmuallimlerimizin muhit-i feyyazında inkişaf ediyor. Padişahlarımızdan şehzadelerimizden vezirlerimizden başlayarak bütün rical-i ilmiyyemiz askeriyyemiz diniyyemiz bugün asar-ı harabiyyetine olsun şahid olduğumuz o ali ve muhteşem medreselerimizin münevver ve mübarek sakfları altında feyz-yab oluyorlardı. Daha pek uzaklara değil bir iki yüz sene evveline küçük bir muhitte bile pek büyük bir bina-yı irfanın mevcudiyetini ve kibar-ı ulemamızdan kırk zatın tedris-i ki medeniyet-i aliyyenin menba’-ı feyz ve kemalatı olan muhitat-ı irfanımıza canlı bir nümune olabilir. Eğer bu tertib-i irfanı şu zamana kadar idame ettirebilmiş olsa idik şübhesiz bugün dünyanın akvam-ı fazıla ve münevveresinin başında bulmak şerefi bizlere biz Türklere konacaktı. Ne çare ki öyle olmadı! Medreseyi mollayı ihmal ettik! Müntesibin-i ilmiyyedeki kesalet-i fikriyye bu ilim ve fazilet evlerinin yıkılmasını Şübhesiz bunun pek acı cezasını da çekmedik değiliz. Bünye-i ictimaiyyemizi kemiren ve gaflet-i cehl ile mücadeleye kadir teşkilat-ı ilmiyyemizin fıkdanına bütün şu mahrumiyetlerin inzimamı dinimizi za’afa ahlakımızı tereddiye uğrattı. Bunun netayicinden olarak da birçok köylerimiz imamsız birçok camilerimiz hatibsiz kaldı. Bereket versin ki şu hal çok devam etmeden bu felaket te’siratını tamamıyla göstermeye başlamadan Hüseyin ibn Ali ve İngiltere Geçen nüshamızda münteşir makalemizde İngiltere’nin Ceziretü’l-Arab’a nasıl bir hulul-i muslihane siyaseti ta’kib ettiğini bu siyasetin neticesi olarak Harb-i Umumi aşairinin en kuvvetlisi olan Abdülaziz ibnü’s-Suud ile ne suretle münasebata başladığını izah eylemiş idik. Fi’l-hakika Harb-i Umumi’nin i’lanından mukaddem ziyade tehlikeli ve su-i kasda makrun olan hedef-i teşebbüsatı Türkiye’nin taksim ve nihayet elden gelirse külliyyen imhasına ma’tuf bulunuyordu. Binaenaleyh Ceziretü’l-Arab’ın ötesine berisine sokularak bu hali ve hal-i bedeviyyette bulunan çöllere adam göndermek para dökmek gizliden gizliye aşairle anlaşmaya çalışmak ancak bir tek ma’nayı haizdi o da en son kalan bir maddiyye ve ma’neviyyeye mazhar kalan bir devletin hayatına hatime vermek hırs ve arzusu. Binaenaleyh İngiltere ile el ele verecek olan her hangi bir kabile bir aşiret bir cemaat veya bir ferdin hareketi cinayetti. İslamiyet’in en son müdafi’i kalan Türkiye’yi noktasından sarsmak yıkmak ve sonra İslamları kendi müdafaa ve sıyaneti için iştirak etmişti. Karşısında bir edecekti. Öyle ki bu bir Salib-Hilal harbi idi. Ve Salib harbinin saik-i evveli İngiltere idi. Yoksa bu harbi açan hiçbir zaman Türkiye değildi. Türkiye Hilal’i müdafaaya harb karşısında bütün diğer siyasi safhalarından kat’-ı nazar bu esaslı nokta i’tibarıyla her müslime düşen vazife malen bedenen bu uğurda mücahedede bulunmaktır. Fi sebilillah cihaddır. Zira İslamiyet tehlikede idi. Hakimiyet-i İslamiyye muhatarada idi istiklal-i İslami adeta bir uçurumun kenarında idi. Binaenaleyh asırlardan beri zir-i tabiiyyetinde her türlü esbab-ı naz u na’ime malik bir şan ve şeref bir hayat-ı asalet ve şerafete sahib bir müslimin metbuu olan ve fi sebilillah mücahedeye mecbur olan bir hükumet-i İslamiyyeye yardım etmesini değil sell-i seyfe kıyam etmesini hangi bir kelime ile Hüseyin bin Ali böyle bir kelime ile ifade edilebilecek bir sıfatı kendi sun’ ve te’addisiyle doğrudan doğruya takınmıştı. Sözün kısası İslam düşmanı İngiltere’nin uzanan elini tutmakla ve bir İslam’dan elini çekmekle bu vasfa kesb-i istihkak eylemişti. Harb-i Umumi’nin daha ilk senesinde İngiltere buna muvaffak olmakla şübhesiz İslam’ı en can alacak damarından vurmuştu. Kendi hesabına böyle bir muvaffakiyeti bir hatvede ele geçirmekle İslamiyet’i en şedid bir surette sarsmıştı. Bu ise fikrimizce adeta bir nev’ bey’ u şira şeklinde bir şey olmuştu. İngiltere artık kendine nisbetle daha büyük ve daha kat’i menfaatler te’min edecek birini gördüğü içindir ki hemen Necd Emiri İbnü’s-Suud’u bir tarafa atarak fakat onu da okşayarak ve yine aldatmakta devam ederek diğer birini Hicaz Şerifi Hüseyin satın almıştı. Hüseyin bir köle gibi bir esir gibi İngiliz efendisine satılmıştı. Hüseyin evlad ve ahfadıyla birlikte zengin bir Salibiye bütün hakk-ı tasarrufunu hakk-ı hürriyetini satmıştı. Ve bunun ribka-i emr u nehyine girmiş bulunuyordu. menfaatlere sahib bir taraf idi. Zira: Şerif Hüseyin’i satın almakla İngiltere her şeyden evvel Hicaz ve Cidde’yi işgal etmiş bulunuyordu. Buraları bi’l-fi’l İngiliz hakimiyetine geçiyordu. Ve Türkiye’den ayrılıyordu ve burada da hal-i harbde bulunduğu Türkiye’ye karşı yeni bir cebhe ihdas ediyordu. avucuna alarak onları bir köle hürriyetini istiklalini gaib etmiş bir kul haline indirmek istiyordu. İngiltere’nin bu şeytani su-i kasdlarının kuvveden fiile isaline hizmeti dokunmak şahıs için şübhesiz cinayetlerin en büyüğü idi. Maamafih bu o nev’ cinayetlerdendir ki onun vebali her şeyden ve herkesten evvel yine kendine raci’ olur. Adl-i rabbani derhal hükm-i celilini icra eder İslam’a su-i kasd cürmünün mübaşir veya şeriki hemen haybet ve hüsrana ma’ruz kalır gün geçmeden dereke-i zillet-i pestiye perişan sukut eyler. Nitekim Abdülaziz ibnü’s-Suud için de böyle olmuştu. Zira o İngiltere ile ittifak ederek İslam bir hükumete karşı irtikab-ı hıyanet ve cinayet eylemişti. Burada şunu da kayd edelim ki cehalet atiyi hakkıyla ta’yin edememek ta’bir-i diğerle dirayetsizlik hiçbir zaman esbab-ı muhaffefeden olamaz. Zira bir İslam eğer cahil idi ise eğer gafil idi ise neden bu gibi İslam’ın şerrine ma’tuf olması kaviyyen muhtemel bir işe girişsin? Hususiyle bir Salibi ile dünyanın en mutaassıb en mağrur bir Salibisi ile ki elinde seni kandırmak aldatmak için altının leme’an-ı kazibini bir şebeke-i ıstıyad halinde sana pek vasi’ olarak gösteriyor. Bu tarz-ı muhakeme ile ve hiç şübhesiz bu pek doğru olan tarz-ı muhakeme ile Necd emiri İslamiyet’in mahkeme-i vicdanı huzurunda müttehemdir. Fakat unutmayalım ki yalnız su-i kasd tertibi cürmüyle müttehemdir. Asıl bunun daha feci’ ve daha hevlnak bir şekl-i aharı vardır ki o da su-i kasdı tertib etmekle beraber le’imidir. Teessüf olunur ki buna da Ceziretü’l-Arab’ın diğer bir aşiret reisi kıyam etmiştir. O da Mekke Şerifi Hüseyin ibn Ali’dir öyle bir Hüseyin ibn Ali ki alelade mesela Necd emiri gibi bir aşiret reisi olmakla yahud Vehhabilik gibi her hangi bir mezhebin reisi olmakla kalmıyor ve mübarek bir şehrinde Allenby’den aldığını dermiyan eden biri tarafından vaki’ oluyor. Öyle bir şahıs ki görgü ve vaziyet-i ictimaiyye i’tibarıyla diğerlerinden üstün hayrı şerden farikdır. Ve sonra bütün evlad ve ahfadıyla birlikte İslam’a tevcih edilen bir cinayete seve seve güle güle iştirak ediyor. Her İslam bugün tarihi bir şekil almış olan bu feci’ bu elim hadisenin bu kanlı ve kara safhanın hatırası muvacehesinde dahi hicab ile titrer. Yazıklar olsun ki bu hadise bugün bir hakikattir. Ve bu sahife tarih-i İslam’da bugün bütün siyahlığıyla duruyor. Makam-ı Hilafet’i de haiz olan Devlet-i Osmaniyye-i si için girmişti. Hatarda bulunan istiklal ve hürriyetini Şerif Hüseyin’e para silah mühimmat vererek İngiltere Cenubi Filistin’de yoktan bir kuvvet vücuda getiriyor bir ordu ihzar etmiş bulunuyordu. Bu ordu kendisiyle birlikte Türkiye’ye karşı harb edecek ve Türkiye’nin kıyam ettirmekle bütün Ceziretü’l-Arab’da bütün Suriye ve Irak’ta Arablık aleminde Türkiye’ye karşı müsta’id-i Hüseyin ibn Ali’yi takviye etmek sayesinde ileride bildiği takdirde İslamların mukadderatı üzerinde daima hakim olabilen bir hükumet vücuda gelmiş olacak ve elinde bulunduracağı bu hükumetle alem-i İslam’ı elinde tutacaktı. nın riyaseti altında arzusuna muvafık olarak ileride bir hükumet vücuda getiremediği takdirde bir kere şirazeden çıkan Ceziretü’l-Arab’ın her tarafında yeni yeni hükumet karikatürleri vücuda getirerek Ceziretü’lArab’da muharebat-ı dahiliyyeyi iğtişaş-ı dahiliyi takviye edecek ve bu suretle bütün Arabistan’da anarşiyi idame eyleyecek ve İslamiyet’in en mu’tena iklimlerinde İslamiyet’i temelinden sarsacaktı. Gerek Türkiye’ye karşı ve gerek birbirlerine karşı Arab rüesa ve aşairinin yapacakları müsademelerde açacakları sahne-i harbde İslam’ı İslam’a kırdıracak on binlerce yüz binlerce müslüman kanı dökülecekti. Bu da Salibi İngiltere için İslami siyasetinin bir nev’-i safhasının tahakkuku demek olacaktı. Türkiye’ye karşı kıyam ve muharebe ettirmekle Türklük ve Arablık mes’elesini bütün çıplaklığıyla ortaya atmış bulunacak ve İslamiyet’in kemiyet ve keyfiyet i’tibarıyla en kuvvetli olan bu iki unsuru arasında mademe’l-hayat bir hiss-i adavet ve nefret alevlendirmiş olacak ve bu da bi’t-netice İslamiyet’i esasından rahnedar edecekti…ilh. Görülüyor ki İngiltere’nin Şerif Hüseyin’i satın almak yabileceğimiz menafii de birlikte te’min ediyordu. Ve bunların fevkinde İngiltere için en mühim ve en yüksek birer menfaat-i siyasiyye vardı ki o da müstemlekecilik gaye ise cümlesini hatta gölgede bırakacak bir mevkide Ceziretü’l-Arab’ı Irak Filistin Suriye el-Cezire … ilh. gibi ülkeleri aktar-ı ma’mure ve müddaharayı yed-i hırs ve istimlakine almış bulunacaktı. hep bu menafii zihninden birer birer ve tatlı tatlı geçiriyordu. Diğer taraftan Hüseyin ibn Ali dahi buna mukabil kendisince menfaat telakki edilen birçok rüyalar yaşıyordu ki en mühimleri şunlardı: Hüseyin bin Ali Türkiye tabiiyetinde ale’l-ade bir Mekke şerifi olmak vaziyetinden kurtularak bir Hicaz hükümdarı bir sultan bir melik olacaktı. Öyle bir melik ki altınlarla oynayacak her türlü ni’am-ı saltanattan Hüseyin ibn Ali kendi tarafdarlarının ta’birince Arabların büyük halaskarı olmak payesini ihraz etmekle gerek bir mevki’-i dünyevi gerek bir mevki’-i tarihi ve ebediye malik olacaktı. Hüseyin ibn Ali yine kendi nokta-i nazarına göre Türkiye’nin ribka-i esaretinden kurtulacak bütün Arabların sakin olduğu ülkelerde şehzadelerinden ! birini hükümdar ta’yin edecek ve bu suretle kendisi adeta bir şehinşah olacaktı. şehzadelerinin zir-i saltanatında bulunacak kıt’alar arasında bir konfederasyon vücuda getirebilecek olursa o zaman İbn Ali bu Arab ittihadının başında bir sultan bir melikden de büyük bir imparator olacaktı. Türkiye’yi esasından sarstıktan emakin-i mukaddeseyi de elinde bulundurduktan Arab ittihadını te’min ettikten sonra da artık Hüseyin ibn Ali makam-ı hilafeti de kendine kolay kolay hasr edebilecekti. O zaman bir mübecceleyi de haiz bulunacaktı. fından dermiyan edilen bir pazarlığın Hüseyin ibn Ali’ye te’min edeceği güzel güzel rü’yalar da bunlardı. Şimdi hakka’l-insaf düşünür de İngiltere’nin böyle bir bey’ u şira neticesinde te’min edeceği en mühim fevaid ve menafi ile bir de Hüseyin ibn Ali’nin bu serab-alud hülyalarını mukayese edersek Hüseyin ibn Ali’ye nasıl olur da meczub ta’birini dahi az görmeyiz? Fi’l-hakika İngiltere’nin Hüseyin ibn Ali’yi avlamak dahi muhakeme etmek faideden hali değildir. Şunu da münasebet düşmüş iken işaret edelim ki İngiltere ma’hud hafi muahededeki mevaddan gayrı Şerif Hüseyin’e karşı resmen bir ta’ahhüd altına girmiş değildir. Ve hafi muahede ki Hüseyin ibn Ali’nin hükumetini ma-dame’lhayat ciheti de bi’l-ahare muhakeme ederiz. Şimdi ise Hüseyin ibn Ali’nin hayallerini gözden geçirecektik: Evvelen – Hüseyin ibn Ali belki bir Hicaz hükümdarı olabilirdi. Fakat öyle bir hükumetin hükümdarı olurdu ki bahren İngiltere’nin tahakküm ve tasallutu altın Fakat ne suretle veyahud nasıl? O muazzam şehinşah ne olacaktı ki ve ne oldu ki şehzadeler bir şey olsunlar?... Rabi’an – Arab ülkeleri arasında bir konfederasyon fikri. Bu da onlardan büyük bir hülya. Bütün Ceziretü’lArab ve bütün Arab memleketleri İngiltere’nin elinde bir satranç sahnesinden ibaret olduktan sonra onun piyadelerini veya şahlarını istediği gibi oynatmak işten bile değildir ki bu İngiltere için bir tehlike olsun. Hamisen – Hüseyin ibn Ali’nin makam-ı hilafeti muhaldir. Bu esasen o kadar muhal bir şey idi ki Hüseyin mi olmalı kail mi olmamalı insan hayret eder. Fakat şunu da işaret edelim ki bu hadiseler daha altı yedi ay geçmeden evvel bi’l-fi’l Hicaz hükümdar-ı muhteşemi Arab konfederasyonunun şehinşahı mevki’-i bülend ve muhteşeminden düşerek kendisinin makam-ı hilafetin unvanı olan Emiru’l-mü’minin lakabıyla yad olunmamasını alenen gazetelerle rica edecek bir mevkide bulunuyor. Bu hiç şüphesizdir ki adl-i rabbaninin bir tecelli-i alisidir. Öyle bir tecelli-i alidir ki metbu’-ı muazzamı olan bir hükumet-i İslamiyyeye karşı sell-i seyf eden bir tabiin az bir zaman zarfında duçar olduğu haybet ve hüsranı irae eder. Şübhesiz ki Hüseyin ibn Ali ne halife ne şehinşah ve ne Arabların büyük halaskarı hatta ne de müstakil bir Hicaz meliki bile olamamıştır. Hüseyin bin Ali gelecek makalemizde tarihin seyrini ta’kib ederken izah edeceğimiz vechile nihayet Hicaz’ın ıssız çöllerinde Türkiye’nin o yegane hükumet-i İslamiyyenin –eğer varsa- azab-ı vicdani içinde kıvranan bir şerif-i matrudundan başka bir şey olamamıştır. Buna mukabil olan İngiltere Hüseyin ibn Ali’yi satın almakla tasavvur ettiği mefkurelerin hemen ekserisine kavuşmuştur. ‡\ Y Ê ¿ª YÀ y]c–Y Dini Dersler Birinci kitap: Birinci ikinci kısımlar Umur-ı Şer’iyye Vekaleti Tedrisat Müdir-i Umumisi Aksekili Ahmed Hamdi Efendi tarafından umum mekteplerde ve medreselerde tedris olunmak üzere tertib ve tahrir olunan Dini Dersler’in birinci kitabının i’tikadat-ı şer’iyyesinden bahis olan ikinci kısımları ahiren intişar etmiştir. Birinci kısmın fiatı posta ücreti kuruş da temsil-i hariciden mahrum arazisi ıssız bir çölden Hakikatte ise doğrudan doğruya İngiltere’nin ribka-i himaye ve esaretinde bulunurdu. Nitekim böyle de olmuştu. Hatta İngiltere ile Hüseyin ibn Ali arasında akd edilen ve hafi muahedenin ikinci maddesi –ki Mekke’de münteşir el-Kıble gazetesinden naklen İskenderiye’de çıkan el-Ümme gazetesinin Kanunisani tarihli nüshasında mündericdi- ber-vech-i atidir: Büyük Britanya-Hicaz muahede-i hafiyesinin ikinci maddesi: Büyük Britanya hükumeti Hicaz hükumetini muhafaza ve umur-ı dahiliyyesinde her ne suretle olursa olsun vaki’ olacak bir müdahaleye ve her hangi bir şekilde olsun hudud-ı berriyye ve bahriyyesine vaki’ olacak bir taarruza karşı selametini sıyanet etmeyi ta’ahhüd eder. Ve eğer düşmanlarının desaisiyle veya ba’zı emirlerin hasedi neticesi olarak Hicaz dahilinde bir isyan olduğu takdirde Büyük Britanya hükumeti Hicaz hükumetine maddeten ve ma’nen bu kıyamı ber-taraf edinceye kadar yardım eder. Yalnız umur-ı dahiliyyedeki dımların müddeti mezkur Arab hükumetinin maddeten teşekkülü zamanıyla mukayyeddir. maddeten ve ma’nen İngiltere’nin himayesi altında ale’lade bir müstemlekeden pek farklı olmayacaktır. Demek ki Hüseyin ibn Ali’nin kurduğu hükümdarlığın mahiyeti esas i’tibarıyla hakikat vadisinde olarak bu şekilde tecelli ediyor demektir. Saniyyen – Hüseyin ibn Ali’nin Arabların büyük halaskarı olmak üzere tanınması keyfiyeti de bir hayaldir. Vakı’a Harb-i Umumi senelerinde olduğu gibi bir müddet-i muvakkate için İngiltere hükumeti henüz Hüseyin giltere hükumeti tarafından Hicaz’a maddeten ve ma’nen yardımda bulunmak mecburiyeti olduğu sıralarda birçok müfrit milliyetperverleri bu hayal epeyce alevlendirebilir. Ancak İngiltere’nin Hicaz’dan artık bir şey beklemediği zamanların –ki bu zaman pek çabuk hulul etmiştir- vüruduyla beraber Arabların bir İslam hükumetinin Türkiye’nin idaresi altında bulundukları sıradaki mevkileriyle bi’l-ahare Hüseyin ibn Ali’nin büyük halaskarlığından sonraki mevkilerini re’yü’l-ayn göreceklerdir. Nitekim görmüşlerdir. Bi’t-tabi’ Hüseyin ibn Ali de bu hayalin nasıl çürüdüğünü hissetmiştir ki bu cihetleri ileride izah edeceğiz. Salisen – Hüseyin ibn Ali’nin Arab ülkelerinden herbirinde şehzadelerini birer sultan görmesi de bir serabdır. Esasen kendisi İngiltere’nin elinde ne ki şehzadeleri ne olsun? Belki İngiltere bir Faysal’ı veya bir Abdullah’ı ­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Yžy À± ª Ê uª ­ r y ................. ª a²Y¦ i © Ayet-i kerimesinin tefsiri. Ahirete iman beslemek İslam’ın erkan-ı i’tikadiyyesindendir – Ahiretin imkan-ı aklisi – Ahirete iman hakkında Kant’ın nokta-i nazarı – Mes’uliyet ve adalet hislerinin yevm-i ahiretin varlığına delaleti – Hilkat-i ula ile mukayese – Beka ve ebediyete karşı insandaki meyl-i fıtri – Ahiret mes’elesinde akıl ve felsefenin vazifesi imkanını taharridir – Vuku’ ve tahakkuku hakkında ahbar ve nükul-i sahihanın lüzumu – Ahireti inkar aklın salahiyeti haricindedir – Yevm-i ahiret hakkında enbiya-yı izamın tebligatı – Dünkü Hacı Bey’le muhaceretten sonraki Hacı Bey – Hacı Bey’in teessür ve kederi – Anadolu’nun göbeğinde de ahlaksızlık – Açık saçık gezen kadınlar – Söz değil iş lazım – Ahlaka münafi neşriyat – Muhaceret derdleri – Burada matem ötede aheng – Hürriyet var – Hod be-hod münkeri men’ edenler mahkum olur. Son vak’alar: Şerif Hüseyin’in ve oğullarının vahdet-i İslamiyyeye karşı hıyanetleri – Yalancı istiklal yalancı bayrak – Fransa ve İngiltere’nin Arabistan’ı taksimi – Suriye’den Faysal’ın Irak’tan Abdullah’ın atılması – İngiltere’nin ta’yin ettiği yalancı hükümdarlar – mu’cize-i ilahiyyedir ki aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz onunla en yüksek hatiblere en ateş-zeban ediblere karşı tahaddi buyururak bir suresine nazire vücuda getirmelerini teklif etmişlerdir. Süver-i Kur’aniyyenin birçoğunda Kur’an’ın ancak kalb-i Resul’e nazil olduğunu natık ayat-ı kerime mevcuddur. Kur’an ancak Aleyhi’ssalatü ve’s-selam Efendimiz’e vahy olunan vahy-i ilahidir. n ¿ n¹À ‚ µ¯– . u ¹£ª uÀ Ê ¹¶ Yukarıdan beri söylediklerimiz maksadı te’mine kafidir. Bununla beraber bu babda rivayet olunan ehadisi münakaşa ve onların mesnedlerindeki cerh ve ta’dili beyan sadedinde müstakil bir fasıl açacağız. İşte o fasılda göreceğiz ki müfessirler nakl-i hadis hususunda ne kadar müsamahakar davranmışlar ve ehl-i hadisçe vüsukuna lerdir. Ayat-ı salifede Beni İsrail’in Muhammed bin Abdullah’a saikasıyla bu hususta nasıl birtakım vahi ve sefil esbab ve ilele sarıldıkları beyan buyurulduktan sonra atideki ayat-ı kerimede asıl onların helak ve hüsran-i ebedilerini mucib olan fazihalarından diğerleri bast u beyan buyuruluyor. Efendiler evvelki musahabelerimde İslam’ın i’tikadat-ı esasiyyesinden olan vahdaniyyet-i ilahiyye iman bi’r-rusül kitap ve melek akideleri hakkında izahat vermiştim. Bugün de İslam i’tikadının en mühim bir rüknü olanahirete iman hakkında izahat vereceğim. Yevm-i kıyamet yevm-i ahir veya ahiret ba’s ba’de’lmevt yevm-i din yevm-i ceza… Bunların herbirerleri bir ma’nayı ifade eder. Ahiret ta’biri bunların hepsini cami’dir. Münteha-yı evsafı i’tibarıyla dayevm-i ceza denilir. Ahirete imandemek dünyada gördüğümüz her şeyin bir saat-i fenası olduğuna ve ondan sonra ikinci bir neş’ete ikinci bir hilkate iman demektir. Müslümanlık bize ta’lim ediyor ki:Dünya’da gördüğümüz her şeyin Bismillahirrahmanirrahim Yžy À± . ª Ê uª ­ r y ................. ª a²Y¦ i © – – Yukarıdan beri serd ettiğimiz sözlerin hulasası şudur ki: Müfessirlerin bu babda irad etmiş oldukları hadislerin hiçbiri sahih mertebesine yükselememiştir. Bununla beraber şayed içlerinde sıhhati tebeyyün edenleri varsa bunların ra’d ve berk ile esbabı kezalik çocuğun ebeveyninden birine benzemesi ceninin nasıl olup da erkek veya dişi olması ve saire dünyaya aid olanlar hakkında dair rivayet olunan ehadis akla tevafuk eder ve mesail-i müsbete-i ilmiyye ile te’aruz eylemezse kabul edilir aks-i takdirde edilmez. Bununla beraber şu hareket hadisin sıhhati farz olunduğuna göredir. Lakin rical-i hadis miyanında yukarıda zikr ettiğimiz vechile şayan-ı i’timad olmayan ba’zı kimselerin bulunduğu düşünülürse o zaman ne yapmak lazım geleceği kendiliğinden anlaşılır. Mesela bu rical arasında Abdülhamid bin Behram el-Fezari vardır ki Hafız Salih bin Muhammed onun hakkında:’’ Hiçbir şey değildir. Sıhhatten uzak sözleri vardır.diyor. Bunları bir tarafa bırakalım. Asıl müslümanların tüylerini ürpertecek Kitabullah’ı ve sünnet-i Resul’ü cidden el-Hattab’ın lisanı üzerine olduğuna dair olan rivayetlerdir. Müfessirler bu hususta birtakım senedler zikr ediyorlar ki ravileri arasında İmam Ahmed bin Hanbel’i de görüyoruz. Hiç şübhe yoktur ki Kur’an’ın böyle ashab-ı kiramdan birinin lisanıyla nüzulü aklın kabul etmeyeceği bir şeydir ki bunu söylediği sözün ma’nasını idrak etmeyen ve bu kabil akval-i sehife derecesini ihata kudretinde olmayan erbab-ı gafletten başkası tecviz edemez. Acaibin en büyüğü de sahibinin bu mevzu’a u—\ Yª ¿– y£ª ±® {²Y¯ž aid olmak üzere _\Yo‡ª unvanı altında bir fasl-ı mahsus açarak ashab-ı kiramdan bir kısmının lisanıyla nazil olduğu zu’munda bulunduğu ayetleri serde kalkışmasıdır. Evet sahibi neticesi hakkında hiçbir tefekkürde bulunmaksızın ve hiçbir kayd-i ihtiyata lüzum görmeksizin böyle bir harekette bulunmuş. Kitabullah’ın kadr u menziletine bu suretle tari olacak nakisayı düşünmemiştir. Kur’an öyle bir en nihayet dünya dediğimiz şu hey’et-i mecmu’anın bir saat-i fenası bir ölümü olacaktır. Arz ve sema değişecek başka bir neş’et hilkat başlayacaktır. O zaman adalet-i mutlaka-i ilahiyye tamamıyla tecelli edecek herkes buradaki a’malinin mükafat veya mücazatını görecektir. biri de budur. Bu i’tikad aynı zamanda hiss-i vazife ve mes’uliyet üzerine istinad etmektedir. Vazifenin zamanı mes’uliyetin kafili ancak budur. Bu mes’eleyi iki cihette muhakeme etmemiz icabeder: sonra da vukuunu. Efendiler her türlü te’sirattan sarf-ı nazar edip de ciddi bir muhakeme yürütecek olursanız yakinen hükm edeceksiniz ki ahiret ba’s ba’de’l-mevt her ma’nasıyla mümkinü’t-tasavvurdur. Olamayacak bir şey değildir. kabildir. İlmi ve mantıki mukayeselerle bunun imkanını değildir. Aynı zamanda akli felsefi hatta fenni bir fikirdir. Din suret-i kat’iyyede bunu haber verdiği gibi fenni ve felsefi fikirler de bu merkezdedir. Her şeyin fena bulacağı bir saat vardır. Yani kıyametin vuku’ bulacağı o derece kat’i tabii ve istikra’i bir fikirdir ki fen ve felsefe sahalarında bunun şekli bile münakaşa edilmiştir. Biz bu münakaşaları bir tarafa bırakarak bu haberin imkan-ı aklisini taharri etmek istiyoruz. Efendiler biz her şeyin daima mevt denilen hadiseye ma’ruz kaldığını buradan birer birer çekilip gittiğini gözlerimizle görüyoruz değil mi? Binaenaleyh daima mevte ma’ruz kalan ferdlerden zerrelerden mürekkeb olan şu hey’et-i mecmu’anın dünyanın da bir gün ölmesi onun da tebeddül etmesi hiç de istib’ad edilecek gayr-ı mümkün sayılacak şeylerden değildir. Onun da ömrü hitama erip tebeddül eder hilkatini değiştirir kıyamet denilen hadise-i uzma da vukua gelir. Binaenaleyh bu mes’eleyi de kısa keserek bundan sonra başlayacak olan ikinci neş’etin imkan-ı aklisini taharri edelim. Efendiler ne kadar mülahazalar vardır ki insanlar a’maline göre mükafat veya mücazat göreceği bir günün geleceğini isbat etmektedir. Mesela hep görüyoruz ki bu dünyada pek çok yolsuzluklar vukua geliyor zalim facir fasık gaddar hain sefih birçok adamlar her türlü ni’metlere müstağraktır. Ömürleri daima zevk ve istirahat içinde geçiyor. Her istediklerine hemen hemen nail oluyorlar. Diğer taraftan mazlum fakir ve namuskar olanlar da ekseriyetle sefalet ve zaruret gibi her türlü mihen ve meşakkatle imrar-ı evkat ediyorlar. Vazife-şinas olmalarına erbab-ı iffet ve namustan bulunmalarına rağmen saadet yüzü göremiyorlar. Adalet tamamıyla tecelli etmiyor. Bu suretle zalim ile mazlum müsavi de değil çok vakit fazilet rezilete galebe ediyor. Şübhe yok ki ba’s ba’de’l-mevt ve mes’uliyet-i uhreviyyenin olmaması yani ikinci bir hilkat ve neş’etin vukua gelmemesi bu müsavatın daha doğrusu bu nisbetsizliğin bila-nihaye devam edip gitmesi demektir. Bu ise kat’iyyen zulümdür. İyi ile kötü zulüm ile adl fazilet olamaz. Böyle olsaydı insanlar nazarında bunun biri makbul diğeri mezmum sayılmazdı. Hayr hayrdır şer şerdir. Bunlar nefsü’l-emrde mevcuddur. Bunların kendilerine mahsus olan asar-ı tabiiyyeleri de bir değildir. Hayr u fazilet sahibi olanların netayic-i a’maliyyeleriyle olmayanlarınki mutlaka bir değildir ve olmamalıdır. Her zerrenin şehadet etmekte olduğu adalet-i mutlaka-i zulümden abesten münezzehtir. Biz Allah’ı adil-i mutlak rahman ve rahim sıfatlarıyla muttasıf olarak kabul ediyoruz; ve böyledir. Eğer insanlar bu kadar mihnetin sabır ve metanetin fazilet ve doğruluğun mükafatını görmeyecekse eğer zalimler ettikleri zulümle kalacak ve mazlumlar mazhar-ı adalet-i ilahiyye olmayacaksa Cenab-ı Hakk’ın adil rahman ve rahim sıfatları nerede kaldı? Bu sıfatlarla muttasıf olmasının bir ma’nası kalır mı? Halbuki Cenab-ı Hakk’ın adil-i mutlak rahman ve rahim sıfatlarıyla muttasıf olduğunda şübhe yoktur. Öyle ka bir günün geleceği başka bir hilkatin başlayacağı anlaşılıyor. Adalet-i mutlaka-i ilahiyyenin zuhur etmesiyle her işin her hareketin netayic-i tabiiyyesinin husul bulacağına akıl hükmetmektedir. Bunun içindir ki bu mühim noktayı düşünen ba’zı feylesoflar hiss-i mes’uliyyeti yevm-i cezayı vücud-ı ilahiye bir delil ittihaz etmiş ve vücud-ı ilahiye iman zarureti hiss-i adaletin icabatından olduğunu dermiyan eylemiştir. Alman felasife-i meşhuresinden olan Kant’ın şu mütalaa-i mühimmesi de bu nokta-i nazarı isbat etmektedir. Kant diyor ki:Hayr-ı mahz aramak yani faziletle saadetin hem-aheng olarak bulunmasını arzu etmek ruh-ı beşerin temayülat-ı fıtriyyesindendir. Ruhun cibilliyet-i zatiyyesinde hayr-ı mahz için bir meyil vardır ki vehbidir fıtridir. Böyle olmakla beraber bu dünyada hayr-ı mahza erişmek mümkün olamıyor. Çünkü bu saadetle faziletin hem-aheng olmasıyla tahakkuk ede ber verilen ikinci hilkatin de mümkün olacağını düşünemez mi? Bunu gören bir insan öldükten sonra tekrar dirilmeyi neden kabul edemesin? Bizim birinci def’a dünyaya gelişimizde kudret-i ilahiyyeye nisbetle nasıl güçlük yoksa ikincisi de öyledir. Bundaki güçlük bizim kudretimize nisbetledir. Fakat düşünmeliyiz ki birinci def’a yaratılışımız bize göre kolay bir şey midir? Biz bunun gözlerimizle görmeyip de yalnız aklımıza kalacak olsaydık böyle bir şeye inanmak ister mi idik? Koskoca bir çınar ağacını düşününüz bir de onun tohumunu nazar-ı dikkate alınız. Ağaç namına hiçbir şey görmemiş ağaç nedir tohum nedir ağaç nereden ve ne suretle olmuştur bunları kat’iyyen bilmeyen bir insana bir çınar ağacı ile çınar tohumu gösterilse o ufak tanenin öyle büyük bir ağaç olacağı söylense acaba buna inanmak olmadığını farz ettiğimiz bir şahıs tasavvur edelim. Ve buna bir damla su nutfe göstererek bunun adam olacağını söyleyelim. Acaba buna ne der? Böyle bir şeyin kolay kolay imkanına kail olur mu? Tabii olmaz. Bunu muhal addeder. Demek ki akla göre birinci hilkat ne ise mümkün görebilir. Halbuki birinci hilkatin mümkün bir şey olduğu vukuu ile sabittir. Binaenaleyh bizim düşüncemize bizim kudretimize göre gayr-ı mümkün gibi görülen birinci hilkat kudret-i mutlaka sahibi olan Allahu teala hazretlerine göre nasıl ehemmiyetsiz ise ikincisi de öyledir. O kudrete nazaran neş’et-i saniyye de kolaydır. O da kendine mahsus olan etvar ve kanunlar tahtında vukua gelir. Demek ki birinci ile ikinci mukayese edilince neş’et-i saniyyenin imkanı tezahür ediyor. Sonra neş’et-i saniyyeye daha doğrusu beka ve ebediyete karşı te bekaya olan bu meyli o kadar çoktur ki bir daha var olmamak fikri büsbütün yok olmak mülahazası cümlemizi titretir. Acı acı düşündürür. Tarihe karışmak ibka-yı nik-nam etmek endişeleri hep bu hissinin mevludüdür. Bila-istisna bütün ruhlardaki bu meyl-i fıtri insanın ebediyete namzed bir mahluk olduğunu kendisini ebediyetten başka şeyler tatmin edemeyeceğini göstermez mi? Bu his tatmin olunmadıkça insan hiçbir zaman mes’ud olamaz. İnsanın saadeti bunun tatminine vabestedir. vardır ki neş’et-i saniyyenin imkanı hakkında şübhe bırakmıyor. Bütün beşeriyetin kalbinde meknuz olan bu ğildir. Görülüyor ki ahiret her ma’nasıyla mümkinü’ttasavvurdur. dır. Akıl bunun imkanını tasavvur ve isbat edebilirse de bilir. Halbuki yek-diğerine zıd olan bu iki unsurun bu dünyada hem-aheng olarak tahakkuku mümkün değildir. Bu tahakkuk ve imkan ancak ahirete iman ile husule gelebilir.Kant insandaki bu hiss-i fıtri ile ahirete ondan sonra da orada tatbik-i adalet edecek bir Vacibü’lvücud’un mevcudiyetine intikal ediyor. Amr bin As şeref-i İslam ile müşerref olduğu zaman Kureyş kendisine bir adam göndermiş ve aralarında şu suretle münazara cereyan etmişti: Amr bin As: – Biz Arablar mı daha faziletkarız yoksa Fars ve Rum mu? Muhatabı: – Biz – Biz mi refah-ı maişete malikiz onlar mı? – Onlar. – Şu halde menfaat ve faide-i dünyaya münhasır olur ve onlar dünyada her vechile bizden daha müstefid ve müreffeh bulunurlarsa bizim onlardan daha ziyade faziletkar olmamızın ma’nası nedir? Demek oluyor ki Hazret-i Muhammed’in iyilere iyiliğine kötülere kötülüğüne mukabil mükafat ve mücazat olunmak için ba’s ba’de’l-mevt vardır sözü haktır. İşte bu nokta sebeb-i As’ın şu sözleri de yevm-i ahiretin hiss-i mes’uliyete istinad ettiğini mes’uliyet ve adalet hislerinin bir yevm-i ahiretin varlığına delil olduğunu gösteriyor. Efendiler daha nice mukayeseler vardır ki ikinci neş’etin ikinci bir hilkatin vukuunun mümkün olduğu hakkındaki tasavvurları te’yid etmekte bu babdaki şübhe ve tereddüdleri tamamıyla izale eylemektedir. Mesela ba’s ba’de’l-mevtin gayr-ı mümkün bir hadise olmadığını bunun imkan-ı aklisi her zaman mevcud olduğunu birinci hilkatimizle de mukayese etmek suretiyle de anlayabiliriz. Bir kere düşünelim insan denilen şu mahlukun birinci hilkati ne suretle olmuştur? İnsan evvela toprak nebat su kan mızga kemik gibi muhtelif tavırlar geçiriyor. En sonra yeni bir hilkate intikal ediyor. Ruh nefh ediliyor değil mi? Şübhe yok ki ve bu etvarın hepsine mahsus kanunlar muayyen nizamlar muttarid hareketler var. Bir ilimden sudur eden ve bir kasda doğru hareket eden bu muttarid ve muayyen kanunlarla o bir damla sudan hayret-efza muhayyiru’l-ukul bir alem hasıl oluyor. İnsan dediğimiz harika vücuda geliyor. Şimdi bu vücudu ve bunda husule gelen inkılabat-ı mütemadiyyeyi düşünen bir adam bu vücudu teşkil eden anasır aslına rücu ettikten sonra tekrar başlayacağı ha ahiretin mümkinü’t-tasavvur olup olmadığını taharri etmesidir. Evet efendiler ahiret mes’elesinde akıl ve felsefenin yegane vazifesi taharri-i imkandan ibarettir. Bundan ziyadesi muhbir-i sadıkın haberinden müstefaddır. Orada akıl hakim değildir. Felasife-i İslamiyyeden İbn Sina’nın:Akıl ve felsefe yalnız ahiret-i ruhaniyyeyi isbat edebilir. Daha ziyadesi muhbir-i sadıkın haberinden müstefad olarak vacibü’l-imandırdemesi bundandır. Madem ki böyledir şu halde ahiret mes’elesini aklın aklın kat’iyyet-i riyaziyye ile inkar edebilmesi mümkün değildir. Bunu yapabilmek için ahiret hakkındaki haberleri tekzib etmesi lazımdır. Aklın böyle bir tahakküme hakkı yoktur. Cür’et ederse vazifesizlik etmiş daire-i salahiyyeti haricine çıkmış olur. Şübhe yok ki bütün mantık değildir. Müşahede ve tecrübe ahbar-ı sahiha da esbab-ı ilimdendir. Akıl ve mantığın kendi kendine müstenid bir keşf ile hakaik-i ilmiyye içine girmişlerdir. Bu hakikatler meydanda durup dururken istikbalin na-mütenahi hududları içinde zuhura gelecek vukuatın hususiyyatına şimdiden tam ve kat’i bir kadro çizmek salahiyetini akıl kendisinde görebilir mi? Görmeli midir? Vuku’at-ı maziyye hakkında veremediği bu hükmü vukuat-ı istikbaliyye hakkında nasıl verir? Bütün alemin hadisat-ı istikbaliyyesini bugün keşf etmek şöyle dursun cem’iyet-i beşerin on sene sonraki keşfiyatını bile bugünden ta’yin etmek her akıl için muhaldir. Bugün ne kadar hadiseler zuhur ediyor ne kadar inkılablar meydana geliyor ki on sene evvel bunları keşf edebilmek ve bunları tamamıyla ta’yin etmek hiçbir aklın karı değildi. On senelik bir hadiseyi keşf ve ta’yinden aciz olan akl-ı beşer bir hadiseyi şimdiden nasıl inkar edebilir? Kat’iyyet-i riyaziyye ile nasıl bir hüküm verebilir? Akıl kat’iyyet-i riyasiyye ile böyle bir hüküm veremez. Verirse söylediğim gibi hududunu tecavüz etmiş olur ki bu surette kat’iyyen muta’ olamaz. Fi’l-hakika akıl kabil olmak haysiyetiyle gayr-ı mahdud ve gayr-ı mütenahidir. Fakat mütefekkir olmak haysiyetiyle mahdud ve mütenahidir. Buna binaendir ki din-i İslam’da aklın ibtal edebileceği aklın kat’iyyet-i riyaziyye ile inkar edebileceği hiçbir matlub-ı i’tikadi ve ameli olmadığı halde aklın vuku’-ı nefsü’l-emrisini bizzat isbat edemeyeceği ve fakat inde’ttelkin kabul edebileceği hakaik-i i’tikadiyye vardır. Ve ahiret haberi de onlardandır. Onları akıl bizzat isbat edemese de kabul eder. Onları inkar için kendisinde bir salahiyet göremez. vuku’ ve tahakkukunu yalnız başına yakini bir surette bunun vukuu hakkında kat’i bir hüküm verilemez. Çünkü ahiret istikbalde vukua gelecek bir şeydir. İstikbale aid bir haberdir. Halbuki vukuat-ı maziyye gibi vukuat-ı nükul-i sahiha ile mertebe-i yakine gelebileceği pek tabiidir. Vuku’at-ı maziyye ne ise vukuat-ı istikbaliyye de öyledir. Bugün bize beş bin sene evvelşöyle bir şey olmuşturdeseler bunu akıl ve mantıkla ne isbat edebiliriz ne de inkar. Yalnız akıl ve mantıklaevet böyle bir şey olmuşturdiye kestirip atamayız.Fakat böyle şey olmazdiye inkar da edemeyiz. Bunun hiç birisine salahiyeti yoktur. Biz akıl ve mantıkla ancak bunun mümkün mü değil mi? Bunun vukuunu tasavvurdan bir tenakuz-ı asli husule geliyor mu gelmiyor mu? Bu ciheti güzelce düşünürüz. Eğer mümkinattan ise öyle bir şeyin vukuunda bir tenakuz-ı akli yoksa o zaman deriz ki evet mümkündür böyle bir şey olabilir bunda aklen bir bu kadardır. Bunun hakikaten vaki’ bir hadise olduğuna yakinen hükm edebilmek için o hadisenin vukuundan hakkında zerre kadar şek ve tereddüde düşmeyiz vebu ki o şey biraz garib görülse zahiren olamaz gibi gelse bile! balde vukua gelebilecek olan bir hadisenin de evvela mu? işte aklın vazifesi bu kadardır. Daha ileriye gidip evet bu muhakkak böyledir yahud böyle değildirgibi kat’i ve yakini bir hüküm veremez. Bunu diyebilmesi sıdk bir muhbir ve muallimin irşadından kuvvet almak bir şey hakkında ahbar ve nükul-i sahiha da bulunursa o zaman onun vuku’ bulacağına kat’iyetle hükmetmemiz aklın vazifesi yalnız taharri-i imkandır. Vukuuyla hüküm ahbar ve nükul-i sahihaya mütevakkıftır. Efendiler fikr-i vazife ve mes’uliyetin en büyük zamanı olan ahiret haberi. Vuku’at-ı istikbaliyyedendir. olan bir hadise-i azimedir. Öyle ise akıl ve mantıkın burada yegane vazifesi taharri-i imkandır. Mücazat ve mükafata müntehi bir neş’et-i saniyyenin bir yevm-i unvan-ı mefhareti verilmiş. Dost düşman hiç kimse onun yalan söylemesine ihtimal vermiyor. Kırk sene umumun emniyetini kazanmış olan bu zat da’va-yı nübüvvet etmiş ve birçok ihbaratta bulunmuş. Bunların bir kısmı hal-i hayatlarında bazıları da vefatından sonra tahakkuk etmiş ve istikbale yalnız ahiret haberleri kalmıştır. Sair peygamberler de böyledir. Hazret-i Peygamber’in hayatına müte’allik olan nükul-ı tarihiyyenin kat’iyyet nokta-i nazarından kıymeti her türlü vesaikin fevkindedir. Bunu diğer vesaikte bulmak mümkün değildir. Bununla beraber Hazret-i Peygamber’in her zaman mevcud olan bir mu’cize-i kübrası vardır ki o da Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim Hazret-i Peygamber’in ebedi bir mu’cizesidir. Sıdk-ı nübüvvetine o zaman nasıl en büyük bürhan idiyse bugün de öyledir. Kur’an-ı Kerim o zaman olduğu gibi bugün de \ ¹bYž ¹ ®gµ i © Beni bir kitap yapınız j ±ª a—¯c Ê }² ª i © Bütün cem’iyet-i beşeriyye toplansa böyle fesahat ve belağatta bir Kur’an meydana getiremezdeyip duruyor.Söylediklerimin Allah kelamı olduğuna inanmayanlar bunun nazirini yapsın fakat bütün beşeriyet bir araya toplansalar bunu yapamazlardiye beşeriyete karşı tahaddi ediyor on dört asırdır meydan okuyor. On dört asır geçdiği halde bu da’va tekzib edilememiştir. Efendiler hakka’l-insaf düşünelim on dört asır sıdkı yaşamış olan bu kelamın mutazammın olduğu da’va sabit olmazsa artık alemde hiçbir söze hiçbir tecrübeye Şu halde hiçbir şey yoktur. Her şeyi inkar edip işin demektir. Binaenaleyh on dört asır sıdkı yaşamış olan bu kelamın mutazammın olduğu da’va şudur:Tek bir Allah vardır ben de onun kulu ve Resulüyüm. Size Allah tarafından emirler haberler getiriyorum. Bunlara inanmaya ve bu vechile amel etmeye me’mursunuz. İstikbalde bir gün vardır ki imanınızın amellerinizin mükafatını küfrünüzün Efendiler Hazret-i Peygamber’in hususiyat-ı hayatını mekarim-i ahlakını... hulasa her vechile istikametini biliyoruz. Kendisine kırk sene va’dinde sadık Muhammed-i Emin unvanını takan bir muhitte nice nice ihbarat-ı gaybiyyede bulunduğunu kah anında kah biraz sonra ve kah daha sonra tahakkuk etmiş olduğu da şüphesizdir. Bu gibi mu’cizat-ı aliyyesinden ve bunlara munzam mu’cizat-ı maddiyyesinden muvaffakiyat-ı aliyyesinden hep sarf-ı nazar edip de yalnızDa’vamı ya ikrar ediniz veya Kur’an’ı tanzir ediniz!hitabıyla dermiyan ettiği ve Efendiler akıl ve felsefenin imkanına hükm ettiği fikr-i ahiretin mertebe-i yakine gelebilmesi ancak mücerrebü’s-sıdk bir muhbir ve muallimin haber vermesiyle sabit olacağı anlaşılmış olduğundan şimdi o cihete geçiyorum. haberi ile de teeyyüd ederse o zaman bunda şek ve şüpheye düşmek kat’iyyen caiz olamaz. Bunun vukuuna yakini ve kat’i surette iman etmek lazım gelir. Efendiler aklen mümkün olan bu neş’etin her halde vuku’ bulacağını haber veren enbiya-yı izam hazretleridir. Öyle ise şimdi her şeyden evvel ahiretin mutlaka vaki’ olacağını haber veren bu muhbirin sıdktaki derecesini ve istinadgahını tedkik eylemek lazım gelir. Geçen haftaki musahabemde peygamberlik ne demek olduğunu uzun uzadiye izah etmiş ve onların mevkilerini Cenab-ı Hak’tan ne suretle telakki-i ahkam edebildiklerini ve bunun imkan-ı aklisini de anlatmıştım. Onların vücuda getirdikleri harika-i tarihiyye kendilerinin müeyyed min indillah olup söyledikleri sözlerin vahiy ve ilham-ı ilahi olduğunda hiç şübhe bırakmıyordu. Haiz oldukları kuvve-i kudsiyye ile vukuatı zamanından evvel keşf ettikleri daha doğrusu Cenab-ı Hakk’ın bildirmesiyle her şeyi haber verdikleri şüphesizdir. Bu zevat-ı kiramın doğrulukları zamanlarında ba-vücuh tecrübe edilmiş hatta bütün muarazata karşı bu zat-ı kiram tarafından mu’cizeler ikame olunmuş söylediklerinin hilafını isbat edebilmek mümkün olamamıştır. Binaenaleyh her söyledikleri vuku’ bulmuş doğrulukları tecrübe-i i’caz ile de teeyyüd eylemiş olan o zevat-ı mümtazenin ahiret hakkındaki tebliğlerine inanma-mak mecburiyeti vardır. Bunu inkar etmek aklın salahiyeti haricindedir. Bi’l-hassa onların doğruluğu hakkında vuku’ bulan tecaribin nükul-i tarihiyyesi de varsa: Mesela bugün nükul-i sahiha ve tarihiyye bize yakini olarak gösteriyor ki Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem kırk senelik ömründe daima doğru sözlü olduğunu isbat etmiş kendisineMuhammedü’l-Emin on dört asırlık tecrübe ile isbat eylediği bir mu’cize-i sıdkı düşünülecek olursa ahiret haberi acaba doğru mu diye tereddüd eylemek vehim ve vesvese-i mutlakadan başka bir şey olmadığı tezahür eder. Artık bunda şüpheye düşmek kendi varlığında şüpheye düşmek demek olur. Dediğim gibi bu doğru olmazsa dünyada hiçbir şeyin doğruluğuna iman edilemez. Her şeyi inkar etmek lazım gelir. Bu ise akıl ve mantığa veda’ etmektir. Efendiler şimdi hulasa yapalım. Ahiretin imkan-ı aklisi vardır. Aklen mümkündür. Bu doğruluğunda hiç şübhe olmayan muhbir-i sadıkın haber vermesiyle de sabit oluyor. Yani muhbir-i sadık her halde bunun vuku’ bulacağını haber vermiştir. Öyle ise kat’iyyen ve yakinen hükm ederiz kiahiret vardır mükafat ve mücazata bir neş’et-i saniyye haktır. Bunu inkara hiç kimsenin hiçbir vechile salahiyeti yoktur. Meğer ki akıl ve mantığa veda’ etmiş olsun! Bir müsamere-i hicran: Bundan dokuz sene evveldi. Oldukça uzun süren bir seyahat-i istişfaiyyeye çıkmış Anadolu’nun belli başlı şehir ve kasabalarını dolaşmıştım. O seyahatimde beni bir kaplıca aleminde tanıyarak bin ısrar ile konaklarına götürmüş hayatımda hiç unutamayacağım yüksek bir misafirperverlik göstermiş hastalığıma karşı maddi ma’nevi şifa ve devalarla muavenet ve insaniyet ellerini uzatmış hulasa tam ma’nasıyla fakirinize o zaman kara gün dostluğu etmiş muhterem bir hanedan tanırım: Hacı … Bey! Bu iyilikleri bu hayat-nüvazlıkları bende ebedi bir minnet uyandıran büyük ruhlu adamla tesadüf bizi Ankara’da yine görüştürdü. Fakat ah burada keşke görüşmez olaydık! Daha bir sene evveline gelinceye kadar memleketinde köşetaşı gibi kurulan konakları misafirhaneleri her gün birçok gariblere me’va olan Hacı Bey kudurmuş Yunan istilası yüzünden kendisi de garib olmuş servetini samanını hatta bir kısım ailesini memleketinde bırakarak yalnız bir refikası mini mini torunu Şükran Hanım ve bir de gelini ile birlikte ve yalnız sırtlarındaki elbise ile yola çıkmış ani bir hicret seferine düşmüştü. Hacı Bey’i Ankara’da gördüğüm zaman tanıyamamıştım. Pejmürde bir kıyafet meftur bir sima ve kendisini eskiden tanıyanlara karşı pek muhteriz ve mahcub bir tavır! Dünkü Hacı Bey’le bugünkü Hacı Bey arasında ne büyük fark var. Ya Rabbi! Bugünkü Hacı Bey -eğer mevcud ise- dünkü Hacı beylerden tek birinin hatta en naçiz bir muavenetine muhtac fakat bu ihtiyac da alicenabane şahanedir!... Geçen akşam daralmıştım. Ruhum bir enis arıyordu. Teravihi edadan sonra torunum Akil’i alarak mehtab altında seyre başladım. Akil karşımıza çıkan bir aşiyan-ı viranı gösterip – Hacı Bey amcamın evi… dedi. Bastonum bilaihtiyar kapıyı tıklattı ve derhal o tek kanadlı kapı açıldı. Zaten Hacı Bey’in adetidir: Misafirlerini sokakta bekletmez bizzat kapıya gelir iltifatlarla: – Buyurunuz efendim der. Bu sefer de öyle yaptı. Fakat Hacı Bey’in meşhur sekiz odalı selamlığı ile bu aşiyan-ı sefil arasında ne münasebet?! Dostumu –bir elinde tenekeci işi isli idare kandili olduğu halde– karşımda gördüğüm zaman gözyaşlarımı zabt edemedim. Ak sakalımı gizli bir iki damla ile ıslattım. Hacı Bey: – Vay efendim buyurunuz! Sizi hangi yeller?... diyerek boş eliyle koltuğuma girdi. Beni boş karanlık bir odaya soktu. O kör kandili kırık bir gaz sandığı üstüne koyduktan sonra: – Safa geldiniz. Teşrifiniz bizeiksiroldu dedi. Bu iksirin ma’nasını anlamaksızın: – Estağfirullah efendim.. le mukabele ettim. Hacı Bey bu akşam fazlaca kederli idi. Muttasıl düşünüyordu. Fersiz gözleri in’itaf ettiği her hangi bir noktaya öylece ilişip kalıyordu ve garibdir ki bu akşam acizinizde de adeta kudret-i tekellüm yoktu. Birkaç dakika ma’nalı bir sükuttan sonra cebr-i nefs ederek nihayet söze başladım: – Hacı Bey bu akşam sizi fazlaca müteessir görüyorum. Vakı’a teessüre hakkınız var. Fakat şunu iyi bilmelisiniz ki teessürün semeresi vücudca dimağca yıpranmaktan başka bir şey değildir. – Doğru. – Vaz’iyet-i askeriyyemiz hamd olsun çok iyi. Bugün avn-i ilahi ile gayemizi istihsale muktedir çelik gibi sağlam bir ordumuz var. İnşaallah yakında o güzel memleketlerimizi – Buna hiç şübhem yok efendim. – O halde bu teessür? – Ah efendi baba derdimi deşme. Bugüne kadar şahsi ailevi bütün felaketlerimi istihkar ettim. Bu vatan uğrunda her fedakarlığa katlandım. Ben de Cenab-ı Hak’tan kuvvetle ümid ediyorum ki biz memleketi kurtaracağız. Fakat bu ahlak mes’elesi? Pekala biliyorsunuz ki ahlaksız bir millet yaşamaz. Biz dünyanın tatlı acı birçok safhalarını gördük. Lakin nesl-i hazırın nesl-i münev - – Hakkınız var. Onlar da açık saçık. Fakat ma’lum-ı alinizdir. Yerli kadınlarının kıyafeti onlarla bir değildir. Bu kıyafetler celb-i şehvet ediyor mu? Hiçbir müslüman lime lime elbiseler içinde pazara çarşıya odun kömür yağ yoğurt getiren ve satan kadınlar hakkında bir şey diyor mu? Bunlar hiç kimsenin nazar-ı dikkatini celb ediyor mu? Bu kadınlar ancak hakiki ihtiyacları zaruretleri dolayısıyladır ki bu halde bulunuyorlar. Fakat diğerleri böyle mi ya? Bunların bütün işi zaruretten değil gençleri azdırmak mel’anetinden doğuyor sonra gazetelerin neşriyatı o ne neşriyat!... – Evet geçenlerde Akil’e bir arkadaşı birkaç risale vermiş. Gördüm bunlar İstanbul’da çıkarılıyormuş. Öyle rezilane resimler hikayeler gazeteler var ki!.. Peki acaba bunlara karşı bir zabıta-i ahlakiyye vazifesi ve risalelerinamal-i milliyyeye muvafakatı şarttır. Bu amal İslam amalidir. Cihad-ı milli bir cihad-ı dinidir. Ben Anadolu cihadına tarafdarım diyen bir gazeteci bu cihadın hangi menabi’-i kudsiyyetten ahz-ı kuvvet ettiğini düşünmeye binaenaleyh Müslümanca yazı yazmaya mecburdur. Aksi surette onun gazetesi belki ancak ecnebi hakimiyeti altında ahlakını günden güne bozan gönderilmesi hakarettir. – Bu mes’eleye dair ayrıca sizinle konuşuruz. Allah hepimize salah versin. – Amin amin.. Derdimi deştin. Daha fazla söylemek – Siz niye söylemiyorsunuz efendi oğlum? – …… – İsterseniz Akil bize biraz şiir okusun belki gönlümüz açılır. – Hay hay. Teşekkürler ederim. Akil hangi şiiri okuyacağını sordu. Kendisini muhtar bıraktım. Şunu inşada başladı: verin ahlak telakkileri ile bunun neticesi olan levsiyat-ı ahlakiyye beni tedhiş ediyor şu Ramazan-ı şerifi nasıl geçirdiğimizi biliyorsunuz. Anadolu’nun göbeğinde de ahlaksızlık? Şu zamanda da ahlaksızlık?! – Bu yalnız şu muhite şu zamana aid değildir. Tarihlerimizi okudunuz tabii eğer bir millet baştanbaşa ahlaksız olursa korkmaya hakkınız vardır. Fakat zannediyorum ki ekseriyet-i azimemiz müslümandır binaenaleyh ahlaklıdır. akvam-ı salifeden nicelerinin pek mahdudsüfehayüzünden münkariz olduklarını inkar edemezsiniz. Bunun sebebi de o ekseriyetin o ekalliyete karşı la-kayd kalmasıdır. Efendi baba ahlaksızlık harici düşmanlardan daha yaman bir düşmandır. Milletleri batıran odur. Ne olur biraz da bununla cihad etsek!... – Evet bu cihadcihad-ı ekberdir. – Dün Hacı Bayram Cami’-i Şerifi’nden geliyordum miyordu. Köstekli yarım yamalak ve fakat açık renkte sözüm yabana çarşaflar. Kolları dirseklerine kadar açık göğüsleri memelerinin kısm-ı ulyası meydanda. Ayaklarında sivri ökçeli potinler bacaklarında baldırlarına kadar uzanmış acurlu çorablar hani karyola odasındaki kıyafetten hiç farkları yok! Ellerine baston da almışlar! Dünyayı tanımıyorlar!... – Besbelli kötü kadınlardan. – Öyle olacak öyle. Fakat meşhur bir darb-ı meselimiz vardır:İslam mahallesinde salyangoz satılmazderler. Bunların bu memlekette işi ne? –Tesettürmes’elesi hakikaten fenalaştı. Hükumet tabii bunlara razı değildir. Çünkü İstanbul’daki rezil kadınlar hakkında Müslümanca bir beyanname neşrine karar veren Büyük Millet Meclisi Hükumeti’dir. Ancak bu gibi kadınlar Anadolu’da tek tük olduğu içindir ki başlarından aşkın… Bakalım yeni Şer’iyye Vekili efendi hazretleri ne yapacaklar. İlk beyannamesini ta’mimini tabii okudunuz. – Evet okudum. Ben icraat istiyorum efendi baba! Bu sözlerin arkası da gelmezse?! Siz hükumetin meşguliyetinden bahsettiniz. Vakı’a doğrudur ve hızırlar nebiler yoldaşları olsun çok işleri vardır. Fakat efendi baba bu da bir iştir. Cenab-ı Hak dinine hizmet şartıyla muzafferiyeti va’d ediyor. Bu millet canıyla başıyla cebbelerde ve gerilerde uğraşıyorsa hep dini milleti ahlakı ten sonra… – Yerli kadınlarının kıyafetlerinden hiç bahsetmiyorsunuz. Amma.. – İşte… öyle.. diyor. Kızcağız ağladı ağladı. Güç hal ile iknaa muvaffak oldum. Artık bülbül gibi ötmeye başladı: – Bey babam esir değil ki.. Çiftlikte imiş. Biz bayramda… gideceğiz.. bana neler almıştır değil mi efendi dede? Hacı Bey zabt-ı nefes ederek: – Terbiyesizin ! biri Bey baban Yunanistan’da esir demiş! Bu da inanmış! Sonra işi anladı. Bey babası çiftliğindedir. Her gün mektup alıyoruz! Yavrumun gözlerini öpüyor! Çocukcağız sevinerek yanımızdan kalktı. Annesine müjdelemeye gitti. Bu sırada karşıki evden yüksek ud gazel şarkı sesleri yükselmeye na’ralar atılmaya başladı. Hacı Bey dedi ki: Deminden beri müteessir olduğum asıl mes’ele işte bu idi. Her gün bunlar yaralı kalblerimizi neşterliyorlar. Sabahlara kadar azab içinde kalıyoruz. Ben bu odada Kur’an bile okuyamıyorum…Ah efendi baba – Bunlar müslüman değil mi? – İsmen öyle – Kim bunlar? – Ne siz sorun ne ben söyleyeyim.Musikinin ruh üzerinde te’siri vardır derler. Hakikaten öyle fakat bu te’sir felaket-zedeler için müsbet değil menfi faideli değil muzırdır. Canhıraştır. O kadar sinirleniyoruz ki vallahi’l-azim çadıra çıkıp… – Rica ederim Hacı Bey! Böyle birkaç saygısız için niye üzülüyorsun? Çadıra çıkacak ne var Allah aşkına? Bir Müslüman memleketindesin. Minarelerde ezanlar okunuyor. Bunlara kulak vermeyiverirsin ezanları dinlersin. – Na’ralar ezanları da duyurmuyor! – Şikayet etmediniz mi? –Hürriyetvar! – Hürriyet ne demek? Hürriyet bu kadar mutlak mıdır? Benim de hürriyetim var senin de hürriyetin var? Hürriyette ıtlak hiçbir dinde hiçbir memlekette kabul edilmemiştir. Bugün Avrupa’nın en mühim merakizinde bile böyle geceleri evler arasında çalgı gazel hatta yüksekten alelade gürültüler yasaktır. Şurada burnumuzun dibinde din kardeşlerimiz can versinler beride millet dişinden tırnağından artanını bu vatan uğrunda fedadan çekinmesin. Bunlar da böyle rezalet etsinler. Buna hiçbir hükumet ve hiçbir memleket razı olmaz. Siz susarsanız ben icab edenlere söyler bu rezaleti men’ ettiririm. ………………………………………… Hacı Bey hüngür hüngür ağlamaya başladı. Zaten müteessir olan ruhu pek heyecana geldi. Ben de kendimi zabt edemedim. Bu sırada Şükran Hanım içeriye girdi. Elimi öptükten sonra oturdu. Sordu. – Nasılsın hanım kızım? – Efendi dedesine dua ediyor. – Teşekkür ederim. Allah berhudar etsin. Mektebe gidiyor musun kızım? – Mahcubiyetle Gidiyorum efendim. – Çalışıyor musun bakayım? – Evet… Kızcağız bu sırada Hacı dedesine yönelerek kesik kesik dedi ki: – Hacı dedem bugün.. hoca hanım.. zengin çocuklarına yazlık.. bayramlık.. beyaz elbise.. ayakkabı yaptıracaksınız… diye söyledi. Leman Hanım’a efendi babası yaptırıyormuş. E biz de bayramımızı sonra yaparız değil mi efendi dedeciğim? Gözyaşları henüz kurumayan Hacı Bey’e baktım. Şimdi için için ağlıyordu. Cevab verdi: – Ben de yaptırırım a kızım. – Ben… istemem. Evimizde .. benim elbiselerim yok mu? Bugün.. komşuların Hacer’e.. kızdım efendi dede! – Niçin kızım? – Bana.. Haydi muhacir.. şey.. sürtükleri… dedi. Ben sürtük müyüm? Zavallı yavrucağa sordum: – Sürtük ne demek kızım? – Çıplak…. Çingene… – Ay! Halt etmiş! O başkasına demiştir kızım. Sen Çingene misin yavrucağım? Son vak’alar Bundan evvelki makalelerimizden birinde Ceziretü’l-Arab’ı nüfuz-ı siyasisi altında bulundurmak laziz ibn Suud’u nasıl ve ne maksadla satın almış olduğunu yazmış ikinci makalemizde Harb-i Umumi’nin i’lanı bunu dahi diğeri gibi satın alarak ne gibi makasıd altında Osmaniyye’nin harabisi için nasıl bir alet olarak kullanmış olduğunu izah etmiş idik. Bugünkü makalemizde de tarihi ta’kib ederek bütün bu istihzaratın ne gibi akibetler ve neticeler tevlid ettiğini tedkik edeceğiz. Ma’lumdur ki Hüseyin bin Ali Harb-i Umumi’nin daha Nasır ve sairenin kumandası altına vaz’ ederek o zaman bu kuvvetleri sevketmişti. Bu kuvvetler İngilizlerle birlikte aynı saf dahilinde harb ettikleri gibi arka ve bazen ön hatlarında dindaşları için en çirkin ve en caniyane taarruzlarda bulunmak gibi bir dereke-i pestiye düşmüşlerdi. Filistin’de ve Suriye’de Hüseyin bin Ali kuvvetlerinin her halde İngiliz harekat-ı askeriyyesini fevkalade teshil etmiş ve bi’n-netice bu koca İslam ülkelerinin Salibilerin dest-i esaretlerine girmelerine sebebiyet vermiş oldukları tarihin daima tiksinerek yad edeceği hakikatlerdendir. Filistin ve Suriye bu İngiliz-Şerif muhtelit ordusu tarafından işgal edildiği zaman bu kıta’atın dahil ülkelerinde Hicaz’ın ihtira’ ettiği Arab bayrağı mevaki’-i resmiyye üzerinde dikiliyor ve Kudüs Ma’an Umman Der’a ve en sonra Şam Beyrut Sayda Trablusşam’da dahi bu bayrağın temevvücat-ı kazibesi haris müfritlerin gözlerinde ra’şeler vücuda getiriyordu. Halbuki pek az bir zaman geçmiş idi ki Suriye ve Filistin kıt’asının İngiltere ile Fransa arasında taksimi keyfiyeti bir neticeye rabt edilmiş ve Akka’nın şimalinde bulunan Zeyb Zib mıntıkasından i’tibaren şarka doğru çekilecek bir hatt-ı ufkinin şimalinde kalan saha Fransa’ya cenubda bulunan aksam ise İngiltere’ye terk olunması aralarında takarrur etmiş idi. Bu ittifak te’siriyledir ki artık bu iki mıntıkayı isti’mar ettiği vechile idare olunması esası vaz’ edilince evvelemirde Fransa’nın hissesine düşen arazideEmir Fay- – Teşekkür ederim. Şimdiiksirimi buldum efendi babacağım!.. – Hastanız nasıl oldu? – Gelin hanım bugün biraz iyileşti. Fakat refika rahatsız. – Ya demek o da hastalandı. Doktor getirmediniz mi efendim? – Allah razı olsun bizim hemşehri doktor dün akşam geldi. İlaç yazdı. Yarın inşallah alacağız. – Hastalığı hakkında… – Onu sorma.. – Rica ederim… – Kalb!... – Hiç merak etmeyin kardeşim. Gelin hanım için de öyle dedilerdi. Bak hamd olsun. – E.. inşallah – Biraz havalarını tebdil ettirseniz. – Onu da sağ kalırsak memlekette Anladım ki Hacı Bey müdhiş bir buhran-ı hayat ve maişet içinde. Fakat ne yapmalı da biraz muavenet kabulüne bu adamı imale edebilmeli? Oh işte benim de asıl derdim!... Hacı Bey’i afaki bahislerle biraz teskine muvaffak oldum. Açıldı eski beşaşeti avdet etti. Mütebessimane dedi ki: – Sizi bu akşam hilaf-ı mu’tad kederlendirdim. Efendimize –bilmez gibi- ma’nalı ma’nasız sözler söyledim. Afv edersiniz. İnşallah diğer teşrifinizde tatlı konuşuruz. Tek memleket kurtulsun da her şeye her şeye razıyız. Rica ederim. Afv ediniz. – Sizi dinlemek sizinle hem-hal olmak vazifemdir evlad! Afv ne demek? – Allah ömürler versin. Çok şükür açıldım. Kuş gibi hafifledim. – Bu kabil beliyyat Cenab-ı Hakk’ın en sevgili kullarının başına gelir. Maamafih bunlar bir şey değildi. Sabır ve metanet gösterirsek hepsi yoluna girer. – Hay hay. Günaha girdim. Allah afv etsin. Saat altıya gelmişti. Müsaade istedik ayrıldık. Benim Akil –ne kadar olsa genç- hala öten zırlayan konserhanenin önünde irkilerek dedi ki: – Efendi dede bir izin veriniz: Şukonseri dağıtayım bir ibret olsun! – Bırak evlad bırak dedim.Kanun-ı Cezada madde vardır: Hod be-hod münkeri men’ edenler mahkum olurlar…. salderd ve belası vardı. Haleb’deEmir Nasırbulunuyordu. Buna mukabil İngiltere’nin hissesine düşen aksamda kısmen Faysal’ın nüfuzu altında bulunan aksam bulunmakla beraber bunlar Şam Hama Humus Haleb Fransa’ya bu haris emiri devr etmekle de her zaman entrikacılıktaki meharetini bi’l-fi’l ve bir kere daha isbat etmiş bulunuyordu. Binaenaleyh Fransa hükumeti için yapılacak ilk şey atılacak il adım bir sebeb bir bahane her ne ise bir saik ihdas ederek Faysal’ı aşırmak. Nitekim böyle de olmuştu. Faysal’ı Suriye’den çıkarmamak daima orada o mıntıkada dahi İngiltere’nin elinde başkasının Fransızların zararına olarak bir alet bulundurmak isteyen men Faysal Suriye’den atılmıştı. Diğer taraftan Irak’ta birkaç seneden beri Hüseyin bin Ali’nin diğer oğlu Emir Abdullah bulunuyordu. Emir Abdullah Irak’ta nüfuz sahibi olmamak olamamak için hindeki cereyanları şiddetle tahrik etti. Gazeteler uzun makaleler yazdılar. Nihayet kendi menafii icabından olduğundan bahs edilerek Irak’tan Emir Abdullah dahi İngilizler tarafından çekilmişti. Bütün bu hadiselerin Hüseyin bin Ali nezdinde tevlid ettiği te’sirat pek basit bir şekilde kendini gösteriyordu. Ve anlıyordu ki Harb-i Umumi’nin ilk senelerinde kendisiyle muahede akd eden İngiltere hükumeti kendisini aldatmıştı. Evvelce bütün Arab ülkelerinde kendi mahdumları Faysal Abdullah Nasır’ı birer yere yerleştirmek ve bunların vücuda getirecekleri hükumetlerin riyaset-i umumiyyesini şehinşahlığını Hüseyin bin Ali’ye takdim etmek gibi mevcud bir va’din ifa edilmediğini artık vukuat kendisini gösteriyordu. Bu i’tibarla Hicaz hükumeti ile İ’tilafcılar arasında daha ilk adımda derin bir ihtilaf vücuda gelmişti. Bu rüfekası Avrupa ile Arabistan arasında adeta mekik dokudular. Halbuki henüz va’dlerinin cari olduğu senelerde Faysal başına ba’zı müfritleri toplayarak Arabların genç halaskarı sıfat ve salahiyetini takınmaya başlamıştı. Sonra Faysal haris idi müteşebbis idi etrafında da gürültücü haris bir kitle daha vardı. Gerek Hüseyin ibn Ali’nin adem-i memnuniyeti ile beraber Faysal ve Faysalcılar bu kemiyet ve hatta keyfiyyet değildiler. Hususiyle İngiltere Irak’ta kuvvetli bir muhalefetin kendi aleyhinde şiddetle büyüdüğünü görüyor Irak aşair ve kabailiyle Irak ahalisiyle harb ediyordu. Bu kıt’anın teskini zaruri idi. bu kıt’aya döktüğü altınlara bir had ta’yin etmek icab ediyordu. Sonra diğer taraftan Filistin kıt’asının vaziyet-i siyasiyyesi dahi iyi bir manzara kamilen urban ile muhat olduğu için bu ülkenin müstakbelde müsterih bir şekilde isti’marı bu şerait ve bu vaziyet altında kabil olamayacaktı. Bunlardan ma’ada bir de İngiltere’nin başına Fransa’nın nüfuzu ve Fransa rekabeti mes’elesi çıkmıştı. Suriye ve Filistin’de zahiren parçalarını ayırmış olan İngiltere ve Fransa hakikatte birbirlerine karşı hoş bir meslek ta’kib etmiyorlardı. Bunda İngiltere’nin büyük bir dahli vardı. Zira Suriye gibi bir mıntakada Fransa’nın arkadaşlığını asla çekemiyordu. bir zararı ihtiyar ile Faysal’ı Irak’ın idaresi başına getirdi. Emir Abdullah’ı da ma-vera-yı eş-Şeri’a arazisinin başına. atler te’min edeceğini düşünüyordu: Hüseyin ibn Ali’nin oğullarından herbirini birer ülkenin du. Ve bu suretle Versay Muahedenamesi’ni Hüseyin’e arzularını güya bu vasıta ile te’min etmiş olacaktı. Filistin’de badiyelerden gelmesi melhuz olan urban hücumlarına karşı Emir Abdullah’ı Şarki Ürdün emiri yapmakla Filistin’in emniyeti her türlü tecavüzlere karşı masun bulundurulmuş oluyordu. mekle İngiltere’nin Arabların dostu olduğu fikrini telkin edecek ve bir müddet için olsun Ceziretü’l-Arab’daki mesailin seyrini tevkif edecek ve bu sayede İngiltere için daha esaslı ba’zı hayati mesailin halline doğru yürünecekti. Doğrudan doğruya kendisiyle mücadele-i siyasiyyeye girişen Fransa hükumetini Suriye’de rahat bırakmamak ve başına bir taraftan Faysalcı diğer taraftan Emir Abdullahcı ve Şerifci propaganda ihtiyarını musallat ederek ve Suriye’de ona tarafdar ba’zı şahsiyetleri onlar vasıtasıyla alevlendirerek daima rahatsız edecekti. ve bu şekil idareyi kabul etmiş idi. Bunlar esasen elde birer oyuncak idiler birer çocuk gibi idiler. Ne zaman akılları başlarına gelir de İngiltere için bir tehlike halini almaya başlarlarsa o zaman yanağına bir şamar attıktan sonra kulağından tutup fırlatmak atmak işten bile değildi. Binaenaleyh bu vasıtalar bu hükümdarcıklar dillerini ağızlarına kor bir uşak gibi bir emirber neferi gibi mekle yine bir şey te’min edememiş idi. Zira Hicaz kralı hırsını para mesailinden yüksek bir dereceye çıkarmış rak Hüseyin bin Ali’nin nezdine gönderdi. İkna’ etmek Halbuki diğer taraftan İngiltere İstanbul’u taht-ı işgalinde ve asıl Osmanlı Halifesi’ni kendi elinde bulunduruyordu. Bir taraftan da ne Arabistan’da ne de diğer siyasi ve dinisi hiçbir nüfuz ve te’siri bulunmuyordu. Versay Muahedesi’ni İngiltere kendisine imza ettirememişti. Faysal Irak efkarını İngiltere’nin aleyhinde gizliden gizliye teşvik ediyor Filistin’de Arab milliyetperverleri zahiren Yahudiler ve hakikatte İngiliz idaresi aleyhinde mücadelede bulunuyordu. Bunun içindir ki İngiltere de hemen tedabir-i zecriyyeye koyulmaya başladı. Avam Kamarası’nın bir celsesinde tarafından verilen senevi seksen bin liralık tahsisat kesilmişti Bütün alem-i İslam asıl meşru’ olan Halife’ye nigehban oluyordu. Binaenaleyh Şerif Hüseyin çekmek İngiltere için zaruri bir şey değildi. Nihayet olsa olsa Ceziretü’l-Arab’da mevkiinden kısmen istifade ederek onun vasıtasıyla Ceziretü’l-Arab’ı istimlak ihtimali bulunacaktı. Bu ihtimalin de artık bir kıymeti olmayacağını bi’l-hassa vukuat-ı ahire ve son vaziyetler pek bariz olarak gösteriyordu. O halde İngiltere için yapılacak bir şey kalmış idi. Eski nüfuzlu kuvvetlerden ve elinde bulundurduğu kuvvetlerden bi-raz sarsmak ve nihayet pes dedirtmek. Bayram münasebetiyle gelecek hafta intişar etmeyecektir şirdi. Veyahud aksi husule gelirdi o zaman da başka tedabire tevessül olunurdu. kat bu düşüncesi için hiç olmazsa beş on senelik bir zaman tahmin ediyordu. Yani hiç olmazsa beş sene geçmedikçe planının mahiyetinin anlaşılmayacağını İngiltere zannediyordu. Halbuki onun bu planı çabucak anlaşılmıştı. Hicaz hükümdarı olan Hüseyin ibn Ali nüfuz ve salahiyet i’tibarıyla nasıl sıfra’l-yed çıktığını günden gune anlıyordu. Emir Abdullah badiyelere gömülmüş basit bir aletten bir halde bulunuyordu. Cümlesinin vaziyeti mübhem meşkuk ve müşevveşti. Cümlesi sözde hükümdar idiler fakat hakikatte hiçbir şey değildiler. Zira İngiltere Irak ve Filistin üzerine Fransa ise Suriye üzerine mandasını i’lan etmiş idiler. Onlar muayyen bir program dahilinde yavaş yavaş şerait ve sevaik-i hazıradan a’zami istifadeler te’min etmek suretiyle bu ülkeleri benimseyecek bir tarikte yürüyorlardı. Ya kendileri… Kendileri bir hiç idiler nihayet birer alet idiler. Hatta Hicaz hükümdarı bile ıssız varidatsız bir sahada boğulmaya mahkum bulunuyordu. O halde bunun sonu ne olacaktı. Şerif ve şerifzadeler uzun uzadıya düşündüler tarafdarları da düşündüler. Nihayet İngiltere kaldılar. Zira kurdukları hülyalar kendilerini tamamıyla teshir etmiş idi. Onlar tasavvuran her şey her şey olmuşlardı. Binaenaleyh bundan sonra da ne yapıp yapıp zımdı. Zira bir kere Hicaz hükümdarı Hüseyin apaçık kendisine kafa tutuyordu. Kolonel Lavrence’i birkaç kere Hüseyin nezdine i’zam ettiği halde Versay Muahedenamesi’ni kendisine imza ettirememiş ve nihayet senevi seksen bin liralık tahsisatını kesmeye mecbur kalmıştı. ­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Mündericat: Y³ ª{² ª Á¥ ª £ u Ayet-i kerimesinin tefsiri – Kitabullah’ı arkalarına atarak batıl putlara tapanlar – Kur’an-ı Kerim’in tekfir ettiği insan şeytanları – Harut-Marut kıssası hakkında ba’zı müfessirlerin yanlış fikirleri – Mes’elenin hakikati – Nazm-ı Celil’in ma’na-yı sahihi. Ahlakın esası dindir – Sırf akıl üzerine müesses ahlak umum beşeriyet için vacibü’l-ittiba’ olamaz – Ahlakı dinden başka esaslara istinad ettirmek isteyen mesalik-i felsefiyye – Felsefenin ahlak için keşf eylediği mebadiyi İslam ihmal etmemiştir – İhtiyar ve irade-i cüz’iyye – Kader’e iman mes’elesi – İslam’da mes’uliyet mebde’i – Hıristiyanlık’takima’siyet-i asliyyenazariyesini İslam reddeder – Peygamber bile mes’uldür – Kanun-ı Esasi’de halifenin gayr-ı mes’ul addedilmesi Müslümanlığa mugayir bir kaidedir – Gelibolu ve Edirne’nin terkini Hindliler kabul edemez – Halife’nin hami-i din olması Hindlilerce esastır – Tazminat Yunanilere değil Hindlilere verilmek icab eder – Hindistan alem-i İslam’ın tamamiyetini kendi da’vası olarak kabul etmiştir – Boğazlar ekalliyetler kapitülasyonlar mes’elelerinde müttefikler şeraitinin hiçbirisini Hindistan kabul edemez – – İngilizler maksadını açıktan açığa söylemiyorlar. Eski edebiyatımızdaki büyük boşluk – Minaresiz minbersiz Kur’an’sız edebiyat – Ziya Paşa ile Mehmed Akif Bey’in heyecanlı dini şiirleri. ve İslam’a ika’ etmiş oldukları fenalıkları bilmiş olaydılar hiçbirşey yapmaksızın kalemlerini kırarlardı. Onların bu asar ve isnadatı serd için ilzam ettikleri tarikler yirmiden fazladır ki Kadi İyaz cümlesini inkar ediyor.VeHarut-Marut kıssasına aid olmak üzere müverrihlerle müfessirlerin nakil ve rivayet etmiş oldukları haberlere dair Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimizden sahih gayr-ı sahih hiçbir şey varid olmamıştır. Sonra bu mes’ele kıyas ile anlaşılacak mesailden de değildir diyor. Bahr’da da:Bu hikaye baştan aşağı uydurmadır hiçbir tarafı sahih değildir. Kezalik Aleyhi’s-salatü ve’sselam Efendimiz’in yahud İbn Ömer’in Zühre yıldızına la’net etmiş olduğu da sahih değildirdeniyor. İmam Razi bu husustaki rivayeti zikr ettikten sonrafasiddir merduddur gayr-ı menkuldürhükmünü veriyor. Şihab-ı Iraki diyor ki:Harut ile Marut’un hataları yüzünden Zühre ile beraber tekzib edilen iki melek olduğuna Emr-i ilahiye karşı isyandan münezzehdirler. Taraf-ı Bari’den ne ile me’mur iseler onu ifa ederler. İbadet-i sübhaniyyeden ne istikbar ederler ne yorulurlar. Gece gündüz tesbih ederler. Hiç fütur bilmezler. Zühre’ye gelince Cenab-ı Hakk’ın semavat ve zemini halk ettiği zaman ne ise yine odur. Bu yıldızın Harut ile Marut’a kız şeklinde temessül etmesi akla sığar şey değildir. Alusi diyor ki:Muhakkıkinden ba’zıları bu hususta rivayet olunan şeylerin Yahudilerin sözlerini hikayeden ari olduğunu söylüyorlar. Ve mes’elenin nefsü’l-emrde butlanı İbn Abbas veya başkasından rivayet olunmasının sıhhatine münafi değildir. Zira bu suretle mes’ele sünnet ve hadisten olmayıp Yahudilerin söylemiş oldukları şeylerin hikayesinden ibaret oluyor. Alusi daha sonra diyor ki:Bu hikayenin nefsü’lemrde sıhhatine kail olarak zahirine haml eden büyük bir hata işlemiş ve rayet-i İslam’ı ser-nigun edecek düşmenan-ı dinin başlarını kaldıracak yaman bir kapı açmış olur. Yukarıdan beri serd ettiğimiz sözlerden anlaşılır ki Harut ile Marut lamın fethiyle iki melek değillerdi. Nitekim bunu te’yid eder. Lamın kesriyle melik idiler feth-i lam bir kısmı da diyor ki: Bunlar basbayağı iki adam idiler. Melek tesmiye olunmaları nasa karşı izhar etmekte oldukları salahın kemali i’tibarıyla idi.Hasan: BunBismillahirrahmanirrahim ¥Á ª Y³ ª{² ¹¯—À ¹²Y¦ ¹ª .............. ª £ u Şu ayet-i kerime gösteriyor ki ehl-i kitap Cenab-ı Hakk’ın kendilerine Tevrat ile tebliğ buyurduğu ahkam ve hakayıkın mahiyetlerine muttali’ oldukları halde onları bilmiyormuş anlamıyormuş gibi arkalarına atıyorlar. Hiç gözleri önünde bulundurmuyorlar. Bunların med aleyhime’s-selama nazil olan vahye has değildir. Ellerindeki Tevrat’ın ayatını te’yid ve tasdik eden ayat-ı Kur’aniyyeyi de inkar ediyorlar ve inkarları ilimleri lahik olmayan mesail hududunda kalmıyor. Bilakis bildiklerini de münkir oluyorlar. Güya bütün kuvve-i müdrikeleri kendilerinden nez’ olunmuş da en celi hakikatleri bile bilmekten anlamaktan aciz bulunuyorlar. Evet Kitabullah’ı arkalarına atarak birtakım şerrar-ı nas tarafındanHazret-i Süleyman’ın o mülk ve saltanatı ancak sihir ile efsun ile kehanetle elde ettiğinedair ortaya çıkarılan yalanlara kapılıyorlar. Muhammed bin İshak bin Yesar şöyle söylüyor: Şeytanlar –yani insan suretindeki şeytanlar- Hazret-i Süleyman’ın vefatından haberdar oluncaKim şöyle şöyle bir maksadı elde etmek isterse şu ve şu efsunları okusungibi birçok şeyler yazarak ve bunları tertib ve tasnif ederek bundan bir sihirname vücuda getirdiler ve üzerini hatem-i Süleyman ile mühürleyip tepesineAsaf bin Berhiya’nın mülk-i Süleyman bin Davud’a yazmış olduğu künuz-i ilm ü ma’rifettiribaresini yazarak Hazret-i Süleyman’ın kürsüsünün altına koydular. Bir zaman sonra bu sihirname meydana çıkıncaSüleyman’ın mülk ve saltanatı ancak şu namede ta’rif edilen sihir sayesinde imişdiyerek mündericatını öğrendiler ve herkese öğrettiler. Hakikat Yahudiler arasında zuhur eden sahirler kadar başka milletlerde sahir zuhur etmemiştir. Vakta ki Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz Süleyman Kur’aniyyeyi tebliğ buyurdu Medine’deki Yahudiler Ne şaşılacak şey! Muhammed Davud’un oğlunu nebi zannediyor. Vallahi o yani Süleyman sahirden başka bir şey değildi.demeye başladılar. İşte bunun üzerine ~ Á¯ ± ÁYŽ Á± – ® ¹ cb Y® ¹—]b ƒª ayet-i kerimesi nazil oldu. Müfessirler burada öyle birtakım hadisler rivayetler - lar Babil-i Irak’ta iki alc idiler diyor. Sözün hulasası Harut ile Marut iki adamdı. Bunlar salah ve istikametle ortaya çıktılar. Muhitlerindeki halkı tamamıyla kendilerine bend ederek i’timadlarından muhabbetlerinden emin olunca onlara sihir ve keramet ta’limine başladılar. Bunlar inde’n-nas haiz oldukları mertebeyi gaib etmemek için sihir ve kehanete dair bir şey ta’lim ederkenŸ b Ë ž ²¯Y ²o ± žc³_ Bizler sizin mizi tatbik suretiyle küfre girmeyinizderlerdi. Maksadları kendilerini dinleyenlerin kalbinde bu hile ve desaise bir şübhe uyandırmamak ve ortaya attıkları yalanlarla dolanlarla bir kat daha menfaat ve ihtiras te’min etmekti. Nas bunlara canib-i Hak’tan vahiy ve ilham tarikiyle sihir nazil olduğuna inanıyorlardı. Nitekim yukarıda zikr ettiğimiz Mosikar Erciyanos kıssası da bu kabildendir. Harut’la Marut’un emsali her zamanda ve her mekanda mevcud ve mer’idir. Kemal-i istikamet gösterenlerle suleha-yı nasa melek tesmiyesine gelince bu ehl-i kitabın öteden beri adetidir. Nasranileri işitiriz ki bir ademi istikamet ve salah ile medihde ileri gittikleri zamanmelakderler ki melek demektir. Binaenaleyh Á± \]Y\© – {² Y® ª Nazm-ı celilinin ma’nası şudur: Yahudiler Kitabullah’ı arkalarında bıraktılar da Babil’de halka sihir ta’lim eden veBu öğrendiğiniz enva’-ı sihri tatbik ederek küfre düşmeyiniz. Çünkü biz ancak vesile-i mervi şeylere tabi oldular. Bu kabil şeyleri kütüb-i kadime ve cedidede görüyoruz. Yunan-ı kadim tarihinde kevakib ve saireye hayır ve şerr-i ilahi dendiği ve bunların birçok hikayeleri bulunduğu cümlemizce ma’lumdur. Frenklerin mitoloji dedikleri esatir bu hususta pek çok ma’lumat verir. Kur’an-ı Kerim’in tekfir ettiği ancak o şeyatin-i insdir ki nasa sihir ta’lim ederler. Zira bu sihir birtakım riyazatı ve cinlere yahud nüfus-i felekiyye ve kevakibe karşı münacatı ve hayır yahud şer tanılan ba’zı ervaha tazarru’atı istilzam eder ki cümlesi Allah’dan başkasına Maamafih gerek sihir mes’elesine gerek HarutMarut kıssasına aid olmak üzere müstakil fasıllar yazacağız. Hakikati ve sünnet-i sahihayı arayanlar istediklerini orada bulacaklardır. Efazıl-ı ulemamızdan Şer’iyye Vekaleti Tedrisat Müdir-i Umumisi Aksekili Ahmed Hamdi Efendi tarafından Darulmuallimin konferans salonunda verilen dördüncü musahabenin hulasasıdır: Efendiler hatırlardadır ki musahabelerime başlarken Müslümanlığın fıtri ve tabii bir din olduğunu ve bunu ve ictimaiyatını tedkik etmek lazım geldiğini söylemiştim. Geçen musahabelerimde İslam’ın erkan-ı lamiyede hilaf-ı akıl ve gayr-ı tabii bir esasın bulunmadığını göstermeye çalıştım. Bu musahabemde de ahlak ve Efendiler hiç şübhe etmemek lazımdır ki insanı derecat-ı tekamüle sevk edecek akvamı evc-i saadet ve terakkiye isal edecek ancak kavanin-i ahlakiyyedir. Hayat-ı beşeri tanzim eden mu’amelatın kavanin-i nazımesini ahlakiyyeyi ta’lim eden de yine dindir vahy-i ilahidir. Her dinin erkan-ı esasiyyesinden biri de kavaid-i ahlakiyyedir. Tarih-i beşerin her sahifesi bize gösteriyor ki havas ve avamı hayran eden faziletlerin edvar-ı inkişafı daima akide ve imanın kuvvetli olduğu zamanlara tesadüf etmiştir. Kalblerde imanın gevşemeye başladğı devirlerde duğu herkesin ma’lumudur. Kalblerde din duygusunun mes’uliyet-i uhreviyye fikrinin kuvvetli bir surette yaşadığı devirlerde pek ziyade inkişaf etmiş olan fezail bu olmuş ve maa’t-teessüf rezail ve kabayih alabildiğine teammüm etmiştir. Demek oluyor ki kavanin-i ahlakiyye dinden doğuyor. Ahlakı telkin eden dindir. Din olmadıkça ahlak da yoktur. Bunun içindir ki kavaid-i ahlakiyye hangi kavimde matlub olan derece-i saadeti tekeffülden kasır kalmış ise bu cihetteki noksanı o kavmin ukalası felasifesi ikmale çalışmıştır. Fakat şurasını da hatırdan çıkarmamak lazımdır ki din üzerine müesses olmayıp da sırf akıl üzerine müstenid bulunan kavaid-i ahlakiyye ekseriyet-i azime-i beşeriyet için hiçbir vakit vacibü’littiba’ olamaz. Çünkü ne menba’ı ne müeyyidesi değildir. Şu halde efendiler beşeriyeti evc-i saadet ve terakkiye isal etmek şanından olan kavaid ve kavanin-i ahlakiyye hangi dinde daha ziyade ve daha sarih ve esaslı ise o din tabiidir fıtridir umumidir. Efendiler bu nokta-i nazardan tedkik ettiğimiz vakit yine görürüz ki hakikaten tabii fıtri ve umumi olmak vasfını ancak din-i İslam haizdir. Beşeriyete ta’lim eylediği Y¶Y² ÃÊ µªÊ ¹iY·‹žYž _]—‚ ¹—]~ •‹\ Y¯ÀÊ ®YŽ_ Y¯ÀÊ ±® _]—‚ YÁoª ¡Àyª ±– Ê Iman yetmiş bu kadar şu’be nevi’dir. Efdali La ilahe illallah demektir. Ednası güzergah-ı nastan eza verecek bir şeyi ref’ etmektir. Haya da imanın bir şu’besidir. uÁ\ ¿Ÿ² ¿wª ÊÀQ®± –]unc¿ Ào[ ÊrÁµ ®YÀo[ ª³Ÿµ ®± yÁsª Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah-ı azimü’şşana kasem ederim ki hiçbir kul kendi nefsi için istediği hayrı Müslüman kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz. Bir kimsenin kalbi diliyle beraber dili de kalbi ile beraber olup sözü işine muhalif olmaktan kurtulmadıkça komşusu şerrinden emin olmadıkça mü’min olmaz Efendiler burada ancak binde birini hatırlayabildiğim ehadis-i şerife ve ayat-ı kerimeden vazıhan anlıyoruz ki Müslümanlık’ta vezaif-i insaniyye ve hukuk-ı ahlakiyye iman ile evamir-i diniyye ile mümtezicdir. Bunları yek-diğerinden ayrı tutmak mümkün değildir. Hiçbir emr-i ahlaki yoktur ki emr-i dini ve imani olmasın! Bir amel-i lisani olanla ilahe illallahkelime-i tayyibesini söylemek nasıl imandan bir cüz’-i mühim bir kenara atmak da imandan bir cüz’dür. Dini iyi bilen bir müslüman namazını orucunu zekatını haccını nasıl bir vazife-i diniyye olarak tanırsa muhafaza-i sıhhatini ailesini infak etmeyi komşusunu incitmemeyi ebna-yı nev’ine güler yüz göstermeyi onlara elden gelen yardımda bulunmayı da birer vazife-i diniyye olmak üzere beller. Bir müslümanın nazarında katl-i nefs içki kumar zina tecavüzat-ı lisaniyye sirkat ve gasb-ı emval nasıl birer ma’siyet ise gıybet etmek lüzumsuz yere dedikodu yapmak sıhhatine muzır bir şeyi yemek edeb ve terbiyeye muhalif etvar ile haysiyetini lekedar etmek de ma’siyettir haramdır. El-hasıl efendiler din-i İslam insana yalnız Allah’ına karşı mükellef olduğu vezaif-i taabbüdiyyesini ta’lim etmekle kalmıyor. Dünya ve ahiretimiz için muhtac olduğumuz şeylerin her türlü inceliklerini de bize öğretiyor. Bir vazife-i taabbüdiyye olan namaz ile orucun yanıbaşında daima ebna-yı nev’imize muvasatı da emreder. Kavanin-i medeniyyemizin icra-yı ahkamı da vezaif-i şahsiyyemiz akla durgunluk verecek teferru’at ve tafsilat ile ta’yin edilmiştir. Ahval-i şahsiyyemiz için esaslı kaideler vaz’ olunmuştur. Efrad-ı ailenin zevceynin komşuların ehibbanın yek-diğere karşı hukuk ve vezaifi bütün incelikleriyle teşrih edilmiştir. Bunların kavaid ve kavanin-i ahlakiyye i’tibariyle de Müslümanlık bir din-i fıtridir bir din-i tabiidir bir din-i umumidir. Çünkü Müslümanlık demek ahlak demektir. Din-i İslam’daki hikmet-i ameliyyenin muhtevi olduğu tafsilat her munsif müdekkiki hayretlere ilka edecek derecede çoktur. Her munsif müdekkik bila-tereddüd hükmeder ki din-i İslam hakikaten bir din-i ahlaktır. Bütün maksad ve gayesi ahlak-ı beşerin en yüksek mertebelere çıkmasıdır. Müslümanlığın ahlaka ne derece ehemmiyet verdiği Hazret-i Peygamber hakkında en büyük sena ve ta’zim olarak varid olan ¡ –“ Á­ r ª ²¥ Şübhesiz sen mehasin-i ahlakın pek büyük bir mertebe-i aliyyesini haizsinayet-i kerimesiyle Y® ­¯bÊ ag—\Y¯² ËrÊ Ben ancak mekarim-i ahlakı tamamlamak için ba’s olundumhadis-i şerifinden pek vazıh olarak anlaşılmaktadır. Efendiler ahlakın din-i İslam’da ne derece mühim bir mevkii olduğunu gösteren daha pek çok ayat-ı kerime binlerce ehadis-i şerife vardır. Bir gün Hazret-i Peygamber efendimizin huzur-ı alilerinde bir kadın mevzu’-ı bahs olur; her gün oruc tuttuğu bütün gece namaz kıldığı ve fakat ahlakı fena olup diliyle komşularına eza verdiği söylenir. Buna karşı Hazret-i Peygamber efendimiz:O kadında hayır yoktur ehl-i cehennemdircevabını verir. Buradan da anlaşılır ki Müslümanlık’ta ahlak en büyük mevkidedir. Efendiler size bu babda birkaç hadis-i şerif daha söylemek ehemmiyeti anlamakta güçlük çekmezseniz: y¦ µ£r ±o\ ¹£ª ¹‡ª_j uÁªu¯ª ­¯ª Šy\Ácµ Şübhe yok ki istikamet üzere bulunan bir müslüman hüsn-i ahlakı ve kerem-i seciyesi sayesinde daimi savm ve salat ile meşgul olan kimsenin derecesini bulur. Y³¯ª y‚ yrÄ Yj ­Á“– µ£r ±o\ ™]Áªu]—ª u\Y—ª µ² ­³·j ©Ÿ~ µ£r¹\ ™]Áª µ² Y]—ª Á—Š µ² Şübhe yok ki bir kul ibadatı az olduğu halde hüsn-i ahlakı sayesinde derecat-ı ahiretin en büyüklerine ve menazil-i ahiretin en yükseklerine nail olur. Su-i ahlakı sebebiyle de abidler zümresinden ma’dud iken cehennemin en aşağı derekatını bulur. ±n ©—ª ©sªuŸÀY¯¦ ©¯—ªuŸÀ ¡sª¹~ ªs¡ ªÁwÀ[ uÁkª }¯ƒª [ÀwbY¯¦_Ásª Sirke balı nasıl ifsad edip bozarsa su-i ahlak da ameli öylece fesad eder. Güneş buzu nasıl eritirse hüsn-i ahlak da günahları öylece eritir. esasını kabul etmekle aklı haiz olduğu yüksek mertebeden aşağı düşürmemiştir. Bunu isbat pek kolaydır. Mesalik-i felsefiyye-i ahlakiyye içinde en salim olan akliyyun meslek-i felsefisidir değil mi? Bunların mebadisini ele alarak bizim mebadimizle bir mukayese yapalım. Neticede göreceğiz ki bizim mebadimiz esasen onlardan bir surette takrir etmiştir. ² Y Ê ®Y ~ — ª Ë }Á ª İnsan çalıştığı şeyden başkasını bulamaz. ©¯—À r Y£g® . yÀ yÁ ®± ‚ Y£g® yÀ y ±¯ ©¯—À Her kim zerre mikdarı hayır bulur.Bu mealde daha yüzlerce ayat-ı kerime var ki onları zikr etmeye vakit müsaid değildir. Efendiler ihtimal ki müslümanların kaza ve kadere olur. Fakat Müslümanlık’ta kadere imanın ne demek olduğu layıkıyla anlaşıldıktan sonra bu gibi telakkilerin pek yanlış olduğu kendi kendine tebeyyün eder. Bir müslümanın kadere iman etmesi demek hayır ve şerrin halikı Allahu teala olduğuna kail olması demektir. Her şeyin Allah’a nisbet olunması vazı’-ı evveline nisbet demek olduğundan gayet doğru ve sahihtir. Binaenaleyh bir müslüman hem azamet ve kudret sahibi bir Halik-ı Kainat’a ve ona aid birirade-i külliyyeye kaildir hem de kanun-ı ahlakinin mes’uliyetin mütevakkıfun-aleyhi olmak üzere insanda birihtiyarın bir irade-i cüz’iyyenin hepsi ya bir ayet yahud bir sünnetle takrir buyurulduğu cihetle bunlar birer vazife-i diniyye olarak telakki olunur. Efendiler şimdi hakka’l-insaf düşünelim. Bütün inceliklerine kadar kavanin-i ahlakiyye ve vezaif-i insaniyyeyi en esaslı bir surette ta’yin ve teşrih eden bir din din-i tabii din-i fıtri din-i umumi olmaz mı? Ortada böyle bir din var iken başkasına din-i umumi diyebilmek imkanı var mı? Madem ki böyledir bu derece ali bu derece şamil olan bir dinin salikleri için ahlakın esaslarını başka yerlerde aramak her halde gülünç bir şey olur değil mi? Ahlakın dinden ayrı olduğunu ayrı olması lazım geldiğini ne olursa olsun kör körüne garbı taklid etmektir. Evet garbın salik olduğu dinde kavaid-i ahlakiyye matlub olan derece-i saadeti tekeffülden kasır olduğu için bu noksanı o kavmin ukalası felasifesi ikmale çalışmış ve hatta ahlakın dinden ayrı olduğunu iddiaya kadar varmıştır. Fakat Müslümanlık insanı tekemmülün en yüksek derecelerine sevk edecek kavanin-i ahlakiyyeyi bütün tafsilatıyla takrir etmiş olduğundan bu babda başka bir düşünceye hacet kalmamıştır. Efendiler! Görülüyor ki İslam demek ahlak demektir. Müslümanlık’tan gaye ahlaktır. Bu cihetler anlaşıldıktan sonra şimdi başka bir noktanın izahına geçiyorum. Efendiler bendeniz ahlakın dinden ayrı olmayacağını kavanin-i ahlakiyyenin ancak dine istinad edebileceğini Felasife-i kadime ve cedide tarafından bu hususta pek çok nazariyeler serd edilmiştir. Bu nazariyelerin içinde en salim meslek kaide-i ahlakiyyeyi sırf akıldan istinbat eden meslektir. Vazife-i mebde’i yalnız akıl üzerine te’sis edinen nazariyat-ı felsefiyyedir. Şimdi burada izah etmek ortaya konulan mebadi-i ahlakiyyeyi de İslam’ın ihmal etmemiş olması ve onları da en sağlam bir surette takrir etmesidir. Efendiler biz müslümanlara göre kavanin-i ahlakiyyenin vazife-i mebde’inin istinad edeceği ancak dindir vahy-i ilahidir. Fakat biz bu esası kabul etmekle beraber en ali bir felsefe tarafından ahlak için ta’yin edilen mebadiyi kat’iyyen ihmal etmiş olmuyoruz. Vezaif-i ahlakiyyenin beyne’l-İslam dine müstenid olması mahiyet-i akliyyesini hiçbir vakit de zedelememiştir. Hiçbir vakit akıl ile din arasında bir cidal ve münaza’a zuhur etmemiştir. Çünkü bütün evamirini vahy-i ilahiye istinad ettiren Müslümanlığın mebnası mebadi-i akliyyedir. Dinimiz en salim ve en metin bir felsefenin ortaya koyduğu mebadi-i ahlakiyyeden hiçbirini ihmal etmemiş vahiy ·­ yÁ›À c ®Y \Y ²Ÿ n Bir kavim kendi nefislerini kendi seciyelerini tağyir etmedikçe Allahu teala da onlara vermiş olduğu şeyleri onlara ihsan ettiği ni’metleri tağyir etmez. ©¯–Y® µ£Ÿ² ­Áž µ]c¦ ±À ±® µªY® ±– Ë\ ­Áž µ\Y]‚ ±– Y³ž ­Áž y¯– ±– : }¯r ±– OÀÊY—b µ\u³–_®YÁ£ª ¹À ±\Y®ui {³bÊ žÁ¯Y–­ Kıyamet gününde Ademoğlu beş şeyden sual olunmadıkça Rabbinin huzurundan ayrılmaz: Ömrünü ne ile ifna ettiğinden gençliğini ne ile yıprattığından malını nereden kazanıp nereye sarf ettiğinden öğrendiği şey ile ne türlü amil olduğundan. şerife vardır ki mes’uliyet-i şahsiyyenin Müslümanlık’ta pek mühim bir esas olduğunu gösterir. Müslümanlığın takrir eylediği mes’uliyet her akl-ı selimin bila-tereddüd kabul edeceği mes’uliyet-i şahsiyye olduğunu söylemiştim değil mi? Müslümanlık’ta esas bu olduğu için hiçbir kimse başkasının a’malinden mes’ul olamaz. Binaenaleyh din-i mes’ul olmasını mutazammın olan ma’siyet-i asliyye nazariyyesini pek açık ve kati bir surette reddeder. Evet efendiler Hıristiyanlık’ta mühim bir esas olan ve fakat akıl ve mantıkla te’lifi mümkün olmayanma’siyet-i asliyye nazariyyesi Müslümanlık’ta kat’iyyen merduddur. r {b y Ê Günah işlemek şanından olan hiçbir kimse diğerin günahını yüklenmez. ~yª ¹—Á ¹ ª¹b Y ž ¹ ž Y²¯Y – Áµ ®Y n ¯© Ž à ¹—Á i © ­c ¯ ~yª – Y® uc·b ¹—Á Ê ¹ Ë]ª ±Á]¯ª b  n Y® ­ Á – Habibim sen onlara de ki Allah ve Resulü’ne itaat ediniz eğer bu itaatten i’raz ederseniz Resul’ün emr-i tebliğde kendisine tahmil olunan mes’uliyet ancak kendisine emr-i itaatte de size tahmil olunan mes’uliyet ancak size raci’dir. Maamafih eğer itaat ederseniz nail-i hidayet olursunuz. Resul’ün vazifesi yalnız açıkça tebliğ etmektir. Bundan başkasına karışmaz. b r ­ ƒ Ê Y®¹À ¹ kÀ { ±– uª Ê u ª ¹ ª¹® ±– Y ‚ uª YÁ Y³ª Y·À YÀ\ ¹ j ¹¶ Ey nas! Rabbinizden korkunuz öyle bir günden de korkunuz ki hiçbir baba evladından dolayı hiçbir mükafat ve mücazat görmez. Ne evladın ebeveynine ne de ebeveynin evladına faide ve zararı dokunmaz Efendiler şu ayetlerden pek vazıh olarak anlaşılır ki Müslümanlık’ta akıl ve hikmete mugayir olan ma’siyet-i vücuduna ve sevab ve ikabın yani mes’uliyetin de irade-i cüz’iyyeye terettüb ettiğine kaildir. Bu i’tibar ile kadere birleşmesinde istib’ad edilecek bir cihet kalmaz. Müslülümanların kainatta kanun-ı mutlak olan irade-i külliyye-i kudret-i beşeriyye fevkinde bir kudret-i hakimeye karşı ferd var mıdır? İhtilaf yalnız bu kudret-i kahireyi ta’yin kudret-i hakimeye iman demek olacağı cihetle böyle bir iman insandan irade ve ihtiyarı selb etmez. Kadere halde Müslümanlığı iyi tedkik etmemiş olanlardır. Müslümanlık bir taraftan kadere imanı emr ederken diğer taraftan bize şu yolda nasihatlar emirler veriyor:Ey mü’minler vukuu melhuz olan tehlikeye karşı evvelce cüzzam illetine mübtela olan ademden arslandan kaçar gibi kaçınız. O bir vadiye inerse siz başka bir vadiye ininiz Bir yerde taun olduğu haberini alırsanız taunun üzerine gitmeyiniz. Bulunduğunuz yerde taun olursa ondan kaçarak oradan çıkmayınız yani firar suretiyle o memleketten harice çıkmayınız. Demek ki Müslümanlık’ta kadere iman irade ve ihtiyarını selb ederek kendini tenbelliğe vermeyi tehlikeye karşı müdafaayı lüzumsuz görmeyi istilzam etmiyor. Müslümanlık’ta irade ve ihtiyar insani en mühim bir esasdır. Efendiler aklı esas ittihaz edenlere göre ahlakın mebadisinden biri de mes’uliyettir değil mi? Şimdi bu esasın da Müslümanlık’ta haiz olduğu ehemmiyeti tedkik edelim. Efendiler mes’uliyet mebde’i de din-i İslam’da pek sarih ve esaslı bir surette takrir edilmiştir. Müslümanlık’ta mes’uliyet pek mühim bir esastır. Din-i İslam insanı meslubü’l-ihtiyar addetmediği için netayic-i a’maliyyesinden her ferdin bizzat mes’ul olacağı esasını da kabul etmiştir. Din-i İslam’ın te’sis ettiği mes’uliyet her akl-ı selimin bila-tereddüd kabul edeceği mes’uliyet-i şahsiyyedir. Din-i İslam’a göre netayic-i a’malinden mes’ul olmayan hiç kimse yoktur. Hatta peygamberler bile mes’uldür. Mes’uliyet mebde’ini takrir eden pek çok ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife varsa da burada hatırıma gelen bir iki tane ile iktifa edeceğim: Ã Ê ¹ £\ Y® yÁ›À Ayet-i Kerime r ¹³® ±À n w w ¦ ­ ª Y·À YÀ yÁš¹]¶YžYÀ¹]¶u~Ê ¿£ÀY¯¦ wkª [nY†¹£b Hadis-i Şerif ®³µ yž Hadis-i Şerif ¹jysb˟ž Y\ ­c²¹ •i µÁ–¹rub˞ Y\ ¹–YªY\ ­c—¯~®³·Y asliyye nazariyyesi yoktur. Halbuki ma’siyet-i asliyye bir esastır ecdadın ma’siyetine ahfad tevarüs etmiştir. Her ne kadar ceraim ve ma’siyetlerin şahsiyeti akıl ve hikmete muvafık bir kimsenin günahından diğerinin mes’ul tutulmaması adalet-i ilahiyyeye layık ise de Hıristiyanlık’ta böyle değildir: Herkes ilk ebeveyninin ma’siyetine tevarüs eder. Hatta Hazret-i İsa yeryüzüne gelinceye kadar bütün insanlar günahkar doğuyor ve yine günahkar ölüyordu. duğuna iman edenler bu günahtan yakayı kurtarırlar. Hıristiyanlık’ta vaftiz usulü de işte budur: Papasların serpmiş oldukları birkaç damla su ile Allah’ın -haşa- yeryüzünde vekil-i mutlakı olan rahib ve papasların elleriyle üzerine biraz su serpilenler İsa’nın bi’l-cümle günahlardan sıyrılıp çıkıyorlarmış! Fakat bu mu’ameleyi görmezse velev ki dünyanın en salih adamı olsun o adam vebal-i azimden kurtulamazmış! Çocuk da olsa yine kurtulamazmış! Efendiler işte Hıristiyanlık’taki mes’uliyetin mahiyeti! Bunda ahlaki bir cihet var mı? Şimdi hıristiyan olan ukala ve felasife ahlakı dinden ayırarak mebadi-i ahlakiyyeyi akıl üzerine istinad ettirmişlerse bizim de böyle yapmamız icab eder mi? Bu yolda bir mes’uliyet telkin eden bir din elbette akıl ve hikmete muvafık olmazdı. Elbette Avrupa ukala ve hükeması böyle bir şeyi kabul etmeyerek mes’uliyet mebde’ini de akıl üzerine ibtina ettireceklerdi. Fakat Müslümanlık böyle midir? Asla! Onun te’sis eylediği mes’uliyet şahsidir. Bununla beraber umumidir. Her ferde şamildir. Hiçbir ferd hatta peygamber bile olsa yine mes’uliyetten yakayı kurtaramaz. Evet efendiler! İslam’ın vaz’ ve te’sis eylediği mes’uliyet-i şahsiyye o kadar umumidir ki bundan enbiya ve mürselin de kurtulamayacaklardır. Akide-i İslamiyyeye göre onlar bile mes’uldür. Elbette kendilerine peygamber gönderd ğimiz ümmetleri mes’ul edeceğimiz gibi mürselini de mes’ul edeceğizAyet-i kerimesinden anlıyoruz ki her emir ve işareti ümmetince muta’ olan bir nebi-i zi-şan da gerek ef’alinden gerek vazife-i risaleti tebliğ edişinden mes’uldür. Halbuki tıfl-ı nevzadı bile günahkar addeden Hıristiyanlık Papa’yı la-yüs’el addediyor. Papa şeriat vaz’ eder vaz’ ettiği şeriata mugayir hareketi görülse bile yine muta’dır. Çünkü la-yüs’eldir. Müslümanlık’ta Efendiler burada mühim bir noktaya daha işaret etmek kadar umumidir enbiya ve mürselin bile mes’uliyetten kurtulamayacakları bildirilmiştir şu halde reis-i hükumeti padişah ve halifeyi gayr-ı mes’ul addetmek doğru değildir. O da ef’al ve tasarrufatından dolayı mes’uldür. Hem de onun mes’uliyeti herkesten ziyadedir. Makamın azameti nisbetinde mes’uliyeti de büyüktür. Şeriat-i İslamiyye nazarından padişah halife de efrad gibidir. Gerek siyasi gerek cezai gerek hukuki mes’uliyetin her nev’iyle mes’ul olur. Padişah ve halife öyle süs için değildir. Müslümanların dini ve dünyevi işlerini muhafaza ve müdafaa adaletini ikame vahdet-i tir. Mükellef olduğu şeyleri yapamaz yapmaya kudreti olmaz veya tarik-i müstakim-i şeriatten inhiraf ederse hemen bir fetva-yı şer’i ile ümmet tarafından hal’ yani azl olunur ki bu mes’uliyet-i siyasiyyedir. Kezalik bir sebeb-i şer’i yok iken bi-gayrı hakkın nüfus-ı muharremeden birini katl eden bir halife de şer’an kısas olunur. Bu da mes’uliyet-i cezaiyyedir. El-hasıl her hangi bir ferdin halifeden bir alacağı bir hakkı olsa mahkemeye müracaatla o hakkını ister. Mahkeme de hükm eder. O hak sahibine eda edilir. Bu da mes’uliyet-i maliyye ve hukukiyyedir. Hasılı efendiler nazar-ı şeriatte her ferd mes’uldür. Umum hıristiyanların Papa hakkındaki i’tikadları ile İngilizlerin kralları hakkındaKral fenalık işlemez kat’iyyen yoktur. Şu halde efendiler Kanun-ı Esasi’nin zat-ı hazret-i padişahinin nefs-i hümayunları mukaddes ve gayr-ı mes’uldürmaddesi şeriat-i İslamiyye ile kabil-i te’lif değildir. Zaten bu kaideyi Avrupalılar koymuştur. Asıl müessisi İngilizlerdir. Avrupa’da bir maksad-ı mahsus üzere vaz’ edilen bu kaide bizim Kanun-ı Esasi’mizde aynen alınmış vaktiyle bizim Kanun-ı Esasi’yi yapanlar bu hususta da Avrupa devletlerini taklid etmişlerdir ki çok yanlıştır. Her milletin siyasi kaideleri idari düsturları kendi ictimaiyyatına uygun olmazsa faide yerine mazarrat tevlid edeceği muhakkaktır. Yukarıdan beri izah eylediğim bu mes’uliyeti bir hadis-i şeriften istihrac ediyorum ki o da şudur: İyi biliniz ki ve müteyakkız olunuz ki her biriniz çobandır ve her biriniz de sürüsünden mes’uldür. İmamü’l-müslimin lam’da mes’uliyet-i şahsiyyenin mevcud olmadığı hatıra gelebilirse de kat’iyyen öyle değildir. Bunlardan anlaşılan ma’na görüyorsunuz ki mes’uliyetin bir kimseden diğerine geçmesi değildir. Bu ayet ve hadisler birinin yapmış olduğu bir şeyden diğerinin mes’ul olacağını değil belki işlenmiş olan bir amelin işlenmiş olan bir hayır ve şerrin başkasına da sari olacağını gösterir. Çünkü bu ayet ve hadislerde başkasının ameliyle müsab veya mu’akab olacağı bildirilen kimseler esasen amelden hali değildirler. Herbirinin kendilerinden başlayıp ahara te’addi ve sirayet eden birer amelleri vardır. O ameller esasen mes’uliyet-i zatiyyeleri tahtında kendilerinden sadır olmuştur. Binaenaleyh onların nef’ ve zararları temadi ettikçe onlara müterettib olan sevab ve olması pek tabii bir şeydir. Binaenaleyh Hıristiyanlık’ta olan gayr-ı ma’kul ve gayr-ı mantıkima’siyet-i asliyye nazariyesiyle ba’zı eşhasınla-yüs’elolması esası Müslümanlık’ta yoktur. İşte bu da İslam’ın fıtri tabii umumi ve ma’kul bir din olduğunu gösterir. İngiltere hükumetinin Yunan-Türk mes’elesini –konferans-ı sulh şeraitinden anlaşıldığı vechile– tashih-i hudud şeklinde halle çalışması Trakya İstanbul Anadolu Arazi-i Mukaddese ve Türk İmparatorluğu’nun Arabca konuşulan vilayetlerinin müstakil olmaları hakkında Hind hükumeti ve ahalisi için bir hakarettir. Va’dlerine muhalif olarak İngiltere hükumetinin Yunanistan’ı bu mes’eleye karıştırdığından Yunanistan’ın buralarda bir mevkii olamaz. Bu devletin bu mes’ele ile alakası müslümanlara karşı kahbece iras edilen zarar ve ziyan ile başladı. Eğer müttefiklerin gayesi gecikmiş olan adaletin şartı Yunanistan’ın Türk arazisini tahliye etmesidir. Gelibolu şibh-i ceziresinin Yunanista’a ilhakı mezkur devleti mazide pek büyük kargaşalıklara sebebiyet veren hırsında teşci’ etmektir. Ve bu hakikattir. Çünkü Simla’da neşr edilen tebliğ-i resmi İngiltere hükumetinin Türkiye’ye karşı hayr-hahlığının boş olduğunu isbata kafidir. Ma’lum olan hadisatı nazar-ı i’tibara alarak Hind müslümanları tebliğ-i resmiyi devletlerin Türkiye’ye karşı besledikleri hüsn-i niyyet hakkında izhar edilen şübheleri izale etmek Mister Montaque’nün Hind müslümanlarının metalibini neşr etmesinden dolayı vazifeden el çektirilmesi İngiliz umur-ı ibadda velayet-i amme hakkı kendisine tefviz olunan halife çobandır ve sürüsünden yani umum ra’iyyetinden mes’uldür. Bütün teba’asından onların hakkını müdafaa ve muhafaza edememekten onların ziyaından da mes’uldür. Erkek ehl ü ıyali üzerine çobandır ve onların hukukundan dolayı mes’uldür. Kadın zevcinin hanesinin çobanıdır ve ahval-i beytiyyesinden mes’uldür. Hizmetçi efendisinin malı üzerine çobandır ve ondan mes’uldür. El-hasıl iyi biliniz ve uyanık bulununuz ki hepiniz ra’i ve hepiniz taht-ı idarenizde bulunan ra’iyyenizden mes’ulsünüz. Efendiler mes’uliyet esasını padişahlar ve hatta peygamberler de dahil olduğu halde bütün ferdlere kadar teşmil eden desatir-i İslamiyye bütün sarahatiyle ortada durur iken bunun için başka esaslar vaz’ına hacet kalır mı? Asla! Lehü’l-hamd elimizde ahlakın esası olan mes’uliyet-i şahsiyyeyi en ince noktasına kadar ta’yin eden bir din vardır. O bizim ihtiyacımızı te’mine kafidir. Efendiler Müslümanlık’tama’siyet-i asliyyenazariyesinin merdud olduğunu ve hiçbir kimse diğerinin lemiştim. İhtimal ki bu noktaya şimdi söyleyeceğim ayet ve hadislerle itiraz etmek isteyenler bulunur. Bu ayet ve hadisleri sened ittihaz ederek İslam’daki mes’uliyetin de mes’uliyet-i şahsiyye olmadığı ileri sürülmeye kalkabilir. Binaenaleyh bunları da izah edeyim. Ayet şudur: Kıyamet gününde kendi günahlarını kamilen yüklendikten ma’ada bir de anlamadan dinlemeden rin günahı ne fena ne ağırdır! Hadisler de şunlardır: Her kim iyi bir adet ihdas ederse hem bunun ecrine hem de ümmet onunla amil oldukça onların ecri mikdarı bir ecre nail olur. Her kim de fena bir adet ihdas ederse kıyamet gününe kadar hem kendi amelinin günahına hem de onunla amil olanların günahına giriftar olur. Ademoğlu öldüğü v kitte ameli münkatı’ olur. Yalnız üç şeyden münkatı’ olmaz: Biri dünyada iken işlediği sadaka-i cariyye mescid hastahane mektep medrese çeşme ve emsali hayrat diğeri kendisinden intifa’ olunan bir ilim üçüncüsü de arkasından kendisi için hayr-du’a eden bir veled-i salih. miyor. Alem-i İslam bundan az bir şey kabul edemez. Şark-ı Karib Konferansı mukarreratı Halife’ye Arazi-i Mukaddese üzerinde böyle bir salahiyeti bahş etmiyor. Arazi-i Mukaddese’nin ve dinin yegane muhafızı Halife’dir. Filistin’de büyük İslam ekseriyetlerinin Musevi ve Gelibolu’da Yunan idaresine sokulması müttefiklerin Tebliğde müttefiklerin Harb-i Umumi’de büyük fedakarlıkları yor. Hind müslümanları Yunanlıların Harb-i Umumi’de Hindlilerden fazla fedakarlıkta bulunduklarını kabul edemezler. Fedakarlıklarından dolayı Yunanlılara tazminat i’tası zararlarına olarak i’ta etsinler. Hindistan taltife Yunanlılardan daha ziyade layıktır. Bundan ma’ada Hindlilere bu cihetin nazar-ı i’tibara alınacağı İngiltere başvekili tarafından va’d edilmiş idi. Hindistan alem-i İslam’ın tamamiyetini kendi da’vası olarak kabul etmiştir. Hindistan Türk ekseriyetini haiz olan yerleri ve türbeleri iki def’a İslamları imha eden bir milletin idaresine verilmemesini taleb ediyor. Eğer müttefikler Hind menafiini Yunan menafiine feda etmek istiyorlarsa bunu açıktan açığa söylesinler. Fakat Hind müslümanlarının şübhelerini da’vet etmemek için mübhem tebliğler neşriyle muharebelerde acaba kaç Yunanlı ve kaç Hindli öldü? Müttefikler evvela bu suale cevab versinler ve sonra Hindlilerin zararına olmak üzere Yunanlılara tazminatı ge Avam Kamarası’nda Türkiye’yi mağlub eden Hindli kıta’at olduğunu söyledi. Böyle olmakla beraber Yunanistan Tebliğde müttefiklerin mücavir sahalarda veyahud beraber yaşadıkları mahallerde her iki milleti de yekdiğerine hürmet ederek yaşamalarını te’min etmeyi arzu ettiğini söylüyor. Hind müslümanları bu arzunun ancak Türk ekseriyetini Türk idaresinde bırakmakla kabil olabileceği sokulmakla Hindistan te’min edilemez. Müttefikler adilane hareket edeceklerine dair delail ibraz etmedikçe tebliğlerde neşr edilen ifadat bi-hudedir. Tebliğ’de deniliyor ki:Müttefikler gerek hıristayan ve gerekse müslüman ekalliyetlerin himayesini te’min etmeyi arzu ederlerİşte bunun için Trakya ve Gelibolu’da müttefikler büyük İslam ekseriyetini Yunan riyakarane olduğunu isbat için fazla bir şey söylemeye lüzum yoktur. Bu hususta pek çok şeyler söylenebilir. Hind müslümanları bu cihet hakkında fikirlerini mükerreren beyan etmişlerdir. hükumetinin ba’zı mehafilde Yunan tarafdarı siyasetlerine müdahale edileceğinden endişe edildiğini gösterir. Şark-ı Karib Konferansı’nda teklif edilen şerait hiçbir suretle Hind hükumetinin metalibini is’af etmez. Hükumet-i mezkure metalib-i mezkurenin İslam efkar-ı umumiyyesini memnun edebilecek asgari metalib olduğunu ihtar etmişti. Hind hükumetinin İngiliz hükumetine çektiği telgrafta Müslüman türbeleri Müslüman mukaddesatı ile dolu olan Edirne şehrinden ehemmiyetle bahsedilmiş idi. Hind hükumeti kezalik İzmir’in bila-kayd u şart Türklere iadesi ve Arazi-i Mukaddese’de Halife’nin nüfuzunun iadeten te’sisi lüzumundan da bahs ediyor idi. Müttefiklerin teklifi bu mu’tedil metalibi bile nazar-ı i’tibara almıyor. Tebliğ-i resmide zikr edilen şeraitten atide kısaca bahs edilecektir. Müttefiklerin Türkiye ile Yunanistan arasında adilane bir sulhün te’sisini arzu ettikleri söyleniyor. Bu harbde Yunanlılar mütecaviz mevkiindedirler. Yunanlılar Anadolu’daki hıristiyanların tehlikede bulunduklarını Meclis-i Ali’ye bildirdikten sonra müttefikler tarafından bu yerleri edilen bu sebebin kat’iyyen doğru olmadığı beyne’l-milel komisyonun verdiği rapordan anlaşılıyor. Bundan ma’ada Yunanlılar Meclis-i Ali tarafından tahdid edilen rafından İslamlara karşı ika’-ı mezalim etmekle itham edildiler. Vatanlarını müdafaa eden Türkler Yunanlıları mağlub etti. Paris Konferansı şeraiti Yunanlıları mağlub ve münhezimlere mahsus şeraitten koruyor. Müslümanlar böyle bir sulhün adilane olduğunu kabul edemezler. Mağlub düşmanı hezimetten kurtaran bir sulh Türkler Tebliğ-i resmide deniliyor ki:Müttefikler örfen ve tarihen Türklere aid olan yerlerde İstanbul payitaht olmak üzere müstakil mevcudiyet-i milliyyelerini yeniden ler.’de başvekilin ma’hud va’dlerini Hindliler henüz unutmadılar. Bu va’dlerdemüttefiklerin Türkiye’yi yerlerinden mahrum etmek için harb etmediklerite’min ediliyor idi. Bu sözleri tebliğ-i resmi ile mukayese ederek müttefiklerin Türkiye’ye karşı perverde ettikleri hüsn-i niyyetin zail olduğunu görüyoruz. Muzafferiyetten sonra müttefikler Türkiye’yi Trakya’dan ve ekseriyeti Türk olan yerlerden mahrum etmeyeceklerini i’lan ettiler. Şimdi mıyla Türkler ile meskun Gelibolu ve Trakya’nın büyük bir kısmını Türkiye’den ayırıyorlar. Tebliğin ikinci maddesi Hind müslümanları tarafından kabul edilemez. Hind müslümanları Halife’nin hami-i din olabilecek bir mevkide bulundurulmasından başka bir şey iste Eski edebiyat-ı mensuremiz nesirsiz ve edebiyat-ı manzumemiz –nazımsız değil– fakat manzumesizdir. Nesr-i edebimizi teşkile medar olabileceği iddia edilen tarih kitaplarımız ki nihayet meselaAleksandra Dumanın masalları derecesinde tarihtir. Bir milletin ne derece edebiyat-ı mensuresi sayılabilir? Bu bir mes’eledir. Edebiyat-ı manzumemiz manzumesizdirdedim. Bunu siz de tecrübe edebilir ve binaenaleyh teslim edersiniz: Divanları sıkın yumruğunuzdan yalnız beyit ve kıt’a damlayacaktır. Ayn-ı kudret-i san’atla başlamış ve bitmiş ve mevzu’una baştan nihayete kadar merbut ve sadık kalmış manzumelerimiz çok az. ve manzumesi ki bunlar da birkaç sahife yazıdan ibarettir. Bir tarafa koyunuz. Bu ince yaprakların karşısında kütübhane dolusu manzum kitaplardan müteşekkil bir ehram bir yığın vardır ki hemen hepsi saded unutularak ve mevzu’dan firar edilerek yazılmış cedvelini kırarak gelişigüzel akmış ve sema kadar berrak olması icab ederken yer yer bataklığa inkılab etmiş birer sudur. Bu pejmürde cereyanlı edebiyatımızın bir tarafında da –fazla olarak– geniş bir boşluk var. Din şiirlerinin yokluğundan mütevellid bir boşluk! Halbuki biz altı asırdan beri hemen daima muharebe ve ibadet ettik. Buna rağmen edebiyatımızda ne hamaset var ne din! Ma’-bedin teşkilat-ı resmiyyeden olduğu zamanlarda bile nasıl olmuş da minaresiz minbersiz Kur’an’sız bir edebiyat devam edip durmuş şayan-ı hayrettir. Divanlarımızda şunun bunun atını ahırını evini ve bahçesini tasvir eden sahifeler mebzul iken mesela Süleymaniye Camii’ni o azametiyle göz önüne getirecek bir manzume görmedim. Ayet ve hadis telmihatını mest ve vecd edecek dini şiirler olmaktan ziyade hakimane birtakım yazılardır. Vakı’a her şair divanının başına bir tevhid ve na’at yazmış ve adeta denilebilir ki bu manzumeler divanların kabı derecesinde ecza-yı asliyesindendir. Fakat bütün bu manzumelerin sine-i elfazına kulağınızı yapıştırın göreceksiniz ki altında ne bir kalb çarpıyor ne de bir eser-i teneffüs var. Çünkü bu na’atlerle tevhidlerin pek çoğu sun’i pek çoğu eser-i arzusunun bir eser-i i’tiyadıdır. O derece ki na’atsiz ve tevhidsiz olan nın başındaki kısacıkbesmele bütün o na’atlerden ve tevhidlerden daha zarif ve samimidir diyeceğim. O na’atler o tevhidler ki hepsi yazıdır kağıddır mürekkebdir lügattir ve hiçbiri ne bir Tebliğde deniliyor kiMüttefikler Türk kuvvetleri ile Avrupa devletleri arasında müsellah ihtilafı men’ etmeyi arzu ediyorlarBu beyanatı Hind müslümanları müttefiklerin teklif edilen şeraiti haklı göstermek ve Türkiye’nin mali ve askeri istiklaline mani’ olmak üzere bir bahane olarak telakki ederler. Bu Boğazlar mıntıkasının askerden tecridi uhud-ı atikanın vaz’ı ve Türk arazisinin Yunanistan’a ilhakı için bir bahanedir. Hulasaten bu Türkiye’yi Avrupa’daki düşmanlarının kahbece tecavüzlerine karşı müdafaa-i nefs edemeyecek derecede daima za’if bulundurmak için bahanedir. Tebliğde deniliyor kiMüttefikler her şeyden ziyade tarafgir olmaktan ictinab ve her iki tarafa adilane davranmayı arzu eder.Bu Hindistan müslümanlarının safderun olduklarını zannetmektir. İngiliz temerküz kabinesinin kendisine karşı Mister Monteque’nün tevcih ettiği ve müttefiklerin teklifatının isbat ettiği bu bariz tarafdarlığını red etmedikçe biz Hindliler müttefiklerden birisinin tarafgir olmasından daima şübhe etmeliyiz. Teklifat-ı mezkure Yunan lehindedir. Temerküz hükumeti ricali Zaharef’in kabine üzerinde nasıl icra-yı nüfuz ettiğini müsaid cidden ve bi-tarafane teklifatta bulunsunlar. Sonra Hindlilerin bi-taraflıklarından şübhe etmemelerini taleb etsinler. Tebliğde neşr edilen sebebler ve bahaneler cidden pek gülünç ve yalandır. Boğazlar mes’elesinde komisyonun bir Türk riyaseti altında bulunması Gelibolu ecnebi bir kuvvetin işgalinde bulundukça İstanbul’un himayesini te’min edemez. Bu husustaki teklifat İstanbul’un emniyet ve selametini tehdid eder. Müttefikler Türkiye’de yaşayan teba’a-i ecnebiyye üzerinde Türk mali ve adli salahiyeti haricin müdahalesinden masun olduğunu iddia ediyorlar. Bu gibi müdahaleye nihayet Mısır’ın inkıyad ettiğini ve Türkiye tarafından ecanibe bahş edilen imtiyazatın Türkiye’ye karşı isti’mal edildiğini gördük. Müttefiklerin bu husustaki teklifatı alem-i İslam’da derin bir adem-i i’timad hissi tevlid etmiştir. bunun bulunmaması iktiza eder. Tebliğ Şarki Trakya mes’elesini müşkil ve endişenak olarak tasvir ediyor. Bizim görebildiğimiz hakiki müşkilat şudur ki İngiltere’nin büyük Türk ekseriyetinin gaddar Yunan idaresine sokulmasını istemesinde milyondan fazla İngiliz teba’asına karşı sözünü tutmayarak ’ncü dereceden aşağı ve hıristiyan olmaktan başka bir meziyeti olmayan bir devlet ile gizli bir i’tilaf yapmasındadır. Hind müslümanları ve vatandaşları İngiltere’nin namus ve haysiyetini gözeterek vermiş olduğu va’dleri harfiyyen ifa etmesini İngiliz hükumetinden taleb eder. nidadır ne bir feryad ve sayha!... Mesela mütekaddiminden Aşık Paşa’nın sini açın birçok beyitler arasında: beytinin üzerinde belki biraz duracak ve kıdem-i ilahiyi haber veren ve ilm-i kelama aid bir cümle olan bu manzum lakırdı içinEh fena değil!deyip geçeceksiniz. Mesela müteahhirinden Kazım Paşa’yı açın göreceksiniz ki Peygamberimiz gibi birna-mütenahiiçin onun bulduğu en yüksek lakırdıpadişah idi!den ibaret kalıyor: Ve mesela Sabit’in meşhur na’atini okuyun o manzumede bulacağınız şey biraz aruz ve biraz kamusdur: Bütün bu velvelenin hulasası:Peygamberimiz hükümdar dünya onun için yaratıldı kendisine arzuhal etten ibarettir. Ah... Hayır Fahr-i Kainat böyle yazılmaz. Nedim Ali Paşa’yı ve Baki Sultan Süleyman’ın cenazesini daha huruş ile medh ediyor. Hulasa Fehim-i Kadim’in: beyti gibi gözlerimizi kamaştıran fakat hiçbir zaman bizi Leyla’sı için çıldıran bir Mecnun’a kalb etmeyen beytinden tutunuz da Namık Kemal’in: kıt’a-i na’tiyyesiyle en kıymetli şairimiz Muallim Cudi’nin: rüba’isine kadar bütün dini manzumelerimizi tedkik edin güzelliklerinin bütün esrarı bir saniyelik muhakeme cek ayaklarımızı topraktan yükseltecek din şairlerimiz maa’t-teessüf yoktur. Bu hazin hakikatin iki mes’ud şazı vardır ki Ziya Paşa ile İslam’ın şair-i a’zamı Mehmed Akif’tir. Ziya Paşa’nın indeki şu beyitleri o müdhiş manzumesinden ma’ada eslafın bir eserinde bulamayız: Mehmed Akif’e gelince: İşte bir şair kibülbülden Hazret-i Muhammede kadar en küçük ve en büyük mevcudat önünde bile yalnız dininin vatanının aşkını hatırlıyor. Merkad-ı Nebevi’nin Kubbe-i Hadra’sı karşısında Babü’s-Selam’ın muvacehesinde Ravza-i Peygamber’in demir kuşaklarına sarıldığı zaman bile şahsına aid hiçbir duası ve arzusu yoktur. Şu yolda feryad eder: Asya’nın bir ağacında bir bülbül görse altı yüz senelik şark şairlerinden hiçbiri gibi gülü hatırlamıyor ve yor: medik ırz kıyılmadık can bırakmamışlardır. Bu na-merd ve mel’un hücumlardan canını kurtarmaya muvaffak olan müslümanlardan bir kısmı İran’a bir kısmı da toprağımıza sığınmışlardır. Boşalan bu Müslüman köylerine na bir sed çekmektedir. Bize haber verildiğine göre bu caniyane hareketleri bu İslam düşmanlıkları Musul’daki Artık İslam kanına girmemesi lüzumu İngiliz kumandanına larında ateş ve kan saçmaktan zevk alan ve İslamları her yerde köle gibi kullanmaya ve İslam kanı emmeye alışan riz. Fakat İslam’daki sabır ve tevekkülün de bir hududu vardır. Bu hareketlerin cezasız kalmayacağına eminiz. Bugün id-i sa’id-i fıtr münasebetiyle Afganistan İran sefirleri hazeratı ve me’murları Hind Suriye Mısırlı ve sair bi’l-cümle kardeşlerimiz ile birlikte Türk muhibbi birçok İtalyan mu’teberanı da hazır olduğu halde vakt-i zuhrda merasim-i mahsusa ile mukaddes sancağımız evvelen acizleri ba’dehu Afgan İran sefirleri hazeratı ve diğer zevat tarafından bi’t-telsim Afgan sefiri hazretleri yediyle ve tekbirlerle ilk def’a olmak üzere sancak direğine çekilmiş ve sonra hazirunun Büyük Millet Meclisi namına vuku’ bulan tebrikatı taraf-ı aciziden kabul edilerek Afgan sefiri hazretlerinin İslam’ın ve Büyük Millet Meclisi’nin muvaffakiyeti ve liva-yı İslam’ın daima zafer-yab olması hakkında irad eylediği bir dua-yı beliğe amin denilerek misafirlere şekerleme ve şerbetler ikram edilmiş olduğu ve mümessillik hey’etiyle birlikte Meclis-i Celile’ye arz-ı tebrikat eylediğimiz ma’ruzdur. Leyla’da bile İslam’ı Mecnun’da bile müslümanları gören ve eğer her ikisi de yeis ve fütur içinde ise vatanı güneşin doğduğu yerlerde olmasına rağmen: diye kendisine hitab ve levm eden bu İslam şairi. Fi’lhakikat üç yüz elli milyon İslam ile beraber ya şaddır yahud mahzun! Onun başına ve kendi kendine sevinmek gibi hele bir şair için gayr-ı mümkün olan bir hadiseden haberdar değildir. Buhara’da bir müslümanın bacağını bir Avrupalı ısırsa onun Ankara’da pantolunundan kan boşanır. Çin Surları’nın dibinde bir müslümanın gözleri dolsa onun Taceddin Dergahı’nda ateşin gözlerinden çenesine doğru nurani iki çizgi uzanır. İşte altı asırdan beri ilk def’a bizim dini bir heyecan ve vecd milyon kardeşin hesabına çarpan böyle büyük bir kalb-i mü’mindir. turileri İngiliz silah ve mühimmatıyla silahlandırarak ve Erbil fırınlarında hazırlandırdıkları peksimetleri dağıtarak harekata geçirmişler ve ilk iş olmak üzere Zaho Kürdlerine hücum ettirerek bu mıntakadaki bütün İslam köylerini öldürmüşler mallarını yağma etmişlerdir. Tecavüz edil­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Müslümanların Kitabullah’a arka çevirerek ebatile kapılması – Felaketin önüne geçebilecek rical-i din – ölülerden imdad beklemeleri – Diyanet-i sahihaya da’vet edenlere karşı müslümanların aldıkları tavr-ı garib – Müslümanların Kur’an’a karşı cehaletleri Kitabullah’ı atıl ve metruk bırakmaları – Cahil ulema yüzünden dalalete düşen gençler – İslam’ın kendi diyarı içinde garib kalması. Akliyyunun ahlakıvazifemebde’i üzerine istinad ettirmeleri – İslam’da vazifenin menşe’i de din olması – Mebna-yı ahlak hususunda felasifenin ortaya koydukları esasları Müslümanlığın daha mükemmel bir surette vaz’ ve takrir etmiş olduğu – Akliyyunun vazife içinifa-yı vazifekaidesi – Bu hususta İslam’ın vaz’ ettiği esas-ı ali–İslam’da saik-i vazifenin iki dereceli olması – Mağlubiyetimiz hasebiyle Avrupalıların bize isnad ettikleri iftiralar – İngiltere’nin Filistin’deki siyasetinden bütün halkın adem-i memnuniyyeti – Siyonizm’in tarihçesi – – Yahudi hükumetinin teşkilindeki avamil-i siyasiyye – İngilizlerin çevirdikleri dolaplar – – Siyonistlerin ve müslümanların müdde’ayatı – Filistin’de devam eden anarşi – – Amerika’nın Siyonistlere müzahereti – Filistin müslümanları için melhuz tehlike. Şerif Hüseyin’in İngiltere’ye müracaatı – İbnü’s-Suud’un Irak’taki harekatı – Irak’ın seferberliği – Ceziretü’l-Arab’da İngilizlerin akıttığı İslam kanları. - tilavetiyle havada uçulabileceğine kani’ oluyorlar. Bundan daha garibini isterseniz şudur ki: Kitabullah’ı çizilen ve tamamıyla imtisal etmedikleri takdirde kendileri etmeye da’vet olundukları zaman bir bid’at yahud dalal teklifine ma’ruz kalmış gibi davranıyorlar. Her yerde Kur’an-ı Kerim okunuyor acaba dinleyenler içinde bir kişi bulabilir miyiz ki velev bir lahza için o Kitab-ı Mübin’in ma’nasına infaz-ı fikr etsin de eslafımızı saadet-i dareyne kavuşturan desatir-i hidayeti çıkarsın? Bugünkü müslümanlar ayat-ı Kur’aniyyeyi evvela dinler sonra ondan debbür etseler kendilerini her taraftan kuşatmış bulunan şu felaketlerden nasıl kurtulabileceğini öğrenirdi. Sonra müslümanların içinde öyleleri de var ki ayat-ı Kur’aniyye’yi tilavet ediyor lakin ma’nasını te’emmüle yanaşmıyorlar. Maamafih onların bu hareketi ihmal veya betaetlerinden değil ancak bab-ı ictihadın kapandığına ve Kur’an’ı bir müfessirin anladığından başka surette anlamak haram olduğuna dair ulemaya isnad edilen fetvaları işittiklerindendir. Şimdi böylelerinin Kur’an karşısındaki vaz’iyetleri cemadatın vaz’iyetinden başka bir şey midir? Bu sınıfa dahil olan müslümanlar bir yığın masalları hurafeleri bid’atleri iftiraları beyinlerine doldurmuşlar bütün şuun-ı hayatiyyelerinde onlara teba’iyyet ediyorlar. Günün birinde Kitabullah’ı anlamak ahkam ve ta’limat-ı semaviyyesine infaz-ı fikr için çalışmak teklifine ma’ruz kalırlarsa derhal sahib-i teklifi bid’atle yahud küfür ve zındıka ile itham ediyorlar da öteden din-i mübine bu kadar aykırı şeyleri sokan dal ve mudil birtakım eşhasın arkasından gidiyorlar. Müslümanların Kur’an’a karşı cehaletleri ve o Kitab-ı mübini atıl ve metruk bırakmaları bir dereceyeyi bulmuştur ki artık Kitabullah halli ve fehmi muhal olan lügazlar mu’ammalar gibi telakki olunmaya başlamıştır. Artık basiretleri ziya-yı irfan ile açılan gençler de Kitabullah’ı tefsir da’iyesindeki birtakım adamlar tarafından ortaya atılan ve delail-i kat’iyye önünde her zaman yıkılmaya mahkum bulunan birtakım zünun ve evhamı tabiatiyle kabule yanaşmadılar. Bu zavallı gençlerden bazıları sırf zihinlerine hücum eden şükuk ve şübehatı izale maksadıyla ulemadan olmadıkları halde kendilerini öyle tanıttırmış birtakım adamlara müracaat ediyorlarsa da bi’n-netice tekdirden tekfirden tel’inden başka bir şey duymuyorlar! Evet böyle gençlerden ] pek çoklarını gerek Mısır’da gerek diğer diyar-ı İslam’da gözlerimizle gördük ki istifade Bismillahirrahmanirrahim ¥Á ª Y³ ª{² ¹¯—À ¹²Y¦ ¹ª .............. ª £ u Bununla beraber şunu da söylemekliğimiz icab ediyor ki Beni İsrail’in her türlü şirki irtikab etmeleri Kitabullah’ı arkalarına atarak onun yerine sihir gibi kehanet gibi şeylere ve ahkam-ı ilahiyyeyi tahrif ve tebdil i’tiyadında bulunan seleflerinden işittikleri sözlere bağlanmaları nesillerden beridir ki müslümanlarda da zuhura gelmiştir. Bu felaket Beni İsrail’in helakini ve bütün dünyadaki milletlerin kendilerine tahakkümünü ve perişan olarak istiklal ve şevkete ebediyen veda’ etmelerine badi olacaktır. Meğer ki içlerinden birkaç yüz senedir İslam’a sokulan bu yalanları hurafeleri Allah’ın şeriatından Resulü’nün sünnetinden söküp atacak rical-i din zuhur etsin. Şayed Beni İsrail Hazret-i Süleyman’ın o muazzam mülkünü ancak sihir kehanet efsun ve tütsü gibi şeylerle elegeçirdiği zu’munda bulunmasaydılar elbette kendilerine saltanat te’min etmek ve müstakil hükumetler kurmak için vesait-i ma’kule ve tabiiyyeye müracaat ederlerdi. Lakin bu hususta seleflerinden telakki ettikleri hezeyanlara inandılar. Mağrib-i Aksa’da müslümanların bugünkü hali de aynı değil midir? Öyle ya bu zavallılar da memleketlerinde yatan veliler vatanlarını hiç bir ecnebi milletin istila etmesine meydan vermez i’tikadında bulunuyorlardı. Hatta el-Cezire Mu’temeri’ndeki murahhasların arasında nokta-i nazar ihtilafından dolayı zuhura gelen münakaşaları mücadeleleri hep bu velilerin ma’nevi nüfuzlarına ve kulub üzerinde tasarruflarına hamlediyorlardı. Heyhat! Bu mu’temer ma’lum olan şekilde dağıldı. Muhalifler i’tilaf etti. Almanya hükumeti Fransızların o muazzam kıt’aya sahib olmalarını kabul eyledi. Bunun üzerine Fransa Mağrib-i Aksa hükümdarı hain Sultan Abdülhafiz ile uyuşarak oraya icabı kadar asker ve esliha göndermek suretiyle nüfuzunu hakimiyetini iyice yerleştirdi. Va esefa ki bütün bu hadiseye rağmen Mağrib-i Aksa ahalisi yine velilerinin tasarruflarına ne zaman olsa Fransızların istilasını ber-taraf edeceklerine kail bulunuyorlardı! Hala da aynı evliyanın o mübarek topraklarda yerleşmiş olan Fransız ordularını çıkaracağı i’tikadını besliyorlar! Müslümanlara has garabetlerdendir ki her yerde sihirlerle tütsülerle uğraşıyorlar havas okumakla tesbih çekmekle servet kazanılacağına ve istirşad maksadıyla girdikleri ulema meclislerinden pek elim hatıralarla çıkmışlardır. etmişti. Bugün de kendi ehli kendi diyarı içinde garib bir halde bulunuyor! Ahkam-ı celilesinden bir ayet okunsa bir kısım halk şübhe mevkiinde bulunuyor. Bir kısmı düşünmekten korkuyor. Bir kısmının da beyni ebatil ve hurafat ile malamal olduğu için akaid ve ahkam-ı sahihadan bir şey kabul edemeyecek halde bulunuyor. Hele İslam’a sokulan mevzu’at ve müftereyat öyle müdhiş revac bulmuş ki bütün hafızalara mal olmuş her kıt’ada her memlekette her mecliste muttasıl tekrar edilip duruyor! Sonra dinini seven her müslümanı dağdar edecek bir hadise varsa o da İslam’ın nasiye-i pakine bu lekeyi süren alem-i İslam’ı bu felaketlere bu musibetlere sürükleyen yegane amilin tefsir namıyla ortaya çıkarılan asardan bazılarındaki o na-mütenahi İsrailiyat o bir yığın hurafattır. Bu türlü kitablar tefsir namı altında matbu’ ve alem-i İslam’da münteşir oldukça şu zavallı milletin içinde bulunduğu meskenet ve sefaletten silkinerek mecd ü şevketini istirdad etmesine imkan göremiyorum. Madem ki mağlubuz: Aleyhimizdeki her iftira bir hutbe-i hakikat ve her su-i zan bir fasl-ı tarihtir. Madem ki ordumuz dört sene evvel yenildi. Artık insanlarımız müttehem sokaklarımız ve sahillerimiz mücrim binalarımız ve gemilerimiz günahkar darulfünunumuz ümmi ve gabi kahramanlarımız kassab alimlerimiz ve hakimlerimiz mutaassıbdır; minarelerimiz şaha kalkmış bir taassub türbelerimiz pusuya yatmış bir taassubdur. Hulasa dünyada ne cinayet ne türlü rezalet mutasavverse satır satır yazın mağlubiyetimiz her satırın ucunda birilh!....kelimesidir. Biz taassubumuzu istediğimiz kadar Tanzimat-ı Hayriyye fermanıyla ve Kanun-ı Esasi risalesiyle örtelim madem ki mağlubuz; mutaassıbız: mehakimde hıristiyan şahidlerini muvaza’aten dinliyor fakat şehadetleriyle hükm etmiyoruz. Matbaa Avrupa kulübelerindeki mushaflar bile yazmadır veİmadhattıyladır. Madem ki mağlubuz Yunanlı Mülazım Kakaris Anadolu’da muhadderat-ı İslamiyyenin ırzını hetk etmedi. Kadının cild-i üryanında esliha-i memnua aradı!... Madem ki mağlubuz: Mavi gözlü tek bir Türk yoktur. Hepimizin gözleri simsiyahtır. Dalgın baktığı vaki’ değildir. Daima dik dik bakar daima korkunç bir hareketle kımıldar. Hulasa evlerimiz münkiru’l-kıyafe bir çadır beldelerimiz kalabalık bir çöldür ve biz bir taife-i vahşetiz ki gözümüzün karasında kızıl müsellesler dudağımızın kırmızı çizgisinde siyah müsellesler titrer. İrtisam eder. De Lajonkiyer’in Fatih’e ve Hammer’in Selim’e isnad ve ilsak ettiği lekeler madem ki mağlubuz o iki padişahın a’za ve cevarihi kadar doğru ve tabiidir. Ma-dem ki mağlubuz: Çiğ çiğ yediğimiz Ermenilerin aded-i sahihini Rum tercümanlarının lisan-ı sadıkı bilir. Bayezid Kulesi’ndeki iki yangın sepeti madem ki mağlubuz asdığımız İsevilerin na’şıdır ve yangın topu Muhammedilerin şenliğidir! Bogos Nubar Paşa’nın sırtını göğsünü Emir-i Mekke’nin vezaret cübbesi gibi sırmaya nişana gark ettikse madem ki mağlubuz Ermeni Patrikhanesi kavasının pala bıyığından korktuğumuz bir ferman-ı müzehhebe sardığı ve Avrupa’ya uzattığı köhne bir yalandır. Madem ki mağlubuz ekalliyetlerin Samatya’da Yenikapı’daki evleri bodrumlarından tavan aralarına kadar Martin fişenkleriyle ve bombalarla lebaleb bir halde kurun-ı vüsta kalelerine benzerken bir Ermeni’yi Hariciye Nezareti’ne ta’yin ettikse ve bu Ermeni sağ cebinde Hariciye şifresi ve sol cebinde bomba olarak gezerken sükut ettikse madem ki mağlubuz hukuk-ı ekalliyete matlub derecede hürmet etmemiş addolunuruz! Evet madem ki mağlubuz ketm edemeyiz setr ü te’vil edemeyiz ki biz bir nevi’ yamyamız hıristiyan eti yer anasır kanıyla teskin-i hararet ederiz. Evlerimizin her odasında bir duşize-i nasraninin ırzı çırpınır. Cübbemizin eteğinde yatağımızın ucunda çıplak hırıstiyan bakireleri titreşir! Madem ki mağlubuz i’tiraf etmemiz cemaatinden bir ferd ile –siyah bir taassub-i ecdada tevarüs yüzünden- bir paralık alış-veriş etmedik Haçi Polo Hanı Hacı Gaffar Efendi’nin’dir ve Şişman Yanko mağazasını Şeyh Şamil’in torunu tutuyor!... Madem ki mağlubuz Ankara Hariciye Vekaleti ve Bab-ı Ali üdebadandır ve ismindeki eser romandır. Ve mesela Yunan çetelerinin cemaatiyle beraber yaktıkları Afyonkarahisar Camii Küçük Asya’da yoktur vak’a hikayedir!.. Evet madem ki mağlubuz bizim zalim ve kurnaz vergilerimiz vardır. Mutabassır müdebbir ve sinsi cemaat-i rimiz burc u barularımız vardır. Ve bu sayede fetihten beri ekalliyetler tese’ül ediyorlar sadakayla ölümden kurtuluyorlar ianeyle izdivac ediyorlar ve defn olunuyorlar. Hulasa mürüvvet ve merhametle te’min-i maişet te aid deve derisi vesikalar el yazısıyla muharrer şişman kitaplar kabından toz toprak sütunları yükselen kalın dosyalar keşf olunur. Ve hayatımızın sahne-i teşhirinde lu’biyethane i’lanında alimler müverrihlerden mürekkeb feci’ bir ordu ellerinde silah-ı mantık ve bellerinde seyf-i belağatle bir resmi geçid yaparlar. Edvar-ı atika hututunu okuyan paleograflarınız eski mühürlerden anlayan sejillograflarınız saf saf dizilirler hepsi uzun sakallı hepsi ak sakallıdır ve hepsinin gözlükleri vardır –çünkü ulemaiyyundandır!- Bu saçlı sakallı adamlar aşk-ı hakikatle harabelere koşarlar. Kütübhanelere koşarlar. Kimi bir sütuna sarılır ve heceler kimi bir dikili taşın önünde ağzını üç gün üç gece açar kimi mermer bir kitabeye abanır ve mermeri isticvab eder. Kimi derilerin üstündeki işaretleri okur kimi paslı meskukatın resimlerine pertavsızını yaklaştırır uzaklaştırır ve mırıldanarak bakar Nihayet eski bir paranın bir damla küfünde ve bir anda iki hakikat keşf olunmuştur: Türk’ün umman-ı fezayihi ve serab-ı fezaili!... Derd-i hakikatle şakakları ağaran bu adamlar semayı bi-zar eden tiz bir sesle bağırırlar: – Tarihen sabit oldu derler İkinci Mahmud yeniçeri ocağını ilga ettiği zaman bir baş karakullukcu dördüncü zevcesinin koynunda gizlenerek katliamdan sağ kurtulur. yeniçeri zabitinin dört zevcesinden üremiş hafidleridir. Vakı’a bu bir sarih yalandır. Fakat bu yalanın ilimden satvet ve edebiyattan şa’şaa isti’are ederek halkın arasında en ciddi bir hakikat vakarıyla dolaşması için Allah esirgesin Ankara’nın mağlub olması lazımdır. Çünkü aleyhimizdeki en aykırı bühtanı müstehaselerle sütunlarla deve derisinden sahifelerle mezc ediniz sonra bu halitaya ulemanın gözlüklerini pertavsızlarını ak saçlarını ve sakallarını ilave ediniz sonra bu yığının üzerine bir de bir Eskişehir Sakarya mağlubiyetini serpiniz artık o zaman aleyhimizdeki en gülünç bühtan palyaçoya benzeyen en mübtezel iftira en maskara en soytarı yalan başına mahrut-i ziya geçirmiş bir şehriyar-ı afak olur! Ve bu nurun bu şa’şaanın karşısında asırların ve nesillerin gözleri parmakları dudakları müsavi bir vüs’at-i hayretle açılır!... Sizler ey kütübhaneleriniz raflarına dayadığınız merdivenlerden vahşetimiz i’tisafımız hakkında kucak dolusu vesikalarla inen muharrirler müverrihler alimler! İşte size i’tiraf ediyorum: Madem mağlubuz dünkü Har-put katliamı evvelki günkü yirmi milyon Ermeni’nin taktili yarınki elli milyon Rum’un ihrakı hulasa muhayyel ve gayr-ı mümkün bütün cinayetler hepsi doğru hep doğrudur! ediyorlardı ve bugün damlarından mavi paçavralar sarkan o Selimiye Kışlası’nın cebhesinde azametli sefineler bir vilayet merkezimizden daha ziyade refah irad getiren taş mağazalar Mütareke’nin haftasında kuruldu. Yoksa mütarekeden evvel Beyoğlu afakında sarı gözlü yarasalar uçar üstünde sırtlanlar dolaşır çakallar haykırır develer kişner mağazalarında urban rahibler ve savma’sız keşişler asalarını kucaklayıp uyur bir badiye saçar gözleriyle bellerinde at kıllarından kemerler ve zünnarlarla çıplak vücudlarının mevazi-i edebinde ağaç yapraklarıyla uryan-ı sefalet dolaşır dururlardı. Ekalliyetler Mütareke’den sonra giyindiler!... Madem ki mağlubuz Mütareke’ye kadar her me’murumuz birpons pilattı ve her hıristiyan bir Mesih-i mazlumdu ve ekalliyet salib-i vahşetimiz üstünde gergin bir ceseddi elleri ve ayakları bir fecr-i mazlumiyyette gayb olmuş bir cesed! Çünkü madem ki mağlubuz yataklarımızın başucunda bir pala asılıdır ki üstünde hıristiyan çocuklarının kanı kuruyor! Ah mağlub ve dilsiz milletlerin tepesine gökten kılıç kadar keskin ve süngü gibi sivri ve uzun lekeler sarkar. Zavahir-i medeniyyetimiz yalan söylüyor. Madem ki mağlubuz iç yüzümüz bedevidir. Müstefreşelerimizin uzun saçlarını bileklerimize sarar onları firaşımıza sürükleyerek ve cildlerini ipten kırbaçlarla parçalayarak götürürüz. Evlerimizin harem dairelerinde meş’aleler yakarak otururuz kadını dişlerimizle öper tırnaklarımızla okşarız der-ağuşumuzu sillemiz tebşir ve visalimizin hitamını tekmemiz ihbar eder Türk kadını tavanın tahakkümünden hala kurtulmadı ve semanın altına hala kavuşmadı. Kendi aramızda şalvar giyip musahabe eder gece kavukla yatarız! Madem ki mağlubuz alamımıza ağlasak gözümüzden dökülen mayi’ ekalliyetin bi-tab ve solgun kanıdır! Topkapı Sarayı’nın bahçelerinde düdük ve darbuka çalan mehterhane takımı –madem ki mağlubuz- taklid-i tarih değildir hakiki bir yeniçeri bölüğüdür. Bir müfreze ki nısfü’l-leylde Nasara mahallatını dolaşır hangi Hıristiyan evinin siyah camında bir damla aks-i ziya ifşa ederse ki harim-i meskende tasvir-i Meryem’e kandil yakılmıştır evin sakinlerini bu müfreze parçalar ve esrar-engiz surette na-bud eder. Vakı’a dört sene evvelki mağlubiyetimiz bu tefehfüte ? hakikat-i tarihiyyeye tamamen vusul için vesile olamadı. Fakat Allah esirgesin Ankara bir mağlub olsa ey fazıl ve afif Avrupa asar-ı atika ulemanız Atina’da Parteon mabedinin harabelerinde hafriyat icra ederken Samatya’da dün kesilen ve paytahtlarınızın en namuslu ? kütübhanelerinde British Museumlarında Bodliyen d’Oxford’unda bu cinaye memleketleri idiler. Bu hakikati işgalden pek çok seneler sonra oranın yerli sakinleri dahi artık i’tirafa başlamışlardır. Nitekim Şubat tarihli gazetesinde sahibi Lord Northcliff’e Filistin’e geldiği zaman söylenen sözler bunu isbat eder ki ber-vech-i atidir: Baş müfti Ermeni patriği Latin ve Ortodoks patrikleri hahambaşı ve bazı siyonistler Kudüs belediye reisinin iştirak ettiği bir ictima’da Filistin’in eski zamanlara nisbetle refah ve saadetinin daha az olduğunu söylemişlerdir. Bir İngiliz gazetesinin dahi i’tirafa mecbur olduğu hakikatin künhü bu şekilden ne kadar daha bariz ve ne kadar daha mühimdir. Bu cihet İngiltere’nin Filistin Fevkalade Komiseri Mister Samuel’e Şubat tarihinde Filistin ahalisi tarafından verilen muhtıradan daha sarih anlaşılmaktadır. Zira bütün muhtırada Filistin ahalisinin canından ve malından artık emin olamayacak derecede asayişin bozuk olduğu zikr edilmekte ve Nisan ve Teşrinisani tarihlerinde Kudüs’te ve Mart ’de Hayfa’da ve Mayıs’de Yafa’da Musevilerle müslümanlar ve hıristiyanlar arasındaki kanlı vukuattan uzun uzadiye bahsedilmektedir. Ahali aynı zamanda İngiliz siyasetinden ve tan bi’l-istifade beyan etmektedirler. Times sahibi Lord Northcliff’e söylenen sözlerin daha vazıh bir şekli daha geçenlerde Mart evahiriyle Nisan zarfında Filistin’de seyahat eden İngiliz rical-i meşhuresinden Lord Milner’e dahi tekrar edilmiştir. Kudüs’te münteşir es-Sabah gazetesinin Nisan tarihli nüshasında Salt ahalisi ile Lord Milner arasındaki ber-vech-i ati muhavere intişar etmiştir: Lord – Memleketin bu tarz-ı idaresinde memnun musunuz? Ahali – Bütün Arab milleti baştanbaşa İngiltere’nin Filistin’de takib ettiği siyasetten gayr-ı memnundur. Fi’l-hakika bu ufak nümuneler ve misaller dahi irae eder ki bugün Filistin’de İngiliz siyaseti iflas etmiş ve suretle dermiyan ettikten sonra bunun esbabını taharri ve tedkik ile bu cihetleri teşrih etmek faideden hali değildir. Ma’lumdur ki Filistin mıntıkası İslamlar ve hıristiyanlar nazarında ne dereceye kadar mübarek ve mukaddes bir mıntıka ise Museviler dahi burasını kendilerine bir Bugünkü makalemizde yüz binlerce nüfus-ı İslamiyyesi bulunan bir mıntıkanın mukadderatından bahsetmek bir mazisi bir mazi-i muhteşemi ve Kudüs-i Şerif gibi barekesi mevcuddur. Harb-i Umumi’nin sonlarına doğru İngiliz ordusu bu belde-i mübareke ile beraber Filistin ve Şarki Ürdün mıntıkasını işgal ve istila ederken İngilizlerin mutaassıb bazı rical-i siyasiyyesi bi’l-hassa Kudüs’ün İslamlar elinden alınmış olmasından mütevellid heyecan ve memnuniyetlerini ketm ü ihfa edemiyorlar ve bu hadiseyi Salib’in tekrar revnakdar olduğuna bir delil irae ederek dusu İngiltere bu mübarek toprakları çiğnerken onlara yardım etmesinin İslamiyet namına ne demek olduğunu onlar daha o zaman anlamamış bir vaziyette idi ise elbette şimdiye kadar geçen birkaç sene zarfında artık o amel-i feciinin ne olduğunu ve nasıl bir neticeye müncer bulunduğunu anlamıştır zannederiz. Fi’l-hakika Akka kasabasının şimalinde bulunan Akdeniz sahilindeki Zib mevkiinden takriben şarka doğru temdid edilen bir hatt-ı mefruzun cenub cihetlerinde kalan Filistin ve Şarki Ürdün mıntıkası hin-i işgalinden beri doğrudan doğruya İngilizlerin tahakküm-i siyasi ve askerileri altında bulunmaktadır. Bu mıntıkanın şimalinden cenuba doğru hemen hemen ortasından geçerek Hula ve Taberiye göllerini teşkil ettikten sonra Bahr-i Lut’a dökülen Şeria Nehri bu mıntıkayı bellibaşlı hal-i hazırda Filistin mıntıkası ve cihet-i şarkiyyesi ise Mavera-i Şeria veyahud Şeria Nehri’ne İbraniler Yordun Arablar Ürdün dedikleri için Şarkiyyü’l-Ürdün ve Fransızlar tarafından Mavera-i Şeria ma’nasına olmak üzere Transjordani mıntıkası namıyla tevsim edilmektedir. Bunlardan Filistin mıntıkası Kudüs’ten maada Yafa Hayfa gibi Suriye’nin en latif beldelerini ve dahilde en münbit ve en mahsuldar araziyi muhtevi olmak i’tibarıyla en dil-rüba ve zengin menatıktan biri sayılırsa da Şarki Ürdün arazisi merkezi olan Amman da dahil olduğu halde birkaç küçük ve gayr-ı ma’mur kasabalardan ve ısssız beyabanlardan mürekkeb olmak nokta-i nazarından bir Bu mıntıkalar Türkiye idaresinde bulundukları zaman hiç şübhesiz ki dünyanın en mes’ud en sakin ve en canlı bulunması lazım gelen münasebatdan bahis nutuklarını dahi bulunuyordu. Bu kongrede nihayet atideki program kararlaştırılmıştı: Yahudilerden çiftçi müstakil san’at mensubu ve san’atkar muhacirler vasıtasıyla Filistin’in isti’marına devam edilecektir. Dünyanın etraf-ı erbaasına yayılmış olan Yahudiler arasında kavanin-i mahalliyye dairesinde bir vahdet-i milliyye vücuda getirilecektir. Milliyet fikrinin ulviyeti milletdaşlara anlatılacak Yahudiliğin müstehcen ve ma’yub olduğuna zahib olan Museviler irşad edilerek milliyetin bilakis mukaddes ve muhterem bir mebde’ olduğu tavzih edilecektir. Siyonizmin gayesini ve nukat-ı umumiyyesini bütün hükumetlere kabul ettirmek için lazım gelen vesaite müracaat edilecektir. Bundan ma’ada merkezi Viyana’da olmak üzere kişiden mürekkeb bir idare-i daimenin dahi teşkili münasib görülmüş ve bu suretle o tarihten beri kuvvetli bir faaliyet sahasına geçilmiştir. Bu faaliyet neticesi olarak Filistin’de Yahudi kolonileri ve mektepleri te’sis etmiş ve bu mefkureye doğru koşulmaya başlanmıştır. Yahudiler Hertzel’in tavsiyesi mucebince medeniyet-i garbiyye ile meşbu’ terakki ve temeddüne tarafdar bir sosyalist demokrasisi altında yaşamak gayesi etrafında bütün bu teşebbüsata girişiyorlardı ve sakin sakin arazi satın alarak Filistin’de teşkilata devam ederek bu gayeye erişmek esbabına tevessül ediyorlardı. re tarafından işgal edildiği zaman Filistin’de siyasi ve seselerinden başka bir şey mevcud değildir. Bi’t-tabi’ Siyonistlerin Avrupa’da Amerika’da tarafdarları ve bi’l-hassa sermayedarlardan en müdhiş milyonerlerden tere bu Siyonist müessesatından Siyonizm mefkuresinden bi’t-tabi’ derhal istifade yoluna koyuldu. Ve Filistin mıntıkasında İngiltere’nin mandası altında bir hükumet-i Yahudiyye te’sisi fikrine tarafdar oldu. Bu hususta Amerika’nın dahi dahli olduğunu kabul edecek saikler dahi mevcuddur. Bunun üzerine Mister Balfour sene-i Miladisinde Filistin’de Yahudilerin milli bir yurd teşkiline İngiltere’nin yardım edeceği hususunda aleni bir va’adde bulundu. Balfour’un bu va’di bütün Filistin ahalisini esasında sarsmıştı. Bunun üzerine Filistin’de bulunan İslamlar ve vatan-ı asli ve dini telakki etmektedirler. Bundan dolayıdır ki daha tarih-i Miladisinden beri cihanın muhtelif noktalarından ve bi’l-hassa Avrupa’dan ve zulüm ve terk-i dar u diyar ederek dünyanın en sakin ve en zihayat olan bu mıntıkasına hicret etmeye başlamışlardı. muhaceret mes’elesinden bazı açık gözlü Musevi mütefekkirleri yalı Lovantin ve Vaynberg Polonyalı Frayçin Rusyalı Habsmen Haygmen muhaceretin tervici maksadıyla aralarında bir cem’iyet te’sis ettikleri gibi tarihinde Romanya Yahudileri dahi aynı gaye ile bir cem’iyet te’sis etmişler ve işe başlamışlardı. Bi’l-ahare bazı Yahudiler muhacirlerin hal-i mü’elliminden bahsederek Musevi sermayedarlarından para te’minini düşündüler ve tarihinde ismi geçe Vaynberg Yahudi milyonerlerinden Edmond Rothschild’e müracaatla ondan açık bir kredi koparmaya muvaffak oldu. Bu suretle Filistin’de muhtelif mıntıkalara Zamarin’den ve Ruston Luzyon kolonilerinden başlayarak muhtelif Yahudi kolonileri te’essüs etmeye başladı. Romanya hükumetlerinin zulüm ve i’tisafından bi-zar kalarak Filistin’e ve Kudüs’e doğru koşup kurtulmak gayesiyle ve Filistin’de ölebilmek sayesinde daha kolay cennete ve saadete kavuşabilmek i’tikadıyla Yahudiler muhacereti tervic ederlerken bi’l-ahare muhaceret bu dini ve hayati şekilden başka bir hale istihale eyledi ve Kudüs-i Şerif merkez olmak üzere Filistin’de Yahudiler kirleri başgösterdi. İşte bu harekete Kudüs’te bulunan Siyon Dağı’ndan kinaye olmak üzere Siyonizm ve bu fikri kabul edenlere Siyonist denilmeye başlanmıştır. Demek oluyor ki Siyonistler esas i’tibarıyla Siyon Dağı’nın etrafında milli bir yurd te’sisi gayesini takib ediyorlar. Bu hareketin en mühim amili tarihinde Rusya’da vaki’ olan Yahudi katliamından i’tibaren Yahudi mefkuresinde husule gelen intibah ile beraber bi’l-ahare senesinde Macaristan Yahudilerinden meşhur Hertzel tarafından te’lif ve neşr edilen nam eser olmuştur. Fi’l-hakika Siyonizm’e cereyan-ı hazırını vererek bütün Yahudi mefkuresini Filistin’e doğru çevirmeye bu zat ve bu zatın bu eseri bi’n-netice en büyük bir saik olmuştu. tarihinde Basel şehrinde cihanın muhtelif mıntıkalarından gelen iki yüz Yahudi mümessilinden mürekkeb kongrede yine Hertzel Herzlcedlerin memleketiyle şimdiki Musevilerin temayülat-ı ruhiyyeleri arasında hıristiyanlar ittihad ederek bir cem’iyet vücuda getirdiler. Ve Yahudi harekatına karşı durmaya karar verdiler. Asayiş Filistin ve Şarki Ürdün mıntıkalarında pek bozuk bir şekil irae ediyordu. Zira Şeria’da sakin olan ahali hemen kaffeten badiye-nişin urban ve aşairden oldukları tehdid edebilecek bir vaziyette idiler. asayişini te’min mecburiyetinde bulunuyordu. Bunun üzerine Transjordani mıntıkasının idaresini Hüseyin le etti. Emir Abdullah Mavera-i Şeria’da bir hükumet te’sis vemüsteşarlar hey’etinamı altında bir hey’et-i nüzzar vücuda getirerek orada aşair ve urbanı taht-ı da evvelce Şerif Hüseyin’e vaki’ olan ve Arab memleketlerine Şerif Hüseyin’in oğullarını me’mur etmek hususundaki va’dlerinden birini kuvveden fi’ile çıkarmış oluyor; ve fakat asıl gayesi bir müddet için olsun Filisten mukadderatını bir esasa rabt edinceye kadar şark cihetlerinden asayiş ve emniyeti te’min etmiş bulunuyordu. Maamafih Filistin’de İngiliz Fevkalade Komiseri Samuel’in idare-i siyasiyyesi ve Ceneral Stores’in idare-i askeriyyesi altında bulunan Filistin idaresi on kişiden mürekkeb bir meclis tarafından idare edilmekle beraber daima Yahudilere müsaid bir şekilde idare-i umur ediliyor. Dünyanın her tarafından Filistin’e vürud etmeye devam eden Yahudi muhacirleri büyük bir tehalükle Filistin’de kabul ediliyor. Ve aynı zamanda Yahudilere silah kaçakçılığına iğmaz-ı ayn edilerek Yahudiler ayrıca teslih olunuyorlardı. Bu saikler üzerine Yafa’da Hayfa’da Kudüs’te Yahudiler bir taraftan ve İslamlarla hıristiyanlar diğer taraftan olmak üzere pek kanlı müsademeler ve vak’alar cereyan etmiş ve İslam-Yahudi rekabeti Siyonistlere karşı olan adavet-i fevkaladeyi alevlendirmiştir. Her iki tarafın müdde’ayatı ber-vech-i ati hulasa edilebilir: Yahudilerin fikrince: Filistin diyanet-i Museviyyenin beşiğidir. Filistin gibi mukaddes bir yurda gelmek isteyen yahudi muhacirleri serbest girebilmelidirler. Dünyanın her tarafında müteferrik bir halde bulunan Yahudilerin beheme-hal bir ana yurdları te’essüs etmelidir. Bu ana yurd ancak dini bir mahiyeti haiz olan Filistin olmalıdır. Filistin ahalisi ise buna mukabil en esaslı olmak üzere hulasaten atideki mütala’atı dermiyan ediyorlar: hemen hemen Filistin’in bütün mukadderat-ı müstakbelesine bir taraftan kendi istatistikleri mucebince bütün cihan-ı ma’mur üzerindeki on beş milyona karib yahudiyi Siyon Dağı’nın etrafında toplamaya ve bir hükumet-i yahudiyye te’sis etmeye ve bu hususta bütün Avrupa ve Amerika devletlerinden istifade etmeye çalışırken diğer taraftan ekseriyeti İslam olan yedi yüz bin kişilik bir kitle-i halk bu prensiplerin ve mefkurelerin bu gayelerin neticesinde zebun olacak bir vaziyette bulunmaktadır. lalden hoşlanır ve bütün siyaset-i isti’mariyyesini bu müessirler üzerine kurar bir müstemlekeci kurnaz bir devlettir. İngiltere’nin bu gürültüleri idame etmesi esasen menfaati icabındandır. Fakat asıl efkar-ı umumiyye medeniyet ve insaniyet-i mütefekkire şübhesiz Filistin ve Şarki Ürdün’de devam edegelmekte olan bu anarşiden pek müteezzi ve muztaribdir. giltere’ye da’vet etmiştir. Onunla müzakeratta bulunmaktadır. Her ne kadar Samuel’i Lord Milner’in istihlaf edeceği söyleniyorsa da yine bu cihet henüz takarrur etmiş değildir. Ancak son aldığımız ma’lumatatta İngiltere ile Cemahir-i Müttehide arasında Filistin hakkında bir muahedename akd edilmek üzere bulunduğu bildiriliyor. taklid etmeyecekleri ümidiyle hodgam bir kimse tarafından kendi menfaatine olarak tecviz edilen bir mu’amele-i bu alametle bilinirler. Şu halde efendiler ahlakı vazife mebde’ine istinad ettirenlere göre vazifeyi şu yolda ta’rif edeceğiz:Vazife reket etmesidirBu yoldaki şeyler vazife ve binaenaleyh ahlakidir. Ve bunun hilafına olanlar da gayr-ı ahlakidir. Fi’l-hakika efendiler felasife-i meşhureden ve bu mesleğin müessislerinden olan Kant vazifeyi şu suretle ta’rif ediyor:O suretle hareket et ki fi’ilin illet-i mucibesi bir kanun-ı külli suretinde vaz’ ve te’sis edilebilsin. Kaide-i amelin herkes için bir kaide-i umumiyye olsun!Bu telakkiye göre vazife ile kanun-ı ahlaki birleşiyor. Maamafih vazifeyi mütekaddimin şu yolda ta’rif etmişlerdir: Başka birinin bize yapmalarını arzu ettiğimizi biz de onlara yapmak bize yapılmasını istemediğimizi biz de başkasına yapmamak. Efendiler dikkat edilirse bu iki ta’rife göre de vazife Yapmış olduğu fenalığın bir kanun-ı umumi olmasını kimse arzu etmez. Çünkü neticede başkaları tarafından kendisine de yapılacağından korkar. Demek ki vazife ahlak demek oluyor. A’malimizin kıymet-i ahlakiyyesini anlamak içinkaide-i umumiyyeolup olmayacağını tedkik etmek lazım geliyor. Olursa hayır olmazsa şer. İşte ahlakın mebde’i! Bu mesleğe göre vazife akıldan müstenbat olduğu için vazife mebde’ine istinad eden ahlakın esası da akıl olmuş oluyor. Efendiler bize göre vazife dedinevahy-i ilahiye müsteniddir. Vazifenin menşe’i de dindir. Binaenaleyh bu i’tibar ile de vazifeye riayetten ibaret olan kanun-ı ahlakinin menşe’i de din olmuş olur. Bunun içindir ki biz vazifeyi şu yolda ta’rif edebiliriz:Vazife şeriatın ifasını emr eylediği hayırdır. Efendiler hiç şübhe yok ki vazifenin dine müstenid olması sırf akla müstenid olmasından daha sağlam ve daha esaslıdır. Vazifeyi bu yolda ta’rif ettiğimizden dolayı vazife mebde’i mahiyet-i akliyyesinden bir şey gaib etmiş değildir. Çünkü bir müslümana göre zahir halde kendinden haric bir menba’dan sadır olan bu evamir ve nevahiye mütabaat etmek hakikatte yine akla mütabaattır. Çünkü evamirine inkıyad eylediği din ve şeriatın mebnası mebadi-i akliyyedir. Evet efendiler! Bizce vazife ve kanun-ı ahlakinin menşe’i dindir vahiydir. Böyle olmakla beraber bizim tabi’ olduğumuz kanun-ı ahlaki de Kant’ın umumen kabul olunanöyle hareket et ki iradenin tabi’ olduğu Bu muahede mucebince güya Cemahir-i Müttehide Filistin’de Britanya vesayetini tanıyacak ve Büyük Britanya hükumeti Amerikalıların Filistin’deki hukuklarının himayesini te’min edecektir. Diğer taraftan Washington’dan varid olan son haberlere nazaran Amerika a’yanından Luc tarafından Filistin’de Musevi cemaati hakkında vuku’ bulan teklif Hükumet Filistin’de gayr-ı Musevi cemaatlerin hukuk-ı medeniyye ve diniyyeleri ızrar edilmemek ve mebani-i diniyye seyyanen muhafaza edilmek şartıyla Musevi yurdunun te’sisini teshil edecektir… Eğer bu haberler doğru ise şunun ma’nası budur: Yedi yüz bin müslüman müsellah yetmiş bin Yahudinin elinde mahkum bulunacak ve nihayet dünyanın milyonlarca Yahudisi yavaş yavaş Filistin’e getirilerek bu yedi yüz bin müslüman az bir zaman zarfında ortadan kaldırılacaktır. oluyor demektir. Efazıl-ı ulemamızdan Aksekili Ahmed Hamdi Efendi tarafından Darulmuallimin konferans salonunda verilen ve bir kısmı geçen nüshamıza derc edilen dördüncü musahabenin ma-ba’didir: Efendiler ahlakı sırf amelden istinbat etmek isteyenlerin kabul eylediği mebadinin biri de vazife mebde’idir. Zaten ahlakı vazife mebde’i üzerine bina ettikleri içindir ki ihtiyar ve mes’uliyet mebde’ini de kabul ediyorlar. Akıl kanun-ı ahlakiyi haricden değil kendinden bulup keşf eder. Kendisini her türlü harekat ve icraatında onunla mükellef tutacak onunla muvazzaf bilecek kendi kanununu bizzat kendi vaz’ edecek onu haricde değil kendi fıtratında keşf edecek ve ona tamamıyla itaat etmek suretiyle vazifesini hüsn-i ifa etmiş olacaktır. Bu mesleğe göre insan a’malinin kanun-ı ahlakiye muvafık olup olmadığını anlamak için bir çare vardır: Fi’ilen kaffe-i iradat-ı muhtare ve müteakkıle için yani umumi suretinde ikame edilip edilmeyeceğine nazar etmelidir. Eğer edilebilirse muvafıktır edilemezse muvafık değildir. Mesela; sirkat emanete hıyanet iradat-ı müteakkıle ve muhtarenin insanların kaffesi için kanun suretinde vaz’ edilemez. Hiçbir sarik fi’ilinin bir kaide-i umumiyye olmasını arzu etmez. Emanete hıyanet eden de böyle. Binaenaleyh hile ve sirkat kaide olarak vaz’ edilemez. Bu kaideler olsa olsa diğer kimselerin kendisini hükmüne göre bir insan kalbinde besleyip de harice çıkaramadığı muzır ve fasid fikirlerden dolayı kanun-ı ahlakiye mugayir harekette bulunmuş sayılmıyor. Halbuki bizim tabi olduğumuz kanun-ı şer’iye göre biz fi’il sahasına çıkmamış olan niyyatımızdan da mes’ulüz. Nefsinizde olanı izhar da etseniz ifha da etseniz Allahu teala hazretleri sizden hesabını soracaktırmealinde olan ayet-i kerime ileŞübhesiz kulak göz kalb; bunların hepsinden dolayı sual vaki’ olacaktır. Yani insan bütün a’za ve cevarihinin yaptığından mes’uldür.mealinde olan hadis-i şerif vazıh bir surette göstermektedir. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki Müslümanlık’ta insanın kıymet-i ahlakiyyesi a’mal-i zahiresinden ziyade niyetiyledir. Amellerin kadri ancak niyyat iledirAllahu teala sizin suretlerinize amellerinize bakmaz belki kalblerinize niyetlerinize bakarmealinde olan hadis-i şerifler de bu hususta vazıhtır. Efendiler ta’mik-i nazar edilince görülür ki en meşhur olarak kabul edilen Kant’ın kaidesi izah ettiğim kaide-i külliyye-i şer’iyyenin bir fer’inden ibarettir. Yani her neyi ki halk tarafından sana yapıldığını istersen onu yap her neyi ki halk tarafından sana yapıldığını istemezsen onunla halkı iz’ac etmemealinde olan hadis-i şerife nazırdır. Zahiren bu yolda hareket ettikten sonra kalben ne olursa olsun artık onun harekatı kanun-ı ahlakiye mugayir olmuyor. El-hasıl efendiler bizim dine istinad ettirerek vazife hakkında dermiyan etmiş olduğumuz ta’rif sırf akla Binaenaleyh kanun-ı ahlaki ve vazife hakkında en doğru en mükemmel ta’rif bizim dine istinaden yapmış olduğumuz ta’riftir. Çünkü şeriat-i İslamiyye hayrı mehasini amir olduğu gibi ne gibi şeylerin hayır olduğunu da kat’i ve vazıh bir surette beyan ve muhakememize vaz’ etmiştir. Efendiler burada bir noktaya daha temas etmek istiyorum. Mebadi-i ahlakiyyeyi akla ibtina ettirenlervazife Yani demek istiyorlar kivazife vazife olduğu için ifa edilir vazifeden maksad ve gaye yine vazifedir. Ta’bir-i diğerle kanuna hürmet ve itaattir vazifede bir menfaat aranılmamalıdır.Haber verelim ki mebadi-i ahlakiyyeyi dinden iktibas eden Müslümanlık dabir vacibi bir vazifeyi Allah’ın emri olduğu için icra etmekesasını takibeder. Şu halde ameli esas ittihaz edenlercevazife için dabir vacibi Allah’ın emri olduğu için icra etmekdeki ma’na da meal i’tibarıyla odur. Hatta ondan çok daha yüksektir. Müslümanlık’ta en büyük makam makam-ı takvadır. Yani amel ve ibadet her yaptığını kaide-i külliyye yani itaat ettiğin kanun bir kanun-ı külli mebde’i suretinde olsunkaide-i meşhuresinden başka bir şey değildir. Daha doğrusu aklı esas ittihaz eden bu felasife vazife ve kanun-ı ahlaki hususunda esasen bizim dinimizin ortaya koyduğu kaideden başka bir şey bulamamışlardır. Çünkü vezaif-i ahlakiyyemizin ta’rifat ve tasnifatına dair dinimizde mevcud evamir ve nevahinin cüz’iyyatını bir tarafa bırakarak nusus-ı şer’iyyeden asıl kanun-ı küllitaharri etmek istersek görürüz ki aklı esas ittihaz edenlerin istinad ettikleri bu kanun taraf-ı şari’den ukul-i nasa daha kolay nüfuz edebilecek bir tarz-i ekmelde ifade edilmiş kanun-ı külli ve mutlak olan hayrın ne olduğu daha vazıh bir surette bildirilmiştir. Hazret-i Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde hayır ile şerri şu yolda ta’rif buyurmuşlardır:Birr yani hayır ve iyilik kalbin mutmain olduğu şeydir. Sana hilafına fetva verseler de aldırma.Diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:Birr u hayır hüsn-i ahlaktır. Günah da kalbinde yerleşip de nasın ona muttali’ olduğunu Efendiler şimdi şu hadis-i şerifler üzerinde biraz tevakkuf edelim. Birinci hadis-i şerifte kalbe itmi’nan veren şeylerin hayır olup bunun aksine olanların da şer olduğu zikr ediliyor değil mi? Şübhe yok ki varidat-ı kalbiyyemizin hepsi hayır ve hak olamaz. Binaenaleyh bunların hayır veya şer hak veya batıl olduklarını anlayabilmek muhtacız. Ona müracaat edeceğiz. İkinci hadis-i şerifte maktan men’ olunuyoruz. Bunların şer oldukları bildiriliyor. Bir kere düşünelim nasın muttali’ olduğunu bunlar aklın bir kaide-i külliyye olarak tanımadığı herkes tarafından bir kaide-i külliyye olarak kabul olunmayan şeylerdir. Şu halde hadis-i şeriften vazıhan anlarız ki sirkat haramdır hile haramdır zina haramdır emanete hıyanet haramdır. Çünkü bunları işleyen insan bu fiiline nasın muttali’ olduğunu arzu etmez. Hadis-i şerif mucebince bunları kimsenin görmediği bir yerde dahi olsa yine yapmamak lazımdır. Hilafına hareket vazife ve kanun-ı ahlakiye mugayirdir. Efendiler tekrar ediyoruz ki hayır ve şerrin fazilet ve reziletin vazifenin mahiyetlerini ta’yin eden bu İslami kaideler bu hadis-i şerifler Kant’ın kanun-ı ahlakisine de racihdir. Çünkü Kant’ın kanun-ı ahlakisi yalnız ef’alimize a’mal ve cevarihimize şamildir. Niyyat ve makasıdımızı yani kalbi olan a’malimizi bu kanun ihmal ediyor. Kuvveden fi’ile çıkamamış a’male mes’uliyet terettüb edeceğini o kadar açık göstermiyor. Bu kanunun bunun içindir ki şeriat-i İslamiyyenin nası tarik-i hayr ü salaha sevk için ettiği hitabların mevzu’u iki derecelidir: Sa’adet-i mahza ve rıza-yı ilahi Sevab ve ikab-ı uhrevi Birinci dereceye yükselememiş olan ekseriyetin fi’iliyat sahasındaki saikı ne kadar olsa yevm-i cezadaki yevm-i ahiretteki sevab ve ikab tasavvurudur. Ta’bir-i diğerle fikr-i menfaattir denilebilir. Maamafih bidayeten bu saikle hareket eden avam tabakası da a’malde tedir ve cümlesinde ihlasa doğru bir temayül vardır. Efendiler fi’l-hakika İslamiyet’te derecedeki saik vazife yani sevab ve ikab-ı uhrevi tasavvurunda da fikr-i menfaat görülüyor. Fakat şayan-ı dikkattir ki İslamiyet’te fikr-i menfaat öyle ba’zı mezahib-i felasifenin telkin eylediği menfaat mebde’i değildir ondan çok daha yüksek ve hatta onlarla hiçbir alakası yoktur. İslamiyet’teki menfaat menfaat-i muaccele değil menfaat-i müecceledir. Na-mütenahi bir istikbalde tasavvur olunan bir menfaattir. Binaenaleyh böyle bir menfaati daima derpiş ederek ona tevfik-i hareket etmek onun uğrunda menafi-i muaccelesini feda eylemek huzuzat-ı nefsaniyyesine sed çekmek her halde menfaat-i maddiyye için işi yapmak demek değildir. Bu da hemen hemen bi’t-neticevazife vazife olan bu menfaat-i müeccele dünyada iken beşerin terbiye-i fikriyye ve ruhiyyesini teshil edeceği cihetle sine de yardım ediyor. Bu nokta-i nazardan vazifesini menfaat-i uhreviyye sevdasıyla ifa edenler bile bu menfaati mülahaza ile beraber Cenab-ı Hakk’ın emrine rinin muktezası bir hayr-ı mahz olmuş olur. Şu halde efendiler müslümanlarcasaik-i vazifeiki dereceli olmakla beraber akliyyunun insanları mükellef tutmak istedikleri meşhur kaide-i külliyyeye tamamıyla muvafık bir tarzda hareket edilmiş oluyor. Zaten evvelce de söyledim ki bidayette bir menfaat olmadıkçamücerred bir gayeye fikr-i beşer yükselemez. Vazife ve ahlak fikri sırf nazari ve mücerred bir mahiyeti haiz olarak kaldıkça kalblerde yer etmez ve ahlakiyyunun gaye-i hayallerini ta’yin eden bir temenni-i sırf mertebesinden öteye geçemez. Binaenaleyh akliyyunun ta’kib eylediğivazife için ifa-yı vazifeesası Müslümanlık’ta daha yüksek ve daha ulvi bir surette takrir edilmiştir. Mebadi-i ahlakiyyeyi dinden iktibas etmemiz bu esasın kuvvetine halel getirmemiştir. Çünkü bizzat din bu esası amir ve müşevviktir. hiçbir menfaat gözetmeyerek sırf rıza-yı Bari için emr-i lin halis mükemmel olması içinli-vechi’llaholması yani başka bir şey düşünmeksizin yalnız rıza-yı Bari için emir olduğu içinyapılmak lazım geleceği birçok ayat-ı kerime ve ehadis-i şerifede beyan buyurulmuştur. Efendiler bu hususu Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin sünen-i fi’iliyyeleriyle birçok sahabe ve e’azım-ı tabiinin akval ve ef’ali de te’yid etmektedir. Sahib-i şeriat Efendimiz herkes uykuya vardıktan sonra ayakları şişinceye kadar namazda dururlardı. Zevcesi bir def’a:Ya Resulallah! Kendini bu kadar niçin yorarsın olmuş olacak günahların mağfur olmamış mıdır?diyor ve cevab olarakAllah’a şükr eden bir kul da mı olmayayımdiyor. Hazret-i Ömer ibadetlerin en büyüğü ve efdali makam-ı a’la-yı uluhiyyetin celadet-i kudretine ihtiramdan neş’et eden ibadet ve taattir diyor. Ashabdan Suhayb-i Rumi hakkında Hazret-i Ömer’in şu ifadesi ne kadar mühimdir. Bakınız ne diyor:Allahu teala hazretleri Suhayb’a rahmet etsin imanı o kadar kavidir ki Allah’dan korkusu olmasa da kendisine azabtan eman nazil olsa da yine ona isyan etmez. Tabiin devrinde yetişen fazılat-ı nisvan-ı İslamiyyeden Rabiatü’l-Adeviyye’ye:Imanının hakikati nedir?diye soruyorlar. Şu yolda cevab veriyor:Allah’ın ne cehenneminden korktuğum ne de cennetini sevdiğim için ibadet etmiş değilim. Yoksa kötü hizmetkardan ne farkım kalır? Ben ona muhabbetimden iştiyakımdan dolayı ibadet ederim.Şu beyitler de Rabiatü’l-Adeviyye’nindir. Y² ¹r ±® u]—À ­¦n“ą ËÀ{j – ¹“oÁž Y³kª¹³À ÆYk³ª ¹yÀ ‘nY³ª Ykª ž ª }ÁªËÁ]~¹\yƒÀ¹‡£\ ËÀu\ ¹~ ›c\ÊY² El-hasıl efendiler akliyyunun ortaya koyduklarıvazife Saik-i menfaatle ifa-yı vazife Müslümanlık’ta o kadar makbul olmadığı gibi ihraz-ı şan u şeref beka-yı niknam etmek gayesi de makbul değildir. Vazife vazife olduğu Fakat efendiler çok ulvi olan bu mertebe-i ahlakiyyeye yükselebilmek kolay bir şey olmadığını teslim etmek de lazımdır. Hiç şübhe yok ki birden bire bu mertebeye çıkılamaz. Buraya çıkabilmek metin bir mücahedeye gayet yüksek bir terbiye-i fikriyye ve ruhiyyeye vabestedir. Birçok kabilinden olduğu cihetle bu uğurda menfaat-i maddiyyesini feda edecek pek çok kimse tasavvur edilemez. Nüfus-ı beşeriyyenin ahlakı olan bu kemalata yükselebilmesi Son vak’alar memiş idi. Zira daha Harb-i Umumi’den çok zaman evvel ve Harb-i Umumi’de dahi her sene seksen bin liradan aşağı olmamak üzere tahsisat verdiği bir Abdülaziz bin es-Suud vardır ki şimdi bunun hizmetinden istifade zamanı hulul etmiş şimdi uzun senelerin fedakarlıkları semeresini iktitaf etmek demi vürud eylemiş idi. Esasen İbnü’s-Suud emre amade idi. Zira Hüseyin bu derece tevessü’ünü hiç hiç çekemiyordu. Ancak ne yapsın ki onlar da kendi veliyyü’n-ni’metinin adamları ket İngiltere’yi darıltacak ve birçok paralardan kendisini mahrum edecekti. Onun için sesini çıkarmıyordu. İngiltere de bi’t-tabi’ bu hakiki vaziyeti takdir ediyordu. karar verir vermez hemen İbnü’s-Suud’u evvelkinden fazla techiz etti silah mühimmat gönderdi noksanlarını Necd emiri İngiltere’nin şimdi gözdesi olan bu koca Necd sultanı derhal birinci makalemizde izah ettiğimiz vechile aralarında tarihi bir adavet bir rekabet bulunan takriben dört beş ay evvel Faysal ed-Derviş’in kumandası altında olarak İbnü’r-Reşid’in merkez-i idaresi olan Hail kasabasına bir kuvvet sevk etti. Hail’den iki saat mesafede kain Hişamiyye nam mahalde İbnü’s-Suud’un kuvvetleri üzerine Hail Emiri İbnü’r-Reşid’in kumandanlarından Muhammed ibnü’t-Tallal yeni bir kuvvet hazırlayarak ve dört top yedi mitralyöz ve kafi derecede silah ile techiz ederek Faysal ed-Derviş’e karşı sevk etti. En-Nabasiye karyesinde vukua geldiği bir muharebede Muhammed et-Tallal çok maktul ve mühimmat terk etmeye mecbur kaldı. İbnü’s-Suud’un kuvvetleri en-Nabasiye’ye girdi. Ve üç yüz kişiyi orada esir etti. Üzerine İbnü’r-Reşid’in merkez-i idaresine hücum ve Hail kasabasını iki ay kadar muhasara ettikten sonra işgale muvaffak oldu ve merkez-i idaresi olan Riyad kasabasına getirdi. devam eden muharebeler ve müsademeler bu suretle erince İbnü’s-Suud’un nüfuzu gereği gibi ziyadeleşmişti. Bu harekat esasen Hüseyin ibn Ali’nin tarafdarı ve müdafi’i olan İbnü’r-Reşid’e karşı olmayıp doğrudan doğruya kendisine aid olduğunu bilen Hüseyin ibn Ali bundan adeta yılmıştı. Halbuki İbnü’s-Suud bununla da iktifa etmedi. Kumandanı Faysal ed-Derviş vasıtasıyla bir taraftan daha şimal mıntıkalara icra-yı nüfuz ederek Vehhabiliği neşr ve ta’mime çalışıyor cizyeyi zekatı topluyor aynı zamanda oralarda bulunan Emir Nuri eş-Şa’lan ile Aneze kabaili reisi İbn Hezel’e kadar nüfuzunu teşmil ediyor ve hatta bu iki kabile reisini birbirleriyle çarpıştırıyordu. Diğer cihetten İbnü’s-Suud doğrudan doğruya Hicaz hükümdarının arazisine taarruz etmesi için bir yandan emir vermekle beraber diğer yandan Hüseyin ile Ali’ye ve emakin-i mukaddeseye karşı husumeti olmadığını rusu İngiltere’den ancak bu derecede bir emir almış olduğu anlaşılıyordu. Hicaz idaresi altında bulunan Huzme ile Tarba kasabaları hatta Taif kasabası dahi bu saha miyanına dahil oluyorken Hicaz’ın vaziyeti büsbütün vehamet kesb etmişti. Hüseyin ibn Ali yeis ve nevmidinin en son merhalelerine düşmüştü. Bunun üzerine Mekke’de münteşir gazetesinin Kanunisani tarihli nüshasında dahi beyan edildiği vechile Hüseyin ibn Ali bu tazyikattan müteessir olarak İngiltere hükumetine isal edilmek üzere gazetesine bir telgrafname keşide etmiş ve bunda İngiltere’nin tuttuğu hatt-ı hareketten şikayet ve leketleri tesellüm etmek üzere İbnü’s-Suud’u doğrudan doğruya me’mur etmesine tavassut olunmasını rica etmiş ve isti’faya hazırlanmış idi. Hüseyin ibn Ali’nin bu müracaatı artık bir nev’ dehalet idi. hemen İbnü’s-Suud’un manivelası çekildi. Ve harekat bir müddet tevakkuf etmiş oldu. Bununla yin ibn Ali’yi büsbütün imha edebilecek bir kuvvette bulunduğunu mütevellid i’tiraflar emiru’l-mü’minin olmadığını mutazammın na dair izahlar hep bu vaziyet-i hakikiyyesinin saiki ile vücud bulmaktadır. Maamafih İngiltere hükumeti İbnü’s-Suud’u Hüseyin fında da onun şımarık oğlu Faysal’ın te’dibine me’mur etmiş olduğunu bu kere varid olan haberlerden anlıyoruz. tu. İngiltere İbnü’s-Suud’u Irak’a taslit etmekle şübhesiz hal-i hazırda ta’kib ettiği gaye Irak’ı İngiltere için tehlikesiz bir harbe sokarak memleketin kuvvetini zir u zeber etmek hırpalamak ve bu suretle istiklal için yükselen boğmaktır. şübhe edecek değiliz. Her halde son ay zarfında İbnü’sSuud’un Müntefik aşairine olan hücumu vaziyeti Irak için büsbütün kötüleştirdi. Şu birkaç gün zarfındaki haberler cebhede Şerif kuvvetlerinin Tarba kasabasını istirdad etmiş olduklarını bildirmektedir. Demek oluyor ki bir taraftan Hicaz diğer taraftan demektir. Halbuki İbnü’s-Suud da gayet kuvvetlidir. Bu hazırlıkların ve bu müsademelerin neticesi her ne olursa olsun hiç şüphesizdir ki bütün bu hareketler İngiltere’nin entrikalar tarihine bir sahife daha ilave etmiş olmaktan ve İngiltere’nin Ceziretü’l-Arab’daki nüfuzunu bir parça daha takviye ederek bu sultancıkların kemiyet ve keyfiyetçe mevkilerini daha ziyade mütezelzil etmiş olmaktan ve nihayet İslam’ı İslam’a kırdırmış olmaktan başka sarih muayyen ve hakiki bir netice vermeyecektir. Fi’l-hakika Faysal kurnazlık ederek bütün Ceziretü’lArab’daki aşair rüesasını toplamak onlarla müzakerede bulunmak onlarla anlaşmak ve bu suretle İngiltere’ye karşı tevcih edilmiş bir Ceziretü’l-Arab aşairi ittifakı vücuda getirmek istemiş idi. Bu ictimaı Kuveyt’te yaptı. Abdülaziz ibnü’s-Suud dahi bulunmuş idi. Fakat Faysal meramına nail olamamış idi. Zira Irak İngiltere Fevkalade Komiseri Sir Percy Cox da Faysal’a refakat etmiş idi. Bu ictima neticesiz kalmış bulunuyordu. tün ma’nasıyla idare etmektedir. Bu ictima’dan mukaddem Hamud es-Suvayt arasında cereyan eden muharebat Hamud’un mağlubiyetiyle neticelenmiş ve bunun üzerine Hamud es-Suvayt Riyad’a gelerek İbnü’s-Suud’a dehalet etmiş idi. Bu vak’a Faysal’ın ictima arzularını takviye etmiş olduğu halde ictimaın bir neticeye iktiran etmemesi ile ği ma’lumata göre Irak kabinesi erkanından beş nazırın geçenlerde isti’fası dahi İbnü’s-Suud’un harekatına karşı artık bir nihayet vermek hususunda Irak müfritlerinin vaki’ olan tazyikatı neticesi olmuştu. Bu i’tibarla Hüseyin ibn Ali için olduğu kadar Irak Meliki Faysal için de İbnü’s-Suud adeta bir afet olmuş­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Makam-ı bülend-i nübüvvete yakışmayacak elfaz isti’malinden nehy-i ilahi – Müslümanların hüsn-i zannına karşı düşmanların su-i niyyetleri hilekarlıkları – Sadr-ı İslam’daki müslümanların Ehl-i Kitab’ın mekr u hud’asından sakınmaları – Sonradan gelen ensal-i İslamiyyenin ayat-ı ilahiyyeyi bir tarafa bırakmaları yüzünden düşmanların tuzaklarına düşmeleri – Gayr-ı müslimlere karşı ihtiyat ve hazer siyaseti – Bu siyasetin hakim olduğu asırlarda Acaba bu kadar felaketler karşısında gafil müslümanlar tarik-i sedadı görebildiler mi? Müslümanlık bütün beşeriyetin dinidir – Müslümanlık bütün kütüb-i mukaddeseyi tasdik ediyor – Müslümanlık mu’amelat-ı dünyeviyyeye müte’allik ahkamı da muhtevidir – Müslümanlık akla pek büyük ve mühim bir mevki vermiştir – Müslümanlık’ta tekfir mes’elesi gayet güçtür – Müslümanlık’ta tahakküm-i dini saltanat-ı ruhaniyyeteokratik yoktur – İslam’da Hilafet’in ma’nası – İslam’da din ile devletin tefrikine imkan yoktur – Buna tarafdar olanların İslamiyet hakkındaki cehilleri – Müslümanlık tekamül-i beşeriyi istihdaf eder – Hürriyet-i şahsiyyeyi tekamül-i ferdi ve ictimaiyi te’min – Müsamaha-i diniyye – Hürriyet-i vicdan.– vücuda getirmek – Bütün erkan-ı İslamiyyenin esası vahdet ve kuvvettir – Vahdet ve şevket nası İslam’a celb eder – Tefrika ve za’af İslam’dan uzaklaştırır – Bütün dünya cem’iyetler cemaatler halinde çalışıyorken neden müslümanların faal bir cem’iyet-i İslamiyyeleri olmasın – İslam’ın en mühim esasatına hücum ediliyorken neden müslümanlar dinlerini müdafaa esbabına tevessül etmiyorlar? amir bulunan Kur’an-ı Hakim’in ahkamı dairesinde mu’amelede bulunmak iştiyakını duyarlar ve kemal-i etmekten hastalarını yoklamaktan asla geri durmazlardı. Va esefa ki sade-dil Müslümanların hasaisinden olan hüsn-i zanda ifrat bu eşirranın beslediği müdhiş niyetlere kurduğu mühlik tuzaklara karşı ihtiyatkar bulunmaktan bi-çareleri men’ ediyordu. Şayed bütün hafayayı meydana çıkaran bütün tasavvurat-ı mel’uneyi vaktinde haber veren vahiy ve sıyanet-i müslümanların nam u nişanı kalmazdı. Kitabullah’ın ayat-ı hakimesini nazar-i im’an ile tedkik edenler intibah ve ibreti mucib o kadar hakaika muttali’ olurlar ki müslümanlar bu hakikatlerin binde birini düstur-ı hareket ittihaz etmiş bulunsalardı böyle her taraftan tufan-ı mesaib içinde mahsur olup kalmazlardı. Ehl-i Kitab’ın Sadr-ı İslam’daki hal ve vaziyeti ile bugün müslümanlara karşı takındıkları tavar arasında zerre kadar fark yoktur aynıdır. Ancak selef-i salih bu babda nazil olan ayat-ı celileyi nazar-ı hareket eder ve Cenab-ı Hak kendilerini bu suretle onların mekrinden hud’asından sıyanet buyururdu. Lakin sonradan gelen ensal-i islamiyye Kitabullah’ın yalnız bir kısmına sarılıp ekseriyet-i mütebakiyyesine karşı hiçbir alaka göstermez oldu. Mesela din-i İslam’ın müste’men’ ve ehl-i zimmete karşı hayır ile mu’ameleyi tavsiye etmekte ve onlara müslümanların malik oldukları hukukun kaffesini vermekte olduğunu öğrendiler de bunlara karşı ihtiyatkar müteyakkız bulunmak icab edeceği hakkındaki ayat-ı her zaman ve her yerde görmekte olduğumuz birçok hakikatleri natık ayatı guşe-i nisyana attılar. Sadr-ı İslam’daki Ehl-i Kitab birbirlerine şu tavsiyede bulunurlardı: Müslümanlara nazil olan ayetlere sabahleyin iman edin sonra akşam olunca imanınızdan rücu eyleyin ki bu suretle müslümanlar da şeriatlarının sıhhatine karşı şübhe uyanarak bi’n-netice dinlerinden rücu etmeleri ayat-ı kerime nazil olunca mü’minler gözlerini açarak düşmanın hilesine düşmediler. Sadr-ı İslam’daki müslümanlar ª Šy b ¥³– ¹·Á ª ‡³ª Y n ­·c ® •]c b c Ê tarzındaki tebliğ-i ilahinin Bismillahirrahmanirrahim Ê ¹³® ±À à .............. ±– ¹ª¹£b ‹Ÿ ª © ª —“ Á­ ª Y·À YÀ Meal-i celili Ey mü’minler Peygamber’e’bize bak’ diyeceğiniz zaman’ra’ina’ gibi çirkin bir kelimeyi kullanmayınız ’unzurna’ deyiniz ve kendisini dinleyiniz ve kafirler için azab-ı elim olduğunu biliniz. Ehl-i Kitab olsun müşrik olsun kafirlerin hiçbiri size Tanrı’nızdan hiçbir hayır inmesini çekemezler. Allah ise rahmeti dilediğine verir. Allah’ın fazl u ihsanı büyüktür. Kur’an-ı Kerim müslümanları Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimizle muhataba ederkenrainakelimesini kullanmaktan nehy ederek onun yerineunzurnademelerini ve o Resul-i muazzamın bütün sözlerini kemal-i sükun ve edeble dinlemelerini emir buyuruyor. Zira her dimizle muhavere ederken istihza kasdıyla bazen böyle sözler yerine doğrudan doğruya istihza ve tezyifi natık cümleler serd ederlerdi. Rainakelimesi ehl-i Hicaz lügatindebana bak ma’nasını müfid olmakla beraber nezih bir kelime değildi edeb ve ta’zimi gözetilmek icab eden yerlerde ağıza alınmazdı. Ancak İslam’ı yeni kabul eden ba’zı bedeviler bu kelimeden çıkabilecek ma’na-yı istihkarı bilemedikleri Bununla beraber gerek Yahudiler gerek müşrikler urban arasındaki cahillerin kasda makrun olmaksızın kullandıkları bu kelimeyi başka ma’nalara haml etmek suretiyle serd ediyorlardı. Zira kelimenin ru’unet maddesinden alınmaya yahud biraz imale ile telaffuz edilince sen bizim ra’imizsin!ma’nasında kullanılmaya müsaadesi vardır. Gerek Ehl-i Kitab’ın gerek müşriklerin daima huzur-ı nebeviye gelmeleri sahabe-i kiram ile münasebet ve la saf-derun kısmını aldatırdı da onlarla adl ü ihsanı mahz-ı hakikat olduğunu yakinen bildikleri için Ehl-i Kitab beraber bunların müslümanlara karşı sinelerinde besledikleri hissiyat-ı adavetten bir an gafil bulunmazlardı. Ve bilirlerdi ki dünyaları titreten kudret ve azametleri olmasaydı kendilerine dost görünen bu cemaat dünya yüzünde müslüman namına tek bir adam bırakmazdı. selef-i salih Ehl-i Kitab’a karşı olan mu’amelelerinde adl ü ihsan ile ihtiyat ve hazer siyasetini cem’ etmişlerdi de o sayede dünyalara hakim olmuşlar asırlarca bütün zu’afa ve mazluminin hamisi ilticagahı kesilmişlerdi. Nitekim Asya Afrika Avrupa kıt’alarıyla Cezair-i Bahr-i Muhit’de tabiiyetleri altına giren Ehl-i Kitab ve Mecusilerin mikdarı yüzlerce milyona baliğ olmuşken bu siyasetin hakim olduğu asırlar zarfında zikr ettiğimiz teba’anın kendilerine karşı kıyamlarına dair tarihte hiçbir kayd yoktur bilakis kemal-i sükun ve inkıyad içinde yaşar ve müslümanları hiçbir zaman aldatamazlardı. karşı hareketleri bu suretle idi. Lakin zaman gelerek hevesat-ı şahsiyyelerine mağlub ve Kitabullah’tan gafil kalınca artık kafaları idrak gözleri basiret hassasından mahrum oldu ve bu gafletleri yüzünden birkaç asır evvel Endülüs’te birkaç gün evvel de Şarki Rumeli ve Arnavutluk’ta Ehl-i Salib’in o cehennemi fitnelerine kurban olup gittiler. Müslümanlar her yerde ve her vakit şu tefsiri sade- ¦ ±À dinde bulunduğumuz Ÿ ª ¹À Y® w ayet-i celilesini okurlar dururlar. Acaba içlerinde hangisi gösterilebilir ki günün birinde ma’na-yı celilini düşünsün de bu eşirranın tuzaklarına düşmemek için velev cüz’i ihtiyatta bulunmak lüzumunu hissetsin? Heyhat! Gerek bu ayet-i kerimeyi gerek na-mütenahi emsalini her gün duyarlar da hiç işit- ŸÀ memiş gibi i’raz edip geçerler. £ Ê ¹· i ­· ª ¹ Bizim muazzam dinimiz semih ve fıtri şeriatımız kimseye karşı tecavüz ve hayvanat da dahil olmak şartıyla mahlukat-ı ilahiyyeden hiçbirine zulüm etmemizi kat’iyyen tecviz buyurmaz. Bununla beraber gafletten ve bi’n-netice zalemenin pençesi altına düşmekten de şiddetle tahzir eder. Kur’an-ı Kerim bizlere bu hususta intibah ve ibreti mucib öyle ayetler serd etmiştir ki kadrini bilmediğimiz düştük. Sünnet-i Mustafaviyyeye gelince Fahr-i Kainat Efendimiz’in siret-i seniyyeleri içinde öyleleri var ki hükumat-ı şevket ve saltanatlarına zeval erişmezdi. Evet evvelkisi Buhari’de münderic bulunan şu iki hadis-i şerif bile yalnız başına kafidir. un Ãu]—À ¿cn ÁªY\ _–Yª uÀ ±Á\ ag—\ ʂyÀ¥ ªµ y® ªYr ±® ¿–yY›‡ª _ªwª a—j ¿o® ©’ aob ¿i ©—j Ben hiçbir şeriki bulunmayan Allah’dan başkasına olundum. Cenab-ı Hak benim rızkımı mızrağımın gölgesinin altında vermiş ve zillet ve muhakkariyeti emrine muhalefet edenlere nasib etmiştir. ˒ aob _³kª ¹¯– y]†Yž ­¶¹¯cÁ£ªYž _ÁžY—ª ùcb u—ªY£ª ¹³¯cbÊ Y³ªY·ÀYÀ ¹Áª Ey nas düşmanla karşılaşmayı istemeyiniz Allah’dan afiyet isteyiniz şayed onlarla karşı karşıya gelirseniz sebat ediniz. Ve biliniz ki cennet kılıçların gölgeleri altındadır. Sadr-ı İslam’daki müslümanlar müttefikleri bulunan YahudilereMuhammed’e iman edinizdedikleri zaman onlarbizi da’vet ettiğiniz dinin kendi dinimizden hayırlı olduğunu zannetmiyoruz keşke öyle olsaydı da biz de iman etseydikderlerdi. İşte bu ayet-i kerime onların sinelerinde gizledikleri maksadı en beliğ bir uslub en vazıh bir beyan ile izhar ediyor. Lakin maa’l-esef Kitabullah’ın ruhunu maksadını idrakten aciz bulunan gafil müslümanlar artık tarik-i sedadı göremiz hale gelmişler dost ile düşmanı seçemiyorlar merhametle dolu yürekle kin ve garaz püsküren sineyi ayıramıyorlar. Acaba bu kadar feci’ hadiseler bu kadar elim felaketler kendilerine bir intibah te’min edebildi mi? Acaba ardı arası kesilmeksizin başlarına inen bu kadar nekbetlerden hüsranlardan fecaatlardan olsun müteessir oldular mı? Heyhat! Bunlar diri suretinde ölülerden başka bir şey değil? Bendeniz o iddiadayım ki insanlar dine vahy-i ilahiye muktedir olamayacaklardır. Bir müslümanın menfaat-i müeccele mülahazasından başlayarak yükselmiş olduğu rıza-yı ilahi mertebesine kadar yükselebilmek ve her şeyi o mertebeden görmek her halde vahye iman etmeyen dünya esasını amirdir. İncil’in’uncu bablarını okursanız görürsünüz. El-hasıl efendiler ahkam-ı İslamiyyenin hedefi; tekamül-i ferdi ve ictimai sayesinde beşeriyeti evvela ve bizzat bu alemde saniyen dar-ı ukbada mes’udiyete isal ve nail-i kemal etmektir. Bunun içindir ki ahkam-ı İslamiyye büyük bir hey’et-i ictimaiyyenin umur-ı taabbüdiyyesini münasebat-ı vicdaniyyesini umur-ı hukukiyye ve inzibat-ı ictimaisini münasebat-ı hariciyyesini ayrı ayrı tertib ve tanzim etmiştir. Rabi’an tahsil-i iman için nazar-ı akli Müslümanlık’ta en mühim esastır. Efendiler din-i İslam bir din-i fıtri ve tabii olduğu içindir ki istinad eylediği en birinci esas nazar-ı aklidir. Bir müslüman hakaik-i kevni teemmülden men’ olunamaz. Müslümanlık’ta esasat-ı diniyyeye ta’alluk eden iman ve tasdik hususunda bile aklın alsın almasın mutlaka iman edeceksin denilmez. Bilakis kuru bir iman ile iktifa edip enfüs ü afakın semavat ve zeminin bi-hadd ü intiha hakaik ve esrarını te’emmül ve tefekkürden atıl kalanları zemmeden ayat-ı kerime pek çoktur. Nazar-ı İslam’da sahih bir imanın vesilesi yalnız nazar-ı akli olduğu için bu hususta akıl hakim tanılmıştır. Evet din aklı hakim saymış ve hükm-i nüfuzunu da ona teslim etmiş ve hiçbir vakit o hakime taarruzda bulunmamıştır. Nazar-ı aklinin hüccet olması da hep aklı hakim tanıdığındandır. Efendiler Müslümanlığın takrir eylediği şu esas çok mühim bir esastır. Bakınız bu esas İslam mütefekkirlerini nereye kadar sevk etmiştir. Ne kadar serbest hüküm verdirmiştir. Ehl-i sünnet ulemasından birçoğu diyorlar ki:Hakikate vusul için çalışıp çabaladığı halde istihsal-i merama ömrü vefa etmeyen maamafih mevkıf-ı zan ve re’yde tevakkuf etmeyerek tarik-i taharride terk-i hayat eden bir adem zümre-i naciyyedendir ve o adem sahil-i selameti bulmuştur. Şimdi efendiler insaf olunsun bundan büyük müsaadekarlık tasavvuruna imkan var mıdır? Bir din ki her söyleneni mutlaka kabul edeceksiniz diye icbar etmez; hatta kör körüne her sözü kabul edenleri tevbih ve ta’yib eder; nazar-ı akliyi bir esas-ı mühim olarak gösterir; şübhe ve tereddüd içinde çakılıp kalmayarak bu daire dahilinde taharri-i hakikat edenleri –aradıklarını bulma Efendiler Müslümanlık’ta aklın mevkii o kadar yüksektir ki akıl ile nakil tearuz ettiği vakit delil-i akliye i’tibar olunarak nakil için iki tarik ihtiyar olunur: Menkulün mahiyeti anlaşılamayacağı i’tiraf ve keyfiyet-i sıhhatini teslim. lerce mümkün olmasa gerektir. Binaenaleyh müslümanlık vaz’ eylemiş olduğu kavanin-i ahlakiyye i’tibarıyla da fıtri umumi asri bir dindir. Müslümanlığa ittiba’ akl-i selime ittiba’ etmektir. Efendiler buraya kadar Müslümanlığın i’tikadını ahlakını mücmel bir surette size anlatmaya çalıştım olabilecek aklın hükümlerini ta’til edecek hiçbir şey olmadığı müsbet ilimler asri fikirlerle ta’aruz etmediği anlışıldı. Kezalik kavaid-i ahlakiyye i’tibarıyla da en salim ve en mütekamil felsefeye meydan okuduğunu gördünüz. Öyle ise şimdi kat’iyet ve emniyetle hükmümüzü verebiliriz ki beşeriyet-i mütefekkirenin lüzumuna kani’ olduklarıdin-i tabiiMüslümanlık’tan başka bir şey değildir. Maamafih İslam’ın tabii fıtri ve umumi bir din olduğunu gösteren birtakım esasat-ı mühimme daha vardır ki onları da zikr etmemiz lazımdır. O esasların hiç birisi de edyan-ı sairede olmayan ve yalnız Müslümanlığa mahsus olan şeylerdir. Efendiler kabil-i inkar değildir ki din-i İslam edyan-ı münzelenin son halkası ve İslam’ın nebisi olan Hazret-i Muhammed as da hatemü’l-enbiyadır. Bi’seti hususi olmayıp umumidir. Bütün beşeriyete meb’ustur. Bu i’tibar bir imtiyazı vardır. Tekamül kaidesi bunu iktiza eder. Saniyen din-i İslam vazife-i risaletle meb’us olan peygamberan-ı izam hazeratının hepsini –Kur’an’da her hangi zaman ve muhitte vahy olunan kütüb-i mukaddese-i amirdir. Böyle bir iman ise yalnız din-i İslam’a mahsustur. Edyan-ı saireden hiçbirisi bu şeraiti haiz değildir. Şimdi bu şerait dahilinde bir muhakeme yürütecek olursak umumi ve tabii unvanını ihraz edecek olan dinin ancak din-i İslam olabileceği tahakkuk eder. Salisen Müslümanlık hem din hem de şeriattır. Hem kam ve mu’amelatı ihtiva eder. Ne yalnız dünyevi ne de yalnız uhrevidir. Bütün ahkamı mütekamil bir mevcudiyete dünya asıldır. Müslümanlık ise dünya ve ahiret her ikisini birden cem’ etmeyi amirdir. Müslümanlıken hayırlınız ahireti için dünyasını dünyası için ahiretini terk etmeyip her ikisini cem’ eden ve cem’iyet-i beşeriyye üzerine yük olmayandırdiyor. Hıristiyanlık ise zengin olan bir insanın ahiretini gayb edeceğini Allah’a takarrub edemeyeceğini zenginlik Elde bulunan İncillerle A’mal-i Rusül hep bu esası terk-i - suretiyle dinden değil başka bir vasıta ile dünyadan çıkarmaktır. Sadisen; Müslümanlık’ta saltanat-ı diniyye saltanat-ı ruhaniyye yoktur. Efendiler Hıristiyanlık’ta bir saltanat-ı ruhaniyye vardır ve mühim bir esastır. Halkın akaidi üzerinde icra-yı tahakküm etmek onları murakabede bulundurmak rüesa-yı dinin cümle-i vezaifindendir. Hiçbir kimse i’tikadında hür olamaz. Aklının irşadına tabi olamaz. Kilisenin vaftizi ile hıristiyan olur afarozu ile Hıristiyanlık’tan çıkar. Hıristiyanlığı da Hıristiyanlık’tan çıkması da reis-i ruhaninin dudaklarının kımıldamasına bağlıdır. Reis-i ruhaninin helal dediği helal haram dediği haramdır. Çünkü yeryüzünde reis-i ruhani neye karar verirse Allah da haşa öyle karar veriyor. Hatta len bu saltanatı Müslümanlık kökünden yıktıktan başka enkazını bile öyle bir surette mahv etmiştir ki bugün cumhur-ı müslimin indinde nam u nişanı bile yoktur. Din-i İslam Allah’dan Peygamber’den sonra hiçbir kimsede başkasının akidesine hakim olmak imanı üzerinde nüfuz ve müdahale yürütmek salahiyetini bırakmamıştır. Hatta Hazret-i Peygamber’de bile bu salahiyet yoktur. O da ahkam-ı ilahiyyeyi tebliğe ve icab ederse ihtara me’murdur. Kalbleri murakabe altında bulundurmak vazife-i bi’seti dahilinde değildir. a – Á·­ \¯‡ Áy y . ª  ¦ ²a ®w Y¯² y ž w ¦ Habibim! Hatırlarına getir sen yalnız ihtara me’mursun yoksa onların üzerinde tahakkümde murakabede bulunacak değilsinayet-i kerimesi bu hususta pek sarihtir. Binaenaleyh Müslümanlık’ta şari’ yalnız Cenab-ı Hak’tır. Allah’dan başka hiçbir kimse şeriat vaz’ ederek helali haram haramı helal kılamaz. Hiçbir insanın sözüyle başka biri dinden çıkmaz. Bir müslümanın dinde rütbesi ne kadar yüksek olursa olsun nisbetle pek dun mertebede bulunan dindaşına karşı nasihat ve irşaddan başka bir hakka malik değildir. Müslümanlık Allah ile kul arasına bir rakib-i tavassutkarın girmesine mani’ olmuş insanın üzerinde Allah’dan başka rakib bırakmamıştır. Efendiler Müslümanlık’ta halife namında bir reis-i hükumetin bulunması Hıristiyanlık’ta olduğu gibi Müslümanlık’ta da böyle bir saltanatın vücudunu göstermez. Fi’l-hakika Müslümanlık’ta halife nasb etmek vacibdir. Fakat bundan Müslümanlığın da böyle gayr-ı ma’kul gayr-ı tabii bir saltanatı takrir etmiş olduğu anlaşılmamalıdır. Yukarıda söylemiştim ki Müslümanlık hem din hem şeriattır. Bunun içindir ki din-i İslam birtakım hudud vaz’ etmiş hukuk ta’yin eylemiş her ferdi bunları tecavüz etmemekle mükellef tutmuştur. El-hasıl akıl ile nakil beyninde tearuz vuku’ bulduğundan akıl tercih olunuyor. Bunun içindir ki din-i İslam’da akla muarız hiçbir hüküm yoktur. Fakat dikkat olunmalıdır ki akla muarız olmak başka zahiren akla muhalif gibi görünmek yine başkadır. Bunların beynini tefrik edemeyenler akıllarını erdiremedikleri her hangi bir şeyi muhalif-i akıldır ve binaenaleyh böyle bir şey olamaz diye redde kıyam ederler ki pek cahilane bir hükümdür. Esbab-ı ilimden gaflet etmektir. Üçüncü musahabede bu cihet izah edilmişti. Efendiler Müslümanlık nazar-ı akliyi esasat-ı mühimmesinden saydığı halde Hıristiyanlık buna tamamıyla muhaliftir. Müslümanlıkdüşün sonra iman etder. Hıristiyanlık ra düşünmeyeceksindiyor. Hıristiyanlık’ta din ahkam-ı akliyyeye münakız olmakla beraber iman olunması vacibtir. Bunda aklın dahl ü te’siri yoktur. Din ve iman hususunda nazar-ı akli mucib-i küfürdür. un dediğiHıristiyanlık’ta en büyük kanun-ı umumi; aklın alsın almasın kör körüne inanacaksın. Müslümanlık diyor ki:Akıl dinin ta kendisidir. Aklı olmayanın dini de yoktur. Hıristiyanlık da şöyle nasihat veriyor:Sakın ha aklı rehber ittihaz etmeyiniz. Çünkü din akla külliyyen münafidir. Demek ki efendiler bu nokta-i nazardan da Müslümanlık edyan-ı saireye müreccahtır. Fıtrata tabiata muvafık bir dindir. Hamisen; Müslümanlık’ta tekfir mes’elesi gayet güçtür. Serbest düşündüğünden dolayı bir insan hemen tekfir olunamaz. Bir adamdan küfre hamline doksan dokuz vecih imana hamline ise ancak bir vecih bulunabilen bir söz sadır olsa o tek vecih ile amel olunur da onun küfrüyle hükm olunmaz. O sözünden dolayı o adam daire-i imandan harice çıkarılmaz. Şimdi insaf edelim. Serbest düşünmek isteyen felasife müdür? Hangi din var ki bu derece müsamaha etmiş olsun! Kendisinden yüz ihtimalin biriyle olsun imana hamli kabil olmayacak bir söz sadır olmadıkça hiçbir halde Müslümanlık’ta tekfir yok demektir. Çünkü yüz bir sözü söylemek hamakati hiçbir mütefekkir ve hakime yakıştırılamaz. Bu kadar çürük bir sözü ağzına alacak kadar belahet gösteren –hangi hakim hangi mütefekkir olursa olsun- bir insan hakkında layık olan ceza tekfir ayırmak teşebbüsünde bulunduklarından dolayı bizim de onlara iktida etmemiz neden icab etsin? Müslümanlık’ta esasen böyle bir saltanat ve tahakküm var mıdır ki tefrike lüzum hissedilsin! Müslümanlık’ta mev’ıza-i haseneden hayra da’vetten nehy ani’l-münkerden başka bir saltanat-ı diniyye yoktur. Bu ise öyle bir salahiyettir ki Cenab-ı Hak onu yalnız bir şahsa değil müslümanların en acizine de vermiş en kavisine de! Herkes yekdiğerini bu kuvvet sayesinde ıslah edebilir. Madem ki ne müftüde ne kadıda ne Halife’de ahkam-ı şer’iyye vaz’ eylemek imtiyazı kat’iyyen mevcud değildir. Hakimiyet Cenab-ı Hakk’ın vaz’ etmiş olduğu kanunlardadır. Ta’bir-i diğerle dindedir. Ve her ferd-i müslimin –mevkii ne kadar büyük olursa olsun– elindeki kuvvet şeriat-i İslamiyyenin ta’yin eylediği nüfuz-ı resmiden ibarettir. Şu halde bizde dini devletten ayırmak demek devletin ladini la-ahlaki yaşaması demekten başka bir ma’nayı dinsiz ahlaksız yaşamak demektir. El-hasıl efendiler tekrar ediyorum: A’sar-ı ahirede Avrupa’da tatbik edilen umur-ı diniyye ve siyasiyyeyi tef-rik düsturunun bizde mahall-i intibakı yoktur. Zihinleri Frenk terbiyesiyle meşbu’ ba’zı kimselerin böyle bir şeyi tatbik hakkındaki arzuları ahkam-ı İslamiyye hakkında cehl-i sarihinden ileri gelmektedir. Efendiler Kur’an hususi bir ümmete muayyen bir kabileye nasihat ve onları irşad etmek maksadını ta’kib etmiyor; belki bütün beşeriyetin tekamülünü istihdaf ediyor ki bu cihetle de Müslümanlık edyan-ı saireye racih fıtri tabii ve umumi bir dindir. Müslümanlık bütün beşeriyetin tekamülünü istihdaf eylediği içindir ki ırk kavmiyet lisan ve terakümat-ı maziyye gibi insanlar arasında ebedi tefrikalar vücuda getirmek suretiyle bu tekamüle mani’ olan şerait-i ictimaiyye ve imtiyazat-ı cinsiyye ve asriyyeyi lağv etmiştir. Bu yoldaki imtiyazat-ı hususiyyeyi lağv eden Müslümanlık uhuvvet ve müsavat-ı umumiyye mebde’ini takrir ederek bütün insanları nazar-ı kanunda müsavi tutmuştur. Nazar-ı İslam’da bütün insanlar bir ailedir. Bu aile bir baba ile bir anadan teşe’ub etmiştir.Ey nas biz sizi bir erkek ile kadından yarattık. Sizleri yek-diğerinizi tanıyasınız bilişesiniz diye birtakım şu’ub ve kabaile ayırdık. Şübhesiz ind-i ilahide sizin en keriminiz en müttaki olanınızdır. Allah’dan korkup vazife ve hakkı en ziyade tanıyanınızdırmealinde olan ayet-i kerime ile Ey nas! İyi biliniz ki Rabbiniz birdir iyi biliniz ki babanız da birdir. Agah olunuz ki hiçbir Arabinin Acemiye Arab olmayanlara hiçbir Acemi’nin de Arabi üzerine kezalik hiçbir siyah renklinin siyah olmayana hiçbir siyah olmaİşte Müslümanık’ta halife bu hudud-ı şer’iyi ikame ve nete me’mur bir reistir. Bu reis ya bizzat millet tarafından yahud milletin vekilleri tarafından nasb olunur. Müslümanlar nazarında halife ne ma’sumdur ne de Allah tarafından vahye mazhardır. Halifeye itaatin vacib olması mutlak değildir. Kur’an’ın sünnetin gösterdiği doğru yolu ta’kib etmek adaletten ayrılmamak ile meşruttur. Bu yolu bırakınca halife ve sultana itaat kat’iyyen caiz olamaz. Bundan dolayıdır ki müslümanlar bir taraftan halifeye itaatle diğer taraftan da onun harekatını tedkik ile me’murdurlar. Kur’an-ı Kerim’e sünnet-i nebeviyyeye muhalefette bulunan hukuk-ı İslamiyyeyi muhafazadan memleketi sıyanetten aczi tahakkuk eden bir halifeyi indirip yerine başkasını çıkarmak müslümanların üzerine vacibdir. Meğer ki hal’ mes’elesi büyük bir fitne ve kargaşalığı mucib olsun! Efendiler Müslümanlık’ta halife millet tarafından mansub bir reis-i mes’ul olunca bu reisi Frenklerin teokratik dediklerisultan-ı ilahiile karıştırmak doğru olur mu? Elbette olmaz. Frenklerce Papasultan-ı ilahidir. Allah’dan dini telakki eden yalnız o sultan-ı ilahidir. Teşri de onun hakkıdır. Onun helal dediği helal haram dediği haramdır. Kendisinin halk üzerinde ale’l-ıtlak bir muta’iyyet hakkı vardır. Her ne söylerse söylesin ona meşrut değildir. Iman ve i’tikadın icabıdır. Ta’lim eylediği dine karşı muhalefetini görseler bile yine itaat etmeye mecburdurlar. Frenklerce teokratik denilen sultan-ı ilahinin mevkii bu olduğu içindir ki medeniyet-i garbiyyenin en mühim Hükumet-i ruhaniyye ile hükumet-i cismaniyye tefrik edilmiştir. Umur-ı taabbüdiyye kiliseye terk edilerek mu’amelat-ı dünyeviyyenin tanzimi için kavanin vaz’ etmek hey’et-i ictimaiyyenin dünyaya aid umuruna nezaret eylemek hakkı da hükumet-i cismaniyyeye verilmiştir. Efendiler şübhe yok ki dini devletten ayırmak Frenklerce pek hayırlı ve mes’ud bir inkılab idi. Müslümanlığı tedkik kudretinden mahrum bulunan ba’zı garblılarla her şeyde kör körüne garbı taklid hevesinde bulunan ve hukuk-ı İslamiyyeye –maa’t-teessüf- zerre kadar olsun vukufları olmayan garb-perestler bizde de böyle bir lar. Bu zavallılar kör körüne başkalarını taklid etmek gibi bir zilleti irtikab edeceklerine biraz da Müslümanlığı tedkik etmek bilmedikleri hakaiki öğrenmek külfetini uzak bulunurlardı. Mütefekkirin-i Nasara dini devletten yanın siyah renkli üzerine fazl u rüchanı yoktur. Meğer ki takva ile ola. Cenab-ı Hak asaletle haseb ü neseble tefahuru Müslümanlık vasıtasıyla kaldırmıştır. Zira insanlar Adem’den geliyor Adem ise topraktan yaratılmıştır. mealindeki ehadis-i şerife gösterir ki Müslümanlık’ta Hiçbir kavim diğer kavme karşı –mücerred kavmiyetinden dolayı- iftihar edemez. İmtiyaz tefahür kavmiyetle değil takva ile faziletle a’mal-i saliha iledir.Mü’minler kardeşten başka bir şey değildirmealinde olan ayet-i kerime daire-i İslam’a bi’l-fi’l dahil olanlar beyninde uhuvvet-i nesebiyyeden daha kuvvetli bir uhuvvet-i ulviyyenin vücudunu i’lan ettiği gibiEy Allah’ın kulları! Kardeş olunuzmealindeki hadis-i şerif de bütün nev’-i beşere salih bir din-i umumi kabiliyetini haiz olan bu dinin gaye-i kemalini işrab etmektedir. El-hasıl efendiler Müslümanlık vaz’ etmiş olduğu desatir-i müsavat ve uhuvvetle arazi ve kavmiyet hududlarını harikulade bir suhuletle mas ve bel’ etmek hassasını haiz bir din-i celildir. Maşrık-ı Aksa’daki bir müslüman Afrika’nın en meçhul bir köşesindeki Müslüman kardeşini kendisiyle her vechile müsavi tanıdığı gibi bütün deş tanımaktan iba etmez. Binaenaleyh hukuk-ı beşer nizamnamesini tasavvuru daha düne kadar cür’et-yab olamayan Avrupa felasifesinin hulyalarını atide saha-i hakikate çıkarcak mebadi varsa nur-ı hakikati ta on üç asır evvel işrak eden mebadi-i İslamiyyedir. Bila-tefrik-i din ü mezheb bila-tefrik-i cins ü kavmiyet bütün beşeriyetin kardeş olduğunu bütün insanların nazar-ı hukukta müsavatını iddia eden mebadi-i ulviyyedir. Efendiler din-i İslam beşerin tekamülünü istihdaf ettiği detin bozulmaması ve ictimai tekamül ve muvaffakiyetin husule gelebilmesi için vahdet-i siyasiyyeyi esas göstermiştir. mündemicdir. Bütün ibadat-ı İslamiyye halikına taabbüd ve inkıyad mahlukata şefkat ve muvasat gibi ahlakiyyat ve ma’neviyyattan başka millet-i İslamiyyenin te’sis-i cem’iyet ve te’min-i vahdetine tevhid-i kuvvet ve i’la-yı şevketine ma’tuf esasatı da muhtevidir. Dinin ibadatın bütün ahkamındaki ruh cemaate vahdete sevk etmek mütekamil bir cemaat kuvvetli bir cem’iyet meydana getirmektir. Müslümanlık’ta hürriyet-i şahsiyyenin hukuk-ı tabiiyyeden olması. Efendiler Müslümanlığın fıtri tabii bir din olduğunu gösteren esaslardan biri de hakk-ı hürriyetin insanlar sıdır. Din-i İslam fıtraten hür doğan insanların hürriyet-i vicdan hürriyet-i efkar hürriyet-i kelam hürriyet-i tahrir hürriyet-i hareket hürriyet-i tedris ve hatta salahiyet-i teşriiyyesini birer hakk-ı zaruri olarak takrir ve ta’mik eylemiştir. Hayat ve saadet-i beşeriyyenin yegane vasıtası olanhürriyet-i insaniyyeyi Müslümanlık her insanın hukuk-ı zatiyye ve tabiiyyesinden saymıştır. Başkalarının hukukuna tecavüz etmemek hissiyatını rencide eylememek şartıyla her insan hürdür. Dilediği gibi düşünür dilediği gibi söyler istediği gibi hareket eder. Avrupaca ancak on yedinici asra doğru insanlara –o da hakiki ve umumi değil– bahşedilmiş olan bu hakkın her insan için ezeli ve ebedi bir hak olduğunu din-i lara amm ü şamil olduğunu kabul eylemiştir. Tekamül-i ferdi ve ictimaiye hadim olan her türlü esbaba tevessülün Müslümanlık’ta bir hakk-ı zaruri olması. din-i İslam fıtri bir din olduğundan fıtraten müsta’idd-i tekamül olan insanların ferdiyetini tekamüle aid bulunan her türlü esbab ve vesaite tevessül etmesini taharri-i saadetini bir hakk-ı zaruri olmak üzere kabul etmiştir. ferdi ve ictimai tekamülü ihzar eyleyen ilim ve ma’rifet tahsilini bütün efradına farz kılmış bu uğurda en güç seyahatlere katlanmak hikmet ve hakikat nerede bulunur ve kimin tarafından söylenirse almak lazım geldiğini bildirmiştir. Bu uğurda ölenleri mertebe-i şehadete yükseltmiştir. Yine bunun içindir ki İslamiyet’te taleb-i maişet ve izdivac farz ruhbaniyet memnudur. Çünkü taleb-i maişetle tekamül-i iktisadi te’ehhül ve izdivacın farz olmasıyla da tekamül-i ictimai te’min olunuyor. Müslümanlık’ta zekatın farz olması da tekamül-i iktisadi ve ictimai ile alakadardır. Kur’an-ı Kerim’in mu’amelat-ı dünyeviyyenin tanzimine medar olacak mebadiyi muhtevi olması. Efendiler din-i İslam i’tikada ahlaka şeriata ahkam ve mu’amelat-ı insaniyyeye aid bi’l-cümle mebadiyi takrir ederek cüz’iyyat ve fer’iyyatı icabat-ı zaman ve mekana göre Kitabullah’tan ve sünnet-i Resulullah’tan istinbat etmek kudretini haiz bulunan ehl-i ictihada terk etmiştir. dairesinde her asrın icabatına her kavmin ihtiyacatına göre yeniden ahkam ve kavanin vaz’ olunur. İslam mebadiyi ta’yin etmiş onlardan istinbat-ı füru’atı bize bırakmıştır. Mesela; Kur’an’ın takrir eylediği mebadi-i İslamiyyeye nazaran bir devletin bir hükumetin esası ikidir: Emanatı vezaifi ehline tevdi’ etmek beyne’n-as adl ile hükm ey manıza yardımda bulunmuştur. Böylelerine dostluk gösterenler yok mu işte onlar zalimlerdir. Efendiler insaniyet için pek mühim olan hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i i’tikad Müslümanlığın takrir eylediği şekl-i sahihde hiçbir din ve meslek tarafından takrir olunmamıştır. Zaten asr-ı hazırın Avrupa ve Amerika’ya mensub birçok mütefekkirleri de bu kanunun müslümanlar tarafından öğretildiğini müte’addid eserlerinde Fi’l-hakika medeniyet-i hazıra hükumetlerince de hürriyet-i diniyye ve mezhebiyye pek çok münaza’at ve muharebat-ı şedideden sonra bir esas olarak kabul edilmiştir. Fakat bunlarca hürriyet-i diniyyeden maksud olan ma’na siyaset-i dahiliyyelerinde rüesa-yı ruhaniyyenin te’siratından azade yaşamak siyaset-i hariciyyelerinde sayesinde bir zemin-i müdahale bulmaktan ibarettir. Binaenaleyh bunda insani ve tabii bir gaye mevcud olamaz. Efendiler her hangi noktadan tedkik edilse İslam’ın fıtrat-ı beşere istinad ettiği görülüyor. Bütün ahkam-ı Fıtrat-ı beşeriyye ve ahkam-ı İslamiyye garaz ve ivazdan salim bir nüfuz-ı nazarla tedkik edilince anlaşılır ki tabayi’ ve havayic-i beşeriyye ile İslam’ın evamir ve nevahisi arasında pek büyük bir münasebet bir tenazur ve tevafuk vardır. Bu cihet hakikati seven bi’l-cümle Avrupa ulemasınca da teslim olunmaktadır. Öyle ise efendiler kat’iyyen hükm edebiliriz ki İslam bir din-i fıtri ve tabiidir. Din-i nihaidir. Beşeriyet için lüzumu zaruri görülen din-i tabii ancak Müslümanlık olabilir. Yine kemal-i itmi’nan ile diyebiliriz ki beşerin terakkiyat-ı edyan-ı saireden teba’üd ve fakat bizim fıtri olan dinimize bir takarrubdur. İş nihayet oraya varacaktır ki dan ikrar edilecektir. Cenab-ı Hak’tan o günün bir an evvel hululünü tazarru’ ve niyaz eder ve uzun süren şu tasdi’atımdan dolayı sabrınızı tüketmemek için sözüme burada nihayet vermek isterim. Fevc fevc insanlar iman ediyorlardı. İslam bidayet-i zuhurunda bulunuyordu. Halbuki henüz ne namaz ne oruc ne zekat yoktu. Aradan biraz zaman geçti. Bir kısım halk daha mazhar-ı hidayet olmak suretiyle İslam’ın lemek. Bir İslam hükumeti bu iki esas üzerine müesses olmalıdır. Bu iki esas hangi şekl-i hükumetle te’min edilirse o şekil meşru’dur. Bunları te’min etmeyen şekl-i hükumet her ne olursa olsun gayr-ı meşru’dur. Kur’an-ı Kerim’in külli ve umumi olan desatir ve mebadiyi takrir edip de cüz’iyyatı erbab-ı ictihada terk etmiş olması da din-i İslam’ın her asırda gelen insanların din-i fıtri bir din-i tabii ve umumi olduğunu gösteren berahin-i hissiyye ve kat’iyyedendir. Bu noktada Müslümanlık ristiyaniyyeye göre Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid namlarıyla ma’ruf olan Tevrat ve İncil bütün cüz’iyyata varıncaya kadar her şeyi muhtevidir. Bunun içindir ki bu kitaplarda sarahaten mevcud olmayan şeylere iman edilmez. Galile gibi ba’zı erbab-ı ilmin kilise tarafından ihrak bi’nnar te bulunmalarından ileri gelmiştir. Müsamaha-i diniyye ve hürriyet-i mezhebiyyenin usul-i İslamiyyeden olması. Efendiler din-i İslam müsamaha-i diniyye ve hürriyet-i mezhebiyye esasını pek sarih bir surette takrir eylemiş gulüv fi’d-dinden men’ eylemiştir. İşte bu da İslam’ın fıtri ve tabii bir din olduğunu gösterir. Hürriyet-i vicdanın esasat-ı İslamiyyeden olması. kasının akide ve vicdanına tahakküm hakkını vermemiş hürriyet-i i’tikad ve vicdanı bir esas olarak kabul eylemiştir. Bunun içindir ki müslümanlar bütün edyanın bi’lcümle mezahib ve mesalikin bi’l-umum akvamın hilafına olarak hürriyet-i vicdaniyyeye riayet mu’tekadata hürmet ve ilim sahasında münakaşat-ı diniyye ve mezhebiyyeye meyl ve muhabbet etmişlerdir. Diyebiliriz ki hürriyet-i mezhebiyye ve i’tikadiyye hususunda İslam bi-hakkın alem-i hıristiyaniye rehnüma olmuştur. Müslümanlık bu esası takrir etmiş olduğu halefetlerinden dolayı buğz ve adavet beslemek onlara karşı harb açmak Müslümanlık’ta tecviz edilmemiştir. Müslümanların kendilerini yurdlarından çıkarmak din ve ahlaklarını ifsad etmek ailelerinden cüda düşürmek emelinde olmayan her hangi bir kavim ile adl ü müsavat dairesinde kardeş gibi geçinmeleri evamir-i Kur’aniyye muktezasındandır. Şu iki ayet-i kerime bu hususta müslümanlar din muharebesi etmeyenlere sizi yurdlarınızdan çıkarmayanlara karşı iyilikle adl ile mu’amele etmekten sizi nehy etmez. Cenab-ı Hak adl ile hareket edenleri sever. Allah sizi ancak o kimselere karşı dostluk göstermekten nehy eder ki sizi memleketlerinizden çıkamış ve çıkarıl fütur iras edebilecektir. İşte aleyhi’s-salatü ve’s-selam Y‡¯ª ¥ª efendimiz bunların hakkında:Bunlar asilerdirbuyurdu. Şeriat-i İslamiyyedeki mevki’-i müstesnası cümlemizin ma’lumu olan namaz bile müslümanların vahdet ve kuvveti derecesine çıkamaz. Öyle olmasaydı Hendek gününde aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz ikindinin vakti geçinceye kadar hafriyat ile meşgul olmazlardı. Hiç şübhe yoktur ki diyanet-i Muhammediyyede en mühim olan cihet Allah zü’l-celal hakkındaki akidenin her türlü şaibeden masuniyetidir. Halbuki Ebu Talib kafir bi’llah olmakla beraber müslümanların o kadar tekrimine mazhar olmuştur ki suleha-yı müslimin bile şerefin o derecesine müştaktır. Evet Ebu Talib Allahu a’lem müslim değildi. Ancak Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimize mu’in idi. Akvam-ı cihan arasında ümmetine pek yüksek bir makam ihzarı kafil olabilecek kuvvet ve vahdeti mani’ esbabı ortadan kaldırmak suretiyle hizmet ediyordu. kinin küfür olduğu lisan-ı Muhammediden işitilen salata karşı İslam’daki mevkii. Hatta iman bi’llah akidesine nisbetle olan mevkii! Bizler Ebu Talib’in nazar-ı İslam’daki hürmetini vefatında Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz tarafından kıyam ve devamı ancak bu iki rüknün kuvvet ile vahdetin vücuduna mütevakkıfdır. Zira her hangi bir milletin akidesi şeriati adatı ve sairesinin insanlar arasında kudret ve satvet sahibi olmasından ibarettir. Yoksa bünyan-ı mevcudiyeti rahnedar olduktan şevket ve azameti hiçe indikten sonra kendi avaidinin sıhhatine ve diğerlerinin geng-i fesadına en sarsılmaz deliller en kuvvetli bürhanlar getirse onun müdafaa ettiği mezhebin hiçbir tarafdarı zuhur etmez de maddi kudret ve kuvvete sahib olan muhaliflerinin din ve mesleği bütün dünya nazarında mergub ve müstahsen olur. Yeryüzünde kelimetullahın İslam’ın mevkii bülend olduğu zamanlar bir hükm-i şer’iyi kabul ettirmek için Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur…demek kafidir. müslümanların şevketi yerinde ise rayet-i celadetleri afak-ı cihanda dalgalanıyorsaBu şeriat-i İslamiyye’nin ahkam-ı esasiyyesinden biridircümlesini bir cemaat huzurunda söylediğin gibi artık senin için delil bürhan edileceğinden emin olduğun için kemal-i talakatle söylersin ve arkanda duran ümmetin azamet ve şevketi sahası genişledi. Lakin henüz hınzır ve ölü eti şarab riba tahrim kılınmamıştı. Evet İslam mevcud idi bununla beraber şu ve emsali feraiz ve muharremat –ki halk bütün din ondan ibarettir zannında bulunuyor- teşri edilmemişti. Lakin bu din-i mübin hiçbir gün vahdet ve kuvveti te’min uğrunda mücahededen geri durmadı ve bu mücahede sayesindedir ki müslümanlar bütün dünyaya hakim kesildiler. Kur’an ki batıl için saha-i ismetine hiçbir taraftan yanaşabilmek ti daima vahdet ve kuvvete sevk ediyor yeryüzündeki müslümanları birbirinden ayrılmış şevketsiz vahdetsiz yek-diğeriyle çarpışan akvam-ı müteferrika halinde görmek ve hey’eti kendilerine sarahaten gösteriyor: c® w n _® ­ u ¶ İşte bu sizin ümmetinizdir ki ayrısı gayrı olmayan tek bir ümmettirdiyor. Kur’an bu ümmeti lisan-ı İncil’den olarak öyle bir surette temsil etmiştir ki Cenab-ı Hakk’ın bu ümmet Başlıbaşına o temsil kafidir. { ¦ Á© k² Ê ¿ž ­· g® Muhammed’in ashabı İncil’de o ekin tanesine benzetilmiştir ki evvela filizini verir sonra onu besleyip kuvvetlendirir o da kalınlaşarak sakları üzerinde dimdik durur…. rinde mersum olduğu üzere ümmetin şekil ve sureti budur. Allah aşkına söyleyiniz ki vahdet ve kuvvetine sahib olamadığı takdirde ümmet ile şu şekil ve suret arasında münasebet bulmak imkanı kalır mı? Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimizin yevm-i ba’slerinden tekamül-i şeriatlarına kadar geçen müddet zarfındaki siret ve ef’al-i seniyyelerinden tevatüren bizlere gelen kısmı kemal-i vuzuh ile göstermektedir ki kendilerinin her şeyden evvel gözettikleri gaye Allah’a iman edenlerden bir ümmet vücuda getirerek onu bütün dünyalara hükümran kılacak bir vahdet ve kuvvetle techiz etmekten başka bir şey değildi. Gerek Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimizin devr-i saadetlerinde gerek halifelerinin zamanında yetişmiş bir kimse görmüyoruz ki Müslümanlık’ta kazanmış olduğu yüksek mevkii sırf bu uğurdaki sa’y ve mücahedesinden başka bir suret ve nisbetle elde etmiş olabilsin. Ashabdan bir kısmı öyle bir zamanda oruc tutmuşlardı ki sıyam erkan-ı İslam’ın beşincisi olmakla beraber vahdet-i müslimin uğrunda olanca kuvvetleriyle çalışmaktan kendilerini alıkoyacak ve mukavemetlerine muharrirleriniz o vahdet ve kuvvetten kalan bakiyyeyi de sizden razı olmayacaktır. Dünyanın her tarafındaki insanları görüyoruz ki hizbler cemaatler halinde teşekkül etmişler ve bunların bu suretle teşekkülüne müşterek bir ihtiyac yahud müşterek bir menfaat hadim olmuştur. Bunlar o ihtiyacın te’minini o menfaatin müdafaası için el ele verip çalışıyorlar ve maksadlarını istihsal uğrunda malen bedenen hiçbir fedakarlığı diriğ etmiyorlar. yük servet ve mevki’ sahiblerimesalih-i hakikiyye ashabı! ancak kendi mevkilerini servetlerini muhafaza kendilerine müsaid bir şekil ve ruhta devam ve cereyanı Diğer birtakım adamları da Avrupa hukukunun memlekette hakim olması fikrinin kendi müttefiklerine daha muvafık geleceği düşüncesi birleştirmiş de bunlar da bu maksadı tahakkuk ettirmek için uğraşıyorlar. Yahudiler hıristiyanlar putperestler mülhidler elhasıl bütün dünya biliyor ki İslam bir dindir ve cem’iyet-i beşeriyye arasından bir ümmet bu din ile mütedeyyin bulunmaktadır. O halde nasıl oluyor da bu din Mısırlıların nazarında müdafaası yahud sıyaneti için ihtiyac hissolunan şeylerden biri makamına kaim olamıyor? Nasıl oluyor da İslam müslümanların nazarında servetin yahud menafi-i sairenin o servet ve menafia sahib olanlar tarafından mazhar olduğu ihtimamı bir türlü göremiyor? Halbuki memalik-i garbiyyeden Katolikler Protestanlar yahud Ortodokslar kendi aralarında vahdet te’min ederek çalışıp duruyorlar. Acaba neden müslümanların içinden bir cemaat zuhur edip de Avrupa’daki dini cemaatlerin gösterdikleri azmi faaliyeti göstermiyor İslam’ı müdafaa için harerekete gelmiyorlar? Halbuki İslam a’dası tarafından ahkamına adatına adabına la-yenkatı’ hücumlarda bulunulduğundan dolayı bugün dünkünden ziyade müdafaaya muhtacdır. Evet müslümanların arasında öyle adetler öyle hareketler öyle müesseseler zuhura başladı ki bunların İslam’a has olan şe’air ile zerre kadar Müslümanlar bina-yı İslam’ın kendi elleriyle taş taş yıkıldığını aralarındaki rabıtanın yine kendi gafletleriyle düğüm düğüm çözüldüğünü gözleriyle görecekler de bu kadar felaket karşısında yine gözlerini yumacaklar mı? Ey milletin münevverleri sizler bu müdhiş musibetin karşısında elleri kolları bağlı olarak durmakta devam ederseniz az zaman sonra İslam’ı ve müslümanları tasenin sözlerinden evvel samilerin fikir ve kalbinde yer etmiş bulunur. Lakin bugün kalksan da müskiratın aleyhinde bulunsan ayet-i kerimesini irad etsen bütün hiçbir te’siri olmaz. ŞayedDoktor Wilson bu babda şöyle demiş Amerikalılar müskiratı böyle tahrim etmiştir… demiş olsan bin kat ziyade müessir olur. gittiği gibi diğer esasat da gider. Bunlar elde bulunursa mütebaki asıllar zayi’ bile olsa çarçabuk istirdad edilebilir. Gözlerimizle görüyoruz ki gayr-ı müslimler kuvvet satvet sahibi oldukları için adetleri suretleri siretleri fikirleri kemal-i sür’atle intişar edip duruyor. Akıl ve hikmetle hiç münasebeti olmayan akideleri de muttasıl tarafdar kazanıyor. Müslümanlar ise za’afa tefrikaya düştükleri için İslam’ın akaidi ahkamı la-yenkatı’ hücuma uğruyor. O kadar hüccetler bürhanlar karşısında inkara mecal olmayan bütün mehasini bizzat kendi evladı tarafından reddediliyor. Tefrikanın akibetini gözlerimizle gördük. Za’afın neticesini ellerimizle tuttuk. Bu müşahedeye bu yakine rağmen garib değil midir ki hala müslümanların ileri gelenleri arasından birtakım kimseler çıkıyor da bütün bakiyye-i mevcudesini de mahv etmek istiyor. Sonra milletin urefası uzaması miyanından yükselen sesler bu hareketi red mahiyetinde olmadıktan başka bilakis tasvib ediyor? Diyar-ı İslam’ın her tarafına Cami’-i Ezherler bina et. Arzın şarkını garbını ulema ile doldur. Her alime yirmi kürsü tahsis et ve yetmiş tane ağız ver ki her ağzın hallolunsun. Daha sonra yeryüzünü raki’in ile sacidin ile doldur. Şayed müslümanların arasındaki rabıta tarumar olmuş vahdet ve kuvvet-i sabıkalarından kalan bakiye de büsbütün bitmiş ise bütün bu icraatın alem-i İslam’a hiçbir faidesi olmaz. Ru-yi arzı kıymetli kitaplarla döşeyiniz. En amik mesailin sinesini yararak içindeki hakaikin önüne meşaleler yakınız malik olduğunuz esrar-ı ulum ve fünun sayesinde hükemanın bir türlü infaz-ı nazar edemediği serairi bütün müslümanların önüne olanca vuzuhuyla seriniz; her memlekete yüz Cüneyd-i Bağdadi her köye yirmi Sırrı Sakati ikame ediniz… Hatibleriniz ruh-ı nılamayacak derecede değişmiş göreceğinizden emin olunuz. Bugünkü müslümanlara bakıyorum da musab oldukları bu kadar muzlim hadiseler arasından kendilerine bir nur-ı hidayet olmak üzere _Á ¹ £cb ®³·­ b£ Ê kavl-i keriminden başkası vasıl olmamış zannediyorum. Sonra herbirini te’vil hastalığına tutulmuş görüyorum. Öyle ama bu gibi ayat-ı kerimeyi heveslerine göre te’vil eder dururken nasıl oluyor da mal canın itlafından başka bir şey olmayan cihadın vücubuna kail olurlar? Nasıl oluyor da Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimizin guna-gun belalara ezalara göğüs gerdiğini i’tiraf ediyorlar? Nasıl oluyor da şühedanın ve zaman-ı yeis ve şiddette sabır ve sebat gösteren ekabir-i ümmetin nazar-ı İslam’daki mevki’-i mübecceline iman ediyorlar? Hiç şübhe yoktur ki şayed İslam’daki vahdet ve kuvvet esaslarının namazdan orucdan zekattan daha mühim olduğu ve esasat-ı sairenin bu iki asıla nisbetle zinet ve füru’ mesabesinde kalmak lazım geldiği asırlardan beriEzhertarafından efkar-i müslimine yerleştirilmiş olsaydı bugün ne Avrupalılar alem-i İslam’a bu kadar müstevli olabilirdi ne de ahkam-ı İslamiyyenin ezhan-ı müslimindeki mevkii şimdiki kadar küçülürdü. Evet İslam mülayemeti te’enniyi sever. Basiretsizliği etmez. Kitabullah’ın bir kısmına iman edip diğer bir kısmını göndermiş olduğu beyyinatı ketm edenlere düşman kesilir. edilmiş halde bulunuyor. Müslümanların içinden dininin manlarınız sizi dininizin en başlı erkanını en muazzam esasatını müdafaadan men’ ederler ve henüz hayat-ı feryad-ı istimdadınızı yükseltmenize meydan vermezlerse sizin müslüman kalmanıza müsaade etmelerinin acaba ne ma’nası vardır? Londra’dan gazetesine yazılıyor: Bugün sabahleyin bayram namazını Londra’dan trenle bir saat kadar mesafede olan Voking Camii’nde kılmak üzere birçoklarıyla beraber yola çıktık. Tren fesli sarıklı ve Hindlilere mahsus serpuşlu zevat ile o kadar dolu idi ki Londra’nın sıkletinin üzerimden düştüğünü hissettim ve kendimi şarkta zannettim. Senenin en büyük bayramını tes’id etmek ve İslamlık’taki ve Afganlı camie toplanmakta idiler. Cami’ her vakitki gibi cemaati ve seyircileri isti’ab edemediğinden çimen üzerine halıları serilmiş ve etrafına sandalyeler dizilmişti. müslimine beyan-ı hoş-amedi eylemekte idi. mumaileyh pek alim ve fazıl bir zattır ve İngilizceyi gayet güzel tekellüm eder. Gelenler isimlerini defter-i mahsusa kayd etmekte idiler. Cema’at arasında İstanbul Hükumeti Mümessili Mustafa Reşid Paşa mahdumu ve Birinci Katib Şefik Bey bulunuyor. Şefik Bey mükemmel İngilizce ve Fransızca tekellüm eder. Almanca ve İtalyanca da bildiğini husustaki ma’lumatının derecesini bilmiyorum. Afgan Mümessili Serdar Abdülhadi Han hazretleri de hazır bulunuyorlardı. Müşarun-ileyh ile azıcık Türkçe konuştum. Fakat bi’l-ahire İngilizcesinin pekiyi olduğunu keşf ettim. Lord Hedly ve sair İngiliz İslamları tabiatıyla cemaat arasında bulunuyorlardı. Bunlardan ma’ada daha birçok zevat mevcud idi. fakat birer birer isimlerini kayd etmek büyük bir defter teşkil eder. Müezzinin ezanı okuması üzerine namaza başlandı. Cema’at arasında altı kadar İngiliz İslam hanımları bulunuyordu. Bu hanımların yazlık elbiseleri ve ilkbahar serpuşları ile namaz kıldıklarını görmek pek garib idi. Zevcem camie gitmek üzere hazırlandığı halde son dakikada bir mani’ zuhur ettiğinden gidemediği için İslam hanımları arasında hiçbir çarşaflı yoktur. Yalnız bir tane olsun çarşaflısını görmek istiyordum. Çarşaftan maksadım bugün Türk hanımları tarafından İstanbul’da isti’mal edilen ve çarşaftan ziyade şapkaya benzemeye başlayan çarşaf değildir. Eğer Türk hanımları eski çarşafın ve peçenin kadınlara ne kadar yakıştığını bilmiş olsalar onu terk etmeye veyahud da çarşaftan başka şeylere benzetmeye teşebbüs etmezler. Parlak güneş altında ve yeşil çimen üzerindeki manzara pek müessir idi. İmam efendinin istifadeli vaazını kemal-i dikkatle dinledik. Hulasaten din ile fennin bir olduğunu söyledi ve dinin Cenab-ı Hakk’ın doksan dokuz isimlerinde mündemic me’aliyi taklid etmekten tevfik-i hareket etmeyip yalnız eşkali ile amil olmak mürailik olduğunu söyledi. namazdan sonra açık havada umum cemaate bir öğle yemeği ziyafeti verildi. Yemek çimene konulan uzun masalar üzerinde yenildi. Yemekten sonra umum dost aileleriyle ma’an istirahatlerinin ikmaline dairemr-i kerimsadır olmuştur. Yek-diğere tecavüzatta bulunmamak üzere aralarında muahede akd olundu. Geçenlerde San’a’daki asakir-i Osmaniyye tarafından olunmuş kurbanlar zebh edilmiş Hilafet-i İslamiyye’nin nusretine dualar olunmuştur. Mekteb-i Sultani fevkinde rayat-ı Osmaniyye sallanıyor ve talebe sami’ini teheyyüc eden neşideler okuyordu. Tatlı bir gündü. Cenab-ı Hak Hilafet Devleti’ni ve mecd ü sa’dını bi’l-izzi ve’l-ikbal idame ve muhlis ricalini muhafaza buyursun. Avrupa’daki halk darülfünunlarından bahseden sahibi Ahmed Cevdet Bey makalesini şu sözlerle bitiriyor: Mezkur müesseselerin ilk müessisi ve banisi Danimarkalı bir papastır. Me’murin-i ruhaniyyenin bu memleketlerdeki hissiyatı pek vatan-perveranedir. Ulema’-yı din fevka’l-had milliyet-perverdirler. O fikirde me’murin-i ruhaniyyenin vücudu bir memleket için mucib-i saadettir. Ulema-yı din bizdeki gibi bir tarafa çekilmiş değillerdir. Ötekiler daima ahali ile temasta bulunduklarından halkın maddi ma’nevi ahvalini ihtiyacını herkesten evvel görüp takdir ediyorlar ve teşebbüslerinde daima ahlak-ı haseneyi rehber-i hareket ittihaz ediyorlar. Ma’lum olduğu üzere ulema-yı din yalnız ilm-i din ile ler fedakarlıkları her tahminin fevkindedir. Bu adamlar efrad-ı ahalinin dini ve dünyevi umuruyla iştigali mukaddes bir vazife bilmişlerdir. Fukara-yı halka yetimlere etfal-i metrukeye kimsesizlere hastalara işretin men’ine me’murin-i ruhaniyyenin ettiği hizmetleri sayıp dökmekle bitiremeyiz. Me’murin-i ruhaniyye içinde büyük zadegan ailelerine mensub zevat pek çoktur. Avrupa me’murin-i ruhaniyyesi ulum-ı ictimaiyye ile pek sıkı hüsn-i hizmetleri görülmüştür. larımızabayramınız mübarek olsuntemennisinde bulunduktan sonra kurban bayramında tekrar toplanmak üzere Londra’ya avdet için trene bindik Yarın Afgan sefiri ile mülakat etmek üzere müşarunileyhden va’d aldım. Gelecek mektubumda bu mülakattan bahsedeceğim. Beyrut’ta münteşir gazetesi yazıyor: Tarih-i alemde misli na-mesbuk olan ve bütün dünyayı bir harmanmış gibi dolaşıp çiğneyen Harb-i Umumi’ye rağmen Yemen kıt’ası sekenesi hala tabiiyet-i Osmaniyyelerini muhafaza etmektedirler. Her tarafa kolunu kanadını atıp geçen bu harb Yemenlilerin Hilafet-i İslamiyye’ye karşı besledikleri hulus ve muhabbete ufak bir halel iras edememiştir. Ahiren varid olan resailde Yemenlilerin Hilafet-i İslamiyye hakkındaki ihlas ve irtibatlarına dair ba’zı menakıblarını gördük fevka’l-had mesrur olduk. Dinine ve ümmetine sadık olan her müslümanın da buna sevineceğine emin olduğumuz için bazılarını nakl ediyoruz. Harb-i Umumi devam ettiği ve en mühim bilad ve memalik bile bunun te’siriyle kıvrandığı zamanlarda Yemen sekenesi mes’ud bir hayat geçiriyor idi. Bu hal Nedim Bey’in iştirakiyle ittihaz ettiği tedabir sayesinde hasıl olmuştur. Bu babdaki vali Mahmud Nedim Bey’in hizmeti de şayan-ı zikr ve şükürdür. Müşarun-ileyhin her teşebbüsü muvaffakiyetle neticelenirdi. Onun mesa’i-i cemilesi sayesinde Yemen kıt’ası şarktan garba ve şimalden cenuba kadar umran ve terakkiye doğru yürüyordu. Her halde tarih sahifelerini bu zatın hidematıyla tezyin edecektir. Evvelce olduğu gibi el-yevm dahi devair-i hükumet ve emakin-i askeriyye üzerinde Osmanlı bayrağı temevvüc etmektedir. bütün nüfuzunu isti’mal ediyor ve fevkalade bezl-i muavenette bulunuyor. Müşarun-ileyh her fırsatta Hilafet ve Hükumet-i Osmaniyye’den başka bir hükumet tanımadığını ve tanımayacağını tasrih ve i’lan etmektedir. riyetlerini terk ve memleketlerine avdet etmek tasavvur ettiklerinden bu tasavvurlarından vazgeçmelerine ve ­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Ayat-ı ilahiyyeye karşı mu’anidlerin gösterdikleri küfür ve ta’annüd müşriklerin ve Ehl-i Kitab’ın Hazret-i Peygamber’den harikulade şeyler talebi – Bundan maksadları Allah’ın na-mütenahi kudret-i sübhaniyyesi – Müslüman askerinin tarihteki mühim ve payidar mevkii na-kabil-i tağayyür hasaisi – Müslüman askerinin kahramanlığı ganimet için değildi – Temayülat-ı maddiyye mağlubiyetten başka bir netice vermemiştir – Müslüman askerinin mezaya-yı fazılası – Hak yolunda mücahede – – Cihadın hikmet-i teşrii: Hakkı müdafaa batılı mahv u izale – Merhum Said Halim Paşa hazretlerinin vak’a-i şehadetleri münasebetiyle na-tamam kalan hatırat-ı siyasiyyesinden bir parça – İtilaf devletlerinin Türkiye hakkındaki su-i niyyetleri ve hasmane hareketleri – Türkiye’yi saha-i tecerrüd ve infiradda bırakmak – Hilafetiyle ittifaktaki fevaid-i azimeye rağmen Düvel-i Mü’telifenin buna yanaşmamaları – – İtilaf devletlerinin esas gayeleri: Türkiye’nin metrukatını taksim – Türkiye’nin bi-taraflığı atalet-i mutlakaya mahkumiyeti demekti – Bugünkü mukavemet-i milliyye Türkiye’nin Harb-i Umumi’ye iştiraki esbabını pek güzel izah eder – ’de Sevr Muahedesi yazılmadığı için tehlike kitap şeklinde okunamazdı – Harb-i Umumi’nin Türkiye’nin Almanya ile ittifakı – Vakitsiz harbe girmesi – Türkiye’nin hatt-ı hareketi esas i’tibarıyla hiçbir suretle tenkid olunamaz. göndermiş nebilerini ayat-ı baliğa-i sübhaniyyesiyle o derecelerde te’yid buyurmuşken acaba bunların tebliğ ve tebşir hususunda kifayeti görüldü mü? Asla! O mu’anidlerin tasvir-i hali için Kur’an-ı Hakim’de {À Y¯ ž ­· ž¹ Ê ­¶uÀ yÁ] ¦ Y²YÁ› s² Onları tahvif ediyoruz da bu tahvifimiz tuğyanlarını artırmaktan başka netice vermiyorbuyuruluyor. Cenab-ı Hak nebilerinin eliyle ne kadar ayetler la bu mu’cizeler kaç def’a unutuldu da taraf-ı Bari’den daha beliği daha bedi’i hiç olmazsa naziri gönderildi! Bunda şayan-ı istib’ad bir cihet yoktur. Allah her şeye kadirdir. Yerler gökler onun dest-i kudretindedir. Bütün mahlukat için o Hallak-ı zü’l-celalden başka veli ve nasir yoktur. Fatır-ı Hakim ayat-ı ilahiyyesinden mesela ayet-i leyl gibi birini nesih ve mahv ederse onun yerine nazirini yahud daha bedi’ini getirir ki o da ayet-i nehardır.  Y j ©Á ª Y³ — o¯ž ±ÁcÀ Y·³ª ©Á ª _À Y ²¹ j Y³ — À_ ³ Á± c] cª y Ë ±®\ ª u– ¹¯—cª ­ oª ž ¹ › ‹ ‡]® Y·³ª Biz gece ile gündüzü kudretimizin iki beliğ ayeti olarak adedini vakitlerin hesabını bilmek için ayet-i neharı ziyadar eyledik. Kezalik aradan uzun zaman geçmesi bir kavme ayat-ı mu’cizeden birini unutturacak olursa Cenab-ı Hak o ayetin nazirini yahud daha büyüğünü göndermeye kadirdir. i µ\ à Y i – i ±® _À µÁ– {² Yª ¹¯—À ʹ ª ¹ ¦ g Ê ­¶y ±ª _À {³À Diyorlar ki buna Tanrı’sından bir mu’cize inseydi de görseydik. De ki: Allah elbette bir mu’cize tenziline kadirdir. Ancak bunların çoğu cehl içinde bulunuyorlar. Müslüman askerinin tarihte mühim ve payidar bir mevkii na-kabil-i tağayyür hasayisi vardır. Alemin müverrihleri içinde Müslüman askerini korkaklık kumandanlarına rebilmeye muvaffak olan bir kimse yoktur. Bunların hepsi Müslüman askerinin harb meydanlarında hasımlarına karşı bir şir-i jiyan kesildiğini şedaid-i mevte kalbinde hiçbir endişe ve fütur hissetmeksizin saldırdığını düşman saflarına karşı giderken göreceği Bismillahirrahmanirrahim ±® Ê .............._À oÀ ­¶ ¹²{ ³² Y® Meal-i celili Biz bir ayeti nesh veya yok edersek yerine ondan daha iyisini hiç olmazsa onun gibisini getiririz. Bilmedin mi ki Allah her şeye kadirdır. Bilmedin mi ki bütün göklerin yerlerin sahibi Allah’dır. Bilmedin mi ki sizin için Allah’dan başka ne veli ne de mu’in yoktur. Yoksa vaktiyle Musa’dan istenilen şeyler gibisini sizler de Peygamber’inizden istemek arzusunda mısınız? Kim yoldan sapmış olur. Hak kendilerince zahir olduğu halde sırf nefislerindeki hased saikasıyla Ehl-i Kitab’ın birçoğu hususta emr-i ilahi gelinceye kadar onların hakkında afv şeye kadirdir. Namazı kılınız zekatı veriniz nefisleriniz Yahudiler cennete ancak Yahudiler nasraniler de yalnız nasraniler girecektir diyorlar. Onların kendi kuruntularıdır. Sen onlara’eğer doğru söylüyorsanız delilinizi getiriniz’ de. Evet kim mü’min-i halis olarak yüzünü Allah’a çevirir de yalnız ona kulluk edersen onun için Tanrı’sının yanında ecir ve mükafat vardır ve böylelerine mahşerde ne korku ne de hüzün yoktur. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz gerek müşrikleri gerek Ehl-i Kitab’ı İslam’a da’vet ettikçe bunlar o Resul-i muazzama ezada cefada sözlerini istihfafta alabildiğine ileri giderlerdi. Da’vasını mu’cizelerden harikulade şeylerden biriyle isbat etmesini teklif ederlerdi. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz de vazife-i risaletin hududunu kendilerine ta’yin etmek suretiyle mukabelede bulunurlardı. Hazret-i Peygamber’den böyle harikulade şeyler talebi mes’elesinde Arab’ın göstermiş olduğu ısrar öyle selim bir fikir yahud samimi bir his neticesi değildi. Ancak ya inad ve istihza kasdıyla vuku’ buluyordu yahud ne fıtrat-ı selimeye ne de her türlü tebeddülden masun bulunan kanun-ı ilahiye tevafuk etmeyecek birtakım metalib serd eden ecdad-ı kadimelerine benzemelerinden saydı gördükleri ayat-ı semaviyye inadlarını inkarlarını teşdid etmezdi. Evet Cenab-ı Hak o kadar mu’cizeler mukavete alacağı zahm-ı eleme kat’iyyen ehemmiyet vermediğini teslim hususunda yek-zebandırlar. Bir Müslüman askerinin haiz olduğu bu hasayis-i şehametin esbabını izah hususunda müverrihler muhtelif fikirler dermiyan etmektedirler. Bu efkar-ı mütehalifeyi ayrı ayrı serd ve tenkide lüzum görmemekle beraber içlerinden en mühim i’mal-i efkara en müsaid gördüğümüz yalnız bir tanesini münakaşa etmeden geçmeyi münasib addetmiyoruz. Bu fikre tarafdar olan Müslüman askerinin fart-ı besaletle ittisafının hikmetini fıtrat ve menşe’i icabınca ganaim elde etmeye toprağı münbit ve mahsuldar iklimi latif memleketlere sahib olmaya son derece haris ve heveskar olmasında buluyor. Bu hırs ve temayüle de onun şenliksiz memleketlerde feyz ve taravetten ari ve mahsulat-ı tabiiyye namına birkaç hurma ağacıyla biraz ottan başka bir şey yetiştirmek sebeb gösteriyor. Vekayi’-i harbiyye-i İslamiyeye aşina olanlar bilirler ki mesela Arablar ki Cenab-ı Peygamber içlerinden yetişmiş ve da’vet-i risalete kendilerinden başlamış olmak dolayısıyla ilk evvel kabul-i İslam etmişlerdir bütün gazavat ve fütuhatlarında ne dünya meta’ına meyl ve rağbet etmişler ne de kumandanlarına itaatsizlik göstermek kavanin ve nizamat-ı harbiyyelerine riayet etmemek muharebe meydanlarında ahz-ı mevki ettikten sonra saflarının intizamına halel getirecek harekatta bulunmak gibi bir hadiseye meydan vermişlerdir. Evet vakı’a ba’zı vak’alarda İslam ordusu arasında za’af ve hezimet asarı görülmemiş değildir. Fakat bunun başlıca sebebi askerden bazılarının İslam’a intisabları henüz yeni olduğu için kalblerinde iman layıkıyla yerleşmemiş hak ve hakikati müdafaa yolunda rasih-i kavm olanlar derecesine varamamış olmasıdır. Huneyn gazvesinde de böyle olmuştu. Müslümanlar Tehame’nin gayet kuytu ve basık vadilerinden birine iniyorlardı. Düşmanları yerlerinde pusu tutmuşlardı. Bunlar kemingahlarından çıkarak birden hücum edince müslümanlar bozuldular kimse dönüp yanındakinin haline bakamayacak surette müdhiş bir hezimete duçar oldular. Serdar-ı muazzam sallallahu aleyhi ve sellemlerinin yanında sebat edenler kadın erkek yalnız imanında sadık olanlar idi. Hatta Ümmü Selim İslam mücahedelerinden biri hançeri elinde risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimize: Sana karşı harb edenleri nasıl öldürüyorsan yanından kaçanları da öylece öldür onlar da katle layık heriflerdirdiyor idi. Bir de ahd-i risalette dahil-i İslam olanlar miyanında münafık bir taife vardı. Bunların gözlerini birtakım metalib-i maddiyyeye dikmiş olmaları da ba’zı vekayi’de asker-i İslam’ı müşkil mevki’de bırakmış ordunun hayli zarar görmesine sebeb olmuştur. Ahd-i risalette reisü’l-münafıkin olan Abdullah bin Ebi ve rüfekası müslümanlar ganaime destres oldukça huzur-ı Risalet-penahi’ye koşup gelerek hisselerini isterler muharebe sözü ortaya çıkınca icad ettikleri bahanelerle yerlerinde rahat oturmak için izin koparmak telaşına düşerler idi. Nitekim Uhud vak’asında da aynı hal cereyan etmişti. Tarih-i İslam’ın kayd ettiği ba’zı vekayi’de bu nevi’ hadisat vukua gelmiş ise de mikdarı parmakların adedini tecavüz etmeyecek derece mahduddur. Bu gibi hadiselere ise sırf maddi maksatlarla havza-i İslam’a sokulmuş olan avam sebebiyet vermiştir. Bu zümreyi teşkil edenler ya imanlarında sadık olmayan münafıklardan yahud yakın zamanlarda Müslüman oldukları için kalblerinde rasih ve mütemekkin adat-ı cahiliyyeyi mahv ve izaleye İslam’ın henüz vakit bulamadığı cehele-i avamdan ibarettir. Endülüs fütuhatında İslam ordusuna iltihak eden Berberilerin tarz-ı hareketleri de aynı merkezde idi. Bunların ganayim-i vefire muvacehesinde zabt-ı nefse muktedir olamamaları İslam ordusunda cari olan nizamata riayet kaydında bulunmamaları cüyuş-ı İslam’ın Fransa’da Şarl Martel’in karşısında duçar-ı nekbet olmalarına sebeb olmuştur. - yağma-girlikten hasımlarını mahv u istisalden başka bir maksadla harb etmezler idi. İslam işi değiştirdi. Ehline böyle makasıd-ı hasise uğrunda cenk ü cidalin menfur bir hareket olduğunu tanıttı. Kalblerinde yalnız hakkı himaye ve te’yid uğrunda mücahedeye meyl ve muhabbet uyandırdı. Bu şerita-i cihadı Kur’an müslümanlara karşı bir kanun şekline koyarak muhalif hareketi kat’iyyen Áy tahrim etti. š ±À à ­ ¦u—À n ª uª Y·² ±ÁcŸY ¹b ­ £À µbY¯\ ª y\ • ª ¡ yžY ª ¡ ©]À ©ŽY]ª k¯ª y¦ ¹ª ¹®y ƒªb _ ¦¹ª ¹ yÀ ­ à uÀ oÀ ¡ oÁª Bu ayet-i kerime Kur’an’da müslümanlara hedef ve gaye ittihaz edinmeyi farz kıldığı şey ihkak-ı hak ibtal-ı batıl olduğunu gösteriyor. Şeriat-i İslamiyye’nin vaz’ından maksud-ı ilahi yalnız bu olduğunu vazıh bir surette Bu i’tibar ile mazmun-ı ayete muhatab olanların karleri Kur’an’ın cüyuş-ı İslamiyye için ta’yin ettiği makasıd miyanına dahil olmadığı hakikati kendiliğinden tezahür ediyor. Halife-i Sani Ömer bin el-Hattab radıyallahu anhın zaman-ı hilafetinde feth edilmiş olan Irak Suriye Mısır arazisi hakkında müslümanlara vaki’ olan tebligatı fütuhat-ı vakı’ada İslam’ın nokta-i nazarını aşikar bir tarzda tecelli ettirir. Cenab-ı Ömer cünud-ı İslamiyyeyi arazi-i meftuhanın istila ve tasarrufundan kat’iyyen men’ etmiş arazinin ashabı yedinde ibkası hakkında kat’i emirler vermiştir. Ebu Firas Cenab-ı Ömer bin el-Hattab’ın birgün hutbe esnasında şu sözleri söylemiş olduğunu rivayet etmektedir: ­c³~ ­³À ­¦¹¯—Áª ­Áª ­·~ ±ª ­ª¹® wsÁªÊ ­¦Yƒ\ ¹\y‹Áª ­Áª ªY¯– ©~Y® à ² Y³ªY·À u—ªY\ ­³Á\¹¯oÀ ¡oªY\ ­³Á\¹‹£À Ey nas Allah hakkıyçün size amillerimi sizi döğsünler mallarınızı alsınlar diye göndermiyorum. Din ve sünnetin ahkamını öğretsinler da’vanızı doğrulukla fasl etsinler adilane hüküm versinler diye gönderiyorum. Faruk-ı a’zam Ebu Ubeyde’yi Şam ordusuna serdar nasb ettiği zaman ta’yinini mutazammın emirnameye şu sözleri derc etmişti: _¯Á³šYj_¶ ¿ª ±Á¯¯ª u£bÊ š¯‰ ¥]i ±® a¶Y¯¦ ¥·b YÀY·³– ¥]i µªYÁ²uª ±– y‡\ Ganimet elde edeceğim diye müslümanları tehlikeye saldırma zinet-i dünyaya karşı gözünü kapa kalbini onunla meşgul etme hazer et ki dünya senden evvel gelip geçenleri helak ettiği gibi seni de etmesin. Halife-i müşarun-ileyhin Kudüs ahalisine göndermiş olduğu muahedenamede şu fıkra münderic idi: Bir Müslüman askerinin dini icabınca on düşman karşısında firara mesağ yok idi. Vakı’a da Kur’an sabır ve sekineti rehber ittihaz eden yirmi müslim mücahidin kındaki va’dinde sadık olduğunu birçok me’asir-i maddiyyesiyle çok zaman hükmü mer’i mahfuz kaldı. Gitgide müslümanların adedi çoğalarak İslam’ın mevkii hayliden hayli peyda-yı metanet ettikten mevcudiyetini sarsacak devam-ı da’vetini tehdid edebilecek hadisata hedef olması hükmüyle mensuh oldu. bundan böyle bir müslümanın hud’a-i harbiyyeye tevessül yahud bir fi’e-i İslamiyyeye kaçmasını meşru’ gösterecek hiçbir sebeb kalmadı. kahramanlığına sebeb öyle ganimete feth edeceği biladın na’im lezzatından istifadeye haris ve mütehalik olması değildir. Zira gördük ki bu gibi temayülat mevzu’-ı bahs ettiğimiz vekayi’de müslümanların galibiyetlerine hizmet etmemiş bilakis hezimet ve harabiyetlerine badi olmuştur. Müslümanlar Mısır’ı feth etmeye gittiler. Kumandanları Amr bin el-As harbe girişmezden evvel İslam ordusunda mer’i adete teba’an Romalılar tarafından mansub Mısr-ı Ulya hükümdarı Mukavkıs’a metalib-i harbiyyeyi tebliğ etti. Mukavkıs bu babda icra-yı müzakerata me’mur bir hey’et gönderdi. Hey’et avdet edince hükümdar asker-i İslam’ı ne halde bulduklarını sorarak şu cevabı aldı:Öyle adamlar gördük ki yanlarında memat hayattan tevazu’ rif’attan daha makbul ve mu’teberdir. Dünya muhabbeti kalblerinden silinmiş yere oturuyorlar diz çökerek yemek yiyorlar emirin adi bir ferdden farkı yok refi’i vazi’den hürrü abdden seçmek mümkün değil. Namaz vakti olunca hiçbiri icra-yı ayinden geri durmuyor. Etraf-ı a’zalarını bol bol su ile yıkıyorlar ayinlerinde hakikaten hayret-bahş bir huzur ve huşu’ alıyorlar. Şuraya kadar serd ettiğimiz izahattan anlaşıldı ki bir Müslüman askerinin ümem-i saire askerlerinden temayüzünü te’min eden birtakım havas ve mezayası vardır. Tarih-i muharebatının bütün safahatında ona hamaset ve şehamette misl-i sair olmak şeref ve liyakatini bahşeden o evsaf ve mezaya-yı ber-güzidedir ki esasları şu dört noktada temerküz eder: - Hak yolunda mücahede: Bir Müslüman hiçbir vakit müşteheyat-ı nefsiyye menafi-i maddiyye uğrunda harb etmez. Gerek Arablar gerek sair ümmetler İslam’ı kabul etmezden evvel diyyeye incizab temayülatını tamamıyla silmişti. Feth-i bilad hususunda cünud-ı İslamiyyenin ta’kib ettiği gaye ve menafii nefislerine hasr etmek olsayda ne Ebubekir ve Ömer ne de diğer hulefa-yı müslimin kumandanlarına bu yolda tavsiyelerde bulunurlar evamir-i şedide verirlerdi ve tabiidir ki bilad-ı meftuha ahalisine emval ve arazilerine tasarruf hakkını bahşetmezlerdi. Binaenaleyh miş olduğu düsturlara tatbik edilecek olursa yalnız hakkı müdafaa batılı mahv u izale esaslarından ibarettir. Ve bir müslüman ganayime konmak halkın hukukunu ellerinden nez’ etmek gibi maddi bir menfaat sevkiyle lesinden biri budur. Diğerleri de inşaallah gelecek hafta ­·Ÿ²Ê ­·³À ±– ¹¶yÀÊ ­·ª¹® ±®‚ ±®ÊY·³® £³ÀÊ u·ÀÊ ­·Y³¦ ±bÊ ­·c®yY~ ­·Ày\ ­·¯Á£~ ­·bˆ ­· ±ª ­·ª¹® ­¶Y– ±Y¯ÀÊ ±®YÁÀ ©¶Ê ±Á³®Q¯ªyÁ®y¯–Y–Y®w¶ ®Y®Y ­·³®unY‹ÀÊ Şu varaka emiru’l-mü’minin tarafından O bununla ahali-i mebhuseye canları malları kiliseleri Salibleri hakkında eman bahş etmiştir. Sağlam alil bütün efrad-ı millet bu haktan müstefiddirler. Kiliseleri ne mesken ittihaz ne hedm olunabilir ne de bunlarla emval-i sairelerinin hey’et-i asliyyelerine halel getirilebilir. Dinlerini terke icbar edilemeyecekleri gibi zararlarını mucib hiçbir mu’ameleye de hedef olmazlar. Emiru’l-mü’minin Ömer bu muahedenameyi Hicret-i seniyyenin on beşinci senesinde müslümanların devr-i cahiliyetlerinden pek uzaklaşmamış oldukları bir sırada yazdı. Fakat Kur’an onların kalblerinden amal-i mad- Büyük Avrupa harbinin infilakı bütün Türkiye’yi en derin bir hayret ve endişe içinde bıraktı. Na-me’mul olduğu kadar vukuundan tehaşi edilen bu hadise-i uzmanın Türkiye İmparatorluğu için ihtiva eylediği mehalik-i amikayı idrak etmeyen yoktu. Düvel-i Mü’telife’nin tedricen perde-i ketumiyetten sıyrılarak tezahür etmekte olan husumetleri ise bize Kırım Muharebesi’nden beri pek çok şeylerin tebeddül etmiş olduğunu o zamanki rakiblerin şimdi aynıŞark Mes’elesini diğer ta’birle Türkiye’nin İnkısamı Mes’elesini bir i’tilaf-ı müşterekle halletmek istediklerini gösteriyordu. Artık Devlet-i Aliyye Fransa ve İngiltere tarafından Avrupa’nın muvazenesini te’min eden adimü’l-ihmal avamilden biri addedilmiyor bilakis mezkur muvazeneyi muttasıl tehlikeye ilka eden bir mevcudiyet olarak kabul ediliyordu. Herkes Rusya’nın matmah-ı nazarı İstanbul ve Boğazlar olduğunu anlıyor herkes Fransa’nın Suriye’ye ve İngiltere’nin mer gayeleri alenen Türkiye’ye i’lan edilmemiş olmakla beraber mezkur devletlerden herbiri bu muharebede meş’um ve asır-dide bir siyasetin haile-engiz inkişafatını Şark Mes’elesi denilen ve bunca yıllardan beri oynanılan duradur facianın son perdesini görüyor ve seziyordu. Harb-i Umumi’nin ta ilk günlerinden beri Düvel-i Mü’telife’nin Devlet-i Aliyye’ye karşı ittihaz etmiş oldukları hatt-ı hareket Türk milletiyle hükumetine hakaik-i ahvale intikalden mütevellid pek samimi endişelerinin ne kadar muhik olduğunu göstermekten başka bir şeye kumetlerine varıncaya kadar her tarafta kendine müttefikler aradığı yirmi beş otuz seneden beri Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın müttefiki olan İtalya’yı keza Avusturya-Macaristanla akd-i ittifak etmiş olan Romanya’yı kendi lehine celb etmek için daire-i imkanda olan her şeyi yaptığı hiçbir fedakarlıktan ictinab etmediği halde Türkiye’yi kendi daire-i ittifakına idhal edebilmek harebenin Türkiye ile olan derin ve hayati alakasını Türkiye’den saklamak onu cereyan eden hadisattan uzak tutup bir saha-i tecerrüd ve infiradda akim ve mu’attal bırakabilmek için lazım gelen her şeyi yaptılar. Maamafih Türkiye ile yani Merkez-i Hilafet’le bir ittifakın Düvel-i Mü’telife’ye fevaid-i azime te’min edeceği vareste-i iştibahtı. O kadar teba’a-i müslimeye malik bulunan ve zafer-i nihaiyi istihsal zımnında müslim teba’alarının da muavenetine müftekır olan İngiltere ve Fransa için böyle bir ittifak ahlaki iktisadi siyasi olmak üzere üç nokta-i nazardan pek müstesna fevaid te’min ederdi. Rusya’ya gelince böyle bir ittifak harbe layıkıyla devam edebilmek için müttefikleriyle elzem olan me’men ve muttarid temas ve müraseleyi Boğazlar ve Karadeniz tarikiyle kendisine te’min etmiş olurdu. Bundan başka bi’l-ahire İ’tilaf-ı Müselles aleyhine pek güzel isbat feth etmek için değildi. Şübhesiz ki muavenetiyle Fransa’yı ahz-ı sara teşvikten ve İngiltere’yi Almanya’nın müdhiş rekabet-ı sına’iyye ve ticariyyesinden tahlise şitabdan maksadı ve ümidi Boğazları ve Anadolu’nun büyük bir kısmını istila serbesti-i icara nail olarak asırdide Rus gaye-i hayalini kuvveden fi’ile getirmek ve bu suretle Japon harbinden beri o kadar satvet ve nüfuzunu gaib etmiş olan Çarlığa da iade-i haysiyet ve i’tibardı. Binaenaleyh asırlardan beri olduğu gibi yine Devlet-i Aliyye’ye en büyük tehlike doğrudan doğruya Çarlık Rusyası’ndan geliyordu. Halbuki ne Fransa ne İngiltere Rusya’dan ayrı olarak hiçbir ta’ahhüde girişmiyorlardı. Çünkü o zamanlar bu iki devlet bütün ümidlerini bu devlete ibtina ettiriyor ve pek doğru olarak zafer-i nihaiyi istihsal için en ziyade Çarlık Rusyası’na güveniyorlardı. Şübhesiz ki Rusya’nın muavenetinden mahrum bir Fransa ve İngiltere için ati muzlim idi. Nihayet İ’tilaf-ı Müselles süferasıyla devam eden mükalemeler bu üç devletten müştereken vürud eden ve sefirleri tarafından verilen nota ile nihayete erdi. Bu notaya göre mezkur devletler bütün Harb-i Umumi müddetince Türkiye’nin tam ve mutlak bir bi-taraflık muhafaza etmesi şart-ı mahsusuyla tamamiyet-i mülkiyye ve istiklalini tekeffül ediyorlardı. O suretle ki bu müşterek notaya nazaran Türk Devleti’nin sadece harbe girmemesi bi-taraflık telakki edilmiyor binaenaleyh Türkiye’nin istiklal ve tamamiyetini tekeffüle de şart-ı kafi addedilmiyordu. Türkiye istiklal ve tamamiyetinin İ’tilaf-ı Müselles tarafından tekeffül edilmesi için Türkiye’nin Düvel-i Mü’telife’yi te’min ve tatyib eden bir bi-taraflık ihtiyar etmesi lazım geliyordu. Demek ki Düvel-i Mü’telife tarafından edilen ta’ahhüd Türkiye’nin bi-taraflığı hakkında kendi takdirlerine muhavvel binaenaleyh münakaşata ba-husus münakaşat-ı müstakbeleye küşade bulunurdu. Muharebe hitama erer ermez kafil devletlerden biri çıkıp Türkiye Harb-i Umumi esnasında lazımı vechile bitaraf kalmadı veyahud siyaset aleminde daima za’iflere ve Hıristiyan olmayan devletlere reva görülen su-i te’vil ve tefsirlerden birine kalkışınca mezkur tekeffülün böyle bir hale karşı ne kıymeti olabilirdi? Esasen bi-taraflık denilen ve hadd-i zatında na-muayyen olan şeyin muayyen bir nokta-i nazara göre tahakkuku mümkündür. Ve bir ma’na-yı hakikisi olur. Şübhesiz bi-taraflığımızı Düvel-i Mü’telife tabiatıyla kendi nokta-i nazarlarında doğan mi’yarlarla ölçeceklerdi. Halbuki onların nokta-i nazarıyla Türk nokta-i nazarının tefavüt-i azimesi daha doğrusu zıddiyet-i kat’iyyesi mertebe-i aleniyette idi. O halde nasıl hiç de şayan-ı i’timad olmayan bir nokta-i eylemiş olduğu üzere layıkıyla techiz ve teşkil edilmiş bir Osmanlı ordusu hiç de şayan-ı istihfaf bir kuvvet değildi. Fazla olarak böyle bir kuvvetin ale’l-umum Balkan hükumatı üzerine bir te’sir-i kat’isi olur bi’l-hassa Bulgaristan ve Yunanistan’ın bila-tereddüd Düvel-i Mü’telife tarafını iltizam ederek bir an evvel harbe iştiraklerini te’min ederdi. Hulasa Türkiye ile bir ittifak Düvel-i Mü’telife’nin zafer-i seri’ini intac eder ve ihtiyar edilmiş bunca fedakarlıkların önüne geçilerek Avrupa’yı bu müdhiş ve mümted musaraanın atmış olduğu girive-i sefalet ve harabiyetten büyük bir mikyasta tahlis etmiş olurdu. Fakat pek mümkün olan böyle bir ittifakın gösterdiği fevaid-i azimeye rağmen ve kendi mevcudiyetinin pek ciddi mehalike ve vahim ithamlara ma’ruz kaldığını bi-taraflık muhafaza etmesi nasihatini tekrar edip durmuşlardır. Halbuki böyle bir ittifakın fevaidi o kadar büyük ve bariz idi ki Düvel-i Mü’telife’nin bunu teyakkun edemedikleri tasavvur edilemez. O halde Türk milleti ve hükumeti Düvel-i Mü’telife tarafından gösterilen bu lecek böyle bir ittifakın bu muharebede bizzat Düvel-i Mü’telife tarafından istihdaf edilen vehasta adama bir nihayet verip taksim-i metrukatından ibaret bulunan en esas gayelerden biriyle kabil-i te’lif olamamasından ileri geldiğine haml etti. Tehlikeyi böylece duyan anlayan Türkiye’ye yine İ’tilaf Devletleri tamamen bi-taraf kaldığı takdirde istiklal ve tamamiyet-i mülkiyyesini tekeffül eyleyeceklerinden fazla bir va’dde bulunmamışlardır. Halbuki Düvel-i Mü’telife ve muaveneti sayesinde kendi istiklal ve tamamiyetini de pek muhik olarak kendi tamamen te’min edebileceği böyle bir muharebede Türkiye’nin bütün istikbalini mücadeleye iştirak etmemek gibi bir şart-ı menfiye müstenid bir tekeffüle rabt etmek ne efkar-ı umumiyyeyi ne de o zamankı rical-i mes’uleyi te’mine kafi gelmedi. Maamafih Hükumet-i Seniyye bu hususta Fransa ve medi. Hatta İ’tilaf-ı Müselles’in Devlet-i Aliyye hakkında perverde eylediği niyyat-ı mektumeyi daha iyi gösterdiğinden bu mükalemeyi pek müfid buldu. Bütün bu şeylere karşı Devlet-i Aliyye Fransa ve İngiltere sefirlerine kendi devletleri tarafından ittihaz edilecek tekeffülün Rusya’nın ihtirasatına karşı bir mahiyet-i kat’iyye ve mutlakayı haiz olmasını ve Rusya’ya müdahale etmeden yalnız Fransa ve İngiltere tarafından ittihaz edilmesini Şübhesiz ki Rusya’nın bu kadar tehalükle Harb-i Umumi’ye atılışı Almanya’yı ve Avusturya ve Macaristan’ı nazarın o kadar enfüsi olan mi’yarlarına müstenid bir va’de bütün bir istikbal-i milli rabt edilebilirdi? Ma’hud tekeffülden birkaç gün sonra idi ki bu tekeffülün bile İngiltere tarafından yalnız Harb-i Umumi müddetine inhisar edilmesi istenildiğini son derece şayan-ı i’timad bir menba’dan duymuştum. Ve bu son günlerde sırf bir eser-i tesadüf olarak Fransız sefir-i sabıkı Bompar tarafından o zaman öğrenmiş olduğum şeyin te’yid ve tevsik edildiğini görüyordum. mecmu’asında Bompar harfiyyen diyor ki:Bab-ı Ali’deki teşebbüsatımdan sonra kendisini görmeye gittiğim olduğu bir telgraf İ’tilaf Devletleri tarafından Türkiye’ye teklif edilen tekeffülün yalnız Harb-i Umumi müddetine nazarında böyle tahdid edilmiş bir tekeffülün külliyyen ehemmiyetten sukut edeceğini bi-sud ihtar eyledim durdum. Maamafih böyle bir şeyi İngiltere sefirinin resmen Devlet-i Aliyye’ye tebliğ eylemiş olduğunu tahattur edemiyorum. Görünüyor ki Rusya’nın iştiraki ve İngiltere’nin su-i niyyeti ile bir kat daha kesb-i meşkukiyyet eden alude bir tekeffüle rabt-ı tali’ mümkün olamazdı. Esasen pahalıya oturmuş uzun elim bir silsile-i tecarib Devlet-i Aliyye’nin tarsin ve tekeffül edildiği demlerde bile ne yolda riayet görmüş olduğu pek güzel gösterdiğinden sulh zamanlarında Osmanlı tamamiyet ve istiklaline en mühlik darbeleri vurmuş olanların ba-husus Harb-i Umumi’den muzafferen çıktıktan sonra verdikleri sözlere ve ettikleri uhuda riayetleri mazideki tarz-ı riayetten başka türlü olacağı hakkında tatlı hayaller beslemek imkanını nez’ ediyordu. Maamafih o vakit çok kimseler Türkiye bi-taraflığına müsteniden Düvel-i Mü’telife tarafından teklif edilen tekeffülü na-me’mul bir saadet telakki ettiler. Bütün büyük Avrupa devletleri muhafaza-i mevcudiyet ve istiklalleri ettikleri bir hengamede asırlardan beri devam eden bir Şark Mes’elesi’nin mevcudiyetine mevki’-i coğrafi ve sairesinden dolayı haiz olduğu ehemmiyet-i fevka’l-adeye rağmen Türkiye’nin en küçük bir fedakarlık ihtiyarından bile fariğ olarak sadece böyle bir tekeffülle istikbal ve Avrupa’da infilak eden büyük harbin ta bidayetinden beri Türkiye’nin tamami-i bi-tarafiye yani İ’tilaf-ı Müselles’i te’min ve tatyib eden bir bi-taraflığa süluk edemeyişini afv edilmez bir cürm telakki edenlerin hala mevcudiyeti şayan-ı hayrettir. Zira İ’tilaf-ı Müselles’in maksudu olan Türkiye bi-taraflığı Türkiye’yi bir infirad ve atalet-i mutlakaya giriftar etmekten başka bir şeye yaramazdı. Böyle bir bi-taraflık Türkiye’yi hissedilen lüzum ve te’min ve teşekkülden aciz bulunduğu müdafaa-i milliyye kuvvet ve teşkilatını vücuda getirmek için elzem olan muavenet-i hariciyyeden külliyyen mahrum bırakıyordu. Bu muavenet-i hariciyyeye Türkiye bugün de müftekırdır. Dün de öyle idi. bu muavenet-i hariciyye Türkiye muhibbi Bolşevik Rusya tarafından bugün ala kadri’l-imkan te’min ediliyor ve daha büyük mikyasta te’min edilebilirse Türkiye bunu reddetmez edemez. Bu muavenet-i hariciyyenin bugünkü lüzumu o zamankı lüzumunu da vazıhan gösterir. Zira Türkiye’nin o zamanki vaziyeti belki bugünkündün daha mühlik idi. Görünüyor ki mezkur tekeffülü mer’i edebilecek bir bi-taraflık Türkiye’yi kendi kendini müdafaa edemeyecek bir hal-i infirad ve acze mahkum kılıyordu. Fakat kendi istiklal ve tamamiyetini müdafaa edemeyen bizzat kendi istiklal tamamiyeti olmayan bir memleket en mukaddes hukukuna en meşru’ sözlerine de hürmet ve riayet ettiremeyen binaenaleyh bi-taraf kalmak arzu-yı meşru’ ve hakk-ı sarihine de sairlerini riayetkar edemeyen bir memlekettir. Farz-ı muhal olarak Türkiye letinde bulunaydı kendi kendine vesait-i tedafü’iyyesini edememiş bir Türkiye bizzat İ’tilaf Devletleri tarafından üç Düvel-i Mü’telife beyninde temas ve müraselenin daha mü’emmen ve muttarid olması kendilerince bir mecburiyet-i hayatiyye olduğunu ileri sürerek Türkiye bitaraflığına artık riayetkar olamayacaklarını i’lan edip Boğazları ğu bi-taraflığı ne suretle müdafaa edebilecekti? Zannedilebilir miydi ki Türkiye kendi kabiliyetiyle böyle bir hareket bulan Düvel-i Mü’telife Türkiye’nin o ana kadar muhafaza eylemiş olduğu bi-taraflıktan dolayı perverde eyledikleri amik hiss-i şükran saikasıyla böyle bir hareketten fariğ olsunlar!... Böyle bir halin vukuu takdirinde zannedilebilir miydi ki Rusya ba’de’l-harb Boğazları ve İstanbul’u Devlet-i Aliyye’ye iade etsin? Fakat İstanbul’da yerleşmiş bir Rusya Anadolu’nun büyük bir kısmını yed-i gasbına geçirmiş bir Rusya demek ve Suriye’de yerleşmiş bir Fransa asırlardan beri devam eden Şark Mes’elesi’nin nihayet halli ve Türkiye’nin ortadan kalkması idi. yahud Hilafet namı altında bi-kudret bir mevhume olarak kalması idi. Bütün bu şeyler ne ahvale göre tebriye-i nefs için bina en büyük kuvve-i te’yidiyyesinden mahrum kalmış oluyor. Buna karşı bugün muavenet ve meveddeti Türkiye bulunan Bolşevik Rusya mevcuddur. Bu dost ve müttefik Rusya’nın ba-husus evailde inhilali Türk milleti için hemen hemen Almanya’nın mağlubiyeti kadar mühlik olurdu. Bir zaman Almanya’nın olduğu gibi bugün Bolşevik Rusya’nın devamı Türk mevcudiyet-i milliyyesi Bundan başka senesi ile arasındaki fark ’de ayn-ı milli tehlikenin herkes için şimdi olduğu gibi vuzuhla görülememesinden ve siyaseti kısmen veya tamamen lisan-ı siyasinin nezahet ve meva’idinden Eğer hadisat ve vekayi’in belağatını siyasi nutuklar ve meva’idin belağatı kadar takdir eyleseydik Balkan Harbi’nde gördüğünüz büyük ders-i ibret ma’neviya-tımızda daha derin teessürler bırakır kelimelerden vekitabda kalan insani nazariyelerden tatlı mücerredat ve hülyalar toplayan gafil muhayyilelerimiz yerine hakikat-perest ve şe’niyyet-bin binaenaleyh mücadele-i hayatta daha doğru ve müsbet bir kuvvet olan bir zihniyete malik olurduk. Her ne ise diyelim ki’de Sevr Muahedesi yazılmamıştı. Onun için da olduğu gibi tehlike kitap şeklinde okunamazdı. Fakat hakikatte Türkiye’nin Harb-i Umumi’den evvelki ve sonraki vaziyetleri birbirinin aynı olduğundan bugün devam edilen mücadele’de başlanılan muharebnin bir safhasıdır. Bugün Türkiye’yi silaha sarılarak mücadeleye mecbur eden esbab Türkiye’yi’de tabiatıyla Düvel-i Mü’telife aleyhine mücadeleye mecbur eden sebeblerdir. Gerek bugünün gerek dünün Türkiye’ye tahmil ettiği pek ağır ve elim vezaiften Türk milletinin ictinabı takdirinde kendine ayn-ı akıbet-i feci’a mev’ud idi. bugünün olduğu gibi dünün de kendisine tahmil ettiği yüksek ve ağır vezaifi ifadan ictinab eden bir Türkiye ancak kendi izmihlal-i millisine bizzat kendi hala mücadele edebiliyor ve Cenab-ı Hakk’ın inayeti muazzez ve mübeccel evladlarının havarık-ı fedakarisi yorsa bu sırf’de kendisine terettüb eden vazife-i ulviyyeyi idrak ederek mücadele edeceği kuvvetlerin büyüklüğü önünde bir ictinab ve tereddüd-i hayatına duçar olmadan elinden geldiği kadar vazife-i ulviyyesini hüsn-i Harb-i Umumi infilak ettiği zaman Türkiye dünyanın en sulhperver bir diyarı idi. Hiç kimseden bir şey istemiyor bütün istediği Balkan Harbi’nde giriftar edilmiş bir tasavvur ne de İ’tilaf Devletleri hakkında beslenilen su-i niyyet ve husumetten mütevellid faraziyat ve zünundur. Bu asırlardan beri Şark Mes’elesi’ne ve hasta adamabir nihayet vermeye uğraşanların yapacakları ve yapmak istedikleri sade ve yegane şeydi. Şark Mes’elesi de her mes’ele gibi nihayet bir i’tilaf-ı müşterekle halledilebilirdi. manki ahvale nazaran düvel-i muazzama-i Mü’telife için gaye-i hayal olan bir suret-i hal idi. ve şübhesiz Türkiye Umumi’yi bir badirenin ihzar ettiği bir fırsat-ı tarihiyyede Türkiye’nin de bu büyük tehlikenin farkına varıp elinden gelen bütün tedabiri ittihaz etmeyeceğini zannetmek gerek Düvel-i Mü’telifenin gerek Türkiye’nin feraset ve basiret-i siyasiyyelerine pek dun bir kıymet izafe etmekten başka bir şey ifade etmez. Türk milleti Sevr Muahedenamesi’ni kabul edemeyip ’de başlamış olduğu mücadeleyi tekrar silaha sarılıp devama başladığı andan beri’de Türkiye’nin cihan-şümul mücadeleye hikmet ve esbab-ı iştiraki kesb-i vuzuh ediyor. Adeta kendi kendini anlatır bir hale geliyor. Bugünkü milli mukavemeti tevlid eyleyen esbab ’de Türkiye’nin Harb-i Umumi’ye iştiraki hakkında bir şerh bir tefsir-i hadisat bir te’yid bir te’yid-i hadisat makamındadır. Fi’l-hakika bugün aklı yerinde hiçbir ferd Sevr Muahedenamesi’yle tarac edilen Türk mevcudiyet-i milliyyesinin silaha sarılarak müdafaa edilmesi mecburiyet-i kat’iyyesinden şübhe edemiyorsa’de de büyük muharebeye Türkiye’yi iştirak ettiren hüküm ve esbabın meşru’iyyet-i tammesinden de şübhe edemez. Zira Düvel-i Mü’telife muzafferiyet-i nihaiyyesinin Türkiye muş ve pek uzak bir tarihten beri vücud bulmuş idi. Düvel-i Mü’telife’nin Sevr Muahedenamesiyle mertebe-i aleniyyete çıkan su-i niyyetleri su-i kasdları muzlim ve hunin ihtirasları ne dün doğan şeyler ne de Harb-i Umumi’ni mevludeleridirler. Onlar Harb-i Umumi’yi doğuran esbabın en mühimlerinden oldukları gibi bugün devam edilen muharebenin de sebebidirler. Yine onlar Türkiye’nin a’sar-ı ahirede girişmek mecburiyet-i elimesinde kaldığı bütün harblerin esbabını teşkil ederler. Demek ki’de Türkiye tamamiyet ve istiklali bugüne kadar hatta bugünden fazla tehdid altında idi. Çünkü o vakit İngiltere’nin müttefiki emperyalist bir Çarlık Rusyası bütün kuvvet ve satvetiyle mevcud idi ki Harb-i Umumi’nin ve şübhesiz Harb-i Umumi’ye en ziyade Türkiye’nin icra eylemiş olduğu te’sir-i azimden dolayı kiye’ye ta’n etmek bugün devam edilen milli mücadeleden dolayı Türk hükumet ve milletini itham etmek kadar haksızdır.’de Türkiye’nin Almanya ile akd ettiği bir cürm bir hata addederek Türkiye’yi itham bugün Bolşevik Rusya ile Türk Devleti’nin akd etmiş olduğu ondan daha büyük bir eser-i zühuldür. Türkiye’yi harbe müdafaa için mücahedeye giriştiğinden dolayı itham etmek demek olur. Türkiye’yi merkezi garb devletleri tali’lerine rabt-ı tali’ eylemiş olduğundan dolayı tahti’e eden yegane fırsat-ı tarihiyyeden istifade edebilmek dirayet ve şecaatini gösterdiğinden dolayı tahti’e etmektir. Türkiye sulhperver bir memleketti fakat bi-taraflığıyla ve anladı. Ve tehlikenin büyüklüğünü duyduğu için harbe girdi. Harbe girdi; çünkü bi-taraflığın sonu muazzam Türk tarihine yaraşır feci’ ve yüksek bir ölüm bile değil hatime-i tezlil olan ebedi bir mevt-i mezelletti. Türkiye Düvel-i Mü’telife ile ittifakı daima merkezi Avrupa devletleriyle olabilecek bir ittifaka tercih etmiş olduğu ve onlarla bir ittifakı bütün kudret ve samimiyetiyle aradığı halde İ’tilaf Devletleri buna asla yanaşmamışlar daha doğrusu böyle bir ittifaka tenezzül etmediklerini mimi bir ittifak olabilirdi. Bundan başka Devlet-i Aliyye hakkında her türlü tekeffül istiklal-i milliye münafi ve zaman ile büyüyen bir vesile-i müdahaledir. İttifaktan dukları tekeffül tatlı fakat aldatıcı bir şey olabilirdi. Fakat hakikatte pek elim bir mahiyeti haizdir. Böyle serabların sonu daima acı ve feci’ inkisarla biter. Avrupa hakkında bi’l-hassa İngiltere hakkında vahi bir hayal-perverlik saikasıyla perverde edilen ne kadar tatlı serablar bizi hemen hemen telafi edilmez ziyanlarla baş başa bırakıp gitmiştir! gibi teklif ettikleri tekeffül zavahirin bütün nevaziş-i kazibine rağmen Türkiye’nin muzlimiyet-i istikbalini ve tehlikenin ne dereceye kadar takarrur ettiğini vazıhan tehlike –mevcud değil idiyse- gösterilmek istenmemesine rağmen teklif-i tekeffülün ne ma’nası vardı? Maamafih tekrar edelim Devlet-i Aliyye her şeyden evvel Düvel-i Mü’telife ile akd-i ittifakı aramıştır ve böyle bir ittifakı elbette Düvel-i Merkeziyye ile akd-i ittifaka tercih ederdi. Zira Devlet-i Aliyye’yi doğrudan doğruya tehdid eden mehalik İ’tilaf Zümresi’nden geldiğinden böyle bir ittifak sayesinde tehlikenin doğrudan olduğu felaketlerin sulh ve sükun içinde ta’mir ve telafisinden hayatıyla alakadar olan Avrupa muvazene-i düveliyyesini zir u zeber etti ve yeni bir muvazenenin teessüsünü tabiatıyla büyük garb devletlerinin kabiliyet-i harbiyyelerine havale eylemiş oldu. Avrupa muvazenesinin erkan-ı esasiyyesinden olan bütün devletler yegane tarik-i necat olarak silaha sarıldıkları bir hengamede Türkiye hangi muvazeneye istinad ederek bi-taraf kalabilirdi? Türkiye netice-i harb olarak takarrur edecek yeni muvazenenin mümkün mertebe kendi aleyhinde olma[ma]sı için bitaraf ve mu’attal kalmak değil gayesine göre mücadele etmek mecburiyetinde idi. bundan başka Devlet-i Aliyye bi’l-hassa bu muharebe esnasında mevki’-i coğrafisi hasebiyle haiz olduğu ehemmiyet ve asırlardan beri kendi hakkında perverde olunan ihtirasattan dolayı Avrupa muvazenesinin inhilaliyle atisi en ziyade kararan ve tehdid altında kalan bir memleket oluyordu. perverliğine rağmen diğer muharib devletler gibi belki onlardan daha meşru’ derin ve hayati sebebler saikasıyla bi-taraf kalamadı. Mücadeleye bütün kuvvetiyle muhafaza-i mevcudiyyetinden ferağat şartıyla bi-taraf kalabilirdi. Türkiye muharebeye vakitsiz girdi. Fakat bu Harb-i Umumi’de ta’kib etmiş olduğu istikametin yanlışlığını göstermez. Sadece ta’kib ettiği siyasetin bu noktada layıkıyla tatbik edilemediğini gösterir. Türkiye’nin Almanya ile akd eylemiş olduğu ittifak kendisini şu dakikada yahud şu günde muharebeye girmeye mecbur etmiyor ve edemezdi. Türkiye’nin bu husustaki serbestisi ne kendi zararına ne de müttefiki olan Almanya’nın zararına bir hareket Lisanen Türkiye’nin harbe girmemiş olduğu aylarda bile muhafaza eylediği bi-taraflık tamamen müttefiki olan Almanya lehine bir bi-taraflık idi. Zira yaşamak hakk-ı sarihi Türkiye’ye böyle bir bi-taraflık tahmil ediyordu. Harb-i Umumi’ye daha teenni ile giren bir Türkiye daha iyi hazırlanabilmek ayn-ı derece müsmir bir faaliyet ibraz edebilirdi. Fakat ba-husus Balkan Harbi’nin belağat-ı ikazından sonra Türkiye’nin mahiyeti meşkuk bir tekeffüle istinad edip nefsini Düvel-i Mü’telife’nin dest-i insafına terk etmesi külliyyen münafi-i hamiyyet bir tedbir idi. Hal-i infiradda kalmak ise dostsuz ve serapa düşmanlarla muhat kalmak demek olduğundan Almanya tarafını iltizama ve bu pek meşru’ iltizamın netice-i tabiiyyesi olarak müttefikine yardıma mecbur oldu. Binaenaleyh’de bi-taraf kalamayarak İttifak-i Müselles lehinde mücadeleye girişmesinden dolayı Tür naenaleyh biz sizin hatırınız için bu menfaatimizi feda edemeyiz ba-husus hükumet-i Arabiyye mevcuddur. Gidiniz onlara müracaat edinizcevabını verirler. Çaresiz kalan rüesa Melik Faysal’a müracaat ederler. Bu fırsatı ganimet bilen Faysal cevaben:Ben ne yapayım siz bana zahir olmuyorsunuz ki ben kendimde kuvvet görerek sizin hukukunuzu müdafaa edeyimder. Rüesa da müzaheret için cevab-ı muvafakat vererek huzurundan çıkarlar. dinde ictima’ edilip Şaban-ı şerifin onuncu günü Kerbela’da hazır bulunmak üzere Irak dahilinde bulunan bi’lumum rüesaya telgraf keşidesine karar verilir. Yüz elli telgraf yazılarak postahaneye gönderilir. Bu telgrafların bazıları sansüre göstermeden çekilmiş ise de birçokları müsadere edilmiştir. Bunu anlayan ulema sa’iler vasıtasıyla mektuplar göndermeye mecbur oldular. Çekilen telgrafın meali şundan ibaretti: Vatan ve mukaddesatımız taht-ı tehdiddedir. Binaenaleyh mamıştır. Mukaddesat ve namusumuzun muhafazası lunmanızı rica ederiz. Yevm-i mezkurda yüz elli bine karib ahali Kerbela’da olmuş ise de İngilizlerden almış olduğu ta’limat üzerine sarf-ı nazar etmiştir. Bu ictimaa Bağdad’dan da murahhas gitmesi icab ettiğinden Bağdad ulemasından bir vakit Ebulhüda tarafından Abdülhamid’in huzuruna çıkarılan Ravi Naib Abdülvehhab ve Şeyh Ahmed Davud Efendiler Faysal tarafından intihab edilip kendilerine lazım gelen ta’limat-ı hususiyye verildikten sonra Kerbela’ya gönderilmişlerdir. Bu ictimaa İngilizlerin ba’zı siyasi me’murlarıyla beraber sabık Bağdad Meb’usu ve şimdi hükumet-i Arabiyye’nin mühim bir rüknü olarak Dahiliye Vezareti’ni işgal eden Yüzbaşı Tevfik Bey de gönderilmiştir. Bu zatın hiçbir kıymet ve meziyeti olmadığı halde mahza İngiliz hükumetine hizmeti sebkat etmiş oduğundan dolayı Dahiliye veziri ta’yin edilmiştir. Kerbela’da ittihaz edilen mukarrerat-ı aleniyye bervech-i atidir: Vatanı tehdid eden Vehhabilik tehlikesine karşı tarafımızdan vaki’ olacak cihada iştirak edilmesi. Ba’zı şerait dairesinde Melik Faysal’a teba’iyyet edilmesi Himayesiz vesayetsiz hür ve müstakil demokrat bir hükumet teşkili Müzakerat-ı hafiyyeye Bağdad’dan gelen murahhaslar kabul edilmeyip yalnız kendi mu’temedleri kabul edildoğruya bertaraf edilmesi ihtimali mevcuddu. Fakat Düvel-i Mü’telife’nin ictinabıyla olamadı ve bundan dolayı bir taraftan Çarlık Rusyası’nın diğer taraftan mutaassıb meleri takdirinde Türk milleti için ancak nihai izmihlal-i milliyi her vakit biraz daha ta’cil eder her türlü ümidden ba’id bir hayat-ı itaat hazm-ı sükut mev’ud idi. Ve Irak üzerine taarruz ettirmekteki maksad ve menfaatleri Ahiren Irak’tan gelen bir zat Irak ahvali hakkında atideki ma’lumatı vermiştir: Londra’da tertib ve tanzim edilip beray-ı tasdik bir muahede vardır. Bu muahedenin başlıca noktaları harekat-ı askeriyeye sarf edilen otuz milyon liranın Arab hükumeti tarafından kabul edilmesidir. Bu muahedenin meclise tevdiinden haberdar olan millet matbuat vasıtasıyla feryada başladı. Henüz sulh imza edilip Irak’ın mukadderatı ta’ayyün etmeden ve intihabat yapılıp Meclis-i Meb’usan teşekkül eylemeden böyle milleti mahv edici bir muahedeyi imza etmeye kimsenin salahiyeti olmadığı açıktan açığa beyan edildi. Efkar-ı umumiyyenin bu galeyanını gören İngilizler bir müddet-i muvakkate için bundan sarf-ı nazar eder gibi göründüler ruz ettirerek ve bu suretle arzularına suhuletle muvaffak olmak çaresini düşündüler. Nitekim bunları top mitralyöz ve tüfenk ile techiz edip Nasıriye civarında bulunan es-Seydur aşairi üzerine taarruz ettirmeye başladılar. Bu bi-çare aşiretin bütün mevaşisi zabt ve çadırları yağma edildikten sonra firar edemeyen iki üç yüz kadar kadın ve çocukları caniyane bir surette katl edilmişlerdir. Bu aşair geçen sene Irak isyanı esnasında İngilizlere en büyük darbe indiren Faysal’ın krallığını cebren kabul eden Müntefik aşairinden birisi olup İngilizler ilk tecrübelerini bunların üzerinde icra ettirmişlerdir. Vehhabilerin Nasıriye’den başlayıp Necef’e beş saat mesafeye kadar imtidad ettiğini ve mikdarlarının yetmiş bini tecavüz ettiğini keşf eden Fırat aşair rüesası Kerbela ve Necef uleması da dahil olduğu halde İngiliz hükumetine müracaat ederler. İngilizler:Bu bizim Necd Emiri İbnü’s-Suud ile olan münasebat-ı siyasiyyemiz ve menfaat-i iktisadiyyemiz Irak’tan daha ziyadedir. Bi miş veVehhabilerin bila-sebeb Necd’den kalkıp memleketine gelmelerinden ve es-Seydur aşairinden birçok kadın ve çocukların caniyane bir suretle boğazlanmasından bu kadar zulüm ve hakaretten maksadları ne olduğu tezekkür edilerek bunun İngilizler tarafından tertib edilmiş alçakça bir plan olduğunu bütün alem anlamış ve elde edilecek ilk fırsatta bu menhus idareyi mahv etmek için bütün efrad-ı milletin müttehid bulunmaları taht-ı karara alınmıştır. umumiyyenin bu kadar aleyhlerine döneceği ve Şi’i ulemasının da ahali nezdinde bu kadar sahib-i nüfuz olduklarını düşünmemişlerdi. Vakta ki Kerbela’da yüz elli bine karib ahalinin ictimaını gördüler. Büyük bir telaş ile bir alay süvari ve iki tabur kadar piyade sevk ettiler. Vaz’iyetin kesb-i vehamet ettiğini gören Bağdad Fevkalade Murahhası Sir Percy Cox Vehhabilerin Irak dahilinde Nasıriye Necef civarlarına kadar ilerlemeleri ceğinden bunların derhal geriye çekilmeleri lüzumunu Londra Fevkalade Murahhaslığı’na bildirmiş ve netice-i muhaberede Vehhabilerin mahallerine avdet etmeyi taht-ı karara alınmıştır. Sir Percy Cox efkar-ı umumiyyenin bu müdhiş galeyanını teskin maksadıyla bu sahte muhaberatı cem’ ettirip ilave suretinde ahaliye neşr ettirmiş ise de hiç bir te’sir icra edememiştir. leri bir hükumet-i muvakkate vardır. Bunların vazifesi yalnız maaş almak ve İngiliz müşavirlerinin tertib ve tensib etmiş oldukları şeyleri icra etmektir. Bunun haricinde hiç bir salahiyeti haiz değildirler. Sulhun neticesine kadar efkar-ı umumiyyeyi bu suretle iğfal etmek ve Irak etmektir. Faysal’a gelince: Bu şekl-i idarenin hiç bir vechile aleyhinde bulunmaz. Onun vazifesi yalnız aşair arasına gidip İngilizler lehine propaganda yapmak ve İngiltere’siz Arabların yaşayamayacağını aleme anlatmak ve bu suretle krallığı muhafaza etmektir. Bugün Irak’ta bu idarenin muvakkat ve sahteliğini ve Faysal’ın şimdiye kadar ahaliye va’d etmiş olduğu sözleri icraya gayr-ı muktedir bulunduğunu anlayan kimseler var ise onlar da kendisiyle beraber Suriye’den tard ve ihrac edilip Irak’a gelen birkaç adamdır. Bunların kısm-ı a’zamının da Arab oldukları halde menfaat-i şahsiyyelerinin te’mini dikleri ve bol bol maaş alarak milleti büyük felakete sürüklemekten başka bir gayeleri olmadığını anlamayan bilmeyen bir ferd kalmamıştır. Hal-i hazırda hükumeti idare edenlerin başta Faysal olmak üzere hiçbirisi milletin mümessili olmayıp nazar-ı millette menfurdurlar. Faysal’ın Irak’a vürudundan bugüne kadar defa’atle kendisine ihtiramat-ı lazımede bulunulması ahaliye tebliğ edildiği halde şimdiye kadar hiçbir ferdin ihtiramatta bulunduğu görülmemiştir. Hatta bugün caddede otomobil ile geçerken kimsenin kıyam etmediğini gören yaverleryazık sizin gibi millete!diye küfür etmişlerdir. Yunanlılara ilk müdafaa kurşununu atan sevgili Karesi’nin yevm-i işgali Yarın Haziran sevgili Karesi’nin o arslanlar yurdunun Yunanlılar tarafından çiğnendiği istila edildiği elemli günün ikinci sene-i devriyyesine müsadiftir. Bu münasebetle Karesi’ye aid ihtisasatımızı bir iki satırla yazacağız: Karesi Livası Yunanlıların güzel İzmirimizi işgal ettiği Mayıs tarihinin ferdası Mayıs gününden valık cebhesinde ilk kurşunu atmaya muvaffak olmuş Soma Akhisar Bergama İvrindi Burhaniye cebhelerinde tam on dört ay kahramanca fakat sessizce çarpışmış bir muhittir. Harekat-ı Milliyye’nin devamı sıralarında biz de Balıkesri’ye gitmiş bu harekatın canlı ve pür-hamaset asarına bizzat şahid olmuştuk. Bir taraftan İstanbul’daki Ferid Paşa hükumeti öbür taraftan memleketin muhtelif aksamında görünen İngiliz mümessilleri olanca mevani’ ve müşkilatı ihdas ederler kesilen ırzı çiğnenen müslümanların bu pek meşru’ müdafaasına sed çekmek isterlerken azim ve imanını Kitabullah’tan şerefli tarihlerinden iktibas eden Karesi müslümanları bu şeytani tesvilata kulak asmayarak yalnız dinlerinin vatanlarının haysiyetlerinin müdafaasına devam ve bu müdafaatta tam on dört ay sebat etmişlerdir. Balıkesr’in ilk müdafaa kararını veren vatanperverler bu kararı memleketin ıssız bir mescidinde ittihaz etmişler o mescidde her türlü siyasi ihtiraslar fırka mücadelatına hatime çekmeye ahd ü peyman eylemişlerdi. Fi’l-vaki’ terbiyenin o nev’i maarifde ihmal edilmeye gelmez. Çünkü terbiye-i ahlakiyye ve ma’neviyye olmayınca Biz bunun te’siratını bilmez değiliz ve maa’t-teessüf yalnız ilim ve ma’rifet ferdin veya cem’iyetin nasihatla kurtulabilmesi için kifayet etmiyor. Hulefa-yı Raşidin’e Ê ©£—ª Y~ y·“À ­ªY® ‰o¯ª •³¯ª yk¯ª m‡³ª ©]£ÀÊ Y²Ê_—Á]Ž µÁž _ÁŠy¯ª Ën Mealen tercümesi: Akıl ile ahlak-ı cemile hükümran olmadıkça insanın tabiatı kuru nasihat ve nehyi kabule müsaid değildir. Koca halife-i Emeviyye’nin sözü ne kadar doğrudur. Baştan esen hevesatı akıl ve ahlak ile ta’dile muvaffak olamayanlar kuvve-i iradiyyeden mahrum oldukları için bunların yalnız ilim ve irfanlarından bir faide hasıl olamaz. Mısırlı Rafii Bey’in Maarif nazırına itiraz etmesi mühim bir mes’ele-i ictimaiyye ve siyasiyyeden bahsetmek demektir. Milletin selameti muhafaza-i haysiyyeti hatta muhafaza-i istiklali o terbiye-i ma’neviyye ile kabil olabilir. Bu terbiye olmadıkça hayatın zevki bir hayvani ve behimi yaşamaktan ibaret kalır ve binaenaleyh her nasıl olursa olsun istihsal edilen servet mes’udiyet için kafi addedilir. Böyleleri için matlub istirahat-ı cismaniyye olup hürriyet-i şahsiyye ve ictimaiyyenin kadr u kıymeti olmaz. İşte onun için Rafii Bey kuva-yı ma’neviyyeye müstenid olmayan terbiyeyi tenkid ediyor. Zira görülüyor ki Mısır’ın istikbalini te’min etmek istiyor. Mekteplerinde terbiye-i ma’neviyyeye ehemmiyet vermemiş olan bir milletten hayır gelmez ve bu mektepler müdafaa-i vatan için iktiza eden evsaf ve meziyyatı talebesine ilham edemezler. Binaenaleyh işte muallimliğin kıymeti buradadır. Eğer kumar ile işretle sefahetle hevesat-ı nefsaniyyesini tatmin ile meşgul ise böyle bir muallim mektep için bir mikrop bir zehirden başka bir şey değildir. Onun için kalbinde mukaddesatta ırz ve namus haysiyet-i millet muhabbet-i istiklal gibi maddeler bulunmayan bir kavim bir cemaat mahv olmuş demektir. Binaenaleyh ahalinin kalbine daha mektebinde maariftir. Daima dediğimiz gibi mekteplerimiz birer cansız taslak halinde kurulmuş Maarif Nezaretimiz öteden beri terbiye-i milliyyenin hem maddi hem ma’nevi kısmından gaflet etmiştir. Fi’l-hakika uzun bir zaman süren Milli Mücadele hep bu karar ve peyman dairesinde devam etmiş Yunanlılara dur diyen Yunanlılara büyük zayi’at verdiren memleketlerini müdafaasız teslim etmek istemeyen o kudsi ve milli kuvvetlerin hakim olduğu müddetçe bü Karesi kuvvetleri yalnız Yunanlılarla da çarpışmamış milli imanı boğmak isteyen Anzavurlara dahi defa’atla haddini tanıtmıştır. Umumi Harb’i müteakib her tarafta icra-yı hükm eden bedbini arasından zulmetler içinden eğer Karesi yıldızı doğmamış olsaydı maazallah bugün ne Anadolu kurtulacak ne de istiklal ümidleri kalacaktı. Anadolu’ya on dört ay bekçilik eden Karesi ve havalisinin milli tarihimizde mukaddestir. Milli harekatı hep Müslümanlık esasatı dairesinde devam ettirmiş hiçbir taraftan ümid edildiği derecede muavenete mazhar olamamış olan arslan Karesi’nin faci’a-ı sukutu –ya Rab– ne kadar hazindir! Bugün Yunan şenaatleri altında inleyen dört gözle halas dakikalarını bekleyen o memleketle diğer bütün meşgul memleketlerimizin hamaset-perver ordumuzun himmet ve gayretiyle inşaallah yakında kurtulduklarını görmekle mes’ud ve müteselli olacağız. Haber aldığımıza göre yarın Hacı Bayram-ı Veli Cami’-i Şerifi’nde Cuma namazını müteakib muhterem Karesi evladları tarafından sevabı bi’l-umum şüheda ervahına ithaf edilmek üzere bir mevlid-i şerif kıraet ettirilecektir. Mısır Maarif nazırının maarif hakkındaki bir nutku ile Eminü’r-Rafii Bey arasında bir münakaşa vukua gelmiş olduğunu mahalli gazetelerinde okuyoruz. Maarif nazırı vaktiyle Lord Milner ve Sir Levantin Hirol tarafından ale’l-ıtlak tenkid edilmiş olan sabık Mısır maarifini medh etmiştir. Rafii Bey ise Mısır istiklal kazanıncaya değin Mısır maarifinde salifü’z-zikr iki münekkidin beyanı vech ile büyük bir kusur bulunmuş olduğunu söylüyor. Bu kusur bi’l-hassa ma’nevi ve ahlaki terbiye cihetinde imiş. Bu cihet hemen kamilen evvelce Mısır maarifinde liz. Yalnız bunu nazar-ı dikkate arz ediyoruz. ­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Emanetin ehline tevdii – Beyne’n-nas adaletle icra-yı hüküm – Dünya için de çalışmak vücubu – Fitne ve fesad ikaından tevakki lüzumu Sabır ve müsabere – Müslümanlar şevk ile mezahime göğüs gererler – Aza kanaat – Müslüman askeri rütbe ve nişan yahud teveccüh ve ganaim için harb etmez – İslam askerinin parolası Allahuekberdir – Uğrunda can feda edilebilecek maksad-ı a’la gaye-i uzma – Rüesaya itaat – Bütün müslümanların ulü’l-emre itaatle mükellefiyeti – Efrada karşı rüesanın adl ü insaf ile mükellefiyeti – Müstevli İngiltere’nin halet-i ruhiyyesi – Doymak bilmeyen hırs ve tama’ı – İstila siyaseti – el-Bahreyn’de İngiliz konsolosunun çevirdiği entrikalar – El-Kuveyt’in ehemmiyet-i mevkıiyyesi – El-Kuveyt’te İngiliz hakimiyeti. ve münasebatı tezyide ve hukuk-ı hem-civariyi te’yide ma’tuftur.– Mustafa Kemal Paşa diyor ki:Cenab-ı Hak hem-hal ve hem-hudud olan bi’l-cümle akvam-ı İslamiyyeyi habl-i metin-i uhuvvete bi-hakkın i’tisamla nail-i fevz u necat ve mazhar-ı refah ve saadet eylesin.– İran Sefiri Mümtazü’d-Devle tam bir Müslüman sefiridirler – Abbas Halim Paşa’nın büyük bir sözü:İslam akvamı arasındaki siyaset diplomasi demek olmayıp sadece uhuvvetten ibarettir.– İran sefirinin Şer’iyye Vekili ile samimi musahabeleri – Şer’iyye Vekili’nin bütün dünyadaki müslümanların Şer’iyye Vekili olduğu – Müşterek düşmana karşı müttehiden hareket – Türkiye’nin muazzam ve mukaddes mücahedat-ı İslamiyyesi – İslam Alemi’ne düşen vazife – Anadolu’daki mücahidin-i İslamiyyeye bi’l-fi’il muavenet. - şerifi ne beliğ ifade etmektedir. Bu babda sonra fazla y\ ª ±– ·³À ƒ ¿›] ª y³¯ ª Y “—À—ª ­ y ¦wb ­ à u— ªY\ y® YÀ Ê n  YcÀ Y ª Ÿ o Meal-i şerifi Cenab-ı Allah muhakkak surette adl ile ihsan ile bi’l-hassa yakın akrabalara muhtac oldukları şeyleri vermekle emr ve fahşadan münkerden bağy ve zulümden nehy eder. Allah bu emir ve nehy ile size nasihat ediyor ta ki düşünüp mütenassıh olasınız. Her Cuma hutbelerin sonunda okunan bu nazm-ı celil vezaif-i diniyye ve ictimaiyyenin cemi’-i aksamını her nevi’ salah ve saadete irşad ediyor. Çünkü ayet-i kerime üç şey ile kat’i surette emr üç şeyden de nehyediyor ki saadet-i beşeriyye ancak bunlara riayetle mümkün olabileceğine şübhe yoktur. Bakınız evvela adl ile emr olunuyoruz değil mi? Buradaki adlden maksad müte’allik umurda ifrat ve tefritten kaçınmak ve hukukta müsavata riayet ederek her hak sahibinin hakkını vermek herkesin hakkını tanımaktır. İhsanın ma’nası: Cenab-ı Allah’a amel-i halis ve mahlukatına iyilik etmek şefkat göstermektir ki teavün ve hüsn-i mu’aşeret de ihsan mefhumunda dahildir. Diyebiliriz ki bu iki kelime ayet-i kerime ile me’mur olduğumuz adl ve ihsan bütün fezailin menba’ıdır. Bu Çünkü insan hukuk-ı meşru’asına adl ile malik olur mevhibe-i fıtrat olan hürriyetini adl sayesinde elde edebilir. Cem’iyetin zabıta-i hayat-ı siyasiyyesi efrad-ı cem’iyetin zamin-i can ü mal ve namusu da adl ile hasıl olur. Binaenaleyh ayet-i kerimedeki birinci emir mucebince hayata ihtiram namus ve haysiyete ihtiram hürriyete ihtiram meskene ihtiram muhaberata adem-i taarruz bizim için ictimai bir vazifedir. Çünkü adl hem-cinsimizin malına dokunulmasını hayat-i maddiyye ve ma’neviyyesine su-i kasdı nehy eder. Yalnız bu kadarla iktifa etmeyerek başkalarına karşı ibraz-ı meveddet muavenet şefkat fedakarlık hayrhahlık etmenin de vezaif-i ictimaiyyeden olduğunu ikinci emirden anlıyoruz. Çünkü ihsan malımızdan hem-cinsimize bir Ferdi ve ictimai bütün vazifelerimizi Müslümanlığın esası olan Kur’an-ı Kerim ile ehadis-i şerife izah etmekte olduğu şüphesizdir. Bismillahirrahmanirrahim Y³ª ±Á\ ­c Ã Ê Qb ­ ¦y® YÀ Y²Y® Y·¶ ª n obu—ªY\ ¹¯ à “—À Y¯—²Ã µ\ ­ ~ Y ¦ ¯ ‡\ Y—Á yÁ Meal-i şerifi Bilmiş olunuz ki Allah emanetleri ehline vermenizi bir de insanların beyninde hükmederken adl ü hakkaniyet verdiği şu nasihat ne güzel bir nasihattir! Şübheniz olmasın ki Allah hem işitir hem görür. Sure-i Nisa’nın’nci ayetini teşkil eden bu nazm-ı celil ümmehat-ı ayattandır. Pek çok ahkam-ı esasiyye-i duğu esasat-ı mühimmeyi de bildirmektedir. Ma’lumdur ki devletin mebde’leri esasları ikidir: Efradın hukukunu muhafaza umumun menafiini himaye. Hukuk-ı efrad adl ehline tefviz ile te’min olunur. Bu ayet-i celilede iki büyük emir vardır: Biri emanetlerin erbabına tevdii diğeri de beyne’n-nas adaletin hakkıyla tatbiki. Emanet ise şimdi söylediğim vechile hak vedi’a vazife gibi birçok ma’nalara gelmektedir. Binaenaleyh birinci emir mucebince kimsenin hakkını diriğ etmemek her ferde ehliyetine göre vazife ta’yin eylemek; ta’bir-i diğerle işleri erbabının eline vermek Müslümanlığın evamir-i kat’iyyesindendir. Bu noktaya riayet bir milletin selameti için be-heme-hal zaruridir. Bu ne kadar zaruri ise bütün mu’amelatta adaleti düstur-ı hareket tanımak da o kadar zaruridir. Bu da İslam’ın kat’iyetle emreylediği şeylerdendir. Bu iki emri tanımayan bir millet bir devlet mümkün değil payidar olamaz. y“c²Yž µ¶yÁš ¿ªy®Êu~ Bunu:_–Yªİşler ehlinin gayrısına tevdi’ edilince kıyamete intizar edinizHadis-i hisse ifrazını hem-cinsimizin her ne suretle olursa olsun hayatını kurtarmanın lazım olduğunu emr ediyor. Bu suretle bu iki kelime vezaif-i ictimaiyyenin cemi’-i aksamını ihtiva etmiş oluyor. Bir de nehy olunduğumuz şeyleri gözden geçirelim: Fahşa demek yalan iftira zina ve saire gibi kavlen ve fi’len çirkinlikte aşırı olan şeyler demektir. Münker tab’-ı selimin nefret edip hoşlaşmadığı şeylerdir ki müskirat kullanmak ve saire gibi her nevi’ menhiyata şamildir. Yani zulüm ve nas üzerine isti’la ve istila ve tecebbürdür. Hakkı tecavüz ederek nasa tahakkümdür. Binaenaleyh bu nazm-ı celil bi’l-cümle fezailin menba’ıdır. Ahlakiyyunun ortaya koydukları esasat ve vezaif-i uhreviyyemiz için yine kafidir.  ± u À± ¥Áb Y¯Áž ™c\ Ã Ê uª r Ê y }³b ‡² ¥]Á YÁ²uª ±® ¥Á ª Ê Ÿª ™]b Ê ¿ ž Y Ã Ê oÀ [ ª ¯Ÿ  à Y¯ ¦ n Meal-i şerifi Allah’ın ihsan etmiş olduğu –bedeni mali- kuvvetlerle ahiretini taleb et. Ahiretin için çalış. Dünyada da nasibini unutma. Dünya için çalışmaktan vazgeçme. Cenab-ı Allah sana ihsan ettiği gibi sen de Allah’ın kullarına din kardeşlerine akraba ve taallukatına ihsan et. Onlara şefkat göster ve iyilik et. Sakın yeryüzünde bizzat veya bi’l-vasıta fesad çıkarmaya ve nası ızrara kalkışma. Muhakkak bil ki Allah müfsidleri sevmez. Suretü’l-Kasas’ın ’nci ayeti olan bu nazm-ı celil evvela; ahiretimizi kazanmak için çalışmayı emr ve nasib-i dünyevimizi unutmaktan da nehy ediyor. Saniyen; karmaktan nehy ediyor. Binaenaleyh bu ayet-i kerime mucebince bir müslüman Allah’ın vermiş olduğu bütün hasais ve kuvayı bedeni ve mali bütün vesaiti halk olundukları maksad uğrunda isti’mal ederek hem saadet-i uhreviyyesi hem de saadet-i dünyeviyyesini kazanmak mecburiyetindedir. Ne dünya için ahiretini ne de ahireti çalışacaktır. Aynı zamanda Allah’ın ihsan etmiş olduğu kuva-yı fikriyye ve hissiyye ve iradiyyeyi ve bunlar sayesinde kazandığı ilim ve ma’rifeti serveti mansıb ve nüfuzu da memleketinin mensub olduğu milletin din kardeşlerinin ve bütün insanların hayr ve menfaatine sarf etmekle mükellefdir. Bununla beraber yeryüzünde bizzat veya bi’l-vasıta ika’-ı fiten ve fesad ile efrad veya hey’et-i ictimaiyyeyi ma’nen veya maddeten ızrar etmekten kat’iyyen ictinab edecektir. Binaenaleyh bu ayet-i kerime de bizi rah-ı hidayete irşad eden bir aslu’lusuldür. Sabır ve müsabere: Kur’an’ın bu teklifi bütün müslümanlara şamil ise de bi’l-hassa bu emre muhatab olanlar taht-ı silahda bulunan kimselerdir. Sabırdan maksad meşakk u mezahime cebr-i nefs suretiyle de olsa tahammül değildir. Çünkü bu şart dahilinde gösterilecek sabır ve tahammülden ciddi bir faide beklenemez. İslam’da sabırdan murad müslimin şevk-i vicdan ile müşkilat ve mezahime katlanmasıdır. Daima görüyoruz ki bir zaruret ve mecburiyet ilcasıyla meta’ib ve mezahime tahammül gösterenler bulundukları cem’iyeti ve kendilerine ağır gelen işi de bırakıp kaçmak hususunda ilk elverecek fırsatı kaçırmıyorlar. Muharebe saflarından vuku’ bulan firarların her zaman ve her yerde türlü türlü ma’zeretler serdiyle hizmet-i askeriyyeden sıyrılmak isteyenlerin mühim bir mikdara baliğ olmasının sebebi işte budur. Kur’an müslümanlarda bi’l-hassa Müslüman askerlerinde bunun emre muhalefetin netayicinden ihtiraz esasına müstenid itaat değil deruni bir şevk ve tehalük mahsulü bir itaat olmasını iltizam etmiştir. Bundan dolayı İslam’ın asırlara aid tarih-i harbinde bir askerin saff-ı harbden firar ettiğinden dolayı idam edildiği yahud tehlikeden harbin iras ettiği yorgunluktan kurtulmak için özür ve bahane serdine kalkıştığı yolunda bir hadiseye tesadüf edilmemiştir. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz adet-i seniyyeleri takım takım huzur-ı hümayunlarından geçirerek harbe yarayanlarla acz ü za’aflarından sagir sinlerinden naşi yaramayanları tefrik buyururlardı. Uhud vak’asında aynı mu’amelelerini tatbik ettikleri esnada Ensar-ı kiramın gençlerinden biri Ebu Said el-Hudri sinni müsaid olmadığından dolayı Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin kendini geri çevirmesinden korkarak askerliğe elverişli olanlarla bir seviyede görünmek ye çalıştı. İslam işte böyle kalbden doğma bir şevk ve baslarla karşı koymadılar. Sive ve vahalarda soda ve viski Belki nan u ni’mete karşı iffet ve istiğna göstermekle havayic-i maişetinde mikdar-ı kifafa razı olmakla böyle kuvvetli düşmanlara mukavemet ettiler. Onlar hep bu mücahedeleri esnasında arpa ve hurma yiyorlar; bazıları acı olmak şartıyla kuyu suyu içerler sert kaba gösterişsiz libaslar giyiyorlardı. Senelerden beri bir silsile-i muharebat içinden hayatgüzar bulunan Osmanlı askeri de Asya’da Afrika’da Avrupa’da geçirdiği vekayi’in kaffesinde dost düşman bütün insanlara mücessem kanaatin nihayetsiz sabrın zi-hayat bir timsalini göstermiştir. Acıktığı zaman endişe ve fütur göstermek meşakk u mezahimden usanç getirmek susuz kaldığı vakit telaş ve velvele etmek Osmanlı askerinin hayat-i harbinde tesadüf edilmiş bir hadise değildir. Hulasa; bir Müslüman askeri aldığı terbiye-i diniyye muktezasınca aza kanaat etmek çoğa göz dikmemek seciyesiyle mütehallidir ki bunu İslam ordularında bulunarak hal ve mahiyetini güzelce tedkik etmiş olanlar Esasen Müslüman askeri nazarında Cenab-ı Hakk’ın mücahidine va’d etmiş olduğu ni’am-i bakiyyeye nisbetle muvakkat nan u ni’metin ne kadri ve kıymeti olabilir? Müslüman askeri harbe girdiği zaman hayat-ı faniyyeden hayat-ı ebediyyeye ni’am-ı suveriden na’im-i hakikiye geçmek enva’-ı mekarih ile muhat bir mihnethaneden safa-yı cavidani esası üzerine kurulmuş bir kaşaneye göçmek akılları muhakemelerinden bedenleri tab u tüvanından hayat-ı ictimaiyyeyi intizamından mahrum etmek gibi te’sirat-ı mesmumeyi haiz dünya meşrubatını feda ederek bezm-i bekanın bi-humar cam-ı neşve ve safasına kavuşmak emeliyle girer. Müslüman askeri harbe girdiği zaman nısfı şemm-i muzlimden ibaret bir hayattan mecmu’u ruz-ı ruşen bir hayata; mülevvesi nezihine müfsidi muslihine karışmış bir muhitten nafiin muzırdan seçildiği ehl-i cennetin cennette ehl-i narın narda ahz-ı mevki’ ettiği bir muhite kavuşmak için girer. Müslüman askeri harbe girdiği zaman genişliği ile beraber mukassi ve mağmum tatlılığıyla beraber acı ve mesmum olan saadet ve şekavetinde birr u facir şakir ve kafir her ferdi mütesaviyen nasibedar eden bir maişet-haneden ayrılıp medhali dar fakat muhiti geniş bir füshat-sarayı müfsidlerin ebedi şekavete muslihlerin daimi bir ni’met ve saadete mazhar oldukları bir aşiyan-ı ebediyi mesken ittihaz edeceğini yakinen bilerek girer. Müslüman askeri harbe girdiği zaman hayr u menfaati kuvvet ve satvet erbabına cevr u alamı mürüvvet hahişle mekarihe sabır ve tahammülü mensubininde bir tabiat-ı rasiha haline getirmiştir. Bir müslüman müşkilata katlanır mekarihe sinegüşa-yı sabr u tahammül olursa bunu Kur’an’ın va’di mucebince Cenab-ı Hakk’ın daima sabirlerle beraber olduğuna iman ve i’tikaddan münba’is bir metanet-i dindarane duçar olanların muhariblerin İnnallahe maassabirin cümlesini vird-i zeban-misal ettiklerini görürüz. Herhalde gerçek Müslüman olan bir kimse harb ve emsalinin istilzam ettiği meta’ib ve müşkilata öyle ağır cezalardan ihtiraz sevkiyle katlanmak mecburiyetini hissetmez. Onu bu gibi mihen ve ıztırabata gönül hoşluğuyla göğüs germeye sevk eden bir şey varsa o da sabr edenlere Cenab-ı Hakk’ın yardımcı olduğuna yalnız rıza-yı nefs ve sükun-i hatırla gösterilecek ciddiyet ve metanetin rıza-yı Bari’ye nailiyet bahtiyarlığına isal edebileceğine dair Kur’an’ın ettiği va’dlere samimi i’tikad eder. Aza kanaat: Müslüman askerinin medar-ı temayüzü olan secayayı fazıladan biri de sade bir hayata kifaf derecesinde yiyeceğe içeceğe giyeceğe kanaat etmesidir. Hayatını den koruyacak bir hırka bir İslam askerinin ihtiyacat-ı hayatiyyesini te’mine kifayet eder. Bu mütevekkilane ve kanaatkarane hasletin saiki ise bedihidir ki an-ı viladetinden i’tibaren bütün etvar-ı hayatında sabır ve tahammülü azmine rehber ittihaz etmesidir. Görüyoruz ki mesela bir Fransız bir İngiliz rozbifte bifteğine varıncaya kadar etini yemedikçe suvarelere tiyatrolara balolara yakışabilecek türlü içkilerle midesini doldurmadıkça harb sahalarına doğru adımını atmaz. İslam askerine gelelim: Açıktıkça ağzına atmak için tuzla karışmış bir avuç arpa veya darı onun gıda ihtiyacını te’min eder. Hararetini bastırmak için birkaç damla temiz su başka her türlü meşrubattan istiğna ettirir. Bir mücahid-i müslimin sırmalı kılıç kemerlerine müzeyyen kılıçlara ağır kumaşlardan son modaya muvafık olarak kesilip biçilmiş şık esvablara ne ihtiyacı var? Hayır hayır o yiyeceğinde içeceğinde giyeceğinde hulasa her nevi’ görür. Elimizde canlı misaller varken ümem-i maziyyeye aid cünud-ı İslamiyyeden misal iradına ne ihtiyacımız var? Senusiler yirmi beş seneden beri Vaday’da Neşad havalisinde Fransızlarla Trablus’ta Mısır etrafında İtalyan ve İngilizlerle mütemadi muharebatta bulunuyorlar. Fakat ne yiyip ne giyiyorlar? Bu mücahidler İtalya’yı biftet ve makaronya ile makhur ve mağlub etmediler. Fransızlara sırmalı eğerler müzehheb kemerler dar li dır. Esasen Kur’an’da Resul-i güzinin evamir ve nevahisine teklif ve ahkamına itaat edenin Allah’a itaat etmiş olacağını sarahaten beyan etmektedir. Buna binaendir ki zümre-i müsliminden olan ulü’l-emrin sahib-i şeriat sallallahu aleyhi ve sellemden sadır olan ahkama muvafık olarak ısdar edecekleri evamire itaat nev’a-ma Cenab-ı Hakk’a itaat ve O’na takarrub mahiyetindedir. Hulasa İslam askeri hiçbir vakit reis ve amirine isyan etmeyi arzu etmez. Çünkü bu onun nazarında Cenab-ı Hakk’a isyan etmek demektir. Ve bu i’tikad sayesindedir ki bir Müslüman askeri rüesanın evamirine inkıyadı dini ve vicdani bir vazife telakki eder mensub olduğu şeriat nazarında mücrim ve günahkar olmaktan korktuğu Esasenİ’lan-ı nefir edildiği zaman hemen hareket edinizhadisi ve emsali ayetlerle kavanin-i lahutiyye-i askeriyyenin vaz’ ve takririni bizzat şeriat tekeffül etmiştir. Din-i İslam rüesaya muhalefeti evamir-i ilahiyyeye muhalefet telakki ettiği için hulefa-yı müslimin ukubat-ı zecriyye-i askeriyye mes’elesi hakkında bir karar ittihazına lüzum bile görmemişlerdir. Çünkü nazarlarında askerin edecek hadisatın vukuu hemen gayr-ı kabildir. esabdan biri de kavanin-i şer’iyye-i askeriyyenin hiçbir vechile rüesaya efradın hukukuna tecavüz salahiyetini vermemesi amirlerine karşı efradı hakk-ı hürriyetten mahrum etmemesidir. Nazar-ı şeriatta ümera-yı askeriyye evlad arasındaki alaka ve münasebetten kat’iyyen farklı değildir. Binaenaleyh Müslüman bir zabit ma’iyyetine hakareti mucib olacak izzet-i nefislerini cerihadar edecek tarzda mu’amele etmek vüs’ ve takatlarının fevkinde tekliflerde bulunmak hak ve salahiyetini gayr-ı haizdir. Şurasını da mu’amele-i müşfikaneye liyakat mes’elesi şeriat-i İslam nazarında şu veya bu fırkaya has olmayıp bütün müslümanlar bu gibi hususatta aynı hukuku haizdirler. Asker olup olmamasının hiçbir te’siri yoktur. Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hayat-ı faniyyeye veda’ etmezden evvel ibraz ettiği son hutbede şöyle buyuruyor idi: ve hüsn-i siret erbabından olsalar da zu’afaya maksur olan bir haneden çıkıp füshat-ı ezeliyyenin mena’im ve lezzatını redaet-i ahlakiyyeden tenezzüh edenlere safa ve saadetini birr u istikamet erbabına tahsis etmiş olduğu me’va-yı cavidaniye gideceğini bilerek girer. Müslüman askeri harbe girdiği zaman rızası daimi bir ni’met rahmeti mü’min kulları için gaye-i saadet olan Halik’ının hoşnudisini kazanacağına şekk ü şübhesi olmayarak girer. Bir İslam askeri böyle hakiki ve samimi efkar ve nedir bilmeksizin düşman saflarını yarıp ilerlemesinde endişe-i memat hissetmeksizin ateş-i harbin göbeğine saldırmasında şayan-ı ta’accüb ne gibi bir hal tasavvur olunabilir? Cünud-ı İslamiyyeden birinin va’d-i Kur’an mucebince bütün ruhani ni’metlere bir anda kavuşmasını kafil olan şehadetten başka bir şeye atf-ı lihaza-i rağbet ederek harbe girdiğine pek ender tesadüf olunabilir. Binaenaleyh Müslüman askerinin nişan almak askeri yüksek rütbeler kazanmak fevkindeki ümera-yı askeriyyenin teveccühlerine mazhar olmak emeliyle şedaid-i harbi iktiham ettiğini zannetmek fahiş bir hata olur. Muharebatta cünud-ı İslamiyyeninAllahuekberkelimesine şi’ar parola ittihaz etmesinin hikmeti budur. Aheng-i azamet ve celadeti karşısında kalbleri lerzedar-ı mehabet eden ulviyet-i meali bi’l-cümle makasıd-ı dünyeviyyeyi hiç mertebesine indiren bu kelime-i ulyayı bülend-avaz ile tekrar ederek şunu ifade etmek isterler ki kainatta Allah’dan başka hiçbir emel ve maksad yoktur ki şehid olmak can vermek gibi vasıtalarla istihsaline çalışılacak kadar bir değer ve kıymeti haiz olsun. Yolunda can feda edilecek maksad-ı a’la gaye-i uzma varsa o da Allahu zu’l-celal’dir. Rüesaya itaat: korkması yahud ondan bir lütuf ve atıfet ümid etmesi değildir. Yegane saik onun rüesaya itaati Allah’a itaat onların evamirine imtisali bir nevi’ ibadet mahiyetinde telakki ve i’tikad etmesidir. Hakikat-i halde bu itaat keyfiyeti yalnız askere has olmayıp tabakat-ı İslamiyyenin kaffesi rüesaya karşı aynı his ile hareketi bir vecibe telakki etmektedirler. nazm-ı keriminin sarahaten delalet ettiği vechile ulü’l-emre itaat ister asker olsun ister sunuf-ı saireye mensub bulunsun amme-i müslimin üzerine farz Bu niza’ın sebeb-i yeganesi ne idi? Bu suale cevab vermek için enine boyuna birçok uğraşıldı. Bu mevzu’ üzerine birçok nutuklar verildi ki el-an devam etmekte olan bu nutuklar bizim nokta-i nazarımıza göre harbin ancak safahat ve menazır-ı muhtelifesine aiddir. Bazıları harbin sebebini muayyen bir takım akvam arasındaki rekabet-i iktisadiyyede görüyorlar. Bu rü’yette bir şemme-i hakikat olabilir. Lakin kısmendir tam değildir. Diğer bir takımları da harbin amilini milletlerin tarihinde zaman zaman görülen ve mücavir akvama hücum gayesini hedef ittihaz eden harekatın avdet ve tekerrüründe buluyorlar. Bu gayr-ı kabil-i i’tiraz bir hakikattir. Lakin bu tarz-ı hal mes’elenin tamamıyla halli değildir. El-hasıl daha parlak düşünen bir üçüncü sınıf efkar mes’eleyi tedkik ederken her şeyden evvel harbin mali menşe’lerini nazar-ı dikkate alıyor. Maamafih bu suret-i hal de mes’eleyi daha yakından ihataya medar olmakla beraber sathi ve gayr-ı kafidir. Vakı’a parlamenter hükumetler her memleketin dahili politika oyunları neticesinde bir takım sahib-i nüfuz adamların elinde zelil birer alet haline gelir ki ihtiras ve menfaat hislerinin ifratıyla temeyyüz eden asr-ı hazırda o müteneffizler muazzam mali ve sına’i müesseseler tarafından temsil olunmaktadır. Eğer insan yalnız bir makineden ibaret olaydı bu izah kifayet edebilirdi. Lakin insan bir makinenin çok fevkindedir. Ve bizzat bu makinenin faaliyeti insan makinesini teşkil eden diğer bir unsur-ı esasinin vücudunu izah etmektedir ki o da ruhtur. Mahiyetine tamamıyla şuur lahık olmayan cevherdir. Eşkal-i ictimaiyye ve siyasiyye hakikat-i halde bir zihniyetin netaicinden bir fikrin izahından başka bir şey değildir. İstihsal hususunda kaptalistlerin ta’kib ettikleri usule göre bu doğrudur. Kapitalizm başlıbaşına bir şey değildir. Kaptalizm servetin müradifi değildir. O cem’iyet-i hazıranın efkar-ı samimiyyesinin tezahürü olduğu kadar ezvak-ı ferdiyyenin de vasıta-i husulüdür. Bu bir halet-i ruhiyyedir. Bu derebeylik devirlerindeki mümtaz sunufa has olan zihniyetin şimdi bütün cem’iyata taammüm etmiş yeni bir manzarasıdır ki inkılablar ve bir asırdan fazla müddetten beri devam eden şiddetli mücadeleler hala onu mahv ve istisale muvaffak olamamıştır. Bugünün zenginleri ve fabrikatörler eski devirlerdeki tahakküm ve başkaları yüzünden intifa’ arzularını başka bir şekilde olarak görülüyor ve bu ihtiras onların muharrik-i faaliyetleri oluyor. Vesait değişmiştir. Lakin hedef aynı hedeftir. Şu kadar var ki daha çirkin daha gayr-ı kabil-i tahammül hale ²O‚Ey nas kimin arkasına bir değnek vurdum nı rencide ettimse o da bana aynıyla mukabele etsin. Kimin bir malını aldımsa işte malım o da alsın. Benim kendine kin bağlamamdan korkmasın. Çünkü o benim kelimat-ı zerrin ile rüesa ile ahad arasında insaf ve intisaf kaidelerini esaslı bir surette vaz’ ve takrir buyurmuşlardır. Nitekim yine o Nebi-i güzin Y®yÁs\ [½c® {ÀÊ iy†›Áy¶­ ­¶yÁ›† ­¶yÁ]¦ ­n ­¶yÁ]¦ Ümmetimin küçüğü büyüğe hürmet büyüğü küçüğüne merhamet ettikçe halleri günden güne iyi olur.Hadis-i şerifiyle de bize büyüğün küçüğe rahm ve atıfet küçüğün büyüğe tevkir ve hürmet hissi beslemeleri saadet-i ictimaiyyenin miftahı siyaset-i umumiyye ve hususiyyenin ruhu olduğunu izah ve beyan buyurmuştur. Şam ordusu serdarı Ebu Ubeyde emiru’l-mü’minin Ömer bin el-Hattab’a bir mektup yazarak ab u havası latif olduğu için rahata meyl ederler korkusuyla askeri Antakya’da oturtmamak fikrinde bulunduğunu arz eylemişti. Cenab-ı Halife’den şu yolda bir cevab aldı:Havası güzel olduğu için Antakya’da oturmamak fikrinde bulunduğunu bildiriyorsunuz pek iyi amma Cenab-ı Hak © ª ±® ¹¦ Y]Á ¹ ¯– † Yªo Y ~yª Y·À YÀ fermanıyla a’mal-i salihada bulunan erbab-ı takvaya tayyibatı haram etmemiş olduğunu anlatıyor. Hayır sana düşen vazife askere rahat ettirip yorgunluğunu aldırmak bol bol yiyip içerek mukatele uğrunda bi-tab kalan vücudlarına biraz iade-i kuvvet ettirmeleri için müsaadekarane hareket etmek hamaset ve şehametini dillerde destan eden hasais-i fazıla mezaya-yı ber-güzidesi bu merkezdedir… Avrupa hükumet ve milletlerinin Harb-i Umumi’den mütevellid fenalıklara çare-saz olabilecek vesaiti taharri mızda en vahşi ve en behimi bir surette tecelli eden avakıbından mümkün olduğu kadar az bir zararla çıkabilmek devam etmekte bulunduğumuz böyle bir sırada uhdemize düşen bir vazife vardır ki o da esbab ve avamil-i müte’addide arasından bu harbin en müessir olan sebebini bularak ona göre mahiyet-i hakikiyyesine muttali’ olmak ve netaicinin ehemmiyet-i hakikiyyesini ta’yin etmektir. gelmiştir. Zira bütün ihtira’at-ı beşeriyyeyi sırf kendi menfaati uğrunda istihdam edip durmaktadır. Son rub’ asırdaki vekayi’ ve hadisat üzerinden zaman denilen tesviyekar kuvvet geçdikçe ve bu hadiseler kendi ehemmiyet ve kıymet-i hakikiyyelerine göre sıralandıkça her günkü siyasi ve ictimai vukuat ile bu ana kadar unutulmakta olan bir hakikat nazar-ı müşahedeye bütün dehşetiyle tecelli etmektedir: Tesadüfün bir Sırb tarafından Avusturya veliahdinin katli ile meydana getirdiği bu harb ki ihtimal ba’zı akvam arasındaki rekabet-i iktisadiyyenin had bir şekil alması onu biraz ta’cil etmiştir. Hakikatte cem’iyet-i hazıranın zihniyetinden başka bir şey değildir. Bu zihniyet iktisad aleminde kaptalizm unvanıyla yad olunuyor. Fi’l-vaki’ Avrupa’nın hal-i hazırı günden güne artan umumi bir hoşnutsuzluk sınıflar arasındaki mücadelenin mütemadiyyen şiddetlenmesi bütün efkar-ı necibenin mahkum-i zeval olması galib mağlub bütün Avrupa an’anat ve müessesat-ı kadimeye karşı hürmetsizlik bütün cihanda o kadar na-hoşnudi tevlid etmektedir ki siyasi coğrafi bütün menafia rağmen asla eskilmemektedir. Harb-i Umumi’yi meydana getirdiği zannolunan bir takım ihtirasatın maddi ve ma’nevi te’min edilmiş olması da asla bu da’vayı halletmemiştir. O halde harbin sebebi rekabet-i iktisadiyye yahud maliyye olmayıp bu mali ve iktisadi rekabeti şekl-i hazırı arasındaki müsavatsızlık yahud milletler beynindeki ihtilaf değildir. Belki bu vekayi’i karıştıran yanlış bir takım fikirlerdir. El-hasıl harbin sebebi dine yahud ecdadın mezhebine hürmetkarane bir merbutiyet değildir. Lakin milliunvanıyla yad olunmayan her şeye karşı müdhiş bir husumettir. Muhitin efkar ve zihniyetler üzerine ika’ ettiği te’siri nazar-ı dikkate alınca diyebiliriz ki kaptalist namı alan bu zihniyet Avrupa’ya Fransa inkılabından beri hakim olan eşkal-i ictimaiyye ve müessesat-ı siyasiyyenin tekamülünün müncer olduğu mantıki ve meş’um neticeden başka bir şey değildir. Cihan-ı ma’mur üzerinde İslam ile meskun hiçbir mıntıka saha hatta en basit ve ibtidai bir memleket yoktur ki İngiltere hükumeti yalnız son zamanlarda değil bundan çok sene evvel oraya el uzatmış orada türlü türlü kaffesinden istifade etmiş hulasa her türlü entrika şebekelerini gererek o mıntıkayı o muhiti demirden pençesi sır ve Irak’ı Necd ve Hicaz’ı Filistin ve Badiye’yi bu sütunlarımızda birer birer tedkik ve son siyasi vaziyetlerini bi-emanı olan bu hükumetin hakiki emel ve gayelerini efkar-ı umumiyyeye arz etmeyi bir vazife bilmiş idik. Fi’l-hakika bu hükumette öyle bir halet-i ruhiyye vardır ki bütün ma’nasıyla mütebariz bir vaziyette bulunmaktadır. O da her olursa olsun memleket iklim mıntıka şehir veyahud köy ma’mure veya badiye demeyerek ru-yi zemin üzerinde ne varsa her noktayı işgal etmek her noktayı benimsemek hırsı… bir ser-güzeşte bir maceradan diğer bir maceraya sürüklemektedir. Bunun içindir ki yine İngiltere’nin kumandan mümessil sefir konsolos komiser ilh. namları tahtında büyük küçük birçok me’murları durmaz ve dinlenmez bir halde şarktan garba şimalden cenuba koşup durmaktadır. Ne garibdir ki bütün bu me’murlar evvela en tatlı bir sima ile arz-ı vücud eder. Kendilerini insaniyet ve medeniyet-i mutlakanın yegane mümessili beşeriyet-i muztaribenin bir tanecik halaskarı olarak irae ederler. Gülümserler sokulurlar kendilerine ılıcak sıcacık bir yer ihzarına çalışırlar sıcak ellerini uzatırlar sade samimi görünen sinelerini açarlar sırıtırlar… gönül almak için her hileye hud’aya tevessül ederler hiçbir vasıtayı ihmal etmezler. Fakat bir kere buna muvaffak oldular mı ve halkın ma’neviyetini avuçlarının içine aldılar mı artık büsbütün başkalaşırlar. Ve bu o kadar ani o kadar sür’atle olur ki karşısınızda bir İngiliz değil siyasi bir mümessil değil adeta bir tiyatro mümessili bir aktör görürsünüz. Lakin bu İngiliz mümessilleri öyle faciaların mümessilleridir ki onların oyun sahneleri milletlerin mukadderatı milletlerin şeref ve haysiyeti nihayet milletlerin hürriyet ve istiklalleri ve hakimiyetleridir. Bugünkü makalemizde dahi hiç şüphesizdir ki İngiliz me’murları için yine ber-mu’tad bir sahne-i fecayi teşkil ramı mucebince böyle bir hareketi uyuşturması uyuşturmağa çalışması gayet tabii idi. Derhal eski hakim memnun olanları topladı el-Bahreyn’in ba’zı şeyhlerini husule getirerek Abdullah’ı çar u na-çar niyabeti büyük biraderi Hamd’e terk etmeye muztar bıraktı ve Abdullah çekildi. dullah’ın genç ve azimkar şahsiyetine mukabil Hamd’de hilm ve mülayemet sükun ve teslimiyet evsafı mevcud bulunuyor ve bu evsaf İngiliz şebeke-i ihtilali için daha müsaid bir zemin teşkil ediyordu. Takriben bir seneden beri el-Bahreyn’in zahiri idaresi bu halim ve mutavaatkar İngiliz adamına kalmıştı. Fakat bu müddet zarfında el-Bahreyn büsbütün elim ve şayan-ı merhamet bir vaziyete düşmüş bulunuyordu. Artık el-Bahreyn konsolosun elinde en basit bir oyuncaktan mukadderatıyla İngilizlerin esir-i hırs ve udvanları olmuş Kahire’de münteşir gazetesinin el-Bahreyn’de bulunan muhabir-i mahsusu Kanunievvel tarihinde mezkur gazeteye yazdığ bir mektupta elBahreyn ahval-i dahiliyesinin bütün zavallılığını ne acıklı bir lisan ile anlatıyor ve bizi ne kadar tenvir ediyordu. Fi’l-hakika bu muhabir diyordu ki: el-Bahryn’in bugünkü kadar elim bir buhran devresi geçirdiği vaki’ olmamıştı. Bu devrenin hatar-nak akibetlerinden çok korkulur.. Bu mukaddimeden sonra muhabir bize uzun uzadıya İngiliz konsolosunun idareye ne suretle müdahalelerde bulunduğundan ve adayı ne suretle kıvrandırdığından bahsetmektedir. Konsolos hükumet tarafından el-Bahreyn mektebine terbiye-i bedeniyye muallimi olarak ta’yin ettiği bir Iraklı zabiti derhal memleket haricine tard ve ihrac eylediği gibi oranın belediye meclisinde şikayette bulunan ba’zı ulema ve eşrafını nefy ve teb’id ile tehdid eylemiştir. Bundan ma’ada konsolos eski naib Abdullah bin İsa memleket haricine çıkarmış ve eşraf ve ulemanın bütün müracaatlarını dürüştane reddetmiştir. Bu izahattan da anlaşılıyor ki el-Bahreyn’de İngiliz konsolosu her şey olmuştur. Fakat bir kere de elBahreynli muhabirin bu satırlarını okumak cidden calib-i dikkat ve ibrettir: eden iki İslam mıntıkasından mahdud dar iki sahadan bahsederek İngilizlere mahsus o hatar-nak halet-i ruhiyyenin tezahürlerini yine o iki bedbaht topraklarda ğişmediğini isbat eyleyeceğiz. Bu iki mıntıkadan birielBahreyn diğeriel-Kuveyttir. El-BahreynBasra Körfezi’nde bir adadır ki elmas gibi hayat menba’larıyla billurin akarsularıyla münbit ve mahsuldar toprağıyla ılık havası ve temiz semasıyla ma’ruftur. Kış ve yazı güzel bir ada ki her tarafında yeşil hurma ağaçları bağlar ve bahçeler vardır. O kadar tabii ve dil-rüba ki o mıntıkada bir mislini bulmak güçtür. Bu adanın sırf İslamlardan müteşekkil olan bütün ahalisine tabiat bir de ikinci feyzini vermiştir. Adanın her tarafında menba’-ı servet ve saadetidir. Hulasa inciden bir ada… Fakat bu adanın başına öyle bir bela musallat olmuş ki bütün saadet ve hayatını zir u zeber ediyor. Bir musibet arız olmuş ki bütün ismet ve nezahetini payimal edip gidiyor. Bu belanın bu musibetin ise İngilizlerden başka bir şey olmadığını derhal keşfetmenin güç olmadığına kail bulunuyoruz. Fi’l-hakika İngiltere’nin vaktiyle Irak’ta Divaniye’de bir konsolosu iken orada her türlü tahrikler ve kıyamlar vücuda gelmesine sebebiyet veren bir me’muru elBahreyn adasındakonsolosnamı tahtında bugün ifayı vazife etmektedir. Fakat bu onun zahiri künyesidir. Asıl hakiki ismi İslam el-Bahreyn’nin hakimi amiri ve’lhasıl en salahiyetdar bir şahsiyetidir. Bu cür’etkar şahsiyet muvacehesinde yıllardan beri el-Bahreyn hakim-i şer’isinin bir nüfuz ve bir sulta-ı hakikiyyesi kalmamıştır. Ma’lumdur ki el-Bahreyn hakim-i şer’i-i sabıkı Şeyh İsa ibn Ali elli üç sene mütemadiyen el-Bahreyn’de icra-yı hakimiyet eyledikten sonra yaşının kafi derecede ilerlemiş kafi derecede yorulmuş olması dolayısıyla kuşe-i inzivayı ihtiyar eylemiş ve yerine küçük oğlu Şeyh Abdullah ibn İsa’yı kendi arzusuyla naib ta’yin eylemiş idi. Bu hadise el-Bahreyn’deki İngiliz konsolosunu derhal sinirlendirmiş idi. Zira Abdullah bin İsa biraderlerinin en küçüğü olmakla beraber cümlesinde daha zeki daha faal ve daha ziyade asri bir mefkureye nisbeten malik olduğu içindir ki pederi tarafından hal-i hayatta naibliğe Abdullah derhal işe sarıldı dahili ba’zı ıslahata başladı ve memlekette hayat-ı medeniyyenin teessüsü için atılacak adımları henüz daha tesbite ta’yine çalışırken şübhesiz karşısına en büyük bir hasım olarak İngiliz konsolosu dikildi. kenli ve ısırganlı İngiliz parmaklarının kesilmesi için de dua etmekten kendimizi alamayacağız. El-Bahreyn Adası’nda İngiltere’nin çevirdiği bu fırıldakların bir eşi daha Basra Körfezi’nin garb cihetlerinde bulunan el-Kuveyt kasabasında bütün şiddetiyle hükümferma oluyor. El-Kuveyt öyle feyyaz bir müstakbele maliktir ki bütün Ceziretü’l-Arab’ın kısm-ı şarkisinin bütün Necd’in bir mahrec-i bahrisi ta’bir-i diğerle bu menatıkın teneffüs mıntıkasıdır. İzmir Anadolu için ne ise el-Kuveyt de Ceziretü’l-Arab’ın aksam-ı şarkiyyesi için öyledir. Ne kadar şayan-ı teessürdür ki İslamların bu pek zengin bir atiye malik olan bir limanı da İngiltere’nin avuçları El-Kuveyt’de İngiltere’nin Kolonel Cox isminde bir konsolosu vardır ki el-Bahreyn’deki konsolosun cild-i sanisi hatta cild-i evveli ve akıl hocasıdır da. Cox Ceziretü’l-Arab’ın ekser menatıkında gezmiş dolaşmış uzun zamanlardan beri her türlü tedkikat ve tetebbu’atta bulunarak hadarilerin ve bedevilerin bütün halet-i ruhiyyelerine vakıf olmuş zeki cür’etkar ve haşin bir İngiliz me’muru olmak i’tibarıyla bu diyar için adeta bir afettir. Bu afetin muvacehesinde bi’t-tabi’ elKuveyt’in hakimiyeti bulunan genç ve henüz tecrübesiz bi’t-tabi’ entrikaların girift yollarını gayr-ı müdrik ale’l-ade bir eş-Şeyh Ahmed’in şübhesiz hiçbir kıymet ve kuvveti olamazdı. Şeyh Ahmed’in bütün işi gücü gülmek eğlenmek vakit geçirmek… Buna mukabil Kolonel Cox’un da vazifesi tahakküm etmek fermanferma olmak … ilh. Eş-Şeyh Ahmed Kolonel Cox’un elinde baziçeden de daha ufak bir şey. El-Kuveyt’teki meşayihten birinden ya ahaliden birinden şikayet etmek isteyen Ahmed merci’-i şikayet olmak üzere Kolonel cenablarını bulur. Ne elim bir cilve-i kaderdir ki Kolonel Cox ise her fırsattan istifade ederek atideki mütalaalarını ulu orta fırlatacak kadar yüzsüzlük göstermiştir: Haşmetlü Büyük Britanya hükumetinin kat’iyyen fezi’nde hiçbir gaye takib etmiyor. Biz Arab memleketlerinin umur-ı dahiliyyesine müdahale etmek istemiyoruz. Fakat gördüğümüz garib garib icraat anarşi güya bizi çağırıyor ve geliniz geliniz memleketlerimizi alınız diyor. Biz ise yine hayır hayır memleketleriniz sizindir cevabını veriyoruz... Kolonel Cox’un bu sözlerini duyan İngiliz mekr ü desisesine vakıf değilse bu ali-cenab şahsiyetin bu el-Bahreyn’deki Arab hükumeti ve diğer Arab memleketleri evvelce İngiliz hükumetiyle ba’zı muahedat ve hususi ittifaklar akd etmek suretiyle İngiltere’ye merbut olmuştur. Uzun bir zaman mürur ettiği halde Arab hükumetleri bu ittifaklara sadık kalarak ta’ahhüd ettikleri vechile kendilerine vaki’ olan tesamüh ve irşadata daima havale-i sem’-i i’tibar eylemiştir. Ancak elBahreyn’in hal-i hazırdaki konsolosu hükumetin kendi şahsından ibaret olduğunu i’lan etmekte ve kendisinden başka emir ve nehy sahibi bulunmadığını beyan eylemektedir. Bu i’tibarla konsolosun icraatından şikayet etmek hakkını artık el-Bahreyn sekenesi haiz bulunmuyor. Be-heme-hal bütün halk bu konsolosun muvacehesinde bütün iradelerine mutavaat etmekten başka yapacak bir şeyleri kalmıyor. Hiç zannetmeyiz ki İngiltere hükumeti bu vaziyete tarafdar olsun. Hususiyle Arabların evvelden beri mevcud rabıtaları i’tibarıyla İngiltere’nin bu vaziyeti Konsolos cenabları Divaniye’de olduğu gibi el-Bahreyn’de dahi bir kıyamın husulüne sebebiyet verecektir. Artık şimdiye kadar ta’kib ettiği cebir ve şiddet politikasına nihayet vermelidir. Konsolos işittiğimize ve öğrendiğimize bakılırsa memlekette ıslahat yapmaktan başka bir şey düşünmüyormuş. Biz kendisine kemal-i ihtiramla sorarız ki şimdiye kadar tatbikine başladığı ıslahat nedir ve şimdiye kadar hükumetin ıslahatta bulunmasına ne suretle yardım eylemiştir. Evvelce el-Bahreyn’de tamamıyla emniyet ve asayiş mevcud iken hiç lüzumu olmayan polis teşkil etmek mi ıslahattır. Yoksa bugünkü günde menafi-i şahsiyyenin tervici için birer tezgah olan mehakimin teşkili mi ıslahat oluyor? Yoksa muallimini kolundan attığı mektepler mi ıslahata bir nümune oluyor? Zavallı el-Bahreynli bu feryadını yükseltirken zannediyor ki bu konsolos böyledir de İngiltere hükumeti adil ve re’fet-kardır. Bilse ki bu konsolos o muayyen prensibin bir timsalinden başka bir şey değildir. Bilmem o zaman ne yolda idare-i kelam edecektir! Fakat el-Bahreyn ahalisi konsolosun bu cebir ve şiddetlerine bu tahakkümlerine artık tahammül edemeyerek nihayet konsolosun el-Bahreyn’e hediye ettiği naib Hamd’i çektirerek yerine eski naib Abdullah bin İsa’yı getirmiştir. Mayıs tarihli gazetesi bu tebeddülden bahsederken el-Bahreyn’de Abdullah bin İsa gibi genç ve güzide bir reis-i hükumetin eliyle memleketin terakkisi yolunda faaliyetler izharını temenni ediyor. Biz de bütün İslamlar da bu İslam ülkesi için umran ve tekamül temenniyatını tekrar ederken bütün bu gayelerin zir u zeber olmasına en büyük saik olan o di müsaedat-ı aliyyesi sayesinde devlet-i metbuamın amaline muvafık bir tarzda deruhde etmiş olduğum vazifede her suretle muvaffak olacağım. Şu mevki’de umum Türkiye halkının saadeti hakkında İran milletinin ed’iye-i kalbiyye temenniyat-ı samimiyyesini Hudavend-i Müteal’in bargah-ı icabetine arz eylerim ve ümid ederim ki Cenab-ı Hakk’ın inayeti ve Nebi-i muazzamın teveccühat-ı kudsiyyesi berekatıyla bütün amal-ı hayriyyenize tamamıyla muvaffak olur ve mücahedat-ı vatanperverane ve hamiyyet-mendaneniz alem-i İslam’ın tarihine şerefbahş olur. Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin cevabları: Sefir hazretleri İran Devleti’nin ve İran halkının lisi Hükumeti’ne ve Türkiye halkına iblağ etmek ve mevahib-i ilahiyyeden olan uhuvvet-i İslamiyye esas-ı kaviminin te’yid-i tahatturu ile dindaş ve hem-civar devlet ve milletlerimiz arasındaki vahdet ve muhalasatı tezyid ve teşyid eylemek maksadıyla İran Devlet-i Aliyyesi tarafından zat-ı alileri gibi kifayet ve liyakatı müsellem olan bir zatın Türkiye Devleti nezdine fevakalade sefir olarak gönderilmiş olması Türkiye halkının hakiki ve yegane mümessili olan Büyük Millet Meclisi’nin ve Hükumeti’nin mucib-i mahzuziyyet-i azimesi olmuştur. Zat-ı alinize Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin reisi sıfatıyla beyan-ı hoş-amedi eylerim. Dest-i valalarından kemal-i sürur ile ahz eylediğim işbu mürasele muhteviyatının Devlet-i İraniyye ile Türkiye Devleti beynindeki revabıt ve münasebatı tezyide ve hukuk-ı hem-civarimizi teşyide ma’tuf oluşu ise zaten aynı hissiyat ile mütehassis olup aynı amali perverde eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti’nin ayrıca meserretini intac etmiştir. teşekküratının dindaşımız İranlılara iblağ edilmesini de bi’l-hassa rica ederim. Memleketimize ayak bastığınız andan beri halkımız tarafından temsil buyurduğunuz uhuvvet-karanenin ber-devam olacağına ve iki Müslüman devletin tezyid ve teşyid-i muhalasat ve vahdetine müteveccih vezaif-i sefiranenizin ifasında Büyük Millet Meclisi Hükumeti tarafından her türlü muavenet ve teshilat ibrazına müsaraat olunacağına kat’iyyen kanaat buyurabilirsiniz. Sefir hazretleri! Hemen Cenab-ı Hak hem-hal ve hem-derd olan bi’l-cümle akvam-ı İslamiyyeyi habl-i metin-i uhuvvete bi-hakkın i’tisamla nail-i fevz ü necat ve mazhar-ı refah u saadet eyleyesin! asil hüviyetin önünde hürmetle eğilmek arzusunu izhar edeceğinde şübhe yoktur! Fakat Kolonel’in bahsettiği anarşinin tezebzübün doğrudan doğruya İngiltere’nin o haşin parmaklarıyla tahrik edildiğini bildikten sonra derhal evvelce beyan ettiğimiz gibi o hain parmakları cihan-ı ma’mur üzerinde İslamların harim-i canına uzanmış olan o ısırganlı ve dikenli parmakları büküp kırmaktan başka bir şey yapmayacağına tamamıyla emin ve mutmain bulunuyoruz. melerini takdim münasebetiyle teati olunan samimi ve kardeşçe nutuklar: Sefir hazretlerinin nutukları: Paşa hazretleri İran devlet ve milletinin ihtisasat-ı samimiyyesini fevkalade sürur ve şevk ile Büyük Millet Meclisi Hükumeti Riyaset-i Celilesi’ne böyle bir mevkide arz u iblağa muvaffakiyetimden dolayı son derecede mübahiyim. Vakı’a’mü’minler birbirinin kardeşinden başka bir şey değildir’ mealindeki ayet-i celilesi mucebince müslümanlar arasındaki revabıt-ı ma’neviyye ve uhuvvet her türlü beyandan müstağni olacak bir derecede ayan ise de mevahib-i celile-i ilahiyyeden olan bu mukaddes rabıtanın te’yid-i tahatturu ve aradaki münasebat-ı vahdet ve muhalasatın tezyid ve teşyidi maksadıyla me’mur edilerek hamil olduğum müraseleyi ihtiramat-ı mahsusa ile arz u takdim eder ve İran Devlet-i Aliyyesi’nin Büyük Millet Meclisi Hükumeti hakkındaki niyyat-ı hasene ve temenniyat-ı halisanesini arz ile kesb-i şeref eylerim. Salifü’z-zikr müraselede manzur buyurulacağı cihetle dostunuz bulunan devlet-i metbuamın vechesi daima cami’a-i İslamiyyenin izhar etmekde olduğu revabıt ve münasebatı tezyide ve hukuk-ı hem-civariyi te’yide ma’tuftur. Gerek bu me’muriyetle memleketimden hareket etmekte olduğum sırada İran milleti tarafından Türk milleti hakkında izhar edilen hissiyat-ı mahsusadan gerek Türkiye toprağına muvasalatımdan sonra bütün güzergahımda meşhudum olan fevkalade tezahürat-ı muhabbetten yakinen anladım ki bu me’muriyet halen ve husule getirecek ve Büyük Millet Meclisi Hükumeti’nin Ankaramıza yeni teşrif eden İran sefir-i kebiri Mümtazü’d-Devle hazretleri resmi gayr-ı resmi daha tı. Görüştüğü zevatın samimi muhabbet ve hürmetlerini celbe muvaffak oldu. Müşarun-ileyhin böyle kalbleri teshir etmesinin asıl sırrı hiç şübhesiz samimiyeti ve hakiki surette vahdet ve uhuvvet-i İslamiyye duygularıyla mütehassis olmasıdır. Nice zamanlardan beri İslam’ın başına çöken ve günden güne şiddet ve tazyikini artıran felaketler Mümtazü’d-Devle hazretlerinin de ruhunda pek elim te’sirler husule getirmiş olduğu anlaşılıyor. Uzun zamanların acı tecrübeleriyle yoğrulan Mümtazü’d-Devle hazretleri artık İslam arasındaki bütün ayrılıkların kalkmasını bi’l-umum Müslüman milletlerin el ele vererek bütün İslam diyarındaki esaret zincirlerinin kırılmasını mübrem görüyor ve her İslam mütefekkirinin bu hususta mücahededen geri durmamasını tavsiye ediyorlar. Müşarun-ileyhi eski diplomasi me’murlarından telakki etmemelidir. Mümtazü’d-Devlet hazretleri –Afgan Sefiri Sultan Ahmed Han hazretleri gibi- bila-tefrik bütün müslüman milletlerinin halas ve saadetini isteyen samimi bir müslüman kardeşimiz büyük bir İslam mütefekkiridirler. ciddi ve hakim bir zat-ı muhteremi Anadolu’ya göndermekle pek büyük isabet etmişler İslam’ın vahdet ve tealisi yolunda pek hayırlı bir adım atmışlardır. Fi’l-hakika İslam devletlerinin yek-diğerine gönderecekleri sefirlerin kalblerinde her şeyden evvel Müslümanlık aşkı vahdet ve uhuvvet-i İslamiyye duyguları ciddi surette yerleşmiş olmalıdır ki akvam-ı İslamiyye arasında husulünü temenni ettiğimiz hakiki tesanüd ve uhuvvet teessüs edebilsin. Yoksa bu hislerle mütehassis olmayan Avrupalı diploması me’murları gibi düşünen ve hareket eden bir İslam sefirinin hayırdan ziyade zararı olacağına şübhe yoktur. Abbas Halim Paşa hazretlerinin bir mektuplarında buyurdukları vechileİslam akvamı arasındaki siyaset diplomasi demek olmayıp sadece uhuvvetten ibarettir.İşte bütün İslam sefirleri Mümtazü’d-Devlet hazretlerini bu şiar ile mütehalli gördüğümüz mesi için bir fal-i hayr addediyoruz. Müşarun-ileyhin iade-i ziyaretleri sırasında Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi hazretlerine söyledikleri sözler müşarun-ileyhin nasıl büyük bir müslüman olduğunu ve bize karşı nasıl samimi hislerle mütehassis bulunduğunu gösterdiği için bazı fıkralarını bütün Müslüman kardeşlerimize nakl etmeyi bir vazife addediyoruz. Müşarun-ileyhin teşrifleri zamanında tesadüfen biz de Şer’iyye Vekili hazretlerinin yanlarında bulunuyorduk. Mümtazü’d-Devle hazretleri Şer’iyye Vekili ile müsafaha ettiği zaman biz iki büyük İslam devletinin milyonlarca efradının hep el ele verdiğini görüyor bu muazzam hadisenin istikbalde husule getireceği mes’ud günleri seyrediyorduk. Asar-ı nefiseye pek meraklı olan ve İran edebiyatıyla bir hayli zamanlar iştigal etmiş bulunan Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi hazretleri şark hükemasından ve eserlerinden söze başladılar. Şarkın hakim-i şehiri olan Sa’diler Celaleddin-i Rumiler Hafızlar ve bunların meslek-i hakimane ve arifaneleriyle nefis yazılar hakkında vakıfane beyan-ı mütalaatta bulundukça sefir hazretleri kemal-i hürmetle dinliyor ve izhar-ı memnuniyyet buyuruyorlardı. Şer’iyye Vekili hazretleri en büyük hattatların kalemiyle yazılmış Kur’an-ı Kerimlerden bi’lhas-sa hatt-ı nesihin mucidi Yakut el-Müsta’sımi’nin hatt-ı desti ile yazılmış Kur’an’dan bahsettiği sırada sefir hazretleri birden bire mecra-yı kelamı başka vadiye naklederek dediler ki: – İşte bugün bütün müslümanlara düşen en birinci vazife el birliğiyle Kur’an’ı muhafaza etmektir. Cenab-ı Hak Kur’an’ın hafızı bizzat kendisi olduğunu söylüyor. Hiç şübhe yok ki onun muhtevi olduğu hakayık-ı aliyye ve ebediyye her zaman bakidir. Ancak bize düşen vazife onun etrafında toplanmaktır. Düşman birdir. Biz Müslüman milletleri düşman-ı müştereke karşı ancak el ele vermek suretiyledir ki kendimizi muhafaza edebiliriz. Bu hususta bütün Müslüman milletler yek-diğerine müzaheretle mükelleftir. Zira bu İslam’ın en büyük vezaifindendir. Vakı’a bugün taraf taraf Müslüman milletleri hal-i cihadda bulunuyor kendi hürriyet ve istiklallerini tan... Bu üç devlet lehü’l-hamd hür ve müstakildir. Bunların birleşerek Müslümanlık için çalışmaları lazımdır farzdır. Düşmanla mücahede nasıl farz ise birlik husulü mürşidlere müterettib bir fariza-i mühimmedir. Efendi hazretleri! Sizin sözleriniz sizin beyannameleriniz her yerde pek büyük te’sirler husule getirir. Zira siz yalnız buranın Şer’iyye Vekili değil İran’da da Afganistan’da da Hindistan’da da el-hasıl bütün İslam diyarında da Şer’iyye Vekilisiniz. Burada nasıl hükmünüz varsa her taraftaki müslümanlar indinde de öylesiniz. Binaenaleyh müslümanların birliği için sizin pişva olmanızın azim te’siri vardır. ki hal-i inzivaya çekilmiş hiç kimse ile görüşmüyor. Bir ye muvaffak oldum. Maksadımı anladı. Ben de gizlemedim. Türkiye’ye sefir olarak gidiyorum dedim orada yapacağım hizmet hususunda sizden biraz nasihat isterim Efendi hazretleri o mübarek zat bana ne nasihatte bulundu bilir misiniz? Dediler ki: – Oğlum şimdi siz gaziler memleketine gidiyorsunuz. Öyle bir memleket ki eli silah tutan umum erkekleri cihad meydanlarında düşmanla çarpışıyor. Kadınları da gerilerde kağnılarla cephane taşıyor. Şayed yolda giderken ya tekerleği kırılmış yahud çamura batmış bir kağnı görürsen atından yahud arabandan inip bizzat elinle o kağnıyı tamir edip yahud çamurdan çıkarıp yoluna devam ettirmelisin. İşte Türklere karşı bugün sizin ve bütün müslümanların yapacağı hizmet budur. Herkes bizzat eliyle bu mukaddes mücahedeye iştirak etmelidir. Ve bugün dünyada bundan büyük şeref yoktur Artık hepimiz o derece müteessir olmuştuk ki gözyaşlarımızı zor zabt ediyorduk. Bu teessür ve samimiyetle sefir hazretleri veda’ ederek ayrıldığı zaman ruhlarımız Sarıkamış’ta münteşir gazetesi yazıyor: Seyyid Taha hazretlerinin Nasturilerin İslamlara reva görmekte oldukları mezalimin önüne geçilmesi için tedafüi tertibat almakta olduğu memnuniyetle haber alınmıştır. Ahiren İngilizlerin silahlandırdıkları Nasturiler Zaho havalisindeki Kürd İslam kardeşlerimize İngiliz zabitlerinin kumandasıyla hücum etmişler ve bi-çare rından çıkarmışlardır. Bu na-merdane tecavüzlerden canını kurtarmaya muvaffak olup İran’a geçerek Seyyid Taha hazretlerine mazhar oldukları ve bu katliamların tekrar etmemesi Düşmanların İslam hakkındaki hareketleri niyetleri çok fenadır. Fakat onların bu kötü niyetleri bu kötü hareketleri göreceğiz. Onlar şiddet ve tazyiklerini arttırdıkça müslümanlar uyanacak ve yek-diğerine sımsıkı yapışacaktır. – Buna şübhe yok. Sefir hazretleri! Düşmanların bize karşı bu kadar saldırmalarının sebebi müslümanlar olmaklığımızdan başka nedir? Elbette İslam alemi bunu görüyor ve anlıyor. Biz Türkiye müslümanları asırlardan beridir Ehl-i Salib istilasına karşı göğsümüzü germiş Müslümanlığı müdafaa edip duruyoruz. Düşmanlar en şiddetli hareketlerini bize karşı tevcih ediyorlar. Mütareke muahedesinin mürekkebi kuramadan ahidlerini nakz ettiler. Elimizi ayağımızı baltaladıktan sonra üzerimize bir Ehl-i Salib sürüsü saldırdılar. Düşman her girdiği yerde yapmadık zulüm ve vahşet bırakmadı. Sefir hazretleri bugün Asya kapılarında müslümanlara karşı müslümanların değil kalbinde biraz hiss-i insani olan her ferdin yüreklerini dağdar etmektedir. Bize niçin bu kadar saldırıyorlar? Çünkü biz müslümanız. Çünkü biz Müslümanlığı temsil ve müdafaa eden mücahid bir devlet fedakar bir milletiz. Evet öyleyiz. Ve Allah’ın olunuz bu milletten tek ferd kalsa yine esaret halkasına boynunu uzatmayacak tek bir köy kalsa da yine orada hürriyet ve istiklal sancağını dalgalandıracaktır. Sefir hazretleri görüyorsunuz bütün bu yoksunluklara bipayan müşkillere rağmen biz vazife-i İslamiyyemizi nasıl bütün müslüman milletler bizim muazzam ve mukaddes mücahedemizle yakından alakadar olsunlar ve Kur’an’ın kendilerine emrettiği vazifeyi ifadan geri durmasınlar.. Şer’iyye Vekili’nin bu heyecanlı sözlerinden sefir hazretleri pek müteessir olmuşlardı. Derin bir göğüs geçirerek dediler ki: – Efendi hazretleri! Emin olabilirsiniz ki bütün dünya müslümanları bu muazzam ve mukaddes mücahede amadedir. Size küçük bir misal arz edeyim. Buraya gelirken Tebriz’de büyük bir zat ile görüştüm. Öyle bir zat Alem-i İslam’ın merci’-i dinisi olan Umur-ı Şer’iyye Vekalet-i Celilesi yeryüzünde mevcud bütün Müslüman milletleri Rusya’da Volga ve İdil havzalarında açlık afetine ma’ruz kalan on iki milyon müslümanın imdadına koşmaya da’vet ediyor. Müslümanca idareden başka çare yoktur – Mücahede-i milliyyenin en samimi tarafdarı hocalardır – Hayali nazariyelerle köylü idare olunmaz – Müslümanca yazılar lazım – Köylü ile temas masa başında olmaz – Köylüye okutmanın yolu. Afganistan’da müterakki medreseler ve mektepler küşadı – Emir hazretlerinin ilim ve irfana verdikleri ehemmiyet şe’air-i diniyyeye gösterdikleri itina – Emire karşı halkın samimi muhabbeti – Avrupa’ya talebe i’zamı – Afganistan’da matbuat – Afgan hükumetinin umde-i esasiyyesi – Şeriat-i İslamiyye esasatını muhafaza – – Terbiye-i İslamiyyeye verilen ehemmiyet-i azime. Bu projenin tatbikine başlanmasından mütevellid netayic-i siyasiyye – İngiltere’nin muvaffakiyetsizliği – Rusya’da Volga ve İdil havzalarıyla Ural Dağları eteklerinde on iki milyon Müslüman kardeşimizin ma’ruz kaldıkları ahval-i feci’ayı tasvir eden bu mektup bizi pek ziyade müteessir etmiş ve derhal o bi-çare kardeşlerimizin beri Müslümanlığı müdafaa için cihad meydanlarında kan dökerek refahtan mahrum kalan biz Türkiye müslümanları son senelerde en muazzam mücahedelere girişerek yine o uğurda varımızı yoğumuzu feda ettik. En nihayet harim-i İslam’a sokularak güzel Anadolu diyarını taun gibi kasıp kavuran Salibiyyun istilasına ma’ruz kaldık. Lakin buna da göğüs gerdik. Çoluğumuzu çocuğumuzu malımızı menalimizi terk ederek cephelere koştuk. Yüz binlerce kişilik ordular techiz ve teşkil eyledik. Ve avn-i Hak’la Salibiyyunun o müdhiş akınını durdurmaya muvaffak olduk. Bu yüzden arkada ekilemeyen tarlaların babasız kalan yetimlerin kocasız kalan kadınların haddi hesabı olmamakla beraber Rusya’daki Müslüman kardeşlerimizin duçar oldukları açlık afetini dan lokmamızı ayırarak onlara uzattık. Asırlardan beri Y ¦ ¹ ª ­· \·­ r ‡ Y† _ Ÿ² – yfQÀ [  kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onlarý kendilerine tercih ederler] düstur-ı Kur’aniyyesini şiar edinen biz Türkiye müslümanları son lokmamızı da muhtac olan dindaşlarımıza vermekle en büyük zevk duyarız. Evet İslam bayrağının şanını muhafaza için her şeyini feda eden isar ale’n-nefs maye-i aleminin yardımlarına müftekır bir mevkide bulunmakla beraber ötede açlıktan ölmeye mahkum dindaşların nalelerine la-kayd kalamamış onların derdlerine hakiki ve acil çareler bulmaya savaşmıştır. Lakin afet o kadar büyük ve o kadar müdhiştir ki Müslümanlığı müdafaa uğrunda her şeyini bezl eden Anadolu müslümanlarının kudret ve takati bu felaketin önüne geçmeye maa’l-esef müsaid değildir. Onun içindir ki bütün İslam aleminin merci’-i dinisi olan Türkiye Umur-ı Şer’iyye Vekaleti yeryüzünde mevcud bütün Müslüman akvamını bütün Müslüman efradını bi’l-hassa hal ve vakti müsaid olan Müslüman milletlerini Volga ve İdil havzalarında açlıktan helake ma’ruz bulunan zavallı dindaşlarımızın imdadına yetişmeye da’vet ediyor. Bugün bütün Müslüman milletler büyük Peygamber’lerinin buyurdukları vechile yekpare bir cesedin hassas uzuvları olduğunu göstermek mevkiinde bulunuyorlar. İslam’ın ezeli ve la-yeteğayyer düsturlarını kuvvede bırakmayarak saha-i fi’le çıkarmak asr-ı hazır müslümanlarının en mütehattim vazifeleridir. Bugün imtihan günüdür. Kalbinde imanı olan her müsRusya müslümanları Nezaret-i Diniyye Reisi Kadi Rızaüddin bin Fahreddin ve Nezaret-i Diniyye nezdinde Açlara Yardım Komisyonu Reisi Kadi Kesafeddin Tercüman Rusya’da Volga ve İdil havzalarında on iki milyon Müslüman kardeşimizin bugün afetlerin en müdhişi olan açlık yüzünden büyük bir tehlike karşısında bulundukları haber veriliyor ve deniliyor ki: Yedi sene devam eden müdhiş hadiseler neticesinde Rusya ahalisi son bir fakr u sefalet derekesine düştü senesi baharında bu sefalet içinde bin türlü alam ve meşakkatlerle çarpışan halkın başına misli tarih-i alemde görülmemiş bir afet naziri destanlarda işitilmemiş bir açlık kabusu çöktü. Ahvala hakkıyla aşina olmayanlar açlık belasının bütün elvah-ı fecayiini hakkıyla tasavvur edemezler. Yağmursuzluk yüzünden hasıl olan müdhiş kuraklık ekinleri tamamen kurutmuştur. Kuraklık neticesinde yerlerde bitecek ne varsa tamamıyla helak olmuş hayvanat-ı ehliyye çoktan ekl olunmuştur. Nebatat ile hayvanatın her nev’ini yiyip bitirmiş olan halk yalnız ağaçların kabuğunu çöllerin yabani otlarını yemekle iktifa edemeyip bir nevi’ mugaddi bulunan toprağı bile yiyip bitirmektedirler. Açlık en müdhiş ve en ağır darbesini Volga-İdil havzalarıyla Ural Dağları eteklerine kabileleri Müslüman akvamının oturağıdır. Hal-i hazırda Tatar Başkırd ve Kırgız Türk Müslüman akvamından on iki milyon nüfusun açlık yüzünden ma’ruz-ı helak olduğu tahmin edilmektedir. Böyle ki Volga havzalarıyla Ural boylarında yaşayan müslümanlar Rusya açlarının en sefillerini teşkil ediyorlar. Hakikaten bu yerlerdeki en korkunç elvahını teşkil ediyor.Mü’minler kardeştir mefhum-ı mukaddesince bütün alemin la-kayd kalamadığı bu azim musibette en ziyade sefil bulunan müslümanlara karşı alem-i İslam’ın dahi nazar-ı dikkat ve samimiyyetini celb etmek maksadıyla yardım teşkilatına mübaşeret eden Rusya Müslüman Nezaret-i Diniyyesi kendi nümayendelerini Müslüman memleketlerine göndererek dindaşlarına müracaatla muavenetlerini istiyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi Umur-ı Şer’iyye Vekaleti bütün alem-i İslam’ın dini merci’i olduğunu nazar-ı teşkil eylediği yardım hey’etine edeceğiniz müsaedata çok ümidler bağlamaktadır. lüman yiyeceği lokmasından ayırarak açlıktan inleyen dindaşlarının imdadına koşacaktır. Alem-i İslam’ın bütün matbuatı bütün hatibleri bütün cem’iyetleri harekete gelerek Volga ve İdil havzalarında açlık yüzünden helake ma’ruz kalan on milyon müslümanın nalelerini feryadlarını dört yüz küsur milyon müslümana işittirecek ve onların yardımlarını felaketzede kardeşlerimize yetiştirecektir. Bunun için alem-i İslam’ın her tarafında her memleketinde yardım komisyonları teşkil ederek cem’-i i’anata başlamalı ve toplanan mebaliği Türkiye Hilal-i Ahmeri vasıtasıyla Rusya Müslümanları Nezaret-i Diniyyesi nezdinde Müslüman Açlara Yardım Komisyonu’na göndermelidir. Cenab-ı Hak bi’l-cümle bilad-ı İslamiyyeyi her türlü afat ve belayadan masun ve muhafaza buyursun amin. Bu mes’elenin haiz olduğu ehemmiyeti izah zaiddir. Harici ve dahili iki safhaya ayrılan irşadın ben dahile aid kısmı hakkında geçen sene sabık müdüre şifahi beyanatta bulunmuştum. Ne dereceye kadar tatbik edildiğini bilemediğim bu beyanat parçalarından bazılarını –ileride yine bu bahse avdet etmek üzere- şimdi de yeni müdir-i umumi beye ithaf ediyorum: Dahili irşada propaganda namını vermek doğru değildir. Çünkü: Bu kelimemeşru’ gayr-ı meşru’ her maksadın tervici için kullanılan bir aletolmak üzere telakki edilmiştir. Binaenaleyh halk nazarında menfurdur. Da’vamız muhik ve meşru’ olduğu için biz bunu te’yid etmek istiyoruz. Bu da propaganda ile değil irşad ile olabilir. şid olmak gerektir. Meşrutiyet’in i’lanından beri irşad namına neler yapmadık! Halk artık her gördüğü adama her söylenen söze i’timad edemiyor. Halk deyince ekseriyeti teşkil eden zavallı köylüyü anlamalıdır. Efendim köylü irşadcıları dinler gibi görünür hatta onlara tatlı tatlı diller dökerler. Fakat misafirleri köylerinden gittikten sonra bir araya gelerek derler ki: – Savdık herifleri be!... Türkçe’de bir darb-ı meselimiz:Türk’ün bildiğini tilki bilmezderler. Geçen sene bu civar köylerinde dolaşan bir hey’et-i irşad vardı. Köylüler bunları can kulağıyla dinlediler. Fakat asarı?... Çünkü: Hey’et köylünün ruhuna nüfuz edememişti. Meşrutiyet’ten sonra çıkan nakarattan biri deKöylülerle temasmes’elesidir. Temas faide te’min etmez. Köylüyü anlamak köylünün ruhuna nüfuz edebilmek lazımdır. Köylünün en hassas noktası din noktasıdır. Gerek sözünüzle gerek her nevi’ hareketinizle hakiki bir müslüman olduğunuzu isbat edemezseniz sarf ettiğiniz mesa’i boştur. Livamızda hatib bir zat vardı. Donanma İanesi için halkı büyük camie toplattı. Hep gittik. Cuma namazı eda edildikten sonra hatib kürsüye dayanarake’uzü besmeleile söze başladı. Ay. Baktık ki cemaat dağılıyor. – Aman yapmayın dinleyin! dedik. Aldıran olmadı. Ellerimizde i’ane kutuları vardı. Bunları dolduracağız zannediyorduk. Halbuki cami’ nasıl boş kaldıysa kutular da öylece tam takır kaldı. Sebebini anlamak istedik. Bir – Efendi biz Beytullah’a potinleriyle giren adamın sözünü dinleyemeyiz. Meğer me’mur ahıra girer gibi camie girivermiş! Köylünün en hassas noktasına işaret etmiştim. Halk Müslümandır. Onu Müslümanca idareden başka çare yoktur. Halk mücadele-i milliyyeye iştirak ediyorsa bu bir mücadele-i diniyye olduğu içindir. Şehidlik gazilik adam akıllı nüfuz edemedik. Da’vamızı mahdud kuru maddi bir da’va halinde göstereye çalıştık. Halbuki –kim ne derse desin- bu mücadele bir Ehl-i Salib ve İslam mücadelesidir. Kur’an-ı Kerim’de yalnız cihad hakkında binden fazla ayet-i kerime vardır. Bundan niye istifade etmiyoruz? Ulema-yı kiramdan niye müstağni kalıyoruz? Bu mücahede-i milliyyeye hoca efendiler kadar tarafdar hiçbir sınıf bulamayız. Biz cihadı maddi zannediyorsak hocalar bunu bir emr-i ilahi olarak telakki ederler. Ba’zı zevat irşad deyince yevmi gazeteleri hatırlar. Halbuki bu gazetelerden hiçbirini köylü okumuyor ve okumaz. Çünkü gazetelerimiz halkın ruhundan tamamen uzak bir mahiyettedir. Köylü Müslümanca yazılar olursa - Afganistan hükumetinin Mısır mümessili es-Seyyid Muhammed İsmail Han’ın bundan mukaddem Mısır’ın kıymetdar gençlerinden Zeydan Efendi Bedran’ı Afganistan Maarif Nezareti’ne mülhak olmak ve Afganistan medreselerinden birinde tedris ile iştigal etmek üzere Muma-ileyh Zeydan Efendi Afganistan’ın merkez-i mamış ise de ikincisi bu kere elimize geçmiştir. Aynen ber-vech-i ati neşr eyleyiyoruz: Hal-i hazırda Afganistan’ın harekat-ı ilmiyeye mazhar olduğu kadar diğer bir zamanı her halde tarih kayd etmemektedir. Zaman-ı kadimde memleket büyük bir cehalet içinde ve pek çok geri bir halde idi. bu arz ettiğim hakikati isbat için Afganistan’ın tarihinden misaller getirerek bedaheti izaha lüzum yoktur. Zira hakikat gün gibi aşikardır. Emir-i hazır şevketlü Gazi Emanullah Han hazretlerinin Afgan tahtına cüluslarından mukaddem ilim ve medreselerden veyahud mekteplerden bahsetmenin bi’t-tabi’ ma’nası olamaz. Ümmilik cehalet halk arasında o derece hakim ve mütesallıt bir mevkide idi ki kendi hususi cehd ve gayretleriyle ve fıtri isti’dad ve zekalarıyla ba’zı ulumun mebadisini her nasılsa öğrenmiş olan ve parmakla gösterilmesi kabil olan birkaç kişiden ma’ada hemen bütün halk gayr-ı müdrik ve gayr-ı mümeyyiz bir halde bulunuyordu. Emir-i hazır tahta cülus ettikten ve çelikten kollarıyla bi’l-fi’l bir istiklal-i tamma malik olduktan ve memleketin hemen her tarafında emniyet ve asayişi te’sis eyledikten sonra Afganistan’ı memalik-i mütemeddine miyanına yorlardı. Bu gayeye erişmek ise ancak Afganistan’a iyi bir terbiye ve sağlam bir ilim ve irfan vermekle kabil olacağını takdir eyledi ve her şehir ve her kasabada müterakki medreseler ve mektepler küşada başlayarak zulmet-i cehaleti irfan ile çak-çak etmek muvaffakiyetini Şevketlü emir hazretlerinin bu husustaki icraat-ı seniyyeleri hakkında az çok bir fikir elde etmek için Afganistan’da hal-i hazırda mevcud mekteplerle bu mekteplerde tahsil-i ilim ve irfan etmekte bulunan ] okur ve dinler. Esasen yevmi gazetelerin köylüler içinden mühim okuyucuları bile yoktur! Hem köylü bu kabil gazetelere ne diyor biliyor musunuz? – Yalancı!... Gazetelerin adı budur. Biz ne yazsak bunun muhatabı yine kendimiziz. Muharrir beyler masa başına otururlar bir şeyler yazarlar bir silsile-i neşriyat açarlar. Bu silsileleri köylü güya ta’kib ediyor zannederek gittikçe onun yükseldiğini farz ederek bu hayali seviyeye yüksekliğe istinaden yine hayali bir takım nazariyyata göre köylüyü idare etmeye kalkışırlar. Yahu köylü gazeteni okumuyor okumuyor!... Ben de biraz gazetecilik ettim. Köylü ile çok düşüp kalktım. Size söyleyeyim: Gazetelerimiz Müslümanca yazı yazsalar bile dillerinin çetrefil olmaması şarttır. Halkın seviyesine inmeli biraz halkın kafasıyla düşünmelidir. Bizim gazetelerimiz nedir? Dili kim anlar ..? Eğer muhatabın halk ise o anlamaz. Münevver tabaka ise onun da o kadar ihtiyacı yoktur. O halde gazetenin ma’nası? Temas temas… moda kelimelerden. İçimizde kaç kişi var ki senelerce köylü içinde yaşamış köylünün ruhunu anlamıştır? Masa başında köylü idare edilmez. Evvela derdi teşhis edeceksin sonra ona göre ilaclar vereceksin. Fakat bu ilaclar da mürekkeb olmayacak köylü gibi sade basit olacak. Sonra köylüye hitab edecek yazılar her halde köylünün gözünü doldurmalıdır. İri harflerle yazmalıdır. Hatta daha doğrusu şudur: Köylü büyük harflerle yazılmış harekeli kitaplar gazeteler ister. Taş basma ile basmak lazımdır. Eğer köylüye yeni bir Battal Gazi Köroğlu Kan Kal’ası … yazarsanız köylüye okutabilirsiniz. Hem bu kitapları köylüye büsbütün bedava vermeyeceksiniz ha! Bedava verilen şeyleri köylü ilac da olsa almaz: – Kim bilir bunda ne oyun var! der. Hani karanfil yağları nane yağları satan adamlar vardır. Kitapları risaleleri onlara vereceksiniz. Köylerde onlar cüz’i bir fiatla satacak. Köylü bu adamlara çok Allah’ı Peygamber’i tanırlar. süfera Afgan eşraf ve a’yanı bu müsamerede hazır bulunmuştu. Müsamere cidden parlak bir surette olmuştu. Müsamereye Kur’an-ı Kerim tilavetiyle ibtidar edilmiş ve bunu müteakib talebe tarafından hitabeler ve nutuklar Bir talebe hakikat-i İslam’a dair bir hitabede bulunarak ahiret için ve metin bir terbiyeyi mü’eddi esasat-ı sahihaya müstenid ulum-i hakikiyyeyi mü’min olması bunu tıb hukuk ve sair birçok mevzu’lar hakkındaki nutuklar ta’kib eylemiştir. Müsamerenin hitamına doğru şe’air-i diniyyeyi muhafaza ve mekarim-i İslamiyyeyi sıyanet hususunda hemen hazretleri ile bi’l-umum hazırun –bi’t-tabi’ süferadan gayrı– ikindi vakti olmak hasebiyle hemen kalkarak müsameregaha karib ihzar olunan bir mahalde müştereken yine müsamere mahalline avdetle Afgan lisanı üzere yazılmış bir neşide dinlendikten sonra haziruna tatlılar Emir hazretleri bundan sonra arz-ı veda’ ederek ayrılırken hazirunun şevketlü Emir hazretlerine karşı olan muhabbet ve muhalasatının en bariz tecellileri simalarında müşahede ediliyor ve memleketin terakki ve tealisi yolunda bezl ettiği fedakarlığa mukabil bütün ağızlardan kendisi için en hayırlı dualar tekrar olunuyordu. Şevketlü Emir hazretlerinin icrasına tevessül buyurdukları kalmamaktadır. Emir hazretleri vakit vakit Avrupa’ya dahi tahsil-i ilim ve fen için talebeler göndermektedirler. Nitekim bundan mukaddem aralarında veliahd dahi bulunmak üzere talebeyi Fransa’ya i’zam etmişti. Bunların içinde büyük olanlar tayyarecilikte ve umur-ı harbiyyede kesb-i ihtisas edeceklerdir. Elektrik tahsili için de Almanya’ya talebe etmek üzere bunlara talebenin ilhakı tasavvur edilmektedir. Bir müddet-i akdemde yine diyar-ı ecnebiyyeye talebe gönderilmiştir ki ma’dencilik tahsili için bir kısmı İtalya’ya ve kısm-ı diğeri Amerika’ya azimet edeceklerdir. Maarif hususundaki icraat bundan ibaret değildir. Maarif Nezareti Mısır’dan muallimler ve muallimeler celb edeceği gibi Fransa’dan güzide muallimler ve muallimeler dahi getirerek kendilerine mümtaz bir mevtalebenin adedini havi atideki cedveli ber-vech-i zir nakletmek lüzumunu hissediyorum: Bu cedvele nazaran Afganistan’da bulunan mekteplerin adedi’ye ve talebenin yekunu ise’e baliğ olmaktadır. Bu mekteplerin pek azı Emir Abdurrahman Han ve Emir Habibullah Han hazeratının zaman-ı idarelerinde te’sis edilmiş ise de kısm-ı a’zamı emir-i hazır hazretlerinin eser-i himmet ve gayretidir. Bütün medreselerde ve mekteplerde tahsil mecburi olup emirzadenin veyahud halefzadenin arasında bir fark gözetilmez. Çocuklarını mekteplere veya medreselere göndermekten imtina’ edenler şedid bir cezaya ma’ruz kalırlar. Burası şayan-ı kayd ve tezkardır ki hükumet zengin olsun fakir bulunsun bütün mekteb talebesine meccani olarak yek-nesak elbise verir. Aceze ve zu’afanın çocuklarını peder ve validelerini emekleriyle beslemeye mecbur kalan işçi evladlarını hükumet yine tahsil için mekteplere sevk eder. Ve buna mukabil beytü’l-malden maişetlerini te’min eyler. Bundan ma’ada talebe öğle yemeklerini mektepte Maarif Nezareti kendilerine kitaplarını ve levazım-ı tedrisiyyelerini meccanen verir. Medar-ı teşvik ve tergib olmak üzere her sene bir müsamere tertib ederek ve dahi tevzi’ eyler. Bu müsamere şevketlü Emir hazretlerinin himaye-i seniyyelerinde tertib olunur ve bizzat Emir hazretleri kendi dest-i mülukaneleriyle bu mükafatı tevdi’ eder. Bu senenin müsameresi geçenlerde Nisan’ın’ncü günü icra edilmiş ve Gazi Emir hazretleri ve bütün zahire verdiler. Hindistan’da dahilen ve ismen müstakil bulunan raca ve nüvvablar hem asker vermek hem nakdi muavenette bulunmak suretiyle İngilizlere karşı sadakatlerini isbat ettiler. yardımlarıyla Harb-i Umumi neticesini kazanmıştır. Bu o kadar sarih ve açık bir hakikattir ki İngiliz rical-i siyasiyyesi bile vakit vakit bunu i’tirafa mecbur olmuşlardır. senesinde İngiliz kabinesinin İngiliz Parlamentosu’ndaki beyanat-ı resmiyyesi miyanında Hindlilerin pek kıymetli ve değerli olan muavenetleri resmen takdir ve ona karşı beyan-ı teşekkür olunmuş idi. Bir cemile olmak üzere Hind müslümanlarının büyük fedakarlıklarıyla sadakatlerine bir mükafat olmak üzere harbin neticesinde İngiltere Almanya’ya karşı ihraz-ı tefevvuk edecek olursa Türkiye’ye ve Türklere fenalık etmekten sarf-ı nazar edileceği de resmen va’d edilmiş Muharebe bitip mütareke i’lan olununca İngiltere Hindlilerin Hindistan’ın kendisine göstermiş olduğu iyilikleri unuttu ve ilk darbeyi Türklere indirmekten çekinmedi. Hindlilerin liderlerinin bu babdaki teşebbüs ve müracaatlarını dikkate almadı. Lloyd George devlet-i metbuası namına verdiği meva’idi te’vile kalkışarak Hristiyan olan Avusturya Devleti’nin parçalandığını misal göstererekdindaşımız olan Avusturya’nın inhilalini kabul ettikten sonra Müslüman olan Türkiye’ye hiçbir şey yapılamayacağınıHind müslümanlarının milli mümessillerine söyledi. Kanlarıyla paralarıyla İngiltere’ye sadakat ve fedakarlık gösteren Hindliler ise İngiltere’nin böyle açıktan açığa meydana koyduğu mahiyetinden muğber oldular. Bu iğbirar neticesinde Pencap Eyaleti şimalinde sakin kabail ile Hind-i Vüsta rencberleri ve Hindistan’ın cenubunda ve Medaris civarında yaşayan Malabarlı Mollalar Esasen senelerden beri Hindistan’ın putperest Hindularıyla Müslümanları beyninde İngiliz me’murin-i siyasiyyesinin entrikalarıyla husule getirilen nifak u şikak asarı her iki unsurun kongre veLikcem’iyat-ı siyasiyye a’zalarının himemat-ı muslihane ve vatanperveraneleri sayesinde izale edilmiş ve samimi vatan-perverane bir uhuvvet-i vataniyye te’sis edilmiş olduğu cihetle Mütareke’den sonra Hind müslümanlarıyla Hinduları birbirlerinin metalib-i vataniyye ve amal-i siyasiyyeleri hakkında müzaherette bulunmaya karar vermişlerdi. Binaenaleyh İngiltere Hind müslümanlarına Türkiye ile Türkler hakkında vermiş olduğu sarih va’dleri ki’ verilecek ve ilim ve san’at vadisinde sahib-i ihtisas talebeler yetiştirilmesine bezl-i gayret olunacaktır. Bu suretle bütün şu’abat-ı fünunda ihtisas sahibi zevat yetişmiş olacak ve artık memleket her ne suretle olursa olsun ecnebilere muhtac kalmayacaktır. Hareket-i ilmiyyeden bahsederken Afganistan’da bahsetmek zaruri olduğunda şübhe yoktur. Hükumet meş-hur şehirlerde on kadar gazete te’sis etmiştir. Bunların en meşhurları da: gazeteleridir. Birinci ve ikincisi nefs-i Kabil’de üçüncüsü Celalabad’da dördüncüsü ise Mezar-ı Şerif’de intişar eder. Hanımlar için de bir gazete vardır ki namındadır. Bütün bu gazeteler Afganistan’ın terakkisi ve bütün Afgan milletini ilim ve irfana meshuf kılan yeni hareket-i lerin gayesi şudur: Afganistan cihan devletleri arasında birinci mertebeyi efendisi olmalıdır… Emir Gazi hazretlerinin hedef-i aslileri ise şu cümle Şark vesait-i maddiyye nokta-i nazarından tefevvuk etmedikçe ve hususiyle şeriat-i İslamiyye esasını muhafaza eylemedikçe garba rekabet edemez.. Bunun içindir ki her ictimagahta Emir ahlak-ı bergüzide sıfat-ı hamide bezl ve neşr etmekten bir lahza fariğ olmamaktadırlar. Şunu da işaret edelim ki Avrupa’ya azimet eden her talibin yanında be-heme-hal kendine has bir Kur’an-ı Kerim bulunduğu gibi ahlak ve din ta’limi ve adab-ı muaşeret ve hüsn-i süluk rehberliği için talebenin refakatinde müte’addid Afgan muallimleri dahi mevcuddur. Binaenaleyh şimdiden asar-ı terakkinin tebarüz ve fevz ü felah beşaretlerinin tecelli etmesi mucib-i hayret olmamalıdır. Bana öyle geliyor ki pek az seneler zarfında Afganistan şarkın bi-hakkın efendisi olabilecek bir mevki’ ihraz edecektir. Harb-i Umumi’nin bidayetinden sonuna kadar Hindliler etmediler. Yüz binlerce asker milyonlarca para ve ayak altına alınca Hindistan’da İngiliz metaına karşı umumi bir boykotaj ilan edilmişti. Hatta günün birinde Hindistan’ın birkaç büyük şehrinde İngiliz metaından ma’mul mensucat ve melbusat yerliler tarafından meydanlara yığılıp ihrak olunmuş idi. sait-i mücbire ve müsellaha isti’maline hacet bırakmaksızın Hind hükumetine karşı i’lan-ı isyan edilmiş idi. Asar-ı isyan şöyle başlamıştır: man sipahi –yani asker-ler hizmetten çekilmeye yerli zabitan isti’fa etmeye başlayarak memleketlerine köylerine dönerek tezgahlar kurarak yerli kumaş dokumakla te’min-i maişet etmeye teşebbüs eylemişlerdir. Zürra’ ve emlak sahibleri kendi vergilerini vermekten ve tarlalarını zabt ve müsadere eylediler. Fakat bu vergi vermekten tehaşi ve imtina’ keyfiyeti gittikçe tevessü’ etti. Diğer Hindli vatandaşlar ise hükumet tarafından müsadere olunan tarlaları sürmekten zabt olunan emlakı isticar eylemekten çekindiler. İngilizlerin elinde kalan arazi ve emlak mu’attal bir halde kalıp bir faide te’min edemedi. Diğer taraftan Hind ve Müslüman liderleri senevi ictimalarını vaktinden evvel akd ederek umum alakadaranı topladılar nutuklar irad ettiler. Askerlikte umur-ı mülkiyyede müstahdem bulunan yerli Hindlileri hizmetten çekilmeye İngiliz emtiasına karşı umumi bir boykot Az müddet sonra umumi devair-i hükumette asar-ı rehavet ve atalet kendisini gösterdi. Şimendiferlerde fabrikalarda su ve ziya vesaitini te’min eden büyük müesseselerde inhilal başgösterdi. İsyan-ı sükunet-perverane o raddeye geldi ki İngiliz idare makinesi dönmez yürümez bir hale duçar oldu. Bu harekat-ı umumiyyenin ilel ve esbab-ı hakikiyyesini Adası’nda yaşayan İngilizlerce kat’i bir surette hissedildi. Gayr-ı resmi bir surette Londra’da münteşir ve İngiliz siyasetinin başlıca hadimi olan gazetesinin müteneffiz sahibi Lord Northcliffe ve resmi bir mahiyette Hindistan Nezareti tarafından da İngiliz müdekkikininden Lord Milner ariz ve amik tedkikatta bulunmak üzere Hindistan’a suret-i mahsusada bir seyahat icra ettiler. Hindistan’daki vaziyet hakkında gazetesi on altı mühim makale neşretti. Lord Milner dahi pek büyük ve hafi bir rapor kaleme alarak Hindistan Nezareti’ne ve mündericatından anlaşıldığına nazaran Hindistan’da başgösteren vaz’iyet-i elimenin başlıca avamil ve müessiratından olmak üzere Harb-i Umumi esnasında harb cephelerine gönderilen Hindli asker ve zabitanının müşahede eylemiş oldukları icraat ile muamelattan kapmış oldukları tecrübelerle bu yüzden tenevvür etmiş olduğu anlaşıldı. gazetesinin sahibi tarafından neşrolunan müselsel makalatın kıymet-i ilmiyye ve tahririyyesi İngiltere’de İngiliz rical-i siyasiyyesi aleyhinde azim bir cereyan uyandırdı. Harb-i Umumi esnasında nup hüsn-i hizmetine mükafaten bi’l-ahare Hindistan Vali-u Umumiliği’ne ta’yin olunan ilk Yahudi Lord Riding dahi netice-i tahkikatı merci’ine bildirdi. Bidayeten İngiliz Kralı’nın küçük kadeşi Dük Dükanot Hindistan’da bir seyahat icra etmek ve Hindlilere nesayih ve irşadatta bulunmak me’muriyetini ihraz ederek Hindistan’a gitti. Hindliler soğukkanlılıkla bu seyahati telakki ederek bu şahsiyete lüzumundan fazla bir ehemmiyet vermedikleri gibi takib ve tatbik etmekde oldukları vatan-perverane ve sükunet-amizane isyana devam etmekten çekinmediler. Bu seyahat neticesiz kalınca bu defa İngiltere kabinesi ikinci ve kıymetce daha büyük bir fedakarlık göstermek isteyerek İngiliz veliahdını her türlü muhatara ihtimaline rağmen Hind seyahatine büyük bir harb dretnotuyla ve oldukça hatırı sayılır bir ma’iyyet ve masrafla yola çıkardılar. İngiliz azamet ve debdebesini fi’len Hindlilere göstermek istenildi. ayak basar basmaz Hindliler İngiltere satvetinin nazarlarında hiçbir şey teşkil etmediğini veliahdin ve ma’iyyetinin rakib oldukları otomobilleri taşlamak suretiyle buğz ve nefretlerini fi’len ve ıyanen isbat eylediler. ve jandarmaları zorla sokaklara döktüler. Esna-yı seyahatinde Allahabad’da Kalküta’da ve daha başka büyük istasyon ve şehirlerde ahali evlerini dükkanlarını bayraklar yerine alamet-i matem olmak üzere siyah bezlerle donattılar. liahdin rast geldiği ve gördüğü asar-ı mihman-nüvazi samimi olmaktan ziyade netice-i cebr ü tazyik gibi şeylerdi. Pek mühim ve fena anlar geçiren İngiliz veliahdi güç hal ile Karaçi Limanı’nda tekrar harb gemisine binerek Japonya’ya gidebildi. Bu tedbirin de bir semeresi görülemeyince ve Hind vali-i umumisinin Hindistan Nazırı Mister Monteque’ye çekmiş olduğu mahremane telgrafın Londra matbuatı tarafından neşredilip Monteque’nün kabineden ihracı Alem-i İslam İngiltere tarafından Irak’ta oynanan komedyanın yarın İngilizlerin başına ve İngiliz yardakçılarının başına müdhiş bir faci’aya tahavvül edeceğine daha şimdiden kani’dir. Fi’l-hakika bu makale tarihinden beri geçen iki aylık zaman zarfında bütün Irak’ın vaz’iyet-i ictimaiyye ve ahval-i ruhiyyesinde öyle derin bir tebeddül husule gelmiştir ki eskisine nisbetle bu yeni haline bakarak Irak’ı birden bire tanımak için adeta güçlük çekilir. Ve tasavvur edildiği vechile İngilizleri Irak’ta bekleyen müdhiş faciayı hemen hemen ihzara Iraklılar daha şimdiden başlamışlardır denilebilir. Bunun böyle olması da esasen pek tabii görülmelidir. Zira ma’lum olduğu vechile İngilizler daha Irak’a ayak bastıkları günden i’tibaren bir dakika Iraklıları memnun edememişlerdi. Uzun harb senelerinde nisbi bir sükunu muhafaza eden Iraklılar Türkiye ile mütarekenin in’ikadını müteakib derhal harb esnasındaki istiklal va’dlerinin kuvveden fi’le isalini İngiltere’den taleb ettiler. külünce bütün Irak baştanbaşa kan ve ateş deryasına dönmüş idi. Az bir zaman zarfında bir Avusturalya idare eder gibi eden İngiltere ise bir taraftan yavaş yavaş şimal mıntıkalarından kuvvetini cenuba doğru çekmeye orta ve aşağı kısımlarda teksife çalışırken diğer taraftan Irak’ta bir vasıtadan bir aletten istifade etmek istemiş ve bir aralık arkasında bir mikdar oynatmak arzu etmiş idi. Halbuki pek mahdud bir zaman geçmeden Talib Paşa’nın kendisi derhal Paşa’yı Seylan Adası’na nefy ve teb’id etmek suretiyle işin içinden sıyrılıp çıkmış idi. Fakat Irak mes’elesi günden güne had bir devreye giriyordu. İngiltere’nin Irak’ta bulundurmak mecburiyetinde kaldığı ordu ile sair umur için müdhiş yekunlar sarfına muztar bulunur ve bu mes’eleyi bir an evvel bir hale yola koymak icab ediyordu. Bunun üzerine İngiltere hükumeti Müstemlekat Nazırı Mister Churcill’i senesi evailinde Mısru’l-Kahire’ye gönderdi. Kahire’de Semiramiz Oteli’nde Irak’ın raber Filistin’deki İngiliz Mümessili Sir Robert Samuel müzakerelerden sonra bu ictima’da bi’l-ahare Mister Churcill tarafından İngiltere hükumetine teklif edilen projede mündemic mevad takarrur etmişti. Bu projede Irak ve Filistin için İngiltere’nin tahsisine mecbur bulunduğu mebaliğin fazlalığından dolayı neticesinde Hindistan’da İngiliz siyaseti cebir ve şiddete münkalib oldu. Bir iki ay zarfında göze çarpacak ne kadar münevver mütefekkir gazeteci hatib lider vatanperver var habse mahkum edilerek menfa ve mahbeslere tıkıldılar. Bir İngiliz gazetesinin rivayetine nazaran şu birkaç ay zarfında Hindistan’da altı bin kişiyi mütecaviz kimse ortadan yok olmuşlardır. Bununla beraber Hindistan’da başgösteren asar-ı huşunet ve asabiyyet izale edilememiş ve fakat hararetli kığılcımlar bir müddet-i muvakkate Hindistan harekat-ı milliyyesinin esbab ve avamili anlaşılmıştır. Balada saydığımız en müdhiş ve Hakiki amiller Türkiye’ye İngiltere tarafından gösterilen iltizami fenalıklardır. Evet Ankara ve hükumet-i milliyye kelimeleri samimi bir rabıtası olmasını arzu etmiyor. Ankara’da birçok İslami hükumetlerin sefirlerini görmek ve işitmek yor. Asya’nın göbeğinde genç dinç güçlü kuvvetli son ferdine varıncaya kadar müsellah bir milletin kalbleri mevcudiyetini görmek ve bu mevcudiyetin Çin duvarlarına kadar muttasıl ve merbut bulunmasını elbette İngiltere ve İngilizler istemez. Çünkü Rusya inkılab-ı muazzamı İngiltere için büyük bir ders-i ibret olmuştur. devamı Anadolu’nun mukavemeti ati için bir fal-i hayr değildir. Bunun için karşımıza zebun namerd ahlaken ve seciyyeten zelil ve aşağı olan Yunan’ı çıkartıp bunlarla bizi uğraştırmak istiyor. Fakat heyhat o kadehler kırıldı o peymaneler döküldü. Bundan takriben iki ay mukaddem yine bu sütunlarda kaları birer birer izah etmiş ve makalemize şu suretle nihayet vermiştik: vasıtasıyla kuvveden fi’ile ihracını arzu ettiği maddeleri tamamıyla icraya Faysal henüz muvaffak olamamıştır denilebilir. Bu hususta İngiltere hesabına tezahür ve tebarüz eden adem-i muvaffakiyyetin biri harici ve diğeri dahili olmak üzere iki sebebler silsilesinden neş’et ettiğini Bir kere İngiltere evvela Irak’ta daima harici tehdidlerden ve bi’l-hassa şimalden gelenlerinden yılmaktadır. Saniyen İngiltere Fransa ile aralarında mevcud Suriye’de mücavir bulunan bu iki komşu hükumet hiç bir zaman birbirlerinden emin ve mutma’in bir vaziyette bulunamamıştır. Salisen; İnglitere Amerika’yı kendisine mesailinde daima muhteriz davranmıştır. Amerika’nın bu ihtirazı manda mesailinin Fransa ile İngiltere arasındaki meşhur Sepa Konferansı’nın akdinden sonra Musul’daki petroller hususunda her iki hükumetçe tahakküme bir alet ittihaz edilmesinden korktuğundan dolayıdır. re’nin ne Irak ve ne Filistin mandası mes’elesi bir türlü Cem’iyet-i Akvam’ca mazhar-ı kabul olmuş değildir. Ve on sekiz aydan beri bu mandalar mes’elesi hakkında daima te’cilden te’cile doğru giden kararlar ittihaz edilegelmektedir. Binaenaleyh İngiltere haricdeki vaz’iyetini böyle mütezelzil gördüğü için dahilen Faysal’ı daha ziyade sıkıştırmak ve Faysal vasıtasıyla hemen Irak mes’elesini dahilen olsun hall ü fasl esbabına tevessül etmek kuvvet ve kudretini izhar edememiştir. dahilen yapabildiği yaptırabildiği bir şey varsa o da intihabat için bir kanun ihzar ettirmek ve İngiltere ile Irak arasında akdini tasavvur ettiği muahedename projesi hakkında Irak kabinesi ile ve Faysal ile müzakerede bulunmaktır. Halbuki biraz sonra tafsil edeceğimiz vechile bütün bu mesail Irak dahilinde efkar-ı umumiyyeyi birden bire elektrike tutulmuş gibi şiddetle sarsacak bir mahiyet irae ediyor. Esasen daha birkaç sene evvel dahi İngiltere’ye karşı silaha sarılarak mukavemet eden Iraklılar son bir iki ay zarfında büsbütün asabi bir hal aldılar. Melik Faysal’ın resm-i tetevvücüne karşı biraz seyirci bir vaz’iyet takındıktan sonra İngiltere’nin muahede teklifatı ve manda veyahud himaye sözü şayiası ortalıkta dağılır dağılmaz hemen bütün Iraklılar birden bire sinirlendiler. Hususiyle ler. Bu halet-i ruhiyyedir ki İngiltere’ye karşı mukavemet etmelerine saik olur. Bu hususta bir fikir elde etmek issenesi liraya tenzili ve adedi indirilecek ordu mikdarına mukabil memleketin emr-i müdafaası ile posta vezaifini ifa etmek üzere tayyare kuvveti ikame suretiyle tasarrufat icrası ve Irak için Irak’taki Büyük Britanya Mümessili Sir Percy Cox’un delalet ve irşadı dairesinde ahali tarafından hükumet-i mahalliyye te’sisi ve şimal menatıkını tahliye edecek olan İngiliz ordusunun yerine muayyen şerait altında kaim olmak üzere bu hükumetin bir askeri kuvveti olması ve nihayet bir Kanun-ı Esasi tanzim etmek üzere tasdiki teklif edilmektedir. Mister Churcill’in teklif ettiği bu esasat İngiltere hü-kumetince mazhar-ı kabul olması üzerine derhal bu muhtelif aksamın birer birer tatbikine ibtidar edilmişti. Evvel-emirde Irak için bir melik lazım idi. Evvelki makalemizde zikr ettiğimiz bazı esbab Faysal bin Hüseyin tarihinde ahalinin intihab veya muvafakatı aranmadan ale’l-acele bir resm-i tetevvücle Faysal’ın krallığı İngilterece Fi’l-hakika bu resm-i tetevvüc esnasında irad ettiği nutuk ile bunu müteakib Britanya Kralı’na keşide ettiği telgrafta; Irak’ın Britanya hükumetinin muavenetine muhtac bulunduğuna ve Sir Percy Cox’un Irak’ta ta’kib ettiği hatt-ı hareketin şayan-ı takdir olduğuna dair tahriri ve şifahi beyanatıyla Faysal Churcill’in çizdiği program dairesinde tamamıyla hareket etmiş oluyordu. Programın bu cihetlerine hiç diyecek yoktu. Fakat en mühim noktalar diğerleri idi. Onlar da vazıh bir ta’bir bir meclisi ve bir ordusu bulunacak ve bu zahiri meclis tasdik edecekti. Aynı zamanda İngiltere ile Irak arasında na dair mün’akid bir muahedenamesi bulunacak ve bu muahedenameyi bu zahiri millet meclisi tasdik edecekti ve bi’n-netice İngiltere Irak için bir para sarf etmeden tün bunları kendisinden beklemeye elbette hakkı vardı. Halbuki Faysal Irak’a geldikten ve tahtına kurulduktan sonra işlerin arzusu dairesinde cereyan edemeyeceğini daha ilk lahzada takdir ediyordu. Etrafında bulunan bazı milliyetperverlerin kendisine mütemadi dersler verdiğine her halde kail olmak lazım geliyor ki İngiltere’nin kendi na saik oldu. Bu da şübhesiz Iraklıların hissesine düşen menfi bir menfaat idi. Fakat İngiltere Iraklıları bu manda veya himayeyi mutazammın olacak hulasa Churcill’in projesi mucebince hal yakınlaştırmak alıştırmak istiyordu. Derhal düşündü taşındı ve haricte bir müddetten beri Ceziretü’l-Arab’da Şemmer hükumetinin ta’bir-i diğerle İbnü’r-Reşid’in aleyhindeki harekatında muvaffakiyetler kazanan Necd Sultanı İbnü’s-Suud’dan istifade yoluna koyuldu. İbnü’sSuud’u harekatı icra edildi. manda mesailinden mütevellid asabiyeti teskin ile Iraklıların edecektir. Halbuki işler büsbütün ma’kus neticeler vermiş ve İngilizlerin bu entrikası hiçbir semereye müncer olamamıştır. Belki İngiltere’nin zararına dönmüştür. Bu hususta biraz izahat vermek faideden hali olmayacaktır. Ma’lumdur ki bütün Irak ahalisi tabakaları nezdinde bir mevki’-i ihtiram sahibi olan rüesa-yı diniyyeden Hüccetü’l-İslam eş-Şeyh Mehdi el-Halis Vehhabilerin rek badiyede ve gerek şehirlerde bulunan bi’l-umum Irak kibar ve eşrafını Kerbela’da akd edilecek bir konferansa da’vet etmiş ve bu konferansda ittihaz edilmesi lazım gelen tedabir hakkında müzakereler cereyan edeceğini beyan eylemiştir. Bu da’vete Iraklılardan yüz bini mütecavüz kişi derhal telerinin rivayetine nazaran Kerbela’da toplanan Iraklıların yekunu yüz elli bin kişiye baliğ olmuştur. Bunun üzerine konferans Şaban-ı Şerif’in’ncü günleri arasında akd-i ictima eylemiş ve hatta sonuncu günü da’vet olunanlardan iki bin a’za hazır bulunmuştur. Konferansın müzakerat ve münakaşatı yalnız hudud üzerinde vaki’ olan te’addi ve tecavüz keyfiyeti ile kalmamış ve esasen bu tecavüz mes’elesi adeta zahiri bir ictima sebebi halinde kalarak asıl Irak’ın vaz’iyet-i siyasiyyesine mütedair mesail ile iştigal edilmiştir. Konferansta hazır bulunanlar umumi ve mübhem bir ma’nayı havi olan üç maddelik bir vesikayı imza etmişlerdir. Ancak konferans esnasında cereyan eden müzakerat bu vesikadaki mübhemiyeti O da şudur ki Iraklılar tamamıyla İngiliz mandasını tersek Kahire’de münteşir gazetesinin Haziran tarihli nüshasında münderic atideki satırlarını okumalıyız: Irak’ta yeni bir hareket-i milliyye tecelli ve tebarüz ediyor: Esasen Iraklılar hakka mütemessik ve aşıktırlar. aralık İngiltere Irak’ta Sünniler ile Şiiler arasında bir terika sokarak bundan istifade etmek istedi. Iraklılar bu ciheti de çabucak takdir ederek Sünnileri de Şiileri de birbirlerine merbut oldular. İttihad ettiler. Sonra Iraklılar esasen silahşördürler. Muntazam muharebatı idareye ve bu muharebata iştirake muktedirler. Cesurdurlar. Harbe mezaya saikasıyladır ki Iraklılardan her suretle vahdetperver bir millet vücuda gelmiştir. Bu i’tibarla Iraklıların en meziyetli şark milletlerindeki evsaf-ı ber-güzideyi muhakkak kendilerini gayelerine eriştirecektir ve buna kesb-i istihkak etmişlerdir. gazetesinin Iraklılar için semuhane bezl ettiği bu teveccühlere kendilerinin bi-hakkın kesb-i istihkak ederek bu İslam mıntıkasının İngilizlerin elinde zebun olmaya mani’ olmalarını her İslam şübhesiz arzu eder. Temenni edelim ki cereyan-ı vukuat bunu isbat edebilsin. Fi’l-hakika bu son bir iki ay zarfındaki hadisat Mısırlı gazetecinin kanaatini duçar-ı tezelzül edecek bir mahiyette cereyan etmiş değildir. gizliye Melik Faysal ile muahedename hakkında müzakerelerde bulunduğunu duyunca derhal ıztırab ve teessürlerini gazetelerle izhardan çekinmemişlerdir. Bu vaziyet karşısında Faysal büsbütün şaşırıp kalmıştı. Zira bir kere İngiltere’nin adamı idi. İngiltere’nin amaline muhalif hareket edemiyordu. Diğer taraftan arzuları hilafında hareket edince onu kolundan yakalayıp belki hudud haricine atacaklardı. Ve bundan korkuyordu. Her iki tarafı idare etmek kendisi için zaruri kurnazlık gösteriyordu. Zira bu proje neşrolunsaydı İngiliz aleyhinde derhal harekat-ı isyaniyye evvelce olduğu gibi başgösterecekti. Bu İngilizlere bir hizmet idi. Diğer taraftan projenin adem-i neşri Iraklıları bir emr-i vaki’ karşısında bulundurmaya mani’ ve İngiltere’nin bu projenin neşrinden korkacak derecede bir vaziyet alması reddediyorlar ve Irak’ta istiklal-i tamdan gayrı bir şey olan muahedename esasını istiklal-i tammın teşkil etmesi lazım geldiğinde ve ancak İngiltere’nin menafi’-i maddiyye ve ticariyyesini de istiklal-i tam esasatına kat’iyyen halel gelmemek şartıyla vikaye etmelerinde ittifak ediyorlardı. Konferansın bu tarzda müzakeratta bulunacağını Melik Faysal dahi ihtimal takdir edemiyordu. Bir rivayete nazaran konferans ile Melik Faysal arasında iki mektup teati edilmiştir. Bu mektubun mazmununu tahmin etmek kabildir. O da Faysal’ın İngilizlere hizmet etmekten vazgeçerek Iraklıların amalini tervice çalışmasına da’vet edilmiş olmasıdır. Faysal için böyle bir da’veti reddetmek esasen imkan haricinde bulunuyordu ki eğer hakikaten cevab-ı muvafakat vermiş ise İngiltere için bundan sonra Faysal dahi karşı tarafta ahz-ı mevki’ etmiş demek olacaktır. Asıl bu konferanstan Britanya’nın Irak Fevkalade Mümessili Sir Percy Cox fena halde kızmış idi. Fakat kurnaz İngiliz bi’t-tabi’ bunu belli etmeyerek Iraklıları tazyik için başka vesaite müracaat etmeyi düşünmeye başlamıştı. Kerbela Konferansı’nın neticeleri miyanında bir de doğrudan doğruya Melik Faysal’ın Irak istiklali için ve İngiltere hükumetinden de Irak Meclis-i Millisi’nin küşadı sinden şikayet edilmekte idi. Hususiyle tecavüze mukavemet için verilen ve bunu müteakib askerliğe karşı gösterilen hahiş ve nihayet bir vetlerini münhezim etmesi gibi saikler Percy Cox’un sını intac etti. Ayrıca bir makalede tedkik edeceğimiz vechile Sir Percy Cox’un tavassutuyla Necd sultanı ile Irak arasındaki harekat ta’til olunmuştur. Maamafih şimdiden şunu söyleyelim ki bu harekatın ta’tili demek İngiltere’nin İbnü’s-Suud’u Irak’a taslit etmekle beklediği faidenin husule gelmeyeceğine ve bilakis zararlar hasıl olacağına kanaat etmesi demektir. Fakat bunu müteakib Sir Percy Cox da Faysal da kalmışlardır. İngiltere muhakkak bu kanunun ikmal edilmiş olduğu halde neşr u i’lanını üç aydan beri sürükleyip duruyordu. İngiltere’nin bu te’cilden maksadı Cem’iyet-i Akvam’ca Irak hakkında İngiliz mandasının kabulüne dair bir kararın suduruna intizar etmesi ve böylece Büsbütün sinirlenmiş olduğunu Kerbela ictimaında da gösteren Iraklıları çar na-çar susturmak mecburiyeti hissedilince yedi fasıldan ve yetmiş iki maddeden mürekkeb olan bu İntihabat Kanunu’nun da Irak gazetelerinde Mayıs tarihinde neşrine mecburiyet hasıl olmuş idi. nunda herhalde pek mühim maddeler mevcuddu. Hususiyle livadan mürekkeb olan Irak hükumetinde Basra’nın bulunması kaydı İngilizleri dahi pek memnun etmiş olmasa gerektir. Zira İngiltere kendisi için en son tedbir olmak üzere şimali mıntıkalardan çekilerek Basra havalisinde muhafaza-i mevcudiyyet etmek son gayelerinden birini teşkil etmektedir. Tıbkı son zamanlarda Mısır’a nazaran Sudan’da yaptığı gibi.. lanacak ve her suretle teşebbüste bulunacaklardır. Nitekim Iraklıların İngilizlere muhtac olmayacak surette büdcede tasarrufat icrasıyla büdceyi tevzin etmeye çalışmaları İngilizlere karşı çar na-çar mukavemete karar vermiş olduklarına bir delil sayılabilir. Yalnız bilmem ki İngiliz işgali altında bulunan bu ülkede nasıl olur da tam bir hürriyet ile intihab edebilecekler ve sonra Meclis-i Müessisler namını alacak olan bu meclis ne suretle İngilizlerin manda veya himaye teklifatına karşı koyabilecektir? Bu her halde pek sabırsızlıkla neticesi bilinmek istenilen bir mes’eledir. Fakat burada muhakkak bir şey varsa Faysal’ın her ne olursa olsun bu vaz’iyetten şimdilik süzülüp çıkması ve bir taraftan İngilizlerin diğer taraftan Iraklıların elinden kurtulmuş olmasıdır. Himayeyi de mandayı da red veya kabul edecek olan bir meclis olacak olduktan sonra Faysal artık taht-ı kralisinde yan gelip oturacak demektir. Acaba İngilizler entrikacı İngilizler bunu böylece rahat bırakacaklar mıdır? Yoksa evvelce olduğu gibi yine ellerinde mel’abe halinde kullanacaklar mı? Şübhesiz bunun cevabını Ancak şimdilik bizce ma’lum olan bir şey varsa o da ki bir taraftan İngiltere’ye ve diğer taraftan İngiltere’nin adamı olan Faysal’a müteveccihdir. Bu mukavemetin milyonlarca İslam’ın düşman boyunduruğundan kurtuluşu namına mazhar-ı muvaffakiyat olmasının bütün alem-i İslam’ca pek çok arzu edildiğinde şübhe etmemelidir. ne kadar müdhiş olduğunu muhit bize her gün yeni bir levha-i fecaatle gösteriyor. Hayatın arz ettiği bu canlı levhalar ruhlar ve fikirler üzerinde en cazib nazariyelerden daha müessirdir. İşte bunun içindir ki ilk ictima’da hazır bulunan zevatın kaffesi ibtidai mekteplerinde dini ta’lim ve terbiyeye pek büyük bir ehemmiyet verilmesi lüzumunda ittifak etmişlerdir. Bu ictima’da terbiye-i diniyyenin en har müdafi’leri bi’l-hassa genç muallimler ümidli bir başlangıç demektir. cektir: Meşrutiyet’ten sonra dini tedrisat usulünde ne gibi tahavvülat vukua gelmiştir. Bugünkü usul maksadı te’min ediyor mu? Nesl-i atinin metin bir terbiye-i diniyye salabetli bir ahlak ile yetişmesini te’min için nasıl bir yol ta’kib edilmelidir? Fakat bu mevzu’lar pek mühim olduğundan her üçünün de Cuma günkü ictima’da münakaşa olunabileceklerini zannetmiyorum. Tabii münakaşalar neticelenmezse Bundan sonraki ictimaların mevzu’u da şunlardır: Vatan mefhumu Şimdiye kadar talebeye hissiyat-ı vataniyye telkini için ne yapılmıştır Vatani hisleri telkin ve tenmiye için ne yapılmalıdır? Bu münakaşalardan sonra da lisan tarih coğrafya hesab.. tedrisatı hakkında münakaşalara devam edilecektir. − Ankara’da Muallim ve Muallimeler Derneği Hey’et-i İdaresi diye hissiyatlarına teba’an mutavvel beyannameler neşreden birkaç kişiden mürekkeb zevat siyasetle iştigali bırakıp da böyle ilmi münakaşalarla uğraşsalar her halde daha ziyade müfid olmuş olurlar. Umur-ı Şer’iyye Vekili ile İran sefiri arasında cereyan eden ve geçen haftaki nüshamızda münderic bulunan musahabede tarafeynin ba’zı sözleri yek-diğerine karıştırılmış olduğu cihetle beyan-ı i’tizar olunur. zunları Cem’iyeti ibtidai mekteplerdeki tedrisata dair yazıyor. Bu hususta ma’lumat almak üzere Cem’iyet’in reisi bulunan Darulfünun İslam Tarihi Müderrisi M. Şemseddin Bey’e müracaat eden muharririne muma-ileyh şu yolda izahat vermişlerdir: – İlk ictima’ için mevzu’ ibtidai mekteplerde dini terbiye ve tedris usulü idi. bu mevzu’ pek mühim olduğundan münakaşat da o nisbette hararetli oldu. Bütün beşeriyeti bi-huzur eden buhran-ı hazıra karşı her memlekette germi vermek lüzumunu duymuşlardır. Muvazenesi sarsılan hayat-ı ictimaiyyenin gittikçe daha vahim şekillere girmesine mani’ olacak tedabir ve esasların taharrisiyle uğraşıyorlar. Mukaddes dinim hakkındaki telakkiler de vukua gelen sarsıntının buhran-ı hazırı tevlid eden en kuvvetli amillerden biri olduğunda şübhe yoktur. Nasıl ki bizde de herkesi bi-huzur eden ve istikbal hakkında düşündüren ahvalde yüksek mefhumlar hakkındaki kanaatlerde vukua gelen tebeddülün büyük bir dahli vardır. İyi ve fena hakkındaki kanaatler menba’ı kudsi ve lahuti esaslara istinad etmez ise tabii münhasıran şahsın menafiine ibtina edeceklerdir. Halbuki kıymet hakkındaki hükümlerin ferdi menfaatlere göre ta’yini milletlerin hayatı i’tibarıyla pek büyük buhranları intac edebilecek bir yoldur. Çünkü her ferdin yüksek muhakemelere müsta’id bir hakem olabilmesine imkan yoktur. Halbuki bir milletin hayatı efradından herbirinin ef’al ve harekatı ile alakadardır. Her ferdin hukuk ve vezaifini diğerlerinin hukuk ve vezaifi ile te’lif etmeyi kudsi bir vazife bilmezse milletin hayatında bir hastalık başlar ve bu hastalık gittikçe müzmin ve buhranlı bir şekil alır. Efrada bu cihetler ancak menşe’i ilahi bir kudsiyete müstenid olacak dini terbiye ve ta’lim sayesinde telkin olunabilir. Mukaddes dinim hususundaki kanaatler pek çabuk sarsılır ve yıkılır. Bu sarsıntının başlangıcı bile ­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Desatir-i İslamiyyeye riayet etmeyen yek-diğeriyle uğraşan bir cemaat-i İslamiyyenin devlet ve şevketi gider – Şedaide göğüs germek İslam’ın şiarıdır – Milletler felaket ve izmihlallerini kendi elleriyle hazırlarlar – Gözün görmediği şey inkar olunabilir mi? Sabıkin-i İslam’ın İslamiyet’i kabullerine saik olan esbab-ı maddiyye ve ma’neviyye Müslümanları birleştirecek ve yükseltecek esasat-ı ictimaiyye – Dağıstanlı Ahmed Han. Mısır’da yalancı istiklal – İngiltere’nin uyuşturma siyasetine Abdülhalik Servet Paşa kabinesinin kapılması – Kanun-ı Esasi – Sudan Mes’elesi Bu entrikalarına alet etmek istediği Ahmed Şah’a gösterdiği fevkalade cemileler – İngiliz tarafdarı İranlılar – Ahmed Şah’ın İngilizlerle yaptığı hafi muahedeye karşı İran vatan-perverlerinin galeyanı – Muahedenin feshi – Bolşeviklerin İran’a karşı gösterdikleri cemileler – İran’ın Anadolu ile münasebat-ı hasene te’sisi - o tefrikayı ise bütün azgınlıklar evamir-i ilahiyyeye karşı mübalatsızlıklar getirmiştir. Ta’bir-i diğerle ahkam ve kazayada Kitap ve Sünnet’i ta’kib etmemek yüzünden bu kadar tefrikalar azgınlıklar husule gelmiştir. Çünkü cidden müslüman olarak yaşamak isteyen her hangi bir Bunun haricine çıkılınca felaket elbette muhakkaktır. Ayet-i kerimede nehy olunduğumuztenazu’birbiriyle uğraşmak tefrikalar ihtilaflar içinde çalkanmak ma’nasınadır.feşlde korkaklık ve zayıflıktır.Rih kuvvet devlet azamet ma’nalarınadır. Ayet-i kerime bizi Allah’a ve Resulü’ne itaatle emr etmekle kalmıyor bununla beraber tenazu’dan da nehy ediyor. Çünkü efradı Kitap ve Sünnet’i bırakıp da birbiriyle boğuşan millet harice karşı mevcudiyetini muhafaza edebilecek maddi kuvvetler tedarikine ne vakit ne imkan bulamayacağı gibi alemde hiçbir şeyle telafisi kabil olamayan kuvve-i ma’neviyyeden de mahrum olur ki bu en müdhiş bir hüsrandır. Ayet-i celiledeki sabır her türlü şedaide göğüs germek hiçbir tehlike karşısında metaneti elden bırakmamak ma’nasınadır ki bunun ne kadar mühim olduğunu söylemeye hacet yoktur. Demek ki bir müslüman ne kadar büyük bir düşman ne derece müdhiş bir tehlike karşısında bulunursa bulunsun her halde sabır ve metaneti elden bırakmayacak kuvve-i ma’neviyyesini kırmayacaktır. Buna dinen me’murdur. Ÿ ±® µ²¹ y® à ±® ±® µÀ uÀ ±Á\ r oÀ µŸ ª Y\ Y® yÁ ›À c ­· Y] £—® µ ² Ÿ  Ã Ê n ¹£\ Y® yÁ›À ž ¹ ±® ­·ª Y® µª y® ±® µ² Ë Ã ~ ¹£\ Meal-i şerifi: İnsanın önünde arkasında dolaşan melekler vardır ki Allah’ın emriyle onu sıyanette bulunurlar. Şu muhakkak ki bir kavim kendisinde olan secaya-yı kerimeyi güzel huyları bozmadıkça Allah onun saadetini bozmaz. Bir kere de Cenab-ı Hak bir kavmin felaketini isterse yani bir kavim kendi ahlaksızlığıyla kendi yolsuzluğuyla kendi yolsuz mu’amelat ve harekatıyla felakete gibi kendileri için Allah’dan başka sahib ondan başka Ra’d suresine mensub olan bu nazm-ı celil de pek ziyade şayan-ı dikkat ve ibrettir. Bu ayet-i kerimeyi iki kısma ayırabiliriz: Birinci kısım; Allah’ın emriyle kullarıBismillahirrahmanirrahim † ­ y] Ào ª¹ ƒŸcž ¹–Y³b wb ¹ [¶ µ à ¹—Á ~ Ê Ã •® ª‡ Y\y À± Meal-i şerifi : Hem Allah’a hem O’nun Peygamberi’ne muti’ olunuz. Birbirinizle uğraşmayınız. Sonra korkaklaşır kuvvetten de düşersiniz. Şevketiniz de elinizden gider. Bir de şedaid ve tehlikeye karşı sabredeniz zira şübhe yoktur ki Allah sabredenlerle beraberdir. Sure-i Enfal’e mensub olan bu ayet-i kerimeden anlıyoruz ki: Allah’a itaat eden Peygamber’in gösterdiği yola giden efradı arasında ittihad ve tesanüd mevcud olan bir cemaat-i İslamiyye şevketten azametten mahrum kalmaz. Burada mevzu’-ı bahs olan itaat-i ilahiyyeden maksad her hususta Kitab-ı Kerim ile amil olmak onu yegane kanun olarak tanımaktır. Peygamber’e itaatten maksad da mütenazi’un-fih olan ahkam ve kazayada Nebi-i Zi-şan’ı hakem kılmak onun sünnetiyle amil olmak ve bundan dolayı da nefsinde bir harec bir sıkıntı duymamaktır. Yani Nebi-i Zi-şan’ın gösterdiği yoldan çıkmamak onun dini onun sünnetiyle amil olmak beşeriyetin saadeti için zaruri olduğuna yakini bir surette iman etmek onun şeriatı ahkamı tatbik edildikçe kalbinde bir Böyle olmadıkça ne Allah’a ne Peygamber’e itaat edilmiş sayılmaz. Öylelerine mü’min denilemeyeceğini yine Kur’an buyuruyor: ¥\ Ê n ¹³®QÀ oÀ c¹¯ žÁ¯Y ‚ ž Ë ¯Á i Y¯® Y aÁ À b ¹ kÀ Ÿ² ¿ ž u n ­· jy Ê ­ f ­·³Á\ El-hasıl şeriat-ı İslamiyyenin beşeriyet için en salim en hakiki bir kanun olduğunu teslim etmek suretiyle Allah’a ve Peygamber’e itaat eden efradı arasında şevketten azametten mahrum kalmız. Fakat evamir-i kulak vermeyen onun şeriatını bırakıp da selameti başka yerlerde arayanların ahadı birbirine düşman olan bir kendisini kurtaramaz. Bu o kadar kat’i o kadar sabit bir hakikattir ki akvam-ı İslamiyyenin tarihi üzerinde gezdirilecek kısaca bir nazar bunun doğruluğunu bize isbat etmektedir. Dikkat edilirse görülür ki müslümanların kaynayıp gittiği uçurumlar hep tefrika yüzünden açılmış nı sıyanet eden melekler olduğunu onlar insanların arkasında önünde dolaştıklarını haber veriyor. Evet daha pek çok ayetlerde tasrih edildiği vechile Allah’ın melek unvanı altında bir silsile-i mahlukatı vardır. Bunlara Fi’l-hakika havassımız büsbütün nurani ruhani olan o mahlukatı duyacak hissedecek derecede keskin ve Fakat bizim göremediğimiz yalnız melekler midir? Bizim göremediğimiz daha nice şeyler vardır. Kendimizi idare eden aklımızı ve ruhumuzu medeniyetin ruhu demek olan elektriği görebiliyor muyuz? Şimdi bunları görmüyoruz diye inkara kalkışmak akıllı insanlara yakışır mı? Melaikenin hatta bütün ecsam-ı latife ve ruhaniyyenin vücudiyetini inkar etmek isteyenler şayed alem-i hilkati baştanbaşa dolaşmış ta’bir-i diğerle fıtratın bütün serairine mahrem olabilmiş iseler ona diyeceğimiz yok! Heyhat beşerin nazar-ı ıttıla’ına her an yeni bir cihan açılır durur iken idrakimizin ihatası haricinde hem şu gördüğümüz hilkat-i kesifenin fevkinde bir silsile-i mahlukat olacağı acaba hangi delile istinaden inkar edilebilir? Zaten hakka’l-insaf düşünecek olursak hangi şeyin künh ve hakikatini görüp anlayabiliyoruz? Mevcudatın sadece bizim görüp anladıklarımızdan ibaret olduğunu kim iddia edebilir? Ederse kim dinler? Binaenaleyh bir şeyi görmemekten ötürü onu inkar etmek hiç de doğru bir şey değildir. Görmediği için melaikeyi inkar etmek mevcudatın yalnız kendi gördüklerinden ibaret olduğunu zannetmektir. Bu ise pek yanlış bir şeydir. Aynı zamanda doğrulukları bi’l-vücuh sabit olan enbiyayı –haşa- yalana nisbet etmektir. Şu halde Allah’ına Peygamber’ine Kur’an’a imanı olan her halde melaike hususunda kat’iyyen şüpheye düşmez. Şimdi gelelim ayet-i kerimenin ikinci kısmının izahına: Ayet-i kerimenin bu kısmı bize ümem ve akvamın felaketlerinde cari olan la-yeteğayyer kavanin-i ilahiyyeyi bildirmektedir. Bu nazm-ı celilden anlaşılıyor ki milletlerin arz-ı izzetten esfel-i safilin mahkumiyete yuvarlanması nihayet mevcudiyet ve istiklallerine başkaları tarafından hatime çekilmesi hep kendi yolsuz mu’amelatları yolsuz ve çirkin hareketleridir. Bir millet kanun-ı ilahi haricine çıkıp da ahlakını bozmadıkça o milletin saadeti bozulmaz. Fakat ne zaman bir millet ahlakını bazar istikamet ve iffetini terk eder kanun-ı ilahiyi arkasına atar ve bu suretle felakete istihkak gösterirse artık o felaketin önüne kimse geçemez. Meğerki onlar kusurlarını anlayarak tevbe ve istiğfar ile kötü huylarını bırakıp tekrar hudud-ı ilahiyyeye rücu edeler! Allah’ın kanunlarını Peygamber’in sünnetlerini yine kendileri için düstur-ı hareket olarak kabul edeler! Onlar için başka türlü kurtuluş yoktur! Din-i mübin-i İslam kılıçla cebir ve tazyikle değil; neşr-i hakaik ve ifaza-i fezail ile intişar etmiştir. Bütün siyer-i celile ve tevarih-i İslam’ı nazar-i insaf ile mütalaa edenler şu hakikate vasıl olurlar ki da’vet-i İslam nasın şahsiyet-i maddiyyelerini değil ruh ve vicdanlarını cezb etmiştir. Ne hacet! Bu bedahet pek mücmel bir mülahaza Ahmedi’den sallallahu aleyhi ve sellem başka kimse değil iken zat-ı kerimleri anadan babadan yetim ve bikes kalmış servet ü samana mülk ve hükme zahiren hiçbir şeye malik olmayan bir ferd idi. Yalnız başına kimseye cebir ve tazyik edebilmesine imkan-ı maddi yoktu. Birer ikişer kabul-i din eden zevat dahi esbab-ı cebr ü tazyikten ari idiler. Kendilerinin diğerlerine cebir ve tazyik icrası şöyle dursun kabul-i İslam etmelerinden naşi ma’ruz oldukları mezalim ve işkenceler hadd ü payandan efzun idi. Bi’set-i seniyyeden Hicret’e kadar on sene mütemadiyen kabul-i İslam eden sabıkin-i kencelerin i’dadını değil enva’ını saymak kitaplar doldurur. Hulasa Hicret’e kadar güzeran olan on sene zarfında dahil-i daire-i İslam olan sabıkin-i kiramdan hiçbirine edna bir derecde cebr ü tazyik icrası kabil değil eylemiş oldukları ityan-ı delilden varestedir. Hicret’ten sonra vaki’ olan gazavat ve muharebat dahi kimsenin cebren ve kerhen Müslüman olmasına hizmet etmemiştir. Din-i İslam’ın serbesti-i intişarı esbabını tehyi’e ve bu babdaki mevani’i ref’ ü izaleden teklif-i İslam vaki’ olmuşsa da bu yüzden kabul-i İslam eden hemen vaki’ olmamıştı. Ne hacet! Kerhen Müslüman olan miksenin üzerinde kerh ve cebrin ref’iyle hemen ertidad etmesi lazım gelir. Halbuki kabul-i İslam edenlerin kaffesi o dakikadan i’tibaren din-i İslam’a sadık kalmış ve feda-yı can edercesine aşk ve muhabbet beslemiştir. Ba’zı münafıkların derunlarında küfür ve nifak gezdirip de izhar-ı tehaşi etmeleri ise seyf-i İslam’dan ziyade kabul-i hak babındaki namus-ı umumiden haya eylemekten ibaret idi. Bu zamanda dahi emsali münafıklar vardır ki müslümanlardan korkularından değil utandıklarından naşi saklarlar Sabıkun-i İslam’ın ne gibi esbab-ı maddiyye ve ma’neviyye On ikinci ve on üçüncü kısım: Hatifi ve semavi işaretler ve rüya-yı salihaları delaletleriyle nail-i hidayet olanlardır. On dördüncü kısım. Heybet-i İslam ile mazhar-ı reşadet olanlardır. On beşinci kısım: Dua-yı mahsus-ı nebevi ile İslam’ı müyesser olanlardır. On altıncı kısım: Hin-i temaslarında kerem-i ahlaki-i nebeviyi müşahede ile din-i mübinlerini kabul edenlerdir. On yedinci kısım: Zat-ı mehasin-simat-ı nebeviye aleyhi’s-salatü ve’s-selam muhabbet ve aşk-ı mahz ile ağuş-ı din-i mübine can atanlardır. On sekizinci kısım: Zat-ı risalet-penahilerinin umur-ı gaybiyye ve müstakilleyi ihbar ve ihbarında isabetini On dokuzuncu kısım: Mu’cizat-ı hissiyye müşahedesiyle nail-i hidayet ve İslam olanlardır. Bunlardan bir takımı hayvanatın tekellüm ve irşadatıyla ve bir takımı taşların şehadetleriyle ihtida edenler bir takımı ağaçların şehadetleriyle bir takımı da diğer muhtelif mu’cizat-ı hissiyye üzerine kabul-i İslam etmişlerdir. Görülüyor ki gazavat ve muharebat ile kabul-i müslüman olanlar da pek azdır. Sabıkin-i İslam’ın ekseriyet-i kahiresi saika-i ilim ve vicdan ve cazibe-i feyz-i Yezdan ile mazhar-ı nur-ı iman olmuşlardır. Sadr-ı İslam’da ve inhisarı tertib etmekte olduğumuz de vekayi’ ve şevahid-i tarihiyyesiyle ve esami ta’dadıyla isbat ve ityan olunmuştur. Muhyiddin bin el-Arabi sure-i şerife-i Ra’d’daki i © ‹À © à ayet-i celilesi tefsirinde şöyle demiştir:Hidayet ve dalal ayat ve mu’cizat ile değildir. Sallallahu aleyhi ve sellem efendimize nazil olan ayat ve mu’cizat her akl-i selimi ilzama kafi derecededir. Şu kadar ki hidayet ve dalal meşiyet-i ilahiyyede olduğundan istediğini adem-i ğini de safvet-i isti’dadı hasebiyle hidayet eyler. Birinci kısım: Zat-ı hazret-i risalet-penahinin sallallahu aleyhi ve sellem ibtida-i neş’et ve hal-i sabavetlerinden da’va-yı risaletlerine kadar manzur ve meşhudları olan sıdk emanet iffet zühd ve istikamet gibi fezail ve keramat-ı ahlakiyye ve ruhiyyelerine bi-hakkın vakıf olduklarından dolayı da’va-yı nübüvvet ve risalet akabinde bila-tereddüd kabul ve itmi’nan-i vicdani ile izhar-ı iman edenlerdir. ruhiyyelerine kemal-i i’timadla beraber birinci kısmın delalet ve irşadatı dahi munzam olan zevat-ı kiramdır. Osman bin Affan Zübeyr bin Avvam Talha bin Abdullah Sa’d bin Ebi Vakkas Abdurrahman bin Avf Esma bint Ebi Bekr ve otuz altı aded diğer sabıkin-i kiram ile Ebu Zer Gıffari ve Tufeyl bin Devs’in delaletiyle Müslüman olan Devsi kabilesi efradı ve bi’at-ı Akabe-i ula ve saniyyede bulunan yetmiş üç zatın delalet ve irşadlarıyla Velid’in delaletiyle müşerref bi’l-İslam olan Halid bin Velid ve Dımam bin Sa’lebe’nin delaletiyle Beni Sa’d kabilesi efradı bu kabildendir. Üçüncü kısım: Ayat-ı Kur’aniyyede gördükleri belağat ve hakaiki ve bi’l-cümle mezaya-yı i’cazı görüp işiterek kabul-i iman edenlerdir ki yine pek çoktur. Dördüncü kısım: Hitabat ve kelimat-ı kudsiyye-i nebeviyyenin te’sir-i cazibedarıyla kabul-i İslam edenlerdir ki yine pek çoktur. Beşinci kısım: Tevrat ve İncil ve kütüb-i semaviyye-i sairede vürud edeceği tebşir olunan nebi-i ahiru’z-zamanda bulunması muharrer olan mezaya-yı celileyi zat-ı nebevilerinde bi-kemaliha mevcud gören ulema-yı Ehl-i Kitab’dır ki pek mühim amil-i intişar-ı din olmuştur. Altıncı kısım: Zat-ı nebevi sallallahu aleyhi ve sellem efendimizle yaptıkları münazarat-ı ilmiyye üzerine din-i mübinin hak ve savab olduğuna kani’ olanlardır. Yedinci kısım: Suver ve hutut ve nukuş-ı kadimenin Sekizinci kısım: Dünyada din-i hak taharri ve tahkiki yapan ve bi’n-netice din-i İslam’ı mahz-ı hak bularak hırz-ı can edenlerdir. Dokuzuncu kısım: Ulema-i Ehl-i Kitab ve kehenenin beyanat ve ihbaratları sevkiyle din-i İslam’a intisab edenlerdir. Onuncu ve on birinci kısım: Taife-i cinanın suver ve eşkal-i muhtelife ile ebna-i beşere görünerek ve ihvaf-ı esnamdan iş’ar ve makalat isma’ ederek nebi-i ahir-i zamanın hak üzere ba’s olunduğunu ihbar ve din-i doğru götürür fakat bu götürüş şiddet ve kuvvetten ari ve mevzu’-ı ictihadın hakikat-i saadet-i beşer olduğuna alem-i insaniyetin celb-i kanaat ve mahabbeti esasına hadim fikr-i tam tervic ve telkin ile olmalıdır. Keza i’tikadım böyledir ki: Müslümanlar bu ittihad-ı muazzamın icab ettiği mu’amelat ve münasebat-ı dahiliyyede o derece samimi olmalıdırlar ki bu uğurda menafi-i zatiyyeyi istihkar ve her türlü fikr-i tesvil ve tağşişten ettiği zemin-i emniyyet üstünde ticaret ma’rifet iştirak-i mesa’i ile şedd-i rahl ederlerse vasi’ ve feyyaz bir terakki sahası içinde mütenasiben ve mütekabilen yekdiğerlerine müzaherete muvaffak olurlar. Keza i’tikadım böyledir ki: Bu ittihad-ı muazzam her şeyden evvel iktisadi hududlarını iyi tanzim ve te’sis etmeli. Öyle ki dahil ve harice karşı bi-tamamiha hakim olmalı Avrupa’ya karşı imtiyaz ümidlerini kapamalı kendi harsı tabii sına’i hazain ve defainini gayet kıskanmalı hele Avrupa’ya borçlu düşmekten şiddetle hazer etmeli. Bunun için de Avrupa’nın para kuvvetiyle hulul ve her hangi bir şeyi temellüküne kat’iyetle mani’ olmalı! Avrupa’dan ancak fart-ı lüzumu olan ve idhalinde terakkıyat-ı milliyyeyi haleldar etmeyen şeyleri almakla merbut ve terakkıyat-ı fenniyyesine müsaid bir zemin-i da bi-hakkın hayr-hahlık gösteren devletlerden almalıdır. Keza i’tikadım böyledir ki: Din-i celil-i İslam muhat olduğu taassub dikenlerinden tathir ve tasfiye edilir ve tazammun ettiği hikemiyat-ı aliyye-i ictimaiyye ve insaniyye serbest ve ictima’-ı ulema üzerine müesses bir ictihad ile i’la ve tenvir edilirse gayz gurur hased kin gibi mesavi-i hissiyye kal’ ve ref’ edilmiş olur. Avrupa’nın bundan isti-fade eden inhilal propagandalarına da nihayet verilmiş olur. Keza i’tikadım böyledir ki: Müslümanlar Avrupa’dan yalnız fen ve san’at iktibas etmelidir. Bi’l-hassa Avrupa moda ve i’tiyadat-ı gayr-ı ahlakiyyesine kör körüne kapılmaktan bununla iftihardan tevakki etmelidir. Keza i’tikadım böyledir ki: İşte o vakit İslamiyet kate vasıl ve vahdetin tazammun ettiği minhac-ı saadet-i lil-i kudsiyyeti insaniyet üzerinde bir sirac-ı feyz ü ikbal halinde nur-efşan olur. Keza i’tikadım böyledir ki: Her müslüman için gaye-i hayatiyye şahsında değil şahsı ile bir uzv-i naçiİ’tikadım böyledir ki: Parlak tarih-i İslamımız vasi’ bir fikr-i ictimai ve büyük bir fikr-i medeniyetle yapılan hükumetler zade-i hikmet ve mefharetidir. Keza i’tikadım böyledir ki: Uzun gaflet ve cehalet devresi geçiren alem-i İslam lehü’l-hamd uyanmıştır. O din ve tarihi fikir ve medeniyet-i ictimaiyyeyi asırların şu’le-i nar-ı teyakkuz üç reng-i mübeccel ile her İslam’ın kalbine şetaret isar edecektir: Letafet aşk hakikat. Letafet: Esbab ve esasat-ı ictimaiyye üzerinde hutut ve elvan sem’ ve ihtisası ile fikrin hasıl edeceği intibadır. Aşk: İnsaniyet ve alem-i insaniyeti bi-payan bir fazilet-i külliyye ile ihata eylemektir. Hakikat: Şahsi ve ictimai kavl fi’l ve harekette samimiyetle Keza i’tikadım böyledir ki: Terbiye-i umumiyye ve medeniyet-i ictimaiyye şu üç unsurun muvazene-i tammesine ibtina edilmelidir: Terbiye-i fikriyye ilim ve fen terbiye-i vicdaniyye ahlak terbiye-i bedeniyye san’at…. bu saadet-i hakikiyyeden gafildir. Keza i’tikadım böyledir ki: Bütün müslümanların aheng-i tam hasıl edebildikleri günden i’tibaren ittihad-ı saadetle tabdar olur: ¹ r ¹³®Q¯ ª Y¯² çalanır selamet-i ahlakiyye o kudsi nesim-i saadet hulul ve hübub eder. Tahakküm ve teğallüb zihniyetinin müte’affin hava-yı zehr-aluduyla hafakan derecesine gelen kalbler inşirah bulur. Bu suretle İslamiyet insaniyet üzerinde mev’ud te’sirinin netayic-i gayr-ı müfarakası olan semeratını gösterir. Emperyalizim yüzlerce senelerden beri İslamiyet’e reva gördüğü haksızlığın cezasını yavaş yavaş inhilal-i tamda bulur. Keza i’tikadım böyledir ki: Eğer milel-i İslamiyye menafi-i hususiyyelerini bu muazzam ictihad-ı müttehidin muktezeyat-ı aliyyesiyle mezc ve tevhid edebilirlerse henüz insaniyetin idrak edemediği ve hayatıyla zevk-yab olmak için birçok hatalara kapıldığı asıl temsil-i hürriyyet-i beşer bu ittihad-ı muazzamın re’s-i ictihadında ahz-ı mevki’-i inkişaf eder ve insaniyeti o temsil-i mukaddese eden Kafkas müslümanlarının vaz’iyet-i harbiyyesi cephe gerisindeki aksamının muntazam ve kavi bir hale gelmesine kadar düzelemeyeceğine kanaat ettiğinden dolayı efkar-ı umumiyye-i İslamiyyeyi tenvir ile intibah-ı terk ederek seyahate çıkmıştır. Ahmed Han Şeyh Mansur’un vasiyetnamesine göre Anadolu’daki inkılab-ı İslam büyük İslam kahramanı Şeyh Şamil’in hafidi Ahmed Han’ın ruhunda azim bir te’sir husule getirmiş kendisine Şeyh Şamil’in mücahedelerini hatırlatmıştır. Mütefekkir ve kahraman Ahmed Han kardeşimiz inşaallah alem-i İslam’a pek büyük hizmetler ifasına muvaffak olacaktır. gazetesi yazıyor: Bizde küçük san’atları imhaya ahalinin terbiye-i milliyyeden mahrumiyeti çok yardım etmiştir. Erkeklerimiz kadınlarımız adat-ı milliyyeyi bir düşman gibi baltalamışlardır. Kadınlarımızın milli sanayi-i nefiseden bihaberlikleri alafrangaya inhimakleri kız mekteplerinde Maarif Nezareti’nin biraz iktisad-ı milli tedrisinden gafleti yeni hayatın mütercem romanlardan öğrenilmesi erkeklerimizin de milliyete ve vatana aid bilgiler hakkında ma’lumata sahib olmamaları bilgiçler denilen sınıfın şayan-ı hayret duygusuzluğu beyne’l-milellik hastalağının şümulü kadınlar ve erkekler arasında milli emele hadim cem’iyetlerin mefkudiyeti matbuatımızın yazanların maksadsız mekteplerden yetişmiş olmaları milli üdeba ve şu’ara zuhur etmemesi kendi muhitimizde güzellik arayacağımıza bunu ecnebilikte bulmak ümidine düşmekliğimiz bizi tahrib-ı sanayi’ yolunda sürüklemiş gitmiştir. Edebiyat-ı Cedideo kadar za’if ve usaresiz bir cereyan idi kisinemaçıkar çıkmaz ortadan gaib oluverdi. Ahali bütün edebi zevklerini şimdi bu perdeler üzerinde tatmin ediyor. Mehtablı gecelerde kol kola gezmeleri bir salonda güzel bir kadın önünde diz çöküp alafranga sefaheti Amerikan-vari cesareti ilh. hep oradan öğreniyor. zini teşkil ettiği ittihad ve istiklal-i İslam’da ve terakkıyat-ı fikriyye-i diniyye ve ihata-i külliyye ile bu gaye-i kudsiye arz-ı muhabbettedir. Her sahib-i iz’an olan müslim için İslamiyet’in zevki asıl fikr-i aşk ve mevcudiyet-i hakikiyye kendisinde mündemic olan bu ittihad-ı muazzamın şekl-i kudsi-i Sebat adalet muhabbet. zaruri olan ma’nevi mücadelede üç kalkanla mücehhez olacaklardır: Güzelliğe meftuniyet tecessüs-i ilmi kısmete rıza. Makale-i fazılanelerini balaya derc ettiğimiz Dağıstanlı Ahmed Han biraderimiz Ankara’ya yeni teşrif ettiler. Pek sevimli ve asil bir simaya malik olan Ahmed Han Rus mekteplerinde tahsil gördüğü halde salabet-i diniyyesini muhafaza etmişler maddi ma’nevi bir İslam kahramanı olmuşlardır. Ahmed Han’ın hayatı gerek matbuatta gerek harb cephelerinde İslam’ın istiklali lerinin tarihleri ile iştigal etmiş bu hususta pek mühim ve kıymetdar ma’lumat cem’ine muvaffak olmuştur. Bununla beraber muma-ileyh Rusya’daki inkılaba kadar Çar’ın ordularına karşı Kafkas milletlerinin istiklal muharebelerine iştirak etmiş meşhur kahramanlardan biridir. Büyük mücahid Şeyh Şamil merhumun ruh-ı hamaset ve fazileti Ahmed Han’ın simasında leme’an etmektedir. Ahmed Han Çeçen halkının Elbistinci kabilesindendir ki Kafkas dağlarının hürriyeti uğrunda çalışan meşhur Şeyh Mansur da bu kabileye mensubtur. Ahmed Han ta küçüklüğünden beri Çar Rusyası’na derin bir nefretle meşbu’ bir muhitte perver-şiyab olmuştur. senesi inkılabından beri muma-ileyh Kafkas dağlılarının tir. senesinde Osmanlı ordusu saflarında Ceneral Biçerahof kuvasıyla çarpışmış Deniken ve Kazaklarla mücadele etmiş el-hasıl Kafkas dağlılarının muarızı bulunan bütün kuvvetlerle mütemadi surette harb etmiştir. Bir aralık Kafkas dağlıları gençlerinin teşkil ettikleri cem’iyetin reisi olmuştur. Bi’l-ahare kendi ta’birleri vechileİslam dünyasının şimalindeki karakolunu teşkil Mart tarihinde Mısır’da i’lan edilmiş olan evvelki bir makalelemizde yine bu sütunlardabeyan ederken Mısır’ın vaz’iyet-i hazırası ile Kanunievvel tarihinden beri devam eden himaye şekl-i sabıkı arasında bir fark bulunmadığını işaret eylemiştik. Fi’l-hakika İngiltere tarafından Mısır üzerindeki himayenin lağv edildiği ve onun yerine istiklal-i tammın kaim olduğu i’lan edildiği gibi Mısır Sultanı Fuad-ı Evvel derhal melik-kral oluvermişti. Büyük Britanya Mısır kralını ve Mısır’a bu tebeddülden dolayı derhal tebrik etmiş idi. Diğer hükümdarlar krallar İngiltere’nin eserine mediler. Mısır’da düvel-i ecnebiyye tarafından istihdam edilmekte olan konsol jenerallerin payeleri ekseriya fevkalade mümessil ve salahiyetdar sefirmertebesine tarafından merasim-i kabuliyye tertib ve i’timadnameler kabul muhadenetkarane meveddetkarane nutuklar teati edildi. Azametlü sultanın elkab-ı resmiyyesi şevketlü melik veya lisan-ı ecnebi üzere haşmetlü kral oldu ve Mısır’ın şevketlü meliki tarafından Mısır taht-ı kralisine mahsus ve Mehmed Ali aile-i hükümdarisine aid bir kanun-ı veraset dahi tanzim olundu. Bir de Mısır hey’et-i nüzzarına Hariciye Nazırı namıyla bir zat daha ilave ve devair-i hükumete bu suretle bir daire daha zam edilmiş oldu. İşte Mısır’ın Mart tarihinden i’tibaren bellibaşlı olarak mazhar olduğu istihaleler bundan ibaret bulunmaktadır. Halbuki bütün bu tebeddüllere ve istihalelere dikkat edilecek olursa fi’l-vaki’ bunların büsbütün ehemmiyetten ari şeyler olmadığını ve hemen kaffesinin istiklalin zaruri vecibelerinden olması lazım geldiğini görür ve takdir ederiz. Ancak istiklalin müstakil bir memlekette münhasır değildir. Ma’lumdur ki istiklal evvel-emirde hakimiyet-i hariciyye ve dahiliyyeyi istilzam eyler. Hakimiyet-i hariciyye Mısır’ın düvel-i ecnebiyye ile olan temasında hiçbir mutavassıtı bi’t-tabi’ kabul etmediği gibi Mısır hududunun müdafaasında dahi başka bir hükumetin ordusuna arz-ı iftikar edemez. Hakimiyet-i dahiliyyede dahi Mısır dahilinde Mısır’dan gayrı hiçbir hükumetin hiçbir suretle ne kuvveti ne nüfuzu bulunmamasını istilzam eder. Acaba Mısır bu tarzda bir hakimiyet-i hariciyye ve dahiliyyeden hulasa istiklalden nasibedar bulunuyor mu? Ta’bir-i diğerle Mısır hükumetinin Mısır haricinde her türlü salahiyeti haiz mümessil-i siyasileri var mıdır! Mısır hükumeti her hangi bir hükumet-i ecnebiyye ile ittifak Mısır’ın dahilinde Büyük Britanya’nın ali komiserliği tamamıyla lağv edilmiş midir? Büyük Britanya’nın işgal ordusu Mısır’ı terk ve tahliye etmiş midir? Binaenaleyh Mısır hükumetinin ordusu mu Mısır’ı müdafaa ediyor. Mısır’da Büyük Britanya tarafından evvelce i’lan edilen bir idare-i örfiyye hala devam etmiyor mu ve bu idare-i örfiyyeyi lağv edebilmek Mısır’ın yed-i iktidarında bulunabiliyor mu? Mısır’da muhtelit mahkemeler lağv ve kapitülasyonlar ber-taraf edilebilmiş midir? Mısır dahilinde ecnebileri İngiltere himaye ederken Mısır buna i’tiraz edebiliyor mu? Hulasa Mısır’da Mısır hükumetinin yanında bir de Büyük Britanya hükumeti bulunmuyor mu silahıyla kuvvetiyle asker ve nüfuzuyla idare-i örfiyyesi ve mahkemeleriyle hala devam etmiyor mu? Şübhesiz bütün bu suallere verilecek cevablar menfidir. Ve Mısır bunlardan hiçbirini yapmak yed-i ihtiyar ve iktidarında değildir. O halde Mısır’da bir melik var ki zat-ı şevket-penahilerinin nüfuzu hakikatte ihtimal divan-ı mülukisinden harice çıkamaz ve bir hey’et-i nüzzar ve bir hariciye erkanı vardır ki hin-i hacette ve ansızın beş altı aded süngülü İngiliz neferinin ayakları ve çizmeleri arasında meclis-i nüzzarları Malta’da veya Seylan’da veyahud Senegal’de akd ettirilebilir. Ve nihayet Mısır’ın ufuklarına dağılmış öyle bir hava-yı istiklal vardır ki sehab-alud bir bad-ı himayeden başka bir şey değildir. Artık ecnebi hükümdarlarının adeta alay edercesine tebrikleri ve tes’idleri neye yarar. Etrafta yaldızlı elbiselerini giymiş rütbeler nişanlar takınmış nazırların mabeyncilerin yaverlerin huzurunda tertib edilen süfera resm-i kabullerinin i’timadnamelerin nutukların şa’şaadar cümlelerin ne hikmeti vardır. Ve nihayet sandalyesinden daha aşağı olduğundan şübhemiz olmayan o murassa’ Mısır taht-ı kralisinin ne ehemmiyeti kalıyor?.. Esefler olsun ki Mısır’da en başta hal-i hazırda Abdülhalik Servet Paşa kabinesi olduğu halde birçok Mısır ekabir ve ricali birçok ulema ve fudala İngiltere’nin bu müdhiş entrikasına kurban olmuşlardır. Şübhesiz biz hiçbir zaman bu zevatın kaffesinin İngilizler tarafından satın alınmış olduğunu iddia etmiyoruz. Ancak muhak- yok. Varsa tam vardır. Biraz bir yerinden rencide oldu mu istiklal yoktur. İşte hulasası budur. Çok eminiz ki Servet Paşa bunu elbette bilir. Fakat ne yapsın ya İngiliz adamıdır İngilizlere uşaklık ediyor yahud hırs-ı cah u mansıb sahibidir. Şahsi menfaatini memleketinin menafiine feda ediyor ki bu şıklara nazaran doğrudan doğruya memleketine hıyanet ediyor demektir. yahud daha hafifini tasavvur edelim. Bu şartların vaş yavaş Mısır’ın bu kayıdlardan kurtularak asıl istiklale nail olacağına ve bunun turuk-ı siyasiyye ile kabil-i husul olacağına kail bulunuyor ki bu takdirde Paşa tamamıyla Paşanın nutku dahi bu üçüncü şıkkı takviye etmektedir. Pek değerli bir hatib olan Servet Paşa ruhunun bütün genişliğiyle Mısır’ın müstakbelde bu kayıdlardan azade kalacağına ümidvar... Böyle olunca paşa aldanıyor ve aldandığı nokta İngiltere’nin Mısır’da takib etmek rikalar ise son zamanlarda büsbütün yeni bir şekilde arz-ı vücud eylemiştir. O da efkarı kabil olduğu kadar işgal etmek tahdir etmek yani uyuşturmak a’sabı teskin eylemek gürültüyü azaltmak ve nihayet bu Mısır badiresini şimdilik atlatmaktır. Bu entrikayı hulasatenuyuşturma siyasetita’biriyle ifade edebiliriz. Fi’l-hakika İngiltere Sa’d Zağlul Paşa ve milliyet-perverlerle başlayan istiklal metalibini nihayet bir çevirme hareketiyle itfaya muztar kalmıştı. İlk zamanlarda bu uyuşturma siyaseti Adli Yeğen Paşa kabinesi zamanında uzatmak ve nihayet bütün Mısır efkar-ı umumiyyesini bu müzakerat işleriyle işgal etmek suretiyle tecelli ve tebarüz ediyordu. Müzakerat ve muahede etrafındaki bütün entrikalar suya düşünce bu defa uyuşturma siyaseti yeni bir veche ta’kibe başlamıştı. Ve böyle bir veche ta’kibine de muztar idi. Zira İngiltere’nin bi’l-hassa Avrupa’da ve sonra Şark-ı Karib’de ve nihayet bütün müstemlekelerinde öyle müşkilleri vardı ki bunları birer birer iktiham etmek mecburiyetinde idi. Fakat en mühimmi Avrupa’daki vaziyetidir. Onun için diğer mesailde ta’kib ettiği bellibaşlı siyaset işleri savsaklamak idare-i maslahat etmek ve bunun için de her mıntıkanın efkar-ı umumiyyesini kuvvetle alakadar edebilecek kuvvetli işgal edebilecek canlı mes’eleler bularak onunla efkarı uğraştırmak ve nihayet bu mes’eleler etrafında muvaffak olursa efkarda tefrikalar vücuda getirerek bundan istifade etmek ve asıl esaslı canlı nukatı ila nihaye sürüklemek ve idare etmektir. Mısır’da ta’kib ettiği siyaset uyuşturma siyaseti budur. kak bir şey varsa hal-i hazır hükumetine hal-i hazır tarz-ı mıştır. Yolunu düzgün serbest görememiştir. Memleketin düşürülmek istenildiği giriveyi uçurumu layıkıyla sezememiştir. Bu müddeamızı delailiyle isbat etmek için bi’l-hassa Hey’et-i Nüzzar Reisi Abdülhalik Servet Paşa’yı mevzu’-ı bahs etmek istiyoruz. Ma’lum olduğu üzere Servet Paşa Mart tarihinden beri kabine riyasetini işgal etmektedir. Paşa’nın hey’et-i nüzzar riyasetini kabulü İngiltere’nin Mısır istiklalini kabulü şartına mu’allak idi. Ve bunda şübhesiz itiraz edilecek bir şey yoktur. Fakat her halde istiklal medlulü Hususiyle Abdülhalik Servet Paşa’nın viladet-i sultaniye müsadif olan Mart tarihinde Continental Oteli’nde bu münasebetle tertibedilen resm-i ziyafette tam bir istiklale nail olamamış olduğunu ifham edebilir. Nitekim bu nutukta deniliyor idi ki: İngiltere himayeyi lağv etmeye muvafakat etmişti. Ancak semenini almak şartıyla... Fakat himayenin lağvı için taleb ettiği kıymet o kadar yüksek idi ki himayeden dahi daha bahalı idi. Bu semenin ne olduğunu Lord Allebeny’nin Şubat tarihinde Mısır Sultanı’na verdiği muhtıradan anlıyoruz: turuk-ı muvasalasını te’min Mısır’ı müdafaa hakkı Mısır’daki ecnebileri himaye Sudan mes’elesi... Bütün bu mes’eleler bi’l-ahare İngiltere ile Mısır Parlamentosu arasında cereyan edecek müzakeratın neticesine ta’likan şimdilik bunları İngiltere muhafaza etmektedir. Abdülhalik Servet Paşa nutkunda bütün bu maddelere hafaza etmesine dair Mısır hükumeti bir imza vermiş değildir. ki Mısır için bir taahhüdü mutazammın olamaz. Fakat Paşa’nın müsaadesiyle şunu söyliyelim ki bu bir zavallı teselliden başka bir şey değildir. Hakimiyet esasını şiddetle baltalayan bu noktalar Mısır’da bi’l-fi’l mevcud olduktan ve maddeten müesses bulunduktan sonra imza taahhüd ... ilh. gibi mes’eleler resmiyette kalır. Sözün kısasını söyleyelim. İdare-i örfiyye İngiliz askeri mehakim-i muhtelita Mısır’da var mı yok mu? Madem ki vardır; o halde istiklal yoktur. Yine himaye vardır. Esasen bu istiklal mes’elesi öyle nazik bir şeydir ki hiç bir küçük kayda bile tahammül etmez. İstiklal ya var ya vaziyeti hakkıyla takdir ediyorlardı. Hiçbiri ne Kanun-ı Esasi Komisyonu’na aza olmaya muvafakat etti.. ne de bu komisyona iştirake... Bu suretle komisyon Nisan tarihinde küşad edildi ve küşad münasebetiyle Abdülhalik Servet Paşa mühim bir nutk-i iftitahi irad ederek milliyet-perverlerin bu komisyona adem-i iştirakini şiddetle tahti’e ve tenkid eyledi ve bu komisyonun Mısır için gayet kıymetdar bir kanun tanzim edeceğine dair olan kanaatini izhar eyledi. Zavallı Servet Paşa... Bu kanaatinde belki samimi idi. Fakat bütün cihanın en güzide Kanun-ı Esasisi’ni bile tanzim ettikten sonra ne olacaktı. İngiliz yine Mısır’da mı değil mi? İngiliz süngüsü Kanun-ı Esasi’nin icab ettirdiği parlamentonun etrafını saracak mı sarmayacak mı? Parlamento intihabatı bir sürü İngiliz me’murlarının ve koca İngiliz işgal ordusunun nüfuzu altında olacak değil mi idi? O halde!... O halde Servet Paşa bu Kanun-ı Esasi teşebbüsünü tervic etmekle yine İngiltere’nin uyuşturma siyasetinin bir faslını tatbik ediyordu ve yine istiklal-i tam tahtında devam eden himaye şeklini takviye eyliyordu. Gazeteler lehte aleyhte neşriyatta bulundular bulundular ve bıktılar. Komisyon ise birçok ictimalar akd ve tali komisyon teşkil eyledi ve nihayet Mayıs tarihli Mısır gazetelerinde intişar eden ve hulasası maddeden müteşekkil olan bir Kanun-ı Esasi projesi tanzim olundu ve bu projenin de komisyon heyet-i umumiyyesince müzakere ve tesbitine başlandı. Fakat artık efkar-ı umumiyye bu komisyon etrafındaki Kanun-ı Esasi etrafındaki fikirleri köhne kıymetsiz bulmaya başlamıştı. Yine istiklal himaye sözleri gazetelerde baş gösterir göstermez ve İngiltere tarafından Seyşel Adası’na evvelce nefy edilmiş olan Sa’d Zağlul Paşa ve rüfekasının artık istiklal münasebetiyle Mısır’a iadeleri ma’hud uyuşturma siyasetinin diğer bir safhasını ... ve yeniden efkar-ı umumiyyeyi başka bir mes’ele ile işgale lüzum gördü. Bunun üzerine Büyük Britanya’nın Mısır Mümessil-i Alisi Lord Allebeny Sudan’a kadar ihtiyar-ı zahmet ve seyahat eyledi. Sudan’da bulunduğu zaman Hartum’da bir nutuk irad ederek İngiltere’nin Sudan’ı muhafaza edeceğini beyan ve bu beyanatının da Sudan’da bulunan aşairin arzusuna tevafuk eylediğini ilave eyledi ve Mısır’a döndü. Allebeny’nin bu beyanatı İngiltere’nin Sudan hakkındaki niyyatını tamamıyla izhar etmiş oluyordu. Fakat esasen bu niyetler ma’lum idi. Gerek Mısır için gerek Sudan için İngiltere’nin niyeti Kanada için Avusturalya Fakat böyle bir sırada bu tarzda beyanatta bulunması Bu siyaset bi’l-hassa Servet Paşa kabinesinin teessüsünden sonra bütün kuvvetiyle Mısır’da tezahür etmektedir. Ve Servet Paşa da bilerek veya bilmeyerek bu siyasetin çarkları ve çenberleri içine kendini bütün ma’nasıyla kaptırmıştır. Servet Paşa kabinesi ilk teessüs ettiği zaman hemen hemen istiklalin ilan edildiği zamanlara tesadüf ediyordu. Bütün milliyet-perverlerin gazeteleriyle kulübleriyle meclisleriyle iştigal edeceği yalnız bir mes’ele vardı: mütecaviz bir zaman efkar-ı umumiyyeyi bununla işgal eyledi. İstiklal var mı yok mu? Mısır müstakil midir değil midir? İşte bunun etrafında bütün efkar dalgalı denizler gibi kaynadı köpürdü ve bir iki aylık neşriyat beyanat ve saire neticesinde efkar-ı umumiyye hemen hemen Mısır’a verilen istiklalin himayeden farklı olmadığını anlamaya başlar başlamaz efkarı uyuşturmak için yeni bir mes’ele ortaya atıldı. Kanun-ı Esasi tanzimi mes’elesi.... Servet Paşa kabinesimadem ki memlekette istiklal vardır istiklalin vecibelerinden biri de memleketin bir parlamentosu olması ve hey’et-i nüzzarın bu parlamento muvacehesinde mes’ul bulunmasıdır ve bunun için de memlekette Kanun-ı Esasi tanzimi icab ederdiyordu. Fi’l-hakika müstakil memleketlerde icab eder; Servet Paşa ve arkadaşları bunu düşünmekle istiklal hilafında şübhesiz hareket etmiyorlardı ve memleketin zaruri bir yarasını tedavi ediyorlardı. Fakat İngiltere bu vücubu kabineye le İngiltere’nin uyuşturma siyaseti safhalarından yeni bir safha küşad eyliyordu ve böyle de olmuştu. Derhal herkes istiklal himaye mesailini birden bire unuttu ve hey’et-i nüzzarın intihab edeceği bir komisyon ma’rifetiyle tertib ettireceği Kanun-ı Esasi mes’elesiyle Bütün gazeteler sütun sütun yazı yazıyorlar hatibler nutuklar irad ediyor feryad eyliyorlar. Bunların kaffesi tarafından müntehab bir cem’iyet mi yoksa hükümdar tarafından ta’yin edilmiş bir komisyon mu yapmalıdır. Kanun-ı Esasi nasıl olmalıdır. Komisyon nasıl olmalıdır. münakaşat ki bütün efkar-ı umumiyyeyi kaplamıştı. Nihayet Mısır Kanun-ı Esasisi’nin tanzimi için Melik Fuad-ı Evvel tarafından hey’et-i nüzzar reisi esbakı Hüseyin Rüşdü Paşa’nın riyaseti altında olmak üzere eski nazırlardan zevat-ı meşhureden mürekkeb mutantan bir Kanun-ı Esasi Komisyonu intihab ve ta’yin olundu. Bunun etrafında da efkar-ı umumiyye uzun uzadıya münakaşata devam etti. Fakat milliyet-perverler cek ve bunu yaptırdığı takdirde muhakkak ve muhakkak bütün İngiliz tarafdarlarını satın alınmışları toplayarak bir meclis yapmaya çalışacak ve yine İngiltere Mısır’da Mısır son zamanlarda en şiddetli tazyikata ma’ruz kalıyor hürriyet-i matbuat külliyyen kalkmıştır. Gazetelerin Sa’d Zağlul Paşa Seyşel ve buna müşabih mesailden bahsetmesi şiddetli men’ olunmuştur. İctima’lar ibtal olunmuştur. Silah taharriyatı bahanesiyle işgal ordusu tarafından en şedid tazyikler icra edilmektedir. Geçenlerde katli münasebetiyle İngiltere tarafından Mısır kabinesine verilen nota en tahkiramiz ibaratı havidir. Nitekim notada bu vukuatın Mısır kabinesinin emniyet-i umumiyyeyi te’mine muktedir olamadığına bir delil telakki edileceği açıktan açığa beyan edilmektedir. Bunun ma’nası İngiltere en küçük bir fırsattan istifade ederek şekl-i sabıkı en ağır yüklerler idameye tarafdar bulunuyor. Bu i’tibarla istiklal tarihinden dört ayı mütecaviz bir zaman geçtiği halde Mısır istiklal vecaibinden hiçbirine nail olamamış olduğu gibi gittikçe daha ağır ve daha elim şerait tahtına sokuluyor. İngiltere’nin uyuşturma siyaseti en zalim tatbikatıyla memleketin bütün istikbalini tehlikeye koyuyor ve öyle görünüyor ki bu siyaset daha uzun zamanlar sessiz sessiz devam edecek ve her dakika Mısır Servet Paşa ve rüfekası gibi bazı saf-derun zevatın zannettikleri gibi istiklalini yavaş yavaş elde etmek değil her dakika istiklalinden bir parça daha bir dilim daha gaib edecektir. Bu cidden acıklı ve elim bir vaz’iyettir. Fakat yazıklar olsun ki on dört milyonluk Mısır ahalisi bir avuç İngilize karşı hala boyun eğiyor hala aldanıyor artık Mısır’ın silkinmesi ve bu bir avuç gasıbı silkip atması zamanı çoktan hulul etmiştir. Bilmeyiz ki Mısırlılar ne zaman el birliğiyle şu gasıb şu mutasallıt düşmandan kendilerini kurtaracaklardır. asırdan beri komşuları bulunan Rusya ve İngiltere’nin tama’karane nazarlarını kendisine doğru celb ile her iki hükumetin emperyalizm ve istila-cu siyasetlerine hedef olarak demir pençeleri altında inlemek mecburiyetinde bulunmuştu. senelerinde İngiltere ve Rusya arasında komşu memleket her iki hükumetçe taksim edilerek asıl Mısır efkar-ı umumiyyesini bu noktaya tevcih ederek yine bir müddet uyuşturması içindi. Nitekim bir taraftan da İngiltere Sudan’da pamuk ziraati için ihzaratta bulunmaya karar verdiğini işa’a ediyordu. Bunun neticesi Nil Nehri’nin menba’larına yakın olan bu sahada icra edilecek ziraatin bi’t-tabi’ suya muhtac olacağı ve şu suretle Sudan’da alıkonulacak Nil sularından Mısır’ın heyecanına isal edilmek isteniliyordu. Ve böyle de olmuştu. Derhal Mısır efkar-ı umumiyyesi gazeteler kulübler... ilh. istiklal Kanun-ı Esasi ve saire mesailini unutarak artık Sudan mes’elesiyle iştigale başladılar. Sudan Mısır’ın ecza-yı memalikindendir Sudansız Mısır olamaz. Sudan Arab’dır o da Mısır gibidir... fikrimce bir sıfıra müncer oluyor. Zira Sudan Mısır’ın dahi olsa Mısır gibi olacak olduktan ve yine Mısır gibi neye yarar! Maamafih bu son zamanlara kadar Sudan mes’elesi yine Mısır ufuklarında dalgalanıp duruyor bu hususta Abdülhalik Servet Paşa dahi gazetelere beyanatta bulunmaya mecbur kalmıştır. Nitekim gazetesinin muharriri ile Servet Paşa arasında vuku’ bulan bir mülakat mezkur gazetenin Mayıs tarihli nüshasında mündericdir. Servet Paşa Sudan mes’elesine dair diyor ki:Bu bi’l-ahare İngiltere ile muahedename akd edildiği zaman nazar-ı dikkate alınacak bir mes’eledir. Ve muahedename akdine kadar statükonun devam edeceğine dair İngiliz rical-i siyasiyyesi te’minat-ı resmiyye vermiştir. Görüyoruz ki bu beyanat da sudan bir şeydir. Bir taraftan ziyade Sudan’ı benimsemeye çalışırken ve delail-i fi’iliyyesiyle bunu isbat ederken Mısır heyet-i nüzzar reisinin gazetelere bu yolda te’minatta bulunması yine aynı uyuşturma siyasetinin tatbikatından başka bir şey telakki edilmemelidir. Hulasa İngiltere Mısır’da bu tarz-ı siyaseti öyle görüyoruz ki daha uzun müddet devam ettirecektir. Yarın Sudan mes’elesi biraz soğur soğumaz onun yerine akdine çalışmak istediği Tazminat Kanunu’nu daha sonra ekalliyetlerin himayesi mesailini daha sonra kapitülasyonlar mesailini ve nihayet hatıra gelmeyen daha birçok mesaili birer birer muntazam ve muayyen fasılalarla ortaya çıkararak hep böyle mütemadiyen efkarı işgal edecek ve tefrikalar çıkarmaya çalışacaktır. Hususiyle Kanun-ı Esasi Komisyonu vazifesini ikmal ettikten sonra bi’t-tabi’ intihabat başlayacağı için o zaman yine İngilizlerin te’siriyle memleket iki kısım olarak birbirine gire bi-taraf mıntıka namıyla kendisine pek az bir şey terk edilmişti. Bir nevzad-ı meşrutiyyet addolunan ve eski su-i idareleri fenalıkları ortadan götürüp yeni esasat dahilinde ıslahat ve teşkilat yapmak isteyen İran daha meşrutiyetinin bidayetinde karşısında cenub kaplanıyla şimal ayısını dikili bulmuş ve her ne yaptıysa ve yapmak Gitgide en sonra senesinde İngiltere ve Rusya’nın kat’iyyet etmiş ve İran kabinesi de son Rus ültimatomunu kabule mecbur edilmişti. İngiltere amalini Rus eliyle ve Ruslar da istediklerini Kazak ve süngü ile İran’a tanıttırmakta asla müşkilata tesadüf etmiyorlardı. Rus inkılabı zamanına kadar Çarlık Rusya ile me’murları tarafından İran’da etmedik zulüm yapmadık fenalık hemen hemen kalmamıştı. İran’da Ruslarla vahşi Kazaklarının guna-gun mezalimine uğramış olmayan bir unsur yoktu. Tabaka-i ulemadan tutup çarşı halkına varıncaya kadar her sınıfa mensub olan halk Rusların cebbarane gaddarane sillelerini yemişlerdi. Harb-i Umumi içinde İran’ı zorladıkça zorladılar. İran’ı kendi lehlerine harbe sokamayınca şimalen ve cenuben ederek bu suretle Osmanlı ordularının arka cebhelerini çevirmek istediler. Bu yüzden İran da hayli maddi ve ma’nevi zarar ve hasarata ma’ruz kaldı. Harb hitamında İran Devleti metalibini Paris Konferansı’na bildirmek için esbak Hariciye Nazırı Müşaviru’l-Memalik hazretlerinin riyaseti altında teşekkül etmiş olan bir hey’eti İstanbul tarikiyle Fransa’ya Fransa ve Amerika hükumetleri İran hey’etini dinlemek müstakbelesine muzır telakki ederek mezkur hey’etin dinlenmemesi çarelerini bir taraftan taharri ve işi büsbütün akim bıraktırmak için de diğer taraftan Tahran’da kendi tarafdaranından bir kabine teşkiline muvaffak olarak hem Paris’te bulunan Müşavirü’l-Memalik’in reisi bulunduğu İran delegasyonunu hükümsüz hem de yeni teşkil eylediği Tahran’daki kabine vasıtasıyla bir İngilizİran hafi mukavelenamesi akdine teşebbüs etmiş bu suretle hem İran’ı kendi hesabına benimsemek hem de Bolşeviklerin atiyen İran’da ve İran tarikiyle kesb edecekleri nüfuz ve ehemmiyetin önüne geçmek istemişti. Bu mukavelenameden sonra Avrupa’yı görmemiş olan genç Sultan Ahmed Şah hazretlerini de resmen da’vetle müşarun-ileyhi İstanbul tarikiyle ve harb gemileriyle Avrupa’ya ve Londra’ya yola çıkardılar. Bu seyahat esnasında İngiltere hatve başında kendi azamet ve kudretini genç hükümdara göstermiş ve Londra’ya muvasalatı üzerine pek büyük ve fevkalade bir mikyasta –evza’ ve ilcaat-ı zamaneye rağmen- asar-ı hürmet ve teveccüh göstermiş ve genç şahı kendisinden ziyadesiyle hoşnud etmeye çalışmıştır. O esnada İran’ın Hariciye Nezareti makamını işgal eden Prens Nusretü’d-Devle gerek kendisini ve gerek pederi olan Şehzade Fermanferma İran’da ve bi’lumum ve müştehir idiler. Lord Curzon o sırada İran Hariciye nazırının şerefine verdiği ziyafet esnasında Nazır Nusretü’d-Devlet beyan ve bu suretle onun mevkiini tahkim ve kendisini sun’i iltifatlara gark etmek tevazuunda bulunmuştu. Koca İran’ı hafi bir mukavele ile ba’de’l-harb İngiltere nüfuz-ı siyasisi altına sokmaya çabalayan genç Hariciye nazırı şübhesiz İngiltere menafii için Bismarck’tan daha büyük ve daha mühim bir şahsiyet teşkil ediyordu. Çok geçmeden İran vatanperverleri muahedenin metnine vukuf ve ma’lumat peyda ederek matbuat ve neşriyat vasıtasıyla aleyhine kemal-i şiddetle yürüdüler. Bu hakikati İran halkına tanıttırmak ve yapılan muahede ve i’tilafın tamamıyla menafi’-i vataniyyenin doğrudan doğruya aleyhinde bulunduğunu bildirmek için İran vatanperverleri o derece uğraştılar ki az zaman içinde matbuat-ı yevmiyyeden başka bütün ilmi mecmu’alar şairler hatibler va’izler hatta köylülerin ağız ve lisanıyla çeşit çeşit manzumeler vücuda getirilmiştir. Nusretü’d-Devle Londra’dan döner dönmez bu kabine fena halde sukut içinde bulunanların kısm-ı a’zamı konaklarından harice çıkmamaya ve daha bazıları da memlekete veda’ etmeye muztar kaldılar. Mukavele ve i’tilafnameye gelince İran Millet Meclisi’nin tasvib ve tasdikine iktiran etmeyen işbu varakparenin hükümsüz kalmış olduğunu söylemek zaiddir zannederiz. Çünkü on ay akdem İran Millet Meclisi huzurunda genç Şah mukavelenin mefsuhiyetini resmen beyan etmiştir. Bolşeviklere gelince; İngiltere’nin İran’daki siyasetine son tekmeyi vurabilmek için İran’da evvelce Çarlık zamanından beri zorla yumrukla elde ettikleri nüfuz ve hukuk-ı gasıbaneyi –bir kalem darbesiyle- tekrar İran’a oldukları imtiyazatı geri verdikten ma’ada İran’ın esaret fermanı demek olan ma’hud Türkmen Çay Gülistan ve daha sonraları İngiltere ile Sasakof zamanındaki mukavelenameleri yırtarak atmışlar ve İran’da kendileri manıyla ilhak olunan Bahr-i Hazar ve civarını da tekrar Bu siyasi muvaffakiyetlerden sonra İran hükumeti dahilde emn ü asayişi te’min hususunda da hayli muvaffakiyetler göstermiş Harbiye Nazırı Rıza Han’ın himmetiyle az müddet zarfında bütün mühimmat ve techizatıyla altmış bin kişilik bir kuvvet ihzar etmiştir. ceye kadar yoluna koyduktan sonra üç seneden beri yeni baştan mukaddes bir mücahedeye girişmiş olan Anadolu’daki kardeşlerine elini uzatmış en değerli ricalinden olan Mümtazü’d-Devle hazretlerini Ankara’ya göndermiştir. ve muhabbet-i İslamiyye ile mümtaz olan müşarunileyhin şahsiyeti Türkiye-İran ittfakının temel taşlarını hazırlayacağına emniyetimiz ber-kemaldir. Sefir hazretleri İran’ın necib hanedanlarından sayılmakla beraber İran Meşrutiyeti’nin rical-i tarihiyye ve siyasiyyesindendir. İran Millet Meclisi Riyaseti’ni pek çok kabinelerde Maarif Nezareti gibi mühim bir mevkii Ümid ederiz ki müstakil İran ile müstakil Türkiye bu olan büyük racüllerinin teşebbüs ve ikdamat-ı Hudapesendaneleri sayesinde az zaman içinde el ele vererek yan yana yürüdüklerini görmekle umum alem-i İslam bahtiyar olacaktır. cümle Rus müesseselerini bankalarını ve hatta İran’ın Rusya’ya olan bütün borçlarını da bağışlayıp yüz küsur maddeden mürekkeb İranla yeni bir muahede akd ve tasdik eylemişlerdir. Rusya ile i’tilafın zeminini hazırlayan zat ise mütareke bidayetinde Paris’e gönderilen İran heyetinin reisi ve sabık Hariciye Nazırı Mirza Ali Kulu Han hazretleri idi. nün elde edilmesi için Nusretü’d-Devle kabinesi tarafından tasavvur edilip İstanbul’a gönderilmişti Rusya Sovyet hükumetiyle görüşüp İran metalibini kabul ettirmeye muvaffak olan bu değerli zat İran-Rus Rusların İran’a karşı gösterdikleri bu inkar kabul edilmez resmi cemileden sonra İran’daki İngiliz siyaseti ve mevkii suya düşmüş i’tibarı bozulmağa başlamıştı. Bu suretle İran-İngiliz İtilafı resmen meclis tarafından reddedildi müteakiben İngiliz kuva-yı askeriyyesi Hükumeti nezdinde –hususiyle Harbiye Nezaretiyle umur-ı askeriyyede müstahdem bulunan İngiliz zabitanıyla sivil me’murinin hayat-ı me’muriyetine yine İran hükumetince hatime verilerek İran toprağından çekildiler. ­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul . Emanat-ı Şahsiyye – . Emanat-ı ictima’iyye – Ulemanın bugünkü vazifesi – Emanete hiyanet edenler – Emanetin ziya’ı -ya’ni işlerin ehil olmayanlara tevdi’i izmihlali mucibdir – Emanetin ehline tevdi’i bir devletin üssü’l-esas-ı bekasıdır. Şark Meselesi – İngilizlerin İslam Toprakları üzerindeki amal ve ihtirasları – Harb-i Umumi’de Türkiye’yi Almanya tarafına iltihaka sevk eden avamil-i esasiye – Alem-i İslam’ın samimi ihtiyacı – Müslümanların Bolşeviklere müzaheretlerindeki esbab-ı siyasiyye – Bolşeviklerin hataları – Tarafeynin yekdiğerine olan ihtiyacı – Müslüman akvamın hakiki istiklalden başka gayeleri yoktur – Alem-i İslam’a karşı Bolşeviklerce tatbiki lazım gelen siyaset – Almanya’nın düştüğü hatadan Bolşeviklerin tevakki etmesi lüzumu – Alem-i İslam bir küldür ve başı Türklerdir – Alem-i İslam’ın emniyet ve muhabbet-i hakikiyyesi nasıl kazanılır? – Alem-i İslam ve Bolşevik ittifakı samimi olmak ve bu samimiyet sözde kalmamak icab eder – Alem-i İslam büyük bir kuvvetdir – Dernek beyannamesinin buradaki ve İstanbul’daki te’siri – Beyannamenin ruhu: Yirminci asrın ma’nasına tevafuk edecek yeni bir hayat! – İctima’i inkılapçılık illeti – Senelerden beri geveleyip söylemediklerini söylemişlermiş – Bu beyanname hücum borusu imiş – bu teceddüd hareketine karşı menfi te’sir almış imiş – Müsbet hareket diye Meşrutiyet’den beri yapılan şeyler – Her teceddüd ve terakki memleketin an’anat ve mukaddesatına karşı oluyor – Müsbet hareketlerin netayic-i feci’ası – Maarifdeki tebeddül Büyük Millet Meclisininin iradesi ile olmuştur – Büyük Millet Meclisi milletin en hakiki mümessilidir. - Kulların Allah’a karşı hamil oldukları emanat. Evet abd yerlerin ve göklerin götüremeyecekleri emanat-ı Abd Allah’ın evamir ve nevahisini muhafaza emr-i vas ve kuvasını meşa’ir ve cevarihi dünya ve ahiretde kendisine tabi’ olacak Allah’ına yaklaştıracak suretde etmiştir. Binaenaleyh evamir-i ilahiyyeye ri’ayet ve menhiyyatdan cümle me’asi ise Cenab-ı Hakk’a hiyanetdir. Emanetün li-abdin maa’n-nas. Bir takım şu’abata şeyde aldatmamak şahsi ve ictima’i esrarı muhafaza etmek ve saire gibi ahad-ı nasa hukkama ehil ve akrabaya vacib olan şeylerin hepsi dahildir. Ecille-i müfessirinden Fahrüddin Razi hazretlerinin fikirlerine göre ümeranın ra’iyyesine ulemanın ammeye adaletleri de bu kısımda dahildir. Teb’a ve ra’iyyeye karşı icra-yı adalet ümeranın te’diyesine mecbur oldukları bir emanetdir. Emanetü’l-insan maa-nefsihi: Ecille-i müfessirinden Fahrüddin Razi hazretleri bunu şu suretle ta’rif ediyor: olanlardan başkasını ihtiyar etmemesi şehvet ve gasba mağlub olarak aharına muzır şeyleri işlememesidir. ve bu her insan için bir emanetdir. Esasen Ã Ê uª r Ê y }³b ‡² ¥]Á YÁ²uª ±® \c™ žÁ¯Y ¥Áb nazm-ı celili de bunu natıkdır. İnsan nefsine karşı eda etmekle mükellef bulunduğu bu emaneti tamamıyla eda edebilmiş olmak avamilden tevakki etmesi sıhhatini muhafaza edebilmek de vacibdir. Emanet hangi nev’den olursa olsun üzerimize aldığımız ve başkasına ta’alluk eden bir hakdır. O hakkı muhafaza ve icabında sahib-i hakka i’ade etmek maksadıyla bize tevdi’ olunmuştur: Emanetullah böyle olduğu gibi emanet-i nefs ve emanet-i nas da böyledir. Hissi olsun maddi olsun i’tiraf-ı hak da bir emanetdir. KendisineHakk-ı emanettevdi’ edilmiş olan kimse bir akd-i kavli olsun olmasın! Herhalde onu eda etmesi lazımdır. Çünkü beynennas umur-ı ammede cereyan eden te’amül efradın umur-ı hassada yaptıkları akidler gibidir. Binaenaleyh mekteb ve yahut medresede tahsil-i ulum ve fünun eden bir efendiye bir emanet tevdi’ olunb ¹bY²Y® ¹²¹ ¹¯ —b ­c² ­ Ê ¹³® ±À sb à ¹²¹ ~yª ª Y·À YÀ [ w Ê ­¶ ±À ¹– ­¶u·– ­·bY²Y® ª [ w Bismillahirrahmanirrahim Y³ª ±Á\ ­c yÁ Ã Ê Qb ­ ¦y® YÀ Y²Y® Y·¶ ª n obu—ªY\ ¹¯ à “—À Y¯—²Ã µ\ ­ ~ Y ¦ ¯ ‡\ Y—Á Meal-i şerifi Sure-i Nisa’nın . ayetini teşkil eden bu nazm-ı celil feth-i Mekke esnasında redd-i miftah hakkında nazil olmuştur. Feth-i Mekke’den evvel nazil olduğu halde Resul-i ekrem efendimizin istişhaden o gün tilavet eylediğine zahib olan müfessirin de vardır. Birinci rivayetin nazar-ı dikkate alınırsa ikinci rivayetin daha kuvvetli olması lazım gelir. Mamafih her hangi rivayet sahih olursa olsun ayet-i kerime bil-umum nasa veya vülat-ı müslimine hasdır. Çünkü Usul-i Fıkh’da beyan olunduğu üzere sebebinin has olması hükmünün umumuna münafi değildir. Sebeb-i nüzulü has olsa bile bunun hükmü amdır. Hazret-i İmam Ali b. Ebi Talib’e ve Zeyd b. Eslem’e göre yalnız vülat-ı müslimine Hazret-i İbn-i Mes’ud İbn-i Abbas Ebi b. Ümey’ye göre de cemi’-i nasa hitabdır. Bütün nas emanatı ehline eda ve adl ile hükme me’murdurlar; zahir olan da budur. Bu ayet-i celile ümmehat-ı ayatdandır. Pek çok ahkam-ı esasiyye ve ictima’iyeyi de müştemildir. Bu nazm-ı celil bir devletin müesses olduğu esasları bize bildiriyor. Ma’lum ki: Devletin mebde’leri esasları ikidir. Efradın hukukunu muhafaza umumun menafi’ini himaye. Hukuk-ı efrad adl ile menafi’-i amme ise işleri vazife ve me’muriyetleri ehline tefviz ile te’min olunur. Bu ayet-i celilede iki büyük emir var: Biri emanetlerin ehline te’diyesi diğeri de beynennas adaletin hakkıyla tatbiki. Binaenaleyh birinci emir mucebince her müslüman te’diye-i emanet ile ikinci emir mucebince de tatbik-i adaletle mükellefdir. Bu emirleri yerine getirmeyen bir müslüman hain ve zalim sayılır. Şimdi mutlak ve amm olarak mezkur olan emanat hakkında izahat vermemiz lazımdır. Gerek bu ayet-i kerime gerek Enfal Mü’minun ve Me’aric Surelerindeemanet cemi’ siğasıyla varid olmuştur. Bu ise emanetin birkaç nev’i olduğunu gösterir. Bazı müfessirin emaneti iki nev’de bazıları da üç nev’de hulasa etmişlerdir. muş ve bu emaneti eda edeceğine dair kendisinden örfi ve te’amüli bir ahd alınmıştır. İlim ve ma’rifetden nası müstefid etmek milletini irşad eylemek vazifesiyle mükellefdir. Hele milletinin parasıyla istediği gibi tahsil-i Emaneten kendisine bırakılan bir malı sahibine eda etmek nasıl vacib ve bunu eda etmeyenler hain addolunurlarsa emanet-i ilmi eda etmeyenler de aynıyla böyledir; onlar da hain sayılırlar. İlim ve irfan sahibleri nası te’amül yolunda hareket etmelerini icab ediyor. Bunun yelerini halkdan gizleyen ulema-yı Ehl-i Kitab hain addolunmuşlardır. Çünkü bu te’amül-i müte’arefle Cenab-ı Hak onlardan söz almış onlar hakkında bildiklerini nasa söylemek onları gizlememek üzere ahd etmişlerdi. ª Y gÁ Ycª ¹b ±À Y³ª µ³³Á]c ª Ê bc¯¹²µ à w ® Elhasıl gerek tefsir ve izahı sadedinde bulunduğumuz ayet-i kerimede gerek diğer ayat-ı kerime ve ehadis-i şerifede edasıyla me’mur olduğumuz emanet ammdır; mal ve mülk gibi vedi’a olarak bırakılan bilcümle maddi şeylerle hissi ve ma’nevi bilcümle hukuku i’tirafa ilim ve ma’rifete de şamildir. Madem ki ilim bir emanet ve onu eda etmek vacibdir; şu halde keyfiyet-i edayı ma’rifet bu emaneti eda edecek en nafi’ en kolay en kısa tarik ne ise onu bellemek ve o tarikle emaneti eda etmek vacibdir. Ve den dolayı hakkı gizlemekle doğrudan doğruya hakkı zayi’ etmek arasında bir fark yoktur. Bugün görüyoruz ki: memleketde hak hayır fazilet din ve ahlak hakkında umumi bir cehl var. Milletin ruhuna tamamıyla bayağı bir takım bid’atler körü körüne taklidler günden güne çoğalıyor. İrfan teceddüd ve terakki maskesi altında türlü türlü dalalet neşr olunuyor. Şimdi buna karşı memleketin hakiki ulemasının hakiki irfan sahiblerinin üzerine düşen mühim bir vazife yok mudur? Millete karşı en büyük bir emaneti hamil olan bu ulema oturup da kendilerine müraca’at edenlere bir fıkıh yahut bir akaid kitabı okutmak yahut kendisinden istifade olunan bir mes’eleye cevab vermekle üzerlerine almış oldukları mühim emaneti nası irşad etmek ahkam-ı diniyyeyi muhafaza ve müdafa’a eylemek vazife-i mühimmesini eda etmiş sayılırlar mı?.. Asla! Nası irşad dini muhafaza ve müdafa’a etmek vazifesi ulemaya tevdi’ olunmuş bir emanet ise -ki bunda şüphe yoktur- onu eda etmek tariklerini öğrenmeleri de bir vecibedir. Bunda özür mu’teber olamaz. Mal gibi maddi olan emanetleri sahibine eda etmenin bugün muhtelif usulleri var. Evvelce sahibine bir ayda hatta bir senede güçlükle isal edilebilen bir emanet şimdi bir günde mekanın ihtilafıyla bunun tarikleri de değişmiştir. Ulum-ı beynennas neşr ü ta’mim ile dine karşı dahili ve harici zımni ve sarih vuku’ bulan tecavüzatı tevkif etmek için asrın icab ettiği yoldan gitmek ulemaya borcdur. Bunu yapmadıkça ulema emaneti eda etmiş sayılamazlar. İş emaneti üzerine almak değil onu en emin bir vasıta ile eda etmektir. Bir kısım emanet de vardır ki yalnız hıfz olunmak üzere tevdi’ olunmuştur.Esrar-ı hususiyye veyahut esrar-ı hükumet gibi.Bir insana diğer biri tarafından tevdi’ olunan sır -şahsi olsun umumi olsun- her halde emanetdir; onu hıfz etmek ve hiçbir suretle ifşa etmemek vacibdir. Hatta gizli kalması lazım geldiğini gösteren bazı karain dahi hiçbir tenbih hiçbir söz geçmese bile o şey yine emanetdir; onu muhafaza vacibdir. un ªyj© _²Y®¹·ž aŸcª ­f eÀuo\ Bir kimse bir söz söyler de sonra sarih bir suretde gösterir ki: bir şeyin gizli kalmasına delalet eden ne kadar söz iş örf karine varsa hepsi mu’teberdir. Bu babdaki te’amül ve karain delail-i sariha menzilindedir. Hususi bir mahiyetde olup umumun muttali’ olması arzu edilmeyen meclislerde geçen sözler de bir nevi’ emanetdir onların da hıfzı vacibdir. Emanetin diğer bir kısmı da var ki: Sahibine eda etmek üzere hıfz olunur. İster onu size bizzat sahibi tevdi’ etsin ister sahibine verilmek üzere başka biri bırakmış olsun! Yukarıda tafsilatı arz olunan emanetlerin bir kısmı da burada dahildir. Nazar-ı şeri’atde menafi’-i ammeye ta’alluk eden vazife ve işler de emanetdir. Binaenaleyh nazm-ı celil mucebince diğer emanetler gibi bu nevi’ emanetleri de ehline eda etmek her işi her vazifeyi ehil ve erbabına vermek vacibdir. y“c²Yž _²Y®Ê a—ÁŠ ªY–_ _–Yªyƒc²Yž µ¶yÁš ªy®Êu~ YiY·c–YŠ Á¦ Yi Hadis-i şerifi de bunu natıkdır. Emanet hangi nevi’den olursa olsun onu hıfz ve sahibine eda eden zata lisan-ı şeri’atde hafiz emin vefiy denilir. Hıfz ve iade etmeyene de hain ve asi namları verilir. Ê Qb ­ ¦y® YÀ Y²Y® à ayet-i kerimesi leneceği yine hadis-i şerifde beyan olunuyor. Bu hadis-i şerifdekisaatden maksad bildiğimiz kıyamet-i kübra değil ümmetin ve devletin mahvıdır; Ümmetin mahv olacağı veyahut istiklalinin elinden gideceği “saat”dir. şüphe yok ki işlerin karışmasına ve bu suretle büsbütün yabancı ellerin müdahalesine veyahut zulüm ve fesad ile mahv olmalarına sebebdir. Esasen Ragıb İsfehani ında “saat”i üçe taksim ediyor: Saat-i kübra saat-i vüsta saat-i suğra. Saat-i kübra Kıyamet-i kübradır. Ya’ni nasın hesab için ba’s olunmalarıdır. Saat-i vüsta bu asır insanlarının mevtidir; saat-i suğra da ferdlerin ölümüdür; Gazali merhum buna kıyamet-i suğra namı vermiştir. Hadis-i şerifi şerh eden bazı muhakkıkin de “saat”i ÊY·¦Ë¶_®Ê_®YÁi_–Y~ Y·ªË£c~ [¶wÀ µÁž ¥·²Yci _–Y~_® ©ª diye tefsir etmişlerdir. Acaba nas arasında “emanet”in ziya’ı ve işlerin ehlinden gayriye tefviz olunması hakikaten bir milletin bir devletin mahvını mucib olur mu? Ve ne suretle olur?. Malumdur ki: Heyet-i ictima’iyyenin bekası mu’amelat-ı ve mübadelat ile kaimdir. Bunların ruhu ise ancak emanetdir. Haslet-i emanet fasid olursa insanlar arasında bu haslet-i memduha zail olursa her türlü mu’amele de fesada yüz tutar; nizam-ı ma’işet muhtel olur neticede nev’-i beşer seri’ adımlarla zevale doğru yuvarlanır. Yine bedihidir ki: Ümem ve akvamın refah ve sa’adeti kıfdır. Hükumet; hangi şekilde olsa memleketi idare; tebe’anın refahını te’min için vezaif-i muhtelife ile mükellef birçok me’murlara muhtacdır. Bu me’murların bir kısmı hudud-ı memleketin muhafızlarıdır. Bunlar memleketi düşmanın tecavüzünden muhafaza tecavüz noktalarını müdafa’aya me’murlardır. Bu mühim vazifeler kendilerine emanet olmak üzre tevdi’ olunmuştur. Bir kısmı memleket dahilinde haya perdesini yırtarak hetk-i ırz katl-i nefs gasb-ı emval bunlara mümasil habaislere cür’et ederek asayiş-i dahiliyi ihlal eden süfehayı tutup kanunun netice-i adaletine teslim etmekle muvazzafdır. Bir kısmı da ahkam-ı şer’iyye ve kanuniyenin muhafızlarıdır bunlar insanlar arasında tahaddüs eden münaza’ayı hall etmek haklıyı haksızı tefrik ederek neşr-i adalet eylemek her hakkı sahib-i hakka vermek vazifeleriyle muvazzafdır. Bir de mal memurları lazım: Bunların vazifeleri de bilumum ve efrad-ı milletden almak üzere hükumetin takdir ettiği mikdarı kanun-ı mahsusuna tevfikan tahsil ederek onları nefsü’l-emrde tebe’anın hazineleri demek sarahaten emaneti ehline vermeyi emr ediyor. b ¹bY²Y® ¹²¹ ¹¯—b ­c² ­ YÀ À·Y Ê ¹³® ±À sb à ¹²¹ ~yª ª w ayet-i kerimesi de emanete hıyanetden sarahaten nehy ediyor. Emanatı hıfz ve ehline vermekle emr ve hilafına hareketden kat’iyyen sakınmakdan nehy eden ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife yalnız zikr olunanlardan ibaret de değildir. Müslümanlık redd-i emanete pek ziyade ehemmiyet vermiş emanete -hangi nevi’den olursa olsunhiyanet edenleri fıkdan-ı iman ile tahvif eylemiştir. Yr ±¯c ru– w¦ un Ëf ¡žY³¯ª_À Münafığın alameti üçdür: Söylediği vakit yalan söyler va’dinde hulf eder; emanete hıyanet eder.Hadis-i şerifi de bu babda varid olan ehadis-i şerifedendir. w¦ un ±®:­® ¿² Yiy¯c– in ¿† Y‡² ¡žY³®¹¶ µÁž ±¦ Ëf ®± Yr ±¯ ru– hadis-i şerifi de emanete hıyanet edenlerin Müslümanlığına i’timad edilemeyeceğini o gibilerin her ne kadar namaz kılsalar oruç tutsalar hac ve umre yapsalar da yine münafıklıkdan kurtulamayacaklarını saraheten gösterir. µªu·–Ê ±¯ª ±À Ê µª_²Y®Ê ±¯ª Y¯ÀÊ hadis-i şerifi ise emanete ri’ayeti olmayanları fıkdan hiç olmazsa noksan-ı iman ile tehdid ediyor. Y®y¯›® Y¦{ª Y¯›®_²Y®ÊwscÀ ­ªY® yŸª ¿– ¿c® {b ±ª hadis-i şerifi ise ümmet-i İslamiyye’nin fıtrat-ı selamet üzerine bekasını iki şeye ta’lik ediyor. Elhasıl bu babdaki ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife emanetin nazar-ı İslam’da pek büyük bir mevki’i olduğunu bildiriyor. Hele yukarıda zikri geçen: ŠÁ—a _–Yªy“c²Yž_²Y®Ê Emanet zayi’ olunca kıyamete intiy“c²Yž µ¶yÁš ¿ªy®Êu~ zar ediniz_–Yªİşler ehlinin gayriye tevdi’ olunduğu vakit kıyamete intizar ediniz.Hadis-i şerifi pek ziyade dikkate şayandır. Bu hadis-i şerif mucebince umuru ehline tefviz etmek te’diye-i emanatı bilakis işleri ehlinin gayriye bırakmak ziya’-ı emaneti mucib ve bu da devletin milletin mahvı demektir. Filhakika bu hadis-i şerifde emanetin ziya’ı pek büyük felaketlerin zuhurunu intac edeceği bir millet arasında emanet denilen seciyye kalkar işler ehlinin gayrisine tevdi’ olunmaya başlarsa o milletin helaki o milletin büsbütün münkarız olacağı veyahut istiklali elinden alınacağı haber veriliyor. Çünkü hadis-i şerifdeki zıya’-ı emanetden maksad işleri ehlinin gayriye tefviz etmek olduğu ve bunun da devletin ve milletin mahvıyla neticebuyuruyor. değil mi? Şüphesiz ki zıya’-ı emanetin tevlid edeceği netayic bundan başka bir şey olamaz. İşte efradında sıfat-ı emanet zail olmuş bulunan bir milletin bu gibi elim akıbetlere ma’ruz kalacakları tabi’i bir keyfiyet olduğu miş eda-yı emanatı her ibadetin fevkinde tutmuş ve bir millet arasında emanete hiyanetin şüyu’u o milletin mahvını intac edeceğini pek beliğ bir ifade ile bildirmiştir. Hangi nevi’den olursa olsun emanete ri’ayet etmeyenler nazar-ı İslam’da hain ve asi telakki olundukları gibi ehli dururken bir işi ehlinin gayriye tefviz edenler de hem Allah’a hem Peygamber’e hem de bütün müslümanlara hıyanet etmiş addolunurlar. Şu hadis-i şerif bu babda pek sarihdir: •Á¯j µª¹~ à Yru£ž µ³Á\_³~ à Yc\ ­– µ³® ¥ªw\ ¿ª ­·Áž ±Á¯¯ª ±® Ë®Y– ©¯—c~ ±® ¶¹ À—­ ±Á¯¯ª Aksekili Ahmed Hamdi Türkiye ile bazı Avrupa devletleri arasında bu ana kadar hüküm-ferma olan nokta-i nazar ihtilafatının mahiyet-i hakikiyyesi el-an layıkıyla anlaşılamamış ve bundan dolayı öteden beri dillerinde gezenŞark Mes’elesi hal edilmekden başka evvelkinden ziyade düğümlenmiştir. Şark mes’elesinden maksad İslam alemi ve müslümanların üzerlerinde yaşadıkları topraklar olduğu aşikardır. Bu mühim mes’eleyi daima Avrupa devletleri kendi menfa’atleri lehine hall ü fasl etmek arzusunu ta’kib etmişler bu sebeble Türkiye’ye türlü türlü gaileler şuun-ı dahiliyyesini ıslah için vakit ve fırsat vermemeğe çalışmışlardır. Şark meselesi İngiltere nokta-i nazarında o zaman kat’i bir neticeye iktiran eder ki bir kuvvetli Türkiye bir Müslüman milletler Asya’da icra-yı ahkam edemeyecek de olan amali istila-cuyanesine körü körüne muti’ ve münkad olacak kendisine hiçbir vakitde muhalefet ve mukavemetde bulunamayacak bir hale gelmiş olurlar. Zira idaresinde milyonlarca şarklı ve müslüman bulunan neffiz hakim birkaç hükumet-i İslamiyye’nin mevcudiyetini kendi siyaseti için pek muzırr telakki etmiş ve olan hazine-i memleketde mal sandıklarında hıfz etmekdir. Şimdi düşünelim: Milletin sa’adeti hükumetin muhafaza-i kuvvet ve satvet edebilmesi neye mütevekkıfdır? Şüphe yok ki: Şu’abat-ı muhtelifede müstahdem rical ve memurin-i hükumetden her tabakanın kendine tevdi’ olunan işi hakkıyla ifa ederek ona hıyanet etmemesine mütevekkıfdır. Bu memurlarda “emanet” ve “emniyet” denilen meziyet bulunmaz hükm-i emanete tatbik-ı hareket etmezlerse kendilerine tevdi’ olunan vezaifi hakkıyla Pekala! Erkan ve memurin-i hükumetden olan zevat “emanetdenilen mezaya-yı insaniyyeden tecerrüd eder ve kendilerine tevdi’ olunan vazifelerde hıyanetleri sabit olursa bina-yı hükumet sukut etmez mi? Ahali arasında emniyet istirahat münselib olmaz mı? Hukuk-i ibad büsbütün zayi’ olarak katl-i nüfus nehb-i emval ta’ammüm etmez mi? Turuk-ı ticaret kapanıp fakr u ihtiyac kapıları açılmaz mı? Hazine-i millet bomboş bir hale gelmez mi? kalır mı? Bunun içindir ki: Hain bir hükumet eliyle idare olunan bir kavim ya fitne ve fesadın şuyu’u ile büsbütün münkarız olur; yahut ecnebi bir hükumetin kahr u satvetine esir ve mağlub olarak ölüm acılarından daha şedid her an meraret-i mevti tanırlar. Pek vazıh bir hakikatdir ki: Bir milletin akvam-ı saire üzerine isti’la ve muhafaza-i mevcudiyet ve istiklal edebilmesi için her biri bünye-i milliyyenin birer a’zası mesabesinde bulunan tabaka-i aliye erbabının ittihad ve tün efradın “emanet” haslet-i mübeccelesiyle muttasıf ahkam-ı emanete tabi’ olmalarına mütevekkıfdır. Görülüyor ki: emanet heyet-i ictima’iyyenin sebeb-i bekası nizam ve hayat-ı hükumetin üssü’l-esası saye-i emn ü rahatın vesile-i intişarı şevket-i milliyyenin vasıta-i te’alisi medeniyetin hem ruhu hem de cesedidir. “Emanet” denilen haslet-i mübeccele bulunmadıkça hiç birisi bulunamaz. Bu meziyetden mahrum bir millet farz edecek olursak acaba onların ne gibi bir manzara-i hevlengiz arz edeceklerini görürüz: İhanet hıyanet mezellet ve musibet fakr u meskenet içinde yuvarlandıklarını ve İslam dünyasıyla birleşmek lüzumunu güzelce takdir etmiş olduğundan bu mühim işi kuvveden fi’ile iktiran ettirmek için Fas’a İstanbul’a ve Kudüs’e müte’addid seferler icra eyledi. Fas Sultanını selamladığı esnada sarf ettiği ma’lum sözlerle Şam’da medfun olan İslam kahramanlarından Selahaddin Eyyubi hazretlerinin mezarına çelenk vaz’ ettiğinden sonra irad etmiş olduğu tarihi ve meşhur nutku ile bil-umum müslümanları memnun etmeye çalışmıştı. Bu derin esbab ve avamil neticesinde Harb-i Umumi esnasında Türkiye Almanya tarafını iltizam eylemişti. Almanya Harb-i Umumi neticesinde ihraz-ı galebe etmiş olsaydı alem-i İslam’ın mu’avenetiyle yalnız Avrupa’yı değil cihanı zir-i hakimiyetine almış olacaktı. Zira İslam alemi öyle bir kuvvetdir ki hangi tarafa iltihak ederse mutlaka muvazene-i cihanda o taraf ağır basacaktır. Harb-i Umumi neticesinde bu hakikat daha ziyade tezahür etmiştir. İşte Fransa bugün bu hakikati anlamış olduğu içindir ki eski hatalarını ta’mire koyulmuş İslam alemini kazanmak için Türkiye’ye karşı mümaşatkar bir politika ta’kibine başlamıştır. Diğer tarafdan Rusya Çarlığı’nın emperyalizm enkazı üzerinde kurulmaya başlayan Bolşevikler de İslam aleminin atiyen pek büyük bir kuvvet teşkil edeceğini anladıklarından müslümanları elde etmek için her türlü fedakarlıkda bulunmaya karar vermişler; bu maksadla bu tarafdan Türkiye ile diğer tarafdan İran ve Afganistanla anlaşmaya teşebbüs eylemişlerdi. Bolşevikler bu hususda bidayeten pek ciddi ve fi’ili adımlar atarak bu azim teşebbüsün ilk temel taşını atmaya muvaffak oldular ve daha işin başlangıcında kendi teşebbüs ve iktidarlarının semeresini istihsale muvaffak oldular. Bolşeviklerin en müşkil zamanlarında Deniken Kolçak Yodaniç Verangel orduları Bolşevikleri ciddi suretde tehdid ettikleri sırada müslümanlar Bolşevikler’e bütün kuvvetleriyle muzaheret ederek bu irtica’ ordularını mağlub ve tarumar etmek hususunda büyük bir amil oldular. Bu suretle Bolşevikleri düşmanlarının elinden kurtardılar. Esasen bidayet-i emrde Bolşevikler Rusya’daki bilumum müslüman milletlerin istiklallerini her milletin kendi mukadderatına bizzat sahib olmasını kabul etmiş olduklarından Rusya müslümanları Bolşeviklerle tevhid-i mesa’i etmekde bir mahzur görmeyerek onlarla beraber çalışıyorlardı. Eğer Gence Hokand Buhara ve sair bu gibi vak’alar tahaddüs etmiş olmasaydı müslümanların Bolşeviklere karşı olan i’timad ve müzaheretleri asla sarsılmayacak ve ilk başlayan samimi muhadenet gün geçtikçe daha ziyade kuvvet bulacaktı. Lakin bazı Bolşevik ricali ve müslümanları -başta Türkiye ve Türkler bulunduğu haldefırsat düştükçe vesail ve desais-i muhtelife ile za’fa düçar etmekden onları uğraştırmak için yokdan mes’eleler çıkarmakdan bir an geri durmamıştır. Hindistan’a Mısır’a Afrika’ya müstemlekata malik bulundukça kuvvetli bir Türkiye’nin Asya’da bulunmasına elbette tarafdar olamayacaktır. Türkleri ve sair akvam-ı İslamiyyeyi zebun etmedikçe za’fa uğratmadıkça ınkıraza mahkum eylemedikçe İngiltere ve İngiliz politikası müstemlekatda yerleşemeyeceğine kana’at getirmiştir. İngiltere’nin bu fikirde olduğunu bu gayeyi ta’kib etmekde olduğunu bir asırdan beri tarih bize isbat ediyor. Bir zamanlar yüz yirmi vilayete malik olan Türkiye hep İngilizlerin anen fe-anen çevirdikleri entrika yüzünden müselsel ve devamlı muharebat-ı guna-gun neticesinde büyük eyaletlerini vilayetlerini vasi’ hududlarını gaib ederek küçüldükçe küçülmüş nihayet bugünkü hale gelmiştir. Türkler birçok def’a İngilizlerle anlaşmayı arzu ettiler. kat balada serd eylediğimiz esbab ve ilelden dolayı hiçbir zaman İngiltere ile anlaşmak kabil olmadı. Hakan-ı merhum Sultan Abdülhamid bile bu hakikati acı tecrübeler neticesinde idrak eyleyerek saltanatın son zamanlarında bir dereceye kadar Almanlarla teşrik-i mesa’i etmek lüzumunu hiss eylemişti. Almanya’ya Türk zabitanı bera-yı tahsil gönderildi. Osmanlı ordusunu Almanlar bir tarafdan zabit diğer tarafdan esliha ve mühimmat ile teçhize çalıştılar bu suretle kendi teşkilat-ı askeriyyelerini Türklere beğendirmeye muvaffak oldular. Meşrutiyet i’lan edilince inkılabcılar Sultan Abdülhamid’in kurmuş olduğu Türk-Alman muhadenet münasebeti karar verdiler. Fakat çok geçmeden İngiltere’nin müslümanların işine gelmeyecek olan siyasetlerini görerek hatalarını anladılar ve yine Almanya ve Almanlarla hoş geçinmeyi tercih ettiler. Zira Türkiye için Avrupa’da bir zahir hiç olmazsa bir dost bulundurmak zaruri idi. İngiltere bu cihete yanaşmıyordu. Maatteessüf Fransa’nın o zamanki siyaseti Türklerin kendisiyle el ele verip beraber gitmelerine bir mani’ teşkil ediyordu. Bu hakikati Alman milleti pek güzel sezmiş olduğu kendi imparatorlarını öne sürerek bu ağır ve güç vazifeyi ona tahmil eylemişlerdi. Kayser Alman menfa’atini rakibleri olan İtilaf hükumetlerine karşı koruyabilmek ve kumandanları hissiyatlarına mağlub olarak lüzumsuz yere bir takım feci’ hadiseler ika’ ettiler ve bu sebeble müslüman akvamını ürkütdüler ve düşündürdüler. Halbuki Bolşeviklerle İslam alemi arasında hiçbir mes’elenin tahaddüs etmemesi bilakis her iki tarafın elden geldiği kadar fedakarlık göstererek teyid-i muhadenet eylemesi icab ediyordu. Zira hadisat maslahat tarafeynin menafi’i bunu iktiza ediyordu. Bütün bir cihan-ı husumete karşı cidale giriştikleri zaman kendilerine müslümanlardan başka dostluk gösteren olmadı. Ve müslümanlar hakiki ve ciddi bir suretde feda-yı can ederek Bolşeviklerin galibiyetlerini te’mine çalıştılar ve muvaffak oldular. Bittabi’ müslüman milletlerin bu fedakarlıkları Bolşeviklerin yeşil gözleri sırma saçları müslüman milletler dayanacak bir yer teveccüh edecek bir halas kapısı arıyorlardı. Bütün çektikleri felaketler Avrupa milletlerinden bilhassa İtilaf devletlerinden olduğu cudiyetleriyle muzahir olacakları tabi’i idi. Bolşevikler oldukları için müslümanlarla Bolşeviklerin maksad ve gayeleri birleşmiş oluyordu. Müslüman milletler mazlum ve esir idi zalimlerin ellerinden reha ve halas bulmak Sanayi’ ve esliha hususunda pek geri kalan müslüman milletler halas ve istiklallerini te’min için mutlaka san’at ve silah sahibi bir devletin müzaheretine ihtiyaçları vardı. Rusya ise şimdiki garb devletleri derecesinde olmamakla beraber samimi suretde hareket ettiği takdirde müslümanların ihtiyacat-ı maddiyesini bir dereceye kadar te’min edebilecek bir mevki’de idi. Binaenaleyh hakiki istiklallerini te’minden başka bir gayeleri olmayan müslüman milletler bu gayelerini tanıyan ve tanıdığını alenen bütün cihana karşı i’lan eden bir devletle pek samimi olarak teşrik-i mesa’i edebilirlerdi. Nitekim bu düşüncelerle Bolşeviklere karşı can u gönülden müzaheretde bulundular onlarla tevhid-i mesa’i eylediler. Bolşeviklere gelince onlar da pek büyük bir va’dle ortaya atılmışlardı. Bu emr-i azimi kendi başlarına başaramayacakları tabi’i idi. Garba karşı mücadele bayrağı açan Bolşevikler şark ile de hal-i cidalde bulunamazlardı. Bilakis şarkın İslam aleminin müzaheretlerine lümanların iltihak edeceği tarafın galebe çalacağı muhakkakdı öyle zamanlar oldu ki muhalif ordular ile Mos kova şehri arasındaki mesafe pek azaldı. Eğer müslümanlar Bolşeviklere muzahir olmasaydılar Bolşevikler daha ibtida-yı teşekküllerinde mağlub olacaklar idi. Bolşeviklerin müslümanların mu’avenetlerine ne kadar ta’arruz ve tazyik karşısında kalan Bolşevikler için müslüman milletlerden başka hiç bir istinadgah yoktu. Sonra Bolşevikler mazlum milletler namına ortaya çıkmıştı. En mazlum milletler ise akvam-ı İslamiyye idi. Her ne maksadla olursa olsun ileri sürdüğü da’vayı kazanmak için mazlum milletlerin kendisiyle beraber olması iktiza ediyordu. Aksi takdirde Bolşevikler da’vasının Wilson’un ma’hud prensiplerinden farklı bir mahiyeti olmazdı. Elhasıl her iki tarafın menafi’i yekdiğeriyle teşrik-i mesa’iyi iktiza ediyordu. Ve bu ihtiyac henüz zail olmamıştır. Ne alem-i İslam için ne de Bolşevikler için. Rusya’da inkılab henüz hitama ermemiştir. İnkılab devam ediyor. Ve nerede karar kılacağı ma’lum değildir. O diyarda daha birçok hadiselerin zuhuru tabi’idir. Inkılab safhadan safhaya intikal ederek daha birçok zamanlar seyr-i tabi’isini ta’kib edecektir. Kezalik İslam alemi de racaktır. Binaenaleyh şarkda köpüren denizlerin sükun bulmaları yakın değildir. Bilakis dalgalar gün geçtikçe kabaracaktır. Eğer herhangi taraf mes’elenin neticelendiğine binaenaleyh diğer tarafın kendisine mu’avenet ve müzaherete ihtiyacı kalmadığına zahib olursa büyük bir hata-yı siyasi irtikab etmiş olacak mağrur Almanların mevki’ine düşmüş olacaktır. Filhakika Almanlar gerek Harb-i Umumi’den evvel gerek Harb-i Umumi ibtidalarında Türkiye’yi harbe sürüklemek aleminin başı olan Türkiye’ye; gerek diğer müslüman milletlere karşı pek samimi bir hisle mütehassis olduğunu göstermeye çalışmışlardı. Fakat vakta ki Almanya zafer-i kat’iyi ihraz ettiği zehabına düştü; derhal Türkiye’ye ve sahte nikabı atarak çehresini göstermekden sıkılmadı. Kafkasya’da bir Yehudi siyaseti ta’kibine başladı ve ordumuza karşı adeta muhasım bir tavr aldı. Diğer tarafdan bizi ihmal ederek akvam-ı İslamiyye ile ayrı ayrı te’sis-i münasebet sevdasına düştü. Maatteessüf Alman rical-i siyasiyyesi şu hakikati idrak edemediler ki alem-i Bu alemi kazanmak için onun dimağ-ı mütefekkiriyle anlaşılmak zaruridir. Ayrı ayrı İslam milletleriyle anlaşmak esaslı bir anlaşma değildir. Günün birinde derhal bu itilafın yıkılması tabi’idir. Akvam-ı İslam arasında bir takım ihtilaflar olduğunu zan edenler aldanmış olurlar. Bu ihtilafların hepsi zahiridir ve bir takım eşhasa münhasırdır. O şahıslar ber-taraf edildiği gibi bütün müslüman milletlerin amali yine aynı noktada birleşir. Onun içindir ki alem-i İslam ile hoş geçinmek isteyen devletler evvela Türkiye ile anlaşmak mecburiyetindedirler. Türkiye ile hal-i muhasemede olan bir devlet için alem-i İslam’ın muvafık görmemekteyiz. Zira bunun neticesi her iki taraf teveccühünü -Çarlık zamanında olduğu gibi- bir daha Bolşeviklik devre-i teceddüdünde de gaib edecek olursa dahilen ve haricen pek büyük mehalike ma’ruz kalmakdan kendisini kurtaramaz. Alem-i İslam Çarlık Rusya’yı zulüm ve i’tisafatıyla cebr ü şiddetiyle ta’kib ettiği emperyalizm ve kapitalizm politikalarının katılıklarıyla iyice tanımışlar ve daima aleyhinde teşekkül etmiş ve edecek olan herhangi bir kuvvetle birleşip beraber çalışmayı cana minnet bilmişlerdi. Aynı esbabdan dolayı değil midir ki Türkiye Harb-i Umumi esnasında Alman tarafına meyl ve iltihak eylemiş ve Rusya’nın milyonlara baliğ olan ordularının kar gibi eriyip gitmesine büyük bir amil olmuştu. Harb-i Umumi’de Türkler Almanlarla beraber tevhid-i mesa’i etmemiş olaydılar Çanakkale Boğazı’nda İngiltere ve Fransa ordularının en güzide ve en müntehab yüz binlerce neferi kolay kolay hak-i helake düşmez ve Harb-i Umumi böyle senelerce uzayıp sürmez Çarlık istibdadı da yıkılıp gitmez idi. Bütün bu vekayi’-i maziyye bütün bu hadisat-ı sabite Rus çarlarının tac ve tahtlarını alt üst eden Bolşevikler lidirler ki İslam aleminin mevki’i pek mühimdir. Bütün Müslüman milletlerin gönülleri yekdiğerlerinden ayrılamaz. Yüzlerce milyona baliğ olan bu kitle-i mu’azzama herhangi bir tarafa meyl ve iltihak ederlerse o taraf pek ağır basacak karşısında hiçbir kuvvet ve prensip duramayacak günün birinde kendiliğinden yıkılıp çökecekdir. Bizim yegane arzumuz yeni dostlarıyla Avruşı kendisini göstermeye başlayan genç Rusya’nın İslam alemini hakkıyla tedkik ve tetebbu’ ederek ona göre bilmesidir. Harb-i Umumi faci’alarından pek çok ibret-amiz dersler alan maddeten gaib etmekle beraber ma’nen pek çok tecrübeler kazanan müslümanlar menfi propagandaların te’siratından büsbütün azade ve ancak samimi bir suretde kendilerini ikaz ve irşad eden kavilleri fi’illerine uygun olan kimselere kollarını daha çabuk uzatacakları muhakkakdır. Yoksa kurak yerlerde ekilecek olan tohumların er geç semeresizliğe mahkum olacaklarına şüphe yoktur. Böyle samimi ve mert bir Rusya ile -zimam-darları kim olursa olsun- başda Türkiye olmak üzere bütün heden varestedir. emniyet ve muhabbetini kazanmak imkan haricindedir. Lakin buna mukabil Türkiye’yi kazanıp da herhangi bir muz olamaz. Asırlardan beri Ehl-i Salib’e karşı göğsünü gererek Müslümanlığı müdafa’a eden ve bu sayede bütün alem-i İslam’ın alemdarı olmak şerefine mazhar olan Türkiye yeryüzünde mevcud hiçbir Müslüman milletinin zulüm ve esaret altında kalmasını her ne suretle olursa olsun ezilmesini istemez isteyemez. Bizimle dost olmak arzu eden herhangi bir devlet bütün İslam alemine bütün Müslüman milletlere karşı hürmet etmek bila-istisna hepsinin istiklallerini ve hukuklarını tanımak ama yalnız sözle değil fi’ilen tanımak mecburiyetindedir. İşte Türkiye halkının en hakiki hissiyatı bundan ibaretdir. Bunun hilafındaki bütün müdde’alar politikadan ve şahsi fikirlerden başka bir şey değildir. Bu hakikat böylece bilinmeli ve bu milletin hakiki dostluğunu isteyenler bu esas noktayı daima göz önünde bulundurmalıdırlar. ler de Almanlar’dan soğumaya başladılar. Almanların Kafkasya’daki Yehudi siyasetleri müslümanların intibahına çok yardım etti. Acı tecrübelerle Almanyanın da alem-i İslam’a karşı İngiltere’den ve diğer emperyalist hükumetlerden farklı bir fikirde olmadığını anladılar. Gönül ister ki alem-i İslam ile bir dereceye kadar anlaşmaya muvaffak olan Bolşevikler Almanların düştükleri giriveye düşmesinler. O gibi ibret-amiz hadiselerden hisse kaparak alem-i İslam’a karşı ta’kib etmek zaruretinde bulunduğu siyasetde hatalı yollara sapmasınlar. Zira Avrupa kapitalist hükumetleriyle daha çok zamanlar mücadele etmek mecburiyetindedirler. Henüz mevcudiyetlerini onlara tasdik ettirememişlerdir. Belki yarın daha bir çok hadiseler zuhur edecektir. Bolşevikler için alem-i İslam’dan başka hakiki bir kuvvetü’z-zahr yoktur. Müslüman milletlerin yegane arzuları istiklallerini te’minden başka bir şey değildir. Müslümanların bu kadar açık ve samimi taleblerine karşı Bolşevikler’in de aynı samimiyet ve vuzuhu göstermeleri icab eder. Artık Müslüman milletler acı acı tecrübelerle bütün hakayıka vakıf olmuşlardır. Sözle yalancı istiklallerle aldanacak hiçbir millet yoktur belki bir takım satılmış adamlar bu nağmeleri tekrar edip dururlar. Fakat milletler her şeye vakıfdır. İşte Mısır’da Hindistan’da ve Asya’nın sair mahallerinde ceryan eden hadiseler milletlerin artık öyle satılmış adamlar arkasında sürüklenmeyeceklerini pekala göstermektedir. Biz Rusya ile İslam aleminin hakiki ve devamlı bir suretde birlikde yürümesini her iki tarafın menfa’ati muktezasından gördüğümüz cihetle bu hususda tarafeynden her hangi birinin yanlış bir yola sapması kat’iyyen hücum borusunun ahengi var. Fakat korkarım ki bu “nazari bir hareket” den ibaret olmasın.” Yakub Kadri Bey’in pek güzel tahlil ettiği vechile bu ses bir hücum borusuydu. Fakat yine muma-ileyhin tahmin ettikleri vechile bu kuru bir sesti. Ve İstanbul’da kendine peyrev bulabilecek olan bu sesin burada aks-i te’sirden başka hiçbir faidesi olmadı. Gerek Meclis’de gerek haricde halk üzerinde pek fena bir te’sir husule getiren bu “kıyam da’vetnamesi”nin mürettiblerine bilmünasebe biz de küçük bir nasihatde bulunmayı muvafık görmüş bu zevat-ı muhteremenin siyasetle iştiğali bırakıp da ilmi münakaşalarla uğraşmaları daha müfid olacağını nazar-ı dikkatlerine arz etmek istemiştik. Fakat Dernek riyaset-i muhteremesi -ber mu’tad- derhal bizi birliğe mu’teriz mevki’inde göstermeye kalkıştı ve “teceddüd ve terakkiye müte’allik hayat ve fa’aliyete müşevvik olan birlik beyannamesinin dinç ve ikazkar ruhundan ’ın menfi bir te’sir alması hiç de gayr-i muntazar değildi.” diyerek bir ta’rizde de bulundu. Şimdi’a karşı ta’rizde bulunmuşlar bulunmamışlar bunun ehemmiyeti yoktur. Asıl mes’ele müsbet te’sirler menfi te’sirler meselesidir ki bu husus bizi birkaç söz söylemeye mecbur etmiştir. Bu eski bir nağmedir ki zaman zaman ortaya çıkar durur. Onlar öyle istiyorlar ki memleketde her istediklerini yapsınlar fikirlerine muhalif düşen her şeyi yıksınlar ve hiç kimse de buna i’tiraz etmesin ağzını bile açmasın. Şayet biri çıkıp da i’tiraz edecek olursa derhal çürümüş damgaları vardır onlardan bir tanesini yapıştırmaya kalkışırlar. Bu pek insafsızca bir hareketdir ki hüsn-i niyet sahibleri için her halde tevessül olunacak bir yol değildir. Onların “müsbet hareketler” diye şimdiye kadar ortaya koydukları şeylerin hangisi memlekete mazarratdan başka bir netice-i hasene verdi? Her ne yapıldıysa hep memleketin an’anatına mukaddesatına karşı yapıldı. Bütün müsbet hareketlerin altından Garblılaşmak çıktı. Yalnız şekil değişti. Fakat zihniyet hep o zihniyet ve terakki” nağmelerini dinliyoruz. Fakat memleketin milletin menfa’atine ne yapıldı ki müslümanlar i’tiraz ettiler? O kendileri garblılaşan ve milleti de garblılaştırmak köprüler gibi bir takım asar-ı nafi’a mı vücuda getirdiler de müslümanlar bunlara i’tiraz ettiler? Acaba fabrikalar te’sisine kalkıştılar da müslümanlar istemediler? Memleketde refah ve adalet mi neşr ettiler de müslümanlar göstermeye kalkıştılar da müslümanlar kabul etmediler? Geçenlerde Türkiye Muallim ve Muallimeler Derneği Hey’et-i İdaresi namına bazı zevat iki buçuk sütunluk mutavvel bir beyanname neşr ettiler. Karaltıya kurşun sıkma kabilinden olan bu hareket pek tabi’i olarak -Yakub Kadri Bey’in tahmin ettiği ve korktuğu vechle- “Nazari bir hareket”den ibaret kaldı. Belki bu beyanname başka bir zamanda ve başka bir muhitde bir şey ifade edebilirdi. Fakat Anadolu’da bir İslam hey’et-i ictima’iyyesi arasında “her şeyi devirerek yirminci asrın ma’nasına uygun yeni bir hayat” te’sisi için bütün muallime ve muallimeleri kıyama da’vet eden bu ses pek fuzuli pek ma’nasız bir şeydi. Beyannamenin mürettib ve muharrirleri her şeyi unutmuş birkaç sene evvel İstanbul’daki “ictima’i inkılabcılık” hatıralarını ihya etmek hevesine kelimesini ağıza bile almaya tenezzül etmeyerek bilakis Karl Marksları Tolstoyları ve diğer inkılab müelliflerini alkışlara boğarak bu hareketlerin Rusya’da “Payidar semereler” verdiğini de ilave ederek ağızlarından baklayı çıkarıvermişlerdir: Dernek asriliğe ve inkılabcılığa muhalif düşen ölmeye mahkum bütün sakim ve batıl fikirleri devirerek yirminci asrın ma’nasına tevafuk edebilecek bir teceddüd ve inkılab hareketi husule getirecekti. Ve bunun da’vet ediyordu. Bütün o iki buçuk sütunluk mutavvel beyan-namenin ruhu işte bundan ibaretdir. Bütün o tafsilat hep bunu söylemek içindir. Nitekim o lisandan anlayan Yakub Kadri Bey bu beyanname münasebetiyle da yazdığı bir makalede diyor ki: “Türk gençliği ilk def’a olarak fikrini ve maksadını bu kadar açıkça söyleyebiliyor senelerden beri ağzımızın kat’iyyetle ifade edemediğimiz bu maksadın ve bu fikrin nihayet nim resmibir beyannamede Bütün Türkiye Muallim ve Muallimeleri namına kemal-i cür’et ve cesaretle i’lan edilmesi enva’-ı mehalik ve müzahimle dolu şu çetin inkılab yolunda epeyce yüksek bir zirveye vasıl olduğumuzu gösteriyor. Bu cümlede bir nevi’ “Kezalik Tanzimat bir maarif müessesesi husule getirmiş tecrid edememişti. Bu hususda cezri hareketde bulunmaya Medreselerin te’siratı memleketde hala baki idi. Yirminci asırda mekteblerimizin ruhani vezaifi ta’lim ile iştiğal etmesi asrın terakkiyatı önünde müdhiş kebairden idi. Maarif bugün artık bir ilim mes’elesi olmuştu. Dini tahsil memleketin istihsalatında amil olamazdı. Münhasıran maddiyat üzerine mübteni asr-ı hazırda artık mektebleri tamamıyla Laik-ladini bir hale koymak icab ederdi. Memleketde iki maarif olmazdı. Medrese zihniyeti hala yaşıyordu. Sonra milletin hayat-ı ictima’iyyesi de kurun-ı vustai adetinden başka bir şey olmayan tesettüre ri’ayet ediyordu. Halbuki asr-ı hazırda kadın hayat-ı ictima’iyeye omuz omuza çalışması iktiza ederdi. Sonra tiyatro yirminci asrın terbiye ocakları idi. Halkın zevk-i bedi’isini çiler böyle söylüyor ve bu düsturlara göre icraatda bulunuyorlardı. yorlardı. Mehakim-i şer’iyyeyi Meşihat’den alıyor Fetvahane’yi ehemmiyetden iskat ediyorlardı. Mekteblerden terbiye-i diniyyeyi kaldırıyor; kadını sütre-i hicabdan tecrid ediyorlardı. Çocukların din hissini gevşetmek Din emr-i vicdanidir isteyen kılsın isteyen kılmasın di-ye mekteblerde namaz mükellefiyetini kaldırıyordu. Namaz kılmak isteyenler için mektebin en kötü bir yerini gösteriyordu. Bazı mekteblerde -mesela Kandilli İnas Sultanisi’nde- mukaddema mescid için tahsis edilen bir oda dans salonu yapılmıştı. Mekteblerde tiyatro sahnelerine verilen ehemmiyetin ihtiyar edilen fedakarlığın yüzde biri mescide sarf edilmiyordu. Bi’l-iltizam toz toprak lan musluklar kaldırılıyordu. Leyli mekteblerde sabahları bet hareketlerdi. Diğer tarafdan bazı muallimler ve müdürler her fırsat düştükçe hakayık-ı diniyyeyi istihfaf istihkar ile karşıladılar dine muhalif ef’al-i feci’ayı teshil ettiler. Vezaif-i diniyyenin ifasını fi’ilen olamadığı suretde ma’nen işkal ettiler. Bu kabil muallimler ve müdürler Maarif Nezaretince en çok himayeye layık görüldüler. Mektebler tiyatro sahnelerine çevrildi. Zaman oldu ki bazı kız mekteblerinde on sekiz yirmi yaşında kızları süslediler sahneye çıkardılar nezaret erkanına seyr ettirdiler. Bunlara karşı Milletin ticaretini iktisadiyatını yoluna koyacak tedabire mi tevessül ettiler de müslümanlar red ettiler? Birteceddüd ve terakki” nağmesidir gidiyor. Fakat müslümanlar memleketin her ne tarafına baksalar teceddüd ve terakkiden bir eser göremiyorlar. Teceddüd namına ortada yalnız bir kadın mes’elesinden başka ne var? On dört senelik Meşrutiyet devri hep bu mücadele düd ve terakkiye mazhar oldu! Şimdi artık İstanbul’da Türk kadınları hicab-ı İslam’ı yırtmışlar Beyoğullarında Frenklerle kol kola geziyorlar deniz hamamlarında birlikte yüzüyorlar erkekle kadın tiyatrolarda beraber cem’iyetlerde beraber konferanslarda beraber ahenklerde beraber çay ziyafetlerinde beraber… İşte tam tahayyül ve temenni ettikleri sosyete hayatı! Daha ne istiyorlar! Bilmiyoruz. Onları ne kadar insafa da’vet eden oldu. Fakat hiç birine ehemmiyet vermediler. Bilakis bütün erbab-ı hamiyyete birer damga yapıştırdılar: Mürteci’ dediler eski fikirli dediler muta’assıb dediler kurun-ı vusta kafalı dediler kara kuvvet dediler… Elhasıl ağızlarına ne geldiyse söylemekden çekinmediler. Sözle boğamadıklarını zabıta ile idare-i örfiyye ile susturdular. Onlara nazaran devletin bütün kavanin ve müessesatı bozuktu. Çünkü bin sene evvelki fıkıha istinad ediyordu; kezalik milletin hayat-ı ictima’iyyesi de yirminci asrın hayatına uygun değildi; çünkü bu kalın kafalı millet kurun-ı vüstadan kalmış namus telakkisini henüz değiştirmemişti. Maziden gelen her şeyi yıkmak yirmirci asra uygun bir hayat te’sis etmek lazımdı. “Bin sene evvelki Arab hukuku felsefesinden bizzat Arab hukukundan mülhem olan şer’i teşkilat ve kanunların ilahi bir merbutiyet ve sadakatle tatbik edildikleri zamanlar çokdan geçmişti. Lüzumsuz ve kuru bir ta’assub halini alan cahilce i’tikadlarla Gülhane Hatt-ı Hümayununun neşir ve i’lanına kadar muhafaza olunan bu şer’i teşkilat ve kanunları asri bir devlet kurmak re nihayet verdilerse de zamanımız hukuk felsefesinin hukuk tarihinin mu’taları mucebince yeni bir teşkilat vücuda getirememişlerdi. Yirminci asırda hala ruhani şer’i mahkemelerin vücudu afv olunmaz bir cürümdü. Bir memleketde iki mahkeme nasıl olurdu? “Bir devlet ki hukukunu kendi doğurmaz kanununa ’gökden inmiş değişemez’ derdi; o asla bir devlet değildi. Asrın hukuku felsefesinde gaye zamanımızın hukuk zihniyetinden mülhem kanunların tatbiki idi. Öyle iken biz nasıl olur da bin sene evvelki Rabbani Hukuk ile tevzi’-i adalet edebilirdik? hiç kimse ağzını açıp bir söz söyleyemezdi. Sansürler derhal o i’tirazları kızıla boyardı. Bunlar işte hep müsbet hareketlerdi. Zaman oldu ki maarif nazırı olacak zat güzel kızları seçmek için mekteb mekteb dolaştı. Gözüne kestirdiklerini nezarete çağırmakdan utanmadı. Sonra ona fazilet mükafatı vermeye kalkıştı. Bütün bu fecayi’ resmen ma’lumdur. Şüphe edenler olursa isimleriyle söyleyebiliriz. Bütün bunlar müsbet hareketlerdi. Bunlara karşı vuku’ bulan i’tirazlar da menfi hareketlerdi. Her şey yapılmalıydı. Fakat hiç kimse sesini çıkarmamalıydı. ne tutulmuş bir takım adamlar ellerine baltalar kazmalar almış; muttasıl yıkıyorlardı. Sonra da o enkaz yığınının karşısına geçip teceddüdden terakkiden hayatdan fa’aliyetden bahs ediyorlardı. Onlar istediklerini yıkacaklardı; fakat kimse bir şey diyemeyecekti. Hiçbir gazete hiçbir mecmu’a yoktu ki tesettüre karşı hicaba karşı harb açmış olmasın. Her teceddüd ve terakinin başı kadındı. Kadın başındaki sütre-i hicabı yırtmalıydı. Her yerde erkekle beraber kol kola gezmeliydi. Hatta bir def’a Ocak’da tesettür ve hicaba çarşaflarını ayaklar altına alarak çiğneyecekti. Her şey hazırlanmıştı. Nasılsa hükumet işin ehemmiyetini anladı da bu çılgınca müsbet hareketin önüne geçti. Ona hacet yok o kendi kendine olacaktır dedi. Filhakika ecnebi devletleri İstanbul’u işgal altına alır almaz ekilen tohumlar fidan vermeye başladı. Az zaman zarfında İstanbul tanınmayacak hale geldi. Bir kısım İslam ve Türk kadını ecnebi işgali altında i’lan-ı hürriyet etti! İslam Türk kadınını garb kadınlarına benzetmek ketlerde bulunmak istedikçe hep karşılarında menfi hareketler beliriyordu: Ya’ni an’anat ve şe’air-i İslamiyeyi muhafaza etmek isteyenlerin hareketleri. Memleketde oradan çekilir çekilmez bir kısım kadınlar da Frenkleşti. Şimdi bazı İstanbul muharrirleri öyle diyor: “Vakı’a ecnebi işgali geldi fakat kadın da teceddüd ve hürriyete mazhar oldu!” Evet teceddüd ve terakki hürriyet ve hayat! Garb-perestler emellerine erdiler. Şimdi artık İstanbul’da tam bir sosyete hayatı te’essüs etmiş; bir takım genç beylerle genç kızlar sokakda tiyatroda mektebde cem’iyetlerde ziyafetlerde balolarda hep beraber düşüp kalkıyor. İşte bunlar hep o müsbet hareketlerin netayicidir. Lakin bu ahval-i elime böyle devam edemezdi. Erbab-ı hamiyyet ve namusdan olan bir takım gençler üzerinde bu müsbet hareketler pek fena te’sirler husule getirdi. Büyük bir intibah uyandırdı. Bu muhterem gençler bütün bu dalaletlere karşı mücadeleye başladılar. Başta Yahya Kemal Bey gibi üdeba olduğu halde birçok erbab-ı hamiyyet şimdi bütün bu fenalıkların önüne geçmeye savaşıyorlar. İnşaallah muvaffak olurlar. da birkaç kişinin kalkıp da Anadolu’nun göbeğinde etmeleri elbette garib bir hareket olurdu. Yalnız garib olmakla da kalmaz Anadolu’daki Müslüman milletin hakiki mümessilleri olan ve Müslümanlığı muhafaza ve müdafa’a etmeyi en mukaddes gaye bilen Büyük Millet Meclisi’nin ve hükumetin de nazar-ı dikkatini celb ederdi. Nitekim öyle oldu da hükumet burada erkeklerle kadınların bir arada bulunmalarına müsa’ade edemeyeceğini alakadarana tebliğ etti. Bilmeyiz bu modası geçen bu müsbet hareketlerden bir takım zevat ne faide bekliyorlar? Biz bu zevatın her birini şahsen tanıyoruz. Hepsi muhterem hamiyetli ve erbab-ı namusdan zevatdır. Fakat nasıl olur da bu muhterem zevat kendilerinin de takbih edeceğine şüphemiz olmayan bu müsbet hareketlere bu sakim zihniyetlere karşı şe’air-i İslamiyeyi müdafa’adan başka bir kabahati olmayan ın neşriyatına “menfi te’sirler” damgasını yapıştırmak insafsızlığında bulunuyorlar? Memlekete millete nafi’ hangi bir teceddüde karşı düd ve terakkiye taraftarız. Fakat teceddüd ve terakki namı altında yıkıcılığa elbette mümaşat edemeyiz. Karl Markslardan kemal-i takdir ile bahs eden beyanname muharrir-i muhteremi acaba yıkmak istedikleri şeyleri bize izah edebilirler mi? Eğer maksad memleketde cehli izale ise böyle halkın hissiyatını rencide etmeden de bu mümkündür. Bir tarafda muallimler diğer tarafda muallimeler çalışırlar her biri kendi aleminde neşr-i ma’arife himmet ederler. Bu sayede milletin erkeği de kadını da envar-ı ma’rifetden hürmetden başka bir mu’amele görmeyen Amerikan Kolleji Müdürü Meril’in ne büyük nankörlükler ettiğini harekat-ı milliyede kimlerin ne suretle fedakarlıklarda bulunduğunu… Gayet açık ve hoş bir lisan ile tasvir eden bu kitabın bilhassa ikinci kısmında Eyüb Sabri Bey kendisiyle birlikde muhtelif memleketlerimizden ve muhtelif cebhelerimizden İngilizler eline esir düşen birçok vatanperver kardeşlerimizin hayat-ı esaretde ma’ruz kaldıkları işkenceleri de pek canlı delail ve vesaikle mükemmelen deniyetini rüşvet-harlığını inkarı kabil olamayacak bir kat’iyyetle haykıran hatıraların bir çok sahifeleri müslümanlar Eyüb Sabri Bey dokuz ay altı gün süren devre-i felaketinde boş kafa gezdirmemiş bizzat şahid olduğu elim vak’aları sigara kağıtlarının üzerine not etmek suretiyle tesbit ve nihayet milletine şu kıymetli kitabı ihda etmiştir. Bu kitabın nısf-ı hasılatı Gazianteb’in boynu bükük yetimlerine tahsis olunmuştur. Şu halde elli kuruş mukabilinde tedarik edilecek olan nüshaları azalmış bulunan bu kitabın kariine bahş edeceği faide ikidir: Hem yeni kıymetli ma’lumat edinmek hem de eytama mu’avenetde bulunmak!... Mezkur kitabı bütün karilerimize tavsiye ederken muhterem muharriri Eyüb Sabri Bey kardeşimizi de halasından muvaffakiyetinden dolayı tebrik eyleriz. hissedar olur. Memleketin an’anatına milletin hissiyatına mukaddesatına karşı hareket etmekden ne çıkar? Hiç olmasın bunu bir saygı mes’elesi telakki etmelidir. “Maarif Vekaleti’ndeki tebeddülü geriye atılmış bir adım suretinde telakki” eden Yakub Kadri Bey ne istiyordu? kadar bulabilir. Burada bir İslam meclisi vardır. İslam heyet-i ictima’iyesini en hakiki suretde temsil eden bu meclis-i ali böyle istiyor. Maarifine İslami bir istikamet vermek en esaslı umdesidir. Ve sırf bu maksadla Maarif Vekaleti’ndeki tebeddül husule gelmiştir. Belki uzaklarda bulunan Yakub Kadir Bey bunu anlayamıyor. Fakat buradaki zevat bu hakikati pek güzel biliyorlar. Biz temenni ederiz ki artık bütün o eski dalaletlere nihayet verilmiş olsun fevz ü felah ancak buradadır. Faydalı Eserler: Baladaki nam ile geçenlerde mühim ve bütün müslümanlar hasını bizim de aldığımız bu kitabın muharriri el-yevm Ankara Defter-i Hakani Müdüriyeti’nde bulunan Balıkesirli Eyüb Sabri Bey’dir. Muma-ileyh senesinde Gazianteb’de bulunuyordu. desise ile işgal ettiklerini o vakit mutasarrıf bulunan Celal Bey’in ne fırıldaklar çevirdiğini İngilizlerin ne zulümler yaptıklarını Ermenilerin ve otuz senedir içimizde yaşayarak müslümanlardan insaniyetden hatta ­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Mündericat: Kudüs’de Siyonistlerin Yahudi Saltanatı Te’sisi Teşebbüsleri − Yahudi Saltanatının Müstakbel Hududu − Kudüs Müslümanları İçin Baş Gösteren Azim Tehlike − Kudüs Müslümanlarının Bütün İslam Akvamını Hareket ve Fa’aliyete Da’vetleri − Medeniyet-i İslamiyye’nin Vücuda Getirdiği Asar-ı Muhallede − Ulema-i Mütefekkirin-i İslamiyye’nin Neşr-i Hakayık Hususundaki Himmetleri − Bilahare Alem-i İslam’ın Za’f ve İnhitata Duçar Olması − Beyne’l-İslam Te’arüf Husulünün Te’min-i Lüzumu − Mesail-i Diniyye ve İctima’iyye ile İştiğal Edecek bir Kongrenin İn’ikadı − Bu Hususda Şer’iyye Vekaleti’ne Müterettib Vazife. Esasat − Ukul-i Sırfa Üzerine Te’sis-i Hükumetin Mehaziri − Müslümanlık’da Hakimiyet-i Şer’iyye Esası − Alem-i İslam’ın Esbab-ı İnhitatı İslam’dan Uzaklaşmalarıdır − İslam’ın Mebde’ ve Gayeleri. Türkiye Müslümanlarının İslam Alemindeki Nüfuz ve İ’tibarları − Bu Mevki’-i aliyi İhraz Etmelerinin Sebebi − Müslüman Milletler Arasında Maddi ve Telgraf Hatları Yollar Şimendiferler İnşası − İktisadi Şirketler Teşkili. − Ahlaksızlığın Mahdud Bir Sınıfa İnhisarı − Frenkleşme Modasının Avakıb-ı Elimesi − - — Son zamanlarda hükumet şımarık bir deliyi Götürür bir yere vali diye bağlar. — Ne iyi! — Herifin ilk işi “Tekmil hocalar gelsin!” der. Ki tabi’i bu adamlar da icabetle gider. Önce tebrik ile takdim için az çok durulur; Sonra “meclis” denilir bir koca divan kurulur. Şimdi kürsiye abansın da senin Vali Bey Nutka gelsin mi adam zannederek kendini?... — Eyy? Ne demiş? — Yok ne geğirmiş diye sor! Ma’nasız Bir yığın rabıta müştakı perakende lafız Bir etek yave saçar bir sürü cinnet savurur; Bu da yetmez gibi peştahtaya üç kerre vurur Der ki: “Yirminci asır fenlere zihniyyetler Verebilmekle tebellür ve tefahürler eder. Vakıa halet-i ruhiyyesi var akvamın; Bu prensiple fakat ma’şeri pek i’zamın Belki ferdiyyeti sarsar biraz aksü’l-ameli... Sade şe’niyyet-i a’sarı durup dinlemeli. Bunu te’min edemezlerse nihayet hocalar Parprensip gelin ıslah-ı medaris diyelim.” — Parprensip mi? Bayıldım be! — Fransızcama mı? Ya heriften de mi eşşek sanıyordun İmamı? — Birden eşşek deme biçare henüz müsvedde... Ne yetişkinleri var dursun o sağlam şedde. — Merkebin... — Ey? — Mütekamil soyu olmaz mı? — Peki? — Ne kadar doğru! Evet hayra yorulmaz bu gidiş. — Sen o rü’yaya hakikat deyiver tam bizim iş. Herifin halini gördün ya bugün millet de Aynı meslekte o fıtratte o mahiyyette. Tanımaz bindiği mahluku sürer kör körüne; Tanımaz gittiği yer hangi taraf gördüğü ne? Tanımaz sonra temas ettiği hiç bir kavmi Acaba dostu mudur yoksa asıl düşmanı mı? Kim ne söylerse yalan gerçek hiç bakmaz uyar; Bir avuç tuzla koşar yoksa da meydanda hıyar... Tuttun oğlum bana mazileri tekrar ettin; Köylünün halini bilmez sanarak dinlettin. Hasta meydanda tedaviye de cidden muhtaç; Yalınız görmeliyim nerde hekim? Nerde ilaç? Nesl-i hazır ki sarık gördü mü terzil ediyor Defol ıskatçı diyor cerci diyor leşçi diyor... Hocazadem ne sülükmüş o meğer vay canına! Diş bilermiş senelerden beri Türk’ün kanına. Emiyor fırsatı bulmuş yapışıp hem ne emiş! Kene bir şey mi aceb ah o ne doymaz şeyimiş! Ne o kızdın mı? — Hayır anlarım amma keneyi Sağdınız siz de asırlarca o sağmal ineği. — Hakkımızdır sağarız: Kahrını çektik o kadar Besledik baktık... — Evet beslediniz hakkın var! Hanginiz bir tutam ot verdi bırak beslemeyi? — Yok mudur medresenin köylüde olsun emeği? — Mektebin belki... Fakat medresenin hiç ummam. — Kızarım ha! — O senin hakk-ı sarihindir İmam. — Halka yol gösterecek bir kılavuz var: Ulema. Kalanın hepsi de boş. — Boştur efendim amma... — Neymiş amması beyim? — Yok şu sizin medreseler Asrın irfanını almakta inad etmeseler... — Gidin ıslah edin öyleyse! — Evet pek lazım. — Fıkra gelsin mi ne dersin? — Hadi gelsin bakalım. muhatara altında bulunduğunu bütün alem-i İslam’a arz ve i’lan ediyor. Harameyn-i Şerifeyn’in üçüncüsü mesabesinde ve Müslümanlığın ilk kıblesi olmak şerefiyle müşerref olan Kudüs-i şerifin muhafaza ve bekçiliği taraf-ı ilahiden biz müslümanların uhdesine bin küsur seneden beri tefviz buyurulmuş ve biz müslümanlar ise bu ana kadar bu emanetin müdafa’asına can ve malımızla hasr-ı vücud eylemişiz. Hatta bu hususda Mısırlı Hicazlı Mağribi ve garbında mütemekkin ve kelime-i şehadeti telaffuz eden her Müslüman kardeşimizin de bu emr-i mukaddesin himayesinde bizimle beraber olduklarına kailiz. Hal-i hazırda Filistin’deki Siyonist Yahudilerin öteden beri bu arz-ı mukaddes hakkında besledikleri amal Huda nekerde tahakkuk ederse umum müslümanlar için yalnız felaket ve vebal-i azim değil muhakkak büyük bir yangın kadar muzır olacaktır. Ą ..... Bin üç yüz seneden beri Sahra-i Müşrife ile Mescid-i Aksa’nın muhafaza ve sıyanetini bir vazife-i diniyye olarak kendi üzerlerine alan Filistin’deki İslam unsuru bu emakin-i mukaddesenin bugün Siyonist Yahudiliğinin şeni’ te’addi ve tecavüzlerine ma’ruz kalarak azim bir - - — İşte hilkatten o surette çıkarken beyazı; Böyle birdenbire müsvedde de fırlar ba’zı! Neyse geç fıkraya. — Nerdeydik? Evet şimdi nutuk Biter amma yayılır meclise bir durgunluk. — Çünkü imlaya gelir herze değil duyduğu şey! — Sonra kalkar hocalardan biri der: “Vali Bey Şu hitabeyle tavanlardan uçan efkarı Tutamazlarsa küçük görmeyiniz huzzarı. Siz ki yirminci asırlardasınız baksanıza Bizim on dörde henüz basmış olan asrımıza! Altı yüz yıl mı evet tam o kadar lazım ki Kabil olsun o büyük nutkunuzun idraki. Sade “ıslah-ı medaris” mi ne bir şey dediniz... Onu anlar gibi olduk. Fakat izah ediniz: Acaba hangi zaruret sizi sevketti buna? Ya fesad olmalı meydanda ki ıslah oluna. Bunu bir kerre kabul eylemeyiz reddederiz. Sonra biçare medaris o kadar sahibsiz O kadar baştan atılmış da o haliyle yine Düşüyor kalkıyor amma gidiyor hizmetine. Halkın irşadı mıdır maksad-ı te’sisi? Tamam: Şehre müfti veriyor minbere mihraba imam. Hutabanız oradandır oradan vaiziniz; Oradandır hocanız kayyiminiz hafızınız. Adli tevzi’ edecek hakime fıkh öğreten o; Hele köy köy dolaşıp köylüyü insan eden o. Şimdi bir mes’ele var arz edecek çünkü değer: Bunların hepsine az çok yetişen medreseler Bir zaman müftekır olmuş mu aceb harice? — Yok. Bir alay mekteb-i ali denilen yerler var; Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar. Şu ne? Mülkiyye. O? Bahriyye. Bu? Tıbbiyye. Bu ne? O Zira’at; bu da Baytar; şu Mühendishane. Çok güzel hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız. Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir; Hekimin hazıkı bilmem nereden celbedilir. Sonra iş düştü mü tersaneye yahud denize Hani Bahriyye’liler? Koş bakalım İngiliz’e. Mesela büdce hesabatını yoktur çıkaran... Hadi maliyyeye gelsin bakalım Mösyö Loran! Hani tezgahlarınız nerde? Sanayi’ nerde? Ya Brüksel’de ya Berlin’de ya Mançester’de! Biz ne müfti ne imam istemişiz Avrupa’dan; Ne de ukbada şefa’at dileriz Rumpapa’dan. Siz gidin bunları ıslaha bakın peyderpey... Hocadan medreseden vazgeçiniz Vali Bey!” Yahudilerin bu hülya-perestane beyanatlarına teşebbüsatlarına yakından kesb-i vukuf eden alem-i Nasraniyyet şark ve garbdan sayhalar koparmış ve rical-i ruhaniyye ve siyasiyelerinin protesto sadaları ayyuka çıkarılmıştır. Hatta İngiliz Lordlar Meclisi’nin bile; İngiltere hükumetinin hakikaten Yahudilere böyle bir va’dde bulunup bulunmadığına dair ekseriyet-i azime ile vuku’ bulan istizahları umumun nazar-ı dikkatlerini fevkalade celbe şayandır. Bu ana kadar Filistin’de yaşayan müslümanlardan başka sair diyar ve aktar-ı İslamiyye’de yaşayan muvahhidin kardeşlerimiz tarafından bu babda her türlü teşebbüse intizar olunurken onların ihtiyar-ı sükut etmeleri mucib-i esef hallerden olsa gerektir! Bu mek hakkını haiz olan yegane unsur varsa o da anasır-ı Kardeşler! Yahudi unsurunun emeline nail ve muvaffak olup olmamasının ] zamanı yaklaşmıştır. Cem’iyet-i Milel İngiliz nüzzarından Mister Balfor’un Yahudilere vaktiyle va’d ettiği meş’um va’dleri tedkik ve ona dair son kararını vermek istiyor. Bu karar Yahudiler lehinde verilecek olursa bin üç yüz seneden beri bu topraklarda büyük maddi ve ma’nevi emekler sarf eden umum müslümanların makhuriyet ve mağlubiyet fermanları demektir. Hak ve adalete muhalif olarak verilecek işbu gasıbane mukarrerata karşı hep bir ağızdan bütün müslümanların haykırıp protesto eylemeleri elzemdir. le gözyaşlarımızla bu din-i mübinin tasarrufu için sizi da’vet ediyoruz. Zira Cenab-ı Allah Ê – ¹²Y—b u—ª ­f ¹ £cª y] ª – ¹²Y—b Ê buyurmuştur. İşte bu beyanname ve da’vetnamemizi size matbu’at-ı İslamiyye tavassutuyla takdim ediyoruz. Ê ¹ Ë]ª ~yª – Y® Filistin Cem’iyet-i İslamiyye Reisi Yüz sene evvel İslam hududları pek ziyade genişlemiş ve yeryüzünün şark ve garbını kaplamışken bugün müslümanların elinde pek az mevki’ kalmıştır. Salahiyet-i iman ve vahdet-i akideye malikiyet sayesinde Ceziretülarab’da yaşayan bir avuç müslüman az Yahudi cem’iyetleri öteden beri Filistin’de bir Yahudi yurt ve saltanatını kurmak ve umum müslümanlara bi’set-i Risalet-penahi’den bu ana kadar dini bir suretde mal edilmiş olan Mescid-i Aksa’nın müslümanların elinden selb ve nez’ edilmesine çalışmak gayesini ta’kib ediyorlar. Heykel Süleyman Ma’bedi’nin enkazı üzerine kurulmuş olan bu binayı Yahudiler yeniden müslümanların elinden çıkartıp kendileri için bir ma’bed-i ekber ittihaz etmek istiyorlar. Bu dini teşebbüsle de iktifa etmek istemeyen Cehudlar bu arz-ı mukaddesi bir Yahudi payitahtı ittihaz etmek suretiyle hem burayı Yahudi bir hükumet şekline sokmak hem de ileride bu nüfuzu Ceziretülarab’a ve tedricen bugün şarka ve Asyaya yaymak fikrinde bulunuyorlar. den beri çalışan ve Yahudiliğin bir lideri bulunan Doktor Vayizman sarih suretde ortaya koyarak “İngiltere İngiliz toprağı olduğu gibi Filistin’in de Yahudi olması icab eder” demiştir. Yine mezkur Yahudi kongresinin katib-i umumisi Jangüvel dahi Filistin bir Yahudi toprağıdır müslümanlar bu Cehudların sergerdelerinden sayılan İngiliz Sir Alfred Mond Siyonistlik için neşr ettiği kitabında “Ümid ederim ki hayatımın son günlerini Mescid-i Aksa’daki Kaya dahilinde Yahudilik için büyük bir heykelin inşa ve rekzi uğurunda sarf edebileyim.” diyor. Yine Filistin’deki hükumet-i hazıranın hukuk müşaviri olan İngiliz Yahudilerden Mister Bentoviç namında neşr eylediği kitabında: “Hakiki Filistin’in hududu Tepe Sahrası’ndan başlar ve Dicle ve Fırat sularının maverasında intiha bulur.” demiştir. Bu sözlerin bu beyanatın ne demek olduğu ve Yahudiliğin nerelere kadar uzanıp gitmek arzu ettiği güzelce anlaşılır. Bu hülya-perest ve ifrat-perver Yahudilerin cür’et ve küstahlıkları o dereceye varmıştır ki daha şimdiden -ortada bir şeyler yoğiken- Beytullah-i Mukaddes sözleriyle beraber üzerlerinde Yahudi bayrağı ile Siyon tacının müslüman olan Hilal bayrağı yerine temevvüc etmiş gibi resim ve fotoğraflarını aldırıp kendi aralarında taksim ve tevzi’e kalkışmışlardır. Bu mukaddes toprağın bir emanet ve vedi’a-i diniyye kabilinden olarak muhafaza ve sıyanetini kendi üzerlerine farz bilen ve onu Harameyn-i Şerifeyn’in üçüncüsü mesabesinde ve ayne’l-yakin ilk Kıble-i İslam olarak telakki eden yeryüzündeki umum müslümanlar böyle düşündükçe Allah’ın izniyle Yahudilerin bu hülyaları tahakkuk edemeyecektir. leri zeyy ü kıyafe ile müslümanlar arasında mümtaz olmadıkları gibi delalet ve tenvir vazifesi için de müşevvik ve saike ihtiyacları yoktu. Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkeri bir emr-i dini ve vicdani bilerek eğri gördükleri eşya ve eşhası doğru yola da’vetle vazife-i nazifelerini yütmekle nail-i ecr ü mesubat olurlardı. Hak sözleri padişahlar huzurunda söylemekden onları doğru yola getirmekden asla çekinmezlerdi. Lakin sonraları o fezail o vezaif unutulurak hubb-i dünya galebe çalmış İslam’ın münevver tabakası esasat-ı İslamiyyeyi ihmal edecek yollara sülük etmişler beyne’l-İslam türlü türlüt tefrikaların zuhuruna sebeb olmuşlardır. Akvam-ı anasır-ı metin teşkil ederek satvet ve kudretlerini düşmanlara karşı göstermek icab ederken maatteessüf birbirine düşerek güçlerini kuvvetlerini dalalet ve iftirak yollarında terketmişlerdir. Bu diyanet-i mukaddeseyi bir mevhibe-i ve eşref-i mahlukat nebiyy-i zişan sallallahü aleyhi ve alihi ve sahbihi hazretleri bizzat tekrar hayat-ı müste’ar kisvesine bürünüp teşrif etseler ve İslam aleminin bugünkü halini müşahede buyursalar hiç şüphe yok ki bulunduğumuz gümrahlığın din-i mübin-i İslam ile hiçbir münasebeti olmadığını be-yan ve bizi levm ve itab-ı risalet-penahileriyle hab-ı gafletden bidar eyleyeceklerdir! O halde bugün bilcümle alim ve mütefekkir geçinen müslümanlara pek mühim vazifeler terettüb etmektedir: Halkı dalalet uykusundan uyandırmak için var kuvvetlerini bazu-yi himmete vererek büyük büyük medreseler şehrah-ı ilim ve nuraniyete bir an evvel sevk ve isal etmek vazifedir. Bu teşebbüs-i diyanet-perverane neticesinde bir müddet sonra medaris ve müessesat-ı İslamiyye’den yetişen din ve irfan ordularımız şüphesiz ki bütün İslam muhitlerine yayılmak suretiyle din kardeşlerimizi her cihetçe tenvir ve irşad edecekler ve Müslümanlığı yeniden hareket ve heyecana getireceklerdir. Ancak bu suretledir ki biz müslümanlar kendi üzerimizden zillet ve meskenet tozlarını silkerek eskisi gibi yeryüzünde yaşayan bil-cümle müslüman kardeşlerimizle kesb-i irtibat ve akd-i ittifak edecek İnneme’l-mü’minune ıhvetün Mü’minler kardeştir düstur-i ezelisinin mısdak-ı şerifine masadak olabileceğiz. zaman içerisinde Kisra arşını Bizans surlarını Ehram hıttasını Afrika ve Asya’yı kamilen temellük ettikden sonra Afrika’dan Avrupa’ya geçmiş orasını da medeniyet-i yuzatını serperek cihan hocalığı vazifesini ifa etmeye muvaffak olmuştu. de kudret ve kabiliyetlerini meydana koymuş; bir tarafdan ulum ve fünunun neşr ü ta’mimine çalışmışlar diğer tarafdan nazar-rüba asar-ı muhallede vücuda getirmişlerdi. Müslümanlığın kendine has olan enmuzecleri misalleri el-yevm kadim Endülüs’ün ma bihi’l-iftiharı ve sertac-ı azametidir. En büyük üstadlar tarafından vücuda getirilen bu la-yemut asar medeniyet-i İslamiyye ve şarkiyenin göze çarpacak bahir misallerini teşkil eder. ve i’mar etmişler ahalisini ba’sü ba’de’l-mevte mazhar eylemişlerdi. Bugün Avrupa’nın iftihar etmekde olduğu bilcümle ulum ve fünun ve ihtira’atın en birinci mucid ve müessisi müslümanlar idi. Kimya Tıb Cebir ve Hendese Simya Fenn-i Mi’mari Sanayi’-i Müstazrife Cerr-i Eskal İlm-i Nücum Taras-sud-i Ahval-ı Felekiyye ve daha nice nice insaniyetin te’ali ve terakkisine hizmet eden ve ebna-yı beşeri pek yükselten bilgilerin temel taşları hep eslaf-ı kiramımız tarafından atılmış ve alem-i insaniyyete pek büyük ve ber-güzide hidemat-ı aliyyede bulunulmuştur. Diyanet-i mübeccele-i İslamiyye kılıç kuvvetiyle değil nur-ı ilm u irfanla cihanı teshir ve beşeriyeti varta-i cehl ü helakden sahatü necat ve hayata isal eylemiştir. Ulema-yı İslamiyye kavi bir akide ve imanla İslamiyet’i ve onun mezaya ve secaya-yı fazılasını pek metin ve rasin olan düsturlarını ve her şeyden üstün olarak ahlakiyatını neşre muvaffak olmuş; insanları dalaletden tarik-i müstakim-i hidayete şehrah-ı reşada isal eylemişlerdir. Bu reşad ve ikaz keyfiyetini mütefekkirin ve ulema-yı İslamiyye kendilerine bir farz telakki etmişler; O vezaif-i mefruzalarını eda etmek için hiçbir şeyden asla yılmayarak dini bir saik ile her türlü fedakarlığı ve cenubuna doğru şedd-i rahl etmişler ve füyuzat-ı mala nihaye-i İslamiyye’den bütün akvamı müstefid ve müstefiz eylemişlerdir. Bize her sahifesi birer ders-i ibret ve intibah teşkil eden İslam tarihleri karıştırılacak olursa ne mübeccel ne şerefli abidelere ne veleh-fersa ne muhayyerü’l-ukul muhaledata tesadüf edilmez? Din-i İslam büyük bir safvet ve samimiyetle zuhur etmiş peyrevanı için pek sehl ve semih bir şahrah-i hidayet olarak tecelli eylemişti. İslam mütefekkirleri İslam alim Hakimiyet-i hükumet beyne’l-enam muhafaza-i adl ü intizamdan ibaret olmasına ve eşkal-i tabi’iyye-i ibtidaiyyeden bulunan birinci kısım hükumetin netayic-i nefsaniyye belki harekat-ı hayvaniyyeden başka bir şey olamayıp isar-ı mezalime müncer bulunmasına mebni edvar-ı beşeriyyede ma’lumü’l-hayat olan devletler bir takım kavanin ve usul ittihaz edegelmişlerdir. Bir hükumetin mutlaka malik-i kavanin bulunması te’min-i maksad-ı ictima’iyi kafil olamayıp kavanin-i mezkurenin halen ve istikbalen levazım-ı hayatiyye ve makasıd-ı beşeriyyeyi bi-hakkın ihtiva etmesi lüzumu derkar bulunmuş olmakla kavanin-i halkiyye ve şerayi’-i aliyye esaslarıyla hadisat-ı mütemadiyyede tecarüb ve bir vahid-i muntazama irca’ olunmak iktiza edeceği bizzarure sabit olmuştur. Ukul-i sırfa-i beşeriyyeyi kanun ittihaz eden milletler la yenkatı’ istemekde oldukları tebeddülat-ı ictima’iyyeyi teshil için sırf bu maksada hadim kanunlar vaz’ını kendilerine hedef ittihaz etmişlerdir. Bu hey’et-i ictima’iyyenin ferdlere şimdiye kadar hiçbir cem’iyet-i beşeriyyenin vermediği hürriyet ve müsavatı bahş eylediğini tahayyül ederek daima o şekl-i hükumeti terennüm eden zümreler biçareler vardır. Halbuki zavallılar ferdin mütene’im olduğu hürriyet ve müsavatın derecesi kendi te’azud-i rarıyla daha açık olarak söylemek icab eder ise adalet-i tuyorlar. Ukul-ı sırfa üzerine te’sis-i hükumet eden milletler arasındaki rekabetler husumetler bunları hala birbirine boğazlatacak derecede mevcudiyetini muhafaza etmektedir. Müslümanlar ilahi olan kanun-ı esasilerine iman etmiş ve o kanunun emr ettiği ahlaki ictima’i bir takım hakayık-ı tabi’iyyenin hey’et-i mecmu’asından ibaret olup Peygamber tarafından müslümanlara hakim-i mutlak olan Hallak-ı alem namına tebliğ ve sa’adet-i beşeriyyenin mütevekkıfün aleyhi bulunmuş olan hakayık-ı şer’iyye müslümanları her biri fıtraten ale’t-tesavi bir Teşkilat-ı İslamiyye’nin esasatı Kuran-ı şerifde mastur ve ehadis-i nebeviyyede mündemicdir. Ancak keyfiyeti asr-ı hazır ihtiyacatına göre vücuda getirmek ve asri cereyanları nazar-ı dikkate almak icab eder. Vesait ve vesail-i asriyyenin en mühimleri sayılan ceraid ve sahaif-i İslamiyye vesatatıyla birbirimizi tenvir ve amal ve niyyatımızdan haberdar eylemek en mühim bir vazifedir. yük vilayetlerde müstakil memalik-i İslamiyye’nin dini cereyanlarını birbirine anlatmak ve oradaki efkarı temsil ettiği unsur-ı İslamiye bildirmek üzere gayr-i resmi olarak milli ve dini bir vazife ile muvazzaf olacak din mümessillerimiz vasıtasıyla her sene bir def’a in’ikad edecek büyük bir İslam kongresinin ihzarı elzemdir. Kongreye cihan-ı İslam’ın bilcümle akvam ve anasır-ı İslamiyyesini temsil edecek muhterem hassas ve diyanet-perver mümessiller elzem olacak tedabir tesbit olunur ve böylece kongre a’za ve mümessilleri müştereken lazım gelen kararları döner proğramını tatbike başlar. Bu kongrelerden elde edilecek fevaid ve muhassenat o kadar büyük ve çoktur ki birer birer ta’dadına kalkışsak ayrıca bir kitab tedvin etmek icab eder. Böyle bir teşebbüsün ya’ni ilk kongrenin teşekkülü herhalde Türkiye’de olmalıdır. Bu mühim teşkilatın bir an evvel ihzarı Büyük Millet Meclisi Şer’iyye Vekaleti makam-ı alisinden beklenir. Kavanin-i hilkatin şu’ubat-ı sairesinde olduğu gibi nev’-i beşerin dahi hasais-i fıtriyyeleri icabınca miyanlarında te’sis-i revabıt-ı mevani’-i hayatiyyeye müzahame ve bu suretle beka-yı mukadderi te’min eylemek ve gaye-i kemale vasıl olmak hususunda tab’an ve aklen ve naklen muhakkak olan mükellefiyetlerine mebnidir ki öteden beri hükumet denilen ve fakat isti’dad-ı muhit ve zamana göre suver-i mühtelifeyi haiz bulunan bir kuvve-i nazıme vücuda getirmeleri zaruri görülmüştür. Safahat-ı tarihiyyeye atf-ı nazar edildiğinde kuvve-i nazıma dediğimiz hükumetler iki kısma inkısam etmiş; biri ahkam ve mu’amelatında keyfe ma ittifak hareket etmiş diğeri de mektub veya gayr-i mektub bir kanun-ı mahsus ta’kib ederek icra-yı hükumet etmiştir. çok hukuk-ı esasiyyeye malik kıldığı gibi hukukullah ve hukuk-ı ibada müra’at ile de mükellef olarak adeta kefalet-i mütesilsileye rabt etmiş ve bu silsilenin hüsn-i muhafazasına da me’mur kılmıştır. ve mes’uliyetin tecelligahı bulunmuştur. Bu ahenk-i umumi her ferdin vicdan-ı seliminde kemal-i tasıyla da halele ma’ruz kalacağı bedidar idiğinden vazife ve mes’uliyet-i efrada icra-yı nezaretle muhafaza-i şeri’at himaye-i ma’delet hıfz-ı hudud müdafa’a-i husum da hakimiyet-i ümmet esasına müstenid olarak hey’et-i tevdi’ eylemek vücubunu göstermiştir. Binaenaleyh Müslümanlık şu şekilde hakimiyet-i ümmet hususunu derece-i vücubda göstermiş ve onlar ma’iyyenin hakimiyetini te’sis etmiştir. Bu kanunların bütün kainatda hakim olan kavanin-i tabi’iyyeden farkı yoktur. Bunlar huzurunda bütün inşanlar müsavidir. Bütün mü-tene’im olurlar. Bu hürriyet yalnız o kanuna karşı mecbur oldukları hürmet ve inkıyad ile tahdid olunmuştur. Müslümanlık şeri’atin hakimiyetini te’sis etmek suretiyle insaniyete hakiki müsavat hakiki istiklal hakiki te’adüd mebdeini vücuda getirmiştir. eden ve cem’iyetlerin teşekkülünde büyük büyük işler çeviren ve sırf görmeye yahut sırf akla istinad eden mesleklere Şu hale nazaran bizde bir hakikat kemal-i vüzuh ile kendini gösteriyor ki şeri’atin fevkattabi’a hiçbir mahiyeti yoktur. Şeri’at ne ruhani ne de ruhbani değildir. Bilakis diğer kavanin-i tabi’iyye gibi fıtridir. vardır. Birçok akvam-ı medeniyyenin diğer kavanin-i tabi’iyye hakkındaki vukuf ve ihataları fevkalade yükselmiş hayret bir cehl içinde bulunuyor ve bu cehl kendilerine pek pahalıya mal olduğunu görüyoruz. Sırf insanın bu fıtri kabiliyetsizliğinden dolayı peygamberler bizlere bu ahlaki ve ictima’i kavanini ve bunların hakimiyetini tebliğ buyuruyor. Diğer kavanin-i tabi’iyyeyi kendi vesaitimizle kendi mücahedatımızla keşf etmek vazifesini bize bırakıyor. Cem’iyet-i İslamiyye hakimiyet-i şer’iyyeye bu suretle münkad olunca kavanin-i ahlakiyye ve ictima’iyye-i şeri’atin efrad-ı cem’iyyetden her birine tahmil ettiği vezaifi her ferdin ayrı ayrı ifa etmesini ve umum tarafından muta’ tutulmasını dahi emr ediyor. Taraf-ı milletde tekallübat-ı kevniyyeden bir çok hadisatın te’siri ile seviye-i ahlak ve irfanın tedennisi hasebiyle atalet ve kesel ve sefahet yüz göstererek ceraim-i meşhure derecesindeki mezalim ve me’asiye razı olmak bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker müterettib oluyor. Ukul-ı beşerin idraki nisbetinde hikmet-i İslamiyye’den bahs ve mev’iza-i hasene iradıyla bu sefil hayatdan men’ ve hatta bu cürme müterettib olan ceza-yı ilahiden dahi bahs etmek vazifesiyle de efrad mükellef oluyor. uhuvvet-i İslamiyye’nin te’sis ve muhtelif iklim ve mütenevvi’ kıt’alarda yaşayan ve muhtelif ırklara mensub dört yüz milyona karib bütün bir alemi büyük bir aile haline getirmesi idi. Te’sis ettiği hükumete öyle bir mevki’ ve nüfuz vermiş idi ki o hükumet kanun-ı şer’i tatbik ettiği müddetlerde nazar-ı İslam ve insanda mahbub muhterem idi. Şimdi ise iki asra yakın bir zamandan beridir medeniyet ve hükumat-ı İslamiyye inhitat-ı külli içinde bulunuyor. Hukema-yı İslamiyyemizden bir zatın dediği gibi İslam’ın kudretini tezlil için yorulmaksızın uğraşan garazkarlar asla muvaffak olmamak şartıyla her vasıtaya müraca’atla müslümanları şu batıl fikre ikna’a çalışıyorlar: “Müslümanlık akvam-ı İslamiyye’nin yalnız hal-i hazırdaki inhitatına sebeb olmakla kalmayıp belki Müslümanlık akidelerinde sabit oldukça ve bu akideyi kendilerine daima telkin ve telkih eyleyen din uluları sağ bulundukça bu din onları ebedi bir mahkumiyet ve sefalet içinde bırakacaktır.” diyorlar. ayet-i celilesiyle bu da’vanın aksini serd edilse inadlarından taraf-girliklerinden fedakarlık etmeye niyetleri olmadığı cihetle bu gibilerle bahse girişmek abes ile iştiğal etmek demek olacağından kendilerini kendilerine terk eder; şeri’at vasıtasıyla ahlaki ictima’i hakayıkı öğretmek için cehlin izalesine hıref ve sanayi’in nerede olursa olsun alınmasına ve hakimiyetin şer’a terkiyle hakimiyet-i ümmet eşkalinin hüsn-i muhafazasına çalışarak inhitata nihayet vermeyi ve şeri’atin vaz’ ettiği mebde’ bunlar olup gayesi de sa’adet-i ümmeti te’mine sebeb olan ilmin ali olan aksamı ki Peygamber’e münzel vahdetin lüzumundan bahs edildiği halde bu ittihadın esbabını fi’len tedarik ve ihzar etmeye çalışılmamıştır. Esasen müslümanlar arasında vahdet-i fikriyye vardır. Bunu Kuran-ı Kerim ve Fahr-i kainat Efendimiz efrad ve ümem-i İslamiyye arasında bin üç yüz küsur seneden beri te’min buyurmuşlardır. Her müslüman [diğerini] kendi kardeşi [gibi] seviyor hatta onı bazan nefsine de tercih ediyor. Asıl yapılacak şey müslümanları maddeten ve iktisaden birleştirmektir. Halbuki maatteessüf bu cihet memalik-i İslamiyye’de vasi’ ve devamlı bir teşkilat-ı mad-diyye ve iktisadiyye vücuda getirmek ciheti şimdiye kadar düşünülmemiş denilebilir ki bu mühim iş tamamıyla ihmal edilmiştir. Alem-i İslam’ın hal-i hazırdaki mevcudiyet ve vaz’iyyetleri Ehl-i Salib’i o derece düşündürüp endişenak etmez. Çünkü müslümanlar bir kere ulum ve fünun de mevcudiyeti elzem olan revabıt-ı maddiyye ve iktisadiyyeden zamanda ilmi ve fenni bir suretde gereği gibi mücehhez olmayan bir ferdin yahut bir milletin ne kendisine ve ne de civarında yaşayan komşularına faidesi dokunmayacağı bedihidir. Sonra envar-ı ilim ve mukteziyat-ı asr ile mücehhez ve münevver olmayan müslüman milletlerinin adedi ne kadar çok olursa olsun rakiblerine karşı hiçbir kuvvet teşkil etmeyecekleri de muhakkakdır. Ancak bu noksanı ikmal ve bu boşluğu imla ettikleri gün müslümanlar ni düşmanlarına karşı vikaye ve muhafazaya kudret-yab olacaklardır. Bu nevakısı te’min eder yegane vasıta da ma’arifin bütün diyar-i İslamiyye’de sür’atle pek vasi’ bir suretde neşr ve ta’mimi keyfiyetinden ibaretdir. Cehli üzerlerinden atıp ilim ve ma’rifetle mücehhez oldukları dakikadan i’tibaren her müslüman kendi vazife-i diniyyesini bilecek ve din ve imana karşı tecavüz etmek her şeyden evvel memalik-i İslamiyye’nin her tarafında ma’arifin neşr ü tervicine bütün müslümanların el birliğiyle çalışmaları en mütehattim vazifeleridir. Müslümanları layıkıyla birleştirecek diğer bir vasıta da va’z ve irşad meselesidir ki bu birinci mühim olan şey şimdiye kadar kamilen ihmal edilmiştir. Va’z ve tebliğ amillerinin ehl-i İslam beyninde büyük bir ehemmiyet ve kıymeti vardır. Bu usule diyanet-i İslamiyye’nin bidayet-i te’sisinden beri ri’ayet edilmiş ve Müslümanlık bu sayede yeryüzündeki akvam ve ümem beyninde intişara başlamış yüzlerce milyonluk mu’azzam kitleler vücud bulmuş günden güne İslam’ın kuvvet ü samanı artmıştır. Bugün neşr ve tebliğin en birinci vasıtası ise matbu’atdır. Bunu tasdik etmeyen hiç kimse yoktur. Müslümanolduğu tevatüren menkul bulunan nazm-ı celilin ahkam ve ahlaka müte’allik aksamındandır. Bunu ve ihtiyacat-ı maddiye-i beşeriyyeyi tatmine kafi ve kafil olan sanayi’ ve fen kısımlarını mütehassısları vasıtasıyla ta’lim ve ta’mim etmek mesaib-i cehlden ümmeti kurtarmak emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerde hiçbir laimin levminden havf etmeyerek devam edip inhitata nihayet vermekden ibaretdir. Mebadisiyle makasıdı bunlardan ibaret olan hakimiyet-i şer’iyyeye müslümanlar münkad oldukça mu’terizleri bulunsa da ma’ruz-ı helak olmazlar. Türkiye’nin ve Türklerin İslam dünyasındaki nüfuz hürmet i’tibarları pek ziyadedir. Her İslam diyarı her büyüktür. Keyfiyet o kadar doğru ve hakiki bir şeydir ki kimse bunu inkar edemez. Türkiye halkının dört yüz milyon müslüman kalbinde işgal eylediği mevki’-i ihtiramın sebebi de ma’lumdur. Bidayet-i teşekkülünden bu dakikaya kadar Türkiye; Avrupa’da bulunmak i’tibariyle düvel-i Mesihiyye ve Ehl-i Salib ile daimi ve sıkı bir temas noktasında bulunmuşlar; Salibiyyunun memalik-i İslamiyye’ye karşı ye müslümanları mukabelede bulunarak mallarıyla canlarıyla her türlü fedakarlık göstermişler; Müslümanlığı müdafa’aya kudret-yab olmuşlardır. Bu mühim gayret ve fedakarlıklardan dolayıdır ki yeryüzündeki bil-umum müslümanlar Türkiye müslümanlarını İslamiyet’in en büyük mürşid en cesur ve mücahid evladı telakki etmiş; onları kura-yı İslamiyye’nin hakiki cengaverleri bilinmez korkmaz bahadır kahramanları bilmişlerdir. Hakikaten yüzlerce seneden beri Türkiye müslümanlarının sinesi Ehl-i Salib muhacemesine karşı en rasin ve metin kaleler teşkil etmiş ve daima İslamiyet’in bu fedakar ve necib evladı vazife-i nazifesini ifa edegelmekle sahifeler işgaline muvaffak olmuşlardır. Türkiye müslümanlarının bu kadar büyük hizmet ve fedakarlıklarına mükafeten Hilafet-i celile-i İslamiyye’nin sahibi ancak Türkiye müslümanları olacağında bütün akvam-ı İslamiyye ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh alem-i savvur edilmez. Müslümanların yalnız bir hataları vardır ki pek büyüktür. Yüzlerce seneden beri müslümanlar arasında ve sermayedaranından teşkil etmek pek güç bir iş değildir. Bunu hepimiz biliriz ki İran’dan Türkiye’ye Türkiye’den de eşya ve emti’a gelip gider. Bu mallar evvelce Rusya tarikiyle sevk olunurdu. Arzu ettiğimiz Beyazıd-İran otomobil nakliyat şirketi te’essüs ederse İran-Türkiye ticaret ve iktisadiyatı için pek mükemmel ve selami bir cadde açılmış olacaktır. Türkiye ve İranlılardan teşekkül edecek olan bir şirket hemen yüz otomobil işletmek suretiyle bu ihtiyacın ref’ine çalışacak ve her iki İslam unsurunu iktisad ve ticaret rabıtalarıyla da birleştirmiş olacaktır. Bu gibi teşebbüsat-ı iktisadiyye ve ticariyyeden Afganlı kardeşlerimiz de istifade edebileceklerdir. Mesela Herat ile Bayezid arasında buna mümasil bir otomobil nakliyat şirketi teşkili pek çetin bir iş sayılmaz. Git gide bu nakliyat şirketleri bir şimendifer şirketi halini ileride bu gibi mühim ve yegane amil-i ittihad ve irtibat olan bir caklar hem de beyne’l-İslam revabıtın husulünü te’min etmiş bulunacaklardı. Fikrimizce yüzlerce sene evvel İslam hükumet ve milletleri şayan-ı te’essüf bir takım ihtilaflarla düşmanlarımızı memnun ve müstefid eyleyecekleri yerde bu gibi teşkilata ve te’sisata maddi ve iktisadi bir suretde revabıt te’minine hasr-ı himmet etmiş olaydılar bugün müslümanlar bu derekelere inmeyecekler bugünkü felaketlere duçar olmayacaklardı. Bu gibi iktisadi ve ticari teşebbüsatı kuvveden fi’ile çıkarmak pek kolaydır. Yeter ki ilk adım atılabilsin. Eminiz ki müslümanlar arasındaki birçok ufak tefek ihtilafat bu cek ve millel-i İslamiyye arasında hem maddi ve iktisadi hem ma’nevi ve ictima’i rabıtalar pek ziyade kuvvet bulacaktır. rıni’lan-ı hürriyet ederek Frenkleşmekde olduğunu bilmünasebe geçen hafta mevzu’-i bahs eylemiş ve bu tereddi cereyanlarının önüne geçmek maksadıyla bazı ların birbirinin hallerinden haberdar olmaları lazımdır. takılle ve meşgule-i İslamiyye’de tahaddüs ve cereyan eden ahval ve evza’a bütün müslümanların vakıf olmaları artık en mübrem bir zaruret haline gelmiştir. Mühim mesailin daha derin düşünebilmek için kitab ve risale şeklinde tab’ı fevaid ve muhassenat-ı azimeyi mucibdir. Avrupalılar bunapropagandademişlerdir. Biz ise irşad ve tenvirtesmiye edebiliriz. Esasen birbirinden haberi olmayan akvam ve anasır-ı detli muhtac oldukları edna mülahaza ile anlaşılır. Bugün yanılmıyorsak Ankara’dan gerek İran ve gerekse Afganistan ile muhabere etmek için elzem olan vesait arzu olunan derecede mebzul değildir. Afgan şöyle dursun İran ile bile aramızda henüz telgraf hattı te’sis edilememiştir. Üç ayda gelebilen gazetelerin faidesi ise ne kadar olabileceği bellidir. O halde muhabere ve mürasele vesaitinin behemehal pek muntazam bir hale ması elzemdir. Bu suretle fikirlerimizi gazetelerimiz ve risalelerimizle komşularımıza sür’atle anlatır ve onları kendi halimizden haberdar edebiliriz. Eminiz ki İran’da ve Afganistan’da vesair yerlerdeki kardeşlerimiz de tıbkı böyle düşünürler aynı suretde çalışmak arzusunda bulunuyorlar. Tabi’idir ki fikrimizi akvam-ı İslamiyyeye daha vazıh daha etraflı anlatabilmek etmesi icab eder. Farisi ve Arabi lisanıyla intişar edecek olan bu ceridelerin İslam milletleri arasında te’arüfe ne kadar büyük hizmetler edeceği şüphesizdir. Bu tenvir ve irşad vasıtasından sonra iktisadi ve maddi bir suretde çalışmaklığımız zaruridir. Vesail-i iktisadiyye menafi’-i ticariyye de bizi birbirimize pek kavi bağlarla bağlayabilir. Bugün bizimle mesela İran ve Afganistan arasında bir ticaret bir alış-veriş hemen yok gibidir. Niçin? Çünkü yolumuz vesait-i nakliyyemiz yoktur. Deve ayağıyla ticaret etmenin mal alıp göndermenin usulü bugün hiç maksadı te’min etmez. O halde ne yapmalıyız? Elbette bunun bir çaresi bulunur. Elverir ki bu meseleler düşünülmeye başlansın. Zannımızca evvela Türkiye ile İran arasında bir münakale ve ticaret yolu açmaya çalışmalıyız. Buna muvaffak olursak hem sağlam bir rabıta-i maddiyye husule gelir hem de seyr ü sefer için suhulet-i lazime elde edilmiş olur. Bunun için Erzurum ve Bayezid hududumuza kadar Trabzon’dan i’tibaren bir otomobil nakliyat şirketi teşkiline gayret etmeliyiz. Bu şirketi Türkiye-İran tüccar tercüme edersek “sihir ve efsununu gaib eden kızlar” demek lazım gelir. İşte Piyer Loti yeni Türk kadınına verdiği bu sıfatla Türk aleminde büyük bir hadiseyi keşf etti. O bu hadiseyi keşf ettiği zaman biz Avrupa medeniyetinin hasretiyle yanıyorduk. Bizim bu dalgınlık devremizde yüz tuttu. Abdülmecid ve Abdülaziz devirlerinde İstanbul’un Türk kadını çok tekamül etmişti. Ben zan ediyorum ki o tekamül tabi’i yolunda devam etseydi bugün Türk kadını yine bugünkü kadar azad ve hür bir mevki’de bulunur fakat bugünkü gibi bir Avrupa kuklası olmaz sihir ve efsununu muhafaza ederdi. Bu tabi’i yoldan inhiraf mürebbiyeler Sör mektebleri kolejler ve bizim kendi elimizle yazdığımız özenç romanlarının yüzünden oldu. Bugün İstanbul’un tamamıyla alafranga kibarlıkda en ziyade mümtaz hanımlarını göz önüne getirdim farz-ı muhal bütün Türk kadınları bu hanımlar gibi olsalardı Türk milleti kırk elli sene sonra kürre-i arz üzerinde yok olurdu; çünkü yetişecek nesil Türkçeyi unutur Türklüğün dini dili irsi her türlü hassalarından mahrum olarak yetişir renksiz bir halita halinde tecelli ederdi; Menfi tarzda tenkidi uzatmak fayda vermez milli ruhunu tamamıyla gaib etmiş pek mahdud bir sınıfdan ma’ada bütün müterakki Türk kadınları ve erkekleri bugünkü revişi beğenmiyorlar; hasretle arzu ediyorlar ki kadının terakkisi milli terakki olsun. mesail-i diniyye ile iştigali münasebetiyle Viyana’da bulunan İkdam gazetesinin sahibi Ahmed Cevdet Bey gazetesine şayan-ı dikkat bir makale göndermiştir. Bazı fıkralarını aynen alır ve bütün muallim ve muallimelerin nazar-ı dikkatlerine arz eyleriz: Muallimin Cem’iyeti hemen şimdiden hey’et-i ictima’iyyeyi alakadar edecek mühim bir mes’ele ile iştigale başlamıştır. O mesele bugün Fransa’yı dahi işgal eden dini ve ahlaki tedrisat mes’elesidir. Maarif Nezareti gayr-i kabil-i inkardır ki o mes’ele ile şimdiye kadar bihakkın Fakat bunu kolay bir şey zan etmeyelim. Tedrisat-ı diniyyeden maksad yalnız namaz oruç gibi ibadatın erkan-ı zahiresi değildir. Bu da lazım. Eskiden dini tedrisat pek kısa ve mahdud idi. Eski mekteblerin tedrisatı ilmihallerden nihayetDürr-i Yektatedrisinden ibaret diniyye vardı. Çocuk onu ekseriya evinden muhitinden hamiyetli ve imanlı zevatın bütün kuvvetleriyle irşad ve mücadeleye başladıklarını söylemiştik. Bu muhterem zevatın tehlikeyi görerek garb medeniyetini garb ictima’iyatını memlekete sokmak isteyen hüviyeti meşkuk mezhebi belirsiz birtakım muharrirlerin müahezelerine rağmen irşad ve mücadelelerinde devam etmeleri cidden şayan-ı takdirdir. Yahya Kemal Bey son makalelerinin birinde milleti gidişi milli ruhunu gaib etmiş pek mahdud bir sı-nıfdan ma’ada ekseriyet-i azimenin takbih ettiğini söylüyor ki bu intibah pek ziyade mucib-i memnuniyyetdir. İnşaallah geçenlerde İstanbul halkına hitaben neşr ettiği beyannamede “Mekarim-i ahlakı itmam için gönderilmiş bir dinin muhafaza-i esasatını kendine umde ittihaz eden ve bu haysiyetle İstanbul’daki sukut-ı ahlakdan son derece müte’essir bulunduğunu” söyleyen ve “kadın olsun erkek olsun milletin mukaddesatını hiçe sayan namusunu lekeleyen nefis ve hevasına esir birtakım erazilin yakında bu hareketlerinin hesabını vermekden kurtulamayacaklarını” ihtar eden Büyük Millet Meclisi Hükumeti’nin avn-i Hak’la teşkil ve techizine muvaffak olduğu kuva-yı İslamiyye İstanbul’a girdiği zaman o milli ruhunu gaib etmiş mahdud sınıfın da ceza-yı sezasını vermekle milletin ma’neviyat ve ictima’iyatını bu müdhiş afetden tahlise muvaffak olur. Hemen Cenab-ı Hak o günleri yaklaştırsın. Yahya Kemal Bey’in yeni kadınlığa dair musahabelerinden atideki fıkraları aynen nakl ediyoruz.: aleminin en üst tabakasında bulunuyorlardı; Suriye Mısır Tunus Kafkas İran hatta Hindistan şehirlerinin mü kadınları örnek diye İstanbul kadınını görüyorlardı. Türk kadını alafrangalaşmaya başladığı günden sonra bu yüksek mevki’i yavaş yavaş gaib etti öyle görülüyor ki büsbütün de gaib edecek; bir zaman sonra şark aleminde Rum Ermeni Bulgar Sırb Hırvat kadınlarıyla bir safda belki de onlardan da dun bir derecede görünecek. Piyer Loti’nin yeni İstanbul kadınlarına dair meşhur romanında hanımlarımızın anlayacağı hazin bir ma’na vardı. Fakat o romanın bu hazin ma’nasını değil hatta ünvanını bile pek anlayamadık; Piyer Loti’nin “Desenchantees Kızlartesmiyesini biz “naşad kızlar” gibi tamamıyla yanlış bir tercümeyle bozduk. Piyer Loti “Desenchantees Kızlar” derken alafrangalaşarak İslam hareminin sihir ve efsununu gaib eden Türk kızlarından bahs ediyordu. Eğer dünyanın dört köşesinde herkesin ma’nasını anladığı bu meşhur tesmiyeyi doğru bir tarzda öğrenirdi. Fakat umum mekteblerimizin sathi bilgileri ve diğer tarafdan umumen za’fa uğrayan hissiyat-ı ma’neviyye ile çocuk evinden mektebinden muhitinden kendisine lazım olan kuva-yı ma’neviyyeyi istinbatdan mahrum kaldı. Nihayet gayet fena bir vaz’iyete girdik. Tedrisat-ı ahlakiyyede en mühim müessir muallimin kendi gidişi görünüşü hareketi ef’al-i şahsiyyesidir. Muallim bir tarafdan mektebde tedrisatda bulunur da kendisi kuva-yı ma’neviyyeden mahrum olur ise tedrisatdan beklenilen hayır gelmez. Mesela kumarın işretin muhalif-i şeri’at olduğunu takrir eden muallim ilk önce kendisini bunlardan teberri etmelidir. Yoksa şakirdan muallimin harekat-ı şahsiyyesini tedrisata zıt görürler ise ahlakları eskisinden daha berbad olur. Kuva-yı ma’neviyyeyi tezyide hadim olacak meziyetleri yalnız söylemek kifayet etmez. Çocuğun hayatında bunu ona öğretmelidir. Mesela çocuğa yalan söylememeyi birinin hakkına el uzatmamayı arkadaşlara fena söz söylememeyi onlar hakkında şikayetde bulunmamayı ve saireyi mektebdeki ef’al ve harekat ile öğretmelidir. Temizlikden bahs edildiğinde mektebe pis ve murdar gelen çocuğa nasihat edip ertesi günü temiz gelmeyi ona anlatmalıdır. Millet arasında ittihad gibi en kıymetli bir kuvvet emin olun daha ibtidai mektebinden başlar. Bir çocuk arkadaşlarına hüsn-i mu’amele etmeyi öğrenir ise o çocuk büyüdüğünde bütün efradıyla na el vurmamayı komşusunun bahçesindeki meyveleri koparmamayı öğretmek iktiza eder. Muallimlerin en ziyade dikkat edeceği şeyler vardır. Nerede ne gibi fena haller görülüyor ne gibi ıslahı iktiza eden mesavi vardır aramızda en ziyade tahribat icra eden fenalıklar hangisidir bizim gençliği sarsan nedir bunları derpiş edip nesl-i atiye bu hastalıkların sirayet etmemesi esbabını ihzar etmelidir. Kitabdan tedrisat kolaydır. Fakat tedrisat-ı ma’neviyye nefis tatbikatından başlayacağı için güçdür. Çocuklarımız tarih-i İslam’ı hemen hiç bilmiyorlar. Çocuklara erkan-ı ibadatı da fi’len göstermek ve onunla alakadar olmak lazımdır. Evet mektebde namaz da kılınmalıdır. Çocuklar abdest nasıl alınır namaz nasıl kılınır bunlar mükemmelen öğretilmelidir. Ben Hıristiyan çocukları çok görmüşümdür erkan-ı ibadatdan bilmedikleri yoktur. Anaları babaları bunları ellerinden tutup Pazar günleri temiz ve muntazam giyinmiş oldukları halde kiliseye götürürler. Zaten Hıristiyanlık’da bazı erkan-ı ibadet vardır ki Hıristiyan olmak için behemehal onu yapmak mecburidir. Binaenaleyh çocuk ister istemez erkan-ı ibadatı öğrenir. Bizdeki gibi değildir. Mösyö Luid Jorj’un ahiren bir tercüme-i halini okudum. Müşarun-ileyhin kuvve-i fa’alesi fevkalade imiş. Fakat hissiyat-ı diniyyesi de pek yüksek bir derecede mın şu hali şayan-ı dikkatdir. Bizde yanlış bir yola sapılmış dinin terakkiyat-ı medeniyyeye muhalif olacağı hakkında bazılarınca bir zehab hasıl olmuştur. Bu zehabı tevlid eden din değil dinin bi-hakkın bilinmemesidir. Beşerin tarih-i tekemmülüne medeni ve fikri seyrine vakıf olmayan kimselerin elinde din ihtimal ki mani’-i terakki olmak üzere görünüyor. Fakat dinin hikemiyatına ve gayesine muttali’ olanlar bilakis dini terakkiye alet ederler. Avrupa’nın erbab-ı ilim ve irfan mesail-i diniyye ile çok alakadar oluryorlar. Yüzlerce milyon insanları idare eden müessesat ve akaid-i diniyye bir tarafa atılamaz. Bunlar ile itilaf etmek lazım gelir. gazetesinin başmuharriri bir müddetden beri “İhtilal mi İnkılab mı?” ünvanlı müselsel birtakım makalat neşr etmektedir. İleri geri birtakım efkarı muhtevi olan bu makalelerin sayısı onu geçtiği halde nokta-i azimeti gayet ve müntehası henüz tamamıyla tebellür edememiş olduğu cihetle beyan-ı mütala’a muhtac-ı tevazzuh görülen bir nokta hakkında sermuharrir-i muhteremin maksad-ı alilerini anlamak maksadıyla birkaç söz söylemeye müsa’ade buyurmalarını rica ederiz. Bizim bildiğimize göre milletlerin ictima’iyatı kendi efkar ve akaidinin kendi ahlak ve secayasının kendi meşreb ve ahval-i ruhiyyesinin mevludüdür. Hiçbir millet diğer milletin ictima’iyatını taklid edemez. Ulum ve fünun-ı müsbetesini sanayi’ini alır; çünkü bunlar milletler arasında müşterektir. Hüviyet-i milliyyeyi tebdil edecek mahiyetde değildirler. Lakin ictima’iyata gelince o böyle değildir. Her milletin kendine mahsus bir temyiz eden bu ictima’iyat-ı hususiyyedir. Ve bu uzviyet-i tirebilmek ne şunun bunun elindedir; ne de zarardan fevza-yı ictima’iyyeden başka bir faideyi mucibdir. Zira her hangi bir milletin ictima’iyatına temessül eden diğer bir millet kendi hüviyetini temessül ettiği milletin hüviyetine kalb etmekden başka bir şey yapmış olmaz. Eğer sermuharrir-i muhteremin arzu ettiği vechile müslüman olan milletimize garbın ictima’iyatını aşılayacak olursak akıbet ne olur? Hiç şüphe yok ki o zaman lar üzerine yeni başdan inşa etmek arzusunda bulunuyorlar. Maamafih bu fikr-i esasi bir cihetden ta’ammüm ve terakki ettikçe ilim de diğer cihetden gitgide bunun hilafını gelebilmek hassasına malik fakat öyle bir şekil vücuda getirebilmeye kadir bir nevi’ libas teşkil eder ve işte bu sebebden bir kavim için pek iyi olan müessesat diğer bir kavme göre gayet fena ve meş’um olabilir. Bir kavmin müessesat ve kavanininin tebdiliyle ruhunun ta’dil ve ıslah edilebileceğine inanmak artık bir akım haline gelmiştir. Latin akvamı henüz bu zann-ı fahişden fariğ olmamışlardır ve işte onların za’fiyetine badi olan da budur. Latinlerin nüfuz-ı müessesat hakkındaki zann-ı vahileri tarihin en hunin bir ihtilaline milyonlarca adamların memat-ı dehşet-engizine bil-umum müsta’meratımızın inhitatına ve Sosyalizmin terakkiyat-ı tehdidkaranesine ba’is olmuştur.” Garbın hayat-ı ictima’iyyesini yine garbın hükeması tenkid ve muahaze ediyorlar. Bu hususda pek çok şevahid etmek de doğru değildir. Garbda Latinler Anglo Saksonlar Cermenler Ordodokslar vardır ki bunların hayat-ı ictima’iyyeleri elbette yekdiğerinden farklıdır. Bunlardan hangisinin ictima’iyatını alacağız? Ve bu hususda mi’yar ne olacaktır? Lutfen sermuharrir-i muhteremin bu hususda bizi tenvir buyurmalarını rica ederiz. mevcud te’adüd-i ictima’i-i İslami kalkar onun yerine garbın sunuf-ı ictima’iyyesi arasında hükümran olan kin ve rekabet kaim olur. Bu suretle milletimiz arasındaki hürriyet ve müsavat-ı ferdiyye uhuvvet-i İslamiyye zail olarak garb milletlerinin yaşadıkları hiç de arzu edilmeyen şerait yani sunuf-ı ictima’iyyeyi hiç biri memnun olmamak üzere istirdad-ı hak için ebediyyen yekdiğeriyle boğuşmak zaruretine mahkumiyet baş gösterir. O halde milletimizin halası için “yegane çare garbın ulumuna fünununa sanayi’ine ictima’iyatına müraca’at etmektir. Başka çare yoktur.” diyen sermuharrir-i muhteremin maksadını nasıl te’vil edeceğimizde mütehayyir kaldığımızı ma’zur görürler zan ederim. Eğer mumaileyh sürecek olurlarsa nazar-ı dikkatlerine Göstav Löbon’un ’inden şu fıkraları arz ederiz: “İlmü’l-hayat mütehassısları laboratuvarlarının bütün mu’avenetlerine hizmetlerine rağmen bir nev-’i zi-hayatı tebdile asla muvaffak olamamışlardır. San’at-ı terbiyyenin vücuda getirmeye muktedir olduğu ta’dilat-ı basita-i hariciyye na-kabil-i imtidad ve mahrum-ı kuvvetdir. Bir uzviyet-i ictima’iyyeyi değiştirmek bir mevcud-ı zi-hayatın tebdilinden daha kolay mıdır? Müessesat-ı cedide vasıtasıyla cem’iyatı yeni baştan teşkil etmek imkanı bil-umum edvar ihtilalcilerine ve bilhassa bizim İnkılab-ı Kebir’inkilere daima kat’i ve muhakkak görünmüştür. Bu imkan elhaletü hazihi Sosyalistlerce de şüphesiz ve kat’i görülmektedir. Bunların hepsi de cem’iyat-ı beşeriyyeyi akıl tezahürü tarafından vücuda getirilmiş yalan­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Müslümanlık aşk ve muhabbeti uğurunda sahabe-i kiramın gösterdikleri harikulade metanet ve fedakarlık. Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti’nin Cem’iyetin maksadına ermek için sarf ettiği mesa’i-i azime Cem’iyetin katib ve tercümanı olan Mehmed Şerif namında bir hainin yaptığı fenalıklar Mehmed Şerif’in tercüme-i hali. Din-i mübinin mümtaz smanlı Devleti’nde din ve devlet gayreti bugünkü İslam aleminin karşısında bulunduğu tehlikeli cereyanlar: Taklid cereyanı Na-beca ta’assub cereyanı teması Aldığı ve verdiği şeyler. Hayat için yemek su hava ne kadar lazımsa Dağıstanlı için de istiklal o derece lazımdır Dağıstan’ın ahval-i coğrafya ve ihsaiyyesi Dağıstan’da sakin kabileler ve mikdar-ı nüfus Şarkı garbı alt üst edecek bir hadisedir. Rusların Venştorg Teşkilatı Trabzon Bayezid Nakliye Otomobil Şirketi’nin te’sisi lüzumu. Evet bir mümin-i kamilin kalbinde bulduğu ezvak-ı ruhaniyenin bir lahzası dünya ve ahiretin mülk ve saltanatında değişilmez hiçbir cevr ve eza o ezvakı feda {b ¶uÀc³Y sebeb olamaz. i u—\ Y³\¹ Ê Y³\ Sabıkin-i İslam’dan Basir’e Beni Mahzun rüesası o kadar müte’essiren şehid olmuştur. Sümeyye nam mühtediyeyi bir ayağını bir deveye ve diğer ayağını bir deveye bağladılar. Develeri ma’kus taraflara sevk ile müşarunileyhayı bacaklarını koparmak suretiyle şehid ettiler. Sabıkin-i İslam’dan daha yüzlerce kimselere hatır ve hayale gelmeyen işkenceler edilmiş ve hiç birisinin terk-i Nihayet bu mezalimden kurtarılmak için arzu edenlerin hicret etmelerine müsa’ade buyuruldu. Damad-ı Nebevi Osman b. Affan ve zevcesi Rukiyye bint-i Res-ul Ebu Huzeyfe ve Zübeyr b. Avvam ve sair erkek ve kadın dar ve diyarlarını emval ve emlaklerini bütün alaik-i vataniyelerini terk ettiler bin sefalet ve perişani müslimin şa’b Beni Salib’de haps ve muhasara edilmiş ve haricden yiyecek ve içecek idhali men’ edilip üç sene mahsur bırakılmışlardır. Esfal-i mümininin açlıkdan büka ve figanları asümane çıkıyordu. Bu hasr ve haps bu tehcir ve tağrib dahi bu yeni Müslümanlardan bir tanesini bile aziz dinden döndürememiş ve muhasara ref’ olunarak ferden ferda eza ve işkencelere yeniden başlanmış idi. İşkenceler tahammülün fevkine çıkmış ve bu hal ile artık Mekke’de İslam’ın bekası gayr-i mümkün görülmüştü ki cümleten Medine’ye hicretlerine müsa’ade-i nebeviyye sadır olmuştu. Bu hicretde artık umum ashab-ı mal ve mülklerini ve her mevcudlarını bu yolda feda etmişlerdir. Sabıkin-i İslam’ın bu kadar mezalime ma’ruz oldukları amaca meşhud olduğu halde hakikat-i İslam tevsi’-i daire-i intişar etmekdlen geri kalmıyor bir tarafdan vicdanlara ruhlara ifaza-i envar ediyor idi. Her türlü mevani’a mezalime rağmen İslamiyet etraf kabail içine ve hatta Medine-i Münevvereye tefevvüz etti. Bilhassa Medine’de pek sür’at ve muhabbetle karşılandı. Ehl-i Medine hakikat-i İslam’ı o kadar takdir ve harz-i can ettiler ki muhacirin-i İslam’a her türlü mu’avenet ve muzaheretde yekdiğeriyle müsabaka ediyorlar idi. Ehl-i Medine laklerini hep kardeş payı edercesine muhacirine ibzal ederler idi. Müşarun-ileyhin bu derece hizmet ve fedakarlıkları sayelerinde muahatı intac etti. Sallallahü aleyhi ve selSahabe-i kiramın metanet ve fedakarlığı Ashab-ı kiram-ı Muhammedi’nin sallallahü aleyhi ve sellem ve aleyhimü’r-rıdvan metanet ve fedakarlıklarını tasvirden kalemler ve tasavvurdan fikirler acizdir. Bir gün veya dakika evvel zat-ı risalet-penahiye aleyhissalatü vesselam ve din-i mübinlerine adüvv-i ekber olan her ferd bir gün veya bir dakika sonra ya’ni kabulü’l-İslam yine o zat-ı kerim ve yine o din-i mübin uğurunda bir fedai bir gazanfer oluyordu. Bütün malını mülkünü evlad ve iyalini akraba ve ta’allukatını ve mensub olduğu kavmin adat ve ananat ve ma’budatını feda ediyor; hatta o yolda can vermeyi cana minnet biliyordu. ki dünya kurulalı hiçbir millet ve cem’iyyetde emsali görülmemiştir. Sabıkin-i İslam’a terk-i din için o kadar işkenceler etmişlerdir ki zikir ve hayali tüyleri ürpertir. O mübarek zevat İslamiyet’den aldıkları hazz-ı ma’neviyi hiçbir sebeble terk etmemiş o kadar elim azablara tahammül etmişlerdir. Müsa’adenizle bu babda birkaç misal irad edelim: Müezzin-i nebevi Bilal rüesa-yı Kureyş’den Ümeyye’nin kölesi idi. Gizlice kabul-i İslam eylemişti. Ümeyye dinletemedi. Nihayet büyük bir ip ile bağlayıp birkaç şeririn ellerine verdi. Sokaklarda taşlar üzerinde sürüderek vücudunu pare pare ederlerdi. Çıplak vücudunu dikenler çalılar üzerinde sürüdür kanlarını akıtırlardı. Her ezada terk-i din teklif ederler; Bilal’den tevhidden başka cevab alamazlar idi. Öğleyin vakti hararet-i şemsde sıcak kumun üzerine çıplak yatırır ve üzerinde et pişecek kadar kızgın olan taşları cisminin he tarafına basarak dağlarlar terk-i İslam teklif ederler Bilal’den yine tevhid-i Bari’den başka cevab alamazlar idi. Fakat Cenab-ı Bilal artık telaffuza kadir olamıyor. Parmağıyla Hazret-i Ebubekir bu mel’anete sabr edemedi. Ümeyyeyi paraya itmı’ ederek on kıyye altın ve diğer bir köle mukabilinde satın alarak azad etti. Biçareyi bu azabdan kurtardı. Acaba Bilal’e bu kadar ezaya tahammül ettiren din-i Muhammediyi lisanen ve muvakkaten olsun terk ettirmeyen mebni ve bu kadar eza ve işkencelere tekabül eden zevk-i vicdan nekadar tatlı ve mutlu idi! - lem efendimiz yüz elli muhaciri yüz elli ensar ile kardeş ettiler. Müsavat-ı beşeriyye esası o kadar tecelli ettirildi ki bir köle bir şerif ve seyyid ile kardeş olup o şerif her varını o köle ile müşterek ediyordu. Hatta ensardan bazısı iki zevcesinden birini tatlik ile bir muhacire vermek istiyordu. Fakat muhacirin-i kiram dahi uluvv-i cenab ve izzet-i nefislerini muhafaza ediyor o din kardeşlerine bar olmak istemiyor ırgadlık amelelik dahi ederek ellerinin teriyle ta’ayyüş ediyorlar idi. Her derece-i kusvasını fi’ilen gösterirlerdi. Henüz Medine-i Münevvereye yerleşilmeden Bedir Gazası açıldı. Düşman ehl-i İslam’ın üç mislinden fazla asker ve techizat ile geldi. Fahr-i alem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz bunlarla harbe kıyam veya Medine’ye avdet için ashab-ı kiram ile müşavere buyurdular. Ashab-ı kiram: “Ya Resulallah biz sana Beni İsrail’in Hazret-i Musa’ya dedikleri gibi demeyiz. Senin en küçük rıza-yı şerifin için canımız feda olsun.” dediler. Tehlikeli bir muharebeye giriştiler. Şehidlerine müte’essif olmadılar. Ve rütbeye nailiyetlerinden naşi gıbta ettiklerine dair şi’irler söylüyorlar ve her biri gazanfer gibi düşmana hatta ölüme savlet ediyorlar idi. Neşr-i Nasraniyyet için teşekkül etmiş ve İstanbul’da da şu’beler küşadına muvaffak olmuş ve birtakım cazib vasıtalarla bazı İslam ve Türk gençlerini de iğfal ve idlal etmiş olan “Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti” nin müessisi hakkında bundan evvelki makalemde biraz izahat vermiştim. Daha birinci makalemde söylemiştim ki: “Bu cem’iyetin maksad-ı hakikisi Hıristiyanlık ruhunu neşir ve ta’mim etmekdir” bunu şimdiye kadar yazdığım üç maka-le pek vazıh olarak meydana çıkarmışdır. Şayan-ı teşekkürdür ki yazılarımız İstanbul gençleri üzerinde mühim te’sirler yapmış ve evvelce bu cem’iyetin vasıtalarıyla layarak ma’hud cem’iyet aleyhinde propagandaya başlamışlardır. Hıristiyanlığı ameli bir tarzda neşir ve ta’mim için dünyanın her tarafında binlerce şu’besi mevcud olan bu cem’iyetin sarf ettiği milyonlara evvelki makalelerimde Her tarafdaki teşkilat ve a’zalarını da yazacağım. Ancak bizi en ziyade alakadar eden İstanbul şu’besi olduğu ma’lumat vermek istiyorum. Türkiye’de ilk te’sis edilen “Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti şu’besi Beyoğlu şu’besidir. Şu şu’be Nisanında Doktor Sarsallos ile mu’avinleri Davidis ve . Van Bommel ki İstanbul şu’besinin müdür-i hazırıdır. Riyaset ve münasebetleri tahtında te’sis edildi. Harb-i Umumi müddetince fa’aliyetini izhar etmemişti. Ba’de’l-harb Teşrinievvelinde Profösör J. Honilteltong’un taht-ı riyasetinde Ceymis Yeres Bristol’ün mu’avenetleriyle tekrar te’essüs etmiştir. Bunu müte’akib senesi Kanunuevvelinin . Cuma günü Beyoğlu’nda erkeklere kadınlara mahsus birer şu’be mevcud olduğu gibi İstanbul’da erkeklere ve kadınlara mahsus bir şu’be vardır. Asıl bizi zehirleyenler işte bu dört şu’bedir. Bu şu’belerin haricinde yine aynı nam tahtında kulübler ve cem’iyetler de vardır. Bunlardan biri yine Amerikalılar tarafından idare edilen Rus Genç Hıristiyanlar Cem’iyetidir ki Ruslara mahsusdur. Diğeri Amerikan Bahriye efradına üçüncüsü İngilizler tarafından Amerikan ve İngiliz terbiyesi gören ve müslümanlığa fart-ı adavetleri ile ma’ruf olan Ermeni münevveran ve mu’allimininden bir çoğu bu cem’iyetle sıkı münasebat te’sis etmişlerdir. Bunlar Beyoğlu ve İstanbul şubelerinde fasıla ile konferanslar verirler. Amerikalılarla yerliler arasında her hususda bunlar vasıta oluyorlar. Ermeniler komiteleri tanınmış oldukları için olmalı ki Amerikalılar Rumlar tercihan Ermenileri kullanıyorlar ve bunlar daha ziyade emniyet ediyorlar. Neşr-i Nasraniyet ve tansir nokta-i nazarından bu cem’iyet hakkında söylediği sözler de zerre kadar hilaf-ı hakikat bir şey yoktur. Cem’iyetin her şeyine her işine nüfuz ettiğim için kat’iyyen iddi’a edebilirim ki: Çarşıkapıdaki bu sarı bina bütün ma’nasıyla bir kilisedir. Bu kilise adamlarının bütün harekat ve sekenatı İseviyetden mülhemdir. Cem’iyetin raporları ve istatistik cedvelleri iyi tetkik edilirse iki neticeye destres olunur: . Hıristiyanlara Hıristiyanlıklarını öğretmek ve diğer devletlerin idaresinde kalan hıristiyanları himaye etmek . Tansir ve Protestanlığı ta’mim. Cem’iyetin müdiranı kendi din ve mu’tekidatına o kadar sadık o kadar hürmetkardırlar ki her hal ve hareketlerinde bir rahib ta’assubunu görürsünüz. Bizzat müdürün odasına girince her şeyden evvel içi İncil’in olunur. Türkiye’deki Genç Hıristiyanlar Cem’iyetlerinin müfettişi Beyoğlu Taksim Sokağı numarada Amerikan Mister Boya’dır. Müteehhil bir gençdir. Ma’iyyetinde genç bir Türk tercümanı ve memurin-i sairesi vardır. Türkiye’deki şu’benin katib-i umumisi Mister Siteger umumi vasıtasıyla cereyan eder. yaşlarında Mister Gutsel isminde bir Amerikalıdır. Müteehhildir. Gaziantep Amerikan Koleji’nde senelerce müdüriyet vazifesinde bulunmuştur. Adi ve Ermeni şivesiyle Türkçe konuşur. Şimdi Dersaadet’de Amerikan Kitab-ı Mukaddes Şirketi’nin müdürüdür. Üsküdar’daki Amerikan lisan mektebinde dini dersleri vardır. Amerikan misyonerlerinin Türkiye’de en nafiz ve mesmu’ü’l-kelim olanı bu rahibdir. Son derece muta’assıb bir papasdır. zın irşadatıyla tenevvür edeceklerdir. Reis hazırda yaşlarında Mister Van Yommel isminde bir Hollandalıdır. Ve müteehhildir. Amerika’dan şehri liraya yakın bir tahsisat alır. Türkiye’deki Amerikan misyonerlerinin en müteneffizanındandır. Terbiye-i bedeniyye müdürü yaşlarında bir Amerikalıdır ve mütehhildir. Amerika’dan liraya yakın maaş alır. Gençlere spor bahanesiyle en ziyade nüfuz eden gençlerle herkesden ziyade münasebet ve temasda bulunan ve onları her dakika zehirleyen odur. Terbiye-i bedeniyye müdür mu’avini yaşlarında Haridos Lagodakis isminde Giritli bir Rumdur. Merzifon Amerikan Kolleji’nde okumuşdur. İngilizceye vakıfdır. Şehri lira maaş alır. Hem terbiye-i bedeniyye müdüriyetine yardım eder. Hem güzel resim yaptığı ve hüsn-i hatta malik bulunduğu için cem’iyete calib-i nazar i’lanlar ve filimler ve resimler yapar. tercümanı yaşlarında Mehmed Şerif isminde Harputlu bir Türk’dür. Şehri lira tahsisat alır. Geceli gündüzlü cem’iyetde bulunur. Cem’iyetde yaşar bekardır. Bütün ma’nasıyla Protestan olan bu müsemma bi’n-nakizin vazifeleri şudur: Cem’iyetin Türklere a’zalara olan umur-ı tahririyesini ifa eder. Müraca’at eden gençlere cem’iyetin muhassesatından bahs ederek onları cem’iyete mal etmeye çalışır; a’za olacakların öğrenecekleri lisanı kayd eder. Hamam sinema ve konser biletlerini tevzi’ eder. Hasılatı alır ücüratı tahsil eder masarifatı idare eder. güzel cildlenmiş nüshalarıyla mala mal bir camekan nazar-ı dikkate çarpar. Bir genç bu cem’iyete intisab etmekle dini ve milleti namına pek çok zararlar göreceğinde hiç şüphe olunmamalıdır. Bilhassa kuvvetli bir din terbiyesi almamış olanlar için tehlike pek büyükdür. İyi bir din terbiyesi almış bulunan bir genç biraz da zevahirperest olursa her şeyde pek ilerlemiş olan bu Protestan rahibleriyle düşüp kalkdıkça bittabi’ Hıristiyanlık aşısıyla birden bire ruhunu aşılamış oluyor. Zaten meziyet ve kıymetini epeyce anlamadığı dinini ihmal ve hatta onun aleyhinde idare-i kelam etmeye başlıyor. Cem’iyetin adamları ne derece muta’assıb ve gece gündüz onların yanında bulunan bazı gençlerin İslamiyet’e karşı ne kadar laübali olduklarına bakınız. ken cem’iyetin sabık reisi Ködsel cem’iyete gelir ve Hıristiyan a’zayı toplayarak yarım Türkçesi ile İncil dersi verirdi. Rum ve Ermeni a’za Türkçe’den bir şey anlamadıklarını söylediler ve bunun üzerine hususi bir papas celb edildi. Papas her Cumartesi günü geliyor ve Hıristiyan gençlerine nesaih ve telkinat-ı diniyyede bulunuyor vaaz ediyor. Mezkur kiliseye sabah akşam devam eden Müslüman gençleri gözleri önünde oynanan bu oyunları neşir ve ta’mim-i Nasraniyyet namına çevrilen bu fırıldakları görmüyor veya görmek istemiyorlar. Bu gençler ne cem’iyetden çekilirler ne de Hıristiyan a’zalar kadar bir mevcudiyet gösterip de müslümanlar namına bir de “Kur’an sınıfı” teşkil edilmesini cem’iyetden isteyecek kadar bir cesaret ve terbiye-i medeniyye izhar edebiliyorlar. Cem’iyetin kasdı gitgide diğer a’zayı da bir Kur’an sınıfı açmak hiç de işine gelmez. Hulasa bu cem’iyet zahiren din maskesini takınmış değildir her hareketebeynelmilelsüsünü vermekde ve kendisine atf edilen neşr-i İseviyyet gayesinden pek uzakda bulunduğunu göstermeye çalışmaktadır. Fakat cem’iyeti yakından ta’kib edenler için bunun çocuk aldatmak kabilinden olduğu çokdan anlaşılmıştır. Yukarıda söylediğim vechle bizi en ziyade alakadar eden İstanbul şu’besidir. Binaenaleyh bu şu’benin teşkilatı Her şu’bede biri müdür-i idari diğeri müdür-i icra’i ve terbiye-i bedeniyye müdürü olmak üzere iki müdür bulunur. Bu müdürlerin ma’aşları bir olduğu gibi hukuk ve salahiyetleri i’tibariyle de müsavidir. İki müdür kendi vazifelerine ta’alluk eden hususatda mu’ayyen bir dereceye uydurmak şartıyla münasib gördükleri ufak tefek masrafı bila-istizan sarf edebilirler. Masraf fazla paraya fa’aliyetini teşdid etmiş ve Çarşıkapı’daki binayı bularak cem’iyetin İstanbul şu’besinin idare-i umumiyye memurluğu vekilliğini uhde-i hamiyyet ve gayretine almıştır. Cem’iyete dahil olan ilk gençlerimizi kandıran bu genç misyonerdir. Bizzat bendenize bile cem’iyetin ve cem’iyetin reisi bulunan papasın fezaili hakkında neler söylemedi! Riyasetden infisali tarihine kadar rahip Vesel haftada bir def’a sabah erken gelir ve Mehmed Şerif size İncil dersleri verirdi. Bu mürtedin yatak ve iş odasında masası üzerinde İncil’e ve Protestanlık akayidine müte’allik müte’addid kitapları bulunur ve ekseriyetle bunların tedkik ve mutala’asıyla meşgul olur. Bu nankör kağıdı üzerine nefis bir suretde basılmış güzel mücelled ve müzehheb haşiyeli ve haritalı İncili eline alır ve her rast geldiği Müslüman gence: “Azizim bakınız biz böyle güzel mu’tena bir akaid kitabına malik miyiz? Böyle güzel ve muhteviyatı kolay anlatılır din kitabını kim eline almaz!?” hezeyanlarını savururdu. Protestan rahib ve papaslarının irşadatıyla daire-i hidayete ! girmiş olan bu vasıfsız ne memleketini ne memleketin değerini hiç bilmez bütün mukaddesatımıza yı idare ve evliya-yı umurumuzun fena ve adi ve hayırsız müessesatımızın hiç olduklarını yalnız yaşamaya müstehık olmadığımızı küstahane bir cesaretle söylemekden çekinmez seciyesiz şu’ursuz bir İslam düşmanıdır. hakkında yazılan kıymetli makalede bir cümle beni çok derin düşündürdü ve senelerden beri “İslam” hakkındaki mu’ayyen ve kat’i fikirlerimi şu veciz ve ma’nidar cümle ortaya atmak için bende bir aşk uyandırdı. Cümle şudur: “Alem-i İslam kuvvetlidir iltihak ettiği taraf kat’i galebeyi kazanacaktır.” Alem-i İslam bana göre bir kuvvet değildir; başdan başa canlı bir varlık büyük bir kudretdir. Kuvvet maddi bir şeydir; kudret ise hem şanlı hem ma’nevidir. Bunun ret demeyi münasib görürüm. Sonra alem-i İslam hiçbir tarafa iltihak etmez. Müstefiz olmak isteyenler ona koşar. Düşüncelerimi birkaç makaleye sığdıracak kadar münakkah ve toplu yazabilmek kudreti naçiz kalemim kıymetli neşriyatına mani’ olacak bir su-i isti’mal yapmış Haftada bir def’a müdüre hesab verir. Resmi raporları ve cetvelleri tanzim ve müdüre takdim eder. Zairleri gezdirir. İngilizce lisanıyla verilen konferansları Türkçe’ye tercüme eder. Bir genç müslüman bir Türk olduğu ve eba an ced bu memleketin nan ü ni’metiyle perverde olduğu halde din-i mübinimizde düşmanlık eden hain bir misyoner cem’iyyetine hayasızca hizmet etmekden çekinmiyor. Hatta şena’atini daha ileriye vardırmış ve bizzat Protestanlığı kabul etmiştir. Şimdi bazan kendisinin evlad-ı Arabdan olduğunu idda eden ve bilahare Harputlu bir Türk olduğu anlaşılan ve fakat bu memleketin parasıyla bu memleketin mekteblerinde tahsil ettiğinde şüphe olmayan bu nankörün tercüme-i halinden biraz bahs etmek Bu müsemma bi’n-nakizin pederi jandarma tabur katibliğinden mütekaid son derece dindar mütteki ve haluk bir ihtiyardır. Bu peder-i salih hayırsız evladına sözünü hiç geçiremez ve evladının halinden kat’iyyen hoşnut değildir. Dayısı memleketimizin rical-i ma’rufesinden misyonu reisi Mustafa Beyefendi’dir. Mehmed Şerif Akka Sancağı idadisinde tahsil ettikden sonra Beyrut’a gelmiş ve Beyrut Sultanisinde leyli meccani vah zavallı milletin parasına olarak kayd edilmiştir. Sultani’den senesi mezun olmuş bu bir sene Beyrut’da Amerikan Koleji’nde okumuş sonra bu mektebin masrafına dayanamadığından Dersaadet’e gelmiş Mühendis Mekteb-i alisine devam etmiş ve mekteb-i mezkuru bi’l-ikmal senesi me’zun olmuş. Henüz Mühendis Mektebi’nin son sınıflarında iken Amerika da’i ve misyonerleriyle fazla temasda bulunmuş ve onlara müraca’atla mebadi-i diniyyelerini kat’iyyen kabul ettiğini bildirmiş ve onlardan tatlı vaadler almıştı. Bununla de efendiyi de bu cem’iyete ısındırabilmiş. Bu arkadaşları ler. Bu müsemma bi’n-nakiza akaid-i Hıristiyaniyeyi ilk telkin eden; şarkdaki Amerikan misyonerlerinin hatırı sayılanlarından Mister Perri’dir. Mühendis Mektebi’nin memleket namına yetiştirdiği bu genç Amerikalılarla te’sis-i münasebet ettiği tarihden mektebi bitirdiği tarihe kadar Amerikalılar namına propagandalar yapmış Amerikalılarla düşüp kalkmış ve nihayet İstanbul şu’besinin küşadı için lazım gelen zemini mebni İslam dininin en büyük ve feyyaz şi’arı imandır. Bunu bugünün ulum-ı ictima’iyye alimleri deha ile ta’bir ediyorlar ve diyorlar ki bir cem’iyetin umumi ve müşterek bir dehası bir vicdanı vardır ferdleri üzerinde de bu mevcuddur. Daha yükselince o cem’iyet te’ali eder. Bence bu çok doğru bir izahdır. Lakin iyi dikkat etmek lazımdır ki bugün henüz anlaşılan ve henüz bir “ilim” olacak düsturları vaz’ eden bu alimlerin şu ilmi keşfini bin üç yüz kırk sene evvel bilfi’l meydana koymuş bir cem’iyet vardı; ve o da İslam cem’iyeti idi. Bu cami’anın ferdii vicdanları umumi vicdanda eridiklerini arif olan akıl ve mümtaz şahsiyetler idi. Ferd kül içinde memzucen sabit olmuştu ki bu da len imandan başka bir şey değildi. olan milletlere karşı diğer-kam yürüyen İslam cem’iyeti bu sayede galib gelmişti ve İslam dinini de bu muhtelif milletler ancak gördüğü bu iman feyzi için kabul etmişlerdi “Mervan hımar” çok imanlı bir müslümandı kahramanca ve namuslu bir mü’min gibi döğüşerek can veren Mervan Himar’ın cem’iyeti imanını gaib ettiği içindir ki yanı başında Al-i Abbas’dan Muhammed’e bey’at etmek suretiyle bir varlık onun yerine geçiyordu. Kirmani’nin Ebu Müslim Horasani’nin batş u sehasında sebeb aramak edna bir vesiledir; Halbuki bu sebebi Fahr-i kainat’ın telkin ettiği imanı Emeviyye sonlarında za’fa uğratarak ru bir izah olur. Biraz daha nüfuz-ı nazarla tetebbu’ edilirse Emeviyye hey’et-i ictima’iyyesinde taksim-i a’malden mütevellid ef’al-i beşere ta’alluk eden ahkam aradaki zincir halkalarını kırmış bir halde kalmıştı. Şer’i hükümlerin müfta bihi nas ve örfden ka’ide ve an’aneye olmuştu. Abbasilerde de ilk görünen feyz yine bu iman feyzi sebeble imanı gaib ederek yuvarlandılar. Orada milliyet mefkureleri çarpışmak için güzel bir zemin buldu. Acem ve Arab milliyetleri altdan alta mübareze ediyordu. İşte bu da “imanı” tereddüde düşürerek koca Abbasileri yıktı. Osmanlı Devleti zuhur ettiği vakit bu “iman” ile doğdu. “Din ve devlet” Osmanlı padişah ve efradı için bir umde idi. Dikkat ediniz her taltif “din ve devlet” uğurundaki hizmetin meşkur olmasıyla başlar… Her tenzir “gayret-i din ü devlet” bulmadığı için haykırır. Karlofça harbine kadar yükselip giden Osmanlı Devleti bu “iman” çeveden haric değildir. olacağım. Bu sebebe mebni mümkün olduğu kadar esas fikirlerimi arz ediyorum. Bunun için de tasnife ihtiyac gördüm: Dünkü ve bugünkü İslam alemi. İslam’a Cihan inkılablarını meydana getiren fikri amiller önünde dini siyasi iktisadi vaz’iyetleri Bizatihi mevcud olan tur. Asri fikirler ve ta’kibler karşısında İslami umdeler Osmanlı devletinde İslamiyet Türkiye hükumeti ve düsturlarına nazaran izahı ve İslam dinine nazaran izahı. şu tasnife dahil mebahisi birer ikişer makaleye sıkıştırmak eden Ankara’da bir tek müraca’at edecek kitaba malik olmayışımdan dolayı- müstahzaratımla bilmem buna muvaffak olabilecek miyim? Dünyayı tevhide ve hakka da’vet eden İslam dininin zalum ve cehul beşeriyete gösterdiği yolu ta’kib ederken ahlak yolu menafi’ yolu. Bir cem’iyetin de refahı sa’adeti ancak bu üç yolu ta’kib etmesiyle mümkün olur. Dünkü İslam dünyası bu üç yolda gittikçe yükselmiştir. Yolu sapıttığı yerde ezilmiş esarete düşmüş ve kırılmıştır. Seyyidü’l-beşer imanı telkin ederken muhatabın liyakat ve kudretini çok gözetmiştir. Umumi beyanda ashab-ı kiramı tevhid dairesine almakla beraber bunlar arasından imanı kuvvetli olanları seçmekde hiç tereddüd eylememiştir. Şari’in hitabı am olduğu halde telkin ettiği iman ümmetin bazı ahyarında pek kuvvetle tecelli etmiştir. Bunun için İslam dini her gün ve her zamanda bu “imanı kuvvetli evliya”ya mazhariyetle mümtazdır. Dünkü ashabının kesreti idi. Bunun içindir ki din-i mübinin mümtaz-ı hasiyeti imandır. İman-ı beşer ve hakkın en feyizli bir tecellisidir ki sahibini daima diğer-kam eder. münezzeh olarak yaşar. bu iman idi. Ebi Avri ezen Haydar kudreti de bu iman şahıslar üzerinde tecelli ederken müste’id bulduğu göğüslerde Bugünkü İslam alemi: Bu gaddar mu’amma karşısında çok endişeli bulunduğumu bağışlayınız. Bugünkü İslam alemi için verdiğim hüküm pek acıdır: Bugünkü İslam alemi iki kuvvetli cereyan karşısındadır; bu iki cereyanı “iman” kuvvetiyle kendisine nafi’ ve muvazin bir hale koymazsa esaret muhakkakdır sukut muhakkakdır perişanlık muhakkakdır: Taklid cereyanı na-beca ta’assub cereyanı. Bunların her ikisi de İslam alemine doğru o kadar şiddetle akıyor ki eğer İslam alemi şu cereyanın mecrası etrafına sağlam tonozlu sedler yaparak bunlara tabi’i ve mu’tedil bir cereyan vermezse iradi bir cem’iyet olan İslam cami’ası yavaş yavaş vaki’ cem’iyetler mukadderatına düşerek dağılacaktır. Taklid cereyanı kadar na beca ta’assub cereyanı da İslam alemini layık olduğu yüksek mevki’den atıyor. Taklid ile İslam alemini Salib alemi fena halde zedeliyor. Na-beca ta’assubla da İslam alemi kendi nefsine kıyarak sukut ediyor. Kısaca izahı şudur: Cem’iyetlerin efradı arasında hissi ve fikri hareketler taklid ile ta’ammüm eder. Taklid terakkinin istihalesi şüphe saikidir. İrtibat münasebet birçok medeni hareketlerin bir cem’iyetden diğerine akmasına sebeb olur. Her hareketin ilk görünüşünde bir yabancılık vardır. Yavaş yavaş şüphe başlar. Taklide geçerek istihaleye dönülür ki işte o zaman anlamayarak mukadderen mukallid mukallid-bihin ardına takılmış ve benliğinden bir şey vermiş olur. İslambir medeniyetdir kendine has bir medeniyetdir. çok medeniyetlere temas ederek almış vermişdir. İşte en ince nokta burasıdır. Aldığı ile verdiğini mukayese ederek İslam alemini tedkik etmek zarureti ilmen hasıl olur. Verdiği feyzinden sa’adetinden refahından bir parçadır. Aldığı: Heyhat hep zararına olmuştur. Bunun refahı veren iktisadi hareketlerin mütevazin yürüyememesinin vermiştir. Çünkü temas ettiği müdeniyetlere iman vermiş derhal o cem’iyetde feyzini göstermiştir. Alanlarda bunu kendi milli boyasına boyayarak aldıkları için hiçbir şey gaib etmeyerek bilakis kazanmışlardır. Halbuki alırken hiç öyle olmamıştır. Karışık ve mec’ul olarak gelmiştir. İslam’ın kendine has dini vardı bedi’iyatı vardı ahlakiyatı vardı hareket-i ilmiyye ve fikriyyesi vardı ve sa’adeti kafil olan bu beş esası tamamıyla ayrı ayrı vazi-feleri olmak i’tibariyle daha bin üç yüz kırk yıl evvel Şari’-i a’zam vasıtasıyla tesbit etmiş iken işte İslam dünyası kendine has bu esaslardan bedi’iyatı ilmi ahlakı taklide kaydırdığı için “harekat-ı hamsenin” başında bulunan dini layıkıyla anlayamamışlardır. Bunun zularak refah da kalmamıştır. İşte İslam aleminin esaslı düşkünlüğü kötü taklid ile aslı olan bedi’iyatı ahlakiyatı araştırarak bir neticeye erebiliriz. Biz bedbahtız fakat şimdi bedbahtlığımızı müdrikiz. Büyük Rusya Çarlığı kan ve demirle imha ve tahrib ettiği birtakım küçük millet ve hükumetlerin kemikleri ve mezarları üzerine kurulmuştur; Dağıstan Şimali Kafkas bir asrı mütecaviz bir müddet büyük bir kuvvet sarfıyla daire-i tasarruf ve istilasına aldığı millet ve hükumetlerin başlıcalarındandır. Dünyada hiçbir millet yokdur ki kendi istiklali için Dağıstan Şimali Kafkas kadar imtidadlı mücadele etmiş feca’i görmüş ve tahammül göstermiş bulunsun. Bu milletin son bir buçuk asırlık hayatı kendi istiklalleri taharri-i vesait endişeleri içerisinde geçmiş ve bu vaz’iyetleri muhtelif zamanlarda muhtelif şekiller almıştır. Dağıstan Şimali Kafkasın istiklaliyet-i siyasiyyesi ne dünkü ve ne de yarınki mes’eledir ve ne de cihandaki buhran-ı hazıranın mevludatından olan bir sani’a-i muvakkatadır. Avrupa’da şimdi kendi mukadderatına hakim olan milletler lüzum ve lezzet-i istiklali henüz tahayyül edemedikleri bir devirde Dağıstan Şimali Kafkas milleti istiklali saha da kilometre terbi’indedir. Bu sahanın yedi kabileden mürekkeb olan sekene-i asliyyesinin hey’et-i umumiyyesine Kafkas dağlıları tesmiye edilir. Bu kabileler Bahr-i Hazer’den i’tibaren Karadeniz’e kadar ber-vech-i ati sıra ile meskundurlar: KoralaKöri – Gazi Gomuk Bunlara Ruslar Lezgi derler. Avar Çeçen bu da Nohçi Engüş taifelerine ayrılır. Asetin. Bu da Digor İrun taifelerine ayrılır. Aynı lisanla mütekellim olan Adigeler: Kabartay Besleney Abaza Abzah Beji Duh Tesabsağ Hatfo Onc taifelerine münkasemdir. Türkler: Hunların Cengizlerin ve Timurlenk’in Kaf-kasya’daki bakiyye-i ahfadı olup bunlar da: Karmuk Balkar Karaçay Nogay kabilelerine münkasemdir. Son istatistiklere göre Dağıstan nüfusu ber-vech-i ati mikdardadır: Lezgi Çeçen Adige Asetin Türkler Bu yekuna Türkiye’de Suriye’de Irak’da Mısır’da ve Trablusgarb’da meskun olanları da ilave edersek umumi Dağıstan ırkı beş milyona yakın bir mikdara baliğ olur. Dağıstanlılar hemen kamilen müslümanlardır. Bunlardan Çeçenlerle Lezgiler sene-i hicriyyesinde hulefa-yı Abbasiyye derununda Arab serdar ve din naşirlerinden Ebu Müslim vasıtasıyla din-i İslam’ı kabul etmişlerdir. Aksam-ı saire sene-i hicriyyelerinde Türk halifeleri vasıtasıyla müslüman olmuşlardır. Muhtelif lisanla mütekellim olduklarına rağmen Türklerden başka Dağıstanlılar kamilen Ari ırkındandır. Bunlardan de Lezgi Çeçen ve Adigeler en halis Yafes şu’besindendir. Asetinler ise Avrupa’da Sarmat namıyla ma’ruf olan fakat mürur-i zamanla Alanların tarihiyle karıştırılmış olan Midya-İrar şu’besindendir. Şarkı Garbı Alt Üst Edecek Bir Hadisedir vam ediyor ve bu uğurda birçok kan döküyor ve namesbuk fedakarlıklar gösteriyordu. Ne garib bir şehadet-i tarihiyyedir ki İtalya’nın Macaristan’ın Lehistan’ın Cozepe Maderini Garibaldi Rejend ilh. gibi en büyük vatanperverleri kendi istiklal muharebelerinde Dağıstan Şimali Kafkasın mu’annid ve cesur istiklalcilerinden mülhem ve ibret-bin oluyorlar ve bu sayede bir ruh-i teselli ve emsal buluyorlardı. Dağıstan kelimesi de bize gösteriyor ki bu memleket dağlardan ibaretdir ve hakikaten Dağıstan’ın büyük bir kısmı Kafkas dağlarından ve şu’abatından müteşekkildir. Kafkas silsilesiAnapadan bed’ ile cenub-i şarkiye doğru temadi eder. Ve dağın i’vicacatı dahil-i hesab edilir ise kilometre imtidadındadır. Kafkas silsilesi Kuban Nehri’nin mansıbından ufak tepeler halinde teşekküle başlar ve gittikçe tereffu’ eder İbşirun? şibh ceziresinde Bahr-i Hazer’e müntehi olur. Bu silsile birçok yüksek dağlar hasıl eder. Bunların başlıcaları Elbruzve Kazikmetredir. Mu’annidane şeci’ane olan bu mücadele aynı zamanda diğer akvam-ı İslamiyye’nin namuslu ve şerefli mücahidlerinde bir tarafdan azm-i ümid diğer tarafdan revabıt ve iftihar hisleri uyandırıyordu. Dağıstan Şimali Kafkas mücadelat-ı istiklaliyyesinin yazmak için gazete sütunları kafi değildir. Yalnız mücadelatın hutut-ı umumiyyesini göstermekle iktifa edeceğiz. Halbuki bu mücadelat cihan-şümul bir mahiyeti haizdir. Biz bunu ayrıca kitab halinde neşr ederek bu mahiyeti göstermek niyetindeyiz. Bu tarihin hutut-ı umumiyyesini nın ahval-i coğrafya ve ihsaiyyesi hakkında kari’lerimizi muhtasaran tenvir etmek mecburiyetini hiss ediyoruz: Dağıstan Şimali Kafkasya Bahr-i Siyah ile Bahr-i Hazer arasında cenuben Azerbaycan ve Gürcistan ve şimalen Rusya ile mahdud ve Kafkas bürucunun nısf-ı şimali-i kamilidir. Kafkas silsile-i asliyyesinden kah silsile-i asliyyeye umumen kah silsile-i asliyye ile zaviye-i hadde teşkil etmek suretiyle mailen teşa’ub eden birçok dağlar vardır. Bu suretle silsile-i asliyye bazı yerlerde kilometre arz peyda eder. Silsile-i asliyyenin bazı yerlerinde silsileye muvazi şu’beler vardır ki bunlar kesif ormanlar Dağıstan dağlık olmakla beraber düz ve geniş ovaları muhtevidir. Bu ovalar birçok büyük ve küçük nehirler ile Dağıstan Ruslar ile temasa gelmeden şimdikine nisbeten şimale doğru daha birçok araziyi ihtiva ediyordu. Maamafih şimdi Dağıstan ta’birinin ifade ettiği yapmakla sulh üzerinde acil bir te’sir husule getirecekmiş! teşebbüsde kendisini haklı buluyor. Luid Corc bunu bir muvaffakiyet-i siyasiyye telakki eylerse eminiz ki cihan siyasiyatı öyle düşünmeyecek ve bu mühim hadiseye karşı lakayd kalmayacaktır. tefiki bulunan Fransa bile iştirak etmiyor. gazetesi umum Fransızların lisanı olmak hasebiyle açıkdan açığa miyor İngiltere’nin Fransa’yı Almanlarla da tehdid edemeyeceğini dermiyan ederek Fransa’nın Almanya’dan lane bir suretde İngiltere’nin mu’avenetine de muhtac olmadığını ilave eyliyor. Gerek’ın beyanatından gerek Fransa ricalinin harekatından gerek sair bi-taraf hükumet ve milletlerin hissiyatından şunu anlıyoruz ki nız bulunuyor. Şunu da beyan edelim ki İstanbul’un İşgaline tevessül edilmesi keyfiyeti sulhü tesri’ şöyle dursun bilakis sulh ümniyelerini büsbütün izale eyleyecekdir. Bu yüzden muhasama daha ziyade vüs’at kesb edecek hiç şüphe yok İngiltere’nin başına gaileler açacaktır. tuttuğu yol onu sulhe götürmez. müstakbel siyaset ve ticareti için iyi bir vesile hazırla[ma] mış olacağına eminiz. Türkleri de kendi aleyhine her şeye tevessül etmemeyi bazı İngiltere ricali düşündükleri halde bilmiyoruz ki Luid Corc’un bu kadar mu’annidane hareket etmesindeki ma’na nedir? Anadolu müslümanları vazifesine devam ediyor. İnad ve ifratdan daima tevakki etmek istiyor? Onlar yalnız kendi hakk-ı sarihleri hakk-ı hayatlarını müstakbelde hür ve müstakil milletler gibi yaşamayı arzu ediyorlar. Yunanlıların harbde sebat gösteremeyeceklerini İngilizler çokdan anlamışlardır. Bu halin devamı ise -İngilizler de dahil oldukları halde- beşeriyet için mazarratdan başka bir faide tevlid edemeyeceği aşikardır. Her ne kadar İngiltere bu ana kadar Yunanlıları Türkiye müslümanlarının başına musallat etmiş ise de bu hareketini perde altında saklamak mecburiyetinde bulunmuş ve Anadolu Yunan da’vasında kendisini bitaraf göstermeye ve bu suretle zir-i idaresinde yaşayan müslümanların heyecan ve galeyanını teskin eylemeye çalışmıştır. Geçenlerde gerek Afganistan gerek Hindistan ahali-i miyeti haizdir. Bir atik [?] için bu mu’azzam şehir bir merkez teşkil ediyor. Avrupa Asya ve Afrika’yı birbirine yaklaştırmakla bir nokta-i vasl vazifesini ifa ediyor. Karaları denizleri kıt’aları birbirine bitiştiren şark ve garba tabi’i bir kapı ve anahtar teşkil eden İstanbul’un kıymeti çok büyükdür. Vaktiyle burayı zabt ve teshir etmek için ne büyük cihangirlerin kahraman padişahların sahib-i azm milletlerin bi-payan himmetler sarf etmiş olduklarını tarih bize bildiriyor. En sonra bu şeref al-i Osman padişahlarından Ebulfeth el-Muzaffer Sultan Mehmed Han hazretlerine nasib olabilmiştir. Yüzlerce seneden beri İstanbul ile Boğazlar Osmanlıların pay-ı tahtı olarak kalmış İslam’ın makarr-ı Hilafet’i bulunmuştur. Türkiye’nin Harb-i Umumi’ye atılmasının yegane sebebi vaktiyle İtilaf hükumetlerinin İstanbul’u Rus Çarı’na peşkeş etmiş olmaları idi. Öyle olmasaydı Türkiye Harb-i Umumi’ye iştirak etmeyerek bi-taraf bir halde kalmayı tercih edecekti. Luid Corc Türkiye’yi Harb-i Umumi’de kapayarak Rusya Çarlığı’nın sukutuna ve yerine Bolşeviklerin geçmesine sebebiyet vermekle itham ediyor. Fakat kendi hükumeti tarafından –Türkiye Harb-i Umumi’ye iştirak etmezden evvel– İstanbul’un Rusya’ya takdim edilmiş olduğunu galiba unutuyor. Hakikat-i halde Türkiye’yi Alman lehine Harb-i Umumi’ye sevk eden en mühim bir sebeb varsa balada beyan ettiğimiz İstanbul mes’elesidir. Evet biz de i’tiraf ediyoruz ki Boğazlar’ın tarafımızdan kapatılmasıyla Rusya günden güne hezimete duçar ve müttefikleri tarafından ehemmiyetli hiçbir mu’avenete mazhar olamamıştır. Daha vazıh düşünülse Rusların askerlik noktasından da mağlub olmalarına Almanlara milyonlarca esir vererek son derece za’fa duçar olmalarına elhasıl inkılab-ı ahirin hazırlanmasına en mühim amil Boğazlar olmuştur. Hatta Romanya hükumetinin sukutuyla ol vakit Balkandaki vaz’iyetin de Alman lehine tebeddül etmesine Boğazlar’ın azim te’sirleri olmuştur. Mütareke akibinde İngiltere’nin Yunanistan’a bir kısım Türkiye toprakları üzerinde bir hakk-ı vesayet bahş ettiğini ve Yunanileri bu derece şımartmaya sebeb olduğunu bütün dünya ve bütün müslümanlar bilmiyorlar mı? İzmir’in Edirne’nin diğer mahallerin Yunan işgal-i askerisi altına girmesine Anadolu’da feci’ cinayetlerin husulüne binlerce ma’sum kanının dökülmesine Müslüman yurtlarının yağma edilip hak ile yeksan olmasına sebeb olan kimdir? İngiltere değil midir? Yunanistan’a maddi ma’nevi resmi gayr-i resmi mu’avenetlerde bulunup onları bu ana kadar karşımızda durduran İngiltere değil midir? Şimdi de yine aynı İngiltere Yunanileri Zan ederiz ki iş sarpa sarmadan ve daha vakit var bir dereceye kadar efkar-ı umumiyye-i İslam ve cihanın tatminine muvaffak olabilir. Harb-i Umumi’nin başlangıcından beri İslam memleketlerinin ticaret ve iktisadiyatı alt üst olmuş dense mübalağa edilmiş olmaz. Alem-i İslam bu cihan-şümul harb içinde maddeten son derece ziyaana uğramıştır. Haricden İslam memleketleri için sipariş edilen emval ve emti’anın fiyatları bazan bire yüz nisbetinde fırlamış ve buna inzimam eden Navlun ve sair masarıf dahil-i hesab olunca İslam diyarından Frengistan’a layu’ad ve la-yuhsa altın girmek suretiyle Frenklerin servet ve ticareti terakki etmiş; bundan başka şarkdan ve memalik-i İslamiyye’den inhisara karib bir şekilde milyarlara baliğ ham mevad almak suretiyle Avrupa azim kar ve ticaret te’minine muvaffak olmuştur. Evet bu iddi’amızı vesaik ve ihsaiyat-ı resmiyye ile isbata muktediriz. Esasen iddi’amızın hakikati meydandadır. Vesail ve vesait-i nakliyyesi hiç mesabesinde bulunan memalik-i İslamiyye’nin asırlardan beri büyük zararlara duçar olarak daima ticaret ve iktisad aleminde geri kalmış oldukları cümlemizin ma’lumudur. Bir ihsaiyat kitabında tesadüf ettiğimize nazaran harb seneleri içinde İngiltere fabrikaları milyonlarca İngiliz lirası kıymetinde yün istihlak etmiş ve bütün İngiliz ordusunu kuşattırıp giydirmiştir. İngiltere muktesidleri bu yünlerin kısm-ı a’zamını İran eyalat ve vilayatından gayet ucuz bir fiyatla tedarik etmişlerdi. Öylece Almanlar da yok bahasına Türkiye’nin ham mevaddını Berlin’e ve Almanya’ya taşıtmaya muvaffak olarak bu yüzden azim faideler elde etmişlerdi. Harb seneleri içinde İslam diyarının şeker un vesair mevadd-ı ma’lume istihlakatına gelince o kadar küçük bir yekun teşkil ediyor ki edna bir mülahaza ile o rakamlar karşısında beht ü hayrete duçar olmamak imkan haricindedir. Demek ki milyarlarımız çıkmış olduktan başka ham mevad namında elimizde her ne varsa hepsi avucumuzdan çıkmış yerine az müddet zarfında sarf ve istihlak ettiğimiz pek az şeyler gelmiştir! kambil kağıdının destesi kırk kuruşa satılırsa acaba mazarratdan başka hiçbir şeye yaramayan mezkur meta’ın lunmayarak Anadolu da’vasında sonuna kadar bi-taraflığı muhafaza edeceğini sarihen va’d eylemiş idi. Hatta yanılmıyorsak Afgan Emiri hazretlerine Kabil’deki mümessili vasıtasıyla bu nokta-i nazarını resmi bir suretde beyan etmiş ve alem-i İslam’ın tatminine çalışmış idi. Bütün bu meva’id-i zahireye rağmen yine Yunanistan’a karşı her türlü maddi ve ma’nevi mu’aveneti ibzal edegelmiştir. lüman yoktur. Herkes biliyor ki Yunanistan’ın İstanbul işgaline kalkışması böyle kendi başından büyük bir sergüzeşte İngiltere’nin muvafakatini istihsal etmeksizin kıyam etmesi bu teşebbüsünde de Yunanistan’a müzaheret etmek arzusunu ta’kib ediyor. Fakat ne İngiltere ne de Yunanistan peşinde koştukları bu maceranın husulüne muvaffak olamayacaklardır. coğrafiyye ve iktisadiyyesinin ehemmiyetinden başka Müslümanlık nokta-i nazarından büyük bir ehemmiyet kesb etmiştir. Yeryüzündeki müslümanlar Yunanistan’ın bu tecavüzüne karşı ihtiyar-ı sükut edip lakayd kalamayacakları vareste-i şekk ü izahdır. Eminiz ki İstanbul işgali mes’elesini yalnız müslümanlar değil Avrupa’da bulunan millet ve devletlerin de tasvib etmeyeceği tabi’idir. Bu yüzdlen İngiltere herhal-de cihan efkar-ı umumiyyesi karşısında mes’ul ve mu’ateb olacaktır. Çünkü İstanbul İtilaf kuva-yı askeriyyesinin resmi işgaleri altında bulundurup da oradaki müslümanlar müdafa’adan mahrum bir vaz’iyyetde bulunmuş olmasa idiler Yunanistan’ın bu küstahlığından dolayı ların elleri kolları bağlı bulunmuş olduğu halde Yunanlıların bu sergüzeşte atılmaları İngiltere’nin bu işde bi-taraf kalmak istemediğini alenen isbat ediyor. Artık İngiltere açıkdan açığa Anadolu müslümanlarına karşı ittihaz etmek istediği hasmane vaz’iyetini daha ziyade örtmeye muktedir olamayacaktır. Gerek alem-i le anlamıştır. Denilebilir ki İngiltere hükumeti böyle yapmakla müsbet bir faide te’min edemeyecek bilakis alem-i İslam’ın şarkın nefret ve husumetini bir kat daha teşdide sebeb olacak ve bundan sonra Anadolu müslümanlarını -evvelce hazır ettikleri- teşebbüs ve ikdamata sevk etmeye sebeb olacaktır. Mütareke’den sonra ahval-i iktisadiyye ve evza’-ı ticariyyenin lehimize inkişaf etmiş olduğuna asla zahib olmamalıdır. Bilakis bütün memalik-i İslamiye’nin ruhu can damarı mesabesinde olan ticaret ve iktisadiyatımız Harb-i Umumi zamanındakinden daha ziyade sekteye tevakkufa mahkum olduğuna şüphe etmemelidir. Harbden evvel İstanbul ve sair Türkiye limanları ticaretinin birtransitmerkezi iken Mütareke’den beri bu hasiyetini gaib etmiştir. Şimal cihetimizde kain Rusya sevahil ve limanları bizim ticari ve iktisadi merkezlerimizin yerine kaim olmaya başlamıştır. Rusya’da hüküm-ferma olan tarz-ı idareye ve bütün ticaret ve iktisad alemine tabi’atiyle iras edilmiş bulunan ahvale rağmen bilad-ı İslamiyyeye yegane medhal ve mahrec olmak i’tibariyle Rusya memaliki derecede fevkalade bir ehemmiyet ihraz eylemiştir. Elhaletü hazihi evvelceKafkasyatesmiye ettiğimiz ülkede İran’da Mavera-yı Bahr-i Hazer’de Türkistan’da Afganistan’da ve hatta Belucistan ve Sibirya’ya kadar vaki’ oluyor. Bunun sebebi ise vaz’iyet-i coğrafiyyesi RusSovyet Hükumetiişin bu inceliğini ta bidayet-i emrde anlamış ve ona göre bir teşkilat-ı mahsusa vücuda getirmiştir. Bu teşkilatı hal-i hazırda Rusya hükumeti az zaman almaya muvaffak olmuş ve bu yüzden milyarlarca nakid ve eşya-yı ayniyye kazanmaya başlamıştır. Bu teşkilata RuslarVenşturğnamını vermişlerdir. Bu kelime birçok kelimelerin ilk harflerinden mürekkebdir. Bu teşkilatın Avrupa’da Amerika’da büyük merkezleri vardır. Bir iki seneden beri de İstanbul’da Galata’da Tramvay caddesi üzerinde kain cesim binanın birinci katında büyük bir şu’besi te’essüs etmiştir. Mezkur binanın kapısı üzerinde aslı bulunan kırmızı levha herkesin nazar-ı dikkatini celb ediyor. Rusya hükumeti bu ticaret teşkilatıyla yeryüzündeki bilcümle hükumata muhalif bir cereyan ta’kib ettiği zan ediliyor. Sair hükumetler ticaret ve iktisadiyat alemini kendi milletlerine terk ederek kendileri o gibi ticari işlerle fi’len uğraşmayı muvafık-ı siyaset bulmadıkları halde Rusya bu teşkilatıyla ticaret ve iktisad aleminde de Avrupa’ya muhalefet etmektedir. Elyevm Rusya’da serbestçe alış veriş etmek bu teşkilata dahil olmayanlar için pek güçdür. Herkes malını Rusya pazarlarında serbestçe satamaz. Haricden Rusya’ya mal götüren her tüccar mahdud ve mu’ayyen Rusya bu kadarla iktifa etmemiştir. Rusya arazisinin haricine de bu teşkilatını sokmaya muvaffak olarak bu yüzden azim temettu’ ve kar te’min eylemiştir. Bugün Mavera-yı Kafkas memalik-i İslamiyyesi’ne Rusya’nın bu ticaret müesseseleri tarafından senevi milyarlara baliğ emval ve eşya idhalatı yapılmaktadır. İran’a şimalden giren çay manifatura şeker gaz benzin makine yağı otomobil ve kamyon zira’at makinaları ve daha yüzlerce kalem teşkil eden boncuk ve oyuncağa müte’allik bilcümle mevadd-ı mübreme velükseşya hep Rusya’nın Venştorg müesseseleri tarafından nakl ve sevk olunmaktadır. Şekerin kilosu Avrupa’dan birinci elden tedarik etmek suretiyle faraza yirmi kuruşa kendisine mal eden bu müessese onu İran’da ve Türkistan’da ve sair yakın ve uzak memalik-i şarkiyye ve İslamiyye’de bire la-ekall elli kazanmak suretiyle satmaya muvaffak oluyor. Öyle anlaşılıyor ki; bu müessese şark ve alem-i İslam ticaretini münhasıran kendisine mal etmek gayesini ta’kib ediyor. Bizim öyle büyük ticaret müsesselerimiz olmadığı cihetle komşumuz olan Rus dostlarımızın bu teşebbüsatı bir nazar-ı rekabetle görecek değiliz. Bu daha ziyade Avrupa ve Amerika Kapitalist alemini şiddetle alakadar eden bir mes’eledir. Bizce yapılacak şey bu hususda komşularımızın gösterdikleri teşebbüs ve fa’aliyetlerden istifade ederek mümkün mertebe ahval-i ni bilmiyoruz. Yalnız bizim bildiğimiz bir şey varsa bugün Türkiye’nin ticari ve iktisadi medhal ve mahrecleri gerek İstanbul’un işgalinden gerekse Anadolu’muzun müdafa’a-i hayat uğurunda uğraştığı mücahededen dolayı kamilen kapanmış bir halde bulunuyor. Ma’a haza yine bu elim ahval dahilinde de ticari merkezlerimizin ıslahıyla fa’al ve semeredar bir hale mete mütevekkıfdır. Misal değil hakikat olmak üzere arz ederiz ki bugün Trabzon bu maksadımızın te’minine beleğan ma-belağ hizmet edebilir. Trabzon-Bayezid şosesi muntazam bir hale getirilse ve bir otomobil şirketi bütün mevcudiyetleriyle teşebbüs ve ikdam eyleyeceklerine eminiz. Trabzon ve Erzurum matbu’atı pek değerli olan sahifelerinde böyle mühim teşebbüsata muhterem ahaliyi teşvik ve tergib edecek olurlarsa hakikaten memlekete pek büyük pek faideli hizmetlerde bulunacaklar ve bu yoldaki irşadat-ı vakı’alarını her iş adamı müslüman alkışlayacaktır. Yalnız Erzurum ve Trabzon değil Anadolu’da intişar eden bilumum muhterem ve vatanperver matbu’atımızdan bu gibi mühim ve iktisadi hareketlerin vücuda getirilmesi hususunda icale-i kalem buyurmalarını temenni ederiz. te’sisine gayret olunsa eminiz ki çok istifadeler te’min olunabilir. laylık göreceklerdir. Trabzon’dan İran’a ve İran tarikiyle Afganistan ve sair mahallere milyarlar kıymetinde mal sevk etmek imkanı hasıl olacak bu yüzden hem hazine-i hükumet hem de efrad-ı millet istifade etmiş olacaktır. Böyle bir şirketin iş başlangıcında büyük sermayeye lanılabilir. İleride kendi kendiliğinden sermaye büyüyecektir. Milleti temsil ve İslam iktisadiyatının ilerlemesini kendine şi’ar ittihaz eden hükumetimizin ufacık bir teşvik ve teşci’i neticesinde bu hayırlı maksad kolaylıkla kuvveden fi’ile çıkabilir. Azm ve fa’aliyet sahibi olan Trabzon ve Erzurumlu kardeşlerimizin bu emr-i hayrda ­Á£c® y† ª YƒÀ ±® u·À à Y‚yª ©Á]~ ­¦u¶ ¹—]b Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Müsteşarlık – Fetvahane: Hey’et-i iftaiyye Şura-yı İfta – Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’eti – Medreseler Tedrisat Hey’eti – Müderrisin tahsisatı – Zammı icab eden tahsisat yekunu – Bu en mübrem ve zaruri teşkilatdır – Muvazene-i maliyye Encümeni mazbatası – Dinin üzerinde işlediği kuvvetler: Akıl his irade – İslam’a karşı mu’azara edenlerin cehli – Alem-i İslam’ın Esbab-ı İnhitatı dine raci’değildir – Bilakis dinden uzaklaşması badi-i inhitatı olmuştur – Avrupa terakkiyatını dinsizlikden almamıştır – Avrupa inkılabları Hıristiyan dinini yıkamamıştır – Dinin kuvvetleşmesi refah ve terakkiyi mucibdir – Bizim esbab-ı felaketimiz dini ihmalimizdir – Çarlık bu müdhiş tayfun Dağıstan’ın yalnız mevcudiyet-i siyasiyyesini ve müessesat-ı medeniyyesini değil me’aliyat-ı ahlakiyyesini de sarstı. Afgan müslümanlarının ve Emir hazretlerinin Fahri Paşa hey’etine ibzal ettikleri muhabbet ve teveccühler lütufkarlıklar. Buhara Hive ve Türkistan Kuva-yı Müslimesi Meclis-i Alisi Başkumandanlığı’nın Rusya’ya verdiği nota melat-ı dünyeviyyeye ta’alluk eden her hangi bir mes’elenin yeniden yeniye tahaddüs eden şuun ve vekayi’in dairesinde onları hall ü fasl eylemek suretiyle müslümanları harec ve meşakkatden kurtarmak mu’amelat-ı nasın ahkam-ı şer’iyye dairesinde cereyanını te’min etmek demek olacağına nazaran din-i İslam daimi suretde bunlarla meşgul olacak bir Hhey’etin vücudunu ve her mesafe-i kasirede bir fakihin bulunması lüzumunu zaruri görmüştür. dar mühim ve İslam-şümul olan emr-i iftaya taşralarda müftüler merkezlerde bilumum müftülere merci’ ve kendisine emin bir mu’avin olacak bir müessese-i diniyye ile ibka edegelmiş ve bu müesseseye fetvahane ve hey’et-i iftanın en yüksek memuruna fetva emini namı verilmiştir. Fetva emanetinin bazı mu’avinleri ve birçok a’zaları mevcud olup bunlara Hey’et-i iftaiyye namı verilmektedir. Şu halde fetva emini ile a’zalardan müteşekkil bulunan bu hey’et hem umur-ı ifta ile bizzat meşgul olan hem de memalik-i İslamiyye’nin her tarafındaki müftülerin verdikleri fetvaları ve mehakimin müşkilatı hal edecek olan büyük bir müessese-i diniyye ve hukukıyyedir. Hatta memalik-i ecnebiyyede bulunan teşkilat-i iftaiyyeden sadır olan i’lamatın merci’-i tetkiki de bu müessese-i aliyyedir. Şer’iyye Vekaleti ifta hey’etini mahiyeti noktasından tedkik ettiği cihetle bu hey’eti yalnız sorulan suallere cevab vermek vazifesiyle mükellef bir hey’et değil aynı zamanda kanun-ı İslam’ı olan fıkh-ı celilimizin zamanın ne ve emkinenin ahval ve avaidin tağyiriyle yeniden yeniye tahaddüs eden şuun ve hadisatın fıkh-ı İslamiye cihet-i tatbikini te’mine yegane vasıta olan bir hey’et-i aliyye olmak üzere telakki ve kabul eder. Çünkü şerait-i hayatiyye teceddüd ettikçe mütemadiyen tahavvül etmekde olan mu’amelat-ı beşeriyeyi tanzim mu’amelat-ı nasın ahkam-ı şer’iyye dairesinde cereyanı te’min edebilmek zın i’malhane-i medenisine arz eylemek bunları usul ve kava’id-i şeri’ate tatbik etmek icab eder. Zira şeri’at-i celilemiz beşerin ihtiyacat-ı hakikiyyesini ila maşaallah te’mine kafildir. Azimetler ruhsatlar hep nasın raciha gibi her asır için kabil-i tatbik esasları muhtevi olan Şeri’at-i İslamiyye her zamana her mekana muvafık Müsteşarlık : Hükumet denilen makinanın hiçbir arızaya uğramaksızın matlub vech ile işleyebilmesi için her dairenin bilafasıla muntazaman çalışması lazımdır. Vekillerin aynı zamanda meclis müzakeratını ta’kib etmeleri ve hey’et-i vekile ictima’ında bulunmaları zaruri bir keyfiyetdir. Bu mühim vazifelerde kendisinin vezaif-i esasiyyesi cümlesinden olan bir vekil deruhde ettiği vekaletin teferru’at-ı umuruyla daima iştiğal edemeyeceği bedihi bir hakikatdir. Bunun içindir ki: Vekillerin yanında birer müsteşarlık bulunması zaruri görülmüş ve her vekalete birer müsteşar verilmiştir. Bir ka’ide-i umumiyyeden Umur-ı Şer’iyye Vekaleti müstesna tutulamayacağından mesalih-i umumiye-i şer’iyyenin bi-hakkın tedviri için bir müsteşarın ta’yini zaruri görülerek tahsisatı merbut bütçeye konulmuştur. Şer’iyye Vekaleti’nin Vezaif-i Esasiyyesi: Şer’iyye Vekaleti’nin vezaif-i esasiyye-i şamilesi üç şeyde hulasa edilebilir: İfta kaza ta’lim ve irşad. penahi’den i’tibaren başlamıştır. Bu iki vazife bizzat Risalet-meab Efendimiz’de ictima’ etmiş idi. Müfti’s-sakaleyn ve Resul-i Rabbü’l-alemin efendimizin pek çok kazaları fetvaları vardır. Resul-i ekrem efendimiz zamanında ve ondan sonra bu iki vazife bazan ayrı ayrı zatlara tevdi’ olunmuş bazan da aynı zatda ictima’ etmiştir. Fahr-i kainat efendimizden sonra umur-ı ifta ile en meşhurları Ömer b. el-Hattab Ali b. Ebi Talib Abdullah b. Mes’ud Zeyd b. Sabit Abdullah b. Abbas Abdullah b. Ömer Ümmü’l-müminin Hazret-i Aişe’dir. Sahabeden sonra ifta ve kaza mesailine tabi’i olarak pek ziyade olarak i’tina edilmiş ve birtakım zevat müfti’lenam ve kadı’l-kuzat namlarını ihraz etmiştir. Mehmed Han-ı sani devrinde resmen teşkil edilmiş ve gerek ifta ve kaza gerek ta’lim ve irşad hususunda bir merci’-i mahsus olması i’tibariyle bu makam-ı aliyi işgal eden zevata müfti’l-enam ve kadi’l-kuzat namları verilmiş ve bu suretle ifta kaza ta’lim ve irşad ile iştigal ve bu makamın vezaif-i asliyyesini teşkil etmiştir. Binaberin bu mühim vazifeler bi-i’tibari’l-esas Şer’iyye Vekaleti’nin de vezaifi cümlesindendir. Fetvahane-İfta Hey’eti Şura-yı İfta: Şer’iyye Vekaleti’nin vezaif-i asliyyesinden olan ifta mesele-i mühimmesi gerek umur-ı diniyye gerek mu’a gelen bir şeri’at-i insaniyye ve fıtriyyedir. Bütün ahkamı adl merhamet hikmet ma’aş ve me’adde mesalih-i hiçbir zaman ümmeti sıkıntılı bir daire-i taklid ve tazyik verir ki teğayyür-i zaman ve mekanın teceddüd-i şü’unu ve mesalihin tezayüd-i ihtiyacatının iktiza eylediği zamana evfak nasa erfak olan ahkam ve kava’idini esasat-ı bilecek bir hey’et-i ilmiyye mevcud olsun. Bunun içindir ki cem’iyet-i İslamiyye arasında böyle bir hey’et-i mütehassısanın mütemadi bir suretde muhafaza-i mevcudiyet etmesi nass-ı Kur’ani iktizasındandır. ¦ YŽ ­·³® _iyž Ÿ_ ¦ yŸ³Áª ¹³®Q¯ ª Y ¦ Y® ±® yŸ² Yž _ ʹ ŸcÁª ±À uª ¿ž ¹· £ ila ahirihi ayet-i kerimesi bunu natıkdır. Binaenaleyh ifta salahiyetinin ala kadri’t-takati’l-beşeriyye dekaik-i Kitab ve Sünne. Akval-i eimmeye iktizayı zamana ve mesalih-i ibada vakıf erbab-ı ilm ve ihtisasdan mürekkeb bir hey’ete tevdi’i bir hükumet-i İslamiyye’nin mütehattim vazifesidir. Bu i’tibar ile hey’et-i ve havayic-i ictima’iyyemiz içinde husule gelen müdrikat-ı cedidemizin ahenk-i ittisalini te’min ve mezahib-i muhtelife erbabı arasında neş’et eden fukahanın akvalini cem’ ve telfik ederek bu akval içinde maslahat-ı nasa ve usul-i şeri’ate tevafuk edenleri temyiz ve tefrik edecek bir kuvvet ve kudretde olmak iktiza eder. Bununla beraber bir şura-yı ulemaya tevdi’ etmek bir din-i meşveret olan Müslümanlığının ruhuna da en muvafık olan bir keyfiyetdir. Bu suret hukuk-ı efradı taharri-i adl ü hakkı daha ziyade kafildir. Ümmetin sa’adetini devletin bekasını daha ziyade te’mine hadimdir. Asr-ı evvelde zaten böyle müsteftiyi başkasına göndermekden yahut bir hükmü takrir için birbirleriyle istişare eylemekden asla çekinmezlerdi. Maksad haksızlığı izale veya bir hataya düşmekden hazerdir. Hele ictihada muhtac olan mesailde havass-ı ulema-yı müslimin ile istişare eylemeden hiçbir hüküm verilmezdi. İşte bu mülahazat ve mu’amelata mebni Şer’yye Vekaleti devletimizin asırlarlardan beri mevcud en mühim bir müessesesi olan Fetvahane teşkilatını şeri’atin esasatına asrın icabatına ve Büyük Millet Meclisi’mizin amal-i aliyye-i İslamiyyesine tevfikan esaslı bir suretde canlandırmaya karar vermiş ve bu maksadla üç a’zadan müteşekkil bir ifta hey’etinin kabulünü teklif etmiştir. Tedk i kat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’eti: Diğer tarafdan Türkiye Büyük Millet Meclisi cihan-ı tün müslümanların merci’-i dinisi olduğunu takdir ve bu noktaya bir ehemmiyet-i mahsusa atf etmektedir. İnkar edilmez bir hakikatdir ki bugün ilca-yı hadisat ile bütün cihanda azim buhranlar mühim ınkılablar vücuda geldi. Medeniyet-i hazıranın hayat-ı beşeriyyede açdığı rahneler halkın omuzlarına tahmil ettiği şedaid-i ictima’iyye müdhiş aksülameller husule getirdi. Her tarafda dini siyasi ictima’i iktisadi teşettütler ıstırablar yüz gösterdi. Saha-i alem büyük sarsıntılarla muvazenesini gaib ederek nizamat-ı ictima’iyye inhidam buhranlarına ma’ruz bulunuyor. İfrat ve tefrit cereyanları beşeriyet-i hazırayı meçhul ummanlara belki de girdaplara sürüklüyor. Bu cereyanlardan memleketimizin de müte’essir olduğunu söylemek mecburiyetindeyiz. Asr-ı ahirdeki cereyanlar maatteessüf memleketimize de sirayet etmiş olduğundan esasat-ı diniyyeye karşı birtakım tereddüd ve şüpheler uyandırmış ve bu suretle ahlak esasları aile hisleri yavaş yavaş gevşemeye başladılar. Bütün sunuf-ı halk arasında revabıt-i diniyye ve ictima’iyyenin gevşemeye başladığı dini duyguların zayıfladığı kemal-i te’essüfle müşahede olunmaktadır. Bu halin devamı hey’et-i ceğine şüphe yoktur. Bu buhran bu tezebzüb-i ictima’i asırlardan beri dalmış olduğu uykudan uyanmak azminde bulunan biz müslümanlar için kemal-i dikkatle ta’kib olunarak kat’iyyen ihmal edilmeyecek bir hadise-i uzmadır. Bu buhranı bu tezebzüb-i ictima’iyi izale edebilmek bir suretde tatmin ile hem ferdin hem de cem’iyyetin sa’adet-i haliyye ve istikbaliyyesini ta’bir-i diğerle bütün beşeriyetin tekamülünü istihdaf eden Müslümanlık esaslarını iyi telkin etmemiz icab eder. Yapılacak telkinat ile yazılacak dini ve ahlaki eserlerle meva’iz ve irşadad ile Müslümanlık duygularını canlandırmak kalblere arız olan şüphe ve terüddütleri ve bunu iras ettiği alamı yüreklerden silip çıkarmak şu’le-i ümidi parlatan ve bizi daima istikbale hazırlayan beka ve ebediyet fikirlerini en kuvvetli bir suretde yaşatmak lazımdır. Beşeriyetin sa’adetini istihdaf eden Müslümanlık esaslarını neşr ü telkin etmekledir ki hem kendi mültemizi hem de beşeriyeti bu buhran-ı i’tikadi ve tezebzüb-i ictima’iyyeden kurtarabileceğiz. Binaenaleyh ümmet-i vasat olmamız dolayısıyla münteha-yı ifrat ve tefrit olan medeniyetlerin vasatında ahz-i mevki’ eyleyen medeniyet-i İslamiyyemizin yeni başdan inkişaf ve te’alisi hakayık-ı diniyye ve me’ali-i İslamiyye’nin neşr ve ta’mimi esbabını tezekkür ve tedkik; beşeriyetin Teşrinievvel tarihli numaralı le intişar eden nizamnamenin . maddesinde tasrih edilmiştir. Bugün Anadolu’da mevcud on beş Darülhilafe’den başka -son senelerin ilcaat-ı zaruriyesiyle hemen hemen inhidam tehlikelerine ma’ruz kalmış olan- medaris-i ilmiyyenin bazıları da Büyük Millet Meclisi’nin müzaheret-i meşkuresiyle geçen sene ta’dil ve kın ahkam-ı diniyye hususunda ma’ruz kaldığı inhitat ve gafletin önüne geçilmek istenilmişti. Maamafih bir müessese ne kadar ulvi düşüncelerle açılır ne kadar iyi esaslara ibtina ettirilirse ettirilsin ciddi bir mürakabe ve teftişden mahrum kalacak olursa kendisinden beklenen intizam ve faideyi kemaliyle göstermeyeceği ve belki de faide yerine zarar tevlid edeceği şüphesiz olmasına ve Darülhilafe Medreseleri’yle medarisi ilmiyyenin talebe ve medreselerine aid bilcümle mu’amelat-ı idariyye ve umur-ı tedrisiyyesini merkezde yalnız bir müdür-i umuminin tedvir edebilmesi imkan haricinde bulunmasına binaen bilumum medarisin tedrisatını talebe ve medreselerin umur ve mesalih-i umumiyye ve idariyyesini ciddi bir teftiş ve mürakabe altında bulundurmak tedrisatı tedkik ve programlarını icab-ı hale göre ıslah ve tertib ve tanzim etmek için Tedrisat Müdüriyet-i Umumiyyesi’ne merbut üç a’za ve bir katibden mürekkeb bir Tedrisat ve Teftişat Hey’eti nin kabulü hey’et-i aliyyeye teklif olunmuştur. Müderrisin Tahsisatı: Şer’iyye Vekaleti bu teklifatını yaparken Hey’et-i aliyyeye ve Meclis-i aliye mühim ve cidden nazar-ı dikkate alınmaya şayan bir mes’eleyi de arz etmek ister. Ma’lum-ı alileridir ki bütçenin faslının ikinci maddesini müderrisin ma’aşatı teşkil etmektedir. liradan yegane medar-ı salahı olacağına iman ettiğimiz desatir-i fıtrıyye ve hikmet-i İslamiyyeyi tesbit ederek beşeriyetin arkasından koştuğu gaye-i kemale bir an evvel vusulünü te’min etmek; ağraz ve amal-i beşeriyyenin fevkinde olarak umum üzerinde hükmünü yürüten esasat-ı adile ve kavanin-i fıtrıye etrafında alem-i insaniyetin toplanmasına çalışmak ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere zuhura gelen bu ümmet-i mu’azzamaya aid bir vazife-i beşeriyye ve insaniyyedir. Bu i’tibar ile yeryüzünde mevcud bilumum akvam-ı İslamiyye’nin ahval-i i’timadiyye ve şu’unat-ı diniyyelerini alem-i İslam ve alem-i medeniyetteki ulumu mehari-i efkar ve ihtisasatı hayatın etvar ve netayicini ta’kib ve tetkik etmek tarih-i İslam’ın şu’unatı dahil olduğu safahat-ı diniyye ve ictima’iyyeyi tedvir eylemek müslümanların terbiye-i diniyyesine ve mezaya-yı fazıla-i İslamiyye’nin inkişafına çalışmak; elhasıl hakayık-ı diniyye ve me’ali-i İslamiyye’nin neşr ve ta’mimiyle İslamiyet’in ulviyyetini ve bilcümle ihtiyacat-ı beşeriyyeyi kafil bir kanun-ı fıtri olduğunu herkese tanıttırmak te’min eylemek Şer’iyye Vekaleti’nin en müfid en feyznak vazifesidir. Fakat bu öyle mesa’idir ki ilim ve ihtisasa tevakkuf eder. Hikmet-i İslamiyye’ye ve asri cereyanlara vakıf şarkı garbı anlar ulemanın ancak karıdır. Maamafih Şer’iyye Vekaleti en esaslı vezaifinden olan bu cihete layık olduğu ehemmiyeti atf etmiş ve bunun için “Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye hey’et-i ilmiyyesi” namıyla bir hey’etin teşkiline karar vermiş ve mümkün oldukça tevsi’ etmek üzere şimdilik bir reis dört a’za ve bir baş katibin tahsisatının bütçesine ilavesini teklif etmiş ve mezkur hey’etin vezaifini mübeyyin ta’limatnameyi hazırlamak üzere bulunmuştur. Hey’etin bir tarafdan tetkikat ile diğer tarafdan neşriyat ile iştigal ve aynı zamanda erbab-ı fazilet ve ma’rifetin kıymetdar mu’avenetlerinden de “tetkik ve te’lif ile neşr ve irşad masarıfı” namıyla yirmi bin lira tahsisat vaz’ına lüzum görmüş ve bu teşkilatdan dahili ve harici intizar edilen fevaid-i azimeye karşı teklif olunan bu mikdarın hey’et-i muhteremece kabul buyurulacağına şüphe edilmemiştir. Medreseler-Tedrisat Hey’eti: Şer’iyye Vekaleti vezaif-i esasiyesinden olan ta’lim ve tedris umuruna da bir ehemmiyet-i mahsusa atf etmektedir. Ma’lum-ı alileridir ki asrın ulum ve fünunuyla mücehhez ruh-ı şeri’ate vakıf talebe yetiştirmek maksadıyla evvelce Anadolu’nun bazı mahallerinde Darülhilafe Medresesi teşkilatı yapılmış ve ders vekaletince bittetkik lüzum gösterilen mahallerde Meşihat’çe peyderpey teşkilat yapılabileceği de Muharrem ve liranın da . faslın . maddesine; tedkikat ve te’lifat-ı olmak üzere teklif edilen liranın . faslın . maddesine; ve bu zammiyatın hey’et-i umumiyyesi için . fasla ve liradan ibaret bulunan ma’zulin ma’aşı da . faslına zammı icab etmiş ve bu suretle ye nisbetle Şer’iyye bütçesi lira fazlasıyla liraya baliğ olmuş ve buna mukabil . fasldan . fasldan lira ki cem’an liranın tay ve tenzili lazım gelmişdir. Bu en mübrem ve zaruri Teşkilatdır: haiz bulanan Şer’iyye Vekaleti’nin bir dereceye kadar müsmir ve müfid bir hale gelebilmesi için ber-vech-i bala teklif edilen ve devair-i saireye nisbetle cüzi bir yekun teşkil eden tahsisat-ı zaruriyenin kabulünü Şer’iyye Vekaleti kemal-i ehemmiyetle temenni etmektedir. Şer’iyye Vekaleti şurasını da ilave etmek ister ki: Makamın haiz olduğu ehemmiyeti bütün enzar-ı ümmetde tecelli ettirecek suretde iş görebilmek için işbu teşkilatın herhalde daha vasi’ tutulması icab ederdi. Lakin Şer’iyye Vekaleti ahval-i maliyemizi de nazar-ı dikkatden dur tutmadığı cihetle mübrem ve en zaruri olan teşkilatın hadd-i asgarisini teklif ile iktifa etmiştir. Şer’iyye Vekaleti’nin hareket ve fa’aliyete gelerek İslam’ın terakki ve te’alisi hususunda bir amil-i mühim olmasını arzu ve bu arzusunu zaman zaman izhar eden Büyük Millet Meclisi’nin bu teklifatı hüsn kabul buyuracaklarını Şer’iyye Vekaleti şüphesiz addeder. Şer’iyye Vekaleti’nin senesi bütçesi tedkik olundu vekaletin geçen seneki bütçesi yekunu lira olarak tesbit edilmiş olup Muvazene-i Maliye encümeni tenkihatının bir seneye teşmil ve senesi birinci avans kanunu ta’dilatı neticesinde bu yekunun liraya tenezzül etmiş olmasına ve sene-i haliye için encümence lira teklif edilmekde bulunmasına göre lira fazla vardır. Esbabını bervech-i zir arz ediyoruz: Fasl : Birinci madde vekalet muhassesatı olup aynen kabul edilmiştir. İkinci maddeye geçen sene muvazene-i maliye encümenince müsteşarlık ve fetva emabu tahsisatın bir yanlışlık neticesi olarak geçen sene kat’ı cihetine gidilmiş ve bunun hikmet-i vaz’ı asla nazar-ı dikkate alınmamıştır. Halbuki bu tahsisatın bir kısmı bilfi’l tedris ve irşad vazifesiyle muvazzaf müderrisin bir kısmı da senelerce fahri bir suretde neşr-i füyuzat ile sinleri reşide-i kemal olan ve memleketin hüsn-i teveccühünü kazanmış bulunan zevat-ı muhteremeye verilmekde olup bununla halkın daimi suretde tenviri ve memlekete hüsn hizmetleri sebk etmiş olan zevat-ı muhteremenin ahir ömürlerinde mümkün olduğu kadar sefalete düşmemeleri düşünülmüştür. Bu zevat-ı muhteremenin pek çokları hükumet-i milliyyemizin hin-i teşekkülünde büyük yararlık göstermiş ve bu suretle kumandanların hükumet memurlarının bile mazhar-ı takdiri olmuş ve bu fedakarlıklarına mükafat olmak üzere ma’aş-ı sabıklarına bir mikdar daha zam yapılması mahallerinden Şer’iyye Vekaleti’ne yazılmıştır. Fakat; ne acıklı bir hadise ki fedakarlıklarına mukabil ma’aşlarına zam yapılması teklif olunduğu bir sırada senelerden beri almakda oldukları kat’ından sonra hala ma’aş alanlar varsa istirdad olunacağı cevabı verilmiştir. Efendiler! Şer’iyye Vekaleti on beş yirmi seneden beri verilegelmekde olan bu tahsisatın bila-mucib-i kat’ı bilhassa haric ve dahilde pek ziyade tenvir ve irşada muhtac olduğumuz böyle bir zamanda her nokta-i nazardan muvafık-ı adl ve maslahat olmayacağına bittetkik kana’at hasıl eylemiş ve geçen sene muvazene-i maliyece kat’ı cihetine gidilmiş olan liranın -bilfi’l medarisde tedris ile meşgul veyahut tedris edemeyecek bir sinn-i kemale gelmiş bulunan zevat-ı kirama verilmek üzere- tamamen iadesini ve medaris-i ilmiyye muallimleri Zammı İcab Eden Tahsisat Yekunu: Ber-vech teklif olunan teşkilat ve zammiyatın icab ettirdiği tahsisata gelince. Merbut kadroda müfredatı irae olunduğu üzere müceddeden teşkilolunacak müsteşarlık tedris hey’etinin muhassesat-ı seneviyyesi lira . faslın . maddelerinin bunların tenvir teshin mefruşat ve kırtasiye esmanı için icab eden lira . faslın . maddelerine Darülhilafe muallimlerinin ma’aşatına yapılacak zam ve yeniden teklif olunan iki muallim ile yeniden açılacak Darülhilafe medreseleri desine; yeniden küşad edilecek müderrislerin masarıf-ı müteferrika ve te’sisiyesi olan lira . faslın ikinci maddesine; medaris-i ilmiyye müderrisleri için iadeten taleb edilen lira ile ve yeniden taleb edilen CCİLD - ADED - SAYFA Şer’iyye Vekaleti’nce lira vaz’ı teklif edilmekde ise de lira ma’aş kabulü lira kadar tahsisat-ı fevkalade-i şehriye i’tasını istilzam edeceği cihetle bu kadar büyük bir masraf ihtiyarını encümenimiz tasvib etmemiştir. Anadolu’da mevcud medaris-i ilmiyenin pek çok evkafı olup bunlar adem-i takayyüd yüzünden ya harab veya mütevelliye me’kel olmaktadır. Medarisin tevhid ve ıslahıyla tedris ve tederrüs eden ulema ve talebenin terfihi bila ifate-i vakit derpiş edilecek vezaif-i mühimmemizden olmakla medarisin ihyası esbabını ashab-ı hayratın bu emr-i hayra tahsis ettiği evkafın ihyasında araştırmak daha müsmir olacağından bu hususda icab eden tedabirin ittihaz ve iktiza eden layihi kanuniyyenin tanzim ve teklifi Şer’iyye Vekaleti’nden rica edilmiş ve müderrisin ve va’iz tahsisatı sabıkına lira zammıyla lira olarak kabul olunmuştur. Fasl : Birinci talebe-i ulum ve memurin harcirahı maddesi sabıkı vechle lira olarak kabul ve merkez masarıf-ı müteferrikası miyanına te’lifat için bin lira ilave edilmiş olmasına mebni ikinci mükafat-ı te’lifiye maddesindeki tahsisat tayyedilmiştir. Fasl . fasl masarıf-ı müteferrikayı muhtevi olup birinci merkez masarıf-ı müteferrikası maddesine Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiye hey’etinin masarıf-ı neşriye ve tabi’iyesi için geçen seneki liraya zamimeten lira ilavesi teklif edilmiş ise de bu sene ancak Eylül’de teşekkül edecek bir hey’etin tedkikat ve te’lifatını şimdilik bunun için bin lira tahsisat kabulüyle işbu maddeye ve ikinci mülhakat masarıf-ı müteferrikası maddesine sabıkı vechle lira vaz’ ve fasl yekunü lira olarak tesbit olunmuştur. Fasl . fasl memurin ve müstahdeminin tahsisat-ı fevkalade-i şehriyyesi olup fetva emini ve şura-yı a’zası ve başkatibi ve ders vekaleti hey’eti ve katibi ve Adana Darülhilafe medresesi müderrisini ve yeniden ma’aş tahsis edilecek on dokuz müderris ile memurin-i evkaf ma’zulini için yeniden tahsisat-ı fevkalade ilavesi lira olarak tesbit olunmuştur. Fasl : Evkaf memurin-i ma’zulesi ma’aşatı olup kanun-ı mahsusuna binaen müceddeden ihdas ve tahsisat vaz’ olunmuştur. Hulasa: senesi Şer’iyye bütçesi lira olarak bi’t-tensib Hey’et-i celileye takdim kılındı. neti ma’aşı vaz’ ve her iki vazifenin bir zat tarafından tedviri tensib edilmiş olup bu sene mezkur vezaifin yalnız bir zat uhdesine tevdi’i muvafık görülmediği ve esasen şimdiye kadar ta’yin de edilmediği beyanıyla tefriki Şer’iyye Vekili efendi hazretleri tarafından teklif ve teklif-i vaki’ encümence de kabul edilerek yalnız müsteşara mahsus olmak üzere sabıkı misillü şehri altmış liradan sekiz aylık ma’aş mukabili olan lira ikinci maddede aynen ibka ve fetva emaneti muhassesatı üçüncü maddeye nakl olunmuştur. İşbu maddeye de daire-i aidesinin teklifi vechle şehri yüz lira ma’aşlı bir fetva eminiyle şehri yetmiş beşer lira ma’aşlı üç şura-yı ifta a’zasının altı aylık ma’aşları olup müstahdem olup şura-yı iftanın teşekkülü üzerine lağv edilecek olan bir müsevvidin Ağustos gayesine kadar şehri otuzar liradan altı aylık ma’aşı ki cem’an lira vaz’ olunmuştur. Dördüncü madde me’murin-i merkeziyye ma’aşatını muhtevi olup geçen sene mevcud olan bir müderris müfettişinin lağvıyla tedrisat müdür-i umumisinin taht-ı riyasetinde biri otuz diğeri yirmi beş lira ma’aşlı iki a’zadan mürekkeb bir ders vekaleti hey’eti teşkil ve ma’iyyetlerine şehri on lira ma’aşlı bir katib terfiki kabul ve idare-i merkeziyenin teşkilat-ı sabıkası aynen ibka edilmiştir. Beşinci madde olarak yeniden teklif olunan Tedkikat ve Te’lifat-ı beşer lira ma’aşlı üç a’za ve yirmi beş lira ma’aşlı bir baş katib esas i’tibariyle kabul olunarak altı aylık ma’aşları olmak üzere tesbit olunmuştur. Fasl . faslın ihtiva ettiği müstehıkkin-i rical-i miştir. Fasl : Şura-yı ifta ve Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’eti teşkilatına binaen idare-i merkeziyye levazımını muhtevi bulunan işbu faslın ikinci tenvir ve teshin maddesine elli üçüncü mefruşat maddesine iki yüz dördüncü kırtasiye maddesine elli lira ilave ve faslın yekunu sabıkından üç yüz lira fazlasıyla lira olarak tesbit edilmiştir. Fasl : Dersiam Darülhilafe medresesiyle mülhakat medaris-i ilmiyyesi tahsisatına Adana Darülhilafe medresesi tahsisatının ilavesine mebni fasl yekunu fazlasıyla lira olarak kabul edilmiştir. Fasl Darülhilafe ve mülhakat medaris masarıfına Adana Darülhilafe medresesinin masarıfı mukabili olarak baliğ olmuştur. Fasl . fasl vilayat memurin-i ilmiyesi ma’aşatını muhtevi olup birinci maddeyi teşkil eden müftü ve müsevvidler ma’aşatı sabıkı misillü lira olarak kabul edilmiş. İkinci müderrisin va’izler maddesine Bugün bir cem’iyetin sa’adeti diniyle ahlakıyla bedi’iyatıyla refahı ilmi ile iktisadiyatıyla anlaşılıyor. Bizde bugünkü İslam aleminde bunları araştırırken bir tarafdan rafdan da bu beş şe’niyetin İslam alemindeki kıymet hükümlerini ve telakki tarzlarını araştırırız. İslam dini eski cem’iyetlerde meçhul kalmış bir hakikati hal etmiştir. Fahr-i Kainat dini din olmak üzere telkin buyurmuştur. Bedi’iyata ayrıca kıymet vermiş hayatın güzelliklerini göstermiştir. Tahir nazif bedi’ şeylere rağbet buyurmuş ve ümmetine sevdirmiştir. Hatta bilenle bilmeyenin adem-i müsavatını gösteren nass-ı mübini izah ederken bunda ilmi mücerred ve mutlak zikr etmekle de ilimin gayesi yalnız ilim olduğunu göstermek istemişlerdir. Ahlakı da gaye olarak aynıyla bir fazilet telakkisine mazhar buyurmuşlardır. Bi-nefsihi zat-ı nebi ahlakı ta’lim ile mükellef olduklarını beyan buyurarak bunu da ahlak-ı pazarlarına dikkat edilirse daima Fahr-i Risalet refahı ümmetine tavsiye buyurmuşlardır. Kasibin Allah’ın sevgilisi olduğunu söylemişlerdir. Çok nazar-ı dikkati celb etmek patlada patlada alkışladığımız garb cem’iyetlerinin “çürük sa’adetlerini bir tarafa bırakarak” şu beşden başka nesi varsa İslam dinine ulu ortamu’arazaedenler lütfen göstersinler.Dinyalnızdiniçindir. Beşerderuhiyat ladır ve ciddi hassasiyetedir ameli iradeye müte’allikdır. Bütün bunların fevkinde dinin bir ayne’l-yakin kuvveti velayet kudreti vardır. Din yalnız düşünmek değildir. Görmek ve duymakdır. Çok dikkat etmek isteriz ki yalnız garb ulemasının eserleriyle kafasını dolduranlarımız bugünkü taharri ve müşahede yollarının ancak mukayeseli tetebbu’ ile bir neticeye ereceğini bilseler de bu çok uzun ve düşvar bir sa’ye muhtac olduğundan hemen hemen sathi bir nazarla bir ikiictima’iyat iktisadiyatkitabı çevirmekle artık gördüklerine kani’ oluyorlar. Halbukidinsizbir adam göremez aradaki fark ise gören dindar hakikati ayne’l-yakin gördüğü için vecde düşer. Bu ilahi ve ulvi kuvvetle ali hisler doğarak beşer cem’iyetleri tarihlerinde gördüğümüz beşeriyetin ebedi veliyy-i ni’metlerinden olan ilmi ahlaki vatani dini kahramanlar zuhur eyler. Bunları meydana getiren ruhlardaki vecddir. Vecd ise iman kuvvetinden doğar. Başka bir şeyden hasıl olduğunu kimse isbat edemez. Şimdi dini Kuran-ı kerimin nüzulü gibi tedkik etmeyerek ve hatta bir ayetin bile meal-i celilini anlamayarak sade İslam aleminin düşkünlüğüne bakarak bunu mutlaka dinde bulan gençlerimiz işte bu noktada sürçüyorlar. Onlar için din karışık ve yalnız beş vakit namazla oruç tutmak hacca gitmekden ibaret bir şey zan ediliyor. Dinin bedi’iyatına ta’alluk eden bu çok güzel ve asli ibadetlerdeki ruhu vecd ve zevke saik ameliyeleri diğer esaslarla karıştırdıkları ve daha doğrusu İslam hakkında kızıl cahil oldukları için bir türlü işi ayırt edemiyorlar. İslam bir cami’adır. Bu cami’a meçhule değildir vaki’ değildir. Bir mevcudedir. İradidir. İşte her iradeli mevcudede var olan kuvvetler bunda da bizatihi yaşar. İlme’l-yakin ile ayne’l-yakin arasındaki fark sebebiyle bunu düşünürken vasıl olabilmek için de mutlaka vecde saik olan iman lazımdır. Bu kabil gençlerimiz dinsiz değil imansızdır ve rek almamışlardır. Belki İslam aleminin zevahirine bakarak düşündükleri garb aleminin şeklini İslam aleminde göremeyince imansız olmaları hasebiyle tabi’i farik sebebler göremediklerinden nihayet bu sukutun sebebini dine irca’ edip işin içinden çıkıvermişlerdir. İslam dinine buradan ta’arruzu bir medeni şeca’at olarak alkışlamak da bu görememekden ileri gelmektedir. Dincem’iyetin deruni varlığı da olduğu şununla sabit olunca şimdi bugünkü İslam cem’iyetlerinin düşkünlüğü çok dindar olmalarında değil belki dindar olmamalarında aramak lüzumu mukadderen meydana çıkar. Bunun yanında bir sual-i mukaddere cevab vermek lüzumu karşısında bulunduğumu anlıyorum: Garb alemi dindar olmadığı halde bu kadar terakkiyata neden mazhar olmuştur? İslam alemiGüzide-i Rabbanidin olduğu halde neden böyle sönük ve güdük kalmıştır? Bu sual tamamıyla variddir. Yukarıda işaret ettiğimiz nukat-ı nazarın İslam alemi tarihindeki seyrini ta’kib etmezden bu mukadder suale cevab vermek lüzumunu teslim ediyorum. Bir kere garb cem’iyetlerinin bu günkü varlığını bir sa’adet olmak üzere kabul etmekden çok uzağım. Avrupayı gören tahsil bahanesiyle alemlerini dolaşan gençlerimiz orada şa’şaalı bir odanın beyaz örtüleri etrafında kadın ve erkekden ibaret tannan şakrak cem’iyetleri görerek bunu bir sa’adet telakki ediyorlar meydandadır. En muta’assıb Katolik olan İngiltere en muta’assıb Protestanlığa kanla girmiştir ve ınkılablarının hepsi din için olmuştur. Elizabet’in meşhur muvaffakiyeti nedir? Marie Antoinette kafasını din için vermemiş midir? Hala bugün İngiliz krallarının sadakat yemini metnini bilenler Hıristiyanlığın halk vicdanında ne derin olduğunu teslim ederler. Avrupa inkılabları Hıristiyan dinini yıkamamıştır. Bilakis Hıristiyan dini inkılabları kendi lehine çevirerek Hıristiyan cem’iyetlere taksim-i a’mali meydana getirmek sayesinde o cem’iyetler aliyat ve fünunda gulane adımlarla yürümüşlerdir. Bunun için garbınimanıdinden gelmiştir. Gençlerimiz lütfen garbı tedkik ederken Sorbon’un Cambiridge’nin Oksford’un derslerini tedkik etmeli idiler. Orada inkılab papasların elinden kudret ve nüfuzunu alarak hürriyet-i tedrisi meydana getirmiştir: Akıl terbiyesi vicdan terbiyesi ayrı ayrı olarak kabul edilmiştir. La-dini tedrisat bizim gençlerimizin anladığı gibi dinsizlik tedrisatı değildir. Ruhbansız tedrisat demektir. İşte garb aleminde refah vardır. Bu refah ise inkılabların dini yıkmaya masruf mesa’isi karşısında bilakis dinin kuvvetlenmesiyle cem’iyetde iş bölümünün yer bulmasından mes’ud olduğuna inananlardan değilim. Bunu ileride münakaşa edeceğim. Avrupa dindardır. Amerika ise o kadar dindardır ki bunun hiçbir yerde eşi yoktur. Amerika cem’iyetini tedkik ederken orada dinin ne yüksek bir mevki’i olduğunu unutmamalıdır. İşte garbın terakkiyatı dinsizliğinde değil dindar olmasındadır. Terakkiyatın amili ise milli harekatın yüksekliğindendir. Her ferd cem’iyetin refahına hadimdir. Milliyet artık his halindedir. Refah diyorum. İşte aliyat fenniyat iktisadiyat bedi’iyat hep orada millidir. Kökünü hep dinlerinden almıştır. Yalnız ruhban istibdadı yıkılmıştır. Batıl bir dinin salikleri bu refaha malik olduğu halde hak din müminleri alemi neden bu rütbe düşkündür? İddi’a ediyorum ki bizdini kötü bir taklid ile benimseyerek bize benliğimize aid olmayan ve ilhamlarını müslüman Türk’ün öz varlığından hayatından almayan bir yapma edebiyat ile bir kofala lisan ile muhiti ihtizaz ettirmek imkanı olmadığı için bizdemillihareketler ve netice i’tibariyle refah hasıl olmamıştır. Şimdi tarihi seyri gelecek makalede ta’kib edebiliriz. Bu güne kadar Avrupa’ya gidip de bize garbdan çürük bir ahlak kokmuş bir felsefe yarım yamalak bir ma’lumat ile dönenlerimizin Türkiye’de biricik işleri bizi beğenmemek ve fakat beğenmemelerinin yerine de bir şey koymamaktır. Hakiki suretde garb alemininilim ve fensahasındaki terakkiyatını mutlaka dinsizliğe irca’ edenlerle de görüşecek bir cihet göremem. Bu ikisinin haricinde samimi sual edenlere karşı cevaba hazırım: Avrupa terakkiyatını dinsizlikden almamıştır. Avrupa’da bir din vardı: Katolik. Papalarla papasların dini esasından çıkarmaları yüzünden Jan Hus ve Yaklif Luter gibi hakiki hıristiyan diye ortaya çıkanlar dinsizlerle na-beca muta’assıblara karşı i’lan-ı harb ettiler. Hıristiyanlık bir inkılaba ma’ruz kaldı. Orada eski Hıristiyanlık Düşünme görme yalnız inan inandığın da benim dediğimden ibaret olacaktır istibdadını şiddetle iltizam etmiş ve celladlarla yürütmüştür. şenler içinde yaşayan şarkın güneşli seması altında metin ve mümtaz bir cem’iyet bulunduğunu meydana atınca bu kör ta’assub karşısına dikilen ışık şarktan gelen fikir güneşi olmuştu. rekkebdi. Bunlar kara kuvvet sıyrılınca yeni Hıristiyanlık garb vicdanını kavrayarak yükseltdi. Her ınkılabın başında din vardı. Avrupa’da ınkılab dini yıkmak için olmamıştır. Yıktığı yalnız bir şeydir: Kör ta’assubla ruhbanın Halbuki dine karşı yürüyen garb efkarı daima zebun olmuştur ve dini yıkamamıştır. Dini yıkmak için vaki’ hareketlerden Hıristiyan dini bilakis çok istifade eylemiştir. Kilise ve ruhban istibdadı gevşemiş ve halk daha iyi hıristiyan olmuştur. Fransa ınkılabında dine karşı hareketler mandaeyaletini ayaklandırmıştır. Napolyon’dan çok büyük bir deha-yı askeriye malik olan genç General Hus bu isyanı kanla ateşle söndürmek için memur olduğu halde bilakis kiliseleri papasları dinlerini iade etmek şartıyla halkı kazanabilmiş ve burada inkılab ancak dindar olmakla muvaffak olabilmiştir. Dini kaldırmak yerinealihe-i akldinini ikame etmek muta’assıb ınkılabcılar bile ayaklanmış ve yine Hıristiyanlık muzaffer olmuştur. Napolyon Papa’yı bile esir ettiği halde nihayet o da dinin önünde eğilerek kilisenin emrine girmekden başka çare bulamamıştır. Hıristiyanlığa hücum edenler ancak papasların istibdadını yıkmak suretiyle ınkilaba hizmet etmişlerdir. Yoksa Hıristiyanlık’dan bir taş koparmamışlardır. Şamil bu dahi dağlı te’sis eylediği idare sayesinde Rusların otuz sene devam eden hücumlarını muvaffakiyetle kırmıştır. İki taraf kuvvetleri arasındaki nisbetsizlik senesi Ağustos’unun yirmi beşinde Şarki Dağıstan’ın en kuvvetli kalelerinden biri olan Gonib Kalesi çarlık ordusu tarafından zabt edilmiş ve Şamil orada esir olmuştur. Bu suretle Şarki Dağıstan’da seneden beri devam eden mu’annidane mukavemet nihayet bulmuş oldu. Fakat Garbi Dağıstan’da Kuban ile Karadeniz arasındaki dağlılar mukavemetlerinde cesurane devam etmekle beraber istiklalin yalnız silahla değil aynı zamanda tanzimat-ı dahiliye ile de idamesine karar verdiler ve düvel-i ecnebiye ile te’sis-i münasebete giriştiler. Haziran senesinde Garbi Dağıstan istiklalcileri bir ictima’ şurası akd ettiler. Ve ictima’da milletin Ve bu kararın tatbiki için teşri’i ve icrai salahiyeti haiz ve on beş kişiden müteşekkil bir meclis te’sis eylediler. Ve bu meclise de Büyük İstiklal Meclisi namı verildi. Bu meclis evvel emirde memleketi idare-i dahileye nokta-i nazarından on iki mıntıka daireye taksim etti. Ve bunlardan her bir daire bir te’sis ile müftü ve kadıdan mürekkeb bir hey’ete tevdi’ ve beher köye bir muhtar ta’yin edildi. Meclis yalnız bu gibi teşkilat-ı dahiliye ile iktifa etmeyerek Türkiye ve İngiltere’nin muzaheretlerini te’min etmek cihetlerini ta’kib eyledi. Çarlık bu müdhiş tayfun Dağıstan’ın yalnız mevcudiyet-i siyasiyye ve müessesat-ı medeniyyesini değil me’aliyat-ı ahlakiyyesini de sarsdı Sekizinci asrın bidayetinde Rus çarlığı hududsuz bir sinin perişanlığını intac etti. Bu hayallerden birisi de Anadolu’yu Rus çarlığının saha-i cihangiranesine ilhak etmekdi. Kendi komşularının tecavüzat ve tahribat-ı mütemadiyelerine mukavemet etmek hususunda aciz kalan Gürcüler akıbet çarlıkdan istimdad ve onları memleketlerine da’vet mecburiyetini hissettiler. Fakat Gürcüler elim olduğu kadar sakim olan bu tarz hareketlerinin cezasını gördüler. Gürcüler da çarlık idaresini kabul ettiler. Nihayet ’de Rusya’nın vilayeti haline ifrağ olundu. Bu zamandan i’tibaren Dağıstan’da kanlı ve musibetli tarihler başlıyor. Şimalden gelen bu büyük ve istilakar düşmana karşı Şimali Kafkasyalılar hiçbir tarafdan bir mesned ve mu’avenet bulamadı. Yalnız kaldı. Fakat nevmid ve me’yus olmadı. Namus ve şerefiyle kendi toprağında hür ve müstakil yaşamak için yalnızlığına za’f-ı maddisine rağmen mücadeleye karar verdi. Dağıstanlıların çarlığa mu’annidane mukavemeti kendi kahramanları olan Mansur Taymi Bi Polad Gazi Mehmed nihayet Şamil zamanlarında derece-i a’zamiyi buldu. ezel-karin vatanlarını müdafa’adan başka bir cürümleri olmayan dağlıların memleketlerini bir ay zarfında ebediyyen terk etmek üzere Karadeniz’in mu’ayyen iskelelerinde cem’ edilmelerine Kafkasya serdarı olup Menci dük Mihail’i memur etmişti. Tehcir başladı. Dağıstanlılar akıbet sinesinde bir mezar dahi bulamadıkları bir tarafdan kanla mülemma’ diğer tarafdan –yüksek bir zevk-i necibin muhassılası olan– mesa’i ile pirayedar vatanlarını terk ve Karadeniz sahilinde ictima’ ettiler. O zaman bunların vaz’iyet-i elimeleri bazı ecnebi konsoloslarının nazar-ı dikkatlerini celb ve onları Rusları protestoya sevk etti. Yurtlarından çıkarıldıkları zamanda mikdarları gayr-i ma’lum olan bu bedbaht ve ma’sum millet Karadeniz sahiline kadar Kazakların kılınçları altında Karadeniz sahilinde açlıkdan sefaletden şedaid-i hevaiyeden ve Karadeniz’de de küçük yelken gemilerinde gayr-i ma’lum zayi’at verdikden sonra Samsun ve Trabzon sahillerine mevcudla dökülmüş ve burada da bir ay zarfında bin zayi’at vermişti. Burada kıyamet-nümün bir vaz’iyetde kalmışlar; evladlar atalarını babalarını akrabalar birbirlerini gaib etmişlerdi. Herkes ölümü münci ve halaskar olarak telakki ve temenni ediyordu. Maddi ve ma’nevi her şeyden mahrum edilen bu milletin kalbleri yalnız bir şey ile memlu ve mahmul sönmez bir intikam!. Bu suretle Dağıstan’da boşalmış olan aksamı doldurmak üzere Rus çarlığı Rusya’nın dahilinden Mujik ve Kazak sellerini akıttı. Bu sürüler Dağıstanlılara has olan yüksek me’ser ve bedayi’-i medeniyeyi tahrib ettiler çiğnediler. Güzel köyler latif ve musanna’ bahçeler temiz tarlalar emsalsiz haralar hep mahv oldu. Avrupa’nın müdekkik seyyahları bunları tamamen görmüşler ve yazmışlardır. Ruslar yalnız tehcir edilenlerin varisi olmakla iktifa etmediler. Kalanları da yağma ettiler ve bir daha Dağıstan’da hayat ve kuvvet namına hiçbir şey vücud bulmaması ettiler. Bu tedabir cümlesinden olmak üzere Dağıstan’a sevk ve iskan edilen Mujik ve Kazaklara arazinin en münbit ve mahsuldar olan aksamı mebzulen tevzi’ edildiği gibi nehirler ve denizlerdeki balık saydgahları ma’denli mıntıkaları da bunlara tahsis edildi. Mesela arazi tevzi’inde beher Rusa destin arazi verildiği halde sekene-i aslinin beher nüfusu için ancak iki destin mütevali mesaibe uğramış olan dağlıları tamamen ezilmiş; tatbik ettikleri tedabir ve te’sirat-ı idariye ile uyuşturulmuş zan ve binaenaleyh onları imparatorların sadık teb’aları addettiler. Rus çarlarının Dağıstan’da te’sis ve yarım asır idame ettikleri hakimiyet yalnız sistematik bir Bu sıralarda General Evdokimoff Kumandasındaki çar ordusunun Kafkas silsilelerinde görünmesi üzerine meclis fevkalade bir celse akdetti. Bu celsede: Hey’et göndermeye ve bu Hey’etin masarıf-ı seferiyesi kapikin alınmasına. Millete cihad-ı mukaddes i’lan etmeye Memleketin za’if olan akşamının meclis ordusuyla takviyesine Çarlık tarafından kazanılmış PrensReşid Geç taraftarlarının bu cihad-ı mukaddese cebren teşrikine olmadığı takdirde bunların imhasına karar verildi. Ve bu mukarrerat aynen tatbik edildi. Muktedir bir diplomat olan İsmail Barkay Dzepche riyasetinde bir hey’et İstanbul’a uğramak şartıyla yola çıkarıldı. Hulasa: Bu zaman müsbet veya menfi cihetden bikes Kafkas mukadderatını hazırlayacak olan bir an idi. Bir tarafda bütün kabiliyet-i tahribkarane ve vahşiyanesini gösterecek olan çar ordusu diğer tarafda azm u imandan başka hiçbir istinadgahları olmayan Dağıstan milleti emsali na-mesbuk bir gayret-i fevkalade sarf ederek gasıb bir orduya mukabeleye uğrunda asırlardan beri mücadele edilen istiklaliyet ve hürriyetlerini müdafa’aya hazır idi. Garbi Dağıstan muharebeye başladı. Ve e kadar ya’ni dört sene devam etti. Bu muharebat o derece hunzirane ve mezbuhane devam etti ki istiklalin izzet-i nefsi olan insanlar nazarında ne kadar sehhar ve dağlıların bu istiklale ne derece perestişkar olduğunu ancak bu muharebatı ta’kib edenler takdir edebilirler. Yalnız kama ve kılınç ile hücum edilerek müdafi’ini tamamen imha edilmek ve bazan Ruslarla beraber barutlarla ber-heva olmak şartıyla Ruslardan on bir kale alındı. Kadınlar da dahil olduğu halde bütün millet muharebeye iştirak etti. Fakat bu fedakarlıklara rağmen na-mahdud bir menba’a Madam Hel’in yazdığı gibi Her bir taşı her bir karış toprağı müdafa’a edilen kanla boyanan Dağıstan o hür kartallar yuvası çarlığın gasıb ve zalim ellerine geçti. Encazya cihetinde ise General Kolobakin’in çıkardığı kuvvetle dağlılar için muhterem ve mukaddes olan meclis binası tahrib olundu. Ve bundan biraz sonra ’de dağlıların son mukavemet noktası olan Açarh köyü de zabt edildi. Bu meş’um senede çar orduları yalnız Dağıstan’ı istila etmiş olmakla iktifa etmediler. Ruslar nazarındaHürriyet-perver Çarnamıyla ma’ruf ikinci Aleksandır bir tarafdan Ruslara hürriyet-i idare i’lan ederken diğer tarafdan hürriyetlerini istiklaliyetlerini cebr ü şiddete istinad etti. Bu şiddet iki şekilde tatbik edildi: Biri sınıf diğeri milli.. Bu elli sene zarfında Dağıstan Rus bürokrasi idaresi edilen gaye ve esas Dağlıların milli harslerinin tekamül ve istikşafına mani’ olmak milli mefkurelerini öldürmek vide et impera” ka’idesini tatbik etti. Çarlar Dağıstan ahalisine istiklal mücadelesini hatırlatan menakıbı unutturmak ve onların kalblerinde daima mahfuz bulunan dürmek için her türlü tedabire tevessül ettiler. Dağıstanlıların zaruri ve kanuni olan bütün metalibleri akim bırakılıyor idi. Yukarıdan beri sayılan bu gibi tedabir-i idariye neticesi olarak Dağlılarda günden güne ihtiyac ve fakr u sefalet artıyordu. Fakat Dağlılara hiçbir tarafdan bir mu’avenet gelmiyordu. Dağıstan’ın fethi tarih-i elimi olan’den Duma meclisinin açıldığı tarihine kadar Dağıstan’da mücadele sessiz bir suretde temadi etti. Dağıstan’ın mütefekkir ve vatanperverleri idare-i dahiliyeleri için hiç olmazsza te’amülat ve temayülat-ı mahalliye ve milliyelerinin nazar-ı dikkate alınmasını Petrograd hükumetinden birkaç def’a taleb ettiler. Pek ufak ve tabi’i olan bu taleb de kabul edilmedi. Halbuki bu talebler asayiş ve inzibata ta’alluk eder şeyler de değildi. Hulasa: Ruslar’da Dağıstanlıların hiçbir vakit Rus Rus düşmanı olarak yaşadıkları kana’ati vardı. Tamamen soyulmuş olan daima ta’kib ve tazyik edilen ve her türlü hukuk-ı tabi’iyyeden mahrum bırakılan Dağlılar büyük alam ve ıstırabat altında yaşıyorlardı. Bunun neticesinde nüfusda tenakus yüz gösterdi. Fakat bu gibi mesaibe karşı Dağıstanlılarda mevcud olan mukavemet ve tahammül hulasası dolayısıyla bütün tahakkümata rağmen yine eser-i hayat ve intibah göstermeleri çar zalim ve hunharlarını şaşırtıyordu. Dağıstanlılar çarlıkdan gördükleri bu tazyikat o kadar tahammül fersa telakki eylediler ki; çarlığın kuvvet ve satvetini hiç hesab etmeksizin kaç def’alar kıyam ve isyan ettiler:’de Ali Bey Hacı Omadevi Zalmi Dade Tangay Sultan Murad… kıyam en zalimane ve hunharane bir suretde bastırıldıktan sonra dağlı memleketlerinden tard ve teb’id edildi. Bunların kısm-ı a’zamı Türkiye’ye hicret etmek üzere iken Karadeniz’in soğuk dalgaları arasında gaib oldular. Bundan başka tarihlerinde ufak tefek isyanlar vuku’a geldi. Bu isyanlar neticesinde: Çarlık tarafından en vahşiyane ve hunharane bir şiddet… Dağlılar tarafından da daima hayat ve istiklal isteyen bir protesto ve feryad… gazetesinin Afganistan muhabir-i mahsusu Kabil’den gönderdiği mektubda Türkiye sefiri Fahri Paşa hazretleri hey’etine karşı Afgan müslümanlarının gösterdiği tezahürat-ı fevkaladeden bahs ettikden sonra diyor ki: Afgan Emiri A’la hazret ile mümessil paşa hazretlerinin göz yaşları ve hıçkırıklarla yekdiğerini kucaklamaları ve Emir hazretlerinin hey’et-i zabitanemize Türkçe kardeşlerim diye hitabı her türlü diplomasi merasimi haricinde pek müstesna bir aile tablosu teşkil ediyordu. Hey’et hakkında hassaten ibraz-ı teveccüh ve muhabbet eden ve Mısır’ın memurin-i sefaretine adem-i kifayetini haber alarak her türlü esbab-i istirahatin istikmalini irade buyuran A’la hazret sefaret emrine ayrıca bir daire-i mahsusa lütfen birlando mücedded bir de otomobil tahsis buyurdular. Cuma namazına giden hey’et Afganlı milli sarığı ile minbere çıkan Emir hazretlerinin lisan-ı Arabi üzere eda ettikleri tahmid ve tasliyeden ve selatin-i ra ittihad lüzumundan bahsen irad buyurdukları Farisi hutbeyi dinledi. Ve bizzat imamet eden Emir hazretlerine El-yevm Kabil’de Türk hey’et-i sefaretinden ma’ada sız me’mur-ı mahsusu vardır. Temmuz’un altısında yirmi kişilik Çin hey’et-i sefareti gelmiş. Japon ve Alman hey’etlerine de intizar edilmekde bulunmuştur. Rus gazeteleri Azerbaycan Başvekili Tirimanof Şimdi Kafkas devletleri reisidir Buhara Hive ve Türkistan kuva-yı müslimesi başkumandanlığı tarafından kendisine verilen zirdeki ültimatomu Moskova hükumetine tebliğ etdiğini yazıyorlar. Ahali Komiserleri Reisi Nerimanof’a Vaktiyle Rus Sovyet Cumhuriyeti eczasından bulunan akvamınMeclis-i Alisitarafından ittihaz olunan askeriyeden ictinab için Kızıl Ordu’nun bu memleketlerden geri çekilmesi elzem bulunduğunun derhal tebliğini sizden rica eder. Hive Buhara ve Türkistan Meclis-i alisi Rus kavmine karşı perverde ettiği hiss-i amik ve teveccüh saikasıyla harekat-ı askeriyeden ictinab eder. Sovyet Rusya hükumeti müstebid komiserlerin boyunduruğu altında inleyen akvam-ı İslamiye’nin memleketlerini Moskova’dan gönderilmiş olan Komünist memurların tazyikat-ı cebbaranesinden kuvve-i müsellaha re’yine ri’ayet etmeyi münasib gördüğü takdirde salifü’zzikr kararın size tebliğinden iki hafta sonra Meclis-i Ali’nin hareketde serbest olduğunu i’lan ve beyanı vazife addeder. mukarreratın Rus Komiserler Meclisi’ne ve Pan-rus merkez icra komitesine tebliğ etmenizi sizden rica ederim. Meclis-i mezkur benim ısrarım üzerine Sovyet Rusya ve Kızıl Asker’e karşı Moskova Komiserler Meclisi’nden ve Pan-rus Merkez Komitesi’nden cevab alınıncaya kadar harekat-ı askeriyeye teşebbüsden sarf-ı nazar etmiştir. Aynı zamanda ben Buhara Hive ve Türkmenistan ahalisinin istiklallerinin Rusya’ca tanınması hususundaki azm-i kat’ilerinin tecümanı olmaya memur edildim. Meclis-i Ali Sovyet Rusya hükumetine on beş gün zarfında Buhara’dan Hive’den Türkistan’dan askerini çekmesini bilcümle merakiz-i idareye tebliğini teklif eder. Baladaki teklifat Sovyet Rus Komiserler Meclisi tarafından kabul olunduğu takdirde siyasi mahbuslar ve esirler tahliye edilecektir. Buhara Hive ve Türkistan Akvamı Meclis-i Alisi Harbiye komiseri Troçki’ye ve baş kumandan Kamanef’e akvam-ı İslamiye’den mürekkeb ordu ile müsademe-i Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Din-i İslam’ın külfetden azadeliği – Sadelik ve metaneti – Akaid-i esasiyede asla ihtilaf hasıl olmamıştır – Zuhur eden ihtilafat dünyevi vezaife müte’allik ve siyasidir – Emeviyye’de ve İran’da kavmiyet hisleri – Karamita ve Hasan Sabbah’ın ihanetleri – Dinin kalblere saçtığı feyz ve iman – Türkün İslamiyet’i kabulü ile husule gelen inkılab – Türkler kavmiyet hissiyle değil din gayretiyle bu mu’azzam inkılabı vücuda getirdiler – Hakimiyet-i diniyyeye istinaden Türklerin husule getirdikleri asar-ı medeniyye – Din gayretinin gevşemesi – Na-beca ta’assubun zuhuru – Bizansın mütefessih adatının te’siri – Garb mukallidliği – Şer’iyye vekili hazretlerinin beyanatı – Yadigar-ı tarihi haline getirilmek istenen Şer’iyye Vekaleti’nin i’mali zamanı geldiği – Teşkilat-ı cedidenin mübremiyet ve zarureti – A’za-yı kiramın bu hususa verdiği ehemmiyet gösterdiği teveccüh-i fevkalade. Edirne Meb’usu Şeref Beyefendi’nin beyanatı: – Siyaset-i şer’iyyenin ilk def’a Meclis-i Milli’de mevzu’-i bahs olması – Altı asırdan beri Türkiye’nin ibtina ettiği esas: Din’dir – Elimizden çıkan kıt’alar dini ihmal yüzünden çıkmıştır – İslam beşeri bir dindir – Üç yüz yirmi bin lira ile siyaset-i şer’iyyeye nasıl hizmet olunur? – Milletin ruhunu yaşatacak Şer’iyye Vekaleti’dir – Garbın intibahı şarkın nuruyla olmuştur – Garbı dinsiz zan edenlerin cehaleti – Bugün Fransa’da Katolik fırkasının ehemmiyeti ve nüfuzu – Dinsiz millet yaşayamaz – Tanzimat’ın memlekete getirdiği felaketler – Tanzimat Siyaset-i şer’iyyeye karşı bir hareketdir – Garb mukallidliği – Bugün de din kuvveti en büyük kuvvetdir – Büyük kahramanları yetiştirmekde en büyük müessir dindir. Erzurum Meb’usu Nusret Efendi hazretlerinin beyanatı: – İfta ve ictihad hakkında ma’lumat-ı tarihiyye – Büyük alimler ve müctehidler yetiştirilmezse din tehlikededir – Külliyeler küşadının lüzumu – Vücuda getirilmesi zaruri olan İslami teşkilat – Turuk-ı irşad. Kırşehir Meb’usu Müfid Efendi hazretlerinin beyanatı:– Fetvahane-i alinin ehemmiyet-i mahsusası – Hakayık-ı Kuraniyyeyi tecelli ettirmenin üzerimize farz olduğu – İfta Hey’eti’nin on kişiye iblağı lüzumu – Teşkilat-ı İslamiyye – Cami’a-i İslamiyye. beble imha edildi. Dikkat edilmelidir ki “iman” ve din-i mübinin en büyük kudret ve feyzi de bundadır. Her karışıklığın tecriden tahlili bir suretde tarihi seyri bize bunu isbat edip durur. Abbasiye devrinde zuhur eden kelam ve Medine’deki muhaddisine karşı Irak’da yükselen ehl-i ruhsat ve azimet de yine üçüncü vazifedeki ihtilafdan nebe’an eylemiştir. Hasan es-Sabbah’ın zuhuruna kadar i’tikad hususunda gulat-ı şi’anın Hezililerin akaid hususundaki nukat-ı nazarı yine üssü’l-esas-ı İslam’a ta’alluik eden mesailden ya’ni vahdaniyet-i ilahiyyeyi hakk-ı risaleti inkar eyleyen şeylerden değildi. Bunlardan yalnız Havaric ve Şi’a fırkaları siyasi emeller ardına takılmış olmakla bazı mertebe muhalif i’tikada düşmüşlerdi. Selmaniler de ekall-i kalil idi. Bununla beraber akideye tehalüf verenler yine hep üçüncü vazifede ihtilaf ediyorlardı. Maksud bizzat olan da siyasi muvaffakiyet için akideyi alt etmekden Karamita’nın zuhuru ve hususiyle Hasan Sabbah’ın Haşiş mesleğini icadı doğrudan doğruya safa-yı i’tikada bir ta’arruz idi. Lakin bunu İslam alemi için dinden zuhur etmiş ve dinin icabı olarak kabul etmekde bir ma’na yok. Karmatiler’in olsun Sabbah’ın olsun makasıd-ı mahsusası vardı. Ya’ni siyasi bir ihanet kasdıyla din kuvvetinden ediyorum ki bu da üçüncü vazifede ihtilafa müncer olan bir su-i kasd idi. Bunun yanında yükselen yaşayan ve feyz ve nur veren bir din vardı. İbadatın bedi’i varlığı İslam dünyasını güzellikle cami’inin bedi’i hayranlarını teshir ediyordu. Bir İslam edebiyatı bir İslam sanayi’i bir İslam nefaisi doğmuştu. Bu doğan şeyler de bütün ilhamlarını İslam ibadetinden alıyordu. Sofiyyun ahlak kahramanlarıydı. Ümmetin Şa’şaalı bir edebiyat doğmuştu. Muhiti ihtizaz ettiren bu edebiyat cami’ edebiyatı idi. Onun yanında bir musiki canlanmıştı. Bunlar hep kökünü dindeki imad olan salavatdan ibadetden alıyorlardı. Huşu’ ve huzu’un verdiği vecd ile yükselen ruhlar musikinin en ince en hassas makamat-ı eşvakı ortasında çırpınıyordu. İslam aleminin her yanında yükselen mu’alla ve müzeyyen cami’ler dinin insanlara bedayi’i ne kadar sevdirdiğinin canlı birer timsalidir. Din-i İslam’ın burada bir seyr-i tarihisini yazmak lüzumunu hissediyorum. Sırasıyla mebahisi ta’kib için din-i mübinin feyz ve nuruna mazhar olan milletler arasından geçerek bu güne vasıl oluncaya kadar nerelerde ihmal görmüş ve nerelerde feyz bulmuştur anlaşılmadıkça gençlerimizin ağzının suyunu akıtan garb alemi hakkındaki mukayeselerimiz bir neticeye eremez. Mişkat-ı Sadr-ı Nübüvvet’den hakayıkı telakki buyuran ashab-ı kiramın safa-yı i’tikadı vardı. Hatem-i Enbiya “belağu’l-mübin” olarak gelmiş ve . devre-i hayatlarına kadar bir saniye bundan geri kalmamıştır. İslam dini külfetden azade sade ve metin idi.Efsahü’l-Arab dini üç esas ile tebliğ etmiştir: Aklın mazhar-ı kabulü olan imanı Hakk’ın makbulü olacak ibadatı beşerin dünyaya müte’allik vezaif ve hukuku. Bunun haricinde Birinci cem’iyetde bunun hiç birisi ihtilaf ve niza’ı badi olmamıştır. Çünkü usul ve füru’da güçlük görününce bizzat hallal-i müşkilat olan Seyyidü’l-Beşer derhal meseleyi hallederdi. Fi’il ve kavl-i Nebi ümmetin minhacı idi. Şefi’ü’l-Müznibin’in irtihalinden sonra üçüncü meselede zuhuruna kadar vaki’ olan ihtilaf hep üçüncü kısmındadır. Osman’ın şehadeti Süfyan oğullarının kıyamı Hüseyin vak’ası Zübeyr işi hep bu üçüncü vazifededir ki orada gayet ince bir nükte vardır. Bu nükte İslam dininin yüksekliğine ve bütün ma’nasıylaDemokrat halkı olduğuna delalet eder. Çünkü Veliyyü’l-Asfiya umuri’l-müslimini müşavere esasına müstenid olarak en hür bir zemine irca’ buyurmuşlardı. Emeviyye’de kavmiyyet çok kuvvetli idi. İslam ise kavmiyeti yıkan ve vahdeti meydana getiren bir ali kudret idi. Binaenaleyh kavmiyet hasebiyle münaza’a meydanına atılmıştı. İran başdan başa pak müslümandır. Al-i Haşim Al-i Süfyan Arabiye’nin kökünü kıran İslamiyet bunları birleştirmiş mamışlardı. Eba Müslim ve Kirmani işte bu kavmiyet ta’assubundan istifade etmek isteyen iki şahsiyet idi. Abbasiye bunların imdadıyla teşekkül edince derhal yine Arab-İran kavmiyet kavgası bütün şiddetiyle yaşamaya başladı. Arabiye fırkası galib gelerek Horasani harekatının hesabını kellesiyle ödedi. Bermekiler bu se man millet girmişti. İslam dininin sermedi feyzi bu milleti tenvir etti. Kılıncını sıyırmıştı. Onu İslam’ın şehameti teshir eylemişti. Vicdanlı ve namuslu bir adam gibi kabul ettiği dini bütün safvetiyle ve safa-yı i’tikadiyle kucaklayarak uğruna canını başını koydu: Türk! Türk milletinin İslam sahnesine çıkmasıyla büyük bir inkılab hasıl oldu. Biz bunları Abbasiye içinde söz sahibi istiklal bulduğumuz zamandan bugüne kadar hiç gözünü kırpmayarak Kuran’ın hadimi olarak görüyoruz. Safa-yı i’tikadlarına hiç tatarruk gelmemiştir. Ehl-i sünnet olarak İslam’a girmiş ve ehl-i sünnet olarak bu güne kadar gelmiştir. Şimdi tarihin seyrine bir başka mecra verilmişti. Artık din-i mübini Mısır’da Anadolu’da Avrupa’da görüyoruz. İran Roma Bizans Çin medeniyetlerine temas ettirerek yürüten bu kahraman kavimdir. Hindistan’ı Afgan’ı iman dairesine alıyor. Türk ğında hiç hiç ayırmayarak yaşadıyor. O kadar müsavat gösteriyor ki bir gün kubbe vüzerasına bakınca hiç birisi Türk ırkından olmadığı görünüyor. Türk bundan hiçbir ma’na anlamıyor. Çünkü hepsi müslümandır kardeştir diyor. Yalnız gayret-i din-i mübin onu tahrik ediyor. Arnavud Çerkes Kürd Arab Türk devletinin başında vezir-i a’zam üç tuğlu kubbe vezirleri şeyhülislam olmuştur. Din gayreti bütün bunları safvetle selametle birbirine bağlayarak dünyaların haritasını değiştirmiş canlı bir medeniyet yaratmıştır. Şehametli günlerde parlak bir medeniyetin sahibi olduklarını anlamak için yalnız Mısır’a bakmak kafidir. O devre göre taksim-i a’male mazhar olmuş bu cem’iyet mevcud idi. Devlet olmak li bir orduya muntazam kanunlara malik idi. Medeni millet olmak için de serbest bir ticarete milli sanayie bedi’i hayata sahibdi. İşte bu mu’azzam hey’etin içinde yalnız İstanbul şehrinde tarih kaydıyla sabitdir ki irili ufaklı dört yüz on iki hıref ve san’at işliyordu. Anka[?] bezirganlar bütün şark dünyasının ziba mallarını nakl ediyordu. İktisadın üç rüknü olan istihsal vardı mahrec vardı nakliyat vardı ve her ikisi de milli idi. Mahrecleri de dünyanın her tarafı idi. O zamanda bu memleketde hakiki hakimdinidi: Salahiyetli hakim hamiyetli ve dindar vezirler gayet çalışkan ve imanlı bir ahali! Adım adım Bizans’ın çürük ve kokmuş adetleri bu mu’azzam cem’iyetin ruhuna giriyordu. Kesbi gınayı alkışlayan ve sa’yi sermaye olmak üzere te’sis buyuran ahkam yerine kara ve cehul bir görenek dikildi. Kör bir taklid uyandı. Bizans hayatı bütün inceliğiyle ve metin ve sabur vücudları sararak çökertmeye başladı. Velud ve feyyaz olan ta’assubsuz dindarlık yerine hurafevi bir na-beca ta’assub girdi. Artık sukut başlıyordu. Lakin dikkat etmelidir ki bu sukut dinden gelmiyor bilakis dinsizlikden geliyordu. Çünkü din gayreti gevşemiş yerine din ahkamı zannedilen na-beca ta’assub dikilmişti. Bu na-beca ta’assub Hind’den Tuna kenarına arz-ı Yesrib’den Volga kıyısına kadar yayılan İslam alemini sarıyordu. Salabetli ve hakiki alimler kalmamıştı. Şimdi maziden uzaklaşarak bir teceddüd adeta küfr olmak derecesinde la’nete mazhar oluyordu. Bu na-beca ta’assubdur ki İslam alemini durdurdu. Garbın keşfiyat devrinde intibah devrinde teceddüd devrinde ve inkılab devrinde İslam alemini dalgın bir uykuya salarak kımıldatmayan ta’assubdur ki İslamiyet’den değil bilakis Bizans’ın kokmuş adatından sıçramış medreseleri dergahları sarmış ve aile ocaklarında karar kılmış idi. Artık görünmeyen ka’idecilik yer bulmuştu. Örf ve harsine müstenid İslam cem’iyyeti iradilikden uzaklaşıyordu.’ seyyie sebebiyle vaktiyle şad ve hurrem metin ve bala dağınık esir ve nalan görüyoruz. Na-beca ta’assuba bir de garb taklidi yaver olunca bugünkü vaz’iyyet meydana çıkmıştır ki körcesine garbı taklidin İslam alemi için ne yaman bir katil olduğunu gelecek makalede izaha çalışacağım. Büyük Millet Meclisi Ağustos tarihine müsadif Perşembe günü Şer’iyye bütçesi müzakeratına başladı. O gün sami’in locaları bu mühim müzakeratı Mevki’-i riyasetde Konya Meb’us-ı muhteremi Mehmed Vehbi Efendi hazretleri bulunuyordu. Bütçenin hey’et-i umumiyesi müzakeratına ber-vech-i ati ibtidar ve devam olundu: arzu ediyorlar kemal-i iftihar ile kabul ve teşekkür ederim. Bunların teşkilinde de yine arkadaşların yardımı ile hiçbir guna hatır ve gönüle bakmayarak o makamata ehil olanlar burada mı bulunur taşra da mı bulunur nerede olursa olsun arayıp bulmak ya’ni dalle-i mü’min kabilinden nerede olursa oradan; Çin’de bulunursa Çin’den Mısır’dan Türkistan’dan ve daha nerelerden bulabilirsek oradan getirip Şer’iyye Vekaletini umur-ı meye meclis-i aliniz muvaffak olacaktır. Daha ziyade bu hususda mukaddime yapmak istemem. Artık fasılları geldiği vakitde izahat lazım gelirse arz ederim. Mehmed Şeref Bey – Efendiler siyaset-i şer’iyyemizin bahs olduğu dakikada Hazret-i Fahr-i Risalet’in ruhundan le ile olduğuna binaen onun hayır ile biteceğine dair olan emr-i şerife müsteniden Bismillahirrahmanirrahim ğim bir sırada bendenizi biraz derin dinlemenizi istirham ederim. Bütün acz ve samimiyetle mevzu’bahs etmek istediğim mesele memleketin dini hayatını yaşatmak için azm etmiş olan Meclis-i alinin ali hissiyatının tercümanı olabilirsem benim için en büyük fahr ve mübahatı bu teşkil edecektir. Efendiler Meşruti hükumetlerin gaye-i yeganesi her bir nezaretin veya vekaletin bütçeleri geldikçe o vekalet veya nezaretlere aid olan ve istikbale ma’tuf bulunan bütün icraatın en ufak ve en hurde tafsilatına kadar burada mevzu’ bahs olmuştur. Ve bu adat ve kava’id-i meşrutiyetdendir. Ben de ona ibtinaen işe başlıyorum. Şer’iyye Vekil-i muhteremi Abdullah Azmi Efendi hazretlerinin burada gayet hazin bir lisan ile söylemiş oldukları bir söz benim kalbimde derin bir in’ikas bıraktı. Efendiler altı asrın şehname-i mevcudiyetini omuzunda taşıyan bu Türkiye Devleti yalnız ve yalnız bir esasa hafız-ı hakikisi olduğu din-i İslam’dır. mazisine doğru irca’-ı nazar ederseniz her lutf muhafaza-i din ve devlet ya’ni gayret-i din ve devlet namınadır. Ve her tenzir ise din ve devlet gayretinin eksilmesiyledir. Onun için cami’a-i İslamiyye’ye dahil olan ve bütün cami’a-i İslamiyye’de çalışan ve Allah’ın birliğine Fahr-i Kainat sallallahü aleyli ve sellemin risaletine i’timad edenler artık makarr-ı sıdk-ı iman olan göğüslerine ellerini koyarak yirminci asırda en yüksek en hür bir sesle Reis – Şimdi Şer’iyye bütçesine başlıyoruz. Şer’iyye Vekili – Efendim Şer’iyye Vekalet-i mühimmesini bu abd-i acizin omuzlarına tevdi’ ettiğiniz gün kısa bir beyanatda bulunmuştum. Şimdi onu tahattur ettirmek isterim. Demiştim ki: Vaktiyle Kanun-ı Esasi salnamelerin baş taraflarında muhafaza edildiği gibi birçok zamandan beri Şer’iyye Vekaleti de şu’ubat-ı lanmakda bulunmuştur. Bunun artık i’mali zamanı gelmiştir. Bunun i’mali için birtakım dimaği teşkilata lüzum vardır. Huzur-ı alinize bir bütçe ile geleceğim kabul ettiğiniz takdirde elimden geldiği kadar ve arkadaşların mu’aveneti nisbetinde gayret edeceğim demiştim. Filhakika bunun i’mali zamanlarını göz önüne getirirsek Osmanlı bayrağının Viyana burçlarında dalgalandığı zaman bu vekalet umur-ı adliyeyi de umur-ı ma’arifi de umur-ı şer’iyyeyi de diğer bazı devairi de idare etmekte değil belki amil olduğuna vuku’at-ı tarihiyye en büyük şahid-i adildir. “Bunun teşkilat zamanları da mevcud olduğu ve o vakit de i’mal edilmediği” sual-i mukadderine cevab vermek isterim. Çünkü İstanbul Fetvahanesi’nde Darülhikmesi’nde sair yerlerinde de birçok teşkilat mevcud idi. Ya’ni “teşkilatın vücudu ile mutlaka bunun cevab vermek isterim. O i’mal edilmemiş ya’ni i’mal edilmek maksadıyla teşkilat yapılmamıştır. Bendeniz bariyle bir aksama taksim edilmiştir. Mesela ihtisas i’tibariyle Fetvahane Fıkıh gibi. Kezalik İslam’ın şu’unat ve ictima’iyatına ta-’alluk eden aksam için de bir meclisin vücuduna ihtiyac mes eder. Kezalik elde bulunan medaris ve Darülhilafe medreselerinin tedrisatını tanzim ve yoluna koymak için de üçüncü bir teşkilata lüzum görüyorum. bütçemizin hali nazar-ı dikkate alınarak tasdike iktiran etmez fikriyle mehma emken az mikdarda olmak üzere Fetvahane Tedkikat ve Te’lifat-ı ve Ders Vekaleti teşkilatı aded i’tibariyle mikdarı şimdilik mahdud olarak teklif edilmiş ve muahharan ikmali tasavvur olunmuş idi. Arkadaşların bu babdaki arzularını ve bu babdaki teşvikatını görmekle adedlerini az teklif ettiğimden dolayı bendeniz de biraz mahcub kaldım. Bu hususda meclis-i alinize beyan-ı ma’zeret etmek isterim. Çünkü görüyorum ki arkadaşlarım birtakım takrirleri imza için dolaştırarak bunların adedinin tezyidini arzu ediyorlar. Bendeniz de zaten adedlerini kafi olmak üzere teklif etmiş değildim. Evet bütçenin müsa’adesizliği i’tibariyle belki kabul edilmez diye sene be-sene o mikdara iblağ etmek o milletin ruhunu yaşatmaya memurdur. Yalnız bedeni sağlam ve fakat ruhu ma’lul olan insanların bu memlekete faidesi yoktur. Bunu size tarihen isbat ederim. Efendiler hiçbir vakitde beşeri sarsan beşeriyeti böyle zelzeleye tutturmuş olarak yapılan inkılablar din namına yapılmış değildir. Birçok tedrisatda birçok mubahesatda ve birçok yerlerde görüyorum ki: Güya garbın bütün terakkiyatı dinsiz olmasından inbi’as etmiş; binaenaleyh din mani’-i terakkiyat olduğundan ve garbın terakkiyatı dinsizlikden neş’et etmekde bulunduğundan garbı taklid etmekle adam olacağız zehabı var! Heyhat!!! Efendiler garb ile şark sağ ile sol gibidir. Yahya Galib Bey – Her ikisi de dindar Mehmed Şeref Bey – Garb ile şark sağ ile sol. Garb hayatı başka şark hayatı başkadır. Binaenaleyh hayatımızda bir kere bizim ferdi sonra ictima’i şekli göz önüne alırsak ferdi hayatımızda teşkilat i’tibariyle aile teşkilatıyla garba benzemediğimiz gibi ictima’i teşkilat bu inkılablar büyük bir şeydir. Hayır efendiler garbda hadis olan o inkılablar şarkdan garba giden nur orada ve şerayi’-i esasiyemizin ta’lim ettiği ahkamla hüküm etmediğimizden nasıl bir hale geldik! Ve sırf bu ri’ayetsizliğimiz yüzünden bir devre-i tevakkufa daldık. Bakınız nasıl oldu? Ma’lum-ı aliniz iki büyük hadise-i tarihiyye vardır. Bunun birisi İslamların Endülüs’e geçmesi diğeri de İslam Türklerin İstanbul’u feth etmesidir. İslamların Endülüs’e geçmesiyle İbn-i Rüşd gibi büyük adamlar büyük felsefeleri doğrudan doğruya garba intikal ettirerek orada fikri sarsdılar. İkincisi de şarka doğru yürüyen garblılar şirret ve insan yiyen ağızları kanlı birtakım mahlukat göreceklerini tahattur ederek Piyerlermit’in önüne düşerek geldikleri vakit baktılar ki: Güller bülbüller gülşenler içinde yaşayan ve insaniyetin en kavi esaslarını muhafaza eden ve bila istisna herkese insani mu’ameleler yapan bir cami’a-i İslamiyye bir hey’et-i İslamiyye vardır. Öyle bir cami’a-i İslamiyye ki onları zalim ve hunhar olmak üzere kendilerine tasvir etmişler iken kendi hükümdarları hasta olduğundan Selahaddin Eyyubi kendi tabibini müdavat-ı lazimede bulunmak üzere hasta olan hükümdarlarına göndermek gibi insanın bugün bile alkışlayabileceği bir mu’amele-i cemile-karanede bulunmuştur. Ve işte Ehl-i Salib ordularının garba avdetlerinde şarkda gördükleri o nuru yavaş yavaş garba sokmalarını ve fikir denilen pencereler kapansa delikden girecek olan nuru yavaş yavaş garba nüfuz ettirmesi üzerine garb daldığı uykudan uyandı. Büyük Millet Meclisi Şer’iyye Vekili demin burada bir lisan-ı hazin ile “ihmal edilmiş ve nasıl ise i’mal edilmemiş olan bir mevcudeyi ben i’mal etmek için sizden rica ederim.” dediği vakitde onun gözlerinden benim kalbime doğru in’ikas eden şerarelerde pek acı bir elem gördüm. O ihmaldir ki efendiler ta Basra’dan Vistol kenarına arz-ı Yesrib’den ta Kafkas eteklerine kadar koca bir kıtayı bunu ihmal ettiğimiz için verdik bu i’mal edilecek hakikatdir. İhmal edilemez! Çünkü hakikat bir güneşdir kiafitab amed delil-i afitabgüneşe kendi vücududur delil. Başka bir delil onu isbat edemez. Onu ihmal etmek isteyen bir şirzime-i hainedir ki millet-i met-i inzali gibi kabul etmek dünyada beşeriyetin sa’adetini te’min etmek için yegane vasıtadır. Çünkü edyan-ı saire ayrı ayrı hususi kavimlere hitab ettiği halde din-i kavlindeki emr-i Rabbani hem Fahr-i Risalet hem de ona ittiba’a memur olan bütün beşeriyete aiddir. Onun içindir ki İslamiyet’in nüfuz etmeyeceği görmeyeceği ve daire-i nüfuz ve hakimiyetine almayacağı hüküm etmeyeceği bir mevcude Allah yaratmamıştır. Şu halde ilk yapılacak mesele Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin siyaset-i şer’iyyesi ne olacaktır? Onı ta’yin etmektir. Mu’ayyen olan bir düsturu ise tatbik etmek vazifesi Türkiye Büyük Millet Meclisi hükumetinin Şer’iyye Vekilinin yegane borcudur. Fakat rica ederim efendiler mü’min ve muvahhid olan Türkiye halkından aldığımız vergiler ki milyon lira tutuyor bu kadar para aldığımız halde bunu veren bir millete damağını yedirerek yaşatmak gibi bin liralık bir bütçeyi Şer’iyye Vekilinin eline vermeye bu memleketin siyaset-i şer’iyyesine nasıl hizmet edersiniz? bunun içindir ki bunu tevsii lüzum veya adem-i lüzumunu Meclis-i alinizde isbat etmek üzere biraz sabr etmenizi ve lutf-ı istima’ınızı su-i tum. Efendiler; bir milletin iki hayatı vardır: Biri zahiri hayatı diğeri deruni ya’ni dini hayatıdır. Eğer millet zahiri hayatıyla yaşamak için yalnız onunla yürüyecek olursa o bir millet teşkil etmez ancak bir cema’at kabilinden kalır! Nitekim inşanlar sırf maddesiyle ya’ni lahm ve demden safra ve şahmdan ibaret olan vücudu ile yaşayamazlar. ruhudur. Şu halde bir milletin maddiyatı nasıl ki Sıhhiye Vekaleti kendi teşkilat-ı tıbbiyesiyle onun hayatını yaşatmak sallandı. Çünkü mazisinden koparılarak kendine aid olmayan bir hayat içerisine atıldı. Halbuki efendiler; bir millet ancak hars ve örfünü kendi esaslarından alırsa yaşar. Hars ve örfüne tebe’an hareket ederse ve dinine tabi’ olarak hareket ederse yaşar. Dediler ki: “Ne yapalım ki biz böyle yapmaya mecburuz. Çünkü fabrikalarımız yok şuyumuz yok buyumuz yok.size sorarım efendiler garba meftun olan efendiler size sorarım: Siz ne vakit memleketin hangi köşesinde bir fabrika yaptınız bir te’sisat yaptınız veyahut mekteblerinizden çıkan zevat bize şimendiferler yaptı da hangi cami’in imamı hangi medresenin müderrisi hangi kasabanın müftüsü karşınıza çıkıp da bunları yapmayacaksınız dedi. Hamdullah Subhi Bey – Şeref Beyefendi sizi böyle tanımıyoruz. Ef’aliniz ile akvaliniz birbirine uymuyor. Ef’ali ile bu güne kadar kendini tanıtan adam kendini red ve inkar ediyor. Şeref Bey – Hayır efendim; Hamdullah Subhi Bey – Devam etsin devam etmesin demiyorum. Şeref Bey – Gelir cevab verirsiniz. Efendiler dikkat ediniz dönüm yerinde bulunuyoruz. nim söylediğim söz dinsiz bir millet yaşayamaz ahlaksız bir millet yaşayamaz. Ve benim i’tikadım bir Türk oğlu Türküm ve Türk hars ve örfünün memleketde yükselmesi taraftarıyım. Bunun için hiç şüphe etmeyiniz. Benim kat’i bildiğim bir şey varsa bir millet deruni hayatını yaşarken dini hayatını da yaşamak mecburiyetindedir. Yaşamadığı takdirde o millet yoktur. Beni ister tanıyınız gibi görünen ve göründüğü gibi olan bir adamım. Doktor Mustafa Bey – Bunun aksini iddi’a eden kimdir rica ederim. Şeref Bey : – Aksini iddi’a etti. İsbat edeyim sana.. Mazhar Müfid Bey : – Şeref Bey’in beyanatı kimseyi ittiham için değil bütçenin hey’et-i umumiyesi hakkındadır. Rica ederim bunlara ne oluyor? Şeref Bey : – Rica ederim çok rica ederim tarihinde ihmal edilmiş olan –ki ben tarihi isbat ediyorum. Ben tarihi iyi bilirim– tarihinde ihmal edilmiş olan bizim siyaset-i şer’iyyemizdir. Başka bir şey değildir. Hatta size şu misal ile söyleyeyim ki teceddüde doğru sevk edilen Sultan Mahmud’a karşı i’tiraz eden bir zat ki isterseniz tarihin sahifesiyle göstereyim okursunuz; Sultan Mahmud’un bu zata verdiği cevab: “Ben din-i İslam’’n hadimi ve halifesi olmak i’tibariyle Fakat efendiler! Garbda yapılan inkılab dine teveccüh etmiş bir inkılab değildir. Doğrudan doğruya ruhbanlığa karşı yapılmış bir inkılabdır. Elhamdülillah şarkda ruhbanlık yoktur. Onun içindir ki istibdad da yoktur. Garbda hiçbir hakka tesahub edemez onlar yalnız ruhbanın önünde eğilmeye ve onu dinlemeye ona münkad olmaya mecbur hukuksuz yaşayan bir halkdır. Hatta garbda uyanan bazı felsefi fikirlerle bazı la-dini dedikleri hareketlerin hudusü dini yıkmak için bir hücum olduğu halde halkın göğsünde yerleşmiş olan Hristiyanlık dinini de yıkamadı. Size bir misal ile de zikr etmek istiyorum. Napolyon Bonapart’dan fazla deha-yı askeriye malik olan meşhur inkılab generallerinden General Hus doğrudan doğruya Vanda denilen eyaletde kıyam edenlere karşı hareket etti; onların kiliselerini papaslarını iade etmedikçe kıyamı teskine muvaffak olamadı. Ve nihayet Napolyon da Papa’yı ayağına getirdiği halde elini öpmekden başka çare bulamadı. Hatta asr-ı ahirde Demir Bismark bile bir aralık “Fatusaya” gitmeyeceğiz dediği halde Katolik Partisini kucaklamayınca ve dine sarılmayınca siyasetinde muvaffak olamadı. Ve hatta bugün efendiler; Fransa’da sağ cenah a’zasını teşkil eden Katolik fırkası ki en ziyade şark siyasetini müdafa’a eden fırkadır o fırkayı hükumet tutmadıkça kat’iyyen muvaffak olamaz. Şu halde kim diyor ki garb dinsizdir? Efendiler kulunuz garbı da gezmiştir. İngiltere’de Westminster Kilisesi’nde yapılan ibadetde İngilizlerin almış olduğu vaz’iyyeti gördüm. Roma’da Papa’nın bizzat idare ettiği bir ayinde bulundum. Gördüm. Hayır efendiler; garb dinsiz değildir. Bir millet esasen dinsiz olamaz garbda başlayan inkılablar dini yıkmak için yapılmış yapılmış inkılablardır. Gelelim bize: Bütün düşkünlüklerimizin esbabını taharri eden büyük adamlarımız memleketde bir devr-i teceddüd açmak lüzumu iktiza ettiğini bağırdıkları halde biçareler zannettiler ki bütün mukadderat değişebilir. Hayır efendiler onlar şuna i’timad etmediler ki daima dirileri benzetmek için tuttular. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nu benzemiş olduk. Ve te’sisat-ı garbiyyeyi memleketimize almış bulunduk. Ne aldık efendiler izah edeyim. Şunları aldık ki efendiler o güne kadar Osmanlı milleti bir metelik borç yapmamış iken o günden sonra evvela birçok para borç aldık. O borçlarla birçok saraylar yapıldı. Ma’hud konaklar salonlar yapıldı. Salon hayatı başladı. Memleketin ahlakına iktisadiyatına doğru bir sukut ve nihayet koca bir millet ve zavallı bir hakanlık sallandı dün girmesini kabul ederim.” Fakat efendiler ondan sonra ne oldu? Memleketde bir garb hayatı taklidi başlamadı mı? Çok rica ederim dikkat ediniz; o garb hayatı taklidi ile memleketde açılan rahneler ictima’i hayatımızda gittikçe böyle genişleyen çukurlar nedir? Onun dibine doğru bakınız; orada göreceğiniz ahlaksızlıkdır. Ne oldu efendiler? Memlekete emr ediyor. Yalnız memleketi ihtizaz ettiren kuvvetler memleketin edebiyatı bedi’i hayatı şi’iri musikisidir. Eğer bunlar olmazsa muhit ihtizaz etmezse o memleketde milli denilen hareketler hasıl olmaz. Bunlar hasıl olmak için muhitin ihtizaz etmesi lazım. Menba’ını kendi milletinin ilhamından kendi varlığından alan bir musiki bir bedi’i hayatın uyanması icab eder. Bizim yapma ve kukla edebiyatımız hangi menba’lardan ilham almıştır? Bu hastalık anlaşıldıktan sonra yavaş yavaş iman ve feyzini göstermiş. Hakiki hayata doğru rücu’ başlamış ve bütün ilhamlarını kendi milli hayatımızdan almaya başlamıştır. Ve milli hayatımızdan ilhamlarını almayan hiçbir şey bizim hayatımızı yaşamak ve bizim hayatımızı yoktur. Onun için işte Şer’iyye Vekilinin ihmal edildiğini bir lisan-i hazin ile söylediği siyaset-i şer’iyyemiz; Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bundan sonra i’mal edeceği ve habl-i metin olmak üzere mütemessik olmak şartıyla yürüyeceği bir şehrahdır. Efendiler; Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti’ne bu hususda istikamet vermek hakkını yalnız ve yalnız Şer’iyye vekili haizdir. O istikameti o verecektir. Çünkü emanet-i kübra-yı Hilafeti haiz olan bir cami’a-i İslamiyye burada mevcuddur. Sonra efendiler sorarım size: Bugün bütün dünyada metruk olduğumuz halde bizim için ağlayan sızlayan hatta mümkün olduğu kadar maddi ve ma’nevi yardım eden acaba kimdir? Peki efendim; bu kudreti bu kuvveti ihmal mi edelim i’mal mi edelim? diyeceğim ki aciz ve naçiz bir bütçe ile meclisinizden mütereddidane istediği bir paradır. Kendisinin tevazu’la bunu tezyid etmek istediler.” Buyurdular. Çok rica ederim Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye denince burada bir saniye için durunuz. Bu hey’etin burada yapacağı vezaif-i İslamiye’ye müte’allik işlerdir. Bu işleri müdafa’a etmek için bir Tedkikat-ı İslamiye Cem’iyeti kurulduğu vakit onu dört kişiden ibaret bir hey’et idare edebilir mi? Nasıl edebilir kibugün üç yüz elli milyonu mütecaviz olan İslam’a teveccüh edecek vazife buraya teveccüh edecektir. Sonra efendiler ittihad-ı İslam demiyorum. Ben ittihad-ı bilfi’l bilkuvve mevcuddur. Çünkü mü’minler kardeştir. Onun için ittihad-ı İslam siyaseti yoktur; o esasen vardır ve mevcuddur. İ’timad ediniz ki karşımızda bulunan en sefil ve zelil düşmanımız dinden başka bir kuvvetden muharebesini i’lan ediyorum. Orada bulunan dindaşlarımı kurtaracağım” ve bu suretle Fransa ile İngiltere arasında bir rahne açarak yürümek istiyor. Düşününüz ki karşımızdaki düşmanımız kendi dini kuvvetinden kuvvet alarak bir Salib muharebesi yapmak suretiyle Anadolu’nun sinesine girmek isterken bizim etmeyecek kadar dünyada zannederim ki sersemlik olmaz. Şu halde efendiler o kuvvetden istifade edebilmek sinin bir beyanatı var idi. Hindistan vali-i umumisinin o beyanatını yaptıran ise Hind müslümanlarıdır ve hatta Hind müslümanları değil mi idi ki efendiler “Edirne Yunan’ın olamaz. Çünkü orada Türk’un milli mefahirinden ve İslam’ın adeta Ka’besi gibi bir Sultan Selim vardır.” demişlerdi. Demek ki oraya o hissi veren dini hissi veren bu kuvvetdir. Başka bir kuvvet değil idi. Bunun için efendiler mazide çektiğimiz seyyiatın esbabını arayarak istihlal-i hukuk edelim diyelim ki: -Ya müste’an şimdiye kadar ettiğimiz me’asiden tenzih-i nefs ederek işte sana sığınıyoruz… Bugün cami’a-i İslamiye’nin yalnız ve yalnız göz diktiği güvendiği bir kuvvet varsa onu da ulü’l-azm olan Türk meydana getirdi. her şeyi haizdir. Binaenaleyh rica ederim hatta bu havai bile olsa hiç olmazsa siyaseten bu kuvvetden istifade etmek farz-ı ayndır. Halbuki bu bilfi’l bilkuvve ve bilmadde var olan ve yaşayan bir mevcudiyetdir. Yaşayan ve var olan bir şeyden istifade etmemek tuhaflıktır. Şer’iyye bütçesini müzakere ederken bunu böyle na-çiz bir meblağ üzerinde bırakmayıp orada teşkil edilecek olan Te’lif ve Tedkik encümenine en yüksek ve salahiyetdar olan Şer’iyye vekilinin buyurduğu gibi Onlar dinimi milliyetimi yaşatacaktır. Efendiler onu da söyleyeyim: Her milletin kendi harsi örfü dahilinde yükselmesini kendi irfanı ve Nusret Efendi – Efendim Şer’iyye vekili efendi hazretleri teceddüd-perverane bütçe ile hey’et-i aliyyenize geldiğinden dolayı kendilerine arz-ı şükran eylerim. Vekil efendi hazretleri vazifesini hasr-ı istikrai tedris üçüncüsü kaza dördüncüsü irşad. Ve bu dört vazifenin hey’et-i umumiyesinden hükumet ve devlet mefhumu denilen şey hasıl olacaktır ve bu mefhum hasıl olduktan sonra artık hükumet makinası yürüyecek ve halka refah ve sa’adet te’min edilecektir. Esbab-ı mucibe mazbatasında vekil efendi hazretleri kaza ve ifta hakkında delail-i akliye ve nakliye buyurmuşlardır. Bu babda fazla söz söylemeye hacet yoktur. Ancak mes’eleyi tamamıyla tenvir etmek için tarih-i rum. Ma’lum-ı aliniz Cenab-ı Peygamber sallallahü te’ala aleyhi ve sellem efendimizin irtihalinden sonra ashab-ı güzin hazeratı kendi içtihadıyla amil ve kendi ictihadlarına hakim ve tabi’ olarak hayatlarını idame ediyorlardı. Birinci asrın nihayetlerine kadar hal böyle devam etti. Ve o vakit hadisat tekessür etti. Müslümanlar artdı. Şarkda garbda İslamiyet tevessü’ etti. Hadisat tekessür ettikçe gaye bir olmak şartıyla ihtilafu ümmeti rahmeten vasi’a hadis-i şerifine mezahib-i meşru’a-i müte’addide te’essüs etti. Ve bu babda İmam A’zam Efendimiz Bağdad’da birçok ulema toplandı. Bu ulemayı Hazret-i İmam tedrise başladı ve o vakit ictihad bi’l-mezheb dediğimiz şey zuhur etti. Ve yine ma’lum-ı alileridir ki o vakitler hulefa-yı Abbasiye Hanefi’l-Mezheb olduklarından dolayı mehakim-i şer’iyyede bilcümle ahkam mezheb-i Hanefi üzerine cereyan ediyordu. Bu suretle mezahib tevessü’ etti. Tevessü’ ettikçe mesail de çoğaldı. Bu fi’l-mezhebdir. Müctehid bi’l-mezheb İmam-ı A’zam hazretleridir. Müctehid fi’l-mezheb onun tevabi’i Ebu Yusuf ve Muhammedlerdir. Ve bunun tevabi’idir. Üçüncü asırda erbab-ı tercih arasında husule gelen ihtilafları hal ve fasl için müctehidler zuhur etti. Nihayetinde ihtilaf-ı delil veya ihtilaf-ı asırdan tevellüd etmiş mesaili yekdiğerine tercih için birtakım fukaha zuhur etti. Velhasıl dokuzuncu asra kadar yedi tabaka istikaen ve tabakat-ı Hanefiyye yedinci tabakada temerküz etti. Yedinci mertebede bulunan müctehidler akval-i Hanefiyyeyi tercih ediyor ve bu yolda ifta ediyor ve hükumeti idame ediyorlardı. Demek oluyor ki bizde müctehidler mezheb-i Hanefiyye’de yedi mertebe üzerinde takarrür etmişdir. an’anasiyle yükselmesini terviç ederim hiç şüphesiz. Fakat deruni bir hayat ma’nevi bir hayat vardır. Bütün milletler o şirazeye merbut olarak o nass altında yürümeye mecburdur. Başka esas yoktur. Ve burada Şer’iyye Vekaleti’nin söylediği esaslardan birisi de esasen budur. Efendiler birçok esbabdan dolayı bütün ictima’i hayatımızın birçok nukatı ezilmiş azalmış eksilmiştir hatta ağlayarak sızlayarak bir fıkrasında diyor ki: “Medeniyet-i hazıranın hayat-ı ictima’iyede açtığı rahneler halkın omuzlarına tahmil ettiği şedaid-i ictima’iye müdhiş aksülameller husule getirdi. Her tarafda dini siyasi ictima’i iktisadi teşettütler ıztırablar yüz gösterdi. Saha-i alem büyük sarsıntılarla muvazenesini gaib ederek nizamat-ı ictima’iye inhidam buhranlarına ma’ruz bulunuyor. İfrat ve tefrit cereyanları beşeriyet-i hazırayı meçhul ummanlara belki de girdaplara sürüklüyor. Bu cereyanlardan memleketimizin de müte’essir olduğunu söylemek mecburiyetindeyiz. Asr-ı ahirdeki cereyanlar maatteessüf memleketimize de sirayet etmiş olduğundan esasat-ı diniyyeye karşı birtakım tereddüt ve şüpheler uyandırmş ve bu suretle ahlak esasları aile hisleri yavaş yavaş gevşemeye başlamıştır.” Evet efendiler böyle olmadı mı? Bu adeta milletimizin ezik sinesinden çıkan dil-şikaf ve canhıraş bir feryad halinde meclisinizin sakf-ı alisinde size haykırıyor. Başka bir şey değildir. Evet efendiler ezilmiştir. Çünkü biz memleketimizin dini hayatını milli hayatından ayrı bir şey zannediyoruz. Hayır efendim ayrı değildir. Çok rica ederim. Ayrı olmadığını dört kelime ile size isbat edeyim. Bir millet kim olursa olsun bedi’i hayatı kendi ta’at ve ibadetinden alır başka bir şeyden almaz çünkü milletlerin terakkisine me’mur olan ulü’l-azm adamları yetiştiren ancak hayat-ı aliyeyi tenmiye eden dindir. Çünkü din vecde saik olduğu için vecd ile mali olan vilayet o vecdin sevkiyle dünyada en kahraman addettiğimiz dini ve vatani kahramanları meydana getirmiştir. ğiyle tedkik etmişim. Afv ederseniz sahib-i salahiyetim bunu söylemeye. Çünkü efendiler ben de icazet almış bir hocayım. İşte içinizde şeriklerim var. O halde söz söylerken bilmiyorsunuz demekde hakkı yoktur. Bilirim ve imanım vardır. Bir milletin bütün an’anelerini desatir gibi seven bir Türküm. Fakat bütün yüksekliği ile de tam ma’nasıyla mü’minim. Binaenaleyh imanım vardır ki memleketin siyasetinin düzelmesi ve ona bir istikamet vererek doğru gitmesi için yükselen sıçrayan ve bizi tutmak isteyenlere karşı biz de elimizi uzatarak istifade zaruridir. Velhasıl türlü türlü nazariyeleri sayarak İslam’ı duçar-ı za’f etmeye çalıştılarsa da muvaffak olamadılar. Fakat bu inad ve fesad bu dalalet; vakit vakit türlü türlü kisveler altına giriyor. Bugünkü İslamiyet’in karşısına gelip İslamiyet’i za’fa duçar etmek isteyen nazariyeler maatteessüf Garb’a intikal etmiştir. Garb’da bu günde dinlerden bahs ediyorlar. Bu mübahesata İslamiyet cevab vermekden kat’iyyen de aciz değildir. Yeter ki biz derli toplu bulunalım ve ulema hazeratı toplansın ve serd edilen nazariyata karşı mükemmel cevab versin. Doktor Dozi’nin ine mükemmel bir suretde cevab verildi; fakat İstanbul hükumeti bu cevabı korkusundan tamamen tab’ ve neşr edemedi; ettiremedi ve hala duruyor. İsmail Hakkı Efendi hazretleri merhum bu eseriyle Doktor Dozi’nin’ini yukarıdan aşağıya cerh etti ve o tarihe mükemmel cevablar verdi. Hatta bin üç yüz tarihinde ta Hindistan’da Kalküta şehrinde Britanya’dan gelen büyük papas da bulunduğu halde ictima’ eden bir kongrede -rahmetullahi aleyh- üç gün mütemadiyen müdafa’atda bulundu ve Hıristiyan rahiblerini orada mebhut etti ve bu hal İngiliz siyasetine bir ric’at-i kahkariyye teşkil eyledi. Ve ondan sonra merhum Mekke’ye gelerek orada namında bir kitab te’lif buyurdular ve alem-i İslamiyyet’e hediye eylediler. Ve el-yevm ulema-yı kiram da bu babdaki nazariyatı müdafa’adan bir an geri durmamaktadırlar. Fakat maatteessüf bu hususda biz henüz bu yolda bir teşkilata malik değiliz. Ve bu teşkilatı vücuda getirmeye bütün alem-i İslam’ın ihtiyacı vardır. Bu babda Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiye hey’etini bu vech ile teklif buyurduklarından dolayı vekil efendi hazretlerine tekrar arz-ı teşekkür ederim. Hey’et-i irşadiyeye gelince: Ma’lum-ı alinizdir ki dinde söz ile irşad ya’ni vicdan üzerine mukni’ sözler söylemek; buna hitabiyat derler. Bunu medreseden yetişen ulema-yı kiram yapabilirler. İkinci irşad tarikimiz; tekaya ve zevayamızdır. Ve milleti birinci derecede irşad edebilecek tekaya ve zevayadır. Çünkü onlar vahdet-i vücud ve vahdet-i şu’ur üzere hareket ederler ve bi’r-riyaza beri tekaya ve zevayanın hali ma’lumdur. Tekaya ve zevayayı ıslah için çalışılmalıdır ki bu da evkaf meselesidir. Evkaf ıslah olunduğu gün tekaya ve zevaya da ıslah olunmuş demektir. Binaenaleyh Şer’iyye Vekaleti’nin şu bütçesinin münakaşayı uzatmayarak aynen kabulünü hey’et-i celileden rica ederim. Maatteessüf dokuzuncu asr evahirine doğru Osmanlılar merkez-i hilafetleri olan İstanbul’da birtakım rüteb birtakım bi-sud menasıb ihdas ederek ulemayı istibdad altına almış ve birtakım resmiyetler vücuda getirerek ulema hazeratını za’fa duçar etmişlerdir. İşte bu sebebe mebnidir ki dokuzuncu asırdan sonra bizde müctehid zuhur etmemiştir. Maatteessüf itiraf ederim ki bizde bugünkü müftüler müctehid değil katib-i naklidir. Efendiler sizden çok rica ederim. Memleketimizde külliyeler vücuda getirelim medaris vücuda getirelim. Ve o medreselerde büyük alimler yetiştirelim. Ve hatta müctehidler yetiştirelim ve illa din tehlikededir. Muhakkak bilesiniz. Kaza meselesi hakkında bir şey demeyeceğim. Çünkü bundan yedi sene evvel kaza tevhid edilerek Adliye Vekaleti’nin idaresi altına verilmiştir maatteessüf. Emr-i tedrise gelince; tedris bizde bugün düçar-ı za’f olmuştur. Bi-hakkın tedris olunamıyor ve bugünkü Darülhilafeler bu ümniyeyi te’mine kafi değildir. Çünkü medresetü’l-mütehassısin yoktur. Efendiler memleketimizde külliyeler açılmalı mütehassısin medarisi vücuda getirmeli ve bu suretle tefsir hadis kelam ve sair ulum-ı aliye-i İslamiyye neşr ve tedris edilmelidir ki memleketde bi-hakkın ulema hazeratından istifade olunabilsin. Ve illa hal-i hazırıyla hiç bir istifade mevcud ve melhuz değildir. Tarih-i İslam’dan bir iki satır daha arz edeyim. İmam-ı A’zam zamanında “Cühem” namında bir zat huzura mübahese ettiler. Kaza ve kader mesele-i mühimmesini Hazret-i İmam kendilerine şerh ve izah ettikden sonra Cühem huzur-ı İmam’dan huruc ederek “Mezheb-i Kaderiyye” namı altında bir mezheb vücuda getirdi ve ondan sonra şarkda vakit vakit mezahib-i mütenevvi’a zuhura geldi. Zerdüşt felsefesinden veya Brahman felsefesinden kime vücuda getirerek ehl-i İslam’ı duçar-ı za’f ettiler. Hazret-i İmam o vakit Bağdad’da bunlara karşı namında bir risale neşr etti. Ve o vakit Bağdad diyebilirim ki iki buçuk milyon nüfusu ihtiva ediyordu. İşte o vakitden beri müslümanlar; ta’bir-i sahih üç yüz seneden beri bu cidal devam ediyor. Vakit vakit; feden de mezahib-i dalle erbabı bi’l-istifade İslamiyet’e karşı geldiler. İslamiyet bundan da müte’essir olmadı ve bunlara karşı da müdafa’a etti. Gah alem kadimdir dediler. Gah şöyle dediler; gah dediler. hükumetlerin hukuk-ı tasarrufiye irsiye ictima’iyesi var. Bir de zamanın icab ettirdiği birçok şeylerin şer’-i şerif ile te’lif ve tevfikı var. Mesela hukuk-ı irsiyeden Kur’an-ı Kerim’de nassan beyan buyurulan ahkam-ı mübini tatbik edebilmek için ilm-i hesab ilm-i riyaziyi bilmek adeta hocaların üzerine farz gibidir. Bilhassa bu ulum-ı riyaziyeyi ve hesabı bilmek müftü olacak kimselerin üzerine -farz gibi değil- farzdır. Sonra Fetvahane’ye müte’allik bu gibi mesail hal ve fasl edildiği zaman bendeniz ve birçok arkadaşlarımız tesadüf buyurmuşlardır ki hukuk-ı irsiyeleri bizim elimizde mevzu’ hukuk-ı irsiye kanunlarına muvafık olmayan milletlerde bile zuhur eden birçok mesailin hal ve faslı için onlar da Fetvahane’ye müraca’atla bu ahkamı bizim elimizde mevcud esasatdan halletmişlerdir. Bu suretle kabul etmiş oldukları noktalar vardır. Çünkü efendiler ahkam-ı Kur’aniyye beşeriyetden hiçbirinin hiçbir fırkanın hiçbir zümrenin kendi arzusuna göre tertib edilmiş bir kanun ve ka’ideden ibaret olmayıp ahkam-ı Kur’aniyye doğrudan doğruya beşeriyetin refah ve sa’adetini te’min eden bir kanun-ı ilahidir. Bunun için umumi bir düsturu vardır. Bendeniz öyle diyeceğim ki teşkil edeceğimiz Te’lifat ve Tedkikat Hey’eti bunu meydan-ı aleniyyete vaz’ edecektir. Elimizde mevcud bulunan Kitab-ı ilahiyyenin beşerin sa’adetini te’minden başka bir gayeye ma’tuf olmadığını Maatteessüf ilmin bizde tedennisi ve adeta inkıraza yüz tutmuş bulunması hakayık-ı İslamiyye ve hikmet-i emr ettiği ictima’i ahlaki ve sair hususatı cami’ olan ahvalin kendilerine tamamıyla anlatılamaması yüzünden adeta bir perde altında kalmış gitmişlerdir. Ve nihayet bu perdeyi yırtmayacak olursak ve üzerinden bu perdeyi kaldırıp hakayık-ı Kur’aniyyeyi beşeriyetin te’alisine hizmet ettiğini isbat edemeyecek olursak işte o vakit gittiğimiz öldüğümüz bir zamandır. Bunun için Fetvahane-i celileye Şer’iyye Vekaleti ce-lilesi tarafından ta’yin edilecek üç a’za ile bir fetva emini acaba bu kadar mesaili kütüb-i mevcudeden bu suretle beşerin halli için müraca’at edeceği mesaili asra tevfik ederek vücuda getirmek mümkün olabilir mi olamaz mı? Elbette olamamak dolayısıyla hey’et-i muhteremeden adedini ona iblağ etmek ve bir de fetva emini bulundurmak suretiyle asıl Fetvahane’den maksad ve gaye olan hususatı meydana çıkarttırmaklığı teklif edeceğim ve hey’et-i celilenizden bunu rica edeceğim efendim. Müfid Efendi – Efendim bendenizden evvel bu kürsi-i alide mutala’atını arz eden arkadaşlarımdan Edirne Meb’usu muhterem Şeref Beyefendi teberrüken ve teyemmünen bütün amal ve makasıdımızın hayyiz-i husule isaline yegane delil olan umur-ı şe’iyye ve Evkaf Vekaleti celilesi bütçesinin müzakeresine Besmele hayr addederek o hisle söze ibtidar ettiler. Bendeniz de elhamdülillah diyeceğim. Çünkü bütün arkadaşlarımız bu maksad hakkında müttehidü’l-efkar ve’l-amal olarak Umur-ı Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti hakkındaki hissiyatımızı izhar ediyoruz ki bu hakikaten şayan-ı şükran bir mes’eledir. Umur-ı Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti bütçesini evkafdan da bahs ediyorum. Zira Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucebince Umur-ı Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti ünvanını almıştır. Bundan dolayı Evkaf Vekaleti ünvanını da ilave ederek diyorum ki Umur-ı Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti bütçesi geçen senelerde tanzim edilen bütçelerden bir iki derece daha yüksek olmak suretiyle hey’et-i celilenize arz ediliyor ve yeni bütçenin diğerlerinden bir iki derece yüksek olmasında da esbab-ı mucibe olarak bazı hususat izah ediliyor. Bu iki dereceden birisini Fetvahane-i ali teşkilatı lecek bir hey’et teşkil ediyor. Fetvahane-i ali teşkilatıyla Şer’iyye Vekili Efendi hazretlerinin de buyurdukları gibi mesail-i fıkhiyye üzerine bu güne kadar vücuda getirilmiş asar-ı şer’iyyeyi tetkik ederek oradan bütün müslümanların mesail-i mühimmenin hall ü faslı ciheti umde ittihaz edilmiş olmak i’tibariyle Fetvahane yalnız fetva ile meşgul olacaktır buyuruyorlar. Bu husus hakkında bendeniz bir iki nokta ilave etmek suretiyle Fetvahane-i celilenin ehemmiyet-i mahsusasını hey’et-i aliyyenize arz etmek suretiyle vazifedar olmayıp bütün alem-i insaniyet ve beşeriyyete karşı alem-i İslam’ın elinde mevcud bulunan her türlü ihtiyacatı ve her türlü cami’ayı kafi ve kafil olduğunu Efendiler Fetva hadise üzerine verilir ve fetva beşerin duğu insicam ve intizamı ne suretle te’min edeceğini beyan buyuran mesail-i şer’iyyeyi o suretle bulup meydana çıkarmakdır. Binaenaleyh fetvada yalnız fıkıh esas değil bendeniz derim ki ulum-ı hikemiyyeden ulum-ı riyaziyeden tarihden coğrafyadan da istifade etmek suretiyle beşerin muhtac olduğu mesaile de cevab vermek gerek biz müslüman Türklerin teşkil ettiğimiz hükumet gerek sair müslümanların teşkil ettiği hükumet ve gerekse bizim hududumuz haricinde bulunan bilumum hey’et-i ilmiyyenin de vücuda gelmesi hakkında Şer’iyye bütçesinde bir fasıl vaz’ edilmiş. Onu da gördüm. Bu Te’lifat ve Tedkikat hey’eti’nin vazife-i esasiyesi acaba nedir? diye kendi kendime düşündüm. Bu hey’etin elde mevcud bulunan kütüb-i İslamiye’nin muhtevi bulunduğu mesaili mevaddı cami’a-i İslamiyye’nin teşkilat-ı esasiyyesine tevfik ederek bütün halka ve bütün alem-i katı’asıyla isbat edebilecek bir hey’et-i ilmiye olduğuna bendeniz kani’ oldum. Hatta bu ciheti düşünürken aklıma bundan dört sene evvel Anglikan Kilisesi tarafından vuku’ bulan dört suale gayet mahdud kelimeler diği halde maatteessüf bu güne kadar hazırlanmaması alem-i İslam’ın fahr ve mübahatini mucib olan mesailin hala onların fikrine nazarına konulmaması hatırıma geldi. Bundan dolayı da Te’lifat ve Tedkikat Hey’et-i Hükumetince bir an evvel vücuda getirilip buradan bu cevabın verilmesini Büyük Millet Meclisi’nin alem-i insaniyet ve beşeriyete ne suretle hizmet ettiğini göstermesini bendeniz hey’et-i celilenize arz ederek bu hey’etin de başka bir şekilde başka bir hey’et olarak kabulünü rica edeceğim. Efendim bu Anglikan Kilisesi’nin bizim Şer’iyye Dairesi’ne vuku’ bulan suallerinden dördüncü sual asıl hakiki bir meseledir ki bu hususda düşünülerek şer’in bütün geliyor. Onlar diyorlar ki: Müessis-i İslamiyet olan Hazret-i Muhammed’in vaz’ ettiği İslamiyet esası ne gibi bir esasdır? Suallerinin en mühimmi olan dördüncüsünde beşeriyeti bugünkü ıztırabatı altında inleten mesaili esasat-ı İslamiye acaba nasıl halledecek nasıl fasl edecek nasıl vücuda getirecek? O ıztırabatın ref’ini lağvini nasıl düşünüyor? Asıl sual budur. Hakikaten beşeriyet yekdiğerinin hukukuna ta’arruz ve tecavüzde devam etmiş menfa’at noktasından birtakım küçük küçük hükumetleri ekl ve bel’ hususunda müttefik olan garb milletleri ve hükumetleri yekdiğerine bu mes’eleden dolayı hasm olmuş ve ortada vahdet-i İslamiye nokta-i nazarından muvahhid ta’bir olunan İslamların vücudu kalkmadıkça mahv edilmedikçe kendi emel ve fikirlerine hizmet etmeyeceklerini anlamış olduklarından dolayı daima muztarib bir halde bulunan onlar bizden bu ıztırabın suret-i ref’ini soruyorlar. Bendeniz düşünüyorum ki bizim elimizde mevcud olan düstur birtakım kavanin-i hikemiye ve kimyeviyyeden daha kuvvetli olan bir düsturdur. Bu düstur-ı ali ile bu mu’adeleleri halletmemek suret-i tatbiki hakkında birleşip de sağa sola vuku’ bulan savletlerinden mütehassıl birtakım tehalüf-i efkarda bulunmak bizi bütün alem-i Nasraniyet’e karşı hiç hükmünde gösteriyor. Ve bundan dolayı hey’et-i celilenizden verü’l-efkar arkadaşlarımızın gayesi bu İslam’ın ulviyyetini bu İslam’ın me’aliyatını garb alemine isbat ederek onları utandıralım. Bizim hakkımızda daha doğrusu aleyhimizde ecanib tarafından vücuda getirilmiş birtakım hususat vardır ki onlar tezyin edilmiş tertib edilmiş ve yine biz müslümanları yekdiğerimizden ayırmak hususunda müretteb birtakım hile ve hud’alardan dolablardan ibaretdir. Halbuki bizde temessük etmek ki işte o ip bizi vahdet noktasına o ip bizi gayeye vusul noktasına müttehiden sevk etmekde büyük bir delil büyük bir saikdir. Bu ip -bu ipden maksadım habl-i metin-i Teşkilat-ı Esasiyemizi de Teşkilat-ı İslamiyemizi de vücuda getirmiş hatta birkaç derece de ayırmıştır efendiler. Teşkilat-ı Esasiye öteden beri bizim gözümüzün önünde bulunduğu halde maatteessüf kendisinin yalnız bir şekilden bir binadan olduğuna bu gün hüküm verebileceğiz cami’lerimiz Cuma ve Bayram mes’eleleri ve saire hususatdaki teşkilatımızdır. Biz Teşkilat-ı İslamiyye’de bütün İslamların ittihadını te’min edebilmek vuku’atı her ferd-i müslime anlatabilmek için mescid-i Cuma dediğimiz Cuma Cami’i teşkilatıyla ondan sonra beyne’l-enam büyük bir kongre vücuda getirebilmek için bayram mescidleri dediğimiz büyük bir cami’in etrafında toplanmakla mükellef olduğumuz halde maatteessüf bunları her birimiz ihmal ederek bundaki gayeleri unutarak bundaki esasat-ı İslamiyyeyi tebliğ etmeyerek bugün oraları acınacak bir şekle sokmakdan başka bir şey yapmamışızdır. Bu hususda bir ferdin diğer bir ferde karşı atf-ı kusur etmeye hakkı yoktur. Hepimiz bu mes’elede bu kusurda müsaviyiz. Yalnız bendeniz bu hususda Evkaf Vekalet-i celilesinin nazarlarını celb etmek için ma’ruzatda bulunacağım. Çünkü Şer’iyye Vekaleti ile Ma’lum-ı alileridir ki efendiler bizde her yer mesciddir. Murur ve ubura mani’ olmamak için tarik-i ammın gayri herkesin gelip geçtiği yerlerden ma’ada diğer mahallerde namaz kılmak caizdir sahihdir. Fakat şu teşkilat-ıİslamiyye rine Cuma ve Bayram cami’lerine rica ederim bütün atf-ı nazar buyurunuz. Namazgah denilen Ankara’nın Gureba Hastahanesi civarında bir cami’ minberinin taşlarının parçaları kalmış bir ictima’gah-ı umumi vardır. Rica ederim oraya hiç bakılmış ve dikkat edilmiş midir? şanlı ce-lalinle dünyaları hakk sesine dolduran imanlı sadanla haykırdığın zaman arkanda yalnız Anadolu’nun vicdanlı ve fedakar evladı değil bütün bu mihrab-ı ehadiyyet önünde bünyan-ı mersus gibi durmuş dört yüz milyon İslam senin bu ilahi emrine ita’at etmekde olduğunu unutma! Hakk’ın bütün esma-i ilahiyyesinden beşerin haz ve nasibi vardır. Yalnız Kibriya isminden Cenab-ı Hak beşere nasib vermemiştir. Ve hangi bir şahıs hangi bir millet bu isimden haz almadığı halde “kibr gurur”a düşerse onun düşmanı Allah’dır. Sen ey şanlı iman ordusunun imanlı evladı! Tevazu’ ve mahviyet içinde en haklı da’vayı müdafa’a ederken yalnız “Hak” isminden haz alıyordun ve kahbe düşmanın ve ateş getiriyordu. İşte nihayet sen Allah’ın zulme karşı sıyırılmış kılıcı olarak yükseliyorsun. Yüksel o senin hakkındır. Sen Allah’a yardım ediyorsun. Allah da sana yardım ediyor. Önünde zafer melekleri uçuyor.Nasrun minallahi ve fethun karib ve beşşiri’l-mü’minine ya Muhammed! Yardım Allah’tandır ve fetih yaBu gibi teşkilatı bu gibi esasat ile ortaya koyan cami’a-i tirilen Evkaf-ı İslamiye senelerden beri birtakım kimselerin elinde kalmış ve hatta bugün diyebilirim ki hükumet ya’ni muvazene-i maliye Evkaf’ın parasını alarak Evkaf’a milyonlarla lira borçlanmıştır. Hafızı Allah olan din-i mübin-i İslam’ın muvaffakiyet ve te’yidini Gaza-yı Bedr te’min etmiş idi. Ey bin üç yüz seneden beri namus-ı dini müdafa’a eden kahraman millet! Sen de şimdi bu son gaza-yı ekberle dünyada da’vaların en haklı en kudsi en şerefli olanını müdafa’a ile o şeref ve şanı yaşatıyorsun. Yürü! Aleyke avnillah. Vur! Çünkü sıyırdığın kılıç hiçbir hakkı dir. Ancak ve ancak seni ve hakkını boğmak isteyen haksız gasıb bir kavme haddini bildirmek için sıyırılmıştır. O Allah kılıcıdır. Kahhar ve Müntakim olan Zülcelal o seyf-i sarımı İslam ordusunun eline yalnız bunun için vermiştir. Hakk’ın batıla adlin zulme i’lan ettiği bu kudsi cihadın başında sen ey müslüman ordusu mehib ve Makbul ta’assub Na-beca ta’assub – Na-beca ta’assubun netaic-i seyyiesi – Riyakarlık ve ilimsizlik – Esbab-ı inhitatı dine atf edenlerin insafsızlığı – Tanzimatçıların dine karşı hücumları – Milleti garblılaştırmak Tanzimatçıların husule getirdikleri tezebzüb-i ictima’i: – Yıktılar fakat yerine bir şey koyamadılar – Getirdikleri şeyler: Düyun-ı umumiye salon hayatı – Yirminci asrın aa’nasına uygun teceddüd ve inkılab – – Babasının din ve harsını mani’-i terakki addettiler – Milletlerin dinleri yıkılamaz. – Rusya inkılab-ı kebirinde Dağıstan’ın sürur ve ümidi – Hürriyet ve inkılab kongresi – Merkez-i ittihad komitesi – Komitenin esas proğramı – Bolşeviklerin mevki’-i iktidara geçmesi – Bolşeviklerin tutunması hususunda Kafkasyalıların te’siri – Dağıstan’ın bitaraflığı ve her tarafdan hücuma ma’ruz kalması – Umumi seferberlik ve i’lan-ı cihad – Şiddetli muharebeler İzzet Paşa’nın kumandasında bir Türk fırkasının imdada yetişmesi – Dağıstan hükumet-i müttehide-i cumhuriyesi – Haricle münasebat te’sisi – Türk ordusunun çekilmesi – Denikin’in Dağıstan’a ta’arruzu – Kanlı ve feci’ hadiseler – Dağıstan’ın mağlubiyeti – Hey’et-i hükumetin vatanı terk etmeye mecbur olması – Denikin’in mezalimi – Denikin’in ordusuna karşı kıyam-ı umumi – Şimali Kafkas Müdafa’a-i Milliye Meclisi – Denikin ordusunun Moskova kapılarını çalması – Dağıstan’ın ikinci def’a olarak Bolşeviklere hizmeti – Denikin’in mağlubiyeti – Kızıl Ordu ile temas husulü – Her milletin kendi hakimiyeti prensibi – Kızıl Ordu’nun tehdidkar vaz’iyeti – Müdafa’a-i Milliye hükumetinin sukutu – Elli bin kişilik bir ictima’-ı umumi – İstiklal ve İttihad hükumeti hey’eti – Neşr ettiği beyanname – Bu ictima’da fakir bir köylünün sözü: Karnım değil ruhum Açdır – İstiklal isterim istiklal! – Yeni hükumetin işe başlaması – Bolşeviklerle müzakerat-ı siyasiye – Bolşeviklerin verdiği zahiri muhtariyetin Dağıstanı tatmin edememesi. Teşkilat-ı İslamiyyeye ehemmiyet verilmemesinin netayic-i elimesi – Kusuru bir sınıfa atf etmemeli – Mesuliyet umuma raci’dir – Vezaifin ehline tevdi’i üssü’l-esasdır. - girerken devlet ricalimiz birden bir başka tarza dökülmüşlerdi. A’razı keşf ile cem’iyyetimizde taksim-i a’mali durduran ve refahı yıkarak sefaleti artıran avamili araştıracak yerde bu kusuru dinimizde bulmuşlardır. Karşılarında aba-i din olan ulemanın da vaz’iyetleri dürüst değildir. Rical-i devlet zannediyorlar ki İslam alemini teceddüde mazhar kılmak için mutlaka garblılaşmak lazımdır. Bu çok kötü bir akıbet hazırlıyordu. İller devre-i İslam’a bakarak cem’iyetin geçirdiği istihalatı tetkik iledine hakimiyet-i tammesini bahş ederek na-beca ta’assubu cehli izale edecek yerde birden hücumüdine çevirdiler. Bir Avrupa! Ortaya çıktı Tanzimat denilen hiç de bize benzemeyenucubeile derhal koca bir iradi cem’iyeti tebdil edivereceklerine inanmışlar idi. Bir cem’iyet içinde dininden harsından adetinden gelen ruhda kökleşmiş bu kadar deruni ve enfüsi varlıkları bir emirname ile değiştirebileceklerine inanan bu zavallı adamlar memleketegarb medeniyyetinisokmak garb medeniyyeti denilen şeyi aliyatı meniyatı sanayi’i lümanlar münezzehdir. Ancak sokulan garb medeniyyeti değildi garbı refaha sevk eden harekat değildi. Cem’iyyetimize neler girdi biraz seyr edelim. Bir ictima’i hey’et in bir deruni hayatı vardır. Deruni hayatında beyne’l-ümme yaşar. Zahiri hayatı beyne’lmileldir. Deruni hayatında ilk göze çarpan dindir. Bu din ile mütedeyyin başka milletlerle ırklarla o beyne’lümem bir hayat yaşar ve deruni hayat onun için enfüsi bir iradedir. Ondan ayrılamaz. Çünkü milleti i’tibariyle seciyyevi ruhi alakası kendisinde hemen fıtri bir halet almış gibidir. Milletinma hiye hiyedenilen kökü deruni hayatındadır. Orada aklın hakimiyetinden ziyade kalb söyler. Bu deruni bir duygudur kiimanda birlikdir. İşte vatan aşkıaile aşkı istiklal aşkı bu din hayatından gelir ki derunidir. Hiçbir vechile şirket kabul etmez. Ancak deruni hayatda bir olanlarla iştirak eder. Hars ve örf de bu yatakda yaşar. Milletin mümeyyiz vasfı ancak bu deruni hayatdır. O bununla başkalarına hiç benzemez. Zahiri hayatafakidir. Onun için beyne’l-mileldir. Zahiri hayatda milletler birbirleriyle birleşir din ahlak deruni hayata ait olduğu gibi iktisad bedi’iyyat da zahiri hayata aittir. Vakı’a edebiyat deruni hayata da girer. AnNa-beca Ta’assubhakiki dindarlık şeklinde riyakar bir vaz’iyetle alemimizi ihata ederken birçokBakıyyetü’l-Eslaf ulema-yı salihin buna karşı kıyam ettiler halbuki artık iş karışmış idi.Din-i mübinvecd ve iman te’sirini göstermekden geri kalmadığı haldeNa-beca ta’assubtasaddur ediyor… Hakiki dindarlık saff-ı nialde bile yer bulamıyordu.Ta’assubpek makbul bir şeydir. Dinde milliyetde meslekde san’atda ta’assub olmazsa esassız bir şey olur samimi deruni aşki olmaz. Lakin na-beca ta’assub zalum bir şeydir. Na-beca ta’assub İslam aleminde hükm-i Kur’an’ın bir i’tina-yı tam ile tefrik buyurduğu üç esası birbirine karıştırmakla işe başlamıştır. Dünyevi hukuk ve vezaifi akaidle ve ibadetle mezc ederek daima bu iki sima ile görünerek hep dünyevi şeylerle oynamıştır. Dünyevi vezaif ve hukuka aid olan şeyleri akidevi ve diyani olmak üzere göstermiş ve eline aldığı ateşli birküfr ve herkesi korkutmuştur. İşte bunun neticesi olarak İslam aleminde hayati mesailde bir tevakkuf devri başlamıştır. Baştan başa canlı ve yürüyen esaslar durunca yerine bu na-beca ta’assub kaim olmuştur. Sonra… lışmadan yaşamak için bir çare bulmuştur: İlmi ihmal ile na-beca ta’assub sayesinde riyakar zahid ve mütteki görünerek hakim olmak!Dingibi kudsi bir kudretin tebcil ve takdir ettiğiilimmesleğinde görünmüştür. Halbuki alimolmak için ne kadar düşvar bir sa’ye ihtiyac vardır. Bu ise sür’atle tehayyüz etmek ve hukuk ve vezaif-i beşeriye üzerinde hakim olmak istemiştir. Boş bir dimağ ve kıyafet i’tibariyle onlara benzeyerek alim kesilmek Halbukidingibi kudsi bir nüfuz elinde olmakla cehlini setr için işte bundan istifade etmiştir. timiz düşmüştür. Bu düşkünlüğün esbab ve avamili hakiki dindarlığın -ya’ni hükm-i Kuran’ın gösterdiği gibi Müslümanlığın- yerine birçok şeylerin kaim olnası iken burası bir türlü keşf edilememiştir. Bizim bu tevakkuf ve inhitat devrimiz garbın intibah devrinden inkılab ve teceddüd devrine intikal ettiği zamana tesadüf eder. Mağlubiyetler tevali ederken ve bütün İslam alemi birer birer garb milletlerinin esaret ve istimlaki altına cak beyne’l-milel bir rabt-ı müştereki de vardır. Beşeri hareketler ya fikre ya hisse aid olur. Her ikisinin az çok tedahülü mümkündür. Lakin dini ahlaki her şeyin fevkindedir. İşte bizim ricalimiz bu noktaya dikkat etmeyerek hayatımızı tamamıyla garb tarzına çevirmek istediler. Bu cereyan neler yapmadı? Avrupa’da gördükleri aliyatın ve fenniyatın terakkisini mutlakadinkaydından sıyrıldıklarına haml ettiler. Halbuki deruni hayat kuvvetli olmadıkça muhit ihtizaz etmezdi. Muhitin ihtizazımukaddeseyimefkureyi kuvvetlendirdi. Bu kuvvet sevkiyle o cem’iyyetde sınıflar meslekler zümreler hasıl olurdu. Deruni hayat bunlar arasında tesanüdü meydana getirirdi ve işte ondan sonra da benliğine dönen millet bu iş bölümü sayesinde fenniyat ve aliyatda terakki ederdi. Bunun ucu hep deruni hayatda idi. Garb taklidi kadim müessesat üzerine yüklendi. Tabi’idir ki garb te’sisatı kendi din ve harslerinden doğmuştu. Bizim te’sisatımızda bizim mahsusatımızdan bize getirilirken mü’eyyedeleri de garbi oldu ve şarkın ruhundan harsinden doğmuş olan müesesat ihmal ve terk edildi. Bu güzel müesseseleremüstehasedediler. Peszindedediler. Çok a’la! Ancak bu müesseselerin yerine konulanlar dacanlıoldu mu? Ca’li bir lisan yapma bir edebiyat taklidi bir hayat başladı. Bu kötü taklid müstahsıl ve fa’al bir hayat vermediği tı. Borcun getirdiği servet ibzar ile sarf edildi. Milletin sırtına ağır birdüyun-ı umumiyeyüklendi. Gelen borç memleketin iktisadi menba’larını işletmedi. Saraylar ko-naklar eskilikden çıkarak tannan ve şaşaalı bir şekle sokuldu. Yeni zevkler garbi şekilde geldi. Salon hayatları başlayınca artık biz garb zihniyet ve medeniyyetini kabul etmiş addedildik. Halbukihars ve irfanİslami ve milli idi. Bunun üzerine vurulan badana ne kadar çürük çıktı! Garb medeniyyeti pek lüzumlu bir şey idi. İslam medeniyyeti şimdiye kadar temas ettiği medeniyetler gibi bununla da temas ederek beyne’l-milel olan medeniyetden lüzum ve faidesi gayr-i münker olanı alacaktı. Lakin bu alış öyle zu’m ettikleri gibiasrinamı altında topladıkları maskaralıklar değildi. Memlekete garb te’sisatından getirilen kokmuş bir ahlak çalışmadan yaşamak kari giyinmek ve alamod dinsiz görünmek! İşte bütün garbdan şu diyara gelen yirminci asrın ma’nasına uyan teceddüd ve ınkılab dedikleri şu saydığımızdan başka bir şey ise lütfen parmaklarıyla işaret ederek göstersinler! Nerde bir fabrika yaptılar? Hangi denizlerde işleyen nakliyat şirketleri te’sis ettiler? Feyyaz topraklarımızın neresinde bir ma’den kazarak garb usulüyle işlettiler? Hala Hazret-i Adem zamanından kalma hayatla yürüyen rençberliğizira’at-i cesimeye çevirdiler? Hala sapanın önünden öküzü aldılar mı? Hangi feyizli mekteblerinde bize dürüst bir liman yapacak bir şimendifer güzergahı ta’yin edecek kaç mühendis yetiştirdiler? Nerede birTeknik-Fennimüessese meydana getirdiler? Harabelerden nişan verdiklerini iddi’a ettikleri Türk diyarının neresinde mu’alla ve nefis bir bina kurdular? nin düşmanı gösterdiler. Meşrutiyet’den beri lütfen göstersinler ki şu mahrum diyarın hangi köşesinde kendi ve fa’aliyete layık bir iş yaptılar? Bunu bağıranların bugün elindekihazine tahvilinialınız… Derhal aç kalırlar. Çünkü babasının din ve harsini mani’-i terakka addeden bu zavallılar tabi’atin nankör sinesinden pazu ve irfan zoruyla bir dilim ekmek koparacak kadar iradeye malik değildirler. Yalnız haykırırlar: Yirminci asra muhalif ölmeye mahkum fikirleri yıkacağız derler. Yıkılacak fikirlerin başında ise mutlakadinvardır. Halbuki bir milletin deruni hayatını vecdi hayatını yıkmakla o milletin yıkıldığını görememek kadar acınacak bir hal yoktur. Asrın medeniyet ve aliyatını sun’i değil Hakiki yollardan memlekete getirmek refahı ne kadar te’min ederse bir milletin deruni hayatına hürmetkar ve ilhamlarını milletin ruhundan alan bedi’iyat ve ahlak da işte o gelen aliyat ve sanayi’i milli şekle koyarak o zaman Hakiki medeniyyet ortaya çıkar. Garb medeniyyetini tetkik ederken kökünü nerden aldığını unutmamak lazımdır. Şimdi bunu dahi iyi anlamak için İslam’a isnad edilen tedenni sebeblerini gelecek makalede araştıracağım. Harb-i Umumi esnasında senesinde Rusya inkılab-ı kebiri vuku’a geldi. Çarlık idaresi yıkıldı. Bu inkılab Dağlıların ahzan ve alam ile meşhun olan kalblerinde şeviklik ise bu teşebbüse karşı tamamıyla aciz ve dem-i vapesinine muntazır idi. te’essüsünü kendi hayat-ı milliye ve istiklaliyesi için nafi’ gören Dağıstan İttihad Merkez Komitesi Kafkas fırkasına Korniloff’un teşebbüsatına alet olmayarak kendi vatanına avdet ve komiteye hizmet etmesi emrini verdi. Bu fırkanın vatanına avdetiyle Korniloff kuvveti inhilal etti. Ancak bu sayededir ki Bolşeviklik idaresi te’essüs ve tevessü’ edebildi. Rusya’da restarration eski idareyi ifade için Deniken ordusu teşekkül etmiş ve bu suretle Rusya’da cihanda emsali na-mesbuk inkılab muharebatı başlamış idi. İşte bu vaz’iyyeti Dağıstan Merkez Komitesi Rusya’dan tamamen fekk-i rabıta ederek istiklaliyet-i tammesini etti. Rus milletinin birbirini imhaya çalışan bu iki muhalif ve muhasım partisinden her birisi dağlıları kendi tarafına celb ve imaleye sarf-ı mesa’i eyliyordu. Ve her millet kendi mukadderatına hakim olacakdırprensibini tatbik edeceğini va’d ediyordu. Fakat Dağlılar Komitesi herhangi bir partinin muharebatına iştirak ile Rus mak ve karışmakdan ise bi-taraf bir vaz’iyyet almayı ve vatanında istiklal esasatını te’sis ve takviyeye çalışmayı münasib görmüş binaenaleyh Rus partilerine karşı bitaraflığı ve ancak kendi vatanına girmek teşebbüsünde bulunacak olan herhangi bir Ruk kuvvetine muhalefet edeceğini i’lan etmişti. Bunun üzerine Dağıstan her tarafdan tecavüze ma’ruz kalmıştı. Cenubdan: Bakü istikametinden Çarizm taraftarı olan Bucarahof kuvvetleri Tiflis’den Gürcüler şimal-i şarkiden: Bolşevikler şimal ve şimal-i garbiden: Kazaklar Kafkasya’yı istila için bütün kuvvetlerini sarf ediyorlardı. Bu suretle Dağıstan’ın her tarafını kan ve ateş sarmıştı. Artık Dağıstan’da dımış idi. Pek hunin ve elim olan bu vaz’iyyet esasen kalbleri hiss-i intikam ile meşbu’ ve vatan-ı aslilerinin kan duman ateş ve ölümden ibaret tarihinin hatıratıyla muhavvel olan Türkiye’deki muhacirleri heyecana getirmiş ve bunlardan ilk kademe olarak Meke Aziz Neney Berkof Sahapel Midhat ve rüfekası vatanın imdadına yetişmişti. Bu suretle Rusluk ile Kafkaslık karşı karşıya gelmişti. Vaz’iyet pek buhran-engiz idi. Bir tarafdan müsellah mütecavizlere karşı vatanı müdafa’a diğer tarafdan sari bir şekil alan inkılab fikirlerine karşı hey’et-i mücadelatında pek yalnız kalmış olan Dağıstan bu def’a Rus imparatorluğu dahilindeki diğer milel-i mahkumede de bir emel-i istiklal ve cidal gördü. Binaenaleyh bu def’a daha ümidvar olarak mücahedat-ı istihlasiye ve tan’da kabail-i muhtelife arasında yabancılık tefrika ve nifak sokmak için her türlü vesail ve vesaite teşebbüs etmiş idi. Fakat ırk tarih hayat-ı ictima’iye ma’işet ve mu’aşeret din vaz’iyyet ve an’ane birlikde dolayısıyla bu teşebbüsat kabail-i mezkuredeki –ittihad ve tesanüdü hiçbir vakit ihlal ve idlal edememiş binaenaleyh- Rus fa’aliyet-i tabi’iyye ve zaruriyyesinin harekete gelmesini şehrinde kabail-i muhtelifeyi temsil eden dört yüz kişiden mürekkeb ilk –Hürriyet ve İnkılab Kongresi in’ikad etti. Bu kongre tarz-ı in’ikadı ve namı i’tibariyle Rus halde maksad yeniden istiklal mücahedatına başlamak muhterem Bassyat Chakhas nutk-ı iftitahisindeMilletimizin köyünde küsuf etmişti. Fakat yine o güneşin memleketimizin ma’sum ve matem-dar sinesinde doğmasına İttihad-ı siyasisinii’lan kuvve-i icraiye ve idariye olarak dağlılarınMerkez-i İttihad Komitesinamıyla bir komite teşkil etti. Rus inkılabının birinci devrine müsadif Dağıstan mücadelatının mişti. Rus inkılabının eşkal ve netayici tamamıyla tevazzuh etmiş değildi. Binaenaleyh komitenin proğramında esas: siyaseten Rusya’ya merbut ve Rus inkılabına hadim kalmak fakat hürriyet-i harsiyeyi kafil olacak dahili bir istiklal te’min etmekti. Rus inkılabının demokratik olan şekli Bolşevikliğe istihale etmeye başlamış ve Petrograd’da Bolşevikler bir darbe ile re’s-i kara geçmişti. Henüz hal-i ruşeymde bulunan Bolşeviklik ufak bir darbe ile dağılacak bir mahiyet ve vaz’iyyette idi. Fakat buna mukabil çar ordusu tamamıyla inhilal etmişti. Yalnız terbiye-i milliye ile mücehhez ve rüesa-yı milliyeye merbut ve sırf Kafkas müslümanlarından müteşekkil ve şark cebhesinde kahramanlığıyla şöhret-şi’ar olan Kafkas Süvari Fırkası intizam ve ita’ati muhafaza etmişti. rad kapısına yanaşmıştı. Henüz doğmuş bulunan Bol Türkiye’nin düvel-i İtilafiye ile akd eylediği mütarekeye tevfikan Türk kıta’atı Teşrinisani’sinde Dağıstan’dan çekildi. Dağıstan Hükumet-i Cumhuriyesi hutut-ı umumiyesi balada mezkur proğramın tatbikine her nevi’ müzaheretiyle teşekkül ve Bolşevikleri mağlubiyet-i mütevaliyeye uğratarak Moskova’ya tekarrub etmiş olan Denikin ordusunun ta’arruzuna uğradı. Denikin’in proğramı gayr-i kabil-i tecezzi bir Rusya cümlesiyle kumenin i’lan eyledikleri istiklalleri keen lem yekün addediyordu. Denikin ordusunun esasını Kazaklar teşkil eyliyordu. Bunlar ise bir tarafdan Dağıstan’a en yakın ve kızgın düşmanları idi. Diğer tarafdan cenubi Rusya’da Rus cebhesine muttasıl olan ilk cumhuriyet Dağıstan ve feci’ hadiseler görünmeye canlanmaya başlamıştı. Şubat tarihinden i’tibaren Denikin ordusu Dağıstan vatanı üzerine yürümeye koyuldu. Yorgun ve bitab olan millet vehle-i ulada bu mehib kuvvet karşısında biraz sarsıldı. Nevzad hükumet Paris’deki mümessilleri vasıtasıyla düvel-i İtilafiye nezdinde Denikin ordusunun bu hareketini protesto etti. Fakat esasen kendi ta’limatına tevfikan hareket eden düvel-i İtilafiye bu protestoya cevab vermediği gibi Denikin de hiçbir esas-ı meşru’a istinad etmeyen harekat-ı istilakaranesine devam etti. Garbi ve merkezi Dağıstan’da tekrar müdafa’a muharebesi başladı. En şiddetli muharebeler merkezi Dağıstan’da cereyan ediyordu. Burada üç ay muharebe devam etti. Ve muharebat neticesinde Denikin ordusu galebeyi te’min ve köyü ihrak etti. Ve müddet zarfında Dağıstan yevmiye vasati olarak dört yüz şehid veriyordu. Neticede Cumhuriyet ordusu mağlub oldu. Dağıstan vatanı tekrar Rusların istilasına geçiyordu. Denikin ordusunun harben geçtiği yerlerde köyler münkalib-i rimad oluyordu. Her taraf yağma ediliyor cami’ler yıkılıyor şiddetiyle devam eyliyordu. Bu istila karşısında vatanperver münevverler memleketi terke mecbur oluyorlar ve bunların yerlerine mürteci’ generaller geçiyordu. Bu suretle tedricen memleketi işgal ediyor ve merkez hükumet olan Demirhan Şura’ya yaklaşıyordu. Nihayet Mayıs’da harben Demirhan Şura’yı işgal etti. Ve Parlementoyu süngü ile dağıttı ve hey’et-i hükumet de vatanı terk etmek mecburiyet-i elimesi karşısında kaldı. Bu suretle bu def’a yineHür Kartallar Yuvasıpençe-i esarete düştü. Denikin idareyi çarların en zalim ve muzlim şekl-i idarelerine irca’ eyledi. Re’s-i idareye Çarlığın ma’ruf ve mu’temed zalimleri geçirildi. Bunlar inkılabın Kafkas’ın münevver vatanperverleri büyük bir heyecan ve galeyan içerisinde çalışıyorlardı. Milletin maddi ve ma’nevi bütün kuvvetini isti’mal etmek zamanı idi. Her tarafda umumi seferberlik ve cihad i’lan edilmişti. Kadın erkek hiçbir ferd bu mücahededen haric kalmayacaktı. Pek vasi’ olan cebhenin her tarafında muharebe devam ediyor her gün her köyde şüheda mezarlığının tevessü’ü nisbetinde tehevvür kin ve şiddet de artıyordu. Kafkasya’da her şehidin mezarı başına müntehasında beyaz bayrak bulunan uzun bir direk dikilir ve bu mütemadiyen tecdid edilir. Binaenaleyh Kasfkasya’da mezarlıklar her köyün derece-i fedakarisini gösterir. Muharebatın mihrak noktaları: Derbend Demirhan Şora Yurt Grozni Nazran Naliçik Panal Paşinkis Yakatarinodar Laris mevaki’i idi. Muharebatın şiddeti ve bunun tevlid eylediği heyecan ve feveran efrad-ı milletde adeta iradeyi ve kuvve-i müfekkireyi kaldırmış ve bunun yerine umumi bir cünun kaim olmuştu. Muharebe merkezi ve şarki Dağıstan’da muvaffakiytle devam ediyordu. Buralarda Rus çarının çiftlik ile Grozni ve Hasafyurt Nazran şehirleri istirdad edilmişti. Fakat İngilizler tarafından her türlü vesait-i harbiye ile teslih ve techiz edilen ve Bahr-i Hazar’daki donanmaya istinad eden Buharahof kuvvetlerinin işgal eylediği Derbend Şamilkale Petrovsk istirdad edilememişti. Çünkü Dağlıların silahı düşmanın elindeki vesait-i harbiyeye nazaran pek za’if idi. Nihayet Bakü Osmanlı ordusu tarafından istirdad edildi. Ve merhum Met İzzet Paşa kumandasında Türk Kardeş Fırkası Derbend üzerinden Dağıstan’ın imdadına yetişti. Ve bunun mu’avenetiyle Derbend Demirhan Şura Şamilkale Petrofsk da istirdad edildi. Bu suretle neticesi henüz gayr-i mu’ayyen bir mücadele içerisinde çalkalanmakda ber-devam olan Koban mıntıkası müstesna olmak üzere merkez ve şarki Kafkas kurtarılmış oldu. Esasen Mayıs’de resmen istiklal i’lan ve hey’et-i hükumet de Tiflis’de teşkil edilmişti. Münasebat-ı hariciyeyi tanzim Cumhuriyesini temsil eden hey’et de Demirhan Şora’ya gelerek idare-i umur-ı hükumete başladı. Hükumetin proğramı ihtilal-i ictima’inin memlekete sirayet etmesine mani’ olmak demokratik esasa müsteniden idare-i dahiliyeyi tanzim ve kurtarılan aksam-ı vatanı tecavüzden muhafaza mütebakisini istirdad ve münasebat-ı hariciye te’sisi idi. Tapa Tchermo riyasetinde Paris’e bir hey’et -i murahhasa da gönderdi. Bu def’aki muharebat geçen diğer muharebelere nazaran başka bir şekilde idi. Bu def’a İngilizlerin her türlü vesait-i fenniyesiyle teçhiz edilmiş olan Denikin ordusu tank ve tayyare… ilh gibi esliha-i cedide de isti’mal ediyordu. Buna rağmen Denikin eski vaz’iyeti kazanmaya muvaffak olamadı. Dağıstan bu hareketlerini yaparken Denikin ordusu Moskova kapısını çalıyor ve Bolşevikler son günlerini yaşıyorlarda. Fakat Dağıstan’ın Denikin ordusunun kendisine vaki’ olan şiddetli darbeleri te’siriyle Denikin üç kol ordusunu geri çekmeye ve Kafkasya’ya sevke mecbur ve bu suretle Moskova’ya karşı olan harekata za’f ve betaet tari olmuştu. Cihanın büyük bir alaka ve heyecanla ta’kib ettiği ve Denikin’in Rusya imparatorluk tarihiyesini kazanacağı ve kazanacağına kat’iyyen ve yakinen ümidvar bulunduğu anda yüzünü geri çevirmeye mecbur ve bu suretle Bolşevikliğin mazhar-ı ba’s-i ba’de’l-mevt olması şüphesiz şark için mühim ve muhteşem bir an-ı tarihidir. Bu suretle Dağıstan Bolşevikliğe biri doğduğu anda diğeri ölmeye ramak kaldığı hengamede olmak üzere iki def’a yardım etmiş oldu. Fakat Dağıstan bu fedakarlığı elbette Bolşeviklerin mavi gözleri için değil sırf kendi Denikin ordusu daha bitmiş değildi. Dağıstan Müdafa’a-i Milliyye Hükumeti muharebenin uzayacağını tahmin ediyor binaenaleyh bir müzaheret-i hariciye arıyordu. Fakat hakk-ı hayat ve mukadderatı kendisinin bu harekatına merbut bulunan yeni komşu cumhuriyetden bile bir mu’avenet görmemişti. Binaenaleyh istiklaliyetini derhal tanımak şartıyla Bolşeviklerle bir ittifak-ı siyasi akdine mecbur olmuş ve bunu kendi halası için bir amil-i mühim teşkil edeceğini zan eylemişti. Çünkü Rus Kominist Partisi’nin resmi proğramının en mühim ve ruhlu noktasıHer milletin kendi mukadderatını kendisi ta’yin etmesimaddesi idi. Ve bu madde de Dağıstan’ın maksadına tevafuk ediyordu. Bolşevikler bu maddeyi yalnız proğram kitabının sahifeleri arasında bırakmayarak suret-i mahsusa ve muvazzahada bütün şark ve milel-i mahkumeye i’lan ve telkin etmekde idiler. Şüphesiz bu beyanat Dağıstan’ı evleviyetle alakadar ediyordu. Gerek şarkın İstanbul Batum Bakü gibi en kısa yolunu elde bulundurmak ve gerekse Bolşevikliğin cenuba sarkarak bu suretle parçalanması kendilerince mukarrer olan Türkiye ile mukarenet peyda etmesine mani’ olmak üzere düvel-i İtilafiye Azerbaycan Ermenistan ve Gürcistan’ın istiklaliyetlerini tasdik ettikleri halde istiklaliyete liyakati nazariyat ile değil fakat en yüksek ve parlak derecede fa’aliyetle isbat etmiş olan Dağıstan’ın tarihin mezbele-i nisyana attğı eşhas idi. Bunlar inkılaba karşı olan kin ve adavetlerinin öcünü Dağlılardan almak Mürteci’ler bütün bu tazyikat ve ta’addiyata rağmen tarihin cereyan-ı tabi’isini tebdil edemediler. Bu vaz’iyet karşısında milletin hey’et -i umumiyyesi ezgin ve yaralı arslan gibi kuvvetinin avdetine ve fırsat-ı savletin hululüne hamuşane intizar ederken diğer tarafdan memleketin gayr-i kabil-i zabt köşelerindeki sekene ile buralara gelmiş olan bazı vatanperverler de bu sakin ve ebkem kartal yuvalarında şiddetli bir kıyamın esaslarını bir müddet bi’l-fi’l tadan ve idrak eden millete bu istila pek ağır ve tahammülsüz gelmişti. Binaenaleyh her neye mukabil olursa olsun Denikin’in bu tazyikini ref’ ve istiklalini istirdad etmek bütün efrad-ı millet için en mukaddes bir namus ve tarih akidesi olmuştu. Bu akide karşısında gerek cema’atde ve gerekse münevverlerde menafi’-i şahsiyye ve fırkacılık hisleri tamamen zail olmuş ve müttehid bir kitle haline inkılab eylemişti.Fırka şimdi din milliyet ve istiklal gibi herkesi seyyanen alakadar eden bir mesele karşısındayızmealindeki vatanperverlerin beyannamesiyle işe başlandı. Ve Ağustos bütün Dağıstan’da umumi nagehani bir kıyam baş gösterdi. Ve bu kıyam Şimali Kafkas Müdafa’a-i Milliye Meclisi tarafından idare ediliyordu. Tarihi bir kin ve bir hiss-i intikam ile müeyyed olan muhabbet-i milliye ve istiklaliye ne mu’cizeler göstermez! le bir vaz’iyyet ve ruhiyet karşısında idi. Bir menba’a kat kıyam nagehani ve umumi vuku’a geldiği için memleketin mevaki’-i mühimmesini işgal etmiş olan Denikin ordusunun aksamı evvel emirde bulundukları yerlerde tamamen imha edilmişti. Ve bu suretle memleket dahili serbesti-i mesa’iye müsa’id bir hale ifrağ edildi. Yalnız merkezi ve şarki Dağıstan arasında yegane hatt-ı ittisal üzerinde bulunan Honzah Kalesi ile hudud boyundaki bir kısım mevaki’ istirdad edilemedi. Bir tarafdan bunların istirdadı ile uğraşılmakla beraber diğer tarafdan Denikin’in gelmeye başlayan takviye kıta’atının tevkifine çalışılıyordu. Bu miyanda merkezi Dağıstan’da şiddet ve azmiyle ve zühd ve takvasıyla Şamil’i tanzir etmek kabiliyetini gösteren merhum ve muhterem Uzni Hayrş Hacı da büyük bir dirayet ve savletle bir tarafdan Denikin ordusunun merkez-i sıkletine ta’arruz ediyor diğer tarafdan memleketi ikiye ayırarak vahdet-i idare ve harekatı ihlal eden Honzah’ı Rusların elinden almaya çalışıyordu. kendilerinin idare ve techiz ettikleri Denikin ordusuyla muharib bulunuyorlar. Bolşevikliğin tevsiine yardım ediyorlardı. Halbuki Dağıstan’a göre kendi istiklaline tecavüz eden her zümre müsavi idi. Nitekim’de mütenevvi’ partilere karşı bir cebhe ile harb ederek bu kana’atini fi’len isbat ve murahhaslarıyla da defe’atle cihana i’lan eylemişti. Bu def’a vekayi’ ve vaz’iyyet kendisinin Bolşeviklerle tevhid-i harekat etmek suretiyle istihsal-i amaline muvaffak olacağına ikna’ etmiş idi. Müdafa’a-i Milliye Hükumeti ve idaresi milletin kendisine tevdi’ ettiği vazifeyi Derbend Demirhan Şura ve Şamilkale ve şehirlerini Denikin ordusundan istirdad lar ifa eylediği kendi toprağına hakim ve sahib olarak Mart’ında Kızıl Ordu ile Grozni civarında temas hasıl etti. Dağıstan şimdi yeni bir sahne ve vaz’iyyet karşısında idi. Temasa gelir gelmez Müdafa’a-i Milliye Hükumeti Kominizm proğramınınHer milletin kendi mukadderatına hakim olacağı hakkındaki maddesi ile Çiçerin’in bunu mü’eyyed olan Denikin ile muharebe esnasındaki beyanat-ı resmiyesinive cenubi Rus Kominizm şu’ubatıyla akd eylediği ta’ahhüdatı ibraz ve Kızıl Ordu hududunu tecavüz etmemesi lüzumunu dermiyan etti. Müdafa’a-i Milliye Hükumeti iki mesele karşısında bulunuyordu. Biri memleketi Kızıl Ordu’nun istilasından masun bulundurmak diğeri ise memleketde cari olacak usul-i idare idi. Bolşevikler kendi ictima’i ve idari prensiplerini Dağıstan’da tatbik etmek bahanesiyle memlekete girmek istiyorlardı. Halbuki Kominizm şeklini tevlid eden: Sermayedarlık sınıf dereceleri büyük emlak mutasarrıfları gibi sebebler yok idi. Millet her ferde bir hak ve bir mevki’ veren adetlerine tevfikan yaşıyorlardı. Şu halde Kızıl Ordu’nun memleketi kominize etmek için fikrini tatbik etmek demekti. müstakil kalmak isteyen Müdafa’a-i Milliye Hükumeti nin teşebbüsat-ı muslihanesine Kızıl Ordu bidayetinde leyte ve le’alle vaz’iyyetini gösterdi. Kızıl Ordu Dağıstan hududlarında tecemmu’unu ikmal ve iktisab-ı kudret eder etmez. Komüniz milletler ve milliyetler ve bunlarda din ve istiklal aralarında hudud tanımaz ve bunları tanıdığı takdirde ta’kib eylediği akide-i siyasiye ve ictima’iyeyi münkir ve bu suretle cihana karşı kazib ve müğfil bir vaz’iyyetde kalmış olur cevabını veriyorlardı. Bunun üzerine iğfal edildiğini anlayan Müdafa’a-i Milliye Hükumeti sukut etti. Yerine müzaheret-i hariciyeye letin irade-i hakikiyesini hamil olacak olan bir hükumet şeviklerin hareket ve siyasetlerini protesto etmek üzere Mayıs Perşembe günü merkezi Dağıstan’da Gatiş Korte-Keticher Kort-Müşavere Tepesi’nde ve bütün Dağıstan’ın murahhaslarından müretteb elli bin kişilik bir ictima’ akd edildi. Bu ictima’da mühim bir kızıl kuvvetin taht-ı himayesinde olarak Komünist murahhasları da hazır bulundu. Bunların muvacehesinde ve bu büyük kitle ortasında ref’ edilen büyük istiklal bayrağı top endahtıyla selamlandı. Ve bu istiklaliyyeti son ferde kadar müdafa’a edecek bir istiklal ve ittihad hükumeti hey’et i intihab edildi ve bu hükumet millet muvacehesinde millet de hey’et -i hükumet huzurunda yemin ettiler. Ve bu ictima’ neticesinde bazı maddelerinin suretleri zirde aynen derc edilen beyannameyi neşr etti. Şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da Dağıstan milleti kimseye tecavüz ve kimseyi esir etmek tahakkümünü de kabul etmeyecektir. Bütün dünyaca ma’lum olsun ki dün bizi çarlığın mek teşebbüsünde bulunacaklar arasında nazarımızda hiçbir fark yoktur; her ikisi de düşmanımızdır. Tarih hadisat-ı zaile vaz’iyyet-i hazıra bize halis dost ile Hakiki düşman olmuş ve olacakları fakat pek acı bir suretde anlattı öğretti. Bu ictima’ın ne kadar milli ve mü’essir olduğunu anlamak için İslam namında fakir ümmi pejmürde bir köylünün Bolşevik Komiseri Gikala’ya verdiği zirdeki cevaba dikkat etmek lazımdır. Muma-ileyh İslam bu C. Aynı zamanda kuvvetini tezyid ve takviye ederek siyasetini inde’l-icab cebren tatbik etmek esaslarını ta’kibe başladı: Fakat bir tarafdan Bolşevikler Dağıstan’ın inde’l-icab göstereceği şiddet-i mukavemetden çekindiği gibi diğer tarafdan Dağıstanlılar da Türklerle müttefik Bolşevikler aynı muharebeye kıyam ederek bu iki devlet arasındaki dikleri hissiyat-ı meveddetkarane ve minnetdaraneye muvafık görmüyordu. Binaenaleyh Dağıstan şimali Kafkas maksadını asgari bir suretde tatmin edecek bir karara muvakkaten razı olacaktı. Bolşevikler de Dağıstan’ı ikna’ ve iskat etmek vaz’iyyet-i mümaşatkaranesini almaya mütemayil görünüyordu. Filhakika Bolşevikler kendi emelleriyle imale ettiklerini zan eyledikleri kendilerince mansub bir hey’et -i murahhasayı Moskovaya gönderdiği fakat bunların ekseriyeti de Moskova’da musırran istiklal istediler. Bolşevikler buna mukabil memleketi Lezgi Nerek Koban Ancaz parçalarına tefrik ve yerine hakikatde lafzi olmakdan başka bir kıymeti haiz olmayan bir muhtariyet verdiklerini i’lan ettiler. Halbuki evvela memleketi parçalayan saniyen hiç bir ma’nayı tazammun etmeyen bu şekil amal-i milliyeyi hatta asgari bir suretde tatmin edemedi. Bu sıralarda Şamil’in hafidiSa’idde memlekete girmişti. Ve vatanın muhtelif aksamında ufak tefek hadiseler göstermeye başladı. Bunun üzerine Bolşevikler Gayr-i Rus Milletler Komiseri Stalin’i Dağıstan’a gönderdiler. Bu da gah iğfal ile gah tehdid ile Moskova’nın bu sun’i ve ma’nasız muhtariyetini tatbik etmek istedi. Stalin’in bu tarz-ı hareketi milleti teskin değil bilakis hadiselerin tezayüdüne sebebiyet verdi. cevabıyla şüphesizdir ki Dağıstan’ın ruhuna ve imanına tercüman oldu. Mezkur cevabın bazı parçaları ber-vech-i zirdir: Ey Kigala! Sen benim karnımın doyacağından… filan bahs ediyorsun halbuki benim karnım değil ruhum açtır. Ruhum ise ancak istiklal ile doyacaktır. Onun için tüfengi göstererek bununla... Bu da olmazsa kamasını göstererek bununla... Bu da olmazsa tırnaklarımla almaya çalışacağım. Ve bu uğurda makbere-i şühedayı göstererek işte şunlara iltihak edeceğim… Heyecan-ı milliyi gören Bolşevikler buradan sükunetle avdet ettiler. Teşekkül eden hey’et-i hükumetde hazret-i Şamil’in en mühim merkez-i idaresi olmuş olan Dargıköyünde işe başladı: Hükumetin keyfiyet-i teşekkülünden ve programdan milleti haberdar etti. Amal ve mukarrerat-ı milliyeyi havi bir nota ile Deçe Nasuh riyasetinde bir hey’et -i murahhasayı Viladi Kafkas üzerinden Mayıs’de Moskova’ya yola çıkardı. Keza hükumetin keyfiyet-i teşekkülünü vaz’iyyet ve mukarrerat-ı milliyeyi alakadar devlet ve milletlere izah Hükumet tarafından amal-i milliyeyi bu suretle sulhen en büyük fedakarlıklara hazırlanması emrini verdi. Bu vaz’iyyet karşısında Bolşevikler de: Kitle-i milleti sevk ve idare eden münevver vatanperverleri suver-i muhtelife ile ortadan kaldırmak memleketden Bazı müslüman ve Komünistler vasıtasıyla propaganda yaparak kendisine tarafdar bulmak ve bunları milletin mümessili ve amal-i milliyenin hamili göstermek. Kırşehir Meb’usu Müfid Efendi Hazretlerinin Beyanatınn Ma-ba’di Burada arz edeceğim bir nokta vardır; oO da hocaların vazifelerini bi-hakkın ifa etmedikleri halde Evkaf-ı rında taksim etmiş oldukları fikrinde bulunanlar varsa onların bu fikirleri yanlıştır. Efendiler cami’-i şeriflerde gerek mahalle cami’inde gerek derecatını arz ettiğim diğer cami’lerde cema’at-i İslamiyeye vazife-i diniyye ve İslamiyelerini yaptırmak Cenab-ı Hakk’ın kendilerine bahş etmiş olduğu ni’metin şükrünü eda ettirmek vazifesiyle muvazzaf olan imamlara ücret-i imamet olarak verilen para senevi olarak ma’deni para hesabıyla a’zami bin kuruşu tecavüz etmez. Ondan sonra cami’-i şerifin tathiri için temizlenmesi için kayyım diye ta’yin olunan kimselere verilen ücret ise otuz kuruşdan Efendiler biz cami’a ve teşkilat-ı İslamiyye’ye hiç atf-ı nazar etmedik bakmadık. Türkiye Büyük Millet Meclisini cem’ eden şu dairenin tathiri için istihdam ettiğimiz aile-i İslamiyesini müslü-man olarak bizim hiçbir münevverimiz yetiştirmemiştir. Bizim bir kısmımız ecdadımızın eslafımızın bize bıraktığı abidat-ı İslamiyyeyi onun ahfad-ı İslamiyyesini onun evlad-ı İslamiyesini İslam olarak tenvir etmek hususunda birçok muhtelif yollar göstermeye başlamışız. Efendiler istirham ederim bu yolların ihtilafı bu yolların ayrılması eğer hakiki ciddi bir muhakeme ciddi bir münakaşa bir münazara kapısı açmak için ise onların ellerini öpmek suretiyle onları da’vet edelim o mücadeleleri o münakaşaları yapalım ortaya koyalım. Fakat ne ilmin salikininde ne de tarik-i ilmiye salikininin haricinde bulunan arkadaşlarımızda maatteessüf hiçbir kuvvet ve kudret-i menazır göremiyorum. Binaenaleyh Şer’iyye Vekaleti’nin arzu ettiği Tedkikat ve Te’lifat Hey’eti’ni eğer nazar-ı i’tibare alır da şöyle ortaya korsak İslam’a en büyük hizmeti ifa etmiş olacağız. Efendiler alim dediğimiz başı sarıklı hocalar değil alim dediğimiz Cenab-ı Hakk’ın ulum-ı celaliyesinden bir nokta olarak beşere bahş buyurduğu kudret-i ilmiye ashabıdır. Vücuda getirilen bu kadar fünun bu kadar ulum bu kadar sanayi’ bu kadar hikmeti tetkik ederek düşünürlerse hepsini arz ettiğim habl-i metin-i ilahi olan Kuran-ı Kerimin içinde bulacaklardır. Ve diyeceklerdir ki:Biz şimdiye kadar hata ettikbinaenaleyh bunun ehemmiyetini bendeniz acizane hey’et -i celilenize arzdan müstağni gördüğüm ve hey’et -i celilenin yüreği lacağına herhalde kani’im istirham ediyorum ki bu tetkikat ve te’lifat hey’et inin adedini çoğaltalım fakat öyle çoğaltalım ki demin arz ettiğim bahse rücu’ edeceğim bu vazife ehline tevdi’ olunamadığından mütehassisin-i rasıdır heder olmasın beklenilen gayenin beklenilen emelin bu tetkikat hey’et i tarafından vücuda getirilmesine meclis-i aliniz nezaret etsin. Bunu vücuda getirsin efendiler. Yoksa biz böyle yekdiğerimizi anlayamamak noktasından biz böyle hiçbir ferde mürakabe hakkını vermemek gibi birtakım meçhul gayelere gittiğimizden dolayı birtakım efkara düşeriz. Ma’azallah bu ihtilaf-ı efkar bizi mahv eder! Bu ihtilafın def’i neye mütevekkıf Yalnız Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nden istirhamım şudur ki vazife ve cihat olmak üzere inhilal edecek olan yerlere ehlini koysun İslam yavrularını İslam cema’atini me’abid-i İslamiye’ye doldurabilmek için oraları bedi’iyat ceğim bu nedir efendiler? Açık söyleyeyim Cuma günü hatib efendinin bu haftaki vuku’atı cema’ate beyan etmek suretiyle tertib edeceği hutbelere çok ehemmiyet vermek lazımdır. Halbuki bu hutbeler kabil-i inkar dehademelere şehri yirmişer liradan aşağı para vermediğimiz halde cami’lerde müslümanların sıhhatini hayatını muhafaza için yapılacak tathiratı ifa edenler hakkında niçin buhl gösteriyoruz? Evet haklısınız diyebilirsiniz ki: Siz cami’lerdeki imamlara İslam’ın ulviyyetini Cenab-ı Hakk’ın [ekberiyyetini] minarelerden i’lan eden müezzinlere cami’lerde kürsülere çıkıp ahaliye va’z ve irşad vazifesini ifa eden medreselere bir bakınız.Evet hakkınız vardır doğrudur. Öyle müezzinler vardır ki okuduğu ezan ve ikamet ile cema’ati tenfir edip cami’den kaçırır. Fakat bu gibi müezzinlerin ta’yin ve intihab edilmesinde şeri’atin midir? Yoksa o vazifeyi ifa ettirmek için işin başına geçenlerin mi? Efendiler hiç birimiz ve bilhassa bendeniz teşkilat-ı esasiye-i İslamiye’nin emr ettiği hiçbir işi bi-hakkın ifa etmiyorum. Fakat ben bi-hakkın ifa etmediğim halde bile acaba diğer ifae etmeyen arkadaşlarıma söz söylemek salahiyetini haiz miyim değil miyim? Orada utanarak onların karşısında mahcub ve hacil olarak onlara esasat-ı İslamiyeyi beyan etmek. Onlar arasında bütün müdafa’asını te’min edecek bir uhuvvet-i samimiye vücuda getirmek için –benim kusurumu afv edin– kendilerine söz söylemekliğimi elimde bulunan kitab bana emr ediyor. Buna emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker ta’bir olunur. ani’l-münker meselesi başında sarık bulunanlara mahsusdur hayır bütün müslümanlar İslamiyet’in uhuvvet-i samimiyesini bozacak İslamiyet’in rabıta-i kaviyyesini hoca kadar söz söylemek hakkını haizdir. Hocanın başındaki sarık bir alamet-i mahsusadan ibaretdir. Şimdi dağların taşların ağırlığına tahammül edemediği titreyerek kabul etmediği bir emanet bize tevdi’ olundu. Bu hukuk-ı millet ve ümmetdir. Bu hukuk-ı milleti bu hukuk-ı ümmeti bu hukuk-ı İslamiyet’i zalum ve cehul olduğundan dolayı bilemeyerek duşüne alan bu hukukun müdafa’asını sırtına yüklenen müslüman Türklerin hükumet teşkil ettikleri günden bu güne kadar İslamiyet’e ettikleri hizmet kadar hiçbir müslüman kavim hizmet etmemiştir. Bu husus tetebbu’at-ı tarihiyyede bulunan arkadaşlarımızın cümlesince müsellemdir. Türkler teşkil ettikleri hükumetin ta bidayetinden bu ana kadar hiçbir zaman hali hiçbir zaman rahat kalmayarak evladını bu bu İslamiyet uğuruna feda etmişlerdir. Fakat maatteessüf o müslüman Türk’ün bu fedakarlığına karşı onun geride kalan abide-i İslamiyyesini onun geride kalan Mustafa Sabri Efendi – Öyle olduğu takdirde meclisin hikmet-i mevcudiyeti nedir Reis: – Öyle ise mesele bitmiştir. Şimdi efendim hey’et-i mecmu’asının müzakeresi kafi görüldü. Maddelere geçilmesi takarrur etti. Fakat vakit gecikti. Cumartesi günü aynı sa’atde ictima’ etmek üzere celseyi ta’til ediyorum. Hak yolunda kılıcını sıyıran mübarek ordumuzun pek seri’ adımlarla te’min eylemiş olduğu galibiyet-i kat’iyye akıllara veleh verecek bir mahiyeti haiz bulunuyor. Cihanı hayretlere düşüren cihet karşımızda bunca zamandan beri ahz-i mevki’ eden gaddar düşmanımızın her türlü malzeme-i harbiyece bize faik bir halde bulunduğu keyfiyetidir. Yunanlılar bütün mevcudiyetleriyle Anadolu sergüzeştinin hülyasına düşerek ona göre kendilerini hazırlamışlar bidayetden beri hadsiz hesabsız mühimmat malzeme-i harbiye tedarik etmişler var kuvveti bazuya vererek taht-ı işgallerinde bulunan mevaki’i tasavvurun fevkinde denecek bir halde tahkim ve tarsin eylemişlerdi. ve vesail-i harbiye senelerce harb etmeye belağan ma belağ kifayet ediyordu. Elhasıl Yunan ordusunun malik olmadığı bir alet ve cihaz-ı harb yoktu. Denebilir ki ma’nen ve ruhen küçük ve hakir tanınmış olan mütereddi sefil Yunan bütün esbab-ı maddiyyeye sahibdi. Her şeyden ziyade denizlerde serbest idi. Harb gemilerine nakliye vapurlarına da malikdi. Toplarını cebehanesini otomobil ve tayyarelerini her şeyi doğrudan doğruya ferle işgal etmiş olduğu mevaki’e kadar kemal-i suhuletle taşıyordu. Yunanistan’a pek karib bulunduğundan sevkiyat-ı askeriyesini de kolaylıkla yapıyordu. Bütün bu ta’dad eylediğimiz suhuletlerden başka bu zalim düşmanımız cihana hakim olan İngiltere’nin teveccüh ve sahabetine de mazhar bulunuyordu. Harb-i Umumi esnasında her türlü maddi ve ma’nevi ziyanlardan masun kalan Yunan ordusu bizimkiyle mukayese kabul etmez bir hal ve mahiyetde idi. Balada saydığımız esbab ve avamili nazar-ı dikkate alanlar Yunanlıların herhalde neticede ihraz-ı tefevvuk edeceklerine emin idiler. İngiltere Yunanlılara karşı her türlü mu’aveneti ibzal etti. Hazinesinin kapısını açtı para mühimmat tayyare top tüfenk otomobil elhasıl harb için lazım olan bütün alat ve edevatı verdi. Bu kadar külliyetli ve maddi vesaite malik olan Yunanğildir birtakım adamların müte’addid def’a okuduğu hutbelerdir. Bu hitabet cihetleri ehil ve erbabına tevdi’ edilmek suretiyle okunsun efendim. Ve sonra yine beyi anlamaması hasebiyle vaz’ ettiği bir kürsü vardır ki onun meşihati vardır o kürsünün şeyhi o kürsüde o gün okunan hutbenin ma’nasını anlatsın cema’at dinlesin. bir cami’! Yine dinlemezseniz kabahati hepinize haml edeceğim. Binaenaleyh sizi böyle birtakım vahi sözlerle yormakdansa olduğu esasatı dindar olan bütün akvamın dünya ve ahiretde nail olacağı mükafat ve mücazatı ta’yin eden Kuran-ı kerimle o Kuran-ı kerimden istinbat eden müctehidin-i kiramın akvalinden müstenbit asra ve asrın ve sonra bütün hikemiyat-ı İslamiyeyi bütün ulum-ı bir suretde gösterebilmek ve onları utandırabilmek için te’lif ve tedkik hey’etinin de adedini on veyahut sekize rica ederek sözüme nihayet veriyorum. Reis: – Efendim söz isteyen arkadaşlar Tahsin Bey Dursun Bey Hamdullah Subhi Bey Ziya Hurşid Bey Çelebi Efendi Hüseyin Avni Bey Mustafa Bey Abdülkadir Bey Şeyh Servet Efendi Abdülkadir Kemal Bey – Herkes nokta-i nazarını söylesin müzakere iki gün devam etsin üç gün devam etsin ne çıkar efendim. Reis: – Müsa’ade buyurunuz söz söyleyen arkadaşları dinlediniz müzakerenin kifayetine dair altı tane arkadaşımız tarafından takrir veriliyor müsa’ade buyurunuz efendim. Şimdi mecburum bunu reye koymaya diğer fıkralar müstesna… Efendim Şer’iyye bütçesinin hey’et -i umumiyyesi hakkındaki müzakerenin kifayesini kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın Mustafa Efendi – Müsa’ade buyurun anlaşılmadı yanlış oldu efendim. Reis: – Şer’iyye bütçesinin hey’et-i umumiyyesinin mü-zakeresini kafi görenler lütfen ellerini kaldırsın. Ekseriyet vardır. Kabul edilmiştir. Efendim Çelebi Efendi bir takrir veriyor. Diyor ki Şer’iyye Vekaleti bütçesini bila-münakaşa kabul edelim Mehmed Şükrü Bey – Müdafa’a-i Milliyye bütçesinde bir def’a böyle teklif olundu sonra pişman olduk. Olamaz. lıların günün birinde bir hafta içinde Anadolu ordusuna mağlub olacaklarını hiçbir ferd tasavvur ve tahayyül bile etmezdi. Çünkü denilebilir ki bizim Yunanistan’a nisbeten vaz’iyyetimiz pek müşkil hazırlığımız hemen hiç mesabesinde hayatını müdafa’a için kılıncına sarılan biz müslümanlar askerimiz memleketimiz ta Trablusgarb ve Balkan muharebelerinden başlayarak Harb-i Umumi’nin son dakikalarına kadar yıpranmış menabi’imiz büsbütün kurumuş ve payıtahtımız ise işgal altına alınmış olduğu halde yokdan varlık vücuda getirebilmemiz hemen hemen müte’azzir adeta gayr-i kabil bir mesele gibi telakki ediliyordu. Evet i’tiraf etmek lazım gelirse maddeten hiçbir şeye hiçbir vasıta ve yardıma malik bulunmuyorduk. Yunanlılar her şeye mebzulen malik iken biz mahrumiyet vardı: İmanımız. göğüs gerdik mütevekkilen alallah diyerek hakkımızı müdafa’aya koyulduk. Bu büyük bir imtihan günüydü. Zaman zaman büyük tehlikelere ma’ruz kalan İslam için yine hayat memat zamanı gelmişti. İslam afakını muzlim bulutlar kaplamış za’if olanlar tereddüde ye’s ve fütura düştü düşmana teslim olmayı tercih etti. Lakin ulü’l-azm mü’minler cihad bayraklarını açtılar. Zilletle yaşamakdansa şerefle ölmeyi tercih ettiler. Vesait-i maddiyenin fikdanı onları hiç ye’se düşürmedi. Göğüslerindeki azm ü iman onları tırnaklarıyla dişleriyle mücahede ettirecek kadar kavi Bu azm ve iman ile işe başlandı. Hadsiz hesabsız mahrumiyetlere katlanıldı. Acı günlere sabr edildi. Felaketlere tahammül olundu. Zahmetlere meşakkatlere göğüs gerildi. Hep bugün düşünülerek o bi-payan müşkilat müdafi’i olan İslam ordusu harekete başladı. Düşmanın yüz binlerce adam milyarlarca para sarf ederek üç senede aldığını bir hafta on gün içinde istirdad etti. Düşmanın bütün ordusunu kamilen mahv ü perişan eyledi. Toplarını mühimmatını vesait-i nakliyesini iğtinam etti. Kumandanlarını erkan-ı harbiyesini zabitanını on binlerce efradını esir aldı. Düşman orduları tarumar oldu. Tarih-i alemde misli görülmemiş bir hezimete uğradı. zulm ü vahşetle o güzel İslam diyarını kasıp kavuran ma’sumları öldüren ma’mureleri harabezara çeviren her konduğu yere zulüm ve ateş saçan o kudurmuş Salib ordusunun efradı akıbet müstehık oldukları cezayı buldular. Hakkın adaletin kılıcı saika gibi tepelerine indi. Silahlarını atarak zelil ve sergerdan dağlara vadilere yayıldılar. Yerleri oyarak girmek istediler taşları delerek saklanmaya savaştılar. Fakat hiç biri kar etmedi. Adalet-i sübhaniyeyi icraya vasıta olan iman ordusu yılan ezer gibi o zalimlerin kafalarını ezdiler. Dağlar taşlar ovalar vadiler zalimlerin laşeleriyle doldu. Anadolu Yunan’ın mezarı oldu. Bir hafta içinde yüz binlerce kişilik bir ordunun mahv ve perişan olması hiç şüphe yok ki adalet-i hassa kibir ve gururu gayretullaha dokundu. Artık bu zalim ve mağrur ordunun zelil ve tarumar olması iktiza etti. Senelerden beri hak yolunda çarpışan dinin vatan-ı bu fedakar millet tevfik-i sübhaniye layık oldu. Allah Nusret ve zafer ihsan buyurdu. Öyle bir nusret ve zafer ki bugün bütün cihan bu mu’azzam hadise karşısında hayretler içindedir. Tahayyül ve tasavvurlara sığmayan bu zafer-i azim hiç şüphe yok Cenab-ı Adil-i mutlakın mazlumlara ma’sumlara bir lutf-ı celilidir. Biz bu azm u imanı bu vahdet ve samimiyeti gösterdikçe bu zaferler tevali edecek tevfik-i ilahi üzerimizden eksik olmayacaktır. Bugün şanlı İslam bayrağını Akdeniz kıyılarında dalgalandırıyoruz. İnşaallah az zaman sonra bu iman ordusu Rumeli’ye de geçecek esaret altında caktır. Düşmana gelince artık onun için nikbet ve felakat kapıları açılmıştır. Bundan sonra felaketden felakete musibetden musibete uğrayacak inşallah cem’iyyet ve devletleri büsbütün müzmahil olacaktır. Kıymet-i askeriyesi hiçe inen Yunan’ın vaz’iyyet-i siyasiyesi de berbad bir hale geliyor. Bu mu’azzam hadise neticesi olarak gerek dahilde gerek haricde müthiş aksülamellerin husulüne intizar etmelidir. Balkanlarda muvazene bozuluyor. Arnavutlar ve Bulgarlar için mühim fırsatlar husule geliyor. Balkanların karışması yukarıya doğru diğer devletlere de sirayet edebilir. tin sonunu teşkil eden bu ordunun izmihlali İngiliz siyaseti üzerinde de büyük bir te’sir husule getirecektir. Bilhassa Luid Jorj’un derhal tebdil-i siyasete mecbur olacağı veya çekilmek ıztırarında kalacağı tabii görülmelidir. Sonra bu büyük zaferin İslam aleminde hasıl edeceği te’sirin de ehemmiyet-i azimesi vardır. Bütün akvam-ı cağı gibi halas ve istiklal yolundaki mücahedeleri azm u Yarınki Cuma günü İslam tarihinin en büyük günlerinden biridir. Bütün İslam alemi için bir mebde’-i halas ve felah olan bu mu’azzam günü takdis etmek bugünde dünyanın her tarafında her memleketde bulunan bilumum müslümanlar için namazgahlara toplanarak hep bir arada Cuma namazını kılmak İslam’ın hürriyet ve şehametli ordu ve onun büyük kumandanları hiç şüphe yok İslam’a Bedir gazileri kadar büyük hizmetde bulunmuşlardır. Bu hizmetin mükafatını vermeye Allah’dan başkası muktedir değildir. Birinci kitab: Birinci ikinci kısımlar Şer’iyye Vekaleti tedrisat Müdir-i Umumisi Ahmed Hamdi Efendi tarafından tertib ve tahrir olunup umum mekteblerde ve medreselerde tedris olunmak üzere kabul ve proğramlara idhal edilen in birinci kitabının i’tikadat-ı İslamiye’den bahs eden birinci kısmının fiyatı posta ücreti kuruş ibadat ve hikmet-i şer’iyyesinden bahis olan ikinci kısmının fiyatı ise posta ücreti kuruştur. Elhasıl şarkda garbda büyük te’sirler husule getirecek olan bu zafer-i celili bize bahş ve ihsan eden Cenab-ı Hakk’a şükr etmek ve kalblerimizdeki azm ve imanı aramızdaki vahdet ve samimiyeti bir kat daha artırmak bugün bütün müslümanların en mütehattim vazifesidir. doğrudan doğruya İngiliz dostumuzla karşılaşacağız. Biz hakkımızı müdafa’adan başka bir şey yapmıyoruz. Binaenaleyh bu hakkımızı tanımayanlara kim olursa olsun tanıttırmak bizim için en mübrem bir vecibe-i hayatiyedir. diyerek asil ve fedakar milletimizin a’sar-dide şi’arına tercüman olan Hazret-i Üstad o hiçbir şeyle sarsılmayan ezeli ve ebedi imanının ilhamıyla en kara günlerde millete şu beşareti vermişti: man ordumuz ilk hedef olan Akdeniz kıyılarına vasıl olmuş bulunuyor. Şimdi artık hemen bütün garbi Anadolu’da çanlar susarak ezan sesleri yükseliyor. Yarın Marmara ve Akdeniz sahillerinde Cuma namazını kılacak olan ordu-yı İslam köpürmüş deniz dalgalarını seyr edecektir. Lakin onun azm ve şehametine denizler de hail olamayacaktır. Yürü en mübarek ketibe-i iman yürü arkanda dört yüz milyon kalb senin için çarpıyor senin dağları aşarak denizleri yararak yürümeni istiyor. Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul bu suretle Müslümanlığı te’sis ve cihanın dört köşesine yaydılar. Müsteşarlık – Mustafa Taki Efendi hazretlerinin beyanatı: –Şura-yı İftanın ehemmiyeti – Yapılacak Teşkilatın bu ehemmiyetle mütenasib olması lüzumu – Esasat-ı diniyyeden istihrac-ı mesail edebilecek ecille-i ulema – Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’eti’nin ehemmiyeti – Bir hey’etden beklenen hidemat-ı İslamiyye bu hey’et a’zasının haiz olması lazım gelen evsaf: – Vukuf-ı ilmi vukuf-ı asri – Asr-ı hazır yeni bir fikir yeni bir ictihad muvafık olan ahkam-ı İslamiyyeyi tecelli ettirmek lazımdır – Türkiye Hilafet-i İslamiyyeyi haiz ve bütün müslümanların merci’-i dinisi olmak i’tibariyle alem-şumul teşkilat-ı İslamiyyeye ihtiyac kat’idir – Ayrı ayrı hey’et-i ilmiyyeler teşkilinin lüzumu hakkında şer’iyye vekili hazretlerinin beyanatı – Yahya Galib Beyefendi’nin beyanatı: – Şer’iyyeye mahsus müsteşarlık – Şura-yı İfta’nın Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye’nin ehemmiyeti ve lüzumu – Çelebi Efendi hazretlerinin beyanatı – İslam beşerin hayat-ı ictima’iyyesine muvafık menafi’-i maddiyesi ve ma’neviyyesini mü’emmindir – Tatbik edemediğimizden dolayı kusur bize raci’dir – Hükumetimiz şeri’at-i garra-yı İslamiyye üzerine müessesdir – Şeri’ate istinaden icra-yı ahkam badi-i fevz ü necatdır – Saltanat ve şevket-i bu takrirlerin alkışlarla kabulü.– Şanlı ve fedakar milletimizin mehasin ve secaya-yı mümtazesi – Kazanılan zaferin azameti ve alem-şümul ehemmiyeti – Alem-i İslam’ın sürur ve heyecanı – Bu zafer gününün tebcil ve takdisi – Asırlardan beri İslam’a alemdarlık eden milletimize karşı garbın na-merdane ve zalimane hareketleri – Büyük milletimizin bi-payan meşakkatlere karşı gösterdiği tahammül – Allah’a imanına ve kılıcına dayanarak izhar ettiği tecellüd – Nusret-i ilahinin teveccühü hiçbir millete nasib olmayan ilahi zafer – Fedakar milletimiz ilelebed İslam’ın sertacıdır – Kıblemiz ve gayelerimiz bir olan Afgan müslümanlarının milletimizi ve şehametli ordumuzu tebriki. - Medine haricine çıkılmayıp tedafü’i vaz’iyyet alınması re’yinde iken müştak-ı şehadet ve fedakari olan ashab-ı kiram düşmana karşı çıkılmak ricasında bulunmuşlar ve her birisi cihan dolusu fedakarlıklarını isbat etmişlerdi. Tuhaf bir vak’adır ki ordu-yı İslam’a iltihak eden çocuklar nam sabi parmaklarının ucuna basarak kendisini büyük göstermek istemiş ve ok atmakda mahareti olduğunu olunması üzerine Suhre nam çocuk da: “Ben Rafi’den daha kuvvetliyim onu yere vururum” diye kendisinin orduda kalmasını rica ediyordu. Emr-i nebevi ile bu iki çocuk yekdiğeriyle güreştiler. Suhre Rafii yıktı. İkisi de mücahidin miyanına alındı. Ehl-i Medine’den olan Evs kabilesi efradı şeref-i İslam Mezkur kabilenin ekabirinden olan Ebu Amir Rahib ise müşrikler miyanında bulunmuş idi. Bu Rahib kendi kabilesinden olan ve o vakte kadar kendisini büyük tanımış bulunan Evs kabilesi efradını kendi tarafına celb etmek da’iyesiyle yüksek bir yere çıkarak: “Ey Beni Evs kabilesi! Ben Ebu Amir Evsiyim. İşte bu taraftayım” diye bağırıyordu. Ahmak rahib İslam ile müşerref olanların kalblerinde nasıl bir iman olacağını takdir edemiyor kendisinin kisve-i ruhbaniyyesine aldanacaklarını ümit ediyor idi Beni Evs müslümandan şu cevabı aldı: “Ey fasık! Biz mü’minler senin selamını almayız sana selam da vermeyiz.” diyerek sancağı sol eline aldı. Sol eli de vuruldu. Mücahid-i diye sancağı Ebu Talha-i Ensari nefsini nefs-i nefis-i Risalet-Penahiye aleyhisselam feda ederek vücudunu vücud-ı nebeviye siper etmişti. Bütün harekatını harekat-ı nebeviyyeye tabi’ kılarak düşman tarafına vücudunu siper etmekde devam eder kendisine isabet eden mermilere dahi ehemmiyet vermezdi. Kendisi düşman tarafına elli kadar da ok attı. Muhayrık nam zat ki Yehud’un a’lem ve eşrefi idi. Nebiyy-i ahiri’z-zamanın evsaf-ı celilesini kütüb-i mütekaddimeden anladığı cihetle Uhud muharebesinde huzur-ı faizü’n-nebeviye dehaletle izhar-ı iman etti ve kenİlk müslümanlar müşriklerin mezalim ve işkencelerinden hicretle halas olmuş ve Medine’ye henüz yerleşmekte bulunmuşlar ikenBedirgazası açılmış ve o perişanlıklarında bu gazaya dahi şitab etmişlerdir. O derece müştakane ve fedakarane ki tarih-i beşeriyetde misli görülmemiştir. Birkaç misal arz edelim: Beni Neccar’dan Akra nam bikes bir kadının mahsul-i ömrü ümid-i istikbali olan yedi nefer mahdumlarının cümlesi bu muharebeye gitmişlerdi. Fezail-i şehadete dair hutbe-i nebeviyyeyi istima’larını müte’akib adeta ölüme aşık olmuş ve cümlesi birden düşmana saldırmışlardı. İçlerinden büyük kardeşleri müştakı olduğu cam-ı şehadeti içmiş ve diğerleri düşmanın en büyüğü olan Ebu Cehil’i ta’kib etmişlerdi. Bunlardan Muaz’ın kolu kesilmiş ve kol mafsaldan tamamen ayrılRebi’ nam kadının göz bebeği bir tanecik oğlu Harise nam çocuk Fahr-i Alem sallallahü aleyli ve sellem efendimizden nail-i şehadet olmak için du’a istemiş ve bu hevesle meydan-ı şehamete atılarak şehid olmuştu. Validesi sevgili oğlunun vefatını haber alınca “Oğlumun suret-i vefatı şehadet midir bilmiyorum ki. Şehadet ise sevineyim şehadet değilse yüreğimden kanlar akıtayım” diyerek huzur-ı sa’adete gelmiş ve zaraf-ı zi-şeref-i Resul’den oğlunun şehiden cennetde olduğunu haber alınca muhterem kadın: “Öyle ise hiç ağlamam hiç te’essür etmem.” diye sevinerek gitmişti. Daha garibi şudur ki bu muharebede tarafeyn efradı hep yekdiğerinin akrabası idiler. Yekdiğere silah attılar öldürdüler. Aradaki niza’ ve husumet ise iftirak-i diniyyeden başka bir şey değildi. Mesela: İslam ordusunda sancakdar Mus’ab b. Umeyr cakdarı idi. Beni Mürre’den Ebu Bekir ve Talha İslam tarafında ve Ebu Cehil ve Halid ise müşrikin canibinde şı tarafta idi. Keza Ebu Huzeyfe bu tarafda ve biraderi Velid ve biraderi Atabe düşman tarafında idi. Hamza bu tarafta biraderi Abbas ve Ebu Süfyan ve Nevfel müşrikin miyanında idi. Böyle kendi kardeşine kendi oğluna veya pederine silah attıracak derecede kavi ve metin olan rabıta rabıta-i diniyye idi. Dinden başka cihet-i cami’a arayanlar şu safha-i garibeden ibret alsınlar. Bedir gazasını müte’akibUhudmuharebesi açılmıştı. Fahr-i alem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz disi gayet zengin idiğinden bütün emvalini ma’şer-i müslimine verilmek üzere vasiyyet ettikden sonra şevk-i şehadetle meydan-ı harbe girdi ve cam-ı şehadetle tefric-i cah etti. Ahiren müşrikinin vücud-ı alem-sud-i rahmeten lilalemine oklar yağdırmaları esnasında Ebu Dücane nam mücahid cism-i mübarek etrafında pervane gibi dolaşmış ve yağdırılan okların çokları kendi cismine isabet ederek her tarafdan şediden mecruh olduğu halde vücud-ı sa’adete siper olmakdan çekilmemiştir. Amr b. Elcumu’ Ensari ki kendisi topal idi. Dört oğlunu birden gaza-i Uhud’a gönderip kendisini mu’insiz bıraktı. Amr gaza-i mübareke bizzat can atmak istiyordu komşularının men’ ve ısrarlarına rağmen sabr edemeyip kırık ayağıyla yola düştü. Şevk-i şehadetle giderken Ya Rabbi beni haneme geri döndürme. Bana şehadet nasib et diye du’alar ediyordu. Ordugaha varınca Resul-i şefik sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz “Ya Amr sen ma’zursun. Harbe girme” buyurdular ise de son derece rica ve ilhah ile meydan-ı harbe atıldı. Teşnesi olduğu şerbet-i şehadeti içti. Müşarun-ileyhin oğlu Hallad dahi fedakarane bir suretle şehid düşmüştü. Bunların şehadetlerini haber alan zevcesi Hez mahall-i harbe geldi. Zevcinin ve mahdumunun cenazelerini buldu. Müşarunileyha Hezz’in biraderi dahi şehid olmuştu. Hezz bu üç sevgilisinin cenazelerini seve seve ve şehidlik mertebesine nail olduğu için sevine sevine deveye tahmil ile Medine’ye götürüyordu. Yolda Hazret-i Aişe’ye tesadüf etti. Ahval-i muharebeden sual edildi. Müşarun-ileyha şöyle dedi: “Kurretü’l-ayn sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz selamet ve afiyettedir. Deveye yüklediğim zevcimin ve oğlumun ve biraderimin cenazeleri ise de bunların şehadetleri musibet değildir.” Hanzala nam delikanlı te’ehhül ettiği gün Uhud muharebesine çıkılmış idi. Hanzala zifaf gecesinin sabahı Medine’de duramadı mücahidin-i İslam’ın arkalarından yetişti. Ve meydan-ı harbe şevk ve şetaretle atıldı ve müştakı olduğu şehadete erişti. Radıyallahü anhüm ecma’in. Ağustos Pazartesi Reis – Efendim! Ruznamede Şer’iyye bütçesinin müzakeresi vardır. Onun müzakeresine başlıyoruz. Evvelce hey’et-i umumiyesi kabul edilmişti. Şimdi fasıl ve maddelerin müzakeresine başlıyoruz. Şer’iyye Vekaleti muhassesatı Müsteşar Fetva Emaneti ve Hey’eti Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’eti Memalik-i ecnebiyede bulunan müftü ve müderrisler Müstahdemin-i muhtelife Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Efendim ! Bütçenin ikinci müsteşarlık maddesi hakkında ma’ruzatda bulunmak isterim. İkinci madde alelade müsteşarlık denmek lazım gelirken umur-ı şer’iyye ve evkaf diye bir mu’terize yapılmıştır. Bu mu’terize teşevvüşü mucibdir. Yalnız müsteşar denilmelidir. Zaten bütçe Şer’iyye Vekaleti bütçesidir. Binaenaleyh bu mu’terizenin kaldırılması lazımdır. zamanda bunlar zamanın ihtiyacatını da müdrik olmalı. Zamanın ihtiyacatıyla tevfik edebilecek ve ahkam-ı fetvalar veyahut yeni yeni mecelleler suretinde aleme meclisin mevki’i gayet bülenddir. Ya’ni bendeniz aczimle bu hey’etin ehemmiyetini takdir edemem. Çünkü bu hey’etin mesa’isi bütün alem-i İslam’a aiddir. Ve bütün ahkam-ı diniyyemize aiddir. Bütün terakkiyat-ı asriyeye aiddir. Bu babda bir takrir verdim. Bu takrirden bendenizin maksadım fetva hey’etinin adedini hiç olmazsa reis ile beraber dokuza iblağ etmek içindir. Bendenizin teklifim budur. Sonra Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’eti arz ettiğim vechle bu maddenin başka bir ehemmiyeti daha vardır ki o da dinimizin aleyhine guya yeni hikmetler yeni nazariyelerle yeni yeni felsefelerle hücum etmek akliye ve nakliyeyi cem’ edecek bir hey’etin alem-i terakkiyatını ve evc-i sa’adete urucunu ve kaffe-i hakayıkı halka bildirmeye bizim dinimiz kafildir fakat; biz dinimizin maatteessüf şimdiye kadar olan bu kifayetini bilfi’l isbat ve irae edemedik. Bundan yalnız birinci ve edemedik. Bizim dinimiz her bir ulviyyeti cami’dir. Nasıl cami’dir? Ya’ni nazari ve ameli şümulü i’tibariyle değil belki aynı mes’eleleri o kava’idden istihrac edebilecek mahiyettedir. Fakat; buna ilim ister zeka ister vukuf-ı bu hey’ete getireceğimiz zevatı ihtimal ki Hindistan’dan getireceğiz ihtimal ki Londra’dan getireceğiz ihtimal ki Amerika’dan getireceğiz. Çünkü bunun ehemmiyeti arz ettiğim gibi alem şümuldür. Beyefendiler! Bendeniz de acizane sarık sarmak i’tibariyle şu mesleğe intisab etmişim. Aczimle beraber i’tiraf ederim ki behemehal bu asırda yeni bir fikir yeni bir ictihad meydana gelmelidir. Haşa! Şu sözümden fıkh-ı İslam noksandır anlaşılmasın. Haşa! Öyle bir da’vayı ben edemem. Fıkıh pek mükemmeldir. Kava’id-i asliyesi pek mükemmeldir. Onun menba’ları gayet şümullüdür. Fakat bazı mesail-i fer’iyye vardır ki Zeyd şöyle derse Amr şöyle olursa gibi bir takım fetvalar vardır. Bunlar ferden ferda hadisata göre vuku’bulan istiftalara birer cevabdır. Halbuki şimdi cihan şümul büyük işler zuhur ediyor. Bunların hepsi için ahkam-ı diniyyemizden birer hüküm ihracı mümkündür ve bizim Kur’anımız bunu mütekeffildir. Çünkü bizim aleyhi ve sellem efendimizden sonra birisi ba’s olunmaReis – Fasl hakkında başka söz isteyen var mı? Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Fasl hakkında bir çok takrir var zan ederim. Müfid Efendi – Efendim! Şer’iyye Vekili hazretlerinin beyan ettiği vechle Şer’iyye bütçesinin müsteşarlık maddesinde bir mu’teriza konmuş bendeniz geçen de arz etmişdim ki Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda ve Ekvaf Vekaleti ünvanı zikr edildiği cihetle Şer’iyye Vekaleti için ayrı bir müsteşar Evkaf Vekaleti için de ayrı bir müsteşar olmaması cihetiyle burada zan edersem bu mu’terizayı koymuşlar. Halbuki umur-ı şer’iyye umur-ı vakfiyye ayrı ayrı işler olmak münasebetiyle Şer’iyye Vekaleti’ne ayrı bir müsteşar ünvanı vermek lüzumu vardır. Ve zaten bu nokta kanunun sarahatiyle anlaşılır. Binaenaleyh Şer’iy-ye Vekili efendi hazretlerinin beyanatına bendeniz de iştirak ederim. Bu suretle o mu’terizanın kalkmasını hey’et-i muhtereminizden rica ederim. Mazhar Müfid Bey – Efendim Muvazene-i Maliye Encümeni bu mu’terizanın içindekiumur-ı şer’iy-ye ve evkafcümlesini bilerekden kabul etmiştir. Çünkü Şer’iyye Vekaleti celilesiyle aynı zamanda Evkaf bütçesinde de evkaf müsteşarı olarak gösterilmiştir. Halbuki Müfid Efendi hazretlerin buyurdukları gibi Şer’iyye ve Evkaf bir idare ediliyor. Hem oraya bir müsteşar hem buraya bir müsteşar Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na muhalif olmakla beraber bir müsteşarın bu vekaletin her ikisine de şamil olması için her ikisine deumur-ı şer’iyye ve evkaf müsteşarıdenmiştir. Mustafa Taki Efendi – Efendim! Bu faslın üçüncü maddesinde Fetva Hey’eti mevcuddur. Soysallı İsmail Subhi Bey – Daha oraya gelmedik. Reis – Efendim! Müzakere faslıdır. O maddeler hakkında söz söylenebilir. Mustafa Taki Efendi – Şer’iyye Vekaleti celilesinin teklifinde bu hey’etin adedi az gösterilmiştir. Çünkü bu hey’et yalnız bizim Türkiye memleketinde değil bütün alem-i İslam’da vaki olacak hadisat ve vekayi’i şer’-i şerif nokta-i nazarından hal edecek bir hey’etdir. Onun için pek mühim mes’ele ve hatta asri ulum ve fünuna vakıf ulemadan buraya üç dört değil sekiz on zat a’za olmalı ki maksad te’min edilmiş olsun. Biz Fetva Emaneti denince şimdiki elde bulunan kütüb-i fetvadan düşünüp de ma’nayı oraya hasr etmeyelim. Her asırda bir çok hadisat vaki’ olur ki sekiz asır evvel yazılmış olan bir fetva kitabından oraya muvafık fetva alabilmek hemen müstehildir. Onun için şu asırda esasat-ı diniyyemizden Akaid mütehassısı ayrıdır. Bunların mütehassısları hepsi ayrı ayrıdır. Hikmet mütehassısı ayrıdır Edebiyat mütehassısı ayrıdır Akaid Kelam mütehassısları ayrı ayrıdır. Bir Fetvahane ile ayrıca bir deMeclis-i İlmiye lüzum vardır. Fetvahane için bir fetva emini ile üç a’za Meclis-i Bunu koymakdan maksadım ise bittabi’ kabul ettirmektir. Çünkü: Bunların lüzumu behemehal vardır Şer’iyye Vekaleti mevcud olabilmek için behemahal bunlara lüzum vardır. Bütçenin müsa’adesizliğini nazar-ı dikkate alarak böyle adedlerini az koyduk. Tabi’i böyle kalacak değildi. Esbab-ı mucibe mazbatasında da gösterildiği gibi her sene ikişer üçer a’za ilave suretiyle bunu ikmal etmek istiyordum. Madem ki: Meclis bu hususda fevkalade müzaheret gösteriyor ve adedinin hadd-i kifayeye aliftihar kabul ederim. Bunu esasen bütçeye koymamak bu kadar kafidir demek değildir. Sene be-sene noksanını muvazene-i maliye encümenine de bu suretle arz etmiştim. Şimdi görülüyor ki bu musavver teşkilatın esası hakkında muvafık görmekle beraber hey’et a’zasının adedini noksan gördüler ve bendeniz de adedini noksan vaz’ ettiğimin sebebini arz ediyorum. Bu babda takrirler vardır takrirler kabul buyurulduğu takdirde zaten ma’aşları encümence takarrur etmiştir isterseniz encümene gider nasıl kabul ederseniz. Reis – Yahya Galib Bey buyurun! Yahya Galib Bey – Efendim; bendeniz Şer’iyye Vekaleti müsteşarlığına umur-ı evkafın da dahil olmasına muvazene-i maliye encümeninde tarafdar değil ceğim: Şer’iyye Vekaleti daire-i resmiye-i devletdendir ve bütçesi muvazenenin haricindedir. Evkaf doğrudan doğruya bir dairedir arzu edilirse Şer’iyyeye rabt edilir arzu edilmezse başka bir yere verilir. İstanbul’da şimdiye kadar bir nezaret idare etmişti. Burada ise bir müdür-i umumi idare ediyor Şer’iyye bütçesi müzakere edildiği zaman yalnız Şer’iyye Vekaleti’ne bir müsteşarlık man buraya da müdüriyet-i umumiye namını kaldıralım da bir müsteşarlık yapalım denildi. Ve bu suretle karar verilmişti. Sonra ikinci müzakerede de tabi’i a’zalar değişmiş idi. Şer’iyye’ye bir müsteşar yaparak buraya buna tam bir ünvan verelim Şer’iyye’ye de baksın denildi. Bunun için buraya Evkaf da idhal edildi. Halbuki Şer’iyye Vekaleti hassaten bir daire-i resmiyyedir; bendeniz nokta-i nazarım budur. Diğer devairde doğrudan doğruya nasıl müsteşarlar var ise buraya da bir müsteşar yacaktır. Şu halde; Cenab-ı Hakk’ın murad ettiği kıyamete kadar bu din hükmünün cari olmasıdır. Noksan ile beraber hüküm caridir demek belahetdir. Bu din kafi değilse haşa! Sahib-i şeri’at yalan söylemiş olur. Halbuki böyle değildir. Haşa! Hakikaten kafildir. Bizim iddi’amız ve anlayabildiğimiz böyledir. Acizane ben hiçbir hadise görmedim ki ona bizim dinimizde yer bulunmasın. Meşru’ olan ma’kul olan hadisatın kaffesine hüküm vermeye bizim dinimiz kafildir. Maatteessüf yine arz ettiğim gibi bu bilfi’l isbat olunamadı nazariyelerle isbat olunabildi. Fakat fi’iliyatını maatteessüf yapamadık. Devletimizin teşkilatını da o suretle tertib edemedik. Maatteessüf bugün Şer’iyye Vekaleti’nin teklifatı dahi maksadı mü’emmen değildir azdır. Mesela: Her a’zaya ne kadar ma’aş veriyorsunuz? Yedi bin beş yüz kuruşla ta dünyanın öte tarafındaki bir fazıl bu tarafa gelemez. Bunlara harcirah da vermek lazımdır. Bunun için çok masrafa çok himmete ihtiyac vardır. Fakat bugün bu masrafları bu himmetleri acaba masraf mı addederiz. Bundan biz maddeten istifade etmez miyiz? Şüphesiz edeceğiz. Biz tün müslümanların merci’-i dinisiyiz diyoruz. Halbuki; bütün müslümanlara şamil olacak olan bir te’sisatımız müessesatımız yoktur. Şimdi harb zamanıdır. Belki mümkün olamıyor. İnşaalalh Şer’iyye Vekaleti’nin gelecek sene bütçesinde daha mükemmel teşkilat arz edilmek üzere bugünlük bunhey’etin bazı a’za-yı kiram tarafından teklif olunan mikdara iblağı ile kabulünü teklif ediyorum. Abdullah Azmi Efendi – Efendim! Ma’lum-ı alileridir ki: Şimdiye kadar Şer’iyye Vekaleti’nde teşkilat yok idi. Ya’ni Şer’iyye Vekaleti yahut herhangi bir vekalet demek tabi’i teşkilat demekti. Mesela: Nafi’a Vekaleti denildiği zaman göz önüne müdürler gelir müdir-i umumiler gelir onlar birer makinadır. O makinalar kurulmadıkça o daire işlemez. Maatteessüf Şer’iyye Vekaleti’nde Şer’iyye Vekili ile birkaç katibden başka kimse yoktur. Bir tedrisat müdürü var. Bir de memurin müdürü var. Ne ilmi bir müdüriyyeti ne de ilmi bir hey’eti var. Maatteessüf Şer’iyye Vekaleti demek Fetvahane de-mek olduğu halde bir Fetvahanesi yoktur. Abdülgafur Efendi – Teklif olunup da kabul edilmedi değil ki. Abdullah Azmi Efendi – ka’idesince evvela bunların esaslarını kurmayı d şündüm. Fetvahane’ye ve Şer’iyye Vekaleti nezdinde bir deMeclis-i ilmiye şiddetle ihtiyac vardır. Çünkü: Bir burun mütehassısları olduğu gibi ulum-ı şer’iyye denince bunların hepsi ayrıdır. Bir değildir. Fıkıh mütehassısı hatırımda kalabildiğine göre İbrahim Bey olacak İbrahim Beyi göndererek padişahın bazı mesail-i mühimmeyi azimet etmemizi selam-ı şahane ile tebliğ eyledi ihzar olunan arabaya rakiben Sara-yı hümayuna gittim. Padişahın muntazar bulunduğunu söylemeleri üzerine hemen huzur-ı hümayuna kabul buyuruldum.Aman Çelebi Efendi! Beni bu gecede sabaha kadar size soracağım sual rahatsız etti beni irşad edinizbuyurdular da’ileri de padişahım: hadis-i şerifi mucebince efendilerimiz elbette hata ve savabı cümlemizden fazla takdir buyurursunuz.dedim. Este’izübillah emr-i celil-i ilahiyyesiyle cümlemiz me’muruz. buyurmalarıyla fakir de ayet-i celilesini derpiş ederek sual-ı hümayunlarına muntazar bu-lunduğumu arz ettiğimde buyurdular ki:Ahkam-ı Kur’aniyye’den müstenbıt olduğu ma’lum ise de gerçi tatbikinde hata olması muhtemel olan i’dam kararlarını ziyade rahatımı selb ediyor. Bu husus-ı mühim için beni hataen dahi imha geleceğim efendim! İmha gibi vebal-i azim ve mes’uliyet-i elimeyi mucib olan bir ef’al yoktur. Ancak hamden lillahi te’ala Saltanat-ı seniyyeniz şeri’at-i garra-yı Ahmediyye üzerine müesses bir Saltanat-ı İslamiyye’dir. Bizde da’valar tabakat-ı mehakimden geçtikden sonra bir de bab-ı fetvamız vardır. O gibi iradatı oradan alınacak fetava üzerine isnad buyuracak olursanız vebal-i aziminden halas olursunuz.demiştim. Beyanatımı fevkalade istihsan buyurmalarından dolayı bunun üzerine Saltanat-ı İslamiyyelerinin ahkam-ı münifesine ri’a-yet ettikçe ve bi-hakkın şer’-i şerife sarılarak ana baki olacağını hafazanallahü te’ala onun aksi; bizim müzmahil ve makhuriyetimizle neticeleneceğini arz ettiğimde Şüphesiz bu bir hakikat-i mahzdırbuyurdular. maksadım efendiler! Bizim için refah selamet ancak ve ancak din-i mübinimizin bize emr buyurduğu vech üzere hareket etmektir. Ancak ve ancak din-i mübinimizin bize emr buyurduğu vech üzerine hareket edersek şevket ve saltanat-ı İslamiyyeyi muhafaza etmiş oluruz. Bu da bilcümle Büyük Millet Meclisi a’zayı meşru’asının ve onun hükumetinin üzerine terettüb etmiş bir farizadır. İşte efendiler hazeratı! Biz bu vezaif-i mühimme karşısında bulunuyoruz. Onun için her ne lazım gelirse pek derin ve etraflı düşünerek Saltanat olur. Evkaf mu’amelatı Şer’iyye’ye rabt edildiği takdirde vekil isterse müsteşara emr eder. İşlere müsteşar bakar. de Şer’iyye müsteşarlığının başında Evkaf müsteşarlığı namını ilave etmek doğru değildir. Fetvahane-i celile teşkilatına gelince; bendeniz de en ziyade arzu ettiğim bir şey varsa o da mu’amelat-ı şer’iyyeyi hüsn-i suretle temşiyet etmek için bir daire-i aliye vücuda getirmeli. Buna taraftarım ve nitekim verilen takrirlere bendeniz de vaz’-ı imza ettim. Tedkikat ve Te’lifat-ı Şer’iyyeye gelince; bunu daire-i vücubda addediyorum. Bugün içimizde mu’amelat-ı şer’iyyeye ta’alluk eden o kadar hususat vardır ki bunlar ahali-i İslamiyyece mesduddur. Bunu yalnız ulema kısmı bilir şer’-i şerife ta’alluk eden her hususatı münevverana bildirmelidir onlar da anlamalıdır. Şer’-i şerif nasıl şeydir? Şer’-i şerif denildiği zamanda yalnız teklifatdan ibaret değildir bunun ukubatı da vardır mu’amelatı da vardır. Buraya ta’alluk eden hususat nedir? Ne gibi şeylerdir? Bunları millet anlamalı ve bu suretle cehalet dolayısıyla hasıl olan bir takım lüzumsuz şeylere nihayet verilmelidir. Binaenaleyh; bu teşkilatın da hey’et-i celilenizce kabul edilmesini teklif ediyorum bu babdaki mutala’atımı da hassaten arz ediyorum. Emin Bey – Efendim! Bendeniz müsteşarlık hakkında söyleyecektim. Halbuki Yahya Galib Bey söylediler bendeniz fikirlerine iştirak ediyorum. Reis: – Çelebi Efendi hazretleri buyurun! Abdülhalim Efendi – Efendim! Şer’iyye ve Evkaf Vekili Abdullah Azmi Beyefendi hazretlerinin meclis-i alinize bera-yı teklif takdim ettikleri bütçe münasebetiyle fakir de bazı şey ilave etmek isterim. Gerçi ma’ruzatım Meclis-i alilerine karşı ma’lumu i’lam kabilinden mantuk-ı münifi mucebince Cenab-ı Hakk’ın en ziyade sevdiği nasa nasihat edenler ve yol gösterenler olduğundan bu gibi mebahisin taz’if-i fevaidi müstelzim ve menfa’ati mucib olmasından ma’lumu i’lam kabilinden olsa da faidesi gayr-i münkerdir i’tikadındayım. Efendiler hazeratı! Hükumet-i celilemiz ma’lum-ı alileridir ki din-i mübin-i Ahmedi üzerine te’essüs etmiş bir hükumet-i tün nev’-i beni beşerin hayat-ı ictima’iyesine muvafık ve bütün sekene-i arzın menafi’-i maddiye ve ma’neviyesine evfakdır. Yalnız taksiratımız onu layıkıyla tatbik edemediğimiz layıkıyla ri’ayet ve istifade edemediğimiz ve cihan-ı Hak garik-i rahmet buyursun Sultan Mehmed Reşad Han hazretleri acizinizi Topkapı Sara-yı hümayununa misafir etmişti. Birgün ale’s-sabah kurenasından ismi ve şevket-i İslamiyeyi idame etmek taraik ve vesailini aramalı ve her ne fedakarlığı istilzam ediyorsa ma’a ziyadetin i’ta ve tahsis ederek din-i mübinimizin kudsiyyetini Müfid Efendi – Efendim! Şer’iyye Vekili Efendi hazretleri bu faslın muhteviyatında bulunan Fetvahane kında beyanatda bulundular. Ve Meclis-i alinizde de bütçeye bir zamm-ı tahsisat talebinde bulunulduğu zaman nizam-name-i dahilimiz mucebince zat-ı ali tarafından bir takrir vaki’ olmadıkça o zammın kabul olunamayacağı mu’ayyen bulunduğu hasebiyle böyle bir de takrir vücuda getirerek riyaset-i celileye takdim ettik. Takrirde diyoruz ki: Her ne kadar vekalet-i celile Fetvahane adedini şu kadar göstermiş ise de bu hey’etle matlub olan fevaidi elde etmeye imkan yoktur. Çünkü buhey’etin vazifesi doğrudan doğruya elde mevcud bulunan kütüb-i mü’tebereden tercüme edilen fetavadan fetva vermek değildir. Ma’lum-ı alileri fıkhın ümmü’l-fıkha olan diğer esasatın muhtevi olduğu mesailde fetva verebilmek için Şer’iyye Vekaleti ve ta’bir-i aharla Şeyhülislamlar taşra müftülerine verdikleri menşurda derler ki:Fetevayı şu suretle yaza ve anın nakl-i sarihini de beyan edesiniz. Nakl-i sarihi beyan olunmayan fetvalar doğrudan doğruya müftiler tarafından verilir. ­ –Emr-i Meşihat-penahi suretle fetva veremezler. Şimdi elde mevcud gerek Ankaravi gerek Behime gerek Abdürrahim gerek Fetava-yı Hayriyye gerek Nüceym gibi bir çok fetava-yı mu’tebere var. Bu fetavada derc olunumş mesailden birisine temas etmeyen bir mes’ele hudus ederse bu mes’eleyi idare-i kadime-i merkeziyemizde bir usul var idi ki Anadolu ve Rumeli kazaskerleri Sadreyn müsteşarı İstanbul Kadısı Şeyhülislam’ın riyaseti tahtında bir Meclis-i ali suretinde Fetvahane emini ile teşekkül ederek hadis olan mesaili nasın isti’mali noktasından bir hüccet olarak kabul ettirebilmek rek taharri ederler ararlar hangi imamın kavlinde ise o imamın kavlinin asra evfak olduğunu kabul ederek ol suretle tercüme eyleyerek mecmu’a-i cedide namıyla vücuda getirdikleri bir kitaba derc ederlerdi. Efendiler! Şer’iyye Vekili efendi hazretleriben bu sene üç zat ile gelecek sene tedrisen iki zat ile öbür sene matlub olan mikdarına irca ile bu mes’eleyi yapacaktım maksadım da şu teşkilatı tedricen vücuda getirmekden ibaretdir. buyurmalarına nazaran birçok mühim vazife ve esaslı noktaları kendilerine tahmil edeceğimiz buhey’et ibtidai bir hey’etden mürekkeb olmadığını ve hey’et teşekkül edecekse bir an evvel teşekkül ederek ve bir an evvel esasat-ı İslamiyyeyi bu asrın icabatından bulunan medeniyyeti bu asrın icabatından bulunan terakkiyatı ve bu asrın icabatından bizim terakkimizi kafil olan birçok hususat; şer’imizde mevcud olmak münasebetiyle üzerindeki nikabı kaldırmak suretiyle ortaya koyarak yar ve ağyara ya’ni İslam ve gayri İslam’a karşı bunu göstermek suretiyle halka karşı ağyar tarafından söylenilen sözlere nihayet verilmesi ve bu teşkilatın tamamıyla husule gelmesi Te’lifat hey’etine gelince: Efendiler! Şer’iyye Vekaleti –yine arz edeceğim ki– bendenizce Şer’iyye Vekaleti makam-ı celilini ihraz eden ve meclis-i alinizden oraya bütün ümmü’l-mesail ile uğraşacak ve onları tamamıyla telkin ederek vücuda getirecek bir vaz’iyyetde olamaz. Çünkü kendisinin bir de siyaset-i devlet vazifesi vardır. O siyaset-i devletle meşgul olmak i’tibariyle taşra teşkilatındaki memurlarını ve mevki’lerini ve saireyi ve bunlar hakkında vuku’ bulacak şikayeti tedkik ettirmek tahkik ettirmek o vazife ile de kendisi muvazzaf olduğu münasebetle bütün mesail-i şe’iyye ile uğraşamaz. Uğraşamadığı için bütün kendi idaresi tahtında bulunan gerek medarisin tedrisatın yüksek bir hadde isali me edilmeyerek ehl-i İslam’ın anlamayacağı bir halde kaldığından dolayı bunu anlayacak bir şekle getirecek bir hey’etin vücuda getirilmesini elbette kendisi düşünecekti. Ve bunu da düşündüğünden dolayı Tedkikat ve Te’lifat Hey’eti namıyla yine böyle üç a’zalı bir hey’etin kabulünü meclis-i alinize teklif ediyor. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Beş a’zalı olacak. Müfid Efendi – Beş mi idi efendim? Beş a’zalı hey’etin kabulünü teklif ediyor. Bendeniz düşünüyorum te’lifat-ı İslamiyye nokta-i nazarından vücuda getirilmesi tasavvur olunan bu hey’et-i aliye efendiler! Alem-i İslam nokta-i nazarından o kadar iş görecekdir ki: Alem-i İslam’ın bütün hususatını alem-i İslam’ın bütün ulvi fikirlerini alem-i İslam’ın terakkiyat yolunda atmak istediği bütün adımları maatteessüf kimsenin göstermediği yolları ortaya koyacak bir hey’et-i aliye bu Te’lifat ve Tedkikat-ı İslamiye hey’eti olacağı münasebetiyle bunu beş zatın on zatın hatta on beş zatın vücuda getireceğine kana’at ettim. Fakat; efendi hazretlerinin düşündükleri derde bendeniz de mübtela olduğum vaz’iyyet-i hazırasını nazar-ı i’tibare alarak bu cihetde efendi hazretlerinin fikriyle kendi fikr-i ifrat perveranem yine rica edeceğim ki bu tahsisatı meclis-i alinizin kabulünü müte’akib bu hey’ete girecek zevat-ı aliyenin ne gibi evsaf ile mevsuf olması lazım geldiğini ve ne gibi şeraiti haiz ve havi olması icab ettiğini mahkeme-i temyiz a’zalarına verdiğimiz sıfatlar gibi bir kanun ile buraya gelerek meclise arz etmek suretiyle bu hey’eti vücuda getirmelidir. Mustafa Sabri Efendi –Nizamname vardır efendim. Müfid Efendi – Binaenaleyh bendeniz hey’et-i celilenizin fikrini daha ziyade yormamak için aşağıda medaris faslında da söyleyecek sözlerimiz vardır. Bu tekliflerimizin kabulüyle adedlerinin gösterdiğimiz mikdara iblağı ile bu suretle ilim nokta-i nazarından hasıl olan iftirakı tevhide çalışmanızı ve zaten vahdet ile tevhid ile bu da’vayı bugünkü şekle getirdiğimizden dolayı Cenab-ı Hakk’ın da bizimle beraber olacağı ve bu tevhid-i efkar ve amal ile ordumuzun da muzafferiyeti tevali edeceğini arz ile teklifimizin kabulünü istirham eyleriz efendim. Reis –Efendim! Müzakerenin kifayetine dair takrir var. Şer’iyye bütçesinin . Faslına aid müzakere kafidir. Re’ye vaz’ını teklif eyleriz. Reis – Efendim! Müzakerenin kifayetini re’y-i alinize vaz’ ediyorum. Müzakere kafi görülmüştür. Efendim! Bu faslın . ve . maddelerine aid iki takrir var. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – İkinci maddedeki mu’terizanın kaldırılmasını teklif etmiştim encümen de buna muvafakat buyuruyor müsteşarlık sair vekaletlerde ne ise bu da odur. Mazhar Müfid Bey – Efendim! mu’terizanın kalkmasında encümence beis yoktur. Reis – Efendim! Encümen de mu’terizanın kalkmasına taraftar ale’l-ıtlak müsteşarlık tarzında olarak mü’te-rizanın kalkmasını kabul edenler lütfen el kaldırsın! Ekseriyetle kabul edildi. Efendim! maddede fetva hey’etinin adedine dair olan Hakkari meb’usu Mazhar Müfid Bey’in takriri var okunacak: Şer’iyye ve Evkaf vekalet-i celilesi bütçesinde üç a’zave bir de fetva emini ünvanı altında bir Fetvahane teşkil olunmaktadır. Daire-i müşarun-ileyhin vazifesindeki ulviyyet ve kudsiyyet müstağni-i arz ve izah ise de bazı esbab serdini de derece-i vücubda görmekteyiz. Fetva arasında mu’tedil bir tarikin bulunmasını düşündüm. Bendeniz esbab-ı mucibe olarak şunu arz etmek isterim ki: Bu te’lifat hey’eti ne yapacak ne görecek? Bu hey’et efendiler! Bakınız isbat edeceğim benim ağzımda altından diş yapılmış ve umumumuzun ağzına altın diş kaplamaları geçmiş bu mes’ele İstanbul’dan sorulduğunda cevaz ve adem-i cevazı hakkında sükut edilmiş fakat bu mes’ele umum belva sırasına girerek umum Ehl-i İslam’ın yapmış olduğu ya’ni -kadınlı erkekli yapmış olduğu- bir ehl-i İslam’ı şayed burada diğer bir imamın kavlini almak suretiyle kurtaracak cihet varsa bunu alıp bu mes’eleyi vücuda getirip hilafet hukukunu haiz olan hey’et-i celilenize arz ederek bununla amel olunsun emrini aldıkdan sonra amel ettirerek Ehl-i İslam’ı kurtarmanın çaresini bulmak caiz değil midir? Düşündüm efendiler! Bu gibi birçok mesail vardır. Nasın isti’mal ettiği birçok cihetler vardır ki onunla amelin vücubunu yine bu hey’et ortaya koyarak Fetvahane-i celile hey’etine gösterecek niyor ki rüyet-i hilali rasadhaneler vasıtasıyla görmek ve onun hesabıyla amel etmek imkanı var mıdır yok mudur! Ma’lum-ı alileri Ramazan orucu rüyet-i Hilal ile Ehl-i diniyyedir. Bu hususda birçok söz söyleniyor. Bu söylenen sözler acaba hal edilebilecek mi? Eldeki mevcud bulunan fıkhı fennin bu noktalarına rabt etmek imkanı şer’-i şerifimizde acaba yok mudur? Bunları da taharri ederek bularak bu gibi bize sürülmek istenilen cehl lekelerini ortadan kaldırmak için bir hey’etin çalışmasına hey’et-i celilenizin bütün varlığıyla muzaheret edeceğine kana’at ettiğim için bu hey’et a’zasının miyanına birkaç a’zanın daha zammını bendeniz bütün arkadaşlarımla beraber taleb ettim. Bu hey’ete girecek kimler olacaktır efendiler! Eğer bu hey’et yine cir ü ciran akraba gözetilmek suretiyle vücuda getirilecek ise veya getirilmek istenilecekse kat’iyyen taraf-ı alilerinden kabul edilmemesini istirham eylerim. Fazilet burada ehliyet burada kemal burada hangi iktidar derseniz bugünkü mevcud olan terakkiyat-ı mediği için ayrı ayrı mütehassısları bu hey’et içine sokarak bütün sahifeler içerisinde kapanmış kalmış olan ve daha doğrusu Arabca yazılmış olduğundan ve Arabca tahsilimizin de noksan olduğundan dolayı anlaşılması müşkil olan hususatı anlaşılması mümkün olacak bir hale bu arz ettiğim mütehassıslar tarafından teşkilini istirham edeceğim sonra Şer’iyye Vekili efendi hazretlerinden üç müsevvid üç mübeyyiz üç de mütercime ihtiyac vardır. Ma’lum-ı aliniz kütüb-i aşere vardır. Evvela Fetva Emini bu on kitabı ortaya koyar fetvayı orada buldukları takdirde oradan tebyize verirler tebyizden emanete gider. Necib Bey – Aynı şeylerdir vekil efendi hazretleri o farkı yapacaklardır. Nusret Efendi – Müsevvid mübeyyiz gibi değildir. Tabi’i aralarında fark vardır. Binaenaleyh üç müsevvid üç mübeyyiz üç de mütercime ihtiyac vardır. Bendenizce dokuz zat olmalı on zata ihtiyac yok. Mazhar Müfid Bey – Efendim takririn altında benim imzam vardır. Ve yine takrirde imzası olan Müfid Efendi biraderimizdir. O da izahat-ı kafiye vermişlerdir. Reis – Efendim! Bu takriri kabul edenler lütfen el kaldırsın! Kabul edilmiştir. Mazhar Müfid Bey – Reis efendi! Takrir kabul edilmiştir. Ma’aşatı tesbit için lütfen muvazene-i maliye encümenine gönderiniz. Reis – Efendim! Müsa’ade buyurun! Diğer madde hakkında Edirne Meb’usu Şeref Beyle elli kadar rüfekasının bir takriri vardır. Tedkik ve teklif hey’etindeki a’zanın adedine dairdir. Cami’a-i İslamiye’ye hidemat-ı mebruresi dokunacak olan Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye hey’etinin teşkili Şer’iyye Vekaletimizin en büyük muvaffakiyyatından birini ihtiva ettiği cihetle ne kadar seza-yı şükran ise ancak buhey’ete tefri’ edilen vezaifin azamet ve ehemmiyeti teklif-i vakı’ın mevcud zevat ile icrası imkanını selb edeceği varid-i hatır olmakla alem şümul olan bu vezaifin tamamıyla ifası ve semeredar bir neticeye isali kiz a’zanın daha zam ve ilhakını teklif eyleriz. emaneti halkın isti’mal ettikleri hususatı mes’ele-i şer’iyyesine tevfik ederek meşru’iyyetini isbat etmekden hakayık-ı aliye-i İslamiye ve hikmet-i celile-i Kur’aniyye’den herkesi feyzdar etmek ve kaffe-i ulum ve fünunun ahkam-ı Kur’aniyye’den haric bir şey olmadığını İslam medeniyet ve ictima’iyatının ulviyyetini bulup esbab-ı mucibe ve mukni’asıyla meydana koymak için usul ve füru’dan tetebbu’at-ı lazimeyi ifa ile mükellef bir hey’et olacağından böyle üç a’za ile bu gayeye vüsul imkan haricinde görüldüğü cihetle mütehassısin-i ilmiyeden la-ekall mes’ele taharrisi ve sual ihzar ve tesvidi gibi husasatla iştiğal etmek üzere on zatın ve bir de fetva emininin bulunmasına ihtiyaç-ı şedid vardır. Çünkü bu daire alem-i İslam’ın merci’i olduğu gibi diğer devletlerin ve anasır-ı gayr-i müslimenin de hin-i hacetde müraca’atgahları olduğu mazi ve haldeki müraca’atlarla sabit olmaktadır. Binaenaleyh teşkilat-ı vakı’anın teklifimiz vechle kabulünühey’et-i celiliye arz eyleriz. Nusret Efendi – On zat taleb etmişlerdir. O on zatın lüzumu hakkında müsa’adenizle bir iki kelime söyleyeyim. Efendim! Fetvahane’de dolu değil bütün İslam alemi bütün İslam akvamı tebcil ve takdis eder. Ey büyük millet! Altı yedi asırdır İslam’a alemdarlık ettiniz. Büyük Peygamberimiz’in mukaddes emanetini yüksek omuzlarınızda taşıdınız. Size bütün bir cihan hasım kesildi. Size gadrin zulmün insafsızlığın en şeni’ini kolunuzu bağlayarak na-merdane hareketle sizi boğmak vahşiler sürüsü geçtiği yerleri taun gibi kasdı kavurdu. Ne insan dediler ne mesken bıraktılar ne ma’bed tanıdılar kıtaller yangınlar her tarafı harebezara çevirdi. Fakat ey büyük millet! Sizin ezeli ve ebedi imanınızı hiçbir şey sarsmadı. Bütün bu mezalim ve şenayi’ sizin azminizi artırmakdan başka bir şey yapamadı. Bu azminiz bu imanınızla yokdan ordular teşkil ve teçhiz ettiniz. Yine Salib’in karşısına mübarek Hilal’i diktiniz. Her türlü zahmetlere bi-payan meşakkatlere katlandınız. Düşmanın üç senede yüzbinlerce adam milyonlarca para sarf ederek elde ettiği yerleri iki hafta içinde diniz tutmak istedikleri Asya kapılarına yine hakim oldunuz şanlı İslam bayrağını yine Marmara ve Akdeniz sahillerinde dalgalandırdınız. Bu öyle ilahi bir zaferdir ki yeryüzünde hiçbir millete nasib olmamıştır. Ve dünyada hiçbir fazilet hiçbir luk koca bir İslam alemi sizin hamaset ve şehametinizin meftunudur. Ey kıblemiz ve gayemiz bir olan büyük millet siz şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da ilelebet takdir ve tebcil etmekle en büyük zevk-i vicdani duyar. Bilhassa Asya ortalarında günde beş def’a minarelerinden semalara tevhid yükselen Afgan müslümanları başda Müslümanlığın yükselmesinden başka bir gayesi olmayan sevgili emirleri Gazi Emanullah Han hazretleri olduğu halde sizlere kalblerinin en derin köşelerinden muhabbetler hürmetler tebrikler selamlar takdim ederler. Bu mu’azzam an-ı tarihide içinizde bulunup da sizi tebrik ve tebcil etmek şerefine mazhar olduğumdan dolayı Cenab-ı Hakk’a binlerce şükür ederim. Kalbimin en samimi hislerine tercüman olan bu tebriknamemin fedakar ordu-yı İslam’ın bütün efratına tebliğ olunmasını bu kahraman orduların baş kumandan-ı celili Gazi ve Muzaffer Paşa hazretlerinden rica ederim. Reis – Bu takrirde beşinci madde de beş a’zanın sekize Necib Bey – Efendim! Muvazene-i maliye ma’aşatı ayrı ayrı ta’yin etmiştir. Mazhar Müfid Bey – Efendim! Deminki ma’ruzatım vechle ma’aşatın tesbiti için ve bütçeye vaz’ı Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Yalnız şunu arz ederiz ki bu Tetkikat ve te’lifat a’zasının ma’aşlarının müsavi olması lazımdır. Ya’ni müsevvidler ma’aşlarında fark olabilirse de asıl te’lifhey’etinin ma’aşları müsavi olmak lazımgelir. Reis – Efendim! Faslın yekununu re’y-i alinize koyacağım. bu faslı encümene gönderiyoruz. Faslın müzakeresine geçiyoruz. Afganistan sefiri hazretlerinin tebrikatı Türkiye Büyük Millet Meclis-i alisine başkumandan Gazi Müşir Mustafa Kemal Paşa hazretlerine bilumum asakir-i İslamiye’ye: Selamlar müjdeler beşaretler tebrikler sevgili kardeşler! Müslümanlığı ve vatan-ı İslam’ı müdafa’a uğurunda asırlardan beri Ehl-i Salib’in mühacematına göğüs geren şanlı bir milletini şanlı ve fedakar evladları gazanız ve zaferiniz mübarek olsun. Ey Marmara ve Akdeniz sahillerinde dalgalanan mübarek İslam bayrağı! Sana binlerce selamlar ve hürmetler!.. Ey süngülerinden nur saçılan şehametli ordu-yı İslam! Vücuda getirdiğin hadisenin azametini akıllar idrakden acizdir. Tarihi yine alt üst ettin; matemli sahifelerini kapadın esaret zincirlerini parçaladın zulüm şebekelerini hurd u haş eyledin yalnız Anadolu’ya değil Asya’nın Afrika’nın en uzak köşelerine ıssız yerlerindeki klübelerine kadar üç yüz elli milyonluk koca bir İslam alemine nura nur neşveler şetaretler saçtın. Bugün bütün İslam diyarı dağlarıyla taşlarıyla vadileriyle ovalarıyla üzerinde gezen altında yatan bütün efradıyla İslam’ın büyük halas ve istiklal bayramını yapıyor sururlar heyecanlar tarihin bir tarih-i halas ve sa’adetin başladığı mu’azzam mukaddes bir gündür. Bu büyük günü yalnız Ana Bir ehllulah vasıl-ı ilallah olmak için nasıl bir vecd ve heyecanla çalışıyor intizar ediyorsa gerek bilad-ı muh-telife-i İslamiye’ye hicret ve iltica etmiş gerek ana vatanda kalmış olan biz Dağıstan münevverleri de aynı heyecan ile ve fakat itminan ile vatanımızın mazhar-ı Rusya ile münasebat-ı dostanede bulunan Ankara hükumetinin Dağıstan istiklaline karşı aldığı vaz’iyyet-i lakaydaneye biraz dokunmak mecburiyetindeyim. Asırlardan beri yaşayan ve inşallah yaşayacak olan Osmanlı Rusya ile münasebat-ı dostane te’sis etmiştir. Harb-i Umumi’de birbirine düşman olan ve Rusya İmparatorluğu’nun teessüs eden bugünkü mukarenet-i samimiyye şüphesiz kısmen bir takım hadisat-ı hariciye vesail-i beyne’lmileliye neticesidir. Biri İslam aleminde diğeri sahne-i garbda büyük roller oynamış olan bu iki imparatorluğun tarihleri daima müte’sadım ve kanlı izlerle mülemma’ olduğu gibi aralarında mukarenet imkanı da görülmemekde hur ve muğfile bürünmüşlerdir. Bir hasta adam gibi tasvir eyledikleri Türkiye’ninidare-i zalimanesinden! akvam-ı muhtelife-i Hıristiyaniyeyi kurtarmayı istihdaf etmiş görünüyorlar; bunun için Rus milletinin cehalet ve ta’assubundan isti-fade ediyorlar ve Türkiye ile yaptıkları muharebelereSalib’in Hilal ile muharebe-i mukaddesesi namını veriyorlardı. Hakikat-i halde ise bu bahane suretle şarkı istila etmek ve kendi ta’birleri vechlemedeniyyeti muta’assıb İslamlardan kurtarmaktı. Milletlerin kudretleri için büyük bir meydan-ı imtihan olan bu Harb-i Umumi neticesinde her iki imparatorluk da aynı vaz’iyyete düştüler. Ve dünkü müttefikleri tarafından bırakıldılar. Bunun neticesinde her iki imparatorluk milletlerinin hakimiyyeti esasına müstenid bir hükumet te’sis ettiler ve buna nazaran da yeni şekilde şu’besi yeni ve mütekamil bir hayata girmek istiyorlar. Pek mühim olan bu devre-i tarihiyede her iki büyük milleti ve zir-i idarelerindeki küçük milletleri alakadar eden mesali tenvir edilmiş olmalıdır ki müstakar ve esaslı bir sulh te’essüs edebilsin saha-i temeddün ve terakkide müttehiden ve müştereken yürüyebilsinler. Papas elbiseli diplomatlar artık ortadan kalkmalı ve Türk –Rus milletleri açık ve tabi’i konuşmalı ve Kafkaslıların hukuk-ı tabi’iyenin en ibtidai bir unsuru olanhakk-ı istiklaliyetleri verilmelidir. Her iki hükumet arasında mevcud muhadenet mu’ahedesindeki sarahate rağmen Ankara ve Moskova arasındaki siyasetin mahkum milletlere müte’allik kısmında vuzuh olmadığı için Şimali Kafkasya’nın mukadderatı da halen meşkuk bir vaz’iyyettedir. Maatteessüf bu hakkında bir emare-i ümid-bahş görmedik ki istikbale sükunla intizar edelim. Halbuki Dağıstan kendi istiklali nazar-ı dikkatini celb etmiş ve istiklale müstehık olduğunu tasdik ettirmiş bir haldedir. Hassaten Dağıstan Türkiye’ye din kardeşliği ve daha bir çok alaik ve revabıt ile bağlıdır. Ve bu te’sirle Türkiye halkı Dağıstan’da büyük nüfuz ve mevki’ sahibleridir. Dağıstan’ın Türkiye’ye karşı olan bu vaz’iyyeti Ankara hükumet-i milliyesiyle Moskova Sovyet hükumeti arasındaki münasebat-ı hazıranın te’essüsüne pek çok yardım etmiştir. Ve bu yardım etmek vecibe-i vicdaniyyesidir ki Dağıstan’ı bugünkü vaz’iyyete sevk ve mecbur etmiştir ve şüphesizdir ki Türkiye’ye karşı olan merbutiyyetin bir delil-i kat’isi olan bu fedakarlığın mukabilinde Türkiye’nin an’anevi olan siyaset-i merdanesinden bir müzaherete emn ü i’timad Dağıstan kendi cidal-i istiklali içerisinde çalkanırken Ankara hükumet-i milliyyesinin murahhasları namını taşıyan bir takım zevat bu cidali tevkif ve galeyan-ı milliyi teselliye çalışıyorlardı ve bunlar:Esasen Bolşevik Ruslar bütün şark milletlerinin istiklaliyetlerini tasdik edecekler bu milletler miyanında Dağıstan’ın istiklalini de bu suretle tanıyacaktır Bolşevikler ancak bu suretle hareket etmek sayesinde ta’kib ettikleri prensiplerde sadık olduklarını isbat ve bu prensibin en mühim temel taşını vaz’ etmiş olacaklar. Bu suretle şark milletleri Ruslara temayül ve i’timad edeceklerdirdiyorlardı. Halbuki bu zevat maksadları ne olursa olsun sözleriyle Kızıl Ordu’nun şarka ve garba yayılmasına hizmet etmiş oluyorlar bir zat Kızıl Ordu Bakü’ye girdikden sonra Moskova’ya hareket etmiş idi. Bu zat Derbend’de Demirhan Şura’da birkaç nutuk irad etti ve bunda:Selamet-i umumiye için muvakkaten Kızıl bayrak etrafında toplanınız ve emin olunuz ki Türkiye ve Rusya orduları el ele verdikden sonra bütün mahkum milletler istiklalleri tasdik olunacakdırdemişti. Bu mütevali ve müte’akib te’sirat şüphesiz Dağıstan’ı sükunet-i intizara vaz’-ı ifrağa muvaffak oldu. Şimdi Türkiye ile Rusya arasında hasıl olan muhadenet ve bunun neticesinde tahaddüs eden vaz’iyyet Kafkasya’nın istiklal-i milli mes’elelerini gibi tedabir ittihaz ve ne suretle te’vil ve tefsir ederlerse etsinler Şimali Kafkasya’da istiklal te’min edilmiş olmayınca Evet tekrar ediyorum istiklalsiz Dağıstan’da sükunet-i hal mümkün değildir. Milel-i muhtelifenin pişdarı olan ve biz Dağıstan gençlerine ecdadımızdan mevrus bulunanİstiklal ve hürriyetprensibine sadık ve hadim kalacağız ve istiklalimizi te’min edinceye kadar müttehiden ve namuskarane cidale devam etmek suretiyle ecdadımıza Gatiş Korte ictima’ındaki misak-ı milli ile bunu bir daha dünyaya i’lan ve te’yid etmiştir. Binaenaleyh parlak istiklal güneşinin güzel vatanımızın tarlalarını derelerini ve yeşil yamaçlı dağlarını yaldızlayacağına ve bu suretle sevgili milletimizin yevm-i mes’udu idrak edeceğine iman ediyoruz. Aynı zamanda merbut Dağıstan milli ittihadını muhafaza ettikçe ve tarik-i temeddünde ilerledikçe kendi istiklalini her türlü mehalike karşı müdafa’a edebilecektir. Millet için milletin tes’id-i istiklali için çalışmak kadar mukaddes ve cazibedar bir iş olmadığını Dağıstan Şimali Kafkas münevverleri kalbleriyle duymakda ve bunu bir hiss-i me’nus ve mevrus olarak tanımaktadırlar. hal etmeye muktedirdir. Ve şu halde biz Dağıstan münevverleri her birimiz:İstiklaliyetimiz nerdedir hiç olmazsa neden Azerbaycan Gürcistan ve Ermenistan gibi şekli bir istiklaliyet te’min edilmedi? Acaba Dağıstan Şimali Kafkas evladlarının döktükleri kan kifayet etmiyor mu? Bu kan kendilerinden pek az fedakarlık etmiş olan ve fakat bugün bir dereceye kadar dahili ve harici serbestiye mazhar olan diğer milletler derecesine yükselmek hakkını kazandıracak kıymet ve kuvvetde değil midir? Türkiye’nin bugünkü cidaliyle te’min edeceği menfa’at ve mazhariyet yalnız Türkiye’ye inhisar etmeyecek bilakis bütün alem-i İslam’ı alakadar edecektir. Binaenaleyh böyle bir vecibe-i mukaddese ile muhavvel olan Ankara Hükumeti Dağıstan’ın husul-i istiklaliyeti müzaheret ibraz etmelidir. Dağıstan’ın istiklali genç Türkiye için vecibe-i insaniye olmakla beraber aynı zamanda büyük bir şeref te’min edecektir. NeStalin’in tasni’ eylediği dört ma’nasızLezgi Terk Kuban Ancaz muhtariyet ve ne de Moskova’ya buna mukabil gösterilen teşekkürat Dağıstan’ın istiklaliyetini te’min ve ruh-ı milleti itma’ ve tatmin etmiş olmakdan çok uzakdır. Bilakis bu vaz’iyyet Şimali Kafkasya’nın istiklaliyeti mes’elesini işkal ve iğlak etmekde ve efkar-ı milliyi rencide etmektedir. Dağıstan’da sükun bulmayan müsellah ve gayr-i müsellah ihtilaller iğtişaşlarla kendi haklarını talebde mütemadiyen musırr olduklarını ve bu da şe’air-i milliyelerinin neticesi olduğunu göstermektedir. Bu ihtilalleri teskin için Ruslar sağdan ve soldan ne Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Refik Şevket Bey – Hamdi Bey! Müstehıkkin-i bulunmak lazımdır? Ahmed Hamdi Efendi – Müstehıkkin-i ilmiyeden ma’dud olmak için medreseden mezun olmak ve memleketde ders okutabilecek veyahut okutmuş olup şimdi ihtiyar ve ihtiyac içinde bulunmak lazımdır. Memleketdeki hey’et-i idare böylelerin zaruret ve ihtiyac içinde olduğu müstehıkkin-i ilmiyeden bulunduğu hakkında mazbata gönderirse biz onlara bu ma’aşı veriyoruz. Böyle bir mazbata gelmedikçe öyle bir şey vermiyoruz. Refik Şevket Bey – Müstehıkkin-i ilmiyeden olan bir zata hizmet-i ilmiyesi mesbuk ve emeği tasdik olunan bir zata yetmiş beş kuruş yüz kuruş bilmem yüz doksan kuruşa kadar bir ma’aş vermek ne dereceye kadar muvafık olur? Bendeniz bu mikdarı sıfat-ı ilmiye ile kabil-i te’lif görmüyorum. Ahmed Hamdi Efendi – Şimdiye kadar bu mikdar verilegelmiş. Biz de şimdiki halde aynen muhafaza ettik. Ancak müderrisler var. Ders okutabilecek olan müderrislere biraz zam yapmak istedik. Çünkü bunlara ders okutmak şart değildir. Bunda şart olan erbab-ı okutacak diğer kısım var ki onların ma’aşlarının tezyid edilmesini muvazene-i maliyeden istedik. Bir meb’us – Bunlar geçen sene verilmiş mi? Ahmed Hamdi Efendi – Çok zamandan beri verilmişdi. İstanbul’dan müdevverdir. Mustafa Sabri Efendi – Efendim! Müstehıkkin-i mahsusdur. Ma’lum-ı aliniz bazı İstanbul hocaları hasta olur nüzul isabet eder. Bizzat tedrise iktidarı olmazdı. Ma’zuliyet ma’aşı da bulunamazdı. Bu meslek-i ilmiyeyi Ağustos Pazartesi Reis – Efendim! Ruznamede Şer’iyye bütçesinin müzakeresi vardır. Onun müzakeresine başlıyoruz. Evvelce hey’et-i umumiyesi kabul edilmişti. Şimdi fasıl ve maddelerin müzakeresine başlıyoruz. Şer’iyye Vekaleti muhassesatı Selahaddin Bey – Müstehıkkin-i ilmiye kimlerdir? Biraz izahat versinler. Şer’iyye Vekaleti medarisi müdür-i umumisi Aksekili Ahmed Hamdi Efendi – Efendim Şer’iyye Vekaleti’nde diğeri de müstehıkkin-i ilmiye ma’aşıdır. Merkez müderrisleri namıyla verilen ma’aşlar bir vazife mukabili verilen ma’aşdır. Müstehıkkin-i rical-i ilmiye namıyla ma’aş alanlar ise bulundukları memleketden kendilerinin ma’aşa ehil ve müstehık olduklarına dair mazbata gelen ve kendileri de sinnen ihtiyarlamış veyahut ilmen memlekete hayli hizmet ettiği halde bugün muhtac-ı mu’avenet bulunmuş olan zevat-ı kiramdır. Bunların aldıkları ma’aş yüz kuruş yüz elli kuruş a’zami iki yüz kuruşdur. Ve bunların tahsisatı diğer ma’aşlar gibi değildir. Diğer tahsisatın nısfı derecesindedir. Mesela iki yüz kuruş ma’aşı olan bir zat sekizyüz kuruş tahsisat alıyor. İşte müstehikkin rical-i ilmiye ma’aşı denilen bunlardır ve bu muvazene-i maliye encümenince de evvelce nasıl kabul edilmiş ve nasıl verilirse şimdiye kadar da öylece verilmesi kabul edilmiştir. Basri Bey – Fakat bu verilen ma’aşat acaba kifayet edebilir mi? Necib Bey – Bütçede sekiz buçuk lira iki adeddir. Ahmed Hamdi Efendi –Efendim burada iki kişiye sekiz bir kişiye dört buçuk lira diğer iki kişiye de üçer lira vardır. Necib Bey – Beş lira da vardır. Ahmed Hamdi Efendi – A’zami iki liradır. Bir buçuk lira da vardır. Bakınız daha orada bir lira olur. Yüz yetmiş kuruş var yüz elli kuruş var ya’ni herhalde üç liradan fazla çok yoktur. tebcilen hani askeriyenin ve diğer memurin-i mülkiyenin ma’zuliyet ve teka’üdiyyesi mesabesinde bulunmak üzere böyle ecille-i e’azım-ı ulemaya verilegelmekde olan ya’ni kendilerine arız olan hastalık veyahut başka bir sebeble verilegelen bir tahsisatdır. Mesela bir kadı bir livada bulunurken tecennün eder. Ona bu müstehıkkin-i ilmiyeden ma’aş verilir. Şimdi Adliye Vekaleti’ne merbutdur öyle. Mesela: Harput’da tedrisat ile iştiğal eden ve meşhur müellefatıyla kütüb ve resailiyle meşhur ulema var ve bunların tahsisatı var. Tedrisat öyle mekana münhasır olmadığı için buralardan kazalardan herkes gelemediği için bu ma’aşat onların ayağına istihkakını göndermek mesabesindedir. Bunu şimdi az görüyorsunuz. Fakat vaktiyle bu çok birpara şimdi bu işletilmeye işletilmeye böyle bir halde kalmış ve bu tahsisat pek kalil bir hale gelmiştir. Tabi’i bu meblağ pek azdır. Bundan sonra Fetvahane hey’et-i celilesinin bir sıfat-ı kazaiyesi vardır. Şer’iyye vekili muhtereminden bir sual sormak isterim. Kuzat şimdi Adliye Vekalet-i celilesine rabt edilmiştir. Fakat haricden gelen memalik-i ecnebiyedeki müftüler gelen değil mi? Bu suale cevab isterim. İkincisi Adliye vekili kapitülasyonların ilgasından dolayı bir komisyon teşkil etmiş ve bu komisyon ihzari bir suretde fi’li teşebbüsde bulunmaktadır. Acaba sair memalik-i İslamiyyedeki evkaf teşkilatı için ne gibi teşebbüsde bulunmuşlardır. Sonra Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiye hey’eti Arabca muhaberat olacak olursa bunlar hakkında ne mu’amele eyleyebilir? Cevab isterim. Reis – Cevab verecek misiniz? Başka söz alan yoktur. Yalnız iki takrir var efendim. Müstehıkkin-i ilmiye ma’aşatının asgari üç lira olmasını teklif eylerim. Emin Bey – Efendim; Eldeki müfredat kadrosu tetkik edilecek olursa görülür ki bunların ekserisinin ma’aşı otuz elli kuruş a’zami yetmiş beş kuruşdur. Emin Bey – Sahifeyi çevirin! Olduğunu göreceksiniz. Binaenaleyh Refik Şevket Bey’in de bi-hakkın söylediği gibi müstehıkkin-i ilmiyeden oluyor da ya’ni meslek-i ilmiyede birçok zaman ifa-yı hizmet ederek ma’aşa kesb-i istihkak ediyor da sonra nasıl olur da otuz kuruş verilir? Tahsin Bey –Onlar kana’atkar adamlardır. Emin Bey –Tahsin Beyefendi’ye sormak isterim ki yetmiş beş kuruşla bir adam idare olunabilmek encümene gitmesini teklifi ederim. Reis – Efendim! Faslın müzakeresini kafi görerek . Fasla geçilmesini kabul edenler lütfen el kaldırsın. Kabul edilmiştir. Dersiam ma’aşatı Mülhakat medarisi memurin ve mu’allimin ma’aşatı Mazhar Müfid Bey – Efendim ma’lum-i ihsanınız bu iki yüz on beşinci fasıl Darülhilafe medreseleri ve mülhakat medarisi hakkındadır. Bendeniz afv-ı alilerine mağruren bu faslı tenkid edeceğim. Bu fasıl meclise böyle gelmemeli idi; bu fasılda ilme ta’alluk eden mekatibin adedini daha ziyade görmek isterdim. Arka ler lisansiye diyorlar. Ve bugün Avrupa’da alimler tez sahnlardan çıkan müderris şehadetnamesini alanlar da te’lifatda bulunacak mebahis-i ilmiyede münakaşatda bulunacak ve ilim ve fazlda nihayete erecektir. Ya’ni tez denilen imtihanı verdikden sonra el-yevm doktor denilen kıdvetü’l-ulema ünvanını alırdı. Tabi’i Fatih Sultan Mehmed zamanında medreseler inşasına gayret edilmiş ve ilk dersler küşad edilmiştir. İlk ders Tabhane medresesinde okunmuştur. O gün ma’iyyetinde bütün vükela vüzera bulunduğu halde Sultan Fatih de ilk dersde bulunmuş ve o derece e’azım yetişmiyor? Ve neden medreselerimiz görüyorum: Ma’lum-ı ihsanınız insanda sehba-yı hayat var. Doktor bey i’tiraz buyurmasın bunu hepimiz biliriz. Biz de böyle olduğu gibi zann-ı acizaneme göre milletlerin de bir sehba-yı hayatı vardır. Bunu bendeniz kendim söylüyorum. Asarını yeni okuduğum ve pek sevdiğim bir müellifin kitabından söylüyorum. Milletlerin sehba-yı hayatı vardır. Ya’ni sehbay-ı sa’adeti vardır diyor. O da necabet-i ahlakiyye necabet-i asliyye fezail-i ahlakiyye ve satvet-i maddiyye ve kudret-i fikriyyedir diyor. Birincisini ele alalım. Necabet-i ahlakiye ve necabet-i asliye bizim ırki bir necabetimizdir. Ma’lum-ı ihsanınız köhne Bizans’ın zabtı ile iş ve nuşun keyf ve hevanın girmesiyle biz de sukut-ı ahlak başlıyor ve necabet-i ahlakiye bozuluyor. Sonra satvet-i maddiye dediğimiz… Doktor Mustafa Bey – Öyle değildir. Mazhar Müfid Bey – Rica ederim Mustafa Bey i’tirazınızı çıkar burada söylersiniz. Ber-mu’tad bozmayalım. satvet-i maddiyemiz ya’ni askerliğimiz.. bunu da pekala bilirsiniz. Hatır-ı acizanemde kaldığına göre zan ediyorum tarihinde Sultan Murad-ı salisin bir sünnet düğünü vardı. Sultanahmed Meydanı’nda hokkabaz mı derler? Canbaz mı? bilmem ne derler? Onlar toplanmış oynamışlar. Sultan Murad’ın hoşuna gitmiş onlara demiş kiDileyin benden ne dilerseniz. Onlar daYeniçeriliğe girmek dilerizdemiş. Zamanın yeniçeri başısı Ferhad Ağa bunun gayr-i kabil olduğunu gayet güzel iki misal ile isbat etmiştir:Ecdad-ı tinde bir tacirin evladını askere almak için vuku’ bulan müraca’atında verdiği cevabı unuttunuz mu? Ve yine ecdad-ı izamınızdan Kanuni Sultan Süleyman’ın özengisini ta’mir eden bir usta hakkındaki beyanatını unuttunuz mu?demiştir. Fakat tabi’i Sultan Murad-ı salis bunu dinlemedi. O vakit canbaz askere girdi. Yeni gelen yeniçeri ağası Ferhad Ağa’nın kabul etmediği şeyi yaptı ve satvet-i maddiyenin de sukutu oradan başladı. daşlar! Müsa’ade buyurursanız ve eğer başınızı ağrıtmaz sad nedir? Bu babdaki kendi mütalaamı kendi fikrimi alileridir ki; Osmanlı hükumetinin te’essüsünden beri o zamana mahsus müterakki medreselerin yetiştirdiği e’azım efadıl vardı ki bunlar yalnız [ idaremizde değil hayat-ı milliyemiz ve hissiyat-ı fikriyemiz üzerinde bu mevki’ sahibi olmuşlar ve hayat-ı milliye ve fikriyemiz hiçbir zaman bu müterakki medreselerin yetiştirdiği e’azımın te’sirinden vareste kalamamıştır. Bunu isbat gar zamanındaki Kara Halil Efendi zamanın en büyük uleması olmakla beraber yine zamanın siyasetinde en büyük bir dahi idi. Ve yine biraz daha aşağıya gelelim Fatih devrindeki Molla Güraniler Molla Hüsrevler. Cemil Bey – Biz tarihi biliyoruz. Mazhar Müfid Bey… Zaman gaib etmeyelim. Mazhar Müfid Bey – Belki tarihin tekrarından lenir istifade edersiniz sonra efendim! Pekala ma’lum-ı ni -adeta diyeceğim- zerk eden ona o cevval fikri veren hiç şüphesiz İbn-i Kemal idi. Ve yine hiç şüphesiz devletin tehlike ve inhitat devrinde Sultan Mehmed-i Rabi’a sabr u metanet tavsiye eden Hoca Sa’deddin idi. Yine ma’lum-ı aliniz Köprülü Fazıl Ahmed kimdir efendiler? dir. Bu müterakki medreseler nedir? Müterakki müterakki.. peki anladık fakat bu nedir? Efendiler! Tarihin basit beyanatındandır ki Fatih’in ta Türkistan’dan getirdiği Ali Kuşçular Molla Hüsrevler Molla Güraniler ve diğer e’azım birleşiyorlar ma’lum-ı aliniz Fatih civarında sahn denilen sekiz medreseyi yapıyorlar. Bundan sonra da hepinizin bildiği ibtida-i dahil ibtida-i haric mevsıla tetimme medreselerini yapıyorlar. Efendiler ibtida-i haric denilen bugünkü mekatib-i ibtidaiyelerdir; ibtida-i dahil dediğimiz bugünkü rüşdiyelerimizdir. Mevsıla ve Tetimme bugünkü i’dadilerimizdir. Fransızların Kolej dedikleri riyor ondan çıkan ibtida-i dahile giriyor ya’ni rüşdiyeye giriyor ondan çıkan mevsıla ve tetimmeye giriyor. Bakınız bugünkü teşkilata ne kadar muvafıkdır. Şimdi fazla bir şey mi yaptık? İbtidaiyyeden çıkan rüşdiyeye oradan çıkan i’dadiye i’dadiden çıkınca ona mülazım namı veriyorlardı ki ondan sonra sahn denilen sekiz medreseye dan çıkanlara müderris diyorlardı ki şimdi ona Frenk - akıl üzerine olduğuna göre; İslamiyet aklın kabul etmediği bir din değildir aklın kabul ettiği bir dindir. Böyle olduğuna göre şeri’at-i garra-yı İslamiye’nin fünun ve ulum-ı hazıra ile müsbet ve kat’i olan delail-i hazıra ile uyuşmayacak hiçbir noktası yoktur. Fakat; denilebilir ki müsbet ve kat’i olan delail-i akliye ile delail-i nakliye arasında bazı def’a te’aruz vaki’ olabilir. İslamiyet’deki ulviyyete büyüklüğe bakınız! Diyorlar kiDelail-i akliye tercih olunur. Delail-i nakliyenin hüsn-i te’vili ahkam-ı uyuşmayacak bir halimiz yoktur. Biz bugün ne istiyoruz efendiler? Şahsım için söylüyor ve vallahi hiçbir kimse için söylemiyor ve bunu yeminle te’min ediyorum. Eski mekatib-i aliye me’zunu olmak dolayısıyla bildiğimi söylemek üzere köylülerden birisine diyorum ki: Sıtma budur emraz-ı sariye budur filan tam sözlerime kanıyorben zan ediyorum ki herif ben söylerken başını kaldırıyor. Bunun fikrini çeliyor. Bizim sözler ise boşa gidiyor. E bu nedir? İşte görüyor musunuz medreselerin ıslahı kaça mal oluyor? Bugün umumumuzun bir gayesi vardır. Ahaliyi okutmak ve millete nur-ı ma’arifi vermek istiyoruz. Millete ulum ve fünun-ı hazıranın bahş ettiği nuru ve sa’adeti anlatmak mikdarda açılamadı binaenaleyh elimizde vasıta olarak başka ne var? Elimizde bir köy imamları müderrisler ve va’izler kalıyor. Pekala; Köy imamlarıyla müderris ve va’izlerimizi ulum ve fünun-ı hazıranın da tedris edilmekde olduğu Darülhilafe medreselerinde yetiştirir veyahut yeniden yapılmakda olan mekatib-i aliyede tahsil ettirir ve ulum-ı hazırayı da ahkam-ı şer’iyye ile birlikde öğrendirir ve bu suretle bunları yetiştirir ve bundan sonra köylere gönderirsek çok müessir olur. Sebebi neden müessir oluyor? Çünkü o zavallı imam o köyden yetişmiştir. Köylüye telkinatda bulunurken köylünün ruhuna vakıfdır. Köylüye munis gelecek cihetleri biliyor; onları ürkütmüyor! Ben ise köyünün ruhunu ve ona munis gelecek cihetleri bilmediğimden hoşuna gitmem! Ben ona; bilmem ne mikrobu gelir de sıtma olur veya veya karpuz yersen kolera olursun dediğim vakit bana inanmıyor. Fakat bu köylünün ruhuna vakıf olmadığımdan böyle oluyor. Belki hata senindir. Evet belki de benimdir. Onun için efendiler! İmamı okutmaya mecburuz. O; okuduktan sonra köylünün ruhunu zihniyetini bildiği Şu halde bizim bugün muhtac olduğumuz nedir? Efendiler az evvel bahs etmiş olduğum Sultan Fatih devrindeki müterakki medreselerin bugün olmayacağına Gelelim kudret-i fikriyemize… Efendiler! Ma’lum-ı dir. Bu neden bozuldu? Bendeniz şöyle görüyorum ve belki tetkikatım yanlıştır. Efendiler! O zamanlar ya’ni müterakki medrese zamanında kimin asarı okunurdu? Bunu tetkik buyurunuz! Görürsünüz ki İbnürrüşdlerin asarı okunurdu. Bu isimler medreselerin içinde bile tanin-endaz oluyordu fakat; maatteessüf murur-ı zamanla bu felsefe bırakılıyor. Sebebi? Bu müterakki medreseleri onlar? Bence bu medreselerin sukutuna sebebiyet veren fevkalade kızdığım zadeganlık üsulüdür. Bir zadeganlık usulü çıkmıştır. Müderris olmak için arz ettiğim tertibat dairesinde ta balaya çıkıp ve tahsil görüb de müderrislik rütbesi alan ve sonra kıdvetü’l-ulema olmak için bu kadar meratib atlayan; bu kadar emekler çeken zatın yerine anasının karnından müderris olarak doğan ilim ve ma’rifetden bi-behre yalnız babasının asaletinden mevki’inden dolayı müderris namı alanların ellerine bu mektebler medreseler geçerse ne olur? Ne beklenir? Bittabi’ bozulur. Ve yine müsa’adenize mağruren söyleyeceğim ki İbn-i Sinaların Farabilerin Gazalilerin felsefesi yerine onlara nisbetle belki yirminci tabakada bulunan Birgiviler felsefesi okunmuştur. Binaenaleyh medreselerimiz de yavaş yavaş bu hale geldiği gibi en nihayet Abdülhamid zamanında ma’lum-ı ihsanınız icazete bir ay kaldı mı git hemen derse otur herif daha doğrunasarayı görmemiş çünkü icazeti alırsa beş kuruş faide var imtihan da yoktur pekala işte medreselerde bu hale gelmiştir. Medresenin bu hale geldiğinden dolayı ulema arkadaşlarınız memnun mudurlar? Hayır aynı onlar da sizin gibi dilhundurlar. Aynı onlar da hepimiz gibi bu halden feryad ediyorlar. Onlar da diyorlar ki: Medreseler inhitata yüz tutmuştur. Bunu onlarda Efendi gibi bir alim bugün gösterebilir misiniz? Tabi’i bu böyledir. Efendiler! Şimdi yapacağımız nedir? Ne yapalım ne istiyoruz? Şunu da arz edeyim ki bilhassa muhterem arkadaşım Doktor Mustafa Beyefendi’ye: Endülüs’de bir İslam Darülfünununda okuyan ve sonra papa olan Silvester o arz etmiş olduğum tertibat yok mu onu Avrupa’ya götürmüş ve orada tatbik ettirmiştir. Bu böyle olmuştur. Zat-ı alinizin Doktor ünvanı da böyledir. O kıdvetü’l-ulemadan kalmıştır. Şimdi efendiler! İlim ve fen istemeyen kimse yoktur ve bilhassa hadis-i nebevi mucebince hikmet müslümanların gaib olmuş malı olduğuna göre; ve ta Çin’e kadar dünyanın öbür tarafına kadar o hikmeti taharri mübreme ve mühimmesinden olan gıda-yı irfaniyi; gıdayı diniyi tatmin ve te’min edecek bu müessesat kafi midir? Kat’iyyen kafi değildir. Gerçi bunlara ilaveten geçen seneden beri bazı medaris-i ilmiyyenin de ihdasına başlanmıştır. Fakat ne derece mazhar-ı rağbet olmuştur. Bendeniz bilmiyorum. Bugün yalnız şunu arz etmek istiyorum ki altı daha ilavesiyle yirmi bire baliğ olacağı ve memalik-i meşgulenin de bi-inayetihi te’ala ve tekaddes kariben istirdadını müte’akib elimize geçecek yedi medresenin daha ilavesiyle yimi sekiz Darülhilafe’den tep merkezi ile Şavşat merkezinde bir Darülhilafe medresesinin te’sisi hakkında elli kişilik bir takrir makam-ı riyasete takdim edilmiş ise de bendeniz buna kani’ değilim. Şer’iyye Vekalet-i celilesinin teklifi vechle iki sahn medreseriyle altı Darülhilafe medresesinin kabulünü hey’et-i celileye kemal-i samimiyetle rica ediyorum. Bundan bahs ettikden sonra Darülhilafe medreselerinden de kısaca bahs etmek isterim. Malum-ı aliniz olduğu üzere Darülhilafe medreseleri üçü ihzari üçü ibtidai haric üçü de ibtida-i dahil olmak üzere dokuz sınıfı ihtiva ediyor. İbtida-i haric isminden anlaşıldığı vechle ibtida-i dahile talebe yetiştiriyor. Diğer mekatib-i İslamiye’den de rağbet edenler tabi’i altı seneyi ikmal ettiği takdirde doğrudan doğruya kendi malı ve ibtidai mektebe dahil olmak üzere üç sınıfı muhtevi ihzari kısmı vardır. İhzari kısmında talebe daima muallimler tarafından idare ve ta’lim ve terbiye ediliyorlar. Bunlardan muallim-i evvel ce-lilesince şehri on lira verilmesi ve ikinci muallimliği sekiz lira verilmesi teklif edildiği halde maatteessüf bu teklifler muvazene-i maliye encümenince kabul edilmemiştir. Şimdi muvazene-i maliye encümenince birinci muallim için yedi ila altı ikinci muallim için beş üçüncü muallim için beş lira kabul edilmiştir. Bugün taşra mekatib-i ibtidaiyesinin bütün muallimlerinin ma’aşatı taşra mecalis-i umumiyesince acaba bu mikdardan noksan mı kabul edilmiştir? Yoksa fazla mı kabul edilmiştir? Herhalde fazla kabul edilmiştir. Altı yüzden aşağı ma’aşı olan bir muallimi tasavvur etmiyorum. taşra mecalis-i umumiyesince mekatib-i altı yüz kuruş biliyorum. Binaenaleyh; mukaddema Şer’iyye Vekalet-i celilesi tarafından teklif edilen baş muallim için on ikinci muallim için sekiz ve yine üçüncü muallim için sekiz -ki bunlar daimi muallimlerdir. Sabahdan akşama kadar evlad-ı vatanın ta’lim ve terbiyeleri ile meşgul bulunuyorlar- lira ma’aşın kabulünü samimiyetle rica ediyorum. Ma’ruzatım bundan ibaretdir. ben de kani’im. Çünkü ne o ilmi okutacak -maatteessüfadam var ne de okuyacak kimse var. Bunları kabul ediyorum. Biz o dereceye vasıl olamayacağımızı biliyoruz. Onun için bugün basit şey istiyoruz. Nedir? Mesela va’iz yetiştirmek ihtiyacında bulunduğumuzu cümleniz tasdik edersiniz. Bu en mühim bir mes’eledir. Öyle keşf-i kulub pimiz müdrikiz. Demin bir arkadaşımız ikaz buyurdular. Darülhilafe medresesinde muhazarat dersi varmış çok güzel! Hakikaten va’iz yetiştirecek medresedir. Şer’iyye Vekalet-i celilesinden bunu çok istirham ederim. Bizim vardır. Bu derse son derece de ehemmiyet versinler. Bakınız arkadaşlar! Lutf-ı istima’ınızı tasdi’ ediyorum ama bir şey daha müsa’adenizle arz edeceğim: Geçen gün Müdafa’a-i Milliye Vekaleti’nden gelip de şurada hastahane yanındaki kapıdan geçerken bir kadın kapının birisini çalıyor ve diyordu kiMolla gel filan çocuğumu sıtma tutuyor. Sıtmasını bağla!buna karşı benBağlamakla sıtma geçmez bunun mikrobu vardır. İlacını alırsan geçer!dese idim ve arkamda da mahalle imamı bulunsa idi de benim sözümün hilafında bir şey söyleseydi imamın sözüne kanar ve bana inanmazdı. Demek ki bu birçok tecrübeyle sabit oluyor. Biz Darülhilafe medreselerine çok muhtacız. Çünkü orada okutacağımız yanız ulum-ı şer’iyye değil; fazla olarak ulum ve fünun-ı hazıra da vardır. Zaten bizim istediğimiz de bu değil mi? Biz ne istiyoruz? Ulum ve fünun-ı hazıradaki mekteblerimize koyalım ulum ve fünun-ı hazırayı az çok bilecek kimseler yetiştirelim diyoruz. Efendiler! Sözüme bir hadis-i nebevi ile nihayet veriyorum: Halkın ita’ati ma’kulanedir. Abdülgafur Efendi – Efendim! Bendeniz ekabir-i ulema-yı İslamiyye’nin masdar ve menşe’i olan medaris-i vücub ve ehemmiyetinden bahs edecek değilim. Çünkü lüzum vücub ve ehemmiyetinden bahs Meclis-i Alice müstağni-i arz ve izahdır. Ancak Şer’iyye Vekalet-i celilesi kadrosunda Darülhilafe medresesi mevcuddur. Bunun üzerine Darülhilafe medresesi daha ilave için teklif vaki’ olmuştur. Fakat muvazene-i maliye encümenince bu teklif kabul edilmemiştir. Şimdi muhterem efendiler! Bütün Türkiye’de bütün Anadolu’da mevcud e’azım-ı ulema-yı İslamiyye’nin -tekrar ediyorum- masdar ve menşei bulunan ancak ve ancak Darülhilafe medresesidir. Şunu da ilaveten arz edeyim ki meşgul olan memleketlerde -ki benim memleketimde- dahil olduğu halde min haysi’l-mecmu’ yirmi ikiye baliğ oluyor. Bugün şu millet-i İslamiye’nin ve insanların ihtiyac-ı Reis – Efendim! Müzakerenin kifayeti hakkında bir takrir vardır efendim. Faslın müzakeresini kafi görünler lütfen ellerini kaldırsın! Faslın müzakeresi kafi görülmüştür. Yasin Bey – Faslın muvazene-i maliye encümenine gitmesi lazımdır. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Hayır efendim! Encümene gitmesi lazım değildir. Biz hem masraf için hem de ayrıca altı medrese için teklif yaptık. Onun için son sözün bizim olması lazımdır. Biz daha söz söylemedik. Biz altı Darülhilafe medresesi teklif ettik ki muvazene-i maliye encümeni mazbata muharriri bey de gerek kendi şahısları namına bile olsa bunun tezyidini teklif ettiler bu mes’ele için üç dört tane takrir vardır. Teklifimiz vechle kabulünü hey’et-i aliyyeden rica ederim. Reis – Muvazene-i Maliye Encümeni de iştirak ediyor. Bu faslın Muvazene-i Maliye Encümeni’ne.. Ahmed Fevzi Efendi – Reis Bey elli üç imzalı takririmiz vardır. Reis – Efendim! Gaziantep ve Artvin dahilinde Şavsat Kazası’nda iki Darülhilafe medresesi küşadını teklif ediyorlar. Osman Bey – Bir de Lazistan vardır. Reis – Onun için bu faslı Muvazene-i Maliye Encümeni’ne gönderelim. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Mesele anlaşılmıyor. Müsa’ade buyurun bu fasıl Muvazene-i Maliye Encümeni’ne gitmesine hacet yoktur. Biz bunu zaten teklif etmişizdir. Abdülgafur Efendi – Şer’iyye Vekaleti’nin zaten teklifi var. Muvazene-i Maliye Encümenine gitmesine hacet yok. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – mes’ele anlaşılmadı zan ederim. Bir kere bu teklifimiz esasen Muvazene-i Maliye Encümenince kabul edilmediğine nazaran tekrar oraya gitmesine lüzum yoktur. Sonra iki takrir daha veriliyor ki diğer iki yerde de açılsın diye…. Biz esasen bunu teklif ettik. Bunda musırrız. Altı tane Darülhilafe medresesinin kabulü behemehal lazımdır. Bu kabul edildikden sonra takrirlere hacet yoktur. Abdülgafur Efendi –Vekalet-i celilelerinden vaki’ olan teklifden ma’ada şu elli kişilik takrirdeki medreseyi de ilaveten istiyoruz. Reis – Müsaade buyurun efendim takrirleri okuyayım. Lazistan’da Darülhilafe medresesinin teşkili hakkında mukaddema takdim eylediğim teklif-i kanuni Şer’iyye Şer’iyye Vekaletince teklif edilip Muvazene-i Maliye Encümeni’nce tayyedilmiş olan Gaziantep ve Artvin dahilinde Şavşat Kazası merkezinde açılacak Darülhilafe medreseleri tahsisatının Şer’iyye Bütçesinin . Fasla Reis – Efendim! Bu takriri nazar-ı dikkate alanlar lütfen ellerini kaldırsın! Nazar-ı itibare alınmıştır. Ya’ni Muvazene-i Maliye Encümeni’ne gitmesi nazar-ı dikkate alınmıştır. Hasib Bey – Efendim! Benim teklifim kabul buyurulmuyorsa Şer’iyye Vekaleti onları nerede isterse açar. Reis – Bu takriri encümene gitmek üzere nazar-ı dikkate alanlar lütfen ellerini kaldırsın! Nazar-ı dikkate alınmıştır. Bitlis’de bir Darülhilafe medresesi küşadını teklif eylerim. Reis – Efendim! Bu takrirleri tamamen Muvazene Encümeni’ne verelim. Yasin Bey’in takriri de bu mealdedir. Takrirlerin tamamen nazar-ı dikkate alınmak üzere Muvazene Encümeni’ne gönderilmesini kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın! Kabul edilmiştir. Efendim! Vaktimiz geçti. Çarşamba günü saat bir buçukda ictima’ etmek üzere celseyi ta’til ediyorum. Encümen mazbata muharriri Mazhar Müfid Bey – Efendim! Ma’lum-ı aliniz geçen celsede gerek Fasl ve gerekse maddeler hakkında verilmiş takrirler vardı. Ve hey’et-i aliyyenizin kabulüne iktiranı üzerine o takrirler Muvazene-i Maliye Encümeni’ne gelmişti. Kabul olunan karar dairesinde fetva hey’etine kabul buyurduğunuz on zatın bittabi’ bütçede ma’aşları yetmiş beş liradır. Fakat; Şer’iyye Vekalet-i celilesinin muvafakatiyle yeniden alınacak zevatın dördüne yetmiş lira dördüne elli lira ikisine de otuzar lira olmak üzere masarıfları tamamıyla bütçeye konmuştur. Bunlar hakkında bir şey yoktur. Yalnız Fetvahane hakkında verilen takririn esbab-ı mucibesinde derecat-ı mütefavite denildiği den ma’aşatı tevzi’ etmiş. Tabi’i seksen imza ile verilen takrirde bu husus yoktur. Bendeniz evvelce koyduğum a’zaların ma’aşları hakkında ısrar ettim. Bunlar tamamdır. Fakat diğer takrirde a’zaların ma’aşı derecat-ı mütefavite üzerine konulmuştur. Ve öyle taksim edilmiştir. Ya’ni eski Fetvahane usulüt tatbik edilmiştir. Teşkilat yeni bir usulde olacak olursa bu şekilde olamaz. Mesela Mecelleyi vücuda getirmek lazımdır. Ben encümende takrirle taleb eylediği için bir şey söyleyemedim. Konulan a’zanın bir kısmına elli diğerine otuzar lira konulmuştur. Onlarınkini de diğer a’zaların ma’aşatına iblağ edecek olursak mes’ele uzamamış olur. Zaten rakamları karşılarında vardır. Müfid Efendi – Efendim! Fetvahane hey’et-i celilesine zammı havi olan takririn münderecatından Fetvahane hey’eti birkaç kısma taksim etmek suretiyle teşkil edilmesini taleb edildiği anlaşılıyor. Halbuki burada o takriri izah ettiğimiz esnada Fetvahane hey’etinin derecat-ı mütefaviteye ayrılmasının mahzurunu hey’et-i celilenize arz etmiş idim. Ve duymuş idim ki Fetvahane hey’eti bir hey’et ki -hey’et tabirini a’zadan alarak söylüyorumbaşlarında fetva emini olduğu halde hey’etin reyinin inzimamıyla bir fetva verebilmelidir. Yoksa bir fetva emini kendi kendine fetva verecek olursa Osmanlı tarihine atf-ı nazar edersek görürüz ki başımıza gelen bir çok vekayi’ ve belalar bu gibi rey-i hod ile verilen fetvalardan neşet etmiştir. Bu hususu hey’et-i celilenizin nazar-ı dikkatine tekrar arz ederim. Bunlar bu hey’et-i müttehidedir ve bu hey’etin hepsinin derecesi birdir. Bunların derece-i mütefavitede bir hey’et olmadığını arz etmek evvel bu hey’et-i muhteremenin aleyhinde neşr edilen bir fetva için vuku’ bulan tekliflerin nasıl red ve nasıl kabul edildiğini hatırlatmak isterim. Haydarizade İbrahim Efendi Meşihat’de iken Padişah tarafından çağrılıp Anadolu’da ictima’ edenlerin harekatları isyan harekatı olduğundan onlar huruc ale’s-Sulta harekatı yaptıklarından dolayı bir fetva vermesi istendi. İbrahim Efendi buyurdular ki ben böyle fetva veremem. Ulemayı toplarım. Onlarla beraber müttehiden karar verirsek ben böyle fetvayı veririm ve illa bu fetvayı ben kendi re’yimle veremem. Bunun üzerine Haydarizade’yi istifaya mecbur kıldılar. Dürrizade’yi getirdiler. Dürrizade orada bulunan ulemanın re’yini fikrini almaksızın re’sen fetva verdi. Anadolu harekat-ı meşru’asını isyan şeklinde göstererek bizi üç seneden beridir uğraştırdı. Biz İstanbul’da ma’aş i’tasını encümen kabul etmiştir. Binaenaleyh; . Faslın üçüncü maddesine şu tertib vechle zam edilmiştir. Ve yine kabul olunan takrir vechle Tedkikat ve Te’lifat Hey’eti için yeniden kabul olunan beş a’zaiçin hey’et-i celilenizin muvafakatiyle yetmiş beşer liradan lira bütçeye zam edilmiştir. Ve kezalik hey’et-i celilenizce gerek Darülhilafe medreselerinin adedinin tezyidi hakkındaki takririn kabulü ve gerekse müderrislerin ma’aşatının tezyidi hakkındaki Şer’iyye Vekaleti’nin teklifi üzerine kabul olunan dairede ihzari baş müderrislerin ma’aşı eskiden bütçede altı lira iken on liraya çıkarılmış birinci ikinci müderrislerin ma’aşı kabul-i aliniz vechle beş lira iken sekiz liraya çıkarılmış ve yine yeni kabulünüz vechle altı müderris ma’aşatı bütçeye vaz’ edilmiştir. Şu halde madem ki: İhzari baş müderrisleri ile diğer mevcud on beş medresenin de baş müderrisleriyle birinci altı aylığı lira ediyor. Binaenaleyh dört bin üç yüz yetmiş lira altı medresenin küşadı dolayısıyla bütçeye zam vaki’ oluyor. Lazım olan teshin ve kırtasiye ve saire masarıfının da bütçeye zam olunması lazım geliyor. İşte bunun içindir ki . Faslın ikinci maddesindeki mülhakat masrafı ki evvelce lira idi. Buna bin sekiz yüz lira zam etmek zarureti vardır. Binaenaleyh liraya baliğ oluyor. Encümeniniz sizin mukarreratınız dairesinde lazım olan hesabı yapmıştır. Reis – Efendim! Mazhar Müfid Bey encümenden gelen . Fasıldan bahs buyurdular. Mazhar Müfid Bey! Biz . Faslı müzakere ediyoruz. Onun için encümenden bize bir kağıt gelmedi. Encümen bu şeyleri bitirmiş yım. O halde efendim! Faslı müzakere edeceğiz. Mazhar Müfid Bey! Fasla ne zam olacağını ta’yin buyurunuz! Mazhar Müfid Bey – . Faslın üçüncü maddesine lira zam olacaktır. Reis – Efendim! Encümen neyi tesbit ettiğini hey’et-i aliyye bilmelidir. Mazhar Müfid Bey – Efendim! Dört a’zaya yetmiş beşer lira dördüne iki a’zaya otuzar lira mecmu’u lira zam tutuyor. Reis – Şimdi tekrar izah edeyim ki . Faslın encümenden gelmiş şeklini müzakere edeceğiz. Refik Şevket Bey – Reis Bey! Gelmiş bir şey yoktur sözle gelmiş demek kafi midir rica ederim? Mazhar Müfid Bey –Söylemek kafi değilse bütçede kalır. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Efendim! Gerek medaris ve gerek Tedkikat ve Te’lifat Hüseyin Avni Bey – Efendiler! ma’aşların müsavi olması ve o makamın kadri hakkında bir şey söylenmez. Yalnız asıl mes’ele burada nazar-ı dikkate alınmak lazımdır. Şükrü Efendi – İşte biz de onun için müsavi olsun diyoruz. Hüseyin Avni Bey – Biz daha fazla veririz. Fakat o zevat memleketde mahduddur. sin. Hüseyin Avni Bey – Şer’iyye Vekilinden yüksek ma’aşı beş bin kuruşdur. Fetvahane’ye a’za olacak zata ise lira ma’aş verilecektir. Ya’ni Mahkeme-i Temyiz bu hususda numune ittihaz edilmiştir. Öyle ise şimdiye kadar hiç ma’aş almamış fakat ilmiyle faziletiyle temayüz etmiş zevat vardır ve bunlar mu’ayyendir. ralım diye la ale’t-ta’yin öteden beriden adam bulup koyarsak maksad-ı ulvi iskat edilmiş olur. Bu tabi’i bir hakdır beşeri bir hakdır bunları bulacağız. İşte Şer’iyye Vekili Beyefendi hazretleri bulacakları zevatın ehliyetini tekeffül ederlerse bendeniz hesabıma kabul ederim. değil veririz. Sonra en mühim bir derdimiz var memleketi ikilik uçurumuna sürükleyen aramıza nifak ve tefrika sokan bir şey. Te’lif ve Tercüme Hey’eti’nden bahs olunacaksa arz ederim. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Mes’ele te’lif değil fetvadır. Hüseyin Avni Bey – Fetva da değil zevat mes’elesidir. Bunu tekeffül ediyorsanız bir diyeceğim yoktur. Adam kayırmak üzere istenilen parayı veririz. değil lira veririz biz parayı herkesin faziletine göre veririz. vereceğinize Hind’den getiriniz Çin’den getiriniz ehlini getiriniz yerine lira veriniz. Yoksa fazileti ilmi olmayan kimseye şekline şöhretine aldanarak on para vermeyeceğiz ve vermeyiz. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Efendim! Bu teşkilatdan maksad düştüğümüz vaz’iyyetden kurtulmaktır. Bundaki niyetimizden şüphe eden hiçbir şahıs yoktur zan ederim. Şimdiye kadar me’mur ta’yin etmediğime göre belki tecrübem sebkat etmemiştir. Onun için bir şey söylemeyeceğim. Fakat maksad budur tabi’i maksada göre hareket olunacaktır. Sonra elcud mine’l-mevcuddur. Tabi’i mevcuddan getireceğiz mezarlara girecek ölülerden getirecek değiliz ya’ni hayatda olanlardan getireceğiz. El-cud mine’l-mevcud. Mevcuddan seçeceğiz. Meclisin bütünhey’et-i ilmiyesini toplayarak bunların tensibine arz edeceğim. Bunda bendenizin şahsi düşüncem yoktur. Şimdiye kadar hiç mevcud bulunan bu teşkilatın zaman zaman başımıza getirdiği belayı yıkmak için birhey’et-i iftaiye istiyoruz ki buhey’et-i iftaiye müttehiden ilmi bir şekilde karar verir ve imzaların o fetvaya vaz’ eder. Fetva emini o kararın üzerine imza kor. Şeyhülislam o fetvayı te’yid eder ve bu suretle amel olunur. Ve illa bir adamın eline bundan sonra mesail-i şer’iyyeyi verip de milleti uğraştırmak taraftarı olmadığımızı i’lan edelim. Binaenaleyh takririmizde söylediğimiz mes’elede ne diyorduk? Sonunda bunun ler dermiyanı lüzumu gördük mesela bir kısmı taharriye bir kısmı tesvide gider dedik. Ve o suretle bu hey’et-i ayrılsın iki efendi de tesvid ile meşgul olsun. Fakat birisi elli lira alsın. Diğeri otuz lira alsın değildir. Bu hey’et-i üzerine ma’aş vermek suretiyle a’zamülazımı a’za gibi kısımlar ayrılmasın. Biz hükumetin teklif ettiği adedi ona iblağ için istirham ediyoruz dedik. Hükumetin teklifi dairesinde bu takrir kabul edildiği için encümenin bunu derecat-ı mütefaviteye ayırmak suretiyle yapması takririmizin anlaşılmasında bir zuhul olmasından kısım hükumetçe teklif olunan a’zanın adedinin ona şey yoktur. A’zaların hepsi de mütehassıs ve mükemmel bir suretde olduğundan bunlara müsavi ma’aş vermek cihetini kabul edelim. Bunu rica ederim. Esas mes’ele zaten kabul edilmiştir. Refik Şevket Bey – Bunlar ekseriyetle fetva verecekler mi? Müfid Efendi – Mes’elenin şeklini ekseriyetle tesbit ederler. bul ediyorsa bendeniz mutala’a beyan etmeyeceğim. Hüseyin Avni Bey – Encümenin kabulünün ma’nası yoktur. Biz kabul edeceğiz. deniz bu teşkilatın lüzumundan ve derece-i vücubundan bahs etmek için biraz tasdi’ edeceğim. Mazhar Müfid Bey – Encümen namına söyleyeceğim. Tabi’i encümen hükumetin taleb ettiği mikdardan fazla bir şey kabul edemez hükumetin teklifini kabul etmişizdir. Hey’et-i celile yetmiş beş liradan kabul ederse bittabi’ encümen de mutava’at eder. lira olması lazım ve zaruridir. Bunu izah etmek için bendeniz beş on dakika müsa’ade verirseniz söylerim. Meclisi de şu zamanda iz’ac etmek istemiyorum. Encümen madem ki kabul buyuruyor müzakereye hacet yoktur. Reis – Efendim! Müzakerenin kifayetine dair takrir vardır. Kifayet-i müzakereyi re’y-i alinize vaz’ edeceğim. Müzakereyi kafi görenler lütfen ellerini kaldırsın! Müzakere kafi görülmüştür. Şimdi efendim! İki tane ta’dil takriri var. İkisi de aynı mealdedir. Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiye hey’eti’ne müte’allik beşinci maddenin esasında bir ihtilaf yoktur müttefekun aleyhdir. Binaenaleyh müzakere kafidir a’zasının kabul olunan takrir mucebince ma’aşlarının müsavi suretde kabulünü teklif ederim. Reis – Efendim! Teklif zammı ihtiva ediyor fakat bir o halde Fetvahane efendilerinin ma’aşlarının ale’sseviyye olması hakkındaki bu takriri kabul edenler lütfen el kaldırsın! Kabul edilmiştir. Şimdi encümen tesbit edecek olursa şey ederiz. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Rakam mevcuddur. Reis – Söylesinler efendim. Mazhar Müfid Bey – Üçüncü madde lira oluyor Reis – Bu maddeden başka maddede bir tahvil var mıdır efendim? Mazhar Müfid Bey – Beşinci madde de oluyor. Hüseyin Avni Bey – Efendim! Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyehey’eti görünüyor ki on zatden teşekkül edecektir. Demin söze başlarken arz ettiğim gibi memleketde iki vech gösteriyoruz. İki evladımız oluyor. Aynı derecede iken yekdiğerinden mütefavit terbiye veriyoruz. Bu iki terbiyenin ıztırarı işte bu iki maddedir. Bu da iddi’amız vechle sa’adet-i dünyeviye ve uhreviyemizi millet-i İslamiye’nin ihtiyacat-ı dünyeviye ve uhreviyesini asrın talkinlerini iskat edecek ve bu ihtiyaclarımızı te’min eyleyecek kadar maalesef Türkçe bir kitaba malik değiliz. Ben Türk olarak garb felsefesinden kopan garb felsefesine karşı akidesine karşı mücadele edecek lisanımda bir tek kitabın mevcudiyetine kani’ değilim ve bir tek malik değilim. İşte ciğerlerimizi yakan memleketi tefrikaya sokan budur. Memleketi izmihlale götüren budur. İşte; yine burada da bir tedbir noksandır. Yine burada adam düşünülmüştür. Tedkikat ve Te’lifat demek Arabca lisanda herhangi bir lisanda bilhassa İngilizcede bugün asar-ı İslamiye daha çoktur. Efendiler! Türk lisanından da çoktur. Binaenaleyh Tedkikat ve Te’lifat-ı kimseyi ne bi’l-vasıta ne de bila vasıta iltizam etmedim. On beş senelik meb’usum hiç kimse hatta vekillerden hiç birisi çıkıp da filan kimseyi tavsiye etti diyemez. Burası mevzu’ bahs olmayınca “Mutlaka dünyada en birinci adam budur ben buna tekeffül ederim.” Tabi’i kimse bunu diyemez. Çünkü bu zevat imtihana tabi’ olmayacaktır. Bunlar asar neşr etmiş hidemat ifa eylemiş herkes nazarında mevki’-i ihtiram kazanmış olan adamlardan seçilecektir. Bunlar imtihana tabi’ olamaz. Bu gibi şeyler kanuna nizama sığmaz. Mahkeme-i temyiz için bir esas kurulmuştur. İstinaf müdde’i umumilerinden şu olacak diğerlerinden şu olacak. Fakat alim olan herhangi bir zat ders okutur icazet verir. Fetvahane’de bulunur asar neşr eder. Fakat fela ve fela. Memuriyetde bulunmuştur diye bunun derecesini gösteremezsin. Meclisin bütün hey’et-i ilmiyenin arasına arz edeceğim. Herhangi bir şekilde ya’ni nizamname mi yapılmak lazım gelir yoksa kendileri mi intihab etmek lazım gelir? Tabi’i bunu hey’et-i aliyyenize arz edeceğim. Bu hususda bir esas tesbit ettireceğim. Çünkü bu şahıs mes’elesi değildir. Öyle bir esas te’sis edelim ki ben değil hiç kimse buraya ehliyetsiz kimseyi getirmesin. Ne gibi bir esas yapmak lazım geleceğini hey’et-i aliyyeye arz edeceğim. Yalnız Hüseyin Avni Bey’in dedikleri gibi ben tekeffül edemem ki buraya en yüksek adam gelecektir. Fakat bunlar imtihana tabi’ tutulmayacaklardır. Asarından anlayacağız. Biz de bulursak bizden başka yerde mesela Arabistan’da bulursak oradan getireceğiz fakat biz de fıkıh ve fetva mesaili haricden daha ziyadedir. Mesela: Bir aralık Fetvahane’ye Arabistan’dan iki zat getirilmişti. Bunlar bir şey edemediler! Onlar en ziyade hikemiyatda edebiyatda ehadisde yüksek adamlardır. Binaenaleyh bu hususda gayret edeceğiz. Fakat imkan dairesinde çünkü el-cud mine’l-mevcuddur. Ali Rıza Efendi – Velev kane bi’s-Sin. Vehbi Efendi – Efendim! Meclis gayet esaslı ve mühim bir mes’eleden bahs ediyor. Bu hamlenin taht-ı tasdikinde de yalnız müftüler veyahut fetva emaneti re’y-i hodla fetva verir gibi şeyler söylenmiştir; hiç bir müftü re’y-i hodla fetva veremez. Vermez değil. Veremez. Refik Şevket Bey ekseriyetle fetva verirler mi? dedi. Evet eimmenin ihtilaf etmiş olduğu yerde zamana evfak olan ekseriyetle tercih olunabilir. Fakat ekseriyetle yeniden bir mes’ele ihdas edebilir mi? Haşa! Bu olamaz; olamaz. Binaenaleyh Şer’iyye vekili Hoca efendinin buyurduğu vechle bu aranacak tetkikden geçecek memleketimizde ve sair bilad-ı İslamiye’de ma’ruf olan zevatdan intihab edilmesine gayret edilecektir. Hakikat bundan ibaretdir. Bunun için müzakereyi uzatmakda ma’na yok ma’aşlarını tesbit edelim. kitabından da alacağız. Ali Rıza Efendi – Nazar-ı dikkate alınmıştır. Hüseyin Avni Bey – Onun için efendiler! Müsa’ade buyurun! Tedabir-i lazime nazar-ı dikkate alınmamıştır. Hoca Efendi emin olunuz ki yine ihmal edilecektir. Yalnız beni soğukkanlılıkla değildir ki hiçbir zaman bir milletin kendi lisanı diğer bir milletin lisanına kalb olsun işte seneden beri tir. Esasen dinimiz bizi icbar etmemiştir. Fakat maalesef diyeceğim ihmal edilmiş ve bundan - asra kadar çalışmış ulemanın kitabları olduğu gibi kalmış biz bunlardan bir zerre ve bir katre alarak tedrici suretde kendi çocuğumuza tam bir felsefe tam bir akide verecek şeye malik değiliz. Böyle sendeleye sendeleye sellemehü’sselam şarkın medeniyetinden uzaklaşmış gayr-i ihtiyari Garbın adetini bilmeyiz. Böyle leyte le’allede kalmış ve yuvarlanan bir milletiz. Bunun cevabını kim verebilir efendiler? Şimdiki Şer’iyye Vekili değil bütün Şeyhülislamların ta’kib ettikleri tarik-ı müşevveş feca’atiyle karşımızdadır ne yapmışlardır! Ancak ölgün bir fikir bırakmış. Diğer tarafdan garba akmak ıztırarını ihtiyacını duymuşuz. İşte efendiler! Ben öyle te’lifat ve tedkikat müstağni bulundursun! İşte bugün garbdan müstağni kalamayan bizler oraya gittiğimiz zaman arkamızdan bir tokat vuruyorlar. Bu leyte la’allede kalmış bir millete Allah acısın ve insaf edelim. Cehl alemiyiz. Bize şu milleti yürüteceğiz demek için şu te’lifat ve tedkikat-ı mevcude ne ise bize onu çıkarın bize serpin efendiler. Yoksa sellemehü’s-selam tazyikle “Almayacaksınız.” Ben irfan alırım efendiler. Ne vakit almam? Şark beni garbdan müstağni bulundurduğu zaman! Efendim. Bize diyeceksiniz ki: Alma. Sizin için bir vicdandır almayın diye garbden kıskanacaksınız. O da sizin vazife-i diniyyeniz icabındandır. Beni garbdan kıskanmayan müslümana ben müslümandır demem. Evet beni Garb’dan kıskanmalı. Fakat ihtiyacımı tatmin etmeli. yapıyorsunuz. Var mı yok mu? Bugün iman etmemiş bir adam senin kitabında nur hüner var mıdır? deyince varmış diyorum. Vardır diyemiyorum. Çünkü bilemiyorum ki bir esere malik değilim ki; Hilafeti ihraz etmiş asırlardan beri dinin hamisiyim diye i’lan etmiş olan insan kendi de Türk olduğu halde bir kitaba malik değil. İşte efendiler tedkikat ve te’lifat en mühim ve mu’azzam derdimizdir. Sa’adet-i dünyeviyeyi nasıl mütekeffildir. Maddeten göstermeli. İşte bunlar efendiler! Bizde bir hayal kalmıştır. Bir efsane diyorlar. Efendiler! Efsane diyene karış ben hakikati gösterecek ikna’ edecek faide ki Türkçe’de yok. Onun için bu ihtiyac yine resim gibi önümüzden geçiyor. Tedkik ve te’lifat şu matbu’a ve şu teşkilatı şu felsefeyi çocuklarımıza bırakmak için asar neşr edilecek olsa idi verirdim efendiler! Ben bugün on iki kişiye şu parayı verirsem ne yapacaklar; bu para buraya iş görmemek için mi konmuş? Koyarken demek hiçbir şey düşünülmemiş. Burada arkadaşların himmetiyle üç kişi on kişiye iblağ edilmiş fakat bu ihtiyacı tatmin edebilecek mi? Ve bu on kişi bu vazifeyi yapacak mıdır? Cihanın felsefesini bunun huzurunda diz çöktürebilecek miyiz? Ben mahdud bir fikirle hiçbir akideye merbut kalamam. Herkes de o na-mahdud felsefe önünde diz çöksün. Aksi takdirde intisabımı iddi’a edemem. Çürük zihniyetle yaşayan insanlar kendisini insan tasavvur etmesin. Din öyle değil efendiler! Bunun içine üç yüz milyon insan girmiş bunda fazilet olmasa idi acaba herkes deli midir ki içeri girsin? Bunları cevabsız bırakmak günahdır. Biz Türk milletiyiz. Bunu bilmeliyiz. Bunu bilmek lazımdır. Efendiler! Bu on kişi bu ihtiyacı tatmin edemez. Ya azim bir teşkilat yapınız yahut bu olamaz. İşte; İslamiyet’de nur vardır. Yok diyenlere karşı onu isbat etmek lazımdır. Cihadın ma’nası budur. Ali Rıza Efendi – Biz para verelim. Hüseyin Avni Bey – Efendim! Verelim. Fakat bu şekil iş görmek için düşünülmemiştir. Bu çürüklüğü devam ettirmektir. Filan filan alim çalışıyor. Bakın efendiler! Te’lif ve Tercüme Hey’eti’nde şu kadar alim meccanen çalışıyor. Şunu tab’ için de para için geldik deselerdi istedikleri kadar para verirdik. Efendim! Türkçe’ye şu tercüme edilmiş deselerdi yine para verirdik. Bugün iş görülmemiştir. Ali Rıza Efendi – Allah aşkına kim ma’aşsız Hüseyin Avni Bey – Tabi’i! Onu istesinler efendi hazretleri! Eski zamanda hiçbir hocanın bütçeden ma’aşı yoktu. Ve Halkımız yine onları müstağni bırakmıştır. Onlardan kaç kişi ma’aş alır? Hocalar bütçe madde üzerinde arz ediyorum milleti bu halde bırakmamak bu niyetinizin borcudur. O da lafla değil. Hüner ve marifetle hikmet ve felsefe ile olur. Bunun haricindeki sözleri kimse dinlemez. Ve akar gider. Bunun vebali boynunuzda kalır! Mazhar Müfid Bey –Hüseyin Avni Bey buhey’etin azlığından bahs buyurdular. Zan ederim bu mevzu’ bahs olamaz. Onu o gün söylemeli idiler. Takrir Düşman ordularının malzeme-i harbiyesi hemen sülüsan i’tibariyle topraklarımızdadır. Düşmanın esirlerin-den başka insan zayi’atının yüz binden ne kadar fazla olduğunu ta’yin etmek müşkildir. Fakat salahiyet-i resmiye ile milletimize tebşir ederim ki bizim bin nüfusa baliğ olmaktadır. Büyük Türk milleti; ordularımızın kabiliyet ve kudreti düşmanlarımıza dehşet dostlarımıza emniyet verecek bir kemal ile tezahür etti. Millet orduları on dört gün zarfında büyük bir düşman ordusunu imha ettiler dört yüz kilometrelik fasılasız bir ta’kib yaptılar Anadolu’daki bütün memalik-i müstevliyemizi istirdad eylediler. Büyük zafer münhasıran senin eserindir. Çünkü memnunen düşmana teslim eden hey’etlerle milletin hiçbir münasebeti yok idi. Bursa’mızı istila eden Yunan kuvvetleri ise ancak imparatorluğun askeri teşkilatıyla tevhid-i amal ve tevhid-i harekat ederek muvaffak olmuşlardı. Vatanın halası milletin re’y ve iradesi kendi mukadderatı üzerinde bila-kayd u şart hakim olduğu zaman başlamış ve ancak milletin vicdanından doğan ordularla müsbet ve kat’i neticelere erişmiştir. Büyük ve necib Türk milleti Anadolu’nun halas zaferini tebrik ederken sana İzmir’den Bursa’dan Akdeniz ufuklarından ordularının selamını da takdim ediyorum. geçen celsede tasvib-i alinize iktiran etmiştir. Bu az ise o gün söyleye idiniz. A’za azdır adedi teşkilatı daha büyük olmalı demeli idiniz. Büyük asil Türk milleti; ordularımız Eylül sabahı muzafferen tahlis ettiler. Akdeniz askerlerimizin zafer teraneleriyle dalgalanıyor. Asya imparatorluğuna yeltenen küstah bir düşmanın muharebe meydanlarına gelmek cesaretinde bulunan ordu kumandanları ile kumandan hey’etleri günlerden beri Türkiye Büyük Millet Meclisi hükumetinin esir-i harbi bulunuyorlar. Düşmanın başkumandan ta’yin ettiği General Tirikovis birçok gece ve gündüz Mayosa muharebatından ve her çare-i halası tecrübe ettikden sonra nihayet ma’iyyetindeki generaller ve erkan-ı harbiyeleri ve kumanda ettiği ordunun elinde olan bakayasıyla arz-ı teslimiyet eyledi. Eğer Yunan Kralı da bugün esirlerimiz arasında bulunmuyorsa bu tacdarların şi’arı esasen yalnız milletlerinin safalarına iştirak etmek olduğundan muharebe meydanlarının felaketli günlerinde onların saraylarından başka bir şey düşünmemek tabi’atlerindendir. Garb fabrikalarının çelik zırhları ile kaplanan mu’azzam Yunan orduları artık Anadolu dağlarında zabitleri tarafından terk edilmiş zavallı sürüler cinayetlerinden tedehhüş ederek kudurmuş kitleler ve ağaç diplerinde kalmış dermansız yaralılarından ibaret kaldı. Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Şer’iyye Vekaleti muvaffak olursa elini öperiz – İstanbul’daki Darülhikme’ye benzemesin – El-cud mine’l-mevcud düsturu kafi değildir – Muhit ile mukayyed olmanın doğru olmadığı – İhtisas ve ehliyete fevkalade ehemmiyet verilmesi lüzumu. Medaris-i ilmiyye ile Darülhilafe’nin tevhidi lüzumu – Medreselerde lisan-ı ecnebinin lüzumu – Tahsil müddeti – Hüseyin Avni Beyefendi’nin medreselere müte’allik beyanatı: – Asırlık proğramla medreseler yürümez – Medreseden yetişenler ihtiyacı te’min edemiyor – Mektebden çıkanlar lakayd oluyor – On yerde İlahiyat Medrese-i aliyyesinin açılması lüzumu – Medrese de mekteb de noksandır – Dünyevi ve uhrevi ihtiyacatımızı te’min edecek asarın mefkudiyeti – Mustafa Taki Efendi hazretlerinin beyanatı: Tanzimat-ı Hayriyye’nin memlekete soktuğu nifak arayan bulur. Vehbi Efendi hazretlerinin beyanatı: Hükumet adam yetiştiremez – emlekete felaketi getiren Tanzimat-ı Hayriyye’dir – Kabahat Avrupayı taklide yeltenen hükumetindir – Medreseler salah ocağıdır – Bugünkü milli teşkilatı meydana getirmek hususunda her yerde hocalar öne düşmüştür – Tedrisat-ı diniyyedeki noksan ve kusur hocalara ait değildir – Kahır lütuf karşısında olur – Hocalara ne verdiniz ki mukabilini bekliyorsunuz – Kapıcıların hademenin ma’aşı daha çoktur. Misyoner Erkan-ı Harbiyyesi’nin müdhiş fa’aliyeti – Müslümanlar tanassur ettiriliyor – Ahlak-ı İslamiyye şe’air-i milliyye yıkılıyor – Tehlike çok büyüktür – Derhal bu tehlikenin önüne geçmek millet münevverlerinin mütefekkirlerinin matbu’atının en mütehattim vazifesidir – Millet rehberlerini teşrik-i mesa’iye da’vet. - keyfiyeti kemiyeti hakkında tafsilat vereyim. Bu nasıl yapılacaktır? Ve ne yapacaktır? Bu devletde bu hey’et-i mesinden istidlal edilen şey hadisat üzerine fetva verilmesi hususunda bir hey’ete luzum olmasıdır. Ve bu hey’et senede üç beş yüz ne ise -bendeniz bunun az olduğuna kani’im- müraca’atları tetkik edecek cevab verecektir. Bunlar on azadan ibaretdir. Yetmiş beş lira ki bu bu tarzda bir teşkilat ise hadisat-ı ferdiye üzerine fetva verecekse bu teşkilata hiç lüzum yoktur. Nusret Efendi – Değil değil. Hacı İlyas Sami Bey – Değilse burada zabta geçti. Asıl ihmal edilen şey gürültülerhey’et-i umumiyesi hakkında söylüyorsunuz devam sesleri pek müte’ellim olduğum şey evvelce mes’elenin geçiştirilmiş olmasıdır. Şimdi de geçiştirilmek isteniyor. O zamanda bahs olan… Nebil Efendi – İstediğiniz kadar söyleyin reis bey! İstediği kadar söz veriniz. İstedikleri kadar söylesinler hem sükunetle dinleyeceğiz. Birinci maddenin müzakeresi bitmiştir. Reis -Müsa’ade buyurun Nebil Efendi!... Nebil Efendi – Zaten maddenin müzakeresi geçmiştir istediği kadar söylesin. Başkaları burada gürültü ettikleri zaman hiçbir şey söylemiyorsunuz. Bendenize söylüyorsunuz. Hacı İlyas Sami Bey – Mevzu’bahs olan şeye muvaffak olursa biz Şer’iyye Vekaleti’nin elini öpeceğiz. Ben zan ederim ki: Bunun ta’limatname-i mahsusa şeklinde zabta geçmesinden Meclis-i Ali’nin hey’et-i umumiyesi memnun olacak. Hacı Tevfik Efendi – Fasıl kabul edilmiştir çevirme hareketi mi yapıyorsunuz? Musa Kazım Efendi – madde kabul edilmiştir. Mevzu’ üzerine söyleyiniz. Hacı İlyas Sami Efendi – Diğer bir arkadaşımız bu azdır kifayet etmez diyor. Eğer kifayet etmez deniliyorsa bendeniz Tedkik ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’eti üzerinde söz söyleyeceğim. Mevzu’-ı müzakere de budur. Bendeniz diyecektim ki bir çok asar-ı İslamiyeyi Türkçe’ye tercüme edecek neşr edecek olan bu hey’etin üç kişi beş kişi diye adedi üzerine söylemekden ziyade bunun keyfiyeti üzerine söz söylemek daha muvafıkdır. Bendeniz diyorum ki bu ta’bir altında iki şey Hüseyin Avni Bey – Maatteessüf söz sırası gelmedi. Söz için cebr edemezdim. Mazhar Müfid Bey – O halde hey’et-i aliyyenizin kabulüne iktiran eden bir hey’et hakkındaki adedi muahezeye hiçbir kimsenin hakkı yoktur. Takrir kabul edilmedi de encümene nasıl gelmiştir? Havadan uçup da mı gelmiştir? Takriri kabul ettik diye encümene verdiniz. İsterseniz takriri geri alın; dönün rücu’ edin Hüseyin Avni Bey biraderimiz bu mühim mes’elede büyük teşkilat ister. Ama yapılmamıştır diyor. Biz de biliyoruz. Bu ana kadar yapılmamış olan bu mühim mes’elenin zaman-ı alinizde yapılmasına muvaffakiyetden dolayı Cenab-ı Hakk’a şükür ederiz. Nusret Efendi – Ba husus şu zafer zamanında bu bir bera’at-i istihlaldir. Hacı İlyas Sami Bey – Efendim! Hey’et-i umumiyesindeki müzakerenin kifayeti kabul edilip fasıllara geçildi. Galiba yine meclis veya reis pek bir kifayet takririyle geçmek istiyorsa bendeniz söylemeyeyim. Fakat bendeniz zan ediyorum ki atılan şu hatve yapılan müzakere ve şu mevzu’ vaz’iyyet-i hazıramızın iyiliğe lunan mücadele-i dahiliyesi dahilinde bir hatve olmuş oluyor. Ve bunu ilk def’a iki kişi ile müzakere ediyorsunuz: Bu da makam-ı vekaletin fetva emaneti ile karşısındaki rakam Tedkikat ve Te’lifat Hey’eti ile bütçeye vaz’ etmiş olduğu rakamdır. Bunun üzerine meclis-i aliniz yapılan işin şeraiti kemiyeti keyfiyeti hakkında bir müzakere icra etseydi şu kelimelerden ma’na istidlal ederek buna geniş bir ma’na vererek bir şey vücuda getirecekti. Buna verdiğimiz meblağ azdır çoktur. Şu za’if bir teşkilatdır gibi sözlere lüzum kalmayacaktı. Tedkik ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’eti’ne beş kuruşu bile çok gören arkadaşlarımızın kalbini bendeniz hey’et-i aliyyenize arz ediyorum. Herkes bu mes’eleden şikayet ediyor çarpıtıyor. Buna taraftar olmayan yok. Çünkü benim gözümün önüne geliyor. Hatta hepimizin gözü önüne geliyor. Hadisat-ı ferdiye üzerine fetva vermek için koca bir teşkilat yapılır mı? Eğer bu kelimeden çıkan ma’na ki hepimiz bir kadro teşkilatı ve parayı çok görmeyeceğiz. Burada bir ta’bir ve önündeki bir cümle işi kesip bitiriyor. Rica ederim bari bir şey olsun. Vekalet makam-ı vekalet bunun ta’limatını bunun proğramını vechesini uzun ta’limatla hiç olmazsa nukat-ı esasiyesini burada söylemese bile ben afvınıza mağruren bunun esası vardır. Bunun ifade edeceği ma’na bu ise üç de kafidir. Bunlar akaid-i İslamiyyeyi tercüme edecek bizi o hedefe hiç bu gibi şeylerin arzına mahal kalmaz. Neticede gayet Abdülgafur Efendi – Efendim! Vekaletin takdim ettiği bütçede esbab-ı mucibe layihası vardır. Bu maksadı te’min etmiştir. Reis – Efendim! Sözünü kesmeyiniz. Niçin sözünü kesiyorsunuz? Devam etsin söylesinler. Sonra da siz söyleyin! Hacı İlyas Sami Bey devamla – Efendim! Bendeniz diyorum ki hey’et-i ictima’iyyemizi pek mükemmel bir şekile sokacak göz önünde gözüken bu teşkilat-ı kadaşların ruhunu tatmin edecek olan bu teşkilatın yapılması ruhu gösterilerek yapılacak olursa; bizi diğer memleketlerden müstağni kılacaktır. Lakin eşhasdan eşkalden mücerred olarak sırf nazari bir teşkilat ile yapılacaksa hiçbir şey çıkmaz. İstanbul’da idare-i sabıkada ulvi bir ruhla nezih bir fikirle Darülhikmeti’l-İslamiye diye teşkil edilen ve sonra bir daire teşkilatından başka bir işe yaramayan bir müessese vardır. Bilir misiniz? İstanbul’da bir Darülhikme namı altında bir müessese teşkil edilmiş ve “Darülhikmeti’l-İslamiye” denilmiş. O zaman bunun ma’nası gayet yüksek mülahaza edilerek yapılmıştır. Sonra oradan buradan -mücerred- i’aşe edilmek maksadıyla bir takım adamlar getirilmiş! Oraya getirilen rın büyük mukarrerat-ı İslamiye ve diniyye arkasında müessir-i hakiki olacaksa şimdiki gibi eşhas hesabına mukaddesatdan bahse meydan vermeyecek ve herkesi metin mukarreratına serfüru ettirecektir. Binaenaleyh; efendiler; böyle bir teşkilat olacaksa bu teşkilatın olması bendenizce lazımdır. Efkar-ı umumiye dini örfi ictima’i muhtelif efkara cereyana kapıldığı zaman ki bu hey’et bütün kahramanlığıyla meydana çıkacak ve diyecek ki dinin mukaddes tanıdığımız şeyin vechesi budur. Halbuki ferdin buna karşı söz söylemeye hakkı yoktur. Bu teşkilatdan maksad bu mudur! Abdülgafur Efendi – Millet bundan sonra me’kel olmayacaktır inşallah! Hacı İlyas Sami Efendi – Şimdi bu maksada vusul için “El-cud mine’l-mevcud” düsturu maksadı te’mine kafi değildir. Umum İslam’a şamil olacak bir müesseseye adamlar getireceğim demek değildir. binaenaleyh maksadın şu olduğuna göre bu eşhasın şeraiti herhalde muhtelif fenlerde muhtelif mesleklerde ihtisas kesb etmiş olmaklıkdır. Bunlar tenevvür etmiş insanlardan olmalıdır. Yalnız ulum-ı Arabiyye’deki idmanıyla değil aynı zamanda ulum-ı Arabiyyedeki fünun ve felsefeyi de idrak etmiş bulunmalıdır. Fünunu idrak etmemiş tetebbu’at-ı ilmiyede bulunmamış zevatdan olmamasını rica ederim. Bu bu suretle kayda geçsin. Benim en çok maksadım bunun tahkikidir. Bu söylenilen sözlerin ve şeraitin zabta geçmesini ve yapılacak teşkilatın bununla kıyas edilmesini ve buna göre hareket edilmesini bendeniz teklif ediyorum. Bunun kabulü zaruri ve muvafıkdır. Reis – Efendim! Müzakerenin kifayetine dair Konya Meb’usu Musa Kazım Efendi’nin takriri var. Re’y-i alinize vaz’ edeceğim. Müzakere kafidir. A’za ma’aşının müsavi suretde kabulünü teklif ederiz. Reis – Birinci fıkrayı re’yinize arz ediyoruz. Müzakereyi kafi görenler lütfen el kaldırsın! Müzakere kafi görülmüştür. Efendim! Musa Kazım Efendi’nin ikinci bir takriri var. Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’eti’ne müte’allik beşinci maddenin esasında bir ihtilaf yoktur. Müttefekün aleyhdir. Binaenaleyh müzakere kafidir. Azasının kabul olunan takrir mucebince ma’aşlarının müsavi suretde kabulünü teklif ederim. Reis – Efendim! Basri Bey’in de bir teklifi fakat zam teklifi olduğu ve bir imzalı bulunduğu için re’ye koymuyorum. Bu takrir mucebince Tedkikat ve Te’lifat-ı edenler lütfen el kaldırsın! Kabul edilmiştir. Şimdi Efendim encümenin bir teklifi vardır. Dört bin üç yüz elli liradır. Bu fasılda başka madde yoktur. Şimdi faslın yekunu ne oluyor? Mazhar Müfid Bey –On üç bin yedi yüz on altı lira oluyor efendim! Reis – Efendim! Faslı re’y-i alinize arz edeceğim. Basri Bey – Anlaşılmayan bir cihet var bu ifta hey’eti ma’aşatı hep yetmiş beş lira mı olacak… Reis – Müsavi oldu efendim! Bu . Faslın yekununu on üç bin yedi yüz on altı lira olarak re’y-i alinize vaz’ ediyorum. Kabul edenler lütfen el kaldırsın. Kabul edilmiştir efendim. Bundan sonra encümene gitmeyen hangi fasıl var efendim? Mazhar Müfid Bey – Efendim zammı meclis kabul etti. Al bunu kabul ettik dedi biz de ilave ettik getirdik. Neyi müzakere edeceksiniz?. Mustafa Sabri Bey – Efendim! Bütçe esnasında her şeye i’tiraz edilir. Gerek usul-i tedris hakkında gerek usul-i idare hakkında elbette izahat isteriz. Hüseyin Avni Bey – Mazhar Müfid Bey değil; bu i’tirazı Şer’iyye Vekili efendi hazretleri yapsın… Mazhar Müfid Bey – Usule dair herkes Tedrisat Müdürü Hamdi Efendi – Sabri Efendi hazretleri leti’nin iki medresesi var. Birisi Darülhilafeti’l-aliyye diğeri Medaris-i İlmiyye buyurdular. Darülhilafe medreselerinde ulum ve fünun-ı cedide tahsil edildiği halde medaris-i böyle değildir. Bir def’a Darülhilafe demek medaris-i edilen bir nizamname veyahut bir kanun ile bunun bütün Umumi’de bütün medaris talebesi de diğer mekatib talebesi gibi asker olduklarından Anadolu’da bulunan medreseler tamamen kapanmıştır. Fakat; Darülhilafe’ye devam eden –ya’ni askerlikle alakası olmayan– talebe kalmışlardır. O sırada Anadolu’nun on beş yerinde Darülhilafe açmışlar ya’ni medreselerin ıslah edilmiş şekli on beş yerde tatbik edilmiştir. Şimdiye kadar o şekil devam ediyordu. Geçen sene meclis-i ali Harb-i Umumi esnasında kapanmış olan medreselerin ihya edilmesi için bir tezahüratda bulunmuş ve bunun nizamnamesi tesbit edilmiş yapılmış bu günkü medaris-i ilmiyede tamamıyla değilse de Darülhilafe’de okunan derslerin hemen hepsi konmuştur. Riyaziyat vardır tarih vardır; tabi’at vardır. Yalnız lisan-ı ecbeni yoktur ki o lisan-ı ecnebi geçen sene –hangi sebebe istinad ettiğini bilmiyorum– Darülhilafe medreselerinden maatteessüf kaldırılmıştır. Fakat bu ne için kaldırılmış? Kim kaldırmış? Niçin kaldırmış? Kimse bilmiyor. Bendeniz bu sene lisan-ı ecnebiyi bütçeye koydum encümene teklif ettik encümen maatteessüf kabul etmedi. Halbuki bu lisan-ı ecnebi mutlaka medreselere konulmalıdır. Çünkü İstanbul’da bulunan Darülhilafe medresesinde lisan-ı ecnebi tedrisatı devam ediyor. Nizamnamesi de mevcuddur. Fransızca İngilizce Rusca Almanca mutlaka şu dört lisandan birini öğrenmek şarttır. Encümene teklif ettik encümen kabul etmemiştir. Bendeniz bunu yine musırran rica ediyorum. İstirham ediyorum. Mutlaka Darülhilafe medreselerine lisan-ı ecnebi konulmalıdır. Sonra efendim medaris-i ilmiyeye gelince bunlar mutlaka bu halde kalmayacaktır. Medaris-i ilmiyeler Darülhilafeler ile birleşeceklerdir. Fakat; bunun mükemmel olanı mükemReis – . Fasıl nedir efendim? Mazhar Müfid Bey – Tenvir ve teshin faslına yüz lira zam edilmiştir. Reis – Faslın yekunu ne oluyor? Mazhar Müfid Bey – Aşağısı var mefruşat lira iken lira oluyor. Kırtasiye lira iken lira oluyor. Yekunu lira oluyor. Reis – Efendim! Fasıl hakkında söz isteyen var mı? Çünkü zamlar vuku’ bulmuştur. bu faslı zammiyatıyla beraber lira olarak re’y-i alinize vaz’ ediyorum. Kabul edenler lütfen el kaldırsın! Bu fasıl lira olarak kabul edilmiştir. Reis – . Fasla geçiyoruz. Faslın yekunu ne kadardır efendim? Mazhar Müfid Bey – lira. Ali Rıza Efendi – Proğramlarına bakınız kalkmıştır onlar. Mustafa Sabri Efendi – Ya medaris-i ilmiye olsun veyahut Darülhilafe medresesi olsun herhalde bunun rafda bir şekil. Bu usul-i tedrise nihayet verilmelidir. Darülhilafeti’l-Aliyye’de okunan iyi ise onu kabul edelim. Medaris-i ilmiyede okunan iyi ise onu kabul edelim. Bu ikilik nedir? Buna dair Şer’iyye vekili efendi hazretleri medreselerin gerek usul-i tedrisiyesi ve gerek usul-i Mazhar Müfid Bey –Reis Bey! Usule dair söyleyeceğim. Bu maddeler hakkında geçen celsede uzun uzadıya söylenilmiş ve cevabları verilmiştir. Bu def’a müzakere olunacak şey encümene havale edilen zamdan ibaretdir. Bunlar geçti. Mustafa Sabri Efendi – Böyle yalnız erkam kabul etmiyoruz. Mazhar Müfid Bey – Geçen def’a bazı arkadaşlar sordular cevabını da aldılar! Sen de dinleye idin. Reis – Böyle müzakere olmaz ki efendim. Refik Şevket Bey – Mazhar Müfid Bey’in söylediği bu hususda varid değildir. Müzakere edilip kana’at hasıl olmalı ki ondan sonra… Fakat birbirimizin yüzüne bakmayız. Sebebi nedir! İkimiz de bir babanın evladı. Ben de o ismi taşıyorum ve benim boynumu kesseler ismim değişmez. Akidem de odur. Ne ise ortada ne var? –Allah tarafından demeyeceğim haşa– bize nifak için bir bela gelmiş bu bela nereden geldi? Bu bela cehlden geldi. Efendiler! Bu dünyevi ve uhrevi sa’adetin mevcud olduğuna kani’ bulunduğumuz dinimizin ahkamı dahilinde dünyevi ve uhrevi ihtiyacatımızı te’min edecek asarı lisanımızda bulamadık. Mekteb açamadık derken efendiler! İki kısma ayrıldık! Bugün ilmiyeye intisab eden adam maddiyatda müstağni görünmek ister. Cübbe giymez yemek yemez. Mesa’ileri öyle bir hazırlık ki; hiçbir ihtiyacı te’mine muktedir değil. Vazifeleri yalnız nasihat eder. Öbür tarafda diğer bir kısım da kendini lakaydiye bırakıyor. Şimdi iki tarafın rica ederim beşeriyyete yaptıkları hizmet midir? Bir millet tıbdan anlamaz san’atdan anlamaz sonra felsefeye nasıl geçer? Bir kısım için olsa kabul olunur. Fakat umumi düşünce böyle olursa ne dereceye kadar doğrudur? bir kere hayat için maddi ihtiyac ondan sonra ruhi ma’nevi zevk. Bunu tatmin etmek için bu proğramlar kat’iyyen kafi ve doğru değildir. Demek ki efendiler! Bu ibtidai tahsil değil. Bu me’aliyatı tahsil için ki on yerde leyli ilahiyat mektebi olsun. Bana nasihat bir kuvvetin olmadığını isbat edecek nurlu ağızlar bütün beşeriyete felsefesini huzurunda diz çöktürecek bir merci’ olsun. Böyle anlarım. Hatta bundan elli sene yirmi sene evvel icazet almış hoca efendiye zor ders okuturum. O ilahiyat şu’besinde her sene imtihan vermeye mecburdur. Öyle sellemehü’s-selam latayı giyip sarığı koyduktan sonra artık alem böyledir demek değildir. Bir şeye yaramazdan – Bir şeye yaramaz gibi değil bu her sene imtihan verecek o merci’-i alideki bu kıyamete kadar bekasını iddi’a ettiğimiz dini yaşatınız ve mekteblerinizin noksanını ve beşerin maddi ma’nevi Darülhilafeler noksandır. Yanlış yola götürür bir mektebdir. Bizim ma’arif mektebleri de öyledir. Müslüman mektebleri de noksandır. Ona göre ve ihtilafa sebeb yoktur. Madem ki müslüman evladlarını kabul etmişsiniz; Açarsınız bir mekteb ihtiyacat-ı diniyyesi nedir dünyeviyyesi nedir; oradan kardeşçe yetiştiriniz. İhtisas mes’elesi geldiği zaman da açarsanız diğer bir leyli mekteb sellemehü’s-selam hoca efendinin okutması değil. zurunda her sene ilmini ehliyetini isbat etmedikçe ders okutmak va’z etmek hakkını veremezsiniz. İşte efendiler! Hastalık nereden? Bir kere aramıza nifak sokuyoruz. Biribirinden mahrum böyle iki zihniyetle yapılan mel olmayanını mutlaka bel’ edecektir. Eğer medaris-i hale gelmiş ise öbürlerini bel’ eder ve ikisi birleştirilir bir müessese haline getirilri. Ve bugün bunun esası vaz’ edilmiştir. Medaris-i ilmiye ile Darülhilafe ayrı ayrı olmayacaktır. Her ikisi bir hale gelecektir. Ve medaris-i ilmiyeye fünun-ı cedidenin vaz’ edilmesine sebeb de bundan Mustafa Sabri Efendi – Bir talibin müddet-i tahsiliyesi kaç sene devam edecektir. İbtida-yı dahil medresesinden mücaz bir talib ruus müddetine dahil oluncaya kadar kaç sene devam edecektir? Tedrisat Müdürü Hamdi Efendi – Efendim Darülhilafelerlin dört kısmı vardır. Birisi ihzari ya’ni mekatib-i hiç olmazsa üç senelik mekatib-i ibtidaiyeyi ikmal etmiş bir efendi oraya alınır. Orada üç sene kalacaktır. Sonra geçer. Üç sene kalır. Ondan sonra ali kısma geçer. Üç sene de orada kalır. Bu sene ali kısım ancak iki yerde açılabilecektir birisi Elaziz’de diğeri de Konya’da. Binaenaleyh tahsili de senedir. Bir de ihtisas kısmı vardır. O ihtisas kısmı üç senedir. Orada bir talebe ikmal-i tahsil ile ihtisas kısmını ikmal eder. Ondan sonra kendisine ruus verilir. Refik Şevket Bey – Hamdi Efendi! Burada tane lisan-ı ecnebi muallimi görüyorum. Encümenin de kabul ettiği görülüyor. Hamdi Efendi – Encümen rakamlarını musib diye kabul etmiş. Fakat parası konur iken koymamıştır. O suret geçmiştir. Refik Şevket Bey – Efendim; Bunu kabul ederseniz muvazene-i umumiyeye geçirmek mes’elesi kolaydır. Madem ki encümen kabul etmiştir. Hamdi Efendi – Bizde böyle telakki ediyoruz. Meclis kabul ederse çok teşekkür ederiz. Hüseyin Avni Bey – Mazhar Müfid Bey müsa’ade ederlerse bir nokta-i nazar arz etmek isterim. Efendiler! Elimizde bir proğram var gösterirsiniz ki bu proğram birkaç asırlık programdır. Son zamanlarda da kapandı. Bu ümmet-i İslamiye’nin doktora san’atkara lüzumu yok mudur? Demek proğramımız anen fe-anen hatta her sene için tecdid olunmak ihtiyacı karşısındayız bu dinimizin ahkamı icabatındandır bir kere demin söz başlarken biz de en mühim yara çocuklarımızı çocukluğundan halde yekdiğerine zıt bir şekilde bulundurmaktır. Benim bir kardeşim var hafız. Ben avukat. Sırt sırta veririz. Tanzimat-ı Hayriye’ye gelinceye kadar tabib de her şey de bir yerde yetişiyordu. Tanzimat-ı Hayriye ile bunlar ayrılmıştır. Meslekler tutulmuştur. Bugün Hüseyin Avni Bey’in kemal-i letafetle vaki’ olan beyanatlarını tahlil edecek olursak acaba ihtisas mektebinden başka hangi bir mektebde ilm-i tıb tahsil olunabilir? Ya’ni her hangi bir ma’arif mektebinde tıp tahsil olunur da tabib olur mu? Rica ederim! Binaenaleyh; burada tıp tahsili olmadığından dolayı ve bunu nifak ocağı telakki ederek buraya nifak yuvası demeleri gayet insafsızlıkdır. Ve haksızca bir ta’rizdir. Hüseyin Avni Bey – Yanlış anlamışsınız! Ben tahsil-i umumi hakkında bahs ettim. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – İyi dinledim efendim! Hüseyin Avni Bey – Öyle demedim. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Öyle ise kendisi öfke ile ne söylediğini bilmiyor. Hüseyin Avni Bey – Hayır biliyorum efendim. Darülhilafe iyi bir kana’atle yapılmış mekteblerdir. Çünkü Tanzimat’dan sonra mekteb medrese namıyla Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Bu ara yerdeki münaferetin gittikçe derinleşmekde olduğunu gören erbab-ı nazar bu ikiliği birleştirmek için ortaya Darülhilafe diye bir şey atmıştır. Her şey tekamül ka’idesine tabi’dir. Bu da henüz ihtisas mektebi açılacak derecede terakki etmemiştir. Çünkü bu mektebler açılalı henüz beş-altı veyahut sekiz senedir Binaenaleyh; bu maksadla açılan bir mektebi fesad ocağı ta’biri ile tavsif etmek insafsızlıkdır. Hüseyin Avni Bey – O sözü geri alın efendi hazretleri bendeniz öyle demedim. İkiliğin fesad olduğunu söyledim. Fesad saçmak için hükümdarların yapmış olduğu şeylerdir. Yalnız medreseler değil mektebler de zihniyetlerin mahsulüdür diyorum Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Bunlar hükümdarın hüküm ferma olduğu bir zamanda yapılmamış. Bunu millet hakkını hükümdarın elinden aldığı bir zamanda kendi aralarında düşünmüşler taşınmışlar ve bu şekil mektebleri koymuşlar. Medreseler ka’ide-i tekamül bütün fünunu ihtiva ediyor. Bunun neresinde bir mahzur vardır. Ya’ni ortadan bu ikiliği kaldırmak için ortada ne gibi mani’ görülür? Binaenaleyh Darülhilafe medreselerini teksir etmeliyiz. Eğer; Hüseyin Avni Bey bu ikiliği kaldırmak istiyorsa bu Darülhilafe mekteblerinin teksirini teklif etmelidir. Hüseyin Avni – Mektebleri birleştirelim diyorum tevhid edelim ihtilaf kalksın diyorum. mektebler böyle his ve hükümdarlık entrikası milleti oynatmak için yapılan tuzaklardır. Bunlar mekteb değildir efendiler! Hükümdarın kendi huzuzat-ı nefsaniyesine alet yapmak ve cahil inşalar yetiştirmek Onun için Büyük Millet Meclisi Müslümanlığınızı iddi’a ediyorsanız Kitab’ınızın kudsiyetini iddi’a ediyorsanız o kitabın kudsiyyetini izhar edecek merci’ gösterin. Böyle nifak tohumu mahiyetinde olan cehl menba’ı olan yerlere Darülhilafe namını vermeyiniz efendiler. Efendiler! Bu proğramlar hangi ihtiyacı te’min edecektir. Müslümanlar meleki midir? Hayır esasat-ı İslamiye’de Peygamber diyor ki: bu noksanları Müfid Efendi – O hadis-i şerif değildir. Hüseyin Avni Bey – Hadis olmasın. Temenni edeceğim şudur. Biz kudsiyetine kani’iz. Bu feyzi birinden mahrum etmeye ne hakkınız var? Eğer nursa bütün millete niçin saçmıyorsunuz? Mektebi ayırmak günahdır. Dersiamlarını bile bilmezsiniz. Orada sellemehü’s-selam bugün mekteb açacağız. Muallim nerede? Kim okutacak? Yirmi senedir icazet veren o adamın Sonra efendiler! Mektebde talebe noksan o adama neden malumat-i diniyyesini esirgiyorsunuz? Açarsınız bir mekteb ona malumat-ı dünyeviyesi uhreviyesi ve diniyyesi nedir? Hükmü nedir? Onu bir kere tetkik ve umumi proğramını tesbit edersiniz. Bu nifak ocağı mahiyetinde olan eski teşkilatları yıkar hepsini birleştirirsiniz. Büyük Millet Meclisi milleti vahdet üzerine yürütürse vazifesini yapar. İbtidai ve tali kısımlar ikmal olunduktan sonra ali kısımlar da meslekler ayrılır. Herkes isti’dadına göre ilahiyat tıb hukuk riyazi ilh!.. İhtisas şu’belerine tefrik olunurlar. Eğer böyle vazifesini yapamaz mazinin hatası içinde yuvarlanırsa ebedi izmihlaldir efendiler! Başka bir şey söylemem. Şer’iyye vekili Abdullah Azmi Efendi – Hüseyin Avni Bey gayet zıddıyla tesmiye ettiler. Bu mektebin ihdası esasen ikiliği kaldırmak ve nifak ocağını yıkmak içindir. Hüseyin Avni Bey – Şimdi üçlük vardır. Mekteb medrese Darülhilafe. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Ulum ve fünun mektebler açılmıştır. Esasen ikiliği ihdas eden biz değil Tanzimat-ı Hayriyye’dir. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Bu tevhid bilahare tekamül tariki tutulduktan sonradır. Ya o onu bel’ edecektir. Ya o onu bel’ edecektir. Hüseyin Avni –İşte bunu bekliyorsanız bu olmaz. İhtilafın devamını arzu etmekdir. Maarif vekili ile anlaşınız efendi hazretleri!.. Mustafa Taki Efendi – Hüseyin Avni Bey biraderimiz zıddiyetden bahs etti. Tezatdan bahs etti. Hakikaten bu bizim en büyük derdimizdir. Evvelce mekteb medrese farkı yoktu. Gerek mekteb ta’bir et gerek medrese ta’bir et bir tarz ile yapılmış ve bu darü’l-ulumdan çıkan efendiler idare-i umur ederlerdi. Hatta devleti de onlar idare ederlerdi. Sonra nasılsa bu nifak araya girdi. Ale’l-husus bu nifak Tanzimat-ı Hayriye dediğimiz zaman-ı meş’umda başlamıştır. Afvinize mağruren zaman-ı meş’um diyorum. Avrupa’nın asıl maksadı bize Tanzimatı kabul ettirmek değil idi. Bilakis bizim perişan olmamıza mahvimize bir sebeb bulmak idi. Ne ise onlar ıslahat ve tanzimat diye sokuldular. Bizim hükumetimize bir takım tehdidlerde bulundular. O vakit maatteessüf bizim dinimiz güya tanzimata ıslahata salih değilmiş gibi. Bütün ecnebi teşkilatını aldılar ve memleketimize soktular. İşte; mektebler dediler ve medreseleri de mu’attal bir halde bıraktılar. Medreseler terakki devirlerini çokdan asırlardan beri bıraktı. Sonra mekteb namıyla içimize bir tefrika soktular onlarla yalnız Avrupa nazariyelerini Avrupa felsefelerini hatta Avrupa adetlerini bize anlatmak istediler. Bizim o vakitki erbab-ı dinimiz ulemamız bile maatteessüf bu ceryana mukavemet etmediler. Hatta bu cinayetin en büyük sahibleri Allah rahmet eylesin Cenab-ı Hak onlar hakkında da afv ile mu’amele eylesin o vakitki ulema idi. O vakitki ulema çıkıp demediler ki: Yahu! Bizden ne istiyorsunuz. Temellükat mı terakkiyat mı? Bizde ma’kulat ve felsefiyatla idare-i milleti istiyorsanız bunlar bizde yok değildir bizim dinimiz bunlara mani’ değil. İşte şöyle şöyle deyip lazım olan tedvinatı lazım olan teşkilatı ortaya koymadılar. Her ne sebebe mebni ise ihtimal ki hayatlarından korkdular. Hayatlarından korksalar bile ben bunları yine mes’ul tutarım. Bakınız burada şu aciz adamlar hayatlarından korkmadılar şöyle bir zamanda buraya toplandılar ictima’ ettiler. Millete yeni bir hayat verdiler. O vakit toplanabilirlerdi. Gizli gizli teşkilatlarla bir cem’iyyet meydana getirip ve bu suretle meydana çıksalardı Avrupa ma’arifini ayrı bir şey gösterselerdi. Milletin içine bu tefrikayı sokmasalardı büyük bir sevab hüsn ifa edemediler. Sonra Tanzimat’a halef olanlar da filan tarihlerinde ona halef olanlar o isrde yürüyüp kaldılar. Ta zaman-ı Meşrutiyet’e kadar böyle idi. Zaman-ı Meşrutiyet’de ise millet kendini toplayamadı. Meşrutiyet i’lan edildi. Aman bunlar uyanacaklar diye korkan ecnebiler her tarafdan vuku’ bulan mühacematı Eskileri ma’zur görmüyoruz. Ama ihtimal ki onlar da bizi ma’zur görmezler. Belki başka şeyler de vardır. İşte muhtelif terbiyeler bu suretle içerimize girdi. Halbuki hiçbir unsur-ı şer’i unsur-ı ilmi terakkiyata mani’ değildir. Arkadaşlarımızdan bir çoğu da söylediler ki: “Hikmet bir müminin yetiğidir bulduğu yerde alır.” Çin’e kadar bile gider. Çin zaman-ı sa’adetde uzak bir memleket addedilmişti. İlim için ecnebi bir memlekete kadar gidilmeye terğib-i peygamberi vardı. Dünya mezra’a-i ahiretdir. Dinimiz terakkiyat-ı dünyeviyeyi men’ etmiş değildir. Çünkü dünyada insan refah bulmazsa ne halıkını bulabilir ne dünyasını anlayabilir ne de ahireti tanır. Onun için dünya mezra’a-i ahiret olması Hatta diyebilirim ki insanların sebeb-i hilkati dünyanın kat’iyye-i şer’iyye ile sabitdir. Ayet-i kerimesi hatırımda yok ki okuyayım dünyanın i’marı matlub-ı ilahidir. Onun edecek. Fakat tuğyan etmeyecedir. Meşrutiyet’den sonra bazı erbab-ı himem bu tefrikayı kaldırmak için mekteblerde ulum-ı diniyye derslerinin saatlerini tezyid etmek medreselere fünunu sokmak arzu ettiler -ki mühim bir teşebbüsdü. Şimdi Süleymaniye medresesinden yetişmiş talebe hoca efendiler göremediğimizin sebebi nedir? Çünkü ora ibtidai mektebi gibi çocuklukdan başlıyor. Ya’ni ihzari sınıflar vardır. Medrese ne yapsın ki ortada okuyacak kimse yok. Altı yaşındaki çocuklar var ortada. yaşında efendi yok ki; Onları okutsun ona hadis tefsir anlatsın! Onun için küçük talebe konmuştur. Bunların hepsi çocuk adeta mekteb-i ibtidai gibi okuyorlar. Yalnız bir parça fazla olarak Arabi var. Elhasıl bir mekteb-i ibtidaidir. Oralarda üç sene mukaddimat-ı fünunu gösterdikden sonra yeyi ve fünunu biraz ilerletmiş oluyor. Sonra ibtida-yı dahili ikmal ediyor. İbtida-yı dahili bitirdikden sonra Sahn olacaktır. Sahn’dan sonra Süleymaniye olacaktır. Bunlar henüz başlanmamış işlerdir. Çünkü başlayacak kimsemiz yoktur. Yeniden çocuk yetiştiriyoruz. Hüseyin Avni Bey biraderimiz buyurdular ki; bu tefrika kalksa mekteb medrese iyi olur. Doğrudur. Bendeniz de öyle diyorum. Amenna bunun kabili varsa.. Sonra bütün mekteplerden ben dinde mütehassıs adam çıkartabilir miyiz? Biz bunu hepimiz i’tiraf ederiz ki: Her meslek bir celb edelim şu fünun-ı İslamiyeyi muhafaza edelim. İşte hükumetimiz o vakit büyük bir muvaffakiyet göstermiş olacak ve dünyada namını ilelebet ibka edecektir. Mesela: Mekatib-i i’dadiye ve mekatib-i Sultaniye’de biz ulum-ı diniyyeyi ulum-ı Arabiyeyi mükemmel bir suretde göstererek oradan mükemmel bir mülazım hoca çıkartmak mümkün müdür? Elbet de mümkün değildir. Orada bizim göstereceğimiz yalnız mukaddimatdır. Akaidini bilecek kadar… Kezalik biz yine fünunu medreseye alalım tamamıyla alalım oradan bir tabib çıkar mı? Efendinin buyurduğu gibi medresenden bir tabib bir ulum-ı tabi’iyye mütehassısı çıkması imkanı yokdur oradan fünun mütehassısı çıkamaz bu olamaz imkan haricindedir. Fakat ulum-ı Arabiyye’den o kadar bigane olmaz. Ulum-ı Arabiyye ve diniyyede mütehassıs olur onun için bunların ayrılması pek zaruridir. Sonra Hüseyin Avni Bey evvelki çıkışında biraz ifratkarane lisan kullanarak dediler ki; akidemizi tatmin edecek Türkçe bir kitab yok böyle bir kitab görmedik bu kadar da sanımız var. Bunu i’tiraf ederiz. Mehmed Şükrü Bey – İhtiyaca kafi yok. Taki Efendi devamla: – İhtiyaca belağan ma belağ kafi değil fakat arayana kafidir. Zorla gözüne sokulamaz akidemizi tatmin edecek asar pekala vardır insan ararsa bulur onun gözünün içine sokacak birisi bulunamaz. Bununla senin akidelerin tamam olacak diye bir teşkilatımız yoktur. Çünkü dinde bir cebr yoktur. Kendi ararsa bulur. Nasıl ki Fransızcayı gavamizine varıncaya kadar arıyorlarsa ulum-ı diniyyenin de gavamizini arayıp bulmakla olur. Taki Efendi – Türkçe’de var. Mesela misal arz edeyim. Hüseyin el-Cisri Efendi hazretlerinin yaptığı nam eser Manastırlı İsmail Hakkı Efendi merhum tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. Besim Atalay Bey – O Arapça’dan daha beterdir. Taki Efendi devamla – Onun dördüncü cildini de kendi yapmıştır. Orada ne bileyim akl-ı beşeri ikna’ edebilecek derecede delail serd etmiştir. İhtimal ki o daha sonra zuhur eden nazariyat-ı felsefiyeye göre kafi değildir. Daha sonra gelen ulema da onu ikmal edebilir. Fakat ulemamız işte böyledir şöyledir diyecek bir kimse yok efendi!. Bugün biz dokuz zatdan terekküb edecek bir te’lifat hey’eti ve fetva emanetihey’eti mükemmel zevatdan ibaret olsun diyoruz. Fakat rica ederim efendi bulabilecek miyiz? Bunu i’tiraf edelim. Fakat bu teşkilatı te’hir edersek gelecek sene hiç bulamayacaksınız. Bir dünyada nerede varsa masrafı esirgemeyelim adam n. Atıf Bey – Hüseyin Avni Bey böyle söylemedi. Mehmed Vehbi Efendi – Böylece söyledi. Sonra rica ederim ben başka bir şey söylemiyorum! Müsa’ade buyurun medreselerde fesad yoktur diyorum. Hamdullah Subhi Bey – Onun dediği iki tarafın arasındaki ihtilafdır. Misyoner Erkan-ı Harbiyesi’nin Müdhiş Fa’aliyeti Bir tarafdan son sistem esliha ile mücehhez bir Salib ordusu yangın gibi taun gibi Anadolu’da İslam mevcudiyetini keler takınan misyoner erkan-ı harbiyesi de milletin ma’neviyatını sarsmak için müthiş bir fa’aliyete başladılar. Salibiyyun maddi ma’nevi harekete gelerek milletin yalnız mevcudiyet-i siyasiyesini değil mevcudiyet-i diniyye ve milliyesini de imha edecek bir vaz’iyyet aldılar. kaldığı gün o milletin hüviyyeti diğer hüviyetlere inkılab ve temessül etmiştir. Artık bu akıbete uğrayan bir hey’et-i Şimdi bu tehlikeye karşı alıncak vaz’iyyeti yapılacak hareketi kararlaştırmak lazımdır. Ve bu doğrudan doğruya milletin münevverlerine mütefekkirlerine aid bir mes’eledir. Her şeyden evvel bu hususda vahdet lazımdır. Nasıl maddi bir harb karşısında bütün şahsi ve zümrevi mütefekkirlerin birleşmesi lazımdır. Bunun müdafa’asını yalnız bir sınıfa bir zümreye bırakmamalıdır. Bugün asırlardan beri devam edip gelen ve Salib aleminin binlerce mühacematına rağmen inhilalden masun kalarak rasanetini muhafaza edegelmekde bulunan esasat-ı relerin münevverlerin müttefik olduğuna şüphe yoktur. Bunun hilafında düşünenler elbette bu hey’et-i karşı ittihaz-ı tedabir hususunda bütün münevverlerin müttehiden hareket etmesi lazımdır. Gerek Ankara’da ve Anadolu’nun sair mahallerinde çıkan gazetelerin gerek bu’iyyenin misyoner ta’arruzuna karşı müttehid ve müşterek cebhe almaları icab eder. Böyle olduğu takdirde misyonerler derhal ta’til-i fa’aliyet etmeye mecbur olurlar. Nitekim bugün Hind müslümanları vücuda getirdikleri teşkilatla misyonerlere karşı i’lan-ı cidal eyledikleri cihetle oralarda barınamıyorlar. Misyonerlerle mücadele edebilmek öyle kolay bir mes’eledir zan edilmesin. Bunlarla uğraşabilmek için bunların bütün makasıd-ı hakikiyelerini kendilerinin şi’ar ve düsturlarını iyice bilmek lazımdır. Zira bunlar her şekle her kıyafete girerler. Maksadlarına nail olmak beri yaptıkları tecrübelerle muvaffakiyet yollarını keşf etmişlerdir. Artık bugün va’z ve hitabet ile efkarı tehyiç etmek suretiyle maksada vasıl olmak zamanlarının geçtiğini görerek o şiddet ve galeyanı terk etmişler lütf umülayemetle kalbleri feth etmek müslümanları içinden cum etmekle te’min-i muvaffakiyetin güçlüğünü görerek ve veche-i muhasamalarını tahvil etmişler muzmerlerini başka bir takım şeylerle setr ederek ağaçları oyan kurtlar gibi için için bina-yı milliyi kemirmeye başlamışlardır. Arabistan Misyonerler Müdürü Zomer Paris’de intişar eden na yazdığı mektubların birinde diyor ki: “Misyonerlerin İslam kıt’alarındaki netice-i mesa’ileri Tehlikenin azametini gören millet ne müselsel muharebelerin yorgunluğu ne de vesait-i maddiyenin fıkdanı süngüsü lakin göğsünde hiç sarsılmayan ezeli imanıyla cepheye koştu; kendine mahsus harikulade bir şehamet ve fedakarlıkla düşman ordusunu denize döktü. Bu tehlikenin herkesçe görünen kısmıdır ki asırlardan beri dinini vatanını müdafa’a için Ehl-i Salib mühacematına göğüs geren fedakar milletimiz buna karşı uhdesine düşen vazifeyi derhal his etti ve Anadolu kapılarında tutuşan bu yangını az zaman zarfında itfaya muvaffak oldu. Fakat tehlikenin diğer kısmına ma’nevi hürriyete gelince bu zahirde birincisi kadar korkunç görünmemekle beraber netayic itibariyle maddi harblerden daha müdhiş daha vahimdir. maddi harbler milletlerin mevcudiyet-i maddiyelerine karşı teveccüh etmiş bir afettir ki salahiyet-i ma’neviye sahibi olan hey’et-i ictima’iyeler gerek bu afete mukavemet hususunda gerek bu afetin tevlid ettiği zayi’atı telafi hususunda vahim bir vaz’iyyete düşmüş olmazlar. Lakin milletlerin mevcudiyet-i ma’neviyelerine karşı açılan ma’nevi harbler böyle değildir. Buna mukavemet diğerinden daha müşkildir ve ma’nevi harbde mağlub olan hey’eti ictima’iyyeler için artık mafati telafi gayr-i kabildir. maddi harbler yangın gibidir; bunun tehlikesini herkes görür ve söndürmeye koşar. Fakat ma’nevi harbler böyle değildir. İbtidaen onun tehlikesini herkes sezemez hastalık vahim devreye girdikden sonra onun tehlikesi hissolunur. maddi harblerde mağlub olan milletlerin mevcudiyet-i siyasiyeleri zail olsa da mevcudiyet-i ictima’iyeleri baki kalabilir. Fakat ma’nevi harablerde mevcudiyet ve hüviyet-i milliyesini zayi’ eden milletler için artık emvat arasına karışmakdan başka bir akıbet yoktur. Binaenaleyh bugün zan edilmesin ki Salib’in maddi ordusunu denize gömmekle vazifemiz hitam bulmuştur. Asıl vazife-i mühimme bundan sonra teveccüh edecek olandır. Hayli zamandan beri kurdlar gibi sessiz sessiz için için bünyan-ı millinin temellerini kemirmekde olan ve son zamanlardahey’et-i ictima’iyemizin bazı noktalarında oldukça mühim rahneler açmaya muvaffak olan Salib’in ma’nevi ordusuna karşı eğer zümre-i mütefekkirin müttehid bir cebhe teşkil edip de müşterek ve esaslı mücahedata başlamazlarsa tehlike muhakkakdır bunun önünen hiçbir şeyin geçmesine imkan yoktur. Bu tehlike nedir? Ma’azallah bu tehlike; hüviyet-i milliyenin ziya’ı rabıta-i ictima’iyenin inhilalidir. Her milletin kendine mahsus mümeyyizanı ve şe’air-i mahsusası vardır. Ve her millet diğerinden ancak bu mümeyyezat ve şe’air ile temeyyüz eder. Bu mümeyyezat ve şe’arin Bugün misyonerler birinci devrede bulunuyorlar. Bugünkü misyoner hareketinin veche-i istikameti hedm ve tahribdir. İslamhey’et-i ictima’iyesinin esasatını yıkmak üzere yaptıkları hileleri anlatmak için cildlerle kitab yazmak lazım. Bunların bütün hareketleri müretteb ve muntazam plan dahilinde ceryan etmektedir. İnşaallah biz bunların bütün hilelerini mefsedetlerini ortaya koyacağız. Elhadi eden birkaç makalede bunların İstanbul’daki fa’aliyet ve fesadatları hakkında hayli ma’lumat verilmişti. Onların pey neşr edilecektir. Temenni ederiz ki matbu’at-ı yevmiye de bu misyoner tehlikesinin ehemmiyet ve azameti hakkında ara sıra olsun bazı şeyler yazmak lütfunda bulunsunlar. Milyonlarca paraları milyonlarca efradı olan bu müdhiş teşkilata karşı öyle birkaç makale ile mukabele edilmiş olmayacağını da bilmek lazımdır. Mücadele için onların bütün silahlarıyla mücehhez olmak icab eder. Mitralyöze karşı okla muharebe edilmez. Onların nesi varsa biz de onu ihzar etmeliyiz. Onların külliyetli paraları var biz de bu işlere sarf olunmak üzere öyle külliyetli paralar biriktirelim. Onların muntazam teşkilatları mı var? Biz de aynıyla o nevi’ teşkilatlar yapalım. Onların hadsiz hesabsız neşri mi var; biz de meccanen yahut pek az bir bedel ile külliyetli neşriyatda bulunacak cem’iyetler şirketler vücuda getirelim. Elhasıl onlar ne gibi silahlarla mücehhez ise biz de aynen o silahları hazırlamalıyız. Herşey gibi bunu da hükumetin omuzlarına yüklemekle kenara çekilmek doğru değildir. Hükumet uhdesine düşen vazifeyi yapsın. Fakat milletin münevverleri mütefekkirleri kat’iyyen bu mes’eleyi ihmal etmemelidirler. Aksi takdirde bu tehlikenin önüne hiçbir şey geçemez olur. Şimdiye kadar başımıza gelen felaketler hep bu Amerikan Robert Koleji yarım asır mütemadiyen Bulgar gençlerine istiklal fikrini aşıladı Türklere karşı husumet telkin etti en nihayet Bulgaristan’ı vücuda getirdi. Pontus hükumetini te’sis için yirmi seneden beri icra-yı fa’aliyet eden müessesenin de insaniyet ve hayırperverlik nikabına bürünen Merzifon Amerikan Mektebi olduğu bugün sabit oldu. Bu mekteb dahilinde yapılan taharriyat esnasında elde edilen vesaik misyonerlerin bütün makasıd-ı hakikiyelerini göstermektedir. Hevayt namındaki mekteb müdürü olan bir misyoner kendi el yazısıyla ve imzasını havi mektubda diyor ki: “Kürdler İslam olmuş Ermenilerdir. Bunları tanassur ettirmek mümkündür. Bu suretle Pontus Hükumet-i Hıristiyaniyesi’ne hem civar o havalide büyük bir Ermenistan vücuda getirmek kabildir.” Mütarekeden sonra İstanbul misyonerlerin en büyük fa’aliyet merkezi oldu. Bilhassa son zamanlarda bu fa’aliyete pek ziyade germi verildi. Zira İstanbul misyonerlerin öteden beri en çok ehemmiyet verdikleri ifsada çalıştıkları bir merkezdir. Şark misyonerleri müdürü Doktor Lepsos Paris’de münteşir İslam Mecmu’ası’nda neşr ettiği bir makalede diyor ki: Salib ile Hilal beynindeki cidal muhit-i dairesi üzerinde yahut müstemlekatda yahut Afrika veya Asya-yı Arabi’de değil belki harekat ve fa’aliyet-i İslamiye’nin Asya ve Afrika’ya intişar ettiği asıl merkezde yapılmalıdır. Bütün İslam milletlerinin nazarları Darülhilafe olan başka yerlerde yapılan şeyler heba olur.” Bunun için İstanbul’da İslam hakimiyeti yerine ecnebi Cem’iyeti” İstanbul’un muhtelif taraflarında ez cümle Çarşıkapı’da Kadıköyü’nde Kabataş’da şu’beler açarak celb ve cezb için kadınlar ba-husus İslam –Türk hanımları– da şu’belere getirilmektedir. İstanbul’dan aldığımız mektublara göre kızlar için Taksim’de ve Beyoğlu’ndaki şu’belere inzimamen Cağaloğlu’nda ve Kadıköyü’nde de şu’beler küşad etmişlerdir. Sonra satın aldıkları bir takım adamlar vasıtasıyla dinsizliği neşr etmektedirler. Bu satılmış hainler BibleHouseden aldıkları ücret mukabilinde gerek neşriyat gerek konferans suretiyle akaid-i İslamiyeyi sarsmaya çalışıyorlar. Ahiren İstanbul’da Bahailik hakkında yapılan neşriyat ve propaganda gazetelerde görülmüştür. Bunun arkasında da misyonerler olduğu tahakkuk etmiştir. Misyonerler din ve devlet haini mel’un Abdullah Cevdet vasıtasıyla bu harekatı idare etmektedirler. Misyonerler bu azim mesa’ileri neticesi olarak yalnız akaid-i İslamiye ve şe’air-i milliyeyi sarsmakla kalmamışlar; bazı genç erkek ve kızları tanassur ettirmeye de muvaffak olmuşlardır. Ez-cümle Çarşıkapı’da Amerikan Hastahanesi’nde müstahdem Tal’at Cem’iyetin katibi Şerif Kapıcı Şevki Ağa Şeyh Naili Efendi kerimesi Esbak Meb’uslardan Arif Bey’in kerimesi ve daha birtakım kimseler resmen tanassur etmişlerdir. Arif Bey’in kerimesi bir İngiliz tayyare yüzbaşısıyla da izdivac etmiştir. Felaketin daha elim ve feci’ safahatı vardır: Cağaloğlu’nda küşad edilen genç Hıristiyanlar Cem’iyeti’nin kızlar şu’besi ara sıra kır alem ve seyranları tertib ederek bazı İslam kızlarını Arnavudköy ve Bebek’deki Amerikan Kolejlerinin bulunduğu sırtlara hususi otomobilleriyle götürüyorlar. Bu kızlar mektebin korusunda tenhalıkda ve ağaç diplerinde Rum ve Ermeni gençleriyle oynamaya terk olunuyor. Bu suretle bazı aile kızlarının namusları lerdir. Spor sahasında gösterdikleri muvaffakiyet de mühimdir. Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti’nin mürevvic-i amali olduğu tahakkuk etmiştir. Elhasıl misyonerler İstanbul’da genç erkek ve kadınları idlal hususunda müdhiş fa’aliyetlerde bulunmakda ve mühim muvaffakiyetler te’min etmektedirler. Dini milli tehlike pek büyüktür. Derhal bu hareketin önüne geçmek lazımdır. Bütün münevverleri mütefekkirleri matbu’atı buna karşı hareket ve fa’aliyete da’vet ederiz. Rum ve Ermeni gençleri tarafından paymal ediliyor. Bu felakete uğrayan ailelerin esamisi de ma’lumdur. Bir suretle misyonerlerhey’et-i ictima’iyemizde ahlak ve seciye namına bir şey bırakmamaya azm etmişlerdir. Social AffairsMu’amelat-ı ictima’iyye namını verdikleri bu fezayihe misyonerler pek ziyade ehemmiyet vermektedirler. Sonra İstanbul’un müte’addid taraflarında ana mektebleri açarak küçük çocukları tanassur ettirmektedirler. Kendi mekteblerimize de hulule muvaffak olmuşlar ezcümle darülmu’allimatda meccani terbiye-i bedeniyye dersleri göstermek üzere kadın misyonerleri göndermişBesim Atalay Beyefendi’nin beyanatı: − Tedrisat-ı ibtidaiyyenin tevhidi − Tedrisat-ı diniyyenin ruhlu olması − Tanzimat-ı Hayriyye’den sonra ikiliğin iştidadı − Medrese teşkilatının bozukluğu − Halkın ihtiyac-ı ma’nevisi tatmin edilmelidir. Müderrisin ve va’izlere aid olup geçen sene kat’ edilen tahsisatın i’tası ve yeni açılmakda olan medaris-i ilmiyyeye bin liranın daha zammı lüzumu hakkında tedrisat müdür-i umumisinin beyanatı. Müfid Efendi hazretlerinin beyanatı: − Kavanin ve teşkilat-ı devletin esasat-ı fıkhiyyeye ibtinasını taht-ı te’mine alan Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’nun esasat-ı fıkhiyye ve şer’iyyeden ayrı bir şey olmadığı − Hükumetimizin akıl ile memzuc bir hükumet-i şer’iyye olduğu − Saltanat-ı İslamiyye − İslam’ın hakimiyetini muhafaza hususunda ahd-i umumi− Geçen sene kat’ edilen medreseler ma’aşatının şer’iyye memurininin talebi üzerine kesildiği hakkında encümen mazbata muharririnin beyanatı. Medaris-i ilmiyyeye tahsis edilen mebaliğin heder edilmemesi hakkında Şer’iyye Vekaleti’nden rica − Müderrisin tahsisatı olan bin liranın ve fasıl yekunü bin liranın kabulü. Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’et-i ilmiyyesinin masarıf-ı tedkikiyye ve neşriyye ve tab’iyyesi olmak üzere hükumetçe teklif olunan yirmi bin lira ile a’zalarına ait yedi bin lira harcırah hakkında müzakerat − Trabzon Meb’usu Hasan Beyefendi’nin i’tirazatı ve Şer’iyye vekilinin cevabları − Hükumetin teklifatının aynen kabulü. Genç ve mümtaz şa’irlerimizden Midhat Cemal Beyefendi’nin kahraman Anadolu Askerine hitabe-i garraları − Akdeniz sahillerine vasıl olan kahraman ordumuza üstad-ı muhterem Samih Rif’at Beyefendi tarafından ithaf olunan şehamet şarkısı − - Tevfik Efendi – Zaten öteden beri istenen de odur. Basri Bey – Söyleyiniz söyleyiniz. Zaten maksadınız din ile devleti ayırmaktır. Fakat buna muvaffak olamayacaksınız. Besim Atalay Bey – Değil efendim! Eskiden böyle idi. İşte tarih-i İslam. Acaba Emeviler zamanında böyle mi idi? Acaba Abbasiler zamanında mı böyle böyle idi? O zamanlar böyle değildi efendim. Makam-ı Mu’alla idi. Kaza ile iftayı karıştırmamak için Hazret-i Sonra ikilik mes’elesi. Arkadaşlar! Tanzimat-ı Hayriye’den beri değildir. Tarih-i İslam’ı açınız. Halife Me’mun rasathane memuru mudur? Halife midir? dediler. Hüccetü’l-İslam yakılırdı. İşte nam kitaba bakınır riye’den sonra iştidad etti. Bunun esbabını ben burada rim. Sonra medreseden hem tabib hem alim hem müderris hem her mesleğe aşina adamlar yetişirdi deniliyor. Hayır böyle değildir. Burada da teğafül buyuruluyor. Arkadaşlar! Bugün İstanbul medreselerini tetkik ettiğinizde Darülhadis ayrıdır. Tıb mektebleri ayrıdır. Teğafül niyor ki bu devleti idare eden adamlar hepsi medreseden çıkmıştır. Efendiler ben alimin ayağının türabıyım Fakat; Evvela hakikate bakalım. Vaktiyle bütün memleketi muhafaza eden efendiler paşalar idare ricali ve asMehmed Şükrü Bey – Bunun tab’ını Vehbi Efendi – Rica ederim! Hepiniz lehü’lhamd okur yazar adamlarsınız. Alıp birer cüz okursunuz. Beğenirseniz tab’ ettirirsiniz. Hiçbir şey istemem. Hep benim yazışımdır. Kudret-i maliyem tahammül etmez efendim.Yokturdiyorlar da var diye cevap veriyorum vardır efendim! Vardır. Fakat para yoktur. Reis – Efendim! Müzakerenin kifayetine dair bir takrir vardır. Besim Atalay Bey – Kifayetin aleyhine söyleyeceğim efendim. Müzakere kafi değildir. Çünkü mes’ele layıkıyla tenevvür etmedi. Hey’et-i aliyyeniz bendenizi dinlemek lütfunda bulunur mu? Bendeniz tacir olmadan şa’ir olmadan evvel medreseli idim. Feyzi oradan aldım. Binaenaleyh; ilmin hadimiyim. İki dakika bendenizi dinleyin. Bendenizi memnun eden şeylerden birisi son senelerde medreselerin ıslahı hususunda atılan adımlardır. Fakat arkadaşlar! Bu adımlar atılırken bazı yanlışlıklar yapılıyor. Evvela ibtidai derecesinden başlanıyor. Arkadaşlar! Her milletde her devletde terbiye ta’lim yeknesaktır. Tahsil-i ibtidaisini çocuk müesessat-ı umumiyeden alacak nasıl ki eskiden de çocuk mukaddimat-ı ilmiyesini aldıkdan sonra ikmal-i nüsah ve tahsil-i ulum için Buhara’ya gitti Rey’e gitti şuraya gitti buraya gitti diyorlardı. Mukaddimat-ı ulumu çocuk mektebde mi medresede mi nerede elde edecek? Milletin ilim için terbiye için te’sis ettiği müesselerinde alacaktır. Orada memleket nasıl bir terbiye verecekse o terbiyeyi aldıkdan sonra doktor olacaksa doktor mektebine dini ruhani ihtisas kesb etmek isterse medaris-i takım medarise gidecektir. Şu’ubata ayrılacaktır. Böyle daha ibtidai derecesinde yaşayarak intihayı açmak açamamak muvafık değildir. Bunda her halde Hüseyin Avni Bey arkadaşımızın ifratı mı diyeyim. Bir arkadaşımızdır. Herkesin kendi kana’ati muhteremdir. Hemen onun kana’atine doğru varırız. Arkadaşlar daha ibtidai derecesinde çocuğa verilecek terbiye-i umumiye terbiye-i milliye terbiye-i vataniye tamamıyla verilmeden evvel başka muhitlerde başka yerlerde terbiye muvafık değildir. Bin candan ruhdan arzu ederim ki din-i mübin-i etsin. Ben ilahi cezbe ilahi vecd isterim. Arkadaşlar! Ben Yunus Emreler istiyorum ben Ahmed Yeseviler istiyorum Bir-giviler istiyorum. Ben Gazaliler istiyorum.. keri rical medreseden yetişmemişti. Bilhassa Enderun’dan yetişti. Bana medreseden bir tane yetişeni gösterin. Vehbi Efendi – Çandarlı Halil Paşa’yı unutma. Medreseden yetişmiştir Basri Bey – Enderun medreseden başka bir şey midir! Besim Atalay Bey – Peki efendim bırakıyorum medreselerin bugünkü taşradaki teşkilatı çok bozuktur. Çok fena bir mecraya girmiştir Şer’iyye Vekaleti sorsun söyleyeyim. Babası oğlu damadı aynı medreseden ma’aş alıyor. Sebebi ne imiş? Şayan-ı hürmet adamlar imiş. Verin buna! Sonra rast gele şayan-ı hürmetdir diye devairi takdir eden kimdir? Neme lazım! Allah onları Hele bilhassa askerlikden istisna mes’elesi meydana çıktıkdan sonra saatçi çırakları filan bilmem filan ve filanlarda başlarına sarık sarmaya başladılar. Bunları arz ettiğim gibi yine herhalde medreseleri Çocuk mekatib-i ibtidaiyede ibtidai tahsilini ve mekatib-i aliyede ihtisas tahsilini alsın mekatib-i ibtidaiyemizde terbiye-i diniyye hususunda noksan ise maarif vekili şahiddir. Maarif vekili ile beraber encümende çalıştık. Evet ma’neviyat lazımdır. Ma’neviyatsız olmaz. Halkın li ama! Arz ettiğim gibi bu şekilde değil anlayabileceği bir şekilde sade üslub ile okutmalı. Çocuk mekatib-i umumiyede din tahsilini milli terbiyesini aldıkdan sonra Darülfünun-ı aliyenin İlahiyat şu’besi gibi büyük bir şu’be olmalı çocuk orada mütehassıslar tarafından okutturulmalıdır. Onlar tam Cizvit ruhuyla dini terbiyesini aldıkdan sonra nasıl ki Cizvitler cihanın her tarafına dağılıyorlar ve kendi şeylerini neşre çalışıyorlarsa buradan yetişecek talebeler de o ruhu almalılardır. Arkadaşlar! Biz bazı yerlerde tanassur edenleri görmüyoruz da Tedkikat ve Te’lifat-ı Şer’iyye ile uğraşıyoruz. Reis – Müzakerenin kifayetine dair bir takrir vardır. Müsaade buyurun re’yinize koyacağım. İsterseniz kabul etmezsiniz. Müzakerenin kifayetini kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın! Müzakere kafi görülmüştür. Faslı zammı ile beraber re’y-i alinize koyuyorum. Zammı ile bu faslın yekunu lira olarak… Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Mü-sa’ade buyurun reis bey! Ecnebi lisanına aid erkam fasla konmamıştır lütfen fasla onu da ilave etsinler. Reis – Efendim mevcud takrirler zamma aittir. Fakat birer imzalıdır. Onun için okuyamadım. Demek bu erkamı hükumet teklif ediyor. Abdullah Azmi Efendi – Ta evvelden teklif ediyor efendim. Ragıb Bey – Bendenizin takririm. Hükumetin teklifinin kabulü merkezindedir. Reis – Mazhar Müfid Bey! Son zamla beraber faslın yekunü ne ediyor? Mazhar Müfid Bey – lira ediyor. Reis – . Faslın yekununu lira olmak üzere re’y-i alinize vaz’ ediyorum. Kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın! Kabul edilmiştir. Beş dakika teneffüs. Reis – Reis-i sani Doktor Adnan Beyefendi Katibler: Atıf Bey Kayseri Hakkı Bey Van. Reis – Efendim celseyi açıyorum. Fasıl okunacak. Darülhilafe Medresesiyle mülhak a t medaris masarıfı Merkez Masrafı Mülhakat masrafı Mazhar Müfid Bey Hakkari – Reis Bey! Bu fasıl tashih olunacak. Faslın yekunu liradır. Reis – Pekala tashih edilsin efendim. Bu fasıl hakkında söz isteyen var mı? Söz isteyen yoktur. Faslı lira olarak re’y-i alinize arz ediyorum. Kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın! Fasıl kabul edilmiştir. leb edenler şaşırıyor ya’ni kendileri sebeb olmuş gibi bir vaz’iyyetde kalıyorlar. Bilahare taşrada medaris-i ilmiye açıldığı cihetle bu paranın bir kısım taşrada tedrisat-ı maliye liranın lirasını kabul ediyor. Bu lirayı kime vereceklerini tabi’i şey ediyorlar. Ya’ni kişiden ancak medresede ders okutanların bir kısmına ya’ni müderrise veriliyor mütebakisi ma’aşsız kalıyor. Tamam bir seneden beri ma’aşı kesilen bu zevat-ı kiram Şer’iyye Vekaleti’ne Meclis-i Ali’ye istid’alarla müraca’atda bulunuyorlar ve diyorlar ki: Ma’aşlarımızı hangi kanun hangi maddeye tevfikan kestiniz. Biz şu kadar sene teka’üdiye verdik. Biz vazifede devam ediyoruz. Bu suretle ma’aşlarının yeniden bütçeye ilavesi teklifinde bulunuyorlar. Fakat hadd-i zatında bakıyorum ki eğer bunların ma’aşını kat’ edersek bunların zaten ma’aşları İstanbul’da fasl-ı mahsusunda var. Devam ediyor. Ve şimdi oraya merbut bulunanlar o ma’aşı alıyorlar. Hiçbir sebeb göstermeyerek bunların ma’aşlarının kat’ edilmesi bilhassa bu sırada onlardan rilmemesi muvafık olmasa gerekdir. Bunun için bendeniz kat’ edilen ma’aşlarının verilmesini ve bununla beraber medaris-i ilmiyede tedrisat-ı ilmiye ve fenniyede bulunan müderrislere de verilmek üzere bin liranın daha maddeye ilavesi suretiyle yekun bin liradır. Geçen sene kat’ edilen bin lira ile bu gösterilen bin lirayı daha zam ediyoruz ki mecmu’u bin lira ediyor. İşte vekalet meblağın bütçeye vaz’ ve ilavesini teklif ediyor Müfid Efendi – Efendim! Faslın muhtevi olduğu iki maddeden birincisinde mülhakat müftüleriyle vilayat ve elviye müsevvidleri ma’aşatı –ikinci maddesinde müderris ve va’izler ma’aşı namı altında iki kalemde bin lira muvazene-i maliye encümenince teklif olunuyor. bin lira da hükumetçe teklif olunuyor. Şer’iyye Vekaleti Tedrisat Müdürü Aksekili Ahmed Hamdi Efendi – Efendim Memurin-i ilmiye faslının bu bir de müderrisin ve va’izler denilen bir şey var. Müftülerle müsevvitlere ait bu fasılda bir fazlalık yoktur. Yalnız müderrisin ve va’izlerde biraz fazlalık var; bunu izah edeceğim. Geçen sene muvazene-i maliye encümenince müderrisin ve va’izler namına verilen dokuz bin on beş lira tayy edilmiş ve bu para medreseye veriliyormuş. Bunlar belki bir hata ve anlaşılamazlık neticesi olarak birdenbire tayy edilmiş halbuki müderrisin ma’aşı denilen bu ma’aşın bir kısmı yirmi seneden beri diğer kısmı on beş seneden beri verilegelmiş bir ma’aşdır. Bunların bir kısmı İstanbul’da vaktiyle kuruş ma’aşla taşralara gönderilmiş olan va’izlere veriliyor. Bir kısmı da senesinde Meşrutiyet’den sonra müstehıkkin faslından değil fakat yine müstehıkkine verilmek üzere bazı kazalara livalara vilayetlere birer va’iz göndermişler; onlara verilmiş. Bunların hemen hepsi ikişer yüz kuruş ma’aşlıdır. Geçen sene bu ma’aşlar arz ettiğim vechle anlaşılamamış. Bunların vazifesi yoktur denilerek hepsi tayy edilmiş ve sonra şunu da arz edeceğim ki hatta o sırada ma’aşları tayy edilmiş olan zevatın bir çoğu memleketi için köylerde kasabalarda geziyor va’z ediyor ve hükumet-i milliyenin meşru’iyeti hakkında va’z ve irşadda bulunuyorlardı. Tam o sırada ma’aşları kesilmiş ve onlar bazı yerlerde mütemadiyen vazifelerine devam etmiş kendilerine ma’aş verilmiştir. Bunların fedakarlığına bakarak oranın mülkiye memurları kendilerine takdirname yazıyorlar. Ve burayada diyorlar ki bunlar hükumet-i milliyenin meşru’iyyetini anlatmak ma’aşları kuruşa iblağ edilsin vekaletden cevab verilir Bunların ma’aşları bütün bütün kesilmiştir. Şimdiye kadar aldıklarını da derhal istirdad edindeniyor. O vakit emrin karşısında adeta onların ma’aşının tezyidini ta- Mülhakat müftüleriyle vilayat ve elviye müftü müsevvidleri ma’aşatı hürmetkar olduk. Beyanatı arasıda zuhulen vuku’ bulan bazı hatalardan dolayı muahezeye kıyam etmedik. Ve etmek de hakkımız değildir. Kendisinden istirham ederim beyanatımız vicdani ve derunidir. Bütün arkadaşlarımız bu millet için en büyük musibet olan ve onun gerilemesine sebeb olan cehaleti yıkmak hususunda mutala’alarını söylüyor derdlerini döküyor.. Onu maaşşükran dinlemeliyiz ve kabul etmeliyiz… Şimdi Sadr-ı olan Hazret-i Fahr-i Alem’in zamanında vuku’ bulan rarım? Esasat-ı İslamiyeyi hudud-ı İslamiyeyi yıkmak muharebesinde Bedir gazasında ve diğer gazalarda canını malını her şeyini ortaya koyup feda edip bu ğil mi idi? Rica ederim efendiler! Saltanatın ma’nasını bendeniz zat-ı alinizden daha iyi bilirim. Eğer saltanat kelimesinin lügat ve ıstılah ma’nası hakkında ders okuyacaksak okuyalım madem ki Sadr-ı İslam’da müftü olan Hazret-i Sıddik daha doğrusu hakim olan Hazret-i Muhammed hükme razı olmayanların kendisine imanı olmadığını Cenab-ı Allah ayet-i celileside kasem ederek beyan buyuruyor. O halde biz elbette ila yevmi’l-kıyam onun hakimiyetini muhafazaya çalışacağız. Ve bu uğurda öleceğiz. Bunda hiç şüphemiz yoktur. Hay hay sadaları Şimdi bu suretle te’essüs eden bu suretle hakkı batılı tefrik eden –Hak ma’budu batıl ma’budu değil- hak ile batılı tefrik eden bir Kitab’ın cem’iyet-i İslamiyye için bahş ettiği vücuda getirdiği esasatı bulabilmek ancak belaların a’zamı olan cehlin yıkılmasıyla mümkündür. Bu cehlin yıkılmasında deminki fasılda Darülhilafe medreseleri doğrudan doğruya medrese-i aliye olmak üzere telakki buyuruldu. Onun hakkında beyanatda bulunuldu. Ve hatta birçok muhterem arkadaşlarımız kana’atlerimize muvafık olarak söyledikleri halde biraz da yanlış anlaşılan noktalar oldu ki onu da bendeniz arz ve izah etmek isterim. Mesela Hüseyin Avni Bey biraderimiz buyurdular ki: Rica ederim müsa’ade buyurunuz. Hüseyin Avni Bey biraderimiz buyurdular ki bizde memleketle medrese kelimelerini yanlış anlamak ve o mefhuma yanlış girmek suretiyle mekteble medrese arasına atılmış nifak ve şikak tohumu vardır. Mekteble medrese arasına atılmış olan o nifak ve şikak tohumunu izale etmek ancak bu ikiye ayırdıkları daireleri tevhid etmekle olabilir. Binaenaelyh nifak ve şikak maarif mekteblerinde de olması medreselerde de Şer’iyye Vekaleti bütçesini müzakere ettiğimiz esnada hey’et-i celilenize bir çok hususat arz edildiği gibi iftanın derece-i ehemmiyeti ve bunun teşkilat-ı hükumetteki mevki’i arkadaşlarımız bütün kudret-i ilmiye ve fesahat-ı lisani-yeleriyle hey’et-i celilenize bildirdiler. Bendeniz de buraya bir noktayı ilave etmek istiyorum ki: Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’muzun birinci maddesi bila-kayd u şart hakimiyeti millete vermekde ve onun dördüncü veyahut da rakamını ta’yin edemiyorum yedinci maddesi bilakayd u şart kendisinin idaresine hakim olan millet umur-ı teşkilat ve ictima’iyata müte’allik esasatı esasat-ı fıkhiyeden alacağını tasrih ve teşrih etmiş olmasına binaen teşkilatımızın hiçbir zaman doğrudan doğruya esasat-ı fıkhiyye ve şer’iyyeden ayrı bir şey olmadığını hatırlatmak Kanunu’nun o maddesini ve hakimiyetin bila-kayd u şart milletin olduğunu unutmuş idiğini kat’iyyen tasavvur edemem. Hepsinin hatırındadır. Bizim hükumetimiz hükumet-i akliyye değil akıl ile ta’yin-i hakayık-ı aliye eden şer’ ile memzuc bir hükumetdir. Salahaddin Bey – Asıl hangisidir? Müfid Efendi – Arz edeceğim şerayi’-i aliyeyi akıl ile mezc ederek vücuda getirilecek bir hükumetde ta’kib edilecek esasat yine fıkhın şer’in esasatı olmakla beraber akıl ile nakil ta’aruz ettiği zaman akıl tercih nakil te’vil edilmek suretiyle vücud-ı beşerde hakim olan aklın nakilden ayrılmadığını isbat ederek bu hükumet-i celile-i İslamiyeyi idare etmekde bulunuyoruz. Şimdi bu suretle memzuc bir hükumet-i rıca bir kuvveti haiziz ki o da Hilafet-i İslamiye’dir. Evet! Hilafet-i İslamiyeyi uhdemizde cem’ etmiş bir hükumetiz. Saltanat-ı Muhammediye’nin vücuda getirdiği. Besim Atalay Bey – Saltanat değil Hazret-i Muhammed’de saltanat yoktu. Müfid Efendi –Merhamet buyurun! İsbat edeceğim. Saltanat-ı Muhammediye’nin vücuda getirmiş olduğu bu teşkilat-ı İslamiyeyi.. Besim Atalay Bey – Saltanat değildir. Hacı Tevfik Efendi – Ta’bir sakat ise de te’vil mümkündür. Müfid Efendi – Besim Atalay Bey’e karşı yi- ne ısrar ederim ki saltanat-ı suriyye ve ma’neviyyesi bütün dünyada kendisini gösteren bu İslam hükumetinin şa’şaasını inkar edecek bir ferd tasavvur edemem. Besim Atalay Bey – Efendi ben inkar etmiyorum. Müfid Efendi – Besim Atalay Bey’in beyanatını biz kemal-i sükunetle dinledik. Ve beyanatına bin liranın kabulünü teklif ediyorum. Mazhar Müfid Bey – Efendim! Şer’iyye Vekalet-i celilesi namına burada izahatda bulunan memur efendi hazretleri buyurdular ki bu müderrisin va’izler ma’aşatı geçen sene encümen kesmemiştir. Ancak va’iz-ler ma’aşatı geçen sene encümene gelen memur efendinin beyanat ve talebi üzerine kesilmiştir. Hatta encümen ne için bir müderrisin ma’aşatını kesersiniz diye sorduğu zaman demiştir ki: Mesela filanca yere dört yüz kuruşla iki müderris getirilmiş iken; tutmuşlar bu sekiz yüz kuruşu mahallinde altmış kişiye taksim etmişlerdir demişti. Ya’ni iki medrese dörder yüz kuruşdan sekiz yüz kuruş verilmesi lazım gelirken kırk kişiye kırkar ellişer kuruş tevzi’ etmişler. Sebeb kırk kuruş ma’aş-ı asli olsun. Fakat kuruş tahsisat-ı fevkalade alsın. İşte geçen sene bu suretle liraya tenzil olunan bu parayı bu sene encümen beş bin liraya çıkarmıştır. Feyzi Efendi – Nerede olmuştur? Mazhar Müfid Bey – Kahvehanede olmuştur. Nerede olacak? Encümende olmuştur. Feyzi Efendi – Bu tahsis-i ma’aş hangi vilayetde olmuşdur? Anlayalım. Mazhar Müfid Bey –Şimdi efendim bu sene encümenin kabahati yoktur. Geçen sene hey’et-i aliyyeniz bunu böyle ve bu suretle kabul etmiştir. Bu sene geçen senenin iki misli ya’ni beş bin lira kabul etmiştir. Fakat hey’et-i aliyyeniz arzu ederse hükumetin teklifi vechle kabul eder. Yirmi bin lira yapabilir. Refik Şevket Bey – Encümenin kabul ettiği beş bin liranın teferru’atı hakkında izahatı yoktur. Ya’ni bu ne parasıdır? Mazhar Müfid bey – Müfredatı vardır efendim. Refik Şevket Bey – Müfredatı yoktur efendim. Mazhar Müfid Bey – Müfredat var efendim. Demin Tedrisat Müdür-i Umumisi bey buyurdular ki müterakim ma’aşatı verebilmek için hükumetin teklif ettiği meblağın kabulü lazımdır. Yasin Bey – Hükumetin teklif etmiş olduğu bu yirmi altı bin liranın kabulünü teklif ettiler. Encümen bu müterakim ma’aşatın verilmesi için bu yirmi altı bin liranın verilmesinde neden tereddüd ediyor? Ve bu müterakim ma’aşatın verilmesi için yirmi altı bin lirayı kabul etmekde ne gibi mahzur görmüş? Mazharf Müfid Bey – Geçen sene hey’et-i celilenizin emriyle tenzil edilen bu parayı biz nasıl koolması kabul edilmez bunu yıkın tahrib edin dediler. Bu yanlış anlaşıldığı için bendeniz izah etmek istiyorum. Maarifden maksad doğrudan doğruya cehlin izalesi için lerdir. Cehlin izalesi hangi evde yapılacaktır? Medrese ne demektir mekteb ne demektir? Bugün gazetelerimizde maaşşükran görüyoruz ki Darülfünunlardaki muallimine müderrisin tesmiye olunur. Müderrisin bir araya gelerek aralarında dersleri taksim ediyorlar. mes’ele tedrisat mes’elesi olduğundan dolayı mekteb mes’elesi mekteb zihniyeti –latife olarak arz ediyorum- şuradan isbat ediyor zan ediyorum. Vaktiyle medarisde mektub yazacak kudreti olmayan hocalarımız vardı. İlim nokta-i nazarından yedd-i tulaya malik fakat zavallı bir mektub yazamaz. Mektub yazamadığından dolayı demişler ki bir de mektub yazacak adam yetiştirecek bir yer açalım oraya da mekteb diyelim. mektebin ma’nası lisan-ı Arabi’de yazıhane ma’nasınadır. Yazıhane ma’nasına olduğundan dolayı mekteb denilmiştir. Yoksa bunların hepsi medresedir. Şimdi efendiler! Medreseye gelince: Medresede ne okunacak? Ne okuyacağız? Burada buyuruldu ki medreselerdeki tahsil ikiye ayıralım. Elbette ayırmak lazımdır. Birisi tahsil-i ibtidai diğeri tahsil-i ali talisi de olacak tabi’i derecatı i’tibariyle nasıl yok efendim görmediniz mi? kuruş ma’aş ile tedrisat yaptıracağız. Şimdi taşradaki medaris medaris-i ilmiye olmakla beraber ibtidai şekilde bir medresedir. Halbuki: Bu medreselerin ibtidai şekilde olmadığını nur ilm-i fıkıh okunur taşra medarisinde ilm-i hikmet okunur ilim-i tefsir okunur ilm-i tarih okunur. Bunlar okunduğu halde Darülhilafe medresesi bir şekle bir usule girdiğinden dolayı oradaki müderrisin bin kuruş sekiz yüz kuruş alıyor da… Vehbi Efendi – Kabul olunacak efendim. Kabul olunacak. Müfid Efendi – Taşra medarisindeki müderrisine verilen parayı tedkik ediyorum. Bir tane müderrise diğerlerine kuruş görüyorum. Rica ederim tedrisatı aynı tedrisat olduğu halde bunların bir tanesi kuruş alıp da diğerleri nedir kuruş alsın. Taşradaki cehli bu suretle mi izale edeceğiz? Abdülkadir Kemal Bey – Tezyidi için takrir veriniz. Müfid Efendi – Hükumet bin lira teklif etmiştir. Encümen bin lira kabul etmiştir. Meclis-i aliniz encümenin kabul ettiği beş bin liranın hükumetin teklifi vechle bin liraya iblağını kabul buyurduğu takdirde asıl mes’elenin derdin büyüğü olan taşradaki cehlin ruz? Geçen sene siz bunu tenzil ettiniz. Bu sene arzu ederseniz korsunuz. Refik Şevket Bey – Encümen beş bini kabul etmiştir. Müfredatı yoktur. Medrese-i ilmiye müderrisleri diye fasılda vardır. Hükumet teklif etmiştir. Reis – Belki bir yanlışlık olmuştur. Refik Şevket Bey – Muvazene-i maliye encümeni hanesinin karşısı boştur. Söylesin. Bu neden böyle boş kalmıştır. Reis – Encümence teklif olunan yoktur. Fakat hükumetçe teklif olunan da vardır. Demek ki tekrar basılması unutulmuştur öyle olacaktır. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Efendim! Hükumetin teklifinde vardır. Ve bu teklif de taksim edilmiştir. Feyzi Efendi – Medresede müderrislere verilen yirmi altı bin lira hiçbir vakit haiz-i ehemmiyet değildir hiç ehemmiyyeti yoktur. Yalnız sellemehü’s-selam şer’iyye vekilinden rica ederiz ki hocalara kuruş kuruş versin bin kuruş versin vazifesini istesin. Yüz elli kuruş alırlar vazife görmezler. Hangi hocaya gidersekNe yapayım bu para ile ma’işetimizin te’mini pek güçdür.Der ki doğrudur. Ayakkabısına verse kafi gelmez. Evet! Efendi hazretlerinden rica ederim; ki her memleketde bir medrese ihdas etsin bunlara versin. Binaenaleyh zamana ait bir hoca koysun. Bin kuruş versin. İş çıkarsın. Yüz elli kuruşla ne çıkar? Sonra gelelim müftülerin müsevvidlerine bunların parası fazladır müftüler ayda veyahut senede bir veya iki def’a veya beş defa fetva veriyorlar. Feyyaz Ali Bey – Kaldıralım mı? Lağv edelim mi? Feyzi Efendi – Gerek vilayetde gerek sancaklarda müsevvid yerine onlara verilen parayı müderrisliğe versinler. Müderris iş görsün talebe yetiştirsin. Bu suretle fazla para telef olmasın ve bu bin lira da heder olmasın. Vehbi Efendi – Kifaye takriri vardır; Reis Bey! Kifaye takririni re’ye koyunuz! müzakere kafi değil sesleri Reis – Takrir var. Müsa’ade buyurun efendim! Kabul buyurmazsınız efendim. Refik Şevket Bey – On kişi söz alır. İki kişi söz söylemekle kifayeti re’ye mi konur efendim? Reis – Takriri re’ye koymaya mecburum. Ziya Hurşid Bey –Nizamnameyi efendiye takdim buyurunuz! Reis – Hey’et-i celile kafi görmezse devam eder. Benim vazifem re’ye koymaktır. Kabul etmezseniz sabaha kadar devam ederiz… Müzakereyi kafi görenler lütfen ellerini kaldırsın! Müzakerenin kifayeti ekseriyet-i azime Yahya Galib Bey – Aleyhinde söz söyleyeceğim. Reis – Müsa’ade buyurun efendim! Hükumetin bir teklifi var. Beş bin lira yerine yirmi altı bin liranın kabulünü ya’ni yirmi bir bin liranın zammını teklif ediyor. Ya’ni bu maddedeki beş bin liranın bin liraya iblağını teklif ediyor. Muvazene-i maliye encümeni buna ne diyor? Mazhar Müfid Bey – Hey’et-i umumiyye kabul ederse encümen de kabul eder. Reis – Efendim! Hükumet bin liranın zammını teklif ediyor. Fasıl bin lira oluyor. Muvazene-i maliye encümeni ne fikir beyan ediyor? Mazhar Müfid Bey – Hey’et-i umumiye ne arzu ederse onu kabul ediyor. Ben burada yalnızım. Encümen yok ki ben ne diyeyim? Hey’et-i umumiyye kabul ederse encümen de kabul eder diyorum. Yalnız başıma encümen namına söz söylemem efendim. Reis – İki tane takrir var efendim. Riyaset-i celileye Mülhakatda müderrislik hizmetiyle ma’aş alan va’izinin çoğu vazifesini ifa etmeyerek havaya ma’aş almaktadır. vazifesini ifa eden müstehıklara verilmek üzere encümenin teklifinin kabulünü taleb ederim. Ziya Hurşid Bey – Encümen kabul etmiştir. Mazhar Müfid Bey – Reis Bey! Şimdi encümen azalarıyla görüştük. lirayı kabul ettik efendim. Salahaddin Bey – Encümenden bir sual soracağım. Rica ederim. Re’ye vaz’ edilmeden evvel söz veriniz. Kanunda sarahat olmadığı gibi konan yirmi altı bin lira altı aylık mıdır? Bir senelik midir? Bir senelik ise geçmiş ayların parası ne olacak? Reis – Ne yapayım efendim? Rica ederim. Bunun müzakeresinde soraydınız. Salahaddin Bey – Sual sormak hakkımızdır. Refik Şevket Bey – Mesela kaç va’iz olduğunu öğrenmeliyiz. Reis – Refik Şevket Beyefendi! Bendenizin elimde değildir. Hey’et-i celileniz müzakereyi kafi gördü. Ekseriyet-i azime ile müzakereyi kafi gördünüz efendim. Mazhar Müfid Bey Hakkari – bin lira için müfredat vardır efendim. Şimdi hükumetin teklifinin re’ye konması için Müfid Efendi’nin bir teklifi vardır. Halbuki Müfid Efendi’nin teklifini re’ye koymaya lüzum yok. Çünkü: Hükumet teklif ediyor ve encümen de kabul ediyor. Binaenaleyh faslın ikinci maddesine hükumet bin lira zammı teklif ediyor. Bu teklifi kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın. Kabul edilmiştir. Şu halde . Fasıl bin lira oluyor. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Evet efendim! Reis – Efendim! Faslı bin lira olarak re’y-i alinize vaz’ ediyorum. Kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın! Fasıl kabul edilmiştir. Faslı okuyoruz. Riyaset-i celileye . faslın ikinci maddesinde müdüriyet ve va’izlerin tahsisatı olarak hükumetçe teklif olunan yirmi altı bin liranın kabulünü teklif eylerim. Reis – Birinci takrir tayy takriridir. Onun için evvelen onu re’ye koyacağım. Cemil Bey’in takririni nazar-ı dikkate alanlar lütfen ellerini kaldırsın! Takrir nazar-ı i’tibare alınmamıştır. Talebe-i ulum ve memurin harcırahı Mükafat-ı Te’lifiye Tedrisat Müdürü Hamdi Efendi – . Fasılda . maddede bir şey var. Orasını arz edeceğim: Tedkikat ve Te’lifat-ı İsamiye Hey’et-i aliyyesi masarıfat-ı tedkikiye ve neşriye ve tab’iyesi diye bin lira teklif edilmiştir. O bin lira encümence ancak bin lira kabul edilmiş ve o bin lira da . Faslın merkez masarıf-ı müteferrikasına zam olunmuştur. Halbuki faslın ikinci maddesi olan Darülhilafe-i İslamiye mükafat-ı nakdiyesi kalkacak; o buraya konacak hükumetin teklifi bin liradır. Madem ki meclis-i aliniz Tedkikat ve Te’lifat Hey’eti’nin on kişiye iblağına razı oluyor. Ve bugün bu hey’et teşekkül edince fa’aliyete geçmesi için kitab tedarik etmesi ve kitab neşr etmesi için mutlaka paraya ihtiyacı vardır. Bunun için hükumet bin lira kabul etmiştir. Bu yirmi bin lirada fetva haneye alınacak olan kitablarda dahildir binaenaleyh bunun hükumet aynen kabulünü teklif ediyor. Mazhar Müfid Bey – Reis Beyefendi! Hükumetin teklifi ile encümenin teklifi arasında çok fark vardır. Bunu tedkik için encümen istiyor. Çok rica ederim. Ziya Hurşit Bey – Tedkikat ve Te’lifat Hey’eti maddesi de encümene gitmiştir. Reis – Ziya Bey! Siz burada yoktunuz. Bu madde geçti. Mustafa Naki Efendi – Mükafat-ı nakdiye olarak hükumetin teklifi beş yüz liradır. Ali Rıza Efendi – O başkadır. Taki Efendi – Ya’ni bendeniz diyeceğim ki efendim! Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiye Hey’eti meclisçe kabul olundu ve tasdik edildi. Bu Tedkikat ve Te’lifat için mükafat-ı nakdiye olarak konulacak rakam ne kadar olmalı? Bunu hey’et-i celile takdir etmelidir. Böyle olmaz zan ediyorum. Ali Rıza Efendi – Haricden te’lif edilecek ki-tablara verilecek. Taki Efendi – Haricden te’lif edilecek kitablara olsun mes’elenin ehemmiyeti takdir olunduktan sonra bu kadar para ile ne olur efendim? Ali Rıza Efendi – O değildir. O aşağıda ayrıca liradır. Mazhar Müfid Bey – Hükumet bin lira teklif etmiş. Encümen ise lira kabul etmiştir. Arada çok fark vardır. Encümen diyor ki: Biz Şer’iyye Vekaletiyle birleşiriz bunu tedkik ederiz. hükumet beş yüz lira teklif ediyor. Encümen kabul etmiyor. Halbuki bu Darülhikme’ye ya’ni İstanbul’daki Faslın bu maddesine yirmi bin liranın ilavesi lazım geliyor. Biz rica ediyoruz. Bunu bize veriniz. Tedkikat icra edelim. Ondan sonra hey’et-i aliyyenize takdim ederiz. Reis – Şimdi efendim! Daha mes’ele müzakere edilmemiştir. mes’elede bir sehv olduğu anlaşılıyor. Encümen diyor ki fasıldan fasla geçmiştir. Bir yanlışlık vardır. Münasib görüyorsanız bu üç faslı encümen tekrar tetkik etsin. Gelecek ictima’da müzakere ederiz. Nusret Efendi – Efendim bu mes’ele encümene gitmezden evvel bendenizin ufak bir mutala’am var onu arz edeceğim. Reis – Efendim; encümen istedikden sonra vermemek elimizde değildir. Nizamname sarihdir. Nusret Efendi – Halbuki hükumetin teklifi de yanlıştır. Daha fazla para vermek lazımdır. Reis – Onu geldikden sonra müzakere edeceğiz. Mazhar Müfid Bey – Şimdi efendim bir yanlışlık daha var. Hükumet harcırah maddesine zam teklif ediyor. Bu zammın mikdarını söylemelidir. Yoksa biz kendi kendimize zam yapamayız. Hey’et-i umumiyye bunu kabul etmedikçe biz kendi kendimize zam yapamayız. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Efendim! Bizim teklifimiz encümence ayrı maddeye konmuş ya’ni biz masarıf-ı te’lifiye maddesinde teklif etmedik. Yukarıda mükafat-ı te’lifiye maddesi vardır. Orada teklif ettik. Bu encümene gitsin. Yalnız harcırah maddesi vardır ki bu maddeyi encümende müzakere ettiğimiz vakit tabi’i meclisin kabul ettiği aded-i a’za o zaman kabul edilmişti. Bugün on dokuz a’zakabul ettik. Bütçede üç bin lira harcırah vardır. Halbuki: Meclis-i alinin kabul ettiği esasa göre harcırahın tezayüd etmesi lazımdır. Binaenaleyh; harcırahın on bin liraya iblağını teklif ediyorum. Bu burada müzakere edilmez.. Reis – Efendim! Hükumet yeni kabul ettiğimiz şerait dahilinde üç bin lira harcirahın az olduğunu nazar-ı Bu teklifi nazar-ı i’tibare alırsak bunu da encümene göndermek Hasan Bey – Nazar-ı i’tibare alındıkdan sonra mı encümene gider reis bey? Bütün usulleri alt üst ediyorsunuz. Reis – Rica ederim efendim! Hasan Bey – Böyle bir teklif üzerine nazar-ı Reis – Ya nasıl olur efendim? Hasan Bey – Söz istiyorum. Darülhikme’ye aittir. Biz onu tayy ettik; onun yerine tedkikat ve te’lifat şeysini koyduk. Yirmi bin lira teklif ettik. Encümen mükafat-ı te’lifiye maddesini koymuş mudur. Tayy etmiştir. Ve bizim teklif ettiğimiz yirmi bin lirayı on ikinci maddeye koymuştur. Merkez masarıf-ı müteferrikası değildir. Merkez masarıf-ı müteferrikası olsa herhalde bu çoktur. Yirmi bin lira merkez masarıf-ı müteferrikası elbette olmaz. Biz Tedkikat ve Te’lifat-ı eserlerin içinden ve va’izlere vereceği parayı buraya koyuyoruz. Yirmi bin lira merkez masarıf-ı müteferrikası olan dört yüz lira o başkadır. Encümen masarıf-ı müteferrika tedkikiye ve te’lifiyesini birleştirmiş. Dört yüz lira koymuştur. Ki bunda bir yanlışlık var. On kişilik bir hey’et kabul ediliyor. Bu on kişinin te’lif ve tab’ edeceği eserler Basri Bey – Çok azdır. Tedrisat Müdürü Ahmed Hamdi Efendi – Saniyen harcırah maddesi vardır. Harcirah maddesi üç bin lira olarak konmuştur. Halbuki bu üç bin lira Darülhilafelere ve sair medarise aid olan harcirahdır. Diğerlerine aid olan harcırah konmamıştır. Hakkı Hami Bey – Reis Bey! Bir sual soracağım. Muvazene-i maliye encümenin hükumetin şu teklifine karşı tedkikat icra edeceğiz dedikdan sonra bunu encümene vermek için hatta re’ye bile koymaya lüzum yokdur. Nizamname sarihdir. Encümen istediği zaman verilir. Tedkikat ikmal edildikden sonra buraya gelir müzakere edilir. Binaenaleyh münakaşaya lüzum yoktur. Reis – Efendim! Encümene vermek için ortada bir şey yoktur. Neyi encümene vereceğiz? Hükumetin teklifini hey’et-i aliyyeniz kabul etti mi ki encümene vereceğiz? Neyi vereyim? Müzakere edeceğiz ondan sonra vereceğiz. Mazhar Müfid Bey – Efendim! Memur efendinin beyanatından anlaşılıyor ki yalnız . Fasıl değil . da encümene gelmek lazımdır. Zira bize harcırah olarak üç bin lira teklif etmişler. Fakat şimdi yeni medreseler açıldığı için yeni müderrisler ta’yin edilecek. Müderrisler var. Fetva hey’eti var. Bu zevat belki taşradan celb edilecek ve kendilerine harcırah verilecak. Onun kik etmek üzere encümene istiyoruz. Sonra yine Fasılda Şer’iyye Vekaleti masarıf-ı müteferrika maddesine lira koymuş. Fakat bunu encümen liraya Fasla konacak imiş.l Madem ki bu böyledir. Biz bunu o niyetle tenzil etmişiz. O halde . Fasıl ile . Reis – Efendim! Encümen i’tiraf etti ki encümenin teklifinde sehv vardır. Mazhar Müfid Bey – Yanlış basılmıştır. Reis – Efendim! Encümen yanlış basıldığını da söylüyor. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Rica ederim efendim! Biz yirmi bin lira teklif ettik. Encümen bin lira verdi. Kat’iyyen ben yalan söyleyemem. Hasan Bey – Efendim! Bendenizin istirhamım hükumetin yeni teşkilata göre ne gibi teklif varsa… Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Ben yalan söyleyemem. Reis – Rica ederim Abdullah Azmi Efendi? Oturunuz! Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Reis Bey! Rica ederim. Maksadları ne ise söylesinler. Adeta bahane arıyorlar. Mazhar Müfid Bey – Ben encümende bulunmadım ama ma’ruzatımı… Reis – Encümende bulunmadı diyorlar da onun için söylüyorum diyor. Hasan Beyefendi! Yanlış olmuş diyoruz. Hasan Bey – Bundan evvelki yirmi bin lirayı encümen kabul etmiş midir? Reis – Efendim burada kabul ettiler. Hasan Bey – Oldu mu bu? Basri Bey – Elli imzalı takrir vardır. Reis – Buyurun! Hasan Bey – Efendim! Şer’iyye bütçesinin tarıyım. Müsa’ade buyurursanız biz Şer’iyye bütçesinde bütçe usul-i tedkikinden büsbütün ayrıldık. Böyle bütçe çıkarmanın imkan ve ihtimali yoktur. Nusret Efendi – İşte çıktı. Hasan Bey – Çıktı ama bütçenin de canı çıktı böyle hükumetin bidayeten vaki’ olan teklifi encümence tetkik ve tenkis edildi mi hükumet nokta-i nazarını burada müdafa’a eder ve kendisinin teklifinde cihetin nokta-i nazarını kabul eder. Burada hükumetin bidayeten teklif etmediği encümence tetkik edilmeyen bütçeye ta’alluku olmayan bir masraf bütçenin esnayı müzakeresinde zamaim şeklinde hükumet tarafından teklif edilemez. Binaenaleyh böyle vaki’ olan tekliflerin bidayeten burada müzakere olunmasına imkan yoktur. Muvazene-i milliye encümenine sevk edilir. Şimdi iki fazla müzakere edildi. Ve her iki fazlada muhtelif zamaim kafat-ı te’lifiye maddesine hükumetin bidayeten teklifi liradır. Hayır sadaları cetvel öyledir efendim. Reis – Efendim! Yanlışlık olmuş. Şer’iyye Vekili Abdullah Azmi Efendi – Efendim! Teklifimizi yanlış koymuylar. Encümen cetvelin yanlış olduğunu da söyledi. Hasan Bey – Cetvel elimdedir. Bir hamlede azmin onu kaldırmasa çokdan Göğsünde kanın akmasa üç yıl şu ufuklar Al bayrağımın rengini çokdan unuturdu! Hep son nefesindir onu tahrik eden ancak; Sessiz hareketsizdi bugün yoksa bu sancak! Sen olmasan ay yıldızım olmazdı da çokdan Bir kapkara zincir-i esaretdi ufuklar; Sen olmasan ecdadımızın türbelerinde Bir ürperen ukdeydi o sorguçlu kavuklar Çokdan bu mülevves kürenin kalb-i leimi Atmıştı unutmuştu Süleyman’ı Selim’i; Taşlar gibi hep toprağa münkad olup ırkım Kalmıştım ağaçlar gibi hep yerde mukayyed; Sensin o büyük heykel-i iclali ki azmin Yerlerden elin almasa kaldırmasa şayed Artık koca bir Saltanat’ın bayrağı bezdi; Bin fırtına kopsaydı temevvüç edemezdi! Sen yazmamış olsan onu a’sara kanınla Dünyadaki bir milletin artık adı yoktu! Sen olmasan a’daya eğilmiş bir alınla Artık yaşamakdan vatanın maksadı yoktu! Başdan başa toprak ve yerin olsun husemanın Ma’nası nedir sanki şu masmavi semanın Altında başım dimdik eğer gezmeyecekse! Sayende hayır yerle göğün bu’du kısaldı Bir dağ başı ulviyyeti var nasiyelerde Yükseldi kıyam etti semavata karıştı Türkün başı bak ta güneşin doğduğu yerde! Rüzgar bana at oldu Şimşekler kanat oldu Eğilin gökler dedim Bulutlar kat kat oldu Yalçın kayalar aştım Hakk’a şükürler olsun Geldim sana ulaştım Varsın yansın ocağım Kurtuldu al sancağım Bayrağımın altında Ben hür yaşayacağım Deniz deniz Akdeniz! Suları berrak deniz Karşıda yar ağlıyor Gideyim bırak deniz! Açıldı kale yolu Göründü Gelibolu… Bırak deniz gideyim Orası yasla dolu Yürü ey şanlı gazi Kılıcı kanlı gazi! SeniMeriçbekliyor Büyük ünvanlı gazi! Yaslı gittim şen geldim Aç koynunu ben geldim Bana bir yudum su ver Çok uzak yerden geldim Korkma açıl şen yurdum Dağlara ordu kurdum Açık denizlerine Süngümle kilit vurdum Rüzgarlardan atım var Şimşekden kanadım var Göğsümde al yazılı Gazilik beratım var Samih Rıfat Abdullah Azmi . |/\|