|\/| _____ SEBILÜRREŞAD Cild 24 - Unknown 249462 53014 15367 _____ Sebilürreşad Dini ilmi edebi siyasi haftalık mecmua-i İslamiyyedir Cilt Rebiü’l-evvel - Ekim - Teşrinievvel Esrar-ı Kur’an Kur’an Nedir?: Medeniyet Terakkıyat-ı Maddiyyeden mi İbarettir? Arnavutluk’ta Medreseler Huk u k-ı Aile Projesi Merasim-i Mahsusa ile Ankara’ya Gönderiliyor Millet Kürsisinin Üzerindeki Ayet-i Kerime İndirildi mi? Rebiü’l-ahir - Ekim - Teşrinievvel Musahabe / Maye-i İlhadı Hamil Bir Kalbden Cevher-i Iman Zuhur Edemez Hilal-i Ahdar Kongresi Tedrisat-ı Diniyye Büsbütün mü Mekteplerden Kaldırıldı ? Ahlak-ı Diniyye Filmi Türk Ocağı’nın Mahiyeti / Ocağın Mahiyeti ve Gayesi Hakkında Ocakçıların Neşriyatı Rebiü’l-ahir - Kasım - Teşrinisani Türkçe Kur’an Namındaki Kitabın Sahibi Cemil Said Bey’e Bolşevik Umdeleri Adana’da “Mühim Bir İnkılab-ı İctimai” Olmuş Asıl İrfan Düşmanları Kendileridir / Falih Rıfkı’ya Cevab Maarif Vekili’nin Tiyatroculuğu Himayesi “Mümaşat” ve “Riyakarlık” mı Yapılıyormuş ? / Falih Rıfkı’ya Cevab Gençliği ve Mektepleri İstila Eden Tehlike Bizim Ta’tiller Yortu Günlerini de Geçti ! Papas Mektepleri Genç Hıristiyanlar Cem’iyetleri Dans Beliyyesi Sebilürreşad Dini ilmi edebi siyasi haftalık mecmua-i İslamiyyedir Cilt / Başmuharrir Sahib ve Müdir Hulasa-i kelam: Neshin manası gayr-ı müebbed bazı ahkam-ı ameliyyenin Nesh aklen caiz fi‘len sabittir. Hikmet ve maslahat Tevrat ve İncil Kuran-ı Kerim ile nesh olunduğu gibi ahkam-ı ilahiyye olmayan havarilerin vaz‘ ettikleri bazı ahkam ile de nesh olunmuştur. İncil de Tevratın bazı ahkamını nesh etmiştir. Kuran-ı Kerimin pek az ayetleri nesh olunmuştur. Bu ciheti nesha kail olanların irad ettikleri ayatı mevzu‘-ı bahs ederken izah etmiştik. Kuranın hükmen değil tilaveten neshi caiz olduğunu söylemek manasız bir sözdür. Ne kadar sahih olursa olsun rivayet olunan bazı ehadise istinaden ayat-ı Kuraniyyenin neshini tecviz etmek din-i İslama ve Kurana karşı farkında olmadan muzır bir hareket irtikab etmektir. Nesh bahsinde fikirlerimizin hulasası bundan ibarettir. Erbab-ı insafın bu cihetleri nazar-ı dikkate almalarını tavsiye ederiz. Ehl-i kitabın ahvalini izah ederken Kuran-ı Kerim bunlardan birçoğunun müslümanları Müslümanlıktan lığı anlamadıklarından hak ile batılı tefrika muktedir olamadıklarından değil bilakis İslamın kemalini ve saadet-i dareyni te’min eden hidayetini idrak ettikleri halde bunu arzu eylediklerini beyan ediyor. Bunlar kendilerini Ehl-i Kitab erbab-ı re’y ve menba‘-ı hikmet addettiklerinden bi‘setinden mukaddem cehalet ve ümmilik ile ma‘ruf bir adamın eserine iktifa etmeyi Arablar arasında i‘tibar ve nüfuz sahibi olduktan sonra İslamın te’sis ettiği daire-i müsavata girerek ancak salah ve takva ile kesb-i imtiyaz etmeyi hazm edemediler. Bundan dolayı müslümanların ni‘met-i ilahiyyeden yani Müslümanlıktan mahrum olmalarını isteyip durdular. Bu maksadı te’min için toplandılar söyleştiler suikasdlar tertib ettiler. Fakat Kuran-ı Kerim bütün tedbirlerini faş ediyor ve müslümanlar masun kalıyordu. ayet-i kerimesi müslümanların eziyeti afv suikasdı safh mektedir. Hasidlerin sevk-i hasedle neler yaptıklarını bilenler bunların ehl-i İslam ile aleyhis-salatü ves-selam Efendimize karşı neleri reva gördüklerini takdir ederler. Hased bunların bütün kalbini istila etmişti. Siyer ve tevarih bunların yaptıkları ve irtikab ettikleriyle doludur. Hasidin arzusu başkalarının üzerinden zeval-i ni‘mettir. Başkalarının ni‘met ve refahı hasidleri kudurtur. Binaenaleyh bunlar hased ettikleri insanı cah sahibi / Harb-i Umumi afeti devr-i istilasında milyonlarca len fasıla-i husumette öyle bitmez tükenmez buhranlar muvazenesizlikler husule getirdi ki ruh-ı medeniyyeti tarac eden inkılabatın bir gün nasıl bir neticeye vasıl olacağı kestirilemez. Dünyanın siyasi ve ictimai gayeleri değişiyor. Eski akideler yeni telakkilere meydan açıyor. Her gün yeni bir meslek yeni bir heyecan ortaya çıkıyor. Harb senelerinde az çok bir inzibata merbut olan ruhlar artık –dümensiz bir gemi gibi– her cereyana kapılıyor. Bu keşmekeşin esbabı adese-i rü’yete göre tebeddül etmek isti‘dadındadır. Çünkü aralarında bir nokta-i ki akıl ve zekanın vekayi‘ üzerindeki te’siratı artık vaki‘ değildir. Yalnız umum için müşterek bir nokta-i iştika var. Herkes halinden gayr-ı memnun istikbalden bedbin. Fakat bu adem-i memnuniyyetlerin de müsbet ve müşkil bir sarahati yoktur. Kimi hayat pahalılığından diğer bir hizb sunuf-ı ictimaiyye arasındaki müsavatsızlıktan bir başka kısım müfrit cereyanların tahribkar tehdidinden bahsediyor. Acaba bütün bu hareketlerin hakiki bir saiki müvellidi mevcud değil midir? Ulum-ı ictimaiyye hiç bir hadisenin bila-sebeb vaki‘ olabileceğini hiçbir mefkurenin tesadüfi olarak husule geldiğini kayd etmiyor. Şu halde cihanı huzur ve istikrardan mahrum bırakan bu gayr-ı tabiiliklerin esası nedir?... Harb-ı Umumiden mukaddem dünya milletleri siyasi rekabet-i iktisadiyye sahasında boğuşuyor diğerlerini ezmek yavaş yavaş hey’et-i ictimaiyyeyi mekaniki bir hale soktu. Milletlerin hayatında ma‘nevi rabıtalar değil maddi rakkiye engel zannolunarak şiddetli bir müsamaha cereyanı hasıl oldu. Ahlaki umdeler aile rabıtaları hissi mefkure kuvvetleri nukat-ı istinadiyyelerini kaybettiler. Buna rağmen umumi muvazene bir müddet daha için bildi. Vakta ki Harb-i Umumi kanlı izleriyle siyasi hayatta büyük tahavvülat husule getirdi. Artık ma‘nevi sahada da buhran na-kabil-i ictinab bir şekil aldı. Ruhi ve ictimai müdhiş bir inzibatsızlık önüne gelen her seddi yıkarak mütereddi bir heyecan içinde medeniyeti kemirmeğe başladı. Gustaw Le Bon bu hakikatten bahsederken diyor ki:Hal-i hazırda bütün Avrupa buhranlı bir inzibatsızlık servet veya şöhret sahibi görürlerse gayz ve kin ile yanarlar ve ancak hased ettikleri insanın bi-çare ve perişan olmasıyla memnun ve müsterih olurlar. Ma‘lum olduğu üzere a‘za ve cevarihin harekatı infi‘alat ve teheyyücat-ı nefsiyyenin eseridir. Mucib-i sürur veya mucib-i keder olan bir saikle nefs duçar-ı teheyyüc olduğu takdirde cevarih ve a‘zanın bu infi‘ali tatmin edecek harekatta bulunması muhtemel olur. Ancak yapılacak hareketin netayicini düşünmek yahud teheyyüc-i nefsaniyi tatmin edememek endişesi insanı bu hareketlerden alıkoyabilir. Mizacı asabi seri‘ut-teessür olan insan yapacağı hareketin netayicini düşünmeksizin teheyyücat-ı nefsaniyyesine münkad olur. Bundan dolayıdır ki çabuk hiddetlenenlerin çabuk pişman oldukları çabuk razı olduklarını el-hasıl her harekette seri‘ olduklarını görürüz. Çünkü mecmua-i asabiyyenin intibah ve hareketi derecesinde nin tezahüratından başka bir şey değildir. Binaenaleyh mizacen asabi olup düşünmeğe vakit bulamadan bir takım harekatta bulunanlara karşı müsamahakar davranmak gerektir. Bundan dolayıdır ki insanın pür-hiddet olduğu zamanlarda vukû bulantalak-ı iğlakşer‘an vaki‘ olmaz. Sadede rücu‘ ederek hasidlerden bahs edelim. Hasidler hased ettikleri insanları refah yahud cah içinde gördükleri zaman yürekleri kin ile tutuşur. Hasedin alamından kurtulmak için bunlar hased ettikleri insana karşı her türlü eza ve cefayı reva görürler. Faraza hasedin saiki mahsudun şöhreti ise hasid türlü türlü iftiralar uydurarak onun şöhretini kirletmek ister. Hasedin saiki mahsudun serveti mal ve mülkü ise hasid düşmanını fakir ve muhtac görmeyince rahat etmez. Cevarihin infi‘alat-ı nefsaniyyeye münkad olduğunu beyan etmiştik. Binaenaleyh hasidin hedefi mahsudu perişan görmek ise elinden gelen her fenalığı yaparak türlü türlü desiselere müracaat ederek maksadını tahakkuk ettirmek ister. Cihan -kasırgaya tutulmuş bir gemi gibi- guna-gun cereyanlar içinde çırpınıp duruyor. Bi-tarafane bir nazarla şuun-ı hadisat tedkik edilirse medeniyetin münteha-yı amali olan sükun ve refah-ı beşeriyet umdesinin nasıl bir serab erişilmez bir hayal gibi dünyadan uzaklaştığı telehhüfle görülecektir. zümre fikirleri haline inkılab eden düsturlar bir cihet-i camia teşkil etmekten uzaktır. Muayyen bir sınıfın tahakkümü esasına müntehi olan komünistlik sosyalistlik serbestlik hep mevzii hep suni akidelerdir. Mevzii akidelerdir ki beşeriyeti bir ruh bir Te’sirat-ı muharribanesi ruh-ı medeniyeti kurun-ı ula devrelerine sürüklüyor. Harb-i Umumiden beri cihan muvazenesinin ictimai buhran sunuf-ı mütefekkirinin ve hatta millet rehberlerinin nazar-ı dikkatini celb etmiş bu fevzalara karşı müsbet düsturlar harekete gelmiştir. Bu tekamülün en şayan-ı dikkat ciheti yine hissiyat-ı diniyye ve ma‘neviyyeye rücu‘un zaruret halinde telakkiye başlamıştır. Faşistlerin ilk işi maneviyata mühim bir mevki‘ vermek olmuştur. Mussolini muhtelif nutuklarında bu ciheti tekrar etmiştir. düşüren akidelere karşı büyük bir din kongresi toplanıyor. Bu müfrit cereyanlara Hıristiyanlık kuvvetinden tiyanlığın ictimai siyasi sahalarda te’siratı bu kongrenin esas maksadını teşkil ediyor. Amerikada müfrit tehlikelere karşıPragmatizm felsefesinin revac bulması ve rüesanın umumiyetle bu fikre tarafdar olması a‘zaları milyonlara baliğ olan dini cem‘iyetlerin inkişafatını teshil etmektedir. Gustaw Le Bon bu mevzuu münakaşa ederken diyor ki:Bu felsefe faide fikrinin daima görülebilir olduğu için güçlükle idrak edilebilen hakikat fikrine tekaddüm etmesi icab ettiğini hile- ferdlerin kudretini arttırıyor ve onu bizzat kendisinin fefkıne yükseltiyor ise böyle bir vasıta-i te’siri çıkarıp atmak manasız bir hareket olur. Ruhiyyat mütehassıslarının hatta din mes’elesinde serbest düşünenlerin bile cümlesi bir i‘tikad sahibi olmanın şübhe edecek kimseye ruhban tarafdarı olmasından kendim kadar şübhe etmediğim bir Sorbon müderrisinin yazılarından atideki satırları nakl ve irae etmekle fefkıne yükselten kuvvetlerin fiile çıkmasını tazammun eder. Mu‘tekid gayr-ı mu‘tekidden daha ziyade kuvvetlidir. Bu kuvvet hayali değildir. Beşeriyetin yaşamasına medar olan bu kuvvettir. Görülüyor ki bütün dünyada müfrit cereyanlara hasıl olmuştur. Bu da hissiyat-ı diniyyenin yeniden kesb-i kuvvet eylemesini intac eylemiştir. Artık garb alemince safhası geçirmekdedir. Bu safha anarşi ve inhitat tevlid etmeksizin devam eylemez. Evvelce itina ile devam olunan eski akideler kuvvetlerini kaybettikleri halde onların yerini tutabilecek umdeler henüz teşekkül etmemiştir. Maddiyatın tefevvukuna ehemmiyet verenler ma‘nevi rabıtaları kesr ettikten sonra bu boşluğu dolduracak hiçbir eser vücuda getiremediler. Harbin tahribkar elleri maddiyatı serveti iyice baltaladıktan sonra geride desteklerden nukat-ı camiadan mahrum kalan insanlar yeni bir i‘tikad yeni bir mefkure taharrisi kaygısına düştüler. Siyasi ihtiraslar arasında bulunan millet rehberleri sürülerini toplamaya muvaffak olamadılar. Ma‘neviyat ihtiyacından tevellüd eden bu hareketlerde gaye hakikatin i‘tilası olduğu halde cem‘iyet hayatında cereyanlar akıl ve mantıktan ziyade hissiyat ve menfaate rın tesamühü bugün ma‘nevi bir inhilalin yegane amilini teşkil ediyor. Bu mühim ciheti tenkid ederken Gustaw Le Bon diyor ki:Felsefenin bütün terakkiyatına rağmen fikri istiklal asılsız bir hayaldir. İnsanı idare eden yalnız ihtiyacat hissiyat ve ihtirasatı değildir. İnsanın ümidlerini ve tahayyülatını lüzumundan asla vareste kalamamıştır. Kadim tasavvuf bütün kuvvetini muhafaza etmiştir. Ancak tezahüratın şekli değişmiştir. Fil-hakika komünistler sosyalistler ilhakidelere menfi gayeler etrafında bir i‘tikad te’sis etmek için çalışıyorlar. Acaba bu gayeyi istihsale muvaffak olabilecekler midir? Bunu hiç zannetmiyoruz. Çünkü garb ictimaiyyununun zuhurunda müttefik olduğu ma‘nevi inhilal alamatı dikkatle tedkik edilirse asırların te’sis eylediği akidelerin yerine kolay kolay yenisinin vaz‘ı imkanı olmadığı tezahür eder. Hey’et-i ictimaiyyeler arasında müşterek muvazenesizliğin en bariz tezahüratıher türlü mecburiyete karşı nefret kanunların ve hükumetlerin nüfuzunun gittikçe tenakus etmesi gerek servet ve gerekse zeka cihetinden olsun bil-umum faikiyetlere karşı garaz cem‘iyet içinde muhtelif tabakalar arasında adem-i tesanüd ve sınıflar arasında husumetkarane bir cidal eski hürriyyet ve uhuvvet mefkurelerine karşı büyük bir istiğna ribine sai olan müfrit akidelerin ilerlemesi gibi ruhi tereddiyata istinad ettikçe yeni bir itikad te’sisi bir hayal-i muhaldir. Mefkureler beşeri ve umumi kıymetini muhafaza ettikçe bir iman halinde icra-yı te’sir edebilirler. Umumundan insanı sahadan hususiyyete sınıf bul gibi muhitlerde tesanüd ahlak seciye aile ve terbiye mefhumlarının şayan-ı merhamet olan hal-i tereddisi bir ikinci misale hacet bırakmayacak derecede hakikati tenvir eder. Tereddiyat ve sukût-ı ictimai ile müsaid bir zemin-i telkih teşkil eden yerler cihanı yıkan cereyanlar taklid tesamüh-i ahlaki seciyesizlik ile yıpranmaya başlayan hey’et-i ictimaiyyemizi garbın içinde kıvrandığı bu mühlikelerden ancak secaya-yı asliyyesi maneviyatı kurtarabilecektir. Her ferdin nef‘ ü zararı kendisine aid olmak üzere müsbet ve menfi bir takım vezaif-i ahlakiyyesi vardır. Bu vazifelerin bir kısmı hayata ikinci kısmı sıhhate üçüncü kısmı iffete dördüncü kısmı da servete mütealliktir. Hayat mevcudiyet-i beşeriyyenin üssül-esasını teşkil ettiği bir mevki ihraz eder. Hayatsız ne dünya olabilir ne de ukba olabilir ne de beşeriyet olabilir. Müsbet vazifeleri menfi vazifeleri ifa etmemekten mütevellid maddi ve ma‘nevi ukûbetler ancak hayat-ı insaniyyeye taallük ve terettüb eder. Binaenaleyh herhangi ferdin birinci derecede kıymet ve ehemmiyet vereceği vazifeler hayatına taalluk ve terettüb eden vazifelerdir. Bu sahadaki müsbet vazifeler hayata nafi‘ fiil ve amelleri icra etmek menfi vazifeler de hayata muzır fiil ve amellerden müctenib bulunmaktır. Mesela; hayata levazımını vermek müsbet bir vazife-i ahlakiyyedir. Fakat bu levazımı verirken ifrat ve tefrite meydan vermemek de menfi bir vazife-i ahlakiyyedir. Levazım-ı hayatiyyeyi tedarik uğrunda sarf-ı mesai etmek yine müsbet bir vazife-i ahlakiyyedir. Fakat bu uğurda sarf edilecek kuvvetin ifrat dereceye vardırılması hayatı rahnedar edeceği gibi tefrit halinde bulundurulması da yine hayatı haleldar eder. Binaenaleyh sarf edilecek kuvvetin hal-i i‘tidalde bulundurulması müsbet bir vazife-i ahlakiyye ifrat ve tefrit derecelerine vardırılmaması da menfi bir vazife-i ahlakiyyedir. Hayatın levazımı yalnız maddi şeyler değildir ilim ve ma‘rifet hürriyet diyanet gibi faziletler de hayatın levazım-ı ma‘neviyyesindendir. Fakat tahsil-i ilim ve ma‘rifet uğrunda sarf olunacak mesai hayatı yıpratacak dereceye varmamalıdır. Hürriyetsiz hayat zimam-ı hareketi anlaşılmıştır ki cihanı bu girdabdan kurtaracak ancak maneviyatve i‘tikaddır. Cihanın bugünkü ruhiyat ve ictimaiyatını vaziyetini dünyaya musallat olan tehlikeleri tedkik ve tahlil ettikten sonra hey’et-i ictimaiyyemizin de bu ahval muvacehesindeki mevkiini ta‘yin ve tesbit etmek bir vazife halini alır. Büyük felaketlerin uzun muharebelerin alamını sinesinde taşıyan cem‘iyetimizin dünyayı saran ve sarsmak ve-i mukavimesi mevcud mudur? İktisadi zaruretler fakir memleketimizi bugün için müstehlek bir vaziyette bulundurmakta hayat pahalılığı kendini şiddetle hissettirmektedir. Senelerce devam eden hayat ve memat mücadelesinin tabii bir neticesi olarak ilim ve irfan sahasında hasıl olan tedenni kabil-i inkar değildir. Bunlara bir de menhus cidalleri ta‘kib eden maddi ma‘nevi yorgunluğu hastalıktan henüz kalkan bir insan gibi her türlü mehalike ma‘ruz bulunduğunu kabul etmek zaruridir. Bu vaziyette herhangi muzır bir te’sirin aksini men‘etmek pek kolay değildir. Esasen harbden avn-i Hakla muzaffer çıkan hey’et-i ictimaiyyemiz için en tehlikeli devir bu devre-i nekahetidir. Cihanın bugünkü hali ne büyük bir ibrettir. Bunun için münevveran-ı ümmetin bütün ihtimamı dikkati gayreti basireti a‘zami ehemmiyetle vaziyet üzerinde temerküz etmelidir. Çünkü muharebeyi kazanmak refah ve saadet için mesdud bulunan bir yolu açmaktır. Asıl hüner bu yolda inhinasız yürüyerek gayeyi elde etmektir. Etrafımızı bu kadar tahribkar cereyanlar ihata ederken mehalik-i hakikiyyeye karşı elimizde yegane bir nokta-i istinad kuvve-i mukavime mevcuddur ki o da maneviyatve i‘tikaddır. Bu mefhum dahilinde şahsi seciyelerimizden hey’et-i kadar her şey yalnız ve yalnız iman ile yaşayabilecektir. Mücahede-i milliyye tarihi bu hakikatin en yakın ve en canlı bir misalidir. Millet harbi yalnız iman kuvvetiyle kazandı. Bugün Anadolu buhranın içinde kıvrandığı türlü tehlikelerden ictimai fevzalardan masun bulunuyorsa bu da ancak imanın feyzkar kuvvetinden başka bir müessirden mütevellid değildir. Esasatımızın kuvveti beşeri hiçbir akide ve suni cereyanlarla kabil-i mukayese değildir. Asırlardan beri ictimaiyat-ı İslamiyye ile ruhiyyatını ahlakiyatını takviye ve tarsin eden milletimiz istiklal-i siyasinin lazım-ı gayr-ı müfarıkı olan istiklal-i ruhi ve ictimaisini değildir. Bu keyfiyyet öyle na-kabil-i itiraz bir bedahettir ki garble temasın ve bin-netice taklidin ziyade olduğu İstan maz. Aile efradının ve hey’et-i ictimaiyyenin hayatı da mutazarrır olur. Çünkü gerek aileye ve gerek heyet-i muktedir olamaz. Hayatın şerait-i sıhhiyyesine riayetkar bulunmak ve lüzumu derecede ma‘lumat-ı sıhhiyye edinmeğe çalışmak müsbet bir vazife-i ahlakiyyedir. İslamiyetin sıhhate verdiği kıymet ve ehemmiyet de ilm-i ebdan tahsilinin ilm-i edyan tahsiline takdim edilmesi indel-icab muharremat ile tedaviye ruhsat verilmesi indez-zarure –setri lazım– bazı azanın etibbaya karşı keşfine cevaz verilmesi müskiratın tahrim buyurulmuş olmasıyla sabittir. Hayata sıhhat ne derece lazım ise iffet ve namus da o derece lazımdır hatta iffet ve namus ile müterafık olmayan sıhhat hayata muzırdır. Hayatın iffetini ihlale hadim olacak sıhhatin ihtilali sahib-i hayatın en büyük bir menfaatidir. Ve belki iffetsiz hayatın külliyyen sönmesi mahz-ı hayrdır. Çünkü iffetsizlik hayatı bedbaht eder. Afif bir muhit-i ictimaide iffetsiz hayat sahibleri kimsenin nail-i iltifat ve i‘tibarı olamaz. Mutlaka bir muhit-i kimse için de bundan müdhiş bedbahtlık olamaz. İffetsiz hayat hem dünyada hem ukbada azab ve ikaba ma‘ruz ve mahkumdur. Çünkü iffetsizlik menba‘-ı şürurdur şerler ise daima da‘i-i ukûbettir ukûbet de hayatın katlanacağı bir işkencedir. Binaenaleyh iffetini ihlal eden kimse kendi hayatına suikasd etmiş olur. İffet beden-i akıl ruh da dahil bulunduğu halde bütün aza-yı dahiliyye ve hariciyyenin kendilerine mahsus iffetleri vardır. Her uzvun iffeti daima hayr ve fazilet uğrunda istihdam olunmasıdır. Bir uzvu şürur-ı zillet uğrunda istihdam etmek o uzvun iffetini ihlal etmektir. İslamiyetin ma‘nevi mücrimlere azab ve ikab-ı uhrevi cezalarını maddi mücrimlere de ta‘zir ve had ceza-yı dünyevilerini ta‘yin etmesi muhafaza-i iffete ne derece kıymet ve ehemmiyet verdiğini bize ifham etmektedir. Mal ve servet de hayatın levazımındandır. Servetsiz hiçbir şey muhafaza edilemez hayatın muhafazası mal ve servete mütevakkıf bulunduğu gibi hürriyet diyanet sıhhat iffet gibi levazım-ı hayatiyyenin muhafazası da mal ve servete muhtacdır. İlim ve ma‘rifet de mal ve servet ile kesb edilebilir. Servetsiz hayat hür olamaz. Servetsiz hayat vezaif-i diniyyesini ifa edemez. Servetsiz hayatın sıhhati muhtel olur. Sıhhati muhtel olan hayat servetsiz tedavi olunamaz. Servetsiz hayatın iffeti daima tehlikeye ma‘ruzdur. Servetsiz hayat cehalete mahkumdur. Servetsiz alimler ilimlerinin şerefini muhafaza edemezler. Mal ve servetin gerek hayata ve gerek hayatın levazım-ı ma‘neviyyesine halel ve zarar verdiği rakibinin kabzasında bulunan matiyyenin hayatına benzer. Ta‘bir-i diğer ile hürriyetsiz hayat cehennemi bir hayattır Diyanetsiz bir hayat dünyada istinadgahdan ve ukbada istirahatgahdan mahrum bir hayattır ve bu faziletleri hayata kazandırmaya çalışmak en lüzumlu bir vazife-i ahlakiyyedir. İslamiyetin hayata ne derece kıymet ve ehemmiyet verdiği şu esasat-ı teşri‘iyyeden layıkıyla anlaşılmaktadır: Hayatı tehlikeye ilka etmek nehiy buyurulmuş ve ancak gaye-i umumiyye-i İslamiyye uğrunda feda-yı hayata cevaz verilmiştir. Küfrü mucib elfaz ve kelimatın telaffuzu men‘ edilmiş ve fakat tehdidini ika‘a kadir bir mükrihin elinden hayatını kurtarmak uğrunda -itminan-ı kalbisine halel getirmemek şartıyla- elfaz-ı küfrün telaffuzuna ruhsat verilmiştir. Domuz eti gibi muharremat-ı şer‘iyye tahrim buyurulmuş fakat başka suretle hayatını kurtarmak imkanını bulamayan muztar bir kimseye muharrematı yemek ruhsatı verilmiştir. uhreviyye teşdid buyurulmuştur. Katillere karşı dünyada kısas cezası ta‘yin buyurulmuştur. de şu esaslar ile sabittir: Cem‘iyet-i İslamiyyeye riyaset edecek kimsenin hür olması şart kılınmıştır. Mesela eda-yı şehadet gibi bazı hukûk-ı medeniyyeye ehliyet hürriyet ile meşruttur. Ekser muamelat-ı medeniyyenin sıhhatinde hürriyet şarttır. Kölelerin mal ve meta‘ gibi bey‘ u şiraya tabi‘ tutulmasına mukabil hürlerin bu muameleden istisna edilmiş bulunması nazar-ı İslamda hürriyet ile insaniyetin tev’em olduğunu gösterir. Cuma ve ideyn namazları gibi ibadatın vücubunda hürriyetin şart kılınmış olması bir müslüman için hürriyetin ne derece kıymetli bulunduğunu göstermeye kafidir. Sıhhat şübhesiz ilk lazıme-i hayattır. Sıhhatin yokluğu veyahud bozukluğu hayatın semeratını iktitafa mani‘ olur. Hayat sıhhatsız ne dini ne de dünyevi vazifelerini ifa edemez ve binaenaleyh o vazifelerin nafi‘ neticelerinden mahrum kalır. Hayatı müstaid bulunduğu dünyevi ve uhrevi füyuzatından mahrum bırakmak ona zulüm ve Sıhhatin muhtel olmasından husule gelen maddi ve ma‘nevi zararlar yalnız ferdin hayatına münhasır kal şayan-ı nazar görünür. Zat-ı alilerinin mes’eleye o kadar ehemmiyet atfetmemiş olduğunuz anlaşılıyor. Yoksa mevzu‘-ı bahs ettiğiniz ayet-i kerimenin meal-i güzinine bedi‘a gizlemek iktidar-ı harikuladesine malik olan edib-i sehhar Süleyman Nazif Bey için o kadar müşkil olmamak lazım gelirdi. Ve ihtimal ki zaman-ı aliniz müsaid bulunmazdı da... Kendilerinden istizah-ı hakikat ettiğiniz sahib-i salahiyet ulemadan addetmemeniz şartıyla -müsaade buyurulursafakir de fikren size biraz muavenette bulunmak müfad-ı celiline dair bilebildiklerimi hulasaten arz edeyim. Nakkadanelerini de yine burada ayrıca tedkik ederiz: Kuran-ı Kerimde ... kavl-i şerifiyle –ki ey mü’minler sizden evvelki erbab-ı diyanet gibi size de oruç farz kılındı me’mul ki şu eyyam-ı mahdudeyi perhizkar geçirirsiniz– demekdir. Bütün mü’minine savm-ı Ramazanın farziyeti beyan buyuruluyor. Müteakiben ashab-ı a‘zar hakkındaki hükm-i şer‘iye nakl-i bahs olunarak ... ayet-i kerimesiyle hasta olan yahud hal-i seferberide bulunan kimseler oruç tutmadığı takdirde –iade-i afiyet yahud ikamet halinde– eyyam-ı saireden o kadar gün kazaen saim olacakları bildiriliyor. Bundan sonra bit-tedric yine ashab-ı a‘zardan olup tutamayacağı oruçları kaza etmesine de hasbeş-şeyhuhe edilerek kavl-i kerimi ile onların da fidye vermeleri beyan olunuyor ki bu ayet-i kerimenin mana-yı celili deEda-yı savm için son kudretlerini sarf ederek aciz kalanlar üzerine fidye vermek miskin it‘am etmek vacib olurdemekdir. Zat-ı alileri bu ayet-i ahireden pek garib bir fikir Müsaadenizi rica ederek arz ediyorum. Bu mütalaanızda şan-ı üstadiyyete şayan olmayacak kadar garabet var? de vardır. Servet için hayata suikasd edildiği ve servet sahiblerinin servetleri sayesinde birçok fenalıklar irtikab ve ika‘ ettikleri görülmektedir. Bir kimse kendi servetiyle kendi iffetini ihlal ediyor menhiyat-ı diniyyenin mürtekibi oluyor. Onun için servetsizlik bazı kimseler hakkında nef‘-i mahzdır. Ferdin mal ve servet sahasındaki müsbet vezaif-i ahlakiyyesi kesb-i servet uğrunda daima teşebbüs-i şahside bulunmak kazandığı mal ve serveti hayatın levazım-ı meşru‘ası uğrunda sarf ve istihlak etmek menfi vezaif-i ahlakiyyesi de kesb-i servet uğrundaki mesaisini haram ve helali tefrik etmeyecek bir derece-i ihtirasa vardırmamak servet-i meşru‘asını gayr-ı meşru‘ sahalarda israf ve istihlak etmemek hayat ve levazım-ı hayata halel ve zarar iras edecek ef‘al ve a‘mal uğrunda sarfiyatta bulunmamaktır. Gerek müsbet ve gerek menfi vezaif-i ahlakiyyesini ifa etmeyen ferdleri ilm-i ahlak şiddetle tevbih ve muahaze eder. Ahlak dünya ve ahiret saadetlerinin menbaıdır. İnsaniyet hüsn-i ahlaktan ibarettir. İslamiyetin yegane hedefi dini ve dünyevi ahlakın te’sisi ta‘mimi ve hüsn-i muhafazasıdır. Mekarim-i ahlakiyye sayesindedir ki insan derece-i melekutiyyete vasıl olur. İnsanların sair hayvanattan imtiyazı ahlak sayesindedir. Ahlaksız kimse kıymetçe hayvanatın dunundadır. Hüner hayvan kalmaya değil insan olmaya çalışmaktır. Mir-i muhterem efendim Nisan tarihli de münderic Ramazan Musahabesiser-nameli makale-i aliyyenizi layık olduğu itina ile okudum. Eski zamanları ananevi Ramazanları bir levha-i san‘at şeklinde bütün serairiyle tasvir karilerinize zaman içinde zaman temsil ediyorsunuz. Kısmen idrak edebildiğim o şen ve ruşen günlere aid hatırat ve beyanatınız fakiri de tab‘-i rakikiniz kadar müteheyyic ve mütehassis etti. Fakat nasıl ki o zamanlar gelmiş geçmiş devam etmemiştir. Onlara aid olacak teessüratın da bekası olmamak gayet tabiidir. Makale güzel ve müessir; fakat bugün için en zaikapira fıkaratı aranılırsa bence ahkam-ı savma taalluk eden cihetleridir. Matbuat sütunlarında bu türlü fikirlere nadiren tesadüf edildiği için ezvak-ı saimeye adeta neşve-i güldüm... Yalnız bazı noktaları var birçok cihetlerden /- / / vacibdir demek olur. haşiyesinde Sadeddin Taftazani de: tarzında izah ediyor ki biri diğerini müeyyid d mekdir. Sarahat muvaacehesinde delalete i‘tibar yoktur. Kaldı ki burada sarahat de delalet de müfessirlerin vermek Hangi sarahat hangi delalet? Ne nahve ne belağate ne akıl ve muhakemeye uymak şanından olan ve hangi cebhesinden bakılsa ehven min beytil-ankebut meseline ma-sadak bir fikr-i sakime ayet-i kerimenin sarahati veya delaleti tabir etmenize yalnız havas ve avam değil devab ve hevam da güler. Mezkur ayat-ı kerimenin zeyli olan kavl-i celili –ihtiyarlar hakkında savma imkan olmadığı hab-ı özre aiddir. Binaenaleyh savm-ı Ramazan hakkında ayet-i kerime bir guna farziyyet ve mükellefiyet emr etmiyorsözünüz mes’eleye ne kadar az ehemmiyet verdiğinizi anlatır bir hatime-i garaibdir. Beş on satır evvelOrucun farziyyetini amir olan ayet-i kerimediyen bir sahib-i fikr nasıl olur da ayn-ı sütun üzerinebir guna farziyyet ve mükellefiyet emr etmiyordiyebilir? Tenakuzun bu kadar sarih misaline ilk defa tesadüf ediyorum. rimenin elfazına haricden bir kelime bir fikr-i beşer karıştırmaksızın sonra mucib-i tereddüd bir şey kaldıysa beyan buyurursunuz. Bi-havlihi teala o tereddüdün de izalesine çalışırız. Yalnız fakirin de sizden istediğim bir şey var ki o da ciddiyyet ve bir fikirde sebat. Bugünlerde muhtelif namlarla intişar etmekte olan Türkçe Kuran-ı Kerim tercümesi münasebetiyle her taraftan birçok müracaatlar vuku bulmakta ve bu tercümelerin sıhhate mukarin olup olmadığı sorulmaktadır. Şimdiye kadar Kuran-ı Kerimin kelimesini harfini hatta bir harekesini bile esirgemiş ve tahrife meydan vermemiş olan müslümanlar Kuran-ı münzelin tercümesine de bu derece ehemmiyet atfetmekte elbette haklıdırlar. Evvelayutikûnehulafz-ı şerifindeki zamir mansub yukarıda sebk etmiş olansıyama racidir. Alt tarafta gelecek olan fidyeye değil o vakitizmar kablez-zikr lazım gelir ki za‘af-i te’lifin bu kısmına Kuran-ı azimüşşanda değil asar-ı Arabiyyede bile pek güçlükle müsadif olursunuz.Sarıksız ulemadandiye tavsif buyurduğunuz dostunuz ile bu ciheti istişare buyurmuş olsa idiniz zannederim bu tuhaflıklara hiç mahal kalmazdı. Saniyen; yukarıdakihatta kaza diğer iki özre yani maraz ve sefere mahsus iken it‘am-ı miskin fidyesini vermiş olanların buna da yani kazaya da mecbur bulunmadıkları tarzında ifadenizden anlaşılıyor ki zat-ı alileri fidye vermek iktidarını haiz tammüs-sıhha bir mü’min-i mukimi de sahib-i özr telakki ediyorsunuz. Bunlar hangi özrün sahibi oluyor? Garabetin bu vuzuhuna karşı zannederim ki denecek bir şey kalmıyor. Salisen; ma‘lum-ı samileridir ki edebiyat-ı Arabiyye kitablarındafasl-vaslser-levhalı mühim bir bahs-i edebi var. Bu lazıme-i edeb muktezası olmak üzere vav harf-i atfiyle mürtebit olan cümleler arasında cihet-i camia bulunmak lazımdır. Binaenaleyh sahib-i yesar sahihulmizac mukimlere sarf ettiğiniz cümlesini addolunmaları ma‘kul olmadığı için -diğer ashab-ı ma‘zeret ahkamını ifade eden cümlesine atfetmek belağaten ve zevken doğru olamaz. O halde cümle-i celilesi –arz eylediğim vechile- ashab-ı me‘azire hem de onların en aciz olan kısmına kaza-yı savma da kudreti olmayan ihtiyarlara haml olunmak lazım gelir ki nazm-ı şerif-i ilahinin tevcih vecihi de bunu iktiza eder. Halbuki kavl-i şerifinden bu arz eylediğim manaya intikal etmek güç bir şey de değildi tedkik ettiğinizi veayet-i kerimenin sarahati karşısında bir takım hususi te’viller ile manayı başka mecraya dökmek Keşşaf ve Kadi tefsirlerinde vazıhan beyan edilmiştir alel-husus Zemahşeri ve Beyzavi tefsirlerinin müteaddid ve müfid haşiyeleri var hepsini gözden geçirmeye hal ve vakit müsaid olsa bile hem-mesleğiniz olan edib-i mağfur ve meşkur Mevlana Şehabeddinin Kadi Beyzavi haşiyesine tenezzülen birkaç dakika bakmak zahmetini Müşarun-ileyh mevzu‘-ı bahs ayet-i kerimenin lügatini tesbit ederken diyor ki bu tevcihe göre kavl-i celilinin manası savma tab ve tahammülü kalmayanlara da fidye vermek / olduğu söylenen zevat tarafından yapılan bir tercümede bu kadar sarih hata olamaz. Binaenaleyh müslümanlara haber verelim ki bu tercümeler ne lisan ne ilim de bil-külliyye yanlış tercüme edilmiştir. Şu halde aslına muvafık olmayan bu tercümeler kat‘iyyen şayan-ı itimad değildir. Kuran-ı Kerim ile işbu tercümeleri karşılaştıracak ve tercüme hakkında bir hüküm verecek kudrette olmayanları bu tercümeler tamamıyla iğfal edecek bir mahiyettedir. Saha-i intişara atılan Kuran-ı Kerim tercümeleri hakkında numaralı S da bazı ihtarat-ı hayr-hahanede bulunmuş ve muhik olduğumuzu anlatmak tali‘ olduğumuz bazı hatiattan bahsetmiştik. Bundan maksadımız mütercimlerin hiss-i diyanet ve takvalarına müracaat ederek bu kadar muazzam bir işi başarmanın ne kadar müşkil asl-i kerim ile za‘if tercümenin arasındaki mesafenin ne kadar büyük olduğunu göstermek suretiyle hiss-i insaflarını gıcıklamak idi. Maal-esef görüyoruz ki acizane ihtaratımız matlubumuz olan te’siri hasıl etmek şöyle dursun su-i telakkiye bile uğramış. Nitekim tercümenin tabii tarafından acı acı şikayetlere ma‘ruz kaldık. Mütercimlerde ise hatadan rücu‘a hiç bir emare göremiyoruz. Hatta Şeyh Muhsin Fani hazretleri tarafındana hitaben ilk ve son cevab ünvanıyla bütün yevmi gazetelere verilen atideki ta‘mimden neşriyatın bu vadide idame edileceği anlaşılıyor. Gazetenizdea dair yazılan makaleyi okuduk. Sizi hakkımızda su-i zanna ve verdiğiniz hükümlerde gulüv ve ifrata götüren şey kabın üzerinde sehven tercümedenilmekle iktifa edilmesi ve kitabın nasıl ve ne maksadla yazıldığını bildiren mukaddimenin; üçüncü forma ile beraber intişar etmiş olmasıdır. Bunu evvelce görmüş olsaydınız yazdığımız eserin birtercümedeğil belkitercüme-i tefsiriolduğunu anlardınız. Kuran-ı mu‘ciz-beyanın hiçbir lisana hatta Arapçaya bile tercüme edilebileceğine hiçbir zaman kail olmadık ve böyle bir şeyi hatırımıza bile getirmedik. Bizim yaptığımız müFil-hakika biz Kuran-ı Kerimin mükemmel bir Türkçe tercüme ve tefsirinin lüzumuna kail bulunuyoruz. Böyle bir tercüme ve tefsirin milletimiz hakkında çok hayırlı ve nafi‘ olacağı kanaatindeyiz. Şu kadar ki: Bu tercüme ve tefsir şerait-i lazımeyi haiz bir hey’et-i mütehassısa tarafından yapılır veyahud böyle bir hey’et-i nazar-ı tedkikinden geçmiş olması elzemdir. En ufak bir şeyde bile ihtisas arandığı ilim asrında şunun bunun tarafından yazılan Kuran tercümelerinde endişeye düşenlere hak vermek lazımdır. Mevzu‘-ı bahs olan namındaki Türkçe Kuran tercümesinin şimdiye kadar çıkan ve dairemize gelen cüz’lerinin tedkikinden anlaşılıyor ki işbu tercüme salahiyet-i ilmiyye ve lisaniyyeleri olmayan zevat taraflarından yapılmıştır. Hiç olmazsa Türkçemizin bütün kudret-i ifadesini Kuran-ı azimüş-şanın tercümesinde tezahür ettirmek lazım geldiği halde mütercimler burada bile çok geridedirler. Bu şeraite riayet olunmayarak tercüme edilen ufak bir eser-i edebi ile onun mütercimi hakkında okuyucularda hasıl olan kanaat herkesin ma‘lumudur. Haydi bu ciheti müsamaha ile geçiştirelim. Fakat mütercimlerde görülen noksan yalnız bu değildir. Bunlar değil bir müfessir ve mütercim için bilinmesi zaruri olan ulum-ı aliyyeye en basit sarf nahiv belağat kavaidine de vakıf değil gibi görünüyorlar. Biz şimdiye kadar çıkan cüz’lerin tedkikinden bunları anlıyor maahaza mütercimlerin hüsn-i niyyetinden zerre kadar şübhe etmiyor idik. Maal-esef bu hafta elimize geçen dördüncü cüz’ mütercimlerin hüsn-i niyyetinden de bizi şübheye düşürmüştür. Bir ayetin tercüme ve tefsirinde esbab-ı nüzul nasih ve mensuh nazar-ı dikkate alınmak ve bununla beraber en basit bir sarf kaidesi bile gözden kaçırılmamak icab ederken tercümelerde bu cihetten gaflet olunmuştur. Bunun içindir ki dinin erkan-ı mühimmesinden birini tebliğ eden bir ayet-i kerimenin tamamıyla yanlış tercüme edildiğini görüyoruz. Sure-i Bakaranınncü ayet-i kerimesi mütercimler tarafından bilerek yahud bilmeyerek tahrif ve bu surette müslümanların fikirleri teşviş edilmiştir. Ayet-i kerime Orucun sayılı günlerde tutulacağı hasta veyahud misafir olanların bu günlerde tutmayarak başka zaman kaza edebilecekleri ve fakat oruç tutmaya takati olmayanlar halde mütercimler mana-yı maksudun hilafına olarak kelimesini yanlış mana vermişler vetakati olduğu halde oruç tutmayanların her gün için fidye vermeleri lazımdırdiye yanlış tercüme etmişlerdir. sonra mütercimler hakkında bi-hakkın şübheye düştük. Çünkü lisan-ı Arabda fıkıhta hadiste tefsirde ihtisası ayet-i kerimesinin suretindeki tercümesi bu sayılan kitapların hangisinde vardır? Hakşinaslık kabul-i hakkı iktiza eder. Hey’et-i muhteremeye karşı muhabbet ve hürmetimiz pek büyük olmakla beraber bu eser-i azimin hakkından gelemeyeceklerine de kailiz. Arzu buyururlarsa her hafta bu tercüme-i tefsirinin göze pek batan yanlışlarından nümuneler gösterelim. Bu haftalık atide okunacak intikadat ile iktifa ediyoruz ki herbiri bir sahifeden alınmıştır. Yoksa her gördüğümüz yanlışı kayda kalkışırsak Sı yalnız ona hasr etmek icab eder ki ona imkan göremiyoruz. Sure-i Bakara tercümesi şöyle başlamış:Elif lam mim. Bu kitap şekten aridir.Tercüme-i tefsiri denildiğine nazaran burada en beliğ ve en kuvvetli ve en sahih olan rabt ihtiyar edilmeli idi ki o da bir cümle diğer cümle olmak suretidir. Halbuki burada mübteda haber yapılarak bir cümle suretinde tercüme edilmiştir ki bunu bu tarzda kabul etmek mukaddimelerinde isimleri ta‘dad edilen tefsirlerin layıkıyla anlaşılamayıp yalnız isimleri zikredilmiş olmak için mevzu‘-ı bahs edilmiş oldukları anlaşılıyor. Burada mana-yı tefsiriElif lam mim. Asl-ı kitab kitab-ı kamil ancak budur. Bunda şübhe yoktur. Suretinde olsaydı mana-yı Kurana belki biraz yaklaşılmış olurdu. Buna benzer ve mu‘cize-i Kuranın mana-yı beliğini hayliden hayli ihlal eder tercüme ve tefsirler pek çoktur. Hüdennur ve beyan ile tercüme ve tefsir edilmek ne görenura tercümebeyana da atf-ı tefsir diyelim. Fakat ikisi dehüdenin manasını ifade etmezler. Öyle olsaydı diğer ayettehüden ve nurdiye cem‘ edilmezdi. Nur hidayetten sonra müfiddir. Güneş afakı parlatırken güpegündüz sahralarda yollarını gaib eden nice şaşkınlar vardır. Fil-hakika Kuran nurdur fakat daha evvel bir hidayettir ve burada tercüme edilecek olan kelime de hidayet kelimesidir. Bu suretledir ki buradakihüden ahenk ve intizam muhafaza edilmiş olur.Bize hidayet etdiye du‘a eden mü’minlereAlınız işte hidayet budur teaddid tefsirlerdeki suver-i tefsiriyyenin Türkçeye nakil ve tercümesinden ibarettir. Bu tefsirlerde başta Kadi Beyzavinin eser-i mu‘teberi olduğu halde dibacede isimlerini saydığımız asar-ı muhallededir. Bunun için tercih ve ihtiyar ettiğimiz suver-i tefsiriyye bu kitaplarda münferiden veya müttefikan kabul edilmiş ve müfessirin-i müteahhire tarafından hemen aynen iktibas olunmuş sözlerdir. Yaptığımız yenilik bu sözleri halkın anlayabileceği bir tarzda ifadeden başka bir şey değildir. Evvela; şunu söyleyelim ki yazdığımız makalede ne su-i zan ne gulüv ne ifrat vardır. Hey’et-i mütercimenin şahıslarına karşı hürmetimiz büyük idi. Hatta bahis kendilerini rencide etmek ihtimali olan daha az mühim başka bir mevzu‘a müte‘allik olaydı şakk-ı şefe etmezdik. Ne yapalım ki her müslüman gibi Kitabullaha olan hürmetimiz kendilerine karşı olan hürmetimizin kat kat fevkinde olduğu için vahy-i münzelin böyle tanınmaz bir şekilde enzar-ı nasa arz edilmesine gönül razı olmadı. Ve hey’et-i muhteremeyi insafa da‘vet ederek din ve dünyalarının selameti için bu işten vazgeçmelerini sana hatta Arapçaya bile tercüme edilebileceğine hiçbir zaman kail olmadık. Ve böyle bir şeyi hatırımıza bile getirmedik.buyuruyorlar ki tercümede hata vaki‘ olduğunu bu suretle müevvelen ikrar ve bizi sözlerimizde nev‘a ma tasdik etmelerine teşekkür ederiz. İfadelerine nazaran tercüme kendilerince mümkün olmadığı içindir ki bu eserleri kitabın kabında yazıldığı gibitercüme değil içinde yazıldığı gibitercüme-i tefsirimesleğini Türkçeye nakl ve tercümesini iltizam buyurmuşlardır. Ancaktercüme-i tefsirita‘birinden ne kasd edildiğini biz vazıhan anlayamıyoruz. Bizim önümüze konan şey –ufak tefek pek nadir ve hatadan gayr-ı salim izahlardan kat‘-ı nazar– yalnız bir tercümeden ibaret kalıyor ki o da geçen nüshada ve bu nüshada nümunelerini gösterdiğimiz nevi‘den garib hatiat ile aludedir. Hatta daha fenası bugünkü nümunede arz ettiğimiz gibi bazı ecza-yı nazm takımıyla Türkçesinden tay edilmiştir ki asl-i Arabisi yanında olmasa hiç farkına bile varılmayacak. Tercüme-i tefsiri denince tefasir-i şerifede veya hiç olmazsa ihtiyar buyurulan Taberi Razı Beyzavi Nahcivani Celaleyn Ebussuudda olan akvalin hulasalarını cami veya hiç değilse onlardaki akvalin birine muvafık bir tercüme anlaşılır. Fakat insaf buyurulsun / / / başkasından bahsediliyormuş gibi rızaen lillah denilmesi rıza-i ilahiyi suistimale kalkışmak gibi olmuştur. Çünkü cümlesinin tercümesinde üç hata vardır. Birincisi: hazf edilmiş. İkincisi: Burada tefsirlerin kemal-i ehemmiyetle izahına çalıştıkları ma‘na-yı ayet hesaba katılmayarak bu veciz ve büyük cümle birinci ye bir haber suretinde rabt edilivermiş ve bu suretle de cümleden çıkan ma‘na-yı te’kid ortadan kaldırılmıştır. Üçüncüsü: zamir-i fi‘liyle elif lamdan anlaşılan iki kasr u hasr tayyedilmiş ve mesnedin müsnedün-ileyhe kasrı asla nazar-ı dikkate alınmamış. Ayet ayet ta‘kib etmek uzun süreceğinden sahifelerden birer nümune almakla iktifa edelim. ayetinde nazm-ı celilibu sözlerinde yalancıdırlardiye tercüme edilmiş ki bu bir tağyirdir. Sanki ayet –Allahu a‘lem– vavın haliye olduğundan zuhul olsa gerekdir. DoğrusuAllaha ve ahiret gününe inanmadıkları halde inandık derlergibi olmak lazım gelir. ayetine bir deahiret temeldir. ayetinin tam makamında ifade ettiği dehşet-i tasvir tercümede asla rak gökler gürleyerek boşanan yağmur içinde ölüm korkusuyla saika dehşetlerine karşı parmaklarını kulaklarını tıkayan zavallıların halini hafifçe bir ifade ile bırakmaktan sarf-ı nazarzulümatkelimesi terk edilmiş ve Kadi Beyzavinin buradaki tefsirinin zevkine varılmayarak oradantekasüfkelimesi alınıvermiş ve bu suretle tefsirden bir kelime nakl etmek sevdasıyla asıl ma‘na-yı Kuran kelimesiyle beraber iza‘a edilmiştir. Bilmeyiz ki tercüme-i tefsirita‘bir-i mübheminin manası bu mudur? nazm-ı celilive içinde kendileri için rengi evvelce yediklerine müteşabih fakat daha leziz meyveler diye tercüme edilmiş. Burada cümlesi tamamen kaldırılmış. nazm-ı celili guya bundadır. Fakat o hidayete mazhar olmak için şu şu sıfatlarla muttasıf olmak da lazımdır.manalarını kemal-i cem‘iyetle ifade eden nazm-ı celilinin belağat-ı müeddası tamamen iza‘a edilmiştir. Mütercimler ettiklerinden dolayı beyan-ı ma‘zeret etmeyi unutmamışlarken risaleler yazdıracak derecede cem‘iyetli manalar böyle bir ihtara ihtiyac hissetmemeleri pek acaibdir. El-gayblafzınıumur-ı gaybiyyediye ifade etmekten acaba maksad nedir? Evvelen; bu bir tercüme değildir. Zira gayb kelimesi umur-ı gaybiyye terkibinde aynen muhafaza edilmiştir. Gayb tercüme edilmeyince de ona umuru ilave etmekle müfid bir mana-yı tefsiri gösterilmiş olmuyor. Binaenaleyhgayba imandenilmeyip deumur-ı gaybiyyedenilmesi muzır bir ilavedir denilebilir. Çünkü ayetteel-gaybma‘rife olduğu için ma‘lum ve ma‘hud bir gayb-i mahsusu yani Allah ve ahiret gibi şerait-i imandan olan esasları ifham ettiği halde tercümede bu husus gözedilmeyerekumur-ı gaybaıtlakı üzere bırakılmış olduğundan hemen hemen muğayyebatın her nev‘ine muhtemel bulunuyor. Ve bundan guya İslamda gelişigüzel her nevi‘ umur-ı gaybiyyeye inanıvermek bir sıfat-ı memduha imiş gibi anlaşılıyor. Halbuki Kuran-ı Kerim [gibi ayetlerinin adeta kehanete kapı açmak gibi bir mahzuru tazammun etmiş oluyor. yinamazlarını kılarlardiye tercüme ye ye manasını vermektir. doğru namaz kılmak manasını ifade ettiği gibi kılmakla beraber kıldırmak manasını da ima eder. Binaenaleyh tercümede bu gibi terkiblerden sakınılmadığı halde ikame-i salat ta‘birini muhafaza etmek de mümkün olabilirdi. cümlesini tercümede bir de rızaen lillahilave edilmiş. Bu ilave esas i‘tibarıyla bir mana-i tefsiri sayılabilirse de mana-yı ayette şekl-i tercü-me fena bir ibham husule getirmiştir. Çünkükendilerine ederlerfıkrasındakiihsan ettiğimizin kaili Cenab-ı Hak olduğuna göre tercümeyerızaen lillahkayd-ı tefsirisinin ilavesi aykırı düşmüş ve kelam-ı ilahi içinde mütekellim ma‘al-gayr siga-i azametinden sonra sanki / / / / / / / / değildir. Bilakis lisan-ı Kurana vakıf olamayanlar nazarında Kuran-ı azbül-beyanın izzet ve şerefini tenkis gibi azim bir tehlikeyi de da‘idir. Kuran-ı Kerimin tercüme ve tefsirine kalkışmakKeyfiyyet-i celb ve teshire dair kenzül-havasyazmaya benzemez. Seyyid Süleyman el-Hüseyni Efendiyi insafa da‘vet ederiz. Her mü’min Kuranın izzet ve şerefini muhafaza ile mükellefdir. Süleyman Efendi de tercüme ve tefsir için lazım gelen ehliyetten kudret-i ilmiyye ve edebiyyeden mahrumiyetini emin olmalıdır ki bu hizmet değildir. Nitekim herkes kendisine bu yolsuz teşebbüsten vazgeçmesini tavsiye etmektedir. Bugün herkes istediğini yapmakta her türlü kuyuddan azade bulunuyorsa insaftan Kuranın izzet ve şerefini muhafaza kaydından da tecerrüd etmek lazım gelmez ya. Ümid ederiz ki mütercimler kendi izzet-i nefislerini Kuranın izzet ve şerefiyle değişmezler. Ehil olmadıkları tahakkuk eden bu teşebbüslerinden vazgeçerler. Tabi‘lere gelince memleketin ilim ve irfanına aid neşr ettikleri birçok eserlerle hizmetleri gayr-ı kabil-i inkardır. Fakat bu hususta hata etmişlerdir. Bu hatalı yolda ısrarları müslümanlar nazarında kendi kütübhanelerinin haysiyet ve şerefini de ihlal eder. Bu yüzden te’minini tasavvur ettikleri menfaat diğer taraftan azim zararlarını müeddi olabilir vücuda getirdikleri eserler hatasız ve faideli olsaydı hiç şübhesiz herkes için ve bil-hassa S için bu eserleri takdir ve tebcil etmek en mütehattim bir fariza olurdu. Lakin hatalarla mali olduğuna herkes için ve bil-hassa S için büyük bir günah olur. Onun için bu intikadatımızdan dolayı gerek mütercimlerin gerek tabi‘lerin bizi ma‘zur görmelerini rica ederiz. Seyyid Süleyman el-Hüseyni Efendinin tercüme ve tefsirini intikad etmeyeceğiz. Yalnız muma-ileyhin keyfiyyet-i teshire dair ının bir iki fıkrasını nakl ile iktifa edeceğiz. Bu parçalar muma-ileyh mütercim ve müfessir hakkında bir fikir vermeye kafidir: Biraz safran ve bir mikdar döğülmüş karabiber ve biraz kurşun tozu alıp gül suyu içinde hallettikten sonra hasıl olan mürekkeb ile temiz bir kağıd üzerine Perşembe günü güneş doğarken yedi def‘aYa Allah yedi def‘aYa Rahmanve yedi def‘aYa Rahimve ba‘dehu [ burada bazı ayetler de yazılmıştır] yaz ve sonra bu kağıdı eğer zevc ve zevce gibi yakın biri ise uyur iken yahud başka bir zamanda yedi kere başının üzerinde çevir ve her def‘asında bir kereAllahu ekbersöyle. Ve velce yedikleri ile müteşabih fakat daha leziz meyveler diye tercüme edilmiş. Acaba tercüme-i tefsiri bu mudur? Bundan sonra bu ayetin rabtındaki müteaddid hataları kale almaya lüzum görmedik. nazm-ı celili gayet açık olarakBen herhalde sizin bilmediklerinizi bilirimdemek şekline sokmak pek tuhaf oluyor. Mütercimlerin dakik olan cihetlerden gaflet edebilecekleri anlaşılıyorsa da böyle sade bir noktada hata edecekleri hatıra gelmezdi. nazm-ı celiliSemayı yedi kat tesviye ve halk etti.diye tercüme edilmiş. Halbuki bu ayette kat olmamakla beraber; yedi olan tesviye değil zat-ı semavattır. Semavatın yediliğini bırakıp tesviyesini yedi kata çıkarmak kimsenin hatırına gelmiş şey değildir. Bununla beraber hakikaten Türkçeye nakli kabil olmayan nazm-ı celili de büsbütün tayyolunmuştur. nazm-ı celilinde cümlesi cümlesine atf olunacak ve tercümededemedim mikelimesi nihayete getirilecek iken cümlesine atf edilmiş ve bu suretle birinci mef‘ul yapılıp göklerin yerlerin muğayyebatını muhakkak bilirim. Sizin izhar ve ketm ettiğiniz fikirleri de bilirim demedim mi? buyurdu.Olmalıydı. Maamafih tercümesi de tam değil. Fakat bu gibi tercüme hataları her ayette hatta her satırda göze iliştiğinden ta‘dadından sarf-ı nazar ediyoruz ve yalnız fahiş olan rabt yanlışlıklarını tağyirat ve tahrifatı kayd ediyoruz. lan intikadat üzerine namını alan Seyyid Süleyman el-Hüseyni Efendinin tercümesine yahud tercüme ve tefsirine gelince bunun da ne yaman bir tercüme ve tefsir olduğunu anlamak için birkaç sahifesine göz gezdirmek kifayet eder onu da intikada başlayacak olursak risalemizi yalnız bunlara hasr etmek lazım gelir. Esasen Kuran-ı celilül-beyanın belağat ve cezaletini olmayan bu gibi eserler Kurana dine asla bir hizmet / / / / olduğu ciddiyetle nazar-ı i‘tibara almak Müslümanlık hesabına en mütehattim bir vazifedir. in hey’et-i tahririyye müdürü öyle aklına eseni söyleyen sözlerinin mana ve netayicini takdir edemeyen hoppa şımarık acemi bir muharrir değildir. Yazdığını düşünerek yazar cümlelerin değil kelimelerin bile mana ve şümulünü idrak eder. Ne demek istediğini bilir. Kanaat ve ideal sahibi bir zattır. Binaenaleyh bu makalesini öyle gelişi güzel yazılmış sözler kabilinden telakki etmek kendisini de müteessir kılar zannederiz. Onun için biz makaleye bir ehemmiyet-i mahsusa atfederek mevzu‘-ı bahs ediyoruz. Makalenin ser-levhası şudur: Gençler Cem‘iyet-i Hıristiyaniyyesi… ilim ve irfana muhtac olan memleketimizde bu da bir tehzib ve terbiye ocağıdır. Büyük yazılarla bunlar yazıldıktan sonra makale şu suretle başlıyor: Artık hakikatin anlaşılması lazım gelen bir devreye ayak basmış sayıldığımız için bugün bu cem‘iyet hakkında ben de düşündüklerimi bi-perva söylemekte hiç tereddüd etmeyeceğim. Acaba ne diyecekler diye düşünmeyeceğim. ğil doğrudan doğruya memleketimin menfaatidir. Körükörüne hakikate göz yumarak ileri atılan mutaassıb düşüncesizlere hiç iltifat etmeyeceğim. Muma-ileyh Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetinin ismi ve Müsellesin temsil ve işaret eylemiş olduğu fikirler ile cem‘iyetin makasıdı hakkında cem‘iyet müdürü ile bir mülakatını nakl ettikten sonra cem‘iyeti tezkiyeye başlıyor: Fil-hakika diyor iki sene bu cem‘iyet içinde bulundum. Hiçbir su-i fikr ve niyyet görmedim. Bilakis onu teşkilat ve programıyla gençliğin tehzib ve terbiyesine hadim bir müessese olarak tanıdım. Yalnız teessüf ettiğim cihet müdavimini içinde Türklerin diğer milletlere nazaran adedce azlığı idi… Ba‘dehu müslüman çocuklarının oraya gitmekle hıristiyan olamayacağını da işaret ederek makalesini şu cümlelerle bitiriyor: Böyle olunca çok muhtac olduğumuz bir zamanda ayağımıza kadar gelen şu ilim ve irfan tehzib ve terbiye ocağına neden yüz çevirmeli nur ve irfana susamış olan yavrularımızı neden kara bir taassubla bundan mahrum etmeli anlayamıyorum! Aklımızı başımıza almalı iyi düşünmeliyiz. Bu müessesata düşmanlık yerine derin ve samimi bir hüsn-i kabul göstermeliyiz. Sade İstanbul değil memleketimizin hemen her yerinde hatta en küçük köylerinde bile birer şube açmalarını gençlerimize yareğer başının ucunda çeviremeyeceğin uzaktan biri ise o seni görmediği halde sen uzaktan ona bakarak ve yine Allahu ekberdiyerek yedi def‘a guya başı üzerinde çeviriyor gibi çevir ve bu kağıdı üzerinde götür. Cenab-ı Hakkın inayetiyle o kimse sana ittiba‘ eder ve münkad olur. Birbirini sevmeyen ve buğz eden karı ve kocayı barıştırmak ve te’lif için Cuma günü hatibin minbere çıktığı veyahud birinci ezan okunmaya başladığı sırada gül suyunda halledilmiş safran ve karanfil tozu bir kağıd üzerine [ burada da bazı ayet-i kerime vardır…] yazıp bu kağıdı bükerek bir muşammaa sar ve … yattıkları yasdığın içine koy. Bi-iznillahi te‘ala birbirini son derece severler. Seni sevmek istediğin bir kimsenin ismi ile validesinin mersin yaprağına yazıp birer birer ateşe at henüz onlar yanıp tükenmezden evvel ateş-i aşk ve muhabbetin o adamın kalbine düşer. Matlubun husul bulur. Şimdi ın mütercim ve müfessirinin din ve Kuran hakkındaki nokta-i nazarlarını gördünüz ya.Başının üzerinde çeviremeyecek uzaktan birikimdir? Esma ve ayat-ı Kuraniyye-i ilahiyye böyle süfliyata alet olunur mu? Büyücülük de bir san‘attır. Fakat müfessirlikle karışırsa dine karşı Kurana karşı büyük bir Cenab-ı Hak cümleyi doğru yoldan ayırmasın yolunu şaşırmışların yoluna düşürmesin. gazetesinin hey’et-i tahririyye müdürü bu hafta ortaya gayet mühim bir mes’ele attı. Türk çocuklarının Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetine girmeleri ve bu cem‘iyetin en küçük köylere varıncaya kadar memleketimizin her tarafında şubeler küşadı lüzumu hakkında bir makale-i mahsusa yazdı. Bu bize vaktiyle i‘lan-ı Meşrutiyet ibtidalarında hıristiyan çocuklarının müslüman evlerine müslüman çocuklarının da hıristiyan evlerine alınması suretiyleittihad-ı anasıra çalışılması lüzumu hakkındain neşriyatını hatırlattı. İttihad-ı anasır siyaseti iflas ettiği için bugün daha vasi‘ bir ittihad ve uhuvvet esaslarını ileri sürüyor. Netayici hey’et-i tahririyye müdürü fikirlerini arzularını daha açık bir surette de izhar edebilirler. Hiçbir ma-ni‘ yoktur. Yalnız muma-ileyh Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetinin terbiye ve tehzibinden mahrum kalanları kara yahud yeşil taassubla itham ederek tahkir etmemeli. Çünkü kendisinin kızıl taassubundan bahseden yoktur. Daha ziyade bir i‘tidal ile fikirlerini bast ve temhid etmek kendisinin kudret ve ciddiyetiyle elbette daha mütenasibdir. hey’et-i tahririyye müdürü irfan ve tehzib ocağı olarak ta‘rif ettiği müesseselerin mahiyetini herhalde herkesten iyi bilenlerden biridir. Kendisi bilhassa İngilizceyi çok güzel anlar bir zat olduğundan Genç Hıristiyanların neşriyatını okumuş sonra bu cem‘iyetin mahiyetini ta‘rif eden salahiyetdar Avrupalıların yazılarını görmüş bulunması lazımdır. Muma-ileyh bunları okumadan görmeden mi yoksa okuyup gördükten sonra mı Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetine propaganda yapıyor? Bu cem‘iyetin mahiyeti ve makasıdı ne olduğunu göstermek nımakta olduğu İngiliz muhitül-maarifinin son tab‘ından Gençler Cemiyet-i Hıristiyaniyyesi hakkındaki ma‘lumatı aynen tercüme ediyoruz. Tanin hey’et-i tahririyye müdürü müracaat ederek bu satırların aslına muttali‘ olabilir. İngiliz muhitül-maarifi diyor ki: Genç Adamlar Cem‘iyet-i Hıristiyaniyyesi gençler arasında ictimai ve dini faaliyette bulunan bir teşkilattır. George Williams tarafından te’sis olunmuştur. Williamsın kurduğu bu teşkilat kendisiyle birlikte çalışanların Kitab-ı Mukaddes okumak ve du‘a etmek üzere toplanmalarından neş’et etmiştir.te cem‘iyet te’sis olunmuş ve ellinci sene-i devriyyesinde cem‘iyetin müessisinesir lakabı verilmiştir. İskoçyada da buna müşabih cem‘iyetler daha evvelden teşekkül etmiş bulunuyordu.de Londra ve Glaskovda misyonerlikle meşgûl olan David NesmithSalah-ı Din İçin Gençler Cem‘iyetini teşkil etmiş ve bu teşkilat İngiltere Devletinin Fransa ve Amerikanın muhtelif yerlerinde intişar eylemiştir. Bütün bu genç hıristiyan cem‘iyetlerinin hedefi büyük şehirlerde bekar yaşayan gençler arasında bir mev‘id-i mülakat te’sis etmektir. Bu cem‘iyetlere intisab edecek efradın yalnız hüsn-i hal sahibi değil aynı zamanda cem‘iyetin hedeflerine ve prensiplerine merbut olduğunu beyan etmesi lazımdır. Bu cem‘iyette a‘za olmak hıristiyan kilisesinin akaidini suret-i kat‘iyyede kabul etmek demektir. kadınlar hıristiyan cem‘iyetleri hakkında verdiği ma‘ludım etmelerini müessislerinden rica etmeli ve halka da bunlara rağbet göstermelerini tavsiye etmeliyiz. Aldığımız müteaddid mektuplardan anlaşıldığına göre bazı müslümanlarin bir Protestan müessesesi hakkındaki bu neşriyatından çok müteessir olmuşlar bunu bir türlü havsalalarına sığdıramamışlar… bir müslümanın bir hıristiyan cem‘iyetinin da‘iliğini deruhde ederek bu protestan müesseselerinin memleketin her köşesinde neşr ve ta‘mimini tavsiye etmesi elbette mucib-i teessürdür. Fakat bunun havsalaya sığmayacak bir noktası yoktur. Amerikadaki hıristiyanların milyonlarca fedakarlıklarda bulunarak teşkil ettikleri bu müesseseler gayelerine vasıl olmak için ne müdhiş gayret ve mesaide bulundukları bilinemiyor mu? Müslümanlar misyoner teşkilatlarından hıristiyan cem‘iyetlerinin tarik-i mesailerinden zamane ve muhite göre tebarüz etmekte olan veche-i hareket ve faaliyetlerinden haberdar değiller mi ki bugün bir makalede dolayı telaşa düşerek bu nasıl olur? diyorlar? Bunda isti‘ad olunacak ne var? raber düşüp kalkan bir muhibleri onlar hakkında hüsn-i şehadet ediyor ve memleketin her tarafında o Protestan müessesatının neşr ve ta‘mimini tavsiye ediyor. Bunu pek tabii telakki etmelidir. Bu hadise karşısında asabileşmek değil mütenebbih olmak iktiza eder. Müslümanlar gözlerine çekilen gaflet perdelerini yırtarak hakikati görmelidirler. Hıristiyan cem‘iyetlerinin nasıl çalıştıklarını gittikleri yerde kendilerine nasıl tarafdar peyda ettiklerini perverane ile çalıştıklarına ikna‘ etmek için iki sene bıkmamışlar usanmamışlar nihayet hey’et-i tahririyye müdürüneGenç Hıristiyanlar Cem‘iyetinin bir tehzib ve terbiye ocağı olduğunu memleketimizin köylerine varıncaya kadar her yerinde bu Protestan müessesatının açılmak lazım geldiğinisöyletmişler. Baha Beymutaassıblara hiç iltifat etmeyerek fikrini olduğu gibi ortaya koymakta tereddüd göstermediğini söylüyor. Zaten muma-ileyh geçenlerde serpuş mes’elesinde de nokta-i nazarını oldukça açık olarak Sinelerde taşınan fikirlerin ağızlardan döküldüğünü görmek müslümanlar için elbette daha faidelidir. Cenab-ı Hak müslümanları hali üzere terk edecek midir sanırsınız? Herkesin muzmerini meydana çıkaracak her şeyin üzerindeki nikabı kaldıracaktır. Bu en mühim bir düstur-ı Kurandır. İslam hey’et-i ictimaiyyesinin çare-i selamet ve felahı ancak buradadır. Onun için bu kabil efkar karşısında asabileşmeye hacet yoktur. Muharrir-i muma-ileyhArtık hakikatin anlaşılması lazım gelen bir devreye ayak basmış olduğumuzusöylüyor. Hakikaten öyledir. Her hakikat tezahür etmelidir. Benim anladığım Ocak ­ –ki on seneyi mütecaviz eski bir ocaklıyım– ne siyasi bir kulüptür ne bir mekteptir… Ben Ocağı Türk gencinin mahfili manasında anlıyorum. Ocak ilmi ve harsi yolunda yürümekle beraber ancak bedii zevklerimizi de doyurmak şartıyla Türk gençliğine Esasen Türk Ocağının bundan başka vazifesi yoktur. Harb-i Umumi içinde Türk Ocağı kısmen bu vazifesini yapabilmiştir. İttihad ve Terakkinin kah İslamcı olarak müfrit taassub gösterdiği ve kah Türkçü göründüğü o garib devirlerde Türk Ocağı kendi salonundaki ictimalarda münevver Türk kadınını erkeğini ilk def‘a yan yana getirmiştir. Ocak birinci olarak Türk kadınıyla erkeği arasındaki müsavatı kabul etmiştir. Meşihatin hayati işlerimize müdahale ettiği o yıllarda bu teceddüdü gösteren o celadeti ibraz eden Türk Ocağı laik olduğumuzu söylediğimiz bu zamanda tamamıyla asri adımlarla yürümelidir. Ocakın gece ve gündüzleri salonunda tertib edeceği konserler müsamereler hatta balolar cem‘iyet hayatımızın asrileşmesine çok pek çok yardım edecektir. Dediğimiz gibi ocak samimi bir gençlik muhiti olmalıdır. Daha ileri giderek diyebiliriz ki Beyoğlunun yalancı ve tahribkar cereyanından Türk gençliğini kurtaracak olan Ocaktır. Beyoğlunun yalancı ve tahribkar cereyanına kapılarak Türk gençliğini kurtarmak hususunda muharrir-i makaleninin temennisine iştirak etmeyen yoktur. Ancak Türk gençliğini kurtaracak geceli gündüzlü konserler müsamereler ve balolar olmasa gerek bunlar asriliğin sefahet kısmıdır. Garb cem‘iyetlerini yürüten bunlar değildir. Bilakis bunlar cem‘iyetleri inhitat ve tereddiye doğru götüren avamil-i sefahettir. Muharrir-i makale bir sene içinde Türk Ocağının birkaç gürültülü içtimadan başka bir şey yapamadığını hiçbir hayat eseri gösteremediğini söylüyor. bit-tabi‘ bu mucib-i teessürdür. Ancak Ocakın göstereceği hayat eserikonser balo erkek ve kadınları yek-diğerine tanıtmak olacaksa Türk Ocağı kendisinden beklenen vazife-i milliyye ve vataniyyesini ifa etmemiş olur. Bunları Türk Ocağından daha güzel yapan müesseseler vardır. Türk Ocağının asıl vazife-i ictimaiyyesi mümeyyezat-ı milliyyeyi her türlü tahavvül ve inhilalden masun bulundurmak ondan sonra milletin ahlak ve akaidini irfanını sıhhatini iktisadiyyatını yükseltecek esbab ve tedabirin te’minine bezl-i himmet etmektir. Milletin binlerce ve binlerce yetimleri şehid çocukları sokaklarda küfe taşır yahud mektepsizlik ve himayesizlik yüzünden serseriyane dolaşırken düşmanın kılıcı altından yalnız canlarını kurtararak gelen ve gelecek mat böyledir. hey’et-i tahririyye müdürü herhalde ğildir. Kendisinin de bu ma‘lumatı her şaibe-i garazdan mu‘arra sahih ve gayr-ı kabil-i red hakaik olarak kabul etmekte tereddüt etmeyeceğini zannederiz. O halde bu ma‘lumatı esas ittihaz ettiğimiz takdirde bu hıristiyan cem‘iyetlerini başka türlü kabule imkan kalır mı? Bu cem‘iyetlere intisabın şart-ı esasisi İngiliz muhitül-maarifinin beyan ettiği vechileHıristiyan kilisesinin akaidini suret-i kat‘iyyede kabul etmektiro halde bütün Türk gençlerini bu cem‘iyetlere da‘vet ve memleketimizin her köyünde bu cem‘iyetlerin teessüsünü tervic etmenin manası ne olabilir? Bu cem‘iyetlerin Hıristiyanlığı ve Protestanlığı neşr etmek vazifesini deruhde ettikleri meydandadır. Hakikat-i hal bundan ibaret ve bu cem‘iyetlerin mahiyeti anlaşılarak hükumet tarafından seddi sad nedir? Bu ser-levha ile ve Tevfik Necati imzasıyla gazetesinde şayan-ı dikkat bir makale neşr olundu. bazı fıkralarını aynen nakl ediyoruz: Ramazan Türk Ocağında iyi bir çığır açtı: İki haftadır Cuma geceleri ocakta konser veriliyor. Evvelki gece konser musiki faslı pek az devam etmekle beraber temiz olmuştur. Bilhassa Aranskinin tribosunda Ekrem Muhyiddin Vedad beyler muvaffak olmuşlar salonu dolduran ve yüksek sınıfa mensub olan kadın erkek yüzlerce ocaklılar tarafından samimiyetle alkışlanmışlardır… Demek istiyoruz ki Türk Ocağının canlılığı da Ramazana münhasır kalmasın Türk Ocağı Türk İstanbulun henüz başlamamış olan cem‘iyet hayatında rehber olsun. Fil-hakika tenkid edilmek lazım gelirse Ocak tekrar açıldığı bir seneden beri hiçbir hayat eseri göstermemiştir. O kadar ki bugün Ocak a‘zasını teşkil eden yüzlerce genç Türk erkeği ve kadını birbirlerini bile tanımazlar. Halbuki Ocağın en birinci vazifesi gençler arasında fikir duygu tesanüdünü vücuda getirmek tenmiye etmektir. Bu da ancak Ocaklıları sık sık biraraya toplamakla hasıl olur. Fakat bunun için Ocak a‘zasını kongrelere hey’et-i koca bir sene içinde ocağın munis salonunda bu gibi patırtılı ictimalardan başka bir şey yapılmamıştır. Mısır ve Sudan mes’elesinin halli için İngiltere ile Mısır arasında vukû bulacak müzakerat için İngiltere başvekili Mc. Donald Mısır Reis-i Vükelası Zağlul Paşaya mektup göndererek Haziranın nihayetinde iki taraf murahhaslarının Londrada toplanabileceklerini ifade etmiştir. Zağlul Paşanın bu mektuba ne cevab verdiği henüz ma‘lum değildir. Fakat bu mektubun muvasalatını müteakib muma-ileyh tarafından irad olunan umumi bir nutukta Mısır ve Sudanın istiklal-i tammı umdesinin te’mininden başka bir şey düşünülmediği ve bundan başka bir esasın kabulüne imkan bulunmadığı beyan olunmuş ve bu suretle Mc. Donalda verilecek cevabın mahiyeti izah olunmuştur. Maamafih İngiliz gazetelerinin verdiği ma‘lumata göre İngiltere ile Mısır arasında vukû bulacak müzakerat-ı müstakbelenin ihzarı kısımları henüz itmam olunmamış müzakeratın hangi esaslar dairesinde cereyan edeceği takarrur etmemiştir. Bu esasat takarrur etmiş olsaydı müstakbel müzakeratın neticesi hakkında bir fikir vermek kabil olurdu. İhzari müzakerat neticesinde tikleri beyannamenin muhtevi olduğu kuyud ve şürut bir yana bırakılarak serbest müzakerat icrası kabul edilecek olursa o zaman İngilizlerin Mısır mes’elesini halle karar verdikleri anlaşılır. İngilizlerin bu kuyud ve şüruttan ferağat etmeleri Mısır için mühim bir kazanç olur. Çünkü bu kuyud ve şürut Mısırın İngilizler tarafından i‘lan olunan istiklalini mevhum bir hale koymaktadır. Bu kuyud ve şürut İngilizlerin Mısırda mevkiini büsbütün sağlamlaştırıyor. Çünkü bütün ecnebileri himaye bütün ekalliyetleri müdafaa ve sıyanet-i hukûkunu İngilizlere tevdi‘ ve Mısırın muvasalatına da İngilizlerin vaz‘-ı yed etmelerini te’min ediyor. Bu suretle Mısırın adliyesi dahiliyesi hariciyesi harbiyesi İngilizlerin murakabesi altında kalıyor. Böyle bir rezaleti istiklal diye kabul edecek bir akıllı insan bulunamayacağı aşikardır. Binaenaleyh larla müsavat-ı tamme dairesinde yeşil masanın başına geçerek müzakerat icra etmeleri lazımdır. Çünkü kuyud ve şürutu kabul ettikten sonra hiçbir müzakereye hiçbir Binaenaleyh yapılacak ilk iş müzakeratın esasatını ta‘yin etmektir. Bu hususta Mısır nokta-i nazarıyla İngilterenin nokta-i nazarı arasında müdhiş bir uçurum bulunuyor. İngilizler müzakeratı yukarıda izah ettiğimiz kuyud ve şürut dairesinde Mısırlılar istiklal-i tam ve olan yüz binlerce Türk muhacirleri Anadolunun harab köylerinde sığınacak bir yer ararken… Fakr u sefaletten türlü türlü hastalıklar yüzünden Anadolunun birçok taraflarındaki zavallı Türk kardeşlerimiz inim inim rak konserler müsamereler balolarla asrileşmeye ve asrileştirmeye kalkışması milletinin sefalet ve ıztırabıyla Muharrir bey!Bedii zevklerimizin doyurulmasından evvel milletimizin açlıktan inleyenlerinin derdine çare bulmak lazımdır. Türk Ocakları şefkat ve fazilet ocakları olmalıdır ve bütün gençliğe ancak fazilet ve fedakarlık hisleri telkin etmelidir. Memleketimiz çok mesaiye muhtacdır. Salah ve te‘ali yolunda yalnız hükumetin çalışması kafi değildir. İctimai ve iktisadi birçok cem‘iyetlerin de bu hususta hükumete muavenet ve müzaherette bulunmaları teşekkül etmiş olan Türk Ocakları bugün memlekete millete çok büyük hizmet edebilecek bir mevki‘dedir. Türk Ocakları ne kadar millete doğru giderse o derece mazhar-ı hürmet ve mesaisinde muvaffak olur. Muharrir bey emin olmalıdır ki konserler balolar millete giden yol değildir. Bilakis bu yol milletten uzaklaştırıcı bir yoldur. Millet nazarında Türk Ocaklarının balo ocakları vasf-ı mümeyyizini iktisab etmesini hiç de arzu etmeyiz. Çünkü o vakit Ocaklar Anadoluda hiçbir vazife ifa edemez bir hale gelir.Bedii zevklerimizi doyurmaktan başka Türk Ocağının vazifesi yokturhükmünü biz kabul edemeyiz. Zannederiz ki Ocaklılar da bunu kabul etmezler. Gençleri yalnız konser ve balo ile celb etmekten başka çaremiz kalmamışsa bu çok büyük bir felaket-i ictimaiyyedir. Herşeyden evvel bu marazın vazifesidir. Gençlik yalnız faziletin ve fedakarlığın arkasından koşmalıdır. Ancak bu suretle terbiye ve tehzib edilen gençliktir ki memleket ve milleti kurtarabilir. Onun için biz muharrir beyin bu husustaki mülahazatını musib görmüyoruz. Ocaklılar da bizim bu mütala‘atımıza Sabiha Zekeriya imzasıyla gazetesinde intişar eden bir makalede Türk Ocaklarının ne olması lazım geldiğinden bahsolunuyor. makalenin hulasası ser-levhada şu suretle gösterilmiştir. Ocaklar iktisadi siyasi rol oynamayı bir tarafa bırakarak halk için yalnız bir ictimai merkez olmalı ve Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetinin gördüğü vazifeleri görmelidir. Bu nasihatler karşısında bakalım Türk Ocağının yeni veche-i faaliyet ve hareketi ne olacaktır!.. hırları neticesinde a‘zası toplanan Irak Meclis-i Müessisanı ahiren Faysal tarafından küşad olunmuştur. Bu meclis Musul meb‘uslarını da ihtiva etmektedir. İngilizler Musul meb‘usları diye intihab ettirdikleri birkaç adamı lerini zannetmişlerdir. Halbuki bu gülünç hatt-ı hareket kadar takviye etmez. Bilakis İngilizlerin halkı tayyare bombardımanıyla tehdid ederek meb‘us intihabına sevk ettiği herkesin ma‘lumudur. Böyle tehdid ve va‘id ile toplanılan meb‘uslardan hiçbir netice hasıl olmaz. Bilakis hüccet-i esareti tasdik etmek için toplanılan bu Meclis-i Müessisan aleyhinde bir takım hasmane tezahüratta bulunmuş ve bilhassa bu muahedenin lehinde bulunmakla kesb-i iştihar eden iki meb‘us bey ağır surette yaralanmışlardır. Halkın hissiyat-ı hakikiyyesini ifade eden bu vaziyet şayan-ı dikkattir. Ahiren yevmi gazetelerin aldığı haberlere nazaran Musul halkını Büyük Millet Meclisinde temsil etmek üzere gönderilen meb‘uslar Diyarbekir tarikiyle Ankaraya muvasalat etmişlerdir. Musul halkının bu hareketi hiç şübhesiz İngilizlerin harekatını akim bırakacaktır. Herhalde kariben İstanbulda akd-i ictima edecek konferansın Musulu anavatana iadeye muvaffak olmasını temenni ederiz. Bolşeviklerin Türkistan istilası esnasında kaldırıp götürdükleri nefais miyanında Hazret-i Osman-ı Zinnureyn radıyallahu anhın hatt-ı destiyle muharrer Kuran-ı Kerim bulunmaktadır. Bu Mushaf-ı Şerif Emir Timurlenkin devrinde Ebubekr eş-Şani tarafından Şeyh Abdullahın merkadine konulmuştu. Türkistan ulema ve eşrafı bu Kuran-ı Kerim nüshasının iadesini talebde ısrar etmişlerdir. Bolşeviklerin Kuran-ı Kerimi iadeye muvafakat ettikleri anlaşılıyor. Türkistanda bu münasebetle fevkalade Müslüman vakıfları zabt olunuyor camilerin kapanmak tehlikesi! Ne garibdir ki çiftçilerin anormal idaresinden bahisle geçen profesörler hükumeti bütün bu buhran ve tezebmüsavat-ı tamme dairesinde icra etmek istiyorlar. Müzakeratın başlayabilmesi için bu nukat-ı nazarı te’lif etmek lazımdır. Fakat daha ilk hamlede arada bu kadar bariz bir zıddiyyet bulunması netice hakkında iyi bir fikir veremez. Şu önümüzdeki günlerde bu mes’elenin halline intizar olunabilir. Zağlul Paşanın ihraz edeceği ilk muvaffakiyet budur. Müşarun-ileyh istiklal-i tam esası üzere müzakerat icrasını İngilizlere kabul ettirebildiği takdirde şimdiye kadar hakkında tecelli eden i‘timada layık olduğunu Paşa bir ric‘ate duçar olduğu takdirde bu ric‘at mumaileyhi hayat-ı siyasiyye ve hayat-i milliyye haricine atacaktır. Tabiidir ki müşarun-ileyhin muvaffak olmasını temenni ederiz. hiç şübhe yoktur ki İngilizlerle Mısırlılar arasında vukû bulacak müzakerat serapa müşkilat ile mali olacaktır. Fakat İngilizlere istiklal-i tam esasını kabul ettirdikten sonra bu vadide ileriye doğru adımlar atmak nisbeten kolaylaşır. Hicaz isyanını bir ünvan kazanmak için yapan Hüseyin ahiren ismine yeni bir ünvan daha ilave ederek göz boyamak istemiş ve bu ünvanlarla duçar olduğu muvaffakiyetsizlikleri hüsranları örtmek yolunu tutmuştur. Hicaz Emiri Hüseyinin hedefi bir muahede akd ederek para te’min etmektir. Hüseyinin isyanından biri ehl-i İslam arazi-i mukaddese-i İslamiyyede emn ü asayişi te’min edecek bir kuvvet ve kudret görmediğinden her sene yüz binlerce hüccacın Beytullahı ziyaretleri neticesinde Hicazı istila eden refahtan eser kalmamış bilakis hüccacın adedi her sene azalmakta devam etmiştir. En esasıl menba‘-ı varidatı müslümanlardan aldığı sadakalardan ibaret olan Şerif Hüseyin bu menba‘-ı varidatı da hemen hemen zayi‘ ettikten sonra İngilizlere başvurarak onlara arazi-i mukaddese-i İslamiyyenin himayesini deruhde ettirmek mukabilinde para te’min etmek istemiş ise de buna da muvaffak olmamış mumaileyhin bu caniyane hareketi derhal anlaşılarak her taraftan hücumlar vukû bulmuş ve muma-ileyhin bütün mahiyeti anlaşılmıştır. Dinine devletine hıyanet eden bir adamın yapacağı iş müslümanların mukadderatıyla meşgûl olmaktan vazgeçmek kendisini unutturmaya çalışmak olduğu halde Hüseyin ile oğulları zerre kadar mütenebbih olmayarak müslümanları aldatmakta devam etmişlerdir. El-haletü hazihi Hüseyin ile oğullarının aleyhinde bütün İslam aleminde şiddetli hücumlar vukû bulmakta ve kendisinden teba‘asının dahi bi-zar olduğu beyan olunmaktadır. Vekaletinin teşebbüsü ve bu seyahat için bin lira tahsisat verilmesi yevmi gazetelerde birçok kil ü kali mucib olmaktadır. Bu mes’eleye dair gazetesi neşrettiği bir makalede bu husustaki yolsuzlukları izah ediyor veyetmiş bin lirayı sorgusuz sualsiz böyle sarf ve israf ettirdiği için hükumete şaşıyoruzdiyor. Müteakiben gidecek sporculardan da bahsettikten sonra şu cümlelerle makalesini bitiriyor: Maahaza bunlar bu efendileri o kadar meşgûl eden hadiseler değildir. Maksad tenezzüh bedava Paris tenezzühüdür. Efendiler afiyet olsun gidiniz yiyiniz içiniz gazetesi sahibi Ahmed Cevdet Bey de bu mes’eleden şu suretle bahsediyor: Paristeki olimpiyad oyunlarına bizim de iştirak etmekliğimiz bunu gazetelerde okuduğum zaman beni hayret istila etti. Acaba olimpiyad oyunlarına iştirakten bizim için bizim gibi inkılabının netayicini henüz elde edememiş yüz binlerce muhacir iskanına mecbur efkar-ı fukara bir millet olimpiyat oyunlarından kendisi için ne gibi bir menfaat ne gibi bir şeref bekliyor diye düşündüm durdum. Hiçlikten başka bir şey göremedim. Halbuki o bin lira ile tam sekiz yüz Türk ailesine mütemadiyen namuslu bir meşgûliyet te’min olunabilirdiÇorab ören makinelerden sekiz yüz tane celb edilir ve fukara ailelerine tevzi‘ olunabilirdi. Her halde günde lira kazanabilirdi. Bizim dimağlarımız böyle şeyleri düşünüp pek cüz’i olan varidatımızın her cüz’ünü müsmir bir cihete tahsis edecek yerde işte hayalat ile vakit geçiriyoruz. züb devrelerinde şu garib Müslümanlığa indirilecek darbeleri Sakıt hükumet zamanında müslüman mekteplerine verilen üç milyon levalık i‘aneyi bir kalemde bütçe harici yapan ve müdhiş profesörlerimiz neticesinde bir milyon man mekteplerine verilen tarlaları da haritadan çizmeyi unutmamış ve bunu yaparken çiftçi hükumeti zamanında kadr-şinaslığında! bulunmuştur. Layiha-i kanuniyye mucebince memleketteki buhranı gidermek için Mesken Komisyonu her istediği binaya hükumet namına vaz‘iyed edecektir. İkinci maddenin zeyli iseEvkaf-ı misyon mukarreratından müstesnadıridi. Bu fıkrayı tayyedenlerin doğrudan doğruya mekteplerimize ve camilerimize olan kasdları tebarüz ediyor. Çünkü ancak evkafımız sayesindedir ki mekteplerimizi açabiliyor ve yavrularımıza milli ve dini bir mefkure bir terbiye vermeye çalışıyor ve ancak yine bu sayededir ki günün beş vaktinde öksüz minarelerimizdenes-salat yükselebiliyor… Buna rağmen memleketimizin birçok kasaba ve köylerinde aylardan beri maaş yüzü görmeyen muallimlerimiz var. Bugün parasızlık yüzünden birçok yerde kapanan zavallı mekteplerimizin o acıklı hallerine yarın semavata beyaz narin ve ilahi gölgeler gibi yükselen garib ve öksüz minarelerimizin sones-salatı Fatiha okursa ne yazık!... Parisdeki olimpiyad oyunlarına Türk sporcularından da on beş kişi kadar gönderilmesi hakkında Maarif Hiç şübhe yoktur ki Meclis-i Millide te’sisine karar verilen İlahiyat Fakültesi bu şekilde bir İlahiyat Fakültesi değildir. Çünkü bu şekildeki İlahiyat Fakültesi hazine-i millet ve devlete tahmil edilen faidesiz ve ni‘metsiz bir mi faideler istihsal etmek mecburiyetinde bulunan herhangi meclis mühim mikdarda mali fedakarlığa mal olan fakat memleketin ne maarif-i diniyyesine ne de maarif-i dünyeviyyesine hizmet edemeyecek bir şekle sokulan bir fakülte te’sisine ne karar ne de cevaz veremez. Meclis-i Millinin kabul ettiği İlahiyat Fakültesi bütün levazımını havi bir İlahiyat Fakültesidir. Akıl mantık tecrübe ilim maslahat-ı amme tabiat-ı mes’ele de böyle olmasını müstelzimdir. Tedrisata başlamak üzere bulunan İlahiyat Fakültesi şekl-i hazırını muhafaza ettikçe memleketin ne maarif-i diniyyesine ne de maarif-i dünyeviyyesine faide bahşolamayarak yalnız bir külfet-i maliyye halinde kalacağını herkesin anlayabilmesi için mevki‘-i tatbike konulan ders projesini tedkik ve izah edelim. Ulum-ı diniyye mütehassısları yetiştirmek üzere kabul olunan dersler şunlardan ibarettir: Tefsir ve tefsir tarihi hadis ve hadis tarihi fıkıh tarihi kelam tarihi ma ba‘dettabi‘a tasavvuf tarihi tarih-i edyan ictimaiyat ruhiyyat ahlak tarih-i felsefe Türk tarih-i dinisi din-i İslam tarihi edilmiştir. İlahiyat Fakültesinden İslamiyetin beklediği gaye ile ulum-ı İslamiyyenin nelerden ibaret olduğunu bilmeyenler var ise onların bu şaşaalı ders programından büyük ümidlere düşmeleri ihtimali varid-i hatır olabilir. Fakat tabiat-ı mes’eleden gafil bulunmayanların azim bir inkisar-ı hayale uğrayacakları da şüphesizdir. Bu müselsel ve muhteşem dersler miyanında gaye-i diniyye ile alakadar ve ulum-ı İslamiyyenin ümmeAlakadaran taraflarından izah ve müdafaa edilememek yüzünden Meclis-i Millide kabul olunan İlahiyat Fakültesi te’sisi mes’elesi pek garib bir şekil aldı. Bu fakültenin te’sisi haberini hamilen Ankaradan İstanbula gelen heva-yı nesimi Darul-fünun müderrisin-i kiramının sami‘a-i hissiyatını tehziz eder etmez ruhlarında pek derin bir teheyyüc-i meserretkarane tevlid eyledi. Derhal nin tedrisat projesini tanzime çalışıldı. Mes’ele ile pek yakından alakadar bulunan müteaddid müderris beylerin matbuat sütunlarına intikal eden muntazam makalelerinden perakende ifadelerinden gaye-i umumiyye-i diniyye ile müterafık bir proje tanzim edemedikleri anlaşılmış ve bu hatanın tashihi için resmi müracaatlar gayr-ı resmi ihtarlar vukûbulmuştu. Memleketin mütenevvi‘ maarif ihtiyacatını tatmin etmek mes’uliyetini uhde-i hazakat ve basiretine alan Maarif Vekalet-i Celilesinin Darul-fünun müderrisin-i kiramı taraflarından bit-tanzim takdim olunan İlahiyat projesini erbab-ı ederek memleketin maarif-i diniyyesine hadim bir şekle koyması pek ziyade ümid olunurdu. Mayısın yedinci günü icra edilen küşad merasimi esnasında Müsteşar Fuad Bey ile Darul-fünun Emini İsmail Hakkı Bey taraflarından verilen izahattan ve yine matbuat sütunlarına akseden ders müfredatından anlaşıldığına göre projede hiçbir guna tashihat icra edilmemiş ve olduğu gibi tatbikine cevaz verilmiştir. Başmuharrir Sahib ve Müdiri viyyeden de herkesin istinbat-ı ahkam etmesine ve ayat ve ehadisi hadisat-ı diniyyeye tatbik eylemesine imkan yoktur. Kuran ve hadisten ahkam-ı i‘tikadiyyeyi bulup çıkarmak mütekellimin-i İslamiyyenin bu ibadat münakehat ve müfarakat hukûk ve muamelat şubelerini havi ahkam-ı fıkhiyyeyi seçip ayırmak da fukaha-yı İslamiyyenin gösterebileceği bir kudret ve kabiliyet-i ilmiyyedir. Bu i‘tibar ile ilm-i kelam Kuran ve hadisin bir tefsir-i i‘tikadisi ilm-i fıkıh da bir tefsir-i ameli ve hukûkisidir. Binaenaleyh kelam ve fıkıh dersleri okunmadıkça tefsir ve hadis derslerinden edilecek istifade pek cüz’idir. Lisanımızda tefsir namıyla mütearif olan ve Kuran ve hadisin manalarını izah etmekte bulunan şerhler ne kelam ne de fıkıh kitabı değildir. Kuran ve hadisten şuabat-ı ahkamı istinbat etmek mütearif müfessirlerin hem vazifeleri hem de salahiyet-i ilmiyyeleri haricindedir. Onların vazifeleri ve salahiyetleri Kuran ve hadisin manalarını sarf nahif maani beyan bedi‘ kavaidine tevfikan şerh ve izah etmekten ibarettir. Yeni esaslara müstenid yeni bir hukûk-i aile kanunu cihetle fıkıhın münakehat ve müfarakat kısmına aid ahkam karşı verilecek cevab şudur: Bu mes’elenin cihet-i kazaiyyesidir. Herhangi hadiseyi hallettirmek üzere mahkemeye müracaat eden kimse hadisenin nev‘ine mahsus ahkamına uymak mecburiyetindedir. Fakat işin bir de cihet-i iftaiyyesi vardır. Hadiseyi mahkeme vasıtasıyla değil de ahkam-ı fıkhiyye dairesinde hallettirmek isteyen kimse bit-tabi‘ ya resmi veyahud gayr-ı resmi bir fakihe müracaat edecektir. Bu gibi kimselere –indelicab– cevab verecek fakihler yetiştirmek zarureti karşısındayız. Fakih yetiştirmek tarih-i fıkhı okutmakla değil bizzat fıkhı okutmakla mümkün olur. Mütekellim yetiştirmek hususunda da aynı zaruret mahsustur. Ve mütekellim yetiştirmek de ilm-i kelamın tarihini değil bizzat ilm-i kelamı okutmakla kabil-i husuldür. Şu halde ilm-i fıkıh ve ilm-i kelam derslerinin programa derc edilmesi mutlaka lazım gelir. Ders sa‘atleri bu ilimleri tarihleriyle beraber tedrise müsaid değilse tarihlerini bırakarak bizzat kendilerine okutmak mukteza-yı hikmet ve maslahattır. Talebenin ahkam-ı i‘tikadiyye ve fıkhiyyeyi Kuran ve hadisten öğrenmesi mümkün farz olunsa bu imkan tahakkuku muhal bir imkandır. Çünkü bütün müddet-i tahsiliyye zarfında a‘zami bir gayretle birkaç sure ve beş on hadis ancak okutulabilir. Daha fazla okutulmalarına ne ders saatleri ne de müddet-i tahsiliyye müsaid dehatından ma‘dud yalnız iki ders görülüyor. Tefsir ve hadis dersleri… Sair derslerin bir kısmı dar bir programda Mesela: Tefsir tarihi hadis tarihi fıkıh tarihi kelam tarihi tasavvuf tarihi tarih-i edyan dersleri bir alim-i din için kıymetli ma‘lumat menba‘larıdır. Fakat ulum-ı diniyyenin esasat ve zaruriyyatı miyanında dahil değildir. Esasat ve zaruriyyat-ı diniyyeye aid dersler ile beraber onların da tedris ve tederrüs edilmeleri pek ziyade şayan-ı temennidir. Fakat zaman ve programın darlığı hasebiyle ikisini birlikte tedris ve tederrüs imkanı bulunamayınca usul-i ulumu füru‘-ı uluma takdim ve tercih etmek mecburiyetindeyiz. Diğer kısım dersler kamilen ulum-ı dünyeviyyeye aid olmakla beraber tedris ve tederrüsleri yine pek şayan-ı temenni ise de yegane gayesi ulum-ı diniyye mütehassısları yetiştirmek olan İlahiyat Fakültesinde ulum-ı diniyyenin esasat ve zaruriyyatı terk ve ihmal edilerek füru‘uyla gaye-i diniyyeden uzak bulunan ulum-ı dünyeviyyenin tedris ve tederrüs edilmesi dedirtiyor. Tefsir ve hadis dersleri şübhesiz ulum-ı İslamiyyenin üssül-esasıdır. Fakat ulum-ı İslamiyye namına yalnız tefsir ve hadis okutmakla ulum-ı İslamiyyeden hiçbir ders okutmamak arasında gaye-i umumiyye-i diniyye Oldukça mühim ve mübhem telakki ettiğim bu noktayı biraz tavzih mecburiyetini hissediyorum: Kuran ve hadisin tefsirlerinden evvel bizzat Kuran ve hadisin vaziyet ve mahiyetlerine dair ma‘lumat-ı mücmele vermek lazım geliyor. Kuran ve hadisin akaid ibadat münakehat ve müfarakat hukûk ve muamelat şubeleri vardır. Kuran ve hadisin bu şubelere aid ahkam-ı cüz’iyyeyi yegan yegan izah ve ihtiva etmeleri hikmet ve maslahata muvafık değildi. Çünkü bu şekilde mahiyet-i semaviyyelerini muhafaza etmek kudret-i beşeriyyenin haricine çıkmış olurdu. Onun için Kuran ve hadisin muhteviyatı na-mütenahi hadisat-ı cüz’iyyeye daima kabil-i tatbik ahkam-ı umumiyye ve kavaid-i külliyyeye münhasır kaldı. Kavanin-i beşeriyye bile bu şekilde tanzim edilir ve ahkam-ı umumiyyenin hadisat-ı cüz’iyyeye tatbiki hükkamın iktidarlarına bırakılır hükkam da ulum-ı hukûkiyye ve cezaiyyeyi evvelce tahsil etmiş bulunmak sayesinde bu kabiliyeti gösterebilir. Rastgele her ferdin her hangi kanundan istinbat-ı ahkam etmesine ve ahkam-ı kanuniyyeyi hadisata tatbik eylemesine imkan yoktur. İşte kavanin-i beşeriyye gibi kavanin-i sema ne mebni ba‘s olundum.buyurmuş olması mekarim-i ahlakiyyenin nazar-ı İslamdaki ehemmiyetini göstermektedir. Mekarim-i ahlakiyyenin bir mebdei bir de müntehası vardır. Mebdeiselamet-i niyyetten ibarettir. Selamet-i niyyet: Felsefi ifadesiyle nef‘ ve zarar düşüncelerini hod-endişliğe hasr ve tahsis etmeyerekdiğerendişliğe de mühim bir mevki‘ vermekten ibarettir. Ve şer‘i ifadesiyle nefsinin nailiyetini temenni ettiği iyiliklere diğer kimselerin de nailiyetini temenni etmesi ve kendisinin masun kalmak istediği fenalıklardan diğer kimselerin de masun kalmalarını istemesinden ibarettir. den ibarettir. Selamet-i ef‘al: Selamet-i niyyetin asar-ı hariciyyesi ve netaic-i maddiyyesi demektir. Ahlakın indel-Halik ve indel-mahluk makbul ve müstahsen olması ve binaenaleyh mükafata müstahık görülmesi mebdeiyle müntehasının yek-diğerine tevafuk ve tetabuk etmesine vabestedir. Selamet-i niyyete mukarin olmayan ef‘al gayr-ı ihtiyari ve gayr-ı şuuri ta‘bir-i diğer ile tesadüfi olarak fazilet ve hayriyyet ile ittisaf edebileceği için şayan-ı tahsin ve sezavar-ı mükafat olamaz. Selamet-i niyyet de makbul ve müstahsen asar-ı hariciyye ile netice-pezir olmadığı surette ehemmiyetini zayi‘ ederse de sahibi de müstahıkk-ı muahaze değildir. Fakat asar-ı hariciyyeden mücerred selamet-i niyyetin gaye-i hilkati tahakkuk ettiremeyeceği cihetle selamet-i niyyetini daima selamet-i ef‘al ile neticelendirmeye çalışmak her hüsn-i niyyet sahibinin pek mühim bir vazife-i insaniyyesidir. tiği variddir. Fakat sahsi mükafat ile iktifa etmek hodendişlikten endişlik değildir. Belki diğer-endişlik gaye-i hilkatin en mühim kısmıdır. Çünkü insanların yek-diğerlerine karşı ancak diğer-endiş olmalarıyla kabili tahakkuktur. Binaenaleyh bir kimse ancak kendisinin müstefid olabileceği selamet-i niyyet mertebesinde tevakkuf etmeyerek ef‘al ve a‘mal-ı hariciyyesiyle ebna-yı nev‘ini müstefid etmeye ve bu suretle kendi mükafatının da teza‘uf etmesine çalışmalıdır. Elinden geldiği kadar daima gerek kendine ve gerek hem-nev‘ine nafi‘ olmaya çalışmak her insanın gaye-i hilkatinden o derece uzaklaşmış olur. Sahib-i hayr veyahud vasıta-i hayr olmayan veyahud olamayan bir kimse hiç olmazsa sahib-i şer‘ veyahud vasıta-i şer‘ de olmamalıdır. Vücudu gerek nefsine ve gerek diğer kimselere muzır olan kimse gaye-i hilkatin tamamen haricine çıkmış ve binaenaleyh yalnız insaniyyet kisvesine bürünmüş bir mahluktur. Insanların kaffe-i harekatına nizam verecek olan kanun kanun-ı ahlaktır. Fakat her kanun kuvve-i teyidiyyeden mahrum bulundukça ya tağil müderrislerin uhdelerine tevdi‘ edilmiş bulunması tefsir ve hadis derslerinden istifade imkanını külliyyen selb etmektedir. Programa yalnız ilm-i fıkhın ilavesi de te’min-i maksada kafi gelmez. İlm-i usul-i fıkıhın ilavesi dahi bir farz-ı ilmidir. Ahkam-ı fıkhiyyenin Kuran ve hadisten keyfiyyet-i istinbatları keyfe ma ittefaka bir mes’ele değildir. nunlara tabi‘dir. Bu prensipleri düsturları kanunları bilmeyenler Kuran ve hadisten istinbat-ı ahkam edemezler. Ederlerse Süleyman Nazif Beyin zenginleri oruç tutmaktan kurtarmaya ma‘tuf şefaat-i ictihadiyyesi gibi şerait-i mezkureyi ihtiva eden ve bildiren ilim ve fen de fenn-i celil-i İslamidir. Beşeri ilim ve fenlerde usul-i fıkh-ı lere müstenid hiçbir ilim ve fen yoktur. İlm-i usul-i fıkıh felsefenin en yüksek bir tabakasıdır. Kuran ve hadisten hevai keyfi cahilane gafilane bedhahane manalar maksadlar hükümler çıkarılmasına mani‘ olan yegane fen usul-i fıkıh fenn-i celilidir. Bu fenn-i celil mensi ve metruk bir halde kalırsa Kuran ve hadis herkesin baziçe-i amal ve hevesatı ve her bedhahın alet-i şerr u fesadı olur. Bu fenn-i celili bilmeyen bir kimse Kuran ve hadis ile ahkam-ı fıkhiyye arasındaki ilmi münasebat ve revabıtı anlayamaz. Usul-i fıkıh fenni herhangi bir hükmün ahkam-ı İslamiyyeden olup olmadığını fark ve temyiz etmek için yegane bir mizan-ı ilmidir. Usul-i fıkhı bilmeyen bir fakihin ma‘lumat-ı fıkhiyyesi şuuri istidlali değil gayr-ı şuuri ve taklididir. İlm-i usul-ı fıkıh derecesinde hangi bir mes’elenin tedkik ve ta‘miki için lazım gelen Yalnız İslam mütefekkirlerinin değil Musevi ve İsevi mütefekkirlerinin dahi hayretlerini celb eden bu fenn-i celil bir kanun şubesi olan mekteb-i hukûkta tedkik edilmekte kalması bizde mantıkın mülga kanunlar sırasına girdiğini göstermektedir! Beşeriyetin gaye-i hilkati mekarim-i ahlakiyyedir. Hazret-i Muhammed aleyhisselam EfendimizinBen mekarim-i ahlakiyyeyi te’sis ve ta‘mim etmek hikmeti duğu şeraite göre değişir. Maa haza vazife-i murakabeyi gayr-ı kabili inkardır. Fakat bu kuvvetiyle beraber pek mühim bir vaziyeti de vardır. Seyyar değil sabit olduğu için herkesi her yerde ta‘kib ve murakabe edemez. Binaenaleyh vicdan-ı ammenin daire-i ta‘kib ve nüfuzu haricinde bulunan bir kimsenin vicdan-ı ammenin murakabesinden korkmasına veyahud vicdan-ı ammeden mükafat beklemesine mahal kalmaz. Daire-i ta‘kib ve nüfuzunda dahi hayat-ı faniyyeye terettüb edecek mes’uliyet veya mükafata ehemmiyet vermesine kuvvetli sebebler bulunamaz. Ba-husus vesait-i mümkine ile mes’uliyeti ber-taraf etmek za‘if düşürebilir. Binaenaleyh vezaif-i ahlakiyyenin murakabesiz kalması tehlikesi daima varid-ı hatırdır. Murakabesiz kalan ahlaktan hiçbir zaman iyi netice beklenemez. Eğer iyi neticelere tesadüf edilirse mutlaka onlar da eser-i tesadüftürler. Mes’uliyet veya mükafat-ı uhreviyye fikri bu gibi esbab-ı za‘af ve muhataradan azadedir. Mes’uliyet-i uhreviyye fikri sabit değil seyyar olduğu için herkesi her yerde her zaman ta‘kib ve murakabe etmek kudretini haizdir. Hiçbir kimse hiçbir yerde hiçbir zaman onun ta‘kib ve murakabesinden yakasını kurtaramaz. Ve gayr-ı meşru‘ sebeb ve bahaneler ile mes’uliyet-i uhreviyyeyi ber-taraf etmek imkanını bulamaz. Ba-husus uhrevi mes’uliyet hayat-ı ebediyyenin çekeceği bir mes’uliyet olduğu için akil bir kimse bu mes’uliyete karşı hiçbir vechile ihmalkar davranamaz. Binaenaleyh vezaif-i ahlakiyye üzerinde en ziyade te’sir icra edecek olan kuvvet mes’uliyet-i uhreviyye kuvvetidir. Mükafat-ı uhreviyye fikri de yine hayat-ı ebediyyeye aid bir fikir olduğu için akil bir kimse mükafat-ı uhreviyye fikrine karşı da kat‘iyyen ihmalkar davranamaz. Binaenaleyh vezaif-i ahlakiyye üzerinde en ziyade te’sir bırakan kuvve-i müeyyidelerden biri de uhrevi fikr-i mükafat kuvvetidir. İnsan gelip geçici dünyevi mükafatları her zaman ihmal edebilir. fakat daimi ve ebedi hayatı mükafatsız bırakmak hiçbir akilin yapacağı bir iş değildir. Bilakis mükafat-ı uhreviyyeye nail olmak için dünyada her türlü mezahime tahammül edilir. Bu bahis hulasa edilmek lazım gelirse denilebilir ki harekat-ı beşeriyyeyi rabt u zabt altına alacak bir kuvve-i zabıta varsa o da uhrevi mes’uliyet ve mükafat fikirleridir. Bu kuvvetin yerini tutacak dünyevi hiçbir kuvvet yoktur. Beşeriyet bu hakikati er geç anlayacak ve bu kuvve-i zabıtanın teşkilatını tevsi‘e bütün kuvvetiyle çalışmak mamen veyahud külliyyen tatbik edilemez. Tatbik edilemeyince matlub olan netice de elde edilemez. Binaenaleyh kanun-ı ahlakın da kuvve-i te’yidiyyesi olmak lazım gelir. Acaba bu kuvve-i te’yidiyyeler nelerden ibarettir? Vezaif-i ahlakiyyenin iki kuvve-i te’yidiyyesi vardır. Biri fikr-i mes’uliyyet diğeri fikr-i mükafattır. Fikr-i mes’uliyyet: Vezaif-i ahlakiyye ifa olunmadığı takdirde şahsi vicdan huzurunda vicdan-ı amme huzurunda Hallak-ı Alem huzurunda mes’ul ve mahcub kalmak endişesidir. Fikr-i mükafat: Vezaif-i ahlakiyye ifa edildiği takdirde şahsi vicdanın inşirahına vicdan-ı ammenin iltifat ve istihsanına Hallak-ı Alemin rıza-yı mes‘adet-averine nailiyet ümniyyesinde bulunmaktan ibarettir. Mes’uliyet iki nev‘dir: Biri dünyevi mes’uliyet diğeri uhrevi mes’uliyettir. Vezaif-i ahlakiyye üzerinde daha ziyade haiz-i te’sir olan mes’uliyet mes’uliyet-i uhreviyye fikridir. Mükafat da biri dünyevi diğeri uhrevi olmak üzere iki kısımdır. Ve uhrevi mükafata nailiyet fikri vezaif-i ahlakiyye üzerinde daha ziyade haiz-i te’sirdir. Uhrevi mes’uliyet ve mükafat fikirlerinin vezaif-i ahlakiyye üzerinde daha ziyade haiz-i te’sir olması esbabını şu suretle izah etmek mümkündür: Ahlak-ı şahsi gibi vicdan-ı şahsi de tehzibe tasfiyeye muhtacdır. Ahlakı ifsad eden müessirat vicdanı da ifsad edebilir. Tehzib ve tasfiye edilmeyen ve müessirat-ı müfsidenin taht-ı te’sirinde kalan vicdan vezaif-i ahlakiyyeyi murakabe etmeyebilir. Binaenaleyh vezaif-i ahlakiyyeyi tertib etmek vazifesini ihmal edebilir. Ve yine vezaif-i ahlakiyyeyi ifa edenlerin layık bulundukları mükafatı ta‘yin ve tertib etmek vazifesine karşı da la-kayd kalabilir. Ve bin-netice vicdan-ı şahsi vezaif-i ahlakiyye üzerinde matlub olan hüsn-i te’siri icra edemez. Şair Eşref merhum: diyor ve bu sözle vicdan-ı şahsinin vazife-i murakabeyi hüsn-i ifa edebileceğini anlatmak istiyorsa da yaptığı fenalıktan dolayı daima azab duyan vicdan ancak tehzib ve tasfiye edilmiş bir vicdan olabilir. Ta‘bir-i diğerle: İlhamat ve ihsasat-ı diniyyenin –gerek şuuri ve gerek gayr-ı şuuri bir surette­ – te’siratına tabi‘ olan bir vicdan ancak bu fazileti ibraz edebilir. Vicdan-ı ammenin vaziyeti de vicdan-ı şahsinin vaziyetinden pek farklı değildir. Onun te’siratı da tabi‘ ol Ademden beri çok def‘a beşeriyet batıl fikirler arkasında koşmuş batıl akideler uğrunda can vermiştir. Bir zamanlar putlara ateşe hayvanat-ı müfteriseye -haşa- taabbüd eden insanlar bazen esatire esir olmuş bazen zalim-i müstebidlerin mahkumu bulunmuştur. Tarihin bu tecelliyatından anlaşılıyor ki akıl her vakit beşeriyet üzerinde hakim olamamıştır. Ahval-i ruhiyye-i insaniyye le- batılı hak olarak kabule de mütemayildir. Ancak pek az bahtiyar kimselerdir ki kendilerini batıl te’sirlerden kurtarabilirler. gisi için müteharrik bi-zatihi olmak kuvvetini haiz şahsiyetlerin çoğalması nasıl bir zaruret teşkil ederse ekseriyeti bu yüksek kemali idrakten mahrum bulunan efradın zıme halinde tecelli eder. Herhangi bir fikir evvela da‘va olarak meydana çıkar. Bu da‘va tekrar olunur. Nutuklarla konferanslarla matbuatla kitaplarla hususi mübahaselerle tekrar teaküb eder. Bu tekerrürler mütefekkir müteharrik bi-zatihi olmayan ruhlar üzerinde bir te’sir bırakır. Bu te’siratın devamı nüfuz ve sirayet hassalarının yardımıyla fikirler mefkure haline inkılab eder. Gustaw Le Bon bu hakikatten bahsederken diyor ki:İddia ile tekrar iknaın en kuvvetli amilleridir. İddia fikir tevlid eder tekrar o fikri yerleştirir ve onun bir akide yani sarsılmaktan vareste kalacak derecede sabit bir fikir haline getirir. Basit ruhlar üzerinde veti şayan-ı hayrettir. Onun te’siriyle en bariz dalaletler parlak hakikatler gibi olur. hayatında en sağlam ve mesud bir yolda yürümesine hadim vesaiti göstermektir. Cem‘iyet-i beşeriyyenin bir cüz’-i metini olan hey’et-i zaruretlerine göre tebdil-i veche eylemesi lazım geldiği bir asırda- ulum-ı ictimaiyyenin gösterdiği hakikatler hiçbir vakit kabil-i istiğna değildir. Binaenaleyh dilimiz döndüğü kadar izahına çalıştığımız hiyye ve ictimaiyyemiz için bir mi‘yar olarak gösterip cem‘iyetimizi tehdid eden enva‘-ı fevzaların mahiyet ve menşelerini tahlil etmek içindir. Evvelen; asrileşmek için bir zaruret var. Herkes bu zarureti kendi nokta-i nazarına göre tefsir ve muhakeme ediyor. Bir kısım efkara göreAsrileşmek esasat-ı Cem‘iyet hayatında na-kabil-i mukavemet bir hassa-i sereyan mevcuddur. Muhitin te’siratı namıyla da tevsim edilen bu ihtisasat-ı gayr-ı mer’iyyeden hey’et-i ictimaiyyenin müsbet veya menfi netayic istihsal etmesi sirayet ve meyelan hassasının teveccüh ettiği istikamete tabi‘dir. Ferdi sahada müstakillen hareket edebilen iradesine hakim olan her hangi bir kimse kitle-i ictimaiyyenin müşterek tabi‘ olur. İctimai kitleleri tahrik eden ruhiyata gelince bu da akıldan ziyade hissiyata istinad eder. Efrad üzerine cem‘iyetin te’siratı hissen müteharrik büyük bir ictima kitlesinin muhitine giren kimseler üzerindeki na-kabil-i mukavemet te’sirata müşabihdir. O kimseler isteseler de Umumi nümayişlerde vazıhan hissedilen bu kanun-ı tecelliyatı mevcuddur. Efradının secaya-yı müsbetesi cem‘iyetin menfi fezayihine faik olmayan hey’et-i ictimaiyyeler tereddiyatın sirayeti için en müsaid bir vasat teşkil eder. Cem‘iyetin efrad üzerinde menfi te’sirat vücuda getirmemesi için terbiye-i ibtidaiyye ve şahsiyyenin münferid seciyenin metin ve mütekamil olması lazım gelir ki cem‘iyeti fevza yollarından kurtaracak yalnız bu kuvvettir. Demek oluyor ki efradın salahı cem‘iyetin salahını müeddi olduğu kadar cem‘iyetin tereddiyatı efradın kemaline mani‘ ve bin-netice hey’et-i ictimaiyyenin infisahını mucibdir. Yükselmek isteyen hey’et-i ictimaiyyelerin efrad ve cem‘iyet kuvvetlerinin yek-diğerini müsbet vecheler dahilinde daima takviye edecek bir hatt-ı hareket intihab etmeleri zaruridir. Bu iki kuvvetten birinin sukûtu diğerinin de sukûtunu intac eder. Milletlerin hayatında en büyük bir tehlike teşkil eden netice cem‘iyeti mahva mahkum ettiği vazıhan tedkik ve tahlil edebilmek için evvel-emirde herhangi bir fikrin ne gibi şerait içinde mefkure halini aldığını münakaşa etmeliyiz. Dünyada mecnun olmayan her sahib-i aklın mülahazatı birer fikir olabilir. Lakin bunların kıymeti efrad ve cem‘iyete bahşettiği menfaat ve zarara göre ta‘ayyün eder. Bu fikirlerin mahiyetini ta‘yinde yegane mi‘yar akl-ı selim ile tecrübeden başka bir şey değildir. Hilkat-i kete çok tebeddül eder. Muhtelif kavimler aynı ahvalde başka türlü hissederler mülahaza ederler ve mukabelede bulunurlar. Te’sisat i‘tikadat elsine ve sanayi‘ bir kavimden diğerine -aksini zannettirecek zevahire rağmenderin tahavvülat geçirmeksizin intikal edemez.diyor. Ruhiyat ve İctimaiyat ilimleri bir milletin başka bir millet harsine kolaylıkla temessül edebileceğine kani‘ değildir. Zira tarih ve tarih-i İctimaiyat gösteriyor ki bir hey’et-i ictimaiyyenin evsaf-ı mümeyyizesini zayi‘ ederek başka cem‘iyetlerin ruhu tarafından imtisas olunması tam bir inhidam manasını ifade ediyor.. Yaşamak larak bu inhidamdan kendilerini kurtarmış olurlar. Büyük bir medeniyeti bir tarihi temsil eden hey’et-i nurları içinde yaşayacaktır. Şu halde muhitimizde asar-ı maraziyyesini gösteren fevzalar muvakkat demektir. Bunu isbat için bu tereddiyatın menşelerini tedkik etmek kifayet eder. Garbın maat-teessüf son asırda iktitaf edemediğimiz kemal-i ilmi ve fennisi yerine yanlış bir yoldan ruhumuza sokulan dalaletleri dört menba‘a irca etmek lazımdır: Memleketimizde hemen üç rub‘ asırdan beri mütemadiyen garb harsi ve o miyanda bu harsi neşr eden papas ve ecnebi mekteplerinde tahsil görenlerin gayr-ı ne mefkure edindikleri bu fikirleri neşr etmeleri Garblılarla temasın çok olduğu mahallerde hiss-i taklidin fevzaları -zevahirini hoş bularak- imtisasa müstaid bulunması ve garbı taklidin moda hükmüne geçmesi Bir asırdan beri duçar-ı tedenni olan iktisadiyyat-ı milliyye muvacehesinde memuriyetten başka bir saha-i faaliyyet bulunamayan münevveran-ı milletin atalete kapılmaları neticesinde fikri ictimai sahalarda efkarın tenvir edilmemesi Cem‘iyet menafii mülahazatından inhiraf eden efrada karşı ictimai murakabenin vazifesi ihmal olunarak her muzır cereyanın serbest bırakılması tereddiyatın tevessü‘üne yegane sebeb teşkil etmiştir. Yukarıda arz ettiğimiz vechile dalalet fikirleri de iddia tekrar nüfuz ve sirayet suretiyle za‘if müdrikelerde bir mefkure izi bırakmaktadır. Fakat şayan-ı şükrandır ki dalaleti akide haline getiren doğru bir şey gibi gösteren muhakemeyi galat hisse tabi‘ bulunduran ruhi vasıtalar hakikatleri de bir mefkure halinde neşir ve ta‘mime hizmet ediyor. Gustaw Le Bonun pek doğru olarak söylediği gibi Dalaletin şiddetli ve mükerrer müddeeyatına karşı hağer bir kanaate göre deAsriliği temsil eden garb medeniyeti bir küldür. Sade maddiyatıyla değil tarz-ı telakkisiyle zihniyetiyle i‘tiyadatıyla bir küldür. Binaenaleyh gayeye vüsul için bir noktadan bir cebheden değil hey’et-i mecmuasıyla garb medeniyetini iktibas etmek lazım gelir.Evet bu bir mefkuredir. İlim sahasında ise her fikre hürmet edilir. Ve ilzam ciheti yine ilmin hürmetkar ve vakûr muhakemesine terk olunur. Asrileşmeyi yani zamanın inkişafat-ı ilmiyye ve fenniyyesini haiz kuvvetli bir millet halinde cihana nur ve ruret öyle bir bedahettir ki üzerinde münakaşa bile caiz değildir. Ancak bu medeniyet-i beşeriyye olmak i‘tibarıyla garb medeniyeti de iyi ve fena cihetleri sinesinde toplayan dolayı da daha büyük bir süratle tedenniye giden bir medeniyettir. O fenalıkların ismi garbda da şarkta da olduğu gibi tereddi ve dalalettir. İşte halledilecek düğüm noktası burasıdır. Her şeyden evvel medeniyet mefhumunun menfaat ve saadet-i mefkuresiyle müteradif olduğu bilinmelidir. Herhangi şey ki hey’et-i ictimaiyyemize faide veriyor ve saadet getiriyorsa işte o medeniyettir. Fakat hangi bir mefhum ve iktibas cem‘iyetimizin ruh-ı ictimaisini sarsıyor aile revabıtını gevşetiyor nesli kumarla içki ve fuhuşla kurutuyorsa bunun ismi ister medeniyet ister kemalat olsun açık bir dalaletten başka bir şey değildir. Şimdi matlubumuz olan medeniyet acaba bu iki kısımdan hangisidir? Hiç şübhesiz hey’et-i ictimaiyyemize saadet getirecek olan irfana fenne müstenid olan medeniyet-i hakikiyyedir. Bu arzuya rağmen -ihtiyari gayr-ı ihtiyaribazı fevzalarda nasılsa cem‘iyetimize hulul etmek fırsatını kazanmış bulunuyor. Memleketi istila eden müskirat kumar fuhuş ibtilası medeniyetin bu ikinci fakat fevza kısmının da fazilet irfan ve kemalatın yanında -garib bir eser-i tezad olarak- arz-ı endam etmekte olduğunu gösteriyor. Bu fevzalar hiç şübhe yok ki ruhiyatımızdan münba‘is değildir. Belki nüfuz ve sirayet hassalarının te’siratıyla münasib bir vasat haline gelen muhit ve şerait Çünkü bir şarklı bütün arzusuna rağmen tam bir garblı olamayacaktır. Daima şark şark garb da garb olarak kalacaktır. Gustaw Le Bon bu mühim hakikatten bahsederken: Uzun bir mazisi bulunan kavimler hemen evsaf-ı bedeniyyeleri kadar sabit ruhi evsafa maliktirler. Bu evsaftan o akvamın te’sisatı efkarı edebiyatı sanayii neş’et eder. Evsaf-ı ruhiyye -ki bunların hey’et-i mecmuası bir kavmin ruhunu teşkil eder- bir memleketten diğer memle ki diye saha-i ticarete çıkarılan bu cüz’ler ismen olduğu gibi cismen ve ruhen de bir tefsir mahiyetini alsın ve bu suretle matbuat tarafından tenkid edilen fahiş hatalar tashih ve mübhem noktalar tenvir edilsin. Bu cihetler hem karilerinizin hem de zat-ı alilerinin aydınlığa çıkmasını te’min edeceği için çok temenni olunur. Son cevabınızdan bahsetmek istiyorum. Diyanet İşleri Reis-i muhteremi beyannamelerindeTercüme diye ortaya çıkarılan cüz’lerin gerek lisan ve gerek ilim efkar-ı müslimini teşviş edecek mahiyette olduğunu söylüyorlar. Zat-ı alileri cevab verir ikenBunun bir tercüme değil tefsir olduğunu ve tefsir için de muayyen bir şekil olmadığını ve bununla beraber müfessirlerin biri birlerinden iktibas edebileceklerinisöylemek mecburiyetini hissediyor ve cevabınıza şu yolda devam ediyorsunuz: etmediği iddiası da varid değildir. Çünkü maani-i Kuraniyyeye ri‘ayet edilmek mecburiyetinden dolayı ta‘kib olunan gaye Türkçede birşaheserve haşa sümme haşa kitab-ı Hakka bir nazire vücuda getirmek ve hatta terakib-i mansusayı mesela halin hal ve sıfatın sıfat olarak bu manaları mehma-emken herkesin anlayabileceği bir tarzda lisanımıza nakl etmektir. Suver-i tefsiriyyeden tercih ettiğimiz şekil isimlerini mukaddime-i kitabda bildirdiğimiz tefasirin bir veya birkaçında mutlaka mevcuddur… Şeyhim afv buyurunuz bu ifadeniz Diyanet İşleri reis-i alisine cevab değil belki reis efendi hazretlerinin eseriniz hakkında verdikleri hükmü tasdiktir. Çünkü reis efendi hazretleri eserinizin şayan-ı i‘timad olmadığını hulasaten iki şeye istinad ettiriyordu: Hata-yı lisani hata-yı ilmi. Zat-ı mürşidaneleri tercümedeki kusurunuzu edebiyat ve belağat-ı Arabiyyenin derece-i kusvasına vasıl olan bir kitab-ı kerimin Türkçeye tercümesinde o yüksekliği gösteremediğinizi i‘tiraf ediyorsunuz. Maamafih bu hakikati i‘tiraf eder iken çok elim bir vaziyete düştüğünüzü görüyorum.Maksadın Türkçe bir şaheser ve haşa sümme haşa Türkçede kitab-ı Hakka bir nazire vücuda getirmek olmadığınısöylemek kadar bi-mana bir şey tasavvur etmiyorum. Aslındaki kudret fesahat ve belağat olduğu gibi ifade edildiği takdirde haşa sümme haşa kitab-ı Hakka nazire olacakmış! Doğrusu ya bu muhakemeye şaşmamak kabil olamıyor. Kuran-ı azimüş-şanın vasıl olduğu fesahat ve belağatı Türkçe tercümesinde hakkıyla ifade etmek kitab-ı Hakka nazire yapmak mıdır? Yoksa tercüme hususunda ri‘ayet olunkikatin o derece şiddetli ve o derecede mükerrer müddeeyatını karşı koymak düsturlara düsturlar fikirlere fikirlerle mukabele etmeklazımdır. Garbın ilim ve irfanı yerine harimimize fürceyab-ı duhul olan dans kumar fuhuş taklidcilik ve moda gibi tereddiyat ve fevzalara karşı esasat-ı ictimaiyyemizin nur-a-nur delillerini aynı ruhi ve fenni usullerle müdafaa neşir ve tekrar etmekle ruhlarda bir ıstafa vücuda getirmek hakikatleri mefkure haline koymak icab eder. Çünkü bu sayede yarının evladlarını bedeni ruhi tereddiyattan sefaletlerden hey’et-i temel taşını teşkil eden aile revabıtını halelden vikaye etmek mümkün olabilir. Esasat-ı İslamiyyeden mülhem olan İctimaiyat-ı milliyyenin muhafazası mebde-i tekamül addedilerek ulum ve terakkiyat-ı maddiyye-i asriyyenin ahz u iktibası suretiyle husule gelecek kemalat eskiden olduğu gibi yine şark ve garbı tenvire kifayet edecektir. Kuran-ı Kerim tercümesi diye forma forma çıkarılıp sokak başlarında sattırılan cüz’leri ve bu münasebetle gazetelerin haklı tenkidlerini ve Diyanet İşleri Riyaset-i Celilesinin beyannamesini ve mezkur beyannameye cevab olmak üzere zat-ı alileri tarafından yazılan makaleyi dikkatle okudum. Bu babdaki fikirlerimi müsaadenizle arz ediyorum. Zat-ı alilerini şahsen tanımıyorsam da nıza karşı kendimde derin bir hürmet hissediyordum. O eserlerinizle yapmış olduğunuz hizmet bendenizce çok büyüktü. Fakat son teşebbüsünüz ve bu teşebbüsün şekil ve mahiyeti öyle zannediyordum ki sizi yükseltmemiş bilakis düşürmüştür. Bunu teessüflerle söylemek mecburiyetindeyim. Gönül arzu ederdi ki Şeyh Muhsin-i Fani böyle bir vaziyete düşmesin! Tercümenin iki günde bir ismini değiştirmek ve ona gibi yekdiğerinden farklı ve muhtelif namlar vermek her intikad karşısında maksadımız şudur budur diye şaşırıp kalmak düştüğünüz müşkil mevkii zat-ı alinizin de anlamış olduğunuzu gösteriyor. Bu işe hüsn-i niyyetle başlanılmamış diyemeyeceğim. Fakat her halde bu büyük şerefi başka birine kaptırmamak emeliyle alelacele meydana çıkılıvermiş oluduğuna hükmedeceğim. Ümmid olunur Bunun içindir ki müfessirlerden bir kısmı nazm-ı celilinin mensuh olduğunu kail olmuşlardır. Fakat İbn Abbas da dahil olduğu halde diğer bir kısmı da ayet-i kerimenin kat‘iyyen mensuh olmadığına ve bu nazm-ı celilin ihtiyarlarla zu‘afa ve emsali hakkında kelimesinintakati olduğu haldediye mana vermiyor. Belkitakati olmamak takat-fersamanasına alıyorlar. Bu manayı nasıl veriyorlar mı diyeceksiniz? Bir la takdir edenler olduğu gibi etaka kelimesinin hemzesini selb ve izale için alanlar da vardır. Fakat bunlara da lüzum yoktur.Adem-i takat takatin nihayetimanası bizzat cevher kelimeden anlaşılmaktadır. Lügat kitaplarından tefsir kitaplarından nasih ve mensuh kitaplarından nakl edeceğim şu ibarelere dikkat buyurulursa Yutikûnehu nun takat-fersa manasına olduğu pek güzel anlaşılır: Muhtarınız olduğunu söyleyip durduğunuz tefasir-i şerifenin etrafına bakmakla da bunları bulabileceksiniz. Binaenaleyh bu izahata göre ayet-i kerimenin manası Oruç tutmaya takati olmayan veyahud çok güçlükle meşakkat-i şedide ile muktedir olabilenmealinde olur ki oruca tab ve tahammülü kalmamış demektir. Bunun suretle taksim ediyorlar: Sahihul-vücud ve mukim olup oruç tutmaya takati olanlar Alel-ıtlak misafir ve mariz olanlar Mukim ve sahihul-vücud olmakla beraber oruç tutmaya takati olmayan veyahud güçlükle meşakkat-i ması zaruri olan şerait-i esasiyyeye ri‘ayet etmek ve nazm-ı mütercemin hakkını eda etmek midir? SonraEserin tefsir mahiyetinde olduğunu yazılacak tefsirlerin tarzı muayyen olmadığını binaenaleyh tefasirde mevcud suretlerden biri ihtiyar edildiğinisöylüyorsunuz ki bunun da hakikate mutabakatı müsellem değildir. Şimdiye kadar gösterildiği vechile bazı ayetlerin tercümesinde –velev bilmeyerek– tahrifat yapılmış olduğu gibi ihtiyar eylediğiniz tefsirlere taban tabana zıd olan yerler de vardır. Bugüne kadar birkaç isim alması eserin mahiyeti henüz zat-ı alilerince de ma‘lum olmadığını göstermez mi? El-hasıl Diyanet reis-i alisinin istinad eylediği birinci sebeb tamamen mevcud ve sizin de taht-ı i‘tirafınızdadır. Matbuat tarafından yapılan tenkidat tercümedeki tahrifatı da isbata kafidir. Şimdi diğer cihete nakl-i kelam ediyorum. Sure-i Bakaranınüncü ayet-i kerimesinin tercümesine taalluk eden tenkide şöyle cevab veriyorsunuz: Herkes bilir ki metn-i Kuran – ve meal-i alisi; oruç tutmaya muktedir olanlar demektir. Bunu tahrif etmek veoruç tutmaya takati olmayanlar tarzında mana vermek bizim elimizden gelmez… Bu hükmünüze delil olarak bazı tefsirlerden parçalar nakl ediyorsunuz. Bununla demek istiyorsunuz ki bizim verdiğimiz mana doğrudur Diyanet reisinin verdiği mana muharreftir. Hayır şeyh efendi hazretleri nazm-ı celilin meal-i alisi mutlaka sizin dediğiniz gibi değildir. Hatta istinad etmek istediğiniz tefasir-i şerifedeki hüküm de bin-netice bizimelimizden gelmezdediğiniz hükümden başka bir şey değildir. Eğer öyle olsaydı bazı kimselerin gazetelerde ederdi. Halbuki ayet-i kerime evvelen; umumi bir surette farziyyet-i sıyamı bildiriyor. Sonra alel-ıtlak misafir ve mariz olanları bu hükm-i umumiden istisna ve onlara böyle müsaedat bahşediyor. Bundan sonra ki bu hükmün alel-ıtlak mukim ve sahihul-vücud olup oruç tutmaya takati olanlara şümulü yoktur. Aksi takdirde misafir ve mariz olanlar Ramazanda veyahud Ramazanın gayrında –fakat her halde– orucu kaza etmekle mükellef tutuldukları halde hiç hastalığı olmayan ve evinde rahat rahat oturan kimseler fidye vermekle mükellefiyet-i sıyamdan kurtulacaklar demektir. Acaba hasta ve misafirlerin ne kusuru vardır ki onlar mutlaka oruçla mükelleftir? / yaniİnsanın meşakkatle sarf edebilec diyor ki bundan evvelki mana bazen tevsi‘ ed lafz-ı celilinde celiliniTakati olduğu halde oruç tutmayanların her gün için fidye vermeleri lazımdırdiye tercüme ettikten sonra bu hükmün ne zamana aid olduğunu göstermek lazım değil mi idi? Tefasir-i şerifede bu mühim noktaya aid olan tafsilat-ı mühimmenin zikrinden neden sarf-ı nazar edilmiştir? Bu yoldaki tercüme hangi tefsirin tercümesidir? Doğrusu şudur ki bu şekil tefsiriniz ne ayet-i kerimenin ifade eylediği ahkam-ı şer‘iyye ve hakaik-i aliyyeyi müfiddir ne de müfessirlerin tercüman-ı efkarıdır. Hiç lüzumu olmayan yerlerde uzun uzadıya izahatta bulunulduğu halde en mühim ve çok nazik bir mes’elede müfessirlerin verdikleri izahattan bile göz yummak ve müteakib ayetten sonra mühmel ve kimsenin anlayamayacağı tefrik ve ta‘yin edemeyeceği bir şekilde ufacık bir ibare sıkıştırıvermek ve sıkışınca biz bunun mensuh olduğunu söyledik demekteşviş-i efkardeğil de nedir? Ayet-i kerimenin takrir eylediği ahkam hakkıyla ifade edilemez ve bilakis hilafına haml edilecek bir şekil iltizam edilirse buna ne denir? Madem ki hüsn-i niyyetinizden şübhe edilmemesini arzu ediyorsunuz o halde tercümelerin böyle bir zannı tevlid etmeyecek tarzda olmasına dikkat etmek mecburiyetindesiniz. Bu tercümeyi okuyanlardan birkaç zatın derhal oruçlarını bozuverdiklerini ve bazılarının da bizzat salahiyetdar zevata müracaatla keyfiyyeti istizah eylediklerini söylersemMüslümanların fikirlerini teşviş ve bin-netice ­ –velevki istemeyerek ve bilmeyerek olsun– hakikati tahrif etmiş olduğunuza kani‘ olacak mısınız? Binaenaleyh bu i‘tibar ile Diyanet İşleri reis-i alisinin teşviş-i efkar ve tahrifolduğunu söylemeleri su-i zan değil bir hakikattir. Çünkü tercümede ihtiyar edilen şekil neshe kail olmayanlar kanaatine muhalif olduğu gibi muhtarınız olduğunu iddia eylediğiniz müfessirinin hüküm ve kanaatlerine de muvafık değildir. Ayet-i kerimenin takrir eylediği ahkam-ı şer‘iyye ifade edilememiştir. Kim bilir daha ne kadar müslüman bunu okudukça oruç bozacak ve fakirin birine birkaç kuruş vermek suretiyle mükellefiyet-i sıyamdan kurtulacağını zannedecektir. Her ne ise efendim teşviş-i efkar muhakkak ve buna karşı Riyasetin cevabı da musib ve yerindedir. Madem ki hüsn-i niyyetiniz var ve böyle olmak da lazımdır. Öyle ise şimdiye kadar ihtar edilen hatalarda cüz’lerin tedkiki hemen her satırda hata olduğunu göstermiştir. Bu hataları i‘tiraf ve tashih ile müslümanların efkarı teşvişten kurtarılmalıdır. Aksekili şedide ile tutabilecek olanlar. İhtiyarlık günden güne bir hastalık gibi ref‘ ve izalesinden kat‘-ı ümid edilmiş olan bir sebebden dolayı oruca tab ve tahammülü kalmayanlar bu kısımda dahildir. Çocuğunun hayatından korkan hamile ve murdi‘ayı da bu hükümde idhal edenler ma‘lum-ı alileridir. Birinci kısım mutlaka oruçla mükelleftir. İkinci kısım bil-ahare kaza etmek şartıyla üçüncü kısım nazm-ı celili ile nail-i müsaade olmuşfidye mukabilinde mükellefiyet-i sıyamdan azade kalmıştır. Binaenaleyh ayet-i kerime yalnız bu kısım hakkındadır ve mensuh değildir. Sabit ve muhkemdir. Şu halde ayet-i kerimenin manası alel-ıtlak takati olanlar değildir. Güçlük ve meşakkatle takati olanlar demektir. Tahyir sapasağlam ve mukim insanlar için değil tab ve tahammülü kalmamış olanlar içindir. Ayet-i kerimeye mensuh diyenler itakayı istitaat manasına almışlardır. Halbuki beynlerinde fark vardır. Binaenaleyh nazm-ı celilinin manası oruç tutmaya takati olanlar demektir başka türlü mana vermek bizim elimizden gelmez demek nasıl kabul edilebilir? Ruh-ı şeriate tamamıyla muvafık olan bu mana neden dolayı Şimdi bir de nesih cihetini tedkik edelim. Diyorsunuz ki: Biz nesha kail olan müfessirlerin kavlini ihtiyar ettik. Pekala eğer hakikaten böyle ise muhtarınız olan müfessirlerin ta‘kib eyledikleri usulleri ta‘kib ve onların yolunu tutmak lazım değil mi idi? Halbuki doğrusunu söylemek lazım gelirse tercümenizde ne birinci cihet ihtiyar edilmiş ne de müfessirlerin izleri ta‘kib olunmuştur. Kadi Beyzavi ile diğer müfessirler nazm-ı celilini diye tefsir ve bunun ne zamana mahsus ve niçin böyle olduğunu izah ettikten sonra bil-ahare bu hükmün nesh edildiğini ve nasihini bırakmamışlardır. Arabcaya vakıf bir insan bu tefsirleri eline alıp mütalea edince anlar ki bu hüküm mensuhtur. Takati olanlar fidye vermekle mükellefiyet-i sıyamdan kurtulamazlar. Onların üzerine oruç vacibdir. Bunun hilafına olan telakkilere nazm-ı celili hatime vermiştir. ler ve binaenaleyh teşviş-i efkara meydan vermemişlerdir. Fakat insaf edilsin sizin tercümeniz böyle midir? Madem ki Kuran-ı Kerimin tercüme-i tefsirini veyahud son ta‘biriniz vechile Kuran-ı Kerim Tefsirinin Türkçe Tercümesini yazıyorsunuz nazm-ı /. edilen ve nazm-ı celili ile zemmedilenlerin haline bir müşabehet arz eder ki biz ihvan-ı dinimizden olan mütercimleri ihtarat-ı hayrhahane ve maktan sıyanet etmek istemiştik. Lakin şimdiye kadar bu ihtarat ve intikadatın bütün netayici isim değiştirmek ünvandaki hatayı üç dört def‘a tashiha kalkışmaktan başka bir netice vermedi. Evet bizce isim yanlışlığının o kadar ehemmiyeti yoktu. Mes’ele izzet-i Kuran ve kıymet-i iman idi. Maamafih ünvanı üç def‘a tashiha lemeyecek kadar çok olduğundan bu cihete asla yanaşılmadı. Madem ki yanaşılmadı bırakmak bir sevab olacaktı. Lakin mütercimler bu sevabdan kendilerini hissedar etmek cihetini hala ihtiyar etmiyorlar. Böyle olunca devam etmekte bulunan ve Kurana yahud müfessirine gelişi güzel nisbet edilen yanlış manaları göstermek vazife-i diniyyesi kesb-i ehemmiyet etti. Binaenaleyh bu eserlerin havi olduğu hataları tahrif olunan maani-i Kuraniyyeyi göstermekte devam edeceğiz. Bu hafta daki fahiş hataların birkaç tanesini daha gösteriyoruz. Mütercimlerin hakkı kabul edeceklerini bilmiyoruz. Fakat müslümanların hak ve hakikate vakıf olacaklarını Kuran-ı kerim diye ortaya çıkarılan bu eserlerin Kuranın tercüme-i sahihası olmadığına ve baştanbaşa hatalarla mali olduğuna kanaat getirmiş olacaklarını şübhesiz addediyoruz. hey’eti nin altınaEy masivadan münezzeh olan Rabbimizdiye yazmışlar. Bu tercüme midir? Tefsir midir? Tercüme-i Tefsiri midir? Tefsir tercümesi midir? Te’vil midir? Beyan buyurulmasını rica ederiz. Evet Cenab-ı Allah masivadan müstağnidir. Fakat münezzeh demek müstağni demek olduğunu bilmediğimiz için burada münezzehten hiçbir mana anlayamadık. Fazla olarak masivayı Allah halk etmemiş Cenab-ı Hak rabbül-alemin değil imiş mana iham ediyor. Gerçi tesbih mana-yı tenzihi mutazammındır. Fakat masivadan değil nekayis ve ma‘ayibden tenzihtir. Kadinın demesine nazaranmasivadaki mesaviden münezzehdenilmeseydi biraz doğru olabilirdi. Bununla beraber yine sübhanekenin manası olmazdı. Çünküsübhaneke başlıbaşına bir inşa-yı tesbihtir. ayetiBiz Adem ile Havvaya dedik kidiye gösterilmiş. Halbuki ayet cem‘ suretinde diye ortaya çıkarılan eserlerin forma forma neşrine devam olunuyor ve hatalar üstüne hatalar irtikab ediliyor. Mana-yı Kuranı tahrif edecek derecede fahiş hatalarla mali olan bu eserler hakiki müslümanları pek ziyade rencide ettiği halde yine bu hatalı yolda devam ve ısrar etmenin manası anlaşılamıyor. Birçok müslümanların hatalarla mali olan bu formaları iade etmeleri de mütercim ve tabi‘leri tuttukları hatalı yoldan maat-teessüf çevirememiştir. Yalnız her formada eserlerin ismi değişiyor. Fakat yeni yeni hatalar alabildiğine biribiri üstüne yığılıyor. İsim değiştirmekle hatalar setr edilebilir mi? Daha eserlerinin hakiki ismini tesbit edemediler. Evvelen dediler. Vaki‘ olan muhik intikadatımız üzerine fikirlerinden vazgeçmek ve hataları tashiha meyl eylememek hususunda ısrar etmekle beraber zımni bir i‘tiraf olmak üzere kendilerine hafif bir ma‘zeret bulmak istediler. Biz Kuranı tercüme etmiyoruz tercüme-i tefsiri yapıyoruz dediler ve birkaç tefsirin ismini de zikrettiler. nelerini dahi ihtar ederek ne demek olduğu belli olmayan Tercüme-i Tefsiriünvanını takıvermekle bu hataların setr edilemeyeceğini anlatmak istedik. İhtaratımız az çok te’siri altında kalmış olmalılar ki bu def‘a da aynı tarzda işlerine devam ile beraber ünvanı suretine tahvil ettiler ve fakat hangi tefsirin tercümesi olduğunu söyleyebilmek lütfunda bulunmadılar. Çünkü isimlerini saydıkları tefsirlerin tercümesi olmadığı aşikar olan bu kısa tercüme veya tefsir müfessirin-i kiramın hiçbirinde görülmek ihtimali bulunmayan adi rabt yanlışlarıyla dolu bulunuyor. Bundan dolayı bu eserlerineTefsir Tercümesinamına vermek de üçüncü def‘a olmak üzere eserin isminde yanlışlık olduğunu kendileri de hissederek sözü te’vil vadisine dökmek istediler. Ve dediler:Türkçede başka manalar da istimal edilmemiş olsaydı buna te’vil demek daha münasib olurdu. Bundan anlaşılıyor ki mütercimler Kuran Tefsiri yapmak karrub eder gibi olurlardı. Fakat te’vil yapmak için de nazm-ı Kuranın evvel-emirde maani-i muhtemelesini göstermek ve onlardan birini usulü dairesinde salahiyetle tercih eylemek asla rabt hatasına düşmemek ve maani-i Kuranı tahrif eylememek lazım gelirdi. Çünkü –şimdi yapıldığı gibi– aksi hal /. /. Geçen gün Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetinin köylere varıncaya kadar memleketimizin her tarafında açılmasını Çanakkale taraflarında halkın yağmur duasına çıktıklarından dolayı gayet şedid bir lisanla istihza ve istihfafta bulunuyor.Gökten yağmur dilenciliğine çıkanlarla alay etmek içinbütün gazeteleri da‘vet ediyor. Ve müslümanların Cenab-ı Hakka yalvarmalarınızelil bir tevekkül mücadeleye girişilmesini de ileri sürüyor. Sırası gelince gazetesi hürriyet-i vicdandan hürriyet-i edyandan bahsediyor. Müslümanlık akidelerinden başka akidelere salik olanlar için din ve vicdan hürriyetini kabul edenler müslümanların akidelerine gelince neden bu prensiplerine ri‘ayet etmiyorlar? Müslümanlara karşı bütün taassub damarlarını kabartarak hücum etmek hakkını nereden alıyorlar? Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetinden bahsederken ne kadar hürmetle ne kadar şefkatle bahsediyorlar! Sonra müslümanların dualarına gelince en galiz kelimeleri kullanmakla bile taassublarını yenemiyorlar. gazetesilayıkliki böyle mi anlıyor? Evet Avrupada edyana karşı la-kayd bir sınıf vardır. Fakat bunlar herhangi bir din ile mütedeyyin olanların akidelerine karşı tamamıyla bi-taraf bir vaziyet muhafaza ederler. O akidelere tarafdarlık etmedikleri gibi aleyhinde de bulunmazlar. Sonra yine bir kısım daha vardır ki bunlar kendi din ve akidelerinden başka bütün edyan ve akaide karşı hücum ederler her türlü tezyifat ve tahkiratta bulunmayı bir vazife-i diniyye addederler. Bunlar da Cizvitlerdir. Bunların nazarında din-i hak yalnız Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlık akidelerinden başka olan akideler bilhassa akaid-i İslamiyye bu Cizvitlerin nazarında ebatil ve hurafattan ibarettir. Belleri zünnarlı olan bu kara mutaassıblar miyorlar. Bir taraftan neşriyat ile diğer taraftan teşkilat mücadele edip duruyorlar. Bunlar İslamiyete karşı cebhede ta‘arruzda muvaffak olamayınca son zamanlarda veche-i faaliyetlerini tebdil ederek İslam hey’et-i lar. Bu mücadele onlar için bir vazife-i diniyyedir. Bunlardan başka şimdi şimal diyarında bir sınıf daha türedi ki bunlar daha ileri giderek Hıristiyanlık da dahil olduğu halde alel-ıtlak bütün dinlere karşı i‘lan-ı harb olmakla beraber kaydıyla da müekked b lunmasına nazaran hitabda İblisi dahi derc etmek lazım gelirdi. Gerçi sure-i Tahada diye tesniye sigasıyla dahi bir ayet var ise de onun ma-ba‘dını bunun ma-ba‘dını ise vely etmek i‘tibarıyla iki ayetin zevk ve sevki başka başka olarak telakki edilmek icab ederdi. İhtimal ki burada cem‘i tesniye ile te’vil yoluna gitmiş bazı kimseler de bulunabilirse de böyle iltikat tarzında ve kısa bir surette tefsir tercümesine kalkışıldığı takdirde iyisini intihab etmek ayetiVe siz Kur’an-ı azimüş-anın natık olduğu hakkı beyanat-ı batılanıza karıştırmayınız ve hakkı ketm etmeyiniz. Hakkın hak olduğunu siz de bilirsinizsuretinde tercüme edilmiş. Burada üç dört nokta-i nazardan taksir ve hata vardır. Evvelen;Bile bile bilip durduğunuz haldedemek iken başka manaya alınmış vav-ı atıfa olarak gösterilmiş. Saniyen;Hakkı batıla karıştırmayınız denilmiş. Halbuki muhatablar hakka batıl karıştırıyorlardı. Salisen; ayet-i kerimenin bir kanun-ı umumi suretinde olan camiul-kelim ifadesi umumdan hususa nakl edilerek başkaları için bir suret-i istifade göstermeyen tuhaf bir hale ifrağ edilmiş. Herhangi bir hakka batıl karıştırmanın mezmum olduğu ayet-i kerimenin müfad-ı celilinden anlaşılıyor.Bile bile hakkı batıl ile telbis edip hakkı ketm etmeyinizdenilseydi bu meal hem aslına daha karib olarak umumiyetini muhafaza eder hem de herkes için kabil-i istifade bir düstur olarak tatbik olunabilirdi. Öyle olsaydı bu ayetten mütercimler hissesine çıkacak olan mana-yı dini de anlaşılmış olurdu. tercümesinde tefsir derdiyle büyük bir hata yapılmış emr-i celili hemen hemen tayyedilmiştir. Tefsirlerde burada cemaat manasının gösterildiği görülerek cemaat kaydıyla iktifa edilmiş ve ayetin mutazammın olduğu ve yine o tefsirlerin beyan ettiği nükte ve mana gaib edilmiştir. Çünkü mana-yı ayet bilhassa rüku‘ ile namaz kılmayı amirdir. Bunun da sebebi Yahud ve nasaranın rüku‘suz namazlarından ihtirazdır. Halbuki cemaat manası yalnız ma‘a manasıdır. Binaenaleyh emr-i celili tamamıyla tayyolunmuştur. nin yalnız namaz kılınız demek olmadığını da mukaddema söylemiştik. bir gün gelip de mütercimlerin izzet-i Kuranı izzet-i nefislerine tercih ettiklerini görmek mümkün olacak mı? / / göklerin insanların ve bütün mahlukatın halik-ı kerimi olan Allah-ı Zül-Celaldir. İslamın ilahı öyle bir Allahtır ki ondan başka Allah yoktur bakidir her an bütün hilkat üzerinde hakim ve kaimdir. Ne uyuklar ne uyur göklerde yerde ne varsa hepsi onundur. Kim tasavvur edilebilir ki kalksın da izni olmaksızın nezd-i ilahisinde şefaat edebilsin. Mahlukatının işlediklerini işleyeceklerini bilir. Mahlukatı ise ilm-i ilahisinden yalnız onun dilediğini kavrayabilir başka bir şey bilmez. İlmi bütün gökleri yeri kucaklar ve bunların nigehbanlığı kendisine ağır gelmez. Yüksek büyük ancak onun zat-ı kibriyasıdır. Evet müslümanların nazarında derecatı yükselten bereketleri indiren ancak Odur. Onun rahmeti her şeyi kucaklayacak derecelerde geniştir. Yanı başında kendisinden na varılacak veziri itma‘ edilecek perdedarı da yoktur. Malikül-mülk ancak Odur. Dilekler çoğaldıkça ihsanı keremi çoğalır hacetler arttıkça in‘amı fazlı artar. Evet müslümanların nazarında her ni‘meti ihsan eden ancak Halik-ı Zül-Celaldir. Yağmurları gökten indiren o vasıta ile tane ve meyvelerden insanlara rızık meydana getiren Odur. hususta olduğu gibi yağmur ihsanı için de Cenab-ı Hakka dua ve müracaatta bulunabilirler bundan istihfaf olunacak ne vardır? Müslümanlar bütün esbab-ı mu‘tadeye tevessül ettikten yani tarlalarını sürdükten ve ektikten sonra feyz ve bereket ihsanı için Cenab-ı Hakka mütevekkil olarak duada bulunmuşlar. Yağmur duasına çıkan müslümanlar eğer esbab-ı mu‘tadeyi mu‘attal bırakarak yalnız dua ile meşgûl olsalardı o vakit ta‘limat-ı nabilirlerdi. Maamafih o zaman da yine böyle galiz kelimelerle tahkir ve tezyif değil ancak kelimat-ı tayyibe ile Eğer akaide karşı hücum etmek lazım ise nice ebatil ve hurafat-ı nasraniyye vardır. Niçin bunlara hücum olunmuyor da müslümanların duasıyla istihfaf olunuyor? Allahın merhamet kapılarını insanlara kapayan dört duvar haricinde Allaha tazarru‘ imkanını selb eden müslümanlar değil müslümanlardan başkalarıdır. Müslümanlık merhamet kapılarını her gelip sığınanlara karşı açık bulundurmuştur. Yeryüzünü her musalliye mescid kıldığı gibi gökyüzünü de her niyazkara kıble kılmıştır. Kurb-i ilahisini isteyen ibadına da me’sur duaları bildirmiştir. ettiler. Bunlar da kızıl mutaassıblardır. Bunların hedef-i muhacemeleri doğrudan doğruya uluhiyet fikridir. Uluhiyet fikrini esasından yıkmak için ayrıca gazeteleri vardır bazı gazetelerde satın aldıkları hususi sütunlar da vardır. Bunlar teferruat ile iştigal etmeyerek esasa ehemmiyet vermekte bütün toplarının ağızlarını uluhiyet akidesine karşı çevirmektedirler. Şimdi müslümanların duası ile istihza edenler rahmet-i tazarru‘ eden müslümanlarıcahil ve zelildiyeasrın kahkaha-i tezyifi önüne atmakisteyenler acaba bu nevi‘lerini yukarıda gösterdiğimiz taassubların hangisiyle ma‘luldürler? Bu kadar gılzet ve şiddetle hücum bir nevi‘ taassubdan başka bir şey olabilir mi? Müslümanların duasına herkesin inanması iktiza etmez. Buna can ve gönülden iman edenler olduğu gibi hiç de inanmayanlar olabilir. Fakat inanmayanların inananları tahkir etmeye hiçbir hakları yoktur. Ne olursa olsun herkesin akidesine hürmet etmekhürriyet-i vicdanın düstur-ı aslisi olduğunu kendileri iddia edip durdukları halde yine müslümanların duasıyla istihfafı nasıl caiz görüyorlar? Demek ki bu efendiler kendi prensiplerine de ri‘ayet etmiyorlar. Bir Cizvitin Müslümanlık akidelirene karşı hücumu bir komünistin insanların fevkinde bir rahman ve rahimin mevcudiyetini istifafı kabil-i izahtır. Fakat kendilerini bu kara ve kızıl taassublardan münezzeh addedenlerin müslümanların duasıyla istihzaları doğrusu hiçbir suretle kabil-i izah değildir. Bu efendileri mutlaka müslümanların duasına inanacaksınız diye cebr eden olursa o vakit belki itiraza hakları olabilir. Fakat müslümanlar Allahlarına karşı tazarru‘ ve niyazda bulunmuşlarsa onlara ne oluyor? Dua Müslümanlığın ruhudur. Kitab-ı ilahinin ilk sahifesi müslümanlara duayı ta‘lim etmektedir. Dua Cenab-ı Halik-ı Zül-Celale müracaat ve ilticadır. Müslümanlar her hususta Rahman ve Rahim olan Cenab-ı Kadir-i Kerimin lütfunu ni‘metini rahmetini rayegan buyurmasına dua ederler. Dua bir ta‘lim-i ilahidir. AllahBana dua ve müracaat ediniz ben dualarınızı kabul ederimbuyuruyor. Mü’minlerin merci‘-i niyazları Mü’minlere göre şu kainat birsemi‘ ve mücibden hali değildr. Müslümanlar kendi tazarru‘ ve niyazlarını işitecek onlara cevab verecek bir Halik-ı Zül-Celale i‘tikad-ı tam ile inanırlar. Binaenaleyh her zaman bilhassa başları sıkıldığı vakit ona dua ve müracaatta bulunurlar. Taptıkları kendi elleriyle yaptıkları sanemler heykeller değildir. Kendileri gibi insanlar da değildir. Aylar güneşler yıldızlar da değildir. Belki hepsinin yerlerin /. Mayıs sene tarihli gazetesinin mirsad-ı gördüm. Bu hususta uzun uzadiye müdafaata hacet kalmamak üzere bir vak‘adan bahs ile iktifa edeceğim. Vak‘a Harb-i Umumi esnasında cereyan etmiştir. Nakıli de el-yevm ordu müfettişi bulunan Ali Fuad Paşa hazretleridir. Müşarun-ileyhe Kanal Seferinden sonra mülaki oldum. Vak‘ayı şöyle anlattı: – Kanal seferimizi mümkün kılan bir yağmur duası oldu. Kanala ta‘arruz için ma‘nevi ve maddi her şeyimiz vardı. Yalnız su mes’elesi bizi düşündürüyordu. Çünkü geçecek olduğumuz çölde akarsu yok idi. Mevcud birikinti sular yalnız kıtaatın esna-yı azimetinde ihtiyacı olan suyu güçlükle te’min edebilirdi. Eğer Kanala ta‘arruzda muvaffak olamazsak ric‘at halinde geçeceğimiz çölü susuz bulacaktık. Çünkü birikinti çukurlarındaki suları giderken içmiş kurutmuş olacaktık. Ve yerine su dolması için senenin müstakbel yağmur mevsimini beklemek lazım idi. Artezyen kuyuları açtırmak için mütehassıslar getirmiş idik. Fakat kabil-i şürb su bulamadılar. Binaenaleyh fennin sanatın dahi burada aciz kolu bağlanmıştı. Karargahta Alman ümerası da vardı. Hep böyle acz içinde düşünüyor ve kıvranıyorduk. Birisi bir fikir ileri sürdü. Yağmur duasına çıkalım dedi. Bazıları dua ile yağmurun yağabileceğini istib‘ad ettiler. Bazıları da mütereddid kaldı. AlmanlarEğer duadan sonra hakikaten yağmur yağarsa bu İslamiyete mahsus bir harika olurdediler. Nihayet duaya karar verildi. Bütün erkan ve ümera bir cemm-i gafir ile duaya çıktık. Daha dua ederken ufukta bir bulut peyda olmaya başladı çok sürmedi bu bulut semt-i rastımızı ihata etti. Mebzul bir yağmur boşandı. Derhal birikinti için müteaddid yeni çukurlar dahi hafr edildi. Ve eski çukurlarla bu yenileri kamilen rahmetle doldu. Ordu ileriye hareket etti. İstib‘ad edenlerle Almanlar hayret içinde kaldılar. Diyanet Reisi Rıfat Efendi hazretlerinin Riyasetin mesai ve faaliyeti hakkında ahiren bazı beyanatta bulunduğu gazetelerde görülmüştür. Müşarun-ileyh Türkçe hutbelerden bahsederkenHutbelerin tamamen Türkçeleştirilmesi yarın namazdaki kıraetin de Türkçe olması mes’elesini ortaya çıkarabilir. Böyle bir tebeddülün bazı hoşnutsuzluklar tevlid etmesi ihtimalden uzak değildir. Allahlarına karşı duada tazarru‘ ve niyazda bulunan müslümanları zelil diye tavsif edenler kendilerinin yine kendileri gibi insanlara karşı nice tazarru‘ ve niyazlarda bulunduklarını düşünmeliler de alnının teriyle geçinen ve Allahından başka hiçbir kula boyun eğmemiş olan o saf o yüksek müslüman çiftçilerini tahkire reva görmemelidirler. Cenab-ı Hak yolunu şaşıranların yoluna düşmekten cümleyi muhafaza buyursun. gazetesinin müslümanların duasıyla istihfafına karşı bu müdafaatımızı yazdıktan sonra yine aynı Mirsad-ı İbretsütununda papas mekteplerinin seddinden dolayı bir taraftan hükumeti ilim cebhesindeki vazifelerini terk ettiklerinden dolayı da papasları muahaze ediyor. Papas mekteplerinin seddiyle binlerce çocuğun sokakta kaldığından terbiye ve tahsil fikriyle açılan ilim müesseselerini tenvir sahaları hesab edilerek sahillerin münasib noktalarında yakılan fenerlere benzettikten sonra diyor ki: Enginlerin zulmetlerinde çalkanan bir vapur yolunu ta‘yin edebilmek için o feneri nasıl araştırırsa ihtiyac kitleleri de bir mektebin merkez-i irşadına öylece teveccüh eder. Fener bir arıza yüzünden sönebilir fakat seyr u seferin selameti namına bu arıza derhal tashih olunur. Mektep her hangi bir sebeble kapanabilir fakat cehaletle mücadele mecburiyetinde olan hükumet ya o sebebi izale eder yahud her ne lazımsa yaparak o mektebi açar. Her mektep cehlin tuğyanına karşı yükselmiş bir istihkamdır. Bu istihkam müdafaasız ve nöbetcisiz bırakılamaz. Papaslar kah Parisin siyasetine alet olarak kah Papalık makamının verdiği tahsisatın kesilmesinden korkarak ilim cebhesindeki vazifelerini terk edecek olurlarsa biz bu yüzden memleketimizin elli altmış noktasında tenvir sahalarının karanlık kalmasına elli altmış cebhenin cehl ordusu karşısında müdafaasız bırakılmasına razı olamayız. Papasların ilim cebhesindeki vazifelerini terk etmeleri yüzünden memleketimizin elli altmış noktasında tenvir sahalarının karanlık kalmasına razı olmayan muharrir-i makaleninin bu telehhüfü dualarıyla istihfaf olunan müslümanlar için en büyük bir mirsad-ı ibrettir! Memleketimizin dört yüz küsur noktasında tenvir sahalarının karanlık kaldığından acaba muharrir-i makale haberdar değil midir? On binden fazla medrese talebesi tahsilsiz kaldığı bir zamanda bin tane Rum ve Ermeni çocuğu için bu kadar telehhüf ve teessür değer mi? dolayı Alyans Cem‘iyetinin delaletiyle Fransız Akademisinin nişanlarına nail olan Musevi mektep müdürlerinin vazifelerine nihayet vermek lazımdır. Bahur Hayif Efendinin izhar-ı hakikat hususundaki bu neşriyatı şayan-ı takdirdir. Efkar-ı İslamiyyenin Musevilere karşı büsbütün hiddetini celb etmekten tevakki maksadıyla Türklük ve Müslümanlık aleyhindeki sahifelerin koparıldığını ilavede ihmal göstermediği halde yine hahambaşının tevbihine uğramaktan kurtulamamıştır. Hahambaşı bu ifşaattan dolayı Bahur Hayif Efendi hakkında O acınacak bir haldedirdemiştir. Zannederiz acıncak bir halde bulunan ne hahambaşı ne de Bahur Hayif Efendidir. Asıl acınacak olanlar Alyans Mekteplerine devam eden Türk çocuklarıdır. Maarif Vekaleti alelacele icraata başladıktan sonra papas mekteplerinin cümlesine aynı muameleyi ifa etmek lazım gelirdi. İki ölçü doğru bir siyaset değildir. Haber aldığımıza göre Robert Kollej mektebinde Pazar günleri dini vaaz zamanlarında seremonlarda Türk ve muş. Maarif müfettişleri niye bu ciheti görmüyorlar? Dahası da var: Şişlide kain İtalyanların Salezmin nam mekteplerinde henüz haçlar mevcuddur. Dini resimler duvarlarda asılıdır. Bu nasıl iş? Bazı papas mektepleri aynı fiilden dolayı seddedilsin bazılarına ise Maarif Vekaletinin prensipine muhalif olarak hareket ettikleri halde bir şey söylenmesin. Biz bu iki ölçü siyasetini anlayamadık. Türkiyede nizam ve kanun herkes için bir değil midir? Danimarkanın en büyük kitapçılarından biri felsefe ve din cihetlerine taalluku olmak lazım gelen ahlaki bir roman te’lifini müsabakaya koymuştur. Yirmi kadar müellif bu müsabakaya iştirak etmişler. En be-nam zevattan mürekkeb bir hey’et-i mümeyyize kendine arz olunan asarı tedkik ettikten sonra evvelce iki küçük romanla iki tiyatro piyesi te’lif etmiş olan Larsenin eserine birinciliği vermiştir. Demiş olduğu nakledilmektedir. Bizce bu hususta bir yanlışlık olsa gerek. Acaba hoşnutsuzluklar tevlidi ciheti ber-taraf edilse namazdaki kıraetler Türkçe olabilecek mi? Biz Rıfat Efendi hazretlerinin böyle düşüneceklerine hiç de inanamıyoruz. Yanlış bir telakkiye meydan vermemek üzere Diyanet reisi bu husustaki maksad-ı alilerini izah buyururlarsa uhdelerine müterettib bir vazife-i diniyyeyi ifa etmiş olurlar. Siyonistliğin vasıta-i ta‘limiyyesi olan Alyans Mekteplerinin memleketimizde Müslümanlık aleyhinde nasıl fikirler zerk eylemekte olduğu ahiren Bahur Hayif imzasıyla neşr olunan bir makalede ifşa olunmuştur. Bahur Hayif Efendi diyor ki: İzrailiyet Cem‘iyeti İstanbulda bulunan tarafdarlardan müteşekkil olan şube vasıtasıyla bütün Musevi mektepleriyle Comite Regionale ma‘nen alakadar olmaktadır. Mezkur cem‘iyet İstanbuldaki nafiz tarafdar ve perestişkarları sayesinde programını Musevi mekteplerinde aynen tatbik ettirmektedir. Alyansın tazyikiyle Musevi mekteplerinde tedris edilen kitapların ekserisi mahiyet ve meşrebleri ma‘lum olan bazı ecnebiler tarafından te’lif edilmiştir. El-an tedris edilmekte olan bu kitaplarda mevhum Türk mezalimine ve hatta Kuran-ı Kerim aleyhine aid bazı parçalar vardır. Çok şükür ki Türklük ve İslam dini aleyhinde olan bu parçaları muhtevi sahifeler mektep müdürleri tarafından koparılıyor ve o suretle talebeye tevzi‘ ediliyor. Türk düşmanı müellifler tarafından te’lif edilmiş bu kitaplar bilhassa İstanbul Musevi mekteplerinde tedris edilmektedir. Mezkur kitapları tedris etmekte Musevi mektepleri için bir mecburiyet vardır. Zira Musevi mekteplerinden neş’et eden talebe ehliyet tasdiknamesini almak için ma‘hud kitapların muhteviyatından buriyetindedirler. Son sınıfta bulunan bir talebe Türk ve Musevi üdeba ve şuara fudala ve hükemasının hiçbirisinin ismine vakıf değildir. Fakat buna mukabil Fransa tarihinde ve Fransa hars ve edebiyatında oldukça ma‘lumat sahibidir. Bu Fransız lisan hars ve nüfuzunun yaman bir naşiri olduğunu Türkçe bilmeyen ve üç ay evvel Fransız lisan ve harsini neşr için sebkat eden himmet ve gayretlerinden gazetesi ilk nüshasında bayramların tes‘idi hakkında şöyle bir fıkra yazmıştır: Demokraside bayramların bu tes‘id şeklinde iki gülünç safha vardır: Birincisi demokrat bir hükumet dinle alakadar addedilmemek lazım geldiği için dini bayramları merasimle tes‘id edemez. Dini devletten ayırmak demek devletin dinle alakasını kesmek demektir. Bunu sadece maarifte yapmak sadece mehakimde yapmak dini devletten ayırmak için kafi değildir. Devlet hayatının her safhasını dinin te’sirinden azade bulundurmak zaruretini hükmedilebilir. Dini bayram merasimi yapılırken vali kimi temsil ediyor? Orada merasim yapan askerler kimin namına hareket ediyor? Valinin devlet me’muru olmak yapmasının hikmeti nedir? Bizde hükumetin bayramlarda merasim yapması teokrasi devrinin bir yadigarıdır. Teokrat bir hükumette hükümdar ve onun hükumeti aynı zamanda dinin de mümessil ve amiri olduğu için hükumetin dini bayramı tes‘id etmesi zaruri idi. Fakat biz hükumetle milleti birbirinden ayırmayı öğrenmedik. Bayramı millete değil hükumete gelen mukaddes bir gün gibi telakki etmekten hala kurtulamadık. İşte bu eski zihniyetin tevalisi bizde dini veya milli bayramlarda resmi merasimin de ananevi bir şekilde temadisini intac etmiştir. Fakat demokrasi denilen bu cumhuriyet devrinde artık bu gülünç şeylere nihayet vermek lazımdır. Kanun-ı Esasisinde dini din-i İslam olduğu musarrah bir devlet hakkında her halde bu mütalea varid olmasa gerek! Millet gibi hükumetin de bayramı mukaddes bir gün telakki etmekten kurtulması için evvel-emirde devletin dini din-i İslam olduğu ve kuvve-i icraiyye ve teşri‘iyyeyi haiz olan Meclisin ahkam-ı şer‘iyyeyi tenfiz kaldırmak icab eder. Bu hakikati herkesten ziyade Kanun-ı Esasi Encümeninin reisi takdir etmek lazım gelir. Binaenaleyh Cumhuriyetin bu mütaleasını na-bemevsim telakki etmek zaruridir. Garb bizde yanlış ve fena taklid edilmiştir. Memleketimiz şark ile garb arasına konulmuş bir süzgeç gibi garbdan taşan cereyanların yalnız rüsubunu kendisinde toplamıştır. Larsen tahminen otuz beş yaşlarında kadar Danimarkalı genç bir müelliftir. Evvelki küçük eserlerinden sonra o unutulmuş gibiydi. Mevzu‘ dediğimiz vech hapishanede yattıktan sonra köyüne dönmüş olan bir şahsın felsefi ve dini nazardan ahvalin muhakemesine dairdir. Danimarkanın ve İsveçin meşhur münekkidleri bu esere dair tenkidat yazmaya da‘vet edilmişlerdir. Tenkidler dahi eseri ilave edilecektir. Müellife mükafat olarak tahminen yirmi bin lira Türk lirası verilmiştir. Eser hakkında neşr olunan bir hulasa bizim fevkalade nazar-ı dikkatimizi celb etti. Müellifin mütaleasını ahkam-ı minallahi tealahükmüne tamamıyla mutabık mütala‘a yürütüldüğü gibi zat-ı uluhiyyet hakkında da ehl-i İslamın satül-hulasa şudur: Cenab-ı Bariyi hakikati vech ile idrak mümkün değildir. Bu böyle olmakla beraber insanın bil-cümle edvar-ı hayatiyyesinde Allah mefhumu daima hakim ve nafiz olmak lazım gelir. Görülüyor ki müellif hey’et-i ictimaiyyelerde hüsn-i ahlakın muhafazası için dindarlığa lüzum görüyor. Amma hakiki dindarlık iman ve i‘tikad. Bize şimdi bu roman garib gelecektir. Çünkü biz bugün hemen a‘rafda yaşıyor gibiyiz. Diyanet mefhumu bizi pek meşgûl etmiyor. Biz Avrupayı hiç anlayamamışızdır. Bizde bazı insanlar vardır ki Avrupayı kamilen dehrileşmiş dinsizleşmiş zannederler. Ne kadar yanlış fikirdir! Hele şimal memleketlerinde felsefe-i diniyye el-yevm canlı durur. İşte dünyanın en müterakki milleti olan İngiltere ile Amerika meydanda. Bunlar en kuvvetli hıristiyanlardır. Vaizlerin Pazar vaazlarında memleketin arifin sınıfından olanlar hazır bulunur. Ben bizzat kendi gözümle Lozan ve Cenevre Darul-fünun eminlerini bu gibi ictimalarda hazır görmüşümdür. Hürriyet-i vesi‘aya sahib olan İsviçrenin bazı yerlerinde alaka-i diniyyeyi pek yüksek derecede gördüm. Dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan Lusern Luzern şehrindeki Katoliklik cereyanına hayret etmişimdir. Fakat bir fark vardır ki onu hiç unutmamalıyız. Bu vaizler hep büyük darul-fünunlarda tahsil görmüş insanlardır. Her birinde birkaç icazetname vardır. Bunlar bir taraftan ulum-ı diniyye ile iştigal ederler diğer taraftan ulum-i ictimaiyye ve edebiyat ile hukûk ve felsefe ile tevaggul ederler dini vatani fikirler ile mezc eylerler. a Rigadan verilen ma‘lumata göre Nisanda Şark İşçileri Komünist Darul-fünununun üçüncü sene-i devriyyesi münasebetiyle Moskovada birçok ihtilalcuyane nutuklar irad olunmuş ve bu darul-fünun müderrisleri nistgöndermek için yeminler etmişlerdir. Darul-fünunİhtilalci şark ile Kızıl Ordunun rabıtalarını tahkim içinTroçkiyi fahri a‘za intihab etmiştir. Troçki irad ettiği nutukta talebenin Karl Marksı Türkçe Acemce Hindce Çinceye tercüme etmek ve bu milletlerin hissiyatını alevlemek üzere yetiştirilmeleri lazım geldiğini söyledikten sonra demiştir ki: Darul-fünun şarkta ihtilal vicdanının inkişafına doğrudan doğruya yardım etmelidir. Bu i‘tibar ile bu darulfünunun cihan-şümul bir te’siri vardır. Bu darul-fünun şark işçilerinin mehd-i halasıdır. Din-i İslam ilk hamlede yıkılacak derecede köhneleşmiş bir halde bulunuyor ! Bunun böyle olduğu Hilafetin ilgasıyla tezahür etmiştir. refikimiz bu tecavüze karşı şu suretle müdafaada bulunuyor: Troçkinin din-i İslamdan bahsederkenİlk hamlede yıkılacak derecede köhneleşmişolduğunu söylemesi ve buna da Hilafetin ilgasını delil göstermesi dinsiz fakat küstahane bir delilinden başka bir şey değildir. Din-i İslam din-i ebedidir hiçbir zaman yıkılmayacaktır. Hilafetin ilgasına gelince Hilafet hadd-i zatında ilga edilmiş olmayıp Büyük Millet Meclisinin şahsiyet-i ma‘neviyyesinde mündemic bulunmaktadır. Mülga olan makam-ı Hilafettir. Ve bu vaziyet ile İslamiyetin yıkılması arasında hiçbir münasebet mevcud değildir. tihfaf ederek Rusça bir kitap neşr eylediği ve bu hususta zabıtanın tahkikata başladığını gazeteler yazmıştı. Ahiren Rigadan Ajans Havese Mayıs tarihiyle keşide olunan bir telgrafnameye nazaran Rus komünistleri bütün kütüb-i mukaddeseye karşı tecavüzkarane harekatta bulunmaktadırlar. Bu telgrafnamede deniliyor ki: Petersburg civarında kain Haltorin şehrindeki Genç Komünistler daha yakınlarda haşa Cenab-ı Hakkı mahkum ederek bir mahkeme i‘lamı çıkarmışlardı. İnEğer bugün muhit-i ictimaimiz bir çirkef manzarası gösteriyorsa bundaki sebeb kadının hürriyeti yanlış anlayıp garbı fena cihetinden kabul etmesidir. Ben Harb-i Umumi sıralarında burada birçok yüksek rütbeli Alman cenerallerinin zevcelerini görürdüm ki her sabah ağ şeklindeki torbasını eline alır ve bizzat çarşıya giderek evinin nevalesini tedarik ederdi. Bunu o bir ayıp telakki etmedikten maada mucib-i mefharet addederdi. Bu hadd-i zatında ulvi ve necib bir düşüncedir. Bizim kadınlar da bu düşüncenin teessüs ettiği gün kadın bugünkü vaziyetinden çıkarak cem‘iyet için müfid bir mahluk olacaktır. Garbı yalnız sosyetesiyle çay eğlentisiyle çıplak tuvaletleriyle alıp oranın teşkilat-ı medeniyyesine kapılarımızı kapamaklığımız üzerinde oturduğumuz barut deposuna ateş vermekle muadildir. Bugün maal-esef elim ve feci‘ bir hezal ve tereddi aile teşkilatımıza pençelerini geçirerek onu bir uçuruma doğru sevk etmektedir. Kadın yuvayı yapıcı olduğu zaman şayan-ı hürmet ve takdistir! Bu his ki onun en esaslı bir vazifesidir Kadını yuva yapıcı hassasından tecrid ediniz onu elim ve menfur bir vaziyete sokmuş olursunuz. Kadınlarımız bugünkü galat zihniyetleriyle kendilerini bu vaziyete ilka ve esaslı vazifelerini ihmal eylemektedirler. Kadın hayat-i mesaiye iştirak etmeli deniyor. Sebebi merduddur. Zira binlerce işsiz insan elleri böğründe durmaktadırlar. Yoksa kadının hayat-ı mesaiye iştirakindeki sebeb erkek için gayr-ı kabil-i tahammül olan maişet müşkilatını tahfif ve onun bir kısmını da kadınların omuzlarına yükletmek midir? Bu yeni bir tarz olmayıp asırlardan beri mevcuddur. Anadolunun birçok yerlerinde el-an devam edegelmekte olankadın pazarları bunun en bariz delillerindendir. Fil-hakika Anadolu kadını hayat-ı mesaiye iştirak etmiştir. Fakat bu iştirak bir müstahsil sıfatıyladır. Yoksa şehir kadınında olduğu gibi berbad bir müstehlik tarzında değil.. terk ederek mücahidine iltihak etmişlerdir. Taşkend şimdi her taraftan mücahidin kıtaatı tarafından muvasalası kesilmiştir. Yalnız Taşkenddeki telsiz telgraf istasyonu şimal ile muhabereyi te’min ediyor. Türkistan ahalisinin kıyamı Bolşevik me’murlarının Türkleri Sovyet emirnamelerine ser-füru etmek ve gayet ağır olan vergileri toplamak üzere tatbik ettikleri gaddarane tazyikattan neş’et etmiştir. Söyle ki Bolşevik me’murları bu gibi Türk köylerinin sularını kesmişler ve bu suretle Türkler hem susuz hem de mahsulattan mahrum kalmışlardır. Türkistanın her tarafında kızıl kıtaat ile mücahidin arasında müsademat vukû buluyor. Muhterem k a rilerimize Aboneleri hitam bulan kariin-i kiramın devam arzusunda olanlarının abonelerini tecdid etmeleri yeni cilde başladığımız şu sırada her kariin la-ekal iki kişiyi dahi abone kayd etmek lütfunda bulunmaları rica olunur. cili mahkeme huzurunda muhakeme ve tedkik ettirmişlerdir. Mahkeme bu hususta da i‘lamı vermiştir. Bu rının imhası ve yalnız mütehassısların tedkikat-ı ilmiyyesine lüzumu mikdarda incil bırakılması kararlaştırılmıştır. gazetesi Türkistandaki Türk mücahidlerinin Bolşevik İdaresine karşı açtıkları harbin safahat-ı ahiresi hakkında şu ma‘lumatı neşr ediyor: Nisanın yedisinde süvariden müteşekkil bir mücahidin kolu Türkistanın payitahtı Taşkend şehrine bir akın icra etmiştir. Mücahidin süvarisi bir müddet payitahtta kaldıktan sonra ric‘at etmiştir. Taşkenddeki kızıl kıtaatta müstahdem yerli askerler mücahidinin bu akınından cesaret alarak silah ve cephaneleri ile birlikte kızılları sahibi olmaya çalışarak bu hastalıktan reha-yab olmaya çalışsın. Muhasedenin bir mesleğe salik olanlar hayatında vukû bulmamakta olduğu müşahedat ve tedkikat neticesinde anlaşılmaktadır. Yaptıkları işler iyiliği i‘tibarıyla yekdiğerine müşabih olan işçiler arasında muhasede vukûu muhtemel değildir. Binaenaleyh hased hastalığıyla ma‘lul olanlar bir işe süluk ve o işte ilerlemekle kendilerini hasedden kurtarmaya çalışmalı meşru‘ rekabet hududunu tecavüz etmemelidirler. İki rakibden biri adem-i muvaffakiyyete duçar olacak olursa bu muvaffakiyetsizliğin kendisince mechul kalan bir takım esbaba istinad ettiğini unutmamalıdır. Nazm-ı celilinden şübhesiz murad-ı ilahi budur. Ehl-i Kitab tarafından hasede duçar olan mü’minlere Cenab-ı Hak kendilerine hased edenleri afv etmelerini duçar oldukları işkencelere sabreylemelerini kendilerine Cenab-ı Hakkı hatırlatan ve evamir-i ilahiyyesine tevfik-i harekete kalblerini cezb eden salatı ikame müslümanların adedini çoğaltacak kuvvetlendirecek müdafaa-i din olan zekatı ifa etmelerini ferman buyurmuştur. Bu yolda feda olunacak malların heder olacağına dair kalblerde hasıl olacak evham ve vesveseleri izale buyuruyor. edilebilir ki Cenab-ı Hak buyuruyor. Yahud infak ettiğimiz veya işlediğimiz herhangi bir Hased hastalığına duçar olanlar hem kendilerini hem herkesi müsterih etmenin evla olduğuna i‘tikad et-meleri gerektir. Hasudların bütün endişeleri hased ettikleri insanları felakete duçar etmek bu felaketleri celb için mütemadiyen uğraşmak düşünmek didişmek ve nihayet bir mazarrat ika‘ına muvaffak olarak hased ettikleri insanları kendilerinden daha aşağı bir mevki‘de görünce memnun olmaktır. Bunlar bu hatt-ı hareketi ta‘kib ve başkalarını düşürmeye vakf-ı nefs edeceklerine kendilerini yükseltmeye çalışsalar bu vadide ihraz-ı muvaffakiyet etmekle kalblerini dilşad etseler ve bu suretle meşakkatsiz zararsız faaliyetlerde bulunsalar hiç şübhesiz daha muvaffak olurlar. Hasidi hasede sevk eden saik mahsudun makamı ve liyakati ihraza çalışsın. Yahud mahsudun fazl u irfan ve şöhreti hasidi bi-karar ediyorsa o da tahsile tedkike vakf-ı hayat edip daha yüksek bir şöhret-i ilmiyye veti ise hasid bir sanat bir iş sahibi olmaya sarf-ı gayret ederek servet kazansın. Hulasa bu fena hastalığa duçar olan hased ettiği insanların nail oldukları ni‘metleri düşünmekle onların zevalini temenni etmek ve zevaline çalışmakla imrar-ı evkat edeceğine başkalarının zeval-i ni‘metiyle teşfiye-i sadr edeceğine hayatını yükseltmeye mal ve menal / / / Başmuharrir Sahib ve Müdir Ehl-i kitab Cenab-ı Hakkın müslümanlara ihsan buyurduğu ni‘metlere hased gözüyle bakmışlar ve müslümanların vadi-i küfre sapmalarını arzu etmişlerdi. Bunlar müslümanlara batılı hak çirkini güzel göstermeye çalışmışlar zu‘afayı tedricen istedikleri yola sevk etmek hud ve nasaraya has olacağını ve müslümanlardan hiç kimsenin oraya girmeyeceğini söyleyerek müslümanları doğru yoldan çevirmek istemişlerdi. Müslümanların ekserisi ümmi idi. Okuma yazma bilmezlerdi. Binaenaleyh Ehl-i Kitabdan duydukları sözlerin uydurma bir takım hurafat değil Tevrat ve İncil ayetleri olduğuna zahib oluyorlardı. Halbuki bunlar Ehl-i Kitabın fesad çıkarmak için tasni‘ ettikleri bir takım eraciften Arablar ümmi bir ümmet Ehl-i Kitab ise ilim ve cedel erbabı olduklarından Arablar bunlarla münakaşaya girişmekten tehaşi ederler bunların söyledikleri sözlere Vakta ki din-i mübin gönderilerek insanları doğru yola sevk etmeye başladı her kailin sözüne inanmamak müfterilerden hüccet ve delil istenmesi emir buyuruldu. Ehl-i kitab aleyhis-salatü ves-selam Efendimizin bu da‘vetine icabet edememişler bilakis bütün Arablara bütün ümmilere karşı müfteri oldukları bunların vahy-i bühtanları ileri sürdükleri herkesi idlal etmek istedikleri anlaşılmıştı. Bu ayat-ı kerime cennetin Yahud ve nasaradan gayrılarına haram olduğuna dair ileri sürdükleri da‘vaların bühtan olduğunu beyan ettikden sonra Cenab-ı Hak halkın cennet yoluna nasıl süluk edeceklerini izah etmektedir. Bu suretle Yahud ve nasara suret-i kat‘iyyede edilmişti. Ayetin hitamında buyuruluyor ki: Binaenaleyh ecr ve ihsan-ı ilahiyi ihraz etmek her türlü korku ve hüzünden necat bulmak için şu iki esası göz önünde bulundurmalıdır: Birisi; insanın kendisini Cenab-ı Hakka teslim etmesi ve bu suretle evamir-i ilahiyyeyi Ma‘lum olduğu üzere fena olmayan mucib-i eza olmayan her şey ihsandır. Ma‘rufu emr münkeri nehy muavenet felaket-didelerin felaketini tahfif hastahaneleri şeyin bir zerresi onun ilminden nasıl uzak kalabilir ki Cenab-ı Hak semi‘ ve basirdir. Şübhe yoktur ki İslam alemini mahveden tarumar eyleyen yegane sebeb müslümanların evamir-i ilahiyyeden ru-gerdan olmaları Kelimetullahı i‘ladan ferağat eylemeleridir. Müslümanlar Allah yolunda bir fedakarlık etmez oldular ve bu yüzden azabı hak ettiler. Tehlikelere düştüler. Sonra kendilerine fenalık etmekte o kadar oldu. Halbuki müslümanlar düşünseler Cenab-ı Hakkın bu kavl-i ilahisi onlara kafi bir rehber olurdu: Fakat müslümanlar Kuran-ı Kerimi nasıl anlasınlar ve onun evamir-i aliyyesiyle nasıl amel edebilsinler ki gözleri görmüyor ve kulakları duymuyor. Bu ayet-i kerime müslümanların za‘f zamanında ne yapmaları lazım geldiğini izah etmekte müslümanlar din namına bir fitneye yahud mal ve can i‘tibarıyla bir felakete duçar olurlar da ezayı def‘e kadir olmazlar ve harb ile fitneleri izale edemezlerse o zaman fitnelerin karanlığına ve zulm-i felaketlerine göz yumarak ikame-i salat etmeleri dünyaya ve dünyanın süslerine ehemmiyet vermeyerek Huda yolunda canlarını ve mallarını fedadan çekinmemelerini Cenab-ı Hakkın mü’minlerden cennet mukabilinde canlarını ve mallarını iştira ettiğini hatırlamaları Bundan başka za‘f halinde olan mü’minlere icab eden mallarının zekatını vermek ve bu suretle lazım olan alat ve edevatı istikmal eylemek şevket-i İslamiyyeyi tahkime gayret etmek mesalih-i İslamiyyeyi sıyanete hazırlanmak kendilerine tecavüz edenden intikam almaktır. Mü’minler za‘if oldukları zaman Cenab-ı Hak onlara eziyet edenlere afv u safh ile mukabele etmelerini emrediyor. Binaenaleyh mü lümanlar za‘if iken intikam almaya şitab etmemeli kuvvet ve miknet zamanını beklemelidirler. Kesb-i kuvvet ettikleri zaman müslümanlar bir dakika zillete tahammül etmeyerek vazifelerini ifa etmelidirler. Müslümanlar adedlerinin azlığından düşmanlarının çokluğundan ve tazyikatından asla me’yus olmamalıdırlar. Çünkü Cenab-ı Hak her şeye kadirdir. Hak te‘ala müslümanlara olan va‘dini tahakkuk ettirmiş adedlerini çoğaltmış kuvvetlerini kat kat yükseltmiş kendi kuvvetiyle onları te’yid etmiş ve bu suretle mü’minleri düşmanlarına galib etmiştir. /. /. /. okuyarakdeğilokuyup dururkenolmak lazım gelir. Zira bu cümle-i haliyye tevbih ifade eder ikenokuyarak emr ediyordenildiği zaman mana-yı tevbih yoktur. muharrirleri daima Kuranın umumi olan manasını hususiyetle tefsir ediyorlar. Mesela Kuran kitabdiyor muharrirleri iseTevratdiyor. Gerçi birçok yerlerdekitabdan muradTevrattır. Fakat bir kelimenin mefhumu başka ma-sadakı yine başkadır. Halbuki bu ayette mana-yı tevbihi ifade edecek cihet ma-sadak değil mefhumdur. Yani Tevrat değil kitabdırKitabullahı okuyup dururken böyle yapıyorsunuz cümlesinden anlaşılan hitab-ı itabTevrat okuyarakta‘birinden hiçbir zaman anlaşılmaz. Nazm-ı celiliOkuduğunuzu anlamıyor musunuz?demek değilAklınız yok mu? yahud aklınız ermiyor mu? nihayet yaptığınıza aklınız ermiyor mu? demek olabilir ki yaptıkları işler bir budalalık olduğunu tansis ederek ikinci bir itab ifade eder. Hasılı burada ya mef‘ul takdir etmeyip akıl fiilini lazım menzilesinde tutarak nefy-i mahiyet manasında telakki etmek veya mef‘ul takdir edilecekse müfessirinin yaptıkları gibi kubh-ı sani‘takdir edilmek lazım gelirdi. YoksaOkuduğunuzu anlamıyor musunuz?suali pek kaba. Kendi nefsiniyerinekendinizidemek iktiza eder idi. Çünkü buradanefsden maksad kendiniz demektir. Cesedmukabili olannefsdeğildir. ayeti:Siz havayiciniz için sabır ve salat ile isti‘ane ediniz. Vakı‘a bu suretle isti‘ane ağırdır. Lakin ehl-i huzu‘ ve huşu‘ için hafiftir.diye tefsir ve tercüme edilmiştir. tercümeleri içinde en iyisi gibi görünen bu tefsir ve tercümede dahi söylenecek neler var. Burada bazı tefsirlerin ez-cümle Kadinin fıkrası tercüme edilmek istenilmiş. Halbuki Arabcada bu ibarenin manası Türkçedekihavayiciniz içindemek değildir. Arabcada hacat ile havayicin esasen farkı olmamakla beraber lisanımızda havaic kelimesi daha hususi bir mana ile anlaşılır. Binaenaleyh burada havaicdenilmeyipihtiyacatınızdenilmek iktiza ederdi. suretinde değilihtiyacatınıza karşıdiye tercüme edilmek Çünkü bu kayddan anlaşılacak olacak faide-i tefsiriyye rın vech-i münasebetini gösterecek bir müte‘allik irae etmektedir. Bundan dolayı Kadi Beyzavi kaydının akabinde demeyi unutmamış ve akvamın selametini te’min bunların hepsi ihsan babına dahildir. ancak canib-i kibriyaya teveccüh ederek ibadet muavenet ve duada başka bir tarafa yüz çevirmemesiyle olur. Fatiha-i şerifede nazmıyla bu noktaya işaret olunmuştur. Şer‘an Müslümanlık işte budur. Müslümanlığın en esaslı iki rüknü Cenab-ı Hakkı tevhid ve yalnız ona dan dolayıdır ki Hazret-i İbrahim müslimdi. Bütün enbiya bütün rabbaniler bütün ahbar herkes Kitabullahın ahkamına da‘vet ediyorlardı. Bütün enbiya ve rusül-i izam eskiden beri herkesi tevhide da‘vet etmekte idiler. Hazret-i İbrahim semavat ve arzda gözlerini gezdirerek en büyük ecramı tedkik ettikten sonra bunların değişen birtakım alemler olduğunu gördükten sonra Mesih aleyhis-selam da müslümandı. Herkesi tevhide da‘vet ederdi. El-hasıl hiçbir şeriat hatta Hıristiyanlık bile tevhidden başka bir akide ile gönderilmemiştir. Bütün şera’i-i semaviyyenin rüknü tevhiddir. KURAN TERCÜMELERİNDEKİ muharrirleri ayet-i kerimesini şöyle tercüme etmişler:Siz Tevratı okuyarak herkese ef‘al-i hayriyyede bulunmayı emr ediyor ve kendi nefsinizi unutuyor musunuz? Okuduğunuzu anlamıyor musunuz? Burada birkaç hata vardır: cümle-i haliyyesinin hem rabtı hem tercümesi yanlıştır. Rabtı yanlıştır; çünkü emre kayd yapılmış. Yaniokuyarak emr ediyordenilmiştir. Halbuki evvel-emirde nisyana veyahud dolayısıyla her /. /. /-. /. /. /. /. nazm-ı keriminiHer halde bunun ehl-i huşu‘dan maadasına ağır olduğunda da şübhe yokturmealinde tercüme etmeyip bu suretle isti‘anenin ehl-i huşu‘ için hafif olduğunu tasrih etmekte ısrar eyliyorlar. Halbuki ayetten bu hafifliği anlamak muvafık değildir. Ehl-i huşu‘dan maadası için her halde ağırdırhükmünden ehl-i huşu‘ için asla ağır olmayıp be-heme-hal hafif olmak hükmünü kat‘iyyetle almak doğru olamaz. Bunu karain-i hariciyye ile ta‘yin etmek de mümkün olmaz. Çünkü bazı hususlarda şedaide sabır ile isti‘ane ehl-i huşu‘ için de ağır olmak ihtimali bakidir. Baki olduğu mücahede kalmaz ve bu hususta hasbel-beşeriyye sabredememek küfür olurdu. ayeti:O ehl-i huzu‘ ve huşu‘ ki öldükten sonra dirileceklerini ve ahirette Allah-ı azimüş-şana mülaki olarak mükafat yahud mücazat göreceklerini bilirler.diye tefsir veya tercüme edilmiş. Evvelen; bu ayet ehl-i huşu‘un istisnasında amil olan manayı beyan için müsevvek olduğuna göre ayet-i sabıkaya rabtı ehl-i huzu‘ ve huşu‘ tavti‘asıyla yapılmayıp onlar kitarzında gösterilse idi bu vasfın huşu‘ vasfına müterettib değil belki hem huşu‘u ve hem sıdk-i Binaenaleyh burada zikr-i huşu‘ na-reva bir tekrar olduğu gibi huzu‘ kelimesi de büsbütün fazladır. Saniyen; bu ayetin manası tercümedeki maaniyi mutazammın zevkli manaları mutazammındır. Öyle bir lika ki bunun yanında başka türlü mükafat ve mücazatı kale almak zevksizlik olur. Vuslat-ı uzma gayetül-gayat iken onu diğer mükafat ve mücazata vasıta gibi göstermek la-teşbih idare lambasını yakacak kibriti çakmak için güneşin doğmasını temenni etmeye benzemez mi? Didar-ı Hak muvacehesinde her şey söner ondan başka her emel sönmek söndürülmek lazım gelir. Nazm-ı ayet o zevk-i ekberi böyle bir azamet-i beyan ile anlatmak için masivayı silmiş. Halbuki mütercimler bu zevki masivada Salisen;Yazunnuneyibilirlerdiye tercüme etmek burada pek yanlış değilse de iyi değildir. Bunu ümid-i kavisindedirlergibi bir ta‘bir ile ifade etmek daha muvafıktır. Çünkü niçinyalemunedenilmemiş deyazunnunedenilmiştir? suali varid olur. tıklarını beyan ettiklerinden dolayı bu ayetlerin terve bu vechile sabrın bir lazımına da işaret ederek sabır nu anlatıvermiştir. Aynı zamanda havaici müste‘an-leh olarak değil müste‘an-aleyh olarak takdir etmiştir. Binaenaleyh isti‘ane havaic için değil havaice yani ve muvaffakiyet ile olmak lazım gelecektir. Eğer bir müste‘an-leh takdiri her halde arzu ediliyorsa o vakit havaicinizin is‘afı içindenilmek lazım gelirdi. Fakat makam-ı tefsirde bir kayd-ı mahsus ile göstermeye hiç de lüzum yoktur. Bilhassa tenkih sevdasında bulunanlar Görülüyor ki mütercimleri Kuranın değil tefsirlerin bile dekaikini temyiz edebilecek bir halde değildirler. Tefsirin şerait-i mühimmesinden biri olan ilm-i maani ve belağattan asla haberleri yoktur. Bunun kaydları bile tefsir kitablarından iltikat ederken mühim ve canlı noktaları fark etmeyerek kırık bir tarafından yakalayıveriyorlar. Ve bu vechile nazm-ı Kuranı amiyane bir şekle ifrağ eyliyorlar. Şunu da ihtar etmek isteriz ki mütercimler bütün yi isbat her isbatı nefy yapıyorlar. Bu gidişle ayetine geldikleri zaman galiba Bir mü’min için bir mü’mini katl etmek caiz değildir lakin hataen caizdirsuretinde bir tercüme yapacaklar. Halbuki istisnayı nefyden isbat isbattan nefy telakki eden ulema-i Şafiiyye bile bunun her zaman böyle olduğu dıktan sonra maada üzerine hükümdür müstesna tarafındaki hüküm ise ihtimal üzere kalır. Bundan maadası şöyledir demek maada hakkında bir hüküm ise de bu dediğimiz müşarun-ileyhin hükmünü ta‘yin demek değildir. Fil-vaki‘ Arabcadakiillanın istisnada mukabili olan Türkçemeğerkelimesi de hükmü ta‘yin etmeyip şöyle olsundediğimiz zaman şöyle olursa her halde bu olur manası anlaşılmaz. Gerçi karain-i hariciyye ile bu Fakat bu gibi ta‘yinler kelama değil akla örfe hale hasılı karinesine muzaf olur. yeden gafil bulundukları için istisnaları her zaman intak ediyorlar ve bundan dolayı /. /. /. bırakacak harikalar görmemek efkara dehşet veren bir takım halata şahid olmamak kabil değildir. Taharri-i hakikat isti‘dadıyla mecbul na-mütenahiyi reden mütemayiz bir mevki‘dedir. Halik-ı Zül-Celal insana melekiyetle hayvaniyet mertebesi arasında öyle bir mevki‘ vermiş ki eğer o mevkiin hakkını gereği gibi eda edecek olursa melekler hadim-i amali felekler kemine-paye-i kemali olur. Fakat vazife-i kümü altına girecek olursa öyle safil bir derekeye düşer ki bahaimin en bayağısı bile süfliyetin zilletin bu derecesinden ezelden takdir ederek şanına layık olacak mertebe-i kemal ve rıfata te‘ali için lazım gelen kabiliyet ve isti‘dadı Maamafih Cenab-ı Hakkın bir taraftan tasavvur edilebilecek meratib-i fezailin kaffesinin fefkıne çıkabilecek ehliyet ve isti‘dadda yarattığı insan doğru yoldan inhiraf cümeleri üzerindeki intikadatımızı bu hafta bu nokta-i nazardan yaptık. Bununla da kariin-i kiramaTefsir Tercümesi hakkında bir fikir verdik zannediyoruz. Bu hafta aldığımız bazı mektuplarda hataları ve mana-yı Kuranı tahrifleri madde madde olarak gösterildiği halde yine tahrif ve hatalarını tashih etmeyerek bu hatalı yolda devam eden mütercimlere karşı ihtarat-ı hayr-hahhanede bulunmaya artık lüzum kalmadığı ne söylense onların izzet-i Kuranı izzet-i nefislerine tercih etmeyecekleri müslümanlarca anlaşılmış olduğu beyan olunuyor. Mektuplarda mütercimler hakkında ağır bir takım ta‘birat ve ithamat olduğu cihetle mektupları aynen derc etmedik. muharrirlerinin bu işi bir su-i niyyetle yapmış olduklarına bizce bir delil yoktur. Bu zevatın herbiri muhterem ve hüsn-i niyyet sahibidir. Böyle sapa bir yol tutmaları olsa olsa bu husustaki adem-i ehliyetleridir. Bu yüzden hatalarının ve mana-yı Kuranı ne suretle tahrif etmiş olduklarının farkına varamıyorlar. İyi yapıyoruz kanaatiyle devam edip gidiyorlar. Bu zevat-ı muhteremenin müslümanların nazarında böyle bir vaziyete düşmeleri bit-tabi‘ mucib-i teessürdür. Maamafih tuttukları hatalı yolu tashih etmek ellerinde şeydir. Pek hürmet ettiğimiz bu zevatın bir an evvel bu sapa yoldan kurtulmalarını temenni ederiz. Doksan dördüncü sure [Tin] ayet: tedkik edenler için ukûlü idrak-i mahiyyetinde hayran Nazm-ı celili buraya işarettir. bunu gösteriyor. Nazm-ı celilinden teki noksanı o kavmin ukalası felasifesi ikmale çalışmıştır. Fakat din üzerine müstenid olmayıp da sırf akla beşeriyyet için hiçbir vakit vacibül-ittiba‘ olamayacağı da bedihidir. Ahlakiyyun-ı İslamiyyeye göre ahlak dine müsteniddir. Kaide-i ahlakiyi yalnız akıldan değil belki aklın bir din-i ahlaktır. Din-i İslamdaki hikmet-i ameliyyenin muh-tevi olduğu tafsilat her munsif müdekkiki hayretlere Din-i İslam en salim en metin bir felsefenin kabul edebileceği mebadi-i ahlakiyyeden hiçbirini ihmal etmemiş hürriyet mes’uliyet vazife mebde’lerini en vasi‘ bir surette takrir eylemiştir. Alel-ıtlak ahlakın dinden ayrı olduğunu ve bizde de ayrı olmak lazım geldiğini iddia etmek İslamın esasını bilmemekten başka bir şey ile tefsir olunamaz. tedkik edildikten sonra İslama karşı böyle bir iddianın gayr-ı varid olduğu kanaatindeyiz. Çünkü din-i İslam hürriyet-i şahsiyye mebdeini en kuvvetli bir surette takrir mes’uliyet ve vazife esaslarını tesbit ve nüfusu tezkiye eden kalbleri levs-i rezailden azade kılan ukûlü ziya-yı hak ile tenvir eyleyen; cem‘iyet-i beşeriyyenin muhtac olduğu her türlü levazımı tekeffül eden mu‘tekidlerine bütün füru‘-ı medeniyyeyi telakki türlü hikmeti şamil ittihada saik muhabbet ve şefkate Binaenaleyh milletimizin ahlak ve İctimaiyat sahasında hareket ittihaz eylemesiyle mümkün olabilecektir. Dinden ayrı bir ahlakın ukûl-i sahihaya göre kıymeti hatta vücudu bile yoktur. Esasen dinden ayrı bir ahlak hadd-i zatında ahlakın fıkdanı demektir. Biz şuna kaniiz ki; tek bir bid‘at bir fena fikir ve i‘tikad ancak hurde-bin-i ilm ile bakanlar tarafından görülebilecek bir takım avamil-i muzırranın iltihakı sayesinde büyüdükçe büyür ve bu avamil bir kere kökleşti mi artık milletleri bitiren emraz-i ictimaiyyeden biri gelip o esasın üzerine yerleşir. Dinden ayrı medeni bir ahlak fikri de işte bu bid‘atlerdendir. Bilerek veyahud bilmeyerek ortaya atılan bu fikirler daha doğrusu bu bid‘atler öyle ictimai marazlara esas oluyor ki onlar bir müddet-i muvakkate için kendisini göstermese bile a‘razı asarı bir nazar-ı müşahid için gizli kalamaz. ederse derekat-ı rezailin en pest-payesine sukût eder. çalışıp kendisi için mukadder olan o mevki‘-i bülendi nefs ile tehzib-i ahlak ile kuva-yı fikriyyeyi i‘mal ederek onun semerat-ı nafi‘asını iktitaf ile elde edilebileceğinde bütün hükema müttefik olduğu gibi İslam da bunu natıktır. Kuran-ı Kerim /-] . Binaberin insanı kendisi için mukadder olan gaye-i Ahlakın menşei hakkında birçok nazariyeler serd edilmiş olduğu ma‘lumdur. Bununla beraber ahlakın menşei hakkında sağlam bir fikir edinebilmek için nazarlarımızı beşeriyetin edvar-ı sabıkasına irca‘ etmemiz lazımdır. Fil-hakika insan nazar-ı taharrisini a‘sar-ı salife-i insaniyetten hangisine doğru irca‘ ederse etsin onlarda hayır ve şer‘ fazilet ve rezilet mefhumuna dair bir şeye tesadüf edecektir. Beşer; en ibtidai devirlerinde bile maddiyatın ma-verasında bir takım hakaik olduğunu anlamış ef‘al ve eşya arasındaki hayr u şerri hüsn ü kubhu -seviye-i idraki nisbetinde- temyiz eylemiş bütün harekat ve sekenatına hakim olan bir kanun-ı ahlakinin lüzumunu hissetmiştir. Fazilet ve rezilet hissi beşeriyet kadar kadimdir. Binaenaleyh bir hakikat olarak diyebiliriz ki: Hayat-ı beşeri tanzim eden muamelatın kavanin-i nazımesini ahlakiyyeyi vacibat-ı insaniyyeyi ta‘lim eden de yine dindir. Bunları beşeriyet vahy-i ilahi ile öğrenmiştir. Şekil ne olursa olsun mebadi ne kadar ileri götürülürse götürülsün her halde bunun menşei telkin-i semavidir. Bu cihetledir ki bazı muhakkıkin-i hükema dinin haricinde hiçbir ahlak tasavvur edememektedir. Zaten her dinin erkan-ı esasiyyesinden birini de kavaid-i ahlakiyye teşkil etmesi ve son peygamber Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem EfendimizinBen ancak mekarim-i ahlakı tamamlamak için ba‘s olundumbuyurmaları da bunun delail-i bahiresinden değil midir? Bunun içindir ki havas ve avamı hayran eden faziletlerin edvar-ı inkişafı daima akide ve imanın kuvvetli olduğu zamanlara tesadüf etmiş bilakis kalblerde imanın gevşemeye başladığı devirlerde ise kavaid-i ahlakiyyede te’sirini kaybederek rezail ve kabayih cem‘iyete hükümran olmuştur. Din ile ahlak arasındaki bu revabıt-ı kaviyye de isbat ediyor ki: Ahlak dinden müstefaddır. Dine müstenid olmayan ahlak hakikatte yok demektir. Evet kavaid-i ahlakiyye hangi kavimde matlub olan derece-i saadeti tekeffülden kasır kalmış ise bu cihet rilebilir. Kuvve-i şehvaniyyenin ifrat derecesifücur tefrit derecesihumuddur. Fücur: Hadd-i meşru‘dan maktır. Kuv-ve-i gadabiyyenin ifrat derecesitehevvür tefrit derecesicübndür. Başkasının hukûkuna tecavüz etmek fücur ile tehevvürden ileri gelir kendi hukûkunu müdafaa edememek de humur ile cübnden hasıl olur. Kuvve-i natıkanın ifratıcerbezetefriti debelahettir. Kuva-yı selasenin i‘tidal derecelerine adalet denilebildiği gibi ifrat ve tefrit derecelerine decevrsıfatı izafe edilebilir. Şu halde bütün ahlak adalet ve cevr kelimelerinde toplanıyor demektir. Bütün mekarim-i ahlakiyye adaletten bütün rezail-i ahlakiyye de cevrden ibarettir. Cevr: Zulüm demektir. Adalet ile zulüm birer menba‘-ı ahlakidir. Birinden ab-ı zülal-i fazilet diğerinden ab-ı hunin-i rezilet nebe‘an eder. Ab-ı zülal menbaı var daire-i insaniyette dahil değil sima-yı insaniyette çirkin birer lekedirler. Fakat ne çareki leke olmayı insan olmaya tercih eden nesiller günden güne çoğalmaktadır. Saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyeyi ihraza müstaid bir insan-ı kamil olmak isteyen kimse kuva-yı selase-i nefsaniyyesini ıslah ve tehzibe çalışmalıdır. Fakat ıslah ve tehzibe evvela kuvve-i natıkadan başlamak lazım gelir. Kuvve-i natıka ıslah ve tehzib edilmedikçe kuvve-i şehvaniyye ile kuvve-i gadabiyye ıslah ve tehzib edilemez. Kuvve-i natıkadan münşa‘ib kuvve-i nazariyyeyi menakıb-ı evliya ve ulema teracim-i ahval-i sulaha ve etkıya… Kuvve-i natıkadan münşa‘ib kuvve-i ilmiyyenin keyfiyyet-i tehzib ve ıslahı şu vechile olur: Nefsi rezail-i ahlakiyyeden tahliye ve fezail-i ahlak ile tahliye etmek. Kuvve-i natıkanın bu şubeleri ıslah ve tehzib edilince kuvve-i şehvaniyye ile kuvve-i gadabiyye tehzib ve ıslah edilmiş olur. Fezail-i ahlakiyye ile ittisafına te’siri dokunan baladaki ilimlerin faideleri nazaridir. Ameli te’sirleri temas ve ihtilatlar icra eder. Mekarim-i ahlakiyyeyi iktisab mekle beraber diğer taraftan da temas ve ihtilatları mekarim-i ahlakiyye erbabına hasr u kasr etmek daima faziletli terbiyetkar meali-nisar muhit ve meclislerde bulunmaya çalışmak lazımdır. Evet ahlak-ı beşeriyye üzerinde en ziyade ameli te’sirler bırakan haller amiller sebebler ferdi ictimai temaslardır. Hususi ve umumi muhitler te’sir ve terbiye nokta-i nazarından mektepler Ulema-yı İslam nazarında ahlak ef‘al-i beşeriyyenin sudurunda amil-i müessir olan ahval-i nefsaniyyeden halasa nail olmaktır. İnsanlarda üç nevi‘ nefis vardır. Bu nefislere kuvvet ünvanı verilir. Nevi‘leri şunlardır: Kuvve-i şehvaniyye kuvve-i gadabiyye kuvve-i natıka.. Kuvve-i şehvaniyye: Insanı hayalde mürtesim bir matlubun tahsiline tahrik eden bir kuvvettir. Kuvve-i gadabiyye: tahrik eden bir kuvvettir. Kuvve-i natıka: Umur-ı külliyye ve cüz’iyyeyi idrak eden ve ef‘al-i fikriyye ve hadesiyye üzerinde amil-i müessir olan bir kuvvettir. Kuvve-i natıkanın amiledir. Bunlar kuvve-i nazariyye ve ameliyye ünvanları tasavvuriyye ve tasdikiyye idrak olunan bir kuvvettir. Kuvve-i ameliyye: Ef‘al-i cüz’iyyenin faili olmak sadedinde getiren bir kuvvettir. Ahlakın menşei işte bu üç nevi‘ kuva-yı nefsaniyyedir. nefsaniyyenin ihtilafatıdır. Kuvve-i şehvaniyyeden mütevellid olan ahlaka ahlak-ı behimiyye kuvve-i gadabiyyeden mütevellid olan ahlaka ahlak-ı seb‘iyye kuvve-i natıkadan mütevellid olan ahlaka da ahlak-ı melekiyye sıfatları izafe edilir. Ahlakın üç kısmı vardır: Birincisi fazilet ikincisi rezilet sıfatlarıyla tavsif edilir. Üçüncüsü ne fazilet ne de rezilet sıfatlarıyla muttasıf değildir. Fazilet sıfatıyla tavsif edilen ahlak mebde-i kemal olan ahlak rezilet sıfatıyla muttasıf olan ahlak mebde-i noksaniyyet olan ahlak bu iki sıfattan hiçbiriyle tavsif edilmeyen ahlak da ne kemale ne de noksaniyyete mebde olmayan ahlaktır. rinin üçer derecesi vardır: İ‘tidal ifrat tefrit dereceleri. Her kuvve-i nefsaniyyenin i‘tidal derecesi fazilet ifrat ve tefrit derecesi de rezilettir. Fazilet-i ahlakiyyenin menşei üçtür: Kuvve-i şehvaniyyenin i‘tidali kuvve-i gadabiyyenin lakiyyenin menşei altıdır: Kuvve-i şehvaniyyenin ifrat ve tefriti kuvve-i gadabiyyenin ifrat ve tefriti kuvve-i natıkanın Kuvve-i şehvaniyyenin i‘tidalindeniffetkuvve-i gadabiyyenin dalindenhikmethusule gelir. Bunların her üçü de i‘tidal mahsulü oldukları için herbirine adalet ünvanı ve Bu kuvvetleri hal-i i‘tidale getirmek evvela; kuvve-i natıkanın hal-i i‘tidale getirilmesine mütevakkıftır. Kuvve-i natıka kuvve-i şehvaniyye ile kuvve-i gadabiyyenin baskısı müdiri müdebbiridir. Bu fakültenin tedrisat programına kazara derc edilmiş bulunan tefsir ve hadis derslerine; Huda-ra ilm-i kelam ilm-i fıkıh ilm-i usul-i fıkıh dersleri dahi ilave edilse tedrisat-ı diniyye yine akamete mahkumdur. Çünkü tefsir hadis kelam fıkıh usul-i fıkıh ilimleri ulum-ı diniyye kaşanesinin malzeme-i sakfiyyesidir. maddi sakıflar gibi bu lahuti sakıf da pa ber-heva olarak te’sis edilemez. Küre-i arz ile ecram-ı semaviyyeden başka fezada mu‘allak istinadgaha ihtiyacdan azade hiçbir mevcuda muttalli‘ değiliz. maddi binaların teessüsleri nasıl maddi zeminlere maddi temellere maddi duvarlara maddi direklere mütevakkıf ise ilmi binaların teessüsleri de ilmi zeminlere ilmi temellere ilmi duvarlara ilmi direklere muhtacdır. İlim-i din kaşanesinin sakf-ı muallasını teşkil eden tefsir hadis kelam fıkıh usul-ı fıkıh ilimlerinin varlar ilmi direkler sarf nahiv maani beyan bedi‘ ilimleridir. Tefsir ve hadis ilimleriyle ilaveleri lüzumundan bahsolunan diğer ilimler arasındaki irtibat-i ilmiler başka bir tarik-i ilmi ile de izah edilebilir: Beynel-ulema ve beynel-ulum mustalah birmuaddat ta‘bir-i ilmisi vardır. Muaddatın lügat manasımuhkadar haiz-i ehemmiyettir. Aile muhitleri çocuklar için birer mektep oldukları gibi haricteki hususi ve umumi muhitler de mükellef insanlar için birer mektep mevkiindedirler. şakirdler kötü mekteplerde de terbiyesiz faziletsiz dinsiz faziletli dinli imanlı ahlaklı aile muhitlerinde yine bu haldeki harici muhitlerde ayn-ı şerait ve fezaili cami laksız hususi ve umumi muhit-i ictimalarda da aynı şerait ve rezaili hamil ferdler yetişir. Kuvve-i şehvaniyye ile kuvve-i gadabiyyeden neş’et eden ahlak ahlak-ı hissiyyedir. Kuvve-i gadabiyye kuvve-i şehvaniyyeden daha azgın ve daha taşkındır. Onun için kuvve-i gadabiyyesi galib olan insanlar pek azgın ve pek taşkın olurlar. Zina livata sarhoşluk esrarkeşlik kumarbazlık dolandırıcılık yankesicilik hilekarlık haram yiyicilik hırsızlık yalancılık iffetsizlik gasp etmek rüşvet almak rüşvet vermek zulüm etmek israf ve sefahette bulunmak ihtiras iftira iğfal idlal ifsad buhl gibi rezail-i ahlakiyye hissinin taht-ı tesirinde bulunan kuvve-i şehvaniyyenin asar-ı filiyyesidir. Bunların bazıları kuvve-i şehvaniyyenin ifratından diğer bazıları da tefritinden husule gelir. Mücadele-i lisaniyye müşateme-i lisaniyye her türlü niza‘lar cidaller küfürbazlıklar darblar cerhler katller kıtaller muharebeler şekavetler dargınlıklar imtizacsızlıklar ve bunlara mümasil rezail-i ahlakiyye de kuvve-i gadabiyyenin asar-ı fi‘liyyesidir. Ta‘dad olunan rezail-i ahlakiyyenin bir kısmı münhasıran kuvve-i şehvaniyyenin diğer bir kısmı yine münhasıran kuvve-i gadabiyyenin üçüncü bir kısmı da müştereken her ikisinin netayic-i fi‘liyyesidir. İctimai ma‘şeri intizamları sükunetleri asayişleri ihlal eden hey’et-i ictimaiyyeler dahilinde fevzaviyyet inhilal izmihlal anarşi husule getiren kuvve-i gadabiyyenin feveran ve galeyanıdır. Onun seb‘iyye namı veriliyor. Ahlak-ı seb‘iyye demek: Yırtıcı hayvanların ahlak-ı hunbarlarına mümasil ahlak demektir. Kuvve-i gadabiyye umumi ve ictimai musibetlerin afetlerin menbaı olduğu için ulema-yı İslam bu kuvve-i nefsaniyyenin ıslah ve tehzibine pek ziyade ihtimam ve dır. Kuran ve hadis sarf nahiv maani beyan bedi‘ kava‘idinin menba‘-ı istinbat ve istihracıdır. Lisan-ı Arabi mütehassısları dekaik-i lisaniyyeyi Kuran ve hadisten öğrenirler fakat öğrendikleri kava‘id-i lisaniyye ile Kuran ve hadisin lisan-ı beyanlarına mümasil bir ibare-i Arabiyye tanzim edemezler. Lisan-ı Arabda tahassusun faide ve neticesi lisan-ı Kuran ve hadisi mümkün mertebe anlamaya münhasır kalır lisan-ı Kuran ve hadisi tanzir edecek derecede lisan-ı Arabda ihtisas peyda etmek kudret-i beşeriyyenin sahası haricindedir. Ve bu keyfiyyet Kuranın semaviliğini münkir bülega-yı cahiliyyenin acz ile neticelenen tanzir-i Kuran hayal-i hamlarıyla sabittir. Evet lisan-ı Kuran lisan-ı icaz ve cayı kemal-i suhuletle tekellüm ettikleri halde Kur’an ve hadisin nahvi lisanlarını anlamak iktidarını haiz değillerdir. Mütevassıt derecede tahsil görmüş olanlar Kuran ve hadisin lisan-ı nahvilerini mümkün mertebe anlayabilirlerse de maani beyan bedi‘ ilimlerinin kava‘idine temas eden dekaik-i lisaniyyeyi anlamaktan acizdirler. Lisan mes’elesi hakkında verilen bu mücmel ve muhtasar izahattan istihsal olunacak netice şudur: Sarf nahiv maani beyan bedi‘ ilimlerinde ihtisas peyda etmedikçe Kuran ve hadis lisanlarını anlamak imkanı yoktur. Binaen ala zalik eğer maksadımız ulum-ı diniyye mütehassısları yetiştirmek ise ulum-ı diniyyenin yegane menbaları olan Kuran ve hadisin anlaşılabilmesi için tedrisleri lazım ve zaruri bulunan sarf nahiv maani bedi‘ gibi ulum-ı lisaniyyeyi İlahiyat Fakültesi programına derc etmek zaruretini i‘tirafta isti‘cal göstermeliyiz. Mevzu‘-ı bahsin mebdeinden buraya kadar ilavelerine lüzum gösterilen ilimler mutavassıt derecede din alimleri yetiştirmeyi istihdaf eden bir İlahiyat Fakültesinin tedrisat programıdır. Hiç olmazsa gayr-ı müslim müsteşrikler derecesinde ulum-i İslamiyye mütehassısları yetiştirmek gayesini ta‘kib eden bir İlahiyat Fakültesi programına Hikmet-i teşri‘ hilafiyyat-ı fıkhiyye tasavvuf mukayese-i edyan… Ahkam-ı İslamiyyenin havi bulunduğu teşri‘i hikmetleri teklifi maslahatları tecessüs ve taharri fikrinden azade olarak fermanber-ı uluhiyyet olmak aksa-yı meratib-i ubudiyyet ise de ifasıyla mükellef bulunduğu ahkam-ı İslamiyyede mündemic esrar-ı lahutiyyeyi düşünmekten hiçbir mü’min memnu‘ değildir. Bilakis bu esrarı tefekkür ve taharri etmek füyuzat-ı İslamiyyenin vasıta-i tecelliyyatı olduğundan dolayı taabbüd-i mahz u kamil mahiyetindedir. Ahkam-ı İslamiyyede mesalih-i ri‘iyye efkar-ı ibadda ne derece tecelli ve tezahür ederse fikr-i uluhiyyet de o derece münkeşif olur. Bu esrarın suda müteveccihen atılmaya başlanılan meşy ü hareket hatveleri gibi silsilevari yek-diğerlerine merbut ve muttasıl bulunan ve hareketin mebdeini müntehasına vasl eden hatt-ı mümtedde mütelahık olan harekat-ı müteselsileye tefsir ve hadis ilimlerini tedris ve tederrüs ettirmek ise sarf nahiv maani beyan bedi‘ kelam fıkıh usul-i fıkıh hareketlerde ilk hatve atılmadıkça diğer hatvelerin atılmaları na imkan-i ilmi yoktur. Bizim ulum-i diniyye sahasında atmak mecburiyetinde bulunduğumuz ilk hatve-i ilmiyye merhale-i ilmiyyeleri kat‘ olunmadıkça Kur’an ve hadis münasebetleri geçen hafta ala kadril-imkan izah etmiş rinin Kuran ve hadis ile olan na-kabil-i ihmal alakalarını tedkik ve izah edelim: Mevzu‘-ı bahsimiz olan Kuran ve hadisin lisan-ı ifadeleri ancak havass-ı ulemanın anlayabileceği bir lisan tarih-i tasavvuf dersinin programa derc edilmiş bulunması pek şayan-ı istiğrabdır. Mukayese-i edyan dersinin okutulması iki nokta-i nazardan haiz-i ehemmiyettir. Garb milletlerinin nazarları daima fetih ve istilaya mün‘atif bulunuyor. maddi ve siyasi fetih ve istilaları te’min için maddi ve askeri ordular besliyorken ma‘nevi ve dini fetih ve istilaları te’min etmek için misyoner ünvanı altında ma‘nevi ve dini ordular beslemekten ve dünyanın her tarafına saldırmaktan da geri durmuyorlar. Bunlara karşı hiç olmazsa müdafaa vaziyeti alacak bir müfreze-i ilmiyyemiz bulunması hayat-ı diniyyemiz nokta-i nazarından lazım ve zaruridir. Bu müfrezenin silah-ı müdafaası İslamiyet dir. Bu ma‘lumatı edinmek de her iki dinin esasatı arasında mukayeseler icrasına elverişli bir dersin tedris ve tederrüsüylü kabil olur. Bu dersin diğer faidesi şu vechile izah olunabilir: İslamiyet ları bizim erbab-ı ilmimizce tamamen mechul bulunuyor. Onun için her ikisine ayn-ı nazar ile bakılıyor ve her bizi yanlış yollarda yürütüyor. Darul-fünun müderrisin-i kiramının İlahiyat Fakültesine bu garib şekli vermesi her ten mütevellid olsa gerektir. Mukayese-i edyan dersinin gayr-ı ilmi telakkiyatı tashihe pek ziyade hizmet eder zannındayım. Mukayese-i edyan dersi okutulmasının üçüncü faidesi de bu vesile ile tarih-i enbiyanın tedkikine lüzum görülmesi ve bu tedkikat neticesi olmak üzere de şekl-i hazırıyla pek muzır olan tarih-i edyan dersinin tedrisine hacet kalmamasıdır. Liselerde sarf nahiv maani beyan bedi‘ dersleri kelam fıkıh usul-i fıkıh hikmet-i teşri‘ hilafiyyat-ı fıkhiyye tasavvuf mukayese-i edyan dersleri tedris ve tederrüs olunmadıkça bidayet-i mebhaste arz edildiği vechile ulum-ı diniyye namına hiçbir faidesi görülemeyecek ve daima yalnız bir külfet-i maliyye halinde kalacaktır. şeklin hazırladığı tedris kürsülerini aralarında kardeş payı yapan müderris beyler eğer muhtacinden olsalardı bilirdi. Halbuki müteaddid vazifeleri dolayısıyla almakta oldukları yüksek maaşların yekunlarına nazaran zekat verecek ve hatta hacca gidecek bir vaziyette bulunuyorlar. tecelliyatına vasıta olacak yegane ilim hikmet-i teşri‘ Hilafiyyat-ı fıkhiyye muamelat-i dünyeviyyemiz ile alakadar olduğu için pek ziyade haiz-i ehemmiyettir. Biz fima-ba‘d kanun-ı medenimizi zamanın tahavvül-i daimisi karşısında tecdid ve tebdile lüzum gördükçe şark ve garb milletlerinin kanun-ı medenilerine müracaat ederken fıkh-ı İslamın ahkam-ı medeniyyesine müracaat etmeyi de unutmayacağız. Çünkü fıkh-ı İslam bütün milletler namına hiçbir millet bu menbaı ihmal edemez. Bu gibi menbalara müracaattan maksad ihtiyacat-ı asriyyeye muvafık ahkam-ı medeniyyeyi bulup almaktır. Muhtelif kava‘id ve esasat-ı hukûkiyyeyi yek-diğerine tercih edebilmek için aralarında mukayeseler yapmak lazım gelir. Biz fıkh-ı İslamı tedkik ederken mezahib-i erba‘a-i İslamiyyenin yek-diğerine muhalif ahkam-ı medeniyyesi karşısında kalacağız ve tedkikten maksadımız da hangi mezheb-i İslaminin kaide-i hukûkiyyesi hangi hadiseye daha muvafık ise onu tercihan almaktır. Her hangi esası diğerine tercih edebilmek için evvelen o esasları öğrenmek saniyyen istinad ettikleri delilleri bulmak ve bil-muhakeme muamelat-ı nasa evfak olanı anlamak lazımdır. Bu neticeler ancak hilafiyat-ı fıkhiyyeyi okumak ve okutmakla elde edilebilir. Usul-i fıkıhdan sonra fikri muhakemeye alıştıracak ulum-ı islamiyye feylesofları yetişmesine hizmet edecek taharri-i hakikat yollarını gösterecek bir ilim de hilafiyat-ı fıkhiyye ilmidir. Bu iki ilim yek-diğerinin murakıbıdır. Bir İslam darulfünununda okunması lazım gelen ulum-ı mühimmenin biri de hilafiyat-ı fıkhiyye ilmidir. him bir mevki‘-i dini ve felsefisi vardır. Uleması arasında haiz-i ehemmiyet ihtilaf bulunmayan bir ilim ararsak ilm-i tasavvufu bulabiliriz. Asırlardan beri ulema-yı İslamın mühim ve mümtaz bir kısmını bila-hilaf etrafında toplayan bu ilm-i celili bir din mütefekkiri için tedkik etmek ve din mütefekkiri yetiştirmek isteyen bir İlahiyat Fakültesi mün‘atif nazarı bambaşkadır. Ulum-ı saire hadisatın kışrıyla etmek emelinde değildir. İlm-i tasavvuf hadisatın lübbünü ledünniyatını istiknah ve izaha çalışır. Ekser esasatı müşahede ve mükaşefeye müstenid olan ilm-i tasavvuf derecede cazibdir. Tasavvuf nazariyatı pek az tebeddül eder ve bunun için de ulema-yı tasavvuf arasında pek az sek bir felsefe addedilen ilm-i tasavvuf ihmal olunarak def‘a fakülteye girecek olan talebe öyle zannediyorum ki darul-fünunun en iyi talebesi olacaktır. Bunu yapmış olduğum tedkikata istinaden söylüyorum. Çünkü bu sene alınacak talebe Süleymaniye sahn talebesiyle Bilirsiniz ki Süleymaniye ve sahn talebesinin Arabcası mükemmel olduğu gibi ecnebi lisanlarına aşinadırlar. Hem ulum-ı İslamiyyeye hem de ulum-ı garbiyye dediğimiz efendilerin Arabileri de iyidir. Hele lise me’zunlarıyla hiçbir vakit kabil-i kıyas değildirler. Çünkü medreselerde ulum ve fünun ile beraber Fransızca ve İngilizce lisanları tedris edildiği halde liselerde İlahiyat Fakültesindeki dersleri ta‘kib edecek kadar Arabca okunmuyor. Binaenaleyh bugün için çok parlak talebeye malik olan bulamayacak ve bulsa da hiçbir taraf için mucib-i istifade olmayacaktır. Çünkü lise me’zunu bir efendinin diğer fakülteleri bırakıp da ilahiyatı tercih etmesi için cazib bir şey yoktur. Geldiğini farz etsek bile Arabca bilmeyen bir efendi İlahiyat Fakültesinde ne yapabilecektir? Söylendiğine göre bir taraftan Arabi ve ecnebi lisanları okuyacak diğer taraftan da öğrenebildiği bu Arabca ile Kuranı hadisi tefsiri mesalik-i fukaha ve mütekellimini tedkik edecekmiş. Bilmem ki bunun imkanı var mıdır? Maamafih şimdi söylediğim gibi bu cihetlerde Meclis-i Müderrisince her halde nazar-ı dikkate alınacak ve bütün levazımıyla ve hakiki bir ilahiyat fakültesi teessüs edebilmesi için lazım olan her şey yapılacaktır. Akıl ve mantık bunu iktiza eder. S – İlahiyat için umumi lisa me’zunu olmak gayr-ı kafi olduğuna kail bulunuyorsunuz. O halde sizce bu fakültenin talebesi nereden gelmelidir? – Ben İlahiyat Fakültesine girebilecekler için umumi lise me’zunu olmak neden kafi olmadığını izah ettim zannediyorum. Binaenaleyh hakiki bir İlahiyat Fakültesi teessüs edecekse -kanun bunu amirdir- ona bir mahrec düşünmek zarureti vardır. Elbette alakadarlar o ciheti de düşünmüşler veya düşüneceklerdir. Bendenizce bunu düşünmeye de lüzum yoktur. Çünkü hal-i hazırda bu mahrec mevcuddur. Bilirsiniz ki mülga darulhilafe medreselerinin altı senelik tali kısmı vardı. Bunlar lise muadilidir. Bir aralık ben de burada muallim idim. Bunlarda asri ulum ve fünun tahsil olunduğu gibi İngilizce Fransızca lisanları da tedris olunmakta idi. Hatta bir aralık Rusca ve Almanca da vardı. Bunların gayesi ulum-i İslamiyyenin şuabat-ı muhtelifesinde Büyük Millet Meclisinin ahiren ısdar ettiği Tevhid-i Tedrisat Kanunu mucebince bütün dini tedrisatın da mercii Maarif Vekalet-i Celilesidir. Mezkur kanunda yüksek diniyyat mütehassısları din mütefekkirleri yetiştirmek üzere Vekaletin bir İlahiyat Fakültesi küşad edeceği musarrahtır. Nitekim bu fakülte ahiren merasim-i mahsusa ile küşad edilmiştir. Bu hususta alakadar olan bir zat ile görüştük. İlahiyat Fakültesi hakkındaki nokta-i nazarlarını şu suretle izah ettiler: kültesinden ziyade programları çok nakıs ve ihtiyaca gayr-ı kafi bir ulum-ı aliyye-i diniyye şubesidir. Bazı zevaid ve nevakısından sarf-ı nazar edilirse mülga Medrese-i Süleymaniyyenin ancak bir şubesi makamındadır. Binaenaleyh esaslı bir İlahiyat Fakültesi olabilmesi için tevsi‘ olunmak ve birkaç şube ve zümreye inkısam etmek lazımdır. Çünkü bu fakülte bir ihtisas bir tedkik yeridir. Ulum-ı İslamiyyenin saha-i tedkiki burası olacaktır. Halbuki bugünkü haliyle bugünkü kadrosuyla bu fakülte darul-fünunun mülga İlahiyat şubesi kadar bile semere ve mahsul vermeyecektir. Fikrimce bu fakülte esaslı bir rılmalı ve talebe bunun etrafında ihtisas sahibi olmaya çalışmalıdır. Tefsir şubesi hadis şubesi fıkıh ve hukûk-ı Bunların herbiri başlıbaşına bir tedkik ve ihtisas sahasıdır. Mesela; tefsir şubesine dahil olan bir efendi yalnız burada sahib-i ihtisas olacak ve memleketimizde ulum-ı asriyye ile mücehhez ruh-ı İslama vakıf bir müfessir olacaktır. Hadis de diğerleri de böyledir. Şu halde tarih-i tefsir esbab-ı nüzul nasih ve mensuh.. Nakd-i rical ve tabakat-ı müfessirin ve muhaddisin … fıkıh usul-i fıkıh kelam tasavvuf gibi fakülte ile alakadar bir takım kürsüler bilmek ancak bu suretle olabilir. Başka suretle din mütefekkiri yetişebilir mi? Madem ki bir İlahiyat Fakültesi açılıyor bu fakülte ne fıkıh ne usul-i fıkıh ne de kelam ve tasavvuf tedkikinden vareste kalamayacaktır. Bunlar ulum-ı İslamiyyenin en mühimlerindendir. Esbab-ı nüzul nasih ve mensuh nakd-i rical gibi ilimler de böyledir. nerede bulursak oradan almaya mecburuz. Binaenaleyh Maamafih fakülte henüz teşkil edilmiştir. Her şey birden olmaz. İleride Meclis-i Müderrisin bit-tabi‘ bu mes’ele ile alakadar olacaktır. bilir. Halbuki mevcud liselerin programları tedkik edilince usul ve ahkam-ı Kuran kelam ve tasavvuf edebiyat-ı Arabiyye ilh. gibi yüksek dersleri hazm ettirecek derecede mebadi-i ulum-i diniyye ve Arabiyyenin mevcud olmadığı görülüyor. Binaenaleyh bu noksan ve gayr-ı kafi mebadi-i ulum ile techiz edilebilmiş talebeleri fakültenin ali derslerini anlamaya sevk etmek sarf ve nahiv görmemiş bir efendiye edebiyat dersi vermek ta‘dad ve terkimi bilmeyen bir ibtidai talebesine faiz ve tenasübden bahs etmek demektir. Bu vehleten mümkinül-husul görülse de fi‘liyatta kuvveden fi‘le çıkarılamayacak bir temenni ve boş bir teşebbüsten [başka] bir şey olamaz. Madem ki liseler hal-i hazırda programları i‘tibarıyla dir. Ve programları ta‘dil ve tevsi‘ hususu da bit-tabi‘ mevzu‘-ı bahs olamaz. Çünkü İlahiyat Fakültesi lehine olacak bu ta‘dilat diğer fakültelerin her halde zararına ve onlar için hazırlanacak talebelere lüzumundan fazla şey göstermek suretiyle iza‘a-i vakitlerini mucib bir zarardır. Lise programlarının hal-i hazırı ihtiyaca kafi değil ve tevsi‘an ta‘dili de fazla külfeti mucib şu halde dini mütehassıslar yetiştirecek İlahiyat Fakültesinin ağır dersleri altında talibleri ezmemek için İlahiyat Fakültesine mahsus tali bir kısım kabul ve te’sisi icab eder ki e’imme ve hutaba yetiştirecek bu kısım ihtisas-ı dini derecesine kabil-i hitab olabilecek talebe de hazırlamış olsun. Eğer böyle yapılmaz da mevcud lise programları kafi addolunursa hem fakültenin genç müdavimlerine hem de milletin heba olacak masrafına şimdiden acımak iktiza eder. Yok fakültenin tedris seneleri temdid olunarak programı tali ve ali kısımlarını muhtevi olarak tanzim edilecek olursa tali kısmının fakülte ta‘birinin daire-i şümulüne gayr-ı müsaid olmuş olur. Bu hususta yapılacak şey fakültenin haricinde eimme ve hutaba yetiştirecek hem de fakülte müderrislerinin hitabına elverişli kabiliyetli talebe ihzar eyleyecek tali medreseler muhtelif mevakide tesis ve küşad edilmelidir. Herhangi bir şekil ve surette olursa olsun dini mütehassıslar yetiştirecek İlahiyat Fakültesine tali bir kısım düşünülmez ve hazırlanmaz ise dini mütehassıslar yetiştirmek arzu ve emeli de daima bir arzu ve emel olmak derecesini kat‘iyyen geçemez. Her zaman için dini mütehassıslara bu mütehassısların yegane menşei de madem ki İlahiyat Fakültesi olacaktır binaenaleyh kesb-i ehemmiyet ve nezaket eden bu mes’ele etrafında dini mütehassısların daha ziyade kuvvetlidir. Binaenaleyh hem İlahiyat Fakültesinin esaslı ve memlekete nafi‘ bir şekilde yaşaması hem de halkımızın dini ihtiyaclarının tatmin edilebilmesi Mektebi namını almış olan darulhilafe medarisinin altı senelik aksam-ı taliyyesiİlahiyat Lisesiünvanıyla ibka edilmektir. Esasen Büyük Millet Meclisinin kabul eylediği Tevhid-i Tedrisat Kanunu mucebince ba‘dema müfti vaiz din alimi din mütefekkiri imam hatib mü’ezzin gibi ne kadar me’murin-i diniyye varsa bunların hepsini yetiştirecek yegane müessese Maarif Vekaletidir. Bu kadar ağır bir yük altına girmiş olan bir Vekalet elbette bunları nasıl ve ne suretle yetiştireceğini düşünmek mecburiyetindedir. Dediğim şekilde bir ilahiyat lisesi kabul edilir ve her yerde bulunan darulhilafe medreseleri ayni program dahilinde ibka olunursa hem İlahiyat Fakültesi talebe bulur ve yaşar hem de diğer vezaif-i diniyye erbabı yetişebilir. Hatta İlahiyat Fakültesinin mahiyet-i asliyyesi nazar-ı dikkate alınınca İlahiyat Lisesini ba‘del-ikmal vaiz veyahud müftü olmak arzu edenler daha ziyade tekemmül etmek ve hakiki bir vaiz olabilmek lunması da lazımdır. Başka suretle din mütefekkiri yetiştirmek değil imam ve hatib bile yetişmeyeceğinden çok korkulur. Her şeyi doğuran ve yaşatan ihtiyacdır. Hakiki cihetler bit-tabi‘ İlahiyat Meclis-i Müderrisininde ve diğer alakadar makamca düşünülecek veyahud düşünülmüştür. Kaviyyen ümid ederim ki kanunun emr eylediği ketin ihtiyacatına muvafık bir tarz-ı salime ifrağ olunacaktır. Tevhid-i tedrisat maksadıyla medreseler kapatılırken dini mütehassıslar yetiştirmek lüzumu da hissedilerek dı. Güzel bir düşünüş! Fakat diğer fakülteler tedrisatını hazm ve kabul edecek talebeler hazırlamak için fakültelerin dununda tali mekteplere liselere lüzum mahsus bulunduğu halde acaba İlahiyat Fakültesi medreselerine muhatab olabilecek tali bir kısım bu fakülte için neden düşünülmüyor? Yahud buna lüzum görülmüyor? Eğer mevcud liseler İlahiyat Fakültesi için kafi derecede mevcud liseler hal-i hazır programlarıyla kafidir denile vefat etmektedir. Adi bir kat elbise yüz elli iki yüz ruble altın para hesabınadır ki bir me’murun üç aylık maaşı bedeli demektir. Köylerde ise hayat bir derece yoluna girmiştir. Çünkü köylerde elbise esbabını kendileri kadınlar kızlar el tedbir mahsulü olmayıp sevk-i zaruretle husule gelen bir vaziyettir. Köylüler nazarında komünizm bir muamma gibi telakki olunduğundan Bolşeviklere bazen silah ile de mukabele etmektelerdir. Köylüler hayatında komünist kelimesi gayet menfur bir şey oluphırsız yankesici manasına istimal olunmaktadır. Dinsizlik köylüler arasına kat‘iyyen girememiştir. Köylülerin hükumet adamlarına hiç emniyetleri kalmamıştır. Bilhassa Ukraynada hükumet adamları lanetle yad olunuyor. Türkistan kıyamı komünistleri büsbütün şaşırtmıştır. Türkistan ihtilaline karşı komünistler Kuban vilayetinden asker sevkine mecbur oldular. Türkistanda bulunan askerler Orenburg Kazakları Türkistan şimendifer hattını kesmişlerdir. komünistlere karşı kıyam ettiklerini i‘lan ediyorlar.Biz memleketimizi tahrib etmiş olan komünizm hükumetine karşı son bir adam kalıncaya kadar muharebe edeceğiz diyorlar. Buharada bulunan Rus askerinin merkez ile alakası kesilmiştir. Hivede Bolşevik askeri kalmamıştır. Hükumet tamamıyla ihtilalci Türkmenler elindedir. Türkmenler ise umumiyetle kıyam etmiştir. Mayısta Moskovada Türkistan vaziyeti hakkında gayet fena havadis alınmıştır. Bolşeviklerin istihkam taburu ve pişdarları umumiyetle ihtilalciler tarafına geçmiş bu suretle askeri vaziyet kökünden sarsılmıştır. Şimendifer hatları dahi ihtilalciler eline geçmiş olduğundan Bolşevik askeri ric‘atini te’mine çalışmaktadır. Şarki Sibiryada dahi Bolşeviklerin vaziyeti son derecede tezelzüle uğramıştır. Garbi Sibiryada ise açlık ihtimali ahaliyi tedhiş etmektedir. Şu ahval nazar-ı i‘tibara alınacak olursa pekala hükm edilebilir ki komünistlerin teşkil ettiği gayr-ı tabii zulüm ve cebir hükumeti kat‘iyyen paydar olamayacaktır. BolşeviklerMarksizmmoda yerini tutacağına zahib olmuşlardı. Sefahet halinde moda yerini tutsa idi belki daha birkaç sene yaşayabilirlerdi. Fakat aç bir milletin modaya tutulamayacağını düşünemediler. Ekmeksiz bir millet dans yapamaz. Zaruret var iken sefaheti düşünemez. ruhaniyyeti de dine muhtacdır. İhtiyac zaruriyyattandır. Moda ise sefahetten başka bir şey olmadığı gibi sari bir hastalıktır. İşte komünizm hükumeti feci‘ surette bunun tecrübe etti. Altı sene zarafında memleketi yer toplanarak ariz ve amik düşündükten sonra tali ve ali olarak iki program ihzar eylemeleri ettirilmesi suret-i kat‘iyyede elzemdir. Bu mes’ele asla ihmali caiz olmayan bir hakikattir ki er geç mutlaka tecelli etmek zaruridir. Maarif siyasetimizi tedvir edecek evliya-yı umurun bunu nazardan kaçırmaması icab eder. Esasen siyasette en güzel tedbir ve çare-i muvaffakiyyet hakkı daima hak olduğu için kabul etmektir. senesinde mülga Hariciye Nezareti vasıtasıyla Maarif Nazırı Şükrü Bey zamanında bir Alman darulfünuna müracaat etmiş ve iki Türk talebesinin Alman Darulfünunlarında ilahiyat tahsili için bir hibede bulunmuştu. Bu hibe el-yevm Deutsche Bankda olup emanet bu para ile iki talebeyi tahsile gönderecektir. Avrupaya fen ve sanat tahsili için talebe gönderilmesini anlarız. Fakat ilahiyat tahsili için Darul-fünun Emanetinin Avrupaya talebe göndermesinin hiçbir manası yoktur. Papas yetiştirmek için te’sis olunan Avrupa tan ise bu para ile bizim darul-fünunda fıkıh usul-i fıkıh kelam ve tasavvuf derslerini te’sis etmek daha münasibdir. Biz geçenlerde yazdığımız bir makalede gayr-ı tabii ahvalin devam edemeyeceğini komünizm gibi gayr-ı kanuni hayatların her zaman insanlarda muvakkat bir hastalık kabilinden gelip geçici seri‘uz-zeval bir vaziyet olacağını kayd etmiştik. Bu son hafta zarfında gerek Rus gazeteleri gerek Rusya vaziyeti hakkında beyan-ı mütaleada bulunan ecnebi gazeteleri komünistlerin mühlikeye uçuruma doğru gitmekte olduklarını gösteriyor. numaralı nüshasında dan naklen diyor ki: Rusyada vaziyet çok fenadır şehir ve beldelerde sakin adamlar tedricen ölmekte bilhassa Ukraynada ahalinin münevveran kısmı aheste aheste hayat ağırlığından elbisesizlik ve açlığa tahammül edemeyerek tarafından refikimize bir mektup gönderilmiştir. Muma-ileyh eski bayramlarda Almanyada bulunan muhtelif akvama mensub bütün müslümanların birleşerek samimiyet ve meserretle şenlikle geçen bayramlarını kayd ettikten sonra bu seneki bayramın pek hazin geçtiğini söylüyor ve bu mesud günü hazin bir hale sokan esbabı izah ediyor: Her sene bütün müslümanları bir araya toplayan ve onlara imamet eden Türkiye Sefareti yaptığı vazife-i imameti ifa edecek hiçbir zat bulunamıyor. Bu boşluğu doldurmak maksadıyla Türkiye Sefareti erkanından Ziya Bey bir komite teşkil ediyor ve bayram namazının kema fis-sabık Vosendorf cami-i şerifinde eda edileceğini bütün müslümanlara bildirip da‘vetiyeler tevzi‘ ediyor. Fakat Hindistanlılar Arablar ve bir kısım mazını başka bir yerde kılacaklarını i‘lan ederek mumaileyh Ziya Beyin da‘vetine icabet etmiyorlar. Bu suretle müslümanlar arasındaki vahdet bozuluyor müslümanların ekserisi İslam Cem‘iyetinin da‘vetine iştirak ediyor Ziya Beyin da‘vetine iştirak edenler pek azalıyor. Muhabir-i muma-ileyh Iyaz İshaki Efendi bu husustaki teessüratını şu suretle izah ediyor: Bolşeviklerin piri Lenin:Rusyada son bir köy elimizde kalsa bile yine tercübemizde devam edeceğizdedi. Fakat görülüyor ki bu gibi tecrübelerin hiçbir zaman müsmir olamayacağı tamamıyla anlaşılmıştır. An-karib Bolşevikler karaya düşmüş bir balık gibi nefes almak mecburiyetinde kalacaklar bil-ahare bataklıklar içinde yuvarlana yuvarlana ikmal-i enfas edeceklerdir. Artık bu şimdiden tebeyyün etmiştir. Türkistan kıyamı hakkındaki mülahazaya gazetesinin Berlin muhabiri tarafından i‘ta olunan son havadisi ilave etmek suretiyle mes’eleyi bir derece daha izah edelim: Almanya Hariciye Nezareti Mayısta Türkistan ihtilaline dair ber-vech-i ati mühim haberleri almıştır: Türkistan hareketi dahilden çıkmış gayet vasi‘ bir mikyasta memleketin hemen her tarafını ihata etmiştir. Sovyet hükumeti ma‘lumatı ancak telsiz telgrafla alabilmektedir. Hareket gayet ciddi ve dahilidir. Bazı adamlar ihtilalin devamı suretinde Türkistanın ekmeksiz kalacağına zahib oluyorlarsa da hakikat-i hal Türkistan hiçbir zaman ekmeğe muhtac olmayacaktır. Zira Çarlık zamanında Türkistanın kabil-i ziraat olan mahalleri tamamıyla hükumet tarafından cebren pamuk ziraatine tahsis olunup hububat dahili Rusyadan gönderilmekte idi. Türkistanda hububat zer‘ olunmazdı. senesinde bu mecburiyet lağv edilmiş olduğu cihetle Türkistanın kendi mahsulü kendini idare edeceği ma‘lumdur. Bundan maada bugün Türkistanda gayet mühim mikdarda belki Türkistanı birkaç sene idare edecek kadar iddihar olunmuş ihtiyat erzakı olduğu da ma‘lumdur. Hatta Bolşeviklerin en kuvvetli zamanındada Türkistanın milyon ruble altın olmak üzere ticari sermayesi olduğu tahakkuk etmiştir. Türkistan ihtilalinde sabık Çar cenerallerinden meşhur Siçofun parmağı olduğu rivayet olunuyorsa da bunun asıl ve esası yoktur. Zaten Türkistanın Çarlık zamanında bile Rus unsuru yüzde üç hesab olunurdu. senelerinde Türkistandan bin Rus ihrac olunmuştur. Şu halde şimdiki ihtilal halis Türkistan ihtilalidir. Tamamıyla yerli müslüman hareketidir. Afganistandan esliha gelmekte olduğu da rivayet olunuyorsa da bu henüz tahakkuk etmemiştir. Berlindeki müslümanların bu seneki bayramı nasıl hazin bir surette geçirdiklerine dair Iyaz İshaki Efendi rem zat külliyenin tedrisatına fevkalade itina ile birçok şubeler küşad etmiş saha-i ilmiyyede büyük bir faaliyet ve terakkiyat göstermiş fakat efkar-ı siyasiyye cihetini bir müddet atalete mahkum ve meslek-i esasisini bir hayli zaman haleldar etmiştir. Bil-ahare senesinden i‘tibaren Divbend Külliyemud Hasan uhdesine tevdi‘ olunmuştur. Külliye ŞeyhulHindin hayat devresi başlıyor. Derhal Semerüt-Terbiye Cem‘iyeti yerine Cem‘iyet-i Ensar namıyla bir hey’et-i faale meydane getiriliyor. Aliger ile Divbend arası te’lif olunup fi‘len teşrik-i mesai olunuyor. Külliyyeye ta‘lim-i münevveran şubesi ilave olunarak fevkalade bir faaliyet devresine giriliyor. Vakarul-mülk Doktor Ensari ve Şeyhul-mülk Hekim Ecmel Han hazretlerinin iştirakiyle Dehlide Nezaretül-Maarifil-Kuraniyye ünvanıyla bir cem‘iyet küşad olunuyor. Büyük mikyasta bir mesai sahası açılıyor derken o sırada Trablusgarb-İtalya Vak‘ası mud Hasan cenabları gayet mühim bir beyanname neşrederek Trablusgarb Vak‘asının ehemmiyetini ve müteakiben fitnelerin tevalisi melhuz bulunduğunu netice bir felaket olabileceğini müslümanlara ihtar etmiş ve müslümanları teyakkuz ve intibaha hareket ve faaliyete da‘vet eylemişti. Bu beyannamede Divbend ile Aligerin birleşerek ameli surette çalışmaları her müslüman ferdin vicdani vazifesini ifaya şitab etmesi lazım geldiği beyan olunmuştu. Bunun üzerine Divbend Külliyesi müdür ve müderrisleri talebesi tahsili ta‘til ettiler Divbend müslümanlarının himmetiyle bütün Hindistanın vilayat-ı muhtelifesindeki müslümanlar arasına hulul ile Trablusgarb ve Balkan i‘anesi için teşvikata başladılar. Aliger hey’eti ise bil-fi‘l i‘ane cem‘ine teşebbüs suretiyle fevkalade mühim bir faaliyet devresine girdiler. Aliger bidayeten ve esasen Hind müslümanlarının siyasi merkezi bulunuyordu. Evvelen; es-Seyyid Ahmed Han ba‘dehu Nüvvabül-Muhsinil-Mülk ve Nüvvab VakarulMülk gibi zevatın himayesinde ve Şevket Alinin riyasetinde Cem‘iyetül-Müstahricin Leknuda Mevlevi Abdülbari Sahibin taht-ı riyasetinde Ulema-i Frengi Mahal ve Huddam-ı Ka‘be Cem‘iyetleri… hep ulema-yı İslamın himmetiyle ve münhasıran Türkiye menfaatine hizmet maksadıyla te’sis olunmuştu. Bu cem‘iyetlere böyle ünvanlar verilmesi de maslahata miyanında ledel-icab hizmete müheyya fedailer dahi mevcud idi. Divbendde Reşid Ahmed Aligerde Muhsinül-Mülk merkezi Leknuda olmak üzere ayrıca Nedvetül-Ulema Bulgar Maarif Nezaretinin Bulgar mektepleri talebesine gösterilmek üzere Almanyadan fenni tarihi sinematoğraf filimleri getirtmesi münasebetiyle refikimiz etfal-i müsliminin ahlakını müdhiş bir surette Vekaletinin nazar-ı dikkatini celb ile diyor ki: Bizde dünyada her şeyin aksine olarak analar babalar on yaşındaki çocukların ellerinden tutarak bunları sinemalara götürüyorlar. Bu hal selh-hanelere kuzu sevk etmeye benzer. Halbuki Avrupada on dört yaşından aşağı olan çocukları her sinemaya sokmazlar. Cinai ve sevdavi sinemalar gençlik için bir zehr-i memattır. Biz bir taraftan bu zehri yutuyoruz diğer taraftan da sokak diğini kız-erkek on üç on dört yaşında çocukların bu ifsad ocaklarına alıştırıldığını işitiyoruz. Biraz daha gayret eder isek asri milletlerin galiba ayak turabı olacağız! Rif mücahidlerinin zaferi- gazetesine Tancadan verilen ma‘lumata göre Rif mücahidleri son muharebelerde İspanyolları Seydimesuddan püskürtmüşler ve büyük top makineli tüfenk tüfenk katır iğtinam ve esir almışlardır. Mevlana Muhammed Kasım namında bir sahib-i himmetin sa‘y u gayretiylede te’sis olunan Divbend Külliyesinin ilk faaliyeti zikre şayan ilk ameli teşebbüsü buradan neş’et eden talebeninSemeretüt-Terbiye namıyla bir cem‘iyet te’sis ederek Hindistan dahiline hulul etmeleri Mevlana Muhammed Kasımın himayesi altında Osmanlı-Rus muharebesi münasebetiyle Türkiye menfaatine i‘ane cem‘ eylemeleridir. Bu i‘aneler Muhammed Hüseyin namında bir murahhas-ı mahsus ile Dersaadete gönderilmiş ve o zamanın harb kahramanı bulunan Gazi Osman Paşa hazretlerine teslim olunmuştur. Gazi-i müşarun-ileyhin gönderilen i‘aneyi kabul ettiği zaman teessüründen ağladığı ve Hind murahhasının alnından öptüğü Hind müslümanları miyanında bugüne kadar rivayet olunmaktadır. de Mevlana Muhammed Kasım hazretleri vefat edince Divbend Külliyesinin emr-i idaresi Mevlana Reşid Ahmed uhdesine tevdi‘ olunmuştur. Bu muhte rindenı muharebede öldürülmüş ve bir korbaşı esir düşmüştür. Mart tarihli gazetelerde gerek Şarki ve gerek Garbi Buharada Rusların Basmacılarla mücadeleyi evvelki karar üzere devam ettirmek çareleri düşünmekte oldukları bahsolunmaktadır. Rusyada Rus milliyetperverliği artık kuvvet aldı. Türkistan mahalli ihtilallerine Ruslardan hiçbir tabaka Ruslar bile bu müslüman hareketini beğenmiyorlar. Rusun Akı da Kızılı da bu harekette Panİslamizm ve iftirak siyaseti görüyor. Eğer müslümanlar hükumeti ellerine alırlarsa Ruslara Türkistanda hayat kalmaz diyorlar. Geçen sene bil-hassa Enver Paşa harekatından sonra bu nevi‘ teşvikat Rusla arasında bilhassa şüyu‘ buldu Türkistan ihtilalcileri hiçbir yerden yardım alamıyorlar. Şu vaziyette Türkistanda ihtilal hareketleri hiç de devam edebilmez. senesine kadar Türkistan isyan hareketlerinden hiçbir şey kalmaz zannolunuyordu. Hatta senesi esnasında Harezm Cumhuriyeti iki def‘a tamamıyla ihtilalciler eline geçti. Son günlerde gazetelerde vet aldığını hatta bazı Rus kuvvetlerinin de ihtilalcilere koşulduğunu Aşkabad ile Semerkand arasındaki demiryolların bozulduğunu okuyoruz. Belki Türkistan Türkmenleri ve Garbi Buhara ihtilalcileri beraber hareket etmektedirler belki bu kuvvetler sahra ve çöl içinde kalmayarak İran Afganistan hududlarına yakın bir yerde kuvvetlerini toplamak mecburiyetine kalmışlardır. Fakat bu hareketler hakkında ma‘lumat verecek son Sovyet gazeteleri daha elimize geçmedi. lediği te’yid olunuyor. Hatta Avam Kamarasında Türkistan hakkında Mc. Donalda bir sual bile verilmiştir. Mc. Donald isyan hakkında resmi ma‘lumatı olmadığını fakat Sovyet matbuatının bu hususta İngiltereye atf eylediği isnadı red ve tekzib eylemiştir. ünvanıyla bir cem‘iyet te’sis etmişlerdi. Eş-Şeyh Şibli ve Ebul-Kelam dahi bu miyanda bulunuyorlardı. Ebul-Kelamın himmetiyle Kalkütada dahi Hizbullah ünvanıyla bir hey’et-i faale bulunuyordu. Bil-ahare Huddam-ı Ka‘be ve Hizbullah tevhid olunarak Hilafet Cem‘iyeti namına tebdil olundu. Ensar da Ulemaül-Hind namıyla Kifayet Lillah idaresine geçti. Bu suretle müteaddid ve muhtelif dini ünvanlar ile teessüs etmiş olan cem‘iyetler Harb-i Umumi bidayetinde dahi tevhid-i mesai ederek Türkiye lehinde çalıştılar. Peşaver hududundaki cibal-i şahika sekenesi olan kabaile muvaffakiyetini te’min ettikleri bil-ahire İngilizlerin resmi raporlarıyla da tahakkuk etmiştir. Nihayet İngilizler cem‘iyat-ı mezkure ricalinden üç yüz kadar adamı tecziye ve habs etmişlerdir hatta firar edenleri de gittikleri yerde mahalli hükumetlerin muvafakatıyla tecziye eylemişlerdir. Bu ahval nazar-ı i‘tibara alınırsa Hindistan müslümanları miyanında bilhassa ulemasında büyük bir eser-i sırrına mazhar olmuşlar demektir. Hakiki iman hakiki İslam da böyle olmak icab eder. Türkistanda heyecanlı günler başladığını son günlerde tekrar işitmeye başladık. Pek uzaktan gelen bu havadisin neden ibaret olduğu Mart ayinın nısf-ı evveline aid olup Sarıkamışa gelen Türkistan gazetelerinden kısmen anlaşılmaktadır. Bu gazetelere nazaran; ihtilal hareketleri Garbi Buharada Molla Abdülkahhar İslam Karavul Biki Hemrah Pehlivan nam kumandanların Şarki Buharada Vahş Nehrinin sol sahilinde ise İbrahim Bey Abdülkadir Osman Kul korbaşıların yani kumandanların lerinin rivayetine göre Şubat zarfında Garbi Buharadaki müsademelerde nefer ve korbaşı zabit esir alınmış ve öldürülmüş aded de tüfenk iğtinam olunmuştur. Şarki Buharada Martın nısf-ı evvelinde Becvan taraflarında Abdülkadir ve Osman Kul korbaşıların yiğitle- /. tiyanlığın erkanındandır. Yahudiler ise Hazret-i Mesihe düşmanlık etmiş ve hıristiyanlara karşı kin gütmüşler ve bu suretle kitaplarının muhtevi olduğu müjdelere karşı gelmişlerdi. Hıristiyanlar da Tevrata iman etmenin kendi dinlerinin erkanından olduğunu bildikleri halde Yahudilerin dalalette olduklarını söyleyip duruyorlardı. Hazret-i İbn Abbasın bu sözleri söylediği rivayet olunuyor: Necran nasranileri aleyhis-salatü ves-selam Efendimizi ziyaret ettikleri zaman Yehudun ahbarı gelerek bunlarla mücadeleye başlamışlardı. Rafi‘ bin Harimle YahudilereSizde hiçbir şey yokturdedikten başka Hazret-i İsaya küfretmiş İncili inkar eylemişti. Bil-mukabile Necran hıristiyanlarından biri YahudilereSizde bir şey yokturdedikten sonra Hazret-i Musanın nübüvvetini ve Tevratı inkar etmişti. Bunun üzerine tefsiri sadedinde bulunduğumuz ayet-i kerimesi nazil olmuştur. Kuran-ı Kerim Ehl-i Kitabın Kuranı inkar ve müslümanları tekfir ile kendilerinden başkalarına cenneti tahrim etmelerinin şayan-ı istiğrab olmadığını çünkü onların ellerinde Tevrat ve İncil olduğu halde bağy u fesadlarının yek-diğerini tekfir etmek derecesine vardığını beyan etmektedir. Ehl-i Kitab yek-diğerine karşı bu hatt-ı hareketi ihtiyar ederlerse Müslümanlığı inkar etmeleri ve müslümanları dalalette sanmaları rahmet-i ve cennete ancak Yahudilerle hıristiyanların sığabileceğini söylemeleri hiçbir vechile şayan-ı hayret olamaz. Ayet-i kerimede Ehl-i Kitab küfrünün inad ve hased küfrü olduğuna guya iman ettikleri ve ahkamıyla amil oldukları kitapları inkar ettiklerine bile bile irtikab olunan küfrün azim bir günah olduğuna da işaret vardır. Meal-i Kerimi Hepsi de Kitabullahı okumakla beraber Yahudiler dediler ki: Nasraniler din hususunda şayan-ı nazar bir şeye malik değil; Nasraniler de dediler ki Yahudiler din hususunda şayan-ı nazar bir şeye malik değil. Böylece bir takım bilmeyen kimseler de bunların sözlerine benzer sözler söylediler. Allah kıyamet günü kendilerinin Bundan evvelki ayat-ı kerimede Ehl-i Kitabın müslümanlar beyan olunmuştu. Yahudiler cennete Yahudilerden başka bir kimse girmez nasara da ancak nasraniler cennete girebilir diyorlardı. Bu sözlerin mahza inad ve hased yüzünden söylendiğini Risalet-penah Efendimizin bunlardan bulunamadıklarını izah etmiştik. Tefsiri sadedinde bulunduğumuz ayet-i kerimede Ehl-i Kitabın inadını izah etmekte ve bunun ne kadar şayan-ı hayret bir dereceye baliğ olduğunu göstermektedir. Tevrat kudum-ı İsayı tebşir etmişti. Hazret-i İsa aleyhis-selam kavmini Tevrata ri‘ayete da‘vet etti. O derece ki Ahd-i Kadimin bütün kitaplarına inanmak HırisBaşmuharrir Sahib ve Müdir /. Bu izahatımızdan camilerin ikamesiyle ve bunların nam-ı Hudanın zikrini men‘ edenlerden ve camileri tahribe çalışanlardan daha zalim bir kimse olur mu? Bunu yapanlar şeair-i ilahiyyeyi ta‘til ederek Cenab-ı Hak ile mücadele ediyor Hakkın muvahhid kulları arasına tefrikalar ika‘ına İslam vahdetinin tarumar olmasına çalışıyor. Müslümanları nam-ı Huda-yı yad etmekten gaflet ile celal-i ilahiyi hesab-ı ilahiyi düşünmekten gazab ve ikab-ı ilahiyi nazar-ı i‘tibara almaktan çeviriyorlar. Hiç şübhesiz müslümanlar bu pek alçak seviyeye düşerlerse her işleri muhtel olur. Aralarında bağy ve adavet intişar eder ve bu suretle düşmanları kendilerine musallat olarak pa-yi istilalarıyla çiğnerler. Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Hak bu gibi zalimlerin gerek bağy ve i‘tida sevkiyle gerek emn u itmi’nan gibi adamların camilere girmelerindeki avakıbdan müslümanları tahzir ediyor. Böyleleri için Allahın mescidlerine pervasız girebilmek yoktur. Bunlar için dünyada zillet ahirette azab-ı azim vardır. Kuran-ı ilahiyi tercüme teşebbüsünde bulunanlar bu teşebbüsleriyle İslamiyete ve müslümanlara mühim bir hizmet ettiklerine kani oluyorlar ve başkalarında da böyle bir kanaat husule getirmeye çalışıyorlar. Eğer tercüme teşebbüslerinde başka maksadlar dünyevi emeller haiz-i te’sir değilse ve yalnız kanaat-i hayr-hahanenin niyyet-i dindaranenin te’sirat ve tahrikatı amil-i yegane şılamak kadr-şinaslığını gösterebiliriz. Fakat tercümelerini Yine bu ayet-i kerime insanın bir takım şehevata ğuna delalet etmektedir. Bir hükmü anlayana bir ilmi tahsil edene yakışan ona ittiba‘ etmektir. Meal-i Kerimi Allahın mescidlerinde Allahın isminin anılmasını men‘ eden ve o mescidlerin yıkılmasına uğraşandan daha zalim kimse olabilir mi? Böyleleri için Allahın mescidlerine pervasız girebilmek yoktur. Bunlara dünyada zillet ukbada azab-ı azim vardır. Müslümanlıkta camiler birçok maksadlar için ikame olunmuştur ki bunların biri zikrullahtır. Cenab-ı Hakkın nam-ı sübhanisini zikr etmekten gaflet gazab-ı ilahiyi mucib olacağını zikrullahtan gaflet edenlerin sefalet ve bedbahtiye duçar olacaklarını evvelce beyan etmiştik. Allahın zikri onun azamet ve kudretini onun in‘am ettiği sevab ve insanları duçar edeceği azabı tahatturu mucibdir. Bir kul halikını ne kadar çok yad ederse o nisbette şerden uzaklaşır insanları ızrar etmekten tevakki eder Hak te‘alaya yaklaşır ve rıza-yı Bariye nail olur. Halbuki insan zikrullahtan gaflet ederse günahları çoğalır bağy u adaveti artar tevbe ve imanı azalır. Hiç şübhesiz insanlar camilere giderek nam-ı Hudayı zikr ile vahim akibetlerini ta‘dad ettiğimiz gafletten uzaklaşırlar. Camilerin ikamesinden maksud olan hedeflerden biri de beş vakit namazı eda etmek bu suretle insanların yek-diğerleriyle tanışmalarını ve anlaşmalarını te’min türlü husumetlerin ve ayrılıkların esbabını ortadan kaldırmaktır. Müslümanların gittikçe nasıl değiştiklerini aralarındaki husumetin gittikçe kesb-i şiddet ettiğini görenler bunların evamir-i ilahiyyeye ittiba‘ ile camilere devam ve namazlarını eda ettikleri takdirde bütün tefrika esbabını güzel idrak ederler. /-. Tercümenin za‘fiyetini besatetini kıymetsizliğini ehemmiyetsizliğini görenler bu nevakısı tercümenin aslı olan Kurana isnad ve izafe ederler ve binaenaleyh Kuranın tercümesi İslamiyete olan i‘timadı ihlal ve işin şu vechile de izah edebiliriz. Kuranın ibare ve elfazı mucizdir. Her mana ve her nükteyi elfaz-ı mütelevvih kelimat-ı mektube cümel-i melfuza ile ifade etmez. Birçok mana ve maksadların ifade ve beyanlarını lisan-ı belağatin siyakına sibakına kelimeler cümleler kelamlar ayetler fıkralar arasındaki ilmi ma‘nevi irtibat ve insicamlara karain-i haliyye ve makaliyyeye karinelerden münfehim matvi ve mahzuf ibarelere bırakır. Bu dekaiki bilmeyenler bu gibi yerlerdeki ayetleri cümleleri fıkraları kelamları nakısul-beyan kasırul-ifade irtibatsız mek hatasına düşerler. Mütercim olan kimse tercümesinde bu dekaiki izhar ve izah etmezse yine Kuranı kıymetten ehemmiyetten düşürmüş olur. Bu dalalete meydan vermemek için mahzufat ve matviyatı ilmi ve ma‘nevi irtibat ve insicamları vech-i münasebetleri izah etmeye kalkışırsa Kuran-ı ilahiyi tercüme değil tefsir etmiş olur. Kuranın mahiyet-i semaviyyesine halel getirmeyecek surette yazılacak tefsirlerde bu tehlike yoktur. Çünkü tefsirde ayniyet şart değildir. Herhangi bir şekildeki tefsir nihayet müfessirin tarz-ı telakkisini bize gösterir. Tefsirin kıymetsizliği ehemmiyetsizliği Kuranın kıymetine ehemmiyetine halel getiremez. Ancak müfessirin za‘fiyet-i ilmiyyesine delalet eder. Onun için kudret-i ilmiyyeyi haiz şerait-i tefsiri camiferdlerin de hey’etlerin de Kuran-ı ilahiyi tefsir etmelerine fetva ve cevaz verebiliriz. Fakat ne ferdlerin ne de hey’etlerin Kuran-ı ilahiyi tercüme etmelerine fetva ve cevaz veremeyiz. Çünkü ne ferdlerin ne de hey’etlerin Kuran-ı me şeraitini camibulunmalarına imkan yoktur. bul edemeyiz bilakis İslamiyete müslümanlara pek muzır bir teşebbüs mahiyetinde görürüz. Çünkü Kuran-ı Bir lisan ile yazılmış herhangi bir eseri tercüme etmek başka bir lisan ile o eserin nazirini vücuda getirmek demektir. Başka bir lisan ile vücuda gelen eser eğer aslının naziri değilse tercümesi de değildir. Evet tercümenin nazir olması zaruridir. Nazir olmazsa ya aslına faik veyahud aslına gayr-ı layık bir şekil ve mahiyet alır. Kuran kendi lisan-ı beyanı olan Arabca ile bile tanzim edilemez ve edilememiştir. Kendi lisan-ı beyanıyla tanzir edilemeyen Kuran-ı ilahi başka lisanlar ile hiç tanzir olunamaz. Tanzir olunamayan Kurana faik bir tercüme vücuda getirmek kudret-i beşeriyyenin daha ziyade takati haricindedir. Esasen aslına faik olarak vücuda getirilecek eser tercüme değil yeni ve başka bir eser mahiyetini ihraz eder. Tercümeler Kuranın naziri veyahud Kuranın lisan-ı beyanına faik olamayınca dun bir mevki‘de kalacağı bedihidir. Nasıl ki beşeri eserlerin tercümeleri dahi daima asıllarından dun bir mevki‘de kalmaktadır. Ve böyle olması da zaruridir. Çünkü hiçbir lisanın uslub-ı ifadesi tarz-ı beyanı şive-i tekellümü aheng-i tahriri kelime irtibatları cümle insicamları tertib teşkil terkib kaideleri diğerine benzemez. Onun terkibleriyle ifade ve beyan olunan manalar maksadlar nükteler diğer lisanın kelimeleri cümleleri kelamları terkibleriyle ifade ve beyan olunamaz ve hiçbir lisanın nükteleri remz ve işaretleri kinayeleri teşbihleri mecazları ta‘rif ve tenkirleri ızmar ve izharları diğer lisanın mevzu‘atıyla eda ve ikmal edilemez. Fil-hakika bazen bir lisanın bir cümlesiyle ifade edilen bir mana diğer lisanın bir cümlesiyle daha kuvvetli olarak ifade edilebilir. Fakat bazen de birinin bir cümlesiyle beyan olunan bir manayı diğerinin herhangi bir cümlesi ifade etmekten aciz kalır. Onun için asar-ı beşeriyyeden biri diğer bir lisana tercüme edilirken aslının kuvvetini metanetini muhafaza edemez ve binaenaleyh kıymetten ehemmiyetten düşürür. Bu keyfiyyetin bizde emsaline pek çok tesadüf edilir. Asar-ı ecnebiyyeden tercüme olunmuş birçok eserlerimiz vardır. Bunları mütalea ederken karışık irtibatsız hem sözlere maksadı muhil icazlara manasız maksadsız metsizliğine ehemmiyetsizliğine hükmetmekte tereddüd göstermeyiz. Ve böyle bir eserin tercümesine sarf edilen emeklere acırız. Fakat tercümenin aslı olan eseri mütalea edince kabahatin kusurun kıymetsizliğin eserin aslında değil tercümesinde bulunduğunu görür ve anlarız. Asar-ı beşeriyyenin tercümesinde muhafaza edi Diğer nevi‘ telkinata göre Kuran öyle zannedildiği gibi gayr-ı beşeri bir kıymet ve ehemmiyeti haiz bir kitap değilmiş. Onu ilmen lisanen kudret-i beşeriyyenin fevkinde bir kitab-ı muciz ve mu‘ciz telakki edenler lisan-ı beyanına aşina olmayan cahil müslümanlarmış. Eğer Türkçeye tercüme edilirse basit kıymetsiz ehemmiyetsiz masnu‘-ı beşeri bir mecmua-i tarihiyye olduğu anlaşılır ve bu suretle ona körükörüne perestiş eden erbab-ı gafletin gözleri açılırmış!.. anın Türkçeye tercüme olunmasını istemekte berdevam bulunuyorlar! Bunlar da bi-taraf müsteşrikler zannedilen nasraniyet misyonerlerinin İslamiyet aleyhindeki mutaassıbane ve bedhahane telkinatına aldanan gafil ve cahillerdir. Bu iki maksaddan herhangisinin sevkiyle Kuranı tercümeye teşebbüs edenlerden hayırlı bir tercüme beklemek düşmandan dostlık beklemeye benzer. Hayırlı bir tercüme yapmalarına ne niyetleri ne de kudretleri müsaid değildir. Kudretleri müsaid olsaydı tercümelerini Kurana İslamiyete müslümanlara pek büyük bir hizmet telakki eder idik. Çünkü biz; Kuranın havi bulunduğu ma-fevkal-beşer kıymet ve ehemmiyetin mechuliyet ile değil ma‘lumiyet ile tezahür ve tecelli edeceğine kani‘ bulunuyoruz. Fakat bu ma‘lumiyet ilmi tarikler ile icra edilecek tedkikatın mahsulü olmalıdır. Hüsn-i niyyet erbabı bu gibi su-i maksadların husulüne bilmeyerek alet olmamak için Kuranın tercümesine teşebbüs etmemekle mükelleftir. Çünkü kudret-i Kuraniyyeyi yanlış telakki ettirmeyecek bir tercüme vücuda getiremez. Beşeri kudret-i ilmiyyenin dun ve zebun derecesinde bulunanların Kuranı tercümeye teşebbüs etmeleri büsbütün muzır ve mühlik olur. Şimdiye kadar vücuda getirilen ve fima-ba‘d getirilecek olan Kuran tercümelerini her iki nevi‘ su-i kasd erbabının kendi telakkiyat ve telkinatının doğruluğuna delil ittihaz etmesinden pek ziyade korkulur. Bin türlü alam ve felaketler içinde nur ihtiyacıyla kıvranan beşeriyet ruh-ı kemali idrak etmek isterken harekat-ı dalalete gömülen zavallı medeniyet rehgüzarında yeni bir ufk-i ümid aramaktadır. Çünkü bütün dünya ruhsuz bir makine gibi hissiz kalmaktan didişmekten sefaletten hepsinden ziyade mefkuresizlikten müşteki bulunuyor. Her gün yeni bir inkılab cihanı sarsıyor her an yeni bir ihtiyac karşısında tatminden aciz bir halde insaniyet Şimdiye kadar çıkan tercüme nüshalarını okudum ve herbirinin tercümesinde Türkçe mukabillerini bulmak hiçbir şey bulamadım. Ve anladım ki tercümelerin maksadları müslümanların dualarını isticlab ise maal-esef bu emelleri de husule gelmeyecektir. Çünkü havass-ı müslimin Kuran-ı ilahinin aslını tefsirlerini bırakıp da tercümesini okumak ihtiyacını hissetmeyecektir. Avamm-ı müslimin ise Kuranın aslını anlayamadığı gibi bu tarzda olan tercümeleri de kat‘iyyen anlayamayacaktır. Onun için mütercimler -maal-esef- kendilerine dua edecek kariler de bulamayacaktır. Eğer maksad ticaret ise Kuranın kendisine müşteri celb edecek tercümelerin çok fevkinde bulunması vesile-i ticaret ittihaz olunmasına en kuvvetli bir sed çekeceği azade-i izah ve iştibahtır. Kuranın tercüme edilmesini telakkiyata göre İslamiyet bi-payan bir yüsrü mübeşşirdir. Harecin güçlüğün İslamiyette yeri yoktur. Bunlar bu tarz-ı telakkilerini zaruret zamanlarına hasr etselerdi kendilerine iltihak ve iştirakte ne tereddüd ne de teehhür göstermez idik. Fakat harecsizliğin yüsrün dairesini o kadar vasi‘ çiziyorlar ki İslamiyet adeta amelsiz bir rüknü kaldırılarak ikrar bil-lisan rüknüyle iktifa edilmek lazım geliyor! Ne kadar tuhaftır ki bunlar; bu tarz telakkilerini esas-ı İslamiyet olan Kuran ve hadise istinad ettiriyorlar! Kuran ve hadiste ifası müşkil hiçbir emir ve ictinabı külfetli hiçbir nehy yoktur; fakat hocalar bu hakikatleri gizliyorlar ve cahil müslümanları bir takım a‘mal-i şakka lar. Bu fikirleri bunlara telkin edenlerden biri Ubeydullah Efendi namında Afganlı bir serseri idi. Edirne Vilayeti dahilinde bilmem hangi kasaba veya karyede mutavattın olan bu serseri bir tarihte İstanbula gelmiş ve mühim bir kuvvetin himayesine istinaden cevami‘ kürsülerinde bu zehirli fikirleri saf müslümanlara telkine başlamış idi. Yazdığı nam hezeyan-namesiyle büyük bir şöhret kazanmış olan bu serserinin te’sis ettiği cehl ü dalal mektebinin asri ve sadık şakirdleri Kuranın Türkçeye tercüme edilmesine pek ziyade hahiş-gerdirler. Çünkü Kuran Türkçeye tercüme edilince herkes okuyarak onda a‘mal-i şakka ile mükellefiyet bulunmadığını anlayacak ve bu gibi tekalif-i diniyyenin hocaların ilave ve uydurmalarından ibaret olduğu meydana çıkacak ve artık İslamiyetteki bi-payan kolaylıkları setr eden perdeler yırtılıp atılmış olacaktır zannında bulunuyorlar!... muztarib bulunuyor. Fakat herkes her mahfil her mütefekkir tehlikeyi bariz bir surette görmüş takdir etmiş ve mücadeleye de başlamıştır. Bu münasebetle garb aleminin ne düşündüğünü ne gibi tedbirler ittihaz ettiğini tedkik ve ta‘kib etmek faidelidir. Evvelen Gustaw Le Bonun ta‘kib ve müdafaa ettiği hutut-ı esasiyyeyi hulasa edelim: Muma-ileyhe göre: Harb hayat-ı akvamın muvazenesini bozmuştur. Tehlike umumi ve cihan-şümuldür. Bunun için tahrib edilen cihanın ta‘miri yeniden yapılması lazım geliyor. Fakat yeniden inşa vasıtaları çok değildir. Bu babda te’sisat-ı siyasiyyeye rabt-ı ümid edilemez. Çünkü bu te’sisat illet değil netice olduğundan bir milletin zihniyetini ta‘kib ederler. Fakat ona takaddüm etmezler. Şu halde bir milletin ve bilhassa fikirleri henüz kat‘i ve sabit bir şekil almamış olan genç batınların ruhunu ta‘dile muktedir olan te’sirler terbiye ve nizam-ı askeriye münhasırdır. Fakat bunların hepsinin fevkinde olarak din ve kuvve-i ma‘neviyye mevcuddur. Demek ki beşeriyetin asla vareste kalamayacağı dini vecheler mesnedi teşkil etmek üzere yeni bir tarz-ı terbiye ihtiyar edilmelidir. Ci-hanın bugünkü vaziyetinde bir millet için bir terbiye usulünün intihabı şekl-i hükumetin intihabından pek çok mühimdir. Bu tarz-ı terbiye medeniyetin üzerine müesses olduğu dini ahlaki esaslar dahilinde mütemerkiz yalnız gözleri ve fikri değil bütün iradeyi harekete getirecek seciyenin validi olmalıdır. Mektepler hususi tedrisat konferanslar risaleler yalnız bu gayeyi istihdaf etmelidir. Kışlalarda ordu ile i‘tiyadat-ı ahlakiyyenin te’sisi de çok mühimdir. Bu da asla ihmal olunmamalıdır. İşte birinci derecede haiz-i te’sir olan terbiye hayat-ı ferdiyye ve ictimaiyyede müsbet ve feyizli eserleri tevlid ederken diğer taraftan yavaş yavaş şekl-i tabiisine rücu‘u şübhesiz olan zenesizlikleri peyderpey ıslah etmek lazımdır… Mc. Mahon Mussolini gibi hükumet ve İctimaiyat adamları da ayn-ı fikirde bulunmaktadırlar. Son zamanda dan doğruya cihan fevzalarıyla meşgûl bulunuyor. İctimai mecmuaların efkar-ı umumiyyeyi temsil eden mühim gazetelerin neşriyatı da calib-i nazar-ı dikkattir. Sonra bu fikri kanaatlerin hayat-ı ictimaiyyede tecelliye başlayan muhtelif tezahüratı şayan-ı takdirdir. Hemen her memlekette Harb-i Umumi esnasında gevşeyen murakabe-i ictimaiyyehususatı yeniden tanzim edilmeye başlanmış ictimai ahlaki cem‘iyetler faaliyetlerini tezyid etmişlerdir. Hey’et-i ictimaiyyenin medeniyet rabıtalarını çözen kayıtsızlıklara ahlaki dalaletlere kar sürükleniyor. Harb-i Umuminin dünyaya taslit ettiği bu muvazenesizlikler efradı sefalete bedbahtiye aileleri tereddiye ahlaksızlığa ahenksizliğe cem‘iyeti keşmekeşe dalalete mahkum bırakıyor. Cihan müdhiş bir inzibatsızlık medeniyet şayan-ı merhamet bir vuzuhsuzluk içinde çırpınıyor. Garbı istila eden bu dertlerden hey’et-i ictimaiyyemiz de maal-esef kurtulamamıştır. Diğer İslam yurdları da ayn-ı illetle ma‘lul bulunuyor. Zira Harb-i Umumi her şeyden evvel insaniyetin sade siyasi değil ahlaki ictimai iktisadi ruhi muvazenesini de bozdu. Umumi Harbe sürüklenen ve mağlub olan hey’et-i ictimaiyyemizin de bu muvazenesizliğin kaffe-i netayicinden hisse-mend olması pek tabiidir. Şimdi kolaylıkla kabil-i teşhis ve müşahede olan bir takım tereddiyat ailevi ferdi hayatımızdan ictimai sahalara kadar tahribatını icraya imkan bulmaktadır. Çünkü sıhhatimizi tehdid eden milyonlarca mikroplar nasıl vücudun zayıf bulunduğu zamanı beklerlerse yı te’sirat için hayatın pahalılaştığı herkesin maddeten ve ma‘nen yorulduğu mağlubiyet ve daimi harbler neticesinde nüfusun iktisadiyatın hırpalandığı ilim ve lerden mahrum bulunduğu zamanı beklerler. Esasen servet ve refahın kemal sulh ve sükunetin istikrar bulduğu siyaset dedikoduları yerine ilim ve irfan münazaralarının hakim olduğu zamanlarda tereddiyat kendini gösteremez. Murakabe-i ictimaiyyenin müdhiş nüfuz ve murakabesi ictimai muvazenenin haleldar olmasına müsaade etmez. Ancak böyle müstesna hadisattır ki muvakkat a‘raz ve emraz husule getirir. Muvakkat diyoruz: Zira teşekkül-i ictimaimiz bünye-i millimizin istinad ettiği mebdeler o kadar rasin ve o kadar kuvvetlidir ki herhangi bir buhranın yerleşmesi inhilal şekline girmesi husulü şekli mebdei ma‘lum olduktan sonra tedavisine de çalışalım. Yukarıda bil-münasebe zikredildiği vechile bu dertlerle yalnız biz uğraşmıyoruz. Bütün dünya bu fevzalardan Bir müddetten beri vatanımızın akıl hocalığı kürsüsünden milletimize ders-i irfan veren meb‘uslarımızın muallimlerimizin gazetecilerimizin dudaklarının arasında kalemlerinin ucunda dolaşanGarb Medeniyetciliği Avrupa Medeniyetciliğigibi ta‘birlerin medlulün-bihalarını bir türlü anlayamıyorum. Medeniyetta‘rif-i ma‘lumuylaumumi refahı te’min demektir.Refahmefhumunda ise servet emniyet sıhhat ve suhulet-i ma‘işet manaları mündemicdir. Bu menfaatlerin dördü bir araya gelinceselamet-i umumiyye te’min edilmiş olur. İşte medeniyet!... Umumi selametin te’mini daha doğrusu bir ülkede ni‘met-i medeniyyetin istikrarı evvel-emirde terbiye-i milliyye ile saniyen; sa‘y-i milli ile kabildir. Terbiye-i milliyyenin garbı cenubu cihat-ı erba‘ası yoktur. Bu terbiyenin menbalarını bir milletin siyasi tarihinden daha uzaklarda milliyetinin diyanetinin menşelerinde aramak lazımdır. Kablet-tarih bir zamana kadar uzanan eski bir kavmin terbiyesinin esaslarını da öyle gerilerde aramakla beraber o milletin asırlardan beri mensub olduğu dinin i‘tikadatının o esaslara şiddet-i te’sirini de tedkik etmelidir. Anadolunun sünni Türkleriyle İrandaki şii Türklerin Kırımdaki Karaim denilen Musevi Türkleriyle Asya-yı Çinide el-yevm bekayası mevcud Şamani Türklerin terbiye-i ırkıyye ve esasiyyeleri baki kalmakla beraber mensub oldukları dinlerin bu akvamın etvar ve ahlakının ihtilafında ne derece bariz bir amil olduğu pek kolay anlaşılır. Bu iki te’sir altında kalan milli terbiyenin Avrupalılaşması garblılaşması o milletin tahvil-i tabiiyyet eylemesi veya terk-i diyar ve tebdil-i din etmesi gibi mahi-i enaiyyet muhill-i hüviyyet muzır bir tasaddidir. Terbiye-i milliyyeden sonra medeniyetin Bir millet terakkiyatına hadim olacak mehasini nerede bulursa oradan alır. Garb coğrafi bir ta‘birdir. Memlekette en iyi ipek böceği yetiştirmek tarzını çini evani Japonyadan Çinden alamaz mıyım? Astragan derilerini terbiye etmek tarzını Buhara dericilerinden öğrenemez miyim? O halde neden mutlaka garblılaşmak?... Bir de garb nedir? Bize nisbet Avrupanın garbında birçok hükumetler milletler mevcuddur. Garblılaşmak arzusundan ne murad ediyoruz. İngilizlere mi? Fransızlara mı? İspanyollara ve Almanlara mı taklid etmek vimlerdir. Bunların medeniyeti tarz-ı telakkileri hatta karşı ahkamı havidir. Mekteplerde terbiye-i diniyye ve ahlakiyyeye son derecede ehemmiyet veriliyor. Bilhassa muhafazakarane bir mahiyettedir. Bütün bu tezahüratın istihdaf ettiği gaye ruhi ve ma‘nevi muvazenesizliğin ıslahına ma‘tuftur. Evvelki makalelerde ariz ve amik bahsedildiği vechile garbın muhtel olan ictimai ahengi yalnız maddiyatla düzelemeyeceği ahlak ihtiyacı bütün dünyada şiddetle kendisini hissettirmektedir. Gelelim muhitimize; hey’et-i ictimaiyyemizin bugün arz ettiği ictimai çehre garbdaki milletlerin evsafından hemen farksız gibidir. Yalnız maddiyat cihetinde daha çok kuvvetsiz olduğumuz cihetle bizdeki sefalet işsizlik başka yerlerden daha fazladır. Ahlaksızlık fuhuş kumar müskirat alabildiğine ilerlemiş sunuf-ı ictimaiyye arasındaki rabıtalar aile muaşereti haleldar olmaya başlamış nesil maneviyattan uzak fakat maddiyyattan da mahrum bir halde mefkuresiz yaşamaya başlamıştır. Bu şeraitin terakkisi tereddiyatın devam ve sirayeti gayr-ı şuuri garb taklidciliği maazallah cem‘iyetimizi inhilale sevk edebilir. O zaman bizi kurtaracak garbın mülevvesatı olmayacaktır. Bizi bu dalaletlerden ancak hey’et-i ictimaiyyemizin esasat-ı aliyyesi kurtarabilir. Yalnız bu esasatın kuvvetidir ki bugüne kadar cem‘iyetimizi birçok buhranlardan felaketlerden kurtarmıştır. Fakat bunun için de ictimai ve dini terbiyenin mefkure olarak telakkisi murakabe-i ictimaiyyenin te’sisi ahlaksızlığa fuhuşa dalaletlere karşı kanuni ve fikri bir mücadele takviyesi zaruridir. Mütesanid metin bir cem‘iyetin maddi dir. Harb-i Umuminin tevlid eylediği maddi ve ma‘nevi felaketlere karşı hey’et-i ictimaiyyemizi hayatlandıracak mücahede-i milliyye ile kabiliyet-i hayatiyyesini isbat eden milletimizi cihanın tereddiyatından muhafaza edebilecek yegane çare-i halası yalnız esasatımıza sarılmakta buluyoruz. niyye mütehassısları yetiştirteklifine mukabeleten de ben fen fakültesiyimdiyeceği şübhesizdir! Bu fakülte akameti mufassalan ve müdellelen izah olunan bu gayr-ı muayyen vaziyet-i ilmiyyesinde devam ettikçe ulum-ı diniyyede bir buhran ve fetret devresi geçireceğimize kanaat-i kat‘iyyemiz vardır. Geçirilecek buhran ve fetret devresinin dini ictimai ilmi uhrevi dünyevi pek azim veballer tevlid edeceği de muhakkaktır. Fakülteyi böyle ne dine ne de dünyaya yaramayacak akim bir vaziyete sokan darul-fünun müderrisin-i kiramıdır. Ve bu vaziyetten mütevellid veballer de bit-tabi‘ o müderris beylere raci‘dir. Maarif-i umumiyyenin maddi teşkilatı Maarif Vekaletine aid ise de ilmi tertibatı müderrisler ile muallimlere tevdi‘ edilmektedir. Bütün müessesat-ı ilmiyyenin tedrisat projelerini bizzat müderris ve muallimlere tanzim ettirmekte bulunan Vekalet-i müşarun-ileyha İlahiyat Fa-kültesinin teşkilat-ı ilmiyyesini ve orada tedrisi lazım gelen derslerin ta‘yin ve tertiblerini kadrosunun ihzar ve tanzimini de darul-fünun müderrislerine havale eylemiş muntazam ihtiyacata en uygun hikmet ve maslahata en muvafık ilmin icabatına en mutabık akıl ve mantık ile en ziyade müterafık bir İlahiyat Fakültesi te’sis ve ibda‘ edecek yegane bir destgah-ı ilim ve ma‘rifet idi. Darulfünunlar beşeriyetin en yüksek müessese-i ilmiyyesi darulfünun müderrisleri de en yüksek tabaka-i ilmiyyesidir. Darul-fünun bir hükumet-i ilmiyye ve darulfünun müderrisleri de o hükumetin hakimleri hakemleri mevkiindedir. Hakimlerin hakemlerin hakim metin mekin basiretli faziletli olmaları fikirlerinde istikamet re’ylerinde mayan hakimler hakemler gerek kendilerine ve gerek temsil ettikleri hükumetlere müteveccih emn ü i‘timadı selb etmiş olurlar. İlimler fenler doğrudan doğruya haiz-i hürmet değillerdir. Efkar üzerinde bıraktıkları zemin-i kainatta vücuda getirdikleri nafieserlerdir ki ilimlere fenlere karşı celb-i hürmet ederler. Amelsiz esersiz ve fenlerin en mütekamil menba‘-ı feyezanları olduğu bulunmaları lazım gelir. Selamet-i niyyet salabet-i fikr ma‘neviyyedendir. İlim ve fen adamlarında ilim ve fennin akıl ve mantığın hakimiyet-i müstakillesi görülmeli hissiyatın kinin hiddetin taassubun hod-endişliğin hodgamlığın menfaatperestliğin te’siri tahakkümü tecebbürü tahriki mahsus ve meşhud olmamalıdır. Sair avamil-i müessire fesada ma‘ruz kalırsa ilim ve fen ile fünunu tarz-ı tatbikleri ayrı ayrıdır. Bugün tababette Alman veya Fransız tarz-ı tedavisi beynindeki fark kabil-i Fransız medeniyeti yok mudur? Bir İngilizin tarz-ı hayatı tarz-ı tefekkürü tarz-ı maişeti bir İspanyola benzer mi? Muhtelif milletlerin medeniyetlerinin farklarını zikre ne hacet? Aynı ırktan olan Almanya Almanları ile Avusturya ve İsviçre Almanları arasında medeniyeti tarz-ı telakki nokta-i nazarından fark yok mudur? Fransanın Fransızları müdür? Garblılaşınız! diye millete öğüt veren ukalamız bizi garbın hangi medeniyetine doğru sevk etmek istiyorlar? Farz ediniz ki dört beş evlada malik olan bir peder çocuklarının birini ikmal-i tahsil için İngiltereye diğerini Fransaya Almanyaya İtalyaya İspanyaya gönderdi. Bunların avdetlerinde o ailede artık bir vahdet-i his bir vahdet-i zihniyet kalır mı? Türkler gibi metin ve kökleşmiş bir terbiye-i milliyyeye bir usul-i mimariye bir usul-i tabbahate bir tarih-i şerefe malik olan büyük bir millete garblılaşınız demek doğru mudur? Muvafık-ı hamiyyet muvafık-ı siyaset midir? Bir Türk terakkiyatına medeniyet-i milliyyesine oradan alır onun için şark ve garb cihet ve mesafe mutasavver değildir. Japonya garblılaşmadı Japonya terakki etti. İspanya şimalleşmedi İspanya terakki etti. Türklerin de metin dinleri kökleşmiş milli medeniyetleri sayesinde garblılaşmaya gibi milleti dağıtmaya ne lüzum var? Türk haiz olduğu medeniyet-i milliyyesini her vakûr ve eski millet gibi bizatihi terakki ettirmelidir. İşte o kadar. vaziyet-i ilmiyyesini ma‘ruf devekuşunun vaziyet-i nev‘iy-yesine benzetebiliriz. Nev‘i gayr-ı muayyen bu mahluk-ı vabını verirmişöyle ise yük çekinizteklifine karşı da ben kuşummukabilesinde bulunurmuş! vaziyet-i ilmiyyesi gayr-ı muayyen İlahiyat Fakültesinin de tıbkı devekuşu gibifen mütehassısları yetiştirdenilinceben İlahiyat Fakültesiyimcevabını vereceği veöyle ise ulum-ı di olabilir. Onun için ulum-ı diniyye müessesatı olmayan hiçbir millet yoktur. Hiçbir millet maarif-i dünyeviyye müessesatının başı ucunda maarif-i diniyye müessesatına da a‘zami kıymet ve ehemmiyeti bezl etmekten kendini alamamıştır. Hayat-ı resmiyyesini alaik-i diniyyeden tecrid etmiş olan Fransızların vasi‘ mikdarda ulum-ı diniyye müessesatına malik bulundukları ve memleketimizdeki papas mektepleriyle ne derece alakadarlık gösterdikleri müderrisin-i kiramın elbette ma‘lumatı dahilindedir. Hissiyat-ı diniyyesi daha kuvvetli olan milletimizin ulum-ı diniyyeye ihtiyacı olmadığına dair husule gelecek kanaat ilim ve fen ziyalarıyla tenevvür ve inkişaf etmiş bulunan dimağlarda yer tutacak bir kanaat değildir. Onun için darulfünun müderrisin-i kiramının böyle bir kanaat getirmiş olmaları ihtimaline hakikat nazarıyla bakılamaz. yenin nelerden ibaret bulunduğunu bilmemeleri varid-i hatır oluyorsa da bu hatıranın isabetinde de akıl ve fikir tereddüde düşüyor. Fil-hakika Avrupa darul-fünunlarıyla bizim darul-fünunumuzu mukayese edince aralarında bir nisbet-i mu‘tedile göremiyoruz. Ve bizim darul-fünunumuzu Avrupa darulfünunlarının pek dununda görmekle pek ziyade müteessif oluyoruz. Avrupanın muhayyirul-ukûl terakkiyat-ı sınaiyye ve medeniyyesi larının asar ve semeratıdır. Avrupa darul-fünunları ilim ve fennin nüfuz-ı nazarını ka‘r-ı arza cevv-i kai-nata semt-i semaya doğru temdid etmiş tabayi‘-i mevcudatı vasıtasıyla dünyanın bir ucunu diğer ucu ile birleştirmiş Ufk-ı zemini bir saha-i tenezzüh ve temaşa haline getirmiş rehgüzar-ı terakkiyata müsadif berri ve bahri hailleri kaldırmış giran-baha ve alem-şümul eserleri kitapları risaleleri mecmualarıyla kütübhaneleri doldurmuş her şube-i ilim ve fende mütebahhir mütehassıs mümtaz erbab-ı himmet ve gayret yetiştirmiş yetiştirdiği kaşifler muhteri‘ler ile iftihara hak kazanmış bir derece-i kemal ve terakkide ve pek mütevazı‘ bir sekinet ve sükunet dahilinde azametli vazife-i ilmiyye ve fenniyyesini kemal-i ehliyet ile ifaya devam ederken ulum-ı diniyyede mütehassıs mütebahhir kimseler yetiştirmeyi de unutmuyor ihmal etmiyor Avrupa erbab-ı ilminin mu‘tekid ve mütedeyyin olanları sevk-i diyanetle mu‘tekid ve mütedeyyin olmayanları da fikr-i tecessüs ve şevk-i tefahhusun tahriki ile ulum-ı diniyyeyi tedkik ve tetebbu‘ ediyor ve bu tedkik ve tetebbu‘ları yalnız kendi milletinin kendi muhitinin ulum-i diniyyesine münhasır kalmıyor dünyanın her tarafındaki dinlerin mezheblerin tarikatlerin ulumunu esasatını füruatını tarihlerini edecek başka bir amil-i müessir bulunamaz. Her mes’ele-i ilmiyyeyi mensub oldukları hey’et-i ictimaiyyenin menfaat-i ammesine göre halletmeleri lazım gelir ve her kararı; maslahat-ı ammeyi göz önünde tutarak vermeleri icab eder. İlim ve fenler umumi olduklarından dolayı ilim ve fen hamillerinin vezaif-i ilmiyyeleri de umumidir. Memleketin maarif-i umumiyyesini murakabe etmek ve her şube-i ilmi himayesi altına almak darul-fünunun ve darul-fünun müderrislerinin ilk ve en mühim vazife-i ilmiyyeleridir. Ulumun en mühim bir şubesi de şübhesiz ulum-ı diniyyedir ve en evvel himaye edilmesi lazım gelen şube-i ilmiyye ulum-ı diniyye şubesidir. Darul-fünun müderrisin-i kiramının tanzim-i umuru uhdelerine tevdi‘ olunan ulum-ı İslamiyyeye karşı en vasi‘ bir himayekarlık göstermeleri beklenirken asgari bir himayekarlık bile göstermemeleri pek şayan-ı hayrettir. Acaba niçin lazım gelen himayekarlığı göstermediler veyahud göstermek lüzumunu hissetmediler?... Bu nokta halli müşkil bir muamma halinde nazara çarpıyor ve zihni pek ziyade tırmalıyor. Ulum-ı diniyye tedrisatına hatıra gelebilirse de bu ihtimale bir hakikat nazarıyla bakılamaz. Bu ihtimalin hakikat halini alması darul-fünun müderrisin-i kiramının ahval-i umumiyye-i beşeriyyeden gafil bulunmalarına vabestedir müderrisin-i kirama böyle bir gaflet isnad etmek ilim ve fennin hasiyet-i tenviriyyesini inkar etmekle tev’em olur. Mahdud mikdardaki ferdleri müstesna olmak üzere hiçbir hey’et-i ni ve hiçbir zaman tecerrüd edemeyeceğini herkesten evvel darul-fünun müderrisleri bilir veyahud onların bilmeleri lazım gelir. Fil-vaki‘ muamelat-ı resmiyye ve siyasiyyesinde saha-i diyanet haricine çıkan hey’et-i resmiyye ve siyasiyyeler yok değilse de hayat-i ictimaiyyesinde kuyudat-ı diniyyeden tecerrüd ederek tamamen azade-ser kalmış medeni nim medeni gayr-ı medeni hiçbir hey’et-i ictimaiyyeye tesadüf edilemez. Fil-hakika bir müddet hissiyat-ı diniyye zaafa uğramışsa da bu za‘fiyetin bünye-i beşeriyette pek müdhiş ve pek mühlik cerihalar açtığı tecrübeler ile anlaşılmış ve bu cerihaları yine hissiyat-ı diniyyenin tedavi edebileceği efkarda temerküz etmiş bulunduğundan dolayı dünyanın her tarafında hissiyat-ı diniyyenin takviyesine lüzum-ı şedid görülmüş ve bu uğurda tedbirler ittihazına başlanılmıştır. Hissiyat-ı diniyyeyi takviye edecek olan müessesat ulum-ı diniyye müessesatıdır. Dünyada hiçbir şey ilimsiz vücuda gelemez. Tedyin ve tedeyyün de ancak ulum-ı diniyyeyi tedris ve tederrüs ile ta‘lim ve taallüm ile tedrisat programını okutabilecekleri dersler ile imla ettiler diyenler oluyorsa da biz muhterem müderrislerin bu derece hod-endiş bu mertebede hod-gam olacaklarına edilemez. Esasen hod-endişlik hod-gamlık beşeriyetin levazım-ı hayatiyyesindendir. Fakat bunun da memduh bir derecesi meşru‘ bir mertebesi vardır. O dereceyi o mertebeyi tecavüz edince mezmum olur. Her ferd ne derece hod-endiş ne mertebe hod-gam ise ayn-ı derecede diğer-endiş ayn-ı mertebede diğer-gam olmak vazifesiyle mükelleftir. Eğer ferdin karşısındaki bir hey’et-i ictimaiyye ise hod-endiş ve hod-gam olma[ma]nın lüzumu daha ziyade kesb-i ehemmiyet eder. Bu mes’elede müderris beylerin karşısında hem mühim mikdarda ferdler hem de bütün bir hey’et-i ictimaiyye bulunuyor. İlahiyat Fakültesi teşkilat-ı hazırasının şimdiki tedrisat projesinin müderrisin kadrosunun bir taraftan yüzlerce aile reisini medar-ı maişetten diğer taraftan da hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyyeyi ulum-ı diniyye füyuzatından mahrum bıraktığı vakı‘a bir hakikat-i meşhudedir. Fakat mevcud kürsülerine birer kürsü de neticenin ihzar edilmiş olmasını ilim ve fennin telkin ettiği diğer-endişlik ve diğer-gamlık hissiyatıyla mütehassis bulundukları şekk ü şübhe götürmeyen darul-fünun müderrisin-i kiramının su-i niyyetlerine atf u isnad edemeyiz. Darul-fünun Emini İsmail Hakkı Beyin gazetesinde neşr ettiği bir makaledeHayattan tarihten tard ettiğimiz softalığı darul-fünuna sokmak zilletini kabul edemeyizdemiş olmasına nazaran işin içine kin hiddet taassub girdiği anlaşılmakta ise de bu sözler yalnız kendi hissiyatının tercümanıdır. Mütefekkirane mekinane vakûrane sekinetli sükunetli olmayan bu sözlere diğer müderrisin-i kiramın iştirak edeceklerine Varid-i hatır olan bu ihtimalatın hiçbirine hakikat nazarıyla bakılamayınca İlahiyat Fakültesinin bu şekle sokulması esbabı halli müşkil bir muamma halinde nazara çarpıyor ve zihni pek ziyade tırmalıyor. Fakat esbab ne olursa olsun netice ma‘lum ve muayyendir: Akamet-i kat‘iyye… Bu akamet karşısında söylenilecek son söz de şudur: Vebali müderris beylerin boynuna! Bu darul-fünunlar karşısında bizim darul-fünunumuz tali bir mektep vaziyetinde kalır. Memleketimiz milletimiz Avrupada vaki‘ memleketlerin milletlerin nail bulunduğu ilmi medeni sınai füyuzattan mahrum ise bu mahrumiyet darul-fünunumuzun Avrupa darulfünunları derecesinde neşr-i feyz edememesinin husule getirdiği bir mahrumiyettir. Millet ve memleketimizin dünyevi ihtiyacat-ı ilmiyyesini tamamen ve kamilen tatmin etmek derecesine henüz yükselmemiş olan darul-fünunumuzun Avrupa darulfünunlarının yetiştirdikleri müsteşriklere muadil müstağribler yetiştirememesi pek şayan-ı istiğrab değildir. Fakat yetiştirdiği ulum-ı dünyeviyye aşinaları miyanında birkaç tane de ulum-ı diniyye aşinası bulunması pek ziyade şayan-ı temenni idi. darul-fünunumuz bütün bu ne-vakıs-ı ilmiyyesiyle beraber mütevazı‘ da değildir! Muhterem müderrisler miyanında tahsil tedkik tetebbu‘ suretleriyle yetişmiş ulum-ı diniyye aşinaları budiniyyenin aded ve nevi‘lerini tali ve ali kısımlarını -sem‘ tarikiyle olsun- bilmediklerine ve onun için İlahiyat Fakültesinin vaziyet-i ilmiyyesini devekuşunun vaziyet-i nev‘iyyesine benzetmiş olmalarına kat‘iyyen ihtimal verilemez. Maa haza bilmemeleri de bir ma‘zeret teşkil edemez. Bu surette uhdelerine terettüb eden vazife tedrisat-ı diniyye programını tanzime çalışırken erbab-ı vukûf ile müşavere ve müzakere etmek idi. Menafi‘-i umumiyyeye müte‘allik pek mühim bir mes’ele de ilimsiz vukûfsuz müzakere ve müşaveresiz hareket edilemeyeceğini hiçbir kimse bilmezse onlar bilir idi. Bu cihet de yapılan işin ulum-ı diniyyeye külliyyen vukûfsuzluktan mütevellid olması ihtimalini zihinlerden silip çıkarmaktadır. Kendilerine aid tedris kürsülerine birer kürsü daha Maarif Vekaleti tarafından atılan hatalı adımlar daha bugünden anlaşılmıştır. Askeri mektep ve tedrisat bu memleket için nasıl hayati bir mes’ele ise dini tedrisat da öyledir. Halbuki Maarif Vekaleti asırlardan beri memlekete neşr-i füyuzat etmiş ve hala da etmekte olan ilmi müessesatı bir emr-i yevmi ile sed ediyor. Maarif Vekaleti bu medreseleri kapattı da yerine başka bir mektep mi açtı? Yahud talebesini mekteplere tevzi‘ mi etti? Anadolu halkının binlerce müracaatları cehaletten acı acı şikayetleri üzerine Birinci Büyük Millet Meclisi tarafından açılmış olan bu ilim müesseselerini Tevhid-i Tedrisat Kanununa tevfikan memlekete daha nafi‘ bir şekle ifrağ etmek mümkün değil mi idi? Maarif vekil-i hazırı medarisin şekl-i mütekamili olan Darulhilafe namındaki medreselerin olduğu gibi yalnız söylediği halde sınıflar ilga edildi programlar altüst oldu. Yalnız birkaç ders ismi konuldu. Bu münasebetle açıkta kalan mualliminin adedi yalnız İstanbulda yüzden fazladır. Hani ya kadrosuyla aynen ibka ediliyordu? Tahsil aşkıyla terk-i dar u diyar etmiş birçok talebe sokaklara döküldü ne yapacağını şaşırıp kaldı. Dahilin birinci ve sinde mülga olduğu bildirilen kısımların muallimlerine Mart ve Nisan maaşları verilmedi verilmeyeceği söylendi. Fakat bunlar iş başında çalıştırıldı. Masrafı Evkaftan idaresi Şer‘iyyeden olan Medresetül-Vaizin de Maarife devr edilmişti. Bu medrese için Evkaf bütçesine mevzu‘ olan para -on iki bin lira- Maarif bütçesine nakl edildi. Maarif bu parayı aldı. Fakat sonra ne yaptı? İşittiğimize göre birkaç gün mukaddem medresenin mülga olduğuna dair Maarif Vekaletine bir emir gelmiş. Hatta Vekaletten emir değil İstanbulda bulunan müsteşar beyden bir kağıd. Acaba Maarif Vekaleti Maarif müsteşarı bu emri nasıl veriyor? Vaizlerin parası kendi bütçelerine nakl edilmemiş midir? MedresetülVaizinin bir nizamnamesi yok mudur? Bunu lağv etmek bir müessese için ona mahsus tahsisat Evkaftan neden ve ne diye alınmıştır? Neden dolayı Vaizin Medresesi lağv edilmiştir? Hakiki vaizlere ihtiyac yoksa vaizlerin ta‘yini Diyanet İşleri Riyasetine aid olduğu kanunda neden tasrih edilmiştir? Madem ki vaize ihtiyac varmış ve madem ki bunların mercii de Diyanet İşleri Riyaseti emir ile sed ve ilga ediyor? Memlekete lazım olan vaizler yerden mi bitecektir? Hem de vaizine mahsus olan para alındıktan sonra! Maarif Vekaletinin garib garib icraatı yek-diğerini vely ediyor. Gerek terbiyede ve gerek tedrisatta vahdet te’mini için Büyük Millet Meclisi üç Martta bir Tevhid-i Tedrisat Kanunu neşr etti. Bu kanun mucebince ilmi müesseselerin idaresi Maarif Vekaletine geçiyor. Memleketin şerait-i hayatiyyesine göre muhtelif ihtiyacatın mahsulü olan ve şimdiye kadar ayrı ayrı vekaletler tarafından müessesat-ı ilmiyye ve diniyye Maarif Vekaletine devr ve rabt ediliyor. Fakat dikkat olunacak nokta asıl şurasıdır: Ba‘dema askeri ve dini tedrisata nihayet verilecek denilmiyor. Bunların lüzumu teslim edilmekle beraber memleketin muhtelif ihtiyacatına göre vücuda gelmiş olan bu müessesat ba‘dema bir elden idare olunacak deniliyor. Bu olur mu bilmeyiz fakat madem ki erbab-ı hall ü akd böyle münasib görmüş; pekala… Lakin iş bu şekilde kaldı mı? Kanunun neşrinden birkaç gün sonra Maarif vekili değişti. Sabık vekil medreseleri müdürlerin yanında birer masa mı ihdas etmeli diye bazı meb‘uslarla istişare ediyordu. Yeni vekil ise Tevhid-i Tedrisat Kanununun tatbikatına yüzlerce müessesat-ı ve ilgaya dair bir kelime bile yoktur. İdarenin tevhidiyle bu müesseseler daha nafi‘ bir şekle sokulacaktı. Şimdi vekil bey icraatında bir kanuna mı istinad etti?An prensipböyle yaptığını söylüyor. Maamafih vekil bey bu prensiplerini yalnız medreseler hakkında tatbik edebildi. Askeri mektepler diyebiliriz ki bunun haricinde kaldı. Onları kapatabilmek şöyle dursun programlarını bile değiştiremedi ve değiştiremeyecektir. Çünkü bu memleket yaşayacaktır ve yaşamak hakikattir. Asker öyle mantar gibi yerden biten bir şey değildir. Hakiki asker olabilmek için tahsil-i ibtidaisinden Ta ki askerliğini kendisi için bir meslek ittihaz eylemiş olsun. Lise me’zunu bir efendi hiçbir vakit arzu edildiği gibi bahriyye veya berriyye zabiti olamaz. Mekteb-i Bahriyyede verilecek terbiye Mekteb-i Bahriyyede okutulacak tabiiyyat dersleriyle liselerdeki terbiye ve dersler elbette bir olamaz. Bunu kabul etmemek kadar riye namzed ve ihzari sınıfları da olduğu gibi kalmış ve Maarif Vekaleti onlara el uzatamamış ise Kuleli ve diğer Asker idadileri Mekteb-i Bahriyyenin ihzari sınıfları medreseler hep hep Maarife rabt edilecek idi. O zaman askeri idadilerin aynen muhafaza edileceğini ve bütün inkılabın yalnız medreselerin ilgasını istihdaf eylediğini söyleyenler aldanmamışlar! Medreseler Tevhid-i Tedrisat Kanunundaki kat‘i sarahate rağmen büsbütün ortadan kalktı. Fil-hakika Tevhid-i Tedrisat Kanununda medreselerin hususi vakıflar tarafından idare olunan bil-cümle medreseler ve mektepler Maarif Vekaletine devir ve rabt edilmiştir. Bu maddenin manasına ve inkılabın ruhuna göre medreseler ilga ve talebesi talim ve terbiyeden mahrum edilmeyecek ibtidai derecede olanları Maarifin ibtidai mekatibine tali olanları da liselere kalb veya ilhak edilecek ve bu medreselerdeki binlerle talebenin başka mekteplere yerleştirilmesine bile pek lüzum görülmedi. Sanki nasılsa medreseye girmiş olan çocuklar bu memleketin evladı değilmiş gibi bir sene-i tedrisiyyenin ortasında darmadağın edildiler. Buna mukabil askeri idadisi Mekteb-i Bahriyyenin ihzari sınıfları duruyor. Bu satırları hiç şübhesiz askeri idadilerinin medreselere benzetilmesini taleb etmek için yazmıyoruz. Bu muzır fikir hatırımızdan bile geçmez. Bilakis onların ibkasından çok memnunuz. Çünkü ihtiyac ibkalarını amirdir. Fakat o kadar hararetle heyecanla vecd ile yapılan inkılabların kanunların hep böyle hoşumuza giden ve işimize gelen şekilde mi tatbik edileceğini anlamak istiyoruz. Tevhid-i Tedrisat Kanunu eğer yalnız medreseleri yıkmak talebesini sokağa atmak maksadıyla yapıldıysa hin-i tanziminde hakikati olduğu gibi söylemeli değil miydi? Kanuna diğer mektepleri idhal etmekde yeknesak ta‘-lim ve terbiyeden bahseylemekde bil-cümle medrese ve mekteplerin Maarif Vekaletine devr ve rabt edileceğini maddeye koymakda ne mana vardı? Medresedeki talebenin perişan hali karşısında bu suali sormaya hakkımız yok mu? Eğer hakkımız yoksa lütfen söyleyiniz? Talebe mektupları: Tevhid-i Tedrisat mes’elesinin tatbikine başlandığı günden beri tereddüd ve hayret içinde bulunuyoruz. Ne yapacağımızı şaşırdık. Talebenin bir kısmı tahsillerinin sarsılmış olmasından pek müteessir bir halde bulunuyorİşte bir sürü icraat ki bunlar yapılırken hükumetin kanunları memleketin ihtiyacları değil şahsi prensipler gözediliyor. Evkaf Müzesinin lağvı teşebbüsü de bu cümledendir. Acaba vekil bey Evkaf Müzesini gezmişler görmüşler ve bunun ne olduğunu anlamışlar da onun için mi lağvına teşebbüs ediyorlar? Fakat çok rica ederiz artık memlekette şahsi prensipler değil kanunlar hakim olsun bunu bilhassa meb‘uslarımızdan rica ediyoruz. İş sa‘atte bir kanun yapmak değil yapılan kanunların tatbikini te’min etmek ve kanunlara karşı herkesin kalbinde bir hiss-i hürmet ve itaat uyandırmaktır. Ancak bu suretledir ki memleket terakkiye halk da refah ve saadete kavuşabilecektir. Tevhid-i Tedrisatın Tarz-ı Tatbiki Son Mart inkılabının etrafında en çok gürültü edilen bir kısmı da Tevhid-i Tedrisat mes’elesi idi. Bütün tedrisat tevhid edilecek Evkaf mekteplerinde medreselerde askeri rüşdi ve idadilerinde mekatib-i bahriyenin addedilmeyen evlad-ı vatan liselerde yeknesak bir ta‘lim ve terbiye görecek idi. O zaman bu bahis etrafında bermu‘tad epey parlak ve mutantan nutuklar irad edildi. Bu olmadığı ibtidai ve tali tedrisatın ta‘bir-i cedidiyle ilk ve orta tedrisatın bütün evlad-ı vatana aynı şekil ve ruhta gösterilmesi gaye olduğu söylenildi. Halbuki Harbiye ve Bahriye mektepleri İlahiyat Fakültesi gibi bazı ihtisas mekteplerine girecek talebe için bazı hususiyetler kabul etmek lazım idi. Liselerde yetişen talebe kim ne derse desin Mekatib-i Harbiyye ve Bahriyyenin istediği bir şekilde zabt u rabt altında yetişmez Yine İlahiyat Fakültesine girecek talebeye kifayet edecek kadar Arabca hiçbir lisede okunmaz. Fakat inkılab yaparken bunları kim düşünecek idi? Tevhid-i Tedrisat terkib-i izafisi güzel dil-firib cazibti… sarmıştı. Tevhid-i Tedrisat inkılabının har tarafdarları ise ilcayı zaruret sevk-i ihtiyac falan tanımıyorlardı. nız bizim ulum-ı diniyye tahsil ederek İslam alimi olmak gayemiz te’min edilmelidir. Biz istikbalimizi açık bir surette göremediğimiz için tereddüd ve endişeye düşüyoruz. İstikbalimize dair eski hoca efendilerimize soruyoruz. Onlar da sarih ve kat‘i bir şey söylemiyorlar. Ne yapacağımızı şaşırdık. Onun çok talebeler vardır. Onların da bu hususta ne düşündüklerini anlamak bizim için faideli olacaktır. Geçenlerde Ankara Lisesi bir teşebbüste bulundu: Türkiye dahilindeki bil-umum liselerin on birinci sınıf talebesinin bu sene me’zun addedilerek eski nizamname mucebince bila-imtihan darul-fünuna kabulleri için Maarif Vekaletinden müsaade istediler. Muvaffak da oldular zannederiz. Biz de istikbalimiz hakkında ma‘ruzatımızı evliya-yı umur efendilerimize arz edersek kabul edileceğini şübhesiz addederiz. İstikbalimiz kat‘i ve vazıh bir surette anlaşılmalı ki rahat rahat derslerimize devam edebilelim… Bir kısım İstanbul kadınının irtikab ettiği cürm-i ictimai Celal Esad Bey ser-levhasıyla gazetesinde şayan-ı dikkat bir musahabe neşr etmiş İstanbulda bugünkü kadın sefahetinin bünye-i etmiştir. bazı fıkralarını aynen nakl ediyoruz: lar. Şimdi bir kısmımızı yani ibtida-yı haric üçten aşağısını lisenin beşinci sınıfına kabul etmek lütfunu gösteriyorlar ki bu sınıf ibtida-yı haricin değil ancak ihzarilerin birinci sınıfına mukabildir. İbtida-yı haric lisenin yedinci sekizinci sınıflarına muadildir. İbtida-yı dahil üçü ikmal edenler de İlahiyata girebilecek. İbtida-yı dahil bir ve hiçbir karar yok. Biz ulum-ı diniyye tahsili için medreselere ler İlahiyata girebilmek suretiyle bu meslek-i ilmiyi ta‘kib edebilecekler. Diğerleri için buna imkan kalmıyor. Biz tevhid-i tedrisatın başka türlü olacağını zannediyorduk. Medreselerin programları ve teşkilatı bozulmadan olduğu gibi Maarife devr olunacak diye biliyorduk. Yoksa bizim medreselerimizin lağv olunacağına dair Mecliste hiçbir söz geçmemişti. Şimdi bir kısmımız liseye kabul olunuyor. Fakat lisedeki dersler ulum-ı diniyye mütehassısı yetiştirmek için lazım gelen ma‘lumat-ı edince İlahiyat şubesine nasıl girebilecekler? Farz edelim ki lise me’zunu diye kabul edilecekler. Fakat Arabca bilmeden İlahiyat için lazım gelen mukaddimat-ı ulum-ı diniyyeyi tahsil etmeden İlahiyattaki yüksek tedrisatı nasıl ta‘kib edebilecekler? Bu cihetlere bizim aklımız erdiği halde evliya-yı umur efendilerimizin akılları ermemesi olamaz. lerden de henüz bir şey anlamadık. Buradan çıkanlar ve Hatib Mektebi dedikleri yeni mektep ibtidai derecesinde mi yoksa lise derecesinde mi bir mekteptir? Bu da henüz belli değil. Yalnız belli olan bir şey varsa o da bizim tahsilimizin sarsılmasıdır. Bizim bunda ne kusurumuz vardı bilmiyoruz. Eğer biz derslerimize çalışmayarak tenbellik ederek boş yere millet ve devletin parasını heder etseydik o vakit bizim kolumuzdan tutup dışarı atmak kadar haklı bir şey olamazdı. Halbuki biz medresede bize gösterilen derslere son derece bir şevk ve hevesle çalıştık. Ulum-ı diniyye ile beraber ulum-ı riyaziyye ve tabiiyyeye aid dersler de gördük. Hasılı ne tedris olunduysa hepsinden imtihan verdik. Yine de vermeye hazırız. Hani demek isteriz ki tahsil hususunda bir kusurumuz bir tenbelliğimiz yoktur. Şu halde bizim tahsilimizin sarsılması muvafık-ı hak ve adalet olamaz. Bizim gayemiz ulum-ı diniyye tahsilidir. Binaenaleyh bunu hakkıyla te’min için lazım gelen esbaba şimdiden tevessül olunmasını evliya-yı umur efendilerimizden rica ederiz. Bizim merciimizin şu vekalet veyahud bu vekalet olmasının bizce ehemmiyeti yoktur. Hepsi birdir. Yal Hürriyet-i nisvan da‘vasını güdenler gayelerine vasıl olmak için daima Türk kadınlarının erkeğin istibdad ve esareti altında her türlü hukûktan mahrum olduğunu memlekette medeniyet ve terakkinin husulü için kadının manlar olmuştu ki bu propaganda hemen bütün gazeteleri bütün mecmuaları kaplamıştı. Hatta gazeteler ve mecmualar da kafi gelmeyerek ayrıca kadının hürriyeti eden cem‘iyetler hep kadının hürriyeti uğrunda ibzal-i mesai ediyordu. Bir taraftan bu gayr-ı resmi propagandalar devam ederken diğer taraftan saltanatın Maarif Nezareti de kız mekteplerinde inkişaf ve teceddüd hareketini ve ta‘mim ediyordu. Mektepler tedris ocağından çıkarak adeta tiyatro sahneleri haline getirilmişti. yaşında kızlar çıplak bacaklarla sahnelerde Nezaret erkanına piyesler temsil ediyordu. Buna karşı itiraz eden evliya-yı etfal ise mürteci‘ damgasıyla İdare-i Örfiyyenin bi-eman pençesine geçmekten yakasını kurtaramıyordu. Hürriyet-i nisvan avukatları bazen sermest-i gurur olarak kadının hicabını ayaklar altında çiğnemek için ictimalar tertib edecek kadar şımarıklık göstermeye kalkışıyorlardı. Bütün bu hareketlerde ileri sürülen sebeblermemlekette medeniyet ve terakkinin husulü için kadının hürriyeti te’min edilmesi lazım geldiğinakaratından ibaretti. Çünkü garbın terakkisi kadının mutlak hürriyetinden tevellüd ettiğini bir mütearife halinde ileri sürüyorlardı. Halbuki bu batıl bir zehab idi. Bunun butlanını isbat beşeriyye vardır ki hürriyet-i nisvaniyye ile başlamış olsun? Bilakis hürriyet-i mutlaka saltanat-ı nisvaniyye medeniyetleri mahv ve münkariz etmiştir. Kadının hürriyetini taleb gibi bir da‘va pek cazib göründü. Tekrar edile edile bazı dimağlarda bir mefkure haline getirildi. Kadın erkek birçok kimseler gayr-ı şuuri olarak bu cereyana kapıldılar. Lakin taleb olunan bu hürriyetin mahiyeti neden ibaretti? Esir olduğu iddia edilen Türk kadını hey’et-i ictimaiyyeden ne istiyordu? Çalışmak müstahsil olmak mı? Esasen köylü kadını bunu yapıyordu. Hey’et-i ictimaiyye de pek tabii görüyor muharriri hey’et-i ictimaiyyemizi tehdid etmekte olan en derin yaraya basmıştır. Fil-hakika bugün bir yol tuttu ki önüne geçilemediği takdirde bu yeni yol hey’et-i ictimaiyyemiz için pek büyük bir felaketi intac edeceğini şübhesiz addetmek lazımdır. muharririnin dediği gibi dün kolunu hekime gösterirken büyük bir hicab duyan bir kadın bugün koltuklarına kadar kollarını memelerine ve arkasının ortasına kadar göğsünü arkasını açarak herhangi bir yabancının kolları arasında gazinolarda salonlarda barlarda kulüplerde her nevi‘den her cinsten kimselerin huzurunda dans ediyor. İstanbulun ecnebi işgali zamanında başlayan bu hareket-i cedide az zamanda o kadar büyük bir mesafe kat‘ etti ki hayretler içinde kalmamak kabil değildir. Acaba Meşrutiyeti müteakib ortaya atılanhürriyet-i nisvan te‘ali-i nisvanda‘vaları bu gayeye vasıl olmak edemediğini terennüm edenlerin artık bu kabil şikayet Meclisi İstanbulun namuslu hamiyetli faziletli evladına selamlarını hürmetlerini iştiyaklarını iblağ ederken kadın olsun erkek olsun milletin mukaddesatını hiçe sayan namusunu lekeleyen nefis ve hevasına esir olanların da bir gün gelip hareketlerinin hesabını vermekten kurtulamayacaklarınıihtardan geri durmaz neşr ettiği beyannameler ile herkesi mukaddesat-ı milliyyeye hürmete da‘vet ederdi. kara günlerin bir hatıra-i elimi olmak üzere İstanbula yadigar kaldılar. gazetesinin yazdığı vechile bit-tabi‘ bu ahval bünye-i ictimaimizi tehdid eden bir zehirdir bir afettir. Bunun önüne geçmek bünyan-ı ictimaimizi inhidamdan kurtarmak demektir. Hiç şübhesiz bu bir felaket-i Hiçbir millet bünyan-ı ictimaisini sarsacak tehlikelere afetlere karşı la-kayd kalamaz. İctimai tehlikeler siyasi tehlikelerden büyüktür. Bir millet rasanet-i ictimaiyyesini muhafaza ettikçe her türlü mehalike karşı göğüs gerebilir. Fakat bünyan-ı ictimainin sarsıldığı gün artık en küçük bir sadmeye bile mukavemet imkanı kalmaz. Derhal dağılır gider. Hey’et-i ictimaiyyenin ahlaki ve ictimai zihniyetlerine hislerine fikirlerine ananelerine muhalif ef‘alin ruhlarda derin ıztırablar husule getireceği tabiidir. –Kadın olsun erkek olsun– bir takım kimseler hevesatını tatmin harekette kendilerini serbest addediyorlarsa aldanıyorlar. en birinci vazifesidir. Hey’et-i ictimaiyyenin müesses desatir-i ahlakiyyesini nizam-ı ictimaisini hukûk-ı mukaddesesini Hey’et-i ictimaiyyenin müesses kavaid-i ahlakiyyesiyle kendini mukayyed addetmeyen hürriyet-i mutlaka tarafdarlarının hareketlerine imtisalen bir zümre-i efrad kalkıp da kavanin-i memleketin pek haksız yahud pek şiddetli olduğu bahanesiyle o kanunlara itaatten inhiraf ederek kendi mizac ve temayüllerine göre tanzim edecekleri kavaninin gayrı kanunlara ri‘ayet etmeyeceklerini mukayyed addetmeyenler acaba bu iddiayı ne suretle telakki ederler? Acaba barlarda dans salonlarında kolları göğüsleri arkaları uryan bir halde yabancı herhangi bir erkekle dans eden Türk-müslüman kadınları bu hareketlerine hey’et-i ictimaiyyenin muarız olmadığına mı zahibdirler? Eğer hey’et-i ictimaiyye denince Fransız Rus yahud diğer bir garb hey’et-i ictimaiyyesini anlıyorlarsa o vakit diyecek yoktur. O hey’et-i ictimaiyyeler takbih etmiyordu. Çünkü o hakiki bir ihtiyacdan mütevellid dınların istedikleri bu değildi. Onlar çalışmak müstahsil olmak değil; zevk u sefahet etmek istiyorlardı. Yani gayr-ı meşru‘ ve mutlak bir hürriyet-i ictimaiyye taleb ediyorlardı. Hiçbir vazife-i ictimaiyye mukabili olmayan bu taleblerinde bit-tabi‘ haksız idiler. Onun için hey’et-i etmedi daima red ile karşıladı. Hey’et-i ictimaiyyenin bu red ve takbihi karşısında kadının istihsal-i hürriyeti da‘vasında bulunanlar irade-i kalkıştılar. bit-tabi‘ bu hareketler milletin hissiyatını çok rencide etti. Harb-i Umuminin bar-ı tekalifi altında ezilen millet bu ahval karşısında derin bir yeis ve fütura düştü. Diğer taraftan siyasi tehlikelerin azameti de ictimai tehlikelerle iştigale meydan vermiyordu. Bu tezebzüb ve fetretlerin neticesinde İstanbul ecnebi deme istilaya ma‘ruz kalmaya başladı. Bunca zamanlardan beri bi-payan tecavüzat ve mesaibe duçar olduğu halde esasat-ı ictimaiyyesinin rasaneti sayesinde dağılmayan elinde silahı olmadığı halde meydanına çıkan Anadolu müslümanları bila-istisna kadın erkek dişiyle tırnağıyla mücahedeye girişti. ma‘ruz kaldı. Anadolu milletin istiklal-i siyasi ve beka-yı ictimaisini te’min için düşmanla canıyla başıyla çarpıştığı sırada pek sevdikleri garblıların kuva-yı zabıtasına dayanarak Türk-Müslüman kadınının hürriyetini i‘lan ettiler. İstanbulda te’sis edilen dans salonlarına bir takım Türkmüslüman kadınları gelip de hürriyetlerine kavuşmaktan mütevellid büyük bir huzuz-i nefsani içinde sermest bir halde Fransızlar yahud İngilizlerle kol kola dans ettikleri zaman Anadolu kadını ayağında yırtık çarığıyla karlı dağları çamurlu ovaları aşarak bazen kırık kağnısıyla bazen de arkasında cephane taşıyordu. İstanbulda bir takım kadınlar bütün şeair-i milliyye ve diniyyeyi ayaklar altına alarak milletin hissiyat ve mukaddesatıyla istihza ve i‘lan edilen hürriyet-i ictimaiyyeden mutlak surette sürerek mücahidler ordusuna gıda yetiştiriyordu. O zaman sefahet alemleri o mücahidler diyarına aks ettikçe ruhlar derin yeis ve ıztırablar içinde kıvranırBüyük Millet ahval ve harekat-i ictimaiyyeye karşı neşr ettiği beyanname ve icrasını deruhde ettiği vazife ruh-ı milliyi vicdan-ı kiyaset idi. Kuvve-i icraiyyemiz her zaman bu eser-i kiyaseti göstermek kudretini haizdir. Anadolu mücahedesi zamanında İstanbul ahalisine hitaben neşr olunan beyannamenin ne kadar azim bir hüsn-i te’sir icra ettiği irade-i ictimaiyyeyi istihfaf ile ruh-ı milli ve vicdan-ı ictimaiye karşı hareket edenlerin cür’etleri ne kadar kırıldığı ma‘lumdur. Büyük Millet Meclisi Hükumeti bugün o kudret ve nüfuzunu zayi‘ etmemiştir. Biz zannederiz ki iki satır bir beyanname serkeşane hareket edenleri irade-i ictimaiyyeye inkıyada da‘vet ederse herkes itaat gösterecektir. Eğer ictimai kuvve-i te’yidiyye gibi icrai kuvve-i te’yidiyye de nüfuz ve ehemmiyetini zayi‘ etmişse -ki biz buna asla kail değilizo vakit işimiz artık Allaha kalmış demektir. Mukadderat-ı yoktur. Kuvve-i icraiyye ruh-ı milli ve vicdan-ı ictimaiye karşı hareket edenleri irade-i ictimaiyyeye itaate da‘vet ederse biz bunun fevkalade bir hüsn-i te’sir icra edeceğine kailiz. Bununla beraber -kadın erkek- memleketin faziletli ve hamiyetli evladı bir Müdafaa-i İctimaiyye Hey’eti teşkil ederek adab ve şeair-i milliyyenin muhafazası hususunda kuvve-i icraiyyenin ifa edeceği teşebbüsata müzaheret ederse az zamanda hayat-i ictimaiyyede büyük bir salah eseri görüleceğine İctimaiyat-ı milliyyenin inhilalden masun kalacağına şübhe yoktur. Bir taraftan kuvve-i ruh-ı milli ve vicdan-ı ictimaiye muhalif serkeşane hareketlerin avakıb-ı feciasını mümkün olan vesait-i ictimaiyye ettirmeyi taht-ı te’mine alması bugünün en müsta‘cel bir vazifesidir. Ancak bu suretledir ki fevza-yı ictimainin önüne geçilebilir. Aks-i takdirde inhilal-i ictimai muhakkaktır. Yevmi gazetelerde okunduğuna göre şimdiye kadar Evkaf İdaresinde umumun mütaleasına küşade bulunan vakıf kütübhanelerdeki kitaplar Maarif Vekaletinin lise mekteplerine nakl edilecekmiş! Eğer bu haber doğru bit-tabi‘ bu gibi şeylere muarız değildirler. Fakat emin olmalıdır ki bu ülkede sakin olan hey’et-i ictimaiyye bu ahvale tamamıyla muarızdır. Mahdud bir takım kimselerden ma‘ada milletin hey’et-i umumiyyesi kalben ve fikren bu ahvali tamamıyla takbih etmektedir. O halde nasıl olur da adedi pek mahdud olan bir takım kimseler on küsur milyondan ibaret olan koca bir hey’et-i ictimaiyyenin adab ve şeair-i milliyyesine karşı hürmetsizlik gösterebiliyorlar? Tabii bu kemal-i ehemmiyetle nazar-ı dikkate alınacak bir noktadır. İctimai kuvve-i teyidiyye acaba za‘afa mı duçar oldu ki bu serkeşane hareketler bi-perva irtikab olunuyor? Bir hey’et-i ictimaiyyenin kendi ruh-ı ictimaisine muhalif ve muarız tavır alanları irade-i ictimaiyyesine mukaddimatıdır. Acaba hey’et-i ictimaiyyemiz bir fevzaya doğru mu gidiyor? Hey’et-i ictimaiyyenin adab ve şeair-i milliyesine karşı serkeşane harekette bulunanlar galiba hey’et-i ictimaiyyenin olmaktadırlar. Ancak bu zehab iledir ki ruh-i ictimaiye karşı olan bu hareketlerinde devam edebiliyorlar. Yoksa hey’et-i ictimaiyyenin kalben ve fikren bu ahvali takbih etmediğini iddia edecek kadar küstahlıkta bulunamazlar zannederiz. Eğer mütevali yorgunluklar takatinin fevkinde fedakarlıklar musibetler istilalar muhaceretler işsizlikler saikasıyla hey’et-i ictimaiyyenin ictimai kuvve-i te’yidiyyesi za‘afa duçar olmuşsa kendi ruh-ı ictimaisine muhalif harekette bulunanları irade-i ictimaiyyesine inkıyad ettirmek kudretini zayi‘ etmişse o vakit kuvve-i icraiyyenin bu hususta müzaheret ve muavenet göstermesi zaruret kesb eder. Zira kuvve-i icraiyye idare ettiği hey’et-i ictimaiyyenin derecede derinleşmesine elbette la-kayd kalamaz. O bahşetmek için kuvve-i icraiyye pek hassas olmak lazım gelir. Vakı‘a herhangi bir vazife-i ictimaiyye bir vasıta-i harekat-ı ictimaiyyeyi me’murin vasıtasıyla ıslaha teşebbüs etmek müşkildir. Fakat bir hey’et-i ictimaiyye arasında tehlike-i ictimaiyye baş gösterirse buna karşı da kuvve-i bazen kuvve-i icraiyye siyasi fevzalar karşısında tedabir-i fevzalar karşısında da ruh-i ictimainin eninlerine ıztırablarına kulak vererek irade-i ictimaiyyenin kuvve-i te’yidiyyesi vazifesini deruhde etmek zaruret halini Kuran tercüme ve tefsiri diye neşr edilmekte olan eserlerin hatalarla mali olduğunu gören müslümanlar bu nüshaları imha etmekte olduklarını Kareside çıkan gazetesi yazmaktadır. Refikimizin muharrirlerinden bir zat bu yeni tefsirleri yırtan bir müslüman ile mülakatını şu suretle nakl ediyor: Dün çarşıda dolaşıyordum. Bir efendi bu tercümelerden bir cüz’ edinmiş elinde götürüyordu. Diğer bir arkadaşı yanına geldi. Kitabı görünce: – Bırak şu…... dedi. Elinden cüz’ü aldı yırttı yırttı parçalarını cebine attı. Dayanamadım sordum: – Efendi yırttığın o yapraklar nedir? Dedi ki: – İstanbulda birkaç kişi bir araya gelmiş tefsir diye bir şey yazmaya başlamış. Bu baştanbaşa hatalı imiş. Biz adamakıllı tefsir istiyoruz. Böyle .…leri ne yapalım? Dayanamadım yırttım. Parçalarını yere atacaktım. Fakat içinde mübarek ayetler de var! Onun için cebime koyuyorum. Evde ateşte yakacağım… Muharrir bu hadiseyi nakl ettikten sonra şu mütaleayı dermiyan ediyor: Bu hadise bir hakikattir. Düşündüm: Tefsirciler acaba lara atıyor! Peki Kelamullahın haşa ne kusuru var ki bu muameleye ma‘ruz kalsın?! Yarın dosdoğru bir tefsir tercümesi yazılmış olsa da mukabil taraf da aleyhinde propaganda etse ve bu tercüme dahi aynı akıbete uğrasa ne olacak? Ben yeni tefsirin ne kıymette olduğunu idrak edecek bir ihtisasa malik değilim. Fakat öyle düşünüyorum ki yeni tefsircilerin ihtimal sevab kazanmak maksadıyla giriştikleri bu iş şu akıbete ma‘ruz kaldıktan sonra topladıkları vizr ü veballer tam yedi silsilelerine kadar sürüp gidecek bu günahkarlık –farkına varılmaksızın– Kitabullahın da dedikodular arasında hakaretler arasında kalmasını mucib olacaktır. Abone müddetleri hitam bulup da irsalatın devamını arzu eden zevatın lütfen abonelerini tecdid buyurmaları rica olunur. lid olduğuna şübhe yoktur. Teceddüd hevesi mecra-yı tabiisinden taşarak etrafındaki mezru‘at ve mahsulatı Her türlü teceddüde akıl erdirebiliriz fakat maarif aleyhine ilim ve ma‘rifet zararına yapılan teceddütlere akıl erdiremiyoruz. Medreselerin ilgaları maarif-i umumiyye aleyhine ilim ve ma‘rifet zararına gösterilen teceddüdlerin pek şayan-ı esef bir nümunesi dalgaları sükunet kesb ettikten sonra yapılan ilk ve büyük hatanın tashih olunacağını zannederken vakıf kütübhanelerin de ilgaları haberi karşısında kalıyoruz! Tekrar edelim ki eğer bu haber doğru ise maarif-i umumiyye aleyhine ilim ve ma‘rifet zararına pek fahiş bir hata daha irtikab edilmiş olacaktır. Bu kitapların liselere naklinden ne lise talebesi ne de lise muallimleri hiçbir suretle müstefid olamaz. Çünkü vakıf kütübhanelerdeki kitaplar liselerde okunan dersler ile alakadar değildir. Esasen talebenin bu gibi kitapları tedkik ve mütalea etmelerine vaziyet-i ilmiyyeleri kat‘iyyen müsaid değildir. Okuttukları dersler ile alakadar olmayan kitapları muallimlerin tedkik ve mütalea etmelerine de tetebbuatta bulunacaklar olursa kütübhanelere gitmelerine hiçbir mani‘ yoktur. Liselere faidesi olmayacağı muhakkak bulunan bu nakil keyfiyetinin haricdeki erbab-ı tedkik ve mütaleanın ilim ve ma‘rifetten mahrumiyetine sebebiyet vereceği de muhakkaktır. Kütübhaneler milletlerin umumi mektepleri ve milletletapları alınarak hususi mekteplere hususi talebeye verilirse memleketin maarif-i umumiyyesi müstefid değil mutazarrır olur. Seneden seneye bina değiştiren şekilden şekile giren me’murları arasında daimi tebeddülat ve tahavvülat bulunan liselerin gayr-ı mes’ul ellerinde bu kitapların zayi‘ olacağı da şüphesizdir. Ve bunların ziyaları ilim ve ma‘rifetin lehine değil bit-tabi‘ zararınadır. Onun için şayi‘ olan haberler doğru ise maarif aleyhine pek garib bir teceddüd gösterilmiş olacaktır! Ecdad ve eslafımızın bize bıraktıkları bu asar-ı ilmiyye ve fenniyyeye karşı hürmetkar bulunmak ve ashab-ı asarın ervah-ı tahiresini rencide etmemek lazım lazıme-i hürmet ve insaniyettir. dığı günden beri vukû bulan bütün hadisat müslümanlar arasında vahdet ve ittihad müesses olmadıkça fikir ve ahlak yükselmedikçe müteyakkız davranarak her türlü esbab-ı mukavemet hazırlanmadıkça bunların söz sahibi olmayacaklarını gösterip duruyor. O halde bu ayet-i kerimeden murad nedir? Lisan-ı Arabiye vakıf olup bu lisanda zevk-i selim sahibi olanlar bu ayet-i kerimeyi şu yolda anlıyorlar ki şeriat-i mutahharanın ahkamından hiçbiri müslümanları kafirlerin esaretine inkıyada kafirlerin tahakkümünü bir-rıza kabule cevaz verecek bir mahiyette değildir. Çünkü Cenab-ı Hak kelime-i küfrü sefil kelime-i İslamı ali kılmak ister. Kafirlerin hükmümüne boyun eğen kafirlerin hakimiyetini kabul ile müslümanların kanını dökerek kafirlere takarrub eden para kazanmak yahud mansıb sahibi olmak için bu kafirlerle dost olanların hepsi dall ve zalimdir. Bu ayetin te’vilinde dermiyan ettiğimiz bu beyanatı ayet-i kerimesi de te’yid eder. Bu ayet-i kerimedekiminkümmüslümanların kendilerinden olmayan evliya-yı umura itaat etmemeleri lazım geldiğini sarahaten ifade etmektedir. O halde ayet-i kerimesindeki nefy mü’minlerin başkalarına teslim-i giriban etmelerini nehy eden bir haberdir. Halik-ı ZülCelal bu suretle ahkam-ı şer‘iyyenin başkalarına teslim-i giriban etmeyi ibaha etmeyeceğini beyan buyurmaktadır. Nefy ile nehy murad etmenin misallerinden biri de tefsir etmekte olduğumuz ayet-i kerimesidir. Meal-i Kerimi Allahın mescidlerinde Allahın isminin anılmasını men‘ eden ve o mescidlerin yıkılmasına uğraşandan daha zalim kimse olabilir mi? Böyleleri için Allahın mescidlerine pervasız girebilmek yoktur. Bunlara dünyada zillet ukbada azab-ı azim vardır. Meşrık da Allahındır mağrib de; onun için hangi tarafa dönseniz Allahın vecihi muhittir alimdir. ayet-i kerimesindeki nefy cevami‘-i şerifenin bir tecavüze duçar olmasına etmiş bulunuyoruz. Bunun Kuran-ı Kerimde birçok mi-salleri vardır. Resulullahı ezaya duçar etmeniz mübah değildir.Diğer bir misal ayet-i kerimesidir. Bu ayet-i kerimeden murad kafirlerin hiçbir zaman müslümanlara hakim olamayacakları müslümanları kahredemeyecekleri müslümanların memleketlerine müstevli olamayacakları değildir. Vahdet-i İslamiyyenin parçalan- /- / / Nisa Suresi /] Başmuharrir Sahib ve Müdir Bu izahattan vech kelimesinin Cenab-ı Hakka izafe olunduğu zaman nur-ı tevhidden yani Allahın birliğini he yoktur ki insan meşrık ve mağribin hangi tarafına teveccüh ederse vechullahı hilkatinin her zerresinde münceli olan nur-ı tevhidi görür. Kuranda vech kelimesi insana izafe olunursa ekseriya veccüh ve ibadet ettiğine delalet eder. gibi ayetlerdeki vechden murad kinai manadır. Yani Cenab-ı Hakka teveccüh ve ondan başka kimseye Camilerde zikrullahı men‘e teşebbüs edenler camileri yıkmak isteyenlerin hedefi yukarıda beyan ettiğimiz hedefler yahud ancak Beyt-i Makdise teveccüh edilebileceği puthanelerde Allaha teveccüh edilebileceği da‘vası idi. Bunlara verilecek en beliğ cevab ve bunlara karşı dermiyan edilecek en kat‘i delil ayet-i kerimesidir. Meşrık da Allahın mağrib de Allahın olduğu için her nerede olursa olsun kendisine teveccüh eden evamir ve nevahisine salatü ves-selam Efendimiz buyururlar kiArz benim için cami oldudemektir. Artık Ehl-i Kitab ile sairlerinin bu hakaikten gaflet edipMücessime mezhebine zahib olarak müslümanların camilerde nur-ı ilahiyi ve hidayet-i rabbaniyyeyi aramalarına mani‘ olmaları manasızdı. Çünkümü’minler dünyanın hangi tarafında Cenab-ı Hakka teveccüh ederlerse vechullahı o tarafta bulurlar. Binaenaleyh ayet-i kerimede kıble mes’elesinden ve kıblenin Beyt-i Makdis mi yoksa Ka‘be mi olmasına Mü’minler kafirlerin camilere tecavüz etmelerine yahud şeair-i İslamiyyeyi ta‘til etmek üzere camilere girmelerine yahud müslümanları Allah yolundan alıkoymalarına suret-i kat‘iyyede mani‘ olmalıdırlar. Fakat bu kafirler camilere mülteci olarak girip kanlarının dökülmesine mani‘ olmak ve müslümanlarla harb etmekten ferağat eylemek isterlerse bunda bir günah yoktur. Böyle yaptıkları takdirde küffar ehl-i zimmet ve ehl-i ahd olurlar. Kanları haram olur hakları tecavüzden masun olur. Cenab-ı Hak buyuruyor. Şeair-i İslamiyyeyi ta‘til müslümanları zikrullahtan men‘ edecek olanların camilerden teb‘idi belki müşrikleri Müslümanlığa ta‘n etmeye rükn-i rekini Cenab-ı Hakkı tevhid ibadeti istimdad ve duayı ona hasr ve tahsis eden din-i İslamda tecsimi ifade eden bir şey bulunduğuna Allahın ancak herbiri Beytullah tesmiye olunan camilerde bulunduğuna ve ancak orada eda olunan Kuran-ı Kerim müşriklerin dermiyan edebileceği bu gibi da‘vaları red ve cerh için [ buyuruyor.] Camilere ta‘arruz edenleri def‘ etmeyi Cenab-ı Hakkın ferman buyurması onun orada mukim bulunmasından yahud yalnız orada kendisine teveccüh edileceğinden zikrolunmasından orada namazların eda olunmasından sulaha-yı ümmetin orada toplanmasından ileri geliyor. Burada şunu zikr etmek be-cadır ki ulema-yı İslam müteşabihat ile bunların te’vilini ihmal etmemişlerdir. Cenab-ı Hakka izafe olunan vech kelimesinin en güzel ma-ileyh diyor ki: Vech kelimesi birçok ayetlerde varid olmuştur. Bunun hakikatini ve mazharını anlamak istiyorsanız biliniz ki hakikati nur-i tevhiddir. Amelde mazharı . Mazharın veche-i ihlas olduğuna ayat-ı kerimesi delalet eder ki hepsinden murad o şekilde hareket edenlerin ihlas ile hareket ettiklerini beyan ile onları medh ü senaya mazhar etmektir. Vechden maksadın nur-ı tevhid olduğuna da bu ayet-i kerime delalet eder: Yani Allahın nur-ı tevhidinden ba ka her şey haliktir. Bundan da manası anlaşılıyor. / / / / / / Rum Suresi Arab müverrihlerinin Ümmül-Bilad tesmiye ettikleri Bakteryan Yaylasıbeşeriyetin mehdi akvam ve akaidin menşe-i aslisi tahmin olunmaktadır. Mukayeseli etnoloji ilminin tarih-i beşerin ilk edvarına isar ettiği za‘if ve gölgeli ışıkların muavenetiyle ırk-ı beşerin bu mesken-i ibtidaisinde birçok ailelerin ictima ederek şu‘ub ve kabail teşkil ettiklerini müteakiben tezayüd-i nüfus tazyikiyle küre-i arzın etrafına dağılarak kendilerine yeni yeni yurtlar te’sis ettiklerini görüyoruz. Ham neslinin eski yurdlarından ilk hicret eden nesil olduğu anlaşılıyor. Hamileri müteakib Turaniler yahud bazen tesmiye edildikleri vechileOğru-Finkabaili hicret etmişlerdir. Bunların Yafes neslinden oldukları söyleniyor. Turanilerin bir kısmı şimale doğru hareket ettikten sonra şarkta yayılarak cins-i beşerin Moğol ırkını temsil etmişlerdir. Diğer bir kısım garba doğru ilerleyerek Azerbaycan Hemedan ve Geylanda Bahr-i Hazarın cenub ve cenub-ı garbisinde yerleşmişlerdir ki tarih-i kadimde Bahr-i Hazarın bu havalisene Mer de denilir. Bunlardan bir kısım bil-ahire Babilin feyyaz ovalarına sarkarak orada tavattun eden Hamileri teshir ve mürur-ı zaman ile karışarak Akad milletini teşkil etmişlerdir. Yahudilerle hıristiyanların Kitab-ı Mukaddesinde bunlara dair bahis yoktur. Müfessirlerin bu sadedde neshden kıbleden bahs etmeleri vazıh manalardan uzaklaşmaktır. Taberinin bu sadedde uzun beyanatı vardır. Taberi bu ayetin te’vili için irad olunan sözlerin ekserisini irad ettikten sonra bunları ayet-i kerimenin nasih ve mensuh babından olduğuna dair dermiyan olunan sözleri tenkid edebilir. Beşerin ictimai dini tarihine bir nazar Beşeriyeti tedkik edenler için en müheyyic mevzu‘lardan biri insanlar arasında harekat-ı diniyyenin temadisidir. Fikr-i beşerin kainatı ihata eden bir şahsiyeti bir mevcudatı sevk ve idare eden bir ruh-ı kainat-şümulü en derin ehemmiyeti haiz bir ders teşkil eder. İnsanlık bir takım maddi eşkali takdis etmekten Allaha ibadet seviyesine yükselmek için kat‘-ı merahil ederken türlü türlü teehhurlara duçar oldu. Nice nice beşer kitleleri mecra-yı terakkiden inhiraf ederek arzularına inkıyad etmişler kalblerinin hahişlerine boyun eğmişler beşeriyetin devr-i tufuliyetine aid putlarda temessül eden heva ve heveslere ibadete avdet etmişlerdi. Fakat vahy-i ce Allahın irsal ettiği kulları insanın kendi nefsine ve halikına karşı vezaifini ta‘lime çalışmışlardır. Bu vazife-i kudsiyyeyi ifa edenler Allahın elçileridir. Bunlar kendi devirlerinin evladı olarak mensub oldukları milletlerin arasında zuhur etmişler hak ve adalete teşne olan ruh-ı beşerin temenniyatını temsil eylemişlerdir. Bunların herbiri devrinin ihtiyacat-ı ruhiyyesini ifade ediyordu. Herbiri inhitata duçar olan bir ırkı tereddiye düşen bir cemaati tathir ve ıslah etmek yükseltmek için gelmişti. Peygamberanın bir kısmı küçük bir sahada icra-yı nüfuz etmek mahdud bir irfanı telkin eylemek için diğer bir kısmı da bir ırk veya bir millet için değil bütün dünyayı hakka da‘vet için gönderilmişlerdi. Hazret-i Muhammedin risaleti bu nevi‘dendir. Aleyhis-salatü ves-selam Efendimiz yalnız Arablara gönderilmemiş bir devir için gönderilmemiş dünyanın nihayetine kadar bütün insanlığa gönderilmiştir. Risalet-i ilahiyyeye nail olduğu dakikadan hayatının son demine kadar bütün tarih-i hayatı mazbut olan peygamberimizin bi‘seti bir tesadüften ibaret yahud cihan tarihine merbut olmayan bir hadise değildir. Ogüst Kayserin devrinde yerine sayısız fikirler ve tasavvurlar kaim olmuştu. Bunların bir kısmı kuva-yı tabiatı kabil-i tasavvur iki esasa olan güneş rahim bir uluhiyetin timsaliydi. Güneşin kudreti şer ve zılamı imhaya ma‘tuftur. Diğerlerine göre evvelce perestiş olunan putlar birbirine karışıyor tedricen bulutlar zail oluyor tedricen şu‘ub ve kabail teşkilatının saltanat müessesatına terk-i mevki‘ ettiğini görüyoruz. Çobanlığın yerini ziraat tedricen işgal ediyor ibtidai sanatlar teessüs ediyor maadinin istimaline başlanılıyor. Ve her şeyin fevkinde henüz açılmayan fikirler ulvi şahsiyeti daha yüksek bir surette idrak ediyor. Firdevsinin şayan-ı hayret bir belağatla terennüm ettiği Keyumers ve Huşeng ve sair eski hükümdarlar müterakki bir medeniyetin enmuzecleridir. Asıl Ariler arasında saltanat müessesatının kabulü Ari ailesine mensub iki kısım arasında dini ihtilafın vukûuna müsadif olduğu ve bu ihtilaf yüzünden şarklı kısmın Bakteryadan tard olunduğu anlaşılıyor. Garbi Ariler arasında Sitama Zerdüşt namıyla yad olunan mürşidin telkiniyle muazzam bir inkılab-ı dini vukû bulmuş bu hareketten dolayı müdhiş bir ihtilaf-ı dini tahaddüs etmiş ve bu yüzden Arilerin iki kısmı birbirinden ayrılmıştır. İhtimal ki beşer arasında vukû bulan heye kail olan hem tabiatı te’lih eden şarklı kardeşlerini mağlub etmeye muvaffak olmuşlardı. Bunun üzerine şarklı Ariler Hindistana akın ederek tesadüf ettikleri siyah mişler ve bunlara daima su-i muamele etmişlerdir. Bunların salik oldukları Veda dini ile diğerlerinin salik oldukları Zerdüştlük arasındaki fark sırf nisbidir. Zerdüştlük a‘razın ibadeti yerine sebebin ibadetini koymuş Vedaların tir. Buna mukabil Vedalar da Avestanın Ahurasını ilah-ı şer‘ tesmiye etmiş ve bunlara lanetler yağdırmışlardır. Zerdüştün ne zaman ve nerede doğduğu mechul olmakla beraber Dara Histasbın devrinde aynı isimle müsemma diğer bir mürşid zuhur ederek eski telkinat-ı diniyyeyi ihya ıslah ve tevsi‘ etmiştir. Şarklı Ariler irca‘-ı nazar ettiğimiz takdirde bunların asırlarca Hindistana aktıklarını görürüz. Bu fatihlerin eski yurdlarından getirdikleri din ölülerin ervahına ibadet hadisat ile tecelli eden kuva-yı tabiatı takdisten ibaretti. Bil-ahire Pencapda ruhani fikirler inkişaf etmiştir. Vedalar da bu inkişafın merahilini ta‘kib ede ede Hindu dininin en yüksek akaidiniUpanişadlarda muttali‘ oluruz. Bu eser tevhidin en yüksek şahikalarına ekseriya yükselir. Upanişadlar yalnız Cenab-ı Hakkın müsebbibül-esbab olduğunu beyan ile iktifa etmez BunKoşyar denilmektedir. Bu melez ırk Babili te’sis ve bir din ile tedeyyün etmiştir. Bu dinin en yüksek şekli tabii Panteizm-Te’lih-i tabiata yakındır. Fakat süfli eşkali ları Ba‘la ve Moluh/Mevluha kurban vermek; Beltis ile medeniyet-i maddiyyeyi şeni‘ bir fısk ve fücur ile mezc ettiği ve zulüm ve şiddeti din ile te’yid ettiği tezahlür etmektedir. Yukarıda izah ettiğimiz hicretleri müteakib Samiler rini ta‘kib ederek garba doğru ilerlemişlerdi. Bunların leri ve kuvvetleri tezayüd edince Samiler Babil Devletini yıkarak daha büyük bir devlet te’sis etmişler ve mücavir devletleri de zir-i hakimiyetlerine almışlardı. Garbi Asyanın bet bir tevhid akidesine yükselebilmişlerdi. Asurilerin bir şahsiyet-i ulviyyeyi tanıdıklarına dair bazı delail vardır. Samilerin kitle-i asliyyesi Irakın yukarı tarafından kendini inkişaf ettiriyorken bunlardan küçük bir kısım Keldanilerin saltanatı dahilinde bulunan Or ülkesine hulul etmişlerdi. Bu kabilenin reisi bil-ahire tarihin alemdaranı olan eşhasın ceddi olmuştur. Yafes ailesinin eski vatanında en çok ikamet eden aile oldueğu anlaşılıyor. Vatan-ı aslilerinden ayrılanlar devletler kuruyor bir takım akaid-i diniyye neşr ediyorken Yafes nesli kendine mahsus bir inkişafa mazhar oluyordu. Fakat milletler bir kere yürümeye başlamıştı. Bunların seyrini tevkife imkan yoktu. Binaenaleyh bunlar da ya barbarlık halinde yaşayan kabaili bi-karar eden avamilin sevkiyle yahud tezayüd-i nüfustazyiki yahud eski yurdlarında mer‘aların killeti dolayısıyla kabile kabile hicrete başladılar ve garba doğru teveccüh ettiler. Bunların ilk hicret edenleri Plasağlar ve Keletlerdir. Nihayet vatan-ı aslide Ariler kaldılar. Bunların bir kısmı Bedahşanda bir kısmı Belhte tavattun ederek mücavir milletlerle ihtilat etmeksizin ve onların muharebeleriyle harekatıyla müteessir olmaksızın asırlarca yaşadıkları anlaşılıyor. Saltanatlar ve medeniyetler müessisi olan garbi ırkların ufkında doğan fecr tarih-i dünyanın bu eski sakinleri üzerine de ifaza-i nur etmekte ve sisli bir ışıkla bu arazide sakin vahşetten barbarlığa henüz intikal eden bazı kabaili bize irae eylemektedir. Bunlar kainat-şümul bir takım tasavvurlara yabancı kalmamıştı. Şimdiye kadar havf ve haşyet içinde perestiş ettikleri tabii eşyanın Bu derecat-ı selasenin ibkası birkaç cihetten faideli olacak idi. El-yevm fezada muallak gibi duran İlahiyat Fakültesi bu derecat-ı selaseye istinad ederek muallakiyetten kurtulacak ve bunların ibkası İmam ve Hatib Mektebi namıyla vücuda getirilecek müessesata ihtiyac bırakmayacak idi. Bunlar imamları hatibleri müftüleri kendilerine lazım müderrisleri maarif teşkilatı bulunmayan kura ve kasabatta ahalinin gayretleriyle vücuda gelen mekteplerin muallimlerini yetiştirecek maarif teşkilatı olan mahallerdeki mekteplere de mühim mikdarda muavenette bulunacak orduya lazım olan imamları da cehhez olarak İlahiyat Fakültesine girerler orada ihtisas sahibi olmaya çalışırlar. Derecat-ı selase tahsilleriyle iktifaya lüzum görenler de ya balada zikrolunan ilmi mesleklerden birine veyahud gayr-ı ilmi mesleklerden istediklerine keti maarifi orduyu bu faidelerden mahrum bıraktığı gibi İlahiyat Fakültesiyle İmam ve Hatib Mektebini dahi Kaf Dağında ikamet etmekte bulunduğu mervi Anka Kuşuna müşabih bir hale getirdi! Evet İlahiyat Fakültesi de İmam ve Hatib Mektebi de vücud-ı ilmileri olmayan birer ünvan-ı ilmiden ibarettir. Her ikisi de inhilale namzed ve her ikisi de akamete insidada mahkumdür. da bu gayr-ı tabii yaşayışından millet memleket müstefid olamaz. Heveskaran-ı ilim ve ma‘rifet yolları bozuk bu çeşme-i serab-asadan istifaza edemez. Çünkü gayesizdir. Gayesiz müesseseler rağbetten mahrumdurlar. İlahiyat Fakültesine gösterilen gayeler nelerden ibarettir? Bir müftülük bir de muallimlik değil mi? Bunların her lerdir. Müftüler ahali-i mahalliyye taraflarından ulema-yı mahalliyyeden intihab olunurlar. Mahalli ulemayı maması bulunmayan memleketlere hükumet tarafından leketin her tarafından kendisine talebe celb edemeyeceği lecektir. Halbuki bunların mansub olmaları ne kendileri neticeler vermeyecektir. Yabancı bir müftü yabancı ka iklimin ab u havasıyla güç imtizac eder. Müftülük madan başka ruh-ı ulvinin bütün mevcudatın hamisi ve bütün hilkatin hakimi olduğunu kalb-i insanla mukim olduğunu ve nihayet nehirlerin sularını isti‘ab eden Bahr-i Muhit gibi efradın ervahını gayr-ı mütenahilik alemine aldığını ruhunu la-yetenahiyete intikal eden ruhun vücud-ı beşerde iken geçirdiği bütün maceraları unuttuğunu beyan eyler. Fakat beşerin terakkisini kayd eden bu şayan-ı dikkat fikirler ve i‘tikadlar inhitat-ı ruhu mikroplarını da ihtiva etmekte olduğundan tekamülü durdurmuş ve insanları yükselteceği yerde mütemadiyen geriye döndürmüştür. Upanişadların çok ifade ettiği fikir ruh-ı ulvinin birçok şekillerde tecelli ettiğidir. Bu akide Avatar yani Allahın tecessümü fikrini doğurmuştur. Binaenaleyh çok geçmeden askeri sınıfa mensub bir adam olan Kahraman olarak tanınmıştı. Krishna mezhebeninkorku anasınınibadetini inkişaf ettirmesi de yedinci asr-ı miladide Hindistanın ahval-i diniyyesini izah edeceği gibi Upanişad ile Bhagavad Gitayı yazan feylesoflarla halkın efkar ve hissiyatı arasındaki farkı izah eder. Ariler asıl Hindistana yayılmadan mukaddem Pencapta ikamet ediyorken feth ettikleri milletlerle temas ve ihtilatı suret-i kat‘iyyede men‘ etmiş v ebunlarla temas edenlerin televvüs edeceklerini telkin etmişlerdi. Bu fatihlerin teşkil ettikleri üç sınıfa mahsus olan ayinlerle ibadetler milel-i meftuha için suret-i kat‘iyyede memnu‘ idi. Büyük Millet Meclisi tevhid-i tedrisat hakkında bir karar vermiş idi. bu karar icabınca medaris ve mekatib devre-i ibtidaiyyelerinde ayrı ayrı olarak icra edilen tedrisat tevhid edilecek tali ve ali medreselerin cihet-i idariyyeleri Maarif Vekaletine devr olunacak veİlahiyat Fakültesi namıyla Darul-fünunda bir ihtisas şubesi te’sis edilecek idi. Bu karardan bizim anladığımız; suver-i tatbikiyye şöyle idi: Medreselerin ihzari kısımları ilga edilerek talebesi Maarif mekatibine nakl olunacak bir niyye makamına kaim olmak üzere Darul-fünunda bir İlahiyat Şubesite’sis edilecek ibtida-i haric ibtida-i dahil ve sahn dereceleri de İlahiyat şubesinin idadi dereceleri olmak üzere kalacaktır. Kararın muktezası bu hatt-ı hareketi maslahatın icabı bu tarz-ı tatbiki tabiat-ı mes’elenin rehberliği de bu tarik-i müstakimi gösteriyor yükçe şehirlerde bir gaye olabilir. Fakat küçük kasabalarda nahiyelerde ve bilhassa köylerde imamlık ve hatiblikler kimseyi imamet ve hitabet mektebine celb ve cem‘ edemez. Eslaf-ı kiramın ashab-ı hayratın memleketin her tarafından vücuda getirdikleri medreseler ler sayesinde imamlar hatibler mahalli olarak yetişiyorlar başka memleketlere başka memleketlerdeki medreselere gitmek lüzumunu hissetmiyorlar idi. Her tarafta henüz maarif-i umumiyye mektepleri te’sis edemeyen Maarif Vekaletinin memleketin her tarafında her kasabasında ğini anlamak ne keşfe ne de keramete mütevakkıf değildir. Ötede beride te’sisi mutasavver imam ve hatib mekteplerine memleketin her tarafından talebe geleceğine mücerred imam ve hatib olmak için işini gücünü memleketini efrad-ı ailesini terk ederek imam ve hatib mektebinde alam-ı gurbeti çekecek gençler bulunacağına Medreselere gelenler imam ve hatib olmak gayesini hayallerinden bile geçirmezler idi. gerek kendi memleketinde ve gerek sair memleketlerde müderris müftü vaiz kadi olmak yüksek dini me’muriyetlerde bulunmak ve nihayet ulema-yı İslam silsilesine iltihak etmek arzu-yı dini ve dünyevisiyle medreselere gelirler ve bunlar miyanından terirlerdi. Yüksek gayelere nasb-ı nazar etmeyenler de bir taraftan işleriyle güçleriyle uğraşırlar diğer taraftan da kendi kasabasındaki ve hatta kendi köyündeki medresede Müslümanlığına kafi gelecek derecede ulum-ı diniye tahsil ederler ve bu sayede imamlık ve hatiblik vazifelerini ifaya da ehliyet sahibi olurlar idi. Te’sisi mutasavver bıraktığı boşluğu dolduramayacak ve birkaç sene sonra pek çok köylerimiz ve birçok kasabalarımız imamsız ve hatibsiz kalacaktır. Bunlarla beraber te’sis edilecek olan imam ve hatib mektepleri talebe bulamayarak tabii bir insidada ma‘ruz olacaktır. Eğer Meclis-i Millinin verdiği karar dahilinde hareket edilerek medreselerin ihzari dereceleri maarif mektepleriyle tevhid olunmuş Süleymaniye Medresesi İlahiyat Fakültesi ünvanıyla Darul-fünuna nakl olunmuş ve bunlar haricindeki medreseler yine Maarif Vekaleti idaresinde olmak üzere ibka edilmiş bulunsaydı memleket ve milletin her nevi‘ maarif-i diniyyesi sekteye uğramayacak ömürsüz faidesiz imam ve hatib mekteplerinin te’sislerine hacet kalmayacak İlahiyat Fakültesinin yaşayabilmesi de te’min edilmiş olacak idi. Halbuki kararın pek ziyade haricine çıkıldı ve kararın gerek dahilinde aşıyla güç geçinebilir. Hükumet müftüsüz memleketlere müftü bulup göndermek hususunda müşkilat çekecek maaşatın tezyidine zaruret hissedecek yine ihtiyac nisbetinde müftüler bulmaya muvaffak olamayacaktır. Rağbeti celb vesaitini istikmal etse bile İlahiyat Fakültesinin sadece ehliyetli talebe yetiştirmekten değil talebe bulmaktan da mahrumiyeti karşısında bütün tedbirleri akim kalacaktır. Bu izahattan çıkan neticeyeye göre müftülük değildir. gayesi olmayan bir fakülte kendisine talebe bulamaz bulabilmesi mefruz birkaç talebeyi müftülüğe ehil olarak yetiştirmesine de imkan-ı ilmi yoktur. Çünkü müftülük için zaruri olan dersler programa derc edilmemiştir. tülüğe yarar dersler konulmasının da faidesi olamaz. Maarif-i umumiyye liselerini İlahiyat Fakültesine lise makamında telakki etmek ve o liselerde okunan dersleri ulum-ı aliyye-i diniyyenin tali kısımları mahiyetinde görmek veya göstermek ya aldanmak veyahud aldatmaya çalışmak manasında tefsir ve telakki edilmek imkanını haizdir. Aldanmak ve aldatmak muamelesi tasnif-i ulumdan ve esnaf-ı ulum arasındaki vaziyetlerden münasebetlerden haberdar bulunmayanlar arasında cereyan edebilir. Fakat ilim erbabı maarif-i umumiyye liselerinin ve o liselerde okunan derslerin İlahiyat Fakültesinin liseleri ulum-ı aliyye-i diniyyenin tali kısımları olabileceğine ne inanır ne de inandırmaya çalışır. desizdir. İmamlık hatiblik İstanbulda İstanbul gibi bü muntazam ve müstahzar tertibat dahilinde yapılacak ne maddeten ne de ma‘nen perişan olmalarına meydan verilmeyecek idi. Halbuki fevri ve ani hareketle icraata başlanılmış olduğundan dolayı tevzi‘at rastgele bir şekil almış bil-ihtiyar veyahud bil-ıztırar tevzi‘at haricinde kalanlar ne yapacaklarını şaşırıp kalmışlar ve guna-gun perişanlıklara duçar olmuşlardır. Bu ilim ve ma‘rifet ordusunun bütün bu perişanlıklarına karşı Maarif Vekaleti Ben sadece Millet Meclisinin kararını tatbik ettimdiyor. Hayır bu gayr-ı ma‘kûl icraat ve tatbikatın umumi let Meclisinin verdiği karar dahilinde değildi ve Millet Meclisinin maarif vekilinden maada Hey’et-i Vekilesi de işin bu şekli almasından şübhesiz memnun değildir. Artık inkara mahal ve mecal yoktur ki bu topraklarda yaşayan her ferd hey’et-i ictimaiyyemizin düşmüş olduğu mühlik giriveyi- tereddiyat-ı ictimaiyyeyi vuzuh ve şümulüyle görmeye ve vehamet-i hali i‘tirafa başlamıştır. Mes’elenin hayati ehemmiyeti göz önüne getirilirse halkın ve münevveranın alaka ve şikayetlerini müstakbel mümkün değildir. Kuvvetli bir ictimaiyata tesanüd-i ahlakiye malik olan hey’et-i ictimaiyyeler mukadderat-ı ilahiyyeye tabi‘ olarak doğarlar yaşarlar hayatın germ ü serdinden nasibedar olurlar. Fakat ancak tereddi ettikleri zaman ölürler. Ahlakiyatını İctimaiyatını kaybetmedikçe cem‘iyetler muhafaza-i mevcudiyet edebilirler. Yunan-ı kadim ictimai paratorluğu da tereddiyat-ı ictimaiyye ve ahlakiyye ile tesanüdünü zayi‘ eyleyerek barbarların istilası altında mahv oldu. Yine ne kadar galibler ictimai esaslardan ve gerek haricinde olarak yapılan işlerde de bu intizam gösterilemedi. Yanlış verilen askeri emirler yüzünden münhezim muzmahil perişan olan ordular gibi yanlış ve aculane icraat ve tatbikat yüzünden bu ilim ve ma‘rifet ordusu da milletin memleketin işine yaramayacak bir hale getirildi. Müderrisleri de talebesi de inhilal etti perişan oldu. Ma‘nevi perişanlıklarına bir de maddi perişanlıklar niye medreselerinin umumen ilga olunmaları ve ulum-ı aliyye-i diniyye derslerinin bile tedrisat programına kabul edilmeyerek yerlerine bir takım fenni ve tarihi derslerin konulması ve bu derslerin de hasren darul-fünun müderrislerine verilmesi hem İlahiyat Fakültesini gayr-ı tabii bir hale getirdi hem de medaris müderrislerini yıkıcıların enkaz yığınları gibi bir kenara yığıverdi. Bir taraftan onlar medar-i maişetten diğer taraftan da millet ve memleket onların hizmet-i ilmiyyelerinden mahrum kaldı. Meclis-i Millinin verdiği kararı müteakib medaris mü-derrislerinin iş‘ar-ı ahire kadar tedrisata devamları lüzu-mu hakkında Maarif Vekaleti tarafından müteaddid emirler verildiği ve bu emirlere tebe‘an tedrisata devam edildiği ve hatta hususi imtihanlar icra olunduğu halde hakk-ı müktesebleri olan Mart ve Nisan maaşları tevkif edilerek mah-ı sıyamın gecelerinde bile oruç tutmalarına sebebiyet verildi. Maaşlarının verilerek ani olarak baskın yapan sefaletten kurtarılmaları hakkında müteaddid def‘alar vukû bulan istirhamkarane müracaatları semeresiz kaldı. Meclis-i Millinin verdiği karar Mart ibtidasına müsadif Haziran da sene-i tedrisiyye hitam buluyordu. Karardan sonra verilen emirler mucebince Ramazana kadar tedrisata devam olundu. Ramazanda talebe celb-i erzaka gitmeleri hasebiyle zaruri bir sekte-i ta‘til husule geldi. Binaenaleyh sene-i tedrisiyye nihayetine pek az bir müddet kalmış idi. akla mantığa maslahata muvafık olan sene-i tedrisiyye nihayetine kadar şekl-i mevcudu muhafaza etmek ve sene nihayetinde icrası mu‘tad bulunan umumi imtihanlar vasıtasıyla talebenin derece-i müktesebatını anlamak ve ona göre bir tefrik ve tasnif muamelesi yapmak idi. Süleymaniye irşad ve sahn medreselerinin son sınıf talebesine şehadetname verilecek diğer sunuf ve derecat talebesi de tebeyyün eden ve Hatib mekteplerine Maarif-i Umumiyye mekteplerine daruleytamlara tevzi‘ olunacak bu gibi müessesat-ı edilmeleri istenilmeyenler de bu ilim ve ma‘rifet yurdlarından çıkarılarak -şüphesiz- mektepsiz medresesiz bulunan memleketlerine gönderilecek ve bunların hepsi kızlarını yalnız başına sokaklara bırakarak bu tecrübesiz ma‘sumları mülevves bir muhitin her türlü ahlaki ictimai tehlikelerine karşı serbest bırakan aileler değil midir? Kızlarını sinemalara dans salonlarına kendi eliyle götürerek tereddiyat-ı ahlakiyyeyi ameli bir tarzda ta‘lim ettiren analar babalar kardeşlerden başka kimdir? Zevcelerinin göğüs ve kollarının açılmasına müsamaha eden yabancı muhteris nazarlardan müteezzi olmayan zevcler değil mi? Şu haldeaile terbiyesi ve murakabesi çığırından çıkmış bozulmuştur. İşte böyle murakabesiz den uzak kaldığı için hüsn-i muaşeretten medeniyet-i ahlakiyyeden mahrum bulunuyor. Son senelerin talak ve geçimsizlik vukûatı tüyleri ürpertecek derecede müdhiştir. Tereddüd edenler mehakim kuyudatına müracaatla şübhelerini halledebilirler. Sonra aile sadakatsizlikleri de sari bir hal aldı. Hergün gazete sütunlarına aks edebilen hadisat kafi bir ibret teşkil edecek kadar veciz ve ma‘nidardır. Terbiye-i tahsiliyyeye gelince; bugünkü terbiye usulünün seciyeli metanet-i ahlakiyyeye malik bir nesil yetiştirebileceğine lebilir ki mekteplerimizde en az ehemmiyet verilen şey seciyenin ve ruhun terbiyesidir. Birçok muallimler harb senelerinden ve hatta Meşrutiyetten beri mekteplerin terbiye ve ilim sahasında pek de ciddi mevki‘de olmadıklarını mu‘terifdirler. Fil-hakika eskiden daha ciddi talebe yetiştiğini hepimiz az çok biliriz. Vakı‘a uzun muharebe senelerinin te’siratı tedenniye bir sebeb olarak gösterilebilirse de emr-i vakiin ehemmiyetini tahfif edemez. Müstakbel neslin vakûr ciddi imanlı bir mefkure ve seciye sahibi olması bu şeraitle mümkün değildir. Burada terbiye-i diniyyeyi ehemmiyetle kayd etmek eder. Bütün milletlerin hayatı kuvve-i ma‘neviyyesine merbuttur. Ba-husus milletimizin vicdanı şecaati hasail-i ber-güzidesi ancak hissiyat-ı diniyyenin tekemmülü ile tikameti namusu idame ettiren hissiyat-ı diniyyesidir. Son Anadolu zaferi ve mücahede-i milliyyemiz de ancak başarılmıştır. Maddiyyat sahasında ne kadar kuvvetli olursa olsun herhangi bir hey’et-i ictimaiyye ma‘neviyyat ihtiyacından asla vareste kalamıyor. Geçen makalelerde uzun uzadiye izah edildiği vechile bugün bütün garb alemi maneviyatihtiyacıyla kıvranmaktadır. Hal böyle ğı gibi mekteplerimiz de dini terbiye vechesinde velud değildir. Harici muhit ise gençlere hüsn-i misal teşkil etmek şöyle dursun tesamühü takviye edecek esbabı letlerinin esareti bu hakikatin en ibret-amiz bir misalini teşkil eder… Aktar-ı cihanda bu kadar dindaş hakimiyetleri mahveden ecnebi istilası değildir. Çünkü istila inkıraz için bir sebeb değil ancak neticedir. Hakiki amil ise tereddiyat-ı ma‘neviyye ictimaiyye ve ahlakiyyeden ibarettir. Şarkın İslamiyetin nur ve ümidini hey’et-i ictimaiyyemiz temsil ediyor. Tekemmülat-ı ictimaiyyemiz imanımız büyük bir alemin te’min-i istikbali tereddiyatımız şarkın ebedi esaret ve inkırazıyla tev’em ve müteradiftir. Bunun için efkar-ı umumiyyenin son zamanlarda ictimai zeminler üzerinde gösterdiği alaka ve endişe tamamıyla mahalline masruf ve şayan-ı takdir bir intibah eseri addolunmalıdır. Muhafazakar bir gazete olmayan büyük bir heyecan ve hassasiyetle ictimai fevzalarımızın mühim bir kısmına temas etti. Ahlaki ailevi her türlü telakkiyat-ı ictimaiyyenin menfaat mukabilinde nasıl baltalandığını acı müessir bir lisanla yazdı münevverleri müdde‘i-i umumiyi vazifeye da‘vet etti. Yalnız müsaadeleriyle biz de birkaç kelime söylemek istiyoruz. Mevzu‘-ı bahs olan cihetlerde kendileriyle tamamıyla hem-fikiriz. Fakat Falih Rıfkı Beyin matbuat sahasında hissettiği bu tereddiyat o kadar vasi‘ ve şümullüdür ki hayat-ı hususiyyemizden başlayarak ailelere terbiyeye zihniyete hatta hayat-ı umumiyyemize kadar hiçbir muhit hiçbir harim kendisini kurtaramamıştır. Mes’ele o kadar basit değildir. Öteden beri yana yakıla anlatabilmek ruhiyatımızı kaplayan ictimai tehlikeler son zamanlarda daha ziyade tehdid-amiz bir vüs‘at iktisab etmiştir. Bu fevzalar şimdiye kadar muhtelif vesilelerle ve muhtelif mevzu‘larda mükerreren yazılmıştır. Fakat derd o kadar büyüktür ki milyonlarca def‘a tekrar olunsa yine azdır. Evvelen; terbiye mes’elesini tedkik edelim. Hey’et-i ictimaiyyenin medeniyet ve irfan yolunda rehberi terbiyedir. Buna rağmen aile terbiyesi terbiye-i diniyye terbiye-i muhitiyye ve ictimaiyye hususunda mütemerkiz bir usulümüz var mıdır? Bu gün muntazam ve fenni bir tarz-ı terbiyemiz olmak şöyle dursun mevcud ve müesses şekiller de tereddiyata uğramıştır. Ailelerde ictimai ve ananevi inzibat gevşemiştir. Aile erkanı yek-diğerine karşı samimi değillerdir. Mukaddema saygı ve hürmet namı verilen mefhumlar şimdi serbesti ve hürriyet perdesine bürünerek tebdil-i şekil etmiştir. Evladlar ebeveyni saymıyorlar. Buna mukabil ebeveynin de bir nüfuz te’sisine kafi iktidarları samimiyetleri yoktur. Ahlak-ı murakabenin ilk zabıta me’muru aileler olduğu halde en ziyade la-kaydi bu sahada gözüküyor. Şikayet eden gazeteleri evlerine sokan yetişmiş genç Cem‘iyetimizi saran fevzalar artık pek bariz bir şekil almıştır. Bunun en sarih bir tecellisi menfaat-ı zatiyyenin menfaat-i umumiyye ve ictimaiyyeye tercih edilmesidir. Bu zihniyeti Falih Rıfkı Beyin şikayet ettiği bazı matbuatta olduğu gibi bazı me’murlarda da ailelerde de muhitte de el-hasıl her yerde müşahede etmek mümkündür. Bugünkü vaziyet-i ictimaiyyemizin zübdesi hulasası bir tek kelime ile ifade olunabilir o da vahim kelimesidir. Şu halde vehametin izalesi bir lazıme ise onun da şürutunu göz önünden kaçırmamak lazım gelir. İctimai tereddiyata karşı en müessir çare murakabe-i ictimaiyye te’sisidir. Halbuki bizde bu mefhum ya anlaşılmamış yahud da büsbütün başka bir manada anlaşılmıştır. Birçok kimselerin fikrine göreHey’et-i ictimaiyye ne ahlak ne de riyet hüküm-ferma olmalıdır. Ba-husus hükumet kuvvetlerinin bu vazifeyi ifa etmesi asr-ı hazır telakkiyatına mutabık düşmez. Mebadi-i hukûk gösteriyor ki insanlar bi-zatihi müteharrik her fiil ve hareketlerinin kıymetini takdir edebilecek ve mucebince hareketlerini ta‘dil edecek bir halde değildirler. Beşeriyetin aykırı işlerini intizama hak ve hakikate rurettir. Bin sene evvel pek doğru olan bu esasat bugün de yani yirminci asırda da kuvvetini zayi‘ etmiş değildir. Yalnız medeniyetin terakkisi bu kuvve-i te’yidiyyeleri fenni muntazam bir takım şekillere rabt etmiştir. Murakabe-i ictimaiyyeden bizim anladığımız mana şudur: Cem‘iyetin esasını teşkil eden aileleri milli vechesinden ayıran terbiye gayelerini evsaf-ı mümeyyize-i milliyyeyi ziya‘ tehlikesine ma‘ruz bırakan hey’et-i ictimaiyyenin tesanüdünü metanetini kıran fevzalara karşı verlerin matbuatın hususi cem‘iyetlerin -Hilal-ı Ahdar gibi- fuhuşla mücadele cem‘iyetleri gibi cemaat teşkilatı mukabilinde olan İstanbulda ve büyük kasabalarda mahallelerde ve köylerde köy hey’etlerinin ve bütün bu safhalardan geçtikten sonra daha müessir bir kuvve-i te’yidiyyenin yani polisin müdde‘i-i umuminin mücadele etmesi el-hasıl ictimai ahlaki muvazenenin haleldar olmasına mümana‘at için bütün kuvvetlerin ictimai getirmesi zaruridir. Gelip geçici mahiyeti haiz olan iktisadi siyasi buhranlardan ziyade asıl meşgûl olmaya mecbur bulunduğumuz hakiki tehlike buhran-ı ictimaidir. Bir kere cem‘iyeti maa ziyadetin haiz bulunuyor. Ma‘neviyat zayıfladıkça bünye-i ictimaiyyemiz de bila-şübhe mukavemetini zayi‘ safiyetini gaib ediyor ve her türlü tehlikelere ma‘ruz olmaya müstaid bir hasta halini gösteriyor. Bu üç terbiyenin hayat-ı umumiyyede tezahüratından Umumi mahallerde yek-nazarda görülebilen bu hakikat ayn-ı zamanda ahlaki kıymetimiz için de bir zarar teşkil ediyor. Terbiye mes’elesinden sonra zihniyet mes’elesi de tahlil olunmalıdır. Zihniyet terbiyeden mülhem bir tarz-ı rü’yet ve tefekkürdür ki tecelliyatı hey’et-i ictimaiyyenin saadet veyahud inhidamını intac eder. Herhangi bir mes’elenin muvaffakiyet ve adem-i muvaffakiyete iktiranı zihniyetin müsbet veya menfi anasırı havi olmasına göre mütehavvildir. Seciye zihniyetin nazımı ve faziletin valididir. Bundan dolayı terbiye mefhumunu imtisas edemeyen hey’et-i ma‘lul ve mütereddidir. Bugünkü zihniyetimiz garbcılığı ve -yanlış olaraktaklidciliği temsil ediyor. maddiyat ve ilim sahasında pek güzel kabil-i tefsir ve te’vil olan garbcılık ictimaiyata temas edince muğlak ve na-kabil-i izah bir şekil alıyor. Bir milletin gömlek değiştirir gibi esasatından ictimaiyatından evsaf-ı mümeyyizesinden sıyrılarak başka bir şekle inkılab edebileceğini kabul etmek çok müşkildir. Bugünkü ruhiyatımıza göre garbcılığın lazım-ı mufarıkı olması lazım gelen taklidcilik zihniyetimizi kıymetsizliğe mahkum bırakacak bir seyyiedir. Taklid her şeyden evvel müstakar bir hedefe bir mefkureye müteveccih olmayan yani muhiti dahilinde kemal-i inkişaf kabiliyetini ihraz etmeyen hey’et-i ictimaiyyelerin karıdır. Taklidcilik hüviyet-i milliyyenin en tahribkar bir düşmanıdır. menfi anasırın galebesi hey’et-i ictimaiyyemizin inkişafı ve mefkuremizin salabeti namına büyük bir tehlike teşkil ediyor. Bugün garbın ictimai sahalarında neler yok. Garb alemi hissen ruhen görüş ve düşünüş i‘tibarıyla hiçbir vahdet arz etmiyor. Eğer taklidcilikle hepimiz tab‘ımıza muvafık geleni –şimdiye kadar yaptığımız gibi– yapmaya başlarsak yeni bir Babil Kulesi karşısında kalacağımıza şübhe etmeyelim. Nitekim kalıyoruz da… Hiç şübhe yoktur ki bu menfi netice de terbiye mes’elesinin tabii bir ma‘kesidir. fedakarlıklara katlanması hayat-ı insaniyyeye muzır beşeriyetin temayülat-ı fıtriyyesine ahval-i ruhiyye-i ferdiyye ve ictimaiyyesine mugayirdir. Onun için kuvve-i te’yidiyyeden mahrum tavsiyeler netayic-i ameliyye tevlid etmekten de mahrumdurlar. Dünyanın her tarafında ve her millette mevcud olan vakıflar diğer-endişliğin fiili ve ameli hayr-hahlığın maddi ve mali fedakarlığın en canlı nümuneleri en bariz abideleridir. Acaba bu azim fedakarlıklar hangi taraftan gelen teşviklerin kimler tarafından vukû bulan tavsiyesiyelerin tahrik ettiği hayr-hahlığın telkin ettiği diğerendişliğin asar-ı maddiyye ve fiiliyyesidir? Bunlar bizzat mali maddi dünyevi fedakarlıklar oldukları için ashab-ı evkafın mali maddi dünyevi mükafatlara nail olmak fikr-i hod-endişanesiyle hareket ettikleri varid-i hatır olamaz. Onun için asar-ı vakfiyyeyi ne ilm-i ictimaın ne amilin tavsiyesiyle vücuda gelmiş fiili ve ameli semereler olmak üzere telakki etmek imkanı yoktur. Binaenaleyh bunları ma‘nevi ta‘bir-i diğerle uhrevi mükafatlar va‘d eden tavsiyelerin husule getirdiği diğer-endişliğin fikr-i hayr-hahanenin asar-ı maddiyye ve fiiliyyesi olmak üzere kabul etmek ıztırarındayız. Ma‘nevi uhrevi mükafatları yalnız va‘d eder. Şu halde evkaf-ı umumiyye-i beşeriyyeyi uluhiyyet ahiret diyanet cennet ve cemal fikirlerinin bahşayiş-i ilhamat ve telkinatı olmak üzere kabul etmek de tabii ve zaruridir. Bu neticeye vasıl olduktan sonra evkafın beşeriyete faidelerini mahiyetini lüzum-ı muhafazasını muhafazasının beşeriyet lehine hahlıkların takviyesi çaresini tedkik etmek pek faideli olur ümidindeyim. Başka milletlerin evkaftan ne derece müstefid olduklarını bilemeyiz. Fakat bizim evkaftan etmekte bulunduğumuz anlamak için memleketimizin her tarafındaki asar-ı vakfiyyenin aded ve nevi‘lerini hatırlamak kifayet eder. Denilebilir ki memleketimizin bütün müessesat-ı hayriyyesi asar-ı vakfiyyeden ibarettir. Hastahaneler kütübhaneler kütübhaneleri doldurmakta bulunan ilmi fenni dini eserler memleketin her kasabasında her köşesinde ekser karyelerinde bugün yalnız harabelerine tasadüf edilen medreseler mektepler çeşmeler köprüler camiler mescidler tekkeler imarethaneler ormanlıklar bağlar bahçeler yollar kabristanlar bunların ta‘mir ve termimlerine sarfı lazım gelen mebaliğin te’min ve tedariki için vücuda getirilmiş bulunan varidat menba‘ları dükkanlar hanlar tarlalar asar-ı vakfiyyenin muhafazasına müessesat-ı vakfiyyenin hademesine alat ve edevatına erbab-ı tahsilin i‘aşesine tahsis olunkavradıktan sonra na-kabil-i telafi bir felaket haline geleceğine asla sübhe edilmemesi lazım gelen tereddiyatın kadar basit bir iş teğildir. Başarılabilmesi ancak umumi alaka ve himmete vabestedir. Muvaffakiyetin istihsali için matbuatınevsaf-ı mümeyyize-i milliyyenin muhafazası ahlak-ı umumiyyenin nur-ı imanın idamesigayesine müteveccih müşterek neşriyat münevverlerin ayn-ı gaye etrafında mevizaları neşriyatı hususi cem‘iyetlerin a‘zami fedakarlık ihtiyarından çekinmeyerek şiddetli mücadelesi ailelerin terbiye bahsinde ve nüfuz-ı murakabede uhdelerine düşen ilk vazifeyi ifa etmeleri mekteplerin seciyeli imanlı bir nesil yetiştirecek şekle ifrağı mahalle hey’etlerinin muhiti dahilindeki ictimai ahlaki hususatı şiddetle murakebesi ve en nihayet Falih Rıfkı Beyin söylediği gibi müdde‘i-i umuminin de ictimai Bunlardan başka kanuni kuvve-i te’yidiyyelerin de bugünkü Bu babda hiç yanılmadığımızdan emin olarak arz edebiliriz ki memleket ve hey’et-i ictimaiyyenin saadet ve selameti namına yapılacak en hayırlı işictimai ahlaki fevzalara karşı mücadeleetmekten ibarettir. Ancak bu mücadelenin muvaffakiyete iktiranı halindedir ki sefalet saadete keşmekeş huzur ve istikrara tereddüd imana za‘af kuvvete fakr servete tahavvül etmiş ve camia-i milliyyemiz hakiki manasıyla kurtulmuş olur. ğer-endiş olmayı ta‘bir-i diğerle mensub bulundukları hey’et-i ictimaiyyelere ve hatta cem‘iyet-i beşeriyyeye maddeten ve ma‘nen uzv-ı nafiolmaya çalışmayı tavsiye etmektedir. Fakat maddi ve ma‘nevi fedakarlıklar mukabilinde maddi ve ma‘nevi mükafatlar va‘d etmeyen tavsiyelerin insanlar üzerinde fiili te’siratı görülememektedir. ve ameli hayr-hahlıklar mukabilinde insanlara maddi ve ma‘nevi hiçbir mükafat va‘d edemedikleri için tavsiyelerinin te’siratı fiili ve ameli semereler veremiyor. Herhangi tavsiyenin ya maddi ta‘bir-i diğer ile dünyevi yahud manevi ta‘bir-i diğer ile uhrevi mükafatlar va‘d etmedikçe insanları harekete getirememesi ber-vech-i tavsiye fiil ve amele tahrik edememesi pek tabiidir. Çünkü mükafatsız mesai abestir. Ya hayat-ı dünyeviyyesine yahud hayat-ı uhreviyyesine faidesi dokunmayacak olan lehine çalışmak ile mükelleftirler. Aleyhine çalışmaktan memnu‘durlar. Şart-ı vakıfı tebdil ve tağyir etmek bir esas-ı şer‘iyi nass-ı şarii tebdil ve tağyir etmek derecesinde mucib-i mes’uliyyettir. pek tabii pek mantıki pek ma‘kûl pek hakimane pek diğer-endişane pek dur-endişane pek ulviyet-güsteranedir. metli bulunan İslamiyet insan ferdlerini insan kümelerini bu azim faidelerden bu pek vasi‘ menafi‘ menbalarından mahrum bıraktırmamak ve onlardan daima istifade ettirmek etmeyi ihmal etmemiş ve mes’uliyet-i ma‘neviyye ve uhreviyyeyi bir kuvve-i mania olarak göstermiştir. Evkafın muhafaza edilmemesi iki cihetten hey’et-i ictimaiyyeyi cem‘iyet-i beşeriyyeyi mutazarrır eder. Evkaf muhafaza edilmeyince hey’et-i ictimaiyyeye cem‘iyet-i beşeriyyeye olan faideleri menfaatleri münkatı‘ olur. Halbuki evkaf-ı İslamiyyenin faideleri menfaatleri hey’et-i dir. Ba-husus yerlerine yenilerini koymaya ne milletçe ne de devletçe bugün muktedir değiliz yarın muktedir olacağımız da şüphelidir. Asar-ı vakfiyyenin müessesat-ı hayriyyenin muhafaza edilmediğini harab ü türab olduklarını müşahede eden vakıfların namlarını yada vesile olmak kabiliyetinden çıktıklarını gören bir kimse malını servetini asar-ı maddiyye ve ma‘neviyyesini vakf etmekten kaçınır çekinir heder etmekten ise yiyip hey’et-i ictimaiyyeye hayati fedakarlıklar yapan menafi‘-i umumiyye uğrunda hayatını feda eden bir kimsenin yad-ı namı te’yid-i ihtiramı uğrunda rekz olunan abideler ve bu abidelerin muhafazası için gösterilen ihtimamlar diğerlerinin ayn-ı fedakarlıklara ne derece teşvik ederse hey’et-i ictimaiyyeye mali fedakarlıklarda bulunanların kendi elleriyle rekz etmiş oldukları abidat-ı vakfiyyeyi muhafazaya sarf edecek ihtimamlar itinalar da sair ağniya-yı müslimini erbab-ı ilmi asar-ı vakfiyye bırakmaya müessesat-ı hayriyye vücuda getirmeye de o derece saik olur. Terk-i hayat ferdlerin şahsi vasiyetlerini yerine getirmek vasiyetleri mucebince hareket etmek bile bir vazife-i ahlakiyyedir. Hey’et-i ictimaiyyenin hayrına menfaatine olmak üzere servet-i maliyye ve fikriyyesini vakf eden ashab-ı hayratın erbab-ı hasenatın asar-ı mebruresine hidemat-ı meşkuresine dest-i himayeyi uzatmamak muhafazasına ihtimam göstermemek mevkûfün-lehleri tebdilden tağyirden çekinmemek şürut-ı evkafa ri‘ayetkar davranmamak ne ahlak-i muş bulunan meblağlar bizim evkaftan ne kadar vasi‘ mikyasta müstefid olduğumuzu ve fakat nankörlüğümüzün kıymet-na-şinaslığımızın seyyiesi olmak üzere bunlardan istifade fırsatlarını ne kadar süratle kaçırmakta bulunduğumuzu anlamak uzun düşüncelere vasi‘ tedkiklere mütevakkıf değildir. Bu gibi umran medeniyet uzun seneler asırlar zarfında sarfı lazım gelen meblağlardan hükumeti devleti azade kılan daha doğrusu herhangi hükumetin asırlar zarfında vücuda getiremeyeceği bu asar ve müessesat-ı hayriyyeyi piş-i istifademize koyan evkaftır. Bugün bunların aded ve nev‘ce muadillerini mümasillerini vücuda getirmekten değil onları ta‘mir ve termimden aciz bulunuyoruz. Bir asırdan beri memleketimizde mektepler küşadına te’sisine çalışan devlet hazinesi ashab-ı evkaf ve hayrat taraflarından memleketin her tarafında vücuda getirilmiş olan medreselerin henüz nısfına muadil mikdarda mektepler te’sis edemedi. Demek ki evkaf-ı İslamiyyenin hayat-ı medeniyyemizde pek mühim te’sirleri pek azim faideleri vardır. Hey’et-i ictimaiyyemiz hiçbir zaman evkaf-ı İslamiyyeye faideleri devlet hazinesi kolay kolay te’min edemez. Onların faidelerini idame ve onlardan istifadenin devamını te’min etmek harablarının ta‘mir ve termimlerine ma‘murlarının hüsn-i suretle muhafazalarına indirastan mekle olur. lüzumunu pek büyük ihtimamlar ile karşılamış hüsn-i muhafazası için lazım gelen esasları kararlaştırmış inkırazlarına vermemek için evkafın masuniyet-i mutlakasını mevcudiyet-i müstakillesini kabul ve i‘lan etmiştir. Mahiyet-i vakfı:Mevkûfun menfaatini ibada tahsis mülkiyetini de Allaha tevdi‘ etmektirşeklinde tefsir ve telakki eylemesi evkafın masuniyet-i mutlakasına mevcudiyet-i mutlakasına pek kuvvetli bir esastır. Bu tarz-ı tefsir ve telakkiye göre evkafın rakabesi mülküllahtır. Allahın mülk-i hassı olan evkafta kimsenin hakk-ı müdahalesi yoktur. Ne kadısı ne müftüsü ne reis-i hükumet ve devleti ne hacısı ne hocası ne velisi ne mütevellisi mülküllaha mülküllah olan evkafa müdahale edemez dest-i tecavüz uzatamaz. Tebdiline tağyirine hedmine seddine nakline beyü şirasına hak kazanamaz. Evkafın ya ferdlere yahud hey’et-i ictimaiyyeye aid faidelerine menfaatlerine halel getirmemek için resmi gayr-ı resmi me’mur gayr-ı me’mur her müslüman hukûk-ı evkafı asar-ı vakfiyyeyi müessesat-ı hayriyyeyi muhafazaya çalışmak günden i‘tibaren cavidani bir hayat ile yaşayan faniler zümresine karıştığı an-ı tarihiye kadar beşeriyete neşr-i füyuzat etmiş ve na-mütenahi asar-ı muhallede bırakmış ve nihayet ölümü alem için zayi‘attan sayılanlar gibi yerini boş bırakmış olan medreselerin edvar-ı hayatiyyesine dair bir fikr-i icmali vermek istiyorum. Bugün memalik-i İslamiyyenin hemen her tarafında medrese vardır. Sade büyük şehir ve kasabalarda değil köylerde bile medrese vardır. Anadoluda iki üç hatta dört medrese olan köy biliyorum. Bunların hepsi ashab-ı hayrat tarafından yaptırılmıştır. Bu medreseler maziye doğru uzadıkça adeta mahruti bir şekil irae ediyor. Bidayet-i İslamda bugünkü şekilde mektep ve medreseler namıyla bir müesseseye tesadüf edilemiyor. Diyebiliriz ki İslamda ilk medrese Mescid-i Nebevidir. Nebi-i zi-şan Efendimiz vazife-i tedrisi de vazife-i ifta ve kazayı da Mescid-i Nebevilerinden ifa buyururlardı. Müslümanlık hem din hem şeriat olduğu ta‘bir-i diğerle ahkam-ı dünyeviyye ve uhreviyyeyi camibulunduğu cihetle dünya ve ahirete müte‘allik olan ahkamı sahabelerine tebliğ eder sorulan suallere cevab verirdi. Medrese-i Muhammediden çıkan zevat-ı kiram da Nebi-i zi-şandan tebliğ eyledikleri Kuran-ı Kerim ile ehadis-i nebeviyyeyi ve bunlardan teşa‘ub eden veya bunlara bina kılınan aleyhi ve sellem Efendimizin tebliğ buyurdukları desatir-i açılıyordu. Bunun içindir ki daha ilk devirlerde ma‘kûlat ve menkûlat sahalarında pek çok müctehidler her şube-i fende yüzlerce binlerce erbab-ı ihtisas yetişti. Bu e‘azım şer‘in makasıdını ve asrın icabatını ve tahavvül-i ezman beşeriyyeyi çok iyi takdir etmiş oldukları cihetle desatir-i bir surette görebilirlerdi. İslamın her nevi‘ ulum ve fünuna teşviki ve cehlin netayic-i vahimesinden tahziri sayesindedir ki daha ilk devirlerde bile her şube-i ilim ve fende mütehassıslar muhakkik ve müdekkikler müctehid ve hakimler yetişmişti. Maamafih ilk devirlerde ulema derslerini cevami‘-i şerifede yahud kendi evlerinde yahud da hususi dershanelerde verirlerdi. Mezahib-i muhtelifede yetişen e’imme-i müctehidin ile tabib-i şehir Ebubekr Razi Farabi İbn Sina Gazali Fahreddin Razi gibi e‘azım-ı ulema ve hükemanın yetiştiği ve ulum-ı muhtelifenin i‘tila bulduğu devirlerde bile bugünkü şekilde müstakil bir mektep ve medrese yoktu. Fakat zamanın ihtiyacına göre ulum-ı şer‘iyye ve hikemiyye en mükemmel bir surette tedris edilerek en büyük müfessirler en büyük muhaddisler en büyük müctehid ve feylesoflar hatta tabibler yetişebilecek surette ifa-yı tedrisat ediliyordu. hayrata karşı gösterilmesi lazım gelen asar-ı hürmetkarane Ferdleri hey’et-i ictimaiyyeye nafibirer uzuv haline getirmek diğer-endişlik hissiyatıyla aşılamak için vücuda getirdikleri asarın atisinden istikbalinden muhafazasından onları emin ve mutmain bulundurmak lazım gelir. Diğer-endiş olmak uzv-ı nafihalini almak füyuzatının menbaı menşei masdarı uluhiyet ahiret cennet cemal fikirleri hisleri i‘tikadlarıdır. Bu fikirler bu hisler bu i‘tikadlar ferdlerde ne derece kuvvetli olursa diğerendiş olmak uzv-ı nafiolmaya çalışmak fikirleri hisleri de o derece neşvünema bulur ve dini i‘tikadlar hisler ne kadar gevşerse ne derece za‘afa uğrarsa diğer-endişlik hey’et-i ictimaiyye menfaaati uğrunda fedakarlık fikirleri hisleri de o kadar söner o derece azalır. Onun beşeriyetin hayat-i ferdiyye ve ictimaiyyesi behimi bir hayattan ibaret kalırdıdiyor ve bu sözleri behaimde diğer-endişlik hissinin bulunmadığını ve onlarda yalnız hod-endişlik hissinin hakim olduğunu anlatmak istiyorlarsa da diğer-endişlik hissinin vücuda getirdiği asar-ı hayriyyeye hürmet edilmemesi ve bunların muhafaza olunmaması hissiyat-ı diniyyenin telkin ettiği diğerendişlik hissiyatından istifadeye halel verir. Alemde her şey bir ihtiyacın mevludüdür. İhtiyac birçok şeyleri vücuda getirebildiği gibi ihtiyaca tetabuk etmeyen herhangi bir teşebbüs herhangi bir müessese de mahkum-ı akamet ve zevaldir. Şu ufacık mukaddimeden sonra maksada şüru‘ etmek Doğan ölür yaşayan görürderler. Evet bütün mevcudatın kendisine göre bir doğumu bir de ölümü vardır. Fakat nice ölüler vardır ki arkasına bırakmış olduğu asar-ı muhallede onu ebediyyen yaşatır. Arkasına nafive muhalled bir eser bırakmadan göçüp gitmiş olanlar ne kadar bedbahttırlar! seler de yaşadığı müddetçe menafi‘-i umumiyyeye aid birçok asar-ı bakıyye bırakarak yerlerini başkalarına terk etmiş olan zi-hayat mevcudlar cümlesindendir. Sebilür-Reşadınnci nüshasında intişar etmiş olanFani medreselerin baki eserlerimakalesinde bu cihet pek iyi izah edilmiş olduğundan artık buna dair tafsilatı zaid görüyorum. Ben bu makalelerim ileolduğu Bu vaziyette bile medreseler yalnız din alimi yetiştirmekle kalmayarak din ile ulum-ı saireyi de nefsinde cem‘ etmiş zevat yetiştirmiştir. Bugün bile ortada görülenler yine o medreselerden az çok tefeyyüz etmiş olanlardır. Maamafih medaris-i İslamiyyenin terakkiyat-ı asriyyeyi ta‘kib eylememiş olmasında yegane amil elbette hocalar değildi. Son zamanların vakı‘aları hocalar aleyhine böyle bir hükmü vermeye kat‘iyyen mani‘dir. Hükumet ciddi olarak hangi ıslahatı istemiş ise az çok olmuştur. lebe-i ulumun terfih-i halleri de mevzu‘-ı bahs olunca bunu medreseliler derhal büyük bir sevinçle karşılamış ve bizzat kendileri ortaya atılmıştı. Her meslekte olduğu gibi burada da birkaç serseri bu ıslahata aleyhdar görünmüşlerse de onların ehemmiyeti yoktu. Bütün ilmiye vaziyeti müdrikti. Bu derekeye neden sukût etmiş olduklarının esbabını da pekala görüyorlardı. leme alınan tarihli nizamname ile başlamıştı. Bu tarihe kadar medrese kavanin-i gayr-ı mektube ile idare olunurdu. Medresede müddet-i tahsil şerait-i duhul nazar-ı dikkate alınmamıştı. Her müderris istediği kadar okutur on iki sene on beş sene okuttuktan sonra bir icazet verirdi. Talebenin medreseye girebilmesi altmış sekiz yaşına kadar medresede oturabilirdi. Ufak sinde gelenler bit-tabi‘ akrabasından bir hoca efendinin cenah-ı himayesine iltica ederek hıfza çalışır derse başlardı. nizamnamesiyle müddet-i tahsil ve şerait-i duhul tesbit edildi. Müddet-i tahsilin on iki sene olduğu ve bir mektep şehadetnamesini ihraz veya bu derecede ehliyeti olduğunu bil-imtihan isbat etmemiş olanların medreseye kabul edilemeyecekleri tasrih olundu. Kitablar değiştirilerek mühim dersler ilave edildi. Hadis ve tefsir dersleri ile beraber tabiiyyat riyaziyyat hey’et tarih ve coğrafya dersleri de resmi programlarına idhal olundu. Her sene sınıf imtihanları icra edilmeye başlanıldı. İlmiye mesleğine mensub olan her ferd teşkilat-ı cedideden çok memnun idiler. Medreselilerin yegane kabahati terakkiyat-ı asriyyeye bigane kalmak ve onu istememek değil mi idi? kabul etmiş onlar da ihtiyacat-ı asriyyeyi anlamış diğer arkadaşlarıyla birlikte bu yolun yolcusu olduklarını i‘lan etmişlerdi. Binaenaleyh bundan sonra ikide birde tekrar edilip duranMedreseliler bir şey bilmez. Medresede nasara yensurudan başka bir şey okunmaz. Icab-ı asra tetabuk ve ihtiyacı te’min etmeyen bu müesseseler nafibir şekle Ulum-ı şer‘iyye ve hikemiyyenin tedris ve neşri maksadıyla te’sis edilen ve herbirisi gittikçe idadisi de birlikte başlıbaşına bir darul-fünun halini iktisab eylemiş olan medreselerin bidayeti beşinci asr-ı Hicrinin evailine tesadüf ettiği ve yalnız alem-i İslamda değil belki bütün cihan-i ma‘rifette büyük bir nam bırakmış olan meşhur Medrese-i Nizamiyyenin ilk te’sis edilen medrese olduğu bazı müverrihler tarafından kayd ediliyorsa da bir kısım müverrihler bu mühim müesseselerin daha evvel te’sis edildiğini yazıyorlar. Binaberin halkın ihtiyac ve ruhundan doğan ve medrese namı almış olan bu İslam darul-fünunları mümtaz ve mütebahhir e‘azıma menşe-i feyz olmuş binlerce e‘azım bu darul-fünunlardan iktibas-ı feyz ve kemal etmiştir. Bunların yetiştirdiği e‘azımın Diğer hükumat-ı İslamiyye gibi Osmanlılar da maarif-i umumiyyesini mecra-yı medarise tevdi‘ etmiş bulunuyordu. Fatih zamanındaki medrese teşkilatı ne mühim bir tertib arz eder. O medreseleri ibtidai tali ali ve ihtisas medreseleri olmak üzere dört kısma ayrılmış görüyoruz. Tarik-i ulemaya salik olacak talibin-i irfan sıra ile haric dahil ve musıla medreselerinde mukaddimat-ı ulumu tahsil ve ulum-ı aliyyeyi ikmal ettikten sonra ihtisas maksadıyla sahn denilen ve bugünkü teşkilata nazaran bir darul-fünun mahiyetinde olan medreseye geçerdi. Bu medrese sırf mütehassıs yetiştirmeye mahsus olduğu cihetle müteaddid şubelere inkısam etmiş bulunuyordu. O zamanlar medaris-i İslamiyyede ulum-ı şer‘iyye dürus-ı müdevveneden bir şube olup fünun-ı saireye de aynı derecede ehemmiyet verilir ve mesleğinde mütehassıs tabibler riyaziler hey’et-şinaslar yetişerek maarif-i milleti müessesat-ı saireden müstağni kılardı. Milletin uleması fukahası hükeması hep buradan çıkardı. Hükeması vüzerası bu darulumlardan ahz-ı feyz ederdi. Devr-i Kanuniden sonra medreseler -burada izahı uzun sürecek olan bazı esbab ve avamilin te’siriyle- yavaş yavaş sabıkasını gayr ediyordu. Bir vakitler devletin en dirayetli vezirlerini en büyük sadrazamlarını bu müessese-i ilmiyye yetiştirirken bil-ahare bir taraftan ulum ve fünunun mukaddimat ve tekamülatına yabancı kalması diğer taraftan hükumetin bu müesseselere karşı gösterdiği ihmal ve la-kaydi yüzünden bu müesseseler evvelce haiz oldukları mevki‘-i bülendi büsbütün gaib etmişlerdi. Maamafih bu kadar ihmal edilen ve hükumetten hiçbir himaye görmeyen bu müesseseler son nefesine kadar yine az çok vazifelerini ifa etmişler milyonlar sarf edilen müessesat-ı ilmiyye-i saire hiçbir mahsul vermeyip mütemadiyen bizi Avrupaya muhtac bıraktığı halde onlar ulum-ı şer‘iyyede bizi başkalarına muhtac etmediler. Fransada çıkan mecmu‘aları görmüyor musunuz? Hatta Almanyada bile var.. – Fakat hiçbir Fransız ailesinde ve bir Fransız genç kızının elinde o mecmualardan birine tesadüf etmek mümkün müdür? – Bu nasihati ailelere veriniz. Onlar çocuklarını murakabe etmezlerse kusur bizim midir? Kusur İstanbul müdde‘i-i umumisinin Türk ailesinin ve Türk muharrirlerinindir. Onun için her üçünü vazifeye da‘vet etmek istiyoruz. Bahname mizah ve edebiyatının bilhassa telkin ettiği fikir aile ve namus düşmanlığıdır. Bu mizah ve edebiyatta resmini gördüğünüz ve ismini işittiğiniz her zevce zaniyyedir ve her zevc boynuzlu tasavvur olunur. Hepsi genç olan aile kadınlarından her birinin mutlaka birkaç aşığı vardır. Aşık kadının güzel saçı güzel gözü ve güzel burnu gibi onu tamamlayan bir şeydir. Sadık koca bir avanak tipi olduğu gibi sadık kadın da evde kalmış Bu edebiyat ve mizahda genç kız safveti temiz bakire ruhu mechuldür. Bu edebiyat ve mizah Parisin umumhane mecmualarını taklid eder. Hemen bütün resim ve yazıları o nevi‘ neşriyattan istinsah edilmiştir. Geçen kış Beyoğluna bir Fransız tiyatro hey’eti ile bir Fransız opereti geldi. Bu iki kumpanya İstanbul halkına aynı zina ve boynuz edebiyatının nümunelerini gösterdiler. Salon tenhalaştığı zamanlar i‘lanların başına: bu oyun genç kızlara memnu‘dur!ser-levhası konurdu. Bunun sebebi daha ziyade genç kız müşterisi tedarik etmekti. Bütün seneler Beyoğlundaki sahneler ve İstanbulda intişar eden bir kısım mizah gazeteleriyle açık romanlar zaten za‘afa uğrayan sefalet sebebiyle sendeleyen eski hayat ile yeni hayat arasında bir intikal buhranı geçiren Türk ailesine bu vahim tereddiyi telkin etti. Şu veya bu tarzdaki neşriyatın muhit üzerindeki te’sirini derhal ölçmek mümkün değildir. Bugün ikrah haline getirir ve yarın en faziletli kimseler için bile tabii telakki olunur. Memlekette edebiyat ve fikir hareketi tamamıyla durmuştur. Münekkid yoktur. Aile murakabesi yoktur. Mektep terbiyesi yoktur. Böyle korkunç bir anarşı içinde muzır ve tehlikeli olduğunda ittifak ettiğimiz herhangi bir cereyana karşı her Türkün bir mücadele vazifesi olmak lazım gelir. Safi ticaret hırsını ancak Türk milletinin fazilet veya sukûtuyla alakadar olmayan ecnebi bezirganlar besleyebilirler. Hepimizin ayrı ayrı vazifelerimiz vardır. Bizzat bu neşriyatı iş edinen muharrirler cem‘iyete zarar verdiklerisokulmalıdır… gibi nakarat işitilmeyekti. Zavallı ve temiz kalbli medreseliler! Hiç anlayamamışlardı ki medresede asrın icabatına göre mükemmel bir tahsil ve terbiye görmeleri de kendileri için atiyyen daha büyük bir kusur teşkil edecek ve bu yüzden mevcudiyetlerine hitam verilecektir. bit-tabi‘ bunun hatırlarına bile getirmezlerdi. Fakat imkan aleminde yaşadığımızı unutmamalıyız. Teşkilattan evvel her talebe hocasını kendisi ihtiyar ve beğendiği hocanın dersine devam ederdi. Binaenaleyh hoca talebenin nazarında maaşlı bir me’mur bir ecir değil müşfik bir mürebbi baba makamına kaim hakiki ve yegane bir muallim idi. Talebe kavi idi. Bunun içindir ki hocasından ayrılan talebeye pek nadir tesadüf edilirdi. Hocanın rızasını almadıkça talebe başka bir yere gitmezdi. Hatta taşradan İstanbula gelecekler bile be-heme-hal hocasının rızasını alır ve ondan sonra gelirdi. Bu terbiyenin asarı medrese talebesinde hala bakidir. Talebe hocasına karşı pek büyük hürmet besler. nizamnamesiyle başlayan yeni teşkilat gittikçe tekamül ediyor ihtiyaca göre bazı tebeddülat vukûa geliyordu. Nihayet Eylül tarihli nizamname ile esaslı ve asri bir teşkilat vücuda getirildi. Bab-ı Ali Caddesinde her geçdikçe bu mevzu‘ hatırıma geliyor. Yazmak istiyorumBirkaç dostu daha rencide etmekten başka neye yarar?suali elimi tutuyor. Fakat şurası muhakkak ki bazı mizah gazetelerinde ve bir takım edebi neşriyattaaçık yazıveçıplak resim merakı rezalet derecesini çoktan aştı. Geçen gün Kadıköy vapurunda satın aldığım bir mizah gazetesinin erkekten saklamak zaruretinde kaldım. İstisnaları bir tarafa bırakınız bugünkü mizah ve edebiyat çirkin bir bahnameciliksanatı olmuştur. Bu sanatın ne resmi ne de yazısı karie neşat vermek sanın galiz ve behimi zevklerini uyandırarak ticaret etmek usulüdür. Matbuatta temiz bir isim bırakan ve bir vakitten beri mizahla meşgûl arkadaşlarımdan birine bu nev neşriyatın tehlikesinden bahsettim. Bana şu suali sordu: kızlara memnu‘dur!ibaresi Türk ahlakıyla feci bir istihza halini aldı. Müdde‘i-i umumilik zabıta-i ahlakiyye nerede? Genç kızların ve kadınların seyredemeyeceği bir piyes bir film erkeklere nasıl gösterilebilir? Eğer bu reklam yalansa ammenin ahlakıyla böyle nasıl oynanabilir? Zabıta kumarhaneleri basıyor randevu yerlerini kapıyormuş! Sinema perdesi mizah namı altına halka hergün binlerce nüshası okutturulan zina sahneleri ahlak-ı umumiyyeye daha az muzır mı addediliyor? ın başmakalesinin mündericatı Falih Rıfkı Beyin fikirlerinde şayan-ı şükran bir tahavvül hasıl olduğunu göstermektedir. Biz esasen açılan fazla serbesti tarikinin bu neticeyi intac edeceğini pek evvelden görmüş ve bu iffet-şiken cereyana mani‘ olmak miş kadın ve erkek münasebatında yapılmak istenilen fazla serbestinamus-ı milliye ta‘arruz değil kendilerine gayet tabii ve güzel geldiğisöylenilmiş idi. Şimdi ise o tabii ve güzel görülen cereyanların tabii netayicinin bir kısmı olan açık resim ve açık yazılar Falih Rıfkı Beyin bile ruhunu isyana getiriyor. Hiç kimse kendisine mutaassıb dedirtmek istemez. Zira taassub i‘tidalin zıddıdır. Bizim evvelden beri bütün telaşlarımız aile rabıtasına milletimizin meşhur olan korktuğumuzdandır. Nitekim bu korku bugün bizlere taassub atfedenlerde de hasıl olmaya başladığı nazar-ı memnuniyetle görülmektedir. Öteden beri biz memleketimize en büyük zarar getiren aile rabıtalarını perişan ve muzmahil eden fuhşa ahlaksızlığa karşı ciddi tedbirler ittihazını istiyoruz. Bunun azimesinin ruhuna pek muvafık olan fikirlerimizin pek çok taraflardan hüsn-i kabul gördüğüne dair mektuplar aldık. Fakat nasılsa bir kısım münevverlerimiz tarafından yardım görmedikten başka itirazlara muhalefetlere ta‘rizlere ma‘ruz kaldık. Bugün kadının bar denilen meyhanelere gitmesini hoş gören hatta levazım-ı medeniyyeden addeden muharrirlerimiz me’murlarımız veya herhangi sınıf halkımız bilmelilerdir ki bir milleti saadete isal edecek de hakiki mezellete tenzil edecek de kadınlıktır. Kadını barlarda gazinolarda bir takım mest ve sefih kimselerin baziçesi etmek milletin istikbalini maazallah sefihlerle mütereddilerle mahv ve muzmahil etmek demektir. Bizim yenin menfaati için olsun kadınları yabancı erkeklerle dansa alıştırmak ve bunu kibarlık addederek bütün genç ni düşünmelidirler. Babalar ve analar aile mukaddesatını tehzil eden bu neşriyatın azim zararından haberdar olmalıdırlar. Müdde‘i-i umumi beyin ise başka işlerle fazla meşgûl olduğunu zannediyoruz. Vakı‘a hürriyet-i matbuata karşı hükumet müdahalesinin şiddetle aleyhindeyiz. Zira hükumet me’murlarını kaç senedir tecrübe ettik. Küçük bir salahiyet bahşettiğiniz me’murun bu takyidsiz serbestisini nereye kadar götüreceğini tahmin edebiliriz. Hayır bunu istemiyoruz. Tehlikenin önüne geçmek için muharrir arkadaşlarımızın aile reislerinin ve İstanbul müdde‘i-i umumisinin teyakkuz ve dikkatleri kafidir! Bu makale münasebetiyle bir kari de gazetesine şu mektubu göndermiştir: Metaını sürmek isteyenlerin haya ve hicab perdesini gitgide daha fazla yırttıkları bir devirde yaşıyoruz. Ahlak kıymetleri o kadar altüst oldu ki dün yanaklarımızı kızartan bir manzara bugün dudaklarımızda tebessümler yaratıyor. Vaktiyle edeb ve namus erbabını kaçıran şeyler şimdi bir ökse hizmetini görüyor. Ahlaksızlık o kadar revac buldu kiahlaksızlıkolduğunu bağırmadıkça ne zevkin ne edebiyatın ne resmin ne tiyatronun ne sinemanın cazibesi kalmıyor. Ölçüsü her gün biraz daha artan zehirlere asabı alışan tiryaki gibi hassasiyetimiz hergün biraz daha körleşiyor. Dün tecessüsümüzü tahrik eden bir şey bugün bizde bir merak hissi bile tahrik etmiyor. Gizli kokain tacirlerinin melanetkar lütfü karşısında gibi her günaz daha biraz daha…diyoruz. Bir hikayenin satırları arasında bazen uryan bir kelime sezdiğimiz zaman hiddetlenirdik. Devletin bütün te’dib kuvvetleri harekete gelirdi. Şimdi gözlerimizin önünde en kaba bir bahnamenin sahifelerini birer birer açıyorlar tabii görüyoruz. Mizah yazılarıyla ve resimleriyle frenklerinpornografiknamını verdikleri bir nevi‘ zina edebiyatı oldu. Garbın en aşağı tabakalarında sürüklenip giden mülevves neşriyatı birdenbire edebiyatımızın şaheseri yaptık. Ressamlarımız çıplak kadın ve aldatılmış koca resminden başka karikatür yapamıyorlar. Mizah gazeteleri arasında kuvve-i bahiyyeyi tahrik müsabakası açıldı. Bu ahlak anarşisinden istifade ederek hassasiyetin bu tereddisini bir ihtikar vasıtası ittihaz eden tiyatro ve sinema sahibleri de reklamların altına yeni bir düstur buldular:Genç kızlara memnu‘dur!Ahlaksızlığı ahlak kaidesiyle i‘lan etmek için bundan daha iblisane bir şekil bulunamazdı. Genç kızların iffet ve hicabını sıyanet endişesi altında bozmak içinmemnu‘ meyvenin cazibesi bundan daha fazla suistimal edilemez. Fakat artık ar ve haya ile bu kadar oynanması sinire dokunuyor. Gün aşırı reklamlarda gördüğümüzGenç Bir memleketin bir milletin ma‘nen yükselmesine hizmet edenler o millet ve memleketin uleması üdebasıdır. Bütün memalik-i mütemeddinede görülmüştür ki ilim ve kalem sahibleri hey’et-i ictimaiyyeyi ma‘nen viyesini yükseltmeye zihinlerde ictimai inkılab vücuda getirmeye muvaffak olmuşlardır. Şimdi bizim memleketimiz için de ulema ve üdebanın hizmetine pek büyük ihtiyac görülüyor. Seviye-i ma‘neviyyece yükselmeye halk muhtacdır. Çünkü o seviyeyi bir takım hadisat tazyik etmeye başlamıştır. Buna neşriyatta laubalilik de sebeb oluyor. Resimler üstüne tüy dikiyor. Sinemaların fena filimleri darbesi de caba… Ahlak-ı umumiyyemizde aşağıya doğru bir tebeddül vardır. Buna te’sir edecek çarelerden biri ahlak ve seciyenin mecrasını çevirecek eserlerdir. Memleketin tenvire bu zamandaki ihtiyacı kadar hiçbir zaman ihtiyac görülmemiştir. Biz ahval-i umumiyyemize bakınca bu ihtiyacı çok iyi hissediyoruz. Halk da artık vakitlerini hafif şeylerin mütaleasına hasrediyorlar ve hafif şeylerden hoşlanıyorlar. Bu ne kadar teessüf edilecek bir şeydir. İçinde bulunduğumuz vekayi‘ bize atinin ehemmiyetini göstermektedir. Bu kadar mühim bir mevkii bulunan Türk halkını çok tenvir etmek iktiza eder. Biz umumen başka bir terbiyeye muhtacız. Binaenaleyh bir taraftan erbab-ı kalem diğer taraftan ulema ve fudala ve mütehassısin hey’et-i ictimaiyyemizin muhtac olduğu mesail-i maddiyye ve ma‘neviyyeyi makalelerle risaleler ile temhid etmelidirler. Rahat rahat seyirci olarak oturmak olamaz. Of Kazası ulemasıyla müntehib-i sanileri tarafından Türkiye Cumhuriyeti Riyaset-i Celilesine atideki telgrafın çekildiği Oftan idarehanemize bildirilmiştir: Tevhid-i Tedrisat Kanunu mucebince verilen emir üzerine kazamızda ashab-ı hayrat tarafından inşa ve ulema tarafından hasbi idare edilen yetmiş üç medrese kızlarımızda kadınlarımızda na-mahrem eline teslim olmakta mahzur olmadığı ve bilakis bunun terakkiyat-ı asriyye levazımından olduğu hakkında bir i‘tikad hasıl etmek elbette milli mevcudiyetimizin hayrına bir iş değildir. tecrübesiz gençleri iyiyi kötüyü tefrike muktedir olmayan bir takım kimseleri yanlış ve tehlikeli i‘tikadlara sevk edecek teşvikattan ihtiraz etmemiz idi. Böyle olmadıkça açık yazı yazmayın açık resimler yapmayın gibi söz pek az te’sir eder. İş mukteda ve pişva addedilen kısmın hatt-ı hareketlerini adab ve ahlak-ı milliyyeye tevfik etmelerindedir. Yoksa bunlar bil-fi‘l muzır serbestiyi tecviz ve icra etmekte devam ederlerken genç muharrirlerden mizahçılardan nezih ve edeb-amuz yazılar resimler beklemek bilmeyiz ne derece müfid olur? Bizce işin hayırlısı ictimaiyatımızı nezih vakûr metin mekin afif bir hale getirebilmek için hepsinden evvel ahlaki bir teşkilata bir murakabe-i ictimaiyye hey’etinin teşekkülüne ihtiyac vardır. Bu teşkilatı idare edecek zevat tabii her mahallenin en nezih ve muktedir zevatı olacaktır. Bir kere verilecek terbiyenin esas yolları tanzim edilmeli ve o yollar üzerinde her nerede olursa olsun milleti faziletli edecek terbiye usullerini alıp tatbikine ihtimam etmelidir. Her halde bu milleti iffet ve nezahete da‘vetle bir müddetten beri gitmekte olduğumuz yanlış ictimaiyatın tashihine en ziyade hizmet edecek kısım matbuattır. Matbuat nezahet ve iffet-i milliyyeye ne derece hürmet gösterirse o kadar ictimai tehlikenin önüne geçilmiş olur. İctimai fenalıkların izalesi içn bugün matbuat kadar müessir hangi vasıta-i ictimaiyye vardır? Bugünkü sukût-ı ahlakinin avamili miyanında en büyük hisse-i mes’uliyet matbuata terettüb etmektedir. Bu mes’uliyetten ekseriyet i‘tibarıyla matbuat-ı yevmiyyemiz de müstağni kalamaz. müslüman kadınlarını -kibar fuhuş yatakları olan- barlara gitmeye erkeklerle dans etmeye sahnelere çıkartarak aktrislik ettirmeye sinemalarda tiyatrolarda erkeklerle diz dize oturtmaya teşvik eden matbuat-ı yevmiyyemiz değil midir? Bu hususta belki mes’uliyetlerin en büyük hissesi gazetesine aid olsa gerekdir. gazetesinin yazdığı hikayeler mizahi gazetelerin iffet şikenane neşriyatından pek farklı değildir. Maamafih gazetesinin geç de olsa hak ve hakikate tarafdar olması şayan-ı takdirdir. Falih Rıfkı Beyin bu makalesine bazılarının zahib olduğu gibi biz siyasi bir takım sevaik de arayacak değiliz. Biz bunu samimi olarak kabul ediyoruz. Ve bütün muharrirlerin de samimi olarak kemal-i ehemmiyetle nazar-ı dikkate almalarını temenni ediyoruz. hakikaten hıfz-ı Kuran dersine devam etmekte olduklarını görmüş ve bunun üzerine hafızlarıcürm-i meşhud halinde yakaladığını mübeyyin bir rapor kaleme alıp ma-fevkine takdim etmiştir. Hıfza çalışanları cürm-i meşhud halinde yakalayan fettişi bu gayretine mükafaten bir derece terfi‘ edilmedi mi acaba? Laik bir hükumet te’sis ettiğimizi iddia eylediğimize ve laikliğin ise kimsenin vicdanına din ve imanına karışmamak demek olduğunu söylediğimize nazaran Konyadaki Maarif müfettişinin camide hıfz-ı Kurana çalışanları ne hakla yakaladığını ve ne salahiyetle talebenin cürm-i meşhud halinde hıfz-ı Kuran eylediklerini mübeyyin rapor kaleme alarak ma-fevkine takdim eylediğini sormaya hakkımız yok mu? Ba‘zı asar-ı vatan-perveraneyi okuyanlara karşı devr-i verilir ve o jurnallere Sultan Hamid tarafından ihsanlarla mukabele edilirdi. O eski jurnalcilik usulünü andıran bu hadise karşısında laik Maarif vekilinin ne yaptığını Maarif müdürünü tecziye edip etmediğini sormaya hakkımız yok mu? tamamen sed edildi. Fakat küşadı va‘d buyurulan İmam ve Hatib mektepleri henüz açılmadı. Şu halde tahsilde bulunan bini mütecaviz talebe meydanda kaldığı gibi sene-i atiyyeye terk edilecek talebe tahsilde değildir diyerek sevkleri lazım geldiğinden ihtiyacat-ı diniyyemizden olan ulum-ı diniyyemizin kökünden kaldırılacağı anlaşılıyor. Hamd olsun biz müslümanız hükumetimiz de İslam hükumetidir. Dinimiz için canımızı malımızı feda edenlerdeniz. Dinsiz bir gün yaşamasını arzu etmeyen bu millete umur-ı diniyyesini öğretecek alim imam hatib lazımdır. Memalik-i ecnebiyyedeki İslamlara bile alim mürşid yetiştiren Of kazasının medaris-i mevcudesi ıslah edilinceye kadar kel-evvel sınıf imtihanlarının icra-sıyla tahsile devam ettirilmesini istirham eyleriz. Konyadan mevsukul-kelim muhterem bir zat matbaamıza yazıyor: Mukaddema hafız yetiştirmek üzere Konyada te’sis edilmiş olan Darul-huffaz maarif Vekaletinin emriyle sed edilmiş bunun üzerine hafızlar cami-i şerifte hıfz-ı Kuran dersine başlamışlardı. Bunu haber alan Maarif müfettişi ders esnasında camie giderek hafızların Meal-i Kerimi Yine onlar ehl-i kitab: Allah oğul edindi dediler. Onun şan-ı azameti böyle şeylerden mukaddes ve münezzehtir. Belki göklerle yerde her ne varsa cümlesi onundur ve cümlesi ona münkaddır. Bundan evvelki yazılardan Cenab-ı Hakkın kendisine maadasının şerik bilinmesini mağfiret etmediği ve muhsin olarak zat-ı ecell ü a‘lasına münkad olan kimsenin de havf ve hüzünden azade olduğu ma‘lum olmuştu. Vahdaniyet-i ilahiyye ile zat-ı Barinin ibadet ve rububiyette infiradını isbat hususunda bu ayat-ı kerime müteradif olunca Ehl-i Kitab ile müşrikinin bu gibi ayat-ı bahire ve edille-i beyyine-i katıa ile mücadele etmenin netayicinden biri de – ayet-i kerimesinin delaletinden müsteban Başmuharrir Sahib ve Müdir mısdakınca kendilerinin evladı olduğuna kail olan cehele-i müşrikinin yolunu tutmuşlardır. Din-i İslamın İbrahim ile Musa ve İsa ve sair rüsül-i kiram aleyhimis-selam hazeratının dini olduğunu evvelce söylemiştik. Hazret-i Mesihin hezeyanına o kadar yakın bir i‘tikaddır ki şu cahil nasara men abes ve lağv gibidir. Ancak mebhas-i tevhidi itmam atiyye-i ilahiyye olan bunca zekaları ve bu kadar vasi‘ de ve tabiatın ötesini münkir oldukları sık sık ve alenen tekrar edip dururken yine şeklen ve ruhen hurafattan hiç farkı olmayan nice akval-i sahifeye kail oldukları ma‘lum olsun. Biz burada el-yevm elde olan Tevrat ile enacil-i ma‘rufenin sahih ve mütevatir ve sened-i muttasıl ile bize baliğ olmadıkları hakkında -bizden evvelkiler gibi- serd-i edilleden vazgeçiyoruz. Cedelen ve tenezzülen bu kitapların onların i‘tikad ] ettikleri gibi olduğunu teslim ediyoruz. Böyle iken acaba yine bunlarda teslise ve Allahın Mesihe peder olduğuna delalet eder bir şey var mıdır? Mesih aleyhis-selam kendisi için ibnül-insan dermiş. Biz bu ta‘biri Havari Matta İncilinin yirmi bu kadar yerinde buluyoruz. Bu ta‘birin Hazret-i Mesihin insan olduğundan başkasına delaleti olamayacağı bedihidir. / / / / kışır. Binaenaleyh Hazret-i MesihinBen yukarıdayım demesi cahillerin anladığı gibi semadan indim ve alem-i beşeriden değilim demek olmayıp haiz olduğu ismet ve mekanet hasebiyle Allahın ıstıfa ettiği ahyar-ı nastan ve bu i‘tibar ile sıfat ve ahlakça ve akıl ve adaletçe içinde bulunduğu alem-i zahiriden başka bir alemin ferd-i muhtarı olduğunu ifham içindir. Yuhanna İncilininnci babındaki beyanına nazaran Mesihin kendi telamizi hakkındaÇünkü onlar alemden değillerdir. Nitekim ben de alemden değilimbuyurması da buna delildir. Eğer bu ibare uluhiyeti iktiza edeydi Mesih de telamizi [de] hep ibadete şayan ilahlar olurlardı. Alim-i muma-ileyhin İlahiyat Fakültesi reisi bulunması dır. Biri fakültenin vaziyet-i ilmiyyesi diğeri de talebenin lamiyyenin mebadi ve makasıdını mebadi ile makasıd arasındaki irtibat ve münasebetleri mebadi ve makasıdın derecat ve merahilini aded ve nevi‘lerini bil-fi‘l görüp geçirmiş olmak suretiyle bilir bir zat-ı kıymetdardır. Medaris-i uhde-i mes’uliyetine almış bulunan İlahiyat Fakültesinin ne gibi bir gaye-i ilmiyye ta‘kib etmesi lazım geldiğini ve bu gayeye hangi tarik-i ilmi ile gidilebileceğini de layıkı vechile müdriktir. Bu hususlara aid nazari tecrübi ma‘lumatıyla reisliğini deruhde etmiş olduğu fakültenin şimdiki vaziyet-i ilmiyyesini karşılaştırınca tashih ve ıslahı lüzumuna kanaat-i kat‘iyye getirdiği şüphesizdir. Ona böyle bir kanaat-i ilmiyye gelmiş olması başkalarında da fakültenin vaziyet-i ilmiyyesini tashih ve ıslaha çalışacağı kanaatini tevlid etmiştir. Tashih ve cağında da şübhe edilmiyor. Keyfiyyetin ma‘kûliyeti tabiiliği bizzat kendisinin vasıl olmak istediği neticelere göre mukaddimat-ı mantıkiyye ihzar etmek hususundaki nihayet haiz bulunduğu emn ü i‘timad malik olduğu nüfuz ve şöhret ve bunları tetvic eden hüsn-i niyyeti te’min-i muvaffakiyete kafi görülüyor. Fazıl-ı müşarun-ileyhin böyle ümidler ile meşhun reisliği elbette haiz-i ehemmiyet telakki edilmeye şayandır. Tarik-i tahsilde talebeye bir istikamet-i fikriyye ta‘yin etmek sath-ı bahrde seyr u sefere çıkan sefain kaptanlarının kadar ehemmiyet-i hayatiyyeyi ha’izdir. Ta‘kib edeceği Maahaza Luka İncilinin üçüncü babında Hazret-i Mesihin nesebini beyan ederken Mesihin İbn Yusuf ve Ademin ibnullah olduğunu söylüyor. İşte Havari Luka Mesih aleyhis-selam için ma‘ruf bir insanın oğludur demişken Adem aleyhis-selam için kendi cinsinden ebeveyni olmadığı için ibnullah diyor. Halbuki Adem aleyhis-selamın mütearif olan manası Allahın oğlu olma Kezalik Sifr-i Samuelinnci babında Süleyman aleyhis-selamaibnullahisminin verildiğiBen ona peder ve o bana oğul oluribaresinden anlaşılıyor. Yine Aşiya aleyhis-selamın münacatında nebi-i müşarun-ileyhin kendisine ve nebi-i İsraile izafeten Allaha ebıtlak ettiği görülüyor. Münacatın ibaresi şudur:Ve şimdi ya Rab sen pederimizsin Ayat-ı sabıkanın kaffesinden ibn kelimesinden ehl-i taat ve hıyar-ı ibadullah maksud ve Allaha bunlara nazaran eb denilmesinin hakikat değil kinaye olduğu kolayca babasıdenildiği de vardır ki murad Allahın yetimlere olan re’fet ve rahmetini ve cümlesine şamil olan lütf u Hazret-i Mesihten naklen rivayet edilenSiz aşağıdansınız. Ben yukarıdayımibaresi ile hıristiyanların temessük etmeleri cehl ve dalalet eseridir. Zira bu gibi sözler bizim avammımızın bile arasında şayi‘ olmuş kinayattandır. Zaman olur ki insan bir kavim ve cemaatin içinden neş’et ettiği ve cemaatlerinden bir ferd olduğu halde kavim ve kabilesinin ve hem-şehrilerinin bazı ef‘al ve sıfatını beğenmediği limizdendir. Onun için talebeye hakaik-i İslamiyyeyi hakkıyla anlamaya çalışmaları tavsiyesine bütün safvet ve samimiyetimizle iştirak ederiz. Fakat hakaik-i İslamiyyenin hakkıyla anlaşılamamış olduğunu alel-ıtlak kabul edemeyeceğiz. Hakaik-i İslamiyyeyi hakkıyla anlayamayan ve anlamak kudret-i ilmiyyesini haiz olmayan kimseler her zamanda bulunabilir. Nasıl ki zamanımızda da yok değildir. Fakat hakaik-i İslamiyyenin hiçbir zaman hakkıyla anlaşılamamış ve anlayan alimler zuhur etmemiş olduğunu iddia etmekde isabet göremeyiz. Seyyid Beyefendi dahi da‘vayı bu kadar vasi‘ tutmamış olsa gerektir. Hakaik-i İslamiyyenin kütüb-i İslamiyyede temaşa etmekte bulunduğumuz sima-yı semavisinden başka perde-i mechuliyet ile mestur bir siması varsa bu perdeyi yırtıp atmak herkesten evvel nebi-i mürsel hazretlerine teveccüh eden bir vazife idi. Halbuki hakaik-i nebeviye tesadüf edilemiyor. Eğer öyle bir irşad ve nakl ü iblağ eden ma‘iyyet-i seniyyesi keyfiyyeti bize isal etmekte tereddüd göstermez idi. Kütüb-i İslamiyyede esasatı mazbut ve mübeyyen ahkam-ı İslamiyye ile amel edilmeye bizzat huzur ve zaman-ı nebevide başlanılmış den nehy buyurulmamıştır. Mes’elenin bu safhası bize gösteriyor ki hakaik-i İslamiyyenin perde-i mechuliyet mevcud ve mazbut ahkam-ı İslamiyyenin hakkıyla anlaşılamadığını telkin etmek ise asr-ı nebeviden şimdiye kadar güzeran olan uzun asırlar zarfında hakkıyla anlaşılamayan hakaik-i İslamiyyenin fima-ba‘d hakkıyla anlaşılacağına pek ihtimal veremediğimizden dolayı İlahiyat Fakültesi talebesine o yolda vukû bulan tavsiyelerden büyük ümidlere düşmek istemiyoruz. Evet adedleri gayr-ı mahsur müfessirlerin muhaddislerin mütekellimlerin mutasavvıfların müctehidlerin fukahanın bugünkü ulum ve fünunun esaslarını vaz‘ etmiş bulunan İslam hükemasının beşeriyetin tebcil etmekte olduğu fen ve felsefe üstazlarının nihayet bunlara inzimam eden garb müsteşriklerinin asırlardan beri tedkikiyle taharrisiyle uğraştıkları hakaik-i İslamiyyeyi hakkıyla anlayamadıkları göz önüne getirilince istikbalin ensal-i ilmiyyesinden de nevmid bulunuyoruz. Seyyid Beyefendi eğer ulema-yı eslafa faik ulema yetiştirebilecek ise asr-ı hazır ulemasının İlahiyat Fakültesine talebe kayd olunmak arzusunu izhar edeceklerinde hiç şübhemiz yoktur. Hakikat-i hale gelince hakaik-i İslamiyye hakkıyla anlaşılamamış değildir. Ulema-yı İslam hazeratı hakaik-i kaik-i İslamiyyeyi pek iyi anlayan ulema-yı İslamdandır. rın sefinelerini sahil-i selamete isal edemeyecekleri gibi tarik-i tahsilde ta‘kib edeceği istikamet-i fikriyyeden ve o istikametle vasıl olacağı gaye-i ilmiyeden gafil bulunan talebe de istifaza edemez. Bu akamet-i hareketin mes’uliyeti bit-tabi‘ yolcularını istikametsiz ve gayesiz olarak seyr u sefere çıkaran kaptanlara aiddir. Medreselerin de mekteplerin de bizi matlub gayelere isal edememelerinin en mühim sebebi bu müessesat-ı ilmiyyede seyr u sefere çıkan talebenin hem gaye-i matlubeden hem de o gayeye musıl hareket-i fikriyye istikametinden gafil bulunmalarıdır. Seyyid Beyefendi gibi ilmi seyr u seferlerde rüsuh ve ihtisas kesb etmiş mütebahhir tecrübe-dide bir kaptanın İlahiyat Fakültesi gibi en hayati bir sefine-i ilmiyyeyi gayesiz ve istikametsiz olarak seyr u sefere çıkarmayacağı ma‘lum ve meczum idi. Fakülteden harice akseden ma‘lumata nazara fazıl-ı muma-ileyh fakültenin gayesini ve o gayeye vüsul için ta‘kib edilmesi lazım gelen hareket-i fikriyye istikametini gösterir bir seyr u sefer pusulası tanzim etmiş ve bu pusula mündericatı hakkında yolcularına pek mühim ifadat ve beyanatta bulunmuştur. Kürsü-i tedristen talebeye vukû bulan alimane ve mürşidane ifadat ve beyanatının pek mühim gördüğümüz bazı kısımları hakkında bazı mülahazat dermiyan etmek lüzumunu hissediyoruz. Hayr-hahane olarak vukû bulan ifadat ve beyanatın pek mühim gördüğümüz noktaları şu esaslardır: Diyanet-i İslamiyyenin hakkıyla anlaşılmamış bulunduğu ve talebenin hakkıyla anlamaya çalışmaları lüzumu. Diyanet-i İslamiyyenin bazı zevaid ile karışık olduğu ve bu zevaidin tay ve terki lüzumu. Hocaların ehadis-i şerifenin sahihini gayr-ı sahihinden tefrik edemedikleri. Akval-i fukahaya fazla merbutiyet gösterildiği ve bu merbutiyetin hürriyet-i tefekküre mani‘ olduğu. Mukavemet edilmeyen kuvvetli cereyanlar karşısında dine mugayir mesail ve hadisatın diyanetle az alakadar gösterilmesi lüzumu. Fazıl-ı müşarun-ileyhten vukû bulduğu rivayet olunan bu ifadat ve beyanatın ne dereceye kadar doğru olduğunu bilemediğimiz için diyerek hususat-ı mezkure hakkındaki mülahazatımızı ber-vech-i ati arz u Talebenin hakaik-i İslamiyyeyi hakkıyla anlamaya çalışmaları tavsiyesine iştirak etmeyecek kimse bulunamaz. Hakaik-i İslamiyyeyi hakkıyla anlayamayan talebenin kimse de yoktur. Yarım doktorun insanı candan yarım hocanın da dinden cüda edeceği meşhur durub-ı emsa Hocaların hadislerin sahihlerini gayr-ı sahihlerinden tefrik edemedikleri doğru değildir. Eğer hakikaten tefrik edemeyenler varsa onları da hoca addetmek doğru değildir. Hocaların ifa edilmemiş bir tefrik-i ehadis vazifeleri yoktur. Ulema-yı İslam hazeratı hadislerin sahihlerini gayr-ı sahihlerini muşikafane bir surette tefrik etmiş ve ehadisin her iki kısmını havi eserleriyle ahlaf-ı ulemanın minnetdarlıklarını kazanmıştır. Hocaların bugünkü vazifeleri o asar-ı muhalledeyi mütalea etmekten hihlerinden tefrike kafi değilse daha mükemmellerinin vücuda getirilmesini Seyyid Beyefendinin kudret-i kafiyyesinden beklemek bütün müslümanların hakkıdır. Bu pek mühim vazife-i diniyyeyi ifaya ihtiyac-ı kat‘i var ehliyet sahibinin o vazifeyi ifa etmemekten mütevellid derece-i mes’uliyetini Seyyid Beyefendi elbette müdriktir. Akval-i fukahaya karşı gösterilen merbutiyet onlara bir sıfat-ı semaviyye izafe edilmekten veyahud hata ve zelleden masun olduklarına i‘tikad olunmaktan mütevellid değildir. Delail-i şer‘iyyeye müstenid bulunmaları kendilerine celb-i merbutiyet etmektedir. Ve bu merbutiyet hiçbir zaman hürriyet-i tefekküre mani‘ olmamıştır. Mütehalif-i ictihadat-ı fıkhiyyeyi havi muhtelif asar-ı fıkhiyyemiz bulunması ve bu eserlerde e’imme-i mezahibin ictihadatı hakkında cerh ve ta‘diller icra edilmiş olması fukaha arasındaki hürriyet-i tefekkürün derece-i vüs‘atini göstermekte değil midir? İlm-i fıkıh ilmi münakaşaların en fazla mikyasta cereyan ettiği en vasi‘ bir hürriyet-i tefekkür sahasıdır. Tilmizlerinin hürmet ve merbutiyetleri bile üstazlarının tarz-ı ictihadlarını bazen cerh etmelerine mani‘ olmamıştır. Fukahanın muhtelif tabakata ayrılmış olması da aralarındaki hürriyet-i tefekkürün neticesidir. Bu hürriyet-i tefekkür bugün dahi bakidir. Tarih-i fıkıh müderris-i muhtereminin maziye aid hürriyet-i tefekkür memnuiyetinden şikayet etmesi her halde na-be-mahaldir. Onun için şikayetin bugüne aid olması ihtimali galibdir. Fakat fazıl-ı müşarun-ileyhi te’min ederiz ki delail-i şer‘iyyeye müstenid olmadıkları veyahud delail-i şer‘iyyeden yanlış olarak istinbat edildikleri anlaşılacak akval-i fukahaya müteveccih merbutiyetimizi; delail-i şer‘iyyeye müstenid ve şerait-i ilmiyyeye muvafık yeni mesail-i ictihadiyyeye devr etmekte teehhür göstermeyeceğiz. Gayr-ı kabil-i mukavemet cereyanlar karşısında ahkam-ı diniyyeye tevafuk etmeyen hadisat ve mesailin din ile az alakadar gösterilmesi tavsiyesini doğru bulmuyoruz. Bu tavsiyeyi duyunca Mesnevinin şu beyiti hatırımıza geldi: Arada yalnız şu fark var ki ulema-yı İslamın hakaik-i Seyyid Beyefendinin tarz-ı telakkilerine vukûf ve ıttıla‘dan –maal-esef– mahrum bulunuyoruz. Ulema-yı İslamın anlayamadğı hakaik-i İslamiyyeyi hakkıyla anlayacak talebe değil de bizzat kendisi gibi anlayacak talebe yetiştirebilirse İslamiyete müslümanlara millete memlekete hatta beşeriyete pek büyük hizmetler ifa etmiş olacak ve bu seyyidane hizmetleri kendisini daima hürmetler ve tebciller ile yad ve tezkar ettirecektir. Diyanet-i İslamiyyenin esasat-ı i‘tikadiyye ve ameliyyesi miyanına sonradan idhal edilmiş ahkam-ı zaideye tesadüf edemiyoruz. Nusus-ı Kuraniyye ile beyan olunan ve taraf-ı nebeviden tebliğ edilen esasat-ı i‘tikadiyye ve ameliyye nelerden ibaret ise müslümanların el-yevm mükellef bulundukları ahkam-ı i‘tikadiyye ve ameliyye de onlardan ibarettir. Ne ahkam-ı i‘tikadiyye arasında ne de ahkam-ı ameliyye miyanında bir rükn-i zaid yoktur. Seyyid Beyefendi eğer ahkam-ı i‘tikadiyye ve ameliyye arasında zaidler bulunduğuna kanaat getirmiş ise talebenin ahkam-ı esasiyyeye merbutiyetlerine halel vermek tafsil etmeli idi. madde ta‘yin etmeksizin zevaidden bahsetmek zevaidden olmayan ahkam-ı asliyyeyi de zan ve şübhe altında bırakır. Böyle bir netice ne Seyyid Beyin ne de İlahiyat Fakültesinin istihdaf ettiği bir gaye değildir. Bu zevaid mes’elesi ahkam-ı İslamiyyeye merbutiyet surette tedkik ve halledilmesi lazım bir vazife-i diniyye mahiyetini haizdir. Acaba Seyyid Beyefendi ahkam-ı zaideyi ta‘yin ederek bunlar hakkında aleni ve ilmi bir münakaşa kabul buyurur mu? Biz öyle zannediyoruz ki fazıl-ı muma-ileyhin ahkam-ı asliyye-i İslamiyye miyanına karışmış olduğunu söylediği ahkam-ı zaide uluhiyyet merbutiyetini kuvvetlendirmek ve bu suretle gaye-i sulaha-yı ümmet tarafından müslümanlara tavsiye edilen fazla ibadetlerdir. Fakat mükellefiyet mahiyetini haiz olmayan ve hiç kimseye ne maddi ne de ma‘nevi zarar ve ziyanı dokunmayan mutavviane ve müteverri‘ane ve terki tavsiyesinde bulunmak yüksek bir fikir mahsulü olmak üzere telakki edilemez. Bu sözlerimiz tahminata müsteniddir. İhtimal ki bizim vakıf olamadığımız başka zaidler vardır Seyyid Beyefendi bu husus hakkında bizi de tenvir buyurursa müteşekkir olacağımız tabiidir. ya çalışınızdediğini işitirsiniz. Derd-i maişetten azade zengin bazı ibadullah vardır hiçbir kürsü şeyhi hiçbir tekke şeyhi onu vezaif-i diniyyesini ifaya sevk edemez. Fakat günün birinde duçar olduğu fakr u zaruret onun mu‘tekif bir abid ve zahid haline getirir. Adam olur ki şiirin bütün kabiliyet-i tehyiciyyesini istimal etseniz hissiyat-ı vataniyyesini tahrik ve tehyice muvaffak olamazsınız bir ecnebi işgalinin husule getirdiği fecialar o adamı en ateşin bir vatanperver yapar. Bir valide ellerini ateşe uzatmak isteyen çocuğunu ateşin yakıcılığından bahsederek tahzire çalışır fakat bütün tahzir ve ihafeleri semeresiz kalır. Buna mukabil çocuğun bir kere ellerini fiilen ateşe temas ettirmesi bir daha ellerini ateşe uzatmamasına sebeb-i kafi olur. Bütün bu keyfiyetler beşeriyetin nazari telkinattan ziyade fiili hadiselerin te’siratı altında bulunduğunu göstermektedir. Diyanet ve takviye-i diyanet duygularını dimağ-ı beşerde husule getiren de vaaz u nasihatten ziyade mesaib-aver hadisat-ı maddiyyedir. Harb-i Umumiden evvel de diyanete ve takviye-i diyanete lüzum var idi. Bu lüzumu hissettirecek maddi hadiseler de eksik değildi. Fakat münferid hadiseler umumi bir intibah tevlid edemiyordu. Cami ve kilise vaaz ve nasihatleri sair avamil-i muzırranın ilhadkarane te’siratına mukavemet kudretini bile gösteremiyordu. Dimağlarda intifaya yüz tutan hissiyat-ı diniyyeyi yeniden canlandırabilmek için pek canlı hadiselerin nefha-i ikaz ve irşadına kat‘i ihtiyaclar var idi. Harb-i Umumi günden güne ilhada doğru gitmekte olan beşeriyeti en canlı hadiseler en kanlı manzaralar karşısında bıraktı. Peder ve valideleri evladsız etfal ve sıbyanı peder ve validesiz kadınları kocasız kızları talibsiz bırakan Harb-i Umumi tarlaları da tohumsuz fabrikaları amelesiz bağ ve bahçeleri bahçıvansız bırakmış idi. Müstahsil eller himayekar pazular iş başından silah başına nakl-i faailiyyet edince açlık ve sefalet ejderi harbin bakiyye-i süyufunu kahhar pençesi altına almak hususunda tereddüd teehhür göstermedi. Mühlik ve zehirli tırnaklarıyla kadınların kızların haya ve hicab perdelerni yırtıp atıverdi. Kadınların kızların gençlerin ihtiyarların kalblerinden helal ve haram hislerini silip çıkardı. ahlaksızlık ilkbahar sellerinden daha kuvvetli daha süratli bir kabiliyet-i ittisa‘ göstererek erbab-ı ihtiyacdan olmayanları da sefalet ve sefahet tufanlarının mütemevvic dalgaları arasında aşağı yukarı yuvarlamaya başladı. Herkesin düşüncesi maddi ve ma‘nevi ihtiyaclarını tatmin etmeye çalışmaya münhasır kaldı. Bu uğurda her çareye baş vururken hak ve batılı helal ve haramı adl ve zulmü fazilet ve rezileti kanaat ve ihtirası hiç hatıra Şer‘-i mübine beşeri fikirler karıştırarak bazen arttırdılar bazen de eksilttilerdemek istiyor. Şer‘-i İslamın artırılmış olmasından şikayet eden Seyyid Beyefendi bu tavsiyesiyle bizi de eksiltmek istenilmesinden şikayete sevk ediyor. Hazret-i Mevlana da Seyyid Beyefendi ile birlikte artırılmasından bizim ile beraber de eksiltilmesinden şikayet ediyor. Seyyid Beyefendinin tavsiyesine nazaran gayr-ı kabil-i mukavemet bir cereyan halini almış bulunan –mesela fuhuş ve sarhoşluk gibi– memnu‘at-ı diniyyeyi fima-ba‘d ahkam-ı diniyye ile az alakadar göstermek lazım gelecek. Bu gibi cereyanları durdurmak şübhesiz ma-la-yutak bir keyfiyettir ve İslamiyette mala-yutak luğun men‘inden aciz bulunmamız onları menhiyat-ı diniyyeden haric göstermemizi mucib olamaz. Böyle hadiseler karşısında vazifemiz: Yerine göre ya nasihat veyahud sukûttan ibarettir. Şer‘-i enveri ne artırmak ne de eksiltmek doğrudur. Ve eksiltmek artırmaktan daha muzırdır. El-hazer ya Seyyyidi. Bir musibet bin nasihatten daha müessirdir sözü pek doğru bir sözdür. Musibetteki hassa-i te’siriyyenin nasihatteki kabiliyet-i te’siriyyeden daha kuvvetli olduğuna felsefevi bir sebeb göstermek lazım gelirse denilebilir ki nasihat nazari bir irşaddır. Musibet ise ameli bir ikazdır. Nazari irşadatın ruh-ı beşerdeki te’siratı nazaridir. Ameli ikazatın te’siratı da amelidir. Beşeriyet nazari müessirattan ziyade ameli müessiratın sevk ve tahrikiyle hareket eder. Berrak bir havada sakin bir denizde seyr u sefere çıkan vapurların maneviyata karşı la-kayd ve laubali yolcularına maneviyatın lüzumu hakkında söyleyeceğiniz en mantıki sözleri bile dinletmeye muvaffak olamazsınız. Fakat ani bir fırtına tazarru‘ ve niyaz ellerini semaya doğru yükseltmeye kafi gelir. Hal-i sıhhatte iken maneviyata inananları tahmik eden bir hastayı hal-i ihtizarında ziyarete giderseniz hazin ve dolgun gözlerini semaya dikeren maneviyat aleminden şifa ve hayat tazarru‘ etmekte olduğunu görürsünüz. Henüz hasta olmamış fakat bünyesi hasta olmaya müstaid bir kimseye bir doktor biraz para sarfına mütevakkıf vesaya-yı tıbbiyyede bulunur cüz’i bir para sarfına tevakkuf ettiği için doktorun vesayasını yerine getirmez. Fakat isti‘dad-ı bünyevisi asar-ı fiiliyyesini göstererek yavaş yavaş hayat tehlikesini kendisine ihsas etmeye başlayınca bütün ma-melekimi sarf ederek beni kurtarma lunması la-kayd ve laubali milletlerin ders-i ibret alacakları pek mühim bir hadise-i ictimaiyyedir. Dinsiz zannedilen fakat dinsiz olmadıkları müteaddid hadisat ve delailden anlaşılan Fransızların dini alemlerinde de pek mühim bir hadise vukûa geldi. Harb-i Umumide mühim hizmetler ifa etmiş ve mütareke hengamında ma‘ruf bir Fransız cenerali sulhun imzasını müteakib memleketine giderek bir müddet sonra vefat eylemiş idi. Merasim-i diniyyesi icra olunmak üzere Paris kiliselerinden birine getirilen ceneralin cenazesi baş papasın emriyle ve pek gülünç bir bahane ile kiliseye kabul olunmayarak harice atılmış idi. Katolik mezhebinden olmayan bir kadınla izdivac etmiş bulunması gibi pek bayağı pek gülünç pek mutaassıbane bir sebeb ile hizmetli ve kıymetli bir ceneralin cenazesine reva görülen hakaret karşısında Fransızların pek haklı olarak hiddet gösterecekleri ve binaenaleyh kiliseyi şiddetle teczie etmekte müsamahakarane davranmayacakları zannediliyor idi. Fakat son derece hazımkarane davrandıkları görüldü. Kiliseyi teczie etmek ahali üzerindeki nüfuz-ı dinisine halel verecek idi. Kilisenin nüfuz-ı dinisine halel gelmesi ahalinin ahkam-ı mezhebiyyeye hürmet ve merbutiyetini za‘afa düşerecek idi. Hissiyat-ı diniyyenin za‘afa uğramasından tevellüd edecek mesaib-i ictimaiyyeyi ceneralin vefatı musibetinden daha ağır gören Fransa ekabiri kilisenin haysiyet-i diniyyesini ceneralin haysiyet-i askeriyye ve siyasiyyesine tercih etti. Gerek bu hadiseden ve gerek ma‘hud mektepler mes’elesinde gösterdikleri alakadarlıktan ve bilhassa Katolik misyonerlerine sarf ve tahsis ettikleri mebaliğ-i mühimmeden Fransızların da diyanet duygularını tahkime ehemmiyet verdikleri anlaşılmaktadır. Diyanet duygusunun bir nümune-i tecellisi de Yunanistanda vukûa gelmiştir. Keyfiyyet-i tecelli Mayıs tarihli gazetesinde şu vechile hikaye ediliyor Yunanistan dinsiz muallimlere düşman Atina gazetelerinde okunduğuna göre bundan bir müddet evvel Atina Sensinodu Maarif Nezaretine müracaat ederek mekteplerde bulunan bazı dinsiz muallimlerin değiştirilmesini istemiştir. Bu kere de on üç muhtelif cem‘iyet ve esnaf murahhasları Sensinod reisi sıfatıyla Atina metrepolidine giderek mekteplerin dinsizlerden tathir edilip edilmediğini halkın öğrenmek istediğini bildirmiştir. Balada nakl olunan teşebbüsün şekline nazaran Yunan milleti diyanet duygularını tahkime elverişli çareyi pek güzel keşfetmiştir. Fil-hakika mektep sıraları en müsaid telkinat sahalarıdır. Dindarlık telkinatı için de getirmez oldu. Bunlara bile bir nazar-ı şefkat ve merhamet atf eden yok iken harb cebhelerinden mariz mecruh ma‘lul olarak dönüp gelen milyonlarca insanlar kitlelerinin de mevcud sefalet kitlelerine iltihakları muhtac-ı himaye ve sahabet olan ferdlerin adedlerini pek ziyade artırdı. Yaşamak isteyen ve yaşamanın bir takım şeraite mütevakkıf olduğunu bilen hiçbir hey’et-i ictimaiyye bu canlı ve kanlı hadiseler karşısında la-kayd ve seyirci kalamaz kurtarmak için ahlaksızlığın önüne geçmek sefahet ve sefalet tufanlarına karşı bir takım dalga kıranlar vücuda getirmek hey’et-i ictimaiyyelerin nazar-ı şefkat ve merhametlerini harb ma‘lullerine ihtiyac zebunlarına hayat fedailerine celb etmek bir lazıme-i beka ve hayat bir zaruret-i medeniyye ve insaniyye hükmüne girmiş idi. teşvikat ve telkinat ile bu cerihaların tedavilerine bu musibetlerin def‘ u ref‘lerine muvaffakiyet husule gelemeyeceği sebk eden tecrübeler ile anlaşılmış idi. Ahlaksızlığa mani‘ olmak hak ve batıl helal ve haram adl ve zulm fazilet ve rezilet kanaat ve ihtiras şefkat ve merhamet hislerini fedakarlık ve himayekarlık duygularını kalblerde dimağlarda yeniden canlandırmak uyandırmak için uhrevi mücazat ve mükafat fikirlerini zihinlerde yerleştirmek temerküz ettirmek yegane çare mak en kat‘i bir ihtiyac halini almış idi. bu ihtiyacı en evvel hisseden İngiliz milleti oldu. Londranın haiz-i nüfuz kiliselerinden Anglikan Kilisesi muhtelif dinler hakkında tedkikatta bulunmak ve dinlerin müstevli mesaib-i tedavisine elverişli vesayasını öğrenerek ona göre teşebbüsata girişmek üzere bir hey’et-i ilmiyye teşkil etti. Mezahim-i hazırayı İslamiyetin nasıl karşıladığını ve Harb-i Umuminin açtığı ictimai ahlaki cerihaları ne suretle tedavi edebileceğini de mülga Makam-ı Meşihatten sormuş idi. Bu teşebbüslerden maksadları vesaya-yı diniyye ile ahalinin hissiyat-ı diniyyesini tahrik ederek mesaib-zedelerin imdadlarına koşturmak idi. Tedkiklerini ikmal etmiş olmalılar ki vesaya-yı diniyyenin cihet-i tatbikiyyesini kararlaştırmak ve bu vesayanın te’min-i tatbikatı için hissiyat-ı diniyyenin takviyesi çarelerini araştırmak üzere yeniden umumi bir din kongresi akd etmek hazırlıklarında bulunuyorlar. Böyle kongre akdi teşebbüsatı yalnız kilise erkanına münhasır kalsaydı o kadar haiz-i ehemmiyet görülmeyebilir idi. Halbuki Londradan İstanbul matbuatına akseden haberlerden başta kral olmak üzere birçok erkan ve rical-i sairenin de kongre müzakeratına iştirak edeceği anlaşılıyor. Son derece dindar olduğu söylenin İngiliz milletinin diyanet duygularının bir kat daha takviyesi teşebbüsatında bu biyeleri te’siratını ise ne ebeveyn ne de başkaları kolay kolay tebdil ve izale edemez. Demek ki ebeveynin tarz-ı terbiyeleri çocuğun mebde-i hayatıyla alakadar muallimlerin tart-ı terbiyesi ise bütün hayatıyla münasebetdar olmaktadır. Şu halde çocukları bütün hayatlarında bedbaht eden su-i ahlakın su-i terbiyenin dinsizliğin bütün mes’uliyetleri değil ise de şübhesiz a‘zami mes’uliyeleri muallimlere aiddir. Ferdleri bedhbaht eden su-i terbiyelerin ferdlerden müteşekkil hey’et-i ictimaiyyeleri de bedbaht edeceği cihetle muallimlerin vazifeleri pek ağır ve mes’uliyetleri de pek azimdir. Fakat maddi bir mes’uliyet olmadığını bilen ve ma‘nevi mes’uliyetler bulunduğuna da i‘tikad etmeyen muallimlere ifa-yı vazife ettirmenin maddi ve ma‘nevi mes’uliyetleri hey’et-i nesiller yetiştirmek ve bu suretle mes’uliyet-i maddiyye ve maneviyyeden kurtulmak isteyen milletler muallimlerin dindar ve faziletli olmalarına a‘zami bir ehemmiyet vermekte pek haklıdırlar ve diyanet duyguları da ancak bu suretle tahkim edilebilir. Ceride-i İslamiyyesi Müdüriyet-i Aliyyesine Izaha muhtac bir noktaünvanıyla ceride-i Mayıs sene ve numaralı mütaleaya cevab: Riyaset gazete muhabirlerine vaki‘ olan ifadatında namazlardaki kıraetin Türkçe olmasını iddia ihtimalini nazar-ı dikkate alarak bunun hiçbir zaman mümkün olamayacağını ifade etmiştir. Beyanatın bazı cümlelerinin terk veya ilave edildiği neşrinden sonra görülmüş olmağla tavzih-i hakikat olunur. Cem‘iyet için nasıl efradın ve umumun hukûkunu müdafaa etmek bir zaruret-i hayatiyye teşkil ediyorsa teşekkül-i siyasi ve idarinin temelini teşkil eden ictimaiyatın muhafazası da o kadar büyük bir vazifedir. Ulum-ı hazıra sayesinde anlaşılmıştır ki cihan tarihine hakim olan ictimai kanunlardır. Maziye karışan herhangi bir hadisenin şerait-i tekevvünü bugün için artık na-kabil-i hal bir muamma olmaktan uzaktır. dinsizlik telkinatı için de yegane mahal ve mevki‘ mektep sıralarıdır. Bu hususta mekteplere rekabet edecek onların yaptıklarını yıkacak yıktıklarını yapacak başka hiçbir telkinat mahal ve mevkii yoktur. Mektepler bünyan-ı diyaneti yıkmak isterlerse yıkarlar yapmak yıkmaları tevkif edilebilir. Esasen bir yıkıcı ile hiçbir yapıcı başa çıkamaz. Sadece bir yapıcı değil birçok yapıcılar bile elleri tutulmayan veyahud tutulamayan bir yıkıcı muharrirler kitaplar risaleler mecmualar tekkeler şeyhler diyanet lehine ne kadar telkinatta bulunurlarsa bulunsunlar diyanet aleyhine telkinatta bulunan mekteplerin tahribatını ta‘mire muvaffak olamazlar. Bilakis sair esbab ve avamil diyanet duygularını itfaya ne derece çalışırsa çalışsın o duyguları telkih ve tahkim etmeye çalışan mekteplerin te’sirat-ı ruhiyyesini silip çıkaramaz. Onun için mektep muallimlerinin dini ictimai ahlaki hayat-ı umumiyyede pek azim te’sirleri vardır. Hangi hey’et-i ictimaiyye dindar ise dindarlığı muallimlerinin telkinatı semeresi ve hangi hey’et-i ictimaiyye dinsiz ise dinsizliği muallimlerinin telkinatı seyyiesidir. Hangi millet ahlaki ictimai faziletler ile mümtaz ve muttasıf ise muallimlerinin fezail-i ahlakiyye ve kiyye ve ictimaiyyeden mahrum ise muallimlerinin nümune-i tereddiyat ve tezebzübatıdır. Hangi devlet müterakki devlet mütereddi ise avamil-i tereddisi muallimleridir. Muallimler mütereddi bir millet ve devleti terakki ettirebilecekleri gibi müterakki bir millet ve devleti de izmihlale limlerin vazifeleri validelerin vazifelerinden daha mühim ve daha şümullüdür. Valideler cismaniyet mürebbileri muallimler ise ruh mürebbileridir. insaniyet cismaniyetle değil ruh ile kaimdir. Validelerin vazifeleri hususi muallimlerin vazifeleri ise umumidir. Nazar-ı İslamda muallimlik hakkının validelik hakkından mukaddem olması valide hakkının cismani bir hak muallimlik hakkının da ruhani bir hak telakki edilmesinden ileri gelmiştir. Mektep talebesinin ruhu her nevi‘ telkinatı kabule müstaiddir. fena terbiyeli şakirdler yetişmesine hizmet eder. Bir çocuk olur. Onun için mübelliğ-i diyanet Efendimiz hazretleri Her çocuk fıtrat-ı selime ile dünyaya gelir. Onu sonradan Yahudi nasrani mecusi yapan ebeveyninin tarz-ı terbiyesidirbuyuruyor. Bu irşad-ı nebevi pek doğru ve pek hakimanedir. Fakat muallimler ebeveynin terbiyesi te’siratını tebdil ve izale edebilirler. Muallimlerin tarz-ı ter ruhunu temsil ediyor idare kuvvetlerinin kendi hallerine bırakılmayarak daimi surette arzu-yı milliye muta‘ bulunmaları lazım geliyorsa selamet-i amme namına kuvayı öylece bir nazar-ı takayyüd altında bulunması icab eder. Esasen hey’et-i ictimaiyyelerde tesanüdün validi olan milletlerin hayatını tekamülünü te’min edecek seciyenin Diğer taraftan idare mefhumunun haricinde kalan milli ve mahalli bir murakabe şekli daha mevcuddur ki terbiye-i ictimaiyyeleri yüksek bir dereceyi bulan hey’et-i hakika balada izah etmek istediğimiz murakabeler her ferdin nik ü bedi tefrik edemeyeceği ve hak mefhumunu her şeyden yüksek tutamayacağı idare mevki‘lerinin de bazen zaruri lazımeleri unutturacak kadar istihsalata müsaid olması düşünülerek cihan-ı medeniyetçe vaz‘ edilen umumi esaslardır. Ancak insanlığı umumi ve hususi vazifelerini idrak edebilen kimseler için mes’ele böyle değildir. Münevver ve mütekamil bir insan evvelen manevi ve maddi kıymetinin muhafazasını saniyen ailesinin yüksek bir seciye ve ahlak ile muttasıf olmasını salisen mensub olduğu hey’et-i ictimaiyyenin kavi mütesanid kıymet-i ahlakiyye ve maneviyyeyi haiz bulunmasını arzu ve bunların te’mini için şahsen çalışmaya mecbur olduğunu takdir eder. Sonra böyle münevver uzuvları ihtiva eden hey’et-i ictimaiyyelerde insani ictimai şahsiyet-i ma‘neviyyeler de mebzuldür. Efradın şahsen istihsale mukteir olamadıkları gayelerin te’mini için kuvvetlerin tevhidi suretiyle cem‘iyat-ı hayriyyeler himaye-i etfal fuhuşla mücadele Hilal-i Ahmer Hilal-i Ahdar… gibi cem‘iyetler teşekkül eder. Efkar-ı umumiyyenin müzaheret ve teşcii idare kuvvetlerinin de kanuni ve fi‘li muavenetiyle bir kuvvet vücuda gelir ki efradın ailelerin cem‘iyetin ahlakını terbiyesini tesanüdünü kuvve-i ma‘neviyyesini ihtiyacat-ı ruhiyye ve zarurat-ı hayatiyyesini düşünen tedkik eden kah manialarla kah teşvik ve tergible mütemadiyen hey’et-i ictimaiyyenin saadeti tesanüdü ve sıyanet-i ma‘neviyyesini istihdaf eden bu kuvvetemurakabe-i ictimaiyyenamı verilir. Taklid etmek Değin insanların hayatı hatta hayvanatın bile vaziyetiyle alakadar olan cem‘iyetler mevcuddur. En serbest bir memleket olan Fransada bile fahişeler serbest değildir. Kısa etekler memnu‘dur. Hele sinemalar oyunlar şiddetli bir murakabeye tabi‘dir. Genç çocuk ve kızlar her yerlere gidemezler. Ahlaki yolsuzluklar vukûunda derhal polis ahali herkes müdahale Milletleri birleştiren bir camia halinde yaşatan tarihi ve muvakkat tesadüfler değildir. Belki milletler muayyen şerait içinde ictimai inkılab ve tekemmülat neticesinde tali‘lerini müşterek kuyudata tabi‘ bulunduran manzumeler teşkil edebilmişlerdir. Din lisan his ırk gibi ictimaiyatın mebdeleri addolunan esasat müsbet bir sahada inkişaf ettikçe terakkiyi maddi kemali ve bunların hey’et-i mecmuası da medeniyetleri vücuda getirmiştir. Hey’et-i ictimaiyyelerde cem‘iyet ile efrad arasında umumi ve samimi bir mukavele akdedilmiş farz olunuyor. Bu mukavele-i ictimaiyyenin mevzu‘u tekmil galeyanıyla hayat-ı ferdiyye ve ictimaiyyedir. Gayesi milletlerin te’minidir. Efrad şahsi ve ailevi menafi‘inin muhafaza ve müdafaası mukabilinde hürriyetin tahdidine ve birtakım vezaifle mukayyed bulunmasına razı olur. Buna mukabil cem‘iyette idari siyasi ictimai iktisadi vezaif deruhde eder. Fi‘len tab‘-ı beşerde kavanin-i tabiiyye ve meknuz olan bu teşekkül suret-i nazariyyede aynı safahatı ta‘kib eder. Ferdlerin yek-diğerinin hukûkuna ta‘arruzları hey’et-i cürüm zaman olur ki hususiyetten umumiyete intikal edebilir. O vakit doğrudan doğruya hukûk-ı umumiyyeye tecavüz mahiyetini iktisab eden nizam ve intizam-ı umuminin muhafazası namına bunların men‘i zaruri bir vazifedir. Hayat-ı ictimaiyye mücerred bir hal olmayıp medeniyetin mefhumundan anlaşılan maddi ve ma‘nevi tecelliyatı en mühimmi din ahlak teavündür. Hayat-ı siyasiyye ve idariyyeye gelince hayat-ı ictimaiyyenin kuvve-i müdafaasını teşkil eden bu kuvve-i te’yidiyyedir ki mesnedi hey’et-i ictimaiyyedir. Faaliyetinde milleti temsil eder. ve idari camialar yalnız yek-diğerini takviye etmekle değil ayn-ı zamanda murakabe etmek vazifesiyle de mükelleftirler. Hey’et-i ictimaiyye hakimiyet-i milliyye mefkuresiyle kuva-yı siyasiyye ve idariyye üzerindeki murakabesini de eden kuvvetlerin de hayat-ı ictimaiyyeyi murakabeden mahrum bırakmamaları bir zarurettir. Şu izahathükumet ahlak muallimi ictimaiyat bekçisi değildirfikrinde olan bazı muharrirlerin nokta-i nazarını ta‘dil edebilir. Nasıl hakimiyet-i milliyye asr-ı hazırın rülecektir ki hal-i hazırdaki vaziyet-i ictimaiyyemiz murakabe-i Evvelen; az çok tekemmül etmiş bir matbuatımız var. Memleketimizde gazetelerin halk üzerinde te’siratı kabil-i neşriyatı hiç şübhesiz hüsn-i te’sir husule getirmekten hali kalmayacaktır. Cevami‘-i şerifede mevaiz-i hasene tabi‘ bulundurulabilir. Saniyen; Memlekette müesses Himaye-i Etfal Hilal-i Ahdar Men‘-i Fuhuş gibi cem‘iyetlerle fukara-perver lakiyyenin önüne geçecek tedabiri ittihaz edebilirler. Bu cem‘iyetler aralarındaİdman Cem‘iyetleri İttifakına müşabih bir tarzda bir hey’et-i faale vücuda getirebilirler. Bu takdirde tereddiyatla mücadele daha muntazam bir şekil alacağına şübhe yoktur. Şehir kasaba ve karyelerdeki hey’et-i ihtiyariyye teşkilat hem mahalli hem de idari bir vaziyette bulunduklarından murakabe-i muktedirdirler. En nihayet hayat-ı ictimaiyyenin ali derecede bir murakıbı olan idare kuvveti de mebzul vesait-i maddiyye ve kanuniyyesiyle bu mücadeye müzaheret ederek maksadı hayli kolaylaştırır. Ahlaki ve ictimai tereddiyata karşı kanuni kuvve-i te’yidiyyelerin ihtiyac ve zaruret-i hale göre teşdidi de pek müessir olur. El-hasıl bünye-i milliyyenin muhafaza-i rasaneti uğrunda millet ve hükumetin müşterek ve kıymetli teşrik-i mesaisi sayesinde kaviyyen ümid-varız ki lütf-i Bari ile harbden muzaffer çıkan milletimiz ictimai ahlaki sahalarda da en şerefli ve faideli zaferi istihsale muvaffak olacaktır. Kanununun Tarz-ı Tatbiki Hakkında Antalya Meb‘usu Hoca Rasih Efendi Hazretleriyle Mülakat Hey’et-i tahririyyemizden biri Tevhid-i Tedrisat Kanununun tarz-ı tatbikine İlahiyat Fakültesine ilga edilen medreselerden açıkta kalan talebeye dair Antalya Mebusu Hoca Rasih Efendi hazretleri ile bir mülakat icra etmiştir. Müşarun-ileyhin beyanatı ber-vech-i atidir: Tevhid-i Tedrisat K a nununun hedefi: – Tevhid-i Tedrisat ilga-yı tedrisat demek değildir. Kanunun sarahati de bunu müeyyiddir. Büyük Millet Meclisince yapılan şey terbiyenin tevhidi için idarede eder. Daha dünkü bir millet olan Bulgaristanda bile murakabe-i etmiştir. Amerikada umumi mahallerde hatta zevcesini bus edenler hakkında dahi ceza vardır. Bilhassa Harb-i Umumiden sonra ahlaki tereddiyata karşı kanuni kuvve-i te’yidiyyeler a‘zami surette teşdid olunmuş maneviyatla hiçbir alakası olmayan Bolşevik Rusyada bile en ağır cezalar tatbik edilmekte bulunmuştur. Bu şiddet muhtelif esbab dolayısıyla alabildiğine ilerleyen tereddiyata karşı zaruri bir müdafaadan tevellüd etmektedir. Çünkü en serbest geçinen milletler de ahlaki ve ictimai tehlikelerin vüs‘at ve şümulü muvacehesinde gözlerini açmaya mecbur olmuşlardır. Hey’et-i ictimaiyyemizde de vaktiyle murakabe-i ictimaiyye pek kuvvetli bulunuyordu. Mahalleler şahsiyet-i maneviyyesi i‘tibarıyla nüfuzlu bir zabıta-i ahlakiyye va-zifesini görürdü. Dindar metin ba-husus mütesanid olan halkın hissiyatına şeair-i milliyyesine muhalif hareket edenler için en müessir ceza tecrid idi. Artık o aileye kimseler merhaba demez mahallenin bakkalı efendisi esnafı i‘tibar etmez bu manevi tazyikata tahammül edemeyen mübalatsızlar ya ıslah-ı hale veyahud terk-i diyara mecbur kalırdı. Son asırlarda bilhassa Tanzimat-ı Hayriyyeden sonra bu en güzel adetimiz de gevşedi. Herkesin arzusuna hevesatına müdahale etmek caiz olmadığına dair ortaya atılan fikirler menfaat-i umumiyye mülahazatını unutturdu. Şarkın adamı olmadığı kadar Garbdan da bi-haber bulunan bir takım zavallıların gayretkeşliği neticesinde bugün murakabe-i ictimaiyyesiz bir halde yaşıyoruz. Mizah gazeteleri hatta yevmi olanları bile en açık mülevves resimleri hikayeleri yazabiliyorlar. Her sinema en iğrenç levhalarını bila-perva gösterebiliyor. Barlar dans salonları her aileye açıktır! Umumi caddelerde enzarı tahriş hissiyatı rencide eden en çirkin mübalatsızlıklara hiç mani‘ yoktur. Genç çocuklar en münasebetsiz yerlerde bile dolaşabilirler. El-hasıl ictimai murakabe kaygısından azade kalan fevzalar hakikaten Esasatı imanı ruhu demir gibi metin olan hey’et-i şübhesiz budur. Çünkümurakabe-i ictimaiyyenin uzun müddet ataleti sukût-ı ahlakiyi hassa-i sereyan hasebiyle umumileştireceğinden bi-hakkın korkulur. Bünye-i millinin harimine sokulacak tereddiyat ise evsaf-ı mümeyyizemizi milli seciyemizi ruhumuzu mahv eder. Bu vaziyet muvacehesinde yapılacak yegane tedbir faideli yegane iş murakabe-i ictimaiyyeyi derhal te’sis etmekten mez. İlmi ve ameli bir düşünce ile hareket edilirse gö lazımdır. Şu veya bu cem‘iyete tahsis ise mahallinde olmayan fuzuli bir tasarruftur. Talebenin iaşesi: – Bu hususta gerek Vekaletin gerekse İstanbul Maarif Müdüriyetinin talebenin iaşe edilmekte olduğuna dair müteaddid beyanatını gördüm. Fakat devren alınan tahsisat ile bugün yapılan iaşenin Eylülden i‘tibaren kesileceğini müstakar bir şey olmadığını gösteriyor. Konya Medresetül-Huffazının sırrı: – Hala idrak edemediğimiz bir zihniyetle mülhakatta bu gibi bazı hatalar vaki‘ olduğunu işitiyoruz. Bu hareketler Vekaletin bir emriyle mi oluyor yoksa işgüzar görünmek isteyen bazı me’murların yaptığı hareketlerden mi ibarettir? Henüz bu ciheti tahkik edemedim. Mesela Konyada böyle bir vak‘a söylenildiği gibi aynı vak‘anın Maraşta dahi hıfza çalışmakta olan iki a‘maya karşı cereyan ettiğini ve Maarif müdürünün bunları okutmakta olan hoca efendiden da‘vacı olduğunu işittim. Adapazarında dahi tedrisat-ı ibtidaiyye müfettişinin müftü efendinin bir medrese derununda bulunan fetvahanede ikametine müsaade ettiğini ve bunun için kendisine vesika verdiğini haber aldım. Müftü efendiler ma‘lum olduğu üzere bulundukları dairelerde bu devletin rüesa-yı me’murinindendirler. Eğer hakikaten Adapazarı Maarif müfettişi böyle bir vesika ile müftü efendiye hakk-ı ikamet bahşetmiş ise temsil ettiği maarif vekilini ağır bir hicab altında bırakacaktır zannederim. O zamanın şeyhulislamı ve Evkaf nazırı bulunan merhum Hayri Efendinin eser-i himmeti olan nizamnamenin birinci maddesiyle İstanbulda mevcud bilumum medreseler bir medrese i‘tibar edilmiş ve bu haysiyetle adına Darul-Hilafetil-Aliyye Medresesi denilmiş ve müddet-i tahsil on iki sene olarak kabul ve bu müddettali kısm-ı evvel tali kısm-ı sani aliolmak üzere üç kısma ayrılmış ve her kısmın müddet-i tedrisiyyesi dört sene olarak tesbit ve her kısım bir müdir-i umumi malik olduğu bil-imtihan sabit olanlardan ulum-ı şer‘iyye ve hikemiyyenin şuabatında kesb-i ihtisas ümniyyesinde bulunacaklara menşe olmak ve dört şubeyi muhtevi bulunmak üzere bir deMedresetül-Mütehassısinküşad olunmuştu. Bu medresede müddet-i tahsil iki sene idi. vahdeti te’mindir. Bu idare-i tedrisat birliği te’min olunurken hiçbir vakit düşünülemez. Çünkü bu hususta milletimizin zarureti vardır. Kanunun milletimizin ihtiyacını te’min edecek bir surette tatbik edilmemesi birçok yerlerden şikayeti mucib olmaktadır. Esasen tali kısımları ve muntazam program ve nizamnamesiyle liseler derecesinde fünunu da havi bulunan Darulhilafe medaris şubeleri namı altındaki müessesatı lağv etmek İlahiyat Fakültesini talebesiz bırakmak demektir. Aynı hata askeri idadilerin liselere tahvilinde de vaki‘ olmuştur. Bir fark varsa o da bu liselerin evvelce mevcud müdir ve muallimlerinin leridir. Darulhilafeler ise tamamen ortadan kalkmıştır. Arada bu fark mevcud olmakla beraber Mekteb-i Harbiyyenin dahi bugün mevcud liselerdeki talebeyi aldıktan sonra liselerden ihtiyaca kafi ve muvafık talebe alabileceğine yahud bulabileceğine kani‘ değilim. Onun üç sene sonra boş kalmaması için İlahiyat idadilerinin ve askeri idadilerin vaziyet-i sabıkalarıyla muhafazaları zarureti vardır. – Mevcud programıyla İlahiyat Fakültesi farz-ı muhal olarak talebe bulsa bile ihtiyaca kafi din alimleri yetiştiremeyecek bir vaziyettedir. Bugünkü talebesi Süleymaniye sahn medreselerinden Medresetül-irşaddan Darulhilafelerin kısm-ı sanisini ikmal etmiş efendilerden mürekkeb olduğu için belki bu efendiler İlahiyat Fakültesinden matlub olan faideyi te’min edecek sıfat ve salahiyetle neş’et edebilirler. Fakat İlahiyat idadileri açılmazsa ve fakültenin programı bu şubenin muhtevi bulunduğu ilimlerin yalnız tarihini değil bu mesleğe lazım olan ilimleri havi olarak tanzim edilmezse bu fakülte milletin bu husustaki ihtiyacını te’min edecek vaziyette olmayacaktır. Şu izahatım bugünkü İlahiyat Fakültesinin vaziyetini tavzih etmektedir. Mevcud vaziyetin Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla gayr-ı kabil-i te’lif olduğuna da kaniim. Böyle ihtiyaca gayr-ı kafi iki sene sonra talebesiz kalacak bir müesseseyi Meclis-i Alinin de hüsn-i telakki edeceğine kail değilim. Talebenin medresede ik a meti mes’elesi: – İlahiyat Fakültesine imam hatib medresesine devam eden talebe hiçbir vechile medarisde ikametten men‘ edilemez. Bunların ikamete tahsis edilecek medaris binasından fazla kalanlar olsa bile Maarif Vekaletinin hakk-ı tasarrufu olamaz. Bu ebniye Evkafa aiddir. Evkaf Müdüriyet-i Umumiyyesinin bunları tesellüm etmesi Arnavutköyünde Amerikan Kız Mektebinin bu hafta parlak olduğu gazeteler tarafından yazılmış mektebin eski ve yeni müdireleri Miss Patrick Miss Katrin Adamsın resimleriyle kısm-ı aliyi ikmal eden Mebruke Ahsen Hanımın resmi de derc olunmuştur. Mutantan merasimin suret-i icrasını gazetesinden aynen nakl ediyoruz. Bundan alınacak ibretleri kariin-i kiramın dirayetlerine bırakıyoruz: Merasimde evvelen Amiral Bristol sonra Amerika Konsolosu Mister Ravendal müteakiben Madam Mildilton Adwers Mister William Pitt İngilizce nutuklar irad ettiler. Kollej talebelerinin cidden cazib ve ruh okşayıcı bir aheng ile salonu tehziz eden şarkılarından sonra Darul-fünun Emini İsmail Hakkı Bey de merasime dahil zevat arasında sahnede idi. Nutkunda tali mekteplerin lüzum ve ehemmiyetinden bahsetti. Amerikayı William Jamesle Dovisiyle pek iyi tanıdığımızı Doviyi da‘vet edişimizin de bu takdirden münba‘is olduğunu söyledi. Bir mekteb te’sisinde hayırdan başka maksad olamayacağı telakki etti ve mektebi Darul-fünun namına tebrik ve takdir etti. Bundan sonra Amerikadan suret-i mahsusada gönderilmiş ve on bir günde İstanbula gelmiş olan Mister Midavral sonra Amerika milyonerlerinden olup bu mektebe çok yardım eden Mister George Philimton söz söyledi ve mektebin anahtarlarını temsilen birbirine kurdelalarla bağlı bizim eski kal‘a anahtarlarına benzer üç eski büyük kapı anahtarını kollejin yeni müdiresine Tali kısm-ı evvel birinci sınıfa girebilmek için resmi ve gayr-ı resmi rüşdi veya altı senelik ibtidai mektebinin şehadetnamesini haiz olmak veyahud o derece tahsilde bulunduğunu bil-imtihan isbat etmek nizamnamenin sarahati iktizasından idi. Mezkur nizamnamenin neşri tarihinden i‘tibaren medreseye kabul edilecek talebenin mikdarı nazar-ı dikkate alınarak İstanbulda mevcud talebe sinleri ve derece-i tahsilleri i‘tibarıyla sınıflara taksim edilmiş ve müderrisin-i mevcudenin ehliyet ve ihtisasları nazar-ı dikkate alınarak maaş-ı hazırlarıyla medreselerde müdir muavin dahiliye müdürü sınıf müdürü muallim olarak tavzif edilmişlerdi. Fen felsefe ictimaiyat Fransızca İngilizce Rusça Almanca dersleri de haricden erbab-ı ihtisasa tefviz olunuyordu. Binaenaleyh o tarihten dersler cevami‘ ve mesacid-i şerifeden dershanelere nakl olunduğu gibi talebe de sınıflara tefrik olunmuştu. Evvelce medreseye girecekler için sin mes’elesi mevzu‘-ı bahs olmadığı halde bu def‘a altı senelik bir mektep tahsilinden sonra medreseye girebileceği esası kabul edilmişti. Medreselerde fen ve felsefe tahsil ediliyordu. Elsine-i ecnebiyye okutuluyordu. Talebe Fransızca biliyor Rusça konuşuyordu. Hesabdan hendeseden fen ve felsefeden anlıyordu. Bundan sonra artık medreselilere kimsenin bir söz söylemeye hakkı yoktu. Memleketin selameti namına çok arzu edilen vahdet-i tedris vahdet-i terbiye fiilen husule gelmişti.Asrın ihtiyacatını müdrik hocalar lazımdiye bağırıp çağıranlara da ba‘dema bu müesseselerin bu şekilde idame-i mevcudiyyetini te’min etmek çarelerini taharri etmekten başka bir şey kalmıyordu. Ve bu gayet tabii görülüyordu. Bu da‘vayı dermiyan etmekten maksad Türklerin hürmet ve muhabbetlerini Hazret-i İbrahime celb etmek bi-i müşarun-ileyh hazretlerine dahi -hasbed-diyanehürmetkar ve muhibdirler. Peygamberlere hürmet ve muhabbet celb etmek hususunda ırkiyet ve kavmiyet diyanet kadar haiz-i te’sir değildir. Eğer ırkiyet ve kavmiyet peygamberlere celb-i hürmet ve muhabbet hususunda haiz-i te’sir olsaydı Türklerin Arab kavmine mensub bulunan Hazret-i Muhammed aleyhis-selama hürmet ve muhabbet etmemeleri lazım gelirdi. Halbuki Türkler Hazret-i Muhammed aleyhis-selama Arablardan daha ziyade hürmetkar ve daha ziyade muhabbetkardırlar. Hazret-i İbrahim aleyhis-selamın ırkiyet ve kavmiyet nokta-i nazarından Türklere hakk-ı iftihar bahşedeceğini kabul etsek bile nebi-i müşarun-ileyh hazretlerinin Türk ırkına mensubiyetini ilmen ve tarihen isbat etmek müşkilat ile malamaldir. Bu da‘vayı isbat ve te’yid sadedinde serd ü beyan olunan deliller hayalidir. Hiçbir zaman hiçbir kimseye kanaat-bahş olamaz. Mesela; Kuran-ı nasrani değildirmeal-i alisinde bir ayet-i ilahiyye vardır. Hazret-i İbrahimin Türk ırkına mensub olduğuna delil ve hüccet ittihaz ediyor ve keyfiyet-i istidlali tavzih sadedinde diyor ki: Hazret-i İbrahim ne Yahudi ne de nasrani değildir demek nebi-i müşarun-ileyh hazretleri ırk nokta-i nazarından Yahudi ve nasrani değildir demektir. Bu tarz-ı tefsirimin doğruluğuna kani olamadığım için tefsir-i Kuranda sahib-i salahiyet bir zata sordum o da benim tarz-ı tefsirimi te’yid ve te’kid etti. verdi. Miss Katrin Adams da uzun bir nutuk söyledi. Türkiyeden müstakbelde de muavenet bekliyordu. Büyük salon da‘vetlilerle dolu idi. aralarında Şükrü Naili Paşa Akçuraoğlu Yusuf ve Yakub Kadri Beyle Ahmed emin Bey gazetemizin müdürü eski me’zuneler ve ez-cümle Melahat Ziya Hanım vardı. Da‘vetliler merasimden sonra limonatalarla i‘zaz edildi. Amasya Tarihi Muharririünvanıyla kendisini şöhret-şiar etmeye çalışan ve az çok muvaffak da olan Hüsameddin Efendi birkaç sene evvel Türklerden de birçok peygamberler gelmiş olduğu da‘vasını ortaya atmış ve birkaç tanesinin isimlerinden bizi haberdar etmiş gazetesinde bu da‘vayı tecdid ve istinaf etmiş olduğunu görüyoruz. Aralarında şu fark var ki Hüsameddin Efendinin saydığı peygamber isimleri kim bilir tarihin hangi mechul sahifelerinden çekip çıkardığı naşinide isimlerden ibaret idi. İsmail Hakkı imzalı zat ettiriyor. Bu gibi da‘valar ya vaki‘ bir istib‘adı veyahud müstevli bir me’yusiyeti izale etmek için dermiyan olunur. Türklerden de peygamber gelebileceğini istib‘ad eden kimse yok idi bu her zaman mümkündür. Yalnız Türklerden değil her kavimden de peygamber gelebilir. Peygamberliğin muayyen bir kavim ve ırka mahsus olması şart değildir. Her peygamberin ırkiyet ve kavmiyetini Çünkü her peygamber zamanında muayyen ve muhtelif kessür etmemiş idi. Türklerden peygamber gelip gelmediği ma‘lum olmadığından dolayı deruni bir me’yusiyet duyan da yok meye ma‘tuf bir maksad ile böyle bir da‘vanın ortaya atılmasına da hacet yok idi. Irkiyet ve kavmiyet namına bir vesile-i tefahür ve mübahat ihzar etmek maksadı da böyle bir da‘va ihdasına saik olacak derecede cazib değildir. Dün Tıp Fakültesi müderrislerinden Asaf Derviş Paşa tarafından Darulfünun konferans salonundaKadınların hıfzussıhhası ve hürriyet-i nisvanhakkında bir konferans verildiğini yevmi gazeteler yazmıştır. Müderris paşa kız çocuklarının tufuliyet devresinde kemik hastalıklarına daha küçük olduklarını söylemiş ve bu yaştaki çocukların ma kabiliyet ve mukavemetinin azalmakta olduğunu Derviş Paşa alel-umum çocukların ancak yedi yaşından sonra mektebe gönderilmelerine tarafdar olduğunu söylemiştir. Bilhassa yaşındaki kızların bu senelerde büluğ hadiselerine ma‘ruz kalacakları cihetle yevmiyye dört saatten fazla ders görmemelerini ve ebeveynin bu devirde çok müteyakkız bulunmaları lazım geldiğini anlatmıştır. Müderris Paşa bundan sonra hürriyet-i nisvan bahsine geçmiştir. yaşına gelen hanımların ali tahsil görmeleri için lazım gelen şartları zikr etmiş ve şunları söylemiştir: – Bir kadının hür olarak hayatını kazanması servetleri müsaid olanlarla olmayanlara göre değişir. Kadınların hepsi alim olursa eve kim bakacak? Bunun için evleneceklerle ali tahsil görecekler ayrılmalıdır. Evleneceklerle evlenmiş olanların ve bunlardan bilhassa zengin olanların ali tahsil görmeleri muvafık değildir. Çünkü bunlardan beklenilen vazife daha alidir. Hiç evlenmeyeceklerin tahsili ise tedrisat i‘tibarıyla yaşlarına göre fasılalı olmalıdır. Zira‘ kadınların erkeklere Bir de kadınların erkeklerle gerek tahsil ve gerek meslek sahasında rekabet etmeleri caiz değildir. Her mesleğin hafif olanlarını ihtiyar etmeleri hıfzussıhha i‘tibarıyla elzemdir. Aynı zamanda bu hususta kadın hiçbir zaman evsaf-ı ruhiyye ve vezaif-i tabiiyyesinden uzaklaşmamalıdır. Amele hayatında kadın daha başka şeraite tabidir. Bunları hükumet sıyanet etmelidir. Hastalık loğusa sigortaları yapılmalıdır. Bu esaslar haricinde kadın her suretle sukûta mahkumdur bunun neticesi tenakus-ı nüfustur. Almanya hasebiyle nüfusları her sene müdhiş surette tezayüd etmektedir. Müderris paşa kadın hastalıkları hakkında izahat verdikten sonra konferansa nihayet vermiştir. Evvel-emirde şurasını söyleyeyim ki re’yine müracaat olunan zat da müracaat eden zat gibi tefsir-i Kuranda sahib-i salahiyet değilmiş. Beşeriyeti ırklara ayıran ilm-i tarihtir. Kuran beşeriyetin şa‘b ve kabailiyle rin ırkiyet ve kavmiyetini tedkik ve izah etmez. Kuranın peygamberlerden ve peygamberlerin kavimlerinden bahsedişi hep diyanet nokta-i nazarındandır. Hazret-i nokta-i nazarından Yahudi veyahud nasrani olup olmadığını tedkik ve beyan etmek Kur’anın gayesi haricindedir. Hem Yahudi ve nasrini ünvanları ırkları değil dinleri temsil eden ünvanlardır. El-yevm Avrupa Asya Amerika akvamının birçokları nasranidir. Fakat bunların hepsi bir ırka mensub değildir. Mesela İngilizler de Almanlar da nasranidir. Fakat ırkları başka başkadır. Cermanlar ile Islavları nasrani addedebiliriz fakat bir ırka mensubdurlar diyemeyiz. Dersek vukûat ve tarih bizi derhal tekzib eder. Kuranın gayesinden başka vukûata tarihe muhalif olarak Yahudiyet ve nasraniyet kelimelerini ırkiyet ve kavmiyet ile tefsir etmek pek gülünç olur. Kabul edelim ki bu kelimelerle ırkiyet ve kavmiyet manalarında müsta‘meldir. Fakat Hazret-i İbrahimin Yahudi ve nasrani ırkına mensub olmamasından Türk ırkına mensub olduğunu istidal etmek istidlalat-ı ilmiyye miyanında nümunesiz bir tarz-ı istidlaldir. Irkiyet ve kavmiyet Yahudiliğe nasraniliğe Türklüğe münhasır değildir ki Yahudiyet ve nasranilik selb edilince ortada yalnız Türklük kalsın!... Türklüğe maddi ve ma‘nevi hiçbir faidesi olmayan bu da‘vayı ortaya atmak müslümanlar arasında yeni bir sebeb-i ihtilaf ihdas etmek tehlikesini haizdir. Müslümanlar muhtelif ırklara mensubdur. Irkları ırk-ı peygamberler lendirmek arzusuyla kendi ırklarına mensub birer peygamber bulmaya kalkışırlar ve İsmail Hakkı imzalı zatın bulduğu deliller gibi deliller tedarik etmek hususunda müşkilata duçar olmazlar. Ferdi ve hususi bir halde uyanan bu gibi hisler bil-ahare tevessü‘ ederek ictimai ve umumi bir cereyan halini alır. Bu cereyan önüne aldığı müslümanları sürükleye sürükleye Beni İsrail zamanlarındaki dinler ile mütedeyyin olmaya götürür. Çünkü bir dini var iken biz niçin başka ırka mensub başka bir peygamberin dini ile mütedeyyin olalım diyecek ırkiyet gayretkeşleri zuhur eder. Bu gayretkeşlik de akvam-ı getirir. Bu neticeden de Türklük mutazarrır olur. Türklüğe kaş yapalım derken gözünü çıkarmayalım!... henüz saçağı sarmadan bu tehlike-i ictimaiyyenin önüne geçmek lazımdır. Evliya-yı umurun bu hususta gösterecekleri himmet bünyan-ı milliyi inhidamdan kurtaracaktır. Bütün gazeteler bu ahlaksızlığa karşı ciddi surette mücadeleye başlamalıdır. Bir takım sefahetperver ahlaksızların keyfi terilemez. Barlar dans salonları randevu mahalleri içki yerleri alabildiğine tevessü‘ edip duruyor. Beyoğlunun her pastacı dükkanı ya bir meyhanedir ya bir namus maktelidir. Barlarda dans salonlarında cereyan eden hadiseleri yazmaktan bile insan utanır namus-ı milli namına en büyük bir hicab duyar. Lakin maat-teessüf bugün bu müdhiş ahlaksızlıklar hiçbir şeyle kendilerini mukayyed görmedikten başka milletin ruhuyla vicdanıyla hissiyatıyla istihfaf de ederler. Ne şeair-i milliyye tanıdıkları var ne de adab-ı umumiyye! Bunlardan bahsedenlere gülerler. ları bunlardır. Bu mikroplara karşı hey’et-i ictimaiyye tedabir-i tahaffuziyye ittihaz etmek mecburiyetindedir. gazetesinin bu emraz-ı ictimaiyye hakkında neşriyatta bulunması şayan-ı teşekkürdür. Bu esaslı ve pek meşkur olan mücadelelerinde daha vasi‘ bir surette devamı temenni olunur. Leninin vefatını müteakib gerek rusya dahilinde bulunan halis Rus milletinin gerek ba‘del-inkılab memalik-i ecnebiyyede mülteci sıfatıyla bulunan Rus akvamının geniş rusya memleketinin an-karib komünistler tasallutundan kurtulacağı ümidleri günden güne tezayüd ediyor. Her halde komünistler miyanında bir teşettüt ve tenazu‘ meydan almakta olduğu inkar olunamaz. Geçenlerde binlerce komünistin Partiden tard olunması tezebzübü göstermeye kafidir. Memalik-i ecnebiyyede bulunan Rusların kaffesi kemal-i emniyet ile komünistlerin sukûtuna intizar etmektelerdir. Onlarca bu büyük bir emel büyük bir ümiddir. Bir gün gelecek bunlar maksadlarına vasıl olacaklar. Fakat müslümanların hali ne olacak? Memleketleri ellerinden alınarak Rusyaya manlarının tarihen müsbet olan hukûk-ı meşru‘aları ne Evvelki günkü gazetelerde kariler hergünkü facialardan birini daha okudular: Bir genç bir umumhanede dostu için üvey babasını vuruyor sonra dostunun koltuğunda saklanmaya giderken polis karşısında kalınca bir kurşun da kendi kalbine sıkıyor… Bu her günkü facialardan biridir. Alelade behimi bir ihtiras bu ihtirasın hangi tarzda bir mani‘ ve engel çıktığı dakikada ictimai mukaddesat namı altında tanıdığımız her ne varsa her şey altüst oluyor. Ve o zaman karşımızda yüzlerce asırlık manevi fütuhatı ile incelmiş rikkat ve hassasiyet kesb etmiş bir beşer nümunesi yerine kudurmuş bir mantıkla sarsılan bir hayvan misali görüyoruz! Gazeteler bugünkü faciaların ancak bir kısmını polis jurnallerine ve mahkeme dosyalarına intikal edecek olanlarını kayd ederler. Fakat bugünkü facia yalnız polis veya adliye dosyalarında yer tutacak olanlardan mı ibaret? Ya ötekiler? Etrafımızda göre göre nihayet görmeye çok alıştığımız için gözlerimizde hiçbir şiddetli te’sir yapmayan hesabsız facialar? Hayatımızın hangi sahasına ve hangi köşesine baksak orada ictimai müesseseler içinde büyük bir anarşi girift bir cidal içinden çıkılmaz müşkil bir girdab çalkandığını görüyoruz. Eski cem‘iyetin ahlakı yıkılmış yeni bir cem‘iyet ahlakı kurulamamıştır. Bunun için hangi tarafa baksak orada bir facia gizlendiği her şeyde gayr-ı muttarid bir ruh her şeyi mübah tanıyan her şeyi yıkan ve hiçbir şeyi yapmayan yıkıcı bir ruh hakim olduğunu görüyoruz. Baba ile oğul düşman ana ile kız rakib kardeşler birbirine karşı gaddar hulasa bütün vatandaşlar arasında müşterek umumi bir ahlak buhranı… İşte bizim mekte bulunmasını yevmi gazetelerin de mevzu‘-ı bahs etmeye başlaması şayan-ı teşekkürdür. Şeair-i ahlakiyyenin doğru değildir. Bu bünyan-ı millinin esasını teşkil etmektedir. Milleti tutan yürüten ictimaiyatıdır. İstanbulun bazı muhitlerinde başgösteren bu buhran-ı ahlakinin bütün memleketi sarmasına meydan vermemek millet rehberlerinin en mütehattim vazifeleridir. Bu gün buradaki ahlaksızlıklar sefahetler maazallah Anadoluyu maneviyatı da elden giderse ne hale gelir? Onun için Bursada çıkan gazetesinden: Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla maarifimizde pek elzem bir inkılab vücuda getiren Hükumet-i Cumhuriyyemiz; evkaf askeri ve bahri mekteplerle irfan sahasında bariz teşevvüşlere masdar olan medreseleri Maarife devr ederek kısm-ı ihzarilerini mekatib-i umumiyyeye ilhak sunuf-ı sairesini de İmam ve Hatib mekteplerine kalb etti.. Efkar-ı umumiyyemizin derunu bir hiss-i istihsan ile karşıladığı bu musib hareketi biraz sonra yanlış bir hatve ta‘kib etmeseydi bahis kurcalanmış olmayacaktevhid mes’elesi de cereyan-ı tabiisini çoktan bulacaktı. Fakat kanun-ı mebhusun sehv-i tefsiri ile medreselere kıyasen Darul-huffazların seddi cihetine gidilmesi halkımız üzerinde derin bir üzüntü hasıl etmiş ve bu el-an devam etmekte bulunmuş olduğu için atideki izahatı arza bir mecburiyet hissettik: Memleketimizin bazı şehirlerinde ez-cümle İstanbul Kütahya ve daha birkaç kasabacıkta ve Yeşil Bursamızda bir kısmı evkaf idarelerine merbuten bazısı eşhas-ı hususiyyenin eser-i semahat ve semere-i gayreti olarak yaşayan birer darul-huffaz mevcuddur. Şehrimiz darul-huffazının sekiz senedir mübeccel hizmetlerinden istifade eylediğimiz vücudu yurdumuz ahi-ren bir hata-yı ictihadi yüzünden Ramazan-ı şeriften biraz evvel sed edildiği anlaşıldığı zaman -biz bile- herkes kadar mahzun ve müteessir olduk.. Hata-yı ictihadidiyoruz. Çünkü Bursamız ve diğer birkaç kasabanın darul-huffazları ihtimal Vekaletten mevrud bir emre istinaden mahalli maarif idareleri tarafından sed edilirken diğer taraftan -başta İstanbul olduğu halde- bazı şehirlerin bu namdaki müesseselerine devam eylemekte oldukları maaş-şükran haber alınmıştır.Bu noktayı kayd etmekle bit-tabi‘ sedden masun kalanların da kapatılması gibi menfi bir maksadı –haşa- taşımıyor. olacak? Bunlar bir şey düşünüyorlar mı? Düşündükleri takdirde tekrar inkılab zamanı gelince ne yapacaklar? Ural ve Volga sahasında sakin Tatarların bugün olmazsa yarın bu mühim bir mes’ele karşısında bulanacakları muhakkaktır. Benim fikrime göre Rusya memleketi karışacaktır. Efsus sad hezar efsus netice i‘tibarıyla Tatarların hissesine yine hiçbir şey isabet etmeyecektir. Zira‘ bu yirminci asır ilim asrı kuvvet asrıdır. Kemal-i esefle i‘tiraf edelim bunlardan hiçbirisi Rusya müslümanlarında yoktur. Bugün Rusya memalik-i vesi‘asında yirmi milyon müslüman var ise bunlar miyanında ali tahsil görmüş iki yüzden fazla adam yoktur. Kaç doktor var? Nihayet on beş. Kaç avukat var? Nihayet yirmi. Kaç mühendis var? Olsa olsa on on beş. Zabitan-ı askeriyye hiç derecesindedir. Harb-i Umumi esnasında Almanyada seksen altı bin Tatar asker neferi esir bulunuyordu. Bunlar miyanında ancak üç İslam zabiti bulunuyordu. Avusturyada takriben bizim bildiğimiz yirmi iki bin Tatar neferi vardı. İçlerinde ancak dört zabit bulunuyordu. Hesab meydanda. Rehbersiz bir millet ne yapabilir? Zaten elan Tataristanda birkaç adamın namı okunursa bunların kaffesi Rus misyoner mektebi olan Darulmuallimin mahsulüdür. Ali mektep tahsili görmüş adamlar var ise de onlar gayet mahduddur. Saniyen bazıları Tatarlığı pek iltizam etmek de istemiyorlar. Şöyle muhtasar bir muhakeme ile Rusya müslümanları ahvaline atf-ı nazar edecek olursak me’yus olmamak elden gelmez. Ben bir müslüman olduğum cihetle etrafa bakıyorum. Rusyada an-karib bir inkılab ihtimalini dahi nazar-ı ne çare bu fırsattan müslümanlar istifade edemeyecek. Belki kabak yine müslümanların başına patlayacak. bit-tabi‘ bu gayet feci bir vaziyettir. İnsan düşündükçe dehşetler içinde kalır. Acaba bunun çaresi yok mudur? Ben bunun için bir çare bulunacağını düşünemiyorum. Yalnız hatırıma şu ayet-i kerime geliyor: Böylece yed-i kudretin tasarrufu olmasa idi elbette Tatar gençleri bu hali müşahede eder kemal-i tehalük ile Harbiye mekteplerine koşarlar o arslan gibi kahraman askerlerin başına geçerlerdi. Harb-i Umumide Rus ordusunda iki yüz elli bini mütecaviz Tatar neferi olduğu halde on beş Tatar zabiti yoktu. Bu şerait altında Tatarların istikballerinden yalnız ben değil Rusyanın biraz ahvalini bilen her müslüman endişe eder. /. Halbuki medreseleri bile başka bir nam altında idame fedakarlığından kaçınmayan hükumet-i merkeziyye ve Büyük Millet Meclisimizin pek cüz’i bir himmetle ibka ve ihyası mümkün olan darul-huffazları da her halde cenah-ı re’fet ve himayetlerine alacağından çok eminiz. Ve imam hatib ihtiyacını der-piş buyuran zimamdaran-ı umurumuzun maabid-i mübareke için mübrem bir mahrec halinde bu müesseselerin inkişafını da te’min buyuracaklarına izhar-ı i‘timad ediyoruz. Yalnız bir noktayı işaret etmeden geçmeyelim ki o da darul-huffazların diğer müesseselere ilhak veya tevhidi kabil olamayacağı keyfiyetidir. Çünkü her müessesenin kendisine mahsus ayrı bir programı başka bir gayesi ve nokta-i azimeti vardır. Darul-huffazların hedef-i aslisi hafız-ı Kuran yetiştirmek olduğuna nazaran ikmali iki seneye mütevakkıf bulunan hıfz esnasında darul-huffaz veya mü’ezzin mektebi talebesinden başka bir hizmet beklenilmemelidir. Hıfzlarını itmam eden efendilerin ise ma‘lumat-ı aliyyeyi beray-ı tahsil herhangi bir mektebe sevkleri her zaman hem mümkün ve hem de vaki‘dir. Laik maamafih idari teşkilatı arasında henüz Diyanet riyyemizin darul-huffazları isteyerek kapamaya kıyamayacağından her halde çok emin bulunuyoruz. Bazı mahallerdeki darul-huffazların el-yevm açık olmasıdır. Sedkeyfiyetinin mutlak bir sehivden ileri geldiği zehabımızı te’yid ve takviye ediyor. Binaenaleyh hata-yı vakı‘in er geç tashih edileceği hakkında ateşli ümidlerimiz el-an ber-devam olduğu gibi en asil bir i‘timadla meşbu‘ olarak ityan eylediğimiz bu samimi dileklerin yakında ca-yi tatbik bulduğunu da bu satırlara kayd edebileceğimiz yor ve darul-huffazlarımızın iade-i hayat ve bekalarına müte‘allik müjdeli haberlere iştiyakla intizar ediyoruz. Moskovadan gazetesine yazılıyor: Türkistan Komünist Fırkasının teşebbüsü Asya-yı Merkezinin milli hududunun çizilmesi mes’elesi ruznameye konulmuştur. Muvakkaten bir plan tanzim edilmiştir. Şu hükumetler teşkil olunacaktır. Özbek Cumhuriyeti teşkil edilecek merkezi Semerkand olacaktır. Bu cumhuriyet yalnız Türkistanda sakin olan Özbekleri değil fakat Buhara ve Harezm Özbeklerini ihtiva edecektir. Ve belki sehven sed edilenlerin te’min-i küşadı gibi nezih bir gayeyi istihdaf eyliyoruz. Darul-huffazlar tedris kelimesinin her manasıyla dai-re-i şümulü haricinde serbest müesseselerdendir. Onların Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla ne alaka ve ne de mü-nasebetleri vardır. Darul-huffazlar; eda ve sadasını isti‘dad ve arzusunu nazar-ı i‘tibara alarak sakf-ı feyz-barları altına cem‘ eyledikleri memleketin güzide şübbanına usul ve kava‘id-i mahsusasına tevfikan sarf ta‘lim ve tertil-i Kuran gibi ulvi bir vazifeyi deruhde etmiş ve ulum-ı saireyi maarif mekteplerinde gören huffaz-ı hoş-elhan ile iştigal etmekte bulunmuş oldukları için medreseler ve mekatib-i saire olmayan -mahiyet-i mahsusayı haiz- serbest müesseselerdir. ler dahi duyulmuş ihtiyacların tabii mahsulleridir. Binaenaleyh halkın ruhi ihtiyacatının ma‘kesi olan darul-huffazlar [] yaşama ve yaşayabilmeleri de o ihtiyacatın tatmini için elzem bir zarurettir. Meme emen bir çocuğun ana kucağından koparılıp alınması nasıl müellim bir hüsran ise mu‘tekid müslümanlar için tilaveti kadar nimizin müessir sesli hafızlar dehanından zevkinden ayrılmak da o derece elemnak bir mahrumiyettir. Darul-huffazlar halkımızın ihtiyac-ı ma‘nevisinin zade-i meşru‘udur. Onun içindir ki la-yezal muhabbetlere ve payansız hürmetlere mazhar olmuş başlıca müessesatımız darul-huffazlardır diyebiliriz. Lahn-i latif.. usul ve kava‘id-i mahsusasına muvafık bir tarz-ı tilavet ile okunan Kelam-ı İlahiyi istima‘dan telezzüz-yab olmayacak bir müslüman hatta kamil bir insan tasavvur edemeyiz. Bilakis kerihüs-savt mu‘tellülkırae bir takım na-ehillerin mesami‘-i nası tırmalayan nağemat-ı sakile ile okudukları ezanlar birçok musallileri eda-yı ibadetten tebrid etmiş ve bu her vakit görülegelen vekayi‘den bulunmuştur! Mevcud talebesi vilayetimiz nüfusunun yirmi beş otuz binde biri yirmi beş otuz efendiden… ve hey’et-i muidden ibaret olan darul-huffaz müessesemiz merkez ve bütün mülhakat-ı vilayet hesabına senevi yalnız beş altı yüz lira gibi cüz’i bir meblağla te’min-i mevcudiyyet etmiş ve bundan sonra da ayn-ı vechile yaşatılması kabil çok vazi‘ ve pek mütevazı‘ bir nur yuvasıdır. Bu kadar naçiz bir parayı hükumetimizin vakarına giran geleceğini bilmemiş olsaydık hamiyetmendan ahalinin dahi seve seve te’min edebileceğini arz ederdik. Kara Kırgız ve Tacikten mürekkeb yeni mıntıka-i muhabere ihdas olunacaktır. Tacik mıntıkası Özbek Cumhuriyetinin muhtar bir vilayeti olacaktır. Kara Kırgız Cumhuriyetinin hangi cumhuriyete rabt olunacağı derdest-i tedkiktir. Türkmenler Cumhuriyeti Türkmenler ile meskun havaliden mürekkeb olacaktır. Bu havali kısmen Buhara Türkmen ve Harezm cumhuriyetlerinden terekküb ediyor. Semberit ve Serdari havalisinde sakin olan Kırgızların Kırgız Cumhuriyetine rabt ve ilhakı tasavvur ediliyor. Bu mes’ele Kırgızlar arasındaki ihtilafat hasebiyle hala münaza‘un-fihdir. Bundan başka Allah ile ittihad ta‘birini kabil-i tecviz gösterebilecek bir suret daha vardır ki o da şudur: Enbiya Cenab-ı Hakkın risaletini tebliğ eden ve onun vahyini bildiren ve sebilürreşad-i ilahisine da‘vet eden kimseler olmak haysiyetiyle Cenab-ı Hakkın bütün kullarına göndermiş olduğu elçileridir. İşte Kuran-ı Hakimdeki nazm-ı celili bu suretle varid olan ayat-ı kerimedendir. Zaten hıristiyanlara aid kitaplar sarahaten bildirir ki teslis fikri nasraniyetin ilk asırlarında yoktu. İngiliz muhitül-maarifi şöyle söylüyor: İlk kilise devrinde ma‘ruf olan akide-i tevhid ahd-i kadim ile Tevratın tealimi üzerine müesses bulunan bir akide-i tevhid idi. Sonra gide gide Ortodoks mezheb-i teslisi karşısında kesb-i za‘af ederek zevale yüz tuttu. Lakin layalıdan beri eski tevhid akidesi taklid zincirlerini kırmış olan erbab-ı tetebbuun efkarına yeniden yol bulmaya başladı. Daha sonraları hıristiyanlar arasındaki muvahhid kiliseleri gerek Avrupada gerek diğer kıt‘alarda çoğalarak her memleketin ilmi büyük merakizinde buna aid olmak üzere mektepler vücuda getirildi. Bu hususta fazla izahat isteyenler garb lisanlarıyla yazılmış muhitül-maariflere müracaat edebilirler. HıristiyanlarıAllah ile Mesih birdirdiyecek derecede dalale düşüren şüphelerden biri de Yuhanna İncilinin onuncu babındaki şu ayettir:Ben ve eb biriz. Hıristiyanlar kendi şirklerini bu ayetle te’yid etmek hakkında varid olduğunu unutuyorlar. Evet Yuhanna İncilinin on yedinci babında şu ayetleri görüyoruz: Hepsi bir olsun. Nasıl ki ey eb sen bendesin ben de sendeyim onlar da bizde bir olsunlar -ben onlardayım sen de bendesin. Bu suretle cümlesi bir vahid teşkil etsino gün bileceksiniz ki ben ebdeyim siz bendesiniz ve ben sizdeyim. Bu yolda diğer bir çok ayetler daha görülüyor. Acaba bunlardan herhangi biri olursa olsun Allahu Zül-Celalin başkasına yahud efrad-ı beşerden birinin Allahu ZülCelale hululünü ifade edebilir mi? Hiç şübhe yoktur ki bu açıktan açığa bir dalalettir iftiradır ve esalib-i kelamı bilmemektir. Hakikatte ise bütün İncil ayetlerinin natık olduğu ittihad bulunmalarındandır ve kendilerine çizilen hududun ilerisine geçmemelerinden ibaret bir irtibattır. Bu i‘tibar ile enbiyanın Allah ile olan ittihadı başkalarının ittihadından daha metin olmak tabiidir. Çünkü taat-i ilahiyyede vardır. Başmuharrir Sahib ve Müdir / / libasıyla tecelli ettiler. Daha sonra kıssis ve ruhban içinden vaktiyle Yunanilerin yaptığı gibi bunlar da bir takım harb olduğu gibi Papa George de bunlarca harb ilahı olmuştu. Bundan başka Hazret-i Meryemi ve başkalarını cemal ve fünun-ı edeb ilahı tahayyül etmişlerdi. Tıbkı Zühre ile diğer yedi kevkebin Yunaniler nezdinde birer Vakıa rical-i din arasından birçok mütefekkirler ammenin efkarına çöken bu suver-i vehmiyyeyi izale için bir hayli uğraştılarsa da muvaffak olamadılar. Avam hala böyledir… Fazilet ve mekremet pazarında revacı olmayan bir takım efsanelere dinin kava‘id-i esasiyyesinden ziyade kıymet verirler ve onlarla daha ziyade meşgûl olmak isterler. Milletlerin tarih-i mevcudiyetlerinde umumi bir dinsizlik devresine tesadüf edilemez. Semavi veyahud sun‘i bir dine mensubiyet milletlerin ruhi ihtiyaclarına daima tercüman olmuş hiçbir zaman bu ihtiyacı ruhlarından çıkaramamışlardır. Fakat milletleri teşkil eden ferdler içinde dinlere karşı küskün duranlar da hiçbir zaman eksik olmamıştır. Acaba milletleri dinlere rabt eden amil-i müessir nedir? Ve ferdleri dinlerden küstüren fail-i menfer nedir? Milletlerde tedeyyün amilinin ihtiyacat-ı ruhiyye olduğu bala-yı kelamdan anlaşılmıştır zannederim. Fakat keyfiyet-i ihtiyac biraz muhtac-ı izah ve tefsirdir. Alem-i kevndeki maddi ve ma‘nevi hadisatı esbab-ı ledünniyye dine ihtiyacı hadise-i ma‘neviyyesini tarz-ı ta‘lil ve telakkilerine göre ruh bir alem-i ulvidir. Meşhudumuz olan bu avalim-i maddiyye ise süflidir. Beden-i insani de avalim-i süfliye eczasındandır. Ruhun beden-i insanide ve bütün avalim-i maddiyye derunundaki vaziyeti kafesteki vatan-cüda ve hicran-zede bülbül-i şeydanın vaziyet-i garibanesine benzer: Kafes ona nasıl bir me’va-yı hicran ve gurbet ise avalim-i maddiyye de ruha o derece yabancı o derece kasvet verici bir ikametgah-ı süflidir. Bülbül gülüne gülzar ve gülistanına kavuşmak için ne kadar nale ve figan edip durursa ruh da lahut alem-i ulvisine uruc etmek için o kadar hasret-keş ve o kadar elem-i iştiyak ile müteellimdir. Visal-i uluhiyyete nail olmak sıta da dindir. Bir din ile tedeyyündür. Dinin ta‘lim ettiği Bu tevhid bahsini İngiliz rical-i dininin eazımından ma‘dud bulunan Lord Makolinin sözleriyle bitirmek pek münasib olacak vaktiyle namındaki eserimizde nakl ettiğimiz o sözler hulul ve teslis akidelerinin bizzat hıristiyanların ukalası nazarında ne derecelerde merdud bulunduğunu gösterir. Makoli diyor ki: Ulema-yı mantık kanaatlerini ve kaziyyelerini bürhan-ı akli üzerine bina etmişlerdir. Onun için eşyadan bir kısmı için hayta-i akıl ve idrake girmemek imkanını teslim etmek bunlar için pek mümkündür. Halbuki geride kalan sevad-ı a‘zam için bunu teslim gayr-ı kabildir. Çünkü bu sonrakilerin fikirleri ve kaziyyeleri ya hayale ya vehme yahud şiire istinad eder. Binaenaleyh kanaat ve akidelerini nazar-ı sahih ve fikr-i selim üzerine kuramazlar. Bundan dolayıdır ki her ümmette ve her asırda putperest edyan zuhur etmiştir ve mu‘tekidlerin hayalindeki durmuştur. dukları ne kadar bidatleri bizlere hikaye etmektedir. buda malik olmak hevesine kapılarak kendi fasid hayallerinin kendilerine telkin ettiği bir yığın evham yüzünden bu dalale sapmışlardı. Denilebilir ki müverrih-i şehir Gibon tarafından zikrolunan ve nasraniyetin intişarına esas olmak üzere ileri sürülen esbabın kısm-ı a‘zamı ancak halkın basit ruhları üzerinde büyük bir nüfuzu bulunan kazaya-yı vehmiyye her tarafa neşre muvaffak olmuştur. Öyle ya mahluk olmayan bir ilahı ve gözlerin göremediği tasavvuratın düşünebilirler. Zayıf dimağlı efrada gelince bunlar muayyen bir şekli olmayan ilahı tasavvurdan tabiidir ki hükemayı za‘af-ı akl ile itham ederler. Ezmine-i kadimede ruhlar doğru yolu görmez oldu. Kalblerde his kalmadı. Mukaddesat ta‘arruza uğradı. Bunun üzerine İsa aleyhis-selam gelerek insanları canib-i Haktan getirmiş olduğu nur-ı hidayete da‘vete başladı. Hazret-i Mesihe bir kısmı iman etti bir kısmı etmedi. Hazret-i Mesihe ittiba‘ eden hıristiyanlar kendilerinden evvel gelmiş olan Yunanilere İranilere ve sairlere dolaşır onlarla tenasülde bulunur onlara arız olan her türlü kevn ü fesada ma‘ruz kalır mezarlarda ağlar türbelerde uyur surette gösterildi. Daha sonra bu ilahın salb olunarak kanı salibin ağaçları üzerinden aktığı bildirildi. Bu suretle hıristiyanlar aleme karşı yeni bir putperestlik Cami minaresinden ansızın yükselen hazin ve müessir ezan sesini duyan bir yolcu suyu kesilmiş bir değirmen taşı gibi derhal hareketten kalır. Hareketsiz bir cism-i camid vaziyetinde bu sada-yı lahutiyi dinlemeye başlar. Sada nağmeleri derun-ı havada dalgalanıp durdukça o adamın zihninde masiva hatıratından bir şey kalmaz. Ruhu alem-i ulvi hatıratıyla lebaleb dolar. Ezan sesi kesilip de masiva hatıratı yeniden canlanıncaya kadar alem-i ulvi tahassüsatıyla meşbu‘ur-ruh olur. Bu ulvi duygular ezan sesine münhasır değildir. Herhangi hazin ve müessir bir sada hassas ruhlarda aynı derecede teheyyücler aynı vechile halecanlar tevlid eder. Hazin ve müessir sada nağmelerini karşılayan dolgun haykırmalar coşkun hıçkırıklar alem-i ulviye yükselmek sadalardır. Ruhu biraz da muhatı bulunduğu alaik-i maddiyyeden uzaklaştırarak kırlarda sahralarda gece tenezzüllerine götürünüz. Alem-i süfliye aid sözler sohbetler bırakınız ve gözleriniz ile kulaklarınızı onun kumandasına terk ve tevdi‘ ediniz. Yemin ve yesarında zir ve balasında gözlere ilişen karartılar manzaralar kulakları ihtizaza getiren fışıltılar derhal ruhun hassasiyetine başka bir renk verir başka bir mecra ta‘yin eder. Henüz aleminin umk-ı bi-payanı içinde valihane tefekkürlere dalar. Alem-i süfliden gelen bir sayha-i ikaz kuvve-i samiasını tehziz etmedikçe kendisini alem-i ulvinin cazibesinden geri alamaz. Bulunduğu yerde bir kabristan varsa ehl-i kuburun ani bir kıyam ve hareket ile yakasından tutacağı korkusuyla bünyesi ra‘şedar olur. Bu havf ü haşyet kuvve-i vahimenin mevludü değildir. Ruhun maneviyata inanması te’siratıdır. Kuvve-i vahime orada ruhun tercüman-ı hissiyyatıdır. Herhangi beyabanda yolunu şaşırıp kalan bir yolcunun o dakikada halet-i ruhiyyesi tahlil edilirse nazarlarının alem-i gaybdan gelecek bir rehbere mün‘atif olduğu görülür. Herhangi mahalde açlığa susuzluğa veyahud başka bir muhataraya ma‘ruz kalarak bunalan bir kimsenin halet-i ruhiyyesi de yine o dakikada tedkik olunursa onun da alem-i gaybdan meded ve muavenet beklediği derhal anlaşılır. İşte bütün bu hal ve hadiseler bize gösteriyor ki ruh-ı beşer maneviyata maneviyatı temsil eden dinlere merbut ve müncezibdir. Hiçbir kuvvet ruh-ı beşeri bu merbutiyet ve incizabdan ayıramaz. Şair-i hakim Abdülhak Hamid Beyefendi hassas ruhuyla bu hakikati pek güzel anlamış olmalı ki hatıratının bir fıkrasıyla hakikat-i mezkureye tercüman olmaktan kendini alamayarak demiştir kiEfkar ne kadar mail-i inkar olursa olsun ruh müteellihdir vicdan uluhiyet-peresttir. süfliden alem-i ulviye arş-ı a‘laya zat-ı uluhiyyete urucu vuslatı vasıtalarıdır. Mahrem-i esrar-ı uluhiyyet olan Hazret-i Seyyidül-beşerinNamaz mü’minlerin mi‘racıdır meal-i alisindeki hadis-i peygamberanesi işte bu hakikatin lisan-ı tercümanıdır. Mi‘rac: Vasıta-i uruc demektir. ruhun dine ihtiyac göstermesi müncezib bulunması dinin alem-i ulviye arz-ı a‘laya zat-ı uluhiyyete uruc vasıtası olmasından ileri gelmektedir. Fakat ruh bu vasıtayı kendi kendine bulmuş kendi kendine icad etmiş değildir. Vasıtayı arayan ruhtur. İbda‘ ve ihsan eden de Allahtır. Allahın din vaz‘ etmesi ruh-ı beşerin aradığı vasıta-i urucu vermek ve bu suretle içinde kıvrandığı dir. Fakat Allahın sun‘larıyla hikmetleri nisbet-i adediyyeye tabi‘ değildir. Bir sun‘unun muhtelif ve müteaddid hikmetleri vardır. Din ve şeriat vaz‘ının diğer bir hikmet-i bedi‘ası da beşeriyetin maddi ihtiyaclarını tatmin etmektir. Beşeriyetin maddi ihtiyaclarını tatmin eden cennet ve cehennem helal ve haram sevab ve günah akideleridir. Cennet ve cehennem akidelerinin zihn-i beşerden silinip çıkması helal ve haram sevab ve günah akidelerini silip çıkarır. Helal ve haram sevab ve günah akidelerinin zihn-i beşerden silinip çıkması sath-ı zemini kanlı ve müteaffin getirir. Medeniyet: Dişi bir ejderdir. Katil ihtiraslar kanlı ları salah ve felaha değil kıtal ve helake sevk ve tahrik eder. Bu seyl-i musibetin mecra-yı tabiisinden taşmasına mani‘ olacak bir sedd-i İskender varsa o da cennet ve cehennem helal ve haram sevab ve günah akideleridir. Dinin hayat üzerindeki salahkarane te’siratı müteaddid vesilelerle izah edilmiş bulunduğundan bu noktada daha ziyade tevakkuf etmeyerek ruh-ı beşerin dinlere ihtiyaç ve incizabı keyfiyetini biraz daha tavzih ihtiyacını hissediyorum: Ruhun dine maneviyata alem-i ulviye uluhiyyete maddiyye ve süfliyyeden biraz uzaklaştığı zamanlara tesadüf ettirmelidir. İnsan bazen hasta olur. Bu hastalık uzadıkça ruh yavaş yavaş avalim-i maddiyye ve süfliyye dıkça başka bir aleme doğru yükseldiği hissedilir. Hasta bu ruhu yolundan alıkomaya ne kadar çalışırsa çalışsın alem-i ulviye doğru urucuna mani‘ olamaz. Ziyaretine gelen evidda ve akrabası onu söyletmek için ne derece uğraşırsa uğraşsın o ruhunu alem-i ulvi cazibesinden kurtarıp da onlar ile konuşmak imkanını bulamaz. Hastalık devam ettikçe ruh bir kuş gibi alem-i ulvi fezasında uçar durur. re maneviyata küskün olmalarının sebebini güzelce anlatıvermiştir. Demek istiyor ki:Dinin kılıncı hırsızın elini kesiyor; Bundan dolayı hırsızlar dinime düşman kesildiler.Fil-hakika dinler nefse bir takım menafi‘ ve huzuzat-ı kazibe te’min eden birçok hal ve hareketleri taht-ı memnu‘iyyete alıyor ve bu hal ve hareketlerde bulunanları dünyevi ve uhrevi cezalar ile mücazata tabi‘ tutuyor. Halbuki bu hal ve hareketlerin münhemikleri ve mürtekibleri bulunuyor. Bunların dinler ile barışık olmalarına menhiyat-ı diniyyeye inhimakleri seyyiat-i memnu‘iyyeyi irtikabları mani‘ olur. Dinlerin mücazat ile tehdid ve ihafeleri erbab-ı inhimak ve irtikabı huzur ve rahattan mahrum bırakır. Bir taraftan ceraim-i diniyyeyi feleri zihinlerini gıcıklayıp durur. Dinlerin tehdid ve kendilerini onların yokluklarına bir türlü inandıramazlar. Hele büyük bir ekseriyetin dinlerin tehdid ve ihafelerinin varlıklarına bütün safvet ve samimiyetleriyle inanmakta bulunmaları onların zihinlerini bir takımacabalar kurtulmak için din hissinin cennet ve cehennem fikrinin herkesin zihninden silinip çıkmasını isterler. Ekseriyetin bu akidelerde sebat ve devamlarını gördükçe dinlere karşı tuttukları küskünlükleri dindarlara da teşmil ederler. Fakat ne ekseriyet-i beşeriyye hissiyat-ı diniyyeden tecerrüd edebilecektir ne de dinlere ve dindarlara küskün olan ferdler azab ve ıztırab-ı vicdaniden kurtulabilecektir. Hakim-i şehir Şeyh Sadi merhum ında: diyor ki tercümesi şöyle olsa gerektir: Yarasa gözlü bir kimse vakt-i neharda rü’yet-i basardan mahrum ise Ziya-yı şemsin ne kabahati var?! Doğrusunu söylemek lazım gelirse Şemsin ziyası muntafi olmaktan ise Binlerce yarasa gözlünün kör kalması hayırlıdır.Evet hissiyat-ı diniyyenin zihinlerden silinip çıkmasından ve ekseriyet-i beşeriyyenin hissiyat-ı diniyyeden tecerrüd etmesinden ise dinlere dindarlara küskün olan ferdlerin azab ve ıztırab-ı vicdani içinde kıvranıp durmaları elbette ehven-i şer‘ ve ehaff-ı musibettir. Bunlar hakkında gösterilecek yegane hayr-hahlık şefkat ve merhamet: Azab ve ıztırab-ı vicdaniden kurtulmak zat kendilerinin dindar olmalarına ümid bağlamalarını tavsiye etmekten ibarettir. Başka türlü çare-i necat ve selamet yoktur. Ruhun alem-i ulviye tedeyyüne uluhiyyete merbutiyet ve incizabı neticesidir ki milletler hey’et-i mecmualarıyla dinden maneviyattan uluhiyet akidesinden tecerrüd ve tebaüd edemezler. Dine maneviyata karşı küskün bir vaziyet alamazlar. Daima din ile barışık dururlar ve ebediyyen de barışık kalırlar. Fakat ruhun dine maneviyata merbutiyyet ve incizabında terbiye-i ruhiyyenin tasfiye-i vicdaniyyenin salahkar te’sirleri vardır. Ruhun ayn-ı merbutiyyet ve ayn-ı incizabı daima gösterebilmesi için daima refik ve latif kalması lazımdır. Ruh kesb-i kesafet ettikçe dine maneviyata merbutiyet ve daima muhafaza edemez. Sath-ı bahrden semaya doğru yükselen ecza-i buhariyye havanın soğuk tabakalarına temas ettikçe nasıl duçar-ı kesafet oluyorsa ruh da su-i terbiyenin te’siriyle rikkat ve letafetini yavaş yavaş zayi‘ ederek mütekasif bir hale gelir. O hale gelince terbiye ve tasfiyesi müşkil olur. Ruhun terbiye ve tasfiyesi ilm-i din tahsil etmeye ve ilm-i din ile amil olmaya mütevakkıftır. Ruhun terbiye ve tasfiyesi hasmına karşı zaferini te’min Ruh insanı alem-i ulviye doğru çekip götürmeye çalışır. Nefs-i emmare ise bilakis alem-i süfliye sürükleyip götürmekle uğraşır. Bu mücadelede hangisi kuvvetli ise o galib gelir. su-i terbiye ile ruhun kesafet peyda etmesi nefse karşı zayıf düşmesine sebebiyet verir. Ruh zayıf düşünce kalan insanlar dine maneviyata daima küskün olurlar. Ervah-ı kesife ashabından başka bir de -Muhyiddin-i Arabinin ta‘birince- ervah-ı habise erbabı vardır ki bunların ruhları kabil-i terbiyye ve tasfiye değildir. Bunlar daima nefsin kumandası altında hareket ederler. Onun üzere küskün dururlar. Zimam-ı hareketleri daima nefsin elinde bulunan böyle ferdlerin dinlere maneviyata karşı daima küskün durmaları pek tabiidir. Çünkü dinlerin bir sürü emirleri nehiyleri vardır. Emirlerine imtisal nehiylerinden mani‘dir. Nefs-i emmare kendisi emir ve nehylerde bulunmak onun gururuna dokunur. Tekalif-i diniyyeyi ifa etmek nefsin çekemeyeceği bir yüktür. Menhiyat-ı diniyyeden çeşit çeşit zevk u safa alemlerinden mahrum bırakmaktır. Nefis buna tahammül edemez. Serbesti-i harekatına mani‘ olmak isteyen din kuvvetini ezmek ister karşısına çıkan kuvve-i maniaları kırıp geçirmek fikrini ta‘kib eder. Taht-ı hakimiyyetinde bulundurduğu ferdlere de o yolda emirler verir. diyen zat kim ise bu sözüyle bir kısım ferdlerin dinle Onların bu tahakküm ve taazzumleri karşısında biz Ramazan-ı şerifin aşer-i ahirinde herhangi bir cami-i şerifin bir köşe-i rahmanisine çekilen mu‘tekifler veyahud devre-i seyr u sülukü geçirmek üzere herhangi bir tekkenin hücre-i dervişanesini çilegah ittihaz eden müridler gibi medreselerin lahuti kubbeleri altında habs-i nefs ve hayat etmiş huzur ve rahatımız ihlal eder endişesiyle afak ve etraftan gelecek ses ve sadalara karşı kulaklarımızı tıkamış ve bu hal ve hareketimizle hayat-ı umumiyye haricinde bir sükun ve sukût dünyası te’sis etmiş bulunuyor idik. Hayatta mücadele mücadelede cerbeze cerbezede şarlatanlık asrımızın en müterakki bir fenni idi. biz bu fennin tamamen biganesi cahili gafili mütekellim rakiblerimiz bizim sakin ve sakit vaziyetimizden bil-istifade kendisini var bizi de yok telakki ettirdi. Hatta kendi yokluğumuza kendimizi de inandırdı. Kendi kendimizi istihfaf etmemiz de hem doğru idi hem de doğru değil idi. Doğru idi çünkü İslamiyetin ve müslümanların bizden bekledikleri hizmetleri ifa edemiyor idi. Hayat-ı umumiyye haricinde yaşamamız hatt-ı hareket ta‘kib etmemize mani‘ oluyordu. Yeni nesiller yeni asırların semum-ı ictimaiyyesiyle günden güne zehirleniyor idi. Onları tiryak-ı diyanetle tedavi etmek vazifesi bize terettüb ediyordu. Dini reçetelerin tahrir ve tanzimi vazifesi bize düşüyordu. Hikmetle mantıkla mülayemetle memzuc ve müzeyyen dini eserler kitaplar risaleler mecmualar neşr ederek salah u felah-ı ahlaki yollarında intizam ve inzibat-ı ictimai sahalarında yeni nesillere rehber ve pişva olmak bizim vazife-i mevrusemiz da bizim de pek mühim bir hisse-i mes’uliyetimiz var müteyakkız mütebassır faal müteşebbis de olacak idik. miyyeye te‘addi ve te’sir edecek idi. Hayfa ki hayat-i umumiyye haricinde kalmamız ilmimizi mü’ebbed kal‘a-bendliğe mahkum etti. Ne o hayat ve hassasiyeti hareket ve faaliyeti gösterebildik ne de o hissiyat ile mütehassis hayrul-halefler yetiştirebildik. Bütün hizmet-i diniyyemiz sorulan dini mes’elelere cevab vermeye ve Bizim mevcudiyet-i ilmiyyemizi istihfaf etmeyen bir tabaka-i ictimaiyyemiz yok idi. Bizi istihfaf fikri en yüksek muhit-i ictimailerden en dun muhit-i ictimailere kadar sari bir maraz-ı müstevli halini almış idi. Ferdi ve hususi hisler bazen ictimai ve umumi hislerin vasıta-i tezahüratı olur. Herhangi bir yolda arabasını alabildiğine koşturan ferdlerin reh-güzarlarında tesadüf ettikleri sınıfımız efradına karşıhoca hoca!hitab-ı tahzir-amiziyle yükselttikleri ve ictimai hiss-i istihfafların beliğane tercümanları idi. Bu seyl-i hissiyat cereyanına kapılarak biz de kendi kendimizi ameli tezahüratı talebe-i ulum arasında vukûa geliyordu. Müderrisleri bir türlü beğenmiyorlar daima şikayet ediyorlar şikayetleri müsmir olmayınca umumi hususi grevler yapmaktan çekinmiyorlardı. Bazılarında husule gelen me’yusiyet medreselerin Maarif İdaresine devrini temenni ettirecek dereceye vasıl olmuş idi. Acaba müstevli bu hiss-i istihfaflar doğru mu idi? Sunuf ve tabakat-ı sairenin istihfafları hem doğru edilecek ferdlerimiz yok değil idi. Fakat şayan-ı istihfaf ferdlerin mevcudiyeti yalnız kendi sınıfımıza münhasır kalmıyor idi. Diğer tabaka ve sınıfların da şayan-ı istihfaf ferdleri az ve eksik değil idi. Tezyifleri muahazeleri eğer doğru ise müfid ise nafiise umum sınıfların şayan-ı cih etmek bir lazıme-i nasafet ve ma‘delet idi. Nasafet ve ma‘deletin daha az bir derecesi de tezyifleri muahazeleri etmediğimiz- istihkakkar ferdlerine hasr u tahsis etmek mazhar-ı tecelliyat olamıyor idik. Kurularımız da yaşlarımızın yanı sıra yanıp yakılıyor idi. umumi yangımızı bastıracak bir itfaiye alayı da yok idi. Hele ekser matbuatımız bu harik-i haysiyet-suzumuza kundakçılık ediyor idi. Bu vaziyet karşısında tamamen yanıp kurtulmayı temenni etmek en nafibir temenni idi. Temennimiz tahakkuk etti. Fakat merkad-i mübarekimiz taşlanmaktan hala kurtulamıyor! Doğru değil idi. Çünkü istihfafa müstahık olmayan ferdlerimiz de bulunuyor idi. Ve bu ferdlerimiz sunuf-ı sairenin istihfaf edilmeyen ferdlerinden daha aşağı değil az varlıklarını çok göstermek yolunu tutmuş idi. Umumi hayata karışmış olmaları sesleri duyulacak mehafil ve mevaki‘de bulunmaları umumi vesaitten istifade larımıza aid olması lazım gelen mes’uliyeti bize tahmil etmek hatasına düştü. Onun için de hey’et-i umumiyyemizi Hey’et-i umumiyyesi i‘tibarıyla istihfafları bit-tabi‘ doğru değildir. Fakat hata olsun savab olsun hiss-i ediliyordu. Oraya devr olununca makine gibi işler bir ler. Aciz müderrislerden beceriksiz müfettişlerden kurtulacaklarına rabt-i kalb etmiş bulunuyorlardı. Nihayet emelleri tahakkuk etti. Fiilen Maarif İdaresine devr olundular. Artık matem günleri mürur etmiş ve bayram günleri de mütebessim bir çehre ile onları karşılamış idi. onların sevinçleri bizi de sevindirmiş idi. onların Maarif erkan-ı idariyye ve ilmiyyesinden bekledikleri fevaid-i kü bizce gaye: Millet ve memleketin muhtac bulunduğu ulum-i diniyye mütehassıslarının yetişmesi idi. Bu gaye nerede istihsal edilebilirse orası bir medrese-i diniyye lar ulum-ı diniyye müderrisleri ahkam-ı i‘tikadiyye ve ameliyye uleması idi. Almış olduğumuz terbiye-i fikriyye talebe-i ulumla beraber biz de kuvvetli hüsn-i zanlar besliyor idik. Hatta içimizde talebe-i ulumla beraber de bulunuyordu. Fil-vaki‘ yüksek derecede ilmimiz olmadığını bilecek kadar ilimden de mahrum değil idik. Mehdden lahde kadar tahsil-i ulum ile Hindden Çine kadar taleb-i ilim ile me’mur bulunduğumuzu da biliyor yüksek bir menba‘-ı tahsil başımızın ucunda iken oraya talebe kayd olunmamıza hiçbir mani‘ ve hailimiz yok idi. Hind ve Çini dolaşmadan şeyhuhetin meraret-i za‘af ve aczini hissetmeden İlahiyat Fakültesinde feyzyab-ı tahsil ve kemal olmak bizim için kaçırılmayacak en büyük bir fırsat-ı ömür idi. Bizde bu şevk ve hevesi husule getiren talebe-i ulum idi. Hayfa ki şevk ve hevesimizi kesr eden de yine talebe-i ulum oldu! Talebe-i ulum bizim adeta bir istikşaf müfrezemiz idi. Keşifleri istifade ümidleriyle neticelenirse biz de onları ta‘kiben birer kayd ve kabul istirhamnamesini müstashıben İlahiyat Fakültesine müracaatta bulunacak idik. Fakat talebe-i ulumun azim bir inkisar-ı hayale uğramış olduğunu görüyoruz ve onlarda husule gelen inkisar-ı hayalin bizi de derin bir teessür duyuyoruz. Fil-hakika medreselerin devr u teslimi mes’elesinde Maarif İdaresi me’murlarının meydan verdikleri tecevab verecek talebe yetiştirmeye münhasır kaldı. Bu kusurumuzu bildiğimiz için kendi kendimizi istihfaf etmemiz doğru idi. Bu i‘tiraf-ı kusurumuz da ilmimiz gibi başkasına faide-bahş olmayan bir faziletimizdir... Doğru değildir çünkü biz hiçbir taraftan tahrik teşvik himaye sahabet takdir taltif görmedik. Daima şevkimizi hevesimizi kesr edecek ümidlerimizi emellerimizi söndürecek muamelelere ma‘ruz kaldık. Gayr-ı kabil-i iktiham müşkilat ile karşılaştık. Düştük halimizi soran olmadı. Kalktık elimizden tutan olmadı. Dost aradık kendimizden başka dost bulamadık. Bari düşman olmayınız dedik bu sözlerimiz de düşmanlık telakki edildi. Medrese harabe-zarlarında kendi kendine bitip büyüyen Hudayinabit nebatat vaziyetinde kaldık. Bu şerait yetiştirebilir idik. Onun için kendi kendimizi istihaf etmemiz doğru değildir. Talebenin istihfafı da hem doğrudur hem de doğru değildir. Doğrudur; çünkü şerait-i tedrisiyyeyi haiz olmayan veyahud az haiz olan müderrisleri yok değil idi. Talebe az zamanda çok merhale kat‘ etmek istiyordu. bazı müderris efendiler ise çok zamanda az merhale kat‘ ettirebiliyordu. Talebe karşısında vazıh ve selis ifadeli cevval ve seyyal fikirli müderrisler görmek istiyordu. Bazı müderris efendiler ise muğlak çetrefil ifadeler durgun ve donuk fikirler ile talebeyi avutmaya çalışıyordu. Talebe şikayet ediyor fakat işiten dinleyen olmuyordu. Bazen müfettişler teftişe geliyor fakat ancak müdir odasında kendilerine ikram edilen kahvenin şekerli olup olmadığını teftiş ile iktifa ediyorlardı! Bazen de talebe fakiyeti istirahat-gahlarına dönüp gitmekte arıyorlardı! Hasılı bazı müderrisler zayıf fakat idare me’murları müfettişler daha zayıf idi. Canlı cevval metin müdrik-i batiy cebin za‘ifül-idrak kimseler iş başına getiriliyordu. Bu tezebzübat ve teşevvüşat karşısında talebe bizi Doğru değildir çünkü şerait-i tedrisiyyeyi tamamen haiz müderrisleri az değildir. Kendilerini tamamen memnun edecek kafi mikdarda müderrisler bulmak da mümkün idi. Her biri bir kenarda küskün dargın mahzun me’yus duran bu güzideler tedris kürsülerine oturtulmamış ise bunun mes’uliyeti hey’et-i umumiyyemize değil makam-ı mes’uliyyette azamet-füruş olanlarımıza aiddir. Biz mes’uliyetlerini müdrik çobanların sevk ve idarelerine tabi‘ bir sürü olsaydık ne bir kimse hayat-ı sınıfiyyemize dokunuz ne de laşemiz etrafına kuşlar toplanır idi. Fakat çobanlarımız bizi sevk ve idare etmek kudretini gösteremedi. Talebe-i ulum da çoban rinin ictihadat-ı hususiyyeleriyle mi? Biz zannetmek istemiyoruz ki Maarif Vekaleti hiçbir istinadgah-ı kanunisi olmayan böyle bir karar verebilmiş olsun. Böyle olduğu takdirde hudud-ı kanuniyyeyi tecavüz eden Maarif müdürlerinin mes’uliyeti lazım gelmez mi? Meclis-i Millinin küşadında her halde bu mes’elenin kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkate alınacağında şübhe yoktur. Biz şimdi haber alabildiğimiz hadiseleri Maarif Vekaletinin nazar-ı dikkatine arz ile iktifa ederiz. Öteden beri lise müdavim ve me’zunlarından bazı efendilere ebeveynlerinin arzuları üzerine camiodasında Kuran-ı Kerim ve ulum-ı diniyye dersleri tedris etmekte olan Çengelköyü imamı da tedrisattan men‘ edilmiştir. Bu men‘ keyfiyetinin calib-i dikkat olan tarz-ı Medreselerin seddine karar verilmesi ? üzerine bütün mekatib-i vakfiyye ve hususiyyenin tedrisattan men‘i hakkında polise umumi tebliğ icra olunmuş. Çengelköyü polisi bu tebligata istinaden imam efendiyi tedrisattan men‘ etmeye kalkışır. İmam efendi der ki: – Bu kararın bana taalluku ne? Burası medrese değil mektep değil [Sanki medreselerin sed ve ilgası hakkında bir kanun varmış!] bazı zevatın arzusu üzerine çocuklarına Kuran-ı Kerim ve ulum-ı diniyye talim ediyorum. Binaenaleyh o kararın bize şümulü yoktur. Bunun üzerine polis imam efendinin ifadatını kayd ederek İstanbul Maarif Müdüriyetine gönderir. Maarif müdürü imam efendinin böyle beyanatta bulunmasına hiddet buyururimamın okuttuğu cami odasının derhal temhiriyle tedristen men‘i ve anahtarlarının irsaliniemreder. Bu emri tebellüğ eden Çengelköyü polisi imam efendiyi ve hey’et-i ihtiyariyyeyi karakola celb ederek Maarif Müdüriyetinin emri mucebince camiodasının temhir edileceğini binaenaleyh anahtarların teslimi lazım geldiğini tebliğ eder. İmam efendi der ki: – Anahtarları bana teslim eden ne sizsiniz ne de Maarif Müdüriyetidir. Bana cami-i şerifin ve odasının anahtarlarını teslim eden Evkaftır. Binaenaleyh ben anahtarları Evkaftan başka hiç kimseye teslim edemem. Hem burada bir takım emanetler vardır. Bunların muhafazası da bana mevdu‘dur. Polis merkez me’muru imam efendinin bu beyanatını nazar-ı dikkate alarak Maarif müdürünün anahtarları ahz ve irsal emrini ifayı muvafık görmez yalnız camiodasını temhir ile iktifa eder. eder. Evkaf Müdüriyetinin derhal mührün fekkiyle cami zebzübat ve teşevvüşatı talebe-i ulum ile beraber biz de görmüş ve bu tecrübemizden maarif müessesatında medreselerden daha fazla bir intizam ve inzibat-ı idari olamayacağını bil-istidlal anlamış idik. Fakat darul-fünun müderrisin-i kiramının pek azlarıyla temasımız bulunduğu kir ve kanaatimiz yok idi. Kenardan köşeden kuvve-i samiamıza vasıl olan haberlerden –eğer doğru iselermedaris müderrislerinin talebe-i ulum nazarında tamamen bizi en ziyade istihfaf eden darul-fünun müderrisin-i kikiramı u teslimin bu neticesini memnuniyet ile karşılar idik. Halbuki millet ve memleketin menfaatini göz önüne getirerek darul-fünundaki bu ilim yoksulluğundan garik-i teessür ve teessüf oluyoruz. Bu neticeye nazaran ulum-ı diniyye tedrisatının İlahiyat Fakültesine devr u teslimi bir cenazenin bir kabirden diğer kabire nakl edilmiş olmasını andırıyor. Fakat netice her ne olursa olsun biz talebe-i uluma ayet-i olmamalarını derslerine kemal-i ihtimam ile çalışmalarını bütün safvet ve samimiyetimizle tavsiye ve temenni ederiz. Gerek Anadoluda gerek İstanbuldaki hıfz-ı Kuran ile ta‘lim-i kıraette bulunan müessesat-ı ilmiyyenin de sed edilmekte olduğu haber alınıyor. Esasen medarisin ilgası hakkında bile kanunda bir madde değil bir kelime yok gi fıkra-i kanuniyyeye istinad ettirildiği sualleri cevabsız kalmaktadır. Görüştüğümüz mebusların hiçbirisi böyle bir madde yahud fıkra-i kanuniyyeden ma‘lumatdar olmadıklarını beyan ediyorlar. Böyle olduğu halde müteaddid mahallerde darul-huffazların sed olunduğu tahakkuk ediyor. Mesdudiyetini gazetelerin haber aldığı bu müessesat-ı ta‘limiyyenin yekunu hayli miktara baliğ oluyor. Gazetelerin henüz vakıf olamadıkları da kim bilir ne kadardır? Acaba bu sed ve ilga keyfiyeti Maarif Vekaletinin emriyle mi ifa ediliyor yahud işgüzar Maarif müdürle- / Tevhid-i Tedrisat Kanununa istinaden men‘ edilmiştir. Bununla iktifa edilmeyerek pederleriyle beraber Şeyh efendinin hanesine giden çocukların koltuğu altında kitap olup olmadıağı yoklanılmakta imiş. Şeyh efendinin hanesi kurbünde bulunan bir polis efendinin de bilhassa bu işlerle tavzif edildiği rivayet olunmaktadır. lüyor ki bu husustaki ta‘limat ve tebligat vazıh değildir. Gerek Maarif müdürleri gerek polisler bu husustaki vazife ve salahiyetlerini layıkıyla anlayamamış bulunuyorlar. Bu vechile hususi bir takım ictihadata kalkışılıyor. Bu yüzden halkın infial ve şikayetine meydan verilmiş oluyor. Binaenaleyh bu gibi infiallere uygunsuzluklara meydan vermemek için ya Maarif Vekaleti yahud maarif müdürleri gazetelerle gayet vazıh ta‘limat ve tebligatta bulunmaları lazım gelir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu mucebince alel-umum darul-huffazların da seddi mi icab ettiği yahud camilerde evlerde ta‘lim ve hıfz-ı Kurana müsaade mi edildiği yahud tedrisatın serbest olduğu binaenaleyh herhangi bir zatın camide evinde yahud diğer bir mahalde ta‘lim-i Kuranda bulunabileceği ancak alel-usul bundan Maarif Müdüriyetinin haberdar edilmesi mi lazım geldiği.. Hasılı ahkam-ı kanuniyye neden ibaretse herkesin anlayabileceği bir şekilde gazetelerle i‘lan olunursa zannederiz ki Maarif en ibtidai bir vazifesini ifa etmiş olur. O vakit ne ictihadat-ı hususiyyeye meydan kalır ne de bu yüzden mütemadiyen tahaddüs etmekte olan uygunsuzluklara… Ahiren memleketimize gelen bir Amerikalı bir iş için Ankaraya gitmiş. Yolda mütalea ederim diye müteaddid Türkçe gazeteler almış. Eskişehire kadar güzergahın menazırıyla meşgûl olmuş. Eskişehir ile Ankara arasına gelince artık temaşaya şayan bir şey göremediğinden Türkçe gazeteleri gözden geçirmeye başlamış ve demiş ki: – Bu harab mıntıka ile birlikte sizin gazetelerinizi gördüğümde kendi kendime bila-ihtiyarTam şu harab memleketin gazeteleri!diye düşündüm. Sonra meramını biraz izah ederek gazetelerimizin memleketin saadet ve selametini hedef ittihaz eder tedodasının vellüd edecek mes’uliyetin Polis Merkez Me’murluğuna aid olacağını mübeyyin bir tezkire yazar. İmam efendi tezkireyi götürür. Merkez me’muru bu emri merciinden olmaması hasebiyle tanımayacağını söyler. İmam efendi merkez me’murunun bu ifadesini tezkirenin altına yazmasını taleb eder. Merkez me’muru buna cesaret edemez. Telefonla Polis Müdüriyetinden keyfiyyeti sual eder. Müdüriyet-i müşarun-ileyha da verdiği cevabda: Maarif Müdüriyetinin bu gibi emirlerinin tevsi‘ ve teşmili cihetine gidilmesi doğru olamayacağını binaenaleyh camiodasının derhal açılarak imam efendiye teslimini şu kadar ki tedrise meydan verilmemesini beyan eder. Mühür fek olunarak cami odası imam efendiye teslim edilir. Fakat ne Kuran ne ulum-ı diniyye hiçbir şey okutmaması da tenbih olunur. Bunun üzerine Çengelköyü ileri gelenlerinden bazı zevat Maarif Müdüriyetine giderek yalnız Kuran-ı Kerimin olsun tilavet ve ta‘limine müsaade olunmasını yirmi seneden beri imam efendinin köydeki müslüman çocuklarına pek muvaffakiyetli bir surette ta‘lim-i Kuranda bulunduğunu esasen bunun bir müzakere mahiyetinde olduğunu çocukların liselerde nakıs kalan ma‘lumat-ı diniyyelerini ikmal ile kıraet-i Kurandaki meleke ve mümareselerini te’minden ibaret olduğunu bunu men‘ etmekle iyi bir şey yapılmış olmayacağını beyan ederler. Bunun üzerine Maarif müdürü der ki: – Madem ki imam efendiye bu kadar muhabbetiniz ve meclubiyetiniz varmış hepiniz ayrı ayrı imam efendiyi evlerinize da‘vet edersiniz çocuklarınıza hususi ders verdirirsiniz. – Ona ne bizim kudretimiz yeter ne de imam efendinin vakti müsaid. – Başka türlü olamaz!.. Buna benzer bir hadise de Karagümrükte cereyan ettiği haber alınmıştır. Karagümrükte cami-i şerif imamı Ahmed Efendi kendi oğlu ile mahalle sakinlerinden Tedrisat Kanununa muhalefet ediyorsundiye hafızları dinlemekten men‘ ederler bir de zabıt varakası tanzim eylerler. Yine aynı kabilden olmak üzere bir üçüncü hadise de Fatih civarında cereyan etmiştir. Fatihte vaaz etmekde olan Taylasanlı Şeyh Süleyman Efendi kendi hanesinde bazı müridlerinin çocuklarına ta‘lim-i Kuran Bizde hayat-ı ilmiyye sönüyor. Daha sönecektir. Kumarhaneler meyhaneler sefalethaneler böyle dolup boşaldıkça artık bizden ne beklenir! Nerede o eski aile hayat ve rabıtası! Bugün bu rabıta büsbütün kırılmıştır. Binaenaleyh ailelerden de bir şey beklenemez. Aile infisahı uğradığımız felaketlerin en büyüklerindendir. Mukaddesat-ı insaniyye içimizde sönüp gidiyor. Netice müdhiştir! Hiçbir ideal kalmadı. tamamıyla maddileşiyoruz. Buna hayatımızın her köşesinde tesadüf olunuyor. Cevdet Beyden Allah razı olsun ahlak ve ictimaiyat-ı milliyyenin muhafazası yolunda öteden beri ikaz ve irşaddan geri durduğu yoktur. İsviçrede bulunduğu zamanlar bile garbın iyi taraflarını gösterir şeair-i milliyyeyi ayaklar altına alanları doğru yola da‘vet ederdi. Fakat dinleyen kim? Hatta bazen kendi gazetesinde çalışan muharrirler bile onu dinlemiyordı. Şimdi artık İstanbulda şeair-i milliyyenin müdhiş bir surette sarsılması ahlakın fecibir halde sukûtu onu tamamıyla yeis ve fütura düşürdüğü anlaşılıyor. Ailelerden artık bir şey beklenemez diyor. Neticeyi müdhiş görüyor. Cevdet Bey çok görgülü ve çok ağırbaşlı bir gazetecidir. Onun bu hükmü verebilmesi öyle gelişi güzel değildir. kadar fütura düşmezdi. Hakikaten sukût-ı ictimai müdhiştir. Bir kısım kadınlar ve erkeklerde şeair-i milliyyeye karşı öyle bir gayz ve husumet hasıl olmuştur ki insan bunların bu millete mensub olduklarından tereddüde düşecek derecelere gelir. Barlara dans salonlarına gazinolara pastahanelere Florya hamamlarına gitmeli de Türk-Müslüman kadınlarının bir halini görmeli! Milli olan her şiar her adet her hicab müdhiş bir kin ve nefretle karşılanıyor adeta bir vahşet telakki olunuyor! Bugün vapurlarda bile bir takım Türk-Müslüman kadınları kadınlara mahsus mahaller boş olduğu halde şapkalı Rumların Ermenilerin Frenklerin yanında oturmaya can atıyorlar. Tuvalette model hud Rum karılarının oynaklarıdır. Hiçbir müslüman kadını dudaklarını boyayarak memelerine kadar göğsünü koltuklarına kadar kollarını açarak dizlerine kadar eteklerini kaldırarak şantöz kıyafetinde sokaklarda Frenklerle Rumlarla Ermenilerle vapurlarda şurada burada yan yana oturduğunu gördüğünüz var mıydı? Görmek değil tasavvur bile edilmezdi. Lakin bugün bunlar birer hakikattir. Bugün bir Türk kadını herhangi bir birahanede istediği bir erkekle -o erkek hangi millete mensub olursa olsunbirlikte oturuyor içiyor kalkıyor göğüs göğüse sarkikat hikayeler ile nakl-i garaib-i şuun ile meşgûl olduklarını beyan etmiş ve matbuatımızın boşluğuna teessüf etmiş. sahibi Ahmed Cevdet Bey bu hikayeyi nakl ettikten sonra Amerikalıyı bir derece haklı buluyor. Diyor ki: Matbuatımız ciddi olmayan şeylere pek ziyade emek veriyor ilim ve ma‘rifetle pek az iştigal ediyor. Yalnız bu kadar da değil. Ahiren iki kız çocuğu olan bir hanım bize tahriren teessüf ederek diyordu ki pek açık resimler neşr olunuyor ve bunları çocuklar alıp hem sınıflarda hem de evlerinde okuyorlar. Hanımın şikayette hakkı vardır. Resim hususundaki laubalilik çok fazladır ve bu gibi resimli şeyleri Avrupada açık saçık şeyler yanında aile nezdine kabul edilen bir takım risaleler vardır. Türkiye ise daha temkinlidir. Bahasus Türkiye ahalisi bu kadar açık şeylere alışmış değillerdi. Fakat bu böyle olmakla beraber bir de biz bildiğimizi söyleyelim: karilerin bir kısm-ı ekseriyeti o kadar hevai meşreb oldular ki evrak-ı havadiste hep hafif şeyler arıyorlar ciddi yazılara iltifat etmiyorlar. Bu neden oldu? eskiden ciddi makalelerden hoşlanır epeyce bir karisınıfı vardı. Bu sınıf bugün maat-teessüf kalmadı. İstanbul abur cubur bir şey oldu. Meyhanelerin dolup boşalması bunun şahididir. Memleketin ahlakı çok değişti. Bu hal Harb-i Umumiyi müteakib diğer memleketlerde de görülmedi değil. Sonra yavaş yavaş eski hal avdet etmeye başladı. Ümid edelim ki bizde de öyle olsun. Bugün herkesin hayattan anladığı nedir? Ye iç zevk u safa et ferdayı düşünme! İnsanlara marazi bir bıkkınlık geldi. Gününü gün etmek bugün yaşayıp yarını aramamak mütena‘im ve mütelezziz olmak bir felsefe-i hayatiyye olup kaldı. Cevdet Bey hakikaten neşriyat cihetinden şayan-ı esef bir za‘afa düşüldüğünü irfanın bugün düştüğü dereke pek derin olduğunu daima değişmiş programlar daima değişmiş maarif nazırları milletinin silsile-i maarifini tahrib ettiğini bütün seviye-i irfanın tenezzül ettiğini ve bu gidişle daha da edeceğini beyan ettikten sonra makalesini şu suretle bitiriyor: Türk edebiyatı bugün kamilen mahv olmuştur diyebiliriz. Büyük milletlerde inkılab-ı fikriyi tevlid etmiş olan asar-ı edebiyyenin gölgesi bile kalmadı. Hele edebiyat-ı fenniyye büsbütün mefkûd. Bu ne mahrumiyet-i milliyyedir. Memleketin fakr-ı iktisadisi caba. Zaruret aleme ekmek parasını düşündürüyor. Fikir gıdasını düşünmeye meydan yok. Allah encamını hayr eyleye. gazetesinin başmakalesinden: Ba‘zı tarihi devirlerde en necib hislerin tabii halden çıkarak tereddiye doğru gittiği görülür. Hatta bu müfrit teheyyüc yatağından taşan coşkun nehirler gibi i‘tidalin temkinin hududlarına sığmaz gayesini ve istikametini gaib ederek şuursuz bir tahrib aleti haline girer. Galeyanlı zamanlarda teşekkül eden cumhurlar dini taassub hareketleri düşmanlığı hep menşede hayırlı ve feyyaz olan kuvvetlerin yavaş yavaş tereddisinden ibarettir. Bidayette milletlere hayat ve kuvvet vermiş olan bu hisler muhtelif sebebler altında böyle coşkun ve şuursuz bir sel halini aldıkları zaman cem‘iyetler için ancak za‘af ve harabi amili olurlar. Milliyet hissi de bütün hisler ve heyecanlar gibi bu kaideden haric değildir. Bir milleti vücuda getiren ona kendi varlığını duyuran bu his olduğu halde öyle anlar olur ki milliyet duyguları en koyu dini taassub kadar muzır bir hal alır. Onun içindir ki terbiye ve irfanı henüz bu gibi tehlikeli kuvvetleri salim mecralarda tutacak derecede terakki etmemiş milletlerde ifrat ve infilaka müstaid bu gibi hisleri bila-perva tenmiye etmekten bu korkunç ateş küllerini mütemadiyen eşelemekten hazer etmelidir. Bugün milli hislerin böyle tehlikeli bir feveran kun bir sel gibi muvazenesi ve şuuru olmayan bu nevi‘ cereyanlar ancak tahribkar olabilir ve terakki namına önüne gelen her şeyi yıkar… BuradaTürkleştirmekgayesiyle ne yapılmış ise yalnız mevcudu tahrib etmiştir. Türkleştirmek istediğimiz her şey ve her yer sadece mahv oluyor. Nasıl ki Fikirlere ve ruhlara yeni ve daha salim hisler telkin etmek daha doğrusu milliyet hissini hakiki mecrasına sokmak için çalışmalıyız. Bugünkü halden kimseyi muateb tutamayız. Birçok tarihi siyasi iktisadi amiller milliyet hislerimize tehdidkar şekli vermiştir. Fakat gayz ve şiddetin lüzumlu olduğu devirler ve muzır olmaya başladığı zamanlar vardır. Harb ve inkılab seneleri geçtikten sonra kendinden başka her şeyi men‘ ve nehy eden bu kıskanc ruhun tahribkarlığından ancak biz zarar görebiliriz. maşarak oynuyor sonra istediği yere gidiyor cebindeki vesikasına istinaden istediği muamelede bulunuyor! mü vermeye saik olmuştur. Cevdet Bey ailelerden artık bir şey beklenemeyeceğini ailenin infisah ettiğini neticenin müdhiş olduğunu söylüyorsa bundan cidden korkmalıdır. Eğer ciddi surette bu felake-i ictimaiyyenin önüne geçmeye mütefekkirler azm ederlerse İstanbuldaki bu tereddi ve irtidad-ı ictimainin Anadoluya sirayetine meydan verilmiş olmaz. Geçenlerde yine sütunlarında Ömer Kaplan imzalı bir zat tarafından münevverlerin bu felaket-i ictimaiyyeye çaresaz olamayacakları yazılmıştı. Orasını bilmeyiz. Biz her halde bu felaket-i nevverlerin vücuduna kailiz. Yalnız işi kemal-i ciddiyetle nazar-ı i‘tibara almak lazımdır. gazetesi bu sukût-ı başlarsa zannederiz ki mutlaka muvaffak olur. Her şeyden evvel bu felaket-i ictimaiyyeyi gören ve hisseden zevatı beyan-ı mütaleaya da‘vet eder mesela bir murakabe-i ictimaiyye hey’eti teşkiline muvaffak olabilirse bünyan-ı ictimainin inhilalden masuniyetine pek büyük bir hizmet ifa etmiş olur. Ve zannederiz bir yevmi gazete sahibi için yapılacak şey de budur. Yeis ve fütura düşmektense mikropların tahribatını tahdide çalışmak daha ma‘kûl bir hareket olur. Yevmi gazetelerin ahlaksızlığa karşı muttarid ve devamlı bir cidal açmaları fenalığı tahdide çok hizmet edeceğinde şübhe yoktur. Geçen gün gazetesi açık resim ticaretine karşı bir iki makale yazmıştı. Fakat her nedense arkasını bıraktı. Böyle olmamalıydı. Onun için her şeyden evvel Matbuat Cem‘iyeti bu mes’eleyi mevzu‘-i bahs ederek esaslı bir karar ittihaz etmesi icab eder. sahibi Cevdet Bey gazetecilerin şeyhidir. Bütün muharrirlerin kendisine karşı hürmet-i mahsusası vardır. Eğer Cevdet Bey ciddi surette bu işi meye muvaffakiyet hasıl olur. Ve bütün müslümanlar da bu teşebbüs-i millisini tebcil ve takdir ederler. liriz. Fakat bazı cümlelerinden ecanib-perestliği te’min siyle anane dostluğu yek-diğeriyle te’lif edilemiyor. Çünkü anane düşmanlığı ekseriyetle ecanib-perestliğinden mekle beraber ecanib-perestlik namına milliyetimizden fedakarlık yapmak da istemeyiz. Biz milliyet duygularımızda ecanibe karşı ifratkarane değil tefritkarane hareket ediyoruz. Milli ananatımızı milli fezailimizi milli adab-ı ictimaiyyemizi milli tarz-ı muaşeretimizi ecanib-perestlik uğrunda feda ediyoruz. Bunlar milliyet duygularında ileri gitmek değil geri kalmaktır. Ecanibin ulum ve fünununu asar-ı medeniyyesini vesait-i sınaiyyesini muhteraat-ı fenniyyesini almak tarz-ı telebbüste ecanibi taklid etmek milliyet duygularımızdaki terakkiyat-ı fenniyye ve sınaiyyede beynel-milel olmak fakat ananat ve adab-i ictimaiyyede Türk kalmak en nafi ve en ma‘kûl bir milliyet-perverlik iken bizim milliyetperverliğimiz ecanibin seyyiat-ı ictimaiyye ve ahlakiyyesini taklid etmek terakkiyat-ı fenniyye ve sınaiyyesine la-kayd ve seyirci kalmak suretinde tecelli ediyor. Dini taassub gibi milli taassubu da muzır göstermeye başlayan Necmeddin Sadık Beyle hem-fikirlerinin bizim bu sözlerimizi de milli bir taassub telakki edeceklerinde pek mütereddid değiliz. Milli taassubu biz de hoş görmüyoruz. Fakat biz anasır-ı İslamiyye arasına tefrika sokan milli taassubu hoş görmüyoruz. Onlar ise ecanibe karşı gösterilen milli taassubdan şikayet ediyorlar! Südlüce Mektebinde Kuran muallimi bir çocuğu vefat etmiş!.. Bir gazetenin birkaç sütun tahsis ettiği bu haberi Darul-fünun Emini mevzu‘-ı makale ittihaz etmiş dayak hakkında sütunlar doluyu sözler söylemiş mazi-i hayatını göz önünden geçirerek yirmi beş sene evvel de yine bir sarıklı hocanın kendisine karşı gelen bir talebeyi döğdüğünü tahattur ederek bu hadiseyi uzun uzadiye izah edip durmuş. Darul-fünun Emininin mesail-i mühimme-i ilmiyye hakkında artık söylenecek bir sözü kalmamış gibi böyle bir hadiseyi makalesine zemin ittihaz etmesi bizi alakadar eden bir mes’ele değildir. Yalnız Darul-fünun Emininin yirmi beş sene fasılalı iki hadise üzerine bina-yı hükm muhabbeti tabii fıtri cibillidir. Milletler hususi aileler fevkinde umumi birer ailedirler. Her ferdin sair hususi ailelere mensub efrada nisbetle kendi ailesi efradına merbutiyeti muhabbeti ne derece tabii fıtri cibilli samimi tiyeti muhabbeti de o derece tabii fıtri cibilli samimidir. Tabii ve fıtri hisler kabil-i itfa olmadığı gibi kabil-i tezyid ve tenkis de değildir. Uzun asırların muhtelif ırklar arasında husule getirdiği temsil ve temessüller bile milliyet ve merbutiyet muhabbetini fıtrattan izale edemez. Yalnız harici asarının tecelliyat ve tezahüratına mani‘ olur. Onun için milliyet hissini tezyide çalışmak abes ve lüzumsuz bir gayretkeşliktir faidesi olmadıktan başka zararı görülür. Milliyet hissi tabiiliğini fıtriliğini muhafaza ettikçe hal-i i‘tidalde bulunur. Hayır ve menfaat her hususta ve her şeyde i‘tidal ile kaimdir. Tabiilikten çıkan fıtrilikten çıkan her şey ya ifrata veya tefrite müntehi olur. Hayat ve harekat-ı beşeriyyede ifratla tefritin her lere karşı kin ve husumet tevlid eder. kin ve husumetler mütekabil kin ve husumetler celbine sebebiyet verir. Bu asırlarda kendi ailemiz kendi milletimiz efradıyla hoş geçinmeye ne derece ihtiyacımız varsa sair milletler ile hoş geçinmeye de muhtacız. Milliyette tefrit de inhilal ve izmihlal-i milliyi mucib olur. Milliyet da‘vasında ifrat dahilde de aksülameller husule getirir. Milliyet hissi tabiilik ve i‘tidal halinde bulundukça diyanet hissiyle uzlaşabilir. Fakat ifrat derecesine vardırılınca aralarında tesadüm ve taaruz zuhur etmesi ri uzak mazilere doğru sürüp götürür. Milletlerin pek uzak mazilere doğru rücu‘ etmeleri bugünkü dinlerden uzaklaşmalarını mucib olur. Bu netice bit-tabi‘ bugünkü hissiyat-ı diniyyeye karşı bir muaraza teşkil eder. Milletleri hey’et-i mecmualarıyla maziye rücu‘ ettirmek kabil olsaydı belki bugün için bir tehlike teşkil etmeyebilirdi. Fakat milletler içinde maziye doğru değil ileriye doğru gitmek isteyenler bulunacağı için maziciler ile hal ve melhuzdur. gazetesi sermuharriri; bizim milliyet duygularında harice karşı ifratlarımızdan şikayet ederken dahili bulunuyor. Milliyet da‘vasında şimdiye kadar pek müfrit davranan Necmeddin Sadık Beyin bu def‘a fikrinde husule geldiği anlaşılan tahavvülün esbabını bilemiyoruz. Mazisi anane düşmanlığıyla dolu olan mir-i mumaileyhin bugün ananata dost görünmesi eğer ciddi ise fikrinde husule gelen bu tahavvülü fal-i hayr addedebi - Sonra yine Darul-fünun Emin-i muhteremi: Dini medeniyette zühdi hayatta her fiilin en ufak bir hareketin bile melaikeler nazarında bir kıymeti vardı. Birçok faaliyetlerimiz ya günah veya sevab defterine yazılırdı. Bugünkü milli şuurumuz da dünkü dini şuurumuz gibi müteyakkız ve kıskanç olmak mecburiyetindedir. Diyor. Bu ne demektir? Günah ve sevab defterleri kalktı mı? Dünkü dini şuur ne demek? Darul-fünunun şuabatı miyanında bir de İlahiyat kısmı olduğunu unutuyorlar mı? Bugünkü dini şuurumuz yok mu? Böyle hafif sözleri şu bu kimseler söyleyebilir. Fakat bir darul-fünun emininden daha ağırbaşlılık daha ziyade bi-taraflık beklenir. müderrisi Seyyid Beyin esna-yı derste talebe-i uluma telkin etmiş olduğu rivayet halinde deveran eden bir kısım sözlerini –söylemeyeceğine delil makamında– bervech-i ati nakl ediyoruz: Fıkıhın safahatı üç kısımdır: İctihad tahric taklid. sözünü dinlemez. Mahrec mezhebde müctehiddir. O tabi‘ olduğu imamın sözlerinde ictihad eder. Müctehid nusus-ı şer‘iyyede bulamazsa kıyasa müracaat eder fakat mahrec imamın sözünü nazar-ı i‘tibara alır. Maamafih mahrec de büyük zattır. Fakat daima hedefi akval-i imamdır. Binaenaleyh ictihad derecesinde bir ma‘lumata malik olmakla beraber mukallid hükmündedir. Mukallid ise bu ikisinden daha aşağı mertebededir. O ne nususa ne de akval-i imama bakar. Kitabını killer ile doldurur. Bu menfur bir şeydir tarik-i cehldir. Fakat acz birçok ulemayı bu tarika süluke mecbur kılmıştır. Maal-esef tevakkuf ve taklid ictihad devresinin büyük ve daha müterakkidir. Dört yüz seneden beri İstanbulda bu kadar ulema gelmiş geçmiş hepsi mukallid mahreç bile yok. Molla Hüsrevler İbn kemaller mahrec değildirler. Mukallidler hepsi kudema sözüyle istidlal eder falan böyle söylemiş der fakat ben de böyle derim demez binaberin mukalliddir. Bugün ben bir Avrupalının kitabını yahud nazariyelerini alsamkildiyerekkavillerkoysam sen buna pekala inanırsın. Kaili kimdir? Yanko Alfred ilh.. Fakat bu doğru mudur? Bu ilmi midir? Hayır… Bu ilim değil cehldir. Bizim mukallidlerin cehllerine rağmen kitapları tefahürle doludur. Biz niçin kitaplarımızıkillerle etmeye kalkışması nazar-ı dikkatimizi celb etmekten hali kalmamıştır. Her ne vesile ile olursa olsun sarıklı hocalar hakkında muahezatta bulunmak muma-ileyhte bir illet-i mahsusa halini almış! Bu makalesindeki istintacat-ı ilmiyyesinin de istinadgahı birer çıtadan fazla kıymet ve rasaneti haiz değildir. Yirmi beş sene evvel bir hoca talebesini döğmüş talebe hocasına mukabelede bulunmuş. Bu kadar cılız bir hadiseden o kadar muazzam netayic-i Darul-fünun Emini herhangi mes’ele-i ictimaiyyenin tedkikinde herkesten ziyade bi-taraf ve yüksek nazar sahibi görmek isteriz. Dayak hakkında bir mevzu‘ için böyle yirmi beş sene evvelki bir hadiseden istimdada kalkışmaktan ise karakollarda ve tevkifhanelerdeki maznunların hayatı darulfünun emini için daha esaslı bir saha-i tedkik olabilirdi. Yoksa bugün mekteplerde dayak mes’elesinin maziye aid bir hikayeden başka bir ehemmiyeti kalmamıştır. Pek nadir olarak vukûa gelen darb hadiseleri de ancak hocaları muahaze için bir vesile olabilmekten başka bir kıymeti haiz değildir. Hem esasen Südlüce Mektebindeki hadisenin aslını da bilmiyoruz bir muallimin bir çocuğu öldürecek kadar döğeceği de kolay kolay kabul olunabilir bir hadise değildir. Bu kadar münasebetsiz bir harekette bulunmak için muallim değil hayvan olmak icab eder. Haricde daima tekerrür etmekte olan bir hadise binde bir mektepte de tahaddüs edebilir. Böyle pek nadir olarak vukûa gelen münferid bir hadiseyi birçok nefes sarfıyla şişirerek her gün tekerrür eden hadisat şekline Bir zamanlar etfal-i memleketin vilayet-i umumiyyesi mevkiine getirilen bir maarif nazırı kız mekteplerini gezerek seçtiği bir güzel kızı nezarete da‘vet etmiş onun hal ve hatırını sorduktan sonra fazilet-i mükafatına da mazhar etmişti. Şimdi bunu bütün maarif nazırlarına teşmil ederek bu münferid hadiseden umumi bir hüküm mü çıkarmamız icab eder? Kezalik yine devr-i sabıkta bir mektep müdürü yaşındaki kızları nim uryan bir hale koyarak sahneye çıkarmış Kenan illerine aid bir oyunu temsil ettirmiş bunu seyr etmek üzere de Maarif erkanını da‘vet etmişti. Şimdi bunu bütün mekteplere teşmil ederek bu münferid hadiseden umumi bir hüküm mü çıkarmamız icab eder?... Südlücedeki hadise de -eğer sahih ise- münferid bir hadisedir. Yirmi beş sene evvel ona benzer bir hadisenin vukuunu da Darul-fünun Emini hatırlıyor. Yirmi beş sene evvel değil her sene olsa yine münferid bir hadise olmak mahiyetini zayi‘ etmez. Ahval-i beşeriyye nazar-ı i‘tibara alınmıştır. Peygamberimiz kendi me’murlarına bile buyururlardı. Hatta peygamber sualden ho lanmazdı. En az sual soran ashabdandırsözünü söylemiştir. buyurmuştur:Sizden evvel gelenler ancak peygamberlerine sual ve ihtilaflarıyla helak olmuşlardır.Benim size emrettiğim şeyden gücünüz yettiği kadar yapınız. Nehy ettiğimi de terk ediniz Bu hadis-i şerif gösteriyor ki tekalif-i şer‘iyyede asıl olan ademdir. hadis-i şerifi de vardır. Cenab-ı Hakkın emrini tutunuz nehyinden kaçınız sukût ettiği şeyler merhamettendir nisyandan değil Onlardan bahs etmeyiniz.O halde neden biz bunları kurcaladık neden lüzumsuz mes’ele ortaya koyduk ve niçin kitaplarımızıkillerle doldurduk?!. Sebilürreşad Evvelce de söylediğimiz vechile bizim bu sözleri aynen nakl edişimiz Seyyid Beyefendinin böyle şeyler söylemeyeceğine delil ittihaz etmek fikrine müsteniddir. Çünkü bu sözler aynen görülmezse müderris-i muhteremin bunları söylemeyeceği anlaşılamaz. Arablar derler ki erbab-ı fazlı yine erbab-ı fazl bilir ve takdir eder demektir. Seyyid Bey gibi bir fazılın Türklerin medar-i iftiharı olan Molla Hüsrevleri tezyif etmesi imkansızdır. Bugünkü İslamiyetin zaman-ı saadetteki İslamiyet olmadığını söylemenin bugünkü müslümanları dalalette bırakacağını Seyyid Bey herkesten daha etraflı bilir. Onun için İslamiyete bu derece muzır bir sözü söylemiş olmasına inanamayız. esasına müstenid olduğu sözü bizzat İslamiyetin lüzum-ı olmakla beraber talebe-i ulumu ve bil-vasıta bütün müslümanları terk-i ibadete teşviki mutazammındır ki Seyyid Bey gibi müteşerri‘ bir alimin bu derece mühlik bir teşvikte bulunmayacağı bizce kat‘i bir kanaat halindedir. Kanaatimizin hilafına olarak eğer söylemişse mutlaka başka bir şekildedir. Rivayet olunan şekle girmesi yanlış bir telakkiye uğramış bulunmasından ileri geldiğini der-hatır ettiriyor ve her halde biz bu rivayetleri kayd-ı doldurduk. Bukiller din değil bir kanundur. Erbab-ı fıkhın erbab-ı ilmin re’yleridir. Onlar bin sene evvel sekiz yüz sene evvel bu hükmü vermiş ben ona din namına neden ittiba‘ edeyim?! Bugün ahkam değişmiştir. Cenab-ı Hak Cenab-ı Peygamber böyle teferruatı icabıyla hareket edinizsuretinde bizi muhayyer bırakmıştır. Biz bu ihtiyarımızı istimal ederiz. Mecellenin birçok maddeleri zamanın icabatına muhaliftir. Mesela hıyar-ı ru’yet mes’elesi. Tüccar Amerikaya mal sipariş ediyor nümuneye muvafık olarak mal geliyor tüccar hıyar-ı rü’yetim var diye malı kabul etmiyor. Bey‘de bu kadar maddeler şartlar vardır. Halbuki Kuranda bey‘ hakkında ayet yoktur. Cenab-ı Hak[ Akitlebuyurmuştur. Ve hiçbir şart dermiyan etmemiştir. Sonra bu şartlardan bazılarını zamana uymadığından değiştirecek olursak meclisteki hocalar hemen itiraz ederler kafir oluruz. - Usul-i din her zaman birdir. Zamanla ancak ameli mes’eleler değişir. Eğer i‘tikadiyat değişmişse bir nakisa olur. Fakat bunlar tahrife uğramışlardır. Nitekim bizde de olduğu gibi.. Bugünkü din-i İslam zaman-ı saadetteki şirkler vardır ki sen onları doğru yola sevk edersen seni tekfir ederler. Öyle yerler vardır ki türbeyi ziyaret edenler hacdan ma‘füvdür i‘tikadını taşırlar. Mezardan bir menba‘ çıkar onu ilahi bir menba‘ zannıyla hastalar çamurunu sürerler yedirirler. Hazret-i Ömer şecere-i rıdvanı böyle bir i‘tikadın önüne geçmek için en ufak köklerine varıncaya kadar kökletmiştir. atleri icabı bunları yaptırıyorlar. Halka te’sir ediyorlar. Zavallı halk derviş oluyoruz diye günaha girerler. Şeyhin kuyusunun suyunu ma-i mukaddes tanırlar taşlarını şifa umarak uçkurlarına bağlarlar. Din muhabbeti emreder. Muhabbet medeniyetin esasıdır. Medeniyet demek sürü halinde yaşamak demektir. Sürü halinde yaşamak yani cem‘iyet dediğimiz şey efradının yek-diğerine muhabbeti ile takviye olunur te’yid olunur büyür. Ayn-ı zamanda insan tab‘an müstebiddir muhteristir. Bunlar gaye-i İslamiyyeye münafidir. Gaye tesanüddür. Ve öyle terakkidir. İslam dini ahlakiyatta uluviyet esasını vaz‘ ettiği gibi muamelatta da müsamaha esasını vaz‘ etmiştir. Hatta ibadette de müsamahakardır. buyurulmuştur. Ben Hanefi ayn-ı zamanda müsamahakar bir dine mensubum. Bu müsamaha ve tahfif hep aynı gayeye ma‘tuftur. Buhari mahsusundaBugün evden kaçan her çocuğun ağzında bir sigara dumanı olduğu gibi mektebe giden birçok çocukların cebinde ve rahlesinde de asrın en çıplak romanı vardırdiye ibraz-i telehhüf ediyordu.Halbuki yine o gazetede bu şikayetten evvel ve sonra asrın en çıplak tefrika ve hikayeleri görülmemiş değildir. Her gün memleketin dört köşesinden kadın erkek çoluk çocuk yüz binlerce elde münteşir olan gazetelerde -şimdiki mertebelere vasıl olan tarz-ı tasvir ile- münderic roman ve hikayelerin mazarratı bir çocuğun rahlede gizlediği romanlarla da kıyas olunamayacağı bedihidir. Hem yalnız hikaye ve tefrikalar değil bazı zabıta vukûatı ve tiyatro i‘lanları bile böyle tasvir olunmaktadır. Cevdet Beyefendi! Ferden dünyanın en faziletkar kavmi olduğu ve her iyi şeyi kabule müstaid bulunduğu halde necabet-i ahlakiyyesi sevaik-i muhitenin tehdidi altında kalan Türk milletini kurtarmaya çalışmak her aklı eren için farzdır. Bilhassa İstanbul muhiti vatanın en kalabalık bir beldesi olduğu için orada ahlaken laubaliyane harekatta bulunanlar oldukça kesretli olarak göze çarpmakta me olan ekseriyet-i azimesine karşı hiç demektir. Fakat şayan-ı hayret bir cür’et ve ısrar ile yapmakta oldukları gibi teşvik ve teshil edilecek olursa felaketin süratle tevessü‘ edeceği muhakkaktır. Binaenaleyh gaib edilecek dakika yoktur. Her fenalığın masdar-ı hakikisi olan sukût-ı ahlaka karşı vaki‘ olacak bir teşebbüsün memleketin merkez-i uzmasınca kemal-i tehalükle mazhar-ı kabul ve te’yid olacağı gibi vatanın her tarafında müsara‘aten kabul ve zin de müzaheret-i maddiyye ve maneviyyesiyle kesb-i kuvvet edeceği şüphesizdir. Şu halde ahlaksızlığa karşı bütün gazetelerce bil-iştirak müessir ve mütemadi bir mücadele açılmasına delalet hizmetini de cümleten müsellem olan fazilet ve hamiyet ve gayretinizle mu‘teber hidemat-ı meşkure cümlesinden olarak beklemeye hakkımız vardır. Bu mücadelenin müsmir olabilmesi mantık ve i‘tidalden ayrılmamaya ve hele şahsiyattan suret-i kat‘iyyede tevakkiye ve muayyen bir usul dairesinde yürütülmesine mütevakkıf olduğundan teferruat-ı icraiyyesini Matbuat Cem‘iyetinde tesbit kabildir zannederim. Ahlak-ı millinin inhidamına karşı seyirci durmak olamayacağı hakkında sahibi Cevdet Beyin neşriyatı münevverlerin nazar-ı dikkatini celb etmeye başladığı memnuniyetle görülmüştür. Bu neşriyat münasebetiyle bir zat bazı mülahazat dermiyan ediyor diyor ki: Fil-hakika içinde bulunduğumuz hadisat hal ve atinin ehemmiyetini göstermektedir ve ahlak-ı umumiyyece yegane medar-ı istinadımız olması lazıam gelen metanete bedel aşağıya doğru sürat-i mütezayide ile tahavvül vardır. Buna neşriyattaki laubalilik ile fena resim ve sinemaların te’siri hakkındaki hükmünüz de pek doğrudur. Binaenaleyh bir taraftan erbab-ı kalemin diğer taraftan ulema ve fudala ve mütehassısinin seviye-i maneviyye ve ahlakiyyemizi yükseltecek ve bir misal ile teşrih buyurduğunuz vechile mesalih-i idariyyemizdeki nekayisin edecek makaleler risaleler ile neşriyata kuvvet vermeleri farz-ı ayndır. Çünkü makalenizin başında söylediğiniz gibi bütün memalik-i mütemeddinede ilim ve kalem sahibleri müellefat ve neşriyat ile ictimai inkılablar vücuda getirmeye muvaffak olmuşlardır. Neşriyatın insanlar üzerindeki te’siri esbab-ı muhtelifeden dolayı bizde dünyanın pek çok yerlerinden fazla olduğunu bilirsiniz. Buyurduğunuz vechile halkın ilim sahasında tenviri için vaki‘ olan ihtaratınıza yanaşan olmadı her zaman alimane irşadatınız görülüyor. Fakat acaba bunlardan beklenildiği kadar müsbet semereler niçin hasıl olamıyor? Hatta bütün bu irşadata rağmen bilhassa maneviyatımızdaki tereddiyat neden dolayı tezayüd ve tevessü‘ ediyor? Bendeniz bu netice-i ma‘kusenin sebeblerini muhtelif kalemlerin mahsulü olan neşriyat-ı vakı‘anın muttarid ve yek-diğerini mütemmim olmamasında saniyen mukabil neşriyat ve temayülatın fıtrat-i beşeriyye iktizasınca daha kolay saha-i sirayet ve intişar bulmasında ve nihaye iki kısım erbab-ı kalem arasındaki mübahasenin tamamıyla ilim ve i‘tidal dairesinden çıkıp şahsiyat ve siyasiyat vadisine intikal etmesinde görüyorum. Evvelen işaret ettiğim noktayı biraz izah için bir misal arz edeyim: Laubali neşriyatta ve fena resim ve sinemalardan şikayet buyurduğunuz gibi mümtaz ve muktedir muharrirlerimizden biri de geçenlerde ciddi bir gazetenin sütun-ı - – Peki ne olacak? – Onu vaktiyle düşünmek gerekti. Aman etmeyiniz asırlardan beri Türk kadınının en giran-baha sermayesi olan hicabını yırtmayınızdenildiği zaman her taraftan ateşler püskürülüyor:Kadını hala esir yaşatmak istiyorlar. Bu esaret zincirlerini kıracağız. Başka milletlerin adeti olan hicabı ayaklar altında çiğneyeceğiz. Yaşasın hürriyet-i nisvan! Evet bu muhitte o hicab perdeleri yırtıldı. Ecnebi işgali bu hareketi teshil ve himaye etti. O kadar hasretle tahayyül edilen sosyete hayatı nihayet İstanbulda teessüs etti. Şimdi artık güzel güzel eğlenmekten başka yapacak bir şey yok. O kavgalardan hürriyet-i nisvan nağmelerinden maksad anlaşıldı. Esaret zincirleriyle bağlı olan kadın i‘lan-ı hürriyet etti. Bütün o manevi mefhumları zihninden sildisüpürdü. Hicabı yırttı. Yirminci asrın müteceddid kadını namıyla İstanbulda bir zümre-i nisvan peyda oldu. Da‘va da bitti. Şimdi bütün o hürriyet-i nisvan avukatları bir tarafa çekilmiş yaptıklarını seyrediyorlar. Biri çıkıp da: – Kasdınız bu muydu? diye sorunca: – Teessüf ederiz diyorlar. Hiç biz böyle şeyler ister miydik? Maamafih bunlar istihale devirlerinde olağan şeylerdir. Gelir geçer… – Geçer değil günden güne azıyor! – Ne yapalım? – Yapacağınız zavallı kadını nasıl bu hale getirdiyseniz yine öylece kolundan tutup çamurdan çıkarmaktır. Yoksa maazallah inhilal-i ictimai muhakkaktır beğler! Şuun-ı hayatın ne garib cilveleri var. Ferdler gibi hey’et-i ictimaiyyeler de tavırdan tavıra giriyorlar. Akabeden akabeye uğruyorlar. Mücadelesiz külfetsiz hiçbir nimete erilemiyor. Bazen fazilet yolları o kadar dikenlerle dolar ki insan ondan uzak kalmış ona varamayacak gibi gelir. Bazen rezilet yolları o kadar gül gülistan şekline sokulur ki insan kendini şaşırır. Gözlere çekilen gaflet perdelerini yırtıp da dalalet yollarından yüz çevirmek hak yolunu tutmak o kadar müşkil olur ki.. Çok kimseler bu imtihanda dökülürler. Ferdler gibi cem‘iyetler de hep bir karar üzere gitmez. Zaman olur ki iyi ile kötü tefrik edilemeyecek hale gelir. Zaman olur ki hey’et-i ictimaiyyenin selameti fenalığın büsbütün tezahürüne vabeste olur. Böyle zamanlarda bazı kimseler milletlerin şuun-ı hayatından teğafül ederek endişeye düşerler. Kudret-i fatıranın şuun-ı beşer üzerindeki tasarruf-ı mutlakı onları hayrette bırakır. Böyle buhranlı zamanlar milletlerin imtihan zamanlarıdır. Bu imtihanda bozuk fıtratlar kalburun algazetesinin haber verdiğine göre Beyoğlunda bazı kadınlar sokaklarda çorabsız gezmeye başlamışlar. Nazar-ı rağbeti celb için çıplak bacaklar pudralarla süslenmekte imiş. Avrupadaki çıplak ayak modası derhal buraya da sirayet etmiş. Gazetede bu havadisi gören bir zat kemal-i hayret ve endişe ile bize gösterdi: - Bu gidişle iş nereye varacak? dedi. Varacağı yer sanki belli değil imiş gibi arkadaşımızın gösterdiği bu tecahüle güldük. İşin varacağı yeri Cevdet Bey göstermiştir. Netice elbette müdhiştir. Bu gibi şeyler niçin tabii görülmüyor da hayret ediliyor? Bizim de anlayamadığımız nokta budur. Bir hey’et-i ictimaiyyedeki fazilet mefhumunun kıymeti kalmaz artık oradan ötesi yoktur. İnsanın mükerremiyeti hayvandan farkı maneviyatı i‘tibarıyladır. Ma‘neviyatı ber-taraf ettiğiniz gün hayvandan hiçbir farkı yoktur. Bir kelbin sokakta muamele-i cinsiyyede bulunmasından dolayı onu ta‘yib ediyor musunuz? O böyle bir şeyin farkında değildir. Bunun ayıb olması sizin insanlık hissiyle muhakemenizin neticesidir. Siz bu hislerden tecerrüd edince tabii o vakit nazarınız da değişir. ve fazilet içinde yaşatan ma‘nevi duygulardır. O duygulara karşı kulaklar tıkandığı gün artık her şey yapılabilir. ondan sonra onun için hiçbir kayıd ve kuyud kalmaz. O zaman tamamıyla başıboş bir hayvan olur. tur. Şuraya kadar yapılabilir buradan ötesi yapılamaz gibi düşünceler zihninden bile geçmez. O mes’eleyi esasından halletmiş fazilet haya bunlara manasız mef-humlar demiş.Ye iç zevk u safana bak!felsefesi fi-kirleri kapladıktan sonra siz artık onu hiçbir noktada durduramazsınız. Göğsünü açtıktan sonra kolunu niçin göstermesin? Onu da yaptıktan sonra bacağından çorabı çıkarması neden hayreti mucib olsun? Ama siz diyeceksiniz kiBu gidişle yarın daha başka taraflarını da gösterecek!Tabii değil mi? Bu çorab söküğü gibidir. Bunun tevakkuf noktası yoktur. Ve bunu şu noktada tevkife çalışmak da beyhudedir. İşin mebdeinde çalışmak gerekti. O bir kere çığırından çıkmış. Şimdi artık onun derecesiyle meşgûl olmakta mana yoktur. O gidebileceği yere kadar gidecektir. İşi esasından halletmek – Ama bu gidişin sonu uçurumdur! – Kim dedi ki değildir? devam ettirmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Zağlul Paşanın bu teşebbüsata ne suretle mukavemet edeceğini göreceğiz. Südlüce Mektebinde Kuran hocasının bir talebeyi döğdüğünü ve talebenin bu yüzden vefat ettiğini bazı gazeteler uzun uzadiye sermaye-i makal ittihaz eylemişlerdi. Hatta Darul-fünun Emini bile bu hadiseden istifade etmeye kalkışmıştı. Ahiren uzun tahkikat ve tedkikat neticesinde çocuğun vefatı dayaktan olmadığı eski bir hastalık neticesi olduğu resmen tahakkuk etmiştir. Esasen bunun doğruluğu kat‘i olmadığını mes’elenin mübalağa ve i‘zam edilmiş olduğunuYeni bir nehc-i dar çabuk tezahürü şayan-ı şükrandır. İşini gücünü bırakıp ta böyle asılsız hadiseleri sermaye-i makal ittihaz eden Darul-fünun Emini bakalım fikirlerini tashih edecekler mi? Tahlili Tarih-i Felsefe: Fransız feylesoflarından meşhur Pol Jan ile Gabriel Seayın mesai-i müşterekeleriyle meydana gelmiş ümmehat-ı kütübden ma‘dud yegane bir eser olup Yunan-ı Kadim bidayetinden on dokuzuncu asr-ı miladi nihayetine kadar garbın bütün metalib ve mezahib-i felsefiyyesini camidir. terem Hamdi Efendi hazretleri tarafından kemal-i ihtimam ayrıca uzun bir mukaddimesi de vardır. Mukaddimede mühim bazı mesail-i felsefiyye mevzu‘-ı bahs edilmiştir. Pek istifadeli olan bu mühim kitabın fiatı yüz kuruştur. Mücelledi kuruştur. Taşra için posta ücreti taahhüdlü olmak üzere otuz kuruştur. Sebilürreşadın her karii la-ekal iki kişiyi daha abone kayd ederse mecmuamızın neşri hususunda pek büyük lütufta bulunmuş olurlar. tına yığılır. Temiz ruhlar parlak inci taneleri gibi seçilir dizilir temayüz eder daha çok kıymetlenir. Mahv u müzmahil olmasına irade-i ilahiyye taalluk etmeyen milletler zaman zaman böyle imtihanlara çekilir. İyilikle kötülük yolları herkesin anlayabileceği surette tefrik olunur. Böyle zamanlar buhranlı olmakla beraber neticesi felah-ı umumiye müncer olur. hey’et-i ictimaiyyelerini Cenab-ı Hakkın bu hal üzere bırakmayacağı Kuran-ı Kerimde beyan buyurulmuştur. Onun için korkulan cihet faziletle reziletin dalaletle hidayetin gayr-ı kabil-i tefrik bir hale gelmesidir. Elhamdülillah fenalık tezahür etmiş fazilet ayrılmıştır. Bugün reziletin rezilet olduğu hemen her tarafça teslim ve i‘tiraf olunuyor. Rezaili mehasin şeklinde göstermek isteyenlerin sözüne artık inanan kalmıyor. fenalıkla mücadele ehemmiyeti artar rezilet de rezilet olmaktan çıkamaz. Şehr-i halin evahirine doğru Mısır Başvekili Zağlul Paşa İngiltere ile icra-yı müzakerat için Londraya azimet edecektir. Mısır ile Sudan da‘vasının bil-müzakere halli azim müşkilat ile mali olacaktır. İngilizlerin girdikleri yerden silah kuvvetinden başka bir kuvvetle çıkmadıkları ma‘lumdur. Halbuki Mısırlı dindaşlarımız İngilizleri Mısır ve Sudandan silah kuvvetiyle değil hak kuvvetiyle çıkarmak ve memleketlerini kurtarmak emelinde bulunuyorlar. Hakkı kuvvet tanımayanlar için hak kuvvetinin bir ehemmiyeti olmayacağı aşikardır. Binaenaleyh İngilizlerden tam bir istiklal koparmak imkanı münselib değilse de müzakerat ile kat‘i ve şayan-ı hoşnudi bir neticeye destres olmak imkanı mefkûd gibidir. Binaenaleyh Zağlul Paşaya muvaffakiyetler temenni etmekle beraber Mısır mücahede-i milliyyesinin daha uzun bir zaman devam edeceği tahmin edilmektedir. Her halde İngilizler Mısırın istiklalini bir takım elim kaydlarla ta‘kib etmek ve Mısırda hakimiyetlerini bil-vasıta veyahud bila-vasıta Allah Al-i İmran Suresi ] arzın mübdi‘idir. Öyle bir Kadir-i Kayyumdur ki semalar hakim olarak onları yedi yol üzerine vücuda getirmiş ve her yola birbirini cezb eden birbirinden ayrılmayan ecramı teslik etmiş. Dizilerle inciler halindeki bu ecramın ne ipliği kopar ne de sırası bozulur. Sonra arza teveccüh ederek onu kabil-i sükna bir surette döşemiş vermiş. Yine o Kadir-i Kayyumdur ki arzın kışrını soğutmuş ve bir kısmını suyun yüzüne çıkarıp hey’et-i mecmuasını hava-yı nesimi ile kuşatarak toprağın üzerinde ve içinde ve denizlerin a‘makında na-mütenahi mahlukat vücuda getirmiş ve her nevimahluku kendi meşiyet-i ilahiyyesi ve o mahlukun hacat ve zarurat-ı hayatiyyesi vechile suret-pezir etmiştir. Yine o Kadir-i Kayyumdur ki Ademi nasıl yarattıysa halikıdır. İsa Allahın indinde topraktan yaratıp daol dediği Ademden asla farklı bir mevcud değildir. Acaba İsa Adem ve Muhammed aleyhimis-selam ile bütün diğer peygamberler dalal içinde kalan mahluklarını yola getirmek için Cenab-ı Hakkın göndermiş olduğu beşerden başka bir şey midir? Acaba kendisine Allahın kitap verdiği hüküm verdiği nübüvvet verdiği bir beşer demesi kabil midir? Gerek diğer enbiya için hatta üzerinde yaşadığımız arz için hatta teşkil ettiği manzumeye nisbetle zerre mesabesinde kaldığımız güneş için hasılı bu kainatın kaffesi için Allaha karşı herhangi bir sınıf ile o sınıfın mübdi‘i yahud herhangi bir kul ile o kulun ma‘bud ve mucidi arasındaki nisbetten başka bir nisbet tasavvuru mümkün müdir? Artık yukarıdan beri söylediklerimizden anlaşılmıştır ki Allahü Zül-Celalın bir oğlu olduğu hakkında birtakım erbab-ı dalalin ileriye sürdükleri sözler batıldır vehimdir. Zaten Cenab-ı Hakkın kendisine bir refika ittihaz etmesi ve evlad içinden bilhassa kızları tercih eylemesi gibi dar izahat vermiştik. Fatır-ı Hakimin bu gibi şeylerden nezaheti gerek aklın gerek naklin asla muarız olamayacağı kazaya-yı müsellemeden olduğu için ayet-i kerime mevzu‘-ı bahsimiz olan erbab-ı dalalın zat-ı Bariye evlad Allah bir oğul edindi dediler. O böyle şeylerden münezzeh olduktan başka göklerde yerde ne varsa hepsi onundur hepsi ona münkad olmuştur. Göklerin yerin mübdi‘idir bir emrin husulünü istedi mi ona ancak ol der o emr derhal vücuda gelir.nazm-ı celili ile iktifa buyurulmuş. Öyle ya şayed Cenab-ı Hak –haşa– kendisine refika yahud evlad edinmek suretiyle beşere benzeseydi tabiidir ki o da başkalarının ma‘ruz olduğu takallübata tağayyürata zevale inhilale ma‘ruz bulunur ve ezelde vaz‘ etmiş olduğu kavanin-i kudsiyyesine avalim-i ulviyye ve süfliyye böyle arz-ı inkıyad etmezdi. Lakin o Fatır-ı Zül-Celal bu gibi şaibelerden münezzehtir semaların Başmuharrir Sahib ve Müdir / /- gerek mücerredkünkavl-i ilahisinin nasıl olup da bir şeyin tekevvününe kafi olduğunda adetleri vechile sözü uzattılar. Kezalik nun i‘rabında birçok vecihler buldular. Ben burada onların zahib oldukları mesaliki tahti’e ile meşgûl olacak değilim. Ben yalnızKavlin hakikatini beyan ile iktifa edeceğim. Ma‘lum olmalıdır kikün feyekunibaresi Kuran-ı Kerimin dört yerinde varid olmuştur. Birincisi tefsir etmekte olduğumuz şu ayet-i celile ki sure-i Bakaradadır. ayet-i celilesindeki sure-i Al-i İmranda üçüncüsü ayet-i celilesindeki sure-i En‘amda dördüncüsü ayet-i celilesindeki sure-i Yasinde dir. Şimdi şu dört ayet-i celileyi te’emmül eden adamın nazar-ı im‘anına her birinin üslubundaki sır tecelli eder. Evet bu ayetlerin siyakıyla ihtiva ettikleri ibarat kemal-i vuzuh ile göstermektedir ki cümlesi de Cenab-ı Hakkı tedbir ve tasarrufatında ibadı menzilesine indiren ve onun da mahlukatı gibi karısı çoluğu çocuğu olduğuna zahib olan kimseleri red için nazil olmuştur. İşte Fatır-ı Zül-Celal şu dört ayet-i celilesiyle o cahillere anlatmak mahluk ve amir ile mükellef arasındaki nisbetten ibarettir. Göklerde yerde ne varsa hepsi onundur ve onun emrine müsahhardır. Mahiyet-i İslamiyyenin bir cüz’-i mukavvimi olan ve edille-i şer‘iyyeden icma‘-ı ümmete ve kıyas-ı fukahaya bir istinadgah teşkil eden ehadis-i nebeviyye mühlik bir telakkiye ma‘ruz bulunuyor ve bu tarz-ı telakki ati-i İslam namına bizi ciddi endişelere düşürüyor. Ehadis-i sahiha ya hiç yokmuş veyahud pek azmış müessis ve mübelliğ-i şeriat efendimiz namına ortaya atılan hadisler ya zayıfmış veyahud külliyyen mevzu‘ imiş hadisin sahihini zayıfından tefrik edemeyen veyahud menfaat düşkünü olan hocalar bu alelade sözleri hadis diye müslümanlara yutturuyormuş… tarzındaki telakkiler günden güne taammüm ediyor. Evvelce işrakiyyun gibi tevakkuf ve sükunet halinde kalbden kalbe isale edilen bu seyyal fikirler şimdi meşsa’iyun gibi meşy ü hareket halinde kulaktan kulağa isal olunuyor. Hususi mahfillerde tedris kürsülerinde matbuat sütunlarında sermaye-i bahs ü makal oluyor. Hafız Şirazinin: Şemse bak kamere bak yıldızlara bak geceye gündüze bak dört mevsime bak sonra denizlere bak denizlerdeki hayvanata haşerata ve arzı örten nebatat sende ibda‘ ettiği avalime bak. İşte bu menazırın bu meşhudatın kaffesinde öyle na-mütenahi ayat-ı bahireye muttali‘ olacaksın ki hepsi de mahlukatıyla zat-ı ilahisi arasında bir neseb yahud bir karabet mevcud olabilmek şaibesinden Cenab-ı Hakkın yüksek bir mertebede bulunduğunu sana bildirecek ve cümlesinin kendi meşiyet-i ezeliyyesiyle vücud bulmuş ibadı olduğuna binaenaleyh manzume-i hilkat için vaz‘ etmiş bulunduğu kanun-ı sermedisine münkad bulunduğuna seni ikna edecektir. bu kavanin kendisi için vazı‘ ve müdebbirini idrake rehber şuun-ı zahire ile iktifa eylemektedir. Bir haldekiBu kainat nasıl vücuda gelmiş? Ona bu nizamı bu ahengi bu uslubu veren ve bir an-ı gayr-ı münkasem için olsun ma‘ruz kalsaBenim bu gibi mebahis ile ne alışverişim olabilir? Bizler için madde ve eşkaliyle ecza-yı madde arasındaki münasebat gibi havassımızın ihatasına girebilecek mesailden ma‘adasıyla meşgûl olmak doğru değildir cevabını verir. Bu fırka-i dalle ümmetlerin hepsinde çoğaldı. Hatta aynı hastalığın müslümanlar arasında günden güne yayılmakta olduğunu görürüz. O müslümanların ki semavi kitapları kainata nazar etmeyi esrar-ı hilkati teemmülde bulunmayı emrediyor ve insanları Sani‘in vücuduna ve vahdaniyetine ancak tefekkür ve taharri tarikiyle imana da‘vet ediyor. Evet Kuran-ı Hakimin surelerinden hemen hiç biri yoktur ki nazar ve tefekküre saik ayat-ı kerimeden birçoğunu ihtiva etmiş olmasın. Bununla beraber ulvi süfli bütün mahlukatı vahdaniyet ve kudretinin sahaif-i in‘ikası olan Fatır-ı Hakim Kuranını kabule peygamberlerini tasdike yanaşmayanları bile o sahifelerle nasibedar-ı hidayet ediyor. İşte taplarında müdebbir-i kainata bazenakl-ı a‘zambazen kuvve-i ebediyye ve ezeliyyedediğini görüyoruz. Daha ne kadar feylesoflar var ki fikirleri şükuk-ı muzlime çöllerinde şaşırmış kalmışken dalmış oldukları dalal ve gafletten uyanıyorlar da her türlü misalin her tülü hayalin fevkinde olan Aziz-i Hakim ve Semi‘-i Basirin huzur-ı azametinde başlarını önlerine eğiyorlar. Şu kadar var ki müfessirler kavl-i keriminin tevilinde israf-ı kelama düştüler. Gerek cümlesinin manasının beyanında / saat-i eyyam teceddüd ettikçe teceddüd edecek olan na-mütenahi hadisat-ı cüz’iyyeye aid yine na-mütenahi ahkam-ı cüz’iyye vaz‘ ve te’sis etmek lazım geliyordu. Kuran bu ahkam-ı cüz’iyyeyi yegan yegan ihtiva ve izah edemez idi. Çünkü beşeriyet o derece-i vüs‘atteki bir mecelle-i ahkamı -mahiyet-i semaviyyesine halel getirmeksizinmuhafaza etmek imkanını bulamaz idi. Onun hadisat-ı cüz’iyyeye daima kabil-i tatbik ahkam-ı umumiyye ve kava‘id-i külliyeye münhasır kaldı. Kuranın mücmellerini tafsil mübhemlerini tefsir remz ve işaretlerini izah ahkam-ı umumiyye ve kava‘id-i külliyesi zımnında mündemic ahkam-ı cüz’iyyeyi -hikmet ve maslahatın iktizası derecesinde- ta‘yin ve izhar etmek suretiyle etemmiyet ve ekmeliyet-i İslamı taht-ı te’mine almak ancak Hazret-i Muhammedin vazife-i nübüvvet ve risaleti idi. Lisan-ı Kuranla beyan buyurulmayan bazı ahkam-ı semaviyyeyi lisan-ı nübüvvet ve risaletle teşri‘ buyurmak da sünnet-i ilahiyye muktezasından idi. Bu vezaif-i nübüvvet ve risaleti yerine getirmek için Hazret-i Muhammedin ihtiyacın mikdarıyla mütenasib hadisler nokta-i nazardan mülahaza ve tedkik edilince Nebi-i mürsel efendimiz hazretlerinin pek mühim mikdarda hadisler irad buyurmuş olmasında kimsenin şübhesi kalmamak lazım gelir. bürhan-ı semavisi de Hazret-i Muhammedin teşri‘-i ahkam namına irad-ı ehadis buyurmuş olduğunu göstermektedir. Mantuk-ı Muhammedinin vahy-i ilahi füyuzatından olduğunu tebyin buyurmak Resul-i müşarun-ileyh hazretlerinin sözlerine karşı cemaat-i İslamiyyeye emniyet ve i‘timad telkin etmek hikmetine müsteniddir. Bu telkinin bir hikmet-i baliğa olabilmesi için kendilerine karşı emniyet ve i‘timad celb edilmek istenilen sözlerin cemaat-i lunması lazım gelir. Beyanat-ı umumiyye ile alakadar olmayan bir cemaate o beyanata karşı emniyet ve i‘timad telkin etmek hikmetsiz olur. Demek oluyor ki Hazret-i Muhammed cemaat-i İslamiyyenin mukadderat-ı umumiyyesiyle alakadar bir kısım ahkam teşri‘ buyurmuş bu ahkamı emniyet ve i‘timad ile karşılamaları için ahkam-ı mezkurenin eser-i vahy olduğunu cemaat-i İslamiyyeye telkin buyurmak taraf-ı ilahiden muvafık-ı hikmet ve maslahat görülmüştür. Sıhhatinde kimsenin şübhesi bulunmayan hadis-i şerifi de Hazret-i dediği gibi mahfillerde meclislerde sermaye-i bahs ü makal olan sözler gizli kapaklı kalamaz er geç dillerde destan olur. Nasıl ki bu fikirler de mektumiyetini muhafaza edemedi ve edemiyor. Bu fikirler müstevli bir vüs‘at peyda edince hasıl olacak neticeleri gözönüne getirince ati-i İslam namına ciddi endişelere düşmemek gayr-ı kabildir. Ehadis-i nebeviyyenin haiz bulunduğu amel edilmemeye başlanılacak ehadise müstenid icma‘-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha delil-i şer‘ileri istinadgahsız kalacak binaenaleyh onlara müstenid ahkam-ı İslamiyye de kıymet-i ameliyyesini zayi‘ edecek ehadis-i nebeviyyeden müstenbit usul-i fıkıh desatir-i ilmiyyesi başından ayrılmış bir cesed hükmüne girecek ortada esas-ı İslami namına yalnız Kuran kalacak ehadis-i nebeviyyeden mozaik-ı asar-i atika mahiyetini alınca Kurandan ahkam-ı asriyye çıkarmak lüzumunu hissedeceğiz ve bu ahkam-ı asriyyenin asri müctehidleri biz olacağız. Biz cak koyunlar aleyhinde hazırlayacağımız mühlik akibetlerden onları artık Allah korusun! Böyle neticeler akibetler ihzarına son derece müstaid bulunan bu telakkiyat ve efkarın umumileşerek tamamen kangren halini almadan harice aks ü nüks etmiş olmasından son derece bir memnuniyet hissediyoruz. Çünkü vukû bulacak ikazat ve irşadatın bu gibi telakkiyat ve efkarda tahavvül husule getireceği zannında bulunuyoruz. Bu azim mes’elenin siklet-i hallini omuzlarıma alacak derecede kuvvetli bir bünye-i ilmiyye sahibi olmadığım için nigah-ı iştiyakımı çelik fikirli ve çevik kalemli fuzala-yı asrın ifaza buyuracağı ziya-yı ikaz ve irşada nasb etmekle beraber alelade bir ferd-i müslim sıfatıyla mevzu‘-ı bahs mes’eleye aid naçiz düşüncelerimi arz u izah etmekten kendimi alamıyorum: Hazret-i Muhammedin vazife-i bi‘seti yalnız tebliğ-i ahkama münhasır değil idi. Onunla beraber teşri‘-i ahkam sıfat ve salahiyetini de haiz bulunuyordu. Ve böyle olması da ma‘kûl ve mantıki idi. Çünkü İslamiyet edyan-ı semaviyyenin son hadd-i tekamülü ve Hazret-i Muhammed de silsile-i enbiyanın hatime-i misk-averi idi. Din-i sonra da yeni bir peygamber gelmeyeceği için din-i ekmel olarak vaz‘ ve te’sis etmek mukteza-yı hikmet ve maslahat idi. Bu etemmiyet ve ekmeliyeti te’min için /- Sittenin ihtiva ettiği hadislerden de münselib görüyoruz. Bir hadis haiz-i emn ü i‘timad olabilmek için mutlaka mütevatir olmalı imiş mütevatir hadis de ya hiç yok imiş veyahud pek az imiş hadis namına ortaya atılan sözler ya zayıf veyahud mevzu‘ imiş! Mevcud ve mazbut hadisleri Hazret-i Muhammedin telakki etmeyen zatların bu husustaki fikir ve kanaatleri acaba neden ibarettir? Hazret-i Muhammed hiç irad-ı ehadis buyurmamıştır demek mi istiyorlar. Yoksa irad buyurmuş olduğu hadislerin cem‘ ve zabt edilmediğine mi kani‘ bulunuyorlar? Eğer hiç irad-ı ehadis etmemiş olduğuna zahib iseler Resul-i ekmelin sıfat-ı teşri‘iyyesini de kabul etmiyorlar demektir. Bu takdirde münakaşaya i‘tikadi bir şekil ve cereyan vermek lazım gelir. Fikir ve kanaatleri böyle değil de ehadis-i nebeviyyenin cem‘ ve zabt edilmediği şeklinde münceli ise bu fikir ve kanaatlerinin ne gibi esbab-ı ilmiyyeden mütevellid olduğunu sormak münakaşanın bize bahşettiği bir haktır. Kuvvetli olarak tahmin ediyorum ki bu fikir ve kanaatlerinin mevcud ve mazbut hadislerin şerait-i sıhhati haiz bulunmadıklarından mütevellid olduğu cevabını vereceklerdir. Biz şerait-i sıhhat nedir? Sualini yeniden irad edince nakil ve rivayetlerinin hadd-i tevatüre vasıl olmasıdır mukabelesinde bulunacaklarını da yine kuvvetle tahmin ediyorum. Münakaşanın bütün sikleti de sıhhat-i ehadiste tevatürün şart olup olmadığnı anlamak noktasında mütemerkizdir. Sıhhat-i ehadiste tevatür şart değildir. Bir hadisin sıhhatini anlamak için müteaddid mi‘yarlar vardır: Ravilerin ahval-i umumiyesi hakkında edinilecek ma‘lumat nakil ve rivayet-i ehadiste bir maksad-ı mahsus ta‘kib edip etmediklerini tedkikten husule gelecek kanaatler ehadisin lisan-ı ifadesiyle Hazret-i Muhammedin lisan-ı beyanı mukayese etmekten mütevellid neticeler mezamin-i ehadis ile Resul-i ekmelin kudret ve gaye-i teşri‘iyyesini karşılaştırmaktan istihsal olunacak ilm-i yakinler hadislerin sahihlerini gayr-ı sahihlerinden tefrika kafi gelecek hadisin aynen zabtına kuvve-i hafızası da zabt ettiği vechile nakil ve rivayet eylemesine müsaid midir değil midir? Müteşerri‘ ve müteverri‘ bir zat mıdır yoksa mübalatsız su-i hal sahibi fısk u fücur ile alude-damen bir kimse midir? Nakil ve rivayet ettiği hadiste şahsi ve dünyevi bir emel ve ihtiras şaibesi var mıdır? Yok mudur? Akıl ve hafızasında zabt ve nakl-i hadise mani‘ za‘f ve halel bulunmadığı mübalatsız ve su-i hal sahibi olmadığı nakil ve rivayet-i hadiste şahsi ve dünyevi bir emel ve ihtiras arkasında koşmadığı tedkikat neticesinde tahakkuk eden bir ravinin hadislerinden emniyet ve Muhammedin teşri‘-i ahkam buyurduğuna bir delil-i katı‘dır. Hazret-i Eminullah efendimiz bu hadis-i şerifi cür’etkarları şiddetle tahzir ve tahvif buyurmuştur. Eğer kendisi irad-ı ehadis ile alakadar olmasaydı bu tahzir ve tahvifi irad buyurmak lüzumunu hissetmez Sakite söz isnad olunamaz. Ve sakit olduğu bilinen kimseye Halbuki Hazret-i Muhammed teşri-i ahkam zımnında ma‘lum idi. Bu vaziyetinden bil-istifade kendisine bazı sözler isnad edilmesine ihtimal veriyor idi. Bu cür’ete tahzir ve tahvifde bulunmak lüzumunu hissetti. Demek oluyor ki Hazret-i Muhammedin teşri-i ahkam namına deliller ile sabittir. Irad-ı ehadis keyfiyyeti bu vechile ve bu tarikler ile tahakkuk ve tebeyyün edince irad buyurulan hadislerin mikdarı hakkında tahmini bir fikir edinmek ciheti kalır. Bu fikri de Hazret-i Muhammedin vaziyet-i teşri‘iyyesini tefekkür ve mülahazadan edinebiliriz: Nebi-i ekmelin vaziyet-i teşri‘iyyesi na-mütenahi derecede hadisler irad buyurmasını müstelzim idi. Çünkü hadis mütevazin ahkam-i cüz’iyye ihtiva etmesindeki mahzur hadislerde de mevcud idi. Hazret-i Muhammed hiç ve ekmeliyeti te’min edilmeyecek müfredat-ı ehadis ile mütevazin mikdarda irad-ı ehadis buyurduğu takdirde de nakil ve rivayetleri zabt u rabtları imkan haricine çıkacak idi. Onun için Kurandan sonra ikinci derecede kava‘id-i külliyye ve ahkam-ı umumiyye vaz‘ ve te’sisi ile iktifa ederek bu kava‘id-i külliyye ve ahkam-ı umumiyyeden hadisat-ı cüz’iyye ile mütevazin ahkam-i cüz’iyye istinbatı vazifesini ulema-yı ümmetine bıraktı. Na-mütenahi ahkam-ı cüz’iyyeye menba‘-ı istinbat olacak kava‘id-i külliyye ve ahkam-ı umumiyyenin azim mikdarlara baliğ olacağını anlamak derin hesab-ı zihnilere mütevakkıf değildir sanırım. Vaziyet-i teşri‘iyyesinin sevk ve ibramıyla Hazret-i Muhammed tarafından irad buyurulmuş olan hadisler birer birer cem‘ ve zabt edilerek muşikafane tedkikat ve taharriyat ile vücuda getirilen asar-ı muhalledenin sahaif-i hıfz u himayesine tevdi‘ olunmuş bulunuyor. Bu asar-ı muhallededen hiç olmazsa Kütüb-i Sitte-i mu‘teberenin emniyet ve i‘timad ile karşılanıyordu. Bugün bir kısım cin fikirli asri ulemamızın emn ü i‘timadlarını Kütüb-i Muhammede isnad edilen sözlerin hadis olup olmadıklarını kolayca anlayabilirler. Bundan daha kuvvetli bir mi’yar ve burhan da ehadisin mana ve mazmunlarını tedkik etmektir. Bu mana ve mazmunların derece-i rıf‘at ve pestilerini istihdaf eyledikleri teşri‘i maksad ve gayeleri nazar-ı tedkikinden geçirmek peygamberane sözler olup olmadıklarını derhal meydana çıkarır. Ehadis-i mevzu‘ayı tefrik edecek mi‘yarlar da işte bu keyfiyet ve bu noktalardır. Esasen biz ehadis-i mevzu‘a olmak üzere yalnız iki kısım sözleri kabul ediyoruz: Biri gulat-ı şi‘anın hilafet-i Ali hakkındaki siyasi sözleri diğeri de İslamiyet kisvesine bürünen israiliyet ruhlu münafıkların o ruhlara tercüman olan sözleridir. Bu sözler daha bidayet-i İslamda ehadis-i nebeviyye miyanından tay ve tard edilmişlerdir. Bunlardan başka ehadis-i mevzu‘a yoktur. Ehadis-i mevzu‘a zannedilen sair sözler suleha-yı ümmetin vesayasıdır. Mana ve mazmunlarını tedkik ederek zühd ve ittikadan başka bir emel ve ihtiras şaibesi göremiyoruz. Zahid ve mütteki zevatın Hazret-i Muhammedin pek şayi‘ olan şiddetli tahzir ve tahvifi karşısında onun namına hadis vaz‘ edeceklerine ihtimal veremiyoruz. Bu vesayanın ehadis-i mevzu‘a ünvanını alması ehadis-i nebeviyyenin belağat-ı lisaniyyesine mezamin-i peygamberanesine aşina olmayanlarca hadis zannedilmelerinden ve o yolda şayi‘ olmalarından ileri gelmiştir. Sıhhat-i ehadise aid kuşkular hüsn-i niyyete müstenid ise bu izahatımla kuşkuları zail olur zannındayım. Bilakis emel ve gaye başka ise ne söylenilse heder ve faidesizdir. Bi‘set-i Muhammediyye zamanında Hindistanın dini ictimai ahvali Ari-Hindu fikrinin te’lih-i tabiat vadisindeki bütün medd ü cezri arasında uluların ervahına ibadet nizam-ı dini ve ictimaisinin bir cüz’-i la-yenfekki olarak Hinduların dimağına saplanıp kalmıştır. Sudera yani milel-i mağlubeye mensub olanlar eslafının ervahına kurbanlar takdim eder fakat bir Brahman bu merasime iştirak edecek olsa en ağır cezalara duçar olurdu. Suderadan biri Vedaları inşad ederken bir Brahmanı dinleyecek olursa kulaklarına eridilmiş kurşun akıtılmak cezasına ma‘ruz kalırdı. Bir Sudera bir Brahman ile aynı peykeye oturacak olursa dağlanmak cezasına çarpılırdı. Sudere bir sebeb ve senede malik değiliz. Ehadis-i nebeviyyenin cem‘ ve zabtındaki maddi ve ma‘nevi ehemmiyet ve azameti layıkı vechile takdir eden hadis camileri bu vazife-i ulviyyeyi ifa ederken raviler hakkında pek hassasane pek mütebassırane pek müteyakkızane pek vesveseli pek hurde-binane olarak hareket etmişler en küçük bir su-i hal ile şaibedar gördükleri ravilerin hadislerini kabulden müstenkif bulunmuşlardır. muharriri Doktor Dozi gibi müdhiş bir İslamiyet düşmanı bile hadis camilerinin ve bilhassa hususunda gösterdikleri zahidane haşi‘ane hazı‘ane takayyüdatı alkışlamaktan kendini alamamıştır. Ravileri zahid camileri zahid hadislerin sıhhatlerini kabul etmemek raviler ve camiler aleyhlerinde bir delile gayr-ı müstenid mes’uliyetli bir su-i zan olur. Tedkikatın bu neticesi bize gösteriyor ki ehadis-i nebeviyyenin nakil ve rivayetinde cem‘ ve zabtında keyfiyet i‘tibarıyla za‘f yoktur. Bir kısım ehadis-i nebeviyye ravilerinin aded ve kemmiyet i‘tibarıyla hatt-i tevatüre vasıl olmamasını hadislerin sıhhatlerine mani‘ bir za‘fiyet telakki etmek doğru değildir. Çünkü keyfiyet kemiyetten daha ziyade haiz-i kuvvet ve i‘timaddır. nazm-ı manadarıyla ifade edildiği vechile ümmet-i kil ve rivayetleri bir cemaatin nakil ve rivayetinden daha emniyet-bahş olur. Ravilerin azlığı eğer za‘fiyet telakki edilirse ahbar-ı ahada en zayıf hadisler nazarıyla bakmamız lazım gelir. Halbuki ahbar-ı ahad üzerine cereyan etmekte bulunan pek mühim ve pek vasi‘ muamelat-ı beşeriyye vardır. Hayat ve muamelat-ı umumiyyemizde emniyet ve i‘timad ile karşıladığımız ahbar-ı ahadı ahkam ve muamelat-ı diniyyemizde za‘fiyet ile ta‘lil etmemiz bir ma‘luliyet-i fikriyyedir. Fıkıh ve usul-ı fıkıh ulemasının haber-i vahidi kıyas-ı akliye tercih ve takdim etmekte bulunması haber-i vahidin nakil ve rivayeti keyfiyetindeki kuvvet ve i‘timadın mi‘yar ve mizanıdır. Sıhhat-i ehadisin pek kuvvetli bir mi‘yar ve burhanı da ehadisin lisan-ı ifadesini tedkik etmektir. Lisan-ı Arabdaki fesahat ve belağat derecatının birincisi Kuranın lisan-ı beyanı ikincisi de ehadisin lisan-ı ifadesi ce fevkinde ise lisan-ı ehadis de sair lisan-ı Arabın o derece fevkindedir. Lisan-ı ehadise aşina olanlar Hazret-i Hızam Hz. Haticenin yeğenidir. hametsiz değil Hinduların tahrib ilahı olan Sivanın zevcesi Shakti derecesinde insanların felaketinden zevk duymazdı. Shaktinin kitab-ı mukaddesi addolunan a göre bu ilahenin ayinleri icra olunur. Bandos ile Görosun arasındaki harbden Seylan Kralı tarafından Sitanın kaçırılmasından bahseden fasıllardan o zaman halk arasında şayi‘ olan akaid hakkında bir fikir edinebiliriz. Bu iki fasılda inkişafa mazhar bir cem‘iyet şayan-ı dikkat bir terakki-i maddi ile azim bir tedenni-i ahlaki tecelli etmektedir. Buda dininin müessisi Gotamanın zuhurundan uzun bir zaman mukaddem Hind halkı arasında kurbanlar takdim etmek mekaniki bir şekilde bir takım ayinler icra etmek derekesine inmişti. Gotma ile Mahaviranın karşı kıyamını ifade etmektedir. Bunların ikisi de mübdi‘ ber-esas kainatı idare eden bir akl-ı a‘lanın mevcudiyetini ediyor her de hayat-ı ferdiyyenin esasını kabul ediyor ve bunu yapmak için ibzal-i mesai icab ettiği hususunda birleşiyordu. Jeni mezhebi Brahmanlığın eteklerine yapışarak bir Brahman mezhebi kaldığı halde Budilik yeni bir yol açmaya muvaffak olmuştur. Budilik necatı te’min için Karmayı yani tenasühü ileri sürmüş ve Budilikin müessisi bunu kendinden tecelli ettirmiştir. Budiliğin hayat-ı ba‘del-mevte dair akaidi Brahman mezhebinin akaidine külliyyen muhalifti. Bu mezhebin batıni tasavvufu sair mezahibe süratle sirayet etti. Maamafih Budilik mahall-i tevellüdü olan memlekette kısa fakat şanlı bir hayat geçirdikten sonra elim bir akibete duçar olmuş galib Brahmanlığın mağlub Budiliğe reva gördüğü ceza Cenubi Hindistanın ma‘bedlerine hakkedilmiştir. Şu cihet teslim olunmalıdır ki Budilik hiçbir zaman müsbet bir din olduğunu iddia etmemiş mükafatları müeyyideleri bir hayat-ı uhreviyyeye dair va‘dleri hayatta ihmal olunan vezaifin uhrevi cezaları halkın hissiyatını tahrik etmeyecek derecede gölgeliydi. Budilik ya haricle mücadelesinden ferağat edecek yahud yerini işgal etmek istediği din ile uzlaşacaktı. Çok geçmeden Budanın telkin ettiği din ikinci yolu tuttuysa da menşei olan memlekette duçar olduğu akibet tasavvufi nokta-i nazardan Garbi Asya ve Mısır felsefeleri üzerinde şayan-ı dikkat bir te’sir icra etmekle beraber bir nizam-ı dini olarak mevcudiyetine hatime vermiştir. Budiliğin Hindistandan ihracı üzerine Brahmanlık eski faikiyetini ihraz etti. Budiliğin hakimiyetinde geçirdiği devir Brahmanlığın telkinat-ı ruhaniyyesinde hiçbir te’sir icra etmemişti. Budanın Brahmanlığa karşı sebeb-i kıyamı cansız resmiyet daha kuvvetli bir esas üzetemas en feci ukûbetlerin tatbikine badi olurdu. Hiçbir teşri‘ bunların efkar-ı diniyyelerini akaid-i ibtidaiyyenin te’sirinden kurtaramıyordu. Mürur-ı zaman ile eski Ari kabailin ilahları Hinduların ma‘bedine de girmiş ve bunlara ibadet edilmeye başlanılmıştı. Mesavi-i inkişafe mazhar olmayan akaid-i muhtelife ile temayülat-ı mütenevvi‘anın etmek istedikleri te’lih-i tabiat akidesinin inhitata duçar olmasına sebebiyet vermiştir. Hindistanı binlerce seneden beri kefenleyen perde-i esrar müslümanların eliyle yırtılmadan mukaddem Hindin bir tarihi yoktu. Vasudeva Krishnanın ne zaman yaşadığını söylemek yahud şahsiyetini muhakeme etmek imkansızdır. Kendilerini tapındıkları ilahların mertebesine hatta daha yükseğine çıkaran rahiblerin uydurdukları sayısız hurafelerin içinden bir şey çıkarmak ği mevki‘ Vishnonun hulul ettiği cesed olmasıdır. Bu sıfatla Krishna nam eserin her türlü tekrimata seza gördüğü şahsiyettir. Krishna miftah-ı necat olan Reharma yani iman-ı mutlak talib etmektedir. Bu mütecessid Vishnoya i‘tikad edenler hayatta nasıl bir hatt-ı hareket ta‘kib ederlerse etsinler saadet-i ezeliyyeden emin olabilirler. Bu akide Hindistanda hala ber-hayat olan bir takım ayinler ve gözünü vücudunun bir noktasına rekz ederek fikrini Krishnaya tevcih etmek senelerce bir ayak üzerinde durmak gibi hareketler insanları her günahdan kurtaracak nezri ifa etmek için bir insanın ikametgahı ile ma‘bedi arasındaki mesafeyi sürüne sürüne gitmesi icab eder. yı ihlas-ı tam ile okumak yahud Ganj Nehrinde yıkanmak kanun-ı ahlakiye karşı irtikab edeceği her şeyden bir kadın veya bir erkeği kurtarır. Shakti mezhebinin Hindular üzerinde ne zaman hakim olduğunu beyan etmek müşkildir. Shakti Hindu Shakti havf ilahesidir. Bunun Prabati Bahavani Kali Mahakali Dorga Şamunda gibi müteaddi isimleri vardır. Yedinci asr-ı miladide yazıldığı anlaşılan de bu ilaheye nasıl ibadet olunduğu tavsif edilmektedir. Bu ilaheye insanlardan kurbanlar takdim ediliyordu. Shaktinin evsaf-ı beşerden olan merhamet şefkat gibi hissiyattan zerre kadar nasibi olmadığı gibi alam-ı beşeriyyeye asla iştirak etmemektedir. İnsan kanından zevkyab insanların felaketinden memnun olan bu ilahenin putperestlik aleminde bir nazirini bulmak müşkildir. Çünkü Romalıların Sabili bile bu kadar mer edildiğinden ma‘bedlere merbut birçok rakkaseler papasların emrine amade bulunurdu. Hindu teşri‘inde kadınların mevkii pek alçaktı. Kadınlar hakkında Manunun nokta-i nazarı ancak e‘izze-i nasaradan Sir Sulliannın mutaassıbane sözleriyle kabil-i kıyastır. Manu diyor ki:Kadınların murdar temayülleri vardır. Kadınların seciyesi zayıf ahlakları fenadır. Gece gündüz tahakküm altında bulundurulmalıdır. Suderalara gelince muma-ileyh bunları Cenab-ı Hakkın köle olarak yarattığını ve bu sınıfa mensub olan best olmayacağını onun için esaretin tabii olduğunu binaenaleyh onu bir kimsenin esaretten kurtaramayacağını beyan eder. en mümtaz kısımlarından birinin dini ictimai ahvali bu merkezde idi. Ed-dinün-nasihahadis-i şerifinde dinin nasihat kasr-ı iddiai ileDin nasihatten ibarettirbuyuruluyor. Buna binaen biz de namıyla neşr edilen Kuran tercümesinde gördüğümüz hataları göstererek bir taraftan mütercimlere diğer taraftan karilere Allah anlıyoruz ki mütercimler inkarı kabil olmayan büyük hata ve tahriflerinde hala ısrar ediyorlar ve dolambaçlı yollarla kusurlarını örtmeye çalışıyor bir türlü i‘tiraf-ı hakikate yanaşmak istemiyorlar. Bu cihetle biz kendilerini vadi-i nasihatteki mevki‘-i hitabımızdan çıkararak nasihatimizin hedefini yalnız karilerimize tahsis etmek mecburiyetini hissediyoruz. Biz o intikadatı yaparken büyük bir samimiyetle ve zaruriyattan kemalat ve mehasin ve dekayıka varıncaya kadar bir Kuran tercümesinin muhtevi olması lazım gelen bazı hususatı ve istinad etmesi iktiza eden bazı şeraiti anlatmak istemiştik ki ufak bir zevk-i ilmisi olanlar bundan hiçbir vechile istiğna gösteremezlerdi. Fakat o izahatı verirken Kuran tercümesinin bütün o tafsilat ile doldurulması maksadını hiç de ta‘kib etmiyorduk. Ve biliyorduk ki muhtasar olarak yazılması şeraitin netayicine müraat ederek eseri kemal-i nekahat ve sadegi ile bilhassa fahiş hatalardan ve tahriflerden re tekrar te’sis edilmişti. Erkeklerle kadınların hayatı ve ruhani ihtiyaclarından ziyade hislerine heyecanlarına hitab eden bir nezir usulüne daha sıkı bir şekilde rabt edilmişti. Halk kitleleri arasında dini ibadetler manasız birer tekerrürden ibaret olmuştu. Onların nazarında hedef-i Gerek Brahmanlık gerek Budilik hiçbir zaman Hindistandan eşyaya ibadet i‘tikadını kaldıramamıştır. Bilakis bu akide bütün halk sınıflarının kalblerine işlemiştir. Ağaçlar taşlar ve sair eşya-yı tabiiyye ilahları ruhları temsil eden sanemlerle beraber halkın perestişinden nasibedar oluyordu. Hinduların bi-hakkın iftihar edecekleri ve bil-ahare asırlarca Şark milletlerinin akaid-i meşru‘asına örnek ittihaz olunan büyük Manu Kanunu medeniyet-i maddiyye i‘tibarıyla çok müterakki olan fakat ruhani sınıfın hakimiyet-i mutlakası altında yaşayan ve şayan-ı istiğrab bir derecede inhitat-ı ahlakiye duçar olan bir hey’et-i ictimaiyyenin teşri‘i olarak tecelli etmektedir. Miladın ikinci asrında Manu Kanunu hala mer‘i iken ve nihai bir merci‘ tanınıyorken onun yerini Yajna Valkyanın tefsiri işgal etmişti. Fakat bu adam da Manu kadar sınıf gayreti güdüyordu ve yine halk milel-i meftuhayı eskisi gibi murdar telakki ediyordu. Müşrik Arabların arasında olduğu gibi çocukları öldürmek mübahtı. Dul kalan kadınları yakmak adetinin başlangıcı ma‘lum değilse de yedinci asrın mebadisinde bu adetin şayi‘ olduğu muhakkaktır. Dul kalan bir kadın için ölüm ne kadar feci olursa olsun mahz-ı ni‘mettir. Çünkü bir valide olmadığı takdirde böyle bir kadının duçar olacağı yegane şey en müdhiş sefaletti. Kadınlar ı okumak ervaha yapılan ayinlere ilahlara kurbanlar takdim etmek merasimine ne hizmetten ibarettir. Saadet-i ezeliyyesi bu vazifeyi ifa etmesine bağlıdır. Ölen zevcinin na‘şı üzerinde hayatını kurban eden sadık zevce en asil ve en iyi kadın olarak bütün Hind ma‘bedlerinde tebcil olunur belki ibadete bile şayan görülürdü. Mütefekkir dimağlar din namına yapılan bu hareketlerde derin bir mana seziyor bunların ruhları bu merasimin fevkinde yüzüyorken hiçbir feylesof veya rahib ekseriyetle sabavet-i sinni tecavüz etmeyen dulların duçar oldukları i‘tisafa nefretle bakamamış bu gibi harekatı takbih edememiştir. Hindistanda erkek ve kadından müteşekkil dini cemiyetler teessüs etmiş ve bunlar bir takım manastırlarda ibadetle meşgûl olmuşlardır. Fakat bunların aralarında ruhbaniyet hakiki olmaktan ziyade zahiriydi. Bunlar ruhbaniyete ri‘ayetle değil onu ihlal etmekle iftihar ederlerdi. valine ittiba‘ eylediklerini söylüyorlar ise de buna ibraz-ı sadakat etmemişlerdir. Eğer etselerdi müşarun-ileyhin FatihadaYevmüd-dinhakkındaki sözlerini görürler ve ona ri‘ayet ederlerdi. Fakat mütercimler ortaya sürdükleri nazari mebde’ ve programlarını bile muvaffakiyetle tatbik edememişler binaenaleyh sözleri başka eser ve amelleri büsbütün başka olmuştur. Doğrusu mütercimlerin tefsir ve te’vilden dem vurmaları büsbütün manasız ve yaptıkları şey galatat ile mali bir tercümeden ibarettir. Biz burada mütercimlerin derece-i salisede giriştikleri tefsir ve te’vile dair beyanatlarının büsbütün manasız ve maksad haric-i saded olduğunu söyleyeceğiz. Onların yapacakları ve tefsir kitaplarına müracaattan alacakları en mühim şey nazm-ı Kur’anın evvel-emirde irtibat-ı lisani ve nahvisini derece-i saniyyede ilm-i belağat nokta-i nazarından bazı işarat ve nükat-ı dakikasını ihata etmek ve tercümelerinde ona ri‘ayet eylemeye çalışmaktan meyen zevatın uzun uzadıya tarih-i tefsirden ve tefsir ve te’vil farkından bahs etmeleri lüzumsuz değil de nedir? Mütercimler tefsir kelimesini anlatırkentef‘il babının mübalağa ifade ettiğini herkes bilirdemişler. karilerin bu fıkraya nazar-ı dikkatlerini celb etmek isteriz. Tef‘il babının teksir ifade ettiğini herkes bilir. Fakat mübalağa da anlaşılıyor ki mütercimler ilm-i sarfın bir binasına aid kelimelerin bile farkından aciz bir haldedirler. Teksir ile mübalağayı fark etmeyen beylerin koca kitaplardan dem vurarak kelimat-ı Kuraniyyeyi tercüme veya tefsir veya te’vil etmeye kalkışmaları ne kadar ağır bir cesarettir! Tefsir ve te’vil mütekabil birer kelime olduğunu kendileri yazıp dururken ara yerdetefsir te’vilden e‘amdır demeleri de garaibdendir. Hayır efendiler tefsir te’vilden e‘amm değildir. Tefsir kitaplarının tefsir ve te’vili muhtevi olması tefsirin te’vilden e‘amm bulunmasından değil vech-i tesmiyyede tefsir cihetinin daha ziyade ehemmiyetle nazar-ı dikkate alınmasından veyahud tağlib tarikine gidilmesindendir. Yoksa tefsir tefsir te’vil te’vildir. Maamafih e‘azımın birçokları kitaplarının ünvanında tefsir kelimesini değil te’vil kelimesini ihtiyar etmişlerdir. Kadi Beyzavi bu cümledendir. Mütercimler doğruya tefsir ismini vermekten çekinmediler. Bu arada mütercimlerin tercümedeki tahriflerinde amil olan halet-i ruhiyyelerini anlamakta bir miftahlık hizmetini görecek olan bir noktaya da müsadif oluyoruz: Te’vil kelimesi münasebetiyleküfrün manasında tuhaf bir ısrar vaki‘ oluyor. Evvelki intikadatımızda küsıyanet ederek ortaya çıkarmak lüzumunu anlatmak istiyorduk. Tercüme diye başlayan ve hala tercüme diye satılan lakırdısına gelince tefsirlerden te’villerden dem vurulan tercümesi muhtasarlığı nisbetinde doğruluğu muhtevi olmak icab ederdi. Biz demek istiyorduk ki: - Efendiler çok söylemeyin fakat mümkün olduğu kadar doğrusunu söyleyin. nehy-i şedidinin mazmun-ı mehabetnümunundan sakınınız. hitabını nazar-ı i‘tibara alınız. Maat-teessüf bu temenniler boşa gittiği gibi bu kere Bazı izahat-ı mühimmenamı altında bir takım lüzumsuz beyanlarla kaçamaklı yollara sapıldığı ve güya bize cevab için de bir iki fıkra yazıldığı görüldü. Bunun üzerine biraz daha söz söylemek lüzumunu hissettik. rüp gitmesine de kimse kail olamazmış. Ve nihayet Fakat biz ın hiç de bu maksadlarla yazıldığını gösterecek bir emareye müsadif olmadık. Diyebiliriz ki muhtevi olduğu hatiat ve tahrifat ve ifadesindeki rekaket ve lehcesizlik dolayısıyla hiçbir zaman bir kadar bile hakk-ı mütaleaya ve payidar olmak şerefine nail olamayacak ve mana-yı Kur’anı onun kadar olsun anlatamayacaktır. İhtiyaca karşı yapılınca iyi bir şey yapılmalıydı. Hiç olmazsa Kazmiriski tercümesine müracaatın ba‘is olabileceği dalaletlerden muhafaza edebilmeliydi. Halbuki Kazmiriskinin mesela bir Fatiha tercümesindeki hataları tercümesinin hatalarından çok azdır. Saniyen; mütercimler birkaç tefsir kitabını me’haz olarak önlerine yığmakla iktifa etmeyip onların bütün mazmunlarını istikra ve mündericatını kendi zihinlerinde muhakeme edebilecek şerait-i ilmiyyeye malik olmalı ve herkese bu tedkikatın hasıla-i münakkaha ve müfidesini arz edebilmeliydi. Halbuki birkaç kere anlattığımız vechile herbirinden kuyruğu kulağı kesilerek gelişi güzel bazı şeyler alınmış ve mana-yı Kuranın büyük zevkleri kaybedilmiştir. Mütercimler tercümelerindeEn ziyade Rumun en büyük bir alimi olan Ebussuud Efendi merhumun ak- / / Evkaf bütçesinin masraf kısmındaki yedinci faslın on ikinci maddesindeTalebe-i ulum i‘aşesi ve hademe ücuratı için liramezkur olduğu gibi Tevhid-i Tedrisat Kanununun yanlış tefsir ve tatbik edildiğini namına izahat verildiği sıradamedreseler programıyla kadrosuyla i‘aşesiyle aynen ibka edilip yalnız ismi değiştiğini söyleyen zat-ı vekalet-penahiniz idi. sarih bir hak olduğu halde hem evvelki beyanatınıza mütenakız olarak yalnız altmış talebenin i‘aşesi hakkındaki tebliğiniz hem dei‘aşe bedeli olarak bütçede yüz kırk bin lira değil yüz kırk bin para bile olmadığıdiye cevab ve nihayetinde bundan başka bir mütalea dinlememekteki ma‘zeretiniz bizi büsbütün yeise düşürmektedir. Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla layık olduğumuz ilmi ve ictimai mevkiimizin te’minini zat-ı vekalet-penahilerinden bekler ve siz de bunu tarihi nutkunuzla va‘d ederken doğrusu bu derece sukût-i hayale düşeceğimizi arzu etmez ve yegane merciimiz Maarif Vekaleti olacağı kanunen musarrah iken feryadımızın istimaedilmeyeceği gibi tali‘sizliği ümid etmez idik. Hükumetimiz halk hükumetidir. Halkın şikayetini feryadlarını dinlemek halkçılığın birinci umdelerinden olduğu gibi hükumet me’muruna efradın istid‘a verebilmek salahiyeti de hukûk-ı tabiiyye cümlesinden bulunduğunu bizden daha iyi bildiğiniz halde başka bir mütalea dinlemekteki ma‘zeretinizi anlayamadık. Tevhid-i Tedrisat Kanununu hüsn-i niyyetle karşılayan ve tahsil-i ilme teşne bulunan bu kadar talebenin açlık gibi bir mecburiyet-i elime ile terk-i tahsil etmesine vicdan-ı vekalet-penahileri razı olacaksa biz buna razı değiliz. Çünkü biz Vekalet-i Celilenizden sadaka değil eslafımızın bıraktığı bir hakkı istiyoruz. Eslafımız bugünfür kelimesinin hatta küfran-ı ni‘met manasına olduğu mevki‘lerde bile inkar kelimesiyle tercüme edilip durduğunu söylemiştik. Burada ona temas ederek küfrün iki manası bulunduğunubazen mutlak inkar bazen de Allah-ı azimüş-şanı inkar manasına kullanılmışolduğunu söylüyorlar. Lakin bu söz pek indi ve senedsiz bir sözdür. Buna bakılırsa mütercimlere göre küfrün başka manası olmayacak. Mesela peygamberi inkar Kur’anı cak. Demek ki mütercimlerin küfrü daima inkar ile tercüme etmeleri bu küfürleri şeriatten dinden kaldıracak gibi bir fikr-i muzmer istihdaf ediyormuş. Kendilerini bu hatırımızdan geçmeyecek idi. Küfürde inkar manası varsa küfr-i mutlak inkar-ı mutlak olur. Küfr-i mukayyedde değil yine bir olur. Taalluk ettiği müte‘allik kadar da efradı ve cüz’iyyatı tekessür eder. Küfr billah küfr biayatillah küfr bil-kitab küfr bin-nübüvve ilh… hepsinde küfür mefhum-ı vahid ifade eder. Bu ise vücuh-ı ihtimal ve taaddüd-i mana demek olmaz. Maamafih küfür kelimesinin asıl manası hiçbir zaman bizim lisanımızda anladığımız manaca inkardan ibaret değildir. Küfrün asıl manası setr etmektir. İnkar bazen ma‘rifet bazen tasdik mukabili olarak kullanılır. Küfr-i şer‘i ise iman mukabilidir. Hakikatte inkar bulunmadığı halde küfür ve imansızlık tasavvur olunabilir. Mütercimlerin dediği gibi olursa iblise kafir dememek lazım gelecektir. Çünkü Allahı inkar etmemişti. Onun içindir ki e‘azım-ı ulema göstermişler ve binaenaleyh küfrün hakikatini de bu kaydın fıkdanından i‘tibar eylemişlerdir. Birçok tefsir kitapları ve sahib-i un deki beyanatı küfür kelimesinin mana-yı aslisi setrden başladığını vazıhan göstermektedir. in Ragıb Paşa Kütübhanesinde güzel bir nüshası vardır. Asım Efendinin nakliyle iktifa etmeyecek olanlar oraya müracaat edebilirler. Hem ne hacet? Bu izahat mütercimlerin me’haz diye gösterdikleri kitaplarda da vardır. Yalnız kendilerinin söyledikleri vechile küfrün inkar-ı mutlakla inkar billah manalarına münhasır iki manası olduğu hiçbir kitapta yoktur.Döğmekta‘biriyleZeydi döğmekta‘birindeki döğmekkelimelerinin manaları başka başka olmadığı gibi mutlak küfür ile küfr billahtaki mefhum ayrı ayrı iki mana değildir. Evet küfür kelimesinin iki manası varsa manası yine her ikisinde vardır. Şu halde mütercimler hiçbir zaman küfür kelimesini inkar kelimesiyle istibdal etmeye muktedir olamazlar. Söz biraz uzadı. Bunun için bu izahata müte‘allik sözlerimizin ma-ba‘dini gelecek haftaya bırakıyoruz. zın tenmiye ve takviyesine sebeb olacak dershane-i kainatta bize hikmet ve ibret dersleri verecek ecdad ve eslafımızın fezailini hayrat ve hasenatını dine devlete millete hizmetlerini zihinlerimizde daima yaşatacak bize mazimizin ahval-i güzeştemizin iyiliklerinden canlı misaller kötülüklerinden kanlı nümuneler gösterecek müterakki zamanlarımızdaki esbab-ı terakkiyatımızı ve mütereddi zamanlarımızdaki avamil-i tereddiyatımızı zihinlerimizde yerleştirecek asar-ı edebiyyeye ya hiç tesadüf edemiyoruz yahud pek az tesadüf ediyoruz. Mebzul olarak tesadüf edilen eserler ya bint-i ineb yahud bint-i Havva aşk ve sevdalarıyla pir-i muğan ve muğpeçe hikayeleriyle mey ve meygede tasvirleriyle bezm-i huban ve sohbet-i rindan maceralarıyla bülbül ve gül serencamlarıyla zülf-i duhteran ve kakül-i püseran terennümatıyla firak şikayetleri visal tahassürleriyle serv-kad gül-bu ahu-çeşm siham-ebru la‘l-leb siminten sağar-ı mina teşbihleriyle doludur. Devr-i kadim edebiyatının hacıları da hocaları da sofu-mezhebleri de rind-meşrebleri de efendileri de beyleri de paşaları da hep bu vadinin ser-huş ve bi-huş yolcularıdır. Fuzulinin Ruhi-i Bağdadinin Ziya Paşanın bazı hikemi eserleri Namık kemalin vatani neşideleri Kazım Paşanın ilahi na‘tları istisna edilirse erbab-ı ciddin okuyacağı ve okuyanların müstefid ve müstefiz olacağı başka eserler göremiyoruz. Edebiyatın kıymetini nazarlarımızda yükselten yalnız Akif-i mu‘tekif zuhur etti fakat o da mey ve mahbubdan bahsetmediği için devrinin mahbub-i kulubu olamadı. Devr-i hazır edebiyatı ise devr-i kadim edebiyatına rahmet okuttu. Devr-i kadim asar-ı edebiyyesi sür‘atle ler miyanında mey ve mahbubun yüzünü görmeyenler pek çok idi. Salisen; ekseriyetle manzum idi. Manzum eserlerin karileri daima azdır. Binaenaleyh zararları da mahduddur. Rabi‘an; devr-i kadim üdebası İran ve Arab üdebasının taht-ı te’sirinde bulunuyordu. Zina Edebiyatıünvanını alan devr-i hazır asar-ı edebiyyesi sür‘atle intişar ve ta‘ammüm etmek için mebzul vasıtalara malik bulunuyor. Sonra amelidir. Yeni üdebamızın kavilleriyle fiilleri yek-diğerine tamamen tetabuk etmektedir. Salisen; hem manzum hem de mensur olarak neşr-i ufunet etmekte a‘zami faaliyet gösteriyor. Manzum eserlerin karilerine mensur eserlerin karileri de iltihak ediyor. Onun için zararları tahribleri de na-mahdud oluyor. Rabi‘an; yeni edebiyatımız garb udebasının ve bilhassa Fransız ediblerinin te’siratı altında bulunuyor. Bugünkü garb ve Fransız edebiyatı ise dünkü İran ve Arab edebiyatının yanında eşedd-i şer ve ez‘af-ı musibet olmak üzere ahz-ı mevki‘ ediyor. kü sekizyüz veya üç yüz talebeyi değil seksen bin talebenin tahsilini te’min edecek asar bırakmışlardır. Vekil bey hazretleri Hakir görülen ve aç bırakmak istenilen talebenin bir kısmı memleketin şerefini namusunu kurtaran istiklalini kazanan kimseler olduğu gibi bir kısmı da düşman süngülerine göğüs gererek vatan uğrunda şehid olmuş kimselerin öz evlad veya biraderleridir. Rahmet-i Rahmana kavuşan o kimselerin millete bıraktıkları bu vedi‘ayı hatırdan çıkarmayarak munsifane ve adilane kararlarınızı bekler ve yirminci asrın ilmi prensiplerine tevfik-i hareket etmenizi memleketin milletin ilim ve irfanı namına zat-ı vekalet-penahilerinden istirham eyleriz efendim. Yevmi matbuatımızın birinde sukût-ı ahlaki ve ictimaimizden ba‘is bir makale intişar etmişti. Makalenin silsile-i suturu miyanında gözüme ilişen bir terkib ve bir ünvan nazar-ı dikkatimi celb ve cezbe kafi gelmiş idi. O terkib ve ünvan da şu idi:Zina Edebiyatı!. Hakikaten sukût-ı ahlaki ve ictimaimizin en mühim amilini vecazet ve belağatle tasvir edecek başka bir terkib ve ünvan bulunamaz. Bu terkim ve ünvan asri edebiyatımızın yegane bir vasf-ı mümeyyizidir. Edebiyat-ı kadimemize deMey ve mahbub edebiyatıünvanını verirsek devr-i kadim ve devr-i cedid edebiyatını tamamen yek-diğerinden tefrik etmiş oluruz. Edebiyat eğer bir san‘at-ı nefise ise bu destgahda imal edilecek asar-ı san‘atın da nefis olması lazım gelir. San‘at-ı nefise destgahında asar-ı hasise san‘at-ı nefisesinden beklenilen asar-ı nefise acaba ne gibi şeylerdir? Bu suale verilecek kısaca cevab şudur: Ferdi ve ictimai ruhları ulvi duygularla aşılamak ve yine ferdi ve ictimai vicdanları ulviyet ve fazilet şuleleriyle nurlandırmak sakin ve atıl hissiyatı bir gaye-i makbul ve müstahsen uğrunda heyecan ve harekete getirmek gibi meali ve mekarim-i asar-ı edebiyyenin ekserisi mey ve mahbub aşk ve sevdalarıyla mey ve mahbubun tavsif ve tasvirleriyle doludur. ahlakın tehzibinde te’siri görülecek mesaib-i ictimaiyyeyi korkunç bir levha halinde gözümüzün önüne koyacak mefahir-i milliyyemizi nazarımızda canlandıracak kalblerimizde mealiye mekarime karşı rağbet ve merbutiyet tereddiyat ve süfliyata karşı da nefret ve - nüp dolaşmaları ancak bir takım sarhoşları çapkınları külhanbeylerini memnun eder. Fakat siz zarar görürsünüz çocuklarınızı onlara baktıramaz olursunuz onlara bakarak erkek ve kız evlaınız da yoldan çıkar. Onlara hürriyet vermek isteyenler kendilerine yüzvermeyen ve yüzlerine bakmayan hanımların iffet ve ismetlerinden Hürriyet-i nisvan mücahedesinin bellibaşlı bir kahramanı olan ve hürriyet-i nisvan da‘vasını müdafaa zımnında layihalar yazan makaleler neşreden bir zatın gazetesinde bir tehzil gözüme ilişti. Tehzil şöyle idi: Yan yana iki çift resim. Çiftlerin biri kadın diğeri erkek. Resimlerin bir çifti maziye diğer çifti de hal-i hazıra aiddir. Maziye aid çift resimde erkek kadından iltifat bekliyor fakat kadın iltifat göstermiyor ve tekdiramiz bir vaziyet alarak diyor:Beyefendi aldanıyorsunuz ben namuslu bir kadınım her kuşun eti yenmez.Hal-i hazıra aid çift resimde ise kadın erkekten iltifat bekliyor fakat erkek müctenib bulunuyor ve yan gözle bakarak:Hanım yanılıyorsunuz ben namuslu bir erkeğim her kuşun eti yenmez.diyor. Bu tehzil ile vaiz efendinin sözleri karşılaşınca vaiz-i muma-ileyhin keşf-i esrardaki isabet ve kerametine hayran oldum!... demek kadınlara hürriyet vermek için çalışmaktaki himaye-i hukûk-ı nisvan namına da‘va vekaleti yapmaktaki maksad ve gaye evvelce yalvarıp da iltifat görmedikleri kadınlardan şimdi yalvarıp da iltifat göstermemek suretiyle intikam almak Zavallı kadınlık seni pek fena aldattılar ve sen pek fena aldandın!.. Sen düşmanlarını dost ve dostlarını düşman telakki ettin. Nefsani iğvaatı nasihat rahmani nasihatleri musibet zannettin. Sen bir gevher idin ve çarşafın sadefin idi. Sadeften çıkarıldın ve sen uryan kaldın!. çıktı ve sen yalnız cesed olarak kaldın! Hanen bir cennet ve sen o cennette bir Havva idin sana zakkum ve mefsedet yedirdiler ve sen sokaklara düştün! Yüzündeki peçen bir mahfaza ve nur-ı vechin o mahfaza içinde bir şu‘le-i nur u ziya idi. O mahfazayı kırdılar ve o şu‘le-i nur u ziya muntafi oldu. Sen muhterem idin şimdi mübtezel oldun. Seni ararlardı fakat bulamazlardı. Şimdi sen arıyorsun fakat bulamıyorsun! Sen tevkir edilirken şimdi tehzil olunuyorsun! Seni bu hale getirenler bugün seni tehzil edenler senin dünkü da‘va vekillerindir yani seni hükm-i esaretten beraet ettireceğim diye ma‘nevi idamına sebebiyet veren sahte hamilerindir! Sana vaktiyle baba kardeş öğüdü verenler senin bugünkü haline acırken onlar senin felaketine karşı kahkahalarla gülüyor ve senin sukûtunla eğleniyor! Onlar seni yalnız senden Biz zaten kadimden beri dini ictimai ahlaki milli vatani hissi fikri ne gibi ve ne kadar zararlar görmüş isek hep yabancı milletlerin te’sirleri altında bulunmamız yüzünden görmüşüzdür. Vatanperverliği milliyetperestliği hamiyeti hayrhahlığı kimseye vermek zi nazım ve nasirlerimizi eserleriyle yazılarıyla hal ve hareketleriyle karşılaştırınız. Vatanperverliğe münafi milliyete mugayir hamiyete hayrhahlığa muhalif acaba neler görmezsiniz?!.. Ressamlığı bir san‘at-ı nefise addeden ressamların çıkardıkları münferid ve müctemi‘ bir halde çırılçıplak erkek ve kadın resimlerini görünüz ressamlıktan daha hasis bir san‘at bulunamayacağına hükmedersiniz! Ve İslamiyetin bu san‘atın icrasına cevaz vermemesindeki hikmet ve isabete hayran olursunuz! Kadınların derun-ı hanedeki hayat-ı afifaneleri vahşet ve esaret iffet ve ismet perdelerinin yırtılıp atılmalarına masruf-ı mesaiyi hamiyet hayrhahlık şefkat e merhamet mukteza-yı medeniyyet ve insaniyet telakki eden beylerimizin bugün kadınların terbiye-i sukût-ı ahlakilerine karşı almış oldukları vaziyetlere atf-ı nazar ediniz.Dün biz onlara yalvarıyor idik bugün onlar bize yalvarıyordiye istihza ve istihfaf naraları attıklarını anlarsınız! Geçen Ramazan-ı şerifte bir ikindi vakti Ayasofya Cami-i Şerifine gitmiştim. Pala bıyıklı Tatar simalı perişan sarıklı bir zat cami-i şerifin bir kenarına bir rahle kurmuş vaaz ve nasihat ediyordu. Cemaati kadın ve erkekten müteşekkil bir hey’et-i muhtelita idi. Sevk-i merakla bir müddet oturup dinledim. Bir aralık kadınlara tevcih-i hitab ederek hatırımda kaldığına göre aynen şu sözleri söyledi: Hanımlar haneleriniz sizin için birer saraydır. Siz o saraylarda birer sultansınız. Bu erkekler suret-i haktan gözükerek sizi saraylarınızdan çıkarıp tahtlarınızdan yorlar. Sakın bunların iğfalat ve idlalatına aldanmayınız sizi esaretten kurtaracağız hukûkunuza sizi nail kılacağız… gibi aldatıcı sözlerine inanmayınız sonra pişman olursunuz fakat iş işten geçtikten sonra pişmanlığın faidesi olmaz. Kadınlara aid bu sözleri bitirdikten sonra erkekler tarafına yüzünü çevirerek onlara da şu sözleri irad etmiş Efendiler beyler! Siz de bu hanımları aldatmayınız. Bunları kendi hanımlıklarında bırakınız. Sokaklarda dolaştıkları gün hanımlıklarının ellerinden gittiği gündür. Bir def‘a huyları bozulur hayaları azalırsa artık men‘ etmek isteseniz de muvaffak olamazsınız. Bunların sokaklarda sallana sallana gezip yürümeleri açık saçık dö Son zamanlarda şurada burada öyle feci cinayetler vukûa gelmeye başladı ki insan bunları ika‘ edenlerin kendi cinsine mensub olduğunu düşündükçe hayretler na bıçak çekiyor pederinin vefatına sebebiyet veriyor. Ankarada yaşlarında dört cani bir arkadaşlarının delik deşik ediyorlar. Kulaklarını kesiyorlar gözlerini oyuyorlar. Bununla da kanaat etmeyerek başını vücudundan ayırmak için ikisi başından ikisi de ayaklarından tutarak çekiyorlar çekiyorlar koparamayınca makadına bir bıçak sokarak bırakıp savuşuyorlar. Bu ne vahşet! Bu ne iftiras! Canavarlığın bu derecesini kikattir. Bu şenaatleri kendi nev‘imize kendi cinsimize mensub olanlar ika‘ etmiştir. Bunlar bizi derin derin düşündürecek hadiselerdir. Ne oldu da hey’et-i ictimaiyyemiz arasından böyle adamlar zuhur etmeye başladı? Esasat-ı ictimaiyyemiz mi yıkılıyor? Terbiye-i diniyye ve milliyyemiz mi çöküyor? diğerine karşı rahim ve şefik kılan ancak bir takım ma‘nevi duygulardır. Bu sayededir ki cem‘iyet nizam ve gulardan tecerrüd ettikten sonrazalum ve cehulolan Onun için herhangi bir hey’et-i ictimaiyyenin manevi bağlarının çözülmesine meydan vermemek millet rehberlerinin en mütehattim vazifesidir. Bu hadiseler münasebetiyle sahibi Cevdet Bey yazdığı bir makalede diyor ki: Biz iyi bir nesl-i ati yetiştirmek hevesinde idik. Fakat aynel-yakin görülüyor ki terbiyemiz çok aşağı derekelere düşmüştür. Eski ve tarihi terbiyemiz mahv oldu. Ana baba terbiyesi aile terbiyesi söndü gitti. Hissiyat-ı maneviyyemiz çok tereddiye duçar olmuştur. Artık bugün bize ef‘al ve harekatımızda hakim olan nedir? Milli terbiye yok ahlaki terbiye yok dini terbiye yok. Biz bu hale bir kere geldik mi bizi artık kanun terbiyesiyle terbiye etmek mümkün olamaz. Gazetelerde daha ne müellim vekayi‘ ne ahlak yırtıcı ef‘alin haber verildiğini görüyoruz. Her türlü muamelatımızı gözününüz önüne getirin. Hakikate sıhhate vüsuka i‘timad etmek mümkün olmadığını görürsünüz. İ‘timad üzerine verilen söz üzerine edilen yemin üzerine istinad etmek gayr-ı mümkündür. Bütün harekatta gayr-ı tabiilik yahud tabiiliğin son mertebesi addedilmiş seyyiat-ı ahlakiyye var. menba‘ı olduğunu hiç de hatıra getiremiyor! Bilmiyorlar ki senin iffetin milletin iffeti senin haysiyetin milletin haysiyeti senin hayatın milletin hayatı senin sukûtun milletin sukûtu senin tehzilin milletin tehzili senin sefaletin milletin sefaleti senin varlığın milletin varlığı ve senin yokluğun milletin yokluğudur. Dumanlı dimağların ra‘şeli ellerin zehirli ve semli fikirlerin mudil ve muğfil kalemlerin vücuda getirdiklerizina edebiyatısenin nazik ve nermin mevcudiyetinde mühlik cerihalar açtı. Ve senin aldığın bu cerihalardan milletin kalbi sızlıyor gözleri yaşarıyor fakat çare-i tedavisini bulamıyor ve o da seninle beraber inleyip duruyor. Yalnız ve yalnız zina edebiyatının nazım ve nasirleridir ki hala aynı neşideleri okuyorlar ve yeni yeni inşadlarla uğraşıyorlar. Fakat ne yapalım ve ne diyelim ki asr-ı hazır ediblerinin şairlerinin muharrirlerinin ressamlarının vatanperverlikleri vatana evlad yetiştirecek menba‘ları kurutmak ve milliyetperestlikleri de milletin fezail-i ahlakiyye ve Lakin ey muhterem kadınlık ve ey mader-i millet sen acı tecrübeler gördün mühlik neticelere ma‘ruz kaldın. Artık gözünü aç. Fima-ba‘d muğfil ve mudil sözlere aldanma muzır ve mühlik neşideleri okuma dinleme. Seni terzil ve tezlil eden ressam sandalyelerine oturma. Hanende kafesdeki kuş gibi kapanıp kalma el işlerini ev işlerini bitirdikten çocuklarının hizmetlerini yerine getirdikten sonra çık gez yürü hava al. Fakat iffetine haysiyetine kıymet-i neseviyyene halel verecek yerlere yol uğratma. Hanımlığını vakarını muhafaza et. Bi-kes meşgûl olabilirsin elverir ki iffetine ismetine halel gelmesin. Erkeklerle her hususta müsavi olacağım deme. Bu müsavattan evvel-emirde sen mutazarrır olursun. Erkeklerin bünyeleri kuvvetlidir ağır yükler taşırlar sen o yükleri taşıyamazsın. Erkeklerin askerlikleri var sen askerlik yapamazsın. Erkekler geç kocarlar sen tez kocarsın. Sen melahatini tez zayi‘ edersin erkeklerin melahatleri geç zail olur. Erkekler çok çalışırsa çok gezerler çok yerler. Sen onlar kadar yemek yiyeyim dersen hasta düşersin. Erkeklerin ayakları büyüktür büyük ayakkabıları giyerler sen ayn-ı vüs‘atte ayakkabı giyeyim dersen ve giyersen yürüyemezsin. Fıtrat sana ve erkeklere ayrı ayrı hususiyetler bahşetmiş iken ne sen ona müsavi olabilirsin ne de o sana müsavi olabilir. Senin ayrı meziyetlerin ayrı noksanların erkeklerin ayrı meziyetleri ayrı noksanları vardır. Kadınlar ile erkeklerin mütekabil vazifeleri mütekabil meziyetleriyle mütekabil noksanlarını telafi etmelerinden ibarettir. Erkeklik kadınlık meziyetini haiz değildir ki kadınlık da erkeklik meziyetlerini haiz olabilsin. gayret ederler. Teşkilat-ı mezhebiyye de şayan-ı dikkattir. Her mezheb kendi cemaatini diğer mezhebler cemaatleri karşısında ma‘nen ve maddeten himayet ve terbiye eder. Bütün bu teşkilat ve bütün bu cem‘iyetler ve hey’etler içinde son derece fedakar ve kanaat-i vicdaniyye ile çalışır meslek sahibleri vardır. Hakimlerin mahkeme a‘zalarının müdde‘i-i umumilerin kıyafetlerinin yeknesak bir şekle konulması takarrur etmişti. Şimdi bu kıyafet ve serpuş işlerini tanzim etmek üzere teşekkül eden bir komisyon çalışıyor. Bu münasebetle gazeteler hemen her gün kıyaet ve serpuş mes’elelerine aid ciddi mizahi türlü türlü mütalealar havadisler hatta resimler neşrediyorlar. Bazıları hakimlere verilmek istenilen yeni kıyafeti pek tuhaf buluyor Adliye me’murlarıyla mülakat ederek onların da bu şekillerden memnuniyetsizlik izhar ettiklerini kaydediyorlar. Bazıları bunun pek mühim ve lüzumlu olduğunu söyleyerek Adliye Vekaletinin bu teşebbüsünün esbabını izah ediyorlar. Komisyonun kararlaştırdığı kıyafet ve serpuşu tuhaf bulanlar diyor ki: Bu mes’elede Avrupaya benzemek istemenin de manası yoktur! Çünkü Avrupada bu an‘anevi kıyafet eski papaslardan kalmıştır. Laik bir cumhuriyetin ise hakimleri için Avrupanın papas kıyafetini kabul etmeye kalkışması çok garib olur. Hakimlerimize ve mahkemelerimize heybet verecek şey bu gülünç ve garib kıyafetler değil kanun vicdan adalet gibi faziletlerdir. Hakimlerimiz adil olmadıkça hangi kıyafete girerlerse girsinler hiçbir ehemmiyeti yoktur. Fakat bilmeyiz ki bu basit hakikat ne vakit anlaşılacak ve ne vakit cübbelerle kavuklar bir tarafa bırakılarak kıyafet ve serpuşa değil ruh ve zihniyete bakılacak? – Evvelce muhtelif hakimliklerde bulunmuş olan bir zat da muharririne şu yolda beyanatta bulunmuştur: – Kıyafet mes’elesi bir muhit mes’elesidir. Bilhassa hükkamın kıyafetinin hürmet telkin etmesi icab eder. Halbuki bizim için biçilmiş olan kaftan hürmeti celb etmekten ziyade bizi gülünç bir hale sokacaktır. Halk bu müstakbel binişimizin daha mükemmel bir şeklini orta oyunlarında görmüştür. Yakalarımıza sırmalı şerid koymak esası da zannederim ki yeni zabitan formalarından alınmıştır. Halbuki biniş ancak sadeliği ile güzel ve tabii olabilir. Eğer bunun yakalarını sırmalarla süslemek kabul Harice kulak verdiğimizde görüyoruz ki nesl-i atiyi hazırlayacak sağlam bir terbiyenin fıkdanına hemen müttefikan hükmediliyor. Sağdan soldan işittiğimiz budur. Asıl teessür olunacak şey edeb ve hayaya arız olan laubaliliktir. Mesela iki Türk erkek iki Türk kadınını alıp Beyoğlunun mülevves evlerinden birine götürüyorlar. Kendi kendimizi bu derece istihkar etmekliğimize ne kadar taaccüb edilse yeri vardır. Asıl garabet bizim bu kadar çabuk bozulmaklığımızdadır. Demek ki bizde hiçbir esas ve temel yoktu. Hepsini her şeyi o kadar çabuk o kadar zahmetsizce terk ediverdik. maddiliğin bu derekesine netice şudur ki meğerse biz suret-i zahirede bir iyiliğe sahib imişiz. Ma‘neviyatımız çoktan infisaha uğramıştır. Bir fırsat bekliyor imişiz. Bunun önüne nasıl geçilecek? İşte buna bir cevab vermek müşkildir. İlk amil aile olmak lazım geliyor. Ailelerimiz düşüyor. teplerimiz ise kezalik tedennidedir. Mektep muallimleri mektep idarelerindekiBırak yapsın sıkma. Tabiata terk et!sisteminden şikayet ediyorlar. Talebenin istikbalinden emin olmadıklarını beyan ediyorlar. Üçüncü amil kanunlardır. Fakat kanunların kuvve-i tesbitiyyesi tatbikat me’murlarının iktidarsızlıklarıyla ve bir de teşkilat fıkdanıyla iyi netice vermiyor. Hapishaneye götüreceğiniz mücrim eskisinden daha fena olup çıkıyor. Bir dördüncü amil olmak üzere dini buluyoruz. Dinin ahkam-ı sahihası da epeyce zamandan beri ihmal edilmiş görünüyor. Bu noksan ma‘lumat zayıf olanları bir kat daha za‘fa düşürüyor. Dinden muavenet beklemek şöyle dursun dini bilakis tedenni amili addeyliyorlar. Bu hal-i maneviye düşmüş olan Türk halkının atideki da tamamen çevirebilir ve onu pek çabuk idlale muvaffak olur. Çünkü halk kendini toplayamayacak bir haldedir. Ona ictihadında yardım edebilecek bir kuvvet bir müessir göremiyoruz. Halkımızın okuyup mefhumunu bi-hakkın anlayacağı neşriyata bile sahib değiliz. Başka milletlerdecem‘iyetlergibi teşkilat-ı ictimaiyye vardır. Bizde bunların birisi yok. Yine başka milletlerde kilisenin kezalik pek müessir ve nafiz teşkilatı vardır. Bunu o memleketlerde gördük. Şehirler gördük ki darulfünunuyla muallimlerniyle kiliseleriyle ve ba-husus teşkilat-ı hayriyyesiyle hemen kamilen manevi te’sirat altına girmişlerdir. Darul-fünunlar hey’et-i ta‘limiyyeleri aralarındaki tesanüd-i ilmi ile hey’et-i ictimaiyyeyi mümkün olduğu kadar metanet-i ahlakiyye ile yetiştirmeye ğu hiss-i hürmet başkadır. Bunu teslim ve i‘tiraf etmemek binaenaleyh Adliye Vekaletinin bu mehabetsizliği memek kabil değildir. Ancak komisyonun bu hususta hataya düştüğü anlaşılıyor. Komisyon bu kararın saik-i hakikisini galiba yı mehabetten mahrum olan hakimlere mehabet-bahş olabilecek bir şekil ve kıyafet ta‘yini mes’elesinde komisyon ecnebi hakimlerini nazar-ı dikkate almak gafletinde bulunmuş ecnebi kıyafet ve serpuşlarına benzer bir şeklin kabulü cihetine gitmiştir. Bu yüzden bazı gazeteler mes’eleyi ciddiyet sahasından çıkararak mizah vadisine dökmüşlerdir. Yoksa hükkamın kıyafeti mes’elesi kemal-i ciddiyet ve ehemmiyetle nazar-ı dikkate alınacak bir mevzu‘dur. Komisyonu böyle ecnebi kıyafet ve serpuşlarını kabule sevk eden ne olduğunu biz bilmiyoruz. Acaba komisyon bizde halka ilka-yı mehabet ve hürmet edebilecek bir kıyaet ve serpuş olmadığına mı kail oldular? Yoksa komisyonu teşkil edenler de bila-kayd ü şart garbcı zevat mıdır? Her halde bu hususta ne düşündüklerini hangi esaslar üzerine ibtina-yı karar ettiklerini bilmiyoruz. Ortada ma‘lum olan bir şey varsa o da komisyonun hatasıdır. Evet ecnebi hakimlerinin giydikleri serpuşlar ve mantolar o milletlerin asırlardan beri devam eden an‘anelerinin devamı olmak i‘tibarıyla onların nazarında o kıyafet ve serpuşların ilka-i mehabet edecek bir halde olduğuna şübhe yoktur. Fakat başka bir millet nazarında o kıyafet ve serpuşların ilka-yı mehabet etmesi şöyle dursun mahkemeleri gülünç bir hale sokar. Bu gibi hususatta esas an‘anenin muhafaza ve idamesidir. Yoksa yeni bir şekil ve kıyafet icadı değildir. Böyle olunca bizim ihtiyar edeceğimiz şekil ve kıyafet de pek vazıh surette ta‘ayyün eder. Madem ki esas an‘anenin muhafazasıdır o halde bizim asırlardan beri hükkamımızın kıyafet-i asliyyesini nazar-ı i‘tibara almak lazımdır. Bu kıyafet ise o kadar muayyen ve vazıhtır ki bu hususta hiçbir tedkik ve tereddüde mahal yoktur. Sarık sakal cübbe. İşte bizde halka mehabet ve hürmet ilka edecek kıyafet ancak budur. Bu kadar basit ve bedihi bir hakikati komisyonun idrak edemeyeceğine biz inanmak istemiyoruz. Eğer maksad denildiği vechile halka mehabet ve hürmet hissi ilka ise. Yok eğer bu tebdil-i camede bizim bilmediğimiz başka bir maksad var Doğru yol hak ve hakikat yolu o kadar karışık ve dolambaçlı değildir. Biraz görür gözü düşünür kafası olanlar onu görür ve idrak edebilir. edilirse böyle bir kıyafeti iksa edecek ne bir hakim ne de bir müdde‘i-i umumi bulunamayacaktır. Lüzumuna kail olanlar da diyorlar ki: Askerlerin zabitlerin nasıl ellerinde tüfek bellerinde kılıç oldukları halde sırmalar şeritler ve saireler ile sızları te’dibe me’mur olan hakimlerin mahkeme a‘zalarının avukatların müdde‘i-i umumilerin mübaşirlerin bu ihtiyacdan azade olmadıkları elbette kabil-i inkar değildir. de mahkemeye işi düşenler üzerine dehşet değilse de hürmet ve ihtiram hissi ilka edecek bir şekle ifrağ edilmelidir. Hakimlerin kıyafetlerini tebdil etmenin Adliyecilerimizin mehabetini tezyid etmesinden başka bir faidesi daha olacaktır. Bu faide de memlekette şekl-i hükumetin tebeddül ettiğine cumhuriyet adliyelerindeki adaletin istibdad ve Meşrutiyet devirlerindeki adalete benzemeyeceğine herkesi inandırmasıdır.– lerin ilka-i mehabet ve hürmet edemeyecek bir şekil ve vaziyette bulundukları anlaşılıyor. Acaba hakikaten böyle midir? Bit-tabi‘ Adliye Vekaleti bu babda tedkikat böyle bir teşebbüste bulunmuştur! Hakimlerimizin bugünkü şekil ve kıyafetleri tedkik olunursa iki nevi‘ şekil ve kıyafet olduğu görülür. Birisi cübbeli sarıklı ve sakallı hakimler diğeri de sivil matruş halka ilka-yı mehabet edemeyen hangi nevi‘ şekil ve kıyafetlerdir? Komisyonun binişe benzer geniş bir şey tensib ettiğine bakılırsa mehabetsizliğin sivil kıyafette olduğu kabul edilmiş oluyor. Ba-husus son zamanlarda pek genç olan Adliye hakimlerinin bazılarının bıyıklarını da burnu dibinde birkaç tüy bırakacak derecede kesmiş olmaları halka karşı ilkası lazım gelen mehabetten bu nevi‘ hakimleri büsbütün tecrid etmiş oldu. Esasen Anadolu halkı öteden beri mehabetli kıyafeti bıyık ve sakal ve bıyıksız şekil ve kıyafetler pek tuhafına gitmiş olsa gerek! Bu nokta-i nazardan Adliye Vekaletinin hakimleri halka mehabet ve hürmet ilka edebilecek bir şekil ve kıyafete sokmaya teşebbüsü manasız değildir. Bilakis bunda esas i‘tibarıyla isabet vardır. Anadolunun iç taraflarını gezip de halkımızın ahval-i ruhiyyesine vakıf olanlar bazı sivil hakimlerimizin son şekil ve kıyafetlerinin halka ederler. Anadolu halkının cübbeli sarıklı sakallı bir kadının huzurunda duyduğu hiss-i hürmet başkadır. Sivil sakalsız bıyığı kesik genç bir hakimin karşısında duydu Yeni Eserler: Hindistanda Büyük İslam mücahidi Ebul-Kelam Ahmed hazretlerinin şehamet-i İslamiyyeyi tecelli ettiren mühim nutku ahiren namıyla bir risale halinde intişar etmiştir. Mevlana Ebul-Kelam Ahmed İslam aleminin yüzünü ağartan mücahid ve müceddid-i ulema-i İslamiyyedendir. Müşarun-ileyh Hindistanın meşhur kahraman-ı millisi Gandi ile hemen hemen Hindistanın bütün merakizini dolaşmış ve Hindistanı İngiliz zulüm ve istibdadına karşı kıyam ettirmek için her yerde irad-ı kelam eylemiştir. senesinin Ağustosunda Hindistan Milli Kongresiyle Hilafet Cem‘iyeti İngiliz Hükumetine karşı boykotaj tatbikini hükumetin mekteplerini mahkemelerini meclislerini me’muriyetlerini terk etmeyi İngiliz emti‘asını kullanmamayı hizmet-i askeriyyeye süluk etmekten etmemeyi kararlaştırmıştı. İngiltere Hükumeti bu vaziyet karşısında kalınca halk nazarında iade-i i‘tibar etmek ümidiyle İngiltere veliahdinin Hindistanda bir seyahat anlayan Ulema-yı İslamiyye Cem‘iyeti İngiltere veliahdinin ziyaretine karşı da boykotaj tatbikine karar verdiklerinden zaman ümid olunan hüsn-i kabulü görmemiş seyahati bir netice vermemişti. Buna karşı İngiltere olanca şiddetiyle hareket ederek ictima ve hürriyet-i kelamı en müdhiş kaydlarla takyid etmek istemiş ise de Mevlana Ebul-Kelam halkı adem-i itaate teşvik etmiş hükumet evamirine karşı gelenleri derdest etmiş ve birkaç gün zarfında hapishanelerin hepsi dolmuş derdest olunanların adedii geçmiş hükumet mahbusları i‘aşeden aciz kalmış binaenaleyh herkesi serbest bırakmaya başlamış! Bu vaziyet karşısında naçar kalan hükumet bütün bu iğtişaşların menba‘ı ve saiki addettiği Mevlana EbulKelamı tevkif ederek irad ettiği nutuklarından dolayı muhakeme ve nihayetül-emr müşarun-ileyhi iki sene hapse mahkum eylemiştir. Mevlana Ebul-Kelam muhakemesi esnasında mahkemeye hitaben pek mühim bir nutuk irad etmiştir ki baştanbaşa me‘ali ve hakaik-i ecnebi devletlerin tasallutuna karşı müslümanların alacakları vaziyeti ta‘kib edecekleri hatt-ı hareketi İslam ulemasının hak ve adalet uğrunda mücahedelerini İsKomisyonu acizane şöyle bir tavsiyede bulunmak isteriz: Eğer maksad halka ilka-yı mehabet ve hürmet ise bu hususta ecnebi kıyafet kolleksiyonlarını ber-taraf ederek kendilerine hürmet ve mehabet ilka etmek istediğimiz halkamızın ahval-i ruhiyye ve şerait-i ictimaiyyesini nazar-ı i‘tibara alsınlar. Adliye vekili de son beyanatında her halde memleketimizin şerait-i ictimaiyyesine muvafık bir şekilihtiyar edileceğini söylüyorlar ki şayan-ı şükrandır. Binaenaleyh sarıklı hakimlerin esnayı muhakemede sarıklarını çıkarmaları şöyle dursun diğer hakimlerin de sarık ve cübbe giymeleri ihtimali vardır. Eğer memleketimizin şerait-i ictimaiyyesi nazar-ı İktisadi ma‘zeretler serd edilerek pek zayıf bir ekseriyet tarafından Millet Meclisinin son celselerinde rahmet-i Rahmana kavuşan Men‘-i Müskirat Kanunu bugün memleketin hemen her tarafında günden güne mütezayid bir tahassürle aranmaktadır. Gayesindeki ulviyeti kendisine en büyük rehber olarak kullanan Yeşilay Birliği taşralarda müte‘azzıv bir teşkilatı yok iken birçok tarafdarlar fahri propagandacılar kazanmıştır. Has bir meb‘usumuzun dediği gibi içki ihtiyac-ı medeni olarak değil bilakis medeniyet ve aile düşmanı olarak tanınmış ve idmancı gençlerimiz teşkilatlarında kuruluğu mukaddes bir umde olarak kabul etmişlerdir. Eskişehir kü’ul mücadelesinde de tıbkı İstiklal Harbinde oynadığı mühim ve hayati rolü oynamaya karar vermiştir. Hızır İlyas günü kırlarda dolaşan seyyar jandarmalar aleni içki içenleri pek sıkı bir surette ta‘kib etmiş içki yüzünden ufak bir zabıta vukûatının tahaddüsüne meydan verdirmemişlerdir. Bayram günü şehrin iki büyük camiinde Hilal-i Ahdarcılardan Doktor Fahreddin Kerim ve şehrin kıymetli ulema ve da‘va vekillerinden Osman Nuri Efendi taraflarından mevizalar irad edilmiş ve bu mevizalar bütün halk tarafından hararetle takdir edilmiştir. Bütün bu cereyanlar gösteriyor ki içki düşmanlığı her fırsattan istifade ederek şuuri bir tarzda halkımız arasında kuvvetleşiyor. Gelecek devre-i intihabiyyede tıbkı Amerikada olduğu gibi meb‘us namzedleri yaş ve kurular arasından tefrik edilirse hiç şaşmayalım. de müsavi salahiyet ve nüfuz ile fasl-ı da‘vaya çalışırlardı. Şimdi ise Evkaf Vekaleti ilga edilerek Müdüriyete hukûkunun muhafaza edecek bir vekil yoktur. Bu vazife hukûkunu Başvekalet himaye ve müdafaa edecektir. Umur-ı şer‘iyye de böyle. Umur-ı Şer‘iyyenin de doğrudan doğruya Hey’et-i Vekile arasında bir vekili yok. Müdüriyet-i Umumiyye suretinde bir Diyanet İşleri Riyaseti var. Bunun da ma-fevki Başvekalet olduğu cihetle umur-ı diniyyenin muhafaza ve himayesi de yine Başvekalete aid oluyor demektir. Din ile siyasetin tefriki nazariyesine göre yapılan bu tebeddülün o nazariyeye tamamıyla muvafık olup olmadığını dinin hükumetten hakikat-i halde tefrik edilmiş olup olmadığını burada tedkik edecek değiliz. Bu uzun bir bahistir. Ayrıca tedkik edilmeyece muhtacdır. Bugün hakikat olan bir şey ise umur-ı diniyye ile evkafın hükumetten tamamıyla tefrik edilmemiş olduğu yalnız umur-ı şer‘iyye ve evkafı doğrudan doğruya tedvir ve müdafaa ile muvazzaf ve sahib-i salahiyet ve nüfuz-ı müstakil bir vekaletin ilga edilerek Şer‘iyyenin bir Riyaset Evkafın da bir Müdüriyet-i Umumiyye haline ifrağı ve her ikisin Başvekaletin emri ve mes’uliyeti altına verilmesidir. Onun için bugün Maarif Vekaleti ile Evkaf arasındaki münaza‘un-fih mesailde Evkaf Müdüriyet-i Umumiyyesi doğrudan doğruya teşebbüsatta bulunamıyor. Ma‘ruzatını Başvekalete arz etmekle iktifaya mecbur oluyor. Demek ki medrese binalarına Maarif Vekaletinin sahib çıkmasına karşı hukûk-ı evkafın muhafazası başvekilin elinde bulunuyor. Vakı‘a Hey’et-i Vekile arasında umur-ı diniyye ve evkafın mümessil ve müdafi‘-i mes’ulü daha fazla nüfuz ve salahiyet sahibi olan başvekilin olması mucib-i memnuniyettir. Fakat Başvkaletin umur-ı mu‘addala-i devlet ile meşgûliyeti ve esasen mesail-i diniyye ve evkaf kadar muhafaza ve müdafaa edebileceğine bu medreseler binası mes’elesi fiili bir misal teşkil edecektir. Biz ümid ederiz ki Başvekalet Evkaf vekilinden daha ziyade hukûk-ı evkafı sıyanet ve müdafaa edebilecektir. Sebilürreşadın her kari la ekal iki kişiyi daha abone kayd ederse mecmuamızın neşri hususunda pek büyük lütufta bulunmuş olurlar. lam hamaset ve şehametini emr bil-ma‘ruf ve nehy anil-münker vazifesinin manasını ve suret-i ifasını İslam tarihinin geçirdiği edvar-ı tarihiyyeyi bugünkü müslüman Hindistanın intibah ve mücahedesini hedeflerini Hindistanlıların tuna karşı aldıkları celadetkarane ve fedakarane vaziyeti haizdir. Bundan başka Hindistan ulemasının tarihte mü’ebbed bir kıymet-i iftihar bırakan eski İslam alimlerinin ruhunu şad edecek bülend bir seviyede oldukları Hindistanın istiklal ve teceddüd mücahedesinde alemdarlık vazifesini ifa ettikleri bu nutuktan anlaşılmaktadır. olan bir milletin reha bulması muhakkaktır. Bu fedakar alemdarların zuhuru bir milletin halas-ı manevisini tebşir eder. maddi reha ise bu ma‘nevi rehayı mutlaka ta‘kib eden bir merhaledir. Mevlana Ebul-Kelam Ahmed hazretlerinin naklettiğimiz nutku bu manevi rehayı ifade etmekte ve Hindistanın maddi rehasına karşı dikilen maniaları yıkmak için kuvvasını tahşid etmekte olduğunu göstermektedir. Hayat-ı İslamiyyenin bu safahatına müslümanların ıttıla‘ etmeleri lazım geldiğine kani‘ olduğumuzdan evvelce hulusasıda neşrolunan bu nutku bu def‘a aynen tercüme ederek risale halinde neşrediyoruz. Fiatı on kuruştur. Posta ücreti yüz paradır. Tevhid-i Tedrisat Kanununa medreselerin binalarına da sahib çıkmaya kalkışmıştır. Evkaf Müdüriyeti ise Maarif Vekaletinin bu iddiasını fuzuli ve hakk-ı tasarruf esasını ihlal edici bir teşebbüs suretinde telakki etmektedir. Evkaf Müdüriyeti Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla mebani-i vakfiyeden olan medrese binalarının Evkaftan alınmaya teşebbüs edilmesini gerek vakfın esasatına gerek ahkam-ı kanuniyyeye tamamıyla mugayir görüyor. Ve bunun için Maarif Vekaletinin bu fuzuli teşebbüsünün hiçbir şeye muvafık olmadığını mafevki olan Başvekalete anlatmaya çalışıyor. Eskiden yani Evkaf da Maarif gibi bir vekalet iken kuvve-i icraiyye arasında söz sahibi iken herhangi münaza‘un-fih bir mes’elenin hudusü halinde iki daire mevasimi ve gece ile gündüzü vücuda getirecek tarzda devr u seyranı takdir buyurmuştur. Artık bunların biri namaz. Hulasa yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kerime sevabıkıyla levahıkıyla birlikte olarak ancak bir hakikati bildirmek edememek yüzünden halikla mahluku birbirine benzetiyor sani‘le masnu‘u yek-diğerine karıştırıyor. Tefsir etmekte olduğumuz Bakara ayetine gelince nazm-ı celiliyle mesbuktur ve şübhe yoktur ki nass-ı kerimi Mesihin kız evlad edindiğini yahud ekilen ekinlerden kesilen hayvanlardan kendisine hisse aldığını tevehhüm eder ve buna benzer diğer bir takım evhama kapılan kimselerin da‘vasını reddetmektedir. Kezalik Al-i İmran suresindeki ayet-i celilenin maksad-ı nüzulü Mesihin ibnullah olduğuna kail olanları reddetmekten başka bir şey olmadığı zahirdir. Zira nass-ı kerimi sarahaten natık olmaktadır ki İsa aleyhis-selamın nezd-i mertebesi Hazret-i Adem aleyhis-selamın mertebesi fevkinde değil nasıl Halik-ı Zül-Celal Ademi topraktan vücuda getirdikten sonra bir hilkat-i kamile şeklini almasını emredince Adem Halıkının emrine anası Meryemin karnında Cenab-ı Hak aynı suretle tekvin etti. O Halik-ı Zül-Celaldir ki turab için Mesihin .... Cenab-ı Hak herhangi bir şeyi takdir eder vaz‘-ı bedi‘iyle vücuda getirir de sonra onu yine onun için çizmiş olduğu kanun ve nehc-i ilahisini ta‘kib ile mükellef tutarsa artık onun için kanun-ı ezelin saha-i şümulünden haricde kalabilmek yahud gösterdiği yoldan inhiraf edebilmek Bütün mahlukat arasından Beni-Ademin yeryüzünde halife olmasına meşiyet-i ilahiyyesi taalluk edince insanın bedenine ve kafasına bunun için lazım gelen a‘za ile yoldan yürümeye başladı. Vakı‘a ebna-yı beşer arasında bu mevahibden istifadeye kudret-yab olamayanlar yok değil. Lakin böylelerinin yanı başında aynı mevhibelerle hilkatlerinin gayesine varanlar mevcud. Madem ki Fatır-ı Hakim gözü görmek kulağı işitmek dili söylemek deriyi hissetmek dimağı düşünmek mideyi hazm etmek böbrekleri bevl ifraz etmek kalbi de vücudu beslemeye salih kanları a‘za-yı bedene sevk edip kirlenmiş kanları tasfiye görmek üzere akciğerlere sevk eylemek için takdir buyurmuştur. Gerek bu a‘za ve cevarihden gerek cevf-i sadri ve batnideki ahşadan hiçbiri dest-i ezelin kendisine çizdiği kanuna karşı gelemez. Binaenaleyh göz işitmeye kulak görmeye kalb böbreklerin vazifesini eda etmeye kalkışmaz. Madem ki Hallak-ı Kerim kamere kendisi için mukadder olan menazile hübutu şemse manzumesiyle birlikte seyri arza da feza içinde ve kendi mihveri etrafında Başmuharrir Sahib ve Müdir / / / temez me’murdur icabete mecburdur. Bu i‘tibar ile kavanin-i kevniyyesinin ruhu ittihaz eylediği o emr-i ilahi ayet-i celilesi de bunu müeyyiddir. Bu i‘tibara göre tekevvün hem fevri hem tedrici oluyor. Fevri olması şu suretledir: mesela kainat-ı mükemmele arasından insan bir takım zerrat-ı sagireden terekküb ederek muhtelif etvara girer. Binaenaleyh bütün ahval zerreye ve tatavvurat-ı muhtelifesinde takdir-i tekviniye muhatabdır. Bu etvarın kaffesinde sun‘u pek bedi‘ olan kudretin münkadıdır muti‘idir. O dest-i kudret ki husulünü istediği evsaf ve mümeyyezatı itmam edinceye kadar ilave eder tay eder tasvir eder takdir eder durur. Şayed tekevvünün fevri olması başka bir manada olsaydı Hazret-i İsanın hilkatini bildiren ayet-i celile yerine tarzında varid olmak Bununla beraber ecza-yı muhtelifeden mürekkeb olan ve mevcudat-ı saireden tevellüd ıztırarında bulunan bir mevcudun fevren hilkati meşhudatımıza muhalif olduktan başka Kitab-ı Keriminde buyuran Fatır-ı Hakimin kavanin-i kevniyyesiyle de kabil-i te’lif değildir. Mamafih ileride gelecek ayat-ı kevniyyenin tefsirinde bu mevzu‘a dönerek keyfiyet-i tekvine ve kainattan bir kısmının diğerine nisbetine dair inşaallah mütala‘atımızı bildireceğiz. Nurul-Beyan mütercimleri son izahlarının dördüncü fıkrasında te’vilin netaicini beyan sadedindeKelamı zahirinden mana-yı muhalifine irca‘ edenler de bulundu diyorlar ve bu vesile ile zuhura gelmiş olan fırak-ı dalleden bazılarının isimlerini zikrederek ehl-i sünnet ve cemaat ulemasının bunlara karşı mücahedelerini takdir Kelamı zahirinden mana-yı muhalifine irca‘ etmek esasen te’vil değil bir tahrif ise de biz buradaki net ve cemaat uleması daima hak ve i‘tidal ve insaf esası üzere yürüdüklerinden heva-i nefsaninin telkin etmüteşekkil bulunduğu mevadda istihaleyi takdir buyurup müteakiben ona suret verdi ruh-ı ezelisinden nefh etti o da tammül-hilka bir beşer olarak meydana çıktı. Acaba Cenab-ı Hak tarafından vücuda gelmesi emrolunan emre muhalefet kudreti mutasavver midir? Sure-i Yasindeki ayet-i kerimeye gelince Hallak-ı Azimin ölmüş insanlara yeniden can vermek toprak haline gelmiş ecsadı haşr u ba‘s etmek kudretini gösteremeyeceği vehminde bulunanları red için nazil olduğu aşikardır. Şu halde bütün bu ayetlerden maksad-ı Halik birdir ki o da Allahın mahlukatı arasından bazılarının emr-i tekrim olmuş kulları içinden bir takımını Cenab-ı Hakkın kızı yahud oğlu telakki edenlere hücum ve redden başka bir şey değildir. nazm-ı celili bu terkibi göstermektedir. Binaenaleyh Fatır-ı Zül-Celal hilkatin her anında kazasını yürütücüdür mukaddirdir musavvirdir amirdir. /- /. /. olunan Türk müslüman muhatablara karşı mütercimlerin yaptıkları gibiyedi kat‘ tesviye ettidiye bir mana verilirse bu muhatablar için kendi fikr-i selimleriyle bu hatayı keşf etmek imkanı yoktur. Binaenaleyh tercüme tarikinden gelen bu gibi yanlışlıkların namı su-i te’vil değil açıktan açığa bir tahrif olur. Sebebi adem-i vukûf veya kasd her ne olursa olsun netice aynı neticedir. Başka ayetlerdetıbakankaydı bulunması bahanesiyle haydi buraya bir kat ilavesiTıbak demek kat demek ise bir dereceye kadar ma‘zur görülse bileyedi kat tesviye ta‘biriyleyediyi vekatı semadan kaldırıp tesviyeye yapıştırmak bu ayetin calib-i dikkat olan hususiyetine nazaran bunun iltizami bir yanlışlık olduğunu söylemeye hak vardır gibi görünüyor. Burada ehl-i sünnet ulemasını tebcil eden mütercimler yukarılarda imanın ta‘rifini yazarken Mu‘tezileler ve Havaric mezheblerini nakletmişler ve ehl-i sünnetin mezhebini kale almaya tenezzül etmemişlerdi. Daha garibi o sözü Ebussuud ve Kadi Beyzaviden alırken onların cerh ettikleri ehl-i sünnet mezhebini la-şey gibi atıvermişlerdi. Ve Fatihada hidayetin manasında olduğu gibi bazı yerlerinde de Mu‘tezile mezhebini iltizam eylemişlerdi. Herkesin ma‘lumudur ki küfür imanın zıddı veya nakizi bir manadır. Zıdların nakizlerin manaları da yine zıdlarıyla ölçülür ve onunla inkişaf eder. Iman mütercimlerin de olduğu gibi i‘tikad ve amel mecmu‘u olduğuna göre bunlardan birinin noksanıyla iman gitmiş ve küfür kapısı açılmış olacaktı. Şu halde küfür: İ‘tikadı veya ameli yahud Raesulullahın getirdiği şeyler Yalnızca zorlananlar Mütercimler izahatın beşinci fıkrasında muhtelif tefsir mesleklerini kayd etmek istiyorlar. Her alimin mütehassısı olduğu mesleği nokta-i nazarından bir tefsir yaztiği yanlış yollardan yürüyenlere karşı ilimde silah olarak kullanılacak pek güzel usul ve kava‘id tesbit etmişler ve bu usullerini de hep kitap ve sünnetin istikra-i tammı üzerine istinad ettirmişlerdir. Bunlardan birisi deHilafına bir delil bulunmadıkça nusus zevahirine haml olunurkaidesidir. Bunun bir mütemmimi deBir nas veya bir kelam vücud-ı ihtimalinde dahil olmayan bir manaya asla haml olunamaz.Binaenaleyh kelamı mana-yı muhalifine haml etmek asla caiz değildir. Bütün bu kaidelerin esası da şu cümlede hulasa olabilir:Her kelam kendi manasını ifadeye mevzu‘dur bir sözü vaz‘ı vechile kullanmayan veya anlamayanlar onu suistimal etmek haksızlığında bulunmuş olurlar. bir takım maani-i fasideye haml etmeye çalışan ehl-i heva kelamın bu vaz‘-ı aslisine tecavüz zulümkarlığından bulunduklarından dolayı ehl-i sünnet vel-cemaat kendileriyle bi-hakkın mücahede ederek dine ve ilme akli ve nakli hizmette bulunmuşlardır. Ehl-i sünnetin bu hizmetlerini bu kere tebcil eden mütercimlerini de biz bu ehl-i sünnet uleması miyanında görmek istediğimizden dolayı tercümelerinde gördüğümüz münharif veya muhalif noktaları ihtar ile bir hizmet-i diniyyede bulunmak ve kendilerini söylemiş oldukları su-i te’vil netaicinden sıyanet etmek istemiş idik. Tefsir müfessirin ayn-ı lisanındandır. Bir lisandaki sözü diğer bir lisan ile tefsir etmek esasen gayr-ı mümkündür. Bunu yapabilmek için evvel-emirde tefsir olunacak aslı tercüme eylemek ve o tercümeye göre tefsirini ne kadar tefsirden te’vilden dem vursalar yaptıkları şey bir tercüme taslağından başka bir şey değildir. Tercüme nakliyatta o kadar ehemmiyeti vardır ki bunu ancak bilmeyenler veya haktan korkusu olmayanlar istisgar edebilir. Bu noktayı iyi anlayabilmek için bir mahkemede bir şahidin veya müdde‘inin ifadesindeki kuyudun ehemmiyetini tercüme veya istinabe halinde en küçük bir yanlışlığın ne tehlikeli neticelere müncer olabileceğini düşünüvermek kafidir. Bunu derpiş edince pekala görülür ki tercüme ve nakl bil-ma‘nada vukûa gelecek yanlışlıkların inhirafların tehlikesi bir ayetin lisan-ı aslisiyle yanıbaşında ahz-ı mevki‘ edecek su-i te’villerinin netaic-i seyyiesinden daha hatar-naktır. Mesela ayetini birisi çıkıp da Arabi olarak diye te’vil etse burada cüz’i bir mülahaza muhatablara bu te’vilin butlanını / / Evet bu basit ve zaruri hakikatte esas i‘tibarıyla hiç şübhe yoktur. Hangi meslekte tefsir yazılırsa yazılsın bundan inhiraf etmek caiz değildir. Hatta sade Kur’an hakkında değil herhangi bir mütekkellimin müellifin meramını fehm ve şerh etmek için sözünün hey’et-i mecmuasını ve siyak ve sıbakını gözetmek şart-i la-büddür. Ancak tefsir ve te’vilin şeraiti yalnız bundan ibaret değildir. Asr-ı Saadette cari olan asıl lisan-ı Arabın bütün inceliklerini hin-i tefsirde göz önünde bulundurabilmek dekaik ve mehasinini dahi eldeki kalem gibi tedvir edecek vechile bilmek ve nazar-ı dikkate almak lazımdır. Ve taassubdan azade kalmak için istişhadat-ı lisaniyyeyi Kur’an ve hadis ile değil üdeba-yı cahiliyye şiirleriyle yapmalıdır. Aynı zamanda tarihe ve vukûat-ı teşri‘iyyeye de vakıf olmalıdır ki nasih ve mensuh mes’eleleri bu cümledendir. Eğer bütün mesalikin fefkıne çıkarak tam bir salahiyet-i müctehidane ile tefsir ve te’vile girişmek hiv Keşşaf gibi belağat Ebu Hanife gibi fıkıh Malik gibi hadis Şafii gibi usul Taberi gibi tarih Razi gibi fünun ve kelam Muhyiddin Arabi gibi tasavvuf ilh. bilmek Kadi ve Ebussuud gibi bir ifade ve bütün e’imme-i din gibi hakperest bir hüsn-i himmet sahibi olmak veya e‘azım-ı ashab gibi bizzat mişkat-ı Muhammediden ahz-ı feyz etmiş bulunmak lazım gelir ve bundan dolayıdır ki ehl-i fenden her biri tabiatın bir vechine aid bir fenne hizmet ettiği gibi ulema-i dinden her biri de Kuranın bir vechine hizmete çalışmışlar ve kemal-i dini ve ilmiyi tesanüd ve ictimaiyet-i ilmiyye sayesinde hey’et-i mecmuada göstermeye bezl-i gayret etmişlerdir. Bütün bunlarla beraber bir Kur’an tercümesi meydana getirmek böyle bir tefsir işinden daha ağır ve daha zordur. Çünkü tercüme-i Kuran Kur’an olamazsa da hiç olmazsa bir hayal-i Kuran olabilmelidir. Zira Kur’anınArabi-i mübinolduğu mansus bulunduğundan dolayı tercümesine Kuran demekte küfür tehlikesi bulunduğu gibi tercümenin aslını temsil etmemesinde de tahrif tehlikesi vardır. Şeyh hazretleri bunu müteakibBiz ne yaptık?diye soruyor.Ve ayatın yine ayat ile tefsiri tarzını ihtiyar ettik.diye cevab veriyor. Afv-ı alilerine mağruren diyeceğiz ki biz bunu da merci‘ine gönderilmeyen zamir gibi buluyoruz. Bir ayetin tefsirinde Kuranın hey’et-i mecmuasını nazar-ı dikkate almak o ayete hemen nazir ve müşabihlerinin manasını yapıştırmak değildir. Bir ayetin bir harfinde bile Kuranın hey’et-i mecmuasını nazar-ı i‘tibara almak demek o ayete ve o harfe Kuranın hey’et-i umumiyyesine muhalif bir mana vermemek ve onunla ahengdar bir nazm-ı bediide bulunabilecek güzel bir mana vermek demektir. Kuranın her kelimemış olması hiç şübhesiz Kitabullahın o meslek nokta-i nazarından mezaya ve dekaikini tafsil ve irae etmek gibi bir hizmet-i mübecceleyi mutazammındır. Fakat bunların bir kısmı alat ve bir kısmı gayat nokta-i nazarından hizmet eder. Şübhe yok ki maksad-ı asli gayattır o da dinin ahkam-ı asliyye ve fer‘iyyesini anlamak ve anlatmaktır. Bizzat gayata hizmet edenler alatı müsellem farz ederek yürürler ve ona müraat etmek mecburiyetini unutmazlar. Alata hizmet edenler de ehl-i gayatın bu matvilerini tasrih eylerler. Binaenaleyh Kur’anın lügat sarf ve nahiv ve belağatını hiç nazar-ı i‘tibara almayarak bir tefsir yazan olmamıştır ve olamaz. Hiçbir mesleğe salik olmayarak yazılan şeyler tefsir değil bir keşkül olur ve bunlar gelişigüzel hatalar intihab etmekten de hali kalamazlar. Tercümeye gelince bu hepsinden zordur. Çünkü tercüme aslın mutazammın olduğu bütün o dekaiki fehm ve ihata ile beraber tafsil ve tasrihine ta‘arruz etmeden ve aslın zevk-i vecazetini bozmadan lisan-ı ahara nakl etmektir. Bundan dolayı cıların vazifesi muhtelif mesalik-i tefsiriyye bulunduğunu söylemek değil o mesalikin herbirine kabil-i tatbik bir tercüme meydana getirmeye çalışmak idi. İ‘caz-ı Kurana karşı bunun bir emr-i muhal olduğunu sabık izahlarında söyleyenler müslüman Türklere Kur’anın manasını anlatmak da‘vasına kalkışmamalı idi. Eğer ken hiç olmazsa anlattıklarını doğru olarak anlatmalı herkese te’vil da‘vasıyla yanlış tercüme satmaya kalkmamalı Ebussuud Efendinin tefsirini doğruca tercüme edivermeli ve ibadullahıtercüme tefsir te’vilnamında yeni bir şübhe-i teslise ma‘ruz bırakmamalı idiler. Her lisanda zamir kendi merci‘ine irca‘ olunur. Bu bir kaidedir. Fakat bu kaideyi söyleyip de zamiri yine merci‘inin gayrıya gönderenlere bilmeyiz nasıl aferin verilir? tercümesiyle izahatında görülen hal de buna benziyor. tercümesinin mümessil-i müstearı Şeyh Muhsin-i Fani hazretleri izahat-ı mühimmelerinin altıncı fıkrasındaTefsir nasıl olmalı?diye tumturaklı bir sual vaz‘ ediyor ve cevabında şöyle diyor: Kuran-ı Mübinin mecmu‘u bir kitle-i haktır ve birbirinden tefriki caiz değildir bunun için herhangi bir ayetinin hatta bir edat ve harfinin tefsirinde hey’et-i umumiyyesinin nazar-ı dikkate alınması lazım gelir. Diğer taraftan … ehadis-i kerimeyi göz önünde bulundurmak zaruridir Mütercimler burada evvela bizim itirazımızın sevkini tahrif etmişlerdir. Çünkü biz bu kelimenin lisanımızdaki kıymetini ve daha ziyade mecmu‘iyyet manasıyla alakadar olduğunu söylemiş ve her halde istiğrak manası tercih edilecekse bunun buradaheredatıyla tercüme edilmesi muvafık olacağını anlatmış idik. Onlar ise bizim itirazımızı lisan-ı Arabi nokta-i nazarından nokta-i nazardan da yanılmışlardır. Ayetlerde mef‘ul-i mutlak veya hal olarak zikrolunankaffelafzının lisanımıza tahvilindekaffe-i hamddiye bir terkib-i izafi ile Bunun için burada istiğrakı be-heme-hal ta‘yin emelinde bulunanlar için muvafık kelimenin lisanımız i‘tibarıyla herkelimesi olduğu itirazı o ayetleri okumakla bertaraf olacak bir itiraz değildir. Saniyen; görmüyorlar ki bu ayetlerde kaffe kelimesi hep cem‘lere veya ism-i cem‘e iktiram etmiş ve burada da mecmu‘iyet manasıyla alakadar olmuştur. Ve bu ayetlerde kaffe kelimesinden ayrıca istiğrakı ifade eden lam-ı ta‘rifler vardır ki kaffe lafzı bunları umum ve cem‘iyet ile takviye eylemiştir. Eğer bu ayetlere tevfikan kaffe kelimesini kullandılar isekaffe-i hamddeğil kaffe-i mehamiddiye hamd kelimesini cem‘ sigasıyla zikr etmeleri lazım gelirdi. Salisenelharfinin istiğrakı bir mana-yı harfidir kaffe kelimesi ise bunu mecmu‘iyet manasıyla beraber bir mana-yı ismi olarak ifade eder. Bir tercümede ise mana-yı harfi yerine zaruretsiz bir mana-yı ismi kullanmak hatadır. Hakikat-i halde biz burada üç itiraz serd etmiş idik ki zikrettikleri itirazımız münferiden mülahaza edilmemeli görmüş iken mütercimler bu kere okudukları ayetlerle o bir şaibenin üçte birini kendilerine müstakil bir ceriha yapmış oldular cıların cevablarının diğer iki fıkrası hakkında izahat ve intikadatımızı gelecek haftaya bırakıyoruz. Komedi Fransezde oynanılıp oynanılmaması tiyatronun hey’et-i mümeyyizesince ahiren oldukça şiddetli bahis ve ihtilafa sebeb olan bir eser hakkında Paris matbuatı bir takım mütala‘at yürütüyorlar ki bunlardan ahlak-ı amme ve an‘ane-i milliyyeye temas edenler üzerinde nazar-ı dikkatim durdu. Mündericatı henüz herkessinin her terkibinin her cümlesinin her ayetinin her kıssasının her suresinin kendi yerlerinde ve kendilerine mahsub birer manaları vardır. Ve bu manaların hey’et-i mecmuaları da birbirleriyle ahengdar bir mana ifade eder. Eğer her ayetin kendi manası bu aheng-i sahihnazar-ı ve irae edilmeyip de hep nazir ve müşabihlerine haml edilecek olursa ayat-ı Kuraniyye birbiriyle mübadeleye tabi‘ tutulmuş ve hiçbiri kendi makamına mevzi‘ine göre tefsir edilmemiş olur. Fatihadaki yerinde Yasindeki i Yasindeki sırat-ı müstakim mevzi‘inde de Fatihadakini izah ve tefsire kalkışmak ma‘kûl ve meşru‘ bir tarz-ı tefsir addedilemez. Bu mübadele usulü yine Kur’an-ı Kerimin [ Kelimeleri kendi manasından uzaklaştırarak tahrif diye zemmettiği kimselerin hareketlerine bir misal arz etmekten geri kalmaz. Şunu bilmek lazım gelir kiMa‘rifeyi nekre olarak iade halinde sani evvelin aynı değildirbu Arabcada mazbut bir kaide-i lisaniyyedir. Binaenaleyh müfessirin vazifesi es-sıratül-müstakimilesıratun müstakimarasında bir teğayür-i cüz’i irae eden bu nükte-i mühimmeyi izah etmektir. İşte esasları bir olan bu iki mefhumun ta‘rif ve tenkirden ahz ettikleri teğayürü mukayese etmek Kuranın hey’et-i mecmuasını nazar-ı dikkate almaktır. Yoksa esasında birbirinin aynı olan bu iki kelimenin birbirini tefsir edecek hiçbir ciheti yoktur. Binaenaleyh mütercimler ayatı ayat ile tefsir ne demek olduğunu da fehm edememişler ve yaptık dediklerini yapmamışlar birçok yerlerde -söyledikleri vechileayetleri mübadele etmişlerdir ki böyle bir hal Cenab-ı Allaha karşı ayetlerin mevki‘ ve makamlarını intihab edememiş olmak gibi bir itirazı tazammun eder. cılar güya bu boş ta‘biyeleri yaptıktan sonra yedinci fıkradaBa‘zı itirazların mahiyetidiye a ta‘arruz mevkiine geçmek istemiş ve büyük bir yekuna baliğ olan itirazlarımızdan ancak üç tanesini zikrederek güya cevab veriyormuş gibi nümayiş yapmış ve maat-teessüf onlardan bir tanesine olsun bir cevab verememişlerdir. etmediğini yazıyor. Halbuki sure-i Sebeninnci ayeti kaffe lafzının manayı Sure-i Tevbe . ayet beyan-ı ilahisi de buna delalet edecekti.diyorlar. / elden gelir? Şehzadebaşında bila-perva Darulbedayi‘ ni gösteren hanımlar; Beyoğlu sokaklarında –kollara omuzlara göğüse ilaveten– bir de çıplak ayaklarla gezinme modalarına yeltenen hanımlar; daha düne gelinceye kadar memleketimizin içinde hayat ve mukaddesatımıza her türlü habisane gaddarane tecavüzler irtikab eden hala hicretzede din ve ırk kardeşlerimizin kanlarını döküp evlerine namuslarını satmaya giden hanımlar hiçbirinde velev eğrice olsun hikemi bir düşünme eseri bulunmayan sırf behimi maksadlar ucunda hüsran ve haybet yüzünden intiharlar… Şunlar fecayi‘-i ahlakiyyemizden birkaç çeşittir. Terk-i diyanet ve fıkdan-ı iffet ve istikametten yorgunluklarımız kebair-i cinayata varan izmihlallerimiz kolayca sayılacak raddeyi çoktan geçmiştir. Veyl! Veyl bize! Daha geçen gün bir gazetemiz –hem de bu ahlaksızlık taşkınlıklarına cehlen modaya teba‘an sebeb olanlar sırasında gösterilebilecek bir gazetemiz– diyordu ki:Bu son iki ay zarfında Türkiyenin her tarafında ve ez-cümle zetelerinde hergün birkaç cinayetin tafsilatını okuyoruz.– … kısm-ı a‘zamı ahlaksızlıktan oluyor. Geçenlerde memlekette bir intihar modası türemiş idi. Bu modanın yerine bugün katil modası geçti. Oğlu babasını kardeş ağabeyiğini karı kocasını öldürüyor…Bu katillerin esbab ve ahval-i vukûunu teşrih etmek sözü çok uzatır. Yalnız birinde tevakkuf edelim. Karı kocasını öldürüyor. Ama nasıl? Bu kadar kısa ve basit bir ifade ile verilen haberin enzar-ı i‘tibar önünde tafsile değeri vardır: Kocasını öldürüyor cesedi parçalıyor paket yapıyor Türk-Bulgar hududunun ortasına bırakmak ve bu vech masuniyet-i cezaiyye te’min etmek istiyor. Şenaat-i cinayet-karanenin bu mertebe-i deniesi memleketimizde görülmüş işitilmiş vekayi‘den değildir. Hele bir Türk kadını bunu mürtekib olabilmek için ne derin bir ahlaksızlık girdabına kapılmış olması lazım gelir! Birkaç satırını yukarıya nakl ettiğim makalenin muharriri silsile-i ta‘dada daha pek çok şeyler ilave edebilirdi. Minel-cümle aralarında bir şirket te’sis edip de evlerinden çaldıkları para Hepsi hemen daima rezalet ve fuhşiyat ma‘razı halini alan sinemalar sıralarında perveriş-yab olan ebna-yı vatanın mekteplerde neler yaptıklarını sayıp dökebilirdi: Haylazlık ser-azadlık ser-der-hevalık bu zavallı rahlenişin etfal-i memlekete sari ilel-i vahimeden olmuştur. Ben kendi hesabıma bu hallerimizden hiç de mütehayyir değilim. Bence bunların hepsi vukûu zaten bekçe tamamıyla ma‘lum bulunmayan piyesi terkib eden üç yerinde bir sürü kadınının deniz banyosu donu ile gösterilecekleri şayi‘ olmuş ve bu şayia halkın merakını tahrik etmiş. Komedi Fransezin nasıl bir maksadla teessüs etmiş olduğunu bilenler o mertebe açık saçık manzaraların milli sahnede irae edilmesini tabii bir hareket gibi görüp de la-kaydane telakki etmeyecekleri aşikardı. Binaenaleyh şayianın tahkikine ehemmiyet verilir soruşturulur nihayet anlaşılır kiKomedi Fransezce mechul bulunan bu derece basit bir tarz-ı telebbüs vaki‘ olmayıp yalnız bir şenlik manzarası içinde Venedikli tek bir balıkçı kadın görünecek yaşlıca olacak ve böyle olacağı için göze ilişmeyecek. Şu netice-i tefahhusatı Fransanın en ma‘ruf ve en değerli üdeba-yı intikadiyyunundan bir zat hoşnudi ve itminan ile yazıyor. Başka bir hadise: Ma‘lum olduğu üzere Japon muhacirleri mes’elesinin geçenlerde nüks-i maraz kabilinden yine infilak etmesi üzerine Japonya ile Amerikanın arası epeyce açılmıştır. Japonyada Amerika aleyhine şiddetle yapılan hasmane nümayişler cümlesinden şunu da gazeteler haber verdiler: Japon paytahtının en büyük otellerinden birinde misafir ve zairler iş ü nuşa raksa koyulmuş bulundukları sırada çoğu genç takımdan ve arifin zümresinden Japonlardan mürekkeb ve kalabalık bir zümre-i nümayişkar otelin salonlarına hücum etmişler ve Amerikalıları tahkir etmişler Avrupaya akseden müretteb olduğu ve bunların muhacimin tarafından hırpalandıkları suretinde intişar etmiş ise de bil-ahare tahakkuk etmiştir ki nümayişin asıl hedefi milli felaket avanında garbın tantanalı sefahet-perestliğine taklid ve Japonyanın hasımlarıyla içip hora tepen Japonyalılar ve bilhassa bazı Japon kadınları imiş. Diğer bir hadise: Yine Japonyada yine JaponyaAmerika ponyalı Amerikaya karşı protesto makamında Amerika Sefarethanesi önünde harakiri adetini tatbik etmiş yani karnını deşmek suretiyle intihar eylemiş. Bizde gören gözler işiten kulaklar için bu gibi hadiseler pek ziyade calib-i dikkat ve hele İstanbulda cereyan eden ahval-i ahlakiyye ile mukayesesi mucib-i mıyorum. Onun için yalnız İstanbuldan bahsediyorum ve siyaseten her ne şekil ve vaziyete sokulursa sokulsun memleketin merkez-i irfanını teşkil etmek i‘tibarıyla edici bir isti‘dad gördüğüm için bahsimi dar ve has bir mevzu‘a maksur addetmiyorum. – Bu hadiseler ile bizdeki mümasilleri arasında bir kıyas tertib etmemek nasıl husus nefsini mütekamil bir medeniyete nisbet eden kadına hiss-i ar ve hayanın örttürdüğü örtülerden onu tamamıyla tecrid ederek hemen hemen uryan denilebilecek bir kılıkta sokaklara uğratmak medeniyet ve terakki namına bir cinayettir. Ahlakın da kanunları vardır. Bunlar da kavanin-i tabiiyye gibi birer asl-ı kadim ve kavime kabil-i irca‘ ve ve irtibat bir hakikat-i ezeliyyedir. Isırgandan buğday yetiştiğini kimse görmüş veya işitmiş değildir. Terk-i edeb ve haya eden bir kadından aileye ve cem‘iyete hayır gelebilmesi de muhaldir. Esasen edeb ve haya bir lazıme-i medeniyettir. Ben medeniyet-i sahihanın diyanet-i sahiha mahsulü olduğuna kaviyyen i‘tikad eden zümreden bulunmakla müftehir olduğum için ilave edeyim ki medeniyet-i sahihanın rükn-i aslisi de dindir. Madem ki garblılaşmak ma‘şerimize sokulmuş bir takım hayırsız güruhtan yabancıların maat-teessüf münteşir ve müessir olan gayret-i mudilleleriyle moda hükmüne geçmiştir her aklı kısanın her modayı bila-muhakeme nefsine metbu‘ kılması adet olmuştur ve bu yoldaki herhangi bir münazarada da‘vanın delili şarktan getirilirse tedvin ettiği ilm-i ictimai hakaikinden istinare ve ihticac ederek: Haya nereden başlar? Müntehası neresidir? Tarz-ı telebbüs ile haya arasında ne gibi alaik vardır? Tedkik edilecek olursa bizde kadının girdiği ve daha terakkiperverane surette girmek isti‘dadını gösterdiği kılığın medeniyetten ziyade vahşete yakın olduğunu teslim etmek mantıkan zaruri olur. Evet ma‘hud moda raksları zamane medenileri tarafından vahşilerden alınıp bize de bulaştırılmış olduğu gibi onların sirayet ettirdikleri asri kadın kıyafeti ilmen ve hakikaten bir eser-i vahşettir. Eğer edeb ve haya hakkında kesb etmiş olduğumuz bilgi sakim değilse edeb ve haya ile çıplak kadın kılığı arasında medeniyet köprüsü ancak hayalen kurulabilir da‘vasını ileri sürebiliriz. Akvam-ı vahşiyyede hayanın külliyyen mechul bir şey olduğunu rivayette seyyahlar müttefiktirler. Hemen ilave edelim ki uryan gezmeklik sıcak memleketlerin ibtidai insanlara bir ihtiyac-ı tabii bir zaruret-i iklimiyye olmaktan ibaret değildir. Belki edeb ve haya hakkında hiçbir fikre hiçbir akideye merbut olmamaklığın de bir nişanesidir. Eğer böyle olmasa leketlerinin birinde bir aile-i hakime a‘zasından bulunan bir genç kadının seyyahın kayıklarından biriyle bir yere giderken Avrupalı erkeklerin bedenen her suretle kendi memleketi erkekleri gibi müteşekkil olup olmadıklarını re’yül-ayn müşahede ile itminan hasıl etmek istemesi vaki‘ olmazdı. Kezalik Afrika kabail-i cesimesinden lenilen hadisat cümlesindendir. Bir marazın türlü a‘razı olur. Her bir araz karşısında yepyeni bir şey görmüşçesine taaccüb etmek marazı teşhis etmiş olmayanların karıdır. Maamafih bu gidişle acaba daha neler göreceğiz? Suali zihinde teressüm etmemek kabil olmuyor… tefsir edip de ibaha çığırı -hem de nasıl geniş bir ibaha çığırı!- açanların ve irfanen henüz pek geri olan bir sınıf halkı ve hele kadınlarımızı bu çığırda gulane hatvelerle yürüyüp gitmeye bayağı teşvik edenlerin idrak edebilecekleri semereler işte şunlardan başka neler olabilirdi? Müfrit ictimaiyyun ve iştirakiyyun ortaya koydukları nazariyat-ı acibeyi henüz tatbik edememiş oldukları nasıl tatbik edeceklerini de ta‘yin edememiş bulundukları zamanlar kendilerine teveccüh eden istifhamata:Hele bir kere yıkalım sonra yeni binayı nasıl yapacağımızı düşünürüz!yolunda cevab verirlerdi. Yıktılar yıkıyorlar ve daha yıkacaklar. Fakat yeni binalarda rasanet-i mantıkiyye görülemiyor. İctimaiyyat ve ahlakiyatta yıkılacak şeyin zararı layıkıyla ammece müsellem olup da yerine onun mazarratından salim hey’et-i ictimaiyyenin menafi‘-i hakikiyyesine uygun ve binaenaleyh fevaid-i sahihayı cami bir bina kurulmak ve bu kuruluşta bile tedric kanununa ri‘ayet edilmek şartıyla hareket zaruridir. Yıkılacak bir milletin ictimaiyat ve ahlakiyatına taalluk edince pek mühim bir san‘at olur ki hakkıyla tatbiki ma‘rifet-i muhitaya tecarib-i amikaya basiret-i kamileye muhtacdır. Fe-illa o milletin enkaz altında kalması her iki manasıyla helake sürüklenmesi gecikmez. Ahkamına her şeyi her ferd-i beşeri suret-i mutlakada münkad eden mümkinüt-tağyir olmayan kavanin-i tabi‘iyye arasında bir de tekamül denilen kanun vardır ki hali metin rabıtalarla maziye bağlar yarın mazi olacak hali istikbale bağladığı gibi. Bu kanundan herhangi bir ferd herhangi bir ma‘şer-i insani gaflet ederse uğraması emr-i muhakkak olan sademat-ı kahireyi taaccüb ve telehhüf lerine hali gövdesine ve dallarına istikbali semeratına benzetenlerin teşbihlerinde hata yoktur. Kökleri baltalanan bir ağaçtan semere beklemek fil-hakika abes olmaz da ne olur? Milletler dediğimiz akvam-ı beşeriyyeden keyfema her birinin mesnedi aileler ve her bir ailenin ma bihil-kıyamı anadır. Türk kadını esir miydi? Ne dinen ne de kanunen esaret halinde bulunmadığını hepimizin bildiğimiz Türk kadınını hakiki ilim ve irfan ile techiz edecek yerde kusva-yı serbestiye doğru uçurmak hatta düşman kolları arasında yabancı hatta düşman muhitlerinde hora tepmeye sevk etmek kadına alel tundan kurtulabilmek için imkan yoktur. Umumi vesait-i nakliyyede ayakta kalmış bir kadına zayıf-meşreb makuleden görünüyorsa dizlerinin üzerinde oturmasını teklif eden erkekler görülür ve ta‘yib olunmazlar. Birisinde yüksek ve alçak tabakat-ı ictimaiyyede ne kadar vüs‘at ve suhulet ile intişar ettiğini sahifeleri izah edemez. Binaenaleyh edeb ve haya için mi‘yar-ı sahih ancak din-i sahihte bulunur. Din-i sahih diyorum ve bu kayd-ı vasfi ile din-i Muhammediyi murad ediyorum. Zira başkalarına umumiyet ve mutlakıyet i‘tibarıyla isnad-ı sıhhat mümkün değildir. Mesela Hıristiyanlık demin bahsettiğim uryan vahşileri vakı‘a tesettüre sevk etmiştir. Ama bunlara çıplaklıktan görmedikleri kötülükleri aşılamıştır. Müskiratı tahrim etmeyen şarabı erkan-ı diyanet sırasına koyan İseviyetin sokulduğu yerlerde işrete ibtila bir dereceyi bulmuştur ki kavimleri inkıraza sürüklemiştir. Nasraniyetin pek hunrizane kabul ettirildiği yerlerde açılan la-yuad taktirhaneler ahaliyi zehirleyip bitirmiştir. maddeten ve ma‘nen zehirlenme: Okyanus adalarında Rom! Rom! Feryadıyla Avrupalıların arkasından koşan zavallı kadınlar rom için viski için karısını-veya karılarınıfuhuşa sevk eden zavallı Avusturalyalılara bakıp da Avrupa medeniyeti utanmak ve ne derece-i iflasa varmış olduğunu düşünmek gerekdir. Bu medeniyet nereye girdiyse zehirlerini birlikte götürüp sokmuştur. Amerikanın aksa-yı şimalden aksa-yı cenuba kadar hali bunun pek canlı şahididir. SeyyahDurbiniüç günlük bahseder.Ab-ı ateşinin kırmızı derililerin hayatlarını nasıl ifna ettiğini ve ahlaken Avrupalıdan yüksek olan Porojun ırkı büsbütün sönmekte olduğunu herkes bilir. Hazret-i Muhammedin dini ru-yi zemine nurunu salmadan evvel İseviyetin sağlam taraflarından beşeriyetin ne kadar müstefid olduğunu bu sırada zikr etmek lazımdır. Münkariz bir kavmin ismine nisbetle şöhret bulan seyyie-i ahlakiyyenin eski Romada ne derecelerde ta‘ammüm etmiş olduğunu öğrenmek için yalnız Virjilin Petronun eserlerini okumaya ihtiyac yoktur. Romadan kalan nice asar bundan bahsetmiştir. Asıl kötüsü bu adet Romada mübahtı hatta makbul ve mergûbdu. Erkekler arasında resmen izdivaclar akd olunurdu. Kanun ve kaide-i ahlakiyye bu dalaleti ancak Romanın son demlerinde men‘ ve takbiha teşebbüs etti. Bil-ahire İseviyetin takarrur ve intişarı ile memnuiyet müessir oldu. Abil Bonnar kitapta Avrupa medeniyetinin Çindeki tecelliyatına dair sahifeler nazar-ı i‘tibar ile mütaleaya layıktır. Çin değibirini hakimesi olup bir Fransız seyyahının kendisine be etmek üzere giymek için hemen soyunmaktan çekinirdi. Bu vadideki misaller yazılmakla tükenmez. Şimal memleketlerine gelince oralardaki akvam-ı vahşiyyenin örtünmeleri bilakis ihtiyac-ı tabiiden zaruret-i iklimiyyeden neş’et edip yoksa bunun da edeb ve haya kadınlar bütün ehl-i kabile önünde vaz‘-ı ham etmekten utanırlardı. And Dağları eteğinde kain Mendoza Kasabası kadınlarının sabah akşam ırmakta erkeklerle beraber karmakarışık yıkandıklarını eserine kayd eden Hed pek az vakit sonra garbdaki muhtelit banyoların -şimdilerde son derecelere varan- perde-birunane safahatını gibi telakki edip de nakl etmek zahmetine şübhesizkatlanmazdı. Bize gelince her halde böyle şeylerde tamamen ve belki daha ziyade geçmek isti‘dadını göstermekte olduğumuza şübhe yoktur. Florya sahillerinde erkek kadın karışık olarak banyo edilmesini men‘ etmek arasında daha geçen gün muaraza başgösterdiğini ve gazetelerimizin güya ağırbaşlılarından birinin şu hadise üzerine kaimmakam aleyhine yazılar yazdığını görmedik mi? Dekolte ta‘bir ettiğimiz kılık ki şimdi vücudun bele kadar açıklığı demek olmuştur.Kadınların üniformaları demektir. Bu kılıktaki garb kadınları [ile] -bit-tabi‘ bizim medeni hanımlarımızı da onlardan addediyorum ve aks-i telakki ile kendilerine haşa hakaret etmek istemiyorum!Tayti kadınları arasında esasen ne fark vardır? Berikiler de sırf bir eser-i terbiye ve nezaket olmak üzere bellerinden aşağılarını açarlar Vahşet alemi ile asri medeniyet aleminin işte bir nokta-i teması. Esasen medeniyet nedir? Falan veya filan memlekete tahsis ile sahih veya sakim medeniyet hangileridir? deniyet telakkisine layık memleketlerden oldukları halde her yerinde edeb ve haya telakkisi muhtelifdir. Nice zamandan beri Stockholm hamamlarında kadınlar vardır ki erkekleri yıkarlar ve bunu köşesinde erkek dikişi diken bir kadın halet-i tabiiyyesiyle yaparlar. Londrada erkeğe harf-endazlık eden bir fahişe derhal zabıtanın ta‘kib ve mücazatına uğrar. Pariste geceleyin ana caddelerde bile zabıtanın gözü önünde bir tacire-i facirenin tasallu erkekleri hayliden hayli geçmektedirler. Hürriyetten erkekler matbahdan reçelden ocak başından çocuktan bahsediyorlarmış. Bu muarazadan çıkan netice ise ra gazetelerinden Evening Newse bakılırsa yalnız senesinde iki yüz bin İngiliz Fransız kadınlarıyla izdivac etmişler. Mes’elenin diğer bir safhası: Ma‘lum olduğu üzere İngilterede bir işsizler mes’ele-i müşkilesi vardır ki hükumeti pek ziyade işgal etmekte kabinelerin sukût ve bekasında müessirattan bulunmaktadır. Bu mes’eleyi uzatan bir kat daha vahim kılan kadınlardır.de milyona yaklaşmıştır. Eğer on seneden beri iş azalmamış bulunsa idi kim bilir bu kemmiyet ne raddeye varmış olurdu. Her işçi kadın maddeten ve ma‘nen ev kadını aile reisesi zevce valide olmaktan uzak kalır. İşçi kadınların mikdarı çoğaldıkça aile kadınlarının mikdarı azalır. minval üzere muhtel olup gitmekde bulunması düşünülürse dir. Acaba bizdeki feministler şu söylediklerimizde beğenilecek bir cihet bulurlar mı? Girdikleri yol aynı veya mümasil olduğuna göre aynı veya mümasil neticelere musıl olacağına göre acaba düşündükleri nelerdir? Bizim şübhemiz yoktur ki bir gün gelecek din-i İslam esasatına göre kurulmuş bir hey’et-i ictimaiyyenin muhassenatı gereği gibi anlaşılacaktır. Fakat korkarız ki o gün o esasata dönmek güç olmasın… gazetesi Anadolu Hareket-i Milliyyesi tarihine aid neşrettiği hatıralar arasında Erkan-ı Harbiyye Reisi Mustafa Fevzi Paşadan bahsederken müşarunileyhin Sakarya Muharebesinin en şedid bir anında bir siperde Kuran-ı Kerim okurken bulunduğunuda kayd ediyor. Hakikaten bu hadise Sakarya Harbinin en unutulmayacak bir hatırasıdır. Sakarya Harbine iştirak eden nefer zabit bütün mücahidin-i İslamiyye bu hadiseyi kalblerinin en kudsi derinliklerine nakş etmişlerdir. Zira bu hadise Sakarya Harbinin en mühim bir amil-i muvaffakiyeti olmuştur. Adedce ve eslihaca kat kat fevkinde olan düşman ordusunun savletleri karşısında her şeyden şiyormuş kımıldanıyormuş. Her ne kadar reis-i cumhur milli kıyafeti muhafaza etmekte ise de Avrupalı tavrında telebbüs memlekette şayi‘ oluyormuş. Kadınlar nail-i azadegi oluyorlarmış. Talebe ortaya müterakki fikirler koyuyorlarmış. Ama müellif i‘tiraf ediyor ki aile bünyesine za‘af gelmekte imiş. İşte asıl mes’ele bundadır. Bir cem‘iyette aile bünyesi sarsılınca onun akıbetinden hayır olmaz. Feminizm namına yapılan şeyler ki benim zayıf aklımın daire-i ihatasına bir türlü giremiyor asrın en vahim en bozucu a‘razındandır. Esasen umumiyet i‘tibarıyla feminizm mezhebinin fenalıkları ortaya saçılmış dururken bunu hala müdafaa etmek hakikate göz kapayanlardan başka kimsenin karı değildir. İngiltere ma‘hud sofrajetleriyle kadın da‘vasını girişen memleketlerin birincilerindendir. Ahiren bu da‘vanın safahat-ı cedidesi hakkında garib olduğu kadar şayan-ı ibret ma‘lumat neşr olunmuştur. Öğrendiğime göre erkeklerle kadınlar arasındaki mücadele mes’elesi cinseyne bircins-i saliszam etmekle daha ziyade karışık bir hale gelmiştir. İngilterede peyda olan buüçüncü cinsartık kadınlardan yani koca bulamayanlardan mürekkebmiş. Son tahrire nazaran İngilterede nüfus-ı Bu yekundani tevlide salih yaşlarda mücadeleye girişen kadınlar buüçüncü cinse mensub olanlardır. Kocasız kalan kadınlara acımadan evvel koca ve izdivac hakkında bunların nasıl düşündüklerini öğrenmek be-cadır:İzdivac kadın için bahtiyarane her türlü kaygıdan her türlü vecibeden hali bir ömür olmakla kalmalıdır. Kocaya varmak bir adettir. Tütün içmek gibi vakı‘a hadd-i zatında kötü fakat bazen faideli bir rişenlerin ekseriyet-i azimesini kadınlar teşkil etmektedir. Sitide müstahdem bulunan kadınlar kazançlarının kısm-ı a‘zamını yarış bahislerinde ifna etmektedirler. Polis her ne vakit gizli kumar oynayan yerleri basarsa tuttuğu kumarbazların çoğu kadınlar alel-husus kocalarından gizli kumar oynayan zatüz-zevc kadınlardır. Esasenihraz-ı serbestieden İngiliz kadınları bütün ömürlerini kulüplerde geçirmekte ve aile evinden uzak yaşama adeti gittikçe tevessü‘ etmektedir kihomuna yurduna kuvvetli irtibatıyla meşhur olan İngiliz kadını için bu hal fevkalade bir hadise-i ictimaiyye ve ahlakiyyedir. Evvelleri Londranın cesim erkek kulüplerinde kadınlara mahsus küçük bir şube varken şimdi açılan büyük büyük kadın kulüplerinde erkeklere birer küçük daire ayrılmıştır. Buralarda kadınlar içki ve tütün içmek hususunda mandanlar erkan-ı harbler paşanın cehren Kuran okuduğunu haber alırlar gelip sarmaşırlar Fevzi Paşanın yüzünden gözünden öperler. Ondan sonra düşman umumi ric‘ati inkişaf ediyor. Zafer-i kat‘i tahakkuk ediyor. Esasen Fevzi Paşanın öteden beri her gün Kuran-ı Kerim kıraetine devam etmekte olduğu herkesçe ma‘lumdur. budur ki Sakarya Zaferinin en mühim amil-i ma‘nevi-i muvaffakiyeti olmuştur. Anadoludaki mücahede-i milliyyenin bu gibi safahat ve hadisatından bi-haber olan bir takım zavallıların adedce ve eslihaca kat kat faik düşmana karşı ordumuzu yürüten ve galib kılan amil-i ma‘neviyi idrak edemeyecekleri tabiidir. Mücahede-i milliyye zamanında İstanbulda ecnebilerle birlikte şampanyalar elbette o muazzam zaferin sırrını anlayamazlar. Amil-i muvaffakiyet olmak üzereCengizin Yasasını yahudDurkheimin nazariyyeleriniileri sürenler güneş kadar bahir olan hakikati boğmak isteyenlerden başkası değildir. Haziran yirmi yedi tarihli gazetesinde Maarif Vekili Vasıf Beyin beyanatını havi şöyle bir telgraf var idi:…diğer fakültelerin talebesi nasıl iaşe edilmiyorsa bunların İlahiyat Fakültesi talebesinin de edilmemesi tabiidir. Ancak fakir olduklarından bahs eden altmış kadar talebenin iaşesine muvafakat etmiştim. Talebe-i ulumun iaşesi için bütçemizde para yokdur… medreselerin ilga değil seddedildiği ma‘lumdur… Bu telgraf ifadatında muhtac-ı tahlil ve tedkik birkaç nokta görüyoruz: İlahiyat Fakülte talebesinin diğer fakülteler talebesine kıyas edilmesi… Talebe-i ulumun iaşesi mış kadar fakir talebenin iaşesine muvafakat olunması. Medreselerin ilga değil seddedildiği.. ne kıyas edilmesi doğru bir kıyas değildir. Diğer fakülteler talebesinin saik-i tahsili mutlaka bir gaye-i maddiyye ve dünyeviyyedir. Hangi suretle olursa olsun kendisine bir vasıta-i maişet ihzar etmekdir. Cihaz-ı tahsilleri onları me’muriyetleri teşebbüs-i şahsi sahaları onlara nazaran Tih sahraları derecesinde vüs‘atlidir. Kendi gaye-i maddiyye ve dünyeviyyesi uğrunda tarik-i tahsile girenziyade geçirmiş olduğu müşkil ve buhranlı dakikaları tarih teşrih ederek zaferin sırrını tedkik ve muhakeme eylediği zaman bu hadise bir miftah hizmetini görecek birkaç misli faik kuvvetler karşısında bir avuç kahramanın nasıl sinesini gererek zafere erdiğini pek vazıh surette görecektir. Muharebenin en şiddetli bir anında düşman toplarının ağzından yıldırımlar yağdığı siperlerinden cehennemler fışkırdığı bir zamanda bütün ihtiyat kuvvetlerimizin ileri sürülerek hayat ve memat dakikaları geçirmekte olduğumuz bir anda Fevzi Paşanın birden bire gaybubeti bütün kumanda hey’etini telaşa düşürmüş Paşayı araştırmaya sevk etmişti. Zira o öyle bir an idi ki orada vukûa gelecek bir mağlubiyet bütün cebheyi sarsabilirdi. Onun vaffakiyetsizlik tahakkuk ettiği takdirde perişanlığa meydan vermemek için ric‘at emri vermek iktiza ederdi. İşte erkan-ı harbiyyenin bu kadar nazik bu kadar ehemmiyetli bir mes’ele karşısında bulunduğu zaman erkan-ı harb reisinin gaybubeti bit-tabi‘ fevkalade mühim bir hadise idi. – Paşa nerede Paşa nerede? diye arkadaşları telaşla etrafı araştırıyorken nesim-i zaferin lerin düşman siperlerine girdiği haberi geliyor. Biri biri arkasından siperler işgal ediliyor. Düşman neye uğradığını şaşırıyor. Fevzi Paşanın da ilk siperlerde olduğu anlaşılıyor. Bütün ihtiyat kuvvetleri harbe sevk edilmiş olduğu cihetle artık geriye dönmek imkanı kalmadığını gören Fevzi Paşa ancak bir İslam kumandanına yakışır bir şehamet ve teslimiyet ile kimseye haber vermeksizin ilk siperlere düşmanla göğüs göğüse harb eden Mehmedciklerin yanına sokulur. – Evladlar artık son dakikalar geldi. Ya düşman siperlerini alacağız ya hepimiz burada beraber şehid olacağız. der ve daima yanında taşıdığı Kuran-ı Kerimi açarak cehren Kur’an okumaya başlar. Bunu gören müslüman mücahidlerinin her biri kendinden geçecek derecelere gelir artık siperlerde duramaz olurlar. Süngüleri takılı olarak ma‘reke meydanına fırlarlar Allah Allah diye arslanlar gibi topların ağzına mitralyözlerin üstüne doğru yürümeye başlarlar şehid olanların üzerinden atlayarak düşman siperlerine girerler neye uğradıklarını şaşıran düşman neferlerinin hepsini can çekişmekte bulurlar. Düşman siperlerinin sukûtu yek-diğerini vely ediyor. Fevzi Paşayı arayan ku nüz tamamen kurumamıştır. Talebe-i ulumun bugünkü mevcudiyet-i adediyyesine kafi gelecek derecede nükûd-ı mevkûfemiz vardır. Nasıl ki şimdiye kadar te’min-i maişetlerine kafi gelmekte idi. Kadimden beri medreselerde tahsilde bulunanlar ekseriyetle fukara evladıdır. Fakat eski zamanların fukarası bu zamanın fukarasına nisbetle ağniya addedilebilir. Onun için o zamanların talebesi velileri taraflarından da muavenet görebiliyordu. Şuhur-ı selase münasebetiyle gittikleri kura ve kasabat ahali-i İslamiyyesinden gördükleri muavenetler de ayrıca bir taziyane-i teşvik oluyordu. Bugün ne velileri ne de sair ahali-i İslamiyye talebe-i uluma muavenet edecek bir halde değildir. Onun için bu zamanın talebe-i ulumu mazinin talebe-i ulumundan daha ziyade muhtac-ı muavenet ve sahabettir. Bu gün talebe-i uluma yapılacak muavenet onları ağniya-yı İslamın bıraktığı teberruat-ı vakfiyeden mahrum etmemektir. Teberruat-ı vakfiyyeyi talebe-i ulumun elinden almak hem ervah-ı ecdadı bizden küstürür hem de ulum-ı diniyye tahsiline meyl ve rağbeti külliyyen izale eder hem de vakfın esasatını ihlal eder. Bu noktaları düşündüğüne ve bildiğine kani bulunduğumuz Maarif Vekaletinin talebe-i ulumun iaşesine aid muhassasat-ı vakfiyyeyi Evkaf bütçesinden tesellüm ederek sair umur-ı maarife sarfiyatta bulunduğuna Eğer bu muhassasat-ı vakfiyyeyi Evkaf bütçesinden devren tesellüm etmemiş ise ya derhal tesellüm etmek veyahud Evkaf İdaresini talebe-i ulumun ber-vech-i sabık en müsta‘cel bir vazifesi olmak lazım gelir. Zirdestanını himaye etmek insanlarda fıtri bir hal ve keyfiyettir. İnsan sevmediği ve hatta adavet ve intikam hisleri beslediği bir kimseye zirdestani miyanına girdikden sonra muhabbet ve şefkatle muamele etmeye başlar. Bazı rüesa bu keyfiyeti kendisi için bir şeref mes’elesi telakki eder. Diğer bazısı celb-i muhabbet ve merbutiyet etmek olur. Bu vasıta ile kendisine bir zemin-i iftihar ve gurur hazırlamak isteyenler de görülür. Hak hakikat vazife namlarına bu türlü hareket etmek lüzumuna kani‘ olanlar da bulunur. Hasılı maksad ve gaye her ne olursa olsun zirdestanını himayeye çalışmak ve onların hukûkunu müdafaada azimkar bulunmak bir meyl-i umumidir denilebilir. Her şeyden evvel hak hakikat vazife hislerinin taht-ı te’sirlerinde bulunduğuna kani‘ olduğumuz Maarif Vekaletinin talebe-i ulumun iaşesine aid muhassasat-ı mevkûfeyi Evkaf Müdüriyetinden kurtarmaya bütün azimkarlığıyla çalışacağından şübhe etmiyoruz. Zat-ı maslahat da Maarif Vekaletine talebe-i ulum hakkında himayekar davranmak vazifesini tahmil etmeklerin ları yoktur. Tahsillerinin intihai mükafatı kendilerine aid olanların ibtidai külfetleri de yine kendilerine aid olmak lazım gelir. Talebe-i ulum miyanında gaye-i maddiyye ve dünyeviyye sevkiyle tarik-i tahsile girenler pek azdır. Gaye-i maddiyye ve dünyeviyye ta‘kib edenler diğer mergûb ve raic tarik-i tahsilleri bırakıp da menkub ve mağşuş bir tarik-i tahsile girmezler. Talebe-i ulumun cihaz-ı tahsilleri de maddi ve dünyevi gayeler istihsaline elverişli değildir. Me’muriyet ve teşebbüs-i şahsi sahaları onlara nazaran maddiyye ve dünyeviyyesi uğrunda tarik-i tahsile girmeyenler haklılardır. Tahsillerinin intihai mükafatı kendilerine aid olmayanların ibtidai külfetleri de kendilerine aid olmamak lazım gelir. Bu kabilden erbab-ı tahsile muavenet edilmezse tarik-i tahsilde devam ve sebat için hiçbir mecburiyet hissetmezler maddi ve dünyevi gaye ta‘kib edenler başkalarından muavenet görseler de görmeseler de tarik-i tahsilde devam ve sebata mecburdurlar. kıyas etmek işte bu nokta-i nazardan kat‘iyyen doğru değildir. Maa haza diğer fakülteler talebesinin iaşe edilmesine aid temenniyatımız İlahiyat Fakültesi talebesinin Maarif bütçesinde para bulunmaması diğer fakülteler talebesinin iaşe edilmemesine bir sebeb-i ma‘kûl olmak üzere gösterilebilir. Fakat İlahiyat Fakültesi talebesinin mez. Talebe-i ulumun iaşesi Maarif bütçesine aid bir mes’ele değil evkaf bütçesine aid bir keyfiyettir. Evkaf bütçesinde talebe-i ulumun iaşesine kafi tahsisat var idi. Mülga Şer‘iyye Vekaletinin vezaif-i ilmiyyesini devren tesellüm eden Maarif Vekaleti talebe-i ulumun iaşesine aid tahsisatı da yine mülga Evkaf Vekaletinden acaba tesellüm etti mi? Yoksa etmedi mi? Evvelen bu noktanın anlaşılması lazım gelir. Tesellüm etti ise acaba bu paralar ne oldu? Sair umur-ı maarife sarf ediliyorsa vakfın mahiyet-i hususiyyesi buna müsa‘id değildir. Bir mahalle vakf olunan paralar ancak o mahalle sarf edilebilir. Mahall-i sarf da münhasıran talebe-i ulumdur. Talebe-i ulumun tarik-i tahsildeki -balada arz u izah olunan- vaziyet-i hususiyyesini bir hiss-i dindarane ile nazar-ı i‘tibara alan ağniya-yı etmişler iaşelerini te’min için imarethaneleri vücuda getirmişler sair levazım-ı müteferrika esmanı olmak üzere de ayrıca teberru‘at-ı vakfiyyede bulunmuşlardır. Bu varidat-ı vakfiyyenin menabi‘-i vesi‘ası lehül-hamd he müzebzeb olarak bırakıldı. Diğer bir kısmı da iaşesizlik yüzünden terk-i tahsil ederek memleketlerine giderlerse evlad-ı vatanın mühim bir kısmı tahsil-i ulumdan dur ve mehcur kalmış olacakdır. Menafi‘-i millet ve maarif-i memleket namlarına böyle bir netice ve akibet hiç de şayan-ı temenni ve memnuniyyet değildir. letin maarif-i diniyye ihtiyacatını hiç de tatmin edemez. Her sene aded-i sahih olarak altmış talebe yetiştirmek de imkansızdır. Bir tavuk kuluçka olup birçok civcivler çıkarır. Fakat kimini kedi yer kimini sansar boğar kimini kuş kapar kimisi de kendi kendine mürd olur. Bin-netice tavuğun etrafında ancak birkaç piliç kaldığı görülür. Maa haza şimdiki vaziyet-i ilmiyyesinde kalan hazırasından sonra altmış talebe-i ibtidaiyye bulabileceğine de ihtimal verilemez. Öyle zannediyorum ki iaşe suyu kema fis-sabık isale olunsa da çarhlarının bozukluğu yüzünden bu değirmenin deveranında yine devam görülemeyecektir. Medreselerin ilga değil seddedildiğiifade buyurulursa da bu ifadeden vazıh bir mana ve maksad çıkarmakta müşkilat çekiyoruz. Fil-hakika vekil beyin ma‘ruf cürm-i meşhudmes’elesinde de buna benzer vecizevari bir ifadesi daha vardı. Konyadaki hıfz hadisesi dolayısıyla beyanat-ı tekzibkaranede bulunurkenbiz hıfz-ı Kurana çalışanları değil çalıştıran hocaları men‘ ettik buyurmuş idi. Biz nefy ve isbatlı bu iki nevi‘ ifadeler arasında netice i‘tibarıyla bir fark göremiyor isek de vekil beyin bu nefy ve isbatlar ile ayrı ayrı maksad ve manalar ifade etmek istediğinde şübhemiz yoktur. Hıfz-ı Kuran hadisesi artık eskimiş olduğu için o hadiseye aid nefy ve isbatlardan şimdi mana çıkarmaya lüzum kalmamıştır. Fakat medreselere aid nefy ve isbatlar ter u taze olduğu içinilganın nefyiyleseddin isbatından ne gibi bir mana ve maksad başkalıkları çıkabileceğini araştırmak merakına düşüyoruz. İlga: Bir kimsenin hayatını külliyyen itfa etmeye sed de: Teşrih masasında muvakkaten hissinin ibtal olunmasına benzetilebilir. hayat ile neticelenir. Acaba vekil bey Meclis-i Millinin kararı ve binaenaleyh kendi salahiyeti haricinde olarak kapattığı tali medreseleri yeniden açacağını mı ihsas etmek istiyor? Eğer öyle ise bu hal ve hareketi vekil bey namına bir şeref kayd etmek hususunda duçar-ı tereddüd olmayız. Hiç hata etmemek insanlar için birinci derecede bir şeref ise hatayı anlayarak tashihine çalışmak da ikinci derecede bir şereftir. Heyecanlı ve galeyanlı zamanlarda anlaşılamayan hakikatler sükunet sekinet ve i‘tidal zamanlarında anlaşılmaya başlar. dedir. Vakıa İlahiyat Fakültesi şimdiki vaziyet-i yan manevi bir madde-i gıdaiyye değirmenidir. Fakat öğüdeceği her ne olursa olsun yine bir değirmendir. Ve bu değirmenin suyu da talebe-i ulumun iaşesidir. Bu suyun kesildiği gün değirmen dönmez olur. Değirmen hareket ve deverandan kalınca hem değirmenciler varidat-ı gayr-ı safiyyesinden mahrum olur hem de ahali-i İslamiyye manevi mevadd-ı gıdaiyyesinden dur ve mehcur kalır. Bu neticenin mes’uliyet-i maneviyyesi de bit-tabi‘ değirmeni döndüren suyun kesilmesine karşı la-kayd ve seyirci kalan emin-i şehir-i maarife aid olmak lazım gelir. Talebe-i ulum iaşe edilmezse tahsile devamı rilebilir. Fakat açlığın savlet ve tazyiki karşısında mağlub ve münhezim olmayacak hiçbir kuvvet yoktur. mun iaşesini te’min etmek yeni bir fedakarlığa mütevakkıf değildir. Meşrutun-lehi bulundukları muhassasat-ı vakfiyyeyi Evkaf Müdüriyetinden kurtarmak asgari bir himayekarlıktır. Maarif Vekaletinin bu asgari himayekarlığı talebe-i ulumdan esirgemesine hiçbir sebeb-i ma‘kûl yoktur. Ancak fakir olduklarından bahs eden altmış kadar talebenin iaşesine muvafakat etmiştim.Fıkra-i telgrafiyyesindekimuvafakat etmiştimsözü Maarif ve-kilinin hakikaten tercüman-ı hissiyatı olmak üzere telakki edilmek lazım gelirse talebe-i ulumun himayesi namına müteessir ve müteessif olmamak gayr-ı kabildir. Talebe-i ulumun te’min-i iaşesi için bizzat kendisinin teşebbüsatta bulunması lazım gelirken başkaları tarafından vukû bulan teklife lütfenmuvafakatedildiği te’min-i iaşelerine çalışacağına aid ümid ve intizarlarımız da inkisar-i hayale uğrayacağız. Fakir olduklarından bahseden talebe-i ulum ile diğer kısım talebe-i ulum arasında -iaşeye ihtiyac nokta-i nazarından- hiçbir fark yoktur. Aralarında yalnız memleketlerinde velileri bulunup bulunmamak cihetinden fark vardır. Fil-hakika memleketlerinde velileri bulunan bir kısım talebe-i ulum vardır. Fakat velileri de kendileri gibi iaşeye muhtac bir haldedir. Binaenaleyh bu kısım talebe-i ulumun velileri taraflarından iaşe edilmelerine imkan-ı maddi yoktur. Bunların nail bulunduğu yegane yüsret gidip velilerinin taayyüş hususundaki müzayakalarını teşdid etmek ve onlar ile hemhal olmaktır. Bir kısım talebe-i ulum ne imam ve hatib mekteblerine ne de İlahiyat Fakültesine kabul edilmeyerek -ashab-ı a‘raf gibi- ara yerde Kalbi yalnız vatan aşkıyla çarpan bu kadar genç evlad-ı vatanı sefalete mi atacaklar? Bizden bir sınıf yukarıda olan sahn birinci sınıf talebesi İlahiyat Fakültesine girdikleri halde bir sene ma-dununda bulunan bizlerin tahsilimizi kat‘iyyen nazar-ı i‘tibara almayarak emellerimiz mahv emeklerimiz heder ediliyor. Bi-kes olduğumuz Sınıfımızın lisenin kaçıncı sınıfına muadil olduğunu Maarif Vekaleti tasdik etmediği için hiçbir mektep tahsilimizi tanımıyor ve mektebe kabul etmiyor. Sokakta sürünüp kalacağız. Yazık değil mi? Bu muameleye ma‘ruz kalmak için kabahatimiz nedir? Muhtac ve bi-kes olmaklığımız mı? Vatan ve millete nafibir hadim yetişmek gaye ve emeli ile hayatımızı tahsile vakfetmiş olan biz vatanın ma‘sum gençleri bugün mektep kapısından koğuluyoruz. Galib ve muzaffer Türk Milleti muhtac ve bi-kes bir avuç talebeyi iaşeden aciz midir? Bu bir avuç talebenin sefaletine razı mıdır? memesini ve bizi sefalete atmamalarını istirham eyleriz. Ve bu hususta talebimizi ihtiva eden atideki mevaddı Vekalet-i Celilenin nazar-ı dikkatine arz ile kabulünü rica eyleriz. - Bir sene ma-fevkimizde olan sahn birinci sınıf talebesinin darul-fünunun İlahiyat Fakültesine kabul edilmesiyle dahil kısmının son sınıfı lisenin son sınıfına muadil tutulmuştur. Binaenaleyh sarih ve mükteseb hakkımız olan sınıfımızın lisenin on birinci sınıfına muadil olduğunun tasdiki. za göre İzmir Maarif Müdüriyeti bazı hanelerde ücret mukabilinde ders okutturulmakda olduğunu haber alarak Polis Müdüriyetine bir tezkire ile bunlar hakkında takıbat-ı kanuniyyeye tevessül olunmasını bildirmiş. Biz İzmir Maarif Müdüriyetinin bu tedbirini asla musib görmedik. Zira esasat-ı ictimaiyye ve kanuniyyeye muhaliftir. İşte bunun içindir ki öteden beri kanunların tatbikinde yapılan hatalar yüzünden memleketimizin rahnedar olduğunu iddia etmekteyiz. Maarif Müdüriyeti izin almadan hususi dershaneler mektepler küşad edilecek olursa kanunen onu men‘e Vekil beyin efkar ve hissiyatında medreselerin küşadı lehine olarak eğer bir tahavvül vukûa gelmiş ise bu tahavvül vekil-i müşarun-ileyhin heyecan ve galeyan devresini geçirerek sükunet sekinet ve i‘tidal devresine avdet ettiğini gösterir. Eğer henüz gayr-ı tabiilik devresini geçirmemiş ise er geç bu devreyi geçireceği ve binaenaleyh sükunet sekinet i‘tidal ve tabiilik hislerinin te’sirat ve telkinatına ram ve münkad olarak tali derecedeki medaris-i İslamiyyenin üzerinden mesdudiyet mührünün fek edilmesine müsaade buyuracağı hakkındaki ümidimizi kesmek istemiyoruz. Hamiş: Maarif Vekaletinden gelen bir emirle medreselerin dahil kısmının son iki sınıfı lağv edilmişti. Bununla beraber Eylüle kadar mülga iki sınıf talebesinin iaşe edilmesi takarrur ettiği bildirilmiş ve şimdiye kadar iaşe edilmişti. Halbuki yeni gelen ve dünden beri tatbik edilen bir emirle ancak imam ve hatib mektebi talebesinin ve İlahiyat Fakültesinden altmış efendinin Eylüle kadar it‘am edilebileceği mülga iki sınıfın ihtiva ettiği elli talebenin iaşe edilemeyeceği suret-i kat‘iyyede bildirilmiştir. Bundan ma‘ada mezkur iki sınıf talebesinin medrese ve talebelikle kat‘iyyen alakaları olmadığı da ayrıca bildirilmiştir. Binaenaleyh lağv edilen iki sınıfın teşkil ettiği elli efendi bir haftadan beri yemekten mahrumdur. Bir emriyle Maarif Vekaleti vatanın birçok ma‘sum gençlerini sefaletin pençesine tevdi‘ etmektedir. Zira‘ mezkur talebe miyanında İstanbullu vakti hali müsaid talebe olduğu gibi ekseriyeti taşralı uzak memleketlerden gelmiş bir gün bile kendini idare etmekten kat‘iyyen aciz talebe vardır. Bu talebeyi kapı dışarı atmak ve aç bırakmak sefalete atmak değil midir? Harbin en buhranlı günlerinde müzayaka görmediğimiz halde bugün galib bir milletin kucağından koğuluyoruz. Bu ne hikmet? kadar çıkardılar. Şimdi Beyoğlunun herhangi bir kulüp ve salonunda bir Türk-müslüman kadını memelerine kadar göğsünü koltuklarına kadar kollarını yarıya kadar arkasını açarak dizlere kadar kısa fistan giyerek beğendiği herhangi yabancı bir erkekle -bu erkek ister Türk veya İngiliz olsun- kol kola göğüs göğüse sarmaşarak şampanyalar içerek ala meleinnas dans edebiliyor. Görüyorsunuz ya iş nereden başladı nereye dayandı. Şimdi gidiniz darül-fünunda erkeklerle birlikte tahsil-i ulum eden kızların adedini sayınız bir de meyhanelerde pastahanelerde gazinolarda sinema ve tiyatrolarda dans salonlarında hatta daha başka yerlerde yalnız gündüzleri değil ta gece yarılarına kadar erzar-ı hiş olduğunu anlarsınız. Önceleri bu iştirak yalnız tahsile münhasır kalacak deniliyordu. Fakat öyle mi oldu? Bugün darül-fünunun mesela fen şubesinde bulunan kızlar birkaç kişiden fazla değildir. Tahsil-i ilim ve fen hevesiyle yanan tutuşan kızlar ne oldu? Sonra darül-fünundan diploma alan hanımların bugünkü meşgaleleri nedir? Bu kadar tereddiyat-ı ictimaiyye karşısında hiç birinin sesinin yükseldiğini işittiniz mi? Zalim erkeklik dam-ı iğfaline düşen zavallı kadınlığı yuvarlanmış olduğu hufre-i hüsrandan çekip çıkarmak için hangi münevver bir kadın teşkilat-ı ictimaiyyesi vücuda geldi. Muhtelif lisanlar öğrenen hanımlarımız garb mütefekkirlerinin her gün yığın yığın neşrettikleri müfid eserlerden hangisini lisanımıza tercüme ettiler? Hiç inkara mahal yoktur ki garbdaki feminizm davalarını memleketimize sürükleyip getirenler milletimizin hayat-ı ictimaiyyesini rahne-dar etmekten başka bir şey yapmış olmadılar. Milletin asırlardan beri muhafazasına kudret-yab olduğu sermaye-i faziletine hiçbir şey ilave edemediler. Fakat maat-teesssüf çok faziletlerini yıktılar. Hep hürriyet ve müsavat nağmeleriyle kadının sermaye-i faziletine hücum olundu. Kadınlık aleminde terakki namına teceddüd namına yapılan şeyleri teşrihe hacet yoktur. Hepsi meydandadır. vasının neticeleri! Meseleyi esasından nazar-ı itibara almayıp da bir ucundan tedkik ve muhakemeye kalkışanların safvetine hayran olmamak kabil değil. Biz bu davaların öyle yaldızlılarını öyle ilmi ve ictimai nazariyat-ı asriyyeye bürünenlerini gördük ki şimdi artık bu acemi avukatların serd ettikleri delail-i ilmiyye ve tezahür etti. Bütün o hürriyet ve müsavat nağmelerinin hangi makam ve fasıllara ait olduğu anlaşıldı. salahiyetdardır. Zira esbab-ı mucibe-i kanuniyyesinde bundaki hak musarrahtır. Fakat ben evladımı evimde hususi bir muallime okutmak istersem ne beni ve ne okutan muallimi ta‘kib edecek kanun yoktur. su-i misal olmaması kanunun su-i tefsire uğramaması için merci‘-i aidinin nazar-ı dikkatini celb ederiz. Din ve vatanı harab etmek isteyen düşmanlara karşı Anadoluda mücahede-i millliyyenin devamı zamanlarında Ali kemal burada o mukades mücahedeyi sarsmaya uğraştığı sırada gasb etmiş olduğu hükumet nüfuzundan bil-istifade darül-fünunda bir inkılab! yaptığını ayrı ayrı bulunan kız ve erkek darül-fünunlarını birleştirerek genç kızlarla erkeklerin bir arada tahsillerini taht-ı temine aldığını Ankarada işitmiştik. Düşmanın amal ve efkarının bir vasıta-i icraiyyesi olan Ali kemal ceza-yı sezasını buldu. Fakat darül-fünunda tesis etmiş olduğu iştirak umdesi mevcudiyetini muhafaza etti. Erkekle kadın arasında darül-fünundan başlayan bu iştirak gitgide bir moda haline gelerek hayat-ı ictimaiyyenin hemen bütün safahatında tecellisaz oldu. Sokakta iştirak kahvede gazinoda iştirak vapurda tramvayda iştirak sinemada tiyatroda iştirak; aktristlikde iştirak elhanda iştirak meyhanede iştirak... iştirak iştirak... Nihayet iş dansta olmayanlar kadınların tahsili aleyhdarlığı ile itham olundu: – Bunda itiraz edecek ne var! denildi. Kadınlar tiyatroda yanyana oturmuyor ya dershanede birlikte tahsil-i ulum ediyorlar... Evet ama o iştiraki tesis edenlerin maksadı tahsil-i altına sığınarak kadınla erkek arasındaki hicabı yırtmak mı? Çünkü kadınsız badelerin zevki kadınsız seyranların neşvesi yoktu. Kadınsız yolculuğa bile tahammül olunamazdı. Kadınsız nağmeler musıkiler dinlenemezdi. Hele kadınsız danslar pek manasızdı. Bittabibirdenbire dansta iştirakistenemezdi. Bu kendi kendine gelecekti. Evvela mukaddes bir mefhum üzerinden kapı açmak lazımdı ki ses çıkaranların sesini boğmak kabil olabilsin. Nitekim öyle oldu. iştirak tarafdarları teşebbüslerini hatve hatve ilerleterek muzmerlerini derece derece meydana çıkararak kah ecnebi kuva-yı zabıtasından istifade ederek kah cebir ve istibdada saparak iştiraki ta dansa cehl içinde yüzüyor. Tali tahsile gelince onun ne acıklı halde olduğunu lise müdürlerinden dinlemeli. Tahsil-i Aliyyenin ne mertebede bulunduğunu anlamak için merhum Hakkı Paşanın dersini dinleyen talebe ile bugünkü talebeyi mukayese etmek kafidir. Maarifimiz bu kadar zavallı bu kadar şayan-ı merhamet bir halde iken mütefekkirlerimizliselerde genç kızlarla erkekler birlikte tahsil etsinler mi etmesinler mi? diye uzun uzadıya münakaşalarla vakit geçiriyorlar. Tekfur dağındaki bazı kızlar erkek liselerine devamı istemişler! Bu talebeler İstanbuldan zuhur etseydi münasebet alırdı. Fakat Tekfur dağından zuhuruna hayret etmemek kabil değil. Şimdi mütefekkirler darül-fünun profesörleri bu meseleyi müzakere ve münakaşa ediyorlar. Kısm-i talide müşterek tahsili Avrupa milletleri bile kabul etmemiş olduğu halde bizde münakaşası başladı. Biz ki henüz ibtidai tahsilini yüzde yirmi bile taht-ı temine alamadık. Garblıların hayat-ı ictimaiyyeleri kadın erkek müşterek tahsile müsaid olduğu halde onlar bunu mahzurlu görüyor da ananat ve şerait-i ictimaiyyesi malum olan milletimizin yaşlarındaki kız ve erkek çocukları bir araya getirilmek isteniyor. Hani şurada burada liselere devam eden üç beş kişi varsa onları da mektebten alıkoymaya sebeb olacağız. Medreselerin seddi ile on beş on aştı bin kişi nimet-i maariften mahrum kaldı. Şimdi de böyle müşterek bir tahsil çıkarırsak kendi kendine liseler de kapanır. O vakit rahat ederiz. Maarifte teceddüd hadd-i kusvasına vasıl olmuş olur. Bolşevikler de ilk zamanlarda böyle bir tecrübe yapmışlar da her mektebe müteaddid ebeler tayinine ihtiyaç hissedince bunun çıkmaz yol olduğunu anlamışlar. Hatta bolşevikler bu kadın-erkek iştirakini bir aralık orduya da teşmile kalkışmışlar. Bir müddet sonra hamile olan kadınlar hastahanelere taşınmaya başlayınca mevcud fırkalar birdenbire nısfına tenezzül etmiş. Bu müsavatın da çıkmaz yol olduğunu görerek asker kadınları evlerine göndermişler. Selanikli Sabiha Zekeriya hanım bu müşterek tahsil meselesinde beyan-ı rey ederken bundan maksadbu nu söylüyor. Prensipleri meslek-i ictimaiyyeleri malum olan bolşevikler bile buna muvaffak olamadıkları halde Selanikliler muvaffak olabilirlerse bir hadise-i mühimme teşkil edeceğine şüphe yoktur. Feyziyemektebinde bunu tatbike muvaffak olduk diyorlar. Feyziye mektebi ki Selanikden buraya naklolunduğu malumdur. Fil-hakika geçen seneye kadar Feyziye mektebinde tali kısımda da müşterek tahsil varken hükumet tarafından menolundu. Tanıdıklarımızdan bir zat hikaye ediyor: Bu kadar tecrübelerden bu kadar vahim neticelerden sonra yapılacak bir şey varsa o hatar-nak yollarda yürümek heyet-i ictimaiyyeyi büsbütün girdab-ı inhitata sürüklemek değil sarsılan hayat-ı ictimaiyyenin mümkün mertebe tamirine çalışmaktan ibarettir. Biz başka milletlerin ictimaiyatını taklidde ileri gittikce ictimai buhranlar milleti sarsıyor. Bünye-i mütemadiyen bu kadar tahavvül ve temessüllere ila-nihaye mukavemeti olmasa gerek. İctimai hareketlerde biraz da milletimizin ahval-i ruhiyye ve şerait-i ictimaiyyesini na-zar-ı itibara almak iktiza etmez mi? Biz el çabukluğu üst ederken veictimai inkılablar ani olurdiye bunu yoruz. Her milletin bir hüviyet-i ictimaiyyesi vardır ki o hüviyetin büsbütün tahavvül ettiği gün o millet de milletlikten çıkar harita-i alemden silinip gider. Biz eğer mevcudiyet-i ictimaiyyemizi muhafaza etmek düd namına yapılan her harekette milletin ahval-i ictimaiyye ve ruhiyyesini ihmal etmememiz lazımdır. Yıkmak kolaydır ve yıkılmaktan masun kalabilecek hiç bir şey yoktur. Eğer asırlardan beri teessüs etmiş olan hayat-ı karımızı itmam etmiş oluruz. Fakat o zaman ortada kalan bir millet değil enkaz yığınından başka bir şey olmaz. Artık bugün tamamiyle tahakkuk etti ki bizde İctimai teceddüd hareketi rehberlerinin mevcudu yıkmaktan başka müsbet ve nafihiçbir şey yapmaya kudretleri yoktur. Nice senelerden beridir işittiğimiz nağme hep aynıdır.Yapmak için evvela sahayı temizlemek lazımdır diyorlar. Yıkmak için hayli fırsatlardan istifade ettiler ve yıktılar. Zannediyoruz artık yıkacak bir şey kalmadı. Halayapmakdevr-i dil-arası gelmedi mi? On beş seneden beri kadın davasıyla kadının hürriyyetiyle müsavatıyla kulaklarımız doldu. Nihayet maksada erildi. Şimdi ne yapılacaksa yapmak lazım gelmez mi? Mekteb kitabları şöyle dursun henüz elifba meselesinin tedrisini bir usul-i fenniye rabt edemedik. Mekteblerin on beş sene evvelki haline ifrağı için la ekal on beş sene daha çalışmak lazım geldiğini yine maarif mütehassısları söylüyor. Daha geçen gün yalnız bir livada on sekiz bin çocuğun mektebsiz kaldığını gazeteler yazıyordu. Acaba etfal-i memleketin yüzde onu tahsil-i muallime ihtiyaç olduğunu mütehassıs zevat söylüyor. Bugün memleketin hemen her tarafı mektebsizlikten dir. Binaberin müeddib-i evvel şerayi‘ ve nevamis-i ilahiyyedir demekte asla tereddüd etmemek lazım gelir. Din ile ahlak arasındaki rabıta-i ezeliyyeden dolayı ukala-yı ümemden birçoğu alemde ahlak namıyla bir şey varsa onun be-heme-hal dinden müstefad din ile kaim olabileceğini dine müstenid olmayan ahlakın usul ve kava‘idi ne kadar metin ne kadar mazbut olursa olsun köksüz bir ağaç gibi feyz-i hakikiden mahrum kalacağını söylüyorlar ve zevabıt-ı ahlakiyyenin dini alakalardan tecridi lüzumuna kail olanların da‘valarını edille-i kafiyye ile reddediyorlar. Tehavüliye mesleğinin vazıı olan Herbert Spencer ahlakın menşei hakkında şu nazariyeyi serd ediyor: Diğer birçok şeyler gibi insanın efkar ve hissiyatı da tekamül kanun-ı umumisine tabi‘ ise ahlakı teşkil eden silsile-i tasavvurat ile bu silsileye iştirak eyleyen hissiyat nisbete gayr-ı mülteim gayr-ı muayyen bir halet-i vicdaniyye demektir. Bu hissiyat bidayeten kendi kitlelerinin karışmış olduğu vasi‘ kitleden ayrıldıkça alet-tedric mülteim ve muayyen bir şekle iktiran eyler. Ahlakın müddet-i medide kitlede gaib olan suret-i müstakillesi mübhem olarak teressüm etmeye başlarsa da bu suret ancak tekamül-i aklinin yüksek bir mertebe-i inkişafa vusulünden sonra müte‘ayyin bir vücuda mukarin olur. Fil-asl tam olan bu hal-i iltibas tekamül-i ictimai seyri devam eylediği müddetçe biz-zarure devam etmiştir. Her ne kadar tahaffüf eylemiş ise de bu iltibasın bizdeki nim medeniyet halinde el-an devam eylemekte olduğunu kabul etmemiz lazım gelir. Bundan da şu neticeyi müessesat ve veche-i faaliyet-i medeniyye ile vukûa gelen her tebeddül neticesinde mütebebbid olan hayr ve şer mefhumları hatta zamanımızda bile herc ü merce şebih bir küme teşkil etmektedir. Görülüyor ki Tehavüliyenin hayır ve şer hakkındaki nazarları ancak ve ancak na-mütenahi ile ifade edilebilen bir istikbale müteveccihtir. Binaenaleyh bu gibi ta‘mikatın ilmen bir kıymeti olsa bile amelen asla faidesi yoktur. Zira onların nazariyeleri yalnız ahlaka değil hey’et-i mecmua-i kainata da şamildir. Kainat ise bizim ya-cat-ı acilesinin tatminini Tehavüliyenin edvar-ı gayr-ı mütenahiyyesinden bekleyemez ise haksızlık ve sabırsızlık etmiş olmaz. Şu halde harekat ve sekenatını kavanin-i akliyye ve ahlakiyyeye tevfikan tanzime mecbur olan insaniyet-i hazıraca kendi hilkat ve tabiatına muvafık müesses ve müdevver bir ahlakın mevcudiyeti kabul edilmek zaruridir. – Feyziye mektebi bir Dönme mektebi olmakla beraber tedrisatında intizam vardır. Bu maksadla ben de kızımı oraya vermiştim. Kızım sekiz dokuz yaşlarında. Bir gün geldi kemal-i safvetlebaba dedi. bugün mektebde bir erkek çocuk benim üzerime bindi. Beni çimdikledi. Tabii çocuk bir şeyin farkında değil. Derhal mektebin müdiresine bir tezkere yazdım. Çocukların terbiyesine dikkat etmelerini ihtar ettim. Cevap vermediler. Bu hal bir kere daha tekerrür etti. Yine müdireye yazdım cevap alamadım. Onun üzerine çocuğu oradan aldım. Vakıa kızım henüz sabidir. Bunların manasını anlamaz. Fakat gitgide bu hal itiyad halini alır korkusuyla çocuğu almaya mecbur oldum. Feyziye mektebini Türklere misal göstermek doğru olmaz. Türklerin hayat-ı ictimaiyyesi buna müsaid değildir. Son bir şey kaldı eğer bu da tecrübe edilmek istenirse edilebilir çok geçmez bunun da akıbeti görülür. Yeni Eserler: muharrir-i şehiri üstad-ı muhterem Ferid Beyefendi hazretlerinin bu ünvan ile bir kitabı intişar etmiştir. Eserin mahiyetini ne maksadla neşredildiğini üstad-ı muhterem mukaddimesinde şu suretle izah ediyor: Taharri-i hakikat isti‘dadıyla mecbul olan insanlar her şey gibi ahlakın da menşeini müstenid olduğu kavanin-i akliyyeyi aramak ihtiyacından vareste kalamamışlardır. Ehl-i edyana göre ahlakın menşei telkin-i semavidir. Hazret-i Ademden bi‘set-i seniyye-i peygamberiye kadar zuhur eden enbiya-yı zi-şanın kaffesi ümmetlerine ahkam-ı ilahiyyeyi tebliğ ve bin-netice ta‘lim-i ahlak eylemişlerdir. Şu halde ahlakın ilk muallimleri peygamberan-ı Ezmine-i muhtelifede yetişen hükemanın zaman ve mekan-ı zuhurları ya bir peygamberin zaman-ı zuhuruna yahud zaman-ı zuhurunun hakim ve müessir olduğu zamana tesadüf eylediği cihetle felasife tarafından vaz‘ edilmiş olan kava‘id-i ahlakiyye bu suretle peygamberan-ı Mütekaddimin hükemanın bu ciheti meskutün-anh bırakmaları pek bariz olan bu hakikati i‘tirafa yanaşmak hal değildir. Nasıl bir mücahede-i akliyye neticesi olursa olsun felasifenin sermaye-i ma‘rifetleri hiç şübhe yok ki kısm-ı a‘zamı i‘tibarıyla tealim-i enbiyadan muktebes Hükema-yı İslamiyye tarafından ahlaka dair te’lif edilen asar-ı saireden kat‘-ı nazar halk arasında meşhur olan ahlak kitapları Nasirüddin-i Tusinin Celal Devaninin Hüseyin Vaizin Kınalızade Ali Efendinin ünvanlı eserleridir. Menabi-i garbiyyeden alınan ve sırf garb felasifesinin ahlak hakkındaki nazariyelerini ihtiva eden bu eser-i muhtasar hem ahlak kitaplarının şekl-i cedidi hakkında bir fikir vermek hem de ahlak-ı İslamiyyeye dair derdest-i tahrir olan diğer bir eser için mevzu‘-ı münakaşa olmak üzere neşredilmiştir. Ve minellahit-tevfik. Evailde ahlak Hazret-i Süleyman aleyhis-selamın emsali ukala-yı seb‘a-i Yunaniyyenin vecaizi Lizis gibi eski Yunan şairlerinin iş‘ar-ı mezhebeleriyle vesaya-yı umumiyye yahud muhazarat suretinde ta‘lim edilir bir surete iktiran ederek Fisagors Sokrat Eflatun Aristo gibi hükemanın tealim-i felsefiyyelerinde mühim bir yer tutmuş bil-hassa Aristo tarafından ilm-i müstakil suretinde tedvin edilmiştir. sefiyye idadına ilhak edilen ahlak Avrupa müteahhirin felasifesinden bazılarının ta‘mik ve tevsikiyle öteden beri şark uleması arasında ma‘lum olan ve kısm-ı nazarisi kütüb-i Yunaniyyeden bil-hassa Aristonun asarından alınan esaslardan tebaüd ederek büsbütün başka esaslara Başmuharrir Sahib ve Müdir — Şimdi oğlum kızacaksın ya fakat boş ne desen; Bu rezalet beni me’yus ediyor atiden. Hale baktıkça adam kahroluyor elde değil; Bizi kim kurtaracak var mı ki bir başka nesil? — Asım’ın nesli Hocam — Nerde! — Hayır haksızsın! Galiba oğlana pek fazla bugünler hırsın? — Asım’ın nesli... diyorsun. Ne uzun boylu hayal! — Asım’ın nesline münkad olacak istikbal. Sana vicdanımı açtım okudum dinlesene; Söyleten başkasıdır bakma Hocam söyleyene. — Ne kehanet bu? — Bilirsin ki değil mu’tadım. — Güzel amma ne faziletleri var evladım? — Ne fazilet mi? Çocuklar koşuyor aç çıplak Cebheden cebheye arslan gibi hiç durmayarak. Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile; Yüzgöz olmuş bu çocuklar ölümün şahsıyle! Cebhenin her biri bir kıt’ada etrafı deniz; Kara dersen daha dehşetli: Ne yol var ne de iz. Harekatın görüyorsun ya Hocam en kolayı Yalın ayak Kafkas’ı tutmak baş açık Sina’yı! Yapılır zannediyorsan bakalım sen de soyun... Kıt’a kapmak köşe kapmak değil artık bu oyun. Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi –Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya– Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayasız[ca] tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde –gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı!” Dedirir– yırtıcı his yoksulu sırtlan kümesi Varsa gelmiş açılıp mahbesi yahud kafesi! Eski Dünya Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer Kaynıyor kum gibi mahşer mi hakikat mahşer. Yedi iklimi cihanın duruyor karşında Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka lisanlar deriler rengarenk; Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindu kimi yamyam kimi bilmem ne bela... Hani ta’una da züldür bu rezil istila! Ah o yirminci asır yok mu o mahluk-i asil Ne kadar gözdesi mevcud ise hakkıyle sefil Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına. Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz... Medeniyyet denilen kahbe hakikat yüzsüz. Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harab. Öteden saikalar parçalıyor afakı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı; Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer... Kafa göz gövde bacak kol çene parmak el ayak Boşanır sırtlara vadilere sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller Yıldırım yaylımı tufanlar alevden seller. Veriyor yangını durmuş da açık sinelere Sürü halinde gezerken sayısız tayyare. Top tüfekten daha sık gülle yağan mermiler... Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! Ne çelik tabyalar ister ne siner hasmından; Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman? Hangi kuvvet onu haşa edecek kahrına ram? Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkam. Sarılır indirilir mevki’-i müstahkemler Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer; Bu göğüslerse Huda’nın ebedi serhaddi; “O benim sun’-i bedi’im onu çiğnetme” dedi. Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek: Şüheda gövdesi bir baksana dağlar taşlar... O rüku olmasa dünyada eğilmez başlar Lekesiz tertemiz alnından vurulmuş yatıyor Bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor! Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i... Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni tarihe” desem sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab... Seni ancak ebediyyetler eder istiab. “Bu taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da rida namıyle Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle; Ebr-i Nisanı açık türbene çatsam da tavan Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsam oradan; Sen bu avizenin altında bürünmüş kanına Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem; Tüllenen mağribi akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana. Sen ki son ehl-i salibin kırarak savletini Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin’i Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran... Sen ki İslam’ı kuşatmış boğuyorken hüsran O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki ruhunla beraber gezer ecramı adın; Sen ki a’sara gömülsen taşacaksın... Heyhat Sana gelmez bu ufuklar seni almaz bu cihat... Ey şehid oğlu şehid isteme benden makber Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber. vahdetinden aleme bir şu‘le-i tergib ve terhib neşrediyor da insanları: Aman ya Rab Buna iman etmeyenler elbette o gün yeislerinin tahakkukunu görünce: Eyvah biz buna yalan derdik diye feryad edecekler. Bundan dolayıdır ki sure-i Müddessirde yine bu tabir ile irad buyurulmuştur. Binaenaleyh Fatihadaki yevm-i dinin manası ne Buradaki izahı orada da mülahaza etmek lazımdır. Ve Kuranın hey’et-i umumiyyesindeki ahengi nazar-ı mülahazaya almak ancak bu suretle kabil olur. Eğer sure-i Müddessirde denilmeyip de yevmel-kıyamedenilse idi mebde’ ile münteha arasındaki bu aheng ve telayüm bulunmazdı. Çünkü o feryad ve nedamet ümid ve yeisin tahakkuku anında bu da mebde’-i kıyamette değil vakt-i cezada olacaktır. Hasılı yevm-i kıyamet ta‘biri yalnız terhib ve tehvil ifade ettiği halde yevm-i din ta‘biri hem tergib ve hem terhibi mutazammındır. cılar: ziyyeyi yazan zatın iddiasına rağmen ayetinin tefsirinde mün‘am-aleyhlerin sıratı mün‘im-bihin gayrı olmadığı ve bizim tefsirimizin mana doğru olduğu da sure-i Yasinde ve sure-i Nisanın ayat-ı kerimesinden anlaşılacak vesıratın din-i İslam ve İslamın da Hakkın en büyük nimeti olduğu görülecektidiyorlar. bilsırrı zahir olmuş. Çünkü burada Fakat hiç unutmamaları lazım gelir ki onlar ayetini hiçbir zaman tefsir etmemişler suretinde anlayarak yanlış bir tercüme yapmışlardır. Biz de bu tahrif-i fahişi göstermiş idik. Ayeti güzelce tercüme edip de dedikleri gibi burada sırattan ve nimetten murad ikisi de İslamdır o da Allaha ibadetten ibarettir diye bir tevilde bulunsalardı o zaman yanlışlıkları burada olduğu cılar: – -dinin yevm-i kıyametle tefsiri doğru olmadığı iddia ediliyor. Fakat ayetleri bizim verdiğimiz mananın Kitab-ı Hakka muvafık olduğunu bildirecekti. Diyorlar. Doğrusu biz bu sözün manasızlığına hayran olduk. Kuranda Fatihadan başka bir ayette yevmüd-dinyoktur demedi kiyevmüd-dinta‘birlerini muhtevi iki ayet iraesiyle bize bir cevab verilmiş olsun. Kurandan kelimat-ı Kuraniyyenin maani-i dakikasından bahsolunurken mes’eleye böyle hafif bir nazarla bakmak cidden günahtır. Ragıb lügat-ı Kuraniyyeyi mutazammın olan ndaraybkelimesinişek olmamak demek olduğunu söylüyor. Binaenaleyhyevmel-kıyame veyevmüd-dingibi muzafun-ileyhleri başka başka olan iki terkibin mefhumlarındaki fark ile cihet-i tesaduklarını aramayacak düşünmeyecek ve hatta tefsir ve tercüme-i Kurana ne hak ile ne fikir ve maksadla el sürdüklerini anlamak müşkil oluyor. Ebussuud Efendi merhum Fatihada denilip de yevmel-kıyame yevmel-cem‘ yevmel-hisab gibi diğer ta‘birler kullanılmamasının nüktesini anlatırken şöyle diyor: mat-ı cezadan olup mes’uliyetin netice-i fiiliyyesi olan ceza yani i‘ta-yı sevab veya ikab vefitnede yevmüddin denildiği anlatılıyor ki lisanımızda buna bizruz-i cezatesmiye ederiz. Demek ki yevm-i kıyamet o günün orak zamanı gibi farz olunursa yevmüd-din de harman kaldırma zamanı gibi tasavvur edilmek lazım gelecektir. Ümid ve yesin tam manasıyla tahakkuk edeceği saat o saattir. ayet-i vecizesinin mazmun-ı mehabetmeşhunu da böyle büyük bir cem‘iyet-i maaniden teşekkül ederek üç kelime içinden bir sima-yı ihtişam ile doğuyor ve biri cazib diğeri dafi‘ iki kuvvetin istivagah-ı Gerek Fatihadan ve gerek sure-i Nisanın ayetinden müstefad olan mana da budur. nin sütunlarında bir kısım ifadat ve beyanatı daha intişar etti. Evvelki ifadat ve beyanatı gibi yeni medi. Fakat tekzib müddeti henüz münkazi olmadığı için sıhhatlerine hüküm vermekte mütereddid bulunuyorum. Maa haza sıhhatlerinin sübutuna ta‘likan mülahazat-ı yorum: Yeni ifadat ve beyanı miyanında müstahıkk-ı intikad gördüğüm üç nokta vardır:Kalevekilealeyhdarlığı gibi bir te’vil hatası olur ve böyle bir iddiaya girişmelerine belki bir vecih bulunurdu. Lakin mütercimler daha dün cereyan eden ve matbu‘ olarak duran Fatiha tercümesiyleın itirazlarında bu kadar tahrifamiz beyanata cür’et ederlerse bize bu neticeyi yalnız kayd etmekten başka ne vazife düşer. Şu halde Fatiha tercümesindeki o fahiş tahrifi olduğu gibi kayd ve tesbit ettikten sonra sözlerinin manasızlığını da kayd edelim. Fatihadaes-sıratul-müstakimden murad din ve şeriat ve olduğunda şübhe yoktur. Fakat Fatihadakies-sıratul-müstakimile Yasindekisıratun müstakimin balada beyan ettiğimiz vech ile derece-i şümulleri bir değildir. Eğer öyle olsa idi mütercimler daha büyük tenakuzlara düşmüş olurlardı. Çünkü Yasinde yalnız Allaha ibadete masruftur. O halde Fatihada diye münhasıran Allaha ibadet eden mü lümanların bunu ta‘kiben duaları mütercimlerin yaptıkları gibi bize doğru yolu göster diye tercüme olunamazdı. Bizi sırat-ı müstakimde sabit kıl onun gayesine götür gibi bir manada tercüme edilmek lazım gelirdi. Zira sırat-ı müstakim üzerinde bulunduklarına mu‘tekid olanların bize sırat-ı müstakimi göster diye duaları hasılı tahsil olurdu. Eğer cılar Yasindeki o ayet ile Fatihanın ahengini mülahaza edebilselerdi evvelaihdinayı öyle Mu‘tezile tefsirine göre tercüme etmezlerdi. Gelelim diğer noktaya: ayetinde mün‘im-bih ile mün‘am-aleyhimin sıratı bir olmadığı gibi ayetinde de itaat ile in‘am olunan şey-i vahid değildir. Burada İslamın bir nimet-i makla kalmaz belki İslama müterettib olan ve sırat-ı müstakimin gayesi bulunan ni‘am-i ilahiyyeyi inkar demek olur. İslamın bir nimet olması bu nimetlerin tarik-i müstakimi olmasındandır. Eğer böyle değilse Kuran-ı azimüş-şanda ehl-i iman ve İslam için la-yu‘ad ayetlerin va‘d buyurulan tebşirat-ı ilahiyyenin hiç hükmü olmamış olur. Hulasa: Mün‘am-aleyhlerin sıratı ile mün‘im-bih şey-i vahid değildir. Mün‘am-aleyhlerin sıratı din-i hak mün‘im-bih de saadet-i ebediyyedir ve rıdvan-ı ekberdir. Hakikat mecburiyyül-ittiba‘ bir kuvvettir Onun hilafına hareket etmek için asla yol yoktur.diyor. Bir müctehidin ekûlusu eğer bir hakikatin tercümanı ise ona muarız midir? Herekûluya karşı diğer birekûlu ile mu‘araza etmek lazım gelecek ise birkaç kimseyi bir hakikat etrafında toplamak imkanından mahrum bulunacağız demektir. Müderris-i muhterem acaba bu neticeyi menafi‘ ve mesalih-i beşeriyye ile kabil-i te’lif görecek midir? ediyor. İnsafın hakikate teba‘iyyetten başka manasını bilmiyoruz. Müteahhirinin müctehidlerin akval-i hakkasına teba‘iyyet ederek onlara karşıekûludememeleri en yüksek bir fazilet-i ilmiyye ve ahlakiyye değil midir? Eğer müctehidlerinekûluleri hak değil de batıl ise ve müteahhirin hakka değil de batıla teba‘iyyet ederekekûludememişlerse müdderris-i muhteremiş şikayetleri pek haklıdır. Fakat yeniekûluler ile eski ekûlulerin butlanları izah ve isbat edilmedikçe biz eski ekûlulere bir hakikat nazariyle bakmak ıztırarında bulunuyoruz. Keyfiyyeti böyle hak ve batıl nokta-i nazarından değil de intizam ve inzibat nokta-i nazarından düşünürsek taklid ve teba‘iyyetin bazen hayr-ı mahz olduğuna hüküm vermek mecburiyetinde kalırız. Eğer herkes meydan-i ictihada çıkarakekûludiyecek ise kim kimin ekûlusüyle amel edecek? Kendiekûlusünü bırakarak başkasınınekûlusüyle ameledecek kimse bulunmayacağı kendi nefsine meb‘us bazı enbiya-i Beni İsrail gibi yalnız kendi nefsinin imamı olur veyahud söyleyenle dinleyen belli olamayacağı için ictihad meclisi kadınların düğün meclislerine mümasil bir şekil alır. Haydi müctehidleri demek iktidarını haiz bulunmayan avamm-ı nasın hali ne olacaktır? Bu vaziyet bugün için nasıl kabil-i tecviz değilse mazi için de kabil-i tecviz değildir. Muamelat-ı beşeriyyede intizam ve inzibatın teessüsünü söyleyenlerle dinleyenlerin ayrı ayrı olmasına vabestedir. Onun için taklid ve teba‘iyyet bazen en kuvvetli bir amil-i intizam ve inzibat olur diyoruz. Bu sözü söylerken yanıldığımızı zannetmiyoruz. Mütemadi ve umumiekûlulerin tevlid edeceği mühlik fevzaviyet-i ilmiyyeden bize kurtaran işte okalevekilelerdir. Haza min fazli Rabbina.. Taklid ve teba‘iyyet alel-ıtlak tarik-i cehl değildir. Tarik-i cehl şuura müstenid olmayan taklid ve teba‘iyyetlerdir. Şuura müstenid taklid ve teba‘iyyeti tarik-i cehl telakki etmek alimane bir telakki değildir. Avamm-ı nassın kazaya-yı i‘tikadiyyeye teba‘iyyetleri şübhesiz istidlali değil sem‘idir. Binaenaleyh onların bu tarik-i tebave ekûlulehdarlığı… Bugünkü İslamiyetin dünkü İslamiyet olmadığı.. İslamiyetin muamelatta ve hatta ibadatta müsamaha esasına müstenid bulunduğu… bu üç noktadan ikinci ve üçüncüsü diğer haftalara bırakarak bu hafta birinci noktayı intikad edeceğim. Müderris-i fazıl fıkıh kitaplarınınkalevekileler ile doldurulmuş olmasından son derecede müşteki bulunuyor.kaleve kileler takliddirkalevekilediyen fukaha da mukalliddir taklid ise bir tarik-i ilmi değil bir tarik-i cehldir. diyor ve Molla Hüsrevleri İbn kemalleri de bu tarik-i cehlin yolcularından addediyor. Paye-i ilmi yalnızekûlu rütbe-i refiasından mahrum bıraktığınıekûludenmemesi yüzünden ictihad hareketinin tevakkufa uğradığını halbuki garbda müteahhirinin mütekaddiminden daha müterakki bulunduğunu dermiyan ediyor. Kalenin fıkıh sahasında iki mahall-i istimali vardır: Biri münazara ve münakaşa mahallinde istimal edilir. Başkasına aid bir sözünkaleile nakl ve hikaye olunması bazen ta‘dil ve bazen de cerh fikrine müsteniddir. Kileile nakil ve hikaye ise ekseriyetle cerhi istihdaf eder. Müderris-i fazılın şikayet ettiğikalevekileler ise bu şikayetini fıkıh sahasında hürriyet-i tefekkür bulunmadığı hakkındaki mesbuk şikayetiyle mütenakız görürüz. Ve bu tenakuz fazıl-ı muma-ileyhin ifadat ve beyanat-ı tenakuz pek ter u tazedir. Daha dün fıkıhta hürriyet-i tefekkür yokluğundan şikayet etmiş idi. Bugün ise fıkıhtaki münazara ve münakaşalardan müşteki vaziyetine girmiş bulunuyor. Biz hukûk-ı umumiyye ile alakadar mesail-i fıkhiyyenin a‘zami bir fikr-i hür-endişane ile münakaşa edilmiş olmasını kemal-i memnuniyetle karşılıyoruz. Ve fukaha arasında efkar-ı mütehalifeye karşı mütekabilen gösterildiği anlaşılan hürmetleri pek şayan-ı taklid bir fazilet-i ilmiyye ve ictimaiyye telakki ediyoruz. O şerait-i fazıla dahilinde cereyan etmiş bulunan münakaşalar sayesindedir ki akval-i fukahanın sahihlerini gayr-ı sahihlerinden mesalih-i ibada muvafık olanlarını olmayanlarından delillerinin kavilerini zayıflarından tefrik ve temyiz etmek tariklerini öğrenmiş bulunuyoruz. Böyle münakaşalardan müteheyyic olmak lazım gelir. Vech-i şikayet fikr-i taklid ve teba‘iyyeti temsil eden kalevekilelere mütehavvil ise taklidi alel-ıtlak bir acz ve cehl telakki etmek veekûludemeyen her fakihi paye-i ilimden mahrum bırakmak ilmi bir telakki ve haklı bir muamele değildir. Taklid ve teba‘iyyet bazen en yüksek bir fazilet-i ilmiyye bazen de en kuvvetli bir amil-i intizam ve inzibat olur. Elfaz ve kelimatı gubar-ı nisyanımla mestur bulunan fakat mana ve meali zihnimde her zaman incila-saz olan bir şair sözü vardır: . . zaman-ı hazıra aid ise bunun mes’uliyeti müderris-i fazılın da mümessillerinden bulunduğu darul-fünunumuza müteveccih olmak lazım gelir. Müteahhirin fukahanın eimme-i mezahibinekûlulerine karşıekûludemeyerekkalevekilelere bağlanıp kalmaları yüzünden ictihad hareket-i fikriyyesinin tevakkufuna uğramış olduğu doğrudur. Vüs‘at ve kudret-i ilmiyyeleriyle hakikat-perestliklerine sarsılmaz kanaatlerle merbut bulunduğumuz o e‘izze-i İslam bugün ber-hayat bulunsaydıekûlumeraklılarını memnun ettirmek için mütemadiyenekûludeyip durmaları zımnında pay-pus-i faziletleri olmakta asla tereddüd etmez idik. Fakat bugünekûludiyeceklerin ne vüs‘at ve kudret-i ilmiyyelerine ne de hakikat-perestliklerine kat‘i i‘timadımız yoktur. İ‘timadımızı selb ve halel-dar eden amil-i müessir de müderris-i fazılınhıyar-ı rü’yet mes’elesi hakkındaki yeniekûlusüdür. Yeniekûlulere misal vermiş olduğundan dolayı müderris-i muhteremi teşekkürler ile yad ve tezkar edeceğim. Yeni ictihadlara böyleekûluler aleyhinde mütemadiyenekûludiyeceğim. Muarazasıyla şeref-yab olmak istediğim kadim ve muhterem meslekdaşımızın hıyar-ı rü’yetin butlanına hüküm vermek hususunda meşru‘iyeti hakkında yalnız ayet bulunmamasına istinad etmesi diğer edille-i şer‘iyyeye iltifat buyurmayacaklarını gösteriyor. Binaenaleyh mes’eleyi ma‘kûliyet ve hukûk nokta-i nazarından tedkik etmek lazım geliyor. Müşteriye hıyar-ı rü’yet hakkı verilmesi nazari ve ameli hukûk nokta-i nazarından son derece ma‘kûl ve son derece de faidelidir. Görmediği bir mal ve meta‘a müte‘allik akdin mucibiyle müşteriyi ilzam etmek onun zararını müstelzim olur. Görülmeden satın alınan bir mal ve meta‘ın matluba muvafık zuhur etmemesi her zaman mümkün ve çok def‘a vaki‘dir. Matlubuna muvafık zuhur etmeyen bir mebi‘ müşteri hakkında bir zarardır. Onu zararı kabul ile ilzam etmek ne nazari ne de ameli esasat-ı hukûkiyyeye muvafık değildir. Nazari ve ameli esasat-ı hukûkiyyeye tevafuk etmeyenbir muamele de ma‘kûl olamaz. Akla mantığa menfaate tabiat-i hadiseye muvafık olan mebi‘i görmeden akdin icrasına cevaz vermemektir. Fakat hayat-ı umumiyye-i beşeriyye muamelat ve münasebat-ı mütekabilede teysiri müstelzimdir. Bu teysiri te’min için mebi‘i kabler-rü’ye akd-i bey‘in icrasına cevaz vermek lazım gelir. Fakat bu cevaz bir zaruretten mütevelliddir. Zaruretlerin de ken‘iyyetlerine tarik-i cehl diyebiliriz. Fakat ilm-i kelam ve teba‘iyyetleri yalnız sem‘i değil istidlalidir. Tarik-i istidlal kat‘iyyen tarik-i cehl değildir. Mesail-i fıkhiyyeye teba‘iyyet de tıbkı kazaya-yı i‘tikadiyyeye teba‘iyyet hükmündedir. Yani avamm-ı nasın teba‘iyyeti sem‘i ve ekûludemeyen fukahanın teba‘iyyeti de şuuri ve istidlalidir. Molla Hüsrevler İbn kemaller eğer ilm-i fıkıhta ta‘lil ve istidlal mesleğinin müessislerinden değillerse her halde mütehassıslarındandırlar. Usul-i fıkıh gibi münhasıran ta‘lil ve istidlal esaslarına müstenid bir birer mukallid olmadıklarına burhan-ı katı‘ değil midir? Hususiyle müderris beyimizi memnun edecek mikdarda ekûludemekten de çekinmemişlerdir. Eğer paye-i ya tevcih ederek tabakat-ı saire ashabını o rütbe-i refiadan mahrum bırakacak isek müderris beyin mütekaddiminden daha müterakki olduklarını söylediği garb müteahhirin ulemasını da cehl ü acz ile ta‘lil ve tavsifde tereddüd göstermemek lazım gelir. Çünkü onlar da mütekaddiminin esasat-ı ilmiyye ve fenniyyesinikale vekilekelimeleriyle nakl ü hikaye ederek onlara karşı bir takım cerh ve ta‘dillerde bulunmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Bu halleriyle beraber müteahhirin yine müderris bey de dahil olduğu halde bizim ilim ve fen üstadlarımızdır. Eğer biz onların füyuzat-ı ilmiyye ve fenniyyesinden tecerrüd edersek semeresiz şecer gibi sipsivri kalırız. Müderris-i fazılın müteahhirin fukahayı garb müteahhirin ulemasıyla mukayese etmesinde tashihi lazım bir galat-ı rü’yet ve tefekkür vardır. İlm-i fıkıh bir mebde’-i kamile müsteniddir. Bir mebde’-i kamile müstenid olan sonradan tekamüle muhtacdır ne de fukaha tekamül ettirmeye salahiyetdardır. Esasat-ı semaviyyeye müstenid olmayan ilimler mebde’-i nakısa müntehidir mebde’-i nakısa müntehi ilimlerin esasatı muhtac-ı tekamül bulunduğu gibi tekamül ettirilmeleri de ulemanın salahiyetleri dahilindedir. Binaenaleyh ilm-i fıkıh erbabıyla ulum-ı akliyye ashabını yek-diğerleriyle mukayese etmek hiç de şark ve garbdaki mütehassısları arasında icra edilirse ve bu mukayese müteahhirin-i fukaha devr-i ilimlerine müsadif ise o devirde İslam ulema-yı müteahhiresinin garb ulema-yı müteahhiresinden dun bir derece-i ilmide bulundukları muhtac-ı te’yid ve isbattır. Bu gerilik eğer Bu safahatı ta‘kib ederek tekemmül eden seciye taklide değil tahkika müsteniddir. Taklid ile seciye yekdiğerinin zıdd-ı kamili olan mefhumlardır. Çünkü taklid en hafif ta‘biriyle zaaf-ı ruhi zaaf-ı ictimai ve iradenin tereddisinden başka bir şey değildir. Müstakillen hareket etmek kabiliyetini haiz olan bir şahsiyet nasıl düşüncesinde ef‘al ve harekatında herkesi değil ancak en makbul olan hatt-ı hareketi ta‘kib ederse müteharrik bi-zatihi evsafını iktisab eden hey’et-i ictimaiyyeler de başka harsleri değil ancak en muvafık ve en faideli yolları ta‘kib eder. Hayat-ı hususiyyede bile her duyduğunu ayn-ı hakikat olarak kabul eden her gördüğünü ayn-ı fazilet olarak yapmaya kalkışan kimseler iradesine malik olmadığı için hafiflikle itham olunur. Hal böyle iken her gördüğünü mütereddi vasfı çok görülemez. Ulum-ı ictimaiyye terakki tedenni ve inkıraz nokta-i nazarından hey’et-i ictimaiyyeleri üçe ayırmıştır: Seciyeli cem‘iyetler müsamahakar cem‘iyetler ferdi cem‘iyetler. Seciyeli cem‘iyetler– Evsaf-ı farikası mümeyyizat-ı milliyyenin muhafazasıyla tecelli eder. Bu cem‘iyetlerde halk mütesanid haluk ve vakûrdur. Ahlaki telakkiler daima yüksektir. Hayat-ı diniyye kuvvetlidir. Murakabe-i mükemmeldir. Bundan dolayı nüfusları daima tezayüd eder. Seciyeli hey’et-i ictimaiyyeler için terakki kapıları açıktır. Böyle milletler devr-i kemali idrak ederler. Müsamahakar cem‘iyetler– Hayat-ı ictimaiyyede ahlaki telakkilere hayati bir ehemmiyet atf olunmaz. Hayat-ı diniyye mühmeldir. Sunuf-ı ictimaiyye arasında tam bir teşrik-i mesai ve aheng ve bin-netice muhabbet mevcud değildir. Böyle hey’et-i ictimaiyyelerde mümeyyizat-ı milliyye kat‘iyyül-müfad bir düstur halinde bulunmaz. Taklid meyelanı ziyade olduğundan gerek ferdi gerekse ictimai hayatta müstakillen hareket etmek kabiliyeti nakıstır. Ailevi muaşeret ve hürmet-i mütekabile hal-i müsamahadadır. Böyle cem‘iyetler için tedenni muhakkaktır. Mütereddi cem‘iyetler– Bu kabil cem‘iyetlerde ictimai ahlaki maddi sahalarda sukût-i hal tabiidir. Evsaf-ı mümeyyizesi sık sık tebeddül eder. Huzur ve sükun mevcud değildir. Sunuf-ı ictimaiyye hal-i ihtilaftadır. Seciyeler maddi te’sirata tabi‘ bulunur. Menfaat-i umumiyye mülahazatı mühmeldir. Murakabe-i ictimaiyye kat‘iyyen bir vazife olarak telakki edilmez. Bu şeraiti haiz hey’et-i di mikdarlarıyla takdir olunmaları muvafık-ı maslahattır. Müşteri akdin icrasından sonra nagehani olarak karşısında kaldığı zarardan ancak hıyar-ı rü’yet hakkını hüsn-i beşeriyetin muamelat ve münasebat-ı mütekabilesinde zarar ve zarara meydan vermemek ve ma‘kûliyet haricine çıkmamak şartıyla muamelat ve münasebat-ı hukûkiyyede teysir göstermektir. Fukaha-yı İslam eğer bila-delil bir hiyar-ı rü’yet hakkı ihdas etmişlerse -ki biladelil değildir- bu hakkı hem beşeriyetin menfaat ve maslahatına hem de İslamiyetin gaye-i teşriiyyesine begayet muvafık düşürmüşlerdir. Fukahanın zamanlarında safiyet-i ahlakiyye hükümran bulunmasına rağmen böyle bir tedbir-i ihtiyari ve hukûki ittihaz etmesi bizim zamanlarında bir hakkı ihdas etmiş olmasalardı hak ve batıl helal ve haram sevab ve günah akidelerinin zaafa uğradığı ızrar iğrar iğfal fikirlerinin hile desise kizb ve ihtiras hislerinin taammüm ettiği bu zamanlarda o hakkı ihdas etmek bize düşerdi. Hıyar-ı rü’yet hakkının suistimal edilmesi yüzünden bazen de zararı görülebilir. Fakat insanların kabahatlerini hıyar-ı rü’yet hakkına atf ve isnad etmek hakperestane bir düşünüş değildir. birkalevekileoldu. Muarız-ı acizin sözleri de bir ekûlu! Ferdi ailevi ictimai kabiliyetlerin evsaf-ı mümeyyize halini alan irade-i müsbeteleri muhassalasından tezahürat ve tecelliyatını muhakeme edebilmek için elde hakiki bir mi‘yara ihtiyac vardır. Bu mi‘yar da kıymet-i ahlakiyye ve maneviyyedir. Ta‘rifde izah olunduğu üzere herhangi bir meziyete seciye denebilmek için sade iradelerin teksif edilmiş olması kafi değildir. Belki iradelerin müsbet ve faziletli vecheler dahilinde evsaf-ı sabite halini alması lazımdır. Bir halin mümeyyizat-ı mahsusa haline gelebilmesi tekerrüre ve bu tekerrürün kabul-i ammeye mazhariyetine mütevakkıftır. Zira hayat-ı ictimaiyyeye arz edilen sabit bir kıymet alır. Bu hale gelinceye kadar muhtelif laşıldıktan sonra seciye şekline girmiş olur. Dini ictimai Menafi‘-i umumiyye için efradın sıhhati ne kadar mühimse hey’et-i ictimaiyyenin muvazenesi de o kadar mühimdir. Herhangi bir maksad-ı ictimainin te’mininde tedkik ve tahlilin aslul-usul olarak telakkisi taklidin değil tahkikin mebde’ olarak kabulü zaruridir. Zira kıymet-i taklidcilikten bir derece yukarıya yükselemez. Hey’et-i lidciliği acaba tedkik ve tahlile müstenid olarak mı bir kıymet kazanmıştı. Böyle olmasını çok arzu etmekle beraber fiiliyatın sarih lisan-ı hali karşısında bu tahkik ve tahlili yapmak pek elimdir. Tanzimat ruhunun su-i idare hasebiyle bir asır müddet geri kaldığımız irfan ve terakkiyat-ı asriyyeye mülaki olabilmek için garb usullerini ta‘kib ederek bu zamanı kazanmak düsturuyla revac bulduğu günden bu gune kadar edvar-ı istihalatımızı göz önüne getirirsek garblılaşmak suretiyle ara yerdeki zaman ve irfan farkını kazanmak için vaki‘ olan mesainin niçin semeredar olmadığını keşf etmek pek müşkil bir şey olmaz. Filhakika milletimizin şemşir-i celadeti altında gözü açılan Avrupa son asırlar zarfında irfan ve terakkiyat-ı fenniyye sahasında fersahlarca geçmiş bulunuyor. Elbette aleyhimizde olan bu tefevvukun izalesine çalışmak lazım gelirdi. Fakat bunun için en tabii yol ancak ilim ve darul-fünunlarımız en yüksek kemalini bulur. Köylerimiz mekteplerle dolar fen adamları çoğalır memlekette bir karış işlenmemiş arazi fabrikadan hali bir köşe bulunmazdı. Halbuki üç rub‘ asırdan beri beklediğimiz bu terakki yerine daha ziyade zayıflamış bulunuyoruz. Hani fabrikalar hani yeni keşifler hani alimler fazıllar sanatkarlar nerede! Memleketin serveti her halde eskisine nazaran hiç de yüksek değil! Vakı‘a mütemadi harbler bir özür teşkil edebilirse de bu neticeyi ma‘kûl gösterebilecek bir delil değildir. Çünkü garbı taklid hususunda ilk günden yani Tanzimattan beri tuttuğumuz yol en gayr-ı tabii bir yoldu. Bu yolda devam edildikçe ictimai muvazenemiz bozuldu. Fransa Belçika ve daha bilmem hangi memleketler yapılan bu işin aynen tercüme ve tatbikiyle başlayan bu taklidcilik gittikçe hayat-ı umumiyye ve hususiyyemizi alakadar eden en ufak noktalara kadar hulul etmiştir. Anlaşılmayan bir nokta da bir milletin seciyesine göre evsaf-ı harika şekli alan herhangi bir vech-i ictimainin hazır elbiseler gibi her bedene muvafık gelemeyeceğidir. Halbuki garbcılar madem ki medeni bir esastır her bir kabiliyet gösterebilirler. Balada izah edilen esasatı hey’et-i ictimaiyyeler hayatına tatbik edersek istikbali tehdid eden ictimai tehlikeleri sarahaten anlamış oluruz. Bu tehlikelerin en mühimmini hiçbir tedkik ve tahlile yen şerait ve kıymet noktası anlaşılmadan kabul edilen taklid teşkil ediyor. Hassa-i sereyan hassa-i taklid filhakika tab‘-ı beşerde meknuz ve mevcuddur. Bu inkar edilemez. Insanlarla diğer sunuf-ı hayvaniyye arasındaki taklidin cihet-i farikası tahkik ve temyizdir. Mahlukat sevk-i tabii ve fıtrisiyle taklide müstaiddir. Nitekim bir papağan ta‘lim ettiği kelimatı aynen tekrar eder. Fakat söylediklerinin mahiyetini müdrik değildir. Bir maymun herhangi bir hareketi kemal-i suhuletle taklide muktedirdir. Lakin hiçbir vakit mümeyyize ve şuurun bu hususta bir alakası yoktur. Halbuki insanlar mecnun ve ma‘tuh olmadıkça akval ef‘al ve harekatında bir muvazeneye tabidirler. Bu muvazenenin ilk derecesini menfaat mülahazası teşkil eder. Neticesi mutlaka zararı mucib olacağı tahmin edilebilen herhangi bir şey elbette yapılamaz buna rağmen muzır bir fiil sadır olursa mütezarrır herhalde muvazeneli bir adam olarak tanımaz. Her gün yüzlerce misalini müşahede ettiğimiz bu ahval-i hayat-i Hey’et-i ictimaiyyedeki muvazenesizlikler yalnız bir aileyi mütezarrır etmekle kalmaz bütün bir milleti tehlikeye Çünkü hey’et-i ictimaiyyeler tesadüfen teşekkül etmiş tali‘lerini yek-diğerine rabt etmiş kitlelerden ibaret değildir. His ruh din lisan ananat emzice iklim gibi muhtelif avamilin müşterek te’siratı tahtında hayat-ı coğrafisi her mahallin adat ve güzelliği bir değilse her hey’et-i ictimaiyyenin de evsaf-ı mümeyyizesi eşkal-i farikası aynı mahiyette değildir. Balada mücmelen saydığımız avamil her millette başka bir tarzda mümtezicdir. Ekalim-i baridede yaşayan bir insan nasıl hatt-ı istivada barınamazsa mensub olduğu cem‘iyetin teşekkülat-ı asliyye-i ancak tereddiye duçar olur ve hey’et-i ictimaiyyeye faideli bir uzuv olmaktan çıkar. Eğer hey’et-i ictimaiyye kendisine has olan şeraitten inhiraf ederse tıbkı muhaceretle şerait-i iklimiyye ve hayatiyyesini tebdil eden insanlar gibi az zaman içinde mahv olur gider. Evet biz de terakki ve teceddüdü istiyoruz. Fakat bu yola her şeyden evvel bir kapıdan giriliyor ki onun da Bu hafta zarfında intişar eden yevmi gazetelerde görüldüğü üzere garbın kemalat-ı medeniyyesini her halde çok muvaffakiyetle taklid eden ve hatta hocalarını bile geride bırakan Japonların Buse heykelini mugayir-i ahlak telakki ederek setr etmeleri dansları ayn-ı esbab dolayısıyla ilga etmeleri sarahaten gösteriyor ki bu milletin terakkiyat-ı asriyyeyi iktitaf etmesi için mutlaka levazımat-ı diniyyeden addolunan rezaile bulaşması hiç de zaruri değilmiş. Terakkiyat ve kemalat-ı asriyyeye hakikaten erişmek bu gaye-i amali iktitaf etmek niyetinde isek buna yanlış kapılardan vüsul imkanı yoktur. İşte faidesi lüzumu zarureti ilmel-yakin sübut bulunan hayırlı bir taklidcilik önümüzde duruyor. İlim irfan sanat fen hepsi bizi bekliyor. Fakat biz bütün bu güzel şeyleri siper yaparak yalnız kendimizi aldatmak istiyoruz. Zamanın tayyare süratiyle yürüdüğü bir asırda kendilerine seraba terk edenlere Cenab-ı Hak da kulları da acımaz. Dalaletin neticesi hüsrandan başka bir şey değildir. Bu sıra mahkemelerde kıyafet ve mekteplerde ihtilat mes’eleleri boş zihinlere bir meşgale ve sermayesiz muharrirlere birer zemin-i münakaşa oldu. Fil-hakika bu iki mes’elenin zihinleri işgal ve ciddi münakaşalara zemin ve mevzu‘ teşkil edecek derecede ha’iz-i ehemmiyet olduğunu mukırr u mu‘terifim. Kıyafetin ahali üzerinde haiz-i te’sir olduğunda hiç şübhe yoktur. Hoca Nasreddin Efendi merhuma efsane şeklinde atf ve isnad olunan bir hakikat-i ictimaiyye vardır: Hoca merhum gecelerde mahalle ahalisinin toplandığı bir odaya gitmiş sohbet meclisinin a‘zası pejmürde kıyafetli hoca-i danaya iltifat göstermemiş nüktedan zair işin derhal farkına varmış dan birkaç gün geçtikten sonra ziyaretini tekrar etmiş. Fakat bu def‘a pejmürde kıyafetle değil zamanının molla beyleri gibi süslü ve kürklü olarak gitmiş. Aynı meclis erkanı bu def‘a hocayı buyurunuz efendi hazretleri hemen kürkünün eteklerini elleriyle ileri iterek buyur kürküm demiş. Bu tarz-ı hareket bit-tabi‘ a‘za-yı meclisin hayret ve taaccübünü mucib olmuş. Hoca:Niçin tahalde faidelidir diyerek ahval-i ruhiyye ictimaiyye ve milliyyemize muvafık düşsün düşmesin ve iyi veyahud fena olsun garb hayatında ne görür ne işitirlerse bunları aynen tatbik etmek istediler. Fakat menfaat-i ictimaiyye mülahazatı asla düşünülmediği taklid edilmek istenilen şeyler evvel-emirde tahkik ve tahlil edilmediği içindir ki daima kar yerine zarar hasıl oldu. Mesela garbda adet böyledir denilerek ayakkabılarıyla hane derununda gezmek şerait-i medeniyetten addolundu. Halbuki bunu yapanlar evvel-emirde o fotinlerle dolaştıkları sokakların milyonlarca mikroplarını bile bile yatak odalarına kadar sokduklarını düşünmeye lüzum gör[me]diler. Bunu -yine büyük mahzurlarıyla- yapabilmek caddeler derecesinde temiz bulunması lazım geldiğini düşünemediler. Levazımattan addolunan kumar memleketimize yine garb itiyadatı miyanında girdi. Beyoğlu serairine vakıf olanlar milyonlarca servetin bu muharrib da acaba düşünülerek mi levazımat-ı medeniyye idadına Müskirat ve kadın… İşte medeni addolunabilmek için en zaruri iki lazıme daha! Garbda bize nisbetle çok mutedil kullanılan müskiratın bekrilik halini alması da acaba bir muvazene-i akliyye ve medeniyye mahsulü mü idi? Adeta üryan bir hale gelen kadınlık yüzünden bütün Avrupa hey’et-i ictimaiyyesi ma‘lul aile saadeti denilen esas rabıtalar parçalanmış bir halde olduğundan bahisle garb mütefekkirleri feryad ederken asri serbesti namına aile kadınlığını vazife-i asliyyesinden ayırıp gayr-ı tabii şerait içinde bunaltmak mahkemelerin talak da‘valarıyla dolmasına sebebiyet vermek de şuuri bir taklid neticesi mi idi? Hayır… hayır… şu tesadüfi birkaç misal ve bunların mümasili yüz binlerce emsal ile sabittir ki bütün bunlar ne tedkik ne de tahlile istinad etmeyen enfüsi taklidcilikten başka bir şey değildir. Eğer menfaat-i şahsiyye ve umumiyye mevcud ise taklidin bir kıymeti olabilir. Fakat o zaman taklidin de fabrikaları sanayi-i kimyeviyyeyi madenciliği usullerini te’sisat-ı umraniyyeyi en müsaid surette inkişaf eden terakkiyat-ı ilmiyye ve fenniyyeyi taklid etmek mümkün hem de çok faideli ve elzem iken bunların bir tarafa bırakılarak garbda da şarkda da ismi levsiyat ve tereddiyattan olan düşkünlüklerin mahza garbılarda var diye taklidi her şeyden evvel ictimai muvazenesizliğe delalet ediyor. Anlaşılıyor ki seciyeye ahlaka kemale mütevakkıf olan hayırlı taklidler bize güç geliyor. hariciyyesinden evvel kıyafet-i hükm ve kazasına itina etmek lazım gelir. Mevadd-ı kanuniyyeye atf edilen dikkat ve ehemmiyet oyuncuların dama ve domine zarlarına atfettikleri dikkat ve ehemmiyetten dun ise bir sahib-i hakkın mağduriyeti bir oyuncunun mağlubiyeti derecesinde olsun bir hiss-i teessür uyandırmazsa bir sahib-i hak huzur-ı mahkemede hasmına karşı mahcubiyetle mağlub olmaktan ise mahkeme haricinde manevi bir galibiyetle hasmını mahcub düşürmenin ali-cenabane bir hareket olacağını düşünmeyerek hakkından ferağat etmek mecburiyetine katlanmayı ehven-i şer telakki ederse mahkeme kapılarında beyhude olarak aylarca hatta senelerce sürünüp durmaktan ise bu gidip gelmekten tasarruf edeceği vakit ve nakidler ile telafi etmeyi hayr-ı mahz mahiyetinde görürse ahali arasında işi mahkemeye düşürmekten ise her tecavüz ve ta‘arruzu tevekkül ve sükunetle karşılamanın eslem bir tarik olduğu kanaati hakim bulunursa … kıyafet ziyafetine rağbet edecek med‘uvlar az bulunur. Kıyafet fazilet ve meziyet yoktur. Onun için mahkemelere aid ıslahat miyanında kıyafet tehlikesine[?] de ehemmiyet vermek şayan-ı istihsan bir keyfiyettir. Fakat bu kıyafet rast gele intihab edilirse matlub olan te’siri değil ma‘kus te’sirler bırakır. Matlub te’siri bırakacak olan kıyafet ahalinin kadimden beri fazilet ve meziyet timsali olmak üzere telakki etmekte bulunduğu bir kıyafet olmalıdır. Bizde kadimden beri alamet-i heybet telakki edilen iki nevi‘ kıyafet vardır: Biri kıyafet-i ilmiyye diğeri de kıyafet-i askeriyyedir. Kıyafet-i ilmiyye manevi bir heybeti kıyafet-i askeriyye de maddi bir heybeti temsil eder. Fakat kıyafet-i askeriyyenin saha-i heybet-nüması bin-nisbe mahduddur. Kıyafet-i ilmiyyenin saha-i heybet-nüması ise daha vasi‘dir. Mehakim sahaları manevi ve umumi sahalardır. Binaenaleyh hükkamın kıyafeti manevi ve umumi te’sirler bırakan bir kıyafet olmak lazım gelir ki o da kıyafet-i liden hayliye zaafa uğramıştır. Fakat hükkamın iktidar ve meziyetleri o kıyafete eski kuvvetini iade edebilir. Mekteplerde kızlar ile erkeklerin muhteliten ve memzucen tahsil görmeleri mes’elesi de tedkike şayan bir ehemmiyeti haizdir. Fakat bu ehemmiyet mes’elenin terbiyeye aidiyeti i‘tibarıyla değil ahlaka şiddet-i taalluku te’sirleri gayr-ı kabil-i inkardır. Temas ve ihtilatlar ahlak üzerinde hem hüsn-i te’sir hem de su-i te’sir bırakır. Hüsn-i te’sir yalnız aynı nev‘e mensub ferdlerde vukûa gelecek temas ve ihtilatlardan beklenebilir. Yek-diğerine yabancı olan kadınlarla erkeklerin temas ve ihtilatları accüb ediyorsunuz? Sizin bu def‘aki iltifat ve ihtiramınız bana değil kürkümedirdiyerek mucib-i taaccüb olan tarz-ı hareketinin sebebini izah etmiş bit-tabi‘ meclisin taaccübü de mahcubiyete tahavvül etmiş ve hadise de bu suretle kapanmış! Kıyafete i‘tibar ve ihtiram mes’elesi yalnız Hoca Nasreddin Efendi merhum zamanına ve yalnız avamm-ı nasa mahsus bir keyfiyet değildir. Dünyanın her tarafında ve her tabaka-i nas arasında cari bir hal ve harekettir. Bil-hassa bizim memleketimizde ve bizim tabakat-ı kat kıyafetlerin i‘tibar ve ihtiram ile karşılanması daimi bir keyfiyyet değildir gelip geçici bir hadisedir. Temas ve ihtilatlar bazen came-i harire bürünen kimsenin altın suyuyla yaldızlanmış bir kalb akçe olduğunu meydana çıkarır. Bazen de pejmürde bir kıyafetin altında define saklayan bir arsa-i viraneye benzediğini anlamaya ba‘is olur. Temas ve ihtilatlar devam ettikçe came-i harir labisi i‘tibar ve kıymetten düşmeye başlar pejmürde kıyafet sahibi ise temas ve ihtilatların kemiyet ve keyfiyetleriyle mütenasib olarak yükselir. Bir tarihte ilm-i sarfta ihtisasıyla şöhret-şiar olmuş bir zat varmış. Yine sarf ulemasından diğer bir zat o zat-ı şöhret-şiarın ziyaretine gitmiş ve kendisinin şöhretiyle mütenasib bir kıyafette bulmuş tahayyül ettiği azamet-i ilmiyyesi nazarında daha ziyade heybetsaz olmaya başlamış. Hayfa ki ufak bir tecrübesi tahayyülat-ı zihniyyesini tamamen altüst etmiş. Meğer mütehassıs kıyafet-füruş elinde kalem ilm-i sarfa aid bir kitap te’lif etmekle meşgûl imiş zair olan zat da tecrübekar bir bakışla müellif-i muhteşemin siyer-i kalemisini ta‘kib ediyormuş esna-yı ta‘kibdeka’ilkelimesinikayilşeklinde yazdığını görünce:Zi‘na hatvetenadiyerek müellifin yanından çıkıp gitmiştir ki cümle-i mütelehhefesinin manası:Ziyaret yolundu atmış olduğum hatvelere yazık ettimdemektir. İşte böyle ufak tecrübeler kıyafetin heybet ve kıymetini hiçe indirir. Kıyafetin ahali üzerinde icra edeceği te’siratı daha birçok hadiseler ve misallerden anlıyoruz ki fazilet ve meziyetler kıyafetle değil kıyafetler fazilet ve meziyetler ruha nüfuz edecek nazarlar sima-yı mücrime bakarken hadeka-i çeşminde zeka şu‘lelerinin parıldadığı görülmez emr-i celalet-averi levha-i vechinde okunmaz ise Adaletle hükmet] seyf-i sarimi duş-ı kazasında ilka-yı heybet etmezse pür-ihtişam kıyafeti erbab-ı mesalihin havf ve haşyetini değil hande ve istihzasını mucib olur. Onun için hükkamın kıyafet-i lete memlekete ahlaka nafive faideli neticeler ise bu hususta mekteplerimizin namlarına abideler heykeller rekz edecek derecede himmetleri gayretleri hizmetleri vardır. Bu uğurda yeni yeni hizmetler ifasına hazırlanmak görerek fima-ba‘d istirahat buyurmalarını son derece temenni ve hatta istirham ediyor fedakar hadimlerinin mütemadi faaliyetler ile yıpranmalarına gönlü razı olmuyor. Latifeyi bırakarak biraz ciddi konuşalım. Delikanlı kız ve erkekleri mektep sıralarında ihtilat ve imtizac ettirmekte omuz omuza oturtmakta ilmi ve terbiyevi hiçbir faide yoktur. Bilakis ahlaki ve ictimai mehalik ve mehazir ile lebaleb doludur. İlmi faide olacağını farz etsek dahi ilmi faide ile ahlaki tehlike taaruz ettiği takdirde tehlikenin def‘i uğrunda faideden vazgeçmek daha büyük bir faidedir. İlm ahlak ile mukayyed olmak şartıyla nafidir. Ahlak-ı fazılaya mukarin olmayan ilim su-i ahlaktan daha mühlik ve daha muzırdır. İlim kadınlarımızdan evvel erkeklerimize lazımdır. Ve her ikisine ilimden evvel ahlak sahibi olmak vacibdir. Sinlerini temsil etmekte bulunandelikanlıünvanından da anlaşıldığı vechile kanları galeyanlı kız ve erkeklerin mektep sıralarında yan yana yüz yüze oturmalarında ahlaki mehalik ve mehazir görmemek ya kadınları erkek veyahud erkekleri kadın telakki etmek demektir. Gerçi böyle yeni telakkiler yok değildir. Fakat bu gibi asri telakkiler ile fıtratın onlara vurmuş olduğu fark damgalarını değiştirmek mahkuk bulundukça aralarındaki farklar izale edilemez. na-mahremane temas ve ihtilatları mehalik ve mehazir-i ahlakiyye ve ictimaiyye ile doldurur. kılamaz. Ahlak ilimden mukaddem olduğu gibi iktisadi faidelerden de mukaddemdir. Ahlak iktisadi faideler te’min edebilir. Fakat iktisadi faideler ahlakı te’min edemez. mek kaş yapalım derken göz çıkarmak nev‘inden bir hareket olur. Fazilet-i ahlakiyyenin kıymetini anlayanlar genç kızlarını muhtelit mekteplere göndermez. Çünkü neticenin fecaatini görüyor ve biliyor. Şübhesiz kız ve erkekleri ayrı ayrı mekteplerde okutmakla temas ve buluşmak isteyenler her yerde ve her zaman birleşir ve buluşabilirler. Bu cihet doğru olmakla beraber ilim müesseselerinin böyle birleşme ve buluşmalara mahal ve vasıta olmamaları da ilmin şerafeti namına temenni edilecek pek mühim bir keyfiyettir. daima su-i neticeler tevlid eder. Kız ve erkeklerin muhteliten ve memzucen tahsil ettirilmeleri terbiye-i fikriyye ve hissiyyede vahdet ve mukarenet husule getirmekse o mukaddime ile bu neticeye vasıl olmak imkanı yoktur. Mekteplerde vahdet amili talebenin ahval-i ruhiyyesinde te’sir bırakacak olan aynı nevi‘den ilimler ve fenlerdir. Aynı nevi‘den ilim ve fenleri muhtelif ferdlere tedris etmek diğerinin yüzünü görmeyen kimselere aynı nevi‘den ilim ve fenleri tedris edilebilir ve bu suretle biri şarkta diğeri garbda bulunan iki kimse arasında vahdet-i terbiye te’min olunabilir. Şu halde vahdet-i terbiye nam ve hesabına kızlar ile erkek delikanlıları bir binanın müşterek sakfı altında toplamak için ma‘kûl mantıki mübeşşir-i menfaat hiçbir sebeb yoktur. Esasen aralarındaki fıtrat ayrılıkları vazife başkalıkları kız ve erkeklerin aynı nevi‘den ilim ve fen tahsil etmelerine müsaid değildir. Kadının kadınlık vazifelerine aid ilim ve fenleri erkeğin de erkeklik vazifelerine aid ilim ve fenleri tahsil etmeleri hem kendileri tep sakfı altında toplayarak her ikisine aynı nevi‘den ilim ve fen tahsil ettirilmesi büsbütün manasız ve hikmetsizdir. Maksad eğer onları yek-diğeriyle tanıştırmak konuşturmak ise bu maksadın husulü mektepleri ilim ve fenleri vasıta ittihaz etmeye hacet kalmamıştır. Kadınlar sakınmak sıkılmak gibi hal ve hareketlerin yerlerinde çoktan beri yeller esmekte bulunduğu için onları mektep sıralarında temas ve ihtilat ettirmek suretiyle aralarında aşinalık ünsiyet dostluk mukarenet fikir ve his vahdetleri husule getirmeye çalışmak medrese ta‘birinci tahsilul-hasıla çalışmak demektir ki bu da beyhude bir yorgunluktan ibarettir. Onlar arasındaki temas ve olmaya çalışsak başa çıkamayız. Yerde men‘ etsek göğe çıkar orada birleşirler. Gökte mani‘ olmak istesek yere iner orada birleşirler. Deryaları taht-ı tarassuda alsak sahralara giderler. Sahraları muhasara etsek dağlara çıkarlar tayyare olur ma-fevk-i zemine yükselirler tahtel-bahr olur zir-i deryaya inerler. Evler apartmanlar yıkılsa mahzenlere bodrumlara girerler. Mutlaka ve daima birleşmek imkanını bulurlar. Kadın ve erkekler arasında tanışmalar bilişmeler dostluklar aşinalıklar bu derece tezayüd ve taammüm etmiş iken yeniden tearüf ve tehabüb vasıtalarına baş vurmak lüzumsuz bir külfettir. Bu netice hey’et-i ictimaiyyemiz için bir şeref ve mekteplerimiz de bu şereften hissedar olmak istiyorsa şimdiye kadar almış bulunduğu hisse-i şerefle iktifa etmesi daha hayırlı olur. Eğer bu neticeler millete dev panlara da mücrim nazarıyla bakıyor biz bilakis dans aleyhinde bulunanları mücrim mevkiinde görüyoruz. Şark ve garbın birçok milletleri ahlak ve ictimaiyat sahalarında rezalet-i asriyye hayatına henüz girmemiş iken girenler de -akibetin vehametini anlayarak- o hayattan tecerrüd ve tebaüd etmeye çalışırken biz yalnız rezalet-i ahlakiyye sahalarında asri hayata doğru adeta yıldırım süratiyle gitmek yürümek ve daima ilerilemek istiyoruz günden güne de bu tarikta seri‘ ve mütevali hatveler atmakta bulunuyoruz. Japonların asri dansları men‘ ettikleri bir sırada bizim neler yapmakta olduğumuzu matbuat sütunlarında ta‘kib edelim: Floryada çıplak kadın ve erkekler Japonyada Anadolu Ajansının istihbaratına dansların men‘i göre Japonya Hükumeti asri bütün dansları -ahlakı ifsad ettiği içinmen‘ etmiştir. Japon milleti aksa-yı şarkın en müterakki ve en mütemeddin bir milletidir. Japon milleti terakki yolunda kat‘-ı merahil ederken ananat-ı kadime ve milliyyesinden hiçbir fedakarlıkta bulunmamıştır. Terakki aynı derecede çalışmış ve her iki sahadaki sa‘yi de muvaffakiyetle neticelenmiştir. Bu millet bir aralık beray-ı tahsil Avrupaya talebe göndermek lüzumunu hissetmiş Japon milletiyle kendimizi karşılaştırınca aleyhimize çıkacak mukayese farklarından me’yus olmamak milinden addederek men‘e çalışıyor biz bilakis terakki ve temeddün avamilinden telakki ederek kendimize mal edinmek istiyoruz. Onlar danslara cürüm ve dans yaFlorya deniz hamamlarının geçen senelerde olduğu gibi bu sene de herkes karara alındığını gazeteler yazıyor. Bu hususta refikimiz:Florya deniz hamamlarında denize kadın erkek karma karışık giremeyecekleri ve Mütareke senelerindeki rezaletlerin devamına müsamaha edilmeyeceği hakkında Makrıköy kaymakamının beyanatı ma-fevk bir makam tarafından indi addedilerek mezkur deniz hamamlarının kema fis-sabık yani mütareke senelerindeki rezaletlere serbest bulunduğunun alakadarana şifahen tebliğ edilmiş olduğunuhayret ve teessüfle yazıyor. Memleketimizde kök salmış olan mefasid-i ahlakiyye ve ictimaiyyenin mütenevvi‘ vasıtalar ile ta‘mimine çalışmakta olduğumuza baktıkça ya izhar ettiğimiz terakki arzularının ciddiyetsizliğine yahud esbab-ı terakkinin nelerden ibaret bulunduğunu bilmediğimize hüküm vermek lazım geliyor. Ne oluyoruz nereye doğru gidiyoruz? Kadın ve erkeklerin çırılçıplak olarak muhteliten memzucen müştereken yıkanmaları için Floryada deniz hamamı açılması ve buna makam-ı vilayetçe müsaade edilmesi ne demektir? Badiye-nişin kadın ve erkeklerin çırılçıplak gezip yürüdükleri vahşet ve cehalet devirlerine mi rücu‘ ediyoruz? Onlar setr-i avret etmek için libas bulamadıklarını fazilet ve rezilet mefhumlarından da bihaber bulunduklarını bir mazeret-i meşru‘a olmak üzere serd ederek kendilerini muahazeden kurtarabilirler. Acaba biz ne gibi bir mazeret dermiyan edebileceğiz? El-yevm bir taifenin kadın ve erkeklerinin de senede bir kere karma karışık bir ayin ve bir bayram yaptıkları söyleniyor. Acaba biz de asri öyle bir hayata mı girmek ten sonra karma karışık oluyorlarmış. Biz küre-i şemsin cihan-şümul ziya ve şu‘leleri altında icra-yı aheng ederek onları da fersah fersah geride bırakmak gayretine mi düşüyoruz? Fil-vaki‘ Avrupanın bazı yerlerinde bu gibi haller bu gibi hadiseler yok değildir. Fakat onlar Maarif vekili kızlar için ayrı mektepler küşadına bütçemiz müsaid olmadığı cihetle kızların da erkeklerle beraber bir mekteple karışık olarak okumalarını olmayacağını Darul-fünun müderrislerinden sormuş olduğunu bütün gazeteler yazıyor. Kızlar ile erkekleri emkteplerde birleştirmek ilim ve ma‘rifet mahallerini dans mahalli haline getirmekten başka bir şey değildir. Mes’elenin bundan başka bir neticeye müncer olmayacağı içindir ki hayat-ı ictimaiyyede en serbest olan Avrupa milletlerinin birçokları bile işi bu dereceye vardırmayı istememişlerdir. Biz bu hu-susta fevzaviyet-i siyasiyye ve ictimaiyye içinde bulunan Rusya Bolşeviklerini değil hareket-i ictimaiyyesi muntazam ve mazbut milletleri taklid etmeliyiz. Mektepler-deki tedrisatın tezebzübat ve teşevvüşatı yüzünden milletin evladı ciddi bir tahsilden mahrum bulunurken mektepsizlik yüzünden etfal-i memleket sokak oyunlarıyla ifate-i zaman ediyorken medreseler seddedilerek binlerce talebe-i ulum saha-i tahsil haricinde kalmış iken ya sine kabulleri için vukû bulan müracaatları semeresiz kalıyorken hususi tahsiller bile taht-ı memnuiyete alınmış teessür göstermez iken Tekfurdağında kimlerin neleri oldukları ve ne gibi bir maksad ta‘kib ettikleri belli bulunmayan birkaç kızın erkek liselerine kabulleri için vukûa gelen müracaatlarından vecd ve heyecana tutularak matlublarının is‘afı ve keyfiyetin bütün kızlara ta‘mimi çarelerine baş vurulması doğrusu bizim anlayacağımız muammalardan değildir. gazetesi müşterek tahsil mes’elesi hakkında yazdığı bir makalede diyor ki: Avrupa pedagoji ve piskoloji mütehassısları on dört yaştan yirmi yaşa kadar olan zamanı gençlik buhran devresi olarak kabul etmektedirler. Bu zamanlarda çocukların hissiyatlarına hakim olmaları imkan dahilinde değildir. İradeleri son derece zayıf ve her hareketlerinde bir tereddüd müşahede edilir. Ufak bir te’sir ve ufak bir teşvik kendilerini selamete veya felakete isal edebilir. Dünyanın her tarafından tali tahsilin muhtelit bir tarzda şerait-i hayatiyyeleri bizden çok yeksek olan milletlerden bir intibah hassası almamız icab eder. Geçen gün darul-fünun müderrislerinden birisi ile konuşuyorduk. Musahabemiz bu mes’eleye temas ederken dedi ki Bu sefer talide de müşterik bir terbiye vermeye kalkarsak tahsil ve ma‘lumatın yarı yarıya ineceği şüphesizdir. Belki kızlarımız erkeklere nisbetle çalışacaklardır. Ahlaki meziyetlerin günden güne azalmaya yüz tuttuğu bir devirde bu tarzı kabul etmek her halde iyi bir netice vermeyecektir. Kızlarla erkeklerin bir arada tahsiline tarafdar olacak kimselerin zuhur etmemesi bilakis birçok laiklerin bile bunu mahzurlu görmesi üzerine gazetelerin Ankara muhabirlerikız ve erkek liseleri tevhid edilmese bile erkek liselerine müracaat edecek talibatın kabulüne me’zuniyet verilmesi için kuvvetli bir cereyan olduğunu Bu takirde kız liseleri de tedrisata devam edecek yalnız erkeklerle birlikte bulunmak isteyen kızlar erkek liselerine kayd ve kabul olunacaklar! Ne garib bir tarz-i hal! bunları terakki ve fazilet değil tereddi ve rezilet telakki ediyorlar. Ve onları bu tereddi ve rezilet vadilerine sevk eden terakkilerinden mütevellid gururlarıdır. terakkinin neticesi gurur gururun neticesi de rehavet ve ihmalkarlıktır. Şarab-ı terakki ile sermest olanların muvazene-i sermest-i gurur ve rehavetiyiz? Bizim terakki ve fazilet mefhumlarına aid telakkiyatımız acaba niçin diğer milletlerin telakkiyatına aykırı düşüyor? Asri tevzi‘-i mükafat merasimleri Mekteplerin imtihanları hitam bulduğu cihetle gerek kız gerek erkek mektepleri tarafından taraf taraf tiyatrolar müsamereler nehariyeler tertib olunuyor. Talebe ve talibat sahnelerde bizzat oyunları temsil ] ediyorlar. Hanımlarla beyler birlikte keman piyano ve saire çalıyorlar. Çocukların muvaffakiyetle dans ettikleri gazeteler tarafından alkışlanıyor. Japon milleti dansları tereddi ve rezilet telakki ederek taht-ı memnuiyete alıyor. Biz mektepli kızlarımızın mahirane dans etmelerini medar-ı mefharet ve mübahat telakki ediyoruz! Biz ilim ve ma‘rifeti erkek mekteplerinde futbol oynamaktan şarkı söylemekten geleni mekteplerinde de dans etmekten keman ve piyano çalmaktan ibaret telakkisinde bulunuyoruz! Onun için millet ve memleket ilim ve ma‘rifet yoksulluğuna duçar oluyor. Bizim ilim ve ma‘rifet yoksulluğumuz iktisadi yoksulluğumuzdan daha müdhiş ve daha mühliktir. Henüz mektep hayatında iken danslara alıştırılan kızları yarın hangi kuvvet dans hayatından vazgeçirebilir? Bu hayata atılan kızları yarın hangi ciddi bir erkek taht-ı menba‘larını kurutmak mı istiyoruz?.. Kızlarla erkeklerin müşterek tahsilleri Denizlide birTemaşa Yurduinşa edildiğini metre tul metre arza malik olup beş murabba‘ metre mesahada bir sahne ile on sekiz locası ve birçok parter mevki‘leri olduğunu başta müfti-i vilayet olmak üzere bazı kimseler men‘ine çalışmışlarsa da muvaffak olamadıklarını halk böyle başı sarıklı ve mutaassıb cühelanın iğvaatına kapılmadıklarını aileleriyle beraber sinemaya gelmek suretiyle isbat etmeye başladıklarını gazetesinin Denizli muhabiri iş‘ar ediyor. Denizlide inşa edilen oyun mahallinden millet ve memlekete acaba ne gibi bir faide bekleniliyor? Bugünkü neticeler bu gibi oyunların faideli olduğunu değil muzır ve hatta mühlik olduklarını göstermektedir. Çünkü oyunun tezayüd ve tevessü‘ ettikçe ahlak ve ictimaiyatımızın tefessüh ettiğini görüyoruz. Müftü efendi oyun mahallinin eğer taassub ve cehalet ise lehinde bulunanları hangi sıfat ile tavsif edeceğimizi bilemiyoruz. Rakının serbest oldu Rakının serbestçe satılıp içilmesine resmen müsaade edilmesi sarhoşluğun yine müstevli bir musibet-i ictimaiyye halini almasını müstelzimbir nevi‘ teşvik mahiyetini haiz olmaz mı? Zaten muhatı bulunduğumuz sair mesaib-i müdhiş ve mühlik idi. onlara bir de ümmül-habais olan müskiratın inzimamı salah ve felah-ı ictimaimizden bize kat‘-i ümid ettiriyor. Sarhoşluk yüzünden itfa edilen hayatların hetk olan ırz ve namusların müskirat rüsumu olmak üzere alacağımız beş on lira kadar kıymet ve ehemmiyeti haiz addedilmemesi çok şayan-ı hayrettir. Terakki ve temeddün uğrunda ne kadar çırpınırsak çırpınalım tuttuğumuz yol tedenni ve tereddi yoludur. Müstevli kolera veba hastalıkları bizim ahlaki ve ictimai hastalıklarımız derecesinde müdhiş ve mühlik değildir. O hastalıklar gelip geçicidir ve onları tedavi edecek doktorlarımız da vardır. Fakat ahlaki ve ictimai hastalıklarımız pek müzmin bir hale gelmiştir. Ne kabil-i tedavidir ne de tedavisine çalışacak etibbamız var. Açık saçık kadınların elbiselerini telvis Maat-teessüf görülüyor ki bütün işimiz gücümüz kadın ve erkek mes’elesi! Bundan başka yapacak sanki hiçbir şey yokmuş gibi mütemadiyen bu mes’elelerle uğraşıyoruz. Acaba başka bir şey bilmiyor muyuz? Mektepsiz kalan çocuklar senesi Maarif kuyudatına nazaran bu sene Eskişehir vilayeti dahilindeki mekteplerde zükur ve inas talebe vardır. Nüfus Dairesinden çıkarılan erkam karşısında tüylerimiz ürperdi. Eskişehir gibi merkezi bir vaziyette ve az çok terakki ve inkişaf etmiş olan bir vilayette maarifsizliğin bu derecesi hakikaten ağlanacak bir haldir. Nüfus kaydına göre mevcud mektepler isti‘ab etmediğinden ve bazı köylerde de mektep olmadığından çocuk tahsilden mahrum serseriyane dolaşmaktadır. Denizlide Temaşa Yurdu den naklen gazetesinde okunduğuna göre Londrada bazı adamlar bir müddetten beri dekolte giyinmiş kadınların üzerlerine fırsatını düşürerek boya atmak suretiyle elbiselerini lekelemektedirler. Zabıta bu adamları derdest edemiyormuş. Hatta bu adamların ma‘mul fistanının da siyaha boyanmış olduğunu görmüştür. meyhane şehri mi oluyor? Gazeteler İstanbulda içki içilebilecek yerleri gösteren cedvelleri sütun sütun neşrettiler. Semt semt hemen bütün büyük caddelerde sokaklarda meyhane küşadına müsaade ediliyor. Müskirat memnuiyetinin ilgası üzerine yedi bin kişinin içki satmak yor. İnsan bunları işittikçe inanamayacağı geliyor. Koca bir şehrin böyle meyhane haline gelmesi milletimiz için ne fecine yüz karası bir hadisedir. Eğer asri terakkiyi asri hürriyet ve serbestiyi herkes böyle anlayacak ve böyle tatbik edecekse işin sonu uzak değildir. Meyhanesi bu kadar bol memleket dünyanın bir yerinde olmasa gerek. gazetesi öyle diyor: Şu halde müskiratın nerelerde satılacağını değil nerelerde satılmayacağını ta‘yin etmeli İstanbulda yedi bin sucu bile yok. Eğer yedi bin müskiratcınını hepsine her gün rakı müşterisi lazımsa bütün İstanbulun kadın erkek şaribül-leyl ven-nehar olması lazım… Vali Raşid Bey Müskirat Kanununun tedkik etmiş kanunda zikredilen bira likör ve emsali ta‘birini tefsir eylemiş. Raşid Bey rakı kullanılmayacaktır diye bir nehy-i kanuni bulunmamasına binaen bira likör ve emsali ta‘birine rakının da dahil olacağını kararlaştırmış buna binaen artık rakı da bira ve likör gibi serbestçe satılabilecek ve gizlice füruhtuna lüzum kalmayacak imiş. Vali bey keyfiyeti Polis Müdüriyetine de bildirmiş. Binaenaleyh bundan böyle rakı da lokanta ve emsali yerlerde serbestçe içilecek imiş. Adalar zabıtasının denizde birlikte yıkanmak isteyen erkeklerle kadınlara yasaktan bahsetmesi ve erkeklerle kadınları ayrı ayrı yerlerde yıkanmaya mecbur tutması dolayısıyla gazetesi şiddetli itirazatta bulunuyor: Bugünlerde diyor polis ta‘yinleri listesinde hacılık hafızlık bahsi biraz fazla geçiyor. Acaba İstanbulu Hicaza mı çevirecekler? Bakalım bu dipçik yasağı nereye kadar varır. Yarın bahçelerde öbür gün sinemalarda kadim perdeler zuhur eder veyasaksesleri işitiriz mi zannediyorsunuz?.. Eğer ] biz adab ve ahlak işlerini münakaşa ediyorsak bu İstanbul polisini müdahale ettirmek eski usul üzere aile arasına zabıtanın burnunu sokturmak için değildir. Ramazandaki oruç gibi bu deniz yasağı da küçük me’murların gayretkeşliğinden ruhdur… Mübhemtahdiş-i ezhanterkibi gibi mübhem adab-ı umumiyyelakırdısı da maziye karıştı. Deniz banyolarında gayretkeşlik göstermekle İstanbul zabıtası bize son zamanlarda anarşi derecesini bulan zabt u rabtındaki noksanları afv ettiremez. İstanbul makamatına halife hükumetinin mümessilleri olmadıklarını hatırlatırız ve bizeşeriat!sadalarını işitiriz gibi olan bu keyfi ya-sak!lara baş vurmaktan kendilerini tahzir ederiz. Halk henüz inkılab ruhunu hissetmemiş olan bu gayretkeş me’murlara karşı aksül-amel göstermeli bağırmalı şi-kayet etmeli. Şimdi bir de Amerikada deniz banyolarında yıkanmak kumetinin ittihaz ettiği tedabiri görelim. Fransanın en büyük muharrirlerinden olup birçok zamanlar Amerikada bulunan bir zat gazetesindeYıkanan Kadınlar ser-levhasıyla neşrettiği bir makalede diyor ki: Cemahir-i Müttehide-i Amerika ki dünyanın en mütemeddin ve en hür memleketidir hürriyet telakkisinde Avrupadan oldukça farklı bir nazariyeye maliktir ve hürriyet burada istirahat-i ammenin te’mini için birçok hususatta pek müfid olarak kabul edilmiştir. Mesela sıcakların en büyük şiddetle hüküm-ferma olduğu şu mevsimde Amerika deniz hamamları görülecek bir şeydir. Memleket sahillerinin bir ucundan öbür ucuna kadar mevcud olan hamamlarda kadınlarla erkeklerin bir arada yıkanması suret-i kat‘iyyede memnu‘dur. Fakat memnuiyet bu kadarla da kalmıyor. Denize girecek olan kadınlar için banyo tesmiye olunan ve sudan çıktıktan sonra vücudun bütün hutut ve eşkalini gösteren esvablar da yasaktır. Giyilecek deniz kostümü mutlaka göğsü kolları kapalı ve entari tarzında bedene yapışmayacak bir şey olacaktır. Hele çorab mecburidir. Amerika kadınları ve kızları ahlak-ı umumiyye namına bacaklarını ve ayaklarını herkese çıplak olarak göstermekten men‘ edilmişlerdir. Parisde Sen Nehri üzerinde mevcud hamamlara da kadınlarla erkekler müştereken girmesi men‘ edilmiştir. Görülüyor ki hürriyet-i şahsiyye nikabı altında irtikab edilmek istenen rezaletlere karşı en medeni addedilen hükumetler bile bir takım tedabir-i mania ittihaz etmişlerdir. Hıristiyan milletlerin men‘ etmiş olduğu müşterek deniz banyolarını biz müslümanların tecviz ve bunu men‘e teşebbüs eden zabıtamızı muahaze etmemiz nasıl olur? Evetadab-ı umumiyyeyi maziye karıştırmak umumiyyesini fedaya kat‘iyyen razı değildir ve feda etmeyecektir. Frenklerle kucak kucağa dans eden deniz banyolarını birlikte yapmak isteyen bir takım ahlak düşkünlerinin bu necib bu asil millet ile ne münasebeti vardır? Bunlar milletin yüz karasıdır. Bunlar milletin en mukaddes bir hakkı olan hürriyeti suistimal eden ahlak dolandırıcılarıdır. Bunlar milletin haysiyetini şerefini namusunu paymal eden bed-tinetlerdir. Bunların keyfi uğrunda koca bir milletin hürriyeti namusu feda edilir mi? Hayayı ayaklar altına alan bu hayasızların deniz banyolarında müştereken yüzmelerine yıkanmalarına Adalar zabıtasının mümana‘atı pek haklı ve pek kanuni bir mümana‘attır. Eğer zabıtamız bunlara müsaade ederse o vakit kanunsuzluk etmiş olur. Hem Kanun-ı Ceza hem Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu zabıtamızı adab-ı umumiyye ve ahkam-ı İslamiyyeyi muhafaza ile mükellef kılmaktadır. Bu yasaklarışeriat sadalarını işitiriz gibi keyfi yasak addedenler Teşkilat-ı Esasiyye Kanununda devletimizin dini din-i İslam olduğunu Büyük Millet Meclisinin ahkam-ı şer‘iyyenin icra ve tenfizini deruhde etmiş olduğunu Sonra bu ahlaksızlıkların men‘ini küçük me’murların gayretkeşliği suretinde göstermek inkılabı bu ahvalin hamisi gibi tanıtmak büyük me’murlar ve inkılab için ne Tabii bu gidişin sonu odur. Bir taraftan meyhanelerin diğer taraftan vesikalı fahişelerin çok geçmeksizin İstanbulu dünyanın en mülevves bir memleketi haline getirmesinden cidden korkulur. Bu müdhiş sukût-ı ictimainin önüne geçecek tedbirlerin ittihazı artık zaruret haline gelmiştir. Müskirat memnuiyetini kaldıranlar bu fecive korkunç ahvali görsünler de yaptıkları şerrin ne büyük ve ne mühlik olduğunu anlasınlar. Kanunda aleni sarhoşluk memnu‘durfıkrasına bir vesile-i istihfaf olmaktan başka hiçbir kıymet verilemiyor. Biz hiç şübhe etmeyiz ki Büyük Millet Meclisi açılır açılmaz bu felaket-i Adab-ı umumiyyenin muhafazası mes’elesi gazetesi yazıyor: Azerbaycanın Aras boyu Şirvan Mogan Mil Bakü ve Lenkeran cihetleri Ruslaştırılmaktadır. Moskovanın kanlı emperyalistleri bunuistismar-ı araziadıyla hayasızcasına icra ediyorlar. Şimdi Kızıl Rusya Çar Rusyasının kanlı siyasetini devam ettiriyor. Eğer ikinci bir inkılab yeni bir kıyam ve mübareze hareketi olmazsa bu müdhiş siyasetin de karşısı alınmayacaktır. Ruslar Azerbaycanın kalbgahını işgal ederek oturacak ahalinin ekseriyetini teşkil etmeye başlayacaktır. Bu zaman memleketin bütün mukadderatı resmen onların elinde olacağı gibi dini dili medeniyeti adat ve ananatı da değişecek ve Azeri Türklüğü bu Rus denizi içerisende eriyip gidecektir. Zaten milliyet nedir? Milliyet ne gibi bir cem‘iyete derler? Bu suale cevab verebilenlerin dilsiz yazısız adat ve ananatsız tarih ve medeniyetsiz bir cem‘iyete bir millet diyemeyecekleri tabiidir. İşte Azeri Türklüğüne milli varlığını milli şahsiyetini milli mevcudiyetini milli sima ve hususiyetini kaybettirmek istiyorlar. Bunu herkes görmeli Azeri Türklerinin vicdanından kopan feryadı herkes işitmelidir. Çare… En kat‘i ve kıymetli çare lazımdır. Ve on beş yıl sonra Arabların İspanya üzerinde hakimiyetlerini ne kadar arzu eden bulunursa Azerbaycanın milli bir yurd olduğuna da yalnız o kadar inananlar bulunur. Azerbaycan siyasi iktisadi askeri hakimiyetini kaybetmiştir. Fakat şimdi milli varlığını milli şahsiyetini milli mevcudiyetini dahi kaybediyor. Medeniyet namına insanlık hatırına Türklüğün ve sir bir çare lazımdır. Medreselerin hakkında beyanat-ı resmiyye Ankara gazetelerinden birinin yazdığına göre Anadoluda Türk gençlerini yetiştirmek maksadıyla muhtelif yerde kulüpler açmak için bundan yirmi gün kadar evvel Mister James namında bir Amerikalı Maarif Vekaletine müracaat etmiş teklifatta bulunmuş. Maarif Vekaleti teklifat-ı vakı‘ayı tedkik ederek yalnız insani ? maksadlar ta‘kib ettiğini söyleyen Amerikalıya para Türklere verilmek ve hey’et-i idare Türk gençlerinden mürekkeb olmak üzere muvafakat edilebileceğini cevaben bildirmiş. Amerikalı razı olmuş Anadoluda altı kulübün açılması için bin dolar istenilmiş. Amerikalı şimdi Amerikaya dönüvermiş. Geçenlerde gazetesi Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetinin Anadolunun köylerine varıncaya kadar şubeler açmasını Selanikli Sabiha Zekeriya Hanım da Türk Ocakları Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetinin vezaifini deruhde etmesini tavsiye ediyorlardı. Acaba o neşriyatın bu teşebbüs ile alakası yok mudur? Sonra kulüb açmak müracaatın manası da anlaşılamıyor. Bakalım o neşriyat ve bu teşebbüsler nerede karar kılacak! Türkü kurtaracak ne imiş! Milleti garblılaştırmak isteyenlerin hepsi böyle içlerini dışarıya dökseler çok iyi olacak! Milletin bu kabil yazılardan alacağı ibret ve intibah elbette çok büyüktür. Azerbaycanın Ruslaşması faide te’min edeceğine bizim aklımız ermiyor. Bu kabil sözlerin mazarrattan ve büyük me’murlarla inkılabı halk nazarında düşürmekten başka bir kıymeti olmaz. Memleketimiz müslüman memleketidir. Milletimiz müslüman milletidir. Hükumetimiz İslam hükumetidir. Kanun-ı Cezamız adab ve ahlak-ı umumiyyenin muhafazasını amirdir. Teşkilat-ı Esasiyye Kanunumuz ahkam-ı şer‘iyyenin icra ve tenfizi ile Meclis ve hükumeti mükellef addetmiştir. Şu halde Amerikada memnu‘ olan ahlaksızlıkları zabıtanın men‘ etmesi en esaslı vazifesi olmaz mı? Binaenaleyh bu vazifesini ifa ettiğinden dolayı Adalar zabıtasını muahaze ve halkı bu me’murlara karşı harekete da‘vet hiç de doğru değildir. Hele bir meb‘usa asla yakışmaz. Anadoluda misyoner kulüpleri gazetesindeTerbiyemiz ser-levhalı ve Burhan Asaf imzalı bir makalede garib bir takım mütala‘at dermiyan ediliyor. Muharririn garblı laşmak için en son tavsiyesi şudur: Maarif vekili beyin ve arkadaşlarının bugüne kadar larına sokmaları lazımdır. Türkü mahveden medresenin yıkıldığı günlerde Avrupayı Avrupa yapan hümanist tahsilinin memleketimizde derhal tatbikini istiyoruz. Başka türlü Türk yirminci asra göre düşünemeyeceği gibi yirminci asra göre hissedemeyecektir. Maarif Vekili Vasıf Beyin Darulhilafeleri kadrolarıyla dersleriyle müfredat programlarıyla muallimleriyle aynen ibka ettiğini Millet Meclisi kürsüsünde alenen söyleyip söylemediği bir mes’ele olmuştu. Ahiren bu müzakeratı ihtiva eden zabıt ceridesi elimize geçmiş olduğu cihetle Maarif vekilinin beyanatını aynen nakl ediyoruz: … Efendim! Bana Şer‘iyye Vekaletinden devr edilen kadrolarıyla dersleriyle müfredat programlarıyla aynen ibka ettim. Daha ne istiyorlar? Arkadaşlar yalnız bu darulhilafe medreselerinde ihzari sınıflar gördüm. Programlarını tedkik ettim. Bir kısmının ihzari bir kıs Kazım Karabekir Paşanın bu mes’ele hakkında gazetelere vukû bulan beyanatından bazı fıkralarını aynen nakl ediyoruz: Gerçi kadın-ekrek mesai-i müşterekesi bizde de mevcud ise de bu henüz köylerimizde tecelli edebiliyor. Köylerde ihtiyacın sevkiyle kadın erkeğin yanı başında çalışmakla beraber yine kahveye gitmez. Şehir hayatımızda ise kadının iktisadi sahada erkekle teşrik-i mesaiye başlamasından evvel balolara barlara gitmesi terakkiye ve iktisadi mefkureye müfid olmasa gerektir. Kadın ve erkeğin mesaisini mutlaka biriş bölümü tefrik etmelidir. Her iki sınıf bu sayede daha muntazam ve müsmir iş görürler. Ben ibtida hanımların iktisadi sahada kendi yerlerini işgal edebilmiş olduklarını görmedikçe diğerlerinden faide ummuyorum. İngiliz terbiye alimleri İngilterede tahsil gören kadınların adedi çoğaldıkça koca bulamadıklarına izhar-ı teessür ediyorlar. İş bölümünden evvel gençlik hissiyatını kolayca birbirlerine aksettirebilecek olan ebeveyn kaydından azade iştiraklerin doğurabileceği elemli mahzurlar korkulur ki halkın kızlarını fazla tahsilden tahzire müntehi olmasın! mının ibtida-i dahil ve haric olarak ikiye taksim edildiğini gördüm. Raif Efendi – Sahn da vardır. Vasıf Bey – Evet Medrese-i Süleymaniye de sahn da vardır. İbtidai kısımlarla ihzari sınıflarına yani ta‘birleri vechile ihzari sınıflarına evvelce de arz ettiğim vechile kat‘i olarak maarif prensibi nokta-i nazarından elbette muvafakat edemezdim. Onların ihzari sınıflarını ilga ettim. Kendi ibtidai kısımlarımıza nakl ettirdim. müfredat dersleriyle muallimleriyle kadrolarıyla ibka edilmiş ve bugün mevcuddur. resmiyyesi aynen böyledir. Lakin tatbikatta bu beyanat-ı resmiyyenin hilafına hareket edilmiş olduğunu gelecek hafta izah edeceğiz. Sonra Vasıf Beyin İlahiyat Fakültesinin dersleri hakkındaki beyanatı da yine o sahifede aynen şöyledir: Arkadaşlar! İlahiyat Fakültesi için mütehassısların yaptığı programlarda o programları bil-hassa Seyyid Beyefendiye terk etmiştim. Fıkıh fıkıh tarihi kelam kelam tarihi hadis hadis tarihi hepsi mevcuddur. Hulasa bütün Süleymaniye Medresesinde okunan dersler mevcudur. men tevafuk etmediğini de izah edeceğiz. Fıkıh ve kelam dersleri yoktur. Yalnız tarihleri vardır. Halt-ı tedrisatın melhuz neticeleri Hissi yok fikri bozuk azmini dersen: Mefluc... Hani ruhunda o haksızlığa isyan o huruc? Karşıdan zinde görürsün sokulursun ki: Yarım... Yandık ecdadımızın narına hala yanarım! Ye’si tekfir eden imanıma olsun ki yemin Bize telkin-i ümid etmediler yoksa bu din Yine dünyalara yaymıştı yeşil gölgesini; Yine hakkın sesi boğmuştu dalalin sesini. Müslümanlık bu değil biz yolumuzdan saptık Tapacak bir putumuz yoktu özendik yaptık! Göreyim gel de büyük bildiğin Allah’ı kayır... Hani tevfik-i İlahi’ye kanan var mı? Hayır. Ya senin alem-i İslam’ın inanmış ye’se; Din-i resmisi odur vazgeçemez kim ne dese! Önce dört kıt’ayı alt üst eden iman-ı metin; Sonra dört yüz bu kadar milyon adam hepsi cebin! Şarka in mağribe yüksel göremezsin galeyan... Nasıl olmuş da uyuşmuş bütün ümmetteki kan? Niye tutmuş da bu şevket bu şehamet dini Benden imsak ediyor ceddime bezl ettiğini? Yaşamak hakk-ı sarihim mi? Evet. Bir mantık Bunu inkar edemez çünkü bedihi artık. Bir bedahet de [bu] öyleyse: “Çalışmak borcum.” Yok iradem ki fakat dipdiri bir meflucum! Ne dedin fıkrama? — Gayetle fena. — Vay? — Dinle: Memleket mahvoluyor baksana bedbinlikle. Ben ki ecdada söven maskaralardan değilim Anarım hepsini rahmetle... Fakat münfa’ilim. — Niye? — Zerk etmediler kalbime bir damla ümid. Hoca dünyada yaşanmaz yaşamaktan nevmid. Daha mektepte çocuktuk bizi yıldırdı hayat; Oysa hiç korku nedir bilmeyecektik heyhat! Neslim ürkekmiş evet yoktu ki ürkütmeyeni; “Yürü oğlum!” diye teşci’ edecek yerde beni Diktiler karşıma bir kapkara müstakbel ki Öyle korkunç olamaz hortlasa devler belki! Bana dünyaya çıkarken “batacaksın!” dediler... Çıkmadan batmayı öğren ne kadar saçma hüner! Ye’si ezber bilirim azmi yüzünden tanımam; Okutan böyle okutmuştu beğendin mi İmam? — Çattı lakin o yalan bellediğin istikbal. — Hadi çatmış diyelim kimlere aid ki vebal? Bir ışık gösteren olsaydı eğer tek bir ışık Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık. Çünkü biçarenin atisine imanı harab. Başmuharrir Sahib ve Müdir aleyhi ve sellem Efendimiz de diğer peygamberlerden beşir ve nezir olarak gönderilmiş bir resul-i fıtri olmalarıyla ayrılmıştı. Onun için bu şer‘-i mübinin mizan-ı sıhhati gerek ahkam ve muamelatı gerek tenbihat ve selimin mazhar-ı kabulü olmayacak hiçbir şey bulunmamasıdır. hikmet dini hidayet ve burhan dini olan bu din-i mübini tebliğ için gönderilmişlerdi. Lakin meb‘us oldukları akvam hep cehl ve inad içinde kalmış nefsani hevesat ve ihtirasata dalmış kimselerdi. O sebepten İslam sırrını ruhunu kavrayamadılar da mucizat ve havarık talebinde pek ileri giden ecdad-ı kadimelerinin mesleğini tuttular. Maamafih peygamberden bu suretle mucizat istemeleri bir te’emmül yahud reviyet ve hüsn-i niyyet eseri değildi. Bilakis ya inadları ya münasebetsizlikleri yahud edvar-ı cahiliyyetten kalma bir takım akaid-i fasideyi iltizamları neticesiydi. Aleyhis-salatü ves-selam Efendimiz kendilerinden mucizat isteyenleri daima fıtratın muktezeyatı vechile harekete da‘vet eder ve böylelerine vazife-i nebeviyyenin mahiyetini anlatmak için irşadatta bulunurlardı ki o mahiyet beşeri doğru yola sevk etmekten ve bütün mete irşad eylemekten ibarettir. Meal-i Celili Din-i İslam edyan-ı saireden din-i fıtrat olmakla din-i akıl olmakla ayrılmıştır. Nasıl ki Resul-i Ekrem sallallahu Dikkat et: senesinden beri a’sabı harab Yatıyor koskoca bir alem-i iman bitab. Pıhtı halinde yürekler cevelansız kanlar; Çevirip yastığı tekrar uyuyor kalkanlar! Gözünün gördüğü yok beynine çarpan güneşi!.. — İyi amma nasıl ikaz edeceksin bu leşi? — Leş değil. — Leş mi değil? — Dipdiri... Dalgın yalnız... Şimdi kurtarmak için azmedelim kurtarırız: Verelim gel de şunun kalbine bir canlı ümid. — Ne kolay! Sa’y-i medid ister ayol sa’y-i medid! — Eklerim ben de mesaiyi tutar birbirine Al kuzum istediğin sa’y-i medid oldu yine. — Ya kabahat yine mazide mi?.. — Bilmem kimde... Bir çıfıt sillesi kaç yıldır öter beynimde: Dedi: “Farz et senin Asya’n yedi yüz milyonmuş; Ne çıkar? Davranamaz hiç ki serapa donmuş. Vakıa biz bir avuç unsuruz ama boğarız Kimi dünyada görürsek hareketsiz cansız.” Ah o din nerde o azmin o sebatın dini; O yerin gökten inen dini hayatın dini? Bu nasıl dar ne kadar basmakalıp bir görenek? Müslümanlık mı dedin?... Tövbeler olsun ne demek! Hani Kur’an’daki ruhun şu heyulada izi Nasıl İslam ile telif ederiz kendimizi? Ye’si hınzır gibi zerk etmiş edenler dine... O ne mel’un aşı hiç benzemiyor hiç birine! / / /- /-. den pınar çıkarasın. Yahud senin hurma ağaçlarından asmalardan bir bahçen olsun da ortasından nehirler akıtasın yahud zu‘mun vechile gökleri üzerimize parça parça indiresin yahud Allah ile melekleri fevc fevc önümüzden geçiresin yahud cevahirden bir evin olsun yahud semalara çıkasın… Bununla beraber bizlere okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göklere çıkdığına yine kabil değil iman edemeyiz. Onlara de ki aman ya Rabbi ben risalete mazhar beşerden başka bir şey miyim? Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları imandan men‘ eden sebeb Allah bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi? demelerinden başka bir şey değildi. Kendilerine söyle ki eğer yeryüzünde ihtiyar-ı ikamet ederek dolaşan melekler olsaydı biz de onlara gökten bir melek peygamber gönderirdik. Müşriklerle Ehl-i Kitab birçok zaman aleyhis-salatü ves-selam Efendimizi tekzib ettiler. O resul-i muhteremi ka imana geleceklerini söylemekte ısrar edip durdular. Eğer adetin fefkıne çıkan mucizeler erbab-ı inadı beheme-hal münkad edecek berahin zümresinden olsaydı elbette Cenab-ı Hak resul-i muhteremini onun bi-tenahi olan enva‘ıyla te’yid buyururdu. Lakin evvelce gönderilen havarıkın karşısında bağy u dalaletlerine bir kat daha sarılan akvam-ı salifenin hali ilm-i ilahisine mechul olmadığı için Allahu Zül-Celal İslamı ancak o din-i mübinin fıtratına uygun gelecek ve hiçbir muanid için mu‘arazasına imkan bulunmayacak bir mucizeye müeyyed kıldı ki o da Kuran-ı Kerimdir. Yoksa onlara kendilerine tilavet edilmekte olan kitabı indirişimiz de mi yetişmiyor? Şübhe yoktur ki onda iman eden kavim için hem rahmet hem meviza vardır. Furkan-ı Kerimin ayat-ı hakimesini tedkik edenler görürler ki aleyhis-salatü ves-selam Efendimiz ne zaman mucize talebine ma‘ruz kalsalar taliblere hakkı nur-ı ilm ve hidayet yollarından bulmayı tavsiye buyururlar ve erbab-ı ısrarı bazen cahil bazen gafil ta‘birine layık görürlerdi. Resul-i muhterem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından bu ahmakların arzuları is‘af eylediğine dair Kuranda bir şey görmüyoruz. Nitekim şu ayet-i kerimede bu cihet sarihtir: sözleri söylüyor: Zikri ali olan Hakim-i Zül-Celal buyuruyor ki: Ya Muhammed kavminin istediği havarıkı göndermekten bizi Onlara de ki ben sizlere Allahın hazineleri benim elimdedir demediğim gibi ben bir meleğim de demem. Ben ancak bana vahy olunan neyse ona ittiba‘ ederim. Onlara de ki hiç a‘ma Şayed adetin fefkıne çıkan mucizeler beşeri ikna için kafi olsaydı evvelce gelip geçen insanlar havarık talebinde o kadar ileri gitmiş ve talebleri taraf-ı Bariden is‘af edilerek istediklerini gözleriyle görmüş iken neticede yine tekzib ve inkar yoluna sapmazlardı. Evet bu mucizat ki münasebat-ı akliyyenin esasen sağlam olmaması yüzündendir ki en evvel görülen netayici kuluba şübhe ilka etmekten ibaret oluyor. Nitekim içlerinden bir kısmı gördüğü havarıkın sihir enva‘ından olduğunu zahib oluyor. Bir kısmı da inadına ihtirasına mağlub olarak tarik-i tekzibi tutuyor. Kendilerine bir mucize geldiği takdirde mutlaka iman edeceklerine dair Allaha olanca yeminleriyle kasem ettiler. Onlara de ki mucizeler ancak Allahın elindedir. Zaten bilmiyorsunuz ki geldiği surette de iman etmeyeceklerdir. Onların kalblerini gözlerini cihet-i haktan çeviririz de evvelce nasıl etmemişlerse yine öyle iman etmezler. Biz de kendilerini tuğyanlarında puyan olmaya terk ederiz. Şayed onlara melekleri indirsek ve ölüler nutka gelip kendileriyle konuşsa ve her şeyi fevc fevc karşılarına yığsak yine Allahın dilediklerinden başkaları iman edecek değildir. Lakin birçokları bunu bilmezler. Eğer bu akvamın şu suretle irtikab ettikleri cehalet hüsn-i niyyet saikasıyla ve bir hakikate ıttıla‘ sevdasıyla olsaydı mucize talebinde ısrar eden ve sonunda kabul-i hakka yanaşmak şöyle dursun inad ve istikbarını bir kat daha arttıran seleflerinin mesleğini tutmazlardı. Lakin havarık talebinde bu derecelerde musır olmalarına saik olan cehl sırf inad ve su-i niyyet eseri olduğu için Kuran-ı Kerimin hidayetleri tuğyanlarını dalaletleri arttırmaktan başka bir netice vermedi. Dediler ki biz sana kat‘iyyen iman edemeyiz. Meğer ki bize yer- / / varsa müderris-i mümtazın başkalığın sebeb-i mevlidini ta‘yin etmesi ve keyfiyeti emsile-i cüz’iyye ile tavzih buyurması lazım gelirdi. Mühim ve umumi bir ifade ile bugünkü telkin etmek seyyidane bir telkin değildir. Talebe dünkü duğu sözünü işitince dünkü İslamiyetin doğru olduğuna ve bugünkü İslamiyetin de doğru olmadığına hükm edecek derecede fikir ve manığa maliktir. Değil talebe-i ulum avamm-ı nas dahi o sözden bu neticeyi çıkarır. Yalnız Asr-ı Saadet ta‘birini duyması herkesin böyle bir netice çıkarmasına kafi gelir. Dünkü İslamiyetin doğruluğuna hükm etmek bugünkü İslamiyetin doğru olmadığına hüküm vermeyi istitba‘ eder. Bu hüküm de talebenin i‘tikadat ve ibadata karşı ihmalkar bir vaziyet almasına sebeb olur. Telkinat-ı hayr-hahanenin böyle bir su-i neticeye müncer olması bizimle beraber kendisinin de teessüf edeceği bir keyfiyettir. İster su-i telkinden mütevellid olsun ister su-i telakki yüzünden vukûa gelmiş bulunsun ortada muzır bir netice var. Talebenin zihninde muzır ve mühlik bir his ve fikrin yer tutmasına meydan vermemek için hitab-ı müstetabımızı -muvakkaten- müderris beyden talebe-i uluma tahvil ederek diyeceğiz ki: Efendiler Asr-ı Saadetteki erkan-ı akaid ve ibadat ile a‘sar-ı mütelahikadaki erkan-ı akaid ve ibadat arasında tahrif tezyid tenkis suretlerinden hiçbiriyle husule gelmiş bir başkalık yoktur. Müdderris-i muhtereminizin efkar ve telkinat-ı kadimeniz aleyhine olarak ikame etmiş bulunduğu başkalık da‘vasını bil-beyyine isbat etmesi telkinatınızı değiştirmek hiffet-i ilmiyyesini göstermeyiniz mukni‘ hüccet-i ilmiyyeler ile te’yid-i müdde‘a etmek kudretini gösterebilirse ben de sizinle beraber kadim efkar ve telkinatımı tebdile amadeyim. Muamelata aid ahkam-ı İslamiyye de umumi bir taksim tihadiyye. Ahkam-ı mansusayı tahrif tezyid tenkis etmek nass-ı kat‘i ile nehy buyurulmuştur. Nass-ı kat‘i karşısında ahkam-ı mansusayı tahrif tezyid tenkis suretleriyle tahavvüle uğratmayı ulema’-yı İslam küfür telakki eder. Müderris-i muhteremin Asr-ı Saadetteki ahkam-ı mansusa ile a‘sar-ı mütelahikadaki ahkam-ı mansusa arasında -başkalık görmesi ulema-yı İslamı dünkü ahkam-ı mansusa ile bugünkü ahkam-ı mansusa arasında ya tahrif ya tezyid veyahud tenkis suretiyle- başkalık husule getirmekle itham etmektir ki bu ithamın iç yüzü tekfirden ibarettir. Acaba müderris beyin omuzları bu kadar ağır bir ithamın mes’uliyet-i maneviyyesini üzerine alacak derecede metin ve kuvvetli midir? Hakikat-i men‘ eden ancak şu idi: Kendilerinden evvel gelip geçen münkir ümmetler de aynıyla bunlar gibi talebte bulundular. dılar. Bunun üzerine azabları ta‘cil edildi. Binaenaleyh senin kavmine istedikleri mucizatı göndermeyişimiz de selefleri gibi tekzib ederek ceza-yı sezalarını görmemeleri Müderris-i fazıl talebeye bugünkü İslamiyetin dünkü seyyidane bir söz olmadığını karilere telkin etmek vazifesi de bize düşüyor. Asr-ı Saadetteki İslamiyet ile a‘sar-ı mütelahikadaki İslamiyet arasında başkalık husule getirecek ancak üç sebeb tahayyül olunabilir: Ahkam-ı İslamiyyeyi ya tahrif ya tezyid yahud tenkis etmek. Bu üç sebepten herhangisiyle başka bir şekle girecek İslamiyetin ahkamı da umumiyet i‘tibarıyla üç nevi‘dir: İ‘tikadiyat arasında ya tahrif ya tezyid veyahud tenkis edilmek suretiyle husule gelmiş bir başkalık göremiyoruz. Erkan-ı varlığına birliğine melaikeye kütüb-i münzeleye rusül-i meb‘useye haşr u neşre kaza ve kadere hayr u şerrin halikı Allah olduğuna iman ve i‘tikad etmekle mükellef idiler. Bugünkü müslümanlar da ayn-ı esasat-ı yorlar. Erkan-ı iman ve i‘tikadın dünkü ve bügünkü kemiyet ve keyfiyetleri arasında tahrif tezyid tenkis suretlerinden hangisiyle husule gelmiş bir başkalık varsa bu noktayı tenvir ve tavzih buyurması müderris-i muhteremin uhde-i mes’uliyetine havale edilecek bir vazife-i Asr-ı saadetteki erkan-ı a‘sar-ı mütelahikadaki erkam-ı ibadat arasında da kemiyet ve keyfiyet i‘tibarıyla ya tahrif ya tezyid veyahud tenkis edilmek suretiyle vukûa gelmiş bir başkalık eseri gözümüze ilişmiyor. Erkan-ı ibadat kemiyet ve keyfiyet i‘tibarıyla dün nasıl tutmak namaz kılmak hacca gitmek zekat vermek kelime-i şehadet getirmekle mükellef idiler. Bugünkü müslümanlar da aynı ahkam-ı taabbüdiyye ile mükelleftirler. Eğer bu erkan-ı taabbüdiyyenin dünkü ve bugünkü kemiyet ve keyfiyetleri arasında tahrif tezyid tenkis suretlerinden herhangi sebeble hadis olmuş bir başkalık başkalık tevlid etmiş olması şayan-ı iltifat bir nokta-i nazar değildir. Ahkam-ı ictihadiyyenin tenkis suretiyle dünkü getirmiş olduğunu kabul etmemiz lazım gelse müderris beyin bu tenkis keyfiyetinden müşteki değil memnun olması kendi prensipi muktezasıdır. Çünkü kendisini o yolun yolcularına iltihak etmiş görüyoruz. Müctehidler Asr-ı Saadetteki İslamiyet ile a‘sar-ı mütelahikadaki Yalnız yeni müctehidlerin böyle bir başkalık ihdas etmelerinden korkuyoruz. Ve bu başkalığı da tenkis suretiyle husule getireceklerini -emsal-i vakı‘asından- anlıyoruz!. Yakın bir mazide Ubeydullah Afgani isminde yeni bir müctehid zuhur etmişti. Ahkam-ı ictihadiyyesini Ayasofya Cami-i Şerifi kürsüsünden cemaat-i İslamiyyeye tebliğ ederken kudum-i müctehidaneleriyle şeref-yab ettiği memleketlerde yüzlerce müslümanları fariza-i haccı ifadan vazgeçirdiğini -Allaha hamd ederek- anlatıyor salatı terke ve yalnız nezahet-i kalbiyye ile iktifaya teşvik edecek ahkam-ı ictihadiyye neşriyle meşgûl bulunuyor. Şimdilik yalnız ağniyayı fariza-i savmdan azade tutmaya çalışan yeni müctehidler de ma‘lumumuzdur. Bizzat müderris-i mümtazımız da bazı hadiselerin ahkam-ı İslamiyye tavsiye buyurmuştu. İşte bu gibi emareler yeni müctehidlerin dünkü İslamiyet ile bugünkü İslamiyet arasında tenkis suretiyle bir başkalık ihdas etmek istedikleri zannını tevlid eyliyor! Eski müctehidler ile yeni müctehidler arasındaki farkı muhtasar bir ifade ile izah etmek lazım gelirse denilebilir ki eski müctehidler her hadiseyi daire-i lakis her hadiseyi daire-i İslamiyet haricine çıkarmak prensibini ta‘kib ediyor! Müderris-i muhterimin gördüğü başkalık dünkü İslamiyet lümanlar ile bugünkü müslümanlar arasında vaki‘dir. Evet bugünkü müslümanların hal ve hareketleri dünkü müslümanların hal ve hareketleri gibi değildir. Dünkü müslümanlar her hal ve hareketlerini ahkam-ı İslamiyyeye tevfik etmek samimiyet-i diniyyesini göstermeye çalışıyordu. Bugünkü müslümanlar ise bilakis her hal ve hareketlerini ahkam-ı İslamiyyeden uzaklaştırmaya çalışıyor! Dünkü müslümanlar ibadat-i mefruzadan başka mendub müstahab ibadetler ile de te’yid-i ubudiyyet ediyordu. Bugünkü müslümanlar ise bilakis ibadat-ı mefruzayı da ihmal ediyor! Ulemadan biri hazır-cevab bir kimseden Müslümanlık şartlarının kaç olduğunu sormuş. O da bir olduğu cevabını vermiş. Kesif bir cehalet-i diniyyeyi temsil eden hale gelince Asr-ı Saadetteki erkan-ı akaid ve ibadat ile a‘sar-ı lahikadaki erkan-ı akaid ve ibadat arasında tahrif tezyid tenkis suretlerinden hiçbiriyle vukûa gelmiş bir başkalık bulunmadığı gibi dünkü ahkam-ı mansusa ile bugünkü ahkam-ı mansusa arasında dahi o suretlerden biriyle hadis olmuş hiçbir başkalık yoktur. Eğer bizim çeşm-i ilmimizdeki rü’yet za‘fiyeti dünkü ve bugünkü ahkam-ı mansusa arasında varlığı iddia olunan başkalıkları görmemize bir mani‘ teşkil ediyorsa muhterem müderrisin telkinatın umumiyetinden mütevellid esrarengiz mübhemiyeti birkaç emsile-i cüz’iyye ile izale buyurması bizi bir zulmet-i mutlaka içinde kalmaktan kuratarabilir Ahkam-ı ictihadiyyede tahrif tezyid tenkis mevzu‘-ı bahs olamaz. Bir mes’ele-i müctehedeye muhalif diğer bir mes’ele istinbat edildiği vardır ve çoktur. Fakat hiçbir mes’ele-i müctehedenin tahrif edildiği vaki‘ değildir. Tahrif vukûu kabul edilmek lazım gelse bu cürm mantıkıyyesinde kalırız. Halbuki müderris beyin müteahhirin-i fukahayı mütekaddimin-i fukahanın akval-i ictihadiyyesine bağlanıp kalmakla itham etmiş idi. Üstazlarına bu derece merbutiyet gösteren tilmizlerin kadim mesail-i ictihadiyyeyi tahrif etmediklerine ihtimal vermek müderris-i fazılınyekun-itenakuzlarına bir tenakuz daha ilave etmek olur! Ahkam-ı ictihadiyye ahkam-ı mansusaya ilave edilmiş ahkam-ı zaide mahiyetinde değildir. Belki hadisat-ı cüz’iyyeyi nusus-ı umumiyyeye irca‘ ve idhal etmekten ibarettir. Fukaha bu suretle İslamiyete ve müslümanlara hayati hizmetler ifa etmişlerdir. Onların bu hizmet-i meşkurelerini İslamiyetin mahiyet-i semaviyyesini değiştiren bir ihanet telakki etmek başlı başına bir ihanettir. Müctehidlerin himmet ve gayretleri olmasa idi İslamiyet işletilmemiş bir maden halinde kalırdı ve biz o zeheb ve fıdda madeninden müstefid olamaz edilecek ise ve dünkü İslamiyet ile bugünkü İslamiyet arasında vukûu tahayyül olunan başkalık eğer ahkam-ı ne irtikab edilmiş bir cürm ise müderris-i mümtazımızın bir taraftan tezyidden şikayet etmesine diğer taraftan da meydan-ı ictihadda mütemadiyenekûludemek istemesine nazaran hemyekuntenakuzları biraz daha kabarmış hem de ayn-ı cürmü irtikaba son derece heveskar bulunduğu anlaşılmış olur!. Ahkam-ı ictihadiyye nusus-ı umumiyyenin bize aid bulunan mücmelatını tafsil mübhematını tavzih ve tefsirden eğer doğru ise ahkam-ı ictihadiyyenin Asr-ı Saadetteki Kavanin-i tabiiyye ne kadar kat‘i ise seyyarelerin muharrikleri nasıl bir intizam-ı tam dahilinde seyeran ediyorsa mevasim-i erba‘a nasıl zamanında icra-yı hükm ediyorsa gece gündüz hararet bürudet nasıl muayyen şeraite tabi‘ ise … milletlerin hayatı inkişafatı inhitatatı ve izmihlali de öylece muayyen kavanin-i ictimaiyyeye tabi‘dir. Ulum-ı müsbete gibi ulum-ı ictimaiyye de asr-ı hazırda azami bir inkişafa mazhar olduğundan evvelce tesadüf ile izah edilebilen birçok vekayi‘ artık muamma olmaktan kurtulmuştur. Bugün ilmür-ruh-ı ictimai milletlerin safahat-ı hayatiyyelerinde amil olan mahiyete göre neticelerini bildirmektedir. Mesela umumi ictimaiyat kanunlarından biri olan efradın müsbet seciyesi cem‘iyetin menfi fezayihine faik olan hey’et-i ictimaiyyeler yükselir cem‘iyetin menfi fezayihi efradın müsbet seciyesine faik olan hey’et-i tarih-i hayatında birçok vekayi‘in miftahıdır. Romanın sukûtu Yunan-ı Kadimin inkırazı bu düsturla pek güzel rabt olunmuştur. Hayat-ı ictimaiyye hiçbir yerde tesadüfe terk olunmamıştır. Vakı‘a henüz ilmin zaferi yirminci asra rağmen daha çok uzaklarda bulunuyor. Buna rağmen ictimai kanunların muktezasına tevfik-i hareket eden milletler de görülmüyor değildir. İngilizlerin bütün dünyayı taht-ı esarete almak istemeleri ictimaiyat ve ruhiyat kanunlarından hüsn-i istifade ederek idare-i milel hususunda hasıl olan melekelerinin bir neticesidir. Gerçi bu siyaset er geç kendisini mukadder olan akibete sürükleyecek ise de milletlerin ruhiyatını kemal-i dikkatle ta‘kib etmeleri biraz vakit kazandırmaktadır. Bütün garb hal-i hazırda buhranlar mes’elesiyle mat-buat müessesat azami bir ehemmiyetle istikbali teh-did eden fevzalara karşı pek hassas bir vaziyet almıştır. Bu dikkat ve gayretin istihdaf ettiği nokta suret-i umumiyyede tabii mecra-yı hayati ve ictimaisinden ayrılan sunuf-ı ictimaiyyeyi tarik-i esasiye irca‘ mefhumuyla hulasa edilebilir. hunuyor. Muma-ileyh müteaddid eserlerinde cihanı kaplayan muvazenesizliklerin tehdidkar netayicinden bahsederek dini ictimai ahlaki umdelerin yerine ikame edilebilecek hiçbir esas bulunamadığından endişe etmekte ve istikbalin ahlaki ictimai mebdelere itina ve hürmet sayesinde te’min edilebileceğini iddia eylemektedir. Son eserlerinden olanCihan Muvazenesinin Bozulması baştanbaşa bu endişenin mahsulüdür. Her millet istikbalini muayyen ictimai kavaninin müsbet ve himayekar düsturlarına tevdi‘ etmiştir. İctimai bu cevab hoca efendiyi hayrete düşürmüş ve binaenaleyh hiddete getirmiş. Açıkgöz adam: Hoca efendi niçin hayrete düşüyorsunuz ve niçin hiddete geliyorsunuz? Ağniya hac ve zekatı kaldırdı fukara da savm ve salatı terk etti. Binaenaleyh ortada yalnız kelime-i şehadet kaldı onun içinbirdir diyorum. Sözüm doğru değil midir? mukabele-i mülzimanesinde bulunmuş! Dünkü müslümanlar ibadat-ı diniyyeyi vazife-i uburasim halinde icra olunuyor! Dünkü müslümanlar zühd ü takva yollarını öğrenmek için ulemaya müracaat ediyordu. Bugünkü müslümanlar ise bilakis hile ve fesad yollarını öğrenmek için müracaat ediyor! Nihayet dünkü müctehidler ahali-i İslamiyyenin merbutiyet-i diniyyesini takviye etmeye çalışıyordu. Bugünkü müctehidler ise bilakis o rabıtayı çözmek ve gevşetmek gayesini ta‘kib ediyor! Eğer emellerine vasıl olurlarsa şimdiye kadar dünkü başkalığı şimdiden sonra görmüş olacağız! Yahya Afif Kainatta hiçbir hadise yoktur ki bila-sebeb tahassul ve teşekkül edebilsin. Şuun-ı cihan yek-diğerine derin bir alaka ile merbuttur. Suret-i zahiriyyede hiç de nazar-ı dikkati celb etmeyen bu hakikat biraz tarihe ruhiyata nüfuz edilirse bariz bir mütearife halinde tezahür eder. Mükevvenatı idare eden kavanin-i samedaniyye en ince bir intizam en yüksek bir kudretle her sahayı cenah-ı Terakki ve teceddüd mefhumları cazib ve pür-va‘d mahiyetiyle efkar için şübhesiz bir nokta-i müşterekedir. Lakin yukarıda söyle diğimiz vechile terakki ve teceddüdü Bugün el birliğiyle arzu eylediğimiz kemale vüsul bulmak heti muhakeme ve tahlil etmek bir vazifedir. Harekat-ı ictimaiyye şübhe yoktur ki müesses bir fikrin samimi bir kanaatin mevludüdür. Bu telakkiye nazaran hayat-ı ictimaiyyede her şeyden evvel o hayata hakim olan zihniyeti düşünmek lazım gelecektir. Zihniyet ya maddi ya manevi veyahud her ikisini de harekete gelirse ancak o mebde’e aid müntehada tevakkuf eder. Tamamıyla maddi bir zihniyet-i ictimaiyye bit-tabi‘ ahlaki ve manevi mevzu‘larla alakadar olmaz. Garbda yarım asırdan beri muhtelif eşkal ve şerait altında tecrübe edilen bu mesleğin modası geçmiştir. Medeniyeti müstakbel tehlikelerden kurtarmak için manevi zihniyete bir saha-i revac te’min etmek maddiyatla maneviyatı saadet-i beşeriyye tekemmülat-ı medeniyye için yan yana yürütmek garbın en yüksek mütefekkirlerinin yegane gayesini teşkil ediyor. Bugünün en mühim hadisesi hiç şübhesiz cihan-ı medeniyet efkarında hasıl olan bu yeni intibadır. Hal böyle iken hey’et-i ictimaiyyemizin sırf maddi bir zihniyetle tarik-i teceddüd ve terakki üzerinde yürümesine imkan var mıdır?... Efrad ve cem‘iyet düğmesine basıldığı zaman harekete gelen makineler gibi bi-his değildir. Tasavvur edilebilen en maddi hareketlerde bile evvela his sonra hayal ba‘dehu muvazene ve mefkure sırasıyla vazifesini Bugün hiçbir sahib-i izan inkar edemez ki muvazene-i lunda değildir. Ma‘neviyatın ihmalinden mütevellid yeis bedbinlik gittikçe umumileşiyor. İntiharlar çoğalıyor teşkilat en ilmi bir inkişafa mazhar olmaktadır. Bütün dünya bu vaziyette iken bit-tabi‘ hey’et-i ictimaiyyemiz de tesadüfe rabt-i emel ederek ictimaiyatını ihmal edemez. Esasen terakki ve teceddüd hususunda müttefik olmayan bir ferd-i millet mevcud değildir. Herkes bir şeyler istiyor. İktisadi kemal yüksek bir tekemmül doğru bir teceddüd istihsali şübhesiz en lüzumlu ve yerinde bir arzudur. Matbuat sütunlarını konferansları hususi mübahaseleri serapa bu mevzu‘ işgal ediyor. Bu alaka her şeyden evvel istikbal-i millet namına şayan-ı takdirdir. Elbet mü-sademe-i efkardan barika-i hakikat zuhur edecektir. Ancak asr-ı hazır her şeyden evvel bir usul asrıdır. Akla gelen her mes’ele bir intizama rabt olunmuştur. O kadar kiusul-i terbiyeden başlayarak ilmi maddi sa‘ylerden hayat-i hususiyyeye kadar her şekil muayyen usullere muayyen şeraite tabi‘dir. Ve ancak bu usul-i mesai neticesidir ki her hangi bir gayeye müsbet bir şekilde vüsul imkanı elde edilmiş oluyor. İşte bizde müesses bir usul-i mesai bulunmamasıdır ki bazen en hakiki ve doğru esasları yanlış olarak muhalif yollara sevk ediyor. Saniyen; bir maksadı istemek başka ona vasıl olmak yine başkadır. Çünkü arzu ile münteha arasında pek büyük bir mesafe vardır. Bir insan çok iyi şeyler düşünebilir. Fakat o düşündüklerini tatbika gelince ekseriya muvaffak olamaz. Bu adem-i muvaffakiyyet pek basit değildir. Hedefe vüsul için tabii birçok yollar vardır. Bu yollardan bazısı insanı maksada isal eder. Fakat yüz bin mehalikle. Bazen bu mücadelede zayıf düşerek yanlış yola sapılmak ihtimali her zaman mevcuddur. Bazı yolların rehgüzarı o kadar muzlimdir ki ileride bir nur gibi parlayan gayeye vüsul serab gibi imkansız olur. Sonra bu yollardan yürümek için vücudda kafi bir iktidar ruhta yüksek bir azim metin bir seciye olmalıdır. Gaye seyyahları devr-i alem seyyahlarından daha çetin bir sahaya atılmışlardır. Şahıslarda bu suretle tecelli eden terakki ve kemal yoluna hey’et-i ictimaiyyeler mevzu‘-ı bahs olursa şerait daha müşkilleşir. Bir insan azim ve irade ile akval ve harekatını istediği yola sevk edebilir. Lakin hayat-ı Her sınıftan her meşrebden insanları -o insanları ki tarabilmişlerdir- muayyen bir gayeye en doğru yoldan sevk etmek en mu‘dil en müşkil bir iştir. Nüfus-ı beşer kadar mutedil [muhtelif] tabayi‘-i beşeriyye mevcud iken ve herkesin telakkiyatı az çok yek-diğerinden farklı bulunuyorken milyonlarca fikri bir noktada birleştirecek bir hey’et-i camia bulmak kolay değildir. tinin safiyet-i ahlakiyyesini ifsad etmek berri ve bahri kuvvetlerinden daha müessir olacak idi. bir taşla iki kuş vurmak için taht-ı işgallerinde bulunan Türk illerinde kadın ve erkek temas ve ihtilatlarına azami bir hürriyet ve serbesti verdiler. Kadın ve erkeklerin birlikte yıkanmaları hem kuva-yı işgaliyye efrad ve zabitanının vasıta-i zevk u safası olacak hem de ahlaksızlığın intişar ve taammümüne tavassut edecek idi. Bu iki emel kuşlarının her ikisini de hakikaten vurdular. Türk illeri onların işgalleri altında kaldıkça rical ve nisvanımız arasındaki ahlaksızlık da alabildiğine ilerliyordu. Eğer işgal hadisesi bir müddet daha devam etse idi Türk milleti belini bir daha doğrultamayacak derecede bir mağlubiyet-i maneviyyeye duçar olacak idi. Cenab-ı Erhamür-rahimin Türk milletinin Müslümanlığına rahm etti. Halk buyurduğu harikalar dırdı. Bize terettüb eden vazife-i hayatiyye ahlaksızlık eserlerini müessirleriyle beraber hudud haricine çıkarmak bizim bina-i mevcudiyetimizi tutuşturup yakacak bir kundak makamında bırakıp gittikleri ahlaksızlığı derhal bastırarak umumi bir işgal vukûuna meydan vermemek müessese-i hayriyyeyi ikmal eden diğer bir sahib-i hayr gibi onların nakıs olarak bırakıp gittikleri ahlaksızlığı Akval-i celilesi ef‘al-i seniyyesi gibi birer mucize olan Seyyidül-beşer Efendimiz:En korkunç düşmanınız kendinize en yakın olan nefsinizdir.buyuruyor. Ferdler hakkında irad buyurulmuş olan bu burhan-ı vahy-nişanın hey’et-i ictimaiyyelere teşmil ve tatbikinde tereddüd edilecek hiçbir cihet yoktur. İşte biz kuva-yı işgaliyyenin safiyet-i ahlakiyyemizi ihlal ve ifsad hususunda ikmal edemediği mesaiyi hadd-i kemale erdirmeye çalışmakla kendi mevcudiyetimize onlardan ziyade düşmanlık etmekte bulunuyoruz. Tercüman-ı teellümat olan sözlerimizi umumiyetten çıkararak bir hadise-i hususiyyeye temas ettirelim: Harb mütarekesi zamanında Floryada bir deniz hamamı küşad olunmuş. Orada kadın erkek karışık olarak yıkanıyorlarmış. bit-tabi‘ erkekler miyanında kuvayı Kuva-yı işgaliyye memleketten mündefiolup gidince bu deniz hamamının da bir daha açılmamak üzere kapatılacağı şübhesiz addediliyordu. Bu sene deniz mevsimi hulul etmeseydi küşadına müsaade olunacağı kimsenin asab gerginleşiyor. Bütün bunlar ruhi bir tereddinin a‘raz-ı zahiresinden başka bir şey değildir. Ahlak telakkileri medar-ı istihza görülüyor tereddiyat-ı ruhiyye baş döndürücü bir süratle ilerliyor. Aile saadeti hüsn-i imtizac ahde vefa … bu gidişle kelimat-ı tarihiyye miyanına dahil olacak işte şimdiye kadar garb taklidciliği hey’et-i felaketleri getirdi. Çünkü garbın pek şayan-ı arzu olan taklid oldu. Cem‘iyetimize maddi refahı iktisadi saadetleri bırakılarak maddi hiçbir faide te’min edemedikten başka manevi servetimize mevcudiyetimize cihan-şümul metanet-i ahlakiyyemize müdhiş bir suikasd teşkil eden mesaviyatın taklidi ihtiyar olundu. Halbuki ictimaiyat ve maneviyatta biz garba muhtac değildik. Garb bize muhtaçtı. bu ecnebi fevzalar hey’et-i ictimaiyyemizi en zayıf bir hale getirmiştir. Kim ne derse desin vaziyet nasıl te’vil edilirse edilsin bu netice güneş gibi aşikardır. Bugün ictimai muvazenesizliğin izalesi çareleri te’emmül olunurken zihniyet mes’elesini maneviyat lehine çalışmalıdır. Maddiyatın seciyeye ahlaka yaşayan bir maddiyat ölmüş bir hayvanın cesedi kadar hiçtir. Terakki teceddüd refah irfan kemal için maddi mesai lazımdır. Garbın ulum-ı müsbetesi bize açıktır. Fakat malıyız. Terakki ve teceddüd için tek bir çare vardır. O da kuvvetli iman kuvvetli ahlak. Bedbaht İstanbulumuz birkaç sene ecnebi işgal-i askerisi altında kaldı. Kuva-yı işgaliyyenin efrad ve zabitanı memleketlerinden ailelerinden dur ve mehcur bulunuyordu. biri ve belki birincisi -şübhesiz- gurbet ellerinde geçirdikleri hayat devreleridir. Ve en çok muhtac-ı teselli olan insanlar gurbetzede olan insanlardır. Ordu efrad ve zabitanını uzun müddet gurbet ellerinde tutabilmek lüzum ve ihtiyac var idi. Kuva-yı işgaliyye kumandanlıkları bu lüzum ve ihtiyacı derk ve takdir ederek efrad ve zabitan-ı askeriyyelerine zevk u safa vasıtaları bulmakta güçlük çekmediler. Hususiyle kuva-yı maddiyyeleriyle lemez. Çünkü ahlaksızlığın taammümünü maarifin taammümünden ziyade dai-i tehlike görürler. Ahlaksızlık sefine-i hükumette açılmış bir rahnedir ki eğer derhal ta‘mir edilmezse yolcularıyla beraber sefine de garik-i derya-yı adem olur. Biz sefine-i mevcudiyetimizde mühlik iki rahne açtık: Biri fuhuş diğeri sekr. Taaddüd-i zevcat gibi meşru‘ bir kapıyı kapamak için kanun ve nizam hazırlamaya çalışırken umumhanelerin tevessü‘ etmesine meydan verdik. Kadınları fuhuş hayatından kurtarmak için maddi fedakarlıklarda bulunmamız lazım gelirken ellerine verdiğimiz fuhuş vesikalarıyla onlardan maddi istifadeler te’minine kalkıştık. Fuhuşun hiç olmazsa enzar-ı ammeden mestur kalmasını te’min etmemiz lazım gelirken namuslu ailelerinin gözleri önünde münferid ve hususi bir halde cereyan etmekte bulunan ahlaksızlığın sath-ı deryada ve enzar-ı ammeden gizli kalmayacak bir surette müşterek ve umumi olarak cereyan etmesine resmen müsaade ediyoruz. Hürriyet-i müsamaha gösterebilir fakat çırılçıplak kadın ve erkeklerin birlikte ve ap-aşikare olarak icra-yı ahenk etmelerine hiçbir hükumet resmen müsaade vermiş değildir. Bizim vali beyin Floryada düşman-ı mevcudiyyetimiz olan ecanib kuva-yı işgaliyyesinin küşad etmiş bulunduğu deniz hamamlarının idamesine resmen müsaade vermesini hikmet-i hükumetle kabil-i te’lif bulamıyoruz. Eğer bu müsaade himaye-i hürriyet maksadına müstenid ise hürriyetin bu derece-i vüs‘atini sair ictimaiyat sahalarına da teşmil etmek lazım gelir. Teşmil edilmezse müsavat esas-ı ictimaisi ihlal edilmiş olur ki müsavatsızlık hürriyetsizlikten daha mühlik bir nakisa-i ictimaiyyedir. Hürriyet-i ictimaiyye ayn-ı derece-i vüs‘atte her sahaya teşmil olunursa vali beyimiz o zaman İstanbul gibi her nevi‘ ferdlerin merkez-i ictimaı bulunan bir vilayette değil en küçük bir köyde bile intizam ve inzibatı taht-ı te’mine almaktan aciz kalır. Hükumetler menatık-ı hükumetlerinde her şeyden evvel mutlak bir hakk-ı hayat te’min etmekle mükelleftirler. Hükumetlerin de ve idarelerini deruhde etmiş bulundukları hey’et-i ictimaiyyelerin de hakk-ı hayatları himaye-i hürriyet namına ahlaksızlığa karşı müsamaha göstermek değil fezail-i ahlakiyyeyi himaye namına taşkın hürriyetleri tahdid etmektedir. Hükumetin ahlaksızlığa müsaadesini veyahud müsamahasını gören namuslu aile rüesası ciddi endişelere düşüyor. Ve bu halin nasıl bir akibete müntehi olacağını yek-diğerinden soruyor. Ahlaksızlık seri‘us-siraye bir veba-yı ictimaidir. Tabayi‘-i beşeriyye de pek müsa‘id bir saha-i sirayettir. Herkes kendi efrad-ı ailesinin de bugün değilse yarın hatırından geçmezdi. Meğer mevsim hulul edince sath-ı bahrde kadın ve erkek bezm-i safaları kema fis-sabık kurulmaya başlamış. Keyfiyeti haber alan Makriköyün eski kafalı kaymakamı makam-ı vilayete müracaat ederek men‘i için müsaade istemiş. Makam-ı vilayet kaymakam-ı muma-ileyhin müracaat-i vakıasını indi bir gayretkeşlik telakki ederek hamamın kel-evvel umuma küşadını taht-ı karara almış. Ma vaka‘ı gazetelerde okuduk. Fakat gazete haberlerinin sıhhatlerine kendimizi lunan olabilir makam-ı vilayette teşebbüsat-ı vakı‘aya karşı iğmaz-ı ayn edebilir. Fakat makam-ı vilayet buna doğrudan doğruya karar vermez diyor idik. Makam-ı müşarun-ileyhe atf olunan karar haberinin tekzib edilmemesi sıhhati ihtimaline kuvvet verdi. Gazeteler birkaç gün sonra evvelki haberlerini daha garib yeni haberler lerinden ziyade calib-i teessür ve teessüf bir mahiyette göndermiş. Sonra bizzat kendisi de giderek bir takım tedbirler ittihaz etmiş hamamın küşadı aleyhinde bulunan gazeteler bu tedbirleri memnuniyetle karşılıyordu biz de ayn-ı memnuniyetle tedbirleri tedkika başladık. Netice-i tedkikatımızda anladık ki vali beyin tedbirleri: Erkeklerle birlikte deniz hamamına girmek istemeyen kadınların yıkanmaları için ayrı bir mahall-i istihmam tefrik ettirmekten diğer bir mahalli de yine kadın ve erkeklerin birlikte yıkanmaları için küşade bulundurmaktan kendimizi inandıramıyoruz. En büyük hikmet-i ubudiyyet mehafetullah olduğu gibi en büyük hikmet-i hükumet de muhafaza-i ahlaktır. Mehafetullahtan azade efrad ve akvamda asar-ı ubudiyyet görülemeyeceği gibi ahlaksız efrad ve akvamda dahi intizam ve inzibat-ı idari te’min edilemez. Ahlaksızlık efrad ve akvam arasında idari ictimai ve siyasi fevzaviyetler tevlid eder. Ve bu fevzaviyetler efrad ve akvam ile beraber onları intizam ve inzibat altına almak vazifesini deruhde eden hükumetleri de inkıraz ve lundukları hey’et-i ictimaiyyeleri yaşatmak isteyen hükumetler ahlakı himaye etmek mecburiyetindedir. Ahlaksızlığın ifsad ve ihlal ettiği idari ictimai siyasi ahenkleri maddi kuvvetler ile tanzim etmek te’min-i maksada daima kafi gelmez. Gelip geçici tedbir ve tedaviler müzmin hastalıkların zaman be-zaman nüks etmesine mani‘ olamaz. İstibdad-ı idari rüesası miyanında maarifin ta‘mimine aleyhdar bulunanlar az değildir. Fakat ahlaksızlığın taammümüne lehdar olan hiçbir şekl-i hükumet rüesa-yı idariyyesine tesadüf edi Müsamerede zarif kostümleriyle kibar Türk hanımları da hazır bulunmakta idi. Darulelhan Piyano Muallimi Cemal Reşid Bey Chopinin Balladenı büyük bir aşk ve heyecan ve o nisbette parlak bir muvaffakiyetle çaldıktan sonra hazırun Türk muganniyesi Mefharet Hanımı dinlediler. Henüz pek genç bir yaşta olan Mefharet Hanım sevimli bir Türk kızının cazibelerine ve meziyetlerine malik olduğunu isbat etti. Sahnede çok kibar çok vakûr bir tavır ve vaziyet tannan bir ses ile Toscadan Fransız ve Rus müsikisinden bazı parçalar terennüm etti ve sürekli alkışlarla takdir olundu. Tahsilini Fransada ikmal eden Mefharet Hanım teğannide cidden müstesna bir kabiliyet ve liyakat Konserlerden sonra Ocak Reisi Salahaddin Bey Türk-Macar sıhriyet-i ırkiyyesinden bahis bir nutuk irad etmiş. Buna mukabil hey’et reisi Doktor Kunoş da irad ettiği nutukta Anadoluyu baştanbaşa gezdiğini birçok masallar topladığını ve bunları on iki cild kitap halinde neşreylediğini izah etmiş ve neticesinde de Ocaklılara şöyle bir tavsiyede bulunmuş: Ben hayatımı bu yolda öldürdüm isterim ki sizler de bunun için çalışasınız ve bu yolda kıymetli tedkiklerde bulunasınız. Türk muganniyesinin Fransız ve Rus musikisinden çaldığı parçalara mukabil Doktor Kunoşun Anadoludaki Türk masallarına dair tetebbuatından bahsetmesi ve Ocaklıları da bu yolda tedkikata da‘vet etmesi pek manidardır. Ocaklılar acaba Doktorun nasihatlerini sem‘-i i‘tibara alacaklar mı? Biz Ocağın bu yeni veche-i faaliyyeti hakkında hiç de nikbin değiliz. Ocağın Türklüğe hizmeti her halde bu türlü olmasa gerek! Ocaktan beklenen böyle şeyler değildir. Bunları herhangi bir kumpanya Ocaktan daha güzel yapar. Türk Ocağı teessüs etti edeli bir türlü salim istikamet tutmaya muvaffak olamadı. Bir zamanlar Cengizin Yasasıyla Kızılelma bırakarak garbcılığa döndü. Döne dolaşa nihayet baloculukta konsercilikte karar kıldı. Şimdi hakkal-insaf söylemelidir Türk Ocağının maksad-ı teessüsü bu mudur? Türk Ocakları memlekette bir kere bu suretle tanındı mı artık Anadoluda hiçbir şey yapmaya muvaffak olamaz. Halbuki biz Türk Ocağının böyle bir vaziyete düşmesini istemeyiz. Türk Ocağı bugün çok hizmet edebilecek bir hal ve mevkidedir. Anadolu müslümanları nazarında haysiyet ve i‘tibarını muhafaza etmek mecburiyetindedir. Öyle Beyoğullarında Taksimlerde balolar tertib etmesi Ocağı konser ocağı haline getirmesi hiç de doğru değildir. Milletin ahlaksızlık mikrobuyla aşılanacağından şiddetle korkuyor. Böyle zamanlarda aile reisi bulunduğundan dolayı ve taammüm edecek olursa aile teşkilatı ve binaenaleyh mikdar-ı nüfusumuz müdhiş surette tenakusa ma‘ruz kalacaktır. Fuhuşun guna-gun hastalıklarına tutularak ma‘nen helak olan efradın mikdarını izdivaca rağbetsizlik yüzünden husule gelecek mikdar-ı tenakusa ve sarhoşluk yüzünden çürüyen ve daha çürüyecek olan vücudların adedlerini de her iki mikdar-ı tenakus yekununu ilave edince inkıraz ve izmihlale doğru gitmekte bulunduğumuza hükmetmek ıztırarında kalıyoruz. Sekr muhtelif menfezli bir menba‘-i şer ve fesaddır ki kiminden katl cerh darb kanları fışkırır kiminden iffet ve kesr-i namus çirkefleri nebe‘an eder. Kiminden sirkat mesaib akar. Diğer bir menfezinden de gerek efrad-ı aile arasında ve gerek hey’et-i ictimaiyye miyanında şer ve fesad menba‘ıdır. Bu iki menba‘-ı şer ve fesaddan cuş u huruş eden süyul-i tağiyyenin telaki ettiği millet ve memleketler her ikisinin istila-zede-i mesaibi olur. Bu felahdan eser kalmaz. Maal-esef biz bugün bu afetlerin tehlike-i istilasına ma‘ruz bulunuyoruz. Ahlaksızlık tufanından tahaffuz için ne zirvesine yükseleceğimiz bir şahika-i cebel ne rükubumuza amade bir sefinemiz ne de bizi sahil-i selamete çıkaracak bir keştibanımız var. Muhafaza-i mevcudiyetimiz yalnız meşietullaha kalmıştır. Bakalım ne suretle tecelli-saz olacak. Geçenlerde Türk Ocağında vukû bulan bir müzakerede Ocak müessislerinden bir zat Beyoğluna devam eden gençleri cezb için Ocağın balolar konserler vermesini danslarla meşgûl olmasını tavsiye etmişti. O zamandan beri Ocak her vesileden bil-istifade balolar konserler veriyor. Fakat Türk Ocağı Beyoğlundaki gençleri cezb edeyim derken geçen gün kendisi de Beyoğlu tarafına geçerek Taksimde büyük bir balo verdi. Bu baloda cereyan eden ahvali bu nüshamızda münderic karilerimizden aldığımız bir mektub izah etmektedir. Ocakta Macar hey’eti şerefine verilen konseri de gazeteler şu suretle tasvir etmektedir: Şehrimizde bulunan Macar misafirler şerefine dün akşam Türk Ocağında bir müsamere tertib olunmuştur. ce sandalcı esnafı gerek burada gerek Anadoluda ekmek parasını çıkaramayarak ıztırab içinde inliyor. Türk Ocağı Taksimlerde balolar danslar tertib ettireceğine Ocakta muganniyelere Fransız ve Rus havaları teğanni ettireceğine bu zavallı esnafın derdine bir çare bulmaya çalışsaydı daha iyi olmaz mıydı? Mesela bu esnafın ileri gelenlerini Ocağa da‘vet ederek onlarla bir hasbihal etseydi onların sanatlarını hayatlarını kurtaracak esbaba tevessül etseydi binlerce ailenin minnet ve şükranını kazanmaz mıydı? Milletin Türk Ocağından beklediği şeyler bunlardır. Yoksa danslar balolar konserler tertibi muganniyelere teğanni ettirmesi değil. Ümid ederiz ki Türk Ocağı bizim bu halisane temennilerimizi nazar-ı dikkate almak lütfunda bulunur. Muhterem efendim Hakikat-i İslamiyye ve ahlakiyyenin müdafaası uğrundaki mücahedatınızı takdir ile gören ve memleketin yalnız esasat-ı İslamiyyeye mütavaatla yükseleceğine alan ahlaksızlığın nasıl baş döndürücü bir süratle hud su-i niyyet ve ihtirasla insanlıktan çıkmış olmalıdır. Son günlerde garb mesavisinin guya medeniyet-i fazıla namına harimimize giren çılgınlıklarından bir kısmına şahid olmak bedbahtlığında bulundum. Bunu nakl etmek vazifemdir. Geçenlerde belediye me’murları tarafından esnafa tevzi‘ edilen biletlerden biri de bizim hissemize düştü. Taksim Bahçesinde Türk Ocağı menfaatine verilen bu müsamereye milletin Türklüğün menfaatine aid güzel konferanslar dinlemek hars-i millinin muhassalalarını görmek niyetiyle gitmek istedim. Fakat baştanbaşa Türklüğe aid hiçbir şeye tesadüf etmedim. Musika garb musikisine aid opera parçalarından başka bir şey teğanni etmedi. Pek çok Türk gençleri her nedense aralarında Fransızca konuşurlardı. Sonra sahneye çıkan genç musikişinaslarına opera çaldılar. Oynanan oyun yine Fransızca idi. Kendi kendime düşündüm. Acaba bu müsamere Türk Ocağı diye bildiğimiz adat-ı milliyye ve secaya-yı ber-güzidemizin harisi tanıdığımız bir müesseseye mi aid yoksa bir yanlışlık mı var?... Artık gece olmuştu. Hem de nısfel-leyl. Elektrik ziyalarının şelaleleri arasındacazbandta‘bir olunan musikanın patırdılı nağematı arasında bir kısmı şapkalı seyircilerin bir odaya tehacüm ettiklerini görerek sevk-i şimdi zevk u safa zamanı değildir. Yüz binlerce Türk muhacirler Anadoluya nakl olunuyor. Düşman istilasına ma‘ruz kalan memleketler harabe haline gelmiş. Memleketin ahval-i iktisadiyyesi ma‘lum milletin böyle sıkıntılı zamanlarında ekmek derdiyle muztarib olduğu anlarda Türk Ocağı nasıl Taksimlere gidip eğlenceler tertib ediyor bir takım sefahet-perverlerin zevkini tatmin ile meşgûl oluyor? Doğrusu bunların hiçbirisi Türk Ocağına yakışmıyor. Bugün memleketin ahlakı alabildiğine sukût ediyor. Bu sukûta karşı çareler taharri edecek yerde balolar danslar tertib etmek nasıl olur? Biz gençleri toplamak için elimizde yegane vasıta olarak balo konser dans kalmışsa bu çok büyük felakettir! Gençliği biz fedakarlığa fazilet yolunda yürümeye alıştırmalıyız. Yoksa sonra bu gençlerin hiçbirisi Anadolunun köylerine değil kasabalarına bile gitmeye tenezzül etmez. Macar Doktorun nasihatini Türk Ocağı kemal-i ehemmiyetle nazar-ı i‘tibara almalıdır. Türklüğe hizmet öyle olur. Doktor bütün hayatını Anadolunun içlerinde türlü türlü mahrumiyetlere katlanmak suretiyle geçiriyor Türk masallarını topluyor on iki cildlik mühim bir eser vücuda getiriyor. Türk Ocağı ise Taksimlerde erkeklerle kadınları toplayarak dans ettiriyor! Bu çok acınacak bir vaziyettir. Biz Türk Ocağı hesabına Doktorun bu Biz muma-ileyh Doktor Kunoş ile görüştüğümüz zaman şu cevabı vermişti: Sizin halinize hayretten başka ne denir? Avrupa hayat-ı ictimaiyyesini taklide yelteniyorsunuz. Halbuki biz bu ictimaiyatın Avrupa medeniyetini yıkmakta olduğunu bağırıyoruz. Avrupadaki sosyete hayatının aldığı şeklin garb mütefekkirlerini ciddi surette endişe-nak ettiğinden de mi haberdar değilsiniz? Doktor ve rüfekası hakikaten ciddi adamlar. Hepsi yaşını başını almış ilim ile müşteğil zevat. Danslarla muganniyelerle hiç de meşgûl oldukları yok. Biz bu kadar ciddi adamlara karşı maat-teessüf muganniyelerimizden başka bir ma‘rifet gösteremedik. Adamcağızların bize öyle ağır bir ders vermelerini hak ettik. Biz Türk Ocağına kemal-i samimiyetle tavsiye ederiz ki böyle şeylerden millet için zararlı olan böyle yollardan vazgeçsin. Milletin ıztırablarına derdlerine çare bulmaya uğraşsın. Mesela bugün yazlık ayakkabıları yapan sandalcı esnafı Avrupa lastikleri yüzünden büyük bir buhrana duçar oldu. Avrupadan gelen lastikler ucuz olduğu cihetle bütün esnafı öldürüyor. Halbuki bu lastiklerin ne kadar çürük olduğu çocukların ayaklarında bir hafta bile dayanamadığı ma‘lum olduğu halde yalnız bu yüzden binlerce liralar Avrupaya akıyor. Beride binler reye şahsı namına değil Türk milleti namına gitmiş bulunuyor. Bir mümessili tahkir onun temsil ettiği millet ve devleti tahkirdir. Onun için bir mümessilin tahkir edilmesi bazen i‘lan-ı harbi mucib olur. Hukûk-ı düvel müderrisi bulunan Cemil Bey bu ciheti bizden daha iyi bilir. Yunan murahhasının bir kongre azası huzurunda Türk milletine savurmuş olduğu çirkab-ı hakareti kendisine ve Yunan milletine iade etmediğinden dolayı Cemil Beyi şayan-ı muahaze buluyoruz. Ve Yunan murahhasının sözlerindeki su-i maksadı anlayamayarak ciddi telakki etmesine ve bu sözlerden gerek kendi ve gerek kerimesi Nimet Hanım namına bir hisse-i mefharet ayırmış olmasına hayret etmekten kendimizi alamıyoruz. Kerimeniz bütün efkarı teshir ediyordedikten sonra Gelecek sefer ben de kerimemi beraber getireceğim cümlesini ilave etmiş olması maksadını vazıhan göstermektedir. Nimet Hanımın muvaffakiyetine cidden hased eden bir kimse neteshirkelimesini telaffuz eder ne de kendisi de kerimesini beraber getireceğini i‘lan ve rahhası Türk milletini pek ağır bir töhmetle itham etmiş ve pek kaba bir lisan ile tahkirde bulunmuştur. Keşke Cemil Bey bazı hafif-meşreb Avrupalıların siyasiyyata kadın karıştırmak adetlerini taklid etmemiş olsaydı. Denizli kasabasında inşa edilen sinema binasının men‘-i inşası için müfti-i belde tarafından çalışılmış ise de başa çıkamadığını yine İstanbul gazeteleri yazmış ve mu‘tad olduğu vechile müftü efendiyi cehl ve taassub ile tavsif ve teşhir eylemişti. Bizdeki sinema ve tiyatroların ahlakı ifsad etmekten başka bir işe yaramadığı ma‘lum olduğu cihetle müftü efendi cidden sinema binasının [men-i] inşasına çalışmış ise vazife-i vataniyyesini bizim anladığımız ne de matbuat-ı yevmiyyenin anladığı gibi değilmiş! Müftü efendi gazetesine göndermiş olduğu mektuptaBen sinema binasının vakıf kabristan arsasında inşasını men‘e çalıştım. Yoksa başka bir mahalde inşasına mümana‘at değil müzaheret etmek bile bulundum. Bu hal ve hareketim benim ne derece teceddüd-perver olduğumu gösterirdiyor. Sinema binasının kabristan arsasında inşasını men‘e çalışması müftü efendi namına kayd edilecek bir vazifeşinaslıktır. Kabristanlara dünyanın her tarafında hürmerakla ben de o cihetle teveccüh ettim. Esasen öğleden beri gördüğümüz ve bidayette açık tuvaletlerine serbest ve müsamahakar kıyafetlerine bakarak lisanlarındaki fesahate rağmen milliyetlerinin ta‘yin-i nev‘inde mütereddid kaldığım genç kızlarımızın etrafında daire teşkil ettikleri bir sahada dansa başlandığını müşahede ettim. Etraftan türlü mütala‘at ve takdirler yağıyordu. Bunlar arasında işitiyordum: – İşte meşhur dans muallimi mösyö bilmem kim… – Beyazlı matmazel falan bankanın müdürünün kerimesidir. – Gördüğünüz tıbbiyeli yirmi dört sa‘at mütemadiyen dans edecek kadar sosyete hayatına düşkündür. lak kolları memelerine kadar açık yakaları dar elbiseleri rımız onlarla beraber bir kadın kadar süslü beylerimiz de girmesinler mi? Hicabımdan yerlere geçtim. Kasketli şapkalı fesli her lisandan konuşan binlerce halkın alkışları arasında dans devam ederken daha ziyade tahammül edemeyerek oradan uzaklaştım. Ve kendi kendime sordum: Türk Ocağı acaba Garb Ocağı mı oldu? Lyonda akd olunan Cem‘iyet-i Akvama Müzaheret Kongresine Türkiye namına murahhas olarak giden Darul-fünun Hukûk şubesi Müderrislerinden Cemil Bey kerimesi Nimet Hanımı da beraber götürmüş. Nimet Hanım kongre azası huzurunda Fransızca bir nutuk dikkatini celb ederek o güzel Fransızcayı Fransada mı tahsil etmiş olduğunu Nimet Hanımdan sormuş. Yunan murahhası ise hased ederek Cemil Beye hitaben: Kerimeniz bütün efkarı teshir ediyor. Gelecek sefer ben de kerimemi beraber getireceğim.demiş. Bu macerayı bizzat Cemil Beyin gazete muhbirlerine macerayı lisan-ı mefharetle nakl ve hikaye etmiş ise de biz Yunan murahhasının sözlerinden hiç memnun kalmadık. Bu memnuniyetsizliğin bit-tabi‘ şahsımızla hiçbir alakası yoktur. Ancak Türklük nam ve hesabına memnun olmadık. Yunan murahhasının ağır sözleri suret-i zahirede Cemil Beyin şahsına aid görünüyorsa da hakikatte Türk milletine aiddir. Çünkü Cemil Bey kong gayr-ı ma‘kûl sözler söylemiş olduğuna kolay kolay inanamıyoruz. Eğer bir şeyler söylemiş ise mutlaka ma‘kûl sözler olmak lazım gelir. Ma‘kûl sözler ne Gazi Paşanın canını sıkar ne de memlekete fenalığı dokunur. Kabul edelim ki hakikaten fena sözler söylemiştir. Şahsın fenalığını umuma teşmil etmek garazkarlık değil de nedir? Bazı gazetelerin ahlaka ictimaiyata maneviyata aid yazıları millet ve memlekete en muzır yazılardır. Onların bu fenalığını umum matbuata teşmil etmek bizim hakşinaslığımıza mugayir bir hal ve harekettir. Muhabirin diğer bir hoca efendiye atfen söylediği söz de bir sani‘a olsa gerektir. Hocalar aleyhine bir ipucu elde etmek için vesile ihzarında bazı gazetelerin mahirane manevraları az değildir. Diğer bir hoca efendi eğer hakikaten hocaların memlekete fenalık yaptıklarına kani olduğunu söylemiş ise bu hoca ya iyi bir adamdır yahud fena bir kimsedir. İyi bir adam ise umum hocaların fena olmadıklarına delalet eder. Fena bir adam ise söylediği sözün ma-sadakı bizzat kendisi demektir! Bazı gazetelerin bu mes’eleyi pek ziyade i‘zam ederek buna başmakaleler tahsis etmelerinin camilerde vaizleri vaazdan men‘ etmek kadar hürriyet-şikenane tavsiyelerde bulunmalarının manası hikmeti doğrusu anlaşılamıyor. Tuhafı da şurasıdır ki bir taraftan asrilikten teceddüd ve hürriyetten bahsettikleri halde diğer taraftan kurun-ı vüstai tavsiyelerde bulunmaktan çekinmiyorlar. Acaba hürriyet o kadar korkulacak bir şey midir? Hakkı tavsiye İslamda en mühim bir vecibedir. Ve herkesten ziyade ulema bu vazife ile mükelleftir. Milletlerin ba‘is-i şevket ve i‘tilası olan bu hürriyet esaslarını köreltmek de acabaasrilikmuktezası mıdır? Konyada neşrolunan refikimizdeMuallimlik Hayatıünvanı altında Ankaradan gönderilen bir mektubu okur iken: Cümlesi nazar-ı dikkatimi celb etti. Muallim ve muallimeler müttehiden bara gitsinler! Aman ya Rabbi! Sakın bu bir sürç-i kalem olmasın? Ankaradaki bu muallimlik hayatına zavallı muallim efendi ne kadar memnun! Bu muallim efendiye haber vereyim ki Avrupada muallimler birden vazifelerinden afv ederlerdi. Değil böyle müttehiden bir muallim ve muallime münferiden bile bir bara gidemez. Avrupanın o serbest yerlerinde her sınıf halkın gideceği yerler muayyendir. Mu‘allim ve muallimeler met edilirken bir müslüman memleketinde kabristanlara bu derece hürmetsizlik gösterilmesi hiçbir milletin asri telakkiyatına uymayan bizim asri telakkiyatımızın pek muzır olarak tecelli eden neticelerindenden biridir. Daima maneviyat aleyhine tuğyan eden bizdeki asrilik cereyanlarının kesb-i sükunet ve i‘tidal edinceye kadar böyle na-ma‘kûl neticeler vereceği anlaşılıyor. Taşkınlık devresini bir an evvel geçirmesine intizar etmekten başka bir çare yoktur. Yalnız müftü efendinin sinemalara lehdar görünmekle kendisini teceddüd-perver tanıtmaya muvaffak olacağı ümidini taşıması bir saf-derunluk alameti olsa gerektir. Sinemalara lehdar görünmek teceddüd-perver tanınmaya kafi değildir. Teceddüd-perverliğin daha birçok şerait-i asriyyesi vardır. Müftü efendi acaba bu şeraitin hepsini kendisinde cem‘ edebilecek ve teceddüd-perver görünmek gayretkeşliğini bu derecelere kadar vardırabilecek mi? Bil-farz bunları yapsa bile yine teceddüdperver tanınmasına pek kuvvetli bir mani‘ vardır: Kisve-i Ankara muhabirinin vermiş olduğu ma‘lumata göre bayram günü Ankarada Hacı Bayram-ı Veli Cami-i Şerifinde vaaz eden bir hoca efendi esna-yı vaazda bir takım münasebetsiz sözler söylemiş. Orada hazır bulunan Gazi Paşanın bu münasebetsiz sözlerden canı sıkılmış. Muhabir camiden çıktıktan sonra diğer bir hoca efendinin fikrine müracaat etmiş. Hoca-i muma-ileyh de Bu vaazı dinleyince hocaların bu memlekete fenalık yaptıklarına ben de kani oldumdemiş! Muhabir vaiz efendinin münasebetsiz sözlerinden yalnız bir tanesini zikrediyor:Meb‘uslar her ay üç yüz lira maaş alıyorlar millete hiçbir faideleri dokunmuyor.demiş. Hocaların aleyhine yazdığı mütemadi ve mütevali yazılar ile bir türlü teskin-i hararet ve heyecan edemeyen bazı gazeteler bu hadiseyi de umum hocaların künye-i mes’uliyetlerine kayd etmek gayretine düşmüş! Hoca efendinin esna-yı vaazda söylemiş olduğu söz eğer fena bir söz teler bu sözü vaiz efendiden çok evvel söylemiş idi. Binaenaleyh Gazi Paşanın canını da daha evvel kendileri sıkmış bulunuyor. Maahaza Gazi Paşanın bu sözden canı sıkılacağına da ihtimal vermiyoruz. Hususiyle vaiz efendi mücahede esnasında mukabil fetvalar veren meşhur dört hocadan biri imiş. Şu halde vaiz efendinin hassas ve müdrik bir zat olduğu anlaşılıyor. Böyle bir zatın esna-yı vaazda Mektepte ve sokakta taşınması lazım gelen kıyafet şekli ıttıradını gaib etti. Binaenaleyh namuslu bir genç kız fahişe kıyafetiyle mektebe gelmekten çekinmiyor ve onu mahzur telakki etmiyor. İrfan alemine dahil olanların baldırlarıyla boyun ve göğsünün nerelere kadar açılmasına müsaade edilebileceğini kimse kimseye sormuyor. muhit mütereddi. Muhterem Celal Esad Beyin gazetesindeÇıplak Kollularmakalesi bizi ikaz etse gerektir. Muhit bozulduğu nisbetinde mekteplerin kontrolü artırması ve bazı fezaili dışarıda yaşamasa bile mektepte tahsil müddetince saf ve bakir yaşatması farzdır. Bu arz edeceğim faziletler gerek kendi ve gerek birçok mekteplerde mevcud muallim dostlarımın müşahedatımızla sabit olduğu üzere talebe ve talibattan silinmektedir. Binaenaleyh bu münkarız faziletlerin diriltilmesine gayret etmek lazımdır. Falan ve filan hatt-ı harekette ittihad hasıl edilmemişse bir iki kişinin ortalığı ıslah etmesinden bir faide husule gelmez. Binaenaleyh ana faziletlerin muhite rağmen ta‘lim ve terbiye sahasında barındırılması için hiç değilse ekseriyetin aynı şekilde hareketini te’min etmeliyiz. Şimdi şekl-i ifası idarelerin ictihadına muhavvel olmak üzere ancak bazı esaslı faziletlerden bahsedeceğim: Mekteplerde talebe ve talibat arasında teavün mes’elesi. Mesela imla veya hesab derecesinde bir kıymeti henüz haiz değildir. Tasarrufun mekteplerimizde elifbası bile fiilen ma‘lum değildir. Namaz abdest gusül kalkalı yerine hiçbir şey konmadı. Koyabilen çıkarsa bravo. Koskoca insanların leş gibi ayaklarla yatağa girdiğini gören vicdanlı bir adamın çıldırmaması kabil değildir. Fakat ne olacak? Temizlik mesela coğrafya dersi kadar ehemmiyetli bir şey midir? Bayram namazında olsun millet hissiyatına iştirake ve yıkanmaya lüzum görmeyenler sanki bir kabahat mi yapmışlardır? Gerek talebe gerek sınıflar gerekse birkaç mektep arasında ilmi müsabakalar yapmıyoruz. Yalnız top sevk etmek üzere bu teklifi teemmül etmeliyiz. Erkan-ı diniyyeye karşı hakaret ve tecavüz Bir hoca efendinin neşrettiği ilmi bir risale münasebetiyle mecmuası yazdığı bir makale-i intikadiyyede diyor ki: müdavimini şuh-meşreb hatta açıkça çalgılı bir çayhaneye bile gidip çay içemezler. Onların gidecekleri yerler ciddi ve ağırbaşlı insanların gittikleri mahallerdir. Hele barlara ayak basamazlar. Çok yazık ki Ankarada muallim ve muallimelerin ba-husus müctemi‘an bara gidemeyecekleri anlaşılamamıştır. Oraya gitmeyi hürriyetin muktezeyatından addetmişler! Ne yanlış telakki! Avrupada zannolunmasın ki herkese hadsiz bir hürriyet bahşolunmuştur. Oradaki takyidat sırf kanuni değildir. Kanunda muallim efendi falan yere giremez diye bir kayıd yoktur. Fakat bu kaydı ahlak-ı ictimaiyye koyar. Muallim efendiyi öyle bir yerde mesela barda gördüler mi artık muallim efendinin veya muallime hanımın haysiyeti mahv olur gider. Zannederim çocuk babaları da ağızlarını açıp gözlerini yumarlardı. Bilseniz böyle ta‘lim ve tedris ile mükellef olanlar kendilerini ne kadar sıkı tutarlar. Mu‘allim ve muallimelerin hep birlikte kalkıp da bara gittiklerini oralarda işitenlerin elinden Maarif Nezaret veya Müdüriyeti zor kurtulur. Kezalik hakimler de istedikleri yerlere gidip vakit geçiremezler. Bir hey’et-i ictimaiyye içinde terbiye-i maneviyye ile mükellef olanlar kendilerini kapıp salıvermezler. Vazifelerinde muvaffak olabilmek için hemşehrilerin hürmetlerini celb etmek lazım gelir. Barlara gidenlere ise terbiye vazifesi havale edilemez. Darulmuallimin muallimlerinden Cevdet Bey Darulmuallimin me’zunları kongresine ithafen gazetesinde mühim bir makale neşretmiştir. Bazı fıkralarını aynen nakl ediyoruz: Görüyorum ki me’zunlarımızın işi eskisine nazaran gittikçe ağırlaşıyor. Buna programların ve eşhasın sık sık değiştirilmesinden başka İstanbul muhitinin günden gune mülevves bir hale gelmesi saik oluyor. Dışarının bütün bozduğunu hocalar mektep içinde ve çocukların gençlerin ruhunda yapmak zaruretiyle eziliyor. Hepinize ma‘lum olan bazı hadiselere istinadla fikrimi izah edeyim: Kumar ibtilası genç kız ve oğlanları cazibesine mağlub ediyor. - Sokaklara mahallelere köşe başlarına varıncaya kadar müsaade edilen içki mektepleri de sahasına çekiyor. Herkesin alenen içtiği yerlerde onlar niçin geri kalsınlar? diyenler çoğalıyor. bulan bu Fevziye Hanım her kim ise baklayı ağzından çıkarmış bulunuyor. Dostunu düşmanını seçemeyecek derecelerde gaflete düşen müslümanları ikaz edecek mahiyette olan bu sözler dikkatle okunmalı ve tavsiye edilen örneğin ne olduğunu müslüman kadınlarının nereye doğru götürülmek istenildiğini anlamalıdır. Siyah Ramazana artık tahammül edilemeyeceğini söyleyen sahnelere çıkamadıkları için Türk kadınlarını lerin piri olan Lenin hakkında bir mersiye neşrediyor. Mersiye baştanbaşa Leninin yad-ı mehasini ile mali. Lenin en güzel kelimeler en yüksek tavsiflerle göklere çıkarılıyor. Leninin vefatında Moskovada bulunan Şaziye Sabiha Hanım o günkü hissiyatını şu suretle izah ediyor: Lenin öldü!... Bütün dünyanın nefesi kesilir gibi bir şey oldu. Sanki denizler karaları bastılar. Sanki arz birden bire hareketten kaldı. Ucu bucağı bulunmayan yüz milyonlarca insanlık bir cem‘iyet sanki bir anda bir nefesle teslim-i ruh etti. Bugün Moskova ayakta… Bugün alem başka bir fırtına ile çalkanıyor… Leninı bu eve -İkinci Amele Birliği evine- getirdiler. Şimdi Lenin burada uyuyor. Sütunlu salon bu gece bizim Kabemizdir. Biz artık yaşamayan artık hayata gözlerini kapayan üstadımızı görmeye geldik. Bu meydanı biz biliriz. Bu binanın balkonundan Lenin bize hitab ederdi. Bu salonun kürsüsünden Lenin herkese hiç kimsenin bilmediği şeyler öğretirdir. Biz Lenini dinlerdik. Lenin bize güler bize söyler bize ümid ve heyecan verirdi. Bu gece bütün bu yerler bütün Moskova kızıl ve siyah bir sele benziyor. Uçsuz bucaksız insan sıraları sonu görünmez yokluklara kadar uzanıyorlar. canım kudretini ve intizamını kaybeder gibi bir şey oldu. Niçin bu halim ve mütevazı‘ ihtiyarın tabutu etrafında herkes böyle samimi gözyaşları döküyor? Niçin ben daha dün İstanbulun kafesleri arkasında uyuklayan bir genç Türk kızı iken bugün bu yabancı adamın cenazesi başında gözyaşlarımı tutamıyorum? Ne için biz onun sararmış ve artık ölü alnında sanki yeni doğan bir güneş nuru görüyoruz? … Bu bitmez tükenmez oruca şu bir türlü geçmeyen siyah Ramazana daha fazla tahammül edemeyeceklerini… Ramazanda sahur topu ile dolmayı yutup oruca niyet eden hoca efendi nereden bilsin?... Şeair-i İslamiyyeyi yıktıktan sonra şimdi ta‘arruzlar erkan-ı İslamiyyeye karşı tevcih olunmaya başladı. Bu makalenin altında üç yıldız olduğu cihetle muharriri her halde bir müslüman olmasa gerek! Bolşeviklerin böyle üç yıldızın arkasına gizlenerek Türkçe bir mecmuada erkan-ı İslamiyyeye karşı hücumlarda bulunması Müslümanlığı saran tehlikenin ne kadar takarrub etmiş olduğunu göstermeye kafidir. Bolşevik Rusyadan başka dünyanın hiçbir yerinde mukaddesata karşı bu kadar şeni‘ bir tecavüzde bulunulmamıştır. Hürriyeti yalnız mukaddesata karşı bi-perva ta‘arruzdan ibaret zannedenler kadar hürriyetin düşmanları olamaz. Yine mecmuasında Rusyadaki müslüman kadınlarının ictimai vaziyetlerine hasr olunan bir makale şu suretle nihayet buluyor: Bütün bu şuralar Rusyasında yaşayan müslüman kadınlarının bugünkü vaziyeti bize çok güzel gösteriyor ki şuralar idaresi kadınlara va‘d ettiği hukûku matbuatta kurultaylarda hey’et-i idare seçkilerinde iktisadi ve siyasi sahalarda onların iştirak hakkını tam manasıyla vermiş ve sözde değil hakikatte onların erkeklerden ayrı ve iş yapamaz kendilerinden bir şey beklenemez gibi telakki etmemiş ve kadınlar da kendilerinin kabiliyetlerini etmişlerdir. Şuralar hakimiyetinden evvel Azerbaycan Tataristan Buhara ve Türkistanda da kadınlar tıbkı şimdi bizde olduğu gibi hoca ve molla korkusundan tiyatroya gitmekten çekinir sahneye çıkamaz kalın perdeler örtülürdü. Fakat şuralar hükumeti zamanında kara örtüler altında inleyen Rusya müslüman kadınları dört beş seneden beri o kara örtüleri yırtmış hayat sahasına atılmış insanlık hukûkuna malik tiyatrolara sahnelere gibi yaşayan kadınlara malik olmayışımızı kendimiz için büyük bir bedbahtlık telakki etmeliyiz ve kadınlık kurtuluşu yolunda onları örnek almalıyız. Yaşasın Şuralar Rusyasının hür serbest faal müslüman kadınları Türkiye kadınlarını tiyatrolara sahnelere iştirak etmediği kadınlığın kurtuluşunu tiyatrolara sahnelere iştirakte Bir zamanlar milletin şeairiyle erkan-ı diniyyesiyle mezdi. Fakat bugün zavallı müslümanlar hakaretlerin en ağırlarına tecavüzlerin en şenilerine ma‘ruz kalıyorlar. Bu tecavüzlerin nereden geldiğinin farkına da varamayarak yeis ve ıztıraba düşüyorlar. Mütecavizlerin isimlerine bakıyorlar. Hep müslüman isimleri. Nasıl oluyor da bir müslüman kendi dinine kendi şeair-i milliyyesine karşı ta‘arruz eder? diye hayretlere düşüyorlar. Evet isimler müslüman ismi fakat ruhlar Müslümanlıktan uzaklaşmış Frenkleşmiş bolşevikleşmiş. Kimi Amerikan Fransız mekteplerinde kimi Rus mekteplerinde tahsil görmüş. Ecnebi terbiyesiyle perveriş-yab olmuş ecnebi ictimaiyatıyla yoğrulmuş. Ruhlarında İslam husumeti kesb-i rüsuh etmiş. Şimdi Moskova Darul-fünununda tahsil gören Leninin başı ucunda oturup ağlayan Lenini peygamberlerin fefkıne çıkaran Türk kızı tahsilini ikmal edince yarın memleketimizde ya bir muallime ya bir mektep müdiresi olacak. Yahud diğer bir vazife ifa edecek. Burada artık neşredeceği fikirler Leninin fikirlerinden başka bir şey olmayacak. Zavallı müslümanlar onun ismine bakarak onu kendilerinden zannedecekler. Çocuklarını onun yed-i terbiyetine tevdi‘ edecekler. Sonra bir gün gelip çocuklarının kalblerinde Hazret-i Muhammed yerine Leninin muhabbeti ikame edildiğini görünce bu neden böyle oldu? diye hayret ve teessüf edip duracaklar. bu sarsıntı hak ve hakikati anlayıncaya kadar devam edecek belki de artacaktır. Ne zaman müslümanlar gözlerine çekilen gaflet perdelerini yırtıp da hakikati görebilmek kudretini iktisab edecekler ne zaman dostlarıyla düşmanlarını hakiki müminlerle münafıkları seçebilecekler ne zaman hakka sarılıp batılı reddedecekler... ne de erkan-ı diniyye. Çocukları Hazret-i Muhammedin yerine Leninin menakıbını esasat-ı İslamiyye yerine Karl Marksın prensiplerini belleyecekler kızları camie bedel tiyatrolara gidecekler şanolarda aktristlik edecekler yabancılarla kol kola dans edecekler erkeklerle birlikte hamamlara gidecekler… ilh. o zaman hiç kimse de kabahat bulmamalıdır. Sibiryadan Kaliforniyaya Transvale Avusturalya maBolşeviklerin reisi hakkında bu mersiyeyi yazan bütün dinlere karşı i‘lan-ı harb eden Lenini böyle peygamberlerin fefkıne çıkaran muharriri eğer altında imzası olmasa bir Rus zannedersiniz. Fakat Rus değil Şaziye Sabiha isminde bir Türk kızıdır. Evet Türk kızı fakat Moskova darul-fünununda tahsil gören bir Türk kızı! milletimizin ictimaiyatını yıkarak onun yerine frenk yahud Bolşevik ictimaiyatını ikame etmek isteyenlerin hakiki çehreleri! Bugün milletin şeairine karşı alabildiğine ta‘arruzda bulunanların -erkek olsun kadın olsun- hayat-ı maziyyelerini tedkik ediniz göreceksiniz ki bu ta‘arruz ve tecavüz hep ecnebi mekteplerinden gelmektedir. Ecnebi mektepleri misyoner müesseseleri ta Müslümanların bütün şeair-i milliyyeleri vahşet ve esaret şeklinde gösterildi. Frenklerin bütün rezail-i ictimaiyyesi mehasin-i medeniyye suretinde zihinlere yerleştirildi. müslüman yek-diğeriyle uğraşırken yahud derin gaflet uykularında sayıklarken ecnebiler cayır cayır Türk çocuklarını Türk kızlarını mekteplerinde kendilerine halef olmak üzere yetiştiriyorlardı. Bundan başka birçok Türk çocukları ve kızları da Avrupanın Amerikanın muhtelif mekteplerinde garb ictimaiyatını tahsil ediyor garb aileleri arasında garb ictimaiyatıyla perveş-yab oluyordu. Şimdi o mektepler mahsul verdi. Şimdi o mahsuller şuraya buraya dağılarak milletin şeairiyle ahlakıyla zin her şeyi kötü her şiarı kaba vahşi her ananesi kurun-ı vüstai hayat-i ictimaiyyesi ibtidai medeniyetten mahrum. Her şeyi yıkılmak lazım. Şimdi artık ecnebilerin misyonerlerin cepheden ta‘arruzuna hacet yok. Bu vazifeyi ifa edecek yerli şakirdler yetiştirdiler. Onlar vasıtasıyla ta‘arruzlarını idame ettiriyorlar. kazma kürek taraf taraf icra-yı tahribat edenler bunlardır. Zanneder misiniz ki Amerikanın yüz binlerce liralar feda ederek Rumelihisarı sırtlarında te’sis eylediği Robert Kollej Türkiyenin hayrı için yapılmıştır? Amerikalıların Fransızların İngilizlerin Almanların İtalyanların burasın-da açtıkları mektepler hep kendilerine yerli şakird ve halef yetiştirmekten başka bir gaye ile olmadığını artık bilmeyen anlamayan kalmış mıdır? Yahud Rus musikisinden güzel parçalar teğanni edecek muğanniyeleriniz varsa Ocaka getiriniz orada dinleriz. Size kim demiş kiTürklük çoşmuyor?bir balomuzda bir konserimizde bulundunuz da ibraz ettiğimiz hünerleri görmediniz mi? Daha nasıl coşkunluk gösterelim?... Sizin hayal arkasından koşamaz. O hakikat yolunu tutmuştur. Biz garba gidiyoruz. Kafkasyada yahud Buharadaki Türkler isterse arkamızdan gelsinler. Allaha ısmarladık aziz dostlar!... senesinde Rusyayı bil-hassa şimal Türklerinin sakin olduğu havaliyi kasıp kavuran açlık bu sene dahi baş göstermiştir. Rusyada ekinlerin yetişmesi için elzem olan Nisan ve Mayıs yağmurları bu sene hiç yağmadığından ve üzerine de müdhiş ve emsalsiz sıcaklar hüküm-ferma olduğundan Volga Nehrinin cenub kısmı kurumuştur. Oradaki ahali şimdi buğday ve çavdar saplarını saman makamında kullanmak üzere biçiyorlar. Bolşevik diyarında bu kuraklığın devamı müdhiş bir afet-i semaviyyedir. Bir taraftan Bolşevikler diğer taraftan afat-ı semaviyye koca Rusyanın altını üstüne getirecek galiba. Azgın milletler üzerine taslit edilen belalardan biri de açlıktır. Yeryüzünde dinlere karşı i‘lan-ı harb eden Bolşeviklerin uğradıkları bu bela her halde bir bela-yı asumanidir. Yolunu şaşıran insanlar için ne büyük olacak kafa nerede?. Son çıkan gazetesi Bolşeviklerin Azerbaycandaki zulüm ve vahşetlerine tahsis ettiği başmakalede Azerbaycandan aldığı bir mektubu neşrediyor. Mektupta deniliyor ki: … i‘tiraf-ı zünub etmek ve arkadaşlarını göstermek kence yapmak maksadıyla masnu‘ ağır bir demir parçasından zavallıdan esrar almak istemişlerdir. Fakat bu kahraman arkadaş demir kapının topuk kemiğini ezmesine rağmen ve bi-huş olduğu halde götürülmüştür. Mahbuslardan sır almak için zalimlerin kullandığı işkence usullerinden birisi de susuz bırakmaktır. Mahbuslar günlerle susuz bırakıldıktan sonra kendilerine bir bardak su veriliyor içmek verirlerse kendilerine su verileceği ihtar olunuyor… Bolşeviklerin Türklere karşı reva gördükleri mezalim ve işkenceleri tafsil ettikten sonra Türkiyedeki Türkçülere tevcih-i hitab ile diyor ki: Fakat bu Türk vatanına merbut bu kardeş memleketle alakadar burada hassas bir muhit yok mudur?... Nerede milliyet nerede kardeşlik nerede emeldaşlık hislerinin o ulvi cilveleri?!.. Neden Türklük coşmuyor? Neden en fedakar Azeri gençliği dünyada bir kimsesi yokmuş gibi bin türlü mezalime ma‘ruz kalıyor?!... Neden bu kardeş memleketten kendisine manevi bir nidayı Türkçülük böyle mi olacaktı? Türkiye matbuatı böyle mi duracaktı?! Zavallı feryad ediyor i‘tizal eden Türkçülere serzenişte bulunuyor. Fakat heyhat! Artık bu feryadlar bizim kulağımıza girmiyor. Bizim şark ile hatta hududumuzdan bir adım gerisi ile hiçbir alakamız yoktur! Şimdi biz garba teveccüh ettik. Yeni şeairimiz bila-kayd ü şart garblılaşmaktır. Afv edersiniz ama artık bizim sizinle meşgûl olacak vaktimiz yoktur. Hem biz böyle acıklı şeyler işitmek istemiyoruz. Güzel dans bilirseniz Taksimdeki baloya geliniz orada görüşürüz. mena‘ime rağmen onu nev‘a-ma hiç menzilesine tenzil ederek asıl hayatı istikbalde görür ve daima onu elde etmek isteriz. Hayat-ı haliyyemize müte‘allik esbab-i zindegani ne kadar mükemmel olursa olsun bu esbaba daima bir mahiyet-i muvakkate isbat ederek onlara müstakbelen vücuda getireceğimiz kaşane-i saadetin levazımı nazarıyla bakarız. Gözümüzün bu suretle istikbale müteveccih tammeyi daima istikbalde araması tabayi‘-i eşyada kamil terakki ve tekamül kabiliyetinden münba‘is bir halet-i tabiiyye olsa gerektir. Hal böyle iken gayr-ı mer’i bir alemden her dakika:Nereden geldin? Neredesin? Nereye gideceksin?suali can kulağına akseden insan lakin insan nasıl olur da bu suallere karşı bir heykel-i camid gibi la-kayd kalabilir? Kendini der-ağuş edeceği şüpheden vareste bulunan bir istikbal ne vech ile insanı kendisine müteveccih kılmaktan hali kalır? Edyan-ı semaviyye gerek mes’ele-i uluhiyyeti gerek mebde’ ve meada müte‘allik mesaili suret-i kat‘iyyede halletmiştir. Bununla iktifa etmek istemeyen bazı insanlar bu mesaili kendi tetebbuat-ı fikriyye ve kanaat-i vicdaniyyeleriyle tevsika lüzum görmüşler tebligat-ı diniyyeyi delail-i mümkine-i akliyye ile te’yid bu suretle yeye namzed kılmak istemişlerdir. edip de hall-i mes’ele için basit bir inkarı kafi görmek asırlardan beri vücuda gelmiş olan müessesat-ı maddiyye ve maneviyyeyi bu asl-ı menfiden münşa‘ib ahkam-ı faside üzerine mübteni kılmak alem-i insaniyet için mutasavver hatta mukarrer olan belaların en mübremi en muazzamı olsa gerektir. Bunun böyle olduğunu yahud olmadığını zaman gösterecektir. mahluk-ı mükerremidir. Onda akıl ve şuur denilen iki vedi‘a vardır ki bunların sevkiyle her şeyi alel-husus halikıyla mebde’ ve meadını bilmek ister. Zira hayatı akıl ve şuurdan mahrum yalnız sevk-i tabiisinin icabat-ı mübremesine mahkum olan hayvanat-ı sairenin hayatı gibi hal-i hazıra maksur hal-i hazırdan ibaret değildir. Mevcudiyetinin bir ciheti maziye diğeri istikbale nazırdır. Mazi demek hayatın makrun-ı uful olan şuun-i güzeştesi tarafından dimağımızda bırakılan izler demektir. Bu izler bizi mukaddema yaşamış olduğumuz alemlerde tekrar yaşatır. Hayat-ı maziyyemizin ecza-yı münderisesiyle çok def‘a saha-i tahayyülatımızda türlü kaşaneler kurarız. Hayatımızın maziye münkalib olan ciheti bizi arasıra ezeliyet sahalarında da icale-i efkara sevk eder. Bize mebde’mizi ve ona hakim olan halikımızı aratır. Bundan da emsaline makis olamayacak bir zevk-i manevi hasıl olur. Çünkü insaniyet-i hakikiyye ve mütefekkire bu ihtiyac ile mecbul bu isti‘dad ile mücehhezdir. teemmülattan men‘ etmek en kahir en mühlik bir istibdad olduğu gibi bu tetebbuat ve teemmülatın bi-lüzum faidesiz olduğunu iddia eylemek de insaniyeti behimi sefil bir dereke-i hüsrana tenzil etmek demektir. Hayatımızın müstakbele nazır olan ciheti de bize meadımızı aratır. Zira mead ebediyeti ihtiva eden bir şe’n-i mühimdir. İnsan nasıl olur da ona karşı la-kayd kalabilir? Dikkat edilecek olursa biz hayat-ı dünyeviyyemizde bile halden ziyade istikbalde yaşarız. Halin bütün Başmuharrir Sahib ve Müdir Nerede kaldı ki kavanin-i tabiiyye bir takım hakayik-i ezeliyyeköhne şeylerdirdiye nazar-ı iltifattan iskat edilsin! Hazret-i Ademin ilk evladı Hazret-i Havvanın memesinden ne emdiyse bizim analarımızın memesinden emdiğimiz de odur. Südün kemiyet ve keyfiyetindeki tali farklarla beraber süd yine süddür. Cenab-ı Hak teceddüd-perverlerin hatırı için memede süd yerine bu asrın terakkiyatına icabatına daha muvafık bir başka mayi‘ halk etmemiştir. Terkibi kuvveti ne olursa olsun memeden gelen mayie südden başka bir isim verilemez. Asırlardan beri vukûa gelen istihalatın neticesi olan hava su ekmek ve saire de eskidir. Bu eskilik niçin bizi onlardan müstağni edemiyor? Hal böyle iken ruhumuzun gıdası ma bihil-hayatı olan hakayik-ı celileye karşı:Onlar eski şeylerdirdiye tuğyanın sebebi nedir? Aslı faslı olmayan köhne şeylerdir denilen hakikatler kalbi ihya edecek ruhu evc-i a‘layı ma‘rifete yükseltecek hakayik-ı ezeliyye-i ilahiyyedir. Onlara nasıl köhne diyebilirsin ki tekadüm-i ezman ile taravet-i ezeliyye ve ebediyyelerine asla halel gelmez. Dünya yaşadıkça onlar mevki‘-i revacdan düşmez! Hakikaten zamanımızda iki ta‘bir var ki mütemadiyen tekrar edilip durur: Köhne yeknesak monoton! Bir şeyi gözden düşürmek için daima bu ta‘birler kullanılır. Fakat şurası düşünülmüyor ki bu eskilik ve yeknesaklık tabiatte meşhud kaffe-i istihalatın müstenid-i ilahi olan asıllar hakkında da vardır. Tahavvülat-ı kevniyyenin kaffesi o köhne ve yeknesak şeylerden zuhur eder. Ve o asıllar dairesinde cereyan eyler. Mesela Cenab-ı Hak arzı yarattı yaratalı ona şemsin etrafında bir kat‘-ı nakıs-ı münhanisi resm ettiriyor. Arzın şu hareketiyle güneşe karşı zaruriyyül-husul olan dört türlü vaziyetten de fusul-i erba‘a denilen mevsimler hasıl oluyor. Bu köhne ve yeknesak hal kürenin yevm-i hilkatten bugüne kadar devam edip duruyor. Acaba bazı kasır-nazaranın düsturlarına göre bu köhne ve yeknesak hale ne demek lazım gelir! Bu halin böylece devamı niçin onlara kelal ve melal iras etmiyor? Fil-hakika şu asl-ı kadime göre hasıl olan istihalatın tenevvü‘ünden dolayı asıla ta‘arruz edilmez. Edilse de bu ta‘arruzdan bir faide hasıl olmaz. Dünyayı sevdiren dünyadan usandırmayan şey de bu asıla göre vukûa gelen istihalatta görülen tenevvü‘dür. Şu halde diğer hakayık-i aliyyenin de fakat aslına ta‘arruz etmemek şartıyla na-mütenahi istihalata esas olması mümkün hatta vaki‘dir. Tabiatın usul-i kadimesine ta‘arruzdan bir faide melhuz olmadığı bilindiği için burada zaruri sukût ediliyor. Diğer asıllara ise ta‘arruz mümkün olduğundan onları tağyirde beis görülmüyor. Fakat emin olmalı ki bu taarruzların aksül-ameli çok fena ve çok muzır olur. Hayrdan ziyade şerri tazammun eder. hibi olduğuna i‘tikad etmişlerdir. Vücud-ı Bariye i‘tikad haiz-i ehemmiyyet olmayan bazı istisnaatıyla beraber sürmüş bunun böyle olduğu da şuun-i ümemin zabıtnamesi hükmünde bulunan tarihin şehadetiyle mertebe-i sübuta vasıl olmuştur. Bazı akvamın Zat-ı Bari hakkındaki sübutuna mani‘ değildir. Fil-hakika onların kimi güneşe kimi aya kimi yıldıza kimi ağaca kimi taşa hulasa her biri bir şeye tapmışlardır. Bu halleri daha doğrusu dalalleri kutub noktasına teveccühle istikrarını te’min edemeyen mıknatısi ibrenin kararsızlığı kasri harekatı kabilindendir. Ecram-ı semaviyye ve saireye taabbüd eden bu suretle dalale teveccühleri hak ve hakikati bulanlarca mucib-i hayret olan bu kalblerin kaffesi teveccühgahlarında hiç şübhe yok ki hakiki halıklarından başka bir şey aramıyorlar idi. Fakat bi-çareler kendilerini hak ve hakikate isal edecek rehber-i saadeti bulamadıkları cek zannıyla ağzına götürdüğü gibi delalet-i enbiya ile ma‘bud-ı hakikilerini bulamayan ve şu nokta-i nazara göre sabi-i gayr-ı mümeyyiz hükmünde olan zavallılar da fıtratlarında meknuz bir ihtiyacın ilca-yı mübremiyle her gördükleri şeyi ma‘bud zannetmişler ma‘bud-ı hakikiye teveccühten beklenecek feyzi ondan beklemişlerdir. Ma‘azalik insanlar arasında münkir-i uluhiyet olanlar da yok değildir. Bunlar uluhiyeti inkar ettikten sonra tabii uluhiyete müntehi olan şeylerin kaffesini enbiyayı enbiyanın şerayiini de inkar ederler. Ne zaman kendilerine bunlardan bahsedilecek olsa:Adam sen de! Bırak şu revacdan sakıt olmuş köhne efsaneleri!demekten haya etmezler. Fakat şurasını bilmezler yahud bilmek istemezler ki birçok hakikatler eskiliklerine rağmen her dem tazedirler. Nitekim alem-i maddiyyatın anasırı eskiliklerine rağmen asla revacdan sakıt olmaz kainattaki şuunun kaffesi bu anasıra has olan terekkübat ve istihalattan başka bir şey değildir. Bu böyle olduğu gibi hakayikıezeliyye-i besindedir. Şu halde maneviyat alemindeki şuunun kaffesi bu anasırın pek vasi‘ olan saha-i terekkübat ve olursa an-cak o zaman bir şey olur. Şuun-ı maddiyye mevzu‘-ı bahs olduğu zaman anasır-ı maddiyyeden istiğna eser-i cehalet olduğu gibi şuun-ı maneviyye mevzu‘-ı bahs olduğu esnada anasır-ı maneviyyeyi hiçe saymak da pek büyük bir eser-i gaflettir. Tabiat yalnız anasır-ı maddiyyede değil hatta anasır-ı maddiyyenin bazı istihalatında bile vetire-i uladan inhiraf etmemek hususunda gayet mükib gayet musırdır. tık İslamiyetteki bi-payan kolaylıkları setr eden perdeler yırtılıp atılmış olacaktır zannında bulunuyorlar!... Müderris-i muhtereminİslamiyet muamelatta ve hatta onlarla müşterek bir tarz-ı telakkinin tercümanı mıdır? Eğer öyle ise kendisini bu asri mezhebin seyyidlerinden telakki etmek lazım gelecektir!.. Hayfa ki bu asri mezhebin te’sisi hususunda ilk mertebe-i siyadeti başkaları mütekaddim seyyidleri taklid etmiş bulunduğundan dolayı Molla Hüsrevlerin İbn Kemallerin mevki‘-i aczlerine düşmüş görülüyor! Aralarında şu kadar bir fark var ki Molla Hüsrevlerin mezahib mukallidlerine mefharet-bahş olan e‘azım-ı duğu mezheb-i asri seyyidleri ise kendisine hiç de hakk-ı e’immesinden herhangi biriyle asri mezheb sadatından mesela Doktor Abdullah Cevdeti karşılaştırınca birini taklid etmekteki şerefin derece-i rıf‘ati diğerini taklid etmekteki esefin de derece-i isabeti suhuletle anlaşılır fakat müderris-i muhtereme şerefli bir tarik-i taklid bulmak bize terettüb eden bir vazife değildir. İstediği tarik-i taklidi ta‘kib etmek hakk-ı hıyarına dest-i tecavüz uzatmayarak müsamaha mes’elesini tedkik edelim: Müderris-i muhteremin muamelat ve ibadatta İslamiyetin mebni-aleyhi olmak üzere gösterdiğimüsamaha ta‘birinden acaba İlahiyat talebesi nasıl bir duygu da zann-ı galib ile tahmin edildiğine göreihmalkarlık mana ve maksadını çıkarmışlardır. Bu neticeye göre müderris-i muma-ileyh pek nazik iki noktada pek tehlikeli bir ta‘bir kullanmıştır. Ma‘lumdur ki muamelat-ı besininmüsamahata‘birinden çıkardığıihmalkarlık mana ve maksadı eğer doğru ise müderris-i muhterem hukûk-ı ibada karşı talebeyeihmalkarlıktelkin etmiş oluyor!... İbadattamüsamahanın daihmalkarlıkneticesine müncer olacağı talebenin tarz-ı telakkisine göre getirdiği su-i te’siri izale etmek üzere izahat-ı atiyyenin karşı ne de vezaif-i ubudiyyete karşıihmalkarlıkmanasında birmüsamahadüsturu mevcud değildir. İslamiyetin muamelatta yegane gayesi hukûk-ı ibadı himaye etmektir. İbadattaki gayesi de himaye-i hukûkun yegane amil-i müessiri bulunanhaşyetullahı vezaif-i ubudiyyeti maddiyyede cari olan şu kaide şuun-ı maneviyyede de caridir. Bu cereyana karşı gelmek fikri maddiyata nazaran imtina‘a maneviyata nazaran da tün kuvvetler o cihete sarf edilerek maneviyat aleminin ma bihil-kıvamı olan esaslar zir u zeber edilmek isteniliyor. Fakat netice ne olacak? bunun ta‘yini hem kolay hem de güçtür. Asırlardan beri teessüs etmiş olan mukaddesatın kaffesi yıkılacak insaniyet behimiyet-i ula devresine rücu‘ edecek insanlar arasında mukaddesatı ta‘yin eden hudud ve kuyuddan eser kalmayacak alem meşhun-ı fezayih bir rezalet sahnesi olacak. Hicab haya mürüvvet gibi nice nice fezail hurafiyat arasına karışacak. Hulasa bütün manasıyla cihan-ı insaniyyetin kıyameti kopacak! Seyr fil-menam halinde yürüyenler de o zaman uykudan uyanıp hakikati görecek fakat ba‘de harabil-Basra! Seyyidüna tarih-i fıkıh müderrisinin ilahiyat talebesine telkin etmiş bulunduğu fikirlerden biri deİslamiyetin muamelatta ve hatta ibadatta müsamaha esasına müstenid olduğuidi.Lisan-ı beşer lisan-ı Kurana tercüman olamazünvanı zirinde yazmış olduğum mütekaddim bir makalede muhtelif maksadlarla Kuranın Türkçeye tercüme edilmesini isteyenler bulunduğunu söylemiş ve ta‘kib olunan maksadlardan biri hakkında şu izahatı vermiş Nev-husul telakkiyata göre İslamiyet bi-payan bir yüsrü mübeşşirdir. Herecin güçlüğün İslamiyette yeri yoktur. Bu telakkide olanlar herecsizliğin yüsrün dairesini o kadar vasi‘ çiziyorlar ki İslamiyet adeta amelsiz bir i‘tikaddan ibaret kalıyor? İ‘tikadın da tasdik bilcenan rüknü kaldırılarak ikrar bil-lisan rüknüyle iktifa edilmek lazım geliyor!.. Ne kadar tuhaftır ki bunlar bu tarz telakkilerini esas-ı İslamiyet olan Kuran ve hadise bir emir ve ictinabı külfetli hiçbir nehy yoktur. Fakat hocalar bu hakikatleri gizliyorlar ve cahil müslümanları bir takım a‘mal-ı şakka ile mükellef tutuyorlardemek küstahlığını gösteriyorlar!. Bunlar Kuranın Türkçeye tercüme edilmesine pek ziyade hahişkerdirler. Çünkü Kuran Türkçeye tercüme edilince herkes okuyarak onda a‘mal-i şakka ile mükellefiyet bulunmadığını anlayacak ve bu gibi tekalif-i diniyyenin hocaların ilave ve uydurmalarından ibaret olduğu meydana çıkacak ve ar lamiyetin muamelatta ve hatta ibadatta ve ilave edelim ki hatta i‘tikadiyatta fakat zaruret-i hal zamanında müstenid bulunduğu bu teysir-i hususiye de halel gelmiş değildir. Binaenaleyh bu noktadaki amel-i tebeddülde müderris-i muhteremin şikayetine hususiyette müsamahanın bu manaya haml edilmesine mani‘dir. Çünkü umumi bir müsamahasızlıktan müşteki bulunuyor. Tarik-i ifta tarik-i kazaya nisbetle vüsatlicedir. Çünkü müftü tabiat-ı hadiseye ve zat-ı maslahata nazaran fetva verir. Fakat kadi hadisenin esbab-ı sübutiyyesini taharri ve tedkik eder. Kadinin bu tarz-ı kazası şübhesiz bir takyid ve takayyüddür. Ne çare ki ihkak-ı hak kaziyyesi bu takyid ve takayyüdü zaruri kılmaktadır. Müftü hadisata esbab-ı sübutiyye aramak kaydından azadedir. Onun içintarik-i ifta tarik-i kazadan vüs‘atlicedir.diyoruz. Müsamaha ta‘birinden tarik-i iftadaki vüs‘at manasını anlamamıza da kuvvetli mani‘ler vardır. Evvelen tarik-i ifta el-yevm yine ayn-ı tarik-i iftadır. Saniyen; müftünün yalnız tabiat-ı hadiseye hasr-ı nazar etmesi bir müsamahakarlık değildir. Tarik-i istihsan da tarik-i kıyasa nisbetle bir ruhsat-ı teşri‘iyye addolunabilir. Kıyasta hükm-i mansusun illet-i sübutiyyesiyle takayyüd vardır. İstihsanda hükm-i mansusun illet-i sübutiyyesiyle takayyüd yoktur. Hadise-i istihsaniyyenin kendi mahitakıllesine tevsi‘dir. Daha sonra bu tarik-i tevsi‘i küşad eden ulema-yı İslamdır. Binaenaleyh müderris-i muhteremin ne kıyas manasınca müsamahasızlıktan ne de ulema-yı İslamın kıyas tarikiyle teki bulunmasına mahal ve mahmil-i sahih yoktur. Tarik-i kıyası eğer bir tarik-i tahdid ve takyid telakki edecek rafdarlığıyla bariz bir tenakuz teşkil eder! İslamiyette bir de ibaha tarik-i teşri‘iyyesi vardır. Fakat ibaha sahası ne hukûk-ı şahsiyyeye ne de hukûk-ı umumiyyeye zararı dokunmayan hal ve hadiseler sahasıdır. Bununla beraber tir. Vezaif-i ubudiyyete karşı ihmalkarlıkhaşyetullahın te’sirini azaltır. Ve hatta külliyyen izale etmek tehlikesini haizdir.Haşyetullahın azalması yahud külliyyen zail olması hukûk-ı ibadı daima ta‘arruz ve tecavüze ma‘ruz bırakır. Bu netice ne İslamiyetin gayesine ne ibadın menafi‘-i hayatiyyesine muvafık değildir. Muamelat-ı hukûkiyye ve ibadat-ı diniyyeye karşı vukû bulacak ihmalkarlıkların hayat-ı beşeriyyede açacağı mühlik rahneleri pek iyi keşfeden İslamiyet ihlal-ı hukûk ve terk-i betler ta‘yini suretiyle nehy-i celilini te’yid etmiştir. Bu ukûbatı bize kemal-i celaletle tebliğ buyurmakta bulunan nusus-ı katıa İlahiyat talebesinin elbette mechulü değildir. celilini maddi ve manevi ukûbetler ta‘yini suretiyle te’yid buyuran İslamiyetteihmalkarlıkmanasına bir müsamahata‘birini İslamiyete değil kendi ifadesine aid birmüsamahaolmak üzere telakki etmelerini İlahiyat talebesine tavsiye etmek na-kabil-i ihmal bir vazifemizdir. Bizmüsamahata‘birini talebe tarafından telakki edildiği zannolunan mana ve maksada haml etmek olunmak lazım geleceğini de kat‘i surette bilemiyoruz. Fil-hakika İslamiyetin ta‘birat-ı teşri‘iyyesi miyanında müsamahata‘biriyle ilm-i belağatta beyan olunan tekarun fil-hayalcihet-i camiasındaki münasebet-i hayaliyye derecesinde münasebetdar bulunan bazı ta‘birat-ı teşri‘iyyeye tesadüf edilebilir. Ez-cümle teysir ruhsat ifta istihsan kıyas ve ibaha ta‘birat-ı teşri‘iyyesi der-hatır olunabilir. Fakat bu ta‘biratın hiçbiri müderris-i muhtereminmüsamahata‘biriyle ifade etmek istediği mana ve maksadı ifade etmez. nevi‘ teysir vardır. Umumi teysir İslamiyetin mahiyet-i umumiyyesine hususi teysir de hadisat ve mesail-i cüz’iyyeye aiddir. Teysir-i umumi: Ahkam-ı İslamiyyenin tabiat-ı beşeriyyeyi ne cezb ne de def‘ etmeyecek bir hal-i i‘tidalde teşri‘ buyurulmuş bulunmasıdır. Müderris-i muhteremin müsamahadan teysir-i umumi manasını kasd etmiş olmasına deki teysir-i umumi tebeddül etmiş değildir ki müderris-i muhteremce mucib-i şikayet olsun. Saniyen; bu teysir-i umumi muamelat ve ibadat-ı İslamiyyede bir müsamahakarlık değil bir ihtimamkarlıktır. Müderris-i muhteremin şikayeti ise ihtimamsızlığa değil müsamahasızlığa müteveccihtir. Teysir-i hususi si‘a-i hal zamanında menhi ve memnu‘ bulunan hal ve hareketlere zaruret-i hal zamanında ruhsat verilmiş bulunmasından ibarettir. İs cüman-ı ifadesi olamaz. Müsamahanın lisan-ı ifadesine tercümanlık edecek yegane bir vasıta-i ifade vardır: umumiyye yoktur. Hatta efrad-ı beşer miyanından ibaha-i umumiyye afet-i müdhişe ve mühlikesini kaldırmak teşkil eder. Bu i‘tibar ile müderris-i muhteremi ibaha-i umumiyye tarafdarı olmak üzere telakki etmeye dilimiz varmıyor ve gönlümüz razı olmuyorsa da kendi hal ve kavilleri kendisini böyle bir zan ve şübhe altında bulunduracak hahişker olması tarik-i ictihad olmak üzere tarik-i müsamahayı ta‘kib etmek istemesi müsamahayı nakabil-i mukavemet halat ve hadisat-ı cariyyenin İslamiyetle alakalarını kesmek suretiyle evvelce tefsir etmiş bulunması gibi! Müderris-i muhteremin muhtelif umumiyye tarafdarlığı neticesi eğer muhrik-i vicdan ve diyerek tevbih-i nefs etmek hakkı bit-tabi‘ kendisine aiddir. seneler içinde o senelerin mikdarından ziyade cem‘iyet-i hayriyyeler teşekkül etti. Bu cem‘iyetler gerek isimleri ve gerek istihdaf eder gibi göründükleri gayeleri itibarıyla haiz-i ehemmiyet ve kıymet bulunuyordu. Memlekette cem‘iyet-i hayriyyeler vasıtasıyla görülecek o kadar tedavisine çalışan bir cem‘iyet-i medeniyye haline irtika etmemizi isteyenler daha birçok hususi cem‘iyet-i hayriyyeler teşekkül etmesini istiyordu. Hayfa ki mevcud cem‘iyet-i hayriyyelerin ömürleri de seri‘uz-zeval günlerin ömürleri kadar kısa oldu. Günlerin ömürlerine hitam veren zılam-ı leyali gibi zılam-ı inhilal da müessesat-ı hayriyyenin ömürlerini az zaman içinde nihayete erdirdi. Onların yaşamalarına iki hal ve hareket mani‘ oldu. Biri geçici bir nev-heveslik diğeri muhit-i ictimainin temayülat-ı ruhiyyesine aykırı olan hal ve hareketler… Biz nev-heveslik hususunda çocuklara benziyoruz ve tuttuğumuz işlerde çocuk oyuncaklarına benziyor! Neyi görür isek ona heves ederiz. Ve onunla bir müddet eğlendikten sonra hevesimiz geçer yeni bir eğlence isteriz. Ondan da bıkarak üçüncü bir eğlence bulmak meyline mübtela oluruz. Medrese ta‘birince .? Böyle geçici hevesatın sevkiyle teşekkül eden cem‘iyetler akamete mahkumdur. Bizde teşekkül eden cem‘iyetlerin tul-i ömr ile muammer olamamasının sebeblerinden biri de geçici hevesata müstenid bulunmalarıdır. Ve bizdeki cem‘iyetlerin yaşayamaması hevesata müstenid teşebbüsatın müsmir olamayacağına delil-i kafidir. Teşebbüsatta muvaffakiyet ikdam ve sebata vabestedir. Arabların derler. Bir Türk şairi de bu sözü: Manend-i şecer nabit olur sabit olanlar diye tercüme etmiştir. İkdam ve sebata müstenid teşebbüsler ancak şecer-i nabit gibi köklü kanaatlerden husule gelebilir. Teşebbüs için kanaat ve teşebbüste muvaffak olmak için de hüsn-i niyyet lazımdır. Biz ekseri teşebbüslerimizde ne kanaat ne de hüsn-i niyyet sahibi değiliz. Onun için teşebbüsatımızda ikdam ve sebat göstermiyoruz. Gösterdiğimiz gayr-ı ciddi ikdam ve sebatlarımızda da muvaffak olamıyoruz. Ekserimizin bir cem‘iyet-i hayriyye teşkiline teşebbüsü veyahud mevcud bir cem‘iyete Gayr-ı ciddi ve gayr-ı samimi hal ve hareketler insanı menzil-i maksuda isal edemez. Bizim samimiyetten ciddiyetten azade nümayiş ve alayiş hisleriyle meşbu teşebbüsat-ı hayriyyemzi akamete mahkum eden bir hal ve hareketimiz de muhit-i tan gafil bulunmamızdır. Neticesi umuma aid te-şebbüsatta muvaffak olmak umumun müzaheretini celb etmeye mütevakkıftır. Hatta bazı teşebbüsat-ı hususiyye bile umumun müzaheretine nail olmadıkça muvaffakiyetle neticelenemez. Bizim cem‘iyat-ı hayriyyemiz umumun müzaheretini celb edemediği veyahud celb etmek tarikini bilemediği için tulu‘u akabinde guruba mahkum oluyor. Cem‘iyetler maddi ve manevi himayelerle yaşayabilirler. Nail-i himaye olmanın yegane çaresi teşebbüsatın temayülat ve hissiyat-ı umumiyyeye tevafuk etmesidir. Teşebbüsatta temayülat ve hissiyat-ı umumiyyeyi nazar-ı i‘tibara almamak yahud almak ihtiyacını duymamak gayr-ı şuuri bir hal ve hareket olur. Muhit-i ictimailer ferdlerin cihaz-ı hazmiyyesine benzer. Her ferdin midesi her madde-i gıdaiyyeyi hazmedemediği gibi her muhit-i ictimai de her hal ve hareketi hazmetmek mediği madde-i gıdaiyyeyi harice atması nasıl bir emr-i tabii ise her muhit-i ictimainin hazmedemediği her hal ettirilen şarkıların vasıta-i i‘zaz ve ikram ittihaz edilmesi Türkleri Türk Ocaklarından kaçındıracak pek fena bir hal ve harekettir. Türklere maddi ve manevi müsbet bir hizmet ifa edemeyen Türk Ocaklarını hiç olmazsa Türk hey’et-i ictimaiyyesinin fezail-i ictimaiyye ve ahlakiyyesini ihlalden tevakki suretiyle menfi bir hizmet Türk Ocakları şimdiki halinde bir cem‘iyet-i hayriyye mahiyetinde değildir. Ne zaman cem‘iyet-i hayriyye haline gelir ve ne zaman Türk hey’et-i ictimaiyyesinin dini ve ahlaki duygularına muvafık bir hatt-ı hareket ta‘kib ederse o zaman Türklerin genç ve ihtiyarlarını etrafında toplamaya muvaffak olur ve Türk hey’et-i ictimaiyyesi de ancak o zaman Türk Ocaklarından faide bekleyebilir. Himaye-i Etfal Cem‘iyeti de Türk Ocakları gibi muhit-i rı hal ve hareketlerde bulunuyor. Onun da çalgılı şarkılı kadınlı erkekli oyunlar eğlenceler tertib ettiği bahçelerde gece baloları verdiği görülüyor matbuat sütunlarında okunuyor. Himaye-i Etfal Cem‘iyeti Türk Ocaklarına hiç de benzemeyen bir kıymet ve ehemmiyeti haizdir. Uzun seneler müddetince tevali eden harblerin anasızbabasız kimsesiz bıraktığı Türk çocuklarını fakr u zaruretten dolayı dul anaların sokağa attığı Türk yavrularını ağuş-ı himayesine alan bir cem‘iyet şübhesiz en hayırlı bir cem‘iyettir. Ve öyle bir cem‘iyet-i hayriyyeye müzaheret etmek Türk hey’et-i ictimaiyyesinin en insani en medeni ve en hayati bir vazifesidir. Türk hey’et-i ictimaiyyesinin emn ü i‘timadını hüsn-i nazarını celb etmek suretiyle müzaheretini kazanmaya çalışmak da Himaye-i Etfal Cem‘iyetinin ihmal edemeyeceği bir vazifedir. Çalgılı şarkılı kadın ve erkek eğlenceleri vasıtalarıyla ancak mahdud mikdardaki hevesat-ı nefsaniyye erbabının müzahereti kazanılabilir. Halbuki bu değirmen o kadar az su ile dönmez. Bütün hey’et-i ictimaiyyenin müzaheretine nail olmak ihtiyacı vardır. Müzaheret-i umumiyye ancak dini ve ahlaki vesait ve teşebbüsat ile te’min olunabilir. Himaye-i Etfal Cem‘iyetinin gayr-ı dini ve gayr-ı ahlaki oyunlar ve eğlenceler ile te’min-i gaye etmeye çalıştığını gören safiyet-i ahlakiyye ve adab-ı luk alameti telakki ederler. Böyle bir telakkiye meydan vermek müzaheretten mahrumiyete kafi gelir. Maslahatın ehemmiyeti ve gayenin ulviyeti Himaye-i Etfal Cem‘iyetine pek ağır vazifeler tahmil etmektedir. Etfali himaye etmek vatani milli ahlaki ictimai vazifelerin mühimlerinden ve en büyüklerindendir. Himaye-i Etfal Cem‘iyetinin gayr-ı meşru‘ vasıtalarla ile ifa-yı vazifeye çalışması muvaffakiyetsizliğin en kuvvetli bir amilidir. ve hareketi nefret ve istikrah ile karşılaması da öylece tabii ve zaruridir. Binaenaleyh her ferde kendi cihaz-ı hazmiyyesinin kabiliyet-i hazmiyyesine göre mevadd-ı gıdaiyye vermek bir zaruret-i tıbbiyye olduğu gibi her muhit-i ictimainin temayülat ve hissiyatına göre hal ve hareketlerde bulunmak da bir zaruret-i ictimaiyyedir. Bizim muhit-i ictimaimiz dini ve ahlaki duygulara tevafuk etmeyen hal ve hareketleri hiss-i nefret ve istikrah ile karşılar. Muhit-ictimainin nefret ve istikrah ile karşıladığı hal ve hareketler ile ne ferdler ne de hususi cem‘iyetler te’min-i muvaffakiyet edemez. Memleketimizde el-yevm mevcud bulunan birkaç cem‘iyet-i hayriyyenin muhit-i reket etmediklerinden dolayı duçar-ı inhilal olan seleflerinden ve ahlaki telakkiyatına tevfik etmeye çalışmaları lazım gelirken bilakis temayülat-ı umumiyyeye pek aykırı hal ve hareketlerde bulundukları görülmektedir. Bu cem‘iyetlerin başucunda olmak üzere Türk Ocaklarını zikredebiliriz. Türk Ocakları memleketimizde hemen hemen ilk def‘a teşekkül etmiş ve her nasılsa şimdiye kadar yaşayabilmiş yegane bir cem‘iyettir. Fakat yaşayışı nesilsiz ferdlerin yaşayışı gibi akametli bir yaşayıştır. Türk milletinin hususi cemiyetler vasıtasıyla yapılacak çok işleri var idi. Türk Ocakları Türklüğe hizmet etmek yolunu bilseydi ve gayesi muayyen bir tarik-i mesai ta‘kib etseydi çok hizmetler ifa edebilirdi. Fakat Türk Ocakları gayesiz bir yol tuttu. Gayesiz bir yolda yürürken kah sağa kah sola saparak kendisinin bir hatt-ı müstakim yolcusu olmadığını Türk muhit-i dırmaya çalışırken Türk olmayan anasır-ı İslamiyyede milliyet hislerini uyandırmak suretiyle iftiraklarını mucib olan avamil-i müessireden biri idadına girdi. Neşrettiği mecmualar makaleler ve merkez-i umumide verdiği ve kadınlarla erkeklere verdirdiği konferanslarla Türklerin hissiyat-ı İslamiyyesini rencide etmek gafletini gösterdi. Arab ve Arnavud unsur-ı İslamilerini Türklük haricine atmaya çalışırken Macarlar ve Bulgarlar gibi harici ve gayr-ı İslami unsurları Türklere kardeş yapmak gayretine düştü. Onun için Türklerin ne gençlerini ne de denler Türklerle maddi ve manevi alakaları olmayan kimselerdi. Onlar da aydan aya aldıkları paraların Türkcüleri görülecek başka bir işi kalmadığına kanaat getirmiş olmalı ki şimdi ömrünü çalgılı şarkılı danslı çaylı erkek ve kadın eğlenceleri tertib etmekle geçirmeye çalışıyor! Geçenlerde İstanbula gelen Macar Kardeşlere verilen ziyafette Türk kadınlarına çaldırılan çalgıların terennüm Geçen Cumartesi günü toplanan Muallim Mektepleri Me’zunları kongresinde asri bir hadise vukûa gelmiştir. Muallimin hey’et-i müctemiası nizamnamesinin bazı maddelerini müzakere ederken bir mes’eleden dolayı aralarında bir ihtilaf hasıl olmuştur. Muallimin Cem‘iyetinin teklif ettiği muaddel nizam[name]de şöyle bir fıkra varmış: Cem‘iyetin maksadı terbiye ve tedrisatta nesl-i atinin asri irfan milli mefkure ile mücehhez dindar vatanperver unsur-ı faal olarak yetişmelerini te’mine çalışmaktır. Kongrede hazır bulunan muallimlerden Sadreddin Celal Bey bu fıkradakidindar vatanperverkelimelerinin kaldırılarak yerlerinecumhuriyetcikelimesinin konulmasını teklif etmiş ise de kabul olunmamıştır. Teklifinin kabul olunmamasından canı sıkılan Sadreddin Celal Bey Temmuz tarihli gazetesinde şedidül-meal bir makale neşretmiştir. Bu makalesinde gösteren muallimler diğeri de bizzat diyanettir. Muallimleri eski kafalıkla cehaletle taassubla cumhuriyet aleyhdarlığıyla tezyif ve itham ediyor. Duçar-ı ta‘arruz ve tecavüz olan muallimlerin müdafaa-i nefs etmeleri bit-tabi‘ kendilerine aid bir vazifedir. Taarruzun değeri nisbetinde bir cevab da vermişlerdir. Duçar-ı tecavüz olan diyaneti müdafaa etmek de bizim vazifemizdir. Din kelimesinin nizamnamede ibka edilmesinden dik-i sadra uğrayan Muallim Sadreddin Celal Bey diyanete şu Türk Cumhuriyetinin saltanat ve hilafete yardakçılık eden ve halkın cehalet ve dalalet içinde kalmasına başlıca amillerinden din de dahil olduğu halde hiçbir kuvvetten korkusu da yoktur. Biz cehalet ve dalaleti halkta değil Sadreddin Beyde görüyoruz. Dinin kimseye yardakçılık etmediğini ve edemeyeceğini bilmeyen ve bilmek isti‘dadını haiz olmayan bir muallimi cehaletle tavsif etmek bile az gelir. Dalaletin dindarlıkta değil dinsizlikte aranılması lazım geleceğini si mani‘ olan bir muallimi dalaletle tavsif etmek de yine az gelir. Din kimseye yardakçılık etmez ve yardakçılık edenleri de sevmez. Yardakçılığı bizzat Sadreddin Bey herkese yapamaya çalışıyor. Fakat mebzuliyeti hora geçmesine mani‘ oluyor! Dindar ta‘biri de fazla ve tehlikelidir. Laik bir cumhuriyet vatandaşlarını dini hissiyat ve i‘tikadlarıyla meşBu cem‘iyet-i hayriyyemizin gayr-ı dini ve gayr-ı ahlaki hal ve hareketler yüzünden etfal-i memleketi himaye-i umumiyyeden mahrum bırakmaması da pek ziyade temenni edilecek bir hal ve harekettir. Memleketin pek ziyade muhtac bulunduğu cem‘iyet-i hayriyyelerden biri de Hilal-i Ahmer Cem‘iyet-i Hayriyyesidir. Denilebilir ki millet ve memlekete en çok faidesi dokunan cem‘iyet Hilal-i Ahmer Cem‘iyetidir. Bu cem‘iyet-i hayriyyemizin orduya fukara-yı millete muhacirin-i İslamiyyeye ifa ettiği hizmetler ibraz ettiği muavenetler daima lisan-ı şükran ile yad ve tebcil edilecek derecede haiz-i kıymet ve ehemmiyettir. Ve en çok nail-i himaye ve müzaheret olan cem‘iyet-i hayriyyemiz de Hilal-i Ahmer Cem‘iyetidir. Muhtelif ihtiyacata ancak zengin bir devlet hazinesinden çıkabilecek mikdarda sarf ettiği mebaliğ ve malzeme bu cem‘iyet-i hayriyyenin hey’et-i ictimaiyyemizin ne derecede nail-i muavenet ve müzahereti bulunduğunu göstermeye kafidir. Fakat şurasını da söylemeye mecburuz ki bu muavenet ve müzaheretin derecesi ne hey’et-i ictimaiyyemizin azameti ne cem‘iyet-i muhteremenin vüs‘at-i hizmetiyle mütenasib değildir. Matlub ve lüzumu derecede nail-i muavenet ve müzaheret olamamasının sebebi de cem‘-i iane hususunda müracaat ettiği bazı vasıtaların muhit-i ictimaimizin dini ve ahlaki duygularına mülayim gelmemesidir. Bu hususta en muvaffakiyetli iane vasıtaları dini ve ahlaki vasıtalardır. Hususi risaleler beyannameler neşretmek matbuata makaleler yazmak ve yazdırmak cevami‘-i şerife kürsülerinde vaaz ve nasihat ettirmek vasıtalarıyla hey’et-i ictimaiyyenin hamiyet ve gayretine müracaat etmek bütün cem‘iyet-i hayriyyelerin tutacakları en muvaffakiyetli bir yoldur. Fakat muhit-i ictimainin dini ve ahlaki duygularına mülayim gelmeyen hal ve hareketler ile te’min-i muvaffakiyete çalışmak vesait-i ma‘kûle ve makbulenin de te’siratına mani‘ olur. Muhit-i ictimainin temayülat ve hissiyat-ı ruhiyyesi haricine çıkan cem‘iyetler su haricine çıkan balıkların duçar olacakları akibete duçar olurlar! Hilal-i Ahdar Cem‘iyet-i Hayriyyesi sair cem‘iyet-i hayriyyelere nümune-i imtisal olacak bir ağırbaşlılık gösteriyor. Ve yalnız onun dini ve ahlaki duygulara aykırı hal ve hareketi görülmüyor. Yegane vasıtası neşriyat-ı hayr-hahanedir. Bir vasıta-i gayr-ı ma‘kûle ve makbuleye müracaat ettiğine muttali‘ değiliz. Eğer onun da dini ve ahlaki duygulara mugayir teşebbüsleri hal ve hareketleri varsa onun da muvaffakiyetinden şübhe etmek hakkını haiziz. Fakat hepsine evvel-emirde yine muvaffakiyet temenni ederiz. hükumeti bizden sonra i‘lan-ı cumhuriyyet etti. Fakat mekteplerinden dini dersleri kaldırmadı. Ve orada kaldırılmasını gazetesine gelen bir telgrafa nazaran yeni teşekkül eden cumhuriyet kabinesinin resm-i tahlifi reis-i cumhurla Atina metrepolidinin huzurlarında icra edilmiştir. Böyle bir muamele bizde cereyan etseydi acaba Sadreddin Bey hiddetinden dik-ı sadr hastalığına tutularak füceten dar-ı bekaya mı gidecek idi? Mektebi medresesi olmayan aileler çocuklarına ne suretle ulum-ı diniyye okutabilir? Her aile reisi ulum-ı diniyye muallimi değildir. Her çocuğun velisi ulum-ı diniyye muallimi bulamaz. Herkes dini bir muallim tutmak iktidar-ı malisini haiz olamaz. Ahaliden maarif vergisi alan bir hükumet mekteplerden dini dersleri nasıl kaldırabilir? Sadreddin Bey gibi komünistler öyle yapabilir. Fakat bu memleket komünist memleketi değildir. Rusya yolları bu komünist muallime her an küşadedir! Devletin resmi dini din-i İslamdır maddesinden muallimlerin kuvvet almaları kat‘iyyen doğru olamaz. Teşkilat-ı Esasiyye Kanununun tanzimi esnasında bu mes’ele hakkında matbuatta gayet hararetli münakaşalar olmuş laik cumhuriyetin resmi bir dini olamayacağı ve bu maddenin mürteciler tarafından cumhuriyete karşı bir tehdid ve tahrib silahı olarak kullanılabileceği söylenmişti. Muhakkaktır ki inkılabın rehberleri maddeyi istemeye üzere koymaya razı olmuşlardı. Fakat bunda ne kadar hata etmişler. Bugün bu endişelerin tahakkuk ettiğini görüyoruz. Bugün bu silahtan maal-esef herkesten evvel muallimlerin istifade etmek istediklerine şahid oluyoruz. Coşkun ve taşkın veyahud dalgın ve şaşkın muallim bir taraftan mekteplerde ilm-i din okutulmasına diğer taraftan da Teşkilat-ı Esasiyye Kanununa devletin [dininin] din-i İslam olduğu maddesi konulmuş olmasına hiddet ediyor! Tuhaftır ki bu hiddetini laik cumhuriyet prensiplerine sadakat namına gösteriyor! Cumhuriyete bu tarzdaki dostluğunun en büyük bir düşmanlık olduğundan gafil bulunuyor! Bize mekteplerden ilm-i din derslerini Teşkilat-ı Esasiyye Kanunundan da o maddenin kalkmasını istemek kadar cumhuriyete düşmanlık olamaz.Şuursuz dostluk şuurlu düşmanlığa rahmet okutturur.Darb-ı meseli ne kadar doğru bir söz imiş… Hükumet Teşkilat-ı Esasiyye Kanununa o maddeyi istemeye hata ise hükumete o hatayı irtikab ettiren saygı bu saygısız muallime bir ders-i ibret değil midir?! Son kabul edilen ders programları tedkik edilecek olursa Vekaletin bu gayeye doğru oldukça mühim bir adım atmış olduğu sarahaten görülüyor. gûl olmaz. Dini devletin müdahalesi haricinde sırf bir emr-i vicdani olarak kabul ve telakki eder. Dindarlık ta‘biri fazla değil dindar bir hey’et-i ictimaiyye miyanında maal-esef bulunduğu anlaşılan Sadreddin Bey gibi ferdler fazladır. Dindarlık intizam ve değildir ki tehlikeli olsun. Laik kaydı kavanin-i mevzu‘amızda yoktur. Onu cumhuriyete fuzuli olarak izafe edenler Sadreddin Bey gibi laikçilerdir. Hükumet-i Cumhuriyye laikçiliği benimseyecek olursa kendi şahsiyet-i maneviyyesine münhasır kalır. Şahsiye-i maneviyyesinin laikçi olması ahalinin dini hissiyat ve i‘tikadatıyla meşgûl olmamasını icab etmez. Hükumet kendi şahsiyet-i maneviyyesinin hususi prensiplerine göre değil kendisinden kuvvet aldığı ve namına idare-i hükumet ettiği halkın maddi ve manevi ihtiyacatına göre davranmak mecburiyetindedir. İhtiyacat-ı diniyyesinin tatmini halkın en şedid arzularındandır. Hükumet hissiyat-ı diniyyeyi himaye etmeyerek herkesin vicdanına bırakacak olursa Sadreddin Beyin vicdanı gibi vicdan sahibleri çoğalır. Öyle vicdan sahiblerinin çoğalması en büyük bir ma‘siyet-i ictimaiyye olur. Diğer cihetten asri irfanı dini hurafelerle te’lif etmek ahkamını da görmüyoruz. Laik muallimin en çok cehaleti ve dalaleti bu sözünde görülüyor. Din ilm-i mahzdır ve ilmin en kuvvetli hamisidir. Din iyiliği amir ve kötülüğü mani‘dir. İyiliği emr ve kötülüğü men‘ etmek en büyük bir fazilettir. Fazilet hurafe değildir. Fazilete hurafe demek katmerli bir hurafedir. Fazilete hurafe diyen Sadreddin Bey acaba rezilete mi fazilet diyor yoksa nazarında hiçbir fazilet yok mudur?! Eğer böyle ise bizzat kendisi maddiyat ve maneviyatıyla beraber hurafe mahiyetine girmiş oluyor! Asri irfan ile diyanet arasını te’lif en kolay bir mes’eledir. Fakat o iki fazilet ile Sadreddin Beyin aralarını bilmem ki Cem‘iyet-i Akvam te’lif edebilir mi?.. Hiç de zannetmiyoruz! Din ve devlet işlerinin yek-diğerinden ayrılması tabii ve zaruri bir surette din ve mektebin ayrılmasını icab ettiriyor. Din derslerini mekteplerden kaldırmak dini terbiyeyi tamamıyla ailelere bırakmak laik cumhuriyetin zaruri bir neticesidir. Dini dersleri mekteplerden kaldırmak hiç de cumhuriyetin zaruri bir neticesi değildir. Dünyanın hiçbir tarafında öyle bir cumhuriyet yoktur. Kendisi bütün bir hey’et-i ictimaiyyeye muhalefet ettiği gibi bizdeki cumhuriyetin de bütün cumhuriyetlere uymamasını mı istiyor. Kendisin Muallimin Cem‘iyetinden ayrılabilir fakat hükumet cem‘iyet-i düveliyyeden ayrılamaz. Çünkü bu asırda münferid yaşamak imkanı yoktur. Yunan hakim olacağını zannediyor! Kadim ve tarihi erbab-ı vaziyete hakim olamamıştır. Sadreddin Celal Beyin riyaset etmek istediği i‘tizal taifesi acaba vaziyete hakim olabilecek midir? Bu sualin cevabını muhterem muallimler veriyor:Yalnız beyefendi şuna emin olalım ki Türk ölmeyecek ve Müslümanlık yaşayacaktır. Bu hafta yevmi gazetelerin birinde Sadreddin Celal Makale sahibi Muallim Mektepleri Me’zunları kongresinde cem‘iyetin gerek eski ve gerek hey’et-i idarenin teklif ettiği muaddel nizamnamesindeCem‘iyetin maksadı terbiye ve tedrisatta nesl-i atinin asri irfan milli mefkure yetişmelerini te’mine çalışmaktır.İbaresindekidindar ve vatanperverta‘biri çıkarılarak yerinecumhuriyetçi kelimesinin konmasını teklif eder. Bu teklife karşı kongreye lunurlar. Birçok münakaşadan sonradindar ve vatanperver ta‘birleri aynen ibka edilir fazla olarak bir de cumhuriyetciilave olunur. Teklifinin arzu ettiği şekilde kabul edilmediğini gören Sadreddin Celal Bey fikirlerini matbuat sahasında da tekrar ve te’yid etti. Sadreddin Celal Beye göre:Cumhuriyet mefkuresini her şeyin fevkinde olarak yeni neslin fikir ve kalblerine yerleştirmek muallimlerin vazifesidir. Dindar ta‘biri fazla ve tehlikelidir asri irfan dini hurafelerle te’lif edilmez din derslerini mekteplerden kaldırmak laik cumhuriyetin muktezasıdır ve Maarif Vekaleti son ders programlarıyla bu gayeye doğru oldukça mühim bir adım atmıştır. Teşkilat-ı Esasiyye Kanunundakidevletin resmi dini din-i İslamdırmaddesi samimi olarak vaz‘ edilmeyip sırf muhafazakarlara bir ta‘vizat olmak üzere istemeye Maarif Vekaletinin fikr-i hakikisi mekteplerden din derslerini kaldırmak olduğunu henüz yeni ders programlarını tedkik etmiş olmadığımız cihetle bilmiyoruz. Kezalik devletin dini din-i İslam olduğu maddesinin de hakikaten böyle midir? Yoksa bir iftiradan mı ibarettir? Bunun tekzib ve adem-i tekzibi doğrudan doğruya kendilerine aiddir. Yalnız bizim bildiğimiz bir şey varsa Teşkilat-ı Esasiyye Kanununa herkesin hürmet etmesi lazım Maarif Vekaleti mekteplerden ilm-i din derslerinin kaldırılması gayesine doğru mühim bir hatve atmiş ise Sadreddin Celal Beyin Teşkilat-ı Esasiyye Kanununda öyle bir madde bulunmasına itiraz etmesi doğru olur. Mekteplerden dini derslerin kaldırılması o maddenin hiç faide-i ilmiyyesi olamayacağını gösterir. Ve muallim-i muma-ileyhin dediği gibi ancak bir ta‘viz mahiyetine girer. Bu cihet herkesçe anlaşıldıktan sonra o maddenin biz öyle zannediyoruz ki ilm-i din derslerinin mekteplerden kaldırılması laik cumhuriyet prensibi icabatından değil olsa olsa şahsi prensipler iktizasındandır. Fakat ne kadar tuhaftır ki makalesinin bir fıkrasında muallimlerden daha inkılabcı olduğunu söylediği Maarif vekilinin birden bire kaldırmadığı ilm-i din derslerini muallim-i mütecasir bir hamlede kaldırıp atmak istiyor! Şimdi bütün bu münakaşalardan çıkardığı pek acı netice şudur: Bugün maal-esef Vekalet muallimlerimizin hatta alimlerimizin birçoğundan daha inkılabcıdır. Her memlekette terbiyeciler tevhid-i tedrisat inzibat müşterek terbiye gibi ıslahatı elde etmek için hükumetlerle uzun ve çetin mücadelelere girişmek mecburiyetindedirler. Halbuki bugün hükumet bütün bunları bize veriyor. Fakat biz onları almak için elimizi uzatmak kuvvet ve kudretini kendimizde bulamıyoruz. Bu sözler bir mücrimin kendi aleyhindeki i‘tirafatına benzer bir ifade mahiyetindedir. Demek ki başka memleketlerde Sadreddin Celal Bey gibi kanatsız olarak uçmak isteyenler varmış fakat uçmaya muvaffak olamıyorlarmış! Madem ki garb milletlerini taklide çalışıyoruz bu hususta da onları taklid etmek lazım gelmez mi? Yoksa her hususta taklidciliğin izzet-i nefs-i milliye ağır geleceğini düşünerek bu hususta da onların bizi taklid etmelerine zemin hazırlamak mı istiyoruz? Garb milletlerinin arkamızdan geleceklerine hiç ihtimal veremiyoruz. Şu kadar var ki garb milletlerinin arkamızdan gelmediklerini görerek bizim de soldan geri dönmemiz kuvvetli bir ihtimal ve ümid dahilindedir. Mu‘allim-i muma-ileyhin böyle menfi bir faide zemini hazırlamaya çalışması vatanperverane bir hizmet telakki edilebilir! Kongreden ayrılırken acı acı düşündüm. Kongreyi terk ederken çok müteessirdim. Muallimin bu son sözü nizamnamededindarkelimesini gösteriyor. Bu i‘tizalinden dolayı Muallimin Cem‘iyetini mi tebrik yahud Sadreddin Celal Beyi mi ta‘ziyet etmek lazım geleceğini bilemiyoruz! Kongreden ayrılırken çok müteessir olduğunu söyleyen bu mu‘tezil muallim bedbin olmadığını da iddia ediyor. Çünkü kendi fikrinde bulunan muallimler de varmış bunlarla er geç vaziyete kal‘alardır ki onların herhangi tarafından koparılacak bir taş diğer taşları da beraber sürükleyip götürür. Herhangi bir kimse hoşa gitmediği için Kanun-ı Esasinin herhangi bir maddesini istihfaf edecek olursa vaz‘ında onun rızası munzam olmadığı için kendisini onunla mukayyed addetmeyecek olsa bunun neticesi nereye varır? Yalnız Kanun-ı Esasiler değil mevadd-ı kanuniyye dahi böyle değil midir? Böyle olduğunu bilmeyen yoktur. Bu kadar basit kava‘id-i hukûkiyyeye biganelik de olamaz. Bunun hilafında hareket edenler yaptıklarını bile bile yapıyorlar söylediklerini bile bile söylüyorlar. O halde bunların nazarında Kanun-ı Esasinin o kadar büyük bir kıymeti yok demektir. –Kanun-ı Esasi sanki nedir? Onu biz yapmadık mı! Evet anladık ama ona karşı istihfaf hisleri tevlid etmek de bindiği dalı kesmek demek değil midir? Sadreddin Celal Bey gibi muallim ve mürebbi olacak bir zat çıkıyor da Kanun-ı Esasinin falan maddesi olunmaz… diyor. Demek ki bu zat halka-i tedrisindeki çocuklara böyle telkinatta bulunacak. Ne kadar acaib ve amiyane bir telakki! Peki diğer biri kalkar da başka bir madde hakkında Sadreddin Celal Bey gibi söyleyecek olursa yine böyle hoş görülecek mi? Garibi şurasıdır ki Kanun-ı Esasiye karşı hürmet-i tamme hissini te’min etmekle en ziyade mükellef olan maarifciler böyle istihfafkar cereyanlar ihdas ediyorlar. Bilmiyoruz din ile cumhuriyeti yek-diğerine te’lif kabul etmeyecek derecede mütearız göstermekteki faide nedir? Acaba bu taaruz hangi ilmin hangi umdesinden istinbat olunmuştur? Cumhuriyetlerin muktezası mutlaka la-dini olmak mıdır? Bir hıristiyan hükumeti la-dini olabilir. Fakat bir İslam hükumetinin herhangi şekilde olursa olsun la-dini olmasına imkan yoktur. İslam hükumetinin din ile kat‘-ı alaka etmesi ahkam-ı İslamiyyenin mu‘attal kalması demektir. Müslümanlar müslüman oldukça Müslümanlık ahkamının mu‘attal kalmasına elbette razı olmazlar. Meğer ki def‘ine kudretyab olamadıkları bir cebr ve istilaya ma‘ruz kalalar. Mesela bugün hükumat-ı Hıristiyaniyyenin man memleketlerinde ahkam-ı İslamiyye muattaldır o ahkam yerine müstevli hıristiyan hükumetinin kanunları ma‘mulün-bihdir. Fakat bu vaziyete giriftar olan Müslümanlar bunu bir hal-i tabii addetmiyorlar ve ahkam-ı telakki ediyorlar. Büyük Millet Meclisi müslümanlardan mürekkeb olduğu ve dinlerine istiklallerine sahib müslümanlar tageldiği ve onun maddelerinden herhangi birisini istihfaf dır. Biz bu sözlerin ikide bir bazı kimseler tarafından tekrar edilip durduğunu görüyoruz. Bir devletin hangi şekl-i hükumeti haiz olduğunu gösteren Kanun-ı Esasidir. Herhangi bir dinle alakası olmayan devletlere laik-ladini de denilir. Bizim Teşkilat-ı Esasiyye Kanunumuzda devletin resmi dini din-i İslam olduğumaddesi mevcud olduktan başka Meclisinahkam-ı şer‘iyyenin tenfizi hükumete laiklik izafe etmek nasıl olur? Bunu izafeye hiç kimsenin hakkı olmasa gerek. Velev ki o zat meb‘us veya vekil olsa da. Bir adam cumhuriyetimizin laik bir şekle inkılabını isteyebilir. Fakat laik olduğundan bahsedemez. Çünkü o takdirde hükumeti Kanun-ı Esasi hilafında bir şekil ile tavsif ve kanunu tahrif etmiş olur. Görülüyor ki bu mes’ele arasıra matbuatta ve mecaliste mevzu‘-ı bahs oluyor. Bazıları Kanun-ı Esasinin bu maddelerinden tegafül edereklaik cumhuriyetimiz deyip gidiyorlar. Böyle diyenler ya Teşkilat-ı Esasiyye Kanununu -devr-i istibdadda olduğu gibi- lafzı murad bir şey addediyorlar yahud söylediklerinin farkında değillerdir. Bu söyleyenler şu bu kimselerden meb‘uslar ve vekillerden de bunu söyleyenler oluyor da birçoklarını hükumetin şekl-i hakikisi hakkında tereddüde düşürüyor: yazıyor ama bazı rical-i hükumet böyle söylüyor. Eğer hükumetimiz laik bir hükumet olmasa rical-i mes’ule laiklikten nasıl bahsedebilirler? Bu cihetin mucib-i hayret ve taaccüb olduğunu biz de kabul ve i‘tiraf ederiz. Teşkilat-ı Esasiyye Kanununa herkesten ziyade rical-i hükumet harfi harfine hürmet ve ri‘ayet edecek yerde onu lafzı murad bir şey addetmesi elbette anlaşılamayan muammalardandır. Biz zannediyoruz ki şekl-i hükumet hakkında birçoklarını yanlış bir telakkiye düşüren esbabın en mühimmi bu olsa gerektir. Bundan başka şekl-i hazırın laik olduğunu bağıra bağıra şurada burada mütemadiyen söyleyenlerden hiçbirinin tekzibe uğramaması da o yanlış telakkinin taammümüne ba‘is olmaktadır. Fakat biz öyle zannediyoruz ki bu yanlış telakkinin taammüm ve tevessüü halkın efkarını teşviş etmekten başka bir şeye yaramıyor. HalkınTeşkilat-ı Esasiyye Kanununda öyle yazmakla beraber acaba hakikat-i halde hükumetimiz laik-ladini mi oldu?diye tereddüde düşürülmesinden ne faide beklenildiğini biz anlayamıyoruz. Kanun-ı Esasiler öyle alakası kesilmiş değildir. Eskiden evkaf ve şer‘iyyeyi tedvir eden zat diğer vekiller gibi müstakil bir vekil idi. Fakat bugün bu iki vazife ayrılarak Rüsumat Müdüriyet-i Umumiyyesi gibi birer müdüriyet-i umumiyye şekline Müdüriyet-i Umumiyyesinin ma-fevki Maliye vekili ise umur-ı şer‘iyye ve evkafın ma-fevki de başvekildir. Bu vaziyette nasıl Rüsumat Müdüriyet-i Umumiyyesi devlet haricinde kalmış addedilemezse evkaf ve diyanetin de devlet haricinde kaldığına hükmolunamaz. Eski evkaf ve şer‘iyye vekili yerine bugün başvekil kaim olmuş demektir. Bugün evkaf ve şer‘iyye işlerinden Meclise karşı mes’ul olan zat başvekildir. Diyanet Reisi Rıfat Efendi ve Evkaf Müdir-i Umumisi Şemseddin Bey eskiden Şer‘iyye vekilinin emriyle hareket ederken bugün başvekilin emriyle hareket ediyorlar. Evet müstakil vekil olmamak i‘tibarıyla bir tenezzül var. Fakat işin mahiyet-i hukûkiyyesi tamamıyla değişmiş değildir. Eğer diyanet reisi ile Evkaf Müdüriyeti doğrudan doğruya cemaat-i umur-ı şer‘iyye ve evkaf hakkında hiçbir salahiyeti ve meclise karşı hiçbir mes’uliyeti kalmamış olsaydı o vakit bu laikliğe tam bir misal teşkil edebilirdi. sokulmasındaki hikmet nedir? Bu sualin cevabını vermek bit-tabi‘ bize aid değildir. Biz yalnız ma-vaka‘ı tedkik ve muhakeme ediyoruz. Bu tadkik ve muhakememiz neticesinde görüyoruz ki hükumet ben laik bir hükumetim binaenaleyh dini ve müessesat-ı diniyyeyi himaye ile mükellef değilimdemesine tenfizinden gerek müessesat-ı diniyyenin terakki ve te‘alisinden hükumet Meclise ve millete karşı mes’uldür. Meclis millet namına her zaman hükumetten bu hususta hesab sorabilir. Mes’elenin cihet-i kanuniyyesi böyledir. Ama bazı vekiller hükumetin laik olduğu zehabında bulunarak müessesat-ı diniyyeyi sed edermiş şart-ı vakıfa ri‘ayet etmeyerek emval-i evkafı ma-vuzi‘a-lehine sarf etmezmiş Meclis de bu ahvale karşı sakit kalırmış yahud bir çare bulamazmış bunlar mes’elenin cihet-i tatbikiyyesidir. Bu ayrı bir mes’eledir. Bazılarını yanıltan nokta işte budur. Mes’eleyi mevzu‘at-ı kanuniyye ve hukûkiyye ile değil de icraat ile nazar-ı i‘tibara alıyor bu sebeble yanlış muhakemelere hatalı yollara düşmüş oluyorlar. Sadreddin Celal Beyin tarz-ı muhakemesi ve nazarı bunun en güzel bir misalidir. Sadreddin Celal Bey hükumetin laik olduğunu böyle gayr-ı kanuni icraat ile değil de mevzu‘at-ı kanuniyye ve hukûkiyye ile isbat edebilir mi? Eğer kendisi bir ilim adamı ise kendisine teveccüh eden vazife budur. rafından intihab olunduğu içinahkam-ı şer‘iyyenin tenfizinideruhde etti ve hükumetimizin de bir İslam hükumeti olduğunu Kanun-ı Esasinin başına yazdı. Zaten başka türlü yapamazdı. Eğer Büyük Millet Meclisi ahkam-ı şer‘iyyenin tenfizini üzerine almasaydı ve hükumetin de Müslümanlıkla alakası olmadığını i‘lan edeydi o vakit Müslümanlar kendilerinin hükümetsiz kaldığını ahkam-ı İslamiyyenin amelden sakıt olduğunu görecekler ve son derece yeis ve fütura düşeceklerdi. Müslümanlara göre hükumetin manası vatan-ı İslamı ecanibe karşı müdafaa ve muhafaza esbabını te’min ile ahkam-ı Müslümanlar kendi hükumetlerini ancak bu suretle telakki ederler. Bunun hilafındaki hükumetleri Müslümanlar kendi hükumetleri telakki etmezler. Mesela bugün Hindistandaki İngiliz hükumetini Hind müslümanları kendi hükumetleri addetmiyorlar. Edenler varsa onlar ancak Müslümanlıkla alakalarını kesen kimselerdir. Birçok kimseler bu hakikatten tegafül ederek mütemadiyen laiklikten bahsediyorlar. Bunlar bu sözleriyle hem hakaik-i kanuniyyeyi tahrif ediyorlar hem de Müslümanlığı her şeyin fevkinde tutan milletin en samimi hissiyatıyla oynamış oluyorlar. Sonra bu sözler hakaik-i ahvalden bi-haber bazı kimseleri de yanlış yollara sürüklemiş oluyor. Bu bi-çareler bu sözlere aldanarak dine karşı müessesat-ı diniyyeye karşı muhasım bir vaziyet alıyorlar. Bu yüzden halk ile halkı idare edenler arasında husul ve istikrarı lazım gelen emniyet ve i‘timad azaldıkça azalıyor. yanlış telakkiler olmuştur. Maarif Vekaleti bu yanlış ve çapraşık telakki yüzünden medreseleri ilgaya darulhuffazları kapatmaya kalkışmıştır. Evet laik-la-dini bir hükumet ne dini ne de müessesat-ı diniyyeyi himaye etmez ve böyle şeylerle alakası olmaz. Fakat Kanun-ı Esasisinde dini din-i İslam olan ve ahkam-ı şer‘iyyenin tenfizini millete karşı taahhüd eden bir hükumetin Maarif vekili nasıl laik bir takım icraatta bulunabilir? Herhangi bir vekil herhangi bir fikirde bulunabilir. Fakat kadar inhiraf edemez. Aks-i takdirde devlet mefhumu çocuk oyuncağı mesabesine iner. Bazıları evkafın ve şer‘iyyenin vekalet halinden müdüriyet-i umumiyye şekline tahavvülünü hükumetin laikla-dini olmasına misal gösteriyor. Evet bu şayan-ı nazar bir mes’eledir. Fakat bir hükumetin şeklini ta‘yin eden Kanun-ı Esasisidir. Kanun-ı Esaside devletin dini din-i bulunduğu musarrah olduğu için bu icraatı laikliğe atfedemeyiz. Çünkü o takdirde tenakuz hasıl olmuş olur. Hem esasen evkaf ve umur-ı şer‘iyye ile hükumetin mümkün değilse de faaliyetimizin esaslarını olsun bildirmek mümkündür. Mesaiimizin programı budur: Muhtelif lisanlarda ihtiyac-ı zamana muvafık asar-ı Hindistanda ve sair memleketlerde neşr-i İslama çalışacak hey’etler teşkil eylemek. Hindistanda ve sair memleketlerde edyan-ı sairenin tecavüzatına karşı İslamı müdafaa etmek Bil-hassa Avrupa ve Amerikada ve sair kıt‘alarda esasat-ı İslamiyyeyi telkin ve asar-ı İslamiyyeyi tevzi‘ etmek Gençlere din-i İslam ve tarih-i İslamı ta‘lim eylemek. ta ve on sene zarfındna cidden mühim muvaffakiyetler kazanmış bulunmaktadır. Encümen Kuran-ı Kerimin tercüme ve tefsirini İngilizce Müslümanlarının lisanı olan urdu lisanıyla da Kitabullahın tercüme ve tefsirini neşretmiştir. Risalet-penah Efendimizin siret-i seniyyeleri İngilizce ve urdu lisanı ile tab‘ olunmuştur. Akaid ve esasat-ı İslamiyyeye dair İngilizce ve urdu lisanı ile birçok eserler daha neşedilmiştir. Yalnız Kuran-ı Kerimin iki lisan ile tab‘ı bin rupiye mal oldu. Malay ahalisinin konuştuğu Tamil lisanı ile de Kuran-ı Kerimin tercüme ve tefsiri tab‘ ve tevzi‘ edildi. Tamil lisanıyla birçok asar-ı İslamiyye neşrolunmuş ve yine bu lisanla ayda bir kere çıkan bir mecmua te’sis edilmiştir. Kuran-ı Kerimin Almanca tercümesi de yakında hitam bulacaktır. Bu eserlerin müslümanlara pek az bir ücret mukabilinde ve garblılara meccanen tevzi‘i nin tenviri için isimli iki haftada bir kere çıkan bir mecmua te’sis edildi. Neşr-i İslam faaliyetine gelince Encümen Avrupada neşr-i İslama çalışmış Almanyaya bir hey’et i‘zam etmekle beraber orada bir cami te’sisine başlamıştır. nerlerine karşı gelmek üzere Singapura Cavaya Çine tanda da neşr-i İslam için çalışılmış Brahmalıların temas etmekten istinkaf ettikleri halk sınıflarıyla temas edilmiştir. Bunlarla temas muhafaza edildiği takdirde milyonlarca insanın din-i İslamı kabul etmesi te’min olunacaktır. Neşr-i İslama çalışacak ulema yetiştirmek için Hindistanda bir mektep te’sis olunmuş ve bu mektebe Cava Trinidad gibi uzak yerlerden talebe getirilmiştir. On sene zarfında Encümenin ifasına muvaffak olduğu hizmetler bunlardır. İhimal ki İslam aleminde aynı işi gören diğer bir hey’et yoktur. Encümenin bu faaliyetine Kuran-ı Kerimi İngilizceye tercüme eden Hindistan ulema-yı İslamiyyesinden Mevlevi Muhammed Ali arkadaşlarımızdan Ömer Rıza Beye bir mektup göndermiş ve bu mektupta Hindistanda müteşekkil Neşr-i İslam Cem‘iyetinin senesinden beri ifa ettiği hidemata dair uzun uzadiye izahat vermiştir. Muma-ileyh mektubunda diyor ki: Müslümanlığı neşir ve telkin etmek vazifesi hayli zamandan beri ihmal edilmiş bulunuyor. Halbuki Hindistanda Müslümanlık bir kere Hinduların tecavüzlerine ma‘ruzdur. Hıristiyanlık ise bütün mesai ve faaliyetini Müslümanlığa karşı tevcih etmiştir. Hıristiyan devletler askeri kuvvetleriyle İslam yurdlarını zabt ettikleri gibi Hıristiyanlık da misyoner ordularıyla her İslam memleketini Cavada takriben yarım milyon insan Salib dinini kabul etmiştir. Müslümanlar misyonerlerin bu tahribatına la-kayd kalmakta devam ederlerse gelecek seneler zarfında zayi‘atımız gayr-ı kabil-i ta‘dad bir dereceye gelecektir. Artık neşr-i İslam vazifesini ihmale imkan kalmamış hatta tedafüi bir vaziyet ihtiyarı bile doğru değildir. Müslümanlık ilerlemek ve vicdanları feth etmek da gayr-ı müslimler de muhtac-ı tenvir ve teşne-i irşad bulunuyor. Esasat-ı İslamiyyeyi muhtelif lisanlarla ifade eden eserlere ihtiyacımız mübremdir. Hıristiyanlığın Müslümanlığa karşı idare etmekte olduğu müdhiş harekete müzaheret etmekte olan Avrupa ve Amerika Müslümanlıktan tamamıyla bi-haber bir halde olduğundan misyonerliğin hedef-i mücadelesi olan Müslümanlığı barbarlıkın müradifi telakki ediyor. Biz bu memleketlerde akaid ve esasat-ı İslamiyyeyi izah eden eserlere malik olsak ve bunları tevzi‘ etsek misyonerliğin gittikçe tevessü‘ etmesine mani‘ olabileceğiz gibi onun merkez-i hayatisine de kat‘i bir darbe indirmeye muvaffak oluruz. Kullanabileceğimiz yegane vasıta-i muvaffakiyet propagandadır. Siyasi kuvvetlerini zayi‘ ettikten sonra müslümanların bu kuvvetli silaha la-kayd kalmaları intihar kabilinden bir harekettir. Aziz dindaşımız bu müessir mukaddimeden sonra mektubunda İşaa-i İslam Encümeninden bahs ediyor ve diyor ki İşaa-i İslamEncümeni tam on seneden beri çalışıyor. Fakat bu kısa müddet zarfında her tarafta neşr-i Bu mektubumda size bütün faaliyetlerimizi izah etmek Birinci Büyük Millet Meclisi zamanında bizde de vaz‘ edilen içki memnuiyeti memlekette ne kadar hüsn-i te’sir icra etmiş ne azim faidesi olmuştu. Anadolunun her tarafında meyhaneler kapanmış milletin en gürbüz unsurunu tahrib eden o zehirli rakı fıçıları kırılmıştı. Bu yüzden vukûat ve ceraimin pek ziyade önü alınmış mahkemelerde cinayet da‘vaları adeta kalmamıştı. Fakat hayrını yıktı içki serbestisini tekrar vaz‘ etti. Şimdi her taraf yine meyhane kesildi. Meylaneci Rumların yüzü güldü. Yalnız İstanbulda yedi bin meyhaneci müsaade beş yirmi bin okka rakı sarf ediliyor. Adam başına ellişer dirhem olsa bin içki olduğu anlaşılır. Her gün bu kadar adam sarhoş oluyor ailesinin nafakasından keserek Rumların meyhanecilerin kesesini dolduruyor. Bu yüzden zabıta vukûatının cinayetlerin de ne kadar arttığını gazeteler her gün sütunlar dolusu neşrediyor. Bayramda yalnız üç gün zarfında zabıta vukûatı olduğu ve bu vakaların ekseriyet-i azimesi saika-i sekr ile ika‘ edildiği resmi raporlarda zikredilmiş olduğu i‘lan olundu. Müskirat rüsumu almak için içki serbestisini yeniden vaz‘ edenler ne büyük hata işlemiş olduklarını görmeliler de eğer zerre kadar insafları ve millete muhabbetleri varsa bu hanumanlar söndüren belanın def‘i çaresine bakmalılardır. gazetesi neşr ettiği bir makalede müskirat yüzünden hükumetin beklediği rüsumun hiç de hasıl olmadığını ve olmayacağını kaçakçılığın müdhiş surette icra-yı hükm ettiğini içki serbestisinin zarardan başka bir faidesi olmadığını uzun uzadiye izah ve isbat etmiştir. Makale şu suretle nihayet buluyor: Bu gidişle hükumetin müskirat rüsumundan beklediği varidat yekununu tut[tur]mak şöyle dursun bilakis ortalıkta gayr-ı tabii gayr-ı kanuni ahvalin intac edeceği ahlaksızlıklar zararlar baş gösterecektir ve bunlar ayrıca memleketin hey’et-i umumiyyesi namına zarar kayd olunacaktır… Sarhoşlukla vukûa gelen fecicinayetleri insan işittikçe tüyleri ürperiyor. Evladını bıçak ile öldüren karısını saldırma ile yere seren fuhuş alemlerine dökülen sarhoş vakalarıyla gazeteler doludur. Men‘-i Müskirat Kanununun İstanbulda kalktıktan sonra vukû bulan ceraimin kesreti Hilal-i Ahdar Cem‘iyetini bu vukûatı zabt ve tesbite sevk etmiştir. Cem‘iyet Teşrin-i Evvelde in‘ikad edecek kongreye bir rapor hazırlanmasını kararlaştırmıştır. Bu hususta cem‘iyete muavenet etmek Men‘-i Müskirat Kanununun tatbiki zamanındaki vukûat ile kalktıktan sonraki ceraimi mukayeseli bir surette kayd ederek Hilal-i Ahdar Katib-i yalnız vakitlerini ve menfaatlerini değil servetlerini de bu da‘vaya vakf etmişlerdir. Atideki erkam Encümenin ifa ettiği hidemat uğrunda sarfiyatı anlatır. Sarfiyatın mecmu‘u bizim paramızla takriben bin liraya baliğdir Bu para Encümene yardım eden müslümanların ianelerinden müteşekkildir. Encümen nail olduğu ve olacağı yardım nisbetinde tezyid-i faaliyyet ve programını en mükemmel şekilde tatbik edecektir. Hazık etibbamızdan Doktor Mazhar Osman Beyefendinin riyaseti altında bulunan Hilal-ı Ahdar Cem‘iyeti müskiratın serbestisine rağmen faaliyetine devam ediyor. Cem‘iyetin Temmuz ictimaında ittihaz ettiği mukarrerat gazetelerle i‘lan olundu. Bir nüshası da idarehanemize gönderildi. Cereyan eden müzakere ve ittihaz edilen mukarrerattan anlaşıldığına göre Avrupa ve Amerikadaki Salib-i Ahdar cem‘iyetleri de Hilal-ı Ahdar ile te’sis-i münasebata başlamışlardır. Amerika ve İngiltere Salib-i Ahdar Cem‘iyeti murahhası Mister Johnson Hilal-ı Ahdar mücadelesini yakından tedkik ve tetebbu‘ etmek üzere buraya geliyor. Hilal-ı Ahdar muma-ileyhin mektubuna da‘vet ile mukabeleye karar veriyor. Diğer taraftan İsviçrede Beynelmilel İçki Düşmanları Cem‘iyeti tarafından neşredilecek bir risaleye Türkiyedeki içki aleyhdarlığı mücadelesine dair bir makale yazılması arzu edilmiş. Cem‘iyet buna da maalmemnuniyye cevab verecektir. İçkinin hayat-ı beşerde açtığı rahneler pek derin olduğu cihetle bugün dünyanın her tarafında içki aleyhine cem‘iyetler teşekkül etmiş mak için pek çok mesai sarf edilmektedir. Bil-hassa Amerikanın bu uğurda ihtiyar ettiği fedakarlık hayretlere şayandır. Orada memnu‘ olan içkinin memleketimizde serbest olması biz müslümanlar için pek ziyade hacaleti mucibdir. binküsur talebe-i ulum medreselerde tahsil ediyordu. Bu kadar kanaatkar olan talebe-i ulumun rızklarını aba vü ecdaddan kendilerine vakfedilmiş olan nafakalarını keserek onları perişan bir halde aç ve sefil bırakmak kadar evlad-ı vatan hakkında müsavatsız bir hareket olamaz. Eğer maarif müessesesi bir asırdan beri deruhde etmiş olduğu vazifeyi mümkün mertebe yapmış olaydı yani memlekette zaruri olan ibtidai emkteplerini olsun muallimleriyle beraber ikmal ederek okur-yazarların adedini hiç olmazsa yüzde elliyi geçirebilseydi bugün medreselerden yetişecek birkaç bin ehl-i ilim ve irfanı çok görebilirdi. Halbuki maarifin bugün ne derece hal-i birinde mektep tesisi zaruri olan kırk bin köye mukabil ancak mektep mevcud imiş. Vilayet merkezlerindeki mekatib de buna dahil. Sonra yetmiş bin muallim ediyor. Bir asırdan beri maarif müessesesi ne yapmış? Ta‘mim-i maarif için halktan alınan vergileri nereye sarf etmiş? Bu kadar zavallı bu kadar şayan-ı merhamet bir halde bulunan maarif müessesi taştan hoca arayıp bulmak isterken hazır kurulmuş medreselerden son senelerde iyi mahsul de vermeye başlayan bu ilmi müesseselerden oralarda her türlü mahruniyete katlanarak ancak kefaf-ı nefs mikdarıyla tahsil-i ilme razı olan talebe-i ulumdan ne isterdi? Maarif Vekaletinin bin kişi için tahsil ettiği masrafla medreselerde on altı bin kişi tahsil ediyordu. Maarif Vekaleti bu müesseselerden köye hoca yapsaydı on altı bin köyü olsun cehaletten kurtarmış olurdu. Maarifin on altı bin muallim yetiştirmesi halde la-ekal rub‘ asır lazımdır. Maarifte yapılmakta olan ıslahatı da görüyoruz. Yalnız becayiş ediliyor. İbtidailer böyle de darul-fünun acaba bundan halli mi? Edebiyat Fakültesinin bir şubesinden bu sene iki efendi çıkmış. Diğer iki şubesinden hiç me’zun olan yok. Hani başka memlekette olsa böyle darulfünunun kapısını çeker kaparlar. Böyle iflak halinde bulunan bir müessesenin medreselerden yi daha cühela ordusuna ilhak etmesi acaba hangi asri maarif umdesine muvafıktır? Fakat bunda şaşılacak bir şey yoktur. Maarif Vekaletinin Madem ki bizim müessese hal-i iflastadır müsaUmumiliğine bildirmek gerek İstanbulda gerek taşradaki bütün içki düşmanlarının en mütehattim vazifeleridir. Hilal-i Ahdar Cem‘iyeti Men‘-i Müskirat Kanununun hullerle bunların bütçeye tahmil eylediği ağırlığın ilmi bir surette tesbitine küulün uzviyette husule getirdiği tahribatı musavver mulaj ve plakların ihzarına Sıhhiye Vekaletinin içki aleyhinde filimler ve levhalar getirtmek suretiyle cem‘iyet mesaisinin takviyesini istirhamına vilayetin hiç olmazsa aleni sarhoşluğa mani‘ olmasını ricaya taşra belediye reislerine bir sirküler göndererek Men‘-i Müskirat Kanununun ilgasından evvel ve sonraki vukûatın tesbiti ile Hilal-i Ahdar Merkez-i Umumisine gönderilmesine istirhama da karar vermiştir. Hilal-i Ahdar Kongresi Teşrin-i Evvelin on yedinci Cuma günü senelik kongresini akd edecektir. O zamana kadar bütün taşra belediye reislerinin hakimlerin müftülerin cem‘iyetin rica ettiği ma‘lumatı toplayıp irsale himmet etmeleri en mütehattim vazifeleridir. Bu hususta asla tekasül göstermemelidir. Hilal-i Ahdarın taşra teşkilatına da son derece ehemmiyet vermelidir. Hilal-ı Ahdar şubesi teşekkül etmeyen kaza ve nahiyelerde derhal içki düşmanlarından üç beş kişi bir araya gelerek bir Hilal-ı Ahdar şubesi teşkil etmeleri ve Merkez-i Umumiyi haberdar etmeleri lazım gelir. Sarhoşların naralarından korkup şuraya buraya sinmekten lışarak hanumanlar yıkan bu müdhiş afetin önüne geçmeye uğraşmalıdır. Eğer herkes uhdesine düşen vazifeyi şübhe yoktur. Yapılan Masrafa Karşı Alınan Mahsul! Yevmi gazetelerden biri Darulmuallimat müdürü ile edilen masraf ile alınan mahsulün nisbetsizliği nazar-ı dikkatimizi celb etti. Müdür bey de bunu i‘tiraf ediyor: İstanbul Kız Mu‘allim Mektebi hanım çıkarıyor. Gelecek sene me’zun verecek. Senevi maaşat haric olmak üzere bin lira masrafa Türkiyede bir misli daha bulunmayan binasına nazaran bu netice çok azdır. diyor. Maaşattan başka senevi altmış bin lira sarf olunuyor da bunun mukabilinde ancak otuz kırk muallime çıkabiliyor! Ne azim israfat! Altmış bin lira ile İstanbulda ler huzurunda büyük bir ehemmiyet-i idariyyesi olan bir mason locasına yerleştirecektir. Merasimde birçok mümtaz Amerika farmasonları da zair sıfatıyla hazır bulunacaklardır. Bazı Türk Kadınlarında Şapkaya Meyil muhabir-i mahsusu gazetesine Türk kadınları hakkında yazdığı bir makaleyi gazetesi tercüme ve neşr etmiştir. Bazı şayan-ı dikkat fıkralarını enzar-ı ibrete vaz‘ ediyoruz: Türk kadını şimdi evinde Asyai şarkıları terennüm ederek ve tatlılar yiyerek yumuşak yatak ve yasdıklara yaslanmış olduğu gibi bir dans salonuna da giderek şimi ve foks tarot rakslarını da yapabilir. Türk kadını Avrupai hayata kendini salıvermekle beraber şark adetlerini de muhafaza etmiştir. Bunun neticesi olarak evin idaresi ihtiyar annelere ve dadılara bırakılmıştır. Şimdi caddelerde lokanta tiyatro sinema gibi yerlerde tramvay ve şimendiferlerde son Paris modasına göre giyinmiş zarif çehreli güzel Türk kadınlarını görüyoruz. Türk kadınlarının bugünkü giyinişi bedayi‘-perveranedir. Maal-esef Türk kadınları kendilerini bu müstesna vaziyete sokan hale yeni bir temayül dolayısıyla hatime çekmek istiyorlar. Çünkü şapkaya da meyil göstermişlerdir. Tanıdığım yüksek tabakaya mensub bir hanım bana şapka giymek üzere kocasından müsaade aldığı gün hayatta artık isteyecek hiçbir şeyi kalmamış olacağını söylemiştir. Şapkaya olan temayül ahengsizliğin mebdei ve istihsal edilen imtiyazların sonu olacaktır. Zaten şapkada Avrupalı kadını daima bi-huzur ve ta‘zib eden hevesat ve ihtirasatı bulacaktır. Şapka mütefekkirane hürriyetin tatlı devresinin sonu ve endişe ıztırab ve entrikanın başlangıcı olacaktır. Acaba Türk kadını tamamıyla Avrupalı kadına benzemek Fuhuş ve Frenginin Müdhiş Surette Tevessüü gazetesinin verdiği habere göre son günlerde fuhuş İstanbulda müdhiş surette ilerlemektedir. Alüftelerin yüzde sekseni frengi illetiyle ma‘lul olduğu görülmüş. Polis Müdüriyeti Zabıta-i Ahlakiyye şubesi bütün faaliyetini Beyoğlu caddelerini dolduran gizli müslüman alüftelerine hasr etmiş. İşin en korkunç ciheti yakalanan alüftelerin kısm-ı a‘zamının pek küçük yaşta olmasıdır. Bunların ekserisi ile yaşlarında imişvat umdesine ri‘ayeten medreselerin de bize iltihak etmesi lazımdırzihniyetini o kadar garib görmemelidir. Halt-ı Tedrisat Teklifinde Bulunan Zatın Mahiyeti Liselerde kızların erkeklerle birlikte tedrisatta bulunmak arzusunda olduklarına dair Tekfurdağı Lisesi Müdürü Mahmud Bey tarafından bir taleb vaki‘ olduğunu ve bu taleb üzerine Maarif Vekaletince bir anket açıldığını gazeteler yazmıştı. Ahiren bu müdürün müsamere biletleri mes’elesinden dolayı üç yüz liralık bir suistimali tahakkuk ederek azl edildiğini halt-ı tedrisat hakkındaki müracaatı arz-ı hulus ile suistimalini örtmek maksadına mübteni olduğunu yine gazeteler yazıyor. Esasen Tekfurdağlılar daMüdür Mahmud Beyin Tekfurdağlı kızların erkeklerle birlikte tahsil etmek arzusunda bulunduklarına dair Maarif Vekaletine müracaatının nin kızlarla erkeklerin en tehlikeli bir çağda beraber bulunmalarının tasavvurundan bile endişe edecek kadar ağırbaşlı olduklarını müdür beyin erkek lisesinde tahsil ettirmek istediği kendi kızı için böyle bir müracaatta bulunduğunu matbuata bildirmişlerdi. Etrafı velveleye veren bu müracaatın çok geçmeksizin hakikat ve mahiyeti meydana çıkması çok faideli olmuştur. Çünkü herkes bu müracaatın sırrını anlamak muş Mağribi gibi böyle saçma bir teklif üzerine anket açmaya kalkışması da az hayret edilecek bir şey değildir. açıkça söylemiş olmadı. Maamafih halt-ı tedrisat mukarrerse darul-fünun emini ona da bir umde-i ictimaiyye bulmakta izhar-ı acz etmez. Farmasonluk Propagandaları Bizim farmasonlarımız mübahasat ve umur-ı siyasiyye-i adiyyeden münezzeh olan localarına bir melce’ gibi kilerden büsbütün başka şeylerdir. O vakit kardeşlerin bütün dikkatleri kendi sırlarına yapacakları iyiliklere yorgunluklarını taze hayat verecek şeylere mevkûftur. Hayat-ı yevmiyyede alel-ade insanlar farmason locaları haricinde prensler asilzadeler ve piskoposlarla görüşüp tanışmak için pek az fırsata nail olurlar. Halbuki mason orada memleketin belli başlı adamlarıyla her vakit görüşebilirler. Yakında kralın amcası kralın ikinci oğlunu veliahdle lordlar piskoposlar ve her sınıftan kardeş simlerine etmişti. Bugün de onlar bizim müessesat-ı testanların taht-ı himayesinde olan ve yetiştirdiği yerli şakirdler ile gayesine vüsule muvaffak olan Robert Koleji Yapılan Masrafa Karşı Alınan Mahsul! Efzayiş Yosef isminde bir hanım Amerikalıların Türkleri nasıl tanıdıkları hakkındade bir makale neşrediyor: Dünyanın her köşesinden gelen kadınları gayet tabii olarak telakki ettikleri halde bana harem hayatından nasılsa kurtulmuş bir nümune gibi bakıyorlardı.diye Amerikalıların yeni Türk kadınları hakkındaki takdiratını uzun uzadiye izah ettikten sonra İstanbulun genç Türk hanımlarına tevcih-i hitab ile diyor ki: Ne danslara giden zarif kıyafetli küçük hanımlar koltuklarında çantaları Darul-fünun konferanslarına koşan genç kızlar! Amerika kadınlarının gıbtası sizi hiç heyecana getirmiyor mu? Sizde yeni bir şey uyandırmıyor mu? Onların yanında mahcub kalmak ister misiniz? Sarıklılara Karşı Ustalıklı Hücumlar Ulema-yı din ile softalardiye gayet mütecavizane bir makale neşrediyor. Sarıklı ve ihtiyar beyaz sakallı bir resim yapmış bunu çirkin göstermek softademiş. Onun yanında bir de genç bir sarıklının resmini yapmış. Onu da gayet çirkin bir vaziyete sokmuş. Altına da birSofta çömezidemiş. Sonra da süslü bıyıkları yukarı kalkık kravatlı sarığı düzgün sarılmış bir resim yapmış. Onun da altınaUlema-yı dinden muhterem bir hoca efendidemiş.Softaveyobaz kelimelerinin arkalarına sığınarak söylemedik şeni‘ söz bırakmamış. Kravat takmakla bıyığı yukarı kaldırmakla mı bir hoca muhterem olur? den hiç beklenilmeyen bir tecavüz! Madem ki şimdi sarıklılara hücum etmek modadır de bundan geri kalmasın!... Hakimlerin Kıyafetlerinin Değiştirilmesinden Maksad Ne imiş! gazetesinin başmuharriri geçenlerde Ankaraya gitmişti. Oradaki mülakatlarını şimdi sıra ile neşrediyor. Adliye vekili ile yaptığı mülakatını da bu hafta neşretti. Kıyafet mes’elesi hakkında diyor ki: Kıyafet mes’elesinin bu kadar dedikoduyu mucib olması Necati Beyi hayretlere düşürmüştür. Adliye vekiler. Bu kadınlar kanunun kendilerine bahşettiği fırsattan bil-istifade tam bir serbestiye malik bulunmaktadırlar. Bu genç kızları baştan çıkaranların binden fazla ihtiyar acuzeler oldukları anlaşılmıştır. gazetesi bu haberleri verdikden sonra Polis Müdüriyetinin İstanbul tarafında da bir umumhane mıntıkası küşad edeceğini haber veriyor. Polis Müdüriyeti emraz-ı zühreviyyenin intişarına mani‘ olmayı umumhane küşadının esbab-ı mucibesi olarak mı göstermek best iken frenginin önüne hiçbir şey geçemez. Eğer Büyük Millet Meclisi icra-yı fuhuş hakkındaki bu serbesti-i tammı kaldırmayacak tahdidine aid olsun bir takım tedabir-i mania ittihaz etmeyecek olursa maazallah çok geçmeksizin İstanbul çok büyük felaketlere ma‘ruz kalacak bir zamanlar İslamın makarrı olan bu muazzam şehir fuhuş ve frengi diyarından başka bir şey olmayacaktır. Şeair-i İslamiyyeye Karşı Müdhiş Husumet şeair-i İslamiyyeden olan hicab ve tesettür aleyhinde neşrettiği bir makalede: Orhan Gazi zamanında Türk kadını liberal bir hayata malik ve tekmil-i hukûk sahibiydi. Kıskançlık yüzünden erkeklerin icad ettiği tesettür gibi manasız şeyler yoktu. Bugün dahi Anadolunun birçok yerlerinde tesettür adeti yoktur. Kadın erkekten kaçmaz. Göçer evli kabileler buna en iyi misaldir. Tesettür kadını erkekten ayıran bir manidir. Diyor. Sonra da vücudları üryan olarak dans eden Bolşevik ve frenk rakkaselerinin resimlerini derc ediyor. Kapağının arkasında da yine dans eden Avrupalı oyuncu kızlarının üryan resimlerini derc ettikten sonra Bar hakkında propaganda yapıyor. Şeair-i İslamiyyeye karşı hücum ve tecavüzler Bolşevikler ve frenklerin oyuncu kızları hakkında da takdirler… Bunu yapanların ... Şeair-i İslamiyyeye karşı bu müdhiş husumetin sırrı acaba nedir? Robert Kolejin Ferahlı Günleri Maarif müşaviri olmak üzere Amerikadan celb edilen Mister John Doi ve zevcesi şerefine Darul-fünun Emini İsmail Hakkı Bey tarafından Darul-fünunda verilen çay ziyafetinde Robert Kolej müdürü ve hey’et-i ta‘limiyyesinden bazıları da hazır bulunmuşlar. Geçenlerde Darul-fünun emini onların tevzi‘-i mükafat mera gençlerle karşılaşmadığından şikayet etmiş. Genç kızlarla genç erkeklerin karşılaşabilmeleri caiz olduğu da‘va-yı batılını isbat için de Hazret-i Peygamber Efendimizin Mekke kadınlarını harb meydanlarında gazilere yardıma gönderdiklerini söylemek cür’etinde bulunmuş. Hanımefendiler! Davetlilerinize hünerlerinizi göstermek rolar oynuyorken niçin Hazret-i Peygamber Efendimizi karıştırıyorsunuz? Bu dersi size kim verdi? Bu hünerleri size kim öğretti? Evet Mekke kadınları gazilere yardıma gittiler. Nitekim Anadolu kadınları da mücahede-i milliyyede sırtlarında cephane taşıdılar. Sizler de na-mahrem erkekler karşısında piyano başında şarkı söylerken tiyatro sahnelerinde roller temsil ederken kendinizi bir gaza meydanında mı addediyorsunuz? Sizin tahsiliniz için sabahdan akşama kadar tarlalarda alın teri dökerek vergi veren millet bu halinizden hiç de memnun değildir. Siz genç erkeklerle karşılaşmak isterseniz bu asr-ı hürriyette hiçbir mani‘ yoktur Hazret-i Peygamberden ve Mekke kadınlarından bahsetmek zahmetine katlanmayınız. Medreseler Tahrib Ediliyor Abidat-ı diniyye ve milliyyemizin sanat ve bedayi‘ nokta-i nazarından la-yemut eserlerinden bulunan medreselerde birçok tahribat yapıldığını kemal-i esefle istihbar ettik. Bu cümleden olmak üzere Fatihte Bahr-i Sefid Çiftebaş ve Ayak Kurşunlu medreselerinin odaları tamamıyla tahrib edilmiş ve kubbelerin kurşunlarından birçokları sirkat edilmiştir. Bu gibi emakin-i vakfiyye-i Dairesi acaba bu tahribattan haberdar mıdır? Bu hususta kemal-i himmet ile nazar-ı dikkatlerini celb eder ve bu kıymetdar binaların ta‘miriyle hüsn-i muhafaza edileceğini ümid ederiz. Bir Izah Abdürreşid İbrahim Efendinin kerimesi Fevziye Hanımdan aldığımız bir mektupta mecmuası ile ve alel-umum matbuat ile hiçbir alakası olmadığı geçen hafta mecmuasından nakl olunan Bolşevik fikirlerini havi yazıların altında Fevziye imzası bulunması bazı Rusyalı müslümanları tereddüde düşürmesi hasebiyle bu izaha lüzum görüldüğü beyan olunmaktadır. linin fikrince her milletin uzun tecrübeler ve tedkikler neticesinde gittiği yoldan biz de mutlaka geçeceğiz. Tereddüde mahal yoktur. Kıyafet mes’elesinde bilhassa bizim yeknesaklığa ihtiyacımız vardır. Çünkü kıyafet hakkında hayatımızda kaydlar yoktur. Bundan başka bugün Adliyede ancak devletin asri kanunları mer‘i olduğu halde sarıklı sarıksız hakimlerin vücudu usul-i adliyemizin mahiyetine dair iştibahlar uyandırabilir. Ne demek istediği anlaşılıyor ya! Sarıksız hakimler hakkında bir şey demez. Fakat sarıklı hakimlerin vücudu usul-i adliyyemizin mahiyetine dair iştibah uyandırması ne demektir? Bizim adliyemiz kendisini frenklere mi beğendirecektir yoksa millete mi?.. Acaba Söyler mi Dersiniz! gazetesinin İzmir muhabir-i mahsusunun Temmuz tarihiyle ve telgrafla İzmirden iş‘arına göre; Maarif vekili İzmirde Darulmuallimat ve Darulmuallimin Mezunları Derneği tarafından verilen ziyafetteSoftalık kara kuvvetinin husule getirdiği şeyi yıkmak lazımdır. dediğini de kaydediyor. Acaba Vasıf Bey kendisinin rical-i hükumet miyanında olduğunu unutarak böyle bir vekil ağzına yakışmayacak söz söyler mi dersiniz! Biz zannetmiyoruz!... Dekolte Gezmenin Neticesi Papalık makamı son günlerde moda merakını ileri götüren kadınlara şiddetli bir cidal açmış muhtelif devair-i ruhaniyyeye riyaset eden baş papaslara sıkı emirler vermiştir. Bu tedbirin neticesi olarak geçen gün Romaya civar kiliselerden birine hafif dekolte ile gezen iki şık madam i‘tiraf-ı zünub ayinine iştirak ettirilmemiştir. Kadınlar bu muamele üzerine pek ziyade mahcub olarak kilisenin bir köşesine çekilmişlerdir. Ayin bittikten sonra papas kürsüye çıkarak hazıruna uzun bir vaaz vermiş ve kadınların velev ki pek az açık olsun hiçbir zaman dekolte Mektepli Kızlar Nasıl Yetiştiriliyor? sebetiyle bir veda‘ müsameresi tertib etmiş bu müsamereye bütün lise me’zun ve me’zuneleri ile rical-i mühimme ve erkam-ı matbuat da‘vet edilmiş. Müsamere ümid edildiğinden fazla parlak olmuş. Hanımlar piyano çalmış şarkılar söylemişler. İki perdelikTürk Uşağı Tomris rolünü ifa eden hanım Türk kadınlığına vurulan darbeden Türk kadınlığının kafesler arkasında kalıp Hüküm g Beşeriyeti şimdiye kadar bu akibetten kurtaran ve fima-ba‘d dahi kurtaracak olan yegane münci ve halaskar diyanet kuvve-i nazımesidir. Diyanet en nafiz bir ilm-i ruh mütehassısı ve en hazık bir emraz-ı ruhiyye doktorudur. gaye-i beşeriyyenin te’min-i huzur ve refah olduğunu ve bu gayeyi te’min için her vasıtaya baş vuracağını kablel-vukûkeşf eden diyanet kuvve-i Ruh-ı beşer minel-ezel muztaribdir teşne-i huzur ve refahtır. Hayatı muztarib eden teşnesi bulunduğu huzur ve refahtan dur ve mehcur bırakan alaik-i hayattır. Hayat mahdud fakat alaik-i hayat na-mahduddur. Mahdud hayat na-mahdud alaikın muhasara-i merareti içinde durur. Sine-i vüs‘at-abadını doldurup taşan guna-gun emellere nail-i visal olmak için aciz fakat mağrur insan yalnız bir tarika ve yalnız bir vasıtaya maliktir. Mücadele ve mübareze… Fakat bir gonca-i emeli hezar har-ı canhıraş sine-i nalanına hezar har-ı hırman ve hicran saplanır. Hırman ve hicran hayatın ba‘is-i alam ve ıztırabatıdır. Hakim-i şehir Fahreddin Razi hocamız diyor ki:Hayatın bütün alam ve ıztırabatı maddi ve manevi hırman ve iftiraklardan tevellüd eder. Hastalıkların tevlid ettiği alam ve ıztırabat bile hüceyrat-ı hayatiyyenin ensice-i nazımesi miyanında husule gelen iftiraklardan mütevelliddir. Hayatın maddi ve manevi refah ve rahatı da kendisiyle emelleri ve hüceyrat-ı uzviyyesinin ensice-i nazımesi miyanında visal ve ittisal-i tam bulunmasındadır. Fakat bir şair feylesof-nazarın. dediği gibi herkes her emelinin visal ve ittisaline nail olamaz. Visal-i emel rüzgarı daima sefine-i hayatın ta‘kib etmek istediği istikamete muvafık olarak esmez. Hayat tul-i emellerin çıkmaz sokaklarında dönüp dolaşırken Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul hakkında hayır telakki ederek me’yus değil müteselli olur. Ve bu teselli onun intihar yahud tecennün akıbetinden kurtarır. Hayat-ı maddiyyenin gelip geçici bir safha olduğunu gelip geçici bir hayatın mahrumiyetlerinden me’yus olarak intihar yahud tecennün etmenin manasızlığını ve bu mahrumiyetlerin alem-i ukbada ma‘a ziyadetin telafi edilebileceğini bilmesi onun kalbine yeis değil inşirah verir. Yine mu‘tekid ve mütedeyyin bir kimse gayr-ı meşru‘ vasıtalarla elde edilecek hayat havaicinin muvakkat hayata nafiolsa bile ebedi hayata iras-ı zarar edeceğini ve muvakkat hayatın te’min-i huzur ve refahı uğrunda ebedi hayatı külliyyen telh-kam etmenin ve tecavüzden son derece tehaşi eder. Hatta her hangi tarik-i tenhaide rast geldiği sahibsiz bir mal ve meta‘a el uzatmaya kendinde cür’et bulamaz. Fani hayat-ı maddiyyenin te’min-i havaicinden ziyade baki hayat-ı maneviyyenin te’min-i havaicine çalışmak lazım geleceğini düşünen mu‘tekid ve mütedeyyin bir kimse ebna-yı nev‘inin sinesinde cerihalar açmayı değil cerihalarını sarmak ve tedavi etmek suretiyle hayat-ı uhreviyyesinin te’min-i huzur ve refahı namına havaic-i maneviyye hazırlamayı gaye-i mesai intihab eder. Kudret-i nazıme beşeriyete böyle bir hayat ve mesai programı tanzim etmiş ve bu programın te’min-i tatbikini mükafat ve ukûbat-ı uhreviyye ta‘yin ve tertibi suretiyle te’yid buyurmuştur. Kanun-ı diyanete teba‘iyyet ve sadakatleriyle mütenasib bir derecede nail-i huzur ve refah olan beşeriyet son asırlarda tutulmuş olduğuda’üt-teceddüdhastalığının sevk ve tahrikiyle diyanet kudret-i nazımesini bunca asırlık hizmetlerine mukabil kendisine teşekkür bile etmeksizin tekaüde tabi‘ tutarak yerine genç ve dinç zannettiği medeniyeti getirmeye çalışıyor. Acaba medeniyet diyanete hayrul-halef olabilecek kıymet-i nazımaneyi haiz midir? Her mütefekkirin bu suale vereceği cevab mutlaka menfi bir cevabdır. Beşeriyeti ferdi ve ma‘şeri huzur ve refah va‘d eden ferdi ve ma‘şeri huzur ve refahı maddi ve manevi mükafat ve ukûbat gibi itma‘ ve ihafe vasıtalarıyla taht-ı te’mine alan bir medeniyet varsa öyle bir medeniyetin nam-ı aslisi diyanettir. Ve medeniyet onun nam-ı müstearıdır. Binaenaleyh diyanet-perestliği medeniyet-perestliğe tahvil etmek asri teceddüdlerin birçok nevi‘lerinde görmekte bulunduğumuz vechile bir isim ve ünvan değiştirmekten ibaret kalır. İsimlerin değişmeleleriyle müsemmaların değişmediklerini daima görmekdeyiz. Başka türlü medeniyetleri diyanet medeniyetiyle karşılaştırınca diyanet medeniyeti bir nur diğer medeniyetler bir zulmet. Diyanet medeniyeti bir ilim diğer medeniyetler bir cehl. Diyanet medeniyeti bir fazilet diğer nazımesi en salim bir hayat ve mesai programı tanzim ederek beşeriyeti o programa tevfik-i hareketle mükellef tutmuştur. Diyanet programı bir maddesiyle beşeriyete basit ve sade bir tarz-ı hayat tavsiye eder. Hayatın besatat ve sadeliği alaik-i hayatı azaltır. Alaik-i hayatın azlığı hayatı çok yıpranmaktan kurtarır. Na-mahdud tul-i emeller arkasında koşup da nail olamamaktan mütevellid bi-payan alam ve ıztırabat-ı ruhiyyeyi ta‘dil ve tahfif eder. Huzur ve refah-ı hayatın derecesi alam ve ce az ise elem ve ıztırab-ı ruhi de o derece azdır. Elem ve ıztırab ne derece az ise hayat da o derece nail-i huzur ve refah olur. Hayata dağdağalı debdebeli tantanalı bir cereyan vermek alaik-i hayatı arttırır. Alaik-i hayatın artması hayatın meşağil ve mesaisini çoğaltır. Meşagil ve mesainin çoğalması hayatın fazla mikdarda yıpranmasını mucib olur. Fazla meşağil ve mesai hayatı bir taraftan fazla mikdarda yıpratırken diğer taraftan fazla hırman ve hicranlara ma‘ruz bırakır. Hırman ve hicranlar ne derece tezayüd ederse alam ve ıztırabat-ı ruhiyye de o derece kesb-i şiddet eder. Alam ve ıztırabat ise hayatın yegane mani‘-i huzur ve refahıdır. Her şeyden evvel hayata kıymet ve ehemmiyet veren diyanet kuvve-i nazımesi hayatı mutedil bir mesai ile mukayyed kılmıştır. Basit hayatın basit havaicini tedarike kafi gelmeyecek derecede az mesaiye kanun-ı diyanette cevaz bulunmadığı gibi dağdağalı ve debdebeli bir tarz-ı hayatın kesb-i havaici uğrunda hayatın yıpratılmasına da müsaade yoktur. Debdebeli hayatın hayata fazla mesai tahmil edeceğini ve mesai ne kadar fazla olursa olsun debdebeli bir tarz-ı hayatın kaffe-i havaicini tedarike kafi gelmeyerek kendi havaicini dier hayatların kazançlarından te’min ve tedarik etmeye kalkışacığını bilen kanun-ı diyanet bir taraftan beşeriyete besatet-i hayat tavsiye ederken diğer taraftan da hayatları yek-diğerlerini cerh etmekle değil cerihalarını mütekabilen sarmak ve tedavi etmekle ve mevcud alam ve ıztırabatı teşdid ve tezyid etmekle değil mütekabilen ta‘dil ve tahfif etmekle mükellef tutuyor. Basit tarz-ı hayatın basit havaicini te’min ve tedarike masruf mesainin daima muvaffakiyetle netice-pezir olmamasından mütevellid me’yusiyetlerin hayatı ma‘ruz bırakacağı intihar yahud tecennün akibetlerinden beşeriyeti kurtarmak endişesiyle lerzan olan diyanet kuvve-i nazımesi hayata me’yusiyete hiçbir mahal ve mevki‘ vermiyor. Mu‘tekid ve mütedeyyin bir kimse sa‘y ve amelin kendisine fakat sa‘y ve amelinin muvaffakiyetle neticelenmesinin ma-fevkat-tabia bir kudret-i nazımeye aid bir keyfiyet olduğuna kanidir. O kudret-i nazımenin teşebbüsatı muvaffakiyetle neticelendirmemesini kendi lerin kulübe-nişin ahalisi yüksek dağların hayme-saz sekenesi çam ağaçlarının saye-i ruh-nüvazı altında kendi kavalından başka enis ve celisi olmayan kıl abalı çobanları tuz ve ekmekle taayyüş eden kır bekçileri mevsimin eden göçebeleri cihanın ve bil-hassa yirminci asrın en medeni insanları değil midir? Başka medeniyetin gayesi eğer öyle değilse böyle bir medeniyetin huzur ve refah-ı beşer namına bir afet bir musibet telakki olunması lazım gelmez mi? Şeyh Sadi merhum esna-yı seyahatinde yolunu Haleb-i Şehbaya uğratmış. Şehrin harici manzarında bir ulviyet ve ihtişam müşahede etmiş. Fakat sekene-i şehri ruhan mütedenni ve mütereddi görmüş. Bu ma‘kus mütezad ihtisasların ilhamları ona: dedirtmiş:Haleb-i Şehba ahalisinin haneleri muntazam ve muhteşemdir. Fakat kendileri ruhan mütedenni ve mütereddidir ilahi; mütezad bu iki manzara arasında bir muvazene te’sis et! Sadi merhumun Haleb şehriyle sekene-i şehir hakkında rekz etmiş bulunduğu bu abide-i fikriyye başka medeniyetle başka medeniyetçilerin yan yana alınmış mükemmel bir fotoğrafları değil mi? Pek çok kimseler vardır ki en mantıki telakkiler muvacehesinde görüş ve düşünüş tarzlarındaki tehalüf hasebiyle hayatlarında menfi netayice dest-res olurlar. Gerçi görmek düşünmek bir hassa-i fıtriyyedir. Herkes görür ve kendine göre bir muvazene-i akliyye te’sis edebilir. Fakat müsbet bir neticeye vüsul için bu havassın eder. Hayat-ı hususiyyemizi göz önüne getirirsek maksadı daha iyi izah etmiş oluruz. Beşeriyet sürur ve keder huzuz ve elemden hali kalamaz. Meserretli bir zamanımızda en tabii gördüğümüz her hangi bir hadiseye mükedder bir zamanımızda tahammül bile edemeyiz. En müleyyen hitabları bir hakaret gibi telakki ederiz sevdiklerimiz bize pek yabancı gelir. Bilakis sevinçli bir zamanımızda bütün bu gayr-ı tabiiliklerimize şaşarız. medeniyetler bir rezilet. Diyanet medeniyeti bir hakikat diğer medeniyetler bir hurafe. Diyanet medeniyeti bir hak diğer medeniyetler bir batıl. Diyanet medeniyeti bir melekiyyet diğer medeniyetler bir behimiyyet. Diyanet medeniyeti bir ulviyet diğer medeniyetler bir süfliyet. Diyanet medeniyeti bir saadet diğer medeniyetler bir şekavet. Diyanet medeniyeti bir hidayet diğer medeniyetler bir dalalet. Diyanet bir medeniyet diğer medeniyetler bir vahşet. Diyanet medeniyeti bir sırat-ı müstakim diğer medeniyetler bir tarik-ı sakim. Diyanet medeniyeti bir sulh u salah diğer medeniyetler bir fitne ve şuriş. Diyanet medeniyeti bir intizam ve inzibat diğer medeniyetler bir fevzaviyyet ve anarşi avamili hal ve mahiyetinde ibret-nüma-yı uyun olur. Diyanete perestiş edildiği zamanlardaki ferdi ve ma‘şeri huzur ve refahların dereceleriyle başka medeniyetlere perestiş olunduğu asırlardaki ferdi ve ma‘şeri huzur ve refahların derecelerini mukayese eden her mütefekkir medeniyet-i diniyye elinde öyle diğer medeniyetler aleyhinde de böyle hükümler vermekte hiçbir vechile duçar-ı tereddüd olmaz. Beşeriyetin hayatına kıymet ve ehemmiyet verecek ona huzur ve refah te’minini gayet-i tanzimat gösterecek ve o yolları taht-ı emniyette bulunduracak medeniyet-i diniyyeden başka bir medeniyet yoktur. Başka medeniyetler hayatı besatetten çıkarıyor. Hayatın besatetten çıkması hayatın alaikini arttırıyor. Alaikin artması hayata altından kalkamayacağı derecede mesai tahmil ediyor. Mesai-i şahsiyyesiyle alafranga hayatın levazım ve havaicini te’min ve tedarik etmek imkanını göremeyen sahib-i hayat başkasının kazancıyla yaşamaya göz dikiyor. Başka medeniyet ihtiyacatı çoğalttırıyor. ka medeniyetler beşeriyeti hasenata teşvik seyyiattan tahzir etmiyor. Etse de kuvve-i te’yidiyyeye malik değildir. Başka medeniyetler beşeriyete muhteşem binalar yaptırıyor muntazam libaslar giydiriyor mutantan sofralar kurduruyor suveri zevk u safa alemlerinde gezdiriyor. Fakat kalbe huzur hayata ciddi bir refah ruha ulviyet bahşedemiyor. Başkasının alam ve ıztırabatına karşı la-kayd ve seyirci kalacak derecede ruhları süflileştiriyor. Başka medeniyet bir aşüfte-i sehhar gibi süslenerek kokular sürünerek gafil beşeriyetin boynuna sarılıyor fakat neticede cebinde kesesinde cüzdanında kaç kuruşu varsa çekip alarak canını yakıyor!. Başka medeniyetin gayesi beşeriyete huzur ve refah te’min etmekse ruhuna ulviyet ahlakına safiyet ifaza etmekse ayn-ı gayeyi istihdaf eden diyanetin ne kabahati var?! Başka medeniyetin gayesi o ise hücra köy bir şahıs için hukûki vicdani mefkureler bir hayal-i bisuddan Tekemmül edemez tereddi eder. Dikkat olunursa din ve ahlak ile alakasını kesenler daima ayn-ı evsaf-ı mahsusayı irae eyledikleri göze çarpar. Bu gibilerin bütün hareketleri nefsanidir. Nefis ise ma‘lum olduğu üzere daima menhiyata meyyaldir. Nefis mukayyed olmak istemeyeceğinden menfaat-i umumiyye mülahazatının en tehlikeli muhalifidir. Bunun mütereddi kimseler teşkil eder. Hayat-ı ictimaiyye-i ahlakiyye yürüdüğü yollarda ifrat ve tefritten azade olarak hakiki mebdelere istinad eden bir küldür. Bu sahada nefsani hareketler değil muvazeneye muhakemeye müstenid mefkureler vaziyete hakimdir. Hak ve hukûk mefhumların yegane menbave masdarını teşkil eden dini ananat ile bundan müteşa‘ib ve beşeriyet dahilinde sürur ve huzuru hüsn-i muaşereti te’min edecek yegane çare olan ahlakiyatı ve bu mebdelerden nebe‘an eden bir tarz-ı mahsusu -ki secaya-yı milliyyedir- muhtevi olan bu hayat en tabii ve cibilli bir hayattır. Bu hayatı kabul eden muhitte mütekabil hak ve vazifeler hal-i kemal ve faaliyettedir. Bit-tabi‘ asayiş efradın huzur ve sükunu ve kabiliyetleri mü’min olan hayat-ı ictimaiyyede her hakikate layık olduğu mevki‘ bahşedilir. Tesanüd-i ictimai dine hürmet ve muhabbet ahlaka itina öyle kaviyyüş-şekime bir akl-ı terakki ve teceddüd vücuda getirir ki her saha-i kemalde muvaffakiyetler yek-diğerini ta‘kib eder. Çünkü hayat-ı ictimaiyye-i ahlakiyyenin vasf-ı mümeyyizi maddi ve manevi tekemmülattır. Bu mütearife ve desatiri tafsilen zikr etmekten maksadımız hey’et-i ictimaiyyemiz arasında gittikçe çoğalmaya başlayan tereddiyatın ehemmiyeti üzerine celb-i dikkat içindir. Yukarıda arz ettiğimiz gibi görüş ve düşünüş tarzları tamamıyla nefsani bir halde bulunan bazı mütereddiler hey’et-i ictimaiyyemiz için ciddi bir tehlike teşkil etmeye başlamışlardı. Bunlara her yerde her sahada tesadüf etmek mümkündür. Aralarında biraz ahlaktan namustan faziletten bahsetmek isteseniz derhal takallüs eden yüzSahrada serab temaşasına dalan bir kimse o esnadaki halet-i ruhiyyesine göre susamış ise güzel göller nehirler gadub ise muharebeler hücumlar mütehassis ise ormanlıklar çayırlar görür. Bundan anlaşılıyor ki görüş ve düşünüş herkes için sabit bir mahiyeti haiz değildir. Hin-i tefekkürde hakim olan halet-i ruhiyye hangi mebde’e istinad ediyorsa tefekkür neticesi de aynı esasa müntehi olarak zuhur eder. Bu misallerde hadisatın mahiyeti asla tebeddül etmediği halde tebeddül eden telakkiyatımızdan başka bir şey olmadığı görülecektir. Hayat-ı şahsiyye kadar hayat-ı Mesela telakkiyat-ı ictimaiyye nokta-i nazarından haluk ve dindar bir insanla serbest ve dinde müsamahakar bir kimseyi tasavvur edelim. İbadetgah-ı hakikat olan cami dindar için bir ma‘bed-i mualla dinsiz için bi-lüzum bir mahall-i ictima olarak görülür. Yine o haluk zat kimseyi aldatmamayı yalan söylememeyi bir zaruret-i hayatiyye addederken diğeri aldanmamak için aldatmayı kazanmak telakki eder. Cem‘iyete düşman bir hırsız bir anarşist nazarında asar-ı medeniyye kendilerine aid guya kendilerinden gasb olunmuş da istirdadına mecbur oldukları bir hak imiş gibi telakki edildiği halde tekafül-i ictimaiyi te’min ile mükellef bulunan hey’et-i ictimaiyye nazarında bu telakkiyat cem‘iyet namına hukûk-ı umumiyye namına bir tecavüz addolunmaktadır. Bunlara rağmen taaddüd eden görüş ve düşünüşler muvacehesinde hakkı da taaddüd etmiş zannetmek doğru mudur?... Bi-zatihi hakaik-i eşyaya mutabık ve nizam-ı aleme muvafık bir küllü la-yeteğayyer olan hakikat şübhe yoktur ki hiçbir fikre hiçbir arzuya ittiba‘en tebdil-i şekil ve mahiyet eyleyemez. Meğer ki mefkureler akval ef‘al ve ahval-i hak ve hakikate mukarin olsun. Şu halde netice mebdelerde karar kılıyor demektir. Tarz-ı rü’yet ve tefekkür hakikat mebdelerine ne kadar yaklaşırsa müsbet neticeler istihsali o kadar kesb-i suhulet etmiş olur. İfrat ve tefrit ile bir hizada giden halet-i ruhiyyelerin muhassala ve muvazenesi ise bit-tabi‘ menfi semereler verir. Bu sahadaterbiye-i fikriyye terbiye-i diniyyemefhumları kemal-i ehemmiyetle kendini ve lüzumunu hissettirir. Çünkü doğru görmek ve düşünebilmek için her şeyden evvel i‘tidal-i mizaca zaruretleri ve ihtiyacatı mikdarınca takdir edecek bir isti‘dada hak telakkileri karşısında mütehassis bir kabiliyete ihtiyac vardır. Manen duçar-ı tereddiyat olan bir insanın bu kabiliyetleri rurat ve rabıtalardan kendisini beriyyüz-zimme addeden Bizim maddeten ve manen ne derece sukût ettiğimizi anlamak için memleketin her tarafındaki asar-ı hayriyyemizin bugünkü hal-i pür-melaline atf-ı nazar etmek kafi gelir. Ecdadımızın evvelce dünyalar kadar geniş olan memleketimizin her tarafında yaptırmış bulundukları camiler mescidler acaba bugün ne haldedir? Ne halde olduklarını anlamak için herkes kendi memleketindeki yahud bulunduğu yerlerdeki maabid-i diniyyeyi ya gözden geçirir yahud hatıra getirirse ne halde olduklarını derhal anlar ve her anlayan şübhesiz gözyaşları dökerek ağlar! Ez-cümle sertac-ı bilad olan İstanbulumuzda beş on selatin cevamii istisna edilirse her tarafı ma‘mur cami ve mescidlere pek az tesadüf olunur. Maahaza selatin camileri içinde her tarafı ma‘mur olmayanlar da yok değildir. Mesela Sultan Ahmed Cami-i Şerifine gidiniz. Bir hasır mefruşata bile tesadüf edemezsiniz. Ecanibin dahi ziyaretgahı olan o bedi‘a-i medeniyyenin böyle perişan bir manzara arz etmesinden müteessir olmamak kabil midir? Sultan Ahmedden Edirnekapı cami-i şerifine çıkınız. O dilber ma‘bed-i mübareki de aynı vaziyette görerek kalbinizde derin teessürler duyarsınız. Diğer cevami‘-i şerifeden Eski Ali Paşa ma‘bed-i mahzununa giriniz. Tarz-ı mi‘marisindeki güzelliğe hayran olursunuz. Fakat duvarlarının sıvaları dökülmüş nukuş-ı müzeyyenesini bozulmuş kubbesini kel başa dönmüş minaresinin başını gövdeden ayrılmış derununda ikamet eden süfli aileler dolayısıyla göçebe çadırı haline elmiş etraf ve eknafını mezbelelik mevad ile dolmuş görürsünüz. Bu manzara karşısında imanlı bir göğsün kuvvetli ve mütevali şehkalar ile daraban olmaması mümkün müdir? Oradan Sarıgüzel civarında İskender Paşa Cami-i Şerifine geliniz. O küçük fakat gökçek ibadetgahı da ayn-ı halde bulursunuz. Oradan da Mercan Yokuşuna ininiz. Yokuşun başucunda viran halinde bile gelip geçenlerin nazarlarını kendisine celb ve cezb eden ve altındaki dükkanlardan vakfiyesi de olduğu anlaşılan bir mescidle karşılaşırsınız. Fakir bir dervişin bazı mahalleri delik deşik diğer yerleri de yamalı hırkasını andıran bu mescidin avlusunu bi-edeblerin tebellüv-gah ittihaz ettiğini görünce ve bu manzaranın oradan gelip geçen milel-i muhtelife yolcularının da nazarlarından gizli kallerini çevirerek sizi eski kafalılıkla itham ederler. Nazarlarında bütün tarihimizi mefahirimizi celadetimizi medeniyetimizi nazar-ı gıbta ve sitayişle görülen iffet ve ahlakımızın zerrece kıymeti yoktur. Nazarlarında hey’et-i ictimaiyyemizi asırlardan beri terakkiden alıkoyan bir takım hurafedirler. Herşeyi nefsiyle yalnız kendi şahsi menfaatiyle ölçen bu zavallıları kah matbuat sütunlarında bin bir fuhuş yaveleriyle fazileti terk rezalete teşvik ve teşci‘ eder görürsünüz. Kah umumi bir lokantanın bir barın bir meygedenin buharlı köşelerinde şiar-ı milliyi istihfaf eder bulursunuz… Yegane düsturları i‘tikadları ancak bu düsturlardır: Para kadın kumar müskirat dans… Bunların haricinde kendilerini alakadar edecek hiçbir mevzu‘ yoktur. Bütün hayat-ı ictimaiyye ve ferdiyye bu mülevvesat arasında medfundur. Oraya gömülmeyenin medeni addolunmasına eşkalini garbın pazar-ı fücuruna çıkmış mülevvesatı içinden büyük bir maharetle seçip almakta mütebahhirdirler. Meslekleri sorulsa hepsi birer üstaddır. Yüksekten atıp tutarlar. Fakat ne garbı ne de şarkı tanırlar. Garbın terakkiyat-ı maddiyyesi namına ne bir sahife faideli bir eser ne de tüter bir baca ateşleyen bir ocak vücuda getirebilecek kıymet-i ilmiyyeye malik değillerdir. eden bu mütereddilerin nefsani te’siratından ahlak ve döndürücü bir süratle sereyan eden mülevvesat-ı ahlakiyyenin tekmil aile rüesasını dur-endiş aklı başında her müslümanı tedhiş etmeye başladığı bir esnada bu ahlaki ve ictimai mücadele kadar lüzumlu bir müdafaa tasavvur olunamaz. Hey’et-i ictimaiyyemizin senelerce devam eden hayat ve memat mücadelatından mücadele-i milliyyeden avn-i hakla muzaffer çıktığı bir esnada bütün bu zaferlerin bünye-i milliyye dahilinde ahlaksızlık baltasıyla yıkılmaya müsaade edilmemelidir. Asırların medeniyetini şark ve İslam medeniyetini ağuşunda saklayan yükselten mehasin-i ilmiyyeyi ahz u iktibasa teşne olduğu kadar bütün bunlardan uzak yalnız ve yalnız fezayih ve kabayihin taklidine ma‘tuf sahte garbcılıktan nefret etmekte haklıdır. Çünkü milletin kendi yolu hak yolu daima zafer saadet getirmiş taklidcilik de daima nifak ve şikak fuhuş ve rezail za‘f ve hüsrandan başka bir şey te’min etmemiştir. Bütün garb aleminin ancak bugün anladığı ve bizin on üç asırdır bildiğimiz yegane hakikat hayat-i ictimaiyyenin ancak maneviyatve ahlaka istinad etmek suretiyle yükseleceğini bir def‘a daha tekrar etmektir. vaziyetteki mihrab taşlarından der-hatır edilir. Cami görürsünüz ki mevcudiyeti kapı taşlarında mahkuk kalan kitabeden istidlal olunur. Cami görürsünüz ki kapısını örümcekler muhasara etmiş kimseyi içeri girmeğe bırakmıyor. Cami görürsünüz ki derununda yalnız güğercinler Allaha arz-ı ubudiyyet ediyor. Cami görürürsünüz ki eşya deposu ittihaz edilmiş bulunuyor. Cami görürsünüz ki içerisi bir yolcu vapurunun güğertesi yahud anbarı gibi karmakarışık insan ve eşya kümeleriyle dolmuş taşıyor! Bu haller bu manzaralar şübhesiz İstanbul camilerine mahsus ve münhasır değildir. Anadoluda camilerin çokları da aynı halleri ve aynı manzaraları arz eder. Hatta oralarda zahire anbarı ittihaz edilmiş camilere dahi tesadüf edilir! Acaba camilerimizin bu halleri ne olacaktır ve bunların varidat-ı vakfiyyesi ne olmuştur? Evkaf-ı İslamiyyenin dillerde destan olan zenginliği neden bu maabidin imdadına yetişmiyor? Evkaf İdaresi camilere bakmazsa kimden kime şikayet edeceğiz? Yeni nesillerde yeniden cami yaptıracak paşalara beylere efendilere ağalara hanımlara hatunlara tesadüf edilemez. Ecdadımız eslafımız yemedikleri şeylereSanki yedimdiyerek onlara sarf edecekleri paraları biriktire biriktire cami ve mescid yaparlarmış. Biz yediğimiz şeylere desanki yemedim diyoruz. Onun için biz para artıramayız. Artıranlarımız olursa onlar da bankalara yatırırlar veyahud hanlar apartmanlar yaptırırlar yahud rakıya şaraba konyağa şampanyaya tiyatrolara sinemalara fuhuşa sefahate eğlencelere sarf ederler! Bunların içinde yeniden cami yaptıracak kimseler bulmak şöyle dursun harab camileri ta‘mir ettirecek kimseler de bulamayız. Yeniden cami yaptıran olmazsa yıkılanlar ta‘mir edilmezse mevcud camiler birer birer yıkılırsa ve yıkılmakta devam ederse bizi takib edecek nesillerin namaz kılacak camiden mahrum kalacaklarına kat‘i nazarla bakmak lazım gelir! Bunların kıymet-i diniyyeleri kalmadıysa kıymet-i tarihiyyeleri kıymet-i medeniyyeleri kıymet-i mi‘mariyyeleri kıymet-i bedi‘iyyeleri vardır. Alem-i medeniyet asar-ı atika bulmak için yerleri kazdırıyor dağları attırıyor ve bu uğurda azim masraflar iktiham ediyor diyar diyar dolaşıyor asar-ı atika taharrisini bir hak telakki ederek hususi ve siyasi muahedelere ona dair maddeler derc ediyor hatta o hakka ta‘arruz bazen sebeb-i harb oluyor. Bizim Evkaf İdaresi adeta hiçbir his ile mütehassis değilmiş gibi hareket ediyor. Müessesat-ı diniyyemizi kendi varidatıyla muhafazadan acz gösteriyor. Zaman oluyor ki yerine Alman Dostluk Yurdu yapılmak için bir cami yıkılıyor da Evkaf İdaresi ses çıkarmıyor. Zaman oluyor mına değilse milliyet namına utanarak yerlere geçmek elinden gelmiyorsa acaba külliyyen yıkmak da mı gelmiyor? Oradan Aksaray semtine geçiniz. Samatyaya doğru giden tramvay hattı üzerinde kubbesi tüysüz başlar gibi cırcıbız kalmış Kara Mehmed Paşa Cami-i Şerifini de ayn-ı vaziyette görür ve ayn-ı teessüre duçar olursunuz. Aksaraydan biraz daha yukarı çıkınca Murad Paşa Cami-i Şerifi karşısınıza gelir. İçine girince sıvalarının hazan yaprakları gibi dökülmekte bulunduğunu görürsünüz. Vakit eğer ezan vakti ise ezan sesini minareden değil sath-ı zeminden işitirsiniz. Sebebini araştırırsanız minare şerefelerinin bozukluğundan ileri geldiğini öğrenirsiniz. Oradan Hekimoğlu Ali Paşa Cami-i Şerifine çıkarsanız daha dil-hıraş bir manzara-i harabi karşısında kalırsınız. Cami-i şerifi ihata eden harici duvarlar yıkılmış o geniş avlu ekini biçilmiş tarlalar gibi her nevi‘ mahlukatın mürur u uburuna serbest bırakılmış oymalı ve sanatlı mermer taşlarıyla vücuda getirilmiş olan kütübhane kim bilir ne gibi ihtiyacların mevludü bulunan mütenevvi‘ ve muhtelif hücreler abdest almaya mahsus bedi‘a-vari musluklu oyma taşlar bir medeniyet-i münkariza enkazı haline gelmiş. Siz hazin ve melül nazarlar size baktıklarını ve sizden istimdad ettiklerini teferrüs edersiniz! Oradan Fatih civarında Cedid Nişancı Mehmed Paşa Cami-i dil-firibine geliniz. Siz onun derununa girince sizin derununuza da ferah ve inşirah girer. Fakat şadırvanında su minaresinde mü’ezzin minberinde hatib mihrabında imam saflarında cemaat göremezsiniz. Kırık camlı pencerelerin sıvası dökülmüş duvar ve direklerin cami-i şerifin emsalsiz sima-yı letafetinde birer leke teşkil ettiklerini görünce ferah ve inşirahınız inkıbaz ve mu‘-ı tahsisatın bir kişiye birkaç günlük bir nafaka olabilecek derece az bulunduğu cevabını alırsınız! Oradan de ya bir paşa ya bir bey ya bir efendi ya bir ağa ya bir hanım yahud bir hatun tarafından yaptırılmış ve namlarına vakfiyeler de bırakılmış adeta sayısız derecede çok camilere mescidlere rast gelirsiniz. Fakat rast geleceğiniz o çok cami ve mescidler içinde mümkün mertebe ma‘murlarına pek az tesadüf edersiniz. Cami görürsünüz ki mevcudiyet-i maziyyesi ancak kubbe-i semada bıraktığı hoş sadadan anlaşılabilir. Cami görürsünüz ki mevcudiyeti yalnız başına dikili kalan minareden belli olur. Cami görürsünüz ki mevcudiyeti ancak aynı cehalete de i‘lan-ı harb ettik. O tarihden beri erkan ve ümera-yı maarifimiz hummalı bir faaliyet ve hareket gösteriyor. Darul-fünun müderrislerinden mekatib-i ibtidaiyye muallimlerine varıncaya kadar hepsi bu hareket ve faaliyete iştirak ediyor. Hey’et-i ilmiyyeler teşkil olunuyor encümenler kuruluyor kitaplar yazılıyor mütehassıslar getiriliyor maarif namına ahaliden vergiler alınıyor Şehremanetinden mali muavenet isteniliyor evkaf varidatına göz dikiliyor basit fakat kafi binalar bırakılarak muhteşem ve mutantan dairelere geçiliyor teşkilatını değiştirmek için fakir bütçemize azim masraflar tahmil ediliyor tahsil-i ibtidai mecburiyet altına alınıyor hulasa: Cehalet düşmanına karşı galibiyeti te’min herkes necm-i zaferin bu ordunun ufk-ı maarifinde tulu‘ edeceğine zahib oluyor. Fakat hayfa ki ümera-yı maarifin bütün emeklerin boşa gittiği anlaşılarak emeller inkisafa hayaller inkisara uğruyor. Herkeste me’yusiyet ve her tarafta mağlubiyet asarı görülüyor. Mağlubiyet acısı me’yusiyet te’siri maarif ordusunda tensikat yapmak yeni bir ordu vücuda getirmek ihtiyacını tevlid ediyor. Nazırlar değişiyor vekiller yenileşiyor erkan ve efrad-ı maarifin bir kısmı tekaüde sevk ediliyor bir kısmına terhis tezkiresi veriliyor yerlerine gençler dinçler getiriliyor yeniden hey’etler encümenler toplanıyor yeni programlar tanzim olunuyor yeniden kitaplar yazılıyor maarif bütçesine yeniden tahsisat konuluyor hummalı faaliyetler velveleli nümayişler gürültülü alayişler kulakları çınlatıyor gözleri kamaştırıyor kalbleri heyecana getiriyor vaziyet yine bir mahşer-i kıyam manzarasını ve hareket boruları çalınıyor feza-yı zemin ve asuman yine sözden ma‘mul top tüfek sadalarıyla inliyor nutuk konferans makale tarrakalarıyla zemin ve asuman titriyor herkes vasi‘ mikdarda maarif fütuhatının arefe-i beşaretinde bulunduğumuza zahib oluyor fakat yine hayfa ki yanlış sevk ve idareler yüzünden bu yeni maarif ordusunun da hiçbir muvaffakiyet elde etmeksizin ric‘at yolunu tuttuğu inhilal ve izmihlale uğradığı görülüyor! Yeniden bir tecemmu‘ ve istihzarat hareketleri başlıyor. Fakat akibet yine ayn-ı akibetten ibaret kalıyor! adedince ve belki daha fazla mikdarda vücuda getirilen maarif ordusu cehalete karşı açtığı bütün muharebelerde daima mağlub olmuş ve cehalet kuvvetinin memleketi harebesi Balkan Muharebesi nihayet Harb-i Umumi memleketin hududunu ne kadar daraltmış ise o muharebelerle beraber başlayan maarif muharebeleri de saha-i ki Şehremaneti açmak istediği yolların istikametlerini camilere tesadüf ettiriyor da Evkaf İdaresi seyirci kalıyor. Zaman oluyor ki Evkaf İdaresi ta‘mire muhtac binlerce camiler bulunduğunu unutarak vakıf paraları Türk Ocağı teşkilatına veriyor! Mazide bu halde olan Evkaf İdaresi acaba halde istikbalde müessesat-ı diniyyemize karşı himayekar bir vaziyet alacak mıdır? Hiç de zannetmiyoruz. Müessesat-ı diniyyeyi himaye etmeyen Evkaf tarsa ati için bir medar-ı teselli olabilir. Çünkü günün birinde Evkaf İdaresinin müessesat-ı diniyyeye karşı himayekar bir vaziyet almasına ihtimal verilebilir ve o zaman elinde menba‘-ı varidat bulunması müessesat-ı diniyyenin hayrına hadim olabilir. Fakat varidat-ı vakfiyye menabi‘i kuruduktan sonra Evkaf İdaresinin alacağı himayekar vaziyetin hiçbir faidesi olamaz. Eğer şimdiye yıkılan ve fima-ba‘d yıkılacak olan cevami‘ ve mesacid ta‘mir edilmeyerek ensal-i müstakbelemiz ibadetgahsız kalacak ise bunun yegane sebebi Evkaf İdaresidir. Ve bütün mes’uliyet-i maneviyyenin de Evkaf İdaresine aid olması lazım gelir. Evkaf İdaresi müstehlik vaziyetinden çıkarak müstahsil vaziyetine girmedikçe ve istihsalatını maabid-i diniyyenin ta‘mir ve termimine hasr ve tahsis etmedikçe cami harabelerinde daima baykuşlar öttüğünü göreceğiz! Mabedlerimiz harabeler haline gelmiş olduğu bir zamanda dans salonları yaptırmakla meşgûl olan Evkaf sıkılmalıdır. Düşman cephesinde muharib bir ordunun tanzim ve karşı galibiyeti te’min için planlar tertib olunur. Efrad ve zabitan muntazam bir makine gibi işler durur. Bütün kuva-yı müteharrike bu mütemadi faaliyete iştirak eder. Bütün cephe bir mahşer-i kıyam haline gelir. Bütün malzeme ikmal ve bütün tedbirler ittihaz edilir. Nihayet mütekabil hücum ve ateşler feza-yı asumanı gürültüler uğultular sisler dumanlar içinde bırakır. Bu hayat ve can musara‘ası devlet millet memleket istiklal mücadelesi bir müddet devam ettikten sonra o velveleli hummalı faaliyetler ile tanzim ve ihzar olunan ordunun sevkul-ceyş ve ta‘biye hataları yüzünden münhezim ve muzmahil olarak ric‘at ve istidbar ettiği görülür! Bizim maarif ordumuzu işte öyle bir harb ordusu vaziyetinde görüyoruz. Biz İ‘lan-ı Meşrutiyetle beraber rinde bir nazırın tebeddülü bütün maarif me’murin-i ilmiyye ve idariyyesinin derhal tebeddül etmesine ve bir müdürün değişmesi bütün maiyetinin değişmesine kafi bir sebeb oluyordu! Hele bir fırkanın sukûtu ve yerine diğer fırkanın suudu her şeyi altüst ediyordu. Her nazırın yeni bir program ve her fırkanın başka bir nizam çıkarması umur-ı maarifin programsız ve nizamsız kalmasını O devirde maarif programları memleketin milletin tibdekellimun-nase ala kadri ukûlihimdüstur-ı mükerremine tevfik-i hareket olunuyordu. O sayede her derecenin talebesi dimağının neşv ü nemasıyla mütenasib dersler ile meşgûl oluyor ve fazla derslerin fazla yorgunluklarıyla zihnini köreltmiyordu. Devr-i Meşrutiyet vazife ve me’muriyet tevcihatındaherkes her vazifeyi yapabilir! umde-i zihniyyesine göre hareket ettiği gibi tedrisat programları tanzimi hususunda daher derece-i tahsilde her ders okunabilir ve her derece talebesi her programla yetiştirilebilir!akide-i şahsiyyesine göre tedrisat icrasına kalkıştı! Ve kendi memleketimizin vaziyet-i hususiyyesini nazar-ı i‘tibara almayarak sair milletlerin mekteplerini taklid ve tanzir etmek hatasına düştü! Onun için memleketin maarifi günden gune duçar-ı inhitat ve tedenni oldu! O devirde talebe yalnız mahdud mikdardaki dersleriyle meşgûl oluyordu. Sokak gezintilerinden kır tenezzühlerinden şarkı ta‘lim ve taallümlerinden izcilik yorgunluklarından futbol müsabakalarından geleni gideni çelecek oyuncaklı eğlenceli derslerden azade idi. Zihnini yalnız esaslı dersler ile meşgûl ve saatleri yalnız temel taşı olan derslere masruf idi. Onun için anladığını sağlam olarak anlıyor ve bildiğini sair meşağil-i zihniyye ile unutmuyordu. Devr-i Meşrutiyetin maarif programları esaslı dersleri fer‘i derslere boğdurdu. Erkek çocuklara mahsus olması lazım dersleri kız çocuklarına ve kız çocuklarına tahsisi icab eden dersleri erkek çocuklara okutmaya çalıştı. Kız ve erkek talebenin ellerine birer bayrak vererek şarkılar söyleterek sokaklarda dolaştırdı durdu. Bir cenaze olur talebe sokaklarda bir gelen olur talebe yollarda giden olur talebe yollarda bitmez tükenmez milli bayramlar olur talebe davullar zurnalar bayırlarda sokaklarda futbol müsabakaları hasebiyle yine kırlarda bayırlarda sokaklarda! O devrin maarifinde ciddiyet samimiyet sadelik ağırbaşlılık hakim idi. Devr-i Meşrutiyyet maarifinde ise alayiş nümayiş ciddiyetsizlik samimiyetsizlik şarlatanlık hüküm-ferma oldu. maarifi o kadar tahdid etmiş ve daima gerilemiştir! Beğenmediğimiz devr-i mutlakıyet maarif-i cehaletle harb cephesinde ileri gidememiş fütuhat gösterememiş ise cehalet düşmanı karşısında ahz etmiş olduğu mevki‘den de bir hatve gerilememiştir. Lahık zamanların maarif ordusuna sarf olunan mebaliğ-i cesime sabık zamanın maarif ordusuna sarf edilmiş olsaydı o nisbette fütuhat göstermesine nazar-ı emniyetle bakılabilirdi. O zamana aid maarif ordusunun az masarıf ve az vesaitle gösterdiği muvaffakiyeti şimdiki maarif ordusu çok masarıf ve çok vesaitle gösteremiyor! Acaba bunun sır ve hikmeti nedir? Bu hususta varid-i hatır olan sır ve hikmetleri birer birer şerh ve izah edelim: O devirde şebabet ve şeyhuhet mevzu‘-ı bahs değildi. lırdı. Meşrutiyet ihtiyarlığa i‘lan-ı harb etti ve gözlerini yalnız gençliğe dikti. Gençlik dinç idi fakat işleri gülünç rübesiz gençlik çok iş yapmak ister ve yapmaya çalışır fakat yapmaya çalışırken yıkar ve yıktığınıyaptımzanneder. Gençlerde kanlar galeyanlı ve fikiler cevelanlıdır. Fakat kafalar dumanlı ve düşünceler heyecanlıdır. Dumanlı kafalar heyecanlı düşünceler ilkbahar selleri gibi mecra-yı tabiisinden harice çıkar ve istila ettiği yerlerde kuvve-i inbatiyyeye bile halel getirir! O zamanda da bendelik gözdelik usulü yok değildi. Bendelerin gözdelerin gençliğine ihtiyarlığına vukufuna tecrübesine bakılmaksızın iş başına getirildiği var gözdelerin de ekseriyetle yine ehilleri seçilirdi. Çünkü bendelerini gözdelerini iş başına getirenlerin rakibleri ve o rakiblerin de bendeleri gözdeleri var idi. Rakib korkusu na-ehil bendelerin gözdelerin iş başına getirilmesine mani‘ oluyordu. Meşrutiyet memlekette bir fırkacılık ocakları oldu. İş başına getirileceklerde vukûf tecrübe si fırka gözdesi olmak her makamı işgal etmek için kafi korkusunu da ortadan kaldırıyordu. Maarifte müteallimler muallim mubassırlar müdür müdürler nazır oluyordu. Artık bu leylin seherinden hayır umulur mu idi?! Elbette ve elbette hayır… O devirde nazırlar sık sık tebeddül etmiyor nazırların tebeddül etmemesi maarifin ilmi ve idari me’murlarını uzun müddet vazifeleri başlarında bulunduruyor ve bu sayede hem tedris ve idare umurunda tez tez tebeddüller teşevvüşler tezebzübler vukûa gelmiyor hem de vukûf tecrübe ihtisas erbabı yetişiyordu. Meşrutiyet dev genç şurada burada ahkam-ı İslamiyyeyi tenkid etmeye şeair-i İslamiyyeyi terk ile hıristiyan ictimaiyatını taklid etmeye başlıyor. Misyoner teşkilatının son veche-i istikameti işte budur. ristiyanlaştırmak müşkil olduğu için evvela müslümanların şeair-i diniyyelerini yıkmaya uğraşıyorlar. Büyük misyoner kongrelerinde ittihaz edilen bu hatt-ı haraketi bütün misyoner teşkilatları tatbik ile mükelleftir. İşte Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetinin de gayesine bu yoldan yürümekte olduğuna şübhe yoktur. kendi kendine mi oldu zannedersiniz? Genç Hıristiyanlar Cem‘iyeti gibi nice misyoner teşkilatları Cizvit mektepleri Protestan ve Katolik müesseseleri senelerden beri icra-yı faaliyet edip duruyorlardı. İslam ictimaiyatını bozmak için milyonlar sarf olundu ve el-an olunuyor. Müslümanlar ise gaflet uykularında vakit geçirdiler. yabancı bir muhit bulmadılar. Ecnebi müesseselerinde yetişen ruhlarında İslam husumeti yerleştirilmiş bulunan bir zümre ecnebilerin kucağına atıldı onlarla beraber çalıştı. Nihayet İstanbul hayat-i ictimaiyyesi bugünkü elim ve fecivaziyete düştü. Şimdi istediğiniz kadar çırpınınız. İslamdan uzaklaşma hareketi gün geçtikçe ziyadeleşiyor. Bugün bazı kadınlar ve erkeklerin isimlerinden başka Müslümanlıkla hiçbir alakaları kalmadı. Son günlerde şapka giymeye de başlanıldı. O da taammüm ettikten sonra artık misyoner teşkilatları için kiliseler inşasına başlamak kalıyor. meyen bazı saf kimseler de vardır. Fakat biraz görür gözü düşünür kafası olanlar işin nereye doğru gitmekte olduğunu pekala görürler. Buna karşı ittihaz edilecek tedbirler nedir? bit-tabi‘ müessesat-ı diniyyeye kuvvet vermekten başka çare-i necat yoktur. Memleketteki yüzlerce medreselerin kapatılarak misyoner ifsadatına karşı memleketin manevi cephesini müdafaasız bir halde bırakmanın ne kadar azim bir hata olduğu çok geçmeksizin anlaşılacaktır. Fakat o zaman kapatılan medreseler açılmaya teşebbüs olunsa da ictimai felaketin önüne geçilemeyecektir. Garba karşı mukavemet eden en kuvvetli ve yegane cephemiz manevi cephe idi. O da sarsıldıktan sonra artık milletimizin selamet ve istiklalini te’min etmek istersek medreseleri kapatmak değil tezyid etmemiz icab eder. Şerait-i lazımeyi haiz değil iseler ıslah etmek vazifemizdir. Yoksa yıkmak lazım gelmez. Her ıslaha muhtac şeyi yıkYeni maarif idaresinin gerek devr-i mutlakiyetten ve gerek devr-i Meşrutiyetten ibret alarak mütenassıh olarak memleketin maslahatın akıl ve hikmetin Hayfa ki mütemadi velveleler tantanalar debdebeler alayişler nümayişler ile tanzim edilen mekatib-i Netice-i tedkikatımızda buna ders programı namını değil oyun programı ünvanını vermek ıztırarında kaldık. Bu progrmanın mündericatıyla biraz meşgûl olmayı maarif-i memlekete hizmet telakki ediyoruz. Amerikada Türklük Aleyhinde Nasıl Propaganda Ediyorlar Amerikanın Boston şehrinden gazetesine bir tiyatro i‘lanı bir de kısa bir mektub gönderilmiştir. İ‘lan Genç Hıristiyanlar Cem‘iyeti namı altında bir şubesi memleketimizde de ibraz-ı faaliyet eden müessesenin Temmuz günü Boston tiyatrosunda gösterdiği bir sinema kurdelasının programıdır. Baştanbaşa Rumcadır. Ve eski jandarma üniformasını labis üç Türk jandarmasıyla jandarmaların önünde mevzu‘ bir masa üzerinde altındaKan damlayan kafalar ile susamış köpekler cümlesi yazılıdır. refikimiz i‘lanın bir fotoğrafını da derc ediyor. Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetinin teşkilatı memleketimizdeki faaliyet ve ifsadatı hakkında mukaddema uzun uzadiye neşriyatta bulunmuştuk. Şimdi sinsi sinsi vazife-i tansiriyyesini ifa etmekte olan bu Protestan müessesesi ecnebi işgali zamanında faaliyetini teşdid etmiş bazı müslüman gençlerine açıktan açığa Hıristiyanlığı kabul ettirmişti. Amerikadan gelen paralarla bazı gençlere ve Türk kızlarına bol bol maaşlar vererek gayesi uğrunda onları istihdam etti. Bugün bile birçok Türk kızları ve erkekleri bu Protestan cem‘iyetine mensubdurlar. Genç Hıristiyanlar Cem‘iyeti doğrudan doğruya Hıristiyanlığa da‘vette bulunması maksadını meydana çıkarmış olacağından evvel-emirde Müslümanlık akaid ve vam edenlerin hiç farkında olmaksızın akaid ve şeair-i lümanlığa karşı husumet hisleri husule gelmeye başlıyor. Birer birer şeair-i İslamiyye terk olunuyor. Artık ondan beklenen hizmet hasıl olmuştur. Onun açıktan açığa hıristiyan olmasına da lüzum yoktur. Madem ki Müslümanlığa karşı husumet tohumları ekilmiştir artık o ruhde etmesini teklif ediyorlardı. Bu teklifler bit-tabi‘ millete bir hizmet olmak üzere ileri sürülmüştür! Böyle tekliflerde bulunanlar Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetinin amal ve makasıdını bilmezler mi zannedersiniz? Baha Bey senelerce Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetinin içinde çalıştığını söylüyor. Sabiha Hanım da Amerikada tahsil ettiği cihetle Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetinin makasıd-ı asliyyesini herkesten ziyade iyi bildiğine şübhe yoktur. Bunların böyle tekliflerde bulunacakları tabiidir. Çünkü vazifeleridir. Fakat bunları hükümden iskat edecek tedabir-i lazıme ittihazı da evliya-yı umurun en mütehattim vazifesi değil midir? Genç Hıristiyanlar Cem‘iyeti bugün Amerikada Türkler aleyhinde propaganda yapıyorsa onu da tabii görmelidir. Çünkü vazifeleridir. Bunu bilerek bünyan-ı milliyi tevhine çalışan ve bizi cihan nazarında barbar gösteren bir müesseseye karşı kapılarını açık bulundurmamak da bizim vazifemiz değil midir? Biz vazifemizi ifa etmezsek bilakis onların vezaifini teshil etmiş olursak kabahat kimdedir? Bu kadar dedikodularla meşgûl olan yevmi gazeteler bünyan-ı milliyi kemirmekte olan bu yabancı müesseseler hakkında biraz tahkikat ve ta‘mikatta bulunsalar nice hakikatlere vakıf olurlar… Müfrit Maddiyet-perestliğin Tevlid Ettiği Nifak ve Şikak Münevver zümre arasındaki nifak ve şikak son günlerde büsbütün alevlendi. Yevmi gazeteleri okuyanlar bu nifak ve şikakın ne derecelere geldiğini görürler. En aklı başında addedilen adamların yek-diğerine karşı savurdukları küfürlerin şahsi tecavüzlerin ardı arkası gelmiyor. gazetesi de bu vaziyete hayret ediyor: Hepimiz Cumhuriyet-perver terakki-perestiz. Yüzümüz garbdadır. Prensiplerimiz bir cihetimiz aynı. Eğer aransa hiçbir memlekette vatandaşları ittihad ettirmek kat uzaktan yakından Türkiye bir nifak ocağı manzarası gösteriyor. Diyor.Şahısların şahsi kin hased menfaat ve hırsların her türlü prensip ve fikir muhabbetine tercih edildiğinden şikayet ediyor. mak lazım gelse o vakit ortada hiçbir şey kalmamak icab eder. Şimdi İslamiyeti müdafaa ve neşredecek medreseler kapatıldı. Fakat Genç Hıristiyanlar Cem‘iyeti Robert Kolejler ve daha birçok ecnebi müesseseleri duruyor ve faaliyetlerinde devam ediyorlar. Hiç olmazsa onlar da kapatılmak lazım gelmez mi idi? Eğer Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetini kapatmaya kudretimiz yetmezse bunun te’siratını izale için yanı başında birkaç medrese te’sis etmemiz icab ederdi. Bizim yaptığımız iş bindiğimiz dalı kesmekten başka bir şey değil. Medreseler kapanınca bit-tabi‘ dini neşir ve müdafaa edecek talebe ba‘dema yetişemeyecek bunun neticesi manevi cephemiz müdafaasız kalacak. Memleketimizdeki Protestan ve Katolik müesseseleri ise meydanı boş bularak faaliyetlerini artıracaklar tanassur tehlikesi baş göstercek. İş bu hale geldikten sonra artık bizim ismimizin harita-i cihandan silineceğine şüphe etmemelidir. ler olmazsa ömrü muvakkat olur. Bugünkü talebeden başka oraya gelecek olmaz. Liselersiz darul-fünun yaşayabilir mi? İmam ve hatib mektepleri eğer devam edebilirlerse oradan ancak imam ve hatib yetişebilecek. Fakat darul-fünuna girebilmek için bir imam ma‘lumatı kafi olmadığını bilmeyen yoktur. Esasen bu imam hatib mektepleri de pek mahduddur. Yirmi otuz yerden başka memleketin bütün kasabaları nahiyeleri medresesiz kalmıştır. Oralarda imam hatib de yetişemeyecektir. Zaten darul-huffazlar da kapandığı için ba‘dema imam yetişmesine de imkan kalmamıştır. Tevhid-i Tedrisat Kanununu bu kadar yanlış ve ruh-ı kanuna mugayir bir surette tatbik ile memleketin manevi cephesini müdafaasız bir halde bırakanları Büyük Millet Meclisinin herhalde mes’ul edeceğine ve seddi hiçbir kanuna müstenid olmayan medreseleri tekrar küşad edeceğine şübhe yoktur. Bir adam çıkar ya kanunu yanlış anlayarak yanlış icraatta bulunur yahud hususi ictihadatını tatbike kalkar. Fakat Millet Meclisi bu hataları görür görmez onları tashih etmekle mükelleftir. Biz bu hatalı vaziyetin tashih olunacağına hiç şübhe etmiyoruz. Dini din-i İslam olduğunu Kanun-ı Esasisinin başına yazan ve ahkam-ı şer‘iyyenin tenfizini deruhde eden bir meclis elbette Müslümanlığın ta‘lim ve taallüm edileceği yerleri sed ve ilga edip de milletin manevi cephesini müdafaasız bir halde bırakmaz. Geçen gün Tanin gazetesinin Hey’et-i Tahririyye Müdürü Baha Bey Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetininköylere varıncaya kadar Anadolunun her tarafında şubeler açmasını Selanikli Sabiha Zekeriya Hanım da Genç Hıristiyanlar Cem‘iyetinin vazifesini Türk Ocaklarının de etmiyor onu ihdas eden şey maneviyat aleminin tabi olduğu la-yeteğayyer kanunlardır. Macaristan misali burada bir mana ifade etmez bundan on asır evvel henüz hiçbir hars ve irfana malik olmayan Macar kitlesinin hıristiyan olduktan sonra tamamıyla Avrupalılaşması arkasında en aşağı bin yıllık bir irfan hamulesi olan Türkiyenin yirminci asırda aynı istihaleyi geçirebileceğine delalet etmekten pek uzaktır. Muharrir Türk Yurdunun ve Ocağının temelleri atıldığı zaman vaz‘ olunanTürk Müslüman ve Şarklı düsturlarından bahsettikten şark ile garb başka başka alemler olduğunu izah ettikten sonra üç cildlik mühim bir ile ünvanlı kitabın müellefi olan Mösyö Grosanın bir sözünü nakl ediyor. Mösyö Grosa diyor ki: Garb kendi başınafenni yaratmıştır ve garbın nimetlerini reddedenler bunlardan hala mütenaim olmakta ber-devamdır. Evet bu iddia doğrudur. Fakat garb medeniyetinin dir kalb ve ruh ile asla alakadar değildir bu şekli tasvib etmek mümkün müdür? İnsanı istihsal makinesinde bir çark ve alet haline getiren bu sınai medeniyet barbarlığa doğru ric‘atin acaba mukaddimesi değil midir? Zaylo Dovoski namında bir Avrupalı muharririn hasta Avrupa hakkında büyük bir mecmuada intişar eden makalesinden iktibas olunan sözler de ehemmiyetlidir. Muma-ileyh Zaylo Dovoski diyor ki: Bu halet-i ruhiyyenin –yani medeniyet-i hazıradan nefret hissiyle yeni bir medeniyet esası taharrisi arzusunun– şu saatte Avrupai yani bütün Avrupaya şamil bir hadise olduğunu inkar kabil olmayıp yalnız bunun şekli memlekete göre tehalüf etmektedir. Her yerde bu gittikçe artan endişenin a‘razı kendini göstermektedir. Mevcud mefkurenin şimdiki ruhun emellerini tatmin hususundaki kifayetsizliği her tarafta hissolunuyor. Her tarafta fikri bir atalet ve durgunluk ile her şeyi bir mes’ele yapmak arzu-yı felaket-engizi nazara çarpıyor. ın muharrir-i muhteremiMemleketimizde o kadar hararetli tarafdarları ve meftunları olan garb medeniyetinin daha şimdiden tefessüh veyahud deniyeti kurtarmak için Asyadan Şarktan feyizli muhyi yeni bir mefkure iktibas edilmek arzu olunduğunuizah ve isbat etmiş olduktan sonra son söz olarak diyor ki: Bizdeki mütefekkir zümrenin müfrit garbcılık cereyanının tehlikesini vakit geçmeden nihayet idrak etmelerini temenni eyleriz. Bu münasebetle sahibi Cevdet Bey yazdığı bir makalede görülen fena alametlerin çok sade asıllara müncer oluverdiğini izah ediyor da sonunda diyor ki: Uğradığımız müfrit maddiyet-perestlik bize daha çok fenalıklar irtikab ettirecektir. Bütün mükerremat hükümden sakıt oluyor. Behimi bir yaşayıştan kam almaktan başka bir düşünce kalmamıştır. Bugün maddiyetin bizde nasıl peyda olduğunu Profesör Malaperin meşhur bir eserindeki hitabesinden anlayabiliriz. Profesor diyor ki: Bazı adamlar bir şey anlamadan inkara kalkışmakla ve bilmeden istihza etmekle kendilerini hürriyet-i akliyyeye malik zannediyorlar. Akıl ve idraklerinin kıymetini tarik-i i‘tidalden çıkarak münkir olmakla ve beğenmediklerine gayz ve nefret göstermekle ölçüyorlar. Onlara saf-derun adi görünmek korkusu geliyor. Mukaddesat bir felsefeye giriyorlar. görünelim diye kendimizi muzlim vadilere atıyoruz ve prensipsizlikle yıpranıyoruz. Bu tarikle asıl terakkiyat-ı akliyye ve fikriyyeye erilmez. Biz bu suretle girdiğimiz nefy ve inkar vadisinde birbirimizin en mübeccel olan şahsiyet-i maneviyyesiyle de istihza ediyoruz. Böyle bir millet asla hars sahibi olamaz. Milleti Garblılaştırmak refikimiz şarkcılık ve garbcılık hakkında nid olan bu makalelere karşı garbcılar hiçbir cevab veremediler. Garbcıları hayli sarsan bu makalelerin bazı mühim fıkralarını aynen nakl ediyoruz: Garbcılık cereyanı maat-teessüf yalnız Avrupa usuliyat ve aliyatının iktibasını istihdaf etmiyor onun gayesi tamamıyla Avrupalılaşmak ve Frenkleşmektir. Onlar istiyorlar ki Türkiye Çek-Slovakya gibi İspanya gibi Avusturya gibi bir Avrupa memleketi olsun. Gayet garib olan cihet kendilerini halka milliyet-perver tanıtan garbcıların milliyet duygusu ve düşüncesiyle frenklik ibtilası arasındaki tenakuzu görmemeleri veyahud gördükleri halde bu tezaddın kimse tarafından fark edilmeyeceğine zahib olmalarıdır. Garbcıların ikinci büyük gafleti fikrimizce gayr-ı mümkünü istemeleri istihsal edilemeyecek bir gaye arkasında koşmalarıdır. Tasvir ettiğimiz şerait içinde Avrupalılaştırılmak edecek fakat Frenkleşmeyecektir. Bu imkansızlık yalnız milletimizin azim ekseriyetinin menfiiradesinden neş’et Zül-Celale karşı taabbüdü vaz‘ ve te’sis eden Müslümanlığın Hemedanda büyük bir tehlikeye ma‘ruz kaldığı gulat-ı şianın kendilerine bir put yaparak ona tapacakları anlaşılıyor. Hakiki müslümanlar İmam Alinin değil Hazret-i Muhammedin heykeli olsa onu bile parçalamakla mükelleftirler. İranlılar şirk ve sanem devrine mi rücu‘ ediyorlar? Buharada Bolşevik Reisinin Heykeli Kırımda çıkan gazetesi de Buharada yapılan Lenin heykeli hakkında Kırım şivesiyle şu haberi veriyor: Lenin arkadaşka Buharada birinci def‘a yapılgan heykel tantanalı bir surette açılu murasimi yapıldı. Heykel Dağıstan meydanında yapılgandır. Tez vakitte heykel çevresine gezinti bahçesi yapılacaktır lamakta olduğu görülüyor. Bazı memleketlerde Frenk müessesat-ı rezilesinin İslam hayat-ı ictimaiyyesinde açtığı mühlik rahneler bazı memleketlerde cehalet ve putperestlikler bazı mahallerde de Bolşeviklik afeti! Hemen Allah müslümanlara acısın de kendilerine her taraftan saran bu tehlikelerden afetlerden masun buyursun. Kanun-i Esasinin Birinci Maddesi Din ve Şeriate Muarız mı? gazetesiŞarkta birbiriyle boğuşan iki medeniyet arasındaki kararsız mücadeleyi bu mücadelenin zaman zaman gösterdiği garib tecellileri ve tezadları din ve şeriat maddesinide misal olmak üzere irad ediyor. Kanun-ı Esasiyi böyle mütenakız maddelerden mürekkeb bir şekilde göstermenin hiç de doğru olmadığını geçen hafta uzun uzadıya izah etmiştik. Kanun-i Esasinin birinci maddesi din ve şeriatle neden tezad teşkil ettiğini gazetesi lütfen izah ederler mi? Eğer hakikaten böyle bir tenakuz varsa ın meb‘us ser-muharririnin Mecliste bunu mevzu‘-ı bahs ederek bu tenakuzun ref‘ine çalışmaları iktiza etmez miydi? Kanun-ı Esasinin böyle mütezad maddeleri muhtevi olduğu hakkındaki propagandalar Kanun-ı Esasiye karşı husulü elzem olan hürmet hislerini aşındırmaz mı?.. Dans Salonları Antalya Meb‘usu Hoca Rasih Efendi Antalyada Muallimler Derneğinde verdiği bir nutukta:İstanbulda Evkafın Dans Salonları Yaptırması! Evkaf Müdüriyet-i Umumiyyesinin Ankarada inşa ettirmekte olduğu asri otelde asri dans salonları yaptıracağını gazetelerde hayretle okuduk. Evkaf Vekaleti medreseler ve camiler inşası yerine dans salonları yaptırırsa Allahın aklımızı başımızdan aldığına artık şek şübhe kalmaz. O halde evkaf nazarında hiçbir şeyin aslı yoktur her şey boştur vakıf denilen şey de boştur şart-ı vakıfın da ehemmiyeti yoktur nass-ı şari‘ de hükümsüzdür hakk-ı tasarruf da manasızdır! Bari asri Evkaf Müdüriyeti bir beyanname neşrederek bunların hiçbirinin aslı olmadığını i‘lan etsin de ondan sonra dans salonları ve daha diğer nevi‘ salonlar inşa ettirsin. Ve la havle ve la kuvvete illa billah Meyhaneclik Sanatının Revacı Men‘-i Müskirat Kanunu kalkar kalkmaz meyhaneciler halkı zehirlemek için paçaları sıvadılar. Taraf taraf meyhaneler teşekkül etti. Sarhoş naraları yine sokakları tutmaya başladı. Şimdi İstanbulda kadınlar da içki oldu. Kanunda rakıya müsaade edildiğine dair bir kayıd olmadığı halde likör miyanına idhal olundu. Bu tefsir meyhanecilerin bütün bütün yüzünü güldürdü. Herkes meyhaneciliğe kalkıştı. Şimdiye kadar yalnız İstanbulda meyhane açmak için kişi müracaat etmiş. İstanbulda hangi sanat vardır ki on bin müessesesi olsun. Bu hal bir millet için ne kadar ayıb bir memleket yirmi müşterisi olsa İstanbulda iki yüz bin içki içen var demektir. kadar çoğaldı! Hiçbir gün yoktur ki içki yüzünden birçok vakalar hadis olmamış olsun. İçki memnuiyetini kaldıranlar bu işte ne kazandılar? Hazine-i devlete beş on kuruş girmek için milletinin zehirlenmesini kabul edenler ve bu yüzden birçok cinayetlerin tahaddüs ve tevalisine sebeb olanlar acaba ne kadar hatalı yollara düştüklerinin farkına varacaklar mı? Allah cümlemize hidayetler Şirk ve Sanem Devrine mi Rücu‘ Ediyorlar? puşidesi kaldırılarak nutuklar ve merasimle Avrupa-kari resm-i küşadı icra edildiğini yazıyormuş. Biz görmedik gazetesi söylüyor. Eğer sahih ise İranda put-perestlik devri başlıyor demektir. İslamda heykelin memnuiyeti işte bu gibi mahzurları da‘i olmasına mebni dikoduyu mucib olmuş. Bundan müteessir olan kızlar beraber gezdikleri erkek arkadaşlarınabir mektup yazarak Muallime Hadice Hanımın mektebe sokulmaması Mektup kapıcı tarafından yakalanmış müdüre verilmiş erkekler haberdar olarak müdüre gitmişler mektubu istemişler. Müdür bu hareketi küstahane bularak talebeyi takbih etmiş. Nihayet mes’ele münaza‘aya müncer olmuş. Müdür ve hey’et-i ta‘limiyye yedi talebe tarafından darb olunmuş çocuklar Muallime Hadice Hanımı da aramışlar bulamamışlar… Hadiseden sonra mektepte Mekteplerde zabt u rabtın ne derecelere geldiğini gösteren bu hadise anarşiden başka bir şey midir? Bu gibi hadisat hayat-ı ictimaiyyede husule gelen buhranın serpintileridir. Erkekler ve kızların muhitten aldıkları te’sirat ileasriliki mekteplerde de tatbike kalkışmalarını o kadar garib görmemelidir. Bunlar mütemadiyen vukû bulan telkinlerin işlenilen fiillerin tabii neticeleridir. Mes’ele esasından halledilmedikçe bu gibi hadisatın daha fecilerine şahid olacağımıza şübhe yoktur. İ‘tiraf etmek lazımdır ki müdhiş bir tereddi hayat-i ictimaiyyenin bütün safahatını alabildiğine sarmaktadır. Ve bunun nerede karar kılacağı da belli değildir. gazetesi hadiseyi ika‘ edenlerin afv edilerek tekrar mektebe alınmalarını tavsiye ediyor. Bu gibi hadiselerin muhit-i hoş görmek iktiza etmez mi?in hakkı vardır. Her tarafta anarşı hüküm-ferma olduktan sonra mekteplerden başka şey beklemek insafsızlık değil de nedir?.. Garb Medeniyetinin Rezil Müesseseleri gazetesinin den naklettiği bir makalede Deyrüzzor kasabasında Fransız medeniyetinin vücuda getirdiği eserlerden bahsolunuyor. Fransızlar ahali beynine saçtıkları nifak ile halkı beş altı partiye ayırmışlar. Ahali yek-diğeriyle didişirken Fransızlar da büyük bir mış. Mezkur gazete diyor ki: Fransız medeniyetinden bil-istifade bugün Deyrüzzor kasabasında her hatvede bir meyhane her köşede bir umumhaneye tesadüf edilir. Kafe-şantanların adedi bu küçük kasabada yedi sekizi tecavüz etmiştir. Vakt-i gurubda cümlesi lebaleb doludur. Öteden beri müskirat gayr-ı Türk anasırın bizi mağlub etmek için daima oyun çıkarmakta olduğundan bunların bu seneki kurduğu tuzağın da Türk kadınını danslara sokmaya çalıştığından ların hemen hepsi Rum ve Ermeniler ve bir kısmı da ecnebiler elinde olduğundan bunları Türkler doldurunca setmiş olduğunu Antalya gazetesi yazmaktadır. Asri Çengilik Asri Köçeklik Ahmed Rasim BeyHa garblışıyoruz ha!ünvanıyla yazdığı bir makalesini dans rezaletlerine tahsis ediyor. Dans yani asri çengilik ile köçeklik aldı yürüdü. Geçirmekte olduğumuz şu eyyam-ı bahurun tab ü takat bırakmayan sıcakları arasında bile kan tere bata bata geceli gündüzlü devam ediliyor. Ahmed Rasim Bey garbcıların refikalarınahanım yerine şimdimadamdediklerini ve sabahlara kadar küçük hanımına varıncaya kadar birçok ailelerin dans salonlarına taşındıklarını izah ettikten sonra diyor ki: Bir bakıma şehir türlü türlü maçlar taraf taraf danslar bir konferans esnasında İstanbulda dört yüz dans salonu var bunlar Türk iktisadiyatını batıracaklar demesini şu aralık çok görmemeli… müennes ve müzekker bütün gençlik ile bunlara yüzlerindeki çifte çifte kaz ayaklarıyla kır düşmüş bıyık sakallarıyla iştirak eden orta yaşlı yahud yaşını almış olanların mecmu‘u gelecek seneyekadar buralara sığamayıp taşacaktır. Benim korkduğum yine karıncalı nev-zuhur bir La Fontenın kış ortasında: diye hikayeyi bağıra bağıra inşad etmeye kalkışmasındadır. Asrilik Zihniyetinin Tevlid Eylediği Tabii Hadiseler gazetesinin istihbaratına göre Beykoz Daruleytamında müessif bir hadise vukûa gelmiş. Hürriyet eden erkek talebenin yanına Beykoz Kız Daruleytamına mensub hanımlar terfik edilmiş bunlar o gün fazla hastalanmışlar. Muallime Hadice Hanım Daruleytam kızlarının oldukları hakkında bir şayia çıkarmış bu şayia mektebin erkek ve kız talebesi arasında oldukça mühim bir de- - şehamet hisleriyle temayüz edeceklerini hiç de aklımız almıyor. Hazret-i Peygamber Hakkında Fezahat-i Lisaniyyede Bulunanlar meydana çıkmış ecnebilere istinaden şeair-i İslamiyye aleyhinde türlü türlü ef‘al-i şeniada bulunanlar olmuş garbın rezil müesseseleri taraf taraf teşkil olunmuş İslamiyete karşı beslenilen gayz ve husumetler ağızlardan taşmıştı. O sıralarda rahmeten lil-alemin olan Hazret-i Peygamber Efendimiz hakkında ma‘hud gazetesi de fezahat-ı lisaniyyede bulunmuş. o zaman Ankarada intişar ettiği cihetle bu hadise hakkında ma‘lumat alamamıştı. Mütecaviz muhakeme edilerek habse mahkum olmuş. İstinaf mahkumiyeti ref‘ etmiş. Evrakı mahkeme-i temyize gitmiş temyiz bu ref‘-i mahkumiyet kararını nakz etmiş şimdi on iki Ağustosta muhakeme tekrar başlayacak. Bir gazete bu hadiseden bahseden fıkranın başına Hala şu fezahat-ı lisaniyye da‘vası!diyor. Ne demek cemede kaldığını anlatmak istiyorsa ona diyecek yok. Fakat bu zamanda mahkemelerde böyle da‘vaların rüyet olunmayacağını işrab etmek istiyorsa Kanun-ı Cezadaki maddenin ilgasına teşebbüs etmesi lazım gelir. O madde baki kaldıkça mahkemeler bugün de yarın da Cenab-ı Peygamber hakkında fezahat-i lisaniyyede bulunanların yakasına yapışacaktır. Mülga Bab-ı Meşihatteki Müsameresi ğini geçen hafta gazetelerden nakletmiştik. Mülga Bab-ı Meşihat binasında oynanan bu tiyatro ferdası günü bir daha tekrar olunmuş ve bu ikinci temsilde maarif erkanı ve daha birçok da‘vetliler de hazır bulundurulmuş. refikimiz orada hazır bulunan zevatın resimleriyle me’zun hanımların fotoğrafilerini derc ettikten sonra diyor ki: Meşihat binasında bulunan İstanbul Kız Lisesinde dün mektebin bu sene me’zuneleri tarafından bir veda müsameresi verilmiştir. Müsamerede talibe hanımlar temsil edecekleri piyes intihab ederken yanılmışlardır. Biz bu hatayı bu hususta tecrübesiz oldukları aşikar olan me’zunelere değil müsamereyi birlikte tertib eden mektep hey’et-i ta‘limiyyesine atfediyoruz. Türk Uşağı namında ve Türk adat ve ananatıyla taban tabana zıd safahatı havi aleyhdarı olan bi-çare ahali bugün kahvelerde kahve çay yerine konyak likör istemeye alışmaları Fransızların ne derece maarifi terakkiye hahişker olduklarını Garb medeniyetinin her girdiği yere neler götürdüğünü göstermek için bu de fiili bir misaldir. Memleketimizi milletimizibila-kayd ü şart garblılaştırmakisteyenler garb medeniyetinin bu seyyiatını da memlekete sokmakta ne faide kazanacaklardır bilmiyoruz. Ecnebi ve kahren fenalıklarına mukavemet kabil değildir diyelim. Fakat istiklaline sahib bir memleket garbın bu kabil fezayihine kapılarını kapayamaz mı? İsterse pekala kapayabilir. Bu gibi rezaili mukavemet edilemez cereyan şeklinde göstermek millette fazilet hissi kalmadığını kabul etmek demektir ki her halde doğru değildir. Ecnebi kabil müessesat-ı rezile-i medeniyyeye nihayet vermek evliya-yı umurun en mütehattim vazifesidir. Yahudilerin Ruhu mu Değişiyor? Ajansın biri bu hafta Selanikten şöyle bir haber getirdi: Pazar tatili münasebetiyle Musevi hahamları ihtilalcuyane bir beyanname neşretmişler ve Musevilerin kendi mukaddesatını hin-i hacette kanlarını dökmek suretiyle müdafaa etmelerini tavsiye eylemişlerdir. Bu beyannameler müsadere edilmiştir. Bu haber eğer sahih ise çok şayan-ı dikkat ve ibret bir hadisedir. Şimdiye kadar herkesin kesb-i rüsuh eden kanaati şudur ki Yahudiler hayatları için her zillete her meskenete razı olurlar. Vakı‘a Yahudiler mukaddesatlarına merbut bir kavimdir. Fakat canları her şeyden azizdir. İş hayat mes’elesine dayanınca Yahudi bir kılını bile feda edemez. Bir Yahudiye ne vatan mefhumu hayatını feda ettirir ne de mukaddesat kaygısı. Onun için bu derekeye düşen milletleri Yahudilikle tavsif ederler ki zillet ve meskenetin müntehası demektir. ma‘lum ve mütearif olduğu için bu haber herkesin nazar-ı dikkatini celb etmiş ve hiç kimse kayd-ı ihtiyatsız bunu kabul etmemiştir. Mukaddesat uğrunda fedakarlık hususunda milletlerin Yahudiliğe doğru gittikleri ve hayli yol almış oldukları bir asırda Yahudiler böyle hareket ederlerse elbette bütün cihan için şayan-ı hayret bir hadise-i fevkal-ade olur. Mamafih Yahudilerin alınlarında ve ruhlarında mahkuk olan zillet ve meskenet damgalarını kazıyarak mukaddesat uğrunda feda-yı hayat gibi hamaset ve Emini de bu zevk-i mahsusa iştirak edebilir. Fakat hükümeti temsil eden vali beyin böyle şeylerin hikmet-i hükumetle hiç de kabil-i te’lif olmadığını takdir etmesi ve ona göre bir vaziyet alması iktiza ederdi. Zira vali müslümanların ıztırab ve iştikalarının mercii olan bir makam-ı vilayette bulunuyor. Bu hali gördükten sonra müslümanlar rencide olan hissiyatlarını muztarib olan kalblerinin şikayetlerini kime arz edecekler?.. Müftü efendinin de müsamerede hazır bulunduğunu söylüyorlar. Eğer doğru ise ve ilallahil-müşteki!.. Bazı Gençlerin Sokaklarda Şapkalarla Dolaşmaları Bu yaz çocukların başlarında şems-siper diye beyaz ketenden ma‘mul şapkalar taammüm etti. Hayli ciddi ve milliyetperver tanıdığınız bazı ahbablarımızın çocuklarına da şapka giydirilmiş olduğunu görüncefes kalpak bulamadım da bu şems-siperi aldım ne yapayım Dönme mağazaları bu sene çocuklar için fes satmıyorlar Avrupadan hep böyle serpuşlar getirmişler.diye biraz mahcub olarak i‘tizara kalkışıyor. Son günlerde yaşındaki müslüman kızlarının başlarında da şapkalar görülmeye başladı. Ecnebi işgali zamanında Rus karılarının Moskof kızlarının getirdikleri başlık modasını taklid eden bazı Türk hanımlarının yanlarında on dört yaşını geçmiş şapkalı kızlar olduğu halde vapurlarda erkekler arasında müftehirane bir oturmaları ve Fransızca konuşmaları var ki müslüman hıristiyan herkesin nazar-ı dikkatini celb etmektedir. Yirmi yaşını geçen bazı gençlerin de hasır şapkalar giymeye başladıklarını gazeteler yazıyor. müdürü bu hafta bunların resimlerini derc edeceğini söylüyordu. Bir takım genç erkeklerle kadınların da şapka giydikleri hakkında bazı gazeteler valiye sualler sormuş fakat vali bey ne cevab vereceğini şaşırmışböyle bir hadiseden haberdar olmadığını haberdar olunca ne yapmak lazım geldiğini düşüneceğini fesini çıkarıp da bir gencin şapka giyeceğini zannetmediğinisöylemiş. Anlaşılan vali bey şapka giyen gençler hakkında yapılacak muameleyi Ankaradan soracak. Görülüyor ki bazı gazeteler orman taşlama kabilinden bu hususta hükumetin fikrini anlamak istiyor. İhtimal ki gazeteler buna dair anketler de açacaklardır. Bundan bir müddet evvel Türk kadınlarının sahneye çıkıp aktrislik etmesini barlara gidip eğlenmesini tasvib edip etmeyenler hakkında bazı gazeteler anket açmışlardı. Bu suretle zemin hazırlandıktan sonra şimdi Türk kadınları aktrislik de ediyor kibar fuhuş yatakları olan barlara da gidiyor meyhanelerde de oturup içki içiyor dans salonlarında olan bu piyeste bil-hassa Müslümanlık aleyhine talibata söylettirilen sözler çok çirkindir.Müslümanlık aleminin kadınlık hakkındaki telakkilerinigülünç bularakMüslümanlığın Türk kadınlığının en sarih hakkını inkar ettiğini kadın ve erkeğini asla tanımıyoruz. Bizim tanıdığımız Türk erkeği selam makamında etrafındaki hanımların alnını öpmediği gibi bizim tanıdığımız Türk kadınının hicab ve iffeti de beraberinde bulunduğu yabancısı olan erkeklerin içinde teehhülden ve bu erkeklerin arasında beğendiği kimselerden bahsetmeye mani‘dir. Mektebin bu seneki me’zuneleri erkekler karşısında böyle tiyatro bile oynarlarken Türk kadınının herhangi bir erkekle beraber bulundurulmadığından şikayet eden bir piyes intihab etmeleri zemin ve zamana da muvafık değildi. Bu eseri me’zune hanımlara oynatanlara bugünkü ve Salı günkü nüshamızda münderic bir İngilizin Kadının en büyük müdafii Hazret-i Muhammeddir ünvanlı makalelerini okumalarını ve hanım kızlarımıza fikirleri telkin etmemelerini tavsiye ederiz... refikimiz oynanan tiyatro hakkında ki şu izahatı veriyor: PalandökenveFikretin Mezarındaismindeki tablolar gösterilmiş temsiller arasında Hulkiye Hanım piyano bazı parçalar çalmışlar ve talibat da müteaddid şarkılar söylemişlerdir. Müsamerenin hitamında med‘uvvine çay ve pasta ikram edilmiştir. Vali Raşid Darul-fünun Emini İsmail Hakkı beylerle matbuat erkanı ve zevat-ı saire med‘uvvin miyanında idi. Mektep hey’et-i ta‘limiyyesinin bir kere mülga Bab-ı Meşihat binasında na-mahrem bir takım erkekler huzurunda mektepli kızlara tiyatro oynatması piyano ve keman çaldırması şarkılar söyletmesi saniyyen bil-hassa şeair-i İslamiyye ve adat ve ananat-ı milliyye aleyhinde olan bir piyes intihab etmesi ez-her-cihet şayan-ı teessüftür. Bil-hassa asırlarca müslümanların merkez-i dinisi olmakla bir kıymet-i maneviyyeyi haiz olan bir binada bu gibi hissiyat-ı İslamiyyeyi rencide edecek ef‘al ve harekatta bulunulması hiç de münasib değildir. Mukaddema İstanbul müftüsüne ve fetvahane me’murlarına asırlardan beri sakin oldukları bir binanın kapılarını kapayıp içeri sokmayan bir mektep müdürü böyle bir binada tiyatro oynatmak şarkı söyletmek çalgı çaldırtmak şeair-i İslamiyye aleyhinde söz söyletmekte bir zevk-i mahsus duyabilir ve her fırsattan bil-istifade meslek-i karşı tecavüzatta bulunan Darul-fünun arzusu nazar-ı i‘tibara alınsa mes’ele kolayca halledilecek. Fakat kendi arzularımızı halka kabul ettirmeye uğraşıyoruz da işin içinden çıkamıyoruz. bit-tabi‘ bu yol çıkar yol değildir. Darul-fünun emini de Avrupanın şekil ve kıyafetini darul-fünuna sokmak istedi. Fakat muvaffak olamadı. Mizah gazetelerine eğlence oldu. Adliye Vekaleti de böyle şekil ve kıyafetlerle uğraşacağına memlekette kanunun hakimeyetini te’sis ile icra-yı adalet cihetlerine ihtimam etse daha iyi olmaz mı?.. Türk Ocaklarının Düşmüş Oldukları Müşkil vaziyet Kastamonuda çıkan gazetesinin İnebolu muhabiri yazıyor: yan-ı teessüftür. Birkaç ay evvel yapılan intihabda kemal-i hahişle çalışacaklarını va‘d eden idare hey’eti her ne sebebden ise bugün işten el çekmişlerdir. Türk Ocaklarının bu vaziyete düşmesi hakikaten çok şayan-ı teessüftür. Anadolunun muhtelif mahallerinden alınan hususi haberlere göre de bazı Türk Ocaklarının bir takım ef‘al ve harekatı ta‘kib ettikleri gayenin hakikatini meydana çıkarması üzerine Anadolu halkı ocaklarla alakasını kesmeye başlamış Ocaklar yerli olmayan mahdud zevata inhisar etmiş. İhtimal ki dıkları vaziyeti görerek çekik durmak mecburiyetini hissetmişlerdir. Bit-tabi‘ bu vaziyet mucib-i teessürdür. Biz memleketimizin ve milletimizin ahval-i ruhiyyesini bildiğimiz cihetle Türk Ocakları merkezinin tutmuş olduğu yeni hatt-ı hareketin Anadoluda bir su-i te’sir husule getireceğini ve bu sebeble Türk Ocaklarının tuhaf bir vaziyete düşeceklerini halisane ihtar etmiş ve İstanbul Türk Ocağını danslar oynatmaktan balolar tertib ettirmekten vazgeçirmeye çalışmıştık. Fakat maat-teessüf bizim bu samimi ihtarlarımız nazar-ı i‘tibara alınmadı ve alınmıyor. Böyle memlekete en çok hizmet edecek müesseselerin millet nazarında böyle bir vaziyete düşmesi ne yazık!... Şeair-i İslamiyyenin Measiye Vesile İttihazı Gazetelerde okunduğuna göre bayram günü sarhoşların mikdarı fevkalade tezayüd ediyormuş! Bu hal ve hareket şeair-i İslamiyye namına pek şayan-ı teessüftür. Evvelce sair günlerde ibadet etmeyenler bayram günleri ellerinden geldiği kadar ibadet etmeye çalışırlardı. Şimdi bilakis eyyam-ı sairede irtikab olunmayan measi da müslüman hıristiyan her hangi bir erkekle dekolte kıyafetinde dans ediyor. Bunları yaptıktan sonra artık böylelerinin şapka da giymek isteyeceği tabiidir. Bir taraftan çocuklardan başlayarak derece derece yukarıya doğru çıkarmak suretiyle emr-i vakihaline getirilmek hakkında bazı gazetelerin neşriyata başlayacağına da şübhe yoktur. Hakimlerin Kıyafetleri Hala Takarrur Edemiyor gazetesinin muhabir-i mahsusu Ankaradan çektiği bir telgrafta hakimlerin kıyafetleri hakkında açılan müsabaka bitmek üzere olduğu halde birkaç kişiden başka müsabakaya iştirak edenler olmadığını bildiriyor. Vekalet ne mazideki eşkali iade ne de Avrupayı taklid etmek istememekte imiş. Muhatablara hürmet telkin edecek basit bir şekil istiyormuş. Maarif Vekaleti Hars Müdüriyeti Adliye Vekaletinin talebi üzerine Türklüğün devrindeki hükkam kıyafetine aid modeller hazırlayarak Galiba Adliye Vekaleti ne istediğini bilmiyor. Bir taraftan Avrupayı taklid istenilmiyor deniliyor; diğer taraftan Avrupadaki hükkam kıyafetlerine aid modeller celbi için Hariciye vasıtasıyla Avrupadaki mümessillere kam kıyafetitedkik ettiriliyor.Türklük devrine demektir? Yani Türklerin müslüman olmazdan evvelki devirleri: Şamanilik putperestlik devirleri. Demek Maarif Vekaleti Hars Müdüriyetinde Şamani hakimlerinin kıyafetleri de mevcud imiş. Sipariş edilir edilmez hemen nümuneler gönderilmiş. Adliye Vekaleti bu kıyafet mes’elesini çıkardığına pişman olsa gerek! Adliye Vekaletinin bu işte böyle çıkmaz yollara düşmesi zannederiz ki maksadını vazıh surette ortaya koyamamasından ileri geliyor.Mazideki eşkali miye şeklidir. Bunu niçin istemiyor onu da izah etmiyor. Yalnız istemiyor o kadar. Adliye Vekaleti Avrupadan Şamani devrinden modeller sipariş edeceğine doğrudan doğruya halka müracaat etse de hakimleri hangi şekil ve kıyafette görmek yapılacak iş bu değil midir? Bu kadar zahmete girmeye ne hacet! Her memleketteki müntehib-i sanilere hangi şekil ve kıyafetin halka hürmet telkin edebileceğini sorsa yahud her taraftaki müntehib-i saniler hangi şekil ve kıyafetin daha ziyade mehabetli ve hürmetli olduğunu Adliye Vekaletine bildirseler de Adliye Vekaletini bu müşkil vaziyetten kurtarmış olsalar. Ciddi surette halkın de kokain te’siriylee ustura ile boğazını keserek intihar eylemiştir. Beyoğlunda hemen iki sokakta bir adi kahveler çukur meyhaneler kokainin toptan ve perakende başlıca tevzi‘ merkezleridir. Bunların sahibleri Rus ve bazı Kırımlı müslümanlardır. Sonra eczahanelerden mühim bir kısmı tanıdıklarına kokain vermekten çekinmiyorlar. Birahanelerde dolaşan ve ufak tefek satan seyyar Rus dilberlerinin koyunlarında küçük birer teneke kutu vardır ki bunlarda sekiz on paket kokain saklıdır ve ancak daimi müşterilerine verirler. Sonra münhasıran kokain istimali için Beyoğlunda gizli müesseseler vardır. Bunlardan bil-hassa biri çok şayan-ı dikkattir: Burası etrafında kuş tüyü yasdıklı ipek minderler serili zemin katında hususi bir mahaldir. Ortada renkli balıklar yüzen bir havuz hafif kırmızı bir elektirik ziyası solda tiyatro perdesindeki resimleri andıran bir deniz tablosu ve üstünde rengarenk elektriklerden suni bir mehtab. Burada derin bir sessizlik içinde kadın erkek yer minderlerine serilerek ta be-sabah kokain çekerler. Beyoğlunda böyle Rus müesseseleri mahdud değildir. Garib Şekiller cat mes’elesini hallettiğini Türkiyede vahdetüz-zevcenin asıl olduğunu hakim izin vermedikçe bir adamın ler yazıyor. Diğer taraftan katib-i adiller de nikah kıymak istiyorlarmış. Bu hususta bir gazete katib-i adillerle icra ettiği mülakatı neşrediyor. Bu mes’eleler hakkında inşaallah gelecek hafta beyan-ı mütaleada bulunacağız. Aboneleri hitam bulan kariin-i kiramın abone bedellerini zar eylediklerini iş‘ar buyurmaları bil-hassa rica olunur. bayram günlerinde irtikab olunuyor! Şeair-i İslamiyye adeta measiye vesile ittihaz ediliyor bu ne kadar ma‘kus bir tarz-ı telakki?! Böyle ma‘kûl ve meşru‘ şeklinden çıkarılarak measi Mevlid okunmak mes’elesi gibi. Mevlid okunmak aleyhis-salatü ves-selam Efendimizin ruh-ı pakine salat ü selam okumak için vaz‘ edilmiş bir bidat-i hasenedir. Fakat şimdi almış olduğu şekil onu bid‘at-i hasenelikten çıkarak bid‘at-i seyyie haline getirdi. Çünkü kadınların şarkılar ile çalgılar ile icra-yı aheng etmelerine vesile vasıta olmak mahiyetine girmiş bulunuyor!. Hitan düğünleri de suistimal edilen şeair-i İslamiyyeden biridir. Hitan meclisleri işret meclislerine dönüp kalıyor! Ne kadar tuhaf bir hal ve hareket? Sünnet işleyelim derken muharremat-ı kat‘iyyeyi irtikab ediyoruz. Yani tam manasıyla kaş yapalım derken göz çıkarıyoruz! Bayram günü sarhoşların tezayüd etmesi tes‘id-karane bir hal ve hareket değildir. Bunları bari hevesat-ı nefsaniyye uğrunda yaparken şeair-i İslamiyyeyi vesile muhafaza etmeli sevab da sevab mahiyetini muhafaza etmelidir. Dini mes’eleleri hevesat-ı nefsaniyye icrasına alet yapmak pek çikrin ve pek gülünç bir hal ve harekettir. Ne çare ki biz herşey gibi şeair-i İslamiyyeyi de çığırından çıkarmaya çalışıyoruz! Ruslar Hayat-I İctimaiyyemizi Nasıl Yıkıyorlar! Evvelce kokain mübtelası iken bil-ahare bu ibtiladan kurtulan bir gencin gazetesinde neşrettiği hatırattan: Kokain İstanbula Ruslar tarafından getirildi. Dilber Rus kadınları baştan çıkardıkları Türk erkeklerini bu mühlik zehire alıştırmakta gecikmediler. Kokain ibtilası bugün öyle sari ve umumi denecek bir hale geldi ki neslin akibetinden bi-hakkın endişe edilmelidir. Kokain son zamanlarda Anadolunun büyük merkezlerine de sokuldu. Geçenlerde Konyada bir gencin feci bir surette intiharı kokain te’siriyle idi. Kütahyada bir genç meczum olan bir şeye nasıl iyi ve müfid diyebilir? İyiye fena fenaya iyi diyen bir adamın hakikaten i‘tikadı bu merkezde ise o adam akılsız idraksiz bir mahluk demektir. Yok iyinin iyi fenanın fena olduğunu görüp de bunun aksini iddia eyliyorsa en hafif bir ta‘bir ile riyakar menfaat-perest bir adam demektir. her yerde fenadır. Değil Avrupa isterse bütün dünya iyi bir şeye fena fena bir şeye iyi desin! Onların öyle demesiyle ne iyi fena olur ne de fena iyi. Hatta bütün donyanın dünya! Ben sizin iyi dediğiniz şeyin ikame eylediğim şu burhan ile fena olduğunu isbat ediyorum. Muktedirseniz burhanımı nakz ediniz!demek hakkını bile haizdir. Nitekim meşhur Galilenin zaman-ı zuhuruna kadar bütün dünya halkı güneşi küre-i arzın etrafında döndürdükleri halde Galile onlara karşı bu fikrin butlanını isbat bu Galilenin şu hakikati alem nazarında edille-i fenniyyesiyle de yok değildir. Fakat bu iddianın zat-ı da‘vaya te’siri var mıdır? Asla! İsteyenler i‘tikad-ı kadimlerinde sebat etsinler. Fakat hakikat hakikattir. Hak ve hakikat de Galilenin yedindedir. Herkesin aks-i kaziyyeyi iddialarına rağmen yine dönen güneş değil arzdır ves-selam. Bunun gibi değil Avrupa isterse bütün dünya fena bir şeye iyi desin akl-ı selim sahibi bir hizb-i kalilin yahud tek bir adamın o şeye fena demesi daha muvafık bir ta‘bir ile o şeyin fenalığını isbat etmesi bu i‘tikadı nakz için kafidir. Hal böyle olmakla beraber yine bütün dünya fikrinden nükul etmeyebilir. Fakat dünyanın fikrinden nükul etmemesiyle suret-i kat‘iyyede iyinin fena fenanın iyi olması lazım gelmez. Her şeyin bir modası olduğu gibi fikrin sözün de bir modası bir devre-i revacı vardır. Bugünlerde herkesin ağzında bir asrilik asrileşmek asrileştirmek sözleri deveran edip duruyor. Bu kelimenin Fransızcası seculariserdir. manası mukaddema kiliselere ruhban sınıfına aid olan emval ve emlaki emval-i umumiyye diniyyenin te’siratından vareste kılmaktır. Fakat bazı kimseler bu manaların daire-i şümulünü tevsi‘ ede ede nihayet manasızlığa kadar varıyorlar. Fil-hakika bazıları asrileşmek dedikleri zaman içinde bulunduğumuz asırda vücuda gelmiş olan müessesatın kaffesini bil-hassa garblıların ahlak ve adat ve ananatına taalluk edenlerini faide ve mazarratları nazar-ı i‘tibara alınmaksızın kabul ve taklid etmek manasını murad ediyorlar. Bu ise asrileşmek değil insanın akıl ve idrakten azl-i nefs ile kendisini cemad yahud şuursuz bir makine menzilesine tenzil etmesi demektir. Acayib! İnsan niçin milli ahlak ve adat ve ananatının kaffesinden tecerrüdle başka milletlerin acemi beceriksiz gülünç bir mukallidi olmalı? Bu mecburi midir? Mecburi ise bu mecburiyetin menşei nedir? Bunlar biraz haysiyet-i insaniyye ve milliyyesini muhafaza etmek isteyen bir adamı derhal:Adam sen de bırak şu ananeperest eski kafalı herifi!diye tezyif ediyorlar. Bu ne kadar gafilane bir isnaddır! Ciddi ve hakiki bir terbiye nasıl olup da böyle bir cür’ete müsaade ediyor? Mesela asr-ı hazırın bil-hassa ahlaki bazı müessesatı vardır ki fena olduğu kadar muzır muzır olduğu kadar fenadır. Aklı başında idrak ve muhakemesi yerinde olan bir adam fenalığı mazarratı kendisince kaviyyen Başmuharrir Sahib ve Müdir baktığı eşhasın etvar ve harekatı sakin yahud müteheyyic olan nüfusa eşyanın te’siri ve saire ve saire…. İşte bu ahvalin kaffesi herkesin içinde habs edilmeye mahkum olduğu mahbesin yahud mağaranın levazım-ı inşaiyyesi kabilindendir. Baconun tiyatro sanemleri dediği şeyler de muhtelif felsefe meslekleridir. Felasife tarafından vaz‘ edilip herkese kabul ettirilmek istenen meslekleri sahnede oynatılan piyeslere teşbih ediyor her mesleğe aid nazariyeleri de muhayyel ve sırf o sahneye has piyeslere benzetiyor. Bu teşbihiyle yalnız mesalik-i kadimeyi murad etmiyor. Her zaman için bu gibi piyeslerin tertibi mümkün olduğunu tamamıyla yek-diğerinden farklı olan hataların yek-diğerine müşabih esbabdan münba‘is bulunduğunu da söylüyor. Fakat onun bu sözlerinden bir manayı tezyif ve tehekküm çıkarılamaz. Çünkü kendisi de o zümredendir. Birkaç asır evvel zuhur etmiş olan bu feylesofun esnam namı altındaki şu taksimi hiç şübhe yok ki bazı hakikatleri natıktır. Hele sokak esnamı dediği sanemler sırf hakikattir ve bu sanemlerin oyandıkları rol hepsinden mühimdir. Sokak sanemlerinin vech-i tesmiyedeki de görülmüş idi. Meşrutiyetin i‘lanını müteakib birçok kimseler bu i‘lanı yalnız hürriyete izafe ederek her yerde hürriyet i‘lan edildi hürriyet vardiye haykırmışlar akıllarına gelen her şeyi yapmak istemişler hiçbir memlekette hiçbir idarede vukûuna cevaz verilmeyecek maskaralıklarla ashab-ı akıl ve fitnatı kendilerine güldürmüşler idi. Çünkü sokak allameleriyle avammın hürriyetten anladıkları mana ancak bu idi. Onların bu kelimeden başka bir mana anlamalarına imkan yok idi. Allah vere de fi yevmina haza kullanılmakta olan bazı kelimelerden de böyle yanlış manalar çıkarılıp akıl ve mantık ayaklar altına alınmasa! Memleketimizde anlamadıkları şeylerin lüzumsuzluğuna kail olan ve insandaki kat‘-ı meratib-i ma‘rifet kabiliyetini mak kabilinden olarak ahlakı ma ba‘det-tabi‘ayı hulasa ulum-ı saire-i felsefiyyenin kaffesini bila-delil inkara bila-hüccet ibtale çalışan bir takım allameler vardır. Emin olmalı ki onlar bu gülünç teşebbüsleriyle ashab-ı ma‘rifetin yüzlerinde tebessüme benzeyen hafif bir takallusten başka bir şey vücuda getiremeyeceklerdir. Yine emin olmalı ki erbab-ı ma‘rifet na-mütenahi alemlerin na-mütenahi şuun ve hadisatını tabii olsun ma ba‘det-tabii olsun hiçbir zaman tedkikten hali kalmayacaktır! Meğer ki dünya bazı mesalik erbabının şimdiden esbabını istikmale çalıştıkları bir fevza-yı azim ile zir u zeber olsun. O zaman bütün bu ashab-ı ma‘rifet de tabii ortadan kalkacak ve meydan ilim namına cehil ve cünuna revac vermek mesleğini ihtiyar eden allamelere kalacaktır! Bu allamelerin afvlarına mağruren söyleriz ki İngiliz feylesoflarından meşhur Bacon felsefesinde dört idolden yani sanemden bahsediyor. Bu feylesof fikrin avamil-i esasiyye-i ma‘rifetten olduğunu teslim ile beraber ona savabdan ziyade hata isnad ediyor. İ‘tikadına göre kuvve-i basıramızda gayr-ı kabil-i vukûunu müstelzim bir takım esbab-ı tabiiyye vardır. Bacon bünye-i akliyyemizdeki bu esbab-ı tabiiyyeye kabile-i beni-beşerden kinaye olmak üzereevham yahud esnam-ı kabilediyor. Kabileden maksad nev‘-i beşerin umumu esnam-ı kabilenin mebna-aleyhi de tabiat-i insaniyyedir. Hasse-i insaniyye için haksız olarakmikyas-ı eşyadenilmiştir. Bilakis gerek havassa gerek akla aid olan idrakatın kaffesi insan ile münasebetdar olup kainat yaya nazaran gayr-ı müstevi bir ayine gibidir. Bu ayine kendisine mün‘akis olan eşyayı tağyir ve tebdil eyler. Havassın hutut-ı eşyayı kainata değil insana nisbeten tersimden ibaret olan iğfal-i azimini ancak akıl ve felsefe-i umumiyye tashih edebilir. Böyle dedikten sonramağara esnamınamını verdiği hatalarla cehl-i mürekkeblerin menşei için de herkesin bünye-i şahsiyyesidir diyor. Bünye-i şahsiyye Eflatunun meşhur mağara misalinde olduğu gibi boyunlarına zincir urulmuş bir takım adamların Şu halde mağara esnamının esası tabiat-i şahsiyye demek olur. Zira herkesin nefsinde nev‘-i beşere has olan cehl-i mürekkeplerden başka bir de mağara vardır ki ziya-yı tabiat oraya hususi bir inkisara uğradıktan sonra dahil olur. Bu inkisar ve tağayyürün başlıca sebebleri şunlardır: Herkesin isti‘dad-ı tabiisi ülfet ettiği kimselerle okuduğu eserler nazar-ı takdir ve tevkir ile hafaza edecek beka-yı nef‘i için tenasülde bulunacak kuvayı vermiştir. İnsan bu nazardan sair efrad-ı hayvanata muadildir. Ancak hikmet-i ilahiyye insanın diğer hayvanlardan daha başka bir suretle daha yüksek daha müterakki bir vücud ile mümtaz olmasını iktiza etmiştir ki o da bu nev‘in bir hey’et-i ictimaiyye teşkil etmesi ayrı ayrı birçok efradın bir araya gelerek bir ism-i müşterekin şamil olabileceği bir bünye vücuda getirmesidir. Her ferdin cemiyetteki mevkii eşkali vezaifi muhtelif olmakla beraber hepsi birden bir vücud-ı müşterekin bekasına te’yid-i kuvasına hizmet eden a‘za mesabesindedir. Bir cem‘iyetteki fezail ise her uzvu kendi vazife-i mahsusasını ifa ederek başkasının vazifesine tecavüzden alıkoyan kuvve-i hayatiyye gibidir. Mesela elin vazifesi tutmak vücudu müdafaa etmek olup görmek bunun havassından değildir. Kezalik gözün hizmeti görmek renkleri şekilleri temyiz etmek olup tutmak vücudu müdafaada bulunmak vazifesi değildir. Halbuki cümlesi birden aynı hayat ile yaşar. yeye nisbetle fezail kainata nisbetle cazibe-i umumiyye gibidir. Kevakib ve seyyaratın arasındaki nizam nasıl cazibe-i umumiyye sayesinde payidar oluyorsa her kevkeb nasıl bu kuvvetin tevazunu sebebiyle kendi merkezinde sabit kalıyorsa nasıl diğer kevkeble arasındaki nisbeti muhafaza eyleyerek kainatın icad ve bekası hakkındaki hikmet-i ilahiyye tamam oluncaya kadar herbiri medar-ı mahsusunda muntazaman seyr ediyorsa bu fezail vasıtasıyladır ki Cenab-ı Hak hey’et-i ictimaiyyeyi teşkil eden efraddan herbirinin mevcudiyet-i şahsiyyesini bir zaman-ı mahduda mevcudiyet-i insaniyyeyi ise eder. Bir millet ki vaz‘ ve ref‘ eden alıp veren celb ve def‘ eden el-hasıl bütün umurunu idare eyleyen bütün şuununa tasarrufta bulunan sırf kendi efradı olur ve her ferd hareket-i hususiyyesinde umumun gaye ittihaz ettiği maksaddan başka bir maksada teveccüh etmez hey’et-i milletin menafi‘ine müte‘allik hiçbir işten geri durmaz da bu suretle cem‘iyet her türlü şedaid ve müessirata karşı mukavim bir bünyan-ı metin şeklini alır ve her ferdin ayrı ayrı kuvvetinden umumun mevkiini tahkim edecek mecd ü şerefini müdafaada bulunacak ağyarın hücumunu men‘ eyleyecek bir kuvve-i külliyye vücuda gelirse işte o ümmette fezail hakim mekarim-i ahlak mütehakkim demektir. Böyle bir milletin efradı ancak itilaf için ihtilaf eder. Ancak ittihad için ayrılır. Bunların sa‘y ve ameldeki Diyorlar ki: İnsan için bir gaye-i kemal vardır. Onu sana ma‘ruzdur. Yükselip ona galebe etmelidir. Diyorlar ki: Insanın kemali imkan müsaid olduğu kadar fezail iktisabında noksanı ise rezail-i ef‘alden birini şeylerdir? Fezail ruhun bir takım secayasıdır ki kendisiyle muttasıf olan iki vücud arasında bir aheng-i vifak husule getirmek şanındandır. Seha iffet haya ve bu kabilden olan hasais-i aliyye gibi. Şimdi iki cömerd için hiçbir vakit muaşerette hilaf tasavvur olunamaz. Çünkü hakkın men‘ etmek ikisinin de meftur olduğu seciye-i müştereke asla tecavüz etmeyeceği için muamelat-ı iktisadiyyede hiç niza‘a mahal kalmaz. Kezalik afifün-nefs olan adamlar da müşteheyat-ı nefsaniyyeden biri uğrunda mücadeleye kalkışmazlar. Zira hevesat-ı rezileden çekinmek amal-i kerime beslemek herbirinin tabiatı icabındandır. El-hasıl ulema-yı ahlakın sıfat-ı fazıla sırasında gösterdiği bütün hasaisi tedkik edecek olursanız görürsünüz ki her fazilet kendisiyle tedir. Fezaili nefislerinde ya kamilen yahud kısmen cem‘ etmiş iki şahıs a‘mal ve makasıdın kaffesinde yahud kısm-ı a‘zamında ittihad ederler. Bu vahdetin devamı ise fezail-i müşterekedeki rüsuhları nisbetinde olur. İki şahıs arasındaki şu hal birçok eşhas beyninde de aynı tarzı muhafaza eder. Demek hey’et-i ictimaiyye arasında medar-ı vahdet olacak ahad miyanında metin bir urve-i bu esas-ı muhkem sayesinde bir ferd diğerine öteki kendisine benzeyen bir başkasına temayül ederek bakarsanız ki koca bir cumhur aynı irade ile hareket eden hareketinde de aynı gayete doğru yürüyen bir kitle-i mütecanise şekline girer. Mecmu‘-ı fezail bütün ef‘alde adilden ibarettir. Hasisa-i adl bir kavmin kaffe-i efradına şamil olursa herbiri haddini bilerek hakkını tanıyarak diğerinin hududuna hukûkuna tecavüz etmeyeceği için aralarında teavün tabiatıyla husul bulur. Efrad-ı insaniyyeden herbirinin kendine has bir vücudu vardır. İnayet-i ilahiyye o ferde vücudunu mu- / lete bir vahdet zırhı giydirir ki asla delinmez bir rida-yı eman örter ki ebediyyen yırtılmaz. Bu secaya-yı şerifede nebileriben mekarim-i ahlakı itmam için gönderildim- buyurmuş olan ümmettir. Fazilet milletlerin hayatıdır onları anasır-ı ecnebiyyenin müdahalesinden sıyanet eder. Zevale müeddi olan inhilalden masun bırakır. Rezaile gelince: Bunlar nüfus-ı beşeriyyeye arız bir sürü keyfiyyat-ı habisedir ki kendileriyle ittisaf eden eşhas arasında tefrika husule getirmek şanındandır. Hayasızlık şenaat-i lisaniyye sefahet hamakat hiffet tehevvür cebanet denaet metanetsizlik kin hased azamet hod-binlik inad istihza zulüm hıyanet kizb nifak gibi şimdi bu sıfatlardan hangisiyle olursa olsun televvüs eden iki şahıs arasında buğz ve adavet tahaddüs ederek hilaf vifak husulünden ümidler münkatı‘ olacak dereceyi bulur. Çünkü herbirinin tabiatı ya aharın hukûkuna tecavüz etmek yahud cinsiyette milliyette kabile ve aşirette kendisine müşarik hiçbir kimse için muvafakat kabil olmayan bir talebde bulunmaktır. İnsan mahrum bırakmak isteyen adamdan nefret etmekle mecbuldür. İstersen iki adam tasavvur et: İkisi de yüzsüz ağzı bozuk sefih korkak bahil herbiri diğerinin hakkına göz dikmiş haris garazkar hasud mütekebbir herbiri ancak kendi yaptığını beğenir anud hain zalim yalancı münafık. Acaba böyle iki şahsı birleştirecek bir maksad veyahud aralarında vifak husule getirecek bir gayet tasavvuru mümkün olabilir mi? Bu sıfatların herbiri o iki şahsın birbirinden ayrılmasına en başlı sebeb olmaz mı? Bu rezail hangi milletle zahir olursa o milletin bünyan-ı mevcudiyyeti devrilir ecza-yı mürekkebesi tarumar olur herbirisi bir tarafa gider sonra kanun-ı fıtri-i ictimai onu amal-i hayatiyyede cebren ve kahren istihdam eder durur. Zira hacat-ı maişet ictimaister. Halbuki bu evsaf ile ictimakabil olamayacağı için böyle bir kuvve-i hariciyyeye lüzum zaruridir. rüsuh bulursa şekimeleri birbirlerine karşı pek kavi olur. Zahirde görüp onları müttehid zannedersin heyhat ki kalbleri perişandır. Bütün savlet ve şiddetleri birbirleri hakkındadır. Ecanibe karşı ise zilletten başka yüzleri yoktur. A‘danın kendilerine hakim olmasını isterler a‘daya cihetlere giden adamların ihtilafına benzer ki mebde-i hareketteki iftirakları muhitin diğer bir noktasında telaki büs ettikleri vesailin başka başka olması bir ipin iki ucunu çeken adamların halini andırır ki her biri mütevazin bir kuvvetle ipi çekdikçe karşısındakinden bir cihetten uzaklaşır. Lakin diğer cihetten aradaki mesafeyi muhafaza eder. O halde birbirlerinden asla ayrılmaz ve birinin menfaati diğerinin menfaati zımnında heder olmaz. Aralarında irtibat-ı tam bulunan böyle bir ümmet efradının mesalikine gelince o nısf-ı dairelere benzer ki merkez-i müştereki milletin hayat ve şevketidir. Hiçbiri muhit-i cinsiyetten haric kalamaz. Cümlesi birden cem‘iyetin menafi‘ine hizmet hususunda o cedvelleri andırır ki denizden su almak için denize su verirler. Böyle bir ümmet-i fazılayı teşkil eden efradın herbiri rıfat-ı kadr ve menzilet şan ve şevket-i ikbal ve saadet nüfuz ve hakimiyet gibi beşeriyetin ma bihil-iftiharı olan ve insanı sair hayvanattan ayıran hasaisa zafer-yab olmak ancak ümmetin bu meziyetlerden nasibi tamam olduktan sonra kabil olabileceğini görür de ona göre bezl-i mechud eder. Her ferdi hissesine düşen nasibeyi almaya müstaid bir hale getirmeye çalışır. Hey’et-i umumiyye-i milletin şöyle dursun efrad-ı ümmetten birinin bile hukûkuna hıyanette bulunmaz ve o hukûku müdafaadan kat‘iyyen geri durmaz. Zira‘ bilir ki böyle bir harekette bulunsa nefsine hıyanet etmiş çünkü alat-ı faaliyetinden birisini ibtal eylemiş esbabdan birini mu‘attal bırakmış olacak. Kezalik ahad-ı milletten hiçbirini hakir görmez hiçbirinin sa‘y ve amelini istihfaf etmez. Eşhasın herbirini ne kadarhakir olursa olsun böyük bir aletteki ufak vida menzilesinde görür ki o vida düşmekle bütün alet amelden atıl kalır. Şimdi senin için bir de şu sıfat-ı fazılanın hakaikine nazar-ı im‘an ile bakmak icab ediyor. Ta ki beyan ettiğimiz netayici hakkında bir hükm-i sarih verebilesin. Muhakeme rü’yet hürriyet-i fikir iffet seha kanaat rıfk vakar ülüvv-himmet sabır ve sekinet hilm şecaat gayrın menfaatine hürmet hamaset sıdk vefa emanet safiyet-i kalb afv mürüvvet hamiyet hubb-i adalet şefkat gibi sıfat-ı celile bir millette taammüm eder yahud efradında ekseriyetle bulunursa acaba onların arasında hür sadık vefi kerim şeci‘ sabir halim mütevazıvakûr afif refik merhamet-kar iki adam arasında nefret ve hilafı mucib bir sebeb bulunabilir mi? Hakka yemin ederim ki bu faziletlerden hangi kavmin arzına bir ruh vezan olunca o arzı ölü olsa diriltir çöl olsa çemen-zar eder çorak olsa baran-ı rahmetle reyyan eyler. O mil fezaili nasıl kazanabileceklerini rezailden ne suretle sakınabileceklerini anlayalım. Her mevlud cihana her türlü şekli kabule her türlü levn ile televvüne müstaid bir fıtrate sahib olarak gelirken acaba kemal-i fazileti aba vü ecdadından mı alır? Aba vü ecdadı için böyle bir faziletten vayedar olmak nasıl kabil olur ki onlar da o mevlud gibi neş’et etmişlerdi? Rehber-i hak bize göstermektedir ki usul-i ahlakta i‘tidal hilye-i faziletle tezeyyün ef‘al ve harekat-ı bedeniyyeyi mukteza-yı fazilete tevfik ancak din ile kabil olabilir. Erbab-ı diyanetin irşadat-ı diniyyeden lüzumu kadar nasib alarak bu alemde mes‘ud bir hayat hoş bir maişet geçirebilmeleri de ancak rüesa-yı dinin hamele-i dinin vazifelerini hakkıyla eda etmelerine evamir ve nevahiyi vazıh bir surette anlatarak ezhan-ı halka yerleştirmelerine erbab-ı dalal ve gafleti yola getirmelerine vabestedir. Lakin şayed hademe-i din vezaifini yakin azalır. Ukûl akaid-i diniyyenin muktezasından zühul eder. Basiretler perdedar-ı gaflet olur. Şehevat-ı behimiyye tahakküme hacat-ı maişet nüfuz-ı mutlakını kalır. Efradı hücum-ı rezail ile zebun düşen böyle bir kavim yukarıda söylediğimiz azab ve hırmana mahkum olur. Bunlar her ümmetin esbab-ı harabını teşkil eder ki ümmetler üzerinde te’siri görülmüş olduğu gibi o ümmetlerin bekayası bugün de rezail-i ahlakın bir kavmi nasıl tarumar etmekte olduğuna şehadet edip durmaktadır. dedikleri dehberu taifesi gözümüzün önünde bir misal olarak duruyor. Demek din ahirette olduğu gibi dünyada da saadete saiktir. Dünyanın muhtelif kıtaatındaki tavaif-i müsliminden bazısı dehrin inkılabatına hedef olarak iklil-i şevketlerini gaib ettiler başka akvamın başlarında gördüler. Bugün diğer akvam ile uğraşıyorlar ki galebelerini ümmid etmiyoruz. Şu zahir olan zaaf başka bir şeyden neş’et etmez. Ancak şeriat-i İslamiyyenin evamir ve nevahisine ittiba‘ hususundaki ihmalden ilere gelir. Nitekim Kitab-i İlahide buyuruluyor. Fil-hakika inkara meydan yoktur ki cumhur-ı müsliminin kısm-ı a‘zamı akaide taalluk eden cihetlerde şeriate mütemessik olmakla beraber a‘male müteferri‘ hususatta dinin resmettiği meslek-i münevveintisab şerrine adeta yol açarlar. Onların silah-ı savletini kendi elleriyle bilerler. Ebna-yı cinslerinin mehasinini mesavi mealisini hakir görürler. Kendi çocuklarının ağzında dönüp duran bir hakikat-i basitayı şayed bir ecnebiden işitecek olsalar artık onu cevami‘-i kelimden addederler de olsa sözlerine zerre kadar ehemmiyet vermezler. Kendi aralarında hiç aklı başında bir adam bulunamayacağını gerek lisan-ı hal ile gerek makal ile söyleyip dururlar. Asılsız sözlerle tefahür hevesine kapılırlar harekat ve müddeasına berahin-i katıa ikame etse bile hayr-hahan-ı milletin irşadatına kulak asmazlar. Hulus-ı niyyette en nin i‘la-yı şanına te’yid-i vifakına çalışanların mesaisini heder etmek için bütün kuvvetleriyle uğraşırlar. Bu gibi erbab-ı hamiyyeti nevmid bırakmak için ne kadar esbab varsa hepsine teşebbüs ederler ne kadar müşkilat varsa hepsini çıkarırlar. felce uğramış bir vücuda benzer ki a‘zasında intizam-ı harekat olamayacağı gibi hiçbir uzvu muayyen bir maksad uğrunda istihdam etmek de kabil olamaz. Artık bu kavmin amal ve efali zabt u rabttan vareste kalır. Fesad-ı ahlak kendilerini her şerre her zarara alet eder. Efradın herbiri yabancılardan evvel sahibini ısıran kelb-i akûra yahud önce mürebbisine saldıran cünun-ı mutbık mübtelasına benzer. Ahad adeta bir karha-i akile şeklini alarak ümmetin yüzünü bakılmaz bir hale getirdikten sonra vücudunu da şerha şerha eder. Zillet denaet mer‘alarında beslenen böyle bir kavim kendi efradına karşı pek mütecellidane davranır ki ecanibin sahib-i kuvvet olanlar yine şöyle dursun zuafasına bile arz-ı tezellül eder. Nefsini ma-dunlarına karşı zelil göstermeye yabancılara hatta en şedid düşmanlarına met büsbütün muzmahil olarak bir milletin yahud diğerinin mevcudiyetinde fani oluncaya kadar devam eder. Devletlerin tebeddülünde milletlerin zevalinde cari olan kanun-ı ilahi böyledir. Cenab-ı Hak milletimizi böyle bir akibete düşmekten muhafaza buyursun. Şimdi bizim için bir nazra-i im‘an daha icab ediyor. Ta ki cem‘iyat-ı beşeriyyenin ittihad ile yaşamaya belayı tefrikadan kurtulmaya isti‘dad izhar edebilmeleri için Muallim Me’zunlar Cem‘iyetinin nizamnamesinden dindar ve vatanperverkelimelerinin kaldırılmasını teklif eden Sadreddin Celal Bey cem‘iyetten ihrac olunması üzerine da gayet şayan-ı dikkat bir makale neşretti. Sadreddin Celal Bey bu makalesinde kendisini cem‘iyetten ihrac eden ve kendisinin komünistliği hakkında yazı yazan muallimlere cevab veriyor. Onlar bize lazım değil. Sadreddin Celal Bey şahsi münakaşalardan sonra esasa geçerek laik mekteplerin programları nasıl olmak lazım geleceğini ve terbiyenin hangi esaslara hakkında bu kadar açık neşriyatta bulunmaya hiç kimse cesaret edememişti. Sadreddin Celal Bey ilk def‘a olmak üzere sinelerde taşınmakta olan fikirleri ağzından taşırdı. Mekteplerde verilmek istenilen laik terbiyenin ne demek olduğunu bilmiyorduk. Sadreddin Bey bunu izah ediyor. Kalblerde gizli duran emelleri meydana çıkararak müslümanları ikaz etmek i‘tibarıyla bir hizmet ifa etmiş sayılabilir. Onun için muma-ileyhin sözlerini aynen naklediyoruz. Kariin-i kiram dikkatle okurlarsa laik terbiyenin ne demek olduğunu iyici teyakkun etmiş olurlar. Sadreddin Celal Bey diyor ki: Laik Türk Cumhuriyetinin mekteplerinde vereceğimiz ahlaki terbiyeyi hangi esaslar üzerine istinad ettireceğiz? Şimdiye kadar dini metafizik esaslar üzerine mi yoksa bugün laik cumhuriyetlerde olduğu gibi akli dadır. Bunu kat‘i surette halletmek mecburiyeti vardır. Mes’eleyi açık ve kat‘i olarak vaz‘ etmek zamanı çoktan gelmiştir. Demir elli ve sağlam kafalı inkılabcılar milletin serbest tekamülünü tevkif eden tarihi bağları kırdılar bugünkü esseseleri kuvvetli hamlelerle yıktılar. Biz kaniiz ki din ile devlet işlerini yek-diğerinden ayıran laik cumhuriyetin zaruri ve mantıki neticesi din ile mektebi ayırmaktır. Yani dini terbiyeyi ailelere bırakmak ve mekteplerde vereceğimiz ahlaki terbiyeyi tamamıyla laik esaslar üzerine istinad ettirmektir. Biz bunu istemekte kendimizi pek haklı buluyoruz. Bunun için pek kuvvetli sebebler vardır ki başlıcaları şunlardır: re süluk etmemektedir. Bu ise ümmetin fezail ve a‘malde Bununla beraber müslümanlar seleflerinden mevrus olan fezaili gaib etmemişlerdir. Şeriatın ahkamını anlamışlardır. Kitabullah lisan-ı tilavetlerinden hiçbir zaman mehcur değildir. Ehadis-i nebeviyye rivayet olunup durmaktadır. Hulefa-yı raşidinin selef-i salihin siretleri hususunda bazılarına arız olan bu gafletle netice-i zaruriyyesi olan zaaf ve meskenet daimi bir hal değildir. Belki zail olacak bir arazdır. Ayat-ı Kuraniyyenin natık olduğu fezail-i samiyyeye ahlak-ı kerimeye müslümanların o kitab-ı mukaddese karşı gösterdikleri hürmete nazar-i insaf ile bakarsan kat‘iyyen hükmedersin ki ulema-yı İslam sahib-i şeriate varis olmaları i‘tibarıyla mütehattim-i zimmetleri olan vezaifi eda hususunda bezl-i mechud etseler ve halka Kuran-ı Kerimin natık olduğu hakayıkla vaaz eyleseler gerek Cenab-ı Peygamberin evsaf-ı celilesini gerek o nebi-i muazzamın sünnetine ittiba‘ eden hulefa-yı güzinin hasais-i aliyyesini bildirseler görürdük. Ümmet-i İslamiyye bugün bağlı olduğu kuyud-ı zillet ve meskenetten sıyrılıp çıkarak mecd ü şeref-i sabıkını iadeye can atar hakimiyetini muhafaza için canını verirdi. ki son zamanlarda milletin ma‘ruz olduğu mesaib-i hatiat-ı vakı‘alarından dolayı kendilerine min tarafillah bir niyye ve hamiyet-i milliyyelerinden beklenilen şudur ki na-yı millete ahkam-ı ilahiyyeyi la-yenkatı‘ ihtarda bulunsunlar. Aradaki revabıt-ı uhuvvet ve ülfeti tahkime uğraşsınlar. Ümmetin bir kısmına müstevli olan kabus-ı me’yusiyyeti def‘e bezl-i mechud etsinler ve onların iyice ve dalal bulunanlardan başkası lütf-i ilahiden na-ümid olmaz. Kezalik halkı tevhid-i kelimeye tevhid-i gayete sevk ederek kulubda zulümden nefret meskenetten i‘raz meyillerini takviye etsinler de va‘d-i ilahinin hakikatini umuma ıyanen göstersinler M. A kaidelerini ta‘yin eden hayat-ı beşerin cem‘iyetlerin hal-i hazırdaki iktisadi ve ictimai şartlarıdır. Bütün bu sebeplerden dolayı biz mekteplerimizdeki ahlaki terbiyeyi bir cihetten akıl ve mantık diğer cihetten Bir kelime ile hedefimiz ahlakta dini saikler yerine beşeri saikler koymaktır. Şimdi şu maddeleri birer birer mevzu‘-ı bahs edelim. Sadreddin Celal Bey birinci maddesinde diyor ki: Siyasi nokta-i nazardan dinle milli tekamül arasında mutlak bir zıddiyet vardır. Din mahiyeti i‘tibarıyla mükellefiyet-i idareyi temsil ve müdafaa eden bir müessesedir. Halbuki Türkiye hür laik bir cumhuriyettir. Bu noktada biraz tevakkuf edelim. Görülüyor ki burada din alel-ıtlak din evsafından bil-hassa bir vasıf husumetin mihrakını teşkil ediyor dinin mahiyeti i‘tibarıyla mükellefiyet-i idareyi temsil ve müdafaa etmesi esas olarak alınıyor ve buna hücum ediliyor. Fil-hakika din mahiyeti i‘tibarıyla mükellefiyeti amirdir. Mükellefiyet ise hukûk-ı amme ve hassaya karşı vazife ve mes’uliyet deruhde etmek ve bu vasıta ile de kendi hukûkunda hürriyet ve istiklale malik olabilmek demektir. Bir ferd kendi hukûkuna hür ve muhtar olarak malik olabilmek için o hukûkun diğerleri tarafından tanınmasına ve taht-ı zımana alınmasına muhtacdır. Bunun içindir ki herkesin hakkı diğerleri için bir vazife teşkil eder. İşte her hakkın mukabilinde böyle bir vazife ve mes’uliyet taahhüd edilmedikçe hürriyet-i hukûk teessüs edemez. Bundan dolayı hürriyet kelimesi vazifeye değil daima hakka nazır olarak mütalea edilmek lazım gelir. Şunu iyi bilmek lazım gelir ki vazifede hürriyet değil mecburiyet vardır. Ve hürriyetin saha-i şümulü yalnız hukûktur. Hukûkda bu hürriyet ve istiklale malik olmak de etmekle mümkündür. Bunun adı da mükellefiyettir. Mükellefiyet olmasa idi hürriyet-i hukûk asla te’min olunamazdı. Bunun içindir ki mükellefiyet yani hiss-i vazife ve mes’uliyet ictimai ve medeni insaniyetin ilk şartıdır. teessüsü bu şarta medyundur. Kendini hiss-i vazifeden mükellefiyetten azade tanıyan heva-perestanın kendi hürriyet-i hukûk iddiasına salahiyetleri yoktur ve bunlar kimseye karşı vazife ve mes’uliyet taahhüd etmediklerinden dolayı herkes nazarında bir hayvan-ı vahşi gibi emniyetsiz ve kabiliyet-i ictimaiyyeden mahrumdurlar. Kabiliyet-i ictimaiyyeden mahrum olanlarda ise milliyet Siyasi nokta-i nazardan dinle milli tekamül arasında mutlak bir zıddiyet vardır. Din mahiyeti i‘tibarıyla mükellefiyet-i idareyi temsil ve müdafaa eden bir müessesedir. Halbuki Türkiye hür laik bir cumhuriyettir. Bugün mekteplerin vazifesi müstebid bir hükümdar için muti‘ teba‘a değil belki hak ve vazifelerini müdrik hür vatandaşlar yetiştirmektir. Din bütün dinlerle asri cem‘iyetlerin esaslarından biri olanhürriyet-i vicdanarasında mutlak zıddiyet vardır. Hiçbir mezheb -en ma‘kûl görüneni de- kendi kendini mahv etmeden bu esası kabul edemez. İki cihetten cem‘iyet de kendi kendini infisah ve inhilal ettirmeden hiçbir dini esas olarak kabul edemez. Aynı zamanda dini ve demokrasimizin istinad ettikleri esasları tedris etmekle mükellef olan muallimlerin vaziyetleri pek müşkildir. Muallim her dakika zıd olan şeyleri te’lif etmek mecburiyetindedir. Mesela arzın menşe ve suret-i teşekkülü mes’eleleri hakkında dinin Dinin kanunu söylediği şeylere bir hakikat-i mahza gibi inanmak ve itaat etmektir. Din şübhe ve münakaşa kabul etmez. Küçük yaştan i‘tibaren dini hurafelerin taht-ı te’sirinde kalan çocukların en mühim hayati mes’eleler hakkında doğru ve ma‘kûl bir fikir edinmeleri imkanı yoktur. Onların körpe dimağları ilmi hakikatlerle dini hurafelerin arasında bir mücadele sahnesi olmaktadır. Bütün memleketlerde ulum ve fünunun terakkisi neticesi asırlarca beşeriyeti idare eden dini i‘tikadların mahvına şahid oluyoruz. Maal-esef mahv olan yalnız dini kanaatlerdir. İşte bunun içindir ki ahlakı dini kanaatler üzerine istinad ettirmek pek büyük bir tehlike teşkil etmektedir. Cem‘iyet tedrici bir surette dinlerin nüfuz ve te’sirinden kurtularak tekemmül etmiştir. Bütün mezheplerden müstakil laik devlet mefhumunu cihanda ilk def‘a bütün vuzuhuyla meydana çıkaran İnkılab-ı Kebir olmuştur. Bizde de milli inkılabımız bu vazifeyi görmüştür. Bu bütün memleketlerin tarihi tekamüllerinin istikametidir. Bunlardan inhiraf etmek zıd ve aykırı bir istikamet elmak mümkün ve doğru değildir. Cemiyet kendini yaşatan esasları yalnız kendi tedris edebilir. Din üzerine müesses bir tahsilin ictimai Bütün din ve mezheblerin haricinde ve onlardan müstakil bütün insanların müşterek akılları üzerine müstenid ve herkes tarafından kabul edilebilen bir laik ahlak vardır. Esasen ahlak kaidelerini ta‘yin etmek hakkı binlerce sene evvel büsbütün başka şerait içinde yaşamış sarf ve istihlak edecek olan kimseye hukûk-ı amme gibi bir emanet-i kübrayı teslim eylemek cinayet değil de nedir? Bu mülahaza ile biz Türkiye Cumhuriyetine mükellefiyet-i idareyi münkir bir laikliğin isnadını öteden beri reddettik. Bid-defa‘at söylediğimiz vechile Türkiye Cumhuriyetinin karakteri ancak Kanun-ı Esasi ile ta‘yin olunmak lazım gelir. Onun din-i resmisi din-i İslamdır deyip duran Kanun-ı Esasisi ise mükellefiyet-i idareden hoşlanmayan ehl-i hevanın tesvilatına rağmen laik olmadığını Şu halde Sadreddin Celal Bey dine karşı mahza mükellefiyet-i idareyi temsil ve müdafaa ettiğinden dolayı vaki‘ olan hücumu ve ayn-ı zamanda Türkiye Cumhuriyetini mükellefiyet-i idare ve hiss-i vazifeye zıd ve hasım bir vaziyette tasvir ve herkesi bu noktaya teşvik etmesi her zaman teessüfle karşılanacak bir küstahlıktır. Maamafih bu suretle din düşmanlarının hakiki fikir ve hislerini öğrenmek fırsatını bulmuş oluruz. Sadreddin Celal Bey bu vechile his ve fikrinin esasını vaz‘ ve i‘lan ettikten sonra diyor ki: Bugün mekteplerin vazifesi müstebid bir hükümdar vatandaşlar yetiştirmektir. Böyle olunca mekteplerin vazifesi mükellefiyet-i idareyi temsil ve müdafaa edecek ve istibdada dinsizliğe hail olabilecek dindar müslüman kardeşler yetiştirmekten fıkrasında güya dinin müstebid hükümdara muti‘ teba‘a yetiştireceğini ima etmek istiyor. Bu ise bil-hassa din-i evvel vaz‘ ettiği mahiyet-i din ile de tamamen mütenakızdır. Çünkü müstebid mükellefiyet-i idareyi münkir demektir. Halbuki dinin mükellefiyet-i idareyi temsil ve müdafaa ettiği kabul edilmiş idi. Şu halde mükellefiyet-i müstebide muti‘ teba‘a yetiştireceğini tasavvur etmek nasıl mümkün olur? Tekrar ederiz bu söz din-i İslam nokta-i nazarından bir bühtandır. Çünkü din-i İslam bütün esasatından sarf-ı nazarla yalnız beş vakit namazdaki terbiyesi i‘tibarıyla düşünülecek olsa bile görülür ki her müslüman her gün vitir namazında diye Hak Teala ile tecdid-i ahd eder.Ya Rab sana fücur ve isyan eden senin evamirin ile kendini mükellef tanımayan kimseleri biz hal‘ ve terk ederizdiye Hakka söz verir. Binaenaleyh insanlara her gün bu terbiyeyi verip duran bir dinemüstebid hükümdara muti‘ teba‘a yetiştirirdemek bühtan değil de nedir? his ve mefhumu bi-tarikıl-ula mefkûddur. Çünkü milliyet humu ictimaiyette bir teavün-i mahsus-ı samimi ifade eder ve bu teavün-i samiminin temel taşı hiç şübhesiz yine vazifeye sadakat hissine raci‘dir. Binaenaleyh hiss-i mes’uliyyet ve mükellefiyyet taşımayan ferdlerde milliyet ictimaiyet medeniyet tasavvur etmek tenakuz olur. Yine bunun içindir ki mükellefiyeti temsil eden din tekamül-i millinin zıddı değil belki ruhudur. Evet din mükellefiyet temsil eder ve bu mükellefiyet bil-hassa mükellefiyet-i idareye de şamildir. Çünkü din ve alel-husus din-i hak olan din-i mübin-i İslam efrada tevcih ettiği mükellefiyeti idare adamlarının dest-i hevesatında baziçe yapmak için meydana koymamıştır. Devlet ve hükumet istiklal ve hürriyet-i hukûku te’min için vücud bulan bir vazife-i amme müessesesidir. O ihraz ettiği ve edeceği hukûk-ı velayetini vazifesinde göstereceği sadakat ve ehliyetine ve binaenaleyh mükellefiyetini derece-i idrak ve tatbikine medyundur. Bundan dolayıdır ki alem-i ilimde hukûk-ı amme hukûk-ı dır ki bu hukûkun istilzam ettiği vezaif bil-hassa rical-i mükellefiyet-i azime teşkil eder. Meşrutiyet cumhuriyet denilen müsesseseler hep bu hukûku te’min için mükellefiyet-i liyeti takrir için tatbik edilen birer usul ve eşkaldir. Bu böyle olduğu halde Sadreddin Celal Beyin Türkiye Cumhuriyetinin mükellefiyet-i idareyi münkir ve onunla zıd bir vaziyette tasviri ve laik diye tavsifi zımnen rical-i idareyiLa yüsel ama yefalgibi göstermekten başka bir şey değildir. Bu nokta-i nazardan demek oluyor ki Türkiyenin bütün safahat-ı inkılabı mükellefiyet-i rical-i idaresinden mükellefiyet ve mes’uliyeti ref‘ etmek bildiğimiz gördüğümüz okuduğumuz ilim ve fennin bütün esaslarından çıkardığımız netice bütün beşeriyetin mükellefiyet-i idareyi te’sis ve tanzim için çalışmakta olmasıdır. Mükellefiyet-i idareyi inkar eden ve ona zıd olarak yaşamak isteyen varsa o da dinsizlik ve istibdaddır. Her dinsiz fırsat bulduğu gün dehşetli bir müstebiddir. Çünkü bütün mükellefiyet ve mes’uliyeti münkirdir. Ruhunda hiss-i vazife yoktur. O ne yaparsa keyfi için zevki için benliği için yapar. Bütün aleme karşı açıktan mükellefiyet-i temsil ve müdafaa ettiğinden dolayı dine izhar-ı gayz ve buğz eden bir şahsa hukûk-ı ammede tasarruf salahiyeti nasıl tevdi‘ olunur? Elindeki emaneti kendi keyfine göre külliye malik olsun. Din-i İslam enbiya-i salifenin hepsine hürmeti şerait-i imaniyyesi miyanına idhal etmiş bulunduğu için bütün edyana ve vicdanlara bir şümul-i külliyi haizdir ve bu sebebden hürriyet-i vicdan düsturunu tatbike muvaffak olmuştur. Fakat risalet-i Muhammediyyeyi erkan-ı iman miyanına koyamayan dinler hiçbir zaman İslam üzerinde ohürriyet-i vicdan düsturunu tatbik edememiştir ve edemez. Binaenaleyh hürriyet-i vicdan düsturunu tatbik edecek cem‘iyetin mukaddes vicdanlara şamil bir vicdan-ı küllisi bulunmak lazım gelir. Dinleri mükellefiyet-i idaresi inkar eden cemiyetler ise hem vicdansız hemhürriyet-i vicdanı münkirdirler. Alel-ıtlak inkar ettiği vücudunu kaldırmaya azm eylediği bir şeye hakk-ı hayat verecek hiçbir vicdan tasavvur edilemez. Bundan şu netice çıkar ki bir cem‘iyetinhürriyet-i vicdanesasına ri‘ayet edebilmesi vicdansızlığıyla değil şamil bir vicdan-ı külliye malik olmasıyla kaimdir. Ve bir cem‘iyetin böyle olması için kendi kendini mahv etmesi lazım gelmez. Cem‘iyeti mahv edecek olan en mühim amil vicdansızlıktır. Hürriyet-i vicdana müzahim olan da ya vicdansızlık veya pek dar bir vicdan ta‘kib etmektir. En vasi‘ ve en şamil vicdan ise tevhid-i Halik vicdanıdır ki o da vicdan-ı İslamidir. Her insanı bir Halikın mahluku bilen bir vicdan bütün hukûku o menbada birleştirir ve kıymet-i hakkı bilir. Müşrik veya münkir-i Halik olanlar kendilerinden başkasını tanıyamazlar. Sadreddin Celal Beyin diğer maddeleri de baştanbaşa hafta mevzu‘-ı bahs edeceğiz. Komünistlerin Rusyada dine karşı aldıkları vaziyet memleketimizde pek ma‘lum değildir. Bundan dolayı bir takım gençleri ve bil-hassa komünizmi umde ittihaz eden birkaç muharririn din aleyhinde vücuda getirmek Rusyada komünizmin dine karşı aldığı vaziyet ma‘lum olduğu takdirde telakki ettikleri ilhamata teba‘an tahrik-i kalem eden muharrirlerin de din husumeti tavazzuh edecek bunların körükörüne din aleyhinde yürümelerinin hikmeti anlaşılacaktır. Onun için tamamıyla bi-taraf bir me’hazdan aldığımız ma‘lumatı derc ile karilerimize bu eşhasın menba‘-ı ilhamını irae etmek istiyoruz. Ma‘lumatına müracaat ettiğimiz menbaŞikago Darul-fünunu müderrislerinden Shailer Mathersin bir eseridir. Üstad-ı muma-ileyh Sovyetlerin dine karşı aldıkları vaziyetten bahsederken aynen diyor ki: Dinler müstebidlere teba‘a yetiştirmek için değil kayserlere firavunlara Ebu Cehillere hadlerini bildirmek onların istibdadını yıkıp yerlerine bir müessese-i adalet ikame etmek için gelmiştir. Buna binaendir ki dinlerle mücadele edenler hep istibdad mevkiinde bulunanlar olmuştur. Halkın din ile mücadelesi belki vaki‘ olmamıştır. Hukûkta hürriyeti sevenler ve ona müraatın vazife olmasını temenni edenler dine daima tarafdar olmuş fakat hakkı tanımayarak herkese tecavüz etmek isteyen müstebidler dine karşı hasım kesilmişlerdir. Bunu bilhassa din-i İslam nokta-i nazarından iyi anlayabilmek sözlerini okumuş olmalı idi: Gelelim ikinci maddeye: Sadreddin Celal Bey ikinci maddesinde dinin hürriyet-i vicdan esasına zıd olduğunu manasına telakki ettiği anlaşılıyor. Fil-hakika hürriyet-i vicdan vicdansızlık demek ise bununla din arasında zıddiyet vardır. Fakat alemde vicdansız hiçbir hey’et-i ictimaiyye mutasavver değildir. Çünkü her hey’et-i ictimaiyye bir vicdan-ı ictimainin tezahürüdür. Hürriyet-i vicdan düsturu dini ihmal için değil dinlere hürriyet ve müraat için kabul edilmiş bir düsturdur. Bundan maksad hukûku ve ictimai vicdansızlara dinsizlere hakk-ı hayat vermek değil bir vicdan-ı külli taşıyan dinlere hürmet ve hakk-ı hayat vermektir. İyi bilmelidir ki alemde hürriyet-i vicdan düsturunu ibtida tanıtan ve tatbik eden Kanun-ı Esasi Şeriat-i İslamiyyedir. İslamın zuhuruna kadar muhtelif dinleri sine-i himayet ve adaletinde yaşatan hiçbir devlet görülmemiştir. Belki halada yoktur. Fakat zannedildiği gibi bir devletin din-i resmisi bulunmak onun hürriyet-i vicdanı tanımamasını icab etmez. Bir devlet içinde efradın vicdan-ı hususilerindeki tefavüt ne mani‘ olmadığı gibi muhtelif dinlerden birisini temsil eden vicdanın da o devlette makam-ı hakimiyeti temsil etmesine hiçbir mani‘ yoktur. El verir ki o ferd gibi o din-i hakim de hukûk-ı ammenin icabatı olan vezaifi mükellefiyet-i idareyi bi-hakkın temsil eden bir vicdan-ı bulan bu nümayişlerin bir kısmı pek mucib-i hicab bir şekil almıştır. Komünist gazetelerinin başmakale ve karikatürlerinden mühim bir kısmı dini tezyife ve akaid-i diniyyeyi imhaya ma‘tuf bulunmaktadır. Çünkü bunlar da dini amele diktatörlüğüne ve komünizmin terakkisine muarız telakki ediyorlar. Ara yerde Patrik Tihonun mevkûf bulunduğu sıralarda Rusyanın Canlı Kilisesinamında Sovyetlerin müzaheretini haiz bir teşkilat vücuda gelmiş ve bu teşkilat Patrik Tihonun tarafdarlarını kiliseden çıkarıp atmaya çalışmıştır. Bu teşkilat-ı diniyyenin ortaya çıkması salah ve teceddüd alameti olarak telakki edilmiş ise de bu teşkilat hiçbir eser-i inkişaf gösterememiştir. Halk kitlesi düşmanlarından ziyade Patrik Tihona tarafdar olduğu tezahür etmiş ve bu suretle Ortodoks Kilisesinin nüfuzu tezayüd eylemiştir. Sovyetler siyasi mahiyeti haiz bir şey öğretmemek şartıyla papas yetiştirmek için bir ilahiyat medresesi küşad etmişlerdir. Halkın fakr u zarureti hükumetin din aleyhdarlığı mekteplerin ilhadı telkin ile meşgûl olması bunların hepsi Rusyada Hıristiyanlığı müşkil ve hakikaten buhran-amiz bir vaziyete duçar etmiştir. Sovyet Hükumeti orduda ve mekatib-i umumiyyede yaptığı propagandalara güvenerek yalnız sınıf-ı ruhaniye aleyhdar değil dine külliyyen aleyhdar bir nesil yetiştirmeye çalışmaktadır. Bu tehlikeyi Ortodoks Kilisesi kadar Katolik Kilisesi de hissetmiş olduğundan bu elim şerait dahilinde buna karşı gelmek için teşebbüsatta bulunmaya çalışmıştır. Rusyada mezahib-i sairenin ahvalini anlamak müşkildir. Fakat buna dair yapılan tahkikat onların da Ortodokslar kadar Sovyet Hükumetinin ve komünistlerin tazyikine giriftar olduğunu göstermektedir. Bunların bir kısmı Sovyetlere arz-ı sadakate mecbur olmuştur. Amerikalı müderrisin Rusyadaki ahval-i diniyyeye dair verdiği ma‘lumat bu mealdedir. Bu ma‘lumattan sarahaten anlaşılıyor ki Sovyetler Ortodoks Hıristiyanlığı ve sair mezahib-i diniyyeyi düşman telakki ederek ona karşı imhakar bir hatt-ı hareket ta‘kib ediyor. Kiliseleri ve müessesat-ı diniyyeyi kaldırmak için her şeyi yapıyor Rusya gençlerine dimağına herhangi bir telkin-i dininin nüfuz etmesine mani‘ olmak için kaffe-i tedabiri yetiştirerek gayelerine ermek istiyorlar. Maal-esef görüyoruz ki Moskova Sovyetinin pek acemi müridleri olan bazı muharrirler aynı hatt-ı hareketi memleketimizde de ta‘kib etmek fikrindedirler. Geçenlerde yeni çıkan bir akşam gazetesinde bir makale neşreden bir muharrir üstadlarının Rusyada yaptıklarını burada da Rusyada kilisenin vaziyeti Sovyet Hükumeti tarafından ta‘kib olunan hatt-ı hareketten çok müteessir olmuştur. senesinde belki daha mukaddem bir tarihte sadır olan bir kararname ile din devletten tefrik edilmiş ve bu suretle din seri‘ bir inhitata duçar edilmiştir. Daha sonra din ta‘lim ve terbiyeden tefrik edildiği gibi kiliselerin de kaldırılmıştır. Kiliselerin de birer grup halinde teşekkülüne müsaade edilmemiş bunların bütün evkafı millileştirilmiştir. A‘zasının adedi hiç olmazsa elliye baliğ olmayan mahalli bir cem‘iyet-i diniyye teşekkül edemiyor. Böyle bir cem‘iyet teşekkül ettiği takdirde a‘zasından birinin bir cünha-i siyasiyye ile tevkifi yüzünden yahud cem‘iyet merkezinde veya kilisesinde bir nutuk veya mev‘iza iradından yahud Sovyet Hükumetine muhalif ictimai veya siyasi bir ictima akdinden dolayı bu cem‘iyet derhal dağıtılıyor. Kiliseler yaşını geçmeyen bir kimseye hiçbir din telkinatında bulunamaz mebani-i hükumeti yahud müessesatı din işleri için kullanamaz bunların içine elvah yahud tesavir-i diniyyeyi vaz‘ edemez. Kiliselerin idame-i hayatı için ianeler toplamasına cevaz varsa da kiliseler vergiler i‘tasına mecburdur. Ulum-ı diniyye muallimlerine hükumet tarafından maaş veya tahsisat verilmez. Dini cem‘iyetler sair cem‘iyetler gibi teşekkül edebilirse de bunlar hiçbir mülke sahib olamazlar yahud halktan hiçbir aidat alamazlar. Her kilisecem‘i bir harekettebulunduğundan ve işçi sınıfının hedefine mugayir bir hedefi ta‘kib ettiğinden bir kuvvet-i siyasiyyeye tahavvüle müsaid addolunmaktadır. Kilisenin bu şekilde birburjuvazimüessesesi tanınması kilise ricalinin en ağır muameleye duçar olmalarına sebebiyet vermiştir. Sovyet Hükumeti kiliselerin muhtevi olduğu bir mahiyet-i diniyyeyi haiz veya gayr-ı haiz bütün eşyayı zabt etmekle bu husumetini göstermiş kendisine muhalefet eden bütün rical-i dini tevkif ve muhakeme etmiştir. senesinin Haziranında kiliseye mensub rical-i ruhaniyyenin en büyüklerinden altmış yedisi ya habse tıkılmış yahud nefy edilmişti. de vukû bulan ilk ihtilal esnasında intihab olunan Patrik Tihon derdest olunarak müddet-i medide habs edilmiş ve nihayet Sovyet Hükumetine sadakati müş‘ir bir mektub neşri üzerine tahliye edilmişti. Katolik Piskoposu Bodekyevikaz Sovyet Hükumetine muhalefet töhmetiyle katl edilmiştir. Sovyet Hükumetinin kiliseye karşı bu husumetkarane hareketi mevki‘-i iktidarda olan Komünist Fırkanın eseridir. Bunların sevkiyle bütün mekteplere din aleyhinde bir istikamet verilmiş ve çocuklar ilhad ve inkara alıştırılmıştır. Eyyam-ı diniyye din aleyhinde nümayişler yapmaya hasredilmiş ve genç komünist cem‘iyetleri rüesasının idaresi altında vukû bil-ahire vereceğimiz izahat ile anlaşılacaktır. İkinci Büyük Millet Meclisinin ihtiyar ettiği hatt-ı hareket millete Men‘-i Müskirat Kanununu tekrar ihya ve tatbik ettirinceye kadar her türlü teşebbüsat ve mesaide bulunmak vazifesini tahmil etmiştir. Bu da vazifeyi ifa etmek Men‘-i Müskirat Kanununu ilga eden kanunu ilga ettirerek müskirat beliyyesinden kurtulmak için efkar-ı umumiyyemizi mütemadiyen tenvir ve irşad etmek ve nihayet Men‘-i Müskirat Kanununu tekrar kabul ettirerek hüsn-i tatbiki için fedakarane mesai ibzalini te’min etmek icab ediyor. Biz bu muvaffakiyeti kazanmak için başka milletlerin bu vadide nasıl çalıştığını göstererek kendi mesaimizi tanzim etmek isteriz bunun için Avrupa ve Amerikada men‘-i müskirat hareketinin nasıl başladığını ve nasıl taammüm ettiğini izah edeceğiz. Amerika Hükumat-ı Müttehidesinin Kanun-ı Esasisinde yapılan on sekizinci ta‘dil ber-vech-i atidir: senesinin Kanunisanisinde Amerika Hükumeti baladaki ta‘dilin tasdik edildiğini ve bu suretle bütün Amerikada mer‘i kavanin miyanına dahil olduğunu meresiydi. Amerika Hükumat-ı Müttehidesinin her hükumeti mahalli memnuiyetler tatbikinden sonra müskirat memnu‘iyyetini bil-umum Amerikalılar tarafından kabul edilen bir esas olarak ta‘mim etmişti. Bu yüksek gaye-i teşri‘iyyenin tahakkuk ettiğini gören müskirat düşmanlarının bir kısmı vazifelerinin hitam bulduğunu zannetmişlerdi. Halbuki bilakis memnuiyet-i kat‘iyye kanununun kabulünden sonra bunlar asıl vazifelerinin başladığını gördüler. Çünkü müskirat ile mücadele ancak teşri‘ sahnesinden çıkmış icra sahnesine girmişti. İcra sahnesinde ise mücadelenin devamına lüzum vardı. Ve bu mücadele hala devam etmektedir. Son netice muayyen olmakla beraber zafer-i kat‘inin hangi gün yahud hangi sene kazanılacağı henüz muayyen değildir. Müskirata karşı i‘lan edilen harbin bu iki safhası zamanımızın belki en mühim ictimai hareketidir. Ne kadar yapmak emeliyle maarifi dinden tecrid ahlakı dinden tefrik için mezbuhane bir takım teşebbüslerde bulunuyordu. Bu muharrir Türkiyenin bir komünist memleketi olmadığını idrak edemeyecek ve Müslümanlığın Ortodoks Hıristiyanlığı olmadığını anlamayacak derecede gaflet gösteriyordu. Halbuki fil-hakika bu gaflet komünistliğin alelade bir propagandasıdır. Bu ücretli propagandacılar suret-i haktan görünerek bize terakkinin hakiki medeniyetin icabatı namına ancak dinsizliği ve din yıkıcılığını telkin etmek istiyorlar. Halbuki bunların telkin ettikleri yegane şey yukarıda gün gibi aşikar bir şekilde gösterdiğimiz vechile komünistlikten başka bir şey değildir. Ne garib bir tezaddır ki böyle bir takım propagandacılar dinsizliği tervic ediyorken öte taraftan devleti barıştırmaya çalışıyor. Ve sosyalistliğin dine karşı perverde ettiği husumeti susturmaya muvaffak oluyorlar! Milliyetperver Türkiyeye yakışan bu hareketi ihtiyar edecekleri yerde acaba niçin o muharrirler milletimizi bir kere öğrensek!.. Asrımızın en büyük ictimai hareketi müskirat afetine karşı dünyanın her tarafında vukû bulmakta olan mücadeledir. Müskiratın insanlık için ne kadar habis ve muzır bir afet olduğunu takdir eden cihan-ı medeniyyet bu afete karşı cihan-şümul bir muharebe açmıştır. Bu muharebe her gün bir zafer kazanıyor ve insanlığın müskirat yüzünden uğradığı felaketi tahfif ediyor. Milletimizin tarihinde pek yüksek bir mevki‘ işgal eden Birinci Büyük Millet Meclisimiz din-i mübinimizin ahkamına efkar-ı umumiyyemizin bu afetten kurtulmak için gösterdiği hahişe tevfik-i hareket ederek bir hamlede memleketimizi ve milletimizi müskirat afetinden kurtarmış ve bu suretle yalnız nesl-i hazırın değil bütün ensal-i müstakbelemizin bütün Türk tarihinin şükranını kazanmıştı. Halbuki İkinci Büyük Millet Meclisi selefinin ikame ettiği muazzam abideyi adeta kökünden yıkan kahkari bir harekette bulundu. Ve bu suretle Birinci Büyük Millet Meclisinin kurtarıcı hareketi heba oldu. Birinci Büyük Millet Meclisinin men‘-i müskirat için vaz‘ ettiği muazzam ve mübeccel kanunun sebeb-i ilgası kanunun tatbik edilmememesi iddiasıydı. Halbuki bu sebeb milleti bir afetten kurtarmak ve bu suretle bir gayeyi tahakkuk ettirmek bir sebeb değildi. Bunun pek çürük bir sebeb olduğu etmişti. senesi kumat-ı Müttehidenin adediye baliğ oldu. Müskirat memnuiyetini Kanun-ı Esasiye idhali zamanında ahaliden yüzdeünün memnuiyeti kabul ettiği Amerika Hükumat-ı Müttehidesi arazisinin yüzdeinde memnuiyet kavanininin tatbik edildiği görülüyordu. Geride kalan yüzde arazi en kesif surette meskun arazidendi. Daha mukaddem memnuiyet kanununu kabul eden araziye içki idhalini men‘ eden kanunlar kabul edilmişti. Harb-i Umuminin müskirat aleyhdarlığına hizmet ettiği muhakkaktır. Harb esnasında ayyaşlığın hayat-ı umumiyyeyi teşviş etmesi ve te’sirat-ı muzırrasını pek aşikar bir şekilde tecelli ettirmesi buna saik olmuştur. Bundan dolayı ezmine-i ahirede vukû bulan her büyük harb müskirat mes’elesine celb-i dikkat etmiştir. Amerikanın istiklal harbi esnasında askerlere birer mikdar ordunun bütün zabitlerine askerlerin içki kullanmamasını te’min için elden gelen her şeyi yapmalarını tavsiye etmişti. Amerikanın dahili harbleri esnasında da içki mes’elesi birçok mes’ul ricalin nazar-ı dikkatini celb etmiş ve herkesin bil-ihtiyar içkiden ferağat etmesi için nasihatlerde bulunmuşlardı. Fakat harb zamanlarında bile içki memnuiyetinin tatbikini te’min ettirecek derecede bir efka-ı amme teessüs etmemişti. Harb-i Umumi esnasında birçok Avrupa memleketleri de içki i‘mal ve istimalini şiddetli bir murakabeye tabi‘ tutmak mecburiyetinde kalmıştır. İçkinin kuva-yı beşeriyyeyi tahrib mevadd-ı gıdaiyyeyi tenkis etmesi her memleketi içkiye karşı bir siyaset-i kahire takibine mecbur etmişti. Bil-hassa cephane amelesi demiryolu amelesi gemi taifeleri arasında ayyaşlığın hakiki bir tehlike teşkil ettiği görülmüştü. Çünkü bu vaziyette bulunan bir adam yüzlerce adamın hayatını tehlikeye ilka edebiliyordu. si mevadd-ı gıdaiyyeyi tenkis etmesi kadar mühimdi. Almanyada da aynı esaslar nazar-ı i‘tibara alınarak içki esnasında içki dükkanlarının açık bulunacağı saatler tahdid edilmiş Pazar günleri bu mağazalar kapattırılmıştı. senesini Şubatında Berlinde Brandenburgda üniformalarını giyen askerlere ve zabitlere içki i‘tası men‘ olunmuş her hükumet-i mahalliyyenin içki tahdidini icab eden tedabiri ittihaz etmesi için salahiyet verilmiştir. miyan olunmaktadır. Fakat hiçbir itiraz ve münakaşa kabul etmeyen dört nokta dermiyan olunabilir. Birincisi; müskirat i‘malinde mühim mikdar nişasta ve şekerin şayan-ı teessüftür ki bizim memleketimizde bu cidalin birinci safhası itmam edilmiş olduğu halde ikinci safhaya girilmeden birinci adım geri alındı. Biz bu noktayı şimdilik ber-taraf ederek Avrupa ve Amerikanın bu muazzam hareketi nasıl idare ettiğini tedkik edelim. Amerikada memnuiyet-i kat‘iyye kanunu Harb-i Umuminin tevlid ettiği ahlaki heyecan içinde teklif edilmiş ve mütarekeden pek az bir zaman sonra tasdik olunmuştu. Bir asırdan beri içki ile mücadele mes’elesi Amerikada bir mes’ele-i ahlakiyye olmuştu. Harb-i Umuminin tevlid ettiği hararet içki düşmanlarının kat‘i bir zafer ihraz etmelerine saik olmuş ve bu zafer o kadar ani ve o kadar müdhiş olmuştur ki memnuiyet tarafdarları bile hayret içinde kalmışlardı. O kadar ki bunların birçoğu harbin hitam bulması üzerine bir aksülamel vukûundan endişe etmişlerdi. Bununla beraber bu zafer hissiyat-ı umumiyyenin ani bir tebeddülünden tevellüd etmemişti. Amerikanın bir mevcudiyet-i milliyye lamış Harb-i Umumi ise bu hareketi şahikaya yükseltmiştir. Müskirat aleyhdarlığı hareketinin ahlaki bir hareket olduğunu bu suretle izah ettikten sonra buna iktisadi bir mahiyette olan iki sebebin yardım ettiğini de ilave etmek lazımdır. Bunların biri; ayyaşlığın kuva-yı beşeriyyeyi tahrib etmesi tehlikesi ikincisi; müskiratın i‘mali için mevadd-ı gıdaiyye istimaliyle halk tarafından tenavül edilecek gıdanın tenakusa uğraması… Her iki tehlike mes’ul zevat tarafından uzun uzadiye izah olunmuş ve bunların dermiyan ettikleri delail o kadar ma‘kûl o kadar kanaat-bahş görülmüştü ki içkiye aleyhdar olmayan ve onu ortadan kaldırmayı bir mes’ele-i ahlakiyye telakki etmeyenler bile harbin devamı müddetince içki ticaretinin men‘ine tarafdar olmuşlardı. Fakat içki aleyhdarlığı Kanun-ı Esasiye maddeler ilavesine saik olunca mes’ele bir tedbir-i harbiden çıkmış daimi bir esas oluvermişti. Şu var ki Amerikanın Harb-i Umumiye adem-i iştiraki takdirinde içki memnuiyetinin tatbik edil[meye] ceğini zannetmek doğru değildir. Çünkü harb bu hareketi yalnız ta‘cil etmiştir. Fil-hakika Amerikada içki aleyhdarlığı gittikçe tevessü‘ ediyor ve bütün Amerika Hükumat-ı Müttehidesinde bir gün içki aleyhdarlığının umumileşeceğini gösteriyordu. Mesela senesinde Amerika Hükumat-ı Müttehidesinden beş hükumet bu hükumatın adedia baliğ olmuştu.de bunlara hükumet daha iltihak etmişti. de müskirat memnuiyetini tatbik eden hükumatın adedi yirmiye çıkmıştı. de dört hükumet daha de dört hükumet dahade dört hükumet daha bunlara iltihak Şimdi artık mekteplerin gösterdikleri en mühim hünerler bunlar oldu. Ehemmiyetli ehemmiyetsiz her hangi bir vesile ile falan mektebin bir müsamere tertib ettiği müsamerede çalgılar çalındığı şarkılar söylendiği oyunlar oynandığı piyesler vaz‘-ı sahne edildiği kemal-i Amerikalı bir misafir geldi mi derhal tiyatro sahneleri kurulur fasıllar tertib olunur erkekli kadınlı ictimalar hazırlanır. En mühim hünerlerimiz frenklere gösterilir. Bu suretle bizim de medeniyet yolunu garblılaşmak yolunu tuttuğumuz anlatılmak istenir. Hünerlerimizi ibraz ettikten sonra da garbcı ele başılarından birisi çıkar: – Nasıl mösyö cenabları beğendiniz mi? Diye sorar. O da beyan-ı memnuniyyet eder ve takdiratta bulunur. Oh oh oh … terakki ve teceddüd yolunda gidiyor diye haydi gazetelerde koca koca bendler poh pohlar şakşaklar… Zavallı gençler terakki ve teceddüd diye oyundan çalgıdan tiyatrodan başka bir şey görmüyorlar. Zannediyorlar ki medeniyet demek garb demek oyun çalgı ve tiyatrodan ibarettir ve orada herkes bunlarla meşgûldür! Bilmiyorlar ki o muazzam eserleri keşif ve ihtira‘ eden ulemanın böyle şeylerle hiç de meşgûl oldukları yoktur. Tiyatro çalgı oyun dans muğanniyelik her yerde Avrupada da Amerikada da Asyada da sefahetten ma‘duddur. Ve bunların yerleri de müdavimleri de ayrıdır. Bizim garbcı elebaşılarımız bunlardan tegafül ederek Avrupadan her gelen zata oyun çalgı tiyatro hünerlerimizi göstermeye kalkıyorlar da milleti mahcub edecek küçük düşürecek vaziyetler ihdasına sebebiyet veriyorlar. Geçenlerde Macar profesörler Türk Ocağına da‘vet olunmuştu. Orada ilmi musahabelerde bulunacağını zanneden profesörlere çalgılar müslüman muğanniyeleri çıkarılınca adamcağızlar şaşırıp kaldılar. Bunlar yaşını başını almış ilim ile müşteğil zevat oldukları için bit-tabi‘ böyle şeylerle meşgûl oldukları yoktur. Hey’et reisi Ocaklılara güzel bir ders verdi. Fakat aldıran olmadı. Ocaklılar aldırmadı ama Türkler mahcub oldular. Türk muğanniyesi Mefharet Hanım Fransız ve Rus musikisinden bazı parçalar terennüm ettikten sonra hey’et reisi Doktor Konuş kalkıp bir nutuk irad etmiş. Anadoluyu baştanbaşa gezdiğini birçok masallar topladığını ve bunları on iki cild kitap halinde neşrettiğini izah eylemiş ve neticesinde de Ocaklılara demişti ki: Ben hayatımı bu yolda öldürdüm. İsterdim ki sizler de bunun için çalışasınız ve bu yolda kıymetli tedkiklerde bulunasınız. olursa olsun muhtevi olduğu şeker ve nişasta derecesinde mutedil olmadığı üçüncüsü; içkinin insanları sarhoş ettiği dördüncüsü; içkinin suhuletle satıldığı yerlerde ayyaşların çoğaldığıdır. Birinci ve ikinci noktalar içki cü noktalar içkinin kuva-yı beşeriyyeyi tahrib ettiğine delalet ediyor. Şimdi bu noktaları kabul edenler onlara göre muhtelif siyasetler ta‘kib ediyorlar. Fakat sulh ve harb zamanlarında ta‘kib olunacak siyasetler arasında fark gözetiyorlar. Harb zamanında bütün İngilizler kani idiler. Fakat Amerikada olduğu gibi İngilterede içki aleyhinde çok kuvvetli bir cereyan yoktur. Binaenaleyh ancak tahtelbahr tehlikesinin pek had bir devreye girdiği zaman İngilizler müskiratı kat‘i bir murakabeye tabi‘ tutmak mecburiyetini hissettiler. Harb-i Umumi esnasında Lloyd George:Biz Almanya Avusturya ve içki ile harb ediyoruz. Fakat düşmanlarımızın en büyüğü içkidir.demiş. Fakat muma-ileyhin peşinde Amerika efkar-ı umumiyyesi gibi bir efkar-ı umumiyye bulunmadığından bir şey yapmaya muvaffak olmamıştır. Bunu İngiliz ekabir-i muharririninden biri şu şekilde ifade etmişti:Hükumet içki mes’elesiyle meşgûl olamadı. Bunun sebebi Londranın arkasında Washingtonun arkasında bulunan efkar-ı umumiyyenin adem-i mevcudiyetidir. İngiltere Hükumetinin ittihaz ettiği tedabir salahiyetdar mehafil-i askeriyye ve bahriyenin yapmasıdır. Bil-ahire Lord Kitchener ile Canterbury piskoposu askerlere içki verilmemesi için bir beyanname neşretmişler ve bin-netice harb müddetince içki tenavül etmemek içinHaki Düğmeler Cem‘iyetiteessüs etmişti. gittikçe tevessü‘ etmiş nihayet da iki milyon İngiliz hükumete müracaat ederek harb müddetince içkinin tamamıyla men‘ini taleb etmişlerdi. Fakat hükumet bu talebi tahakkuk ettirememişti. Maamafih İngiliz parlamentosu tarafından kabul olunan birkaç kanun içki ticaretini azim tahdidata uğratmış ve bin-neticede fıçıya tenezzül etmişti. Bu tahdidat neticesinde her sene bin ton mevadd-ı gıdaiyye kurtarılmıştır.de bu tevkifate inmişti. Harbden sonra içkinin tenkis ve nihayet tamamıyla ilgası neticesinde halkın gıdasını terbiye ve kuva-yı insaniyyesini muhafaza noktaları efkar-ı umumiyyeye izah edilmeye ve Amerikadaki refahın bu iki amili nazar-ı dikkate almaktan ileri geldiği anlaşılmaya başlanılmıştır. meşgul olmasına nasıl şaşılmaz? Mevcud müessesat-ı ilmiyyenin yıkılması için işaret verilince derhal tahribdeki kabiliyet-i fevkalademizi gösteririz. Fakat yapmaya gelince nutukların nazariyelerin projelerin ardı arkası gelmez. Evkaf mektepleri dedik kapattık Medrese dedik seddettik. Senelerden beri ta‘mim-i maarif namına sed ve ilgadan başka bir ma‘rifet gösteremiyoruz. Ne acınacak hal!... Ceride-i İslamiyyesine Temmuz tarihli gazetesinde neşrolunan fıkranın bazı cümleleri yanlışlıkla hakikat-i halin hilafını ifade eder bir tarzda tahrir olunmakla izaha mecburiyet hasıl olmuştur. Sinema inşasından sarf-ı nazar edildiği takdirde başka surette Himaye-i Etfal Cem‘iyetine büyük muavenette bulunacağımızı hem cem‘iyetin müstefid olacağı hem de kabristanın şeair-i cağı ve işbu suretle kulub-ı İslamiyyenin rencide edilmemiş olacağı makam-ı aidinden rica edilmişti. Başka tarafa inşası mevzu‘-ı bahs olmamıştır. Bu da makamat-ı resmiyyeye takdim edilen merbut istid‘a suretlerinin tedkikiyle anlaşılacaktır. Terakki ve teceddüd bahsine gelince müteşebbisler mülk ve milletin terakki ve tealisine hadim cem‘iyatın teşebbüslerine ilmiyenin mani‘ olduklarını göstermek istediklerinden bunlara karşı meşru‘ surette ilim ve fen sahasında mülk ve milletin terakki ve tealisine tarafdar bulunduğumu beyan sadedinde teceddüdkelimesinin zuhul ile mübeyyiz tarafından sıkıştırılmış olması muhtemeldir. Teceddüd kelimesi müsveddede yoktur. Maahaza ne fikir ve meslekte bulunduğum faaliyatımla ve umumun şehadetiyle sabittir. Her an din-i mübinin hadimi olduğumu arz eder hakikat-i mes’elenin bundan ibaret olduğunun ceride-i ferideleriyle neşrini rica ederim. Şer‘iyye Vekalet-i Celilesine Numara: Harb-i Umumide tahrib olunan yüzlerce senelik bir kabristana Denizli Himaye-i Etfal Cem‘iyeti tarafından sinema ve tiyatro binası inşasına teşebbüs edilmesi üzeMacarlı misafirler bu sözleriyle Türk Ocağını adeta böyle bir hadise Darulmualliminde vukûa geldi. Maarif Vekaletinin müşavir olmak üzere Amerikadan celb ettiği Profesör John Dewey şerefine bir müsamere verildi. Müsamerede birçok erkek ve kadın muallimler bulunmuş. Darulmuallimattan me’zun bir hanım başına hiçbir örtü bile almaksızın sahneye çıkarak piyano çalmış diğer hanımlar da keman çalmışlar bazı beyler de bu çalgı faslına iştirak etmişler. Darulmuallimat hanımı monolog da söylemiş.Balıkhane katibinin Ramazanda teravihe gitmesinamındaki monolog da hayli kahkaha ve alkış toplamış! Sonra zeybek oyunları oynanmış. Bu da mekteplerde şimdi yeni çıktı.Milli dansimiş bu! Babür Şahın Seccadesinamındaki tiyatro da oynanmış… Müsamerenin sonunda profesör irad ettiği nutukta ne söylemiş bilir misiniz? Ber-mu‘tad icabat-ı nezaket olmak üzere teşekkür ettikten sonra demiş ki: – Bil-hassa vaz‘-ı sahne edilen parçalarda Türklerin gösterdiği tabii evza‘ herhangi bedii veya tiyatroya müte‘allik şeylerde isti‘dad sahibi olduklarını gördüm. Bu isti‘dadın ilim ve irfan sahasında da gösterileceğinden kat‘iyyen eminim.. Profesörün bu sözlerinde orada bulunanlardan kaç kişinin müteessir olduğunu bilmeyiz. Fakat Türk milleti namına her halde iftihar edilecek takdirler değildir. Eğer Amerikadan gelen bu profesör hayatını böyle oyunlarla ahenklerle geçirmiş yalancı bir profesör olsaydı bu ahvalden çok memnun olacak ve tekerrürünü isteyecekti. Fakat ömrünü ilim ile geçirmiş olduğu için bu ahval karşısında hayrette kalmış muallim hanımlara ve beylere ciddi adamların böyle itablarına mazhar olacağımız tabii değil midir? be olduğunu tahsile muhtac çocuğun da mektepsiz kaldığını gazeteler yazıyor. İstanbul gibi asırlarca payitaht olan bir şehirde kırk bin çocuk mektepsiz kalırsa Anadoluda tahsilden mahrum olan çocukların mikdarını düşünmeli! Yüz senedir maarif müessesesi ne yapıyor? Ta‘mim-i maarif için halktan alınan vergiler nereye sarf olunuyor? İstanbul gibi bir şehirde kırk bin çocuk mektepsiz dolaşırken maarifin liselerde muhtelit tedrisat ile Sebilürreşad - Müftü efendinin hakikat-i mes’eleyi teşekkür ederiz. Denizli müftüsünün tiyatro ve sinemalar ğuna dair gazetesinde neşrolunan mektupArtık müftüler de yollarını sapıttıdiye müslümanları çok müteessir ve me’yus etmişti. Şimdi müftü efendi hazretlerinin binasının inşasına ön ayak olmak değil men‘i hakkında teşebbüsat-ı resmiyyede bile bulunmuştur. Müftü efendiye yakışan da budur. Bugün İstanbulun ahlakını ifsad hususunda tiyatrolar ve sinemalar en mühim amil olmuştur. Tiyatrolar nihayet müslüman kızlarını da sahneye sürüklemiş sinemalar ise yatak odalarındaki muameleye varıncaya kadar türlü türlü münasebetsiz hareketleri göstermekle birçok kızları delikanlıları baştan çıkarmış milletin ahlakını ictimaiyatını zir u zeber etmiştir. Vakıa sinemalar iyi şeyler göstermek şartıyla müfid olabilir. Fakat maat-teessüf bizim memleketimiz sinemaların hayatını seyr ede ede gençlerin ahlakı bozuldu. Tiyatrolara damekteb-i edebderler. Fakat tiyatrodan edeb tahsil eden kim görülmüştür? Bilakis şeair-i milliyyeyi yıkmak ahlak-ı milliyyeyi ifsad etmek hususunda tiyatrolar da en çok müessir olan sefahet-hanelerden biridir. Kim ne derse desin tiyatro da sinema da bizim memleketimizde ahlak-ı milliyi ifsad eden sefahet-hanelerden başka bir şey olmamıştır. Bu sefahet-haneler yüzünden şimdi İstanbul en müdhiş bir sukût-ı ictimai içinde yüzmektedir. Bari Anadoluyu bu sukûttan kurtarmak memleketini milletini seven her ferdin borcudur. Bilhassa memleketin hayat-ı maneviyye ve ahlakiyyesiyle en ziyade alakadar olan müftüler bu sefahet-hanelerin Anadoluyu da saha-i tahribatına almamasına itina etmekle mükelleftirler. Denizli müftüsünün nazm-ı celili mucebince hiçbir laimin levminden korkmayarak hak ve hakikati müdafaa etmesi şayan-ı tebriktir. Hakiki mü’minlere yakışan budur. Dahiliye vekilini ziyaret gitmiş olan Hahamhane hey’etinin hükumetten muavenet talebinde bulunması hakkında sahibi Cevdet Bey bir başmakale yazdı. Hulasaten diyor ki: rine her türlü tecavüz ve te‘addiden sıyaneten yalnız bir müslüman olmak sıfatıyla değil vazifeten de mecbur bulunduğum ahkam-i celile-i şer‘iyyemize tevfikan müteşebbislerini tim. Şifahen vaki‘ ihtaratım nazar-ı i‘tibara alınmayarak kemeye vaki‘ müracaat da müsbet bir netice vermedi. Halbuki mukaddema Makam-ı Celil-i Meşihat-penahinin bir ta‘miminde kabristan ittihaz olunan bir mahalle her ne suretle olursa olsun tecavüz ve te‘addinin ta‘zir-i şedidi müstelzim idüğü dermiyan olunmuş ve mütecasirleri hakkında ta‘kibat-ı kanuniyyeye tevessül olunması lüzumu bildirilmişti. Buraca uhde-i acizaneme terettüb eden vazifeyi ifa etmiş isem de arz olunduğu üzere iyi bir netice elde edemedim. Bundan dolayı mecburen Makam-ı Celil-i Vekalet-penahilerini tasdi‘ ediyorum. Kendi hesabıma ahkam-ı celile-i İslamiyyenin hergün biraz daha hırpalanmış olduğunu görüp işitmekle müetezzi ve müteellimim. Halbuki salah ve selametimizin ancak şeriat-ı garraya tevfik muamele ile imkan-pezir olacağı müstağni-i arz u izahtır. Binaenaleyh Makam-ı Vekaletpenahilerinin yatro binasının men‘-i inşası ve mütecasirlerinin pençe-i kanuna teslimi hususunda lazım gelenlere evamir-i şedide i‘ta buyurmalarını muhafaza-i şeriat namına arz ve istid‘a eylerim. Ol babda. Ma‘ruzatımızdır Denizlinin en eski kabristanı olup Arablar Mezarlığı demekle ma‘ruf ve harb sille-i zulmüne uğramış bir müslüman kabristanına bu kere şeair-i İslamiyye ile hiçbir vechile kabil-i te’lif olamayacağı bedihi bulunan sinema ve tiyatro inşasına teşebbüs edildi. Müteşebbislerine vaki‘ müracaat-ı şifahiyye semere-bahş olamamıştır. Eğer bundan maksad Himaye-i Etfale bir menfaat te’mini ise kulub-ı İslamiyyeyi her an müteellim edecek olan işbu hareket-i müessifeden sarf-ı nazar edildiği takdirde vazı‘ul-imza bizler her vechile yardımına mecbur olduğumuz Himaye-i Etfale başka surette son derecelere kadar yardım edeceğimizi taahhüd eyler buyurulması müsterhamdır. / görmeli de ibret almalı. Sonra halk üzerinde daha ziyade müessir olmak için başvekillerle beraber rüesayı ruhaniyyenin imzaları da beyannameye vaz‘ ediliyor. Biz ise muhacirlerimiz için hiçbir iane toplamaya muvaffak olamıyoruz. Ne kadar acınacak bir haldeyiz! Ağustos tarihli gazetesinin verdiği ma‘lumata göre ahiren İtalyanın mukadderatına hakim olan Faşist Fırkasının divan-ı kebiri Senyör Mussolininin riyaseti altında akd-i ictimaetmiş ve bu ictimada farmasonluk aleyhinde gayet şedid mütala‘at dermiyan edilmiştir. Farmasonluğa karşı dermiyan olunan teklifat miyanında bu teşkilat-ı hafiyyenin külliyyen ilga ve imhasını tasvib olunmadığından daha mutedil mukarrerat ittihaz olunmuştur. Bu mukarrerata göre: Hiçbir faşist mason olmayacaktır. Mason olan her faşist masonluktan derhal ayrılacaktır. Her faşist masonların tertibat ve tahrikatından hükumeti haberdar etmeye kendisini mecbur addedecektir. Senyör Mussolini bu münasebetle irad ettiği nutukta farmasonluğun faşistliğe fikir akide ve nazariye farmasonluğun ancak asrın ihtilal devrinde o zamanki hükumetlere karşı müfid olduğu halde artık hiçbir faidesi kalmadığını beyan etmiştir. cinayetler ika‘ ediliyor. Gazetelerin zabıta vukûatı sütununa bakılırsa vakaların cinayetlerin hemen hepsinin sarhoşluk yüzünden vukûa geldiği görülmektedir. Yekdiğerini vuran arkadaşlar kocalı kadınları dağa kaldıranlar genç kızları motorlara cebren sürükleyenler oturup dururken arkadaşına kama sokanlar… Hep sarhoşluk yüzünden bu cinayetleri ika‘ ediyorlar. İş o dereceye geldi ki bazı polisler zilzurna olarak umumi bahçelerde tabancasını çekerek havaya silah atıyor. Polis müdürünün kapıcısı da kokain çekerek düşüp bayılırsa artık içki ve kokain istimalinin ne kadar müdhiş bir şekil almış olduğu anlaşılır. İstanbulun bazı taraflarından polislerin leriyle anlaşılmıştır. Kanunen güyaalenen müskirat istimali memnudur. Halbuki içilmedik yer yoktur. Gazinolar birahaneler şöyle dursun gazinoların önlerinde herkesin gelip geçtiBu talebi çok istiğrab ile telakki ettim. Büyük muharebeden beri Musevi zenginlerinin mikdarı on kat arttı. Bugün Yahudilerin ellerine almadıkları bir ticaret yok gibidir. Piyasaya Yahudiler hakimdir. Yerli ve Selanik Musevilerinden başka memleketimize Rusyadan dahi pek çok Yahudi gelmiştir. Bu kadar zengin oldukları halde memleketimiz onlardan hiçbir muavenet görmedi. Başka yerlerde Yahudiler böyle hareket edemez. Türkler müteyakkız bir unsur olmadığı için Yahudiler hiç sıkılganlık eseri göstermiyorlar. Bahsettikleri ihlasın manası nedir? İsyanlara iştirak etmemeleri mi? Bugün Adalardaki erbab-ı zevk ve safanın ekseriyet-i azimesini Yahudiler teşkil eder. Erkek kadın kız Museviler memleketin her nevi‘ müessesatını taşırdılar. Yahudi şivesini liyor… Böyle iken masarıf-ı fevkaladesi başından aşmış olan Türk milletinin dişinden tırnağından artırarak verdikleri vergilerden de hissedar olmak istemeleri Türklerin beş on parasına göz dikmeleri pek ayıptır. Yahudiler menfaatlerine bir türlü doyamazlar. Başkalarının ceblerinde on para kalsa onu da çekip almak isterler. Mütevali harbler muhaceretler yüzünden müslümanlar fakr u sefalete düştükçe memleketin servetini kasalarına doldurmakta olan Yahudilerin hükumetten muavenet talebinde bulunması ekmek parasına muhtac kalan Türklerle istihfaftan başka bir şey değildir. Yahudiler müslüman servetinin kendilerine intikal etmekte olduğundan müslümanları gaflete düşürmek mi istiyorlar? Müslümanları bu kadar safdil telakki etmesinler. Müslümanlar kendi diyarında Yahudi sermayesinin taht-ı nüfuzunda kaldıklarını bilmez değillerdir. Bunun üzerine bir de fırsat düşkünlüğü ederek müslümanların perişan halleriyle istihfaf etmek Müslümanların dişinden tırnağından arttırarak verdikleri vergilere de göz dikmek hakikaten ayıptır. Yahudiler müslüman müessesat-ı diniyyesinin ne kadar acınacak bir halde olduğuna baksınlar da müslümanları cidden müteessir edecek böyle müstehziyane taleblerde bulunmaktan vazgeçsinler. Atinadan iş‘ar edildiğine nazaran İngiliz başvekil-i hazırı MacDonald ile sabık başvekillerden Baldwin ve Asquith Rum muhacirlerin lehinde iane cem‘i için müheyyic bir lisan ile yazılmış bir beyanname neşretmişler. Bu beyannamede Canterbury arşi piskoposu ile Kardinal Born ve İngiltere başhahamının imzaları da varmış. El-küfru milletün vahidetünHıristiyanlık mes’elesi gelince Avrupalıların ne kadar taassubları kabardığını Kimsenin ne kanun tanıdığı var ne nizam. Herkes istediğini yapıyor. Yalnız ortada yıkılan ve çöken bir şey varsa o da memleketin bünyan-ı ictimaisi iffet ve namus-ı millisidir. Eğer Büyük Millet Meclisi bu afetin önüne geçecek bir takım tedabir-i mania ittihaz etmezse fuhuş ve frengi İstanbulu mahv ve harab edecektir. Zabıta fuhuşun tevessüüne karşı hiçbir mani‘-i kanuni olmadığından bahsediyor. gazetesi Emraz-ı Zühreviyye Kanununda ahkam-ı idariyye olduğunu söylüyor. Halbuki Emraz-ı Zühreviyye Kanunu bu nam altında fuhuşun resmen cevazını gösteren bir nizamnamedir ki devr-i sabık hükumetinin en feci bir yadigarıdır. Asıl mazinin bu kabil mülevvesatıdır ki temizlenmek sed ve viyyenin önüne geçilmek bahanesiyle polis resmi fuhuş vesikaların dağıtmıştı. Her isteyen kadın bu vesikayı alarak hükumeti bu suretle umumhanelerdeki fahişelerden başka seyyar fahişelere de müsaade i‘ta etmişti. Meşrutiyet devrinin mirası olan bu usulleri fuhşu teshil eden bu nizamnameleri müsta‘celen ilga etmek memleketi kasıp kavuran fuhuş afeti hakkında tedabir-i mania ittihaz etmek Büyük Millet Meclisinin en mütehattim vazifesidir. Aboneleri hitam bulan kariin-i kiramın abone bedellerini irsal etmek lütfunda bulunmaları veya aboneden sarf-ı nazar eylediklerini iş‘ar buyurmaları bil-hassa rica olunur. ği yerlerde bile rakılar içiliyor. Kanun ile bu kadar istihfaf dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Şu kanunu hükümden Türlü türlü tefsirler ta‘limatlar yapıldı. Nihayet rakının da likör olduğu binaenaleyh serbest içilebileceği i‘lan edili.Alenen memnuiyetineartık şimdi aldıran bile yok. Herkes kanunun bu maddesiyle istihfaf ve istihza ediyor. Bir devlet her ne olursa olsun kanunlarıyla bu kadar istihfaf olunmasına müsaade ederse kanuna karşı perverde edilmesi lazım gelen hürmet hislerini bizzat kendisi sarsmış olur. Bit-tabi‘ bu vaziyet bir devlet için yor. En namuskar mahallelere kadar fuhuşun sirayet ettiğini gazeteler yazıyor. Fahişelerin yüzde doksanı frengili oldukları cihetle fuhuş ile beraber frengi hastalığı da alabildiğine tevessü‘ etmektedir. Bazı mahalleler ahalisi Polis Müdüriyetine müracaat ederek mahalleler içine namuskar ailelerin harimine kadar sokulan fahişelerin ğer taraftan vesikalı vesikasız seyyar fahişeler İstanbulun namus ve iffetini müdhiş surette kemiriyor. Genç kızları baştan çıkarmak için binden fazla fuhuş dellalı İstanbulda rıncaya kadar kız çocukların bile fuhuş yollarına atıldığı görülüyor. gazetesi neşrettiği bir makalede bu hususta zabıtanın vazifesinin ifa etmediğinden şikayet ediyor. Babıali’leri basmak adam asmakla değil. Çek bu işten bütün ihvanını kendin de çekil. Gezmeyin ortada oğlum sokulun bir sapaya Varsa imkanı yarın avdet edin Avrupa’ya. — Amca Bey! — Nafile Asım seni hiç dinlemeyiz... Çünkü sen bir kişisin biz bakalım öyle miyiz? Hadi tahsilini ikmale tez elden hadi sen! Çünkü milletlerin ikbali için evladım Ma’rifet bir de fazilet... İki kudret lazım. Ma’rifet; ilkin ahaliye sa’adet verecek Bütün esbabı taşır; sonra fazilet gelerek O birikmiş duran esbabı alır memleketin Hayr-ı i’lasına tahsis ile sarf etmek için. Ma’rifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer Tek faziletle teali edemez za’fa düşer. Çöker a’sabına. Artık o da bundan memnun! Ma’rifet farz edelim var da fazilet mefkùd... Bir felaket ki cema’atler için na-mahdud. Beşerin ruhunu tesmim edecek karha budur; Ne musibettir o: Taunlara rahmet okutur! Bizler edvar-ı faziletleri cidden parlak Bir büyük milletin evladıyız oğlum ancak — Şimdi Asım edebiyyatı bırak bir tarafa; Daha ciddi işimiz var geçelim başka lafa. Galiba söylediğim yoktu? Evet hiç yoktu: Mısr’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abdu Konuşurken neye dairse Cemaleddin’le; Der ki tilmizine Afganlı: “– Muhammed dinle! Öne bizler düşüp İslam’ı da kaldırmazsak Nazariyyat ile bir şeyler olur zannetme... O berahini de artık yetişir dinletme! Çünkü muhtac-ı tezahür değil isti’dadın...” — “Şüphe yok hakk-ı semuhileri var Üstadın... Gidelim bir yere hatta şu bizim Sudan’a; Yeni bir medrese te’sis edelim urbana. Daha üç beş de faziletli mücahid bulalım Nesli tehzib ile i’la ile meşgul olalım. Çıkarıp gönderelim hasılı Şeyhim yer yer Oradan alem-i İslam’a Cemaleddin’ler.” — “Bu fakat yirmi yıl ister ki kolay görmüyorum... Yirmi günlük işe bak sen!” — “Kulunuz ma’zurum.” Kıssadan hisse çıkarsak mı ne dersin Asım! Anlıyorsun ya zarar yok daha iyi anlaşalım: Yoksa ellerde kör alet efeler tertibi Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Fen diyarında sızan na-mütenahi pınarı Hem için hem getirin yurda o nafi’ suları. Aynı menba’ları ihya için artık burada Kafanız işlesin oğlum kanal olsun arada. Sen geçenlerde demiştin ki: “Yazık hala biz Dünkü ilmin bile biganesiyiz cahiliyiz. Nesli bir acze düşürmüş ki bugün memleketin Bir yığın kuvveti var hem ne tabi’i de henüz Biz o kuvvetlere eller gibi hakim değiliz! Yarının ilmi nedir halbuki? Gayet müdhiş: “Maddenin kuvve-i zerriyyesi” uğraştığı iş. O yaman kudrete hakim olabilsem diyerek Sarf edip durmada birçok kafa binlerce emek. Ona yükseldi mi artık değişir ruy-i zemin; Çünkü bir damla kömürden edecekler te’min Öyle milyonla değil; na-mütenahi kudret!...” Bir yılın var daha zannımca? — Evet. — Bak ne kolay! Lakin ihvan-ı kiramın? — Çoğunun altışar ay. — Hep giderler ya beraberce? — Giderler ma’lum. — Hepsinin mesleği sağlam mı? — Evet müsbet ulum. — İnkılabın yolu madem ki bu yoldur yalınız “Nerdesin hey gidi Berlin?” diyerek yollanınız. Altı ay bir sene gayret size eğlence demek... Siz ki yıllarca neler çekmediniz hem gülerek! Hani bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz; Bir gün evvel gidiniz bir saat evvel dönünüz. Şark’ın aguşu açıktır o zaman işte size; O zaman varmanın imkanı olur gayenize; O zaman dinlerim artık seni Asım bol bol... — Yarın akşam gideriz. — Öyle mi? Berhurdar ol. O fazilet son üç asrın yürüyen ilmiyle Birleşip gitmedi; battıkça da ümmet cehle Bünyevi kudreti günden güne mefluc olarak Bir düşüş düştü ki: Davransa da sarsak sarsak Garb’ın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkum; Çünkü hakim yaşatan şevket-i fenden mahrum. Biz evet hasmımızın kudret-i irfanından Bi-nasibiz de o yüzden bu şerefsiz hüsran. Sonra a’sara süren haybeti çekmekle bugün O fazilet bile hissiz hareketsiz ölgün. Şimdi Asım bana müfrit de ne istersen de Ma’rifetten de cüda Şark faziletten de. Lakin ister misin oğlum müteselli olmak: Bunların herbirinin kuvveti maziye inen Kökü mikdarı olur; çünkü bu amillerden En derin köklüsü en sağlamı en hakimidir. Şimdi sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir Göreceksin ki: Bu millette fazilet en uzun En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun Bir mübarek suyu var hiç kurumaz: Din-i mübin. Hadisat etmesin oğlum seni asla bedbin... Ağacın kökleri madem ki derindir cidden; Dalı kopmuş ne olur? Gövdesi gitmiş ne zarar? O bakarsın yine üstündeki edvarı yarar Yükselir fışkırıp afak-ı perişanımıza; Yine bin vaha serer kavrulan imanımıza. Vakıa ortada yüzlerce mesavi yüzüyor; Sen bu kabusu bütün şerre değil hayra da yor. Çünkü yoktur birinin kalb-i cema’atte yeri; Arasan: Hepsi beş on maskara ferdin hüneri! Bu cihetten hani hiç yılmasın oğlum gözünüz; Sade Garb’ın yalınız ilmine dönsün yüzünüz. O çocuklarla beraber gece gündüz didinin; Gidin üç yüz senelik ilmi sık elden edinin. Siyasi harbler bir sulh ile neticelenir. Sulhun imzasıyla beraber aynı zamanda derhal sükunet avdet eder herkes zararını tehvine yarasını sarmaya uğraşır. Halbuki hayat-ı ictimaiyyedeki gayr-i tabiilik ne öyle bir hamlede sükuna avdet eder ne de kolaylıkla zail olur. Bilakis tehlike düşman orduları gibi herkesin göreceği şekilde mer’i olmadığı için müdafaa imkan ve vesaitı kolayca te’min edilemez. Bunun içindir ki emraz-ı ictimaiyye teşhis ve tedavisindeki ehemmiyet ve müşkilat hasebiyle milletler için taundan daha tehlikelidir. ca üç devr-i mühlik arz eder. Bu edvarın her biri hey’et-i Milletlerde ilk devr-i felaket olan tereddiyatın başlaması ma’nevi düşkünlük demektir. Mevcud esasat-ı ahlakıyye ve ictimaiyye ihmal olunur. Bu kuyud-ı ma’şeri nefse hoş görünmemeye başlar. Rabıtalar gevşer. An’anat-ı ğılmaya başlar. Fa’aliyet-i ruhiyye heyecan hissizliğe meyl eder. Bu devirde henüz mevcud ahlaki ve ictimai esaslar tebdil-i şekl etmiş değildir. Belki o mebde’lere karşı olan rabıtalar gevşemiş başka harsların gayr-i milli te’siratı şuur-ı muhitiyi sarmaya başlamıştır. Eğer münevveranın matbuatın idare kuvvetinin ilmi ve samimi müdahale ve irşadıyla tereddiyatın önüne geçilemezse maiyye devri başlar. Bu devirde tereddiyatın evsaf-ı mümeyyizesi maa-ziyadetin ahz-i mevki’ etmekle beraber mevcud esasat yerine hiçbiri yekdiğerine uymayan mütenakız menfi birtakım taklidler görenekler fevzalar Bunlar ihtiyacı tatmin edeceği ahval-i ictimaiyyeyi hey’et-i ictimaiyyeyi biraz daha mebde’lerinden uzaklaştırır. Esasatından uzaklaştıkça safiyetini kabiliyet-i hayatiyyesini tekamülünü kaybeden cem’iyet tesanüdünü zayi’ ederek muhtelif uzuvları mahkum-ı infisal bir bina gibi sallanmaya başlar. Hey’et-i ictimaiyyeleri girmiş oldukları bu devr-i mühlikten ancak bir mu’cize-i ne neşriyat ne ictimaiyat te’sir eder. Önüne gelen mevani’i yıkıp dağıtan fırtınalar gibi dalaletler faziletleri geri durmaz. Tereddiyat devrinde müsamahakar olan zihniyet dalalet devrinde mütecaviz bir vaz’iyet alır. Kanaat-i vicdaniyye ve ma’neviyyeye hürmet zail olur. Bunu ta’kib eden devir artık devr-i tefessüh ve inkırazdır. Romalılar Yunaniler Bizanslılar nasıl bu üç devri Hakayık-ı ilmiyye muvacehesinde indi bir takım türrehata şekle giren balmumu gibi herhangi gayeye muvafık gelen hazır düsturlar icad eylemeleri teamül hükmünü aldı. Dansın te’sirat-ı muzırrasından bahs olunsa derhal kaç bin sene evvel Türklerin putperestlik devrinde kadınla erkek birlikte oynanan bir nevi’ oyunun bugünkü asri dansın menşe’i olduğu ve binaenaleyh ların serbestisinden şikayet edilse kadının değil şahsi hürriyete siyasi haklarda bile en tabii bir müsavata malik olduğu devirlerden tecahül edilmemesi ihtar olunur. Müskiratın tahribatından esef edilse tarihimizin mey ve şarab ile san’ati terennüm eylediği şairane bir eda ile tekrar olunur. Demek ki ictimaiyatımızın mebde’lerini bir türlü ihata edemediğimiz için kabahat bizde. Bu kabiliyetsizliğe ister kabahat ister fazilet diyelim ancak şu ciheti i’tiraf edelim ki ilmi hakikatler hükümlerinde asla hatıra ve gönüle bakmaz. Hakikat güneşi bin bir feylesof ismiyle de muhat olsa setr edilemez. Bugün en yüksek fazilet de acı hakikatleri ketm etmemektir. Filhakika asr-ı hazırda ulum-ı ictimaiyye son derecede nail-i inkişaf olmuştur. Ortada müsbet mücerreb müşekkel bir ilim mevcuddur. O ilim ki asırların tarihini milletler için güzel bir rehber-i tekamül vazi’ bir sahife-i ve uyku kaçıracak kadar vahimdir. Bugün herkesin kendi fikrine göre oyuncak yapmak bilmeleri hey’et-i ictimaiyyelerin yükselebilmeleri için hal-i tabiide bulunmaları meşruttur. Siyasi ma’nada sulh ve sükun ve asayişle izah edilen hal-i tabii ictimaiyat sahasında o kadar basit bir mefhum ifade etmez. “Hal-i tabii-i ictimai mevcuddur.” denilebilmek için birtakım mi’yarlara mikyasata ihtiyac vardır. Ma’neviyata i’tikad ahlaka merbutıyet azim ve fa’aliyetle müsbet vecheler dahilinde teksife iktidar arzuların meşru’ sahalarda tatminine kabiliyet… hal-i tabiinin mi’yarıdır. Bu evsafın hilafı hey’et-i ictimaiyyeler için hal-i gayr-i tabii hal-i marazi addolunmaktadır. lacak şeylerden olmadığını –sükût-ı hayale uğramamak Asırlardan beri hey’et-i ictimaiyyemiz terakkiyat-ı maddiyye sahasında gittikçe gerilemiş ihtiyacat-ı asriyyeden uzaklaşmış ma’neviyatını da ihmal ederek en büyük silah-ı müdafaa ve terakkisinden mahrum kalmış bir halde bulunuyor. Şu hale nazaran netice-i mes’udeyi iktitaf edebilmek maddi ve ma’nevi bir çok vesaita mütevakkıftır. Evvela: Ara yerdeki zaman ve mesai farkını ortadan kaldıracak müdhiş bir fa’aliyetin menba’ı temeli olan ma’neviyata ma’neviyattan doğan azim ve iradeye seciyeye ahlaka feda-yı nefse; Saniyen: Ma’neviyatın tekemmülü için terbiye-i diniyyeye saf bir aile terbiyesine güzel ve metin bir tahsile o tahsili idame ettirecek servete; Salisen: Servetin istihsali için hal-i tabii-i ictimainin salatın tezayüdüne ihracatın tekamülüne lüzum vardır. Yekdiğerine tamamıyla merbut olan bu esasattan hangi birinin inkişafı için de ayrı ayrı fenni ilmi usullere ayrı ayrı mesaiye fedakarlığa ihtiyaç bedihidir. Ancak maddi ve ma’nevi sahadaki bil-umum lazime ve zaruretlerin desatir ve esasatın murtabıt ve mümtezic hem-ahenk olarak ilerlemesi neticesinde husule gelecek tekamüldür ki terakki ve teceddüdü te’min edebilir. Yoksa bu güzel kelimeler kuvvede kaldıkça yanlış yollara saptıkça kıyamete kadar vird ü zebanımız olsa en ufak bir faide vermez. Gayr-i kabil-i redd ü cerh olan bu neticeden sonra biraz da bugünkü vaz’iyet-i ictimaiyyemizle terakki ve teceddüd mefhumları arasındaki nisbeti maksada vüsul Bit-tabi’ bu tedkik ve tahlilde muhatabımız hey’et-i fikir ve hiçbir müessese ile alakadar olmayarak yalnız hey’et-i ictimaiyyeye nafi’ bulunmaktır. Vaz’-ı hazır-ı deten ve ma’nen hissen ve ruhen Garb’a teveccühle hulasa edilebilen bu düstur-ı ictimai tatbikat sahasında taklidcilik hududunu tecavüz edemiyor. İlim ve irfan sahasında Garbcılığın en ibtidai en basit tecelliyatına şahid olamıyoruz. Ne yeniden bir fabrika açılıyor ne de faideli ilmi fenni tek bir kitab neşr olunuyor. Bilakis mevcud müessesat-ı iktisadiyyemiz ataletten harab oluyor. Ciddi kitablarımız kütüphanelerde çürüyor. Ahlak-ı umumiyye zina edebiyatı matbuatıyla binbir çeşit fuhşa tahrik olunmakta henüz hayatın ma’nasını idrak edemeyen genç ve ma’sum yavrularımız hiçbir murakabeye dıysa aynı şeraitin aynı netayici husule getirmesi tabii olduğundan bugün de bu vaz’iyetlere düşecek hey’et-i rih bir tekerrürden ibarettir. yahud mütecahil bir halde vahamet-i ictimaiyyeyi indi ve yaldızlı felsefelerle örtmeye uğraşırken aldanmayan hakikat muttasıl yürümektedir. Binbir edillesiyle acı feryadlarla uzun senelerden beri isma’ ve ifham etmek emr-i vakihalini almıştır. Hayır bu sözleri yazarken hissiyatımıza hakim olan halet-i ruhiyye ne bed-bini ve ne de ifrattır. Ye’sin ümidsizliğin imana muhalefetine mutmain bir müslüman kanaatiyle yalnız ilme ve doğru bir müşahedeye hali bir vaz’iyette olduğu gibi göstermek istiyoruz. Acı ve i’tirafı pek elim olmakla beraber vukû’-ı hal gösteriyor ki hey’et-i ictimaiyyemiz tereddiyat devrinden dalalet sahasına atlamış bulunuyor. Tanzimat’tan ve hatta su’-i idare ve ahlak i’tibarıyle daha evvelki tarihlerden başlayan bu felaketin müsebbiblerini mes’ullerini ta’yin edecek değiliz. Esasen bu tereddiyattan asırlardan beri yaşayan her ferd her müessese derecesine göre mes’uldür. Fakat bugün mühlik bir şekil alan ictimai tehlikeler karşısında herkesin hiç olmazsa mes’uliyet-i vicdaniyyeden kurtulmak için biraz im’an-ı fikr etmesi hal-i hazırımızı emin ve salim bir hal-i ictimaiye getirmek ni düşünmesi zaruridir. Bugün zevahire bakılırsa lisanlarda terakki ve teceddüd mefhumlarından başka bir şey işitilmiyor. Hey’et-i en samimi aşıklar kadar meclub bulunuyor. Fakat bu emel ve arzu hakikatin yalnız zevahirinden ibarettir. Çünkü bir şeyi istemekle o maksada vüsul tamamıyla ayrı mahiyettedir. Asıl hüner gayenin müsbet usullerle Esiri ali nice tasavvurat-ı ruhiyye mevcuddur ki fi’le haline geçmesi için birtakım merahile her merhale müteaddid vesaita ihtiyaç gösterir. Mesela denizden geçmek satın almak için sermaye sermayeyi kazanmak için sa’y ü amel sa’y ü amel için iyi bir seciye terbiye… ilh. lazımdır. Bu mesali suğra ve kübrasıyla her şeye tatbik etmek mümkündür. Yegane gayemiz olan terakki ve teceddüdün hayalden hakikat ve fa’aliyat şekline tahavvülü matlubumuz ise bu ümniyenin öyle kolayca husul bu Hangi cem’iyet-i ilmiyye konferanslar veriyor? Hangi zümre hangi genç kendini ilmin derinliklerine terk ediyor hangi mühendisimiz bir fabrika kuruyor? Hangi kimyager elli dirhem şeker istihsal yüz dirhem gaz tasfiye ediyor? İlmi ve fenni bir hiçlikten başka ortada bir şeyler yok! Maarif mütedenni; herkesde bir ye’s bir bed-bini hakim. Garb’ı bugünkü maddi kemale mazhar eden iktisadiyattır. Fabrikalar bankalar ticarethaneler ihracat keşfiyat istihsalat serveti refahı vücuda getirmiştir. Bu vadide Garbcılığı taklide hiç niyetimiz yok… Sekalet umumi millet müstehlik idhalatımız Garb’da ictimai bir tesanüd ve teavün vardır. Ahlak-ı milliyye an’anat-i milliyye şediden himaye ve muhafaza olunur. “Murakabe-i ictimaiyye” teşkilatı muvazene-i ictimaiyyeyi daima murakabede bulundurur. Muhtacine muavenet yüksek bir derecededir. Bizde bunların hangisi var?.. Kimse kimseye yardım etmeyi aklına getirmiyor. Müdhiş bir fevza etrafı almış yürümüş… Ruhlarda bir ölgünlük var. Şimdi hey’et-i ictimaiyyemize hitab ediyoruz. Soruyoruz: Bu sayıp döktüklerimiz iftira mı yalan mı? Bu fikirlerimiz hurafe mi taassub mu?.. İlim söylediklerimizi haykırmıyor mu?.. Cihanı dolduran bir mefahire en yüksek bir tarihe en ulvi bir dine malik olan milletimiz tasavvur olunabilir mi? Bu satırları yazarken çok müteellimiz. Fakat kimseyi aldatmaya cür’etimiz ve hakkımız olmadığı için hakikati bütün uryanlık ve acılığıyla teşrih ediyoruz. Bugün için hakiki milliyet-perverlik vatan-perverlik ancak budur. Şimdi Garbcılığın hakiki ve ma’kûl ma’nasıyla değil bugünkü şekliyle mesaviyat ve tereddiyattan ibaret olduğu bu yolla terakki ve teceddüde vüsul imkanı olmadığı anlaşıldıktan sonra hey’et-i ictimaiyyemizi düşmüş olduğu bu büyük giriveden kurtaracak çareleri aramalıdır. Fikrimizce uzun uzadıya nazariyat münakaşat bertaraf bütün çareler yalnız bir noktada karar kılıyor. O da ma’neviyatımızın ıslahından İslamiyet desatirine tevessülden ahlakıyatın bütün şümulüyle muhafazasından tabi’ olmayan tiyatro ve sinemalarda ameli ders-i fezahat görmekte. Ya romanlara her kütüphanede mergûb bir kısm-ı mahsus teşkil eden ve mektep sıralarına kadar sokulan açık resimlere ne diyelim? Neslin muhafazası ailevi felaketlerin önü alınması “murakabe-i ictimaiyye”ler mevcud olduğu ve hiç kimse menfaat-i umumiyye mülahazatına karşı serbest bırakılmadığı halde bizde caddelerden sokaklara sokaklardan hanelerin harimine kadar sokulan –sade İstanbul’da– onbinlerce meyhane nüfusu zehirlemekte ancak te’min-i maişete kafi gelebilen menabi’-i servetimiz rakı şampanya likör yüzünden harice akmakta ekmek bekleyen aileler yegane gıdalarının da meyhane köşelerinde terk edildiğini görerek eli böğründe kalmakta. İşret yüzünden ailelerde hüsn-i muaşeret mahv olmuş ceraim mikdarı şayan-ı hayret bir derece çoğalmış her gün müskirattan mütevellid türlü hastalıklarla nüfusumuzu biraz daha kemirmeye başlamıştır. Bunlara karşı hani asri tedbirlerimiz?.. Fuhuş alabildiğine ilerliyor. Resmi dispanserlerden sarf-ı nazar hususi muayenelerin binlerce müdavimleri korkunç bir yekun teşkil ediyor. Fuhuş ile me’luf yadigarlar kıyıdan bucaktan çıkarak namuskar mahallelere kadar sokuldu. Bugün bunların çirkefiyle kirlenmemiş hemen bir köşe kalmamış gibidir. Hani Garb’daki fuhuş mücadelatı hani ahlaksızlığa karşı tahdidat?.. Danslar barlar fa’aliyette. Garb’da değil genç kızların aklı başında mevki’ sahibi hiçbir me’murun bile gidemeyeceği gitmekten memnu’ olduğu gidenlerin derhal hey’et-i ictimaiyyenin ta’n u teşni’ine uğradığı bu sefahet ve dalalet mahalleri saf ve bakir gençlerimizin kadınlarımızın iffetlerini ismetlerini öldürüyor. Haya ve hicab levsiyatın serab-alud ağûşunda boğuluyor. Hürriyet-i şahsiyye var. Amenna. Bu muhterem düstur bu mübeccel esas Garb’da da var. Fakat hiç kimse hürriyetin hududunu menfaat-i umumiyye ahlak-ı umumiyye hissiyat-ı umumiyye mülahazatı derecesinden harice tecavüz ettirmiyor. Hiçbir kimse çıkıp milyonlarca halkın mukaddesatıyla akidesiyle alay etmek cesaretini gösteremiyor hiç kimse çıkıp halkı fuhşa tahrik ve fazileti tahkir edemiyor. Halbuki bizde öyle mi?.. Garb’da dedikodu ile muayyen kimseler uğraşır hele alimler mütefenninler ictimaiyatçılar hadisat-ı ruzmerreden daima uzak bulunurlar. İlmi konferanslar mü-cadeleler tedkikatlar tetebbuata çıkan hey’etler fenni münakaşalar yeni keşifler… yekdiğerini ta’kib eder. Hakayık-ı ilmiyyeyi terennüm etmeyen taklidcilik bir tarafa hangi mütefenninimiz bir keşifde bulunuyor? Hey’et-i ictimaiyyemizin içinde bulunduğu dalalet devrinden maazallah tefessüh devrine yuvarlanmaması düşkünlüğüyle mücadele etmek ıstıfa-yı ictimaimiz için çalışmak en büyüğümüzden en küçüğümüze kadar her ferde aid esaslı müsmir bir vazifedir. İctimaiyatı bozulmuş tefessüh etmiş milletler için mukadder olan ölüm önümüzde duruyor. Yaşamak istiyorsak esasatımıza ictimaiyatımıza ahlakıyatımıza bütün kuvvetimizle sarılmaktan başka çare yoktur. evvel-emirde hak-perestliği bir din olarak kabul etmek zaruridir. Hak-perest olmayanlar hakayık-ı fenniyyeyi de tahrif ederler. Hak-perestlik faziletinden mahrum olan ruhlar hodgamlık giriveleri içinde yuvarlanırken menafi’-i hakikıyyelerini bile ma’kûs ü menkus bir nazarla müşahede eder ve esbab-ı saadetlerinden tiksinerek bedbahtlık vesaitine can atarlar. Hırs-ı şehvet gözlerini bürür her neye baksalar çifte hayal içinde görürler. Bu noktayı Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri Mesnevi’de ne güzel izah eder. Buyururlar ki: “Eczacının birisi bir gün dükkanında bir reçete yaparken çırağına; “Git içeriki odada filan mevki’de şöyle bir şişe var; al getir!” der. Meğer çırak şaşı imiş. Gider bakar; aynı evsafda iki şişe var. Döner; “Ustacığım; söylediğiniz yerde şişe bir değil iki hangisini getireyim?” diye sorar. Eczacı; “Haydi öyle fazla-bin olma; şişe iki değil birdir!” diye çırağı azarlar. Zavallı çırak gider bakabildiği kadar bakar şişe yine bir değil iki. Döner; “Rica ederim ustacığım!” der. “Bir değil iki cidden iki. Darılmayınız ama hangisini getireyim?” Bu ısrar üzerine usta hiddetle; “Haydi iki ise birini kır da diğerini al getir!” der. Çırak gider eline bir şey alır iki gördüğü şişenin birine çarpar; çarpınca bir de bakar ki ikisi birden hurdahaş olmuş.O zaman; “Eyvah!” der vaveyla kopar. bakarsa çatallı gösterir. Birini kırdırırken hepsini elden kaçırır. Denebilir ki dünyada beşeriyetin bütün ıztırabatı hep böyle çatal gören gözler yüzündendir. Bunların nazarında hak daima hayale feda edilir. Bu gibiler bütün hakikatlere hurafe nazarıyla bakarlar. İlme cehalet cehalete fen namı verirler. İlim ve fen hakayık-ı sabiteyi keşif ve takrire çalışır bunlar ilim ve fen namına bütün hakayık-ı sabiteye hasım kesilirler. İlim ve fen tecrübeye fırsat bulmak için hadisatın bir istikrar-ı tekerrürünü cihet-i tenasükunu gözler bunlar ise moda ve teceddüd sevdasıyla dünyada tekerrür eden her hakikat-i müstekarraya nazar-ı nefretle bakarlar. İlim ve fen insanlara en sağlam en tehlikesiz tariklerden yürümeyi tavsiye eder halbuki bunlar uçurumlar kenarında dolaşarak her dem heyecan duymak isterler. İlim ve fen şahikalara çıkmak bunlar rahat rahat çıkılıyor diye evlerinin merdivenlerini yıkarlar. Bunların nazarında fen külah kapmak felsefe çalım satmak için okunur. Guya ilm-i ruh adam aldatmaya mantık safsataya ilm-i ahlak rezail neşr etmeye lüm ve tecavüze ilm-i siyaset ihtilale mevzu’dur. Fakat din ah o din yok mu? Bütün bu makasıda hail olan aman yapmayın bugünün bir de yarını vardır diye bağırıp duran bir umacıdır! Zira sair maniaların hepsi dışarıdan bakıp geçen bir zahir-bin fakat din vicdanlara kadar hulul eden gönüllerin gizli her türlü harekatını tarassud eyleyen kalblerde hak ve hakikat elektriğinin cereyanı için nakıllik vazifesini gören hasılı insanların yalnız a’sab ve adalatında değil harim-i ruhunda dahi dolaşan bir zabıta-i gaybiyye bir emniyet-i umumiyye müdürü beşerin bütün a’mal ü amalini kayd eden yanılmaz katibleri görünmez defterleri var; uşağı efendiyi zengini züğürdü beyi paşayı hasılı herkesi müsavi tu- / Evet; insanlarda meratib ve derecat yok değildir. Bu i’tibar ile bu alem beşer için bir alem-i müsabakadır. Lakin dinimiz bize bu müsabakada kazanabilmek için evvel-emirde hepimizin mütesaviyen bir hatt-ı müstakim üzerinde ahz-i mevki’ etmemizi ve binaenaleyh ale’s-seviyye mükellefiyet eylememizi emr etmiş ve bu müsavi saff-ı azimetten vezaif meydanında müsabakaya atılarak na-mütenahi zerre-i terakkiye doğru çarpışmadan bir nizam-ı vahdetle koşmamız lazım geldiğinde ısrar eylemiştir. İşte müsavat-ı hukûkun timsali olan bu ilk saff-ı müstakim hadis-i şerifinde tarağın dişleri suretinde tasvir olunmuş ve netice-i müsabaka ayet-i celilesi mazmunuyla takrir buyurulmuştur. Alemde bir saff-ı müstakim üzere durarak bir nizam-ı vahdete ittiba’ etmeden bir at koşusu bile yapılamaz. Binaenaleyh din-i tevhidin çizdiği bu saff-ı müstakim-i vahdet üzerinde ahz-i mevki’ etmeden insanların müsabaka-i hayata çıkmaları nasıl mümkün olur? Ve muallim namını taşıyan bir ferd nasıl olur da bir muallimin cem’iyetine karşı böyle bir nizam-ı küllinin bir mükellefiyet-i idarenin aleyhinde idare-i kelama cür’et eder? Garabete bakınız ki Sadreddin Celal Bey’in fikrince demokrasinin teessüsü için arzın menşe’ ve suret-i teşekkülünü bilmek lazım geliyormuş! Zira arzın menşe’ ve suret-i teşekkülü demokrasinin esaslarından birini teşkil ediyormuş! Böyle demek bugün alemde demokrasinin te’sisi şöyle dursun bahsi bile imkansızdır demekle müsavi değil midir? Eğer arzın menşe’ ve suret-i teşekkülü demokrasinin esaslarından biri ise bunu henüz bilemeyenlerin biz-zarure demokrat olamamaları demokrasiden dem vurmamaları iktiza etmez mi? Arzın menşe’ ve suret-i teşekkülü bugün ilim ve fennin suret-i kat’iyyede hallolunmuş bir mes’elesi olmadığını ilim ve fenne biraz intisabı olanlar bilirler. O halde henüz en mütehassıs erbab-ı fennin kat’iyyetle vasıl olamadığı bir mes’eleyi kaç kişi halletmiş bulunacak da demokrasi teşkil edebilecektir? Artık Sadreddin Celal Bey’in bu fıkrasına demokrasinin teşekkülünü “balığın kavağa çıkmasına” ta’lik demekten başka ne denilebilir? Biz kendisine şunu ihtar ederiz ki; demokrasi için arzın menşe’ini ve suret-i teşekkülünü bilmeye lüzum yoktur. Yalnız insanın menşe’i arz olduğunu bilmek ve tanımak kifayet eder. İnsanların menşe’i çiğnediğimiz şu kara toprak olduğunu ve yine dönüp dolaşıp onun altına gömüleceğini tar mes’ul eder. Ne garibdir ki aklı olmayanlarla alakası yoktur. Bütün kanunları akıllılara müteveccihdir. Hayatın ıztırabatı içinde çırpınanların intiharına da müsaade etmez. İnleyen gönülleri istikbalin hayat-ı ebedin na-mütenahi ezvak-ı mev’udesi ile eğlendirir dinlendirir teskin ve tatyib eder. Artık alemde vicdansız yaşamak bakmalıdırlar. Madem ki dinin kanunu insanlığa müteveccihdir o halde ondan halas olmanın çaresi de insaniyetten behaim gibi yaşamaktır. budur. Beşeriyet-ı hazıranın bütün ıztırabatı da bu halet-i ruhiyyenin netaic-i müktesebesidir. Bunun bize en vazıh Sadreddin Celal Bey verdi. Çünkü dine mahiyeti mükellefiyet-i idareyi temsil ve müdafaa ettiğinden dolayı hücum edilmek lazım geldiğini sarahatle anlatan o oldu. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni mükellefiyet-i idarenin muarızı ve münkiri vaz’iyetinde göstermek isteyen o idi. Çünkü hürriyet-i vicdanı bir vicdansızlık suretinde izah eden yine o idi. Sadreddin Celal Bey hiss-i hakimini teşkil eden bu maddelerini ilme dine karşı birtakım iftiralarıyla da tezbil ederek i’lan-ı cehalet etmekten de zevk almıştır. Mesela: Üçüncü maddesinde din ile demokrasiyi birbirlerine zıd gibi göstermek istemiş ve buna misal olarak da arzın menşe’ ve suret-i teşekkülü mes’eleleri hakkında dinle ilmin nokta-i nazarları zıd olduğunu ve bunları te’lif etmek imkanı olmadığını iddiaya cesaret etmiştir. Evvela; alemde din ile demokrasi arasında tezad tasavvur etmek ne garib bir iftira ve cehalettir. Din-i İslam nokta-i nazarından ise bu cehaleti ma’zur gösterecek hiçbir sebeb yoktur. Dini mükellefiyet-i idare temsil ve müdafaa eden bir müessese diye tasavvur eyleyen bir kafa demokrasiyi nasıl tasavvur etmelidir ki böyle bir mükellefiyete zıd ve muarız olarak i’lan etmek cesaretini göstersin? Gerçi biz Sadreddin Celal Bey’in demokrasiyi nasıl ta’rif ve tasavvur ettiğini bilmiyoruz. Fakat ifadesinin revişine nazaran her halde mükellefiyet-i idareyi kabul etmeyen bir müessese halinde tahayyül ettiği anlaşılıyor. O halde din hukûk-ı ammeyi ale’s-seviyye taht-ı zımana almak için herkesi hiss-i vazife ile mes’ul tuttuğundan dolayı mı demokrasiye zıddolmuş oluyor? Biz şimdiye kadar demokrasiyi aristokrasi mukabilinde bir kelime olarak tanıyoruz. Halbuki huzur-ı ilahide demokrat ile aristokratı tefrike kalkışanları dinimiz bize cebabire diye tanıtmıştır. Dinimiz Sadreddin Celal Bey’e cami’de ayrı bir sandalye tahsis etmediği gibi onu da halk ile beraber bir safda namaz kılmaya da’vet ettiği için mi demokrasiye zıddoluyor? küçük mahlukun mezaya ve ihtirasatını taşıyan kudret-i kasıra arasındaki nisbeti ölçmek ve bütün ecram ile beraber arzımızın üzerindeki insanların ne kadar büyük bir Hakim-i Mutlak’ın taht-ı hükmünde bulunduklarını ve bu tecellidir ki; insanların tarik-ı ilm ü amelde kat’ edecekleri na-mütenahi mesafenin veciz bir projesini çizmiş bulunur ki o da na-mütenahi taharri-i esbabdır. Zira arz ezeli ve ebedi oluverse idi saha-i ilimde taharri edeceğimiz esbab ona varır dayanıverirdi. Fakat arzı ve bütün ecram-ı alemi bir menşe’ ve bir sebeb ile mesbuk olarak tasavvur etmek mecburiyetine düşen bir fikir için artık saha-i ilim ve ma’rifeti o dar çember yükselmek lüzumunu hisseder. Ruhuna ebediyetlerden başka itmi’nan bahşedecek bir alem bulamaz olur. Din bir sevk-ı lahuti ile o ebediyetlere bir hamlede uçarken varlanarak gider ve her yeni keşfinde mihrab-ı din önüne gelip bir secde eder yine yoluna devam eyler. Her ne zaman ilim yorulup bir istasyonda tevakkuf etmek ayetini okur; “Rabbim’in kelimatını yazmak için denizler mürekkeb olsa Rabbim’in kelimatı tükenmeden o denizler tükenir; arkasından bir o kadar daha imdad getirsen yine böyle; ne duruyorsun kalk yürü!” der. Bu hal ile nasıl tasavvur olunur ki din ilme vermiş olduğu tefekkür ve taharri-i esbab kumandasını geri alsın? Yine nasıl tasavvur olunur ki ilim na-mütenahi hadisat rek dine karşı isyan etsin? Madem ki bugün ilim ve fen namına arzın da bir menşe’i bulunduğu tasdik olunmuştur madem ki o menşe’i bir tarz-ı fenni ile izah etmek arasında münazaa ve zıddiyet da’vasını ileri sürmek cehalet veya iftiradan başka ne ile tefsir olunabilir? Artık kemal-i itmi’nan ile iddia ederiz ki arzımıza menşe’ taharrisine çıkmak lüzumunu hissetmiş olan ilim ve fen Din-i İslam’ın bu babdaki irşadatına mutavaatten başka bir çare bulamamıştır. O keşfiyatında neye destres olursa onda tevakkuf etmemek şartıyla bütün mükbilmek takdir için kafi bir esasdır. O kara toprağın bir uzviyet bünyeye bit-tahavvül insan denilen şu mahluk suretinde zuhur ettiği ve ondan yerlere göklere sığmaz fikirler emeller ihtirasların mütemadiyen fışkırdığı ve yine günün birinde bütün bu tecelliyatı gaib edip adi bir çukura gömüldüğü öyle bir hakikat-i müteyakkınedir ki ortaya çıkan binlerle niçinlere nasıllara rağmen hakkıyet ve yakiniyetini daima muhafaza etmiş ve edecektir. Buna ne din i’tiraz edebilir ne ilim. İlim ve fen buna i’tiraz ettiği gün kendini yıkar cehle inkilab eder. Din bunu unutturduğu gün dinsizliğe tahavvül etmiş olur. Demokrasi bundan gaflet eylediği gün temelini yıkmış bulunur. Bu basit ve bedihi ma’lumatın hududunu tevsi’a çalışmak dinin vazifesidir. Böyle yekdigerine kefalet ve tesanüd-i tam ile merbut olarak hak yoluna çıkan iki kaşifin arasına nifak sokmak nasıl mümkün olur? Gemisiyle Bahr-ı Muhit seferine çıkan bir kapdan pusulasını kırıp atmak teklifine nasıl mutavaat edebilir? Filhakika din-i hak ile ilm-i hak arasında niza’ tasavvur etmek cehaletten başka bir şey ile tefsir olunamaz. Sadreddin Celal Bey’in de arzın menşe’ ve suret-i teşekkülü hakkında din ile ilmin zıddıyetini i’lana kalkışması eğer cehalet değilse kasdi bir iftiradan başka neye haml edilebilir? Evet; din nazarında arz ezeli ve ebedi değildir hadisdir. Binaenaleyh bir menşe’i vardır. Madem ki hadisdir o halde fanidir ve bir müntehası vardır. Arzın tufanlar zelzelelerle ve volkanlarla taraf taraf yıkılıp yapılıp durduğunu gören insanlar onun tegayyürden masun bir mevcud-ı ezeli ve ebedi olduğunu nasıl kabul edebilirler? Arz nazarımızda ezeli ve ebedi olabilse idi biz onu illet-i ulamız gibi kabul ederek belki kendisine perestiş ederdik ve ihtimal August Comte gibi onu bir sanem-i a’zam ittihaz etmeye bir hak kazanırdık ve o zaman dinimizi daha yükseklere çıkaramaz el-ıyazü billah bazı asriler gibi putperestlik derekesinde kalırdık. Nitekim bir zaman ilim ve fen da’vasıyla böyle düşünenler kıyameti inkar edenler ve ahireti bu arz üzerinde kurmak Bey’e bile arzın ezeli ve ebedi olmayıp bir menşe’i bulunması lüzumunu teslim ettirdi. Din-i İslam’ın Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın bütün irşadatı insanların nokta-i nazarını bu hakikate celb etmeye başlar. Çünkü bu noktaya vasıl olabilen bir fikir sair ecram-ı semaviyyenin de aynı vechile hudusuna hükm etmekte tereddüd etmemek lazım gelir. Binaenaleyh bütün bu kainat-ı ecramın neş’et ve /. derseniz deyiniz; bu hakikat tebeddül eder mi? Dinin bize olan bu veciz ifadesine acaba bugün ilim ve fennin lir? Binaenaleyh Sadreddin Celal Bey’in arzın menşe’ ve suret-i teşekkülü hakkında ilim ile din arasında i’lan eylemek istediği zıddiyet artık bühtan ve iftira değil de nedir? Burada şunu ihtar etmek lazım gelirken/gelir ki Kur’an-ı Kerim bizi bu muciz ve mücmel ayetiyle taharri-i hakikate sevk ederken nokta-i nazarı o maddenin hakikat ve havass-ı mufassalasını öğretmek değil ancak mühim bir noktayı tesbit eylemektir ki o da bu teşekkülat için öyle sade bir maddenin mevcudiyeti kafi olmadığını bütün bu teşekkülatın bir kudret-i baliğa ve san’at-i bedia sahibi Alim ve Hakim Fa’alün lima-yürid bir Sani’-i A’zam’ın te’sir-i kudretine ihtiyacı bulunduğunu anlatmak ve bin-netice diğer ayatta tafsil olunduğu vechile hepsinin halk kanununa raci’ olması lazım geldiğini hasılı Halik-ı Küll olan bir Hak Teala’ya imanın vücubunu göstermektir. İlim ve fennin hakiki veche-i mesaisi de bu tarik üzerinde yürümekten başka ne olabilir? taharri-i şehvet azmiyle katılanlardır ki mütemadiyen Sadreddin Celal Bey yine üçüncü maddesinin bir fıkrasında diyor ki: “Dinin kanunu söylediği şeylere bir hakikat-i mahza gibi inanmak ve itaat etmektir. Din şübhe ve münakaşa kabul etmez.” Acaba ilmin kanunu nedir? Söylediği şeylere hayal-i batıldır diye inanmamak ve isyan etmek midir? Biz gerek ilmin ve gerek dinin kanunu söyledikleri şeyleri hakikat olarak söylemek olduğuna kani’iz. İlim ve dinin gayesi insanları şübhe ve hayalattan kurtarıp hak ve hakikate hayır ve saadete şübheyi tervic etmek için değil onu satvet-i tahkiki şübhe vardır orada henüz ilim yoktur. Çünkü ilim şübheyi atmak ve hiç olmazsa yenmek demektir. İlim böyle olduğu gibi din de böyledir. Şu fark ile ki; din söylediği şeyin hem hakikat hem de hayır olduğunu taahhüd eder. İlim ise yalnız hakikat olmasıyla iktifa eder. Ancak şunu i’tiraf etmeliyiz ki bu da’vayı edyan-ı saireye teşmil etmeye hakkımız yoktur. Bu hassa ve bu kıymet ancak din-i hak olan Din-i İslam’a mahsusdur. Zira Din-i İslam bir din-i ilimdir. diyen Din-i İslam talibine karşı her zaman hüsn-i niyyetle münakaşayı kabul etmiş ve edegelmiştir. Gerçi şübhe ile ilim ictima’ etmediği gibi şübhe ile iman da tesebatını onun saha-i kabulünde kayd etmek hakkını haizdir. İlim şayed bundan ileri gitmem da’vasına kalkışacak olursa işte o zaman dine karşı muaraza sevdasına düşmüş olur. Mahz-ı hayat olan ilim ve fenne böyle bir atalet isnad etmek ise bühtandan başka bir şey olmaz. Biz şimdi Sadreddin Celal Bey’e sorarız: “İlim ve fen arza bir menşe’ taharrisi lüzumunu dinin elini öptükten sonra onun menşe’inde ve suret-i teşekkülünde ne gibi bir hall-i kat’i bulmuş da din ile muarazaya başlamış? Arzın menşe’ ve suret-i teşekkülü hakkında bugüne kadar kat’iyete iktiran etmemiş felsefi birkaç nazariyeden başka ne vardır? Eğer maksad bu nazariyelerden birini böyle bir hüküm ilim ve fennin henüz kat’iyetine razı olmadığı bir halli onun namına aleme kabul ettirmek veya ahlaksızlıkla dinin niza’ıdır. Cehalet ve ahlaksızlıkla mücahede ve münazaa etmek ise dinin hasisa-i zatiyyesini teşkil eder. Menşe’ ve teşekkül-i arz hakkında bugün kale alınabilecek başlıca nazariyeler Descartes Kant Laplace Emile Beloux Faye Poincaré gibi Garb felasifesinin nazariyelerinden başka nedir? Acaba bu nazariyeler hey’et-i umumiyyesi i’tibarıyle kıdem-i alem nazariyesinin aleyhine bir ittifak değil midir? İlm-i Kur’andan behresi olmayan ve ömründe ulum-ı asliyye-i İslamiyyeden bir kitab okumamış bulunan kimseler acaba bu nazariyelerin hangi da’valarında nazariyat-ı diniyyemizle bir tearuz bulmaya kendisinde hak görmüştür? Biz gerçi burada bu büyük bahsi bütün vuzuhuyla anlatmaya kalkışacak değiliz. Fakat muhtasar olmak üzere Kur’an-ı Azimü’ş-şan’dan bir-iki ayet irae ederek muhakemesini erbab-ı ukûlün dirayetine havale etmeyi de vazife biliyoruz. Kur’an-ı Azimü’ş-şan şöyle diyor: Sure-i Enbiya [ “Kafirler görmüyorlar mı ki semavat ile arz birbirlerine bitişik idi de Biz onları ayırdık ve her zi-hayat olan şeyi de sudan halk ettik. Hala iman etmezler mi?” Ey ehl-i insaf dikkat ediniz! Bu ayete nazaran arz ile ecram-ı semaviyyenin her biri teşekküllerinden evvel birbirlerinden gayr-i mütemayiz olarak bir esasda muntavi değil mi imişler? Sonra bu esasın duhan halinde olduğu da ayetinden müsteban olmuyor mu? Şimdi siz bu esasa bu duhana madde deyiniz esir deyiniz kaos deyiniz cevher deyiniz heyula deyiniz ecza deyiniz ne ellerinin yetişmediğini gördükleri zaman ona hurafe damgasını basarlar. Birçok insanlar görürsünüz ki ulum ve fünunun mesail-i aliyye ve mu’dılasına hurafe derler. Bunun için riyazıyat-ı aliyye birçok kimseler nazarında bir hurafedir. Bir İngiliz filozofu “kutu’-ı mahrutıyye” section conic mebahisinin tam iki sene tatbikatsız yaşatıldığını ve bunlara birçoklarının hurafe ve hayalat nazarıyla baktığını söylemiştir. Hatta bu kadar değil ilim ve fenni yalnız menafi’-i zatiyyeleri nokta-i nazarıyla ta’kib edenler bütün ulum ve fünuna bile hayal nazarıyla bakarlar ki bunların ta’bir-i mahsusu “septique”tir. Cihanda devir devir meydan alan bu gibi insanların nazarında din ve ahlak namına bir kanaat tasavvur etmek elbette muhaldir. Lakin bunların kanaatsizliğinden ahlaksızlığından dinsizliğinden tevellüd edecek olan zarar bizzat ilme dine ahlaka değil bunlardan mes’ud olabilecek insaniyete de aiddir. Bunlar nerede bir şeyi yıkılıyor görürlerse oraya yıkmak için hücum ederler. Ahlak yıkılıyor diye bir feryad duydukları zaman muhafaza ve müdafaasına şitab edecek yerde ahlaksız olmaya gayret ederler. Bunlar için namussuz yaşamak namus ile ölmeye müraccahdır. Bilmezler ki namussuzların yaşayabilmesi yine namuslular sayesindedir. Namusuyla çalışıp kazananlar olmasa idi hırsızlar eşkıyalar çalıp soyacak ne bulabilirlerdi? Bu münasebetle Sadreddin Celal Bey’in “ahlakta beşeri saiklerini da mevzu’-ı bahs etmek isterdik fakat bu izahatımızla onun bütün ruhunu meydana koymuş olduğumuza kani’ olduğumuzdan bu kadarla iktifa ediyoruz. Gerçi bu “beşerilik” kelimesinin gençlerimizde bir biliyoruz. Bunu telaffuz edenlerin ekserisi mefhumunu haddiyle tasavvur edebilmekten uzaktır. Bu ta’bir-i mübhem onların dimağına Fransa’da “insaniyet mezhebi” yad edilen Fransız Farmasonluğu’ndan intikal etmiş bir kelimedir ki bunun hulasa-i meali insanları insanlara ve asar-ı insaniyyeye taptırmaktan ibarettir. Burada o kadar söyleyelim ki Sadreddin Celal Bey bütün sözlerini bu kelimede telhis ederken üst tarafında demokrasiyi teşkil etmek için arzın menşe’ini bile bilmek lazım geldiğine dair olan iddiasıyla bir tenakuz içinde kaldığından haberdar olamamıştır. Sadreddin Celal Bey ahlakın saiklerini yalnız beşeri saiklere kasr etmek isterken üzerinde yaşadığı arzın teneffüs ettiği havanın tenevvür ettiği zıyanın ve bütün bunlarla alakadar olan ma’neviyatın kaffe-i hukûkunu silmek inkar etmek ister gibi görünüyor. Fakat unutmamak lazım gelir ki kendisini omuzunda taşıyan küre-i arz bir masnu’-ı beşer değildir. Onun münakaşanın memnuiyetine delalet etmez. Sadreddin Celal Bey burada tarik ile gayeyi karıştırmıştır. Onun bu ifadesine nazaran kendisinin söylediği sözlerde hiçbir geliyor. Demek o bütün sözlerini hilaf-ı hakikat diye söylüyor. Maamafih biz burada dinin mansusat-ı kat’iyyesiyle ahkam-ı ictihadiyyesini tefrik etmek mecburiyetindeyiz. Din bize iki nevi’ hakikat bildiriyor: Birinci nev’i esas-ı mahiyetleri i’tibarıyle tegayyür ve tebeddülden muarra oldukları için her zaman sabittirler. Diğerleri hadisat-ı ruzmerre hutut-ı umumiyyelerini çizmiş ve seyr-i hususilerini ilmin havze-i ictihadına tevdi’ eylemiştir. Binaenaleyh dinimiz ahkam-ı ictihadiyyede tarik-i ilmisiyle münakaşayı ve fakat hakikate hiç olmazsa zannen vasıl olmak için münakaşayı bir vazife olarak ta’lim etmektedir. Her halde bizim dinimiz bize taklidden ziyade tahkikı emr etmiş ve yalan olduğu müteyakkın olan sözleri ihticac kasdıyle dinlemekten bile men’ eylemiştir. Fakat aynı zamanda hakikat olması ihtimal dahilinde bulunan herhangi bir sözü de ceffe’l-kalem inkar edivermek şiar-ı hakkaniyyet olamaz onu dinle ve tahkik et. Lakin ne garibdir ki; alemde en ziyade hurafat ile meşgûl olanlar din mevzu’-ı bahs oldukça “hurafe” kelimesini fırlatmakta tereddüd etmiyorlar. Halbuki hurafat namı altında kayd edilebilecek şeylerin hepsi şeylerdir. Romantik edebiyatın hepsi hemen hemen bu kabildendir hatta bu i’tibar ile en güzel şiirler birer hurafedir. Bunun içindir ki İmam Şafii hazretleri; buyurmuşlardır. Şiir ve edebiyat mevzu’unu dinden de alabilir sair şeylerden de. Binaenaleyh kaba veya zarif romantik edebiyatın muhtevi olabileceği hurafatı doğrudan doğruya dine isnad etmek herhalde bir bühtandır. Din ilm-i dinden ahz olunur onun menabi’i Kitab ve Sünnetin muhkematıdır. Fakat cehele onu bırakır da filan baba veya dedenin divanından tahrir edermiş bundan din neye mes’ul olur? Ruhu tefessüh etmiş insanlar benliklerinden başka bir şey göremezler ve göremedikleri mikyası gibi farz ederler. Onlar için akl-ı kül vicdan-ı kül kendi seviyelerinden ibarettir. Bunlar herhangi bir şeye ve bilhassa korkak nazarları ile bir Türk olduğuna şübhe olmayan bu genç kız mütereddid adımlarla yürüyerek Ermeninin yanına geliyor. Ermeni fırlıyor kızın ellerini yakalıyor ve dudaklarına götürüyor uzun uzun öpüyor ve sonra; “Bonsoir hanımefendi beni çok beklettin!..” diyor. Kız etrafını tecessüs ettikten sonra tanıdığı bir Türk görünce Ermeninin kulağına bir şeyler söylüyor birlikte kalkıyorlar perdesi açılan dar ve karanlık bir odaya giriyorlar. O anda odanın kapısını bir Rus garsonu kapıyor bir Rus da nöbetçi olarak bırakılıyor. Derinden kahkahalar işitilmeye başlıyor…” Muharririn Kadıköy’deki barlardan balolardan aldığı levha: Ne müdhiş ve feci’ tereddi levhaları! Dans salonlarında birçok münasebetsizlikler olduğu işitiliyor. Fakat bu kadar şeni’ ahvalin vuku’una insan adeta inanamaz. Bu kadar dehşetli ve rezil bir sukût insanı azim hayretlere ahlak ve iffet-i milliyye namına azim teessür ve endişelere düşürüyor. Böyle hadiseleri gözlerimizin görmesi kulaklarımızın işitmesi şöyle dursun zihinlerimiz bile tasavvur etmiyordu. Az zamanda neler olmuş ne müdhiş sukût ve tereddiler baş göstermiş. Medeni Garb’ın işgal ordusu eğer birkaç sene daha İstanbul’da kalaymış maazallah bütün şehir fuhuşhane olacakmış. Birkaç sene evvel müslümanlar dans salonları balolar barlar erkekli kadınlı müşterek deniz hamamları ne olduğunu bile bilmezlerdi. Şimdi maatteessüf taraf taraf kendisine verdiği erzakın içinde gayr-i beşeri o kadar sevaik vardır ki bunlara karşı kör olan gözlerin kafir olan vicdanların ahlak ile münasebetleri tasavvur olunamaz. Beşeri saiklerin hepsi hodgamdır hepsi cidalcidir; onlar daima tearuz eder niza’ eyler. Ahlak ise bunları ta’dil etmek insanlara huzur ve refah ile saadet te’min eylemek içindir. Bundan dolayıdır ki ahlakın en büyük zımanı iman-ı haktır. Hak ile mücadele edenlerin ahlakı varsa ahlak-ı seyyieden ibarettir. Alemde ahlak-ı seyyie tarafdarları ne kadar çok olursa olsun biz daima ahlak-ı hasene tarafdarı olmakta ısrar edeceğiz. Çünkü nadir olmak elmas için zillet değildir adi taşlar onu kırmakla kıymet iktisab edemez. Gazetesi muharrirlerinden Es’ad Mahmud Bey bir “musahabe”sinde “dans hastalığı etrafındaki müşahede”lerini kayd ediyor. Muharrir bey; “İstanbul’da gittikçe tehlikesini artıran müzminleşen bu maraz memleketimizden çıkan ecnebilerin bıraktıkları son bir hatıradır. Fakat bu hatıra bu teseyyüb kendini bugün o derecede hissettirmektedir ki bundan tahaffuz çarelerini aramak zamanı gelmiştir hatta geçmiştir bile…” dedikten sonra iki dans salonundan bahs ediyor. Hiç mübalağasız gördüklerini aynen nakl ediyor. Ve; “Artık Beyoğlu’nda Kadıköy’de Büyükada’da her sokak başında açılan dans salonlarının memleketin ahlak-ı etmeyeceğim.” diyor bunun muhakemesini doğrudan doğruya kari’lere bırakıyor. Muharrir tasvir ettiği levhaların birisini Beyoğlu’ndan diğerini de Kadıköy’den alıyor. Beyoğlun’daki levha: “Bir barda verilen bir balo: Sağ masada üç kadın ile kollarını karşılarındaki erkeklerin boynuna sarmış çıplak göğüslerini başlarına dayamışlar. Daha bazı ef’al ve hareketlerde bulunuyorlar… Karşı masadaki kafilenin vaz’iyeti de aşağı yukarı böyle… Beri yandaki masada lerin üzerine atılıyor bazı münasebetsiz muamelelerde bulunuyor… O sırada salondaki elektrikler sönüyor. Jazz band gürültüye başlıyor. Bir elektrik projektörü açılıyor. Taşkın bir ihtirasla çiftler dönmeye başlıyor. Dudakların temasından çıkan sesler salonu dolduruyor… Yandaki masada oturan Ermeniden gayri dansa kalkmayan kimse kalmıyor. Beş dakika geçer geçmez arkadan bir kız görünüyor. Başındaki baş örtüsü ve siyah mantosuyla harrirlerin de bu vadide mütevali neşriyatta bulunmaları Bundan başka faziletli kadınların bir araya gelerek bu sukût-ı ictimaiye karşı tedbirler düşünmeleri sefahet ve dalalet yollarına düşenleri irşada çalışmaları bu açıklığın saçıklığın önüne geçmeleri faziletli kadınlara mahsus ciddi kıyafetleri bizzat nümune olmak suretiyle neşr ü ta’mime himmet etmeleri icab eder. Yoksa bu gidişin sonu uçurumdur. Ve bu tereddi ve sukûttan en çok müteessir olacak yine kadınlardır. Bir hey’et-i ictimaiyyede kadın adi bir meta’ haline geldiği gün artık o cem’iyetin yaşamasına imkan yoktur. Kadını düşmüş olduğu bu zillet ve sukûttan kurtarmalıdır. Kadın muhterem bir ana mevki’-i muallasını ihraz etmelidir. Birtakım derbederler sefahet düşkünü kimseler içi zehir dolu birtakım yaldızlı nazariyelerle batıl ve mudıll fikirlerle kadını dam-ı Feminizm dediler hürriyet-i nisvan dediler teali-i nisvan dediler asri kadın dediler; işte nihayet kadını dans salonlarına meyhane köşelerine fuhuş yatakları olan barlara düşürdüler. Şimdi o hürriyetçiler müslüman kadınlarıyla hem kendileri eğleniyorlar hem Rumları Ermenileri ve Frenkleri eğlendiriyorlar. Hürriyet-i nisvandan maksadları ne olduğu artık tamamıyla tezahür etti. Bundan daha ziyade tecrübeye iffet-i milliyye müsaid değildir. Kadınlar akıllarını başlarına toplayarak kadınlığı meta’-ı umumi derekesine düşmekten vikayeye teşebbüs etmelidirler. Zalim erkek zevki için keyfi için her şeyi yapar. Fakat kadın bu zulme boynunu uzatmamalıdır. Türk kadını cihanın en afif ve en faziletli kadınıdır. Bu bir cevherdir ki bütün dünyanın servetleri bir araya gelse buna tekabül edemez. Bu cevheri muhafaza etmek lazımdır. Ve bunu muhafaza edecek de erkeklerden ziyade kadınlardır. Sefahet kadınına karşı fazilet kadınının sesini yükseltmesi zamanı artık gelmiştir. Harb-i Umumi’nin i’tiraf edelim ki bu memlekete pek çok fenalıkları dokunmuştur. Hassaten bunun en müessiri onun ahlaki bünyemizde husule getirdiği feci’ ki asil olan o eski Türkiye değildir. Hisler necabet ve asaletini gaib etmiş bütün düşüncelere ağır ve muzlim bir hodgamlık bütün mukaddesatı istihkar ve tahrib eden derin bir hubb-ı mesavi hakim olmaya başlamıştır. Dünün yüzler kızartan fazihaları maalesef bugünün umur-ı adiyyesi sırasına geçerek iffet ve ahlak hususlarında geteşekkül eden bu sefahet müesseseleri muttasıl ahlak-ı milliyi yıkıyor daire-i tahribatını tevsi’ ediyor. Bu öyle bir tehlike ki vebadan koleradan hiç farkı yoktur. Bunun karşısında küçük bir ihmal ve tesamüh gösterilince derhal ve mutlaka etrafa sirayet eder ve artık önüne geçilemeyecek bir hale gelir. Kolera vücudları toprağa serdiği gibi bu sefahet ocakları da milletlerin ma’neviyatını ahlak ve iffetini yerlere seriyor. Bir kolera bir veba karşısında bir şehir halkı nasıl umumi ve müstevli bir tehlikeye ma’ruz kaldığını duyar da el birliğiyle bunun def’i çaresine teşebbüs ederse bu emraz-ı ictimaiyye karşısında da hey’et-i ictimaiyyenin aynı endişe ve heyecanı duyarak ahlak-ı milliyi tefessüh ve inhilalden muhafazaya şitaban olması tabiidir. Es’ad Mahmud Bey müşahedatını aynen nakl ediyor. Vakıa levhalar çok feci’dir. İnsan bunları işitmemek ister. Fakat hastalığı gizlemek de hey’et-i ictimaiyyeye karşı büyük bir cinayet teşkil etmez mi? Bu maraz-ı müstevli bütün memleketi sarmadan henüz mevzii bulunurken bunu izaleye çalışmak lazımdır. Yoksa memleketin her tarafını sardıktan sonra bunun önüne kim geçebilir? Es’ad Mahmud Bey gittikçe tehlikesini artıran müzminleşen bu marazdan “tahaffuz çareleri aramak zamanı gelmiş hatta geçmiştir bile” diyor. Hakikaten öyledir. Eğer millet ve memleketimizi kurtarmak istiyorsak bu afete karşı lazım gelen tedbirleri ittihaz etmek bir vecibedir. Memleketin ahlak ve adab-ı umumiyyesi buna müsaid değildir. Lehü’l-hamd milletimizin vicdan-ı umumisi iffet ve asalet-i fıtrıyyesini muhafaza etmekte bu gibi düşkünlüklerden münezzeh ve müteali bulunmaktadır. Bu hareketlerde bulunanlar İstanbul’da biraz çok gibi görünmekle beraber milletimizin hey’et-i umumiyyesi nazar-ı i’tibara alınırsa bunların pek mahdud olduğu anlaşılır. Fakat mahdud olmakla beraber te’sirleri büyük ve muzırdır. Vicdan-ı umumiye karşı irtikab edilen bu ceraim hey’et-i ictimaiyyeyi çok muztarib ve endişe-nak ediyor. Vicdan-ı umuminin kabul etmediği bu münkeratı men’ etmek kuvve-i icraiyyenin en mütehattim vazifesidir. Zaten kavanin-i hazıra “ahlak ve adabı umumiyyenin muhafazasını” mükeffildir. Polise ve müddei-i umumiye terettüb eden vazife yalnız mevcud ahkam-ı kanuniyyeyi tatbik etmektir. Eğer kanunun bu maddeleri hükümden sakıt telakki ediliyorsa bunları lağv etmelidir. Diğer tarafdan münevverler de vesait-ı ictimaiyye ile bu fenalıkların önüne geçmeye çalışmalıdır. Bilhassa bu hususda matbuata çok büyük vazifeler teveccüh ediyor. Es’ad Mahmud ve Salahaddin Enis Beyler yevmi matbuatta bu münkerata karşı cidal açtılar. Diğer mu ni söylemekle muahaze edeceklerdir. İşte felaket noktası bunda yani Avrupa’nın müessesat-ı irfanını bırakıp seyyiat-ı mahsusasına karşı olan bu inhimakte bu takliddedir. Bu takliddir ki bir gün içi çürümüş a’sardide bir çınar ağacı gibi bu memleketi devirecektir. Hem anlamıyorum kozasından fırlamış bir kelebek gibi bu serseri hoplayış ve zıplayış neye ve niçin?.. Ne acıdır ki bazı kadınlarımız şimdiye kadar kendilerini esir zannediyorlardı. Üzerlerinden baskının kalktığı gün hür oldukları kanaatine düşerek vazifelerini unuttular. Ve bu hatalı düşünce iledir ki böyle bed-mestler gibi yıkıla yıkıla eğlenmeye kalkışıldı. Eğer medeniyet alemine girmekliğimiz behemehal kadınlarımızın zıplaması lazım geliyorsa ben memleketimin kapılarını medeniyetin bu telakkisine hışım ve huşunetle kapamak isterim. Türk kadını hür olsun diye yıllardan beridir ki bar bar bağırdık ve ter ter tepindik. Evet; bugün Türk kadını hürdür Türk kadını serbesttir. Hür ve serbest… Aziz kari’! Ben bu hürriyetin ne olduğunu ne zaman anladım biliyor musunuz? Geçen gece nısfu’l-leylden desi’ni seyr ederken piyade kaldırımından aşağı yedisekiz Türk alüftesinin –bir polis nezaretinde– en kaba ve galiz şakalarla gülüşerek eğlenerek geçtiklerini gördüğüm zaman. Yine geçenlerde Bebek Rıhtımı üzerinde bir otomobil erkekler agûşunda şarkılar çağırarak geçtiklerini gören hıristiyanlara bile hayret gelmiştir. Polise sorarız: Acaba bir Avrupa memalikinin hangisinde böyle manzaralara tesadüf olunur? Keza ben bazı kadınlarımızın hürriyetin ma’nasını nasıl telakki ettiklerini ne zaman anladım biliyor musunuz? Mütareke senelerinin o muzlim gecelerinde İstanbul baştan başa bir sekerat-ı mevt içinde solurken düşman elleriyle yakılan Yalova sahillerinin kızıl alevleri lerinin düğmelerinde o yangın yerlerine mensub benat-ı şühedamızın saçlarından kopartılmış teller bulunan ecnebi ve düşman zabitleriyle birlikte o yangın alevlerine karşı kendilerini yüksek sınıfdan addeden bazı kadınların raks ve tegannilerini gördüğüm zaman… Evet bugün bir kısım kadınlarımız maalesef böyle yanlış anlaşılmış ve yanlış telakki edilmiş bir bed-mest hürriyetiyle hür ve serbesttir; tek olmasaydı… niş ve vasi’ bir laubalilik muaşerete tahakküm eder bir tarz almıştır. Ayıp neye derler ar ve haya nasıl bir şeydir?.. Bunlar bugün birer muamma halini kesb etmekle kalmayarak birer “belahet ve hamakat” eseri telakki edilmeye kadar ileri gidilmiştir. Dünyada hiçbir millet bu kadar kısa zamanda bu kadar seri’ bir surette kalbgahından vurulmamıştır. Buna bir tereddi değil gözü karartan bir uçurumdan aşağı muhayyile-suz bir sukût demek daha münasib olur. Son senelerde memleketimizi sarsıp kavuran dans birisi ve muhakkak ki en büyüğüdür. Hürriyet demek hiçbir vakitte başıboş bir serbesti demek değildir. Hürriyeti böyle telakki ettiğimiz gün intihara karar vermişiz demektir. Ferdleri intihardan hiçbir şey alıkoyamaz. Fakat milletler olan hükumetin yed-i kudreti derhal meydana çıkmalıdır. Hususiyle o millet bizim gibi gayr-i reşid ve muhtac-ı vesayet olursa hükumetin vazifesi daha fazla bir mübremiyet ve nezaket kesb eder. Filhakika kanun ferde hürriyet vermiş ve masuniyet-i şahsiyyeyi tekeffül etmiştir fakat bu hürriyetin hududu nedir? Ve masuniyet-i şahsiyye ne noktaya kadar tekeffül edilmiştir? İşte bu bir mes’eledir. “Hürriyet”te hukûk-ı şahsiyyenin ızrar edilmemesini kanun bu suretle takyid ederken aynı kanun hukûk-ı umumiyyenin zarardan vikayesini nazar-ı i’tibara almak mecburiyetinde değil midir? Bir memleketin ahlakıyatı tehlikeye ma’ruz kaldığı gün “menafi’-i umumiyye” noktası bi-perva “hürriyet-i şahsiyye” endişesini çiğneyip geçmelidir. Dört Türk kadını müştehi kollarında dans edecek diye bir memleket ahlakıyatının terzil edilmesine ve muhitte su’-i misaller ceksiniz. Bu asla sağlam bir iddia olamaz. Zira fenalık seri’u’s-sirayettir. Ondan dolayıdır ki fenalığın bir yağ lekesi tarzında yayılmaması için umumi tedabir-i mania kişi eğlenecek diye sekiz milyon kişinin arzusu ihlal ve huzur-ı iffeti ceriha-dar edilmemelidir. ona yabancı oldu. Dimağını istila eden yabancı fikirler ruhunu taht-ı nüfuzuna alan yabancı terbiyeler eşkal-i hariciyyesine kadar icra-yı te’sir etti; kalben ve fikren ruh-ı milliden uzaklaştığı gibi şekil i’tibarıyle de milletten ayrıldı. Bunun neticesi olmak üzere milletle münevver zümre arasında bir ikilik husule geldi. Bir taraf diğerini vahşetle kabalıkla kurun-ı vustailikle ithama diğer taraf da kendisini irşada gelenleri şübheli nazarla görmeye ve yabancı telakki etmeye başladı. Millete irfan ve ma’rifet vermekle mükellef olanlar bir şey veremedikten başka mevcudu da yıkmaya hüviyet ve mümeyyizat-ı milliyyeyi değiştirmeye kalkıştılar. Bunlar muvaffakıyetlerini arttırdıkça milletin de ye’s ü tercih etti. Netice memleket için haybet ve hüsrandan başka bir şey olmadı. mek istemenin tevlid ettiği akıbet! Profesör cenablarının usul-i ta’lim ve terbiyyenin bir memleketin arzu ve tecrübelerine müsteniden lüzumundan bahs etmesi bila-kayd ü şart Garblılaşmak yolunu tutanları memnun etmiş olmasa gerektir. Hatta bazı darul-fünun müderrislerinin profesörü böyle fikirler serd eylediğinden dolayı “bunak”lıkla tavsif ettiği işitilmiştir. Daima ilimden ilmin hakimiyeti lüzumundan bahs ederiz. Fakat ilimler sosyoloji ve pedagoji kaideleri bizim keyiflerimize şahsi ictihad ve arzularımıza tevafuk etmek şartıyla mu’teberdir. İşimize gelmeyen noktaları kalkışırız. Ruhlarımız o kadar “capitole” olmuş ki bizi bu ecnebi-perestlikten çekip ruh-ı milliye doğru götürmek kapitülasyonları ilga ettik; fakat ma’nevi kapitülasyon zincirlerinden henüz kendimizi kurtaramadık. Ve istiyoruz ki bütün millet de bu ma’nevi kapitülasyon zincirlerine bağlansın. Bu ne garib dellallıktır! Ecnebi terbiye ve adatını ecnebi efkar ve müessesatını memleketimize sokmak isteyen simsarlar tamamıyla muvaffak oldukları gün hüviyet-i milliyyenin artık nam u nişanı kalmaz. Millet bütün cihanı hayrette bırakan bir celadet ve şehametle Garb’ın kendisini hayat-ı maddiyye ve iktisadiyyede bağladığı zincirleri parçaladı. Şimdi hıristiyan Avrupa’nın ruhlarımızı bend ettiği ma’nevi zincirler kaldı. Bu ma’nevi kapitülasyon öteki maddi kapitülasyondan daha az mühlik değildir. Belki bizim hüviyet-i milliyyemizi za’af ve izmihlale uğratmak i’tibarıyle tehlikesi daha büyüktür. Bakalım hıristiyan Avrupa’nın bu ictimai kapitülasyon zincirlerini millet ne vakit kırmaya muvafMaarif Vekaleti’ne müşavir olmak üzere Amerika’dan celb edilen Profesör John Dewey Ankara’ya azimet edeceği sırada İstanbul gazetelerine tahriri beyanatta bulundu. Mühim gördüğümüz bir fıkrasını aynen nakl ediyoruz. Profesör cenabları mektebin kalbi muallim olduğunu “Ben buraya terbiye sistemlerini ıslah için gelmedim. Ve ne de müstahzar program ve metodlarımı bu memlekete doğrudan doğruya tatbik etmek fikrindeyim. Eğer herhangi kimse bunu yapmak ister ve bu yolda sarf-ı mesai ederse bu terbiye sistemi nazariyat i’tibarıyle mevcudun ekmeli bile olsa yine yalnız kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Türkiye’nin bir dostu ve onun terakki ve tealisinin en büyük hayr-hahı olduğumdan ne benim ve ne diğer memleketlerin terbiye metodlarını taklid etmek tehlikesine karşı müteyakkız bulunmasını tenbih ve tavsiye ederim. Usul-i ta’lim ve terbiyye bir memleketin arzu ve tecrübelerine müsteniden inkişaf etmeli ve halkın ihtiyac-ı hakikilerine tevafuk etmelidir.” Profesör cenabları maarifcilere bir ders-i hakikat daha veriyor. Geçen günkü Darulmuallimin müsameresinde; “Tiyatroculuktaki isti’dadınızı gördüm. İlim ve irfan sahasında da bu kabiliyeti göstereceğinizi ümid ederim.” demişti. Şimdi de ta’lim ve terbiyenin memleketimizin arzu ve tecrübelerine müsteniden inkişaf ve halkın ihtiyac-ı hakikilerine tevafuk etmesi lazım geldiğinden bahs ediyor. Ve ecnebi terbiye metodlarını taklid etmek tehlikesine karşı bizi teyakkuza da’vet ediyor. Bizim böyle bir tavsiyeye çok ihtiyacımız vardı. Çünkü maarifin bugünkü hal-i iflas ve perişaniye düşmesinin en mühim amili milletin arzusunu ve hakiki ihtiyaçlarını asla nazar-ı i’tibara almayarak ecnebi terbiyesini memlekete sokmak illetine tutulması olmuştur. Milletin arzularına karşı arka çevirdik. Tuttuğumuz terbiye yolları milletin hakiki ihtiyaçlarına hiç tevafuk etmedi. Bu sebeble şimdiye kadar halk maarif müessesesine hakkıyla ısınamadı ve i’timad gösteremedi. Maarif müesseseleri daima ona yabancı geldi. Onları bir türlü benimseyemedi. Onun istediği bu yabancı terbiye bu yabancı ruh değildi. O kendi ruhuna kendi bünye-i Fakat maatteessüf maarif bu ihtiyac-ı milliyi tatmin edemedi. Tahsil gören çocuk babasının ruhuna an’anat-ı çocuk bir şeyler öğrendikten sonra babasının yanına dönmedi. Doğduğu tufuliyet devrini geçirdiği muhit edilecek hiçbir mektep kalmamıştı o halde memleketin her tarafındaki medreseleri kapayarak onaltıbin talebeyi medresesiz mektepsiz bırakmak reva mıdır? Ecnebi mektepleri muzır değil de içlerinde Kur’an ve hadis fıkıh ve saire tedris olunan medreseler mi muzır idi? Frenk mekteplerinin akaid ve şeair-i milliyyeyi tahrib hususunda bu kadar mazarratları olduğu halde bu mekteplere karşı bu derece meftuniyet göstermek şayan-ı hayrettir! Bunlar ne kadar ibret alınacak yazılardır! Necmeddin Sadık Bey hiç merak etmesinler mevcud ecnebi frenk mektepleri yanında diğerleri de daha çok kapalı kalmazlar. gazetesinin meb’us muharriri Hazret-i Peygamber Efendimiz’e karşı fezahat-i lisaniyyede bulunan ma’hud İctihadcının tevkif ve muhakemesinden dolayı adliyeyi muahaze ediyor. Bir Mekkelinin müracaati üzerine müddei-i umumilik icra-yı ta’kibata başladığı için diyor ki: “Abdullah Cevdet Bey hala Mekkeli mutaassıbların pençesinde kıvranıp duruyor. Taassub cereyanına göre cürüm telakki olunan bir fikir mücadelesi için bugün mahkum olursa hakikaten tuhaf olacaktır… İnkılabı bilfi’l yaptık ve bir türlü kitaba geçiremiyoruz… “İctihad” sahibi o makaleyi tekrar yazsa tevkif edilmez heva-yı nesimi böyle bir harekete mani’dir. Fakat inkılabdan evvel başlayan ta’kibattan yakasını sıyıramıyor. Bazı kanun-ı cezalarımız vardır; şimdi ölü iseler de hortlamaları ’ın meb’us muharririnin ma’hud ictihadcıyı müdafaa etmesini o kadar gayr-i tabii görmeyiz. Yalnız vazife-i kanuniyyesini ifa ettiği için adliyeyi muahaze etmesini ve adeta hey’et-i hakimeyi kanuna karşı bulmuyoruz. Bilhassa bir meb’usun böyle fikirler neşr etmesi asla doğru değildir. Bir kere da’vayı tahrik eden “bir Mekkeli” olduğu hukûk-ı umumiyye da’valarını müddei-i umumiler ikame ederler. Herhangi bir ferd bu hususda müddei-i umumiliğe şikayet ve ihbarda bulunabilir. Hazret-i Peygamber Efendimiz yalnız Mekkelinin peygamberi değil bizim de ve bütün dünyadaki müslümanların da peygamber-i celilidir. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz hakkında her kim tecavüzde bulunacak olursa bir cürm-i kanuni da’vaya mecbur kalır. Hazret-i Peygamber Efendimiz’e fak olabilecektir! Eğer profesör cenablarının serd eylediği düstur-ı ilmi vechile maarif esasları milletin hakiki geçmeksizin millet istiklal-i ictimaisini de ihraz edebilir. Aks-i takdirde kazandığı istiklal-i maddi hüviyet-i milliyyesini muhafazaya kudret-yab olamaz. gazetesinin Başmuharriri Necmeddin Sadık Bey “ecnebi mektepleri”ni müdafaa eder bir başmakale yazdılar. Bu makalenin bazı fıkralarını nakl edelim: “Maarif Vekaleti kilise haricindeki yerlerden dini timsaller kaldırılmadığı için papas mekteplerini kapatmıştı. Bu yüzden memleketimizde mevcud yüzlerce maarif müessesesi kapalı olduğu gibi birçok çocuklar tahsilden mahrum kaldı; birtakım zengin aileler de sırf çocuklarını tahsil ettirmek için memleketimizden hicret ediyorlar… Maarifde en ileri gitmiş şehir İstanbul olduğu halde henüz esaslı tahsil ve terbiye verecek bir maarif teşkilatımız yoktur. Senelerden beri devam eden lecek mektep kalmamıştır. İstanbul’da mekteplerini tedkik eden Amerikalı maarif müşaviri yalnız Galatasaray Lisesi’ni beğenmişti. Bunun sebebi de ma’lumdur: Bu mektep frenk muallimler tarafından idare edilen ve tedrisatı Garb lisanıyla olan yegane müessesemizdir. Bugün bile orasını idare edenler vaktiyle bu frenk hocalardan okumuş ve oradan yetişmiş gençlerdir. Vaz’iyet böyle olduğu için birçok Türk çocukları bile frenk mekteplerine devam ediyorlardı. Esasen sıkı bir teftiş ve nezaret altında bulunmak şartıyla ecnebi mekteplerin memlekete zararları dokunamaz. Tahsil ve terbiyeye o kadar muhtacız ve maarif teşkilatımız henüz memleketin muhtac olduğu tahsil ve terbiyeye o derece gayr-i kafidir ki her ne suretle olursa olsun her nereden gelirse gelsin bu ma’rifet aydınlığını kabule mecburuz. Bunun içindir ki İstanbul’da duran yüzlerce mükemmel maarif müessesesinin ne olacağını Türk hıristiyan binlerce talebenin atisini şimdiden düşünmek mecburiyetindeyiz.” Akşam Gazetesi ecnebi mekteplerini müdafaa ederken ne olurdu birkaç kelime-i tayyibe de seddolunan medreseler hakkında lutf etselerdi! Bugün memleketin her tarafındaki medreseler kapalı olduğu halde ecnebi mekteplerinin mevcud ve açık olanları kafi gelmeyip de diğerlerinin de küşadını istemek ne kadar insafsızlıktır! Madem ki maarifin teşkilatı bu kadar bozuktu emniyet beyefendinin vatandaşların ma’nevi mevcudiyetlerine karşı hürmet etmesi zaruri olduğu vazifesini matbuata hatırlatmasıdır. Vekil beyefendi bu mes’eleden şu suretle bahs etmişlerdir: “Muhterem beyefendiler şahısların masun olduğu ve masuniyet-i şahsiyyenin en esaslı bir uknum-ı hayat bulunduğu ma’lumdur. Fakat şahısların nesi masundur? Yalnız bu kandan ve kemikten ibaret olan şahsiyet-i maddiyyesi mi? En çok masuniyetinde ısrar edeceğimiz şey haysiyet hürriyet şeref ve şahsiyet-i ma’neviyyedir. Binaenaleyh herhangi bir gün bir polisin tazyikı altında bulunmaktan mütevellid şikayetimiz ne ise şeref ve haysiyetimiz ma’nevi şahsiyetimiz ta’riz ve tazyika uğradığı gün nevha-i şikayetimiz aynı suretle ve hatta daha ziyade müteellimane olmalıdır. Gazete ve gazetecilik hayatında vatandaşların ma’nevi mevcudiyetine hürmet etmek zaruridir. Bu bir vazifedir.” Filhakika bazı gazeteciler vardır ki bir tarafdan masuniyet-i şahsiyyeden bahs ederler diğer tarafdan da muttasıl vatandaşlarının ma’neviyat ve mukaddesatlarına hürmetsizlik şöyle dursun taarruz edip dururlar. Halbuki bu hürriyet-perverlikle hiç de kabil-i te’lif olmayan pek kadar ma’neviyat ve mukaddesatı da muhteremdir. Bir adamın şeref ve haysiyetini ihlal edecek bir söz söylenemeyeceği gibi i’tikadatı hakkında da tecavüzde bulunmamak lazımdır. Dahiliye vekili beyefendi; “Vatandaşların haysiyet ve şerefleri ma’neviyat ve mukaddesatları böyle bir ta’riz ve tazyika uğradığı gün nevha-i şikayetleri bir polisin tazyikı altında bulunmaktan mütevellid şikayet kadar ve hatta daha ziyade müteellimane olmalıdır.” diyor ki pek doğrudur. Ümid ederiz ki gazeteciler bu vazifeye riayette kusur göstermezler. gazetesinin tenkid ve mülahaza muharriri “spor kulüplerinin Türk gençliğinin cismini ve ruhunu terbiye etmek vücudu ve ruhu güzelleştirmek gibi asil gayelerden uzaklaşmakta” olduğundan şikayet ediyor. Cidden şayan-ı teessüf bir hal! Esasen mekteplerde fa’aliyet ve himmet oyunlara hasr olundu. Maarif Vekaleti yetmişbin lira sporculara tahsis etti. Spor kulüpleri spor müsabakaları spor kongreleri gazetelerde spor sahifeleri… Elhasıl son zamanlarda spor ilim ve tecavüzat-ı lisaniyyede bulunanlar Mekkeli mutaassıbların pençesinde değil Türkiye kanunlarının pençesinde kıvranıyor. Cihana hürriyet ve saadet getiren bir peygamber-i zişan hakkında fezahat-i lisaniyyede bulunmak bir “fikir mücadelesi” midir? Taassub cereyanına göre cürüm telakki edildiği için kanun-ı cezanın bütün maddeleri bugün hükümden sakıt olmak mı icab eder? Bugün ictihadcı tekrar bir fezahat-ı lisaniyyede bulunacak olursa müddei-i umumi ta’kibatta bulunmayacak mı? Kanun maddeleri böyle herkesin keyfine göre mi icra veya ilga edilir? Hazret-i Peygamber Efendimiz hakkında fezahat-i lisaniyyede bulunan bir mütecaviz hakkında ta’kibat-ı kanuniyye icrasına heva-yı nesiminin mani’ olması ne demektir? Biraz daha cür’et edilecek olsa ahkam-ı kanuniyyeyi tatbik ettiği için müddei-i umumiyi mahkemeye vermeye kalkışılacak galiba! Kanunu ölü göstermek ne demektir? Bahusus bir meb’us böyle sözler nasıl söyleyebilir? Bunları söyleyen ne söylediğinin farkında olmayan bir zat değildir. Demek an-kasdin böyle söylüyor. Bu fıkrayı yazdıktan bir gün sonra reji kolcuları tarafından bir tütün kaçakçısının öldürülmesi üzerine matbuatın reji aleyhindeki neşriyatına karşı aynı meb’us muharrir rejiyi müdafaa ederken şu suretle idare-i lisan ediyor: “Hepimizin fena bulduğumuz kanunlar noksan bulduğumuz usuller vardır; ancak bu hataları tashih için yollar da muayyendir. Ne kanuna itaatsizlik tavsiyesinde bulunabiliriz ne de itaatsizlik edenleri teşci’ edecek bir lisan kullanabiliriz.” Madem ki böyledir niçin Hazret-i Peygamber Efendimiz hakkında fezahat-i lisaniyyede bulunan bir mütecaviz hakkında kanunu tatbik ettiğinden dolayı adliyeyi muahaze ediyor? Memleketin iktisadiyatını soyan bir ecnebi şirketini müdafaa ederken kanuna itaatin lüzumundan bahs olunuyor da Hazret-i Peygamber Efendimiz’e gelince kanuna itaatsizliğe teşvik olunuyor? Hazret-i Peygamber Efendimiz’e karşı insanın ne derin husumeti olmalıdır ki bu kadar insafsızlıkta bulunabilsin? Çok yazık! Çok teessüfler! Böyle bedbaht bir mazhariyeti Allah kimseye vermesin. Dahiliye Vekili Receb Beyefendi bu hafta Matbuat Cem’iyeti’nde mühim bir nutuk irad etti. Bu nutuk siyasi olduğu için bizim mevzu’umuzdan haricdir. Yevmi gazeteler bu nutku uzun uzadıya tahlil ediyorlar. ’ın da kayd edeceği bir nokta vardır ki o da vekil Japonya’nın bugünkü payitahtı olan Tokyo şehri ile eski payitahtı olan Kyoto ve büyük bir limanı bulunan Kobe şehirlerinde müslümanların ictima’ ederek bu sene cemaatle bayram namazları kılmış olduklarını Japon gazeteleri tarafından cemaat-i İslamiyyenin bayramları hararetle tebrik ve tes’id edilmiş olduğunu Mançurya’da Harbin şehrinde intişar eden gazetesi yazıyor. Bundan onbeş sene mukaddem Japonya’da bir tek müslüman yok iken bugün cemaatle bayram namazı kılınması Müslümanlık namına iftihar edilecek büyük bir hadisedir. Bu hususda en büyük hisse-i iftihar da Abdürreşid Efendi pederimize aiddir. Çünkü bu muvaffakıyette en mühim amil o olmuştur. Abdürreşid Efendi Japonya’ya gittiği zaman hiçbir müslüman yok rak İslam’a da’vette bulunmuş ve bu da’vet neticesinde bazı Japon ricali şeref-i İslamiyetle müşerref olmuşlardı. Abdürreşid Efendi’nin Japonya’dan mufarakati onbeş sene oldu fakat Japon müslümanları gün geçtikçe Müslümanlıklarını tahkim ettiler. Bunların içinde bilhassa Hacı Ömer Yamaoka şeref-i İslam ile müşerref olduğu günden beri Japon gazetelerinde neşriyat-ı İslamiyyeye devam etmektedir. Bugün Japon müslüman kardeşlerimizin kaça baliğ olduğunu bilmiyoruz. Fakat bayram namazı kıldıklarına bakılırsa her halde bir cemaat teşkil edecek kadar çoğaldıkları anlaşılır. İnşaallah bir gün gelir nur-ı İslamiyet Japon adalarını da kaplar. Birinci Safahat’ın eksik olan ve’nci formaları tab’ edilmiştir. Bu formaları eksik olanların idarehanemizden aldırmaları rica olunur. Taşrada olanlar mektubla adreslerini bildirirlerse derhal gönderilir. Safahat’ın Dördüncü Kitabı olan nin dördüncü tab’ı derdesttir. Bu hafta inşaallah Böyle iken spor kulüplerinin Türk gençliğinin cismini ve ruhunu terbiye gibi gayelerden uzaklaşması tereddi alameti göstermesi elbette teessüflere layıktır. Gazetelerin yazdığına göre geçen gün muhtelif spor kulüpleri arasındaki ihtilaflar sokak kavgalarına mudarabelere kadar müncer olmuş. muharriri diyor ki: “Türkiye’nin henüz yetişen mektep gençliğinin vücuda getirdiği kulüpler Şark-vari siyasi fırkalar manzarasını arz ediyor: Aynı hastalıklarla ma’luldürler. Adeta kalblere spor aşkı yerine alelade kulüp rekabetlerinin Ne kadar yazık! Bizim bütün ümidlerimiz bu gençlerde mağlub olacak olurlarsa işin ilerisi ne hal kesb eder? Maatteessüf görülüyor ki mektepler gençliğe lazım gelen fazilet ve fedakarlık hislerini veremiyor. Çocuklar pek maddi pek menfaat ve ihtirasa düşkün bir surette yetiştiriliyor. Anlaşılıyor ki mekteplerin en büyük noksanı seciye mes’elesidir. Çocuklar tam bir seciye sahibi olarak yetiştirilemiyor. Hayata atılır atılmaz ihtiras ve tereddi alametleri gösteriyor! Çocukları muahazeye hiç mahal yoktur. Onlar ma’zurdurlar. Gördükleri terbiye aldıkları ders böyledir. Onun için işi esasından halletmeli mektepleri maddiyet-perestlikten kurtararak ma’nevi duygularla seciye ve fazilet hisleriyle techize çalışmalıdır. Başka çare-i selamet yoktur. Taşköprü’nün Debbağhane Mahallesi’nden Kırkır Musa’nın kahvehanesinde alenen müskirat isti’mal eden Değirmencioğlu Hüseyin Efendi ile refiki Mahmud ve Hüseyin cihet-i adliyeye tevdi’ kılınmışlar. İstanbul’da şam oldu mu mesela Büyükada’nın iskele civarı rakı kokusundan geçilmiyor. Herkesin gözü önünde yolun meyhanecilerin adedi geçen haftaya kadar’ya baliğ olmuştu. Akşamdan sonra sokaklar sarhoş na’ralarıyla tevdi’ olunması garib değil midir? Taşköprü adliyesini muahaze etmek istemiyoruz. Bilakis kanunu tatbik ettiği için şayan-ı takdirdir. Yalnız ğini göstermek istiyoruz. lunması bir tarafdan da Avrupa ve Amerika haricinde neşr-i İncil’e çalışan duat-ı dinin tedkikat-ı gayret-keşanesi Şark ile Garb arasında dolmaz zannolunan uçurumu epeyce doldurmuştur. Bu asr-ı ahir-i nur u ma’rifet yorulmak bilmeyen mücahidin-i sabıkayı fersah fersah geçmiş olduğundan vaktiyle “sarazenler” “Türkler” hakkında tedavül eden acib ve garib rivayat-ı bi-ma’nadan eser kalmamıştır diyebiliriz. Avrupalılarca müslümanların müşrik hasais-ı insaniyyeden mahrum tahrib-i bilad ve ta’zib-i ibada müvekkel bela-yı asumani diye telakki edildikleri zamandanlehü’l-hamd pek uzak bulunuyoruz. Efkardaki bu tahavvül-i azimin sebebini her şeyden evvel fikr-i ilminin fikr-i intikadın bilcümle ma’lumat-ı beşeriyyeye sari bir hale gelmesinde hiçbir hakikati delilsiz tasdik etmek şanından olmayan menahic-i ilmiyyenin sunuf-ı mütefekkirinin kaffesi beyninde intişar eylemiş bulunmasında aramalıdır. Biz müslümanlar aşk-ı hakikatle ser-a-pa meşbu’ olan bu mesai-i celilenin ne derece minnetdar ve şükr-güzarı riz-i emeldir. Başmuharrir Sahib ve Müdir Medeniyet-i Garbiyyenin el-yevm haiz olduğu mevki’-i hakimiyyet Avrupa akvamını bu hakdanın her noktasında akvam-ı saire ile zaruri bir temas-ı daimide bulundurmakta olduğundan beynelmilel tearuf ihtiyacı günden güne kesb-i şiddet etmektedir. Şarklıların Avrupalıları Avrupalıların Şarklıları gereği gibi tanıması hususunun hayat-ı akvamın en mübrem levazımından addedileceği devre çoktan beri hulul etmiştir. Avrupalı olmayan akvam içinde müslüman namı altında müctemi’ ve Bahr-ı Kebir ile Bahr-ı Muhit-i Atlasi arasında yekpare bir vücud gibi mütemekkin yüzlerce milyon raddesinde bir kitle-i azime-i akvam vardır ki elsine ve elvanı ve sırf mahalli olan bazı ehemmiyetsiz i’tiyadatları i’tibarıyle yekdiğerinden ayrı isimlerle yad olunmakla beraber yine din ve ayin ve –yine dinlerden muktebes– etvar ve adat nokta-i nazarından beynlerinde pek sıkı ve umumi bir rabıta mevcuddur. Bu kitle-i azime-i beşerin en büyük kısmı Avrupa müsta’mirlerinin zir-i idare-i hakimesinde bulundukları cihetle bu akvamın –dinleri kadar– ahlak ve adatlarının mübteni olduğu esasları bilmek öğrenmek yine o müsta’mirlerin menafi’i iktizasındandır. Vakıa bir asrı mütecaviz zamandan beridir bir tarafdan müsteşriklerin hazain-i asar-ı İslamiyye içinden iktibas-ı nefaisle uğraşması diğer tarafdan müsta’mirlerin gerek ticaret ve gerek idare-i memleket gibi vesail ile milel-i mahkume sırasına geçmiş akvam ile hal-i temasda bu teşkil eden bunlardır– hiçbir vakitte vacibü’l-ittiba’ olmak faziletini haiz olamaz. Kavaid-i ahlakıyyenin en kavi müeyyidatı dindedir. Vesaya-yı ahlakıyyenin en büyük harisi hamisi bir Kadir-i Mutlak’ın yevm-i ahirette kavidir. Bilad-ı İslamiyyede ahlakın üssü’l-esası Din-i Celil-i Muhammedi’dir. Mehasin-i ahlakın fezailin ale’d-derecat en pest tabakattan en ali mahafile kadar bilcümle sunuf-ı halk arasında neşr ü ta’mimine sebeb olan şeriattir. Müslümanlar rezail ve mesaviden tahalli ve fazail ve mehasin ile tehalli için “Kitab” ve “Sünnet”ten başka menba’-ı feyz ve ilme arz-ı iftikar ve Hazret-i Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem dest-i terbiyyetinde yetişen ashab-ı güzin ile onların perverdeleri olan tabiinden başka rehberlere nümunelere i’tibar etmemişlerdir. Hind ile Yunanın bir aralık İslam eline geçen metrukat-ı felsefiyyeleri müslümanlarda ahlakın seyr-i umumisine te’sir i’tibarıyle hiçbir iz bırakmamıştır. Vakıa Hindin si İbnü’l-Mukaffa’’a Eflatun ile Aristo’nun kütüb-i ahlakıyyesi Farabiler’e İbnü Sinalar’a ler ilka etmiş ise de bunlardaki desatir-i ameliyye Kur’an edemeyecek kadar ruhsuz görünmüş ve kulubu terbiye etmek hassası yalnız menba’-ı nübüvvetten sadır olan evamir ve nevahi ile bunları düsturu’l-amel ittihaz eden erbab-ı fazilet ve ma’rifete münhasır kalmıştır. Filhakika Din-i İslam’daki hikmet-i ameliyyenin muhtevi olduğu tafsilat-ı hurde-sencane bir nazar-ı insafperveri hayrete ilka edecek derecede kesirdir. Din-i ti tedkik edilse ya mantukunda ya mefhumunda insanları rah-ı hidayet ve fazilete sevk edecek saadete mani’ ahlak ve ef’alden tahzir eyleyecek irşadatı keşf etmekte güçlük çekilmez. Kur’an-ı Kerim’in erbab-ı tetebbu’a giran gelecek içinden çıkılamayacak bir şeyi varsa o da münhasıran ahlak ve adaba müteallik olan ayat-ı kerimeyi intihab ve tasnif etmek müşkilatından ibarettir. Bu da Kur’an’dan Din-i İslam’dan en mühim garaz ve gayenin tahsin ve tasfiye-i ahlak-ı beşer olmasındandır. Hazret-i Peygamber hakkında Kur’an’da varid olan en büyük sena ve ta’zim; ayet-i kerimesidir ki “Şübhesiz sen mehasin-i ahlakın pek büyük bir mertebi-i aliyyesini haizsin.” demektir. Hazret-i Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de kendi gaye-i bi’setini; Garb mütefekkirininin ahlak ve adat-ı Şarkıyyeyi tasvir için vücuda getirdikleri mücelledat-ı adidenin tetebbu’u biz Şarklılar hakkında epey sahih bir fikir edinmeye hadim olmakta ise de müelliflerin tehalüf-i enzarı daima bazı mühim cihadın layıkıyla tenevvür etmesine mani’ olduğundan bize aid levha-i tasvirin yine bizim elimizle tersim edilmesi elbette fevaid-i azimeyi mucib olur. Binaenaleyh bu risalede Türkiye’de ahlak ve adabın ve adat ve meşaribin ne şekilde ve ne gibi esaslara müstenid olduğu beyan olunacak; ve burada serd edilecek hakayık pek cüz’i farklarla bütün Alem-i faide te’min etmiş olacaktır. Her yerde olduğu gibi kavaid-i ahlakıyyeyi vacibat-ı kavanin-i nazımesini insanlara ilk ta’lim eden dindir. Akvamı ser-menzil-i saadet ve terakkiye isal etmek şanından olan bu kavaid ve kavanin hangi kavmin dininde daha mufassal ve sarih ise o kavim sahne-i şuun-ı alemde daha payidar ve amme-i nev’-i beşer hakkında daha lutufkar izler bırakmıştır. Kezalik bu kavaid ve kavanin herhangi kavimde matlub olan derece-i saadeti tekeffülden kasır kalmış ise dinin bu cihetteki noksanını o kavmin ukalası felasifesi ikmale çalışmıştır. Efkar-ı felsefiyyenin hayat-ı akvam üzerindeki te’sirat-ı azimesi gayr-i münker olmakla beraber enzar-ı ehl-i tedkikta hafi kalmayan mühim bir nokta vardır ki o da nazariyat-ı felsefiyyenin –avam-ı nasın tekamül-i zihnisine hadim oldukları halde– teshir-i kulubda ve mesalik-i ahlakıyyeyi a’mak-ı ervaha kadar rekz ü infazda din ve akide mertebesinde felsefiyyenin tehalüfü ile beraber felsefenin hürriyet-i tefekkür ve istidlale açtığı şehrah-ı vasi’ bu hakimiyete tabiatiyle mani’dir. Tarih-i nev’-i beşerin her sahifesi bize gösteriyor ki havass u avamı hayran eden faziletlerin veleh-bahş-ı ukûl olan a’mal-i hayriyyenin edvar-ı inkişafı daima akide ve imanın rasih olduğu zamanlara tesadüf etmiş ve akayidin infisah devirlerinde ise daima rezail ve kabayih cem’iyete hükümran olagelmiştir. Mebna-yı istikrarı din üzerine müesses olmayan sırf akla müstenid kavaid-i ahlakıyye belledikleri nazariyatın sıdkına bir iman-ı kavi derecesinde kail olan zümre-i mütefekkirin için belki düsturu’l-amel olabilir ise de –ki bu zümrenin azlığına delil aramak bile zaiddir– hevayı yek-ruzesini bir hayat-ı payidara değişmeyi işten bile saymayan avam-ı nas için –ki nasın ekseriyet-i uzmasını “İctimai hürriyet”lerde keyfiyet ber-aksdir. Hürriyet-i neticesinde bizatihi husule gelir. Vazife-i ictimaiyye hürriyet-i hürriyetin sahası genişler. Bu i’tibar ile milletlerin hayatında amil olan en kuvvetli bir esas hürriyet-i siyasiyye değil hürriyet-i ictimaiyyedir. Çünkü hürriyet-i ictimaiyyenin mevcudiyeti hürriyet-i siyasiyye için yegane bir mesned teşkil eder. Şimdi bu hürriyetin hudud ve şurutunu ve te’siratını tedkik edelim. Hayat-ı ictimaiyye ma’şeri bir hayattır. Hayat-ı ferdiyye bu camianın tahtında müstetir bulunur. umumi birtakım vecaib ve zaruretler hissetmeyebilir. Fakat temas başladıkça münasebet-i şahsiyye birtakım mütekabil vaz’iyetler ihdas eder. Kuvanın teksifine muhtac işlerde teşrik-i mesai edebilmek için hüsn-i muaşeret yahud düşmanlardan tahaffuz için müdafaa gibi hususatta ibtidai eşkali görülen mütekabil hukûk ve vezaifin medeni hey’et-i ictimaiyyeler arasında muhtelif safahat ve tecelliyatı bir emr-i tabiidir. Hayat-ı ictimaiyye menfaat-i umumiyyeyi istihdaf ettiği gibi “hürriyet-i ictimaiyye” de hürriyet-i umumiyyeyi ammeye mugayir intıbaatını ta’dil ve teskin için menfaat-i umumiyye namına hususi ve ictimai hürriyetlerin tahdidi zarureti hasıl olur. Bir milletin hürriyet-i ictimaiyyesi a’za-yı ferdiyyesi arasındaki rabıtaların inhilalden masun bulunması şartıyla ve mutlaka iktisab edilmiş bir ehliyetle Hey’et-i ictimaiyyenin rabıtalarını parçalayan umumi hürriyetin fefkıne çıkmak isteyen şahsi taşkınlıklar cem’iyette bir nevi’ esaret vücuda getirir ki bu da “esaret-i ruhiyye”dir. Muhitin kuyud ve tahdidatından kurtulmak cem’iyetin haricine çıkmak isteyen kimseler gayr-i ihtiyari olarak nefislerinin muhitin ve tereddiyatın daire-i te’siratına dahil olurlar. Hey’et-i ictimaiyyeyi zinde bir halde yaşatan ahlaki hukûki esasatı baltalamak zayi’ etmeye mahkumdurlar. Zira hürriyet desatiri menfaat-i umumiyye ile mütearız bir vaz’iyet gösterdikçe ifrat ile tefrit beyninde hadd-i mutavassıt ve mükemmel olan hal-i i’tidali ihraz etmedikçe muhafaza edilemez. Muhafaza edilemeyince de maddi ve ma’nevi esaret derhal kendini gösterir. Maddi esaretler ale’l-ekser milletlerin heyecanı ve ihraz-ı Yalnız ma’nevi esaretler mühliktir. Bir milletin baştan hadis-i şerifi ile ta’yin ediyor ki; “Ben ancak mekarim-i ahlakı tamamlamak Aişe’ye; “Resulullah’ın ahlakını bize ta’rif et!” denildiği zaman; “O’nun ahlakı Kur’an’dan ibaret idi.” cevabını veriyor. Böyle bir da’va-yı azim ile ortaya çıkan bu din zuhurundan matlub olan gayeye bir rub’-ı asır içinde vasıl olmuş ve tarih-i alemde hadis olan en büyük inkılabı vücuda getirmiştir. Kur’an’ın hami-i fezail ve mahi-i rezail olmasından o peygamber-i zişanın tatbikatta rehberlik etmesindendir ki ashabı içinde fezailde her biri bir kavme sermaye-i iftihar olacak bunca eazım-ı insaniyyet zuhur etmiştir. Dinimizin mebnası ruhu ahlak-ı hasene ile tahalluktan ibaret olduğu ve maksud olan bu gaye-i aliyyeye vüsule medar olacak teferruatın hiç biri müddet içinde bu hayret-feza inkılab vukû’a gelmiştir. Çok kimseler vardır ki “hürriyet” mefhumlarıyla sermest-i huzuz bir halde esarete doğru gittiklerini göremezler. Su’-i isti’mal edilen her faideli şeyin zarar tevlid eylemesi gibi hürriyetin su’-i isti’mali de ruhi ve ictimai esareti intac eder. Vakıa hürriyet tab’-ı beşerde meknuz ve mevcud en cibilli ve en muhterem bir esas-ı hukûkidir. Fakat cem’iyetlerin tekamülü efradın inkişafatı hürriyetin ma’kûl ve müsbet bir şekilde mevcudiyetiyle mümkinü’l-husuldür. Bu esas dahilinde hürriyetin ma’nası; “cem’iyetlerin ve efradın hayat-ı ictimaiyye ve ferdiyyelerinde mütekabil hukûk ve vezaif dairesinde serbestçe tekamül edebilmelerinden” dur. Yoksa nefsani afaki şehvani ve keyfi arzuların tatmininde müdahalesiz ve hududsuz bir serbesti demek değildir. Hürriyet ya siyasi ya ictimai sahada tecelli eder. “Siyasi hürriyet”ler vatandaşların memleketin idare sahasında muayyen hukûka mazhariyeti suretiyle tebarüz eder. Fakat bu hürriyet bir istihkak ve ehliyet neticesi değil belki birtakım istihkakların vazifelerin inkişafı hududu büyüdükçe mukabilinde o nisbette yüksek vazifeler zuhur eder. Bugünkü hürriyet telakkilerinin vicdani ahlaki edebi sahalardaki aks-i te’siratına bakıp da en mübeccel bir düstur-ı esasinin nasıl olup da tanınmaz bir hale geldiğine hayret etmemek mümkün değildir. “Hürriyet-i vicdan” diyoruz. Vicdanın doğru yolu taharride her türlü te’sirattan azade bulunması ve hiç kimsenin diğerinin vicdanına müdahale etmemesi ma’nasına gelen bu mefhum tatbikat sahasında taharri-i hakikat vadisinde değil belki nefsani muhterisane emellerin tatmininde hiçbir esas-ı vicdani ve ahlakiye ittiba’ etmemek ve başka türlü düşünen her fikri her esası hakaret ve istihza daniyyede mukaddesata hakaret var mıdır? Her fikre hürmet göstermek fikri yine daha ma’kûl sabit fikirlerle karşılamak vicdani hürriyetin en ibtidai kaidesini teşkil eylediği halde mukaddesata karşı her gün devam eden taarruzat ve istihzaları hangi esas-ı medeniye atf etmek “Hürriyet-i matbuat” diyoruz. Bundan maksad hey’et-i miliyyenin şeair-i ahlakıyyenin esasat-ı ictimaiyyenin hürriyet ve masuniyet-i şahsiyyenin menfaat-i umumiyyenin müdafaasıdır. Halbuki maatteessüf serbesti-i matbuattan şahsi menfaat te’minine çalışılmakta olduğu görülüyor. Serbesti-i matbuat her türlü kuyud-ı lak-ı milliyyeyi mümeyyizat-ı mahsusamızı baltalamak sevk eden sadakat-i aileyi belahet gösteren an’anat-ı milliyyeyi Kurun-ı Vustai esaslar şeair-i İslamiyyeyi ibtidai hurafeler addeden ahlaka aile rabıtalarına mukaddesat-ı vicdaniyyeye hücum eden her gün resimlerle sütun sütun yazılarla mizahi ciddi şekillerde taarruz eden bir serbesti-i matbuata dünyanın hangi medeniyet köşesinde tesadüf olunabilir? Dünyanın her tarafında hissiyat-ı umumiyyeyi kanaat-i umumiyyeyi rencide eden ahlakı ifsad eden yazılar netice-i medeniyyet ve hürriyet addolunmak şöyle dursun hey’et-i ictimaiyye aleyhine işlenmiş vahim bir cürüm olarak telakki edilir. En müsamahakar muharrirleri bile “zina edebiyatı” ta’biriyle telehhüfe sevk eden yeni moda neşriyat taklid etmek istediğimiz Garb’ın medeniyet ve kemalatı sahasında rezalet diye yad olunuyor. “Hürriyet-i nisvan” diyoruz. Kadınlığın şer’an örfen ve ilmen müemmen olan hukûk-ı meşruasını vezaif-i aliyye-i esasiyyesinden ma’dud olan aile sadakat ve revabıtı dahilinde nail-i kemal ve inkişaf olmasını mader-i vatan vasfını haiz tekemmülat-ı ruhiyye ve fi’liyyeyi haiz bulunmasından ibaret olan hürriyet-i nisvan mecra-yı tabii ve mantıkisinden aykırı bir fikirle kadının ismet ve başa halet-i ruhiyyesi zihniyeti şerait-ı muzırra-i ictimaiyyesi ta’dil ve tebdil edilmelidir ki hürriyet-i ictimaiyyenin Ulum-ı hukûkıyye ve ictimaiyye hürriyet mefhumları hakkında izahına çalıştığımız esasatı tesbit ettiği gibi bütün cihan-ı medeniyyete hakim olan fikir de budur. Hayatını ilim ve fennin icabatına tevfik etmek anlıyor. Hal böyle iken her şeyimizi Garb’a uydurmak medeniyet-i Garbiyyenin ma’kûl gayr-i ma’kûl kaffe-i tecelliyatını gayr-i şuuri bir surette tatbik ve taklid etmek Amerikalı terbiye mütehassısının beyanatı bu müşkilimizi halletmiş gibidir. Muma-ileyh; “Türkiye’nin bir dostu ve onun terakki ve tealisinin en büyük hayr-hahı olduğumdan ne benim ve ne diğer memleketlerin terbiye metodlarını taklid etmek tehlikesine karşı müteyakkız bulunmasını tenbih ve tavsiye ederim. Usul-i ta’lim ve terbiye bir memleketin arzu ve tecrübelerine göre inkişaf etmeli ve halkın ihtiyac-ı hakikilerine tevafuk etmelidir.” diyor. Vakıa bu beyanat içinde sarahaten hürriyetten bahs edilmiyorsa da her ehliyetin her istihkakın yegane validi olan terbiye mes’elesinin hürriyet mefhumlarından haric olduğunu tasavvur etmek gülünç olur. Muma-ileyh açıkça diyor ki: “Tiyatroculuktaki yani afakıyattaki göstermenizi temenni ederim.” Bu iki beyanat karşılaştırılırsa mes’ele sühuletle tavazzuh eder. Izah edilmek rımızın tamamıyla yanlış intihab olunduğundan menfi sahalarda ise gayr-i müsmir bir taklidin hey’et-i ictimaiyyemize zarardan başka bir şey te’min edemeyeceğinden” Demek ki; hislerimiz fikirlerimiz yollarımız üzerinde şayan-ı teessüf bir galat-ı rü’yet galat-ı his hakim bulunuyor. Asar ve tezahüratıyla anlaşılıyor ki bu yanlış rü’yet hürriyet mefhumu hakkında da bi-tamamiha vaki’ ve variddir. Ahmed Cevdet Bey başmakalesinde bu noktayı işaret ederek; “Hürriyeti hüsn-i isti’mal etmeyi bilmiyoruz. Hürriyet sayesinde insan kuva-yı akliyyesini meşru’ emellere sarf etmek lazım gelirken biz herkesin re’yü’layn gördüğü vech ile kuva-yı ma’neviyyemizi tahrib haysiyet-i nefsiyyemizi tahkir ediyoruz. Ne an’ane ne ahlak-ı milliyye ne terbiye-i aileden cüz’i bir zaman zarfında bir şey kalmadı. Bu kadar az bir müddet zarfında bu kadar mahrumiyete akıl ermez bu bir zihin sapıtmasından başka bir şey değildir.” diye acı acı şikayet ediyor. kabul etmez esiri olmuşlardır. Aile muhitini esaret olarak kabul eden kadınlar bugün barlarda danslarda ancak hevesatlarının esiridirler. Kendi vech-i millisini unutarak Garb’ın mülevvesatını taklide uğraşanlar bi-şuur bir esirden başka bir şey addolunamazlar. derin yaralar muhterem ve mukaddes hürriyet mefhumlarını bile vaz’-ı aslisinden çıkarmış hey’et-i ictimaiyyemizin rabıtalarını baştan başa baltalamıştır. Hür olarak doğan Cenab-ı Hakk’tan başka kimseye kulluk etmeyen menfaat-i umumiyye ve ahlaktan başka hiçbir kayd ü şart kabul etmeyen hürriyet-i İslamiyyenin herkese na-mütenahi bir saha-i tekamül bahşeden büyüklüğü muvacehesinde bu felaket uçurumuna yuvarlanmak ne elim bir şeydir. Elimizde bi-hadd ü hesab vasıta-i refah harimimizde en yüksek ve emsalsiz bir medeniyet mevcud iken faziletten tekamülden mahrumiyete müntehi bir yolda sebat en hafif ma’nasıyla belahettir. Bugün mübtela olduğumuz “taklidcilikle müterafık esaret-i ruhiyye maraz-ı vahiminin evvel-emirde derhal men’-i sirayetine muktezi tedabir-i ictimaiyyeyi ittihaz etmek diğer tarafdan da hastalığı fazilet ve ahlak ve bilhassa ma’neviyat serumuyla tedaviye başlamak zarureti bir hayat-memat mes’elesi teşkil etmektedir. Zira sunuf-ı gittikçe ziyadeleşmekte ahlak gevşemektedir. Her ne kadar bünye-i milliyye ekseriyeti i’tibarıyle lehü’l-hamd bu felaketten masun bulunmakta ise de menfi fezayıhın Binaenaleyh hars-ı millimizi esasatımızı ictimaiyatımızı vücuda uymayan hazır elbiseler gibi taklidcilikten kurtarmak Amerikalı terbiye mütehassısının söylediği gibi hissiyat ve muhit-i milli dahilinde terakki ve teceddüdün temayülat-ı ruhiyyesi dahilinde hareket eylemek ihtiyacından vareste kalamayız… Çünkü görür bir göz düşünür bir kafa hisseder bir vicdan vahamet-i ictimaiyyemizi tihlas olan esasat-ı ahlakıyye ve ictimaiyyemize tevessülden başka çıkar yol olmadığına elbette kani’ olur. Bugünkü vaz’iyetimizde bütün dünyanın ictimaiyat ve terbiye mütehassıslarını bir araya toplasak hakkımızda verecekleri hüküm; “Terakki ve tekamül için hars-ı milli dahilinde harekete mecbursunuz. Aksi takdirde infisaha mahkumsunuz!”dan ibarettir. hicabdan sıyrılması vezaif-i asliyyesini terk ederek yaratılışı mukavemeti i’tibarıyle asla başaramayacağı işlerle sadakat ve inzibatından kurtularak hissine zevkine hoş gelen her şeyi yapabilmesi şeklinde gösteriliyor. Halbuki medeni vasfıyla ortaya çıkan herhangi millet aile kadınının muhafaza-i ismetini umde esas ittihaz etmiştir. Medeniyetin husule getirdiği servet ve refah neticesinde hasıl olan sefahetin sukût ettirdiği bir kısım kadınlığı aile muhitinden uzaklaştırmakla Garb hey’et-i ictimaiyyeleri menfaat-i umumiyye mülahazatına ittiba’ etmektedirler. Avrupa’da değil aile kızlarının tanınmış ailelerin dul ve serbest kadınlarının bile devam etmedikleri umumi dans salonlarında sahte medeniyet taklidciliği uğrunda küçülen zavallıları nefretten ziyade merhametle yad etmelidir. Çünkü müdhiş bir dalaletin kurbanıdırlar. Bu hale Avrupa’dan da Amerika’dan da dermeyan edilecek mutalaa teessüfden ibarettir. “Hürriyet-i şahsiyye” diyoruz. Hey’et-i ictimaiyye dahilinde mütekabil hukûk ve vezaife istinad eden tekemmülat-ı şahsiyyenin menafi’-i umumiyye mülahazatıyla tahdid edilen kuvve-i te’yidiyyesinden ibaret olan hürriyet-i şahsiyye sanki efrad yaşadığı muhitin esasatına tabi’ değilmiş gibi hissiyat-ı umumiyyeye ahlak-ı milliyyeye ehemmiyet vermemek suretiyle her istenilen fi’lin lunuyor. Pey-revi olduğumuz Garb’da efradın hürriyeti hey’et-i ictimaiyyenin ahlaki hissi i’tikadi mebde’leriyle mahduddur. Hiç kimse hayat-ı umumiyyenin fefkıne çıkıp onunla istihza edemez. Hiçbir ferd “Hürriyetim var” diye menfaat-i umumiyye ile tearuz teşkil eden ef’ale tasaddi edemez… En nihayet bu hürriyetlerin hey’et-i mecmuasına “hürriyet-i ictimaiyye” namını veriyoruz. Hürriyet-i ictimaiyye hey’et-i ictimaiyyenin umumi vechelerinde ta’kib eyledikleri tarik-ı tekamülün serbestçe kat’ olunabilmesini kafil bir küldür. Yoksa rabıta-i ictimaiyyeyi zir ü zeber eden aile temelini yıkan ahlak-ı umumiyyeyi öldüren nefsani yollara “hürriyet-i ictimaiyye” değil “dalalet-i ictimaiyye” namı verilir. Hürriyet-i ictimaiyye; tekamül-i ictimai tesanüd-i ictimai refah-ı ictimai demektir. Tezahüratında yalnız fazileti gösterir. Tecelliyatında fezahati gösteren eşkal-i yetlerin su’-i isti’mali yanlış tefehhümü ve yanlış tatbikı neticesinde husule gelen vaz’iyet “esaret-i ictimaiyye” ve efrada taalluku i’tibarıyle “esaret-i ruhiyye”dir. Muhitin ahlaki i’tikadi rabıtalarını gayr-i kabil-i tahammül bir esaret telakki edenler ta’kib ettikleri meslek neticesi nefislerinin ihtiraslarının levsiyatın tereddiyatın azad en büyük ve en esaslı ihtilaf arazi-i müstahlasadaki kilisenin vaz’iyeti ile asıl Fransa’daki kilisenin vaz’iyeti arasındaki tefrik edilmiştir. Halbuki Alsace-Lorraine’de vaz’iyet bunun aksinedir. sene mukaddem ısdar olunan “tefrik kanunu”nun tatbikinden beri ruhanilik aleyhdarlığı bütün Fransa’yı kaplamıştır. Bu “tefrik kanunu” bir darbede rical-i dinin fa’aliyetlerini kilise dahiline hasr etmişti. Devlet tarafından rical-i dine verilen maaşlar ilga edilmiş kilisenin emlaki ile devletin emlaki yekdiğerinden tefrik olunmuştu. Ekseriyetle hasıl olduğu vechile devlet emlaki meyanına giren kiliseler için rical-i din tarafından ve her şeyden fazla bütün mekatib-i resmiyye “sekülarize” yani dinden tecrid edilmiş ve maarif programından din tedrisi kaldırılmıştı. Hal-i hazırda Fransa’da “din”e karşı derin bir lakaydi gösterildikten başka ruhani ve cismani mesail arasında tekevvün eden uçurumun Alsace-Lorraine’e gelince; orada vaz’iyet tamamıyla aksinedir. Almanya bu havaliye hakim iken din işlerine müdahale etmemiş ve binaenaleyh vaz’iyet’den evvelki hali üzere kalmıştır. Alsace-Lorraine’de kuvvetli bir teşkilat-ı diniyye vardır. Bu teşkilat-ı diniyyeyi elde tutan ruhban irşad-ı ruhaniden başka işlerle de meşgûldürler. Mektep müdürleri muallimleri gazete muharrirleri ve sermuharrirleri hükumet me’murları bunlardandır. Ve bunlar herkesin ve her rahibin der-uhde edebileceği her işi der-uhde etmektedirler. Binaenaleyh nüfuzları pek azimdir. Bu havalide yüzde yetmişbeş derecesinde bir ekseriyet teşkil eden katolikler ile ahalinin mütebakisi olan protestanlar ve Yahudiler Fransa’nın dine karşı ta’kib etmekte olduğu siyasete muhalefet ediyorlar. Son intihabatta bu havaliden intihab olunan yirmidört meb’usdan yirmibiri dine karşı ta’kib olunacak siyaseti kemal-i şiddetle protesto etmişlerdir. Fakat Fransız hükumetinin tarafdarı olan meb’uslar Alsace-Lorraine’e bütün Fransa’da mer’i olan esasatı tatbik etmek zamanının hulul ettiğine kani’dirler. Vilayat-ı müstahlasa ahalisi de ekseriyetin fikrini kabul etmek mecburiyetinde olduklarını i’tiraf ediyorlarsa da dinin devletten ve maarifden tefrikına karşı büyük bir muhalefet perverde ediyorlar. Hal-i hazırda vaz’iyet bu merkezdedir. Buna karşı nasıl bir çare-i hal bulunacağı merak ile beklenilmeye sezadır. dan aldığımız bu ma’lumat bugün Fransa’nın yeniden bir din ve devlet mücadelesi karşısında bulunduğunu göstermektedir. Alsace-Lorraine’in Fransa’ya Asri müceddid olduklarını iddia edip durdukları halde bütün müceddidlikleri Fransız İhtilal-i Kebiri’nin doğurduğu Fransa’yı körü körüne taklidden ibaret olan Garbcılarımızı bi-hakkın düşünmeye sevk edecek ve onların olmuş bitmiş telakki ettikleri birçok mesailin birçok fikirlerin hala Garb aleminde birçok mücadelat ve münazaata sebebiyet verdiğini gösterecek hadisat daima tevali etmektedir. Bu hadisatın en mühimmi Fransa’da pek mühim mesail-i dahiliyye meyanına giren din mes’elesidir. Fransa’nın takriben elli sene matem-i zıya’ıyla dil-hun ve nihayet istirdad ve anavatana ilhakıyla dil-şad olduğu Alsace-Lorraine vilayetlerinde o kadar mühim bir din mes’elesi tahaddüs etmiştir ki bugünkü Fransa kabinesinin karşılaşacağı en nazik ve en çetin mesail meyanına girmiştir. Alsace-Lorraine vilayetlerinin Fransa tarafından ortadan kaldırmakla beraber hal-i hazırda dahili bir ehemmiyeti haiz diğer bir mes’eleyi meydana çıkarmıştır. Çünkü Fransa Alsace-Lorraine arazisini istirdad etmekle beraber orada istikrar eden Alman kavaninini Alman arasındaki vahdeti te’min etmiş bulunuyor. Fransa’nın bu vahdeti te’min uğrunda şimdiye kadar vukû’ bulan mesaisi müntic-i muvaffakıyyet oldu ve tarafeynin hüsn-i niyyeti müşkilatı izaleye yardım ettiyse de din mesailini tesviye etmek teşebbüsünden tahaddüs eden müşkilat gayr-i kabil-i inkar bir ciddiyet kesb etmiştir. Alsace-Lorraine halkı Fransa’nın mütebaki halkından mütemayiz bir halde bulunuyorlar. Çok dindar olan Alsace-Lorraine halkı ruhani sınıfa karşı perverde ettiği hürmet ve muhabbeti idame ve rical-i dinin irşadatına tevfik-ı hareket etmektedir. Binaenaleyh Alman idaresi altında bile bu bu havalide “maarif ve din” suret-i kat’iyyede gayr-i kabil-i tefrik bir halde yaşamıştır. Alman boyunduruğundan kurtulan Alsacelılar bu vadide herhangi bir tebeddülün vukû’unu arzu etmiyorlar. Halbuki Fransız hükumeti de bütün Fransa’da vahdet-i teşriiyyeyi te’min etmek için her türlü mesai ve teşebbüsatta bulunuyor ve Alsace-Lorraine’de ta’kib edeceği siyasetin esası budur. Nitekim Fransız Başvekili Mösyö Herriot’nun geçen Haziran’da Fransız Meclis-i Meb’usanı’nda irad ettiği nutukta bu cihet tasrih edilmişti. Hal-i hazırda Fransız kavanini ile arazi-i müstahlasa kavanini arasında birçok ihtilaflar bulunmakla beraber nan ahenkdar ve müheyyic nutkun hulasatü’l-hulasası şimdiye kadar “Türk’ün bütün harsını hüviyet-i asliyyesini teşkil eden milli hissiyatını milli varlığını unutturarak Arab harsını Arab medeniyetini hakim kılmak gaye ve esasının ta’kib” edildiğini beyan etmektir. Vasıf Bey tarafından kongrede irad olunan nutkun mihveri işte bu fikirdir… Bu fikri biraz tahlil etmek onun tamamıyla yanlış bir fikir olduğunu isbat etmek zerre kadar bir kıymet-i ilmiyyeyi haiz olmadığını ve maarif vekilinin Türk muallimlerine yanlış telkinatta bulunduğunu Bir kere Türk’ün Arab’la teması ve bu temas neticesinde Türk’e intikal eden tarihi yadigarların neden Türk ile teması neticesinde Türk müslüman olmuş ve ezen Arab harsını Arab medeniyetini mevzu’-ı bahs etmesine mebni maksadı sarahatle ifade eden kelimeler kullanmamasına rağmen ne demek istediği Türk’ün harsını ve hüviyet-i asliyyesini tazyik eden avamil olarak gösterilmek istenilen şeyin ne olduğu anlaşılmaktadır. bu iddiası tedkikat-ı ilmiyye ve tarihiyyesinin noksanına Türk’ün ruhunu ve hüviyet-i asliyyesini anlayamamasına delalet ediyor. Bu hakikat pek bedihi iken Müslümanlığa “Arab harsı” “Arab medeniyeti” gibi isimler takmaya kalkışmak kadar ilme ve tarihe karşı bir hakaret olamaz. Bir kere Türk’ün ruhuyla Müslümanlık arasında tezad değil sıkı bir ahenk ve vifak vardır. Tarih gösteriyor ki Müslümanlık Arabistan’da doğmuş olduğu halde huzematına müştak vicdanları Türkistan’da bulmuştur. Türkler İslamiyet’i vicdanlarının asırlarca özlediği bir ma’şuka gibi istikbal etmiş bugüne kadar da bu telakkide devam eylemişlerdir. Turan’ın vasi’ yaylaları payansız stepleri berrak ve yıldızlı geceleri Altın Dağları’nın muazzam şahikaları avdet etmesi Fransa’nın Alsace-Lorraine’i istirdad için yardım/yarım asır perverde ettiği tahassürü müteakıb böyle derin ve soğutucu bir ihtilafın tahaddüsü kim bilir neye müncer olacak fikirlerde ne acı izler bırakacak kalblerde ne müdhiş cerihalar açacak bilhassa AlsaceLorrainelilerde ne mü’lim aksü’l-amellere sebebiyet verecektir! Şübhe yoktur ki Fransızlar Alsace-Lorraine’de Fransız kavanininin kaffesini tatbika çalışacaklar ve bu suretle vahdet-i teşriiyyeyi tahakkuk ettireceklerdir. Fakat bunun neticesi din ve devlet arasında belki AlsaceLorraine muhitini aşarak bütün Fransa’da akisler yapacak uyuyan birçok avamili uyandıracak bir mücadelenin zuhurudur. Bu gibi mücadelelerin hayat-ı milliyyede tevlid edeceği sarsıntılar vücuda getireceği rahneler mevzu’-ı bahs edilmeye bile şayan olmayacak derecede aşikardır. Fransa’nın bünyesi bu gibi tezelzüllere belki mütehammildir. Şu kadar var ki bizim müceddidlerimiz Fransız üstadlarının yoluna süluk ettiklerinden ve onların mahsul-i tecrübesi ve hayat-ı milliyyelerinin mevludu olan fikirleri aynen kabul etmekle teceddüd yoluna girilmiş olacağını zannettiklerinden bizim sahne-i hayatımızda da bu gibi mücadelelerin vukû’una sebebiyet veriyorlar. Halbuki Fransız bünyesine Fransız tarihine Fransız hayatına Fransız muhitine elhasıl Fransızlığın bütün secaya ve anasırına göre düşünülen ve tatbik edilen tedabir ile bizim bünyemize tevafuk edecek tedabir arasında esaslı bir fark olmak lazım gelir. Fransızlığın ayaklarını dolaştıran ruhunun inkişafına mani’ olan esbab ile bizim seyr-i terakkimizi ta’vik eden ruhumuzu uyuşturan esbab aynı değildir. Hakiki esbab-ı inhitatımızı bularak onlarla mücadele etmekle teceddüd tarikine girmek mümkün olacağı düşünülecek ve bir esas-ı kavim olarak kabul edilecek olursa o zaman esbab-ı inhitat oldukları kat’iyyen taayyün etmeyen ve hiçbir kimse tarafından öyle oldukları mekten başka bir netice vermeyeceği muhakkaktır. Geçen hafta zarfında Ankara’da akd-i ictima’ eden muallimler kongresinde Maarif Vekili Vasıf Bey tannan bir nutuk irad ederek Türkiye Cumhuriyeti’nin muallimlerine ta’lim ve terbiyede ta’kib edecekleri istikamete dair telkinatta bulundu. Vasıf Bey tarafından irad olu din vazifesi daha evvel İslam’ı kabul etmiş olan Türk ümerası tarafından der-uhde edildi. Bin-nisbe pek az zaman zarfında Türklerin hemen kaffesi Din-i İslam’a girmiş oldular. Çünkü İslamiyet Türkün ruhuna munis hem de uygun gelmişti. Türk Din-i Ahmedi’de vicdan-ı millisini nusus bulmuştu. Türkün ruhu vahdetçi teşkilatı velayet-i amme esasına müstenid idi. İslamiyet de aynı usulü ta’lim ediyordu. Türk “il”ci idi. Müslümanlık da vahdet-i ümmeti emr ediyordu. Türk fıtraten asker idi. Müslümanlık da cihadı esasat-ı diniyye sırasına idhal etmişti. Türk tab’an civanmerd bikeslere karşı müşfik ve lutufkar idi. İslamiyet de zekatı erkan-ı dinden sayıyordu. Hulasa Türk fıtri dinini İslamiyet’te bulmuş İslamiyet de Türkün ihtiyacat-ı ruhiyyesini tatmin etmiş onu birden bire yükseltmiş tarihin en ihtişamlı sahifelerinde ona bir mevki’-i mümtaz kazandırmıştır. mahsus bir din yani Arab harsı ve Arab medeniyetinin mahsulü olduğu iddiası kadar ma’nasız ve esassız bir da’va olamaz. Arab örfleriyle İslamiyet prensiplerini karşılaştırmış olanlar arasında böyle bir iddiada bulunacak bir ferd çıkamaz. Fakat her ikisinden de bi-haber olanlar ağızlarına geleni söyleyebilirler. Arabların milli ruhları aşiretçi idi. Halbuki İslamiyet bu ruha külliyen zıdd olan vahdet esasını kurmuştur. Tarih gösteriyor ki İslamiyet’in yüksek mebadisi Arablardaki aşiretçilik ruhuna galebe çaldığı devirlerde Arablar yekvücud bir kitle-i ahenin halinde İran içlerine Afrika çöllerine Endülüs gülbinlerine kadar sokulmuş zaferden zafere koşmuş ilmen irfanen yükseldikçe yükselmişlerdi. Fakat vakta ki cahiliye devrinin aşiretçilik ruhu İslam’ın vahdetçilik ve hükumetçilik telkinatına galebe etti vakta ki Arablar maddeten hakim oldukları İranilere ruhen mahkum oldular vakta ki İran milliyet-perverleri munkarız Sasaniyan saltanatının iadesi için İslamiyet’i ye Bizans Mısır… zihniyeti İslam necabetini çürüttü o günden i’tibaren hakiki Müslümanlığın Arablarda inkişaf ettirdiği seciyeler tedricen sönmeye yüz tuttu. Türklerde de nemalandırmıştı. Türkler İslamiyet’in bülend esaslarıyla karşılaştığı zaman bunların asırlardan beri özlediği şeyler olduklarını anladı hemen agûş-ı vahdete atıldı. geçitsiz ormanları asırlardan beri Türkün ruhuna ulvi ve hafi sanihalar tertil ediyor onu hilkatin huzur-ı azametinde aşk-ı ubudiyyetle titretiyor kendisinde derin bir meyl-i vahdet uyandırıyordu. Türkler ne Buda mezhebinin uyuşturucu ayinlerine ne ateşperestliğin sünaiyet telkin eden an’anelerine ne de şamanilerin ibtidai efsunlarına rabt-ı kalb edemiyorlardı. Bilakis ruhlarına azamet kanlarına cevelan nefislerine şehamet ve haşmet muhitlerinin yüksek ilhamatına şiddet verecek bir din arıyorlardı. Türk maddi düşünüyor maddi yaşıyor ömrünü harb u cidal meydanlarında geçiriyordu. Bir “sümenat”ın kapısı önünde boynunu bükerek miskinane günlerce beklemek bir ateşgede”nin duvarları dibinde zelilane aylarca dolaşmaktan sedd-i rahı olmak isteyenlerle çarpışmaktan anlamıyordu. Hind’de İran’da tabiatin avatıf-ı bi-payanı içine gark olan insanlar çarpışmadan çalışmadan geçinebiliyorlardı. Fakat Orta Asya steplerinde yaşayan halk ölmemek Türk ruhu zengin ve mu’tedil iklimlerin ustureler doğuran telkinatına bigane idi. O istiyordu ki dini de vatanının seması kadar berrak hayatının güzarişi nisbetinde sade yaylasının yüksekliği kadar bülend olsun! Sema-peyvest dağlar payansız ovalar nihayetsiz çöller gecelerin samt u sükunu içinde parıldayan uzak yıldızlar Türkün ruhunda gizli hisler uyandırmışlardı. Türk fikrini yükseltecek kuvvetli damarlarında koşan kana şedid bir cevelan verecek dinç ve gürbüz adalelerini layında Türk ruhunu tatmin edecek huzmeleri tanımış özlediği ma’şuka-i vicdanı bulmuştu. Hicret’in’üncü senesinde Buhara’da ilk cami’ inşa olunduğu zaman Türk kalbinin abide-i imanı rekz edilmiş oldu. Türkler fevc fevc daire-i İslama girmeye başladılar. Hicret’in tarihinde idi ki üç milyonu mütecaviz Türk Salur Han ile beraber bir gün içinde daire-i İslama girdiler. Gerçi ilk zamanlarda İslamiyet Maveraünnehir’de az-çok mukavemet görmüştü fakat bunun sebebi Emevi kumandanlarından bazılarının şiddetli hareketleri idi. Fakat vakta ki Türkler İslamiyet’te hakim ve mahkum unsurlar olamayacağını anladılar vakta ki din neşrini cizye tahsiline tercih eden kumandanlar gönderildi o günden i’tibaren Türkler büyük bir şevkle agûş-ı etmekle ihtiyacat-ı ilmiyye-i milliyyemizi te’mine kafi gelen bu meyve-i maarifden zevk-yab-ı ilm ü edeb olmayı kendimize bir vecibe-i diniyye olarak telakki eylediğimizden dokuz sınıflı mülga Darulhilafeyi müteakıb bu medreseye can atmıştık. Mühim ve münevver gaye gözeterek onbir senelik hayat-ı şebabımızı feda ettiğimiz halde şimdi imtihan-ı umumiye karib bir zamanda lağv edilmesi gençliğimizi sarstığından Harb-i Umumi ve Mücahede-i Milliyye’nin şedaidinden münbais fakr u zaruret ve saire gibi manialar nazar-ı i’tibara alınarak mukadderat-ı ilmiyyemizin emin ve parlak bir sahada tecellisine delalet ve inayet-i irfan-perverilerinin bi-diriğ buyurulmasıyla temadi-i nalişimize meydan verilmemesi ma’ruzdur.” Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na istinaden maarif vekili beyin kemal-i hahişle müdavimi bulunduğumuz sahn medresesini sene-i tedrisiyye içinde lağv etmesini müteakıb saha-i tenvirden hufre-i zulmete düşen biz biçarelerin kalblerimizin en derin ve hazin köşelerinden yükselen feryadlarımızı sada-yı istimdadlarımızı bir türlü müşarun-ileyhin samia-i adl ü insafına isale muvaffak olamadık. On senelik kıymetdar devre-i şebabımızı feda ettiğimiz mezkur müessese-i mukaddesenin seddiyle müntesibin-i ilmiyyeden olmaktan başka günahımız olmadığı halde bir sürü şübban-ı memleketin hayat-ı tahsiliyyesine hatime çekilmek gibi bir haksızlığa kurban edildik. İkmal-i tahsil için tevali eden müracaatlerimize velev redden olsun bir cevab alamadık. Ahval-i mezkure vekil beyin nazar-ı alilerince bila-sebeb defter-i milletten silindiğimize celi bir delil ise de dininin milletinin vatanının hizmetinden başka bir vazife tanımayan bu gençler hiçbir zaman haklarında reva görülen haksızlığa sabr edemezler. Elbette uğradığımız haksızlığın izalesi ğız. Temadi-i ıztırabatımıza meydan verilmemesi vekil beyefendiden mutazarrıane niyaz edilmişken istikbal-i müsaade buyurulmuş demektir. İşte baladaki telgraf ile gerek vekil beyefendiye gerekse muhterem meb’uslara arz-ı keyfiyyet olundu. Millet hakimiyetini ihraz ettiği böyle bir zamanda hakkımızı aramaktan vazgeçmeyeceğimiz tabii olduğundan aciz kalemimizle derdimize derman buluncaya kadar matbuat sütunlarında tazallüm-i hal etmekten vazgeçmemeye bütün mevcudiyetimizle azm ettik. Ümid ederiz ki evliya-yı umur efendilerimiz hal-i mazlumanemize merhamet buyurarak hadim-i din olmak isteyen biz zavallı talebe-i ulumun devam-ı tahsilimizi te’mine himmet buyuracaklardır. Türk ruhu hurafe-dar bir akide ile inkişaf edemezdi. O ruh şehamete sadeliğe necabete meftundu. Türklerin Ehl-i Sünnet Mezhebi’ni kabul ve müdafaasını deruhde etmiş olmalarının sebebini bu noktada aramalıdır. Türkün tab’an dindar olmasını bir nakisa gibi göstermek hususunda haiz olduğu ehemmiyeti takdir edemiyorlar demektir. Evet Türk tab’an dindardır. Ruhuna uygun gelen Din-i Mübin’e son derece rabt-ı kalb eder. Fakat bir millet için bu hal bir nakisa değil bir meziyettir. Bu seciyeyi öldürmeye değil inkişaf ettirmeye çalışmak Dindarlık seciyesi acaba “Anglosakson” ve “Cermen” giliz ve Alman milletlerinin temayülat-ı ruhiyyeleri seciyeleri faziletkar i’tiyadları an’ane-perestlikleri aile hayatları tedkik edilirse dindarlık seciyesinin bunlarda ne kadar kuvvetli ve terbiyetkar te’siratı haiz olduğu pek kolay seçilebilir. de necib seciyelerini terbiye etmiş faziletkar meziyetlerinin Tolun Ahşid Danişmend Atabek… ve Anadolu Türklerinin bahş şehametler bülend faziletler ruhlarına uygun olan saf Müslümanlığın eseri olduğunda şübhe yoktur. Türkün fıtri dini İslamiyet-i hakikıyyedir. Türk hakiki na tarihden büyük şahid aramaya lüzum var mıdır? Türkü öldüren sukût ettiren İslamiyet değil İslamiyet’ten uzaklaşmasıdır. Zannederiz ki bu satırlar Maarif Vekili Vasıf Bey’in muallimin kongresine yanlış telkinatta bulunduğunu isbata kafidir. Çok ümid ederiz ki vekil bey de tashih-i fikir eder ve nesl-i atiyi yetiştirecek muallimlerin yanlış bir yola gitmemesini te’min eylerler. Harput Talebe-i Ulumunun İstirhamatı Harput sahn talebesi tarafından idarehanemize gönderilmiştir: “ Nisan tarihinde biz Harput sahn talebesi Maarif Vekalet-i Celilesi’ne şu telgrafı çekmiştik: “Hakimiyet-i milliyyemizin timsal-i bi-misali olan Büyük Millet Meclisi kararıyla bundan iki sene mukaddem burada sahn medresesi açılmıştı. Lisan-ı ecnebi ile beraber ulum ve fünun-ı adideyi ihtiva eden programının terakkiyat-ı asriyyeye muvafık olduğu dide-i ibtihaca aks halde acaba Yat Kulübünde balo tertib etmekle Hilal-i Ahmer menfaatine mi yoksa ayakkabıcılar terziler tuhafiyeciler yahud murabahacılar menfaatine mi yoksa teceddüd ve terakki fikirlerine mi hizmet edilmiştir?” gazetesi diyor ki: “Hilal-i Ahmer balosunda on bin lira hasılat olmuş! Fakat acaba bu balo milli iktisad servet-i milliyye kasasına giren on bin liraya mukabil tuvalet şampanya ve saire masrafı olarak memleketten ne kadar para harice aktı gitti? Şu balodan Hilal-i Ahmer’in kasasına on bin lira girmiş olmasına rağmen –ictimai hayatımızı darbeleyen diğer asri bid’atlerin mucib olduğu ictimai zararlar bir tarafa dursun– servet-i milliyye i’tibarıyle bu meblağın birkaç misli zarara uğradığımız muhakkaktır. Çünkü baloda giyilen ipek kumaşlar çoraplar ayakkabılar sürülen lavantalar içilen şampanyalar ve daha bin türlü zinet ve sefahet eşya ve levazımı için kim bilir kaç bin liramız harice akıp gitmiştir?” Bu balo münasebetiyle Cevdet Bey “Sınıflara ve Muhitlere Mahsus Birer Haysiyet Vardır.” serlevhasıyla yazdığı bir başmakalede diyor ki: “Bir memleketin terakkisi için hürriyetin lüzumuna vicdanen kail olanlardanız. Hürriyet olmayınca fikrin mahsulü saha-i fi’liyatta neşv ü nema bulmayacağını biliriz. Hürriyete cevaz olmadığı esnada bir milletin ne kadar zulam-ı tedenniye uğramış olduğunu da kezalik biliriz. Bunlar birer kazıyye-i müsellemedir. Fakat hürriyetin ne derece ile isti’mal edilebileceği de birtakım kavaide tabi’dir. Olmasa idi ahlak-ı ictimaiyye sözüne lüzum görülmezdi. Kezalik hürriyet akla ne gelirse onu yapmak ma’nasını müfid olsa idi kavanin-i cezaiyyede hürriyet-i gayr-i meşruayı tahdid ve teczie edecek kavaid bulunmamak lazım gelirdi. Bazan şaşkınlığın cehlin o derecesine çıkıyoruz ki bunun karşısında artık memleket sapıtıyor demekten başka bir söz bulunmaz. Ama bütün ma’nasıyla sapıtıyor. Ne olacağımız anlaşılıyor. Çünkü kadınlıktan artık hayır beklemek pek boş bir intizardır. Hayat-ı sefihane bizi sürüklüyor. Avrupa’nın terakkisi mesaisi yerine o Avrupa’nın en aşağı sınıflarına mahsus olan eğlenceler Ahiran bir eğlence toplanışında kadınlardan hangilerinin ayakları daha küçük olduğunun ta’yini müsabakasına girişilmiş güzel ayaklarla beraber güzel iskarpinler sanki müzayedeye konmuş! Ve o sırada en güzel iskarpin hangi kunduracının eseri ise onun adresi alınmış. Bu haftanın en mühim hadise-i ictimaiyyesi Hilal-i Ahmer’in Büyükada’da Yat Kulübünde verdiği balo ile umumhanesi küşadı hakkında vilayetin teşebbüsatıdır. Balo hakkında bazı gazeteler takdirat ve tebrikatta bulundular. gazetesi baloda bulunan müslüman kadınlarının ellerinde şampanya şişeleriyle erkekler arasında dolaştıkları vaz’iyetteki resimlerini bile derc etti. Bu gazetenin verdiği tafsilata göre bu balo: “Yüksek Türk muhitindeki nezahet ve inceliğin tecellisine yeni bir vesile olmuş. Bahçede ve salonda sabahlara kadar dans edilmiş. Vapurlar dolusu halk Büyükada’ya taşınmış. Hilal-i Ahmer bir ihtiyacı tatmin etmiş. İkibini mütecaviz erkek kadın bahçede ve salonda birbirine girift bir halde dolaşmış. Hanımların tuvaletleri pek nefis Kadını” tablosu pek ziyade hoşa gitmiş.” gazetesinin verdiği tafsilata göre de: “Hanımlar daha gündüzden suare elbiselerini giymişler. Balo gece on birde başlamış şafak sökünceye kadar devam etmiş. Beyoğlu’nun namdar terzileri bu balo sayesinde pek çok paralar kazanmışlar. Siyah ipek çoraplar smoking kravatları dehşetli satılmış. Rengarenk iskarpinler gayr-i ihtiyari bütün erkeklerin nazarlarını kadın ayaklarına temerküz ettirmiş. Hangi kadının ayağı çorap ve iskarpini baloda birinciliği kazanabileceği hakkında hususi müsabakalar küşad edilmiş. Dört yüzü mütecaviz eşler salon ve bahçenin ortasında mütemadiyen zıplamış. Büfedeki buzlu meşrubat hararetin te’sirlerini biraz teskin ediyormuş. Bahçedeki büfede oturan iki-üç Şark güzeli füsunkar nazarlarla etrafına neş’e ve sürur serpiyormuş.” gazetesinin verdiği tafsilata göre ise: “Bu balo haftalardan beri balolara müdavim halk tabakası içinde hararetli münakaşalara mevzu’ teşkil eylemiş. Bütün olmuşlar. Hatta nadide elbiseler bulmak için Paris’e seyahate kadar çıkan moda hakimeleri bile varmış. Çarşaf ve mantolar bir tarafa bırakılmış umumiyetle doğrudan doğruya bir akşam tuvaleti yapılmış.” gazetesi diyor ki: “Ağızdan ağıza söylenen sözlere bakılınca Hilal-i Ahmer balosu hakkında daha mühim şayialar deveran ediyor: Burada süslü elbise teşhir edebilmek için birçokları ağır faizler ve te’minat mukabilinde istikrazlar bile akd etmişler. Hilal-i Ahmer’e verilen paranın belki yüz mislini ayakkabıcılara terzilere tuhafiyecilere vermişler. O yanın en geri en kaba en vahşi milleti kendi milletidir. Kendi milletinin bütün an’anatı kabih bütün mukaddesatı batıldır; her şeyi yıkılmaya mahkumdur. Ruhunun en büyük azabı böyle bir millete mensub olmaktır. Eğer bu millet kafasını ruhunu değiştirmeyecek olursa mümeyyizat-ı milliyye dediği birtakım batıl an’anat ve şeaire merbut kalacak olursa o artık buna tahammül edemeyecektir. Bu milletin adam olamayacağına dünyanın zevkini tatmak kendine nasib olmadığına hükm ederek ismini de unutacaktır. Milletin hayat-ı ictimaiyyesi mutlaka mübrem bir zaruret en muhkem bir düsturdur. Onun letin en ayıb telakki ettiği şeyleri bi-perva irtikab ediyor. Bu yaptıklarını vicdan-ı milli takbih ediyor diyecek olursanız müstehzi dudaklarını büküyor. Ruhu gibi yüzü de yabancı muhitlere dönmüş. Milletinin ne sesini işitiyor ne kalbinin çarpıntılarını duyuyor. Bunları işitmemek ve duymamakla iftihar ediyor. Ona ne kadar milletinden uzaklaştığından bahs edilse o kadar memnun ve müftehir oluyor. Onun şimdi en büyük azabı en büyük derdi milletinin serpuşunu henüz başından atmaya muvaffak olamamasıdır. Maamafih bu hususdaki azmi de kat’idir. Çok geçmeksizin bu inkılab ve istihale de mutlaka olacaktır. O zaman artık milletinden uzaklaşma hareketi hadd-i müntehasına vasıl olacak milletine karşı bir Avrupalının müstemlekesindeki efrada nisbetinden farklı olmayacaktır. Müstemleke efradının vicdan-ı ictimaisi bir Avrupalıyı ne kadar alakadar ederse onun da bugün kendi milletinin vicdan-ı ictimaisiyle alakası bundan farklı değildir. Nazarında kaba vahşi Kurun-ı Vustai bir milletin vicdan-ı ictimaisi mi olur? Milletin vicdan-ı ictimaisinin de secaya-yı ictimaiyyesi gibi hiçbir kıymeti yoktur. Bir Avrupalı tahakküm ve istilası altına aldığı memlekette mastaba-i ayş u işreti kurarak eğlendiği zaman şampanyasını arkasında taşıttığı milletin vicdan-ı ictimaisini mi düşünür? Milletin vicdan-ı ictimaisini nazar-ı i’tibara almak için ona karşı hürmet beslemek icab eder. Nazarında muhterem olmayan bilakis mebğûz ve vahşi olan bir vicdan-ı ictimai nazar-ı i’tibara alınır mı? Hicabı terk ederek açılan kollarını yabancı omuzlara dolayarak uryan sinesini yabancı sinelere dayayarak yabancı muhitlerde yabancı yerlerde dans eden şampanyalar teati eden bir müslüman hanımının bir Türk hanımının nazarında mensub olduğu milletin vicdan-ı ictimaisinin zerre kadar kıymet ve ehemmiyeti olsa bunları yapmaya cür’et edemez. O millet ki namus-ı milliyi kurtarmak için her fedakarlığa katlanarak dişiyle tırnağıyla cenkleşti; servetini Ben zannetmiyorum ki Avrupa’da yüksek sınıfdan kadınlar bir meclisde böyle ayaklarını teşrih edebilsinler. Bazı varyetelerde oyuncu kızların ayakları ve bacakları teşhir olunur. Seyirciler el çırparlar eğlenirler. Fakat aileler içinde böyle rezaletler asla vaki’ olamaz. Aile kadınlarının hayatı başkadır. Onlar panayırlarda eğlenir gibi kendilerini aleme karşı gülünç ve maskara etmezler. Hele Fransa’da büyük ailelerin kapıları olur olmaz kadınlara bile kapalıdır. Bizde ise ne manzaralar ne manzaralar! müslüman kadınları birtakım şöyle böyle birahanelere gazinolara gidip erkekler ile karşı karşıya gelerek rakı içiyorlar. Avrupa’da böyle bir şey görmedim. Evet bir kısım bir cins vardır ki barlara gidip müskirat isti’mal ederler. Fakat o kadınların kaç paralık kıymeti vardır? Biz de onlara mı benzeyelim? Hem bu nevi’ kadınlar bir namuslu aileye bir türlü giremezler. İşte hürriyette bu farkların bilinmesi lazımdır. Viyana’nın meşhur Stadtpark Bahçesi’nde yazın akşamları binlerce kadın ve erkek toplanır. Bu binlerce kadın içinde bir kere müskirat isti’mal edenine rast gelmedim. Sanki bizim Türk muhitine birtakım şeytanlar insan suretinde girmişler o muhiti pişgah-ı alemde terzil ediyorlar. Avrupa’nın terbiyesiz süfeha muhitinde cereyan eden ahvali bize müstahsen bir şey imiş gibi kabul ettiriyorlar. Guya Avrupa’da böyle imiş diye öyle perde-birunane ahval karşısında bulunuyoruz ki bunları Türk hey’et-i hey’et-i ictimaiyyeyi tefessüh ettirmekten ibaret olan şeyatinin ef’alinden başka bir şey olmak üzere telakki edemeyiz. Türk kadını Zekidir isti’dad-ı fevka’l-adeye sahibdir. Eğer bu kadının önüne ilim ve irfan rehberlik edecek olsa az zaman zarfında büyük bir terakki elde edilirdi. Maatteessüf ne mektep ne aile terbiyesi ne müessesat-ı di. Onları vezaifden uzak bir hayata attı. Kadın eğlence değil iken şimdi eskisinden ziyade kaba eğlencelerin mevzu’u oldu. Sanki onun ma-vudıa-lehi adi hislerini tatmin hevesinde bulunan erkeklere eğlence olmak daima onların hevesatına hedef olmaktan ibaret imiş. Bu hal kadın için tereddiden başka bir şey değildir.” Filhakika bu ahval bir tereddidir. Hem müdhiş bir tereddi! Bir kısım İstanbul kadını ve erkeği alabildiğine sukût ediyor. Keyfinden zevkinden hevesatından başka bir şey düşündüğü yok. Fazilet namına ahlak ve adab-ı umumiyye namına ne varsa çiğneyip gidiyor. Şimdi artık milletinin hiçbir şeyini beğenmiyor. Nazarında dün hayat-ı ictimaiyyesinde açılan rahneler yüzbinlerce lira etmez. Bir gün gelip süs tedariki için rehne konulan evler elden çıkacaktır. Bu hareketler sefaletin dairesini tevsi’ etmekten başka bir netice vermez. Hilal-i Ahmer gibi bütün milletin benimsediği kıymetli bir müessesenin böyle şeylere vasıta olarak millet nazarında namına hareket edenlerin hususi meşreb ve mezhebleri ne olursa olsun Hilal-i Ahmer namına vukû’ bulacak teşebbüsleri mutlaka ruh-ı milliye ve vicdan-ı ictimaiye uygun olması zaruridir. Başka türlü harekete hakları yoktur. Hilal-i Ahmer Merkez-i Umumisi a’zasından bir zat ile görüştük. Bu zat-ı muhterem merkez-i umuminin böyle yollarla varidat te’mini aleyhinde olduğunu Ada’da verilen balo ile merkezin bir alakası bulunmadığını baloyu tertib eden adalar şu’besi olduğunu her şu’benin serbest bulunduğunu beyan etti. Merkez-i umuminin bu fikirde olması şayan-ı teşekkürdür. Ancak efkar-ı umumiyye bu cihetleri tefrik edemez. Merkez-i umumi bu hususdaki nokta-i nazarını halka bildirirse çok büyük bir su’-i tefehhümün önünü almış olur. Bu haftanın diğer mühim hadisesi de İstanbul’un muhtelif semtlerinde ellişerden yüzelli İslam umumhaneleri açılması hakkındaki teşebbüsdür. Bu umumhanelerde yalnız İslam kadınları bulunacakmış. Bu mıntıkaların biri Demirkapı’da biri Gedikpaşa’da diğeri de Aksaray semtinde olması takarrur etmiş ve umumhane olacak hanelerin tahliyesi için sahiblerine tebliğat icra edilmiştir. Bazı hane sahibleri şiddetle i’tiraz etmiş ve taht-ı tasarruflarında bulunan hanelerin umumhane olmasına kat’iyyen muvafakat edemeyeceklerine dair bir mazbata yapıp makam-ı vilayete vermişler ve Dahiliye Vekaleti’ne de telgraf çekmişlerdir. Bundan başka Demirkapı sükkanı tarafından vali ile polis müdiriyetine hitaben gazetelerde bir de açık mektub neşr edilmiştir. Mektubda deniliyor ki: “Gerek Teşkilat-ı Esasiyye ve gerek kavanin-i mevzua sadedinde müttehaz mukarrerat-ı idariyye keen-lem-yekün hükmünde olmak mülabesesiyle fi’len ca-yı tatbik bulunamaması derkardır. Hal böyle iken guya fuhşun ve bunun daire-i sirayetinin men’ u tahdidi için mahallemiz bulunan “Demirkapı Dayehatun” Mahallesi’nde kain mebaninin fuhuşhane ittihazı kararlaştırılarak mebani-i evladını bütün ma-melekini din ve vatan uğrunda isar ederek esaret zincirlerini parçaladı. Şimdi yıkılan kulübesini ta’mire tarumar olan ailesini toplamaya çalışan bu kahramanın bu düşkün haline merhamet edilmeyerek ruhu nasıl muztarib edilir? İnsanın zerre kadar hamiyeti olsa buna cesaret edemez. Görülüyor ki mes’ele yalnız “haya” ve “hamiyet” mes’elesi değildir. Hamiyetsizlik ve hayasızlıkla beraber bir de ruh-ı milliyi hiçe saymak vicdan-ı ictimai müstemleke sahibi Garblının ruhundan almıştır. Aradaki fark Garblı kendi milletinden başkalarının vicdan-ı nin vicdan-ı ictimaisiyle istihza ederler. Bu bir irtidad-ı lar milletin ruhunu hissiyatını vicdan-ı ictimaisini asla tanımıyorlar tamamıyla red ve istihfaf ediyorlar. Milletini vahşi müstemleke milletleri gibi telakki edenlerin bu hareketleri pek tabiidir. Ancak garib olan ve anlaşılmayan cihet “ahlak ve adab-ı umumiyye”nin muhafazasını kafil ahkam-ı kanuniyyeyi tatbik ile mükellef olanların vazifelerini ifa hususundaki tesamuhlarıdır. Bir de “Hilal-i Ahmer” gibi bir müessese-i hayriyyenin böyle şeylere delalet etmesi hiç de doğru değildir. Hilal-i Ahmer memlekete çok hizmetler etmiş ve inşaallah daha da edecek olan bir müessesemizdir. Hilal-i Ahmer milli bir müessese olmak i’tibarıyle istediği gibi harekette kendini serbest addedemez. Bütün ef’al ve harekatını ruh-ı milliye irade ve vicdan-ı milletin teveccüh ve muhabbetini gaib etmek tehlikesi vardır. Hilal-i Ahmer senede bir yahud birkaç def’a vereceği balolarla te’min-i hayat edemez. Hilal-i Ahmer mevcudiyetini sefahet yollarından gelecek varidat üzerine milletin kesesidir. Hayır ve bereket bu kesededir. Bu kapandığı gün erbab-ı sefahet üç gün Hilal-i Ahmer’i yaşatamaz. Ruh-ı milliyi vicdan-ı ictimaiyi muztarib eden hareketlere Hilal-i Ahmer’in önayak olması milleti çok müteessir eder. Hilal-i Ahmer gayesine vasıl olmak için meşru’ vesaittan ayrılmamakla mükellefdir. Filhakika bazı vesait vardır ki çok para getirir. Fakat Hilal-i Ahmer bu yüzden gelecek külliyetli para ile haysiyet ve i’tibarını değişemez. Esasen böyle paranın hayrı da yoktur. Bu yüzden gelecek paralar Hilal-i Ahmer’in kasasını kirletir ve paslatır. Tarlasında dükkanında işinin başında çalışan bir müslümanın vereceği on guruş bu gibi vesaitle hasıl olan on liraya muraccahdır. Hilal-i Ahmer Ada’da verdiği balodan onbin lira topladı. Fakat bu yüzden milletin halkın ma’neviyata karşı merbutıyetini muhafaza edecek müessesat-ı diniyyeyi takviye ve tahkim etmelidir. Çünkü en büyük zabıta zabıta-i ma’neviyyedir. Din hisleri ma’nevi duyguları gevşeyen milletlerin bütün ictimai bağları çözülür. Artık onu inhitat yollarından inkıraz uçurumlarından hiçbir şeyler men’ edemez. Onun için her şeyden evvel müessesat-ı diniyyeye kuvvet vermek Hindistan’da Bu ünvan ile Kütüphanesi tarafından neşr olunan eserin büyük bir rağbete mazhar olduğu layık olduğu ehemmiyetle telakki edildiği nazar-ı şükranla görülmektedir. Filhakika bu eser hacmen küçüktür fakat kıymeti çok büyüktür. Müstevli zalim bir kuvvete karşı mücahede eden yetmiş milyonluk bir İslam kitlesinin tercüman-ı hali olan bu nutukta Ebu’l-Kelam Ahmed hazretleri hamaset ve şehamet-i İslamiyyeyi tecelli ettiriyor. Bir İngiliz mahkemesi karşısında süngülü İngiliz neferlerinin arasında Hind’in büyük imamı Ebu’l-Kelam ateşler saçıyor İngilizlerin zulüm ve tahakkümlerini yüzlerine çarpıyor İngilizler onu değil o İngilizleri cihan mahkemesi huzurunda muhakeme ediyor. Vakıa Ebu’lKelam maznun saldalyesinde oturuyor. Fakat irad ettiği nutku dinleyenler asıl maznunların hakimler sandalyelerini bir mahkemenin karşısında bulunmak şerefini takdir ettiğinden dolayı Cenab-ı Hakk’a şükr ediyor: –“Gönlümün hissettiğini ancak Zat-ı Kibriya bilir.” diyor. “Bu mevki’de duruyorken bütün hükümdarların cihangirlerin bana gıbta ettiklerini hissediyorum. Burada benim kalbimi raksan eden huzur ve sürur ile dolduran şeyi onlar muhteşem saraylarının neresinde bulabilirler? Gafil insanlar heva ve heveslerine boyun eğen biçareler bu huzurun bir nefhasını duysalar! Eminim ki insanlar bu zevki takdir etseler burada nail-i şeref-müsul olmayı temenni ederler ve bunun için adaklar adarlardı.” lilere teveccüh eden vazifeyi söylerken İngiliz neferlerinin süngüleri titriyor. Mahkeme salonlarının en müdhiş sahne-i mezalim olduğunu söylediği zaman İngiliz hakimleri kıpkırmızı oluyor. Bazıları Ebu’l-Kelam’ın bu sözlerini muhayyel bir nutuk zannediyorlar. “Bir adam zalimler mahkemesi karşısında bu kadar celadet nasıl gösterebilir?” diyorlar. Evet Ebu’l-Kelam bu sözleri İngiliz hakimlerine karşı aynen mezkurenin tahliyesi hakkında zabıta me’murları canibinden şagıllerine şifahen icra-yı tebliğat edilmesi ve bu babda gerek mü’cir ve gerek müste’cirlerin hiçbir guna me’murin-i muma-ileyhim canibinden ilave ve tefhim kılınmış olması mahalle-i mezkur ahalisini duçar-ı veleh ü hayret eylemiştir. Hukûk-ı tasarrufiyyeyi külliyyen muhil ve kavanin-i mevzua ve esasat-ı hukûkıyyeye mugayir bulunan tebliğat-ı mezkurenin vukû’ ve sıhhatine liğat-ı mezkurenin emr-i vakibulunması makam-ı vilayete mütekaddem mazbatanın ca-yı kabul bulunmaması hasebiyle Dahiliye Vekalet-i Celilesi’ne ba-telgraf tazallüm-i hal edildiği gibi enzar-ı umumiyyeye vaz’ına da mecburiyet hasıl oldu. Mahalle-i mezkurenin medhali bir tarafdan Alemdar Tramvay Mevki’i’ne ve diğer tarafdan Gülhane Kapısı’na ve şimendüfer istasyonuna nazır ve müntehi ve emanet-i mübareke-i mukaddesenin kadimen mahfuz bulunduğu Hırka-i Saadet Daire-i Fahiresi cidarına mülasık bulunmak i’tibarıyle mahalle-i mezkurenin daru’l-fuhuş ittihazındaki mahazir-i maddiyye ve ma’neviyye aşikar idiğinden diyaneten ve mevki’an şayan-ı tecviz olmayan karar-ı vakı’in men’-i tatbikını taleb eyleriz.” Bu münasebetle gazeteler bu mes’eleye dair uzun uzadıya neşriyatta bulundular. Bu meyanda gazetelerin birisi de şu garib fikri dermeyan etti: “Umumhanelerin suret-i umumiyyede Beyoğlu’na nakli lüzumuna dair haricde bir cereyan açılmak istenmektedir. Bu usul İstanbul’un israf yolunda sarf edilen paralarından birçoğunun Beyoğlu’nun gayr-i milli müesseselerine akmasına sebeb olacaktır. Bilakis İstanbul’da bu paranın sarf edilmesi az-çok milli servet noktasından bu paranın şehrin bu yakasında kalmasını intac edecektir.” Millete rehber olacak gazeteciler içinde böyle düşünenler olduktan fahişelerin kazandıklarını da “milli servet”ten addedenler bulunduktan sonra artık hayır ve felah beklemek beyhudedir! Fuhşun günden güne müdhiş surette artmakta olması hey’et-i ictimaiyyemiz için ne kadar elim ve feci’ bir haldir! Fuhuş öyle bir taundur ki musallat olduğu muhitleri milletleri mahv u muzmahil eder. Bu afete karşı bütün hey’et-i ictimaiyyenin tedabir-i tahaffuzıyye ittihaz etmesi icab eder. Bir tarafdan kuvve-i teşriiyye ve ğer tarafdan da milletin rehberleri ve mütefekkirleri bu afetin ne kadar katil bir musibet olduğunu anlatmaya çalışmalıdır. Bilhassa halka va’z u nasihatte bulunacak birer nümunesi addolunabilir. Mahbesden çıktıktan sonra Kalküta şehrinde kendi riyaseti altında akd olunan tarihi kongrede İmamu’lHind mane politikaya nihayet verilmezse müslümanların evamir-i diniyyeye tevfikan hükumetle her rabıtayı kesmeye mecbur olacaklarına dair olan kararı hazıruna kabul ettirmiş ve ondan sonraki ictima’ların hepsinde aynı mealde kararlar ittihazına saik olmuştur. Ulvi ve mübarek şahsiyetini şu birkaç satırla pek nakıs bir tarzda tasvire çalıştığımız büyük mücahid son zamanlarda tekrar İngiliz hükumeti tarafından tevkif edildi ve mahkeme huzuruna sevk olundu. Müşarunileyhin Türkçe’ye nakl olunan nutku işte bu münasebetle hakimler muvacehesinde irad ettiği hitabedir. Maznun ve müttehemin mahkemedeki ifadesi nefsini müdafaa ve tebrie maksadını istihdaf eder. İmamu’lHind bilakis kendine isnad olunan cürüm ve kabahatin zannedildiğinden daha vahim olduğunu ve ukûbetin ona göre pek şedid olması lazım geleceğini hakimlere hitaben söylüyor. Bu hutbe sadr-ı İslamda zuhur eden ve nam u hatırası üçyüz milyon İslam tarafından kemal-i ta’zim ile yad olunan ekabirin Şeriat-i Garra ahkamına karşı kayıdsızlık gösteren zalim ve fasık veya gafil hükümdarlara karşı tecellüd-i Huda-pesendanesini o kadar andırıyor ki kari’ bunun fil-hal içinde yaşadığımız asır içinde irad edilmiş olmasından bazan şübheye düşüyor. Hutbenin kıymeti yalnız hamaset ve şehamet-i İslamiyyeyi tecelli ettirmesinden ibaret değildir. Bunda İslam’ın maalisi o kadar beliğ bir lisanla tebyin edilmiştir ki bunu bir müslümanın vecd ü heyecana gelmeden okumasına ihtimal verilemez. Otuzaltı sahifede Din-i Mübinimiz’in telkinat ve evamirini bu kadar belağat ve kudretle tebliğ etmek icaz ve i’cazın son mertebesidir. Mevlana Ebu’l-Kelam Ahmed; “Müslümanlar yeryüzünde şüheda-yı haktır. Nasıl bir şahidin şehadetini ifada tereddüd etmemesi ve bu uğurda herhangi bir fedakarlıktan çekinmemesi lazımdır zulmün galebesi zamanında bu fariza feraizin en müekkedi olur. Çünkü böyle zamanlarda hak tehlikededir. Bundan dolayıdır ki müslümanların kitab-ı ilahide “şüheda-yı hak” oldukları bildirilmiştir. Müslümanların vazife-i milliyyesi işte budur.” sözlerini söyledikten sonra İngiliz istibdad ve ceberutunu temsil eden hakimlerin yüzüne karşı; “Biz diyoruz ki: “Bu hükumet zalimdir ve izale edilmesi lazımdır. Hükumet ne için hiddet ediyor? Ona zalim olduğu halde; “Adilsin bildiğinden vazgeçme ta’kib ettiğin yolda devam et!” mealinde mi sözler söyleyelim! Buna suret-i kat’iyyede imkan yoktur. En ağır cezayı vesöylemiştir. Ebu’l-Kelam asri mezalimden bahs ederken öyle diyor: –“Evet korkunç esrarın penahı olan o müesseseler yıkıldı. Fakat hodgamlığın ve zülüm-perverliğin korkunç esrarıyla meşhun olan kalbleri kim değiştirebilir? Mehakimin defter-i mezalimi pek büyüktür. Bu mezalime tarih hala ağlıyor.” refikimiz bu risale için bir başmakale tahsis etmek kadir-şinaslığını gösterdi. Teşekkür olunur. Eserin ehemmiyetini gösteren fıkraları aynen nakl ediyoruz. refikimizin başmuharriri diyor ki: “…İslam’daki lahuti ve la-yemut feyz u kudretin bu asırda yeniden tecelliye başladığına delalette bu iki gaza kadar belağati haiz diğer bir vakıa vardır ki o da Hindistan müslümanlarının intibahıdır. İ’tiraf ederiz ki şimdiye kadar bu teyakkuzun derecesi hakkında vazıh bir fikir edinememiş idik. Ecnebi ellerinden geçtiği için muharref olan haberler ve Avrupa matbuatının kazib değilse her halde nakıs neşriyatı bize Hindistan’da siyasi istiklale doğru ehemmiyetli bir hareket olduğunu öğretmiş ve ma’lumatımız bundan ibaret kalmıştı. Oradaki İslam kitlesini onun mürşid ve rehberlerini sevk ve idare eden fikir ve ilham mechulümüzdü. Bu satırları yazdığımız anda gözümüz önünde ve mevki’-i ihtiramda duran hacmen küçük fakat kıymeti na-kabil-i takdir bir risale bu noksanımızı ikmal etti vicdan ve kalbimizi Hindistan’da henüz “Rif” ve “Trablusgarb”da olduğu gibi silah ve ateşle değil imanın verdiği ölmez kuvvetle ki ulvi kalb ve vicdan ile birleştirdi.” Fazıl meslektaşımız Ömer Rıza Bey’in tercümeden ziyade ibda’ eden feyizli kalemiyle vücuda getirdiği bu risale İmamu’l-Hind Mevlana Ebu’l-Kelam Ahmed hazretlerinin bir nutkunu havidir. İlk önce şunu tasrih edelim ki nutuk kelimesi bu ilahi hutbenin ancak zahiri şeklini ta’rif edebilir başkalarının ve bizim bulabileceğimiz ta’birat ve tavsifat onun ulviyet ve belağatini hakkıyla tasvirden acizdir. Küçük yaşından beri İslam’ın fevz ü necatı gibi ulvi bir maksada nefis vakf eden bütün gençliğini bu uğurda yazı yazmakla nutuk irad etmekle ifna yahud ihya eyleyen İmamu’l-Hind bütün mürşidler gibi birçok musibetlere duçar olmuştur. Hindistan hükumeti kendisini dört sene zindanlarda habs etmiş fakat azmini kıramamıştır. Hindistan müslümanlarının fikrinde azim inkılab yapan hareket müşarun-ileyhin eseridir. ve onun hükumet tarafından ta’tili üzerine mecmualarında “Ölüm veyahud hürriyet!” düstur ve şiarını müslümanların dimağ ve vicdanına yerleştirmek gördüğü vech ile kuva-yı ma’neviyyemizi tahrib haysiyet-i nefsiyyemizi tahkir ediyoruz. Ne an’ane ne ahlak-ı milliyye ne terbiye-i aileden cüz’i bir zaman zarfında bir şey kalmadı. Bu kadar az bir müddet zarfında bu kadar mahrumiyete akıl ermez bu bir zihin sapıtmasından başka bir şey değildir. Görünüyor ki on on beş seneden beri bizde moda gibi meydana çıkan mahiyeti yanlış anlaşılmış Avrupalılaşma hevesi bir tarafdan cehlin ma’neviyat fıkdanının diğer tarafdan müskiratın te’siriyle milli bünyemiz berbad oldu gitti. Avrupa’nın ferdi ve ictimai hayat hususundaki meziyetlerinden kaidelerinden hissedar olalım derken ne Avrupa’ya ne de Asya’ya layık olmayan insanlar derekesine düştük. Aile hayatımız öyle münderis oldu ki insana ati hakkında adeta korku geliyor. Eskiden iyi kötü mevcud olanlar hiçbir iz bırakmamak şartıyla kalktı. Yeniden ise hiçbir fazilet iktisab olunamadı. cudiyet-i medeniyye namına hiçbir varlığı yoktur. Ne aileden ne mektepten bir terbiye edinmemiş olan bu kara cahil unsurun eğlencesi bile ahmakçasınadır. Yine bu unsurdur ki meyhaneleri dolduruyor en murdar ispirto kadınlarıyla Beyoğlu’nun meş’um hanelerinde eğlenmekten mesrur oluyor yine bu unsurdur ki en sade bir muaşeret kaidesine bile vakıf olmayarak sanki bir vahşet memleketinde yaşıyor gibi hareket ediyor. Bu hal hep aile bozukluğunun bir neticesidir. Türk aileleri esaslarca inkıraza doğru sürükleniyor. An’ane yok kavaid-i ictimaiyye yok ma’nevi i’tiyadlardan feyz alabilir bir terbiye yok tarih yok… Aile hayatını ma’nevi ölümden kurtarmayınca Türk Milleti beynelmilel bir mevki’ edinemez.” Gazetesi yazıyor: “İstanbul’da tamamıyla ihmal edilmiş ve memlekete üç mektep mevcuddur. Bunlardan birisi Tıb Fakültesi Diş Tababeti Şu’besi diğerleri de Eczacı ve Sanayi’-i Nefise Mekteb-i Alileri’dir. Her üç mektep hakkında gerek talebe ve gerek muallimler nezdinde tahkikat icra ettik. Netice-i tahkikatımız senede binlerce lira sarf edilen ve yüzlerce genci beyhude bir surette kendi damları altında yatıran bu mekteplerin pek elim bir halde bulunduklarını göstermektedir. riniz. Çünkü siz cezayı veriyorken benim hakkımda belki biraz şefkat hissedersiniz. Halbuki ben sizin cezanızı dinlerken zerre kadar bir endişe hissetmeyeceğim.” Diye bağıran İmamu’l-Hind’in bu tecellüd ve kahramanlığı bütün İslam Alemi için atiye aid büyük bir bekıbesini nakl ettiğimiz muazzam mücahid gibi müdafi’leri olan da’va-yı İslamın yakında muzaffer olacağına kanaatimiz Hakk’a imanımız gibi kuvvetli ve layezaldir.” Hindistan gazetelerinde kemal-i memnuniyyetle okuduğumuza göre oradaki efazıl ve ekabir-i İslamiyye mühim bir ictima’ akd ederek Din-i Mübin-i İslam’ı neşr ü müdafaa için çok kuvvetli bir teşkilat vücuda getirmeye başlamışlardır. Hatta bundan birkaç sene mukaddem Türkiye’nin hukûkunu müdafaa ve Türkiye’ye muavenet teşkilat-ı İslamiyyeye devr olunacaktır. Bu yeni teşkilatın hedefi Hind müslümanlarını esasat-ı hakikıyye-i üzere yetiştirmek Şeriat-i İslamiyye’yi bütün safvet ve samimiyetiyle ihya etmek İslam hey’et-i ictimaiyyesinin tirerek müessesat-ı hayriyye te’sis etmek elhasıl Hind müslümanlarının tenvirine hakaik ve maali-i İslamiyye distan hayat-ı İslamiyyesinde pek mühim bir amil-i terakki ve bir amil-i necat olacaktır. Bu teşkilatın vücuda getirilmesi için Hindistan’ın muhtelif mahallerinde ictima’lar akd ederek mes’ele müzakere edilmiş ve nihayet bu hatt-ı hareketin ta’kibi kararlaştırılmıştır. Ez-cümle “Bombay” ahalisi Muzafferabad Salonu’nunda bir ictima’ akd ederek bu mes’eleyi müzakere etmişlerdir. Hind ekabir-i İslamiyyesinden Mevlana Şevket Ali bu münasebetle bir nutuk irad ederek bu hareketin uzun düşünceler neticesinde te’sisine karar verildiğini söylemiştir. Hindistan müslümanlarının bu pek kıymetli teşebbüsatını an-samim takdir ve tebrik eder ve daima muvaffak olmalarını temenni eyleriz. sahibi Cevdet Bey yazıyor: “Hürriyeti hüsn-i isti’mal etmeyi bilmiyoruz. Hürriyet sayesinde insan kuva-yı akliyyesini meşru’ emellere sarf etmek lazım gelir iken biz herkesin re’yü’l-ayn gazetesinin başmakalesinden: “Maalesef görüyoruz ki spor bizde son asırda spordan beklenilen neticeleri husule getirmekten uzaktır. Bunun başlıca sebebi de gençlerimizin sporu bir vasıta değil bir gaye addetmeleridir. Böyle olduğu içindir ki en mükemmel bir terbiye vasıtası olması lazım gelen sporun bizde ahlak için a’sab için en mühlik hisleri tenmiye ettiğini görüyoruz. Futbol merakının birçok gençlerin uykusunu kaçıracak oyun esnasında heyecandan ve asabiyetten çıldırtacak ve nihayet en ufak bir ihtilafı vesile ederek birbirinin üzerine hücum ettirecek derecede tahribkar bir ihtiras haline gelmesi spor hakkındaki telakkilere tamamıyla zıddır. Aynı zamanda bu ihtiras yavaş yavaş kendinden başka her türlü meşgaleye bilhassa fikri meşgûliyetlere mani’ olan tehlikeli bir merak halini aldı; gençlerimizde fikri ve bedii şeylerle uğraşmak okumak merakı kalmadı; bu gibi ma’nevi zevklere karşı heyecan azaldı. İlim ve edebiyat sahasında fikri ve ma’nevi zevkler arasında hiçbir muvaffakıyet yoktur ki o binlerce gencin kalbinde bir “Zeki”nin bir “Bekir”in attığı bir “gol” kadar heyecan ihtizazı uyandırabilsin! timizde spor hevesinin ve adale perestişkarlığının fikri ve ma’nevi zevklere galebe çalması çok elim neticeler verir. Mekteplerimizde bugün gördüğümüz ilim ve tahsil yoksulluğu yarın daha elim bir hal alır.” Bolşevik Rusya’da talak ve izdivac hususunda yeni usuller vaz’ edildiğini gazeteler yazıyor. Başka memleketlerde bazı merasim Moskova’da lüzumsuz addedilmiştir. İzdivac etmek isteyen bir adamın ilk tesadüf edeceği sicil dairelerinden birine girerek isim ünvan ve sair izahatı verdikten sonra evlenmek tasavvurunda bulunduğunu söylemesi kafidir. Resm-i izdivacda iki şahid bulunması mecburidir. Bütün bu muamele için bir altın ruble resm alınmakta imiş. Talak müracaati de rıza-yı tarafeyn lahık olmak şartıyla bir günde intac edilmekte imiş. Fransa’nın ma’ruf tiyatro gazetelerinden gazetesi bir makalesinde Türk kadınında uyanan “foxtrot” ve “tango” merakından bahs etmekte ve her Perşembe Sanayi’-i Nefise Mekteb-i Alisi’nin bilhassa Mi’mari Şu’besi çok acınacak bir haldedir. Mektep dahilinde daimi bir anarşi hakimdir. Son üç dört sene zarfında adamakıllı on mi’mar bile yetiştirmek kabil olamamıştır. Bu sene mesela yirmi mevcudlu bir sınıfdan ikmalsiz geçmeye muvaffak olan üç talebe bile mevcud değildir. Talebesinde anarşi hey’et-i idaresinde ağır bir lakaydi olan bu mektebin bu feci’ vaz’iyetinin esbabı hakkında yapılan tahkikat bir çok yolsuzlukların vukû’a geldiğini göstermektedir. Bihassa Dişçi Mektebi bugün o kadar ihmal edilmiştir ki mektepten daha bir diş çekmeden bir hasta ağzı muayene etmeden çıkan birçok talebe mevcuddur. Velhasıl gerek Sanayi’-i Nefise ve gerek Eczacı ve Dişçi Mektepleri hal-i hazırları ile pek acınacak bir vaz’iyette bulunmaktadır. Hiç olmazsa bu üç mektepte okuyan bin beşyüzü mütecaviz genç mevcuddur. Memleket bu bin beşyüz gençten istifade etmelidir. Fakat maatteessüf derin bir lakaydi ve ihmal yüz tutmuş. Bu münevver kitlenin asıl istifade edilecek zamanları mahv edilmekte öldürülmektedir. Ne kadar yazık!” gazetesinin başmakalesinden: “Dewey “ecnebi bir terbiye sistemi sistemlerin en mükemmeli dahi olsa onu taklid etmenin kağıt üzerinde kalmaya mahkum bir iş yapmaktan” başka bir şey olmadığına kani’dir. Dewey diyor ki: “Usul-i ta’lim ve terbiye bir memleketin arzu ve tecrübelerine göre inkişaf etmeli ve halkın hakiki ihtiyaclarına göre cevab vermelidir.” Şu halde Amerikan müşavirinin fikrinden istifade etmek lazımdır. En iyi terbiye sistemi bugün Fransa’da yarın Almanya’da bir diğer gün İngiltere’de tatbik edilebilir. Biz henüz bu sistemi ve onun icablarını anlamadan hangi ihtiyaclara cevab verdiğini tedkik etmeden hemen taklide teşebbüs edersek bugün düştüğümüz maarifsizliğe mahkum kalabiliriz. Şimdiye kadar maarifimiz bu taklidcilik yüzünden çok zarar görmüştür. Bugünkü maarifimiz Fransız maarifinin ibtidai bir kopyasından başka bir şey değildir. Hatta maarif ve terbiye telakkimiz de Fransız telakkisinden farklı değildir. Dünyada en fena terbiye sistemi Fransız sistemi olduğu ve bu sistem bizim ihtiyacımızdan doğmuş bulunmadığı Han yaşında olup beş sene evvel katl edilen pederi Habibullah Han’ın yerine emir olmuştu. Emanullah Han Afganistan’ı asrileştirmek üzere ahiren birtakım ıslahata teşebbüs etmiş ise de birtakım kabailin şedid muhalefetlerine ma’ruz kalmıştı. Emir’in olmuş ise de sühuletle bu hareketin önünü almak kabil olmuştu.” Geçen mektubumda düşmanın kuvvetle Zilka’de’de fecirden bir saat evvel üç koldan hücum ettiğini ve uzun ve kanlı bir muharebeden sonra ağırlıklarını ve bundan başka üçyüz deve bir kafile ile nefer elimize esir düştüğünü ve düşmanın münhezimen sefain-i harbiyyeleri himayesi altında kaldıklarını bildirmiştim. Trablus’daki kuvvetleri başkumandanı ve Trablusgarb Valisi Kont Volpi’nin emriyle gayet mahrem bir hücum planı tertib edilmiş ve mezkur planın tatbiki Zilhicce’nin onuncu günü yani bayram günü olması intihab edilmiştir. O gün ne gün idi. Herkes tekbir ve tehlil ile meşgûl. Hatib Hazret-i İsmail’in kıssasını anlatırken keşif kollarımızdan bir süvarinin sür’atle geldiği görüldü ve hemen karargaha dahil oldu. Şu cümleyi bağırarak söyledi: “Elcihad ya müslimin düşman çıktı!” Herkes sevinerek silahına sarıldı ve tehlil ve tekbirle yola çıktı. Bu muharebe Trablus’un ikinci muharebe-i kübrası olmuştur. Yalnız bizim cebhede düşmandan tayyare iştirak etti. Ve Devtu’l-Berasada tayyare vardı. Allah’a bin şükür ki tayyarelerin gaz bombalarından kimse müteessir olmadı. mücahidinin sabır ve sebatları sayesinde düşmandan makineli tüfenk cebel topu sandık cebehane sandık makarna ve birçok mevadd-ı me’kule nefer esir alındı. Bunların içinde iki zabit vardır. Biri İtalya yüzbaşısı diğeri Eritre müstemlekesinden bir mülazim. Düşmanın maktullerinin hadd ü hesabı yoktur. nasıl musiki çaldıklarını anlatmaktadır. diyor ki: “İstanbul’un genç désenchantéleri şimdi eski sıfatlarından tecerrüd etmekle müftehirdirler Tutulan yolda serbesti ve hürriyetine nail olan bu kadınların gayelerinin eyleyemeyecektir. Boğaz’ın mavi seması altında dünkü haremin genç kadınlarını asfalt parkeler üzerinde dans eder ve foxtrot oynarken görmek ne doyulmaz bir manzaradır!” Hicaz Kralı olup aynı zamanda kendisine halife süsü veren Kral Hüseyin’in hilafeti yalnız Hicaz’da caridir. Halbuki Filistin ve Suriye henüz bunu tasdik etmemiştir. Mısır’da Kral Hüseyin aleyhinde şedid husumet ve infial vardır. Sebebi Mısır’dan Mekke’ye gönderilen puşide-i Ka’be üzerinde yazılmış olan Kral Fuad’ın namı Kral Hüseyin tarafından ihrac edilmiş olmasıdır. Arabistan’ın en büyük hükumeti olan Necid sultanının veliahdı “Bilcümle Ehl-i Imana!” serlevhası altında bir beyanname neşr eylemiştir. Arab gazetelerinde neşr olunan bu beyannamede Kral Hüseyin’in kendisine halife namı vermeye hakkı olmadığı beyan edilmiş ve gelecek sene Kahire’de bir ittihad-ı İslam kongresinin akd edilmesi lüzumu beyan olunmuştur. Bu kongrede umum müslümanların bir Arab ittihadı teşkil eylemesi ve cihan Mezkur kongrede Filistin Arablarının müfritleri reisi Şeyh el-Muzaffer Kudüs’ün makamat-ı mukaddese-i yurdunun te’sisinin protesto edilmesini ve Kudüs’deki Cami’u’l-Ömer’in ta’miri için bütün müslümanlardan muştur. gazetesinin Moskova muhabir-i mahsusunun verdiği ma’lumata göre; “Afgan hal-i isyandadır. Taşkend’den Moskova’ya varid olan telgrafnamelere nazaran asiler Afganistan’ın payitahtı olan Kabil’i işgal etmişlerdir. Hükumet ve ordu şehirden kaçmışlardır. ahali arasında büyük bir teveccühe mazhar olan Abdülkerim lar. Ecnebiler heyecana duçar olmuşlar ve memleketi terk etmeye hazırlanıyorlar. Şimdiki Emir Emanullah ve hayran eyliyor. Bunlara mümasil diğer birçok şeyler de aynı halin te’sirinden masun kalamıyor. Acaba bunun sebebi nedir? Bunun sebebini bulmak şeyden bıkıyorlar; her şeyi daima mütebeddil görmek Zevke aid hususatta cari olmakla beraber netayicine nazaran tevahhuş edilecek mertebede vahim mahzurları tazammun etmeyen bu halin daha mühim daha nazik bir sahaya yani telakkiyat-ı ahlakıyye sahasına da sari olduğu gittikçe daha elim bir şekil ve suret aldığı teessüfle görülüyor. Şuuri olmaktan ziyade taklidi olan şu halin menşe’ini ta’yin etmek de o kadar güç olmasa gerektir. zatiyyelerinde de muhitin te’sirinden azade kalamazlar. Ve bu te’sir ve teessürün muhakemat-ı sahiha ile fevaid ve mahazirini ta’yine lüzum görmeksizin gayr-i şuuri bir taklid saikasıyla fikr-i galib cereyan-ı hakim ne ise kendilerini o fikre o cereyana kaptırmaktan men’-i nefs edemezler. Ale’l-husus cereyanı idare eden fikirler söz yahud yazı suretinde tecellide devam ettikçe onların bu hali dakika be-dakika daire-i sirayetini tevsi’ eder anen fe-anen mukavemet edilemeyecek derecede kuvvet bulur. Çünkü dünyaya hakim olan ukûl ve ezhanı taht-ı te’sirinde bulunduran iki amil-i mühimden biri söz diğeri yazıdır. İnsan daima aynı terane ile nağme-senc olan eşhası dinledikçe daima aynı efkara kuvvet ve revac Düşmanın inhizamıyla memleketimizin istihlas ve istiklal-i tammını te’min eden muharebe-i kat’iyyenin Dumlupınar’da icra edilen sene-i devriyyesini tebcil ve şüheda-yı muhteremenin ruhlarına Fatihalar ithaf eylemeyi Sebilürreşad en mütehattim bir vazife telakk eyler. Başmuharrir Sahib ve Müdir Atalardan kalan meseller hakikat “komprime”leri yahud “hulasa”ları diyenler olmuştu. Öyle zannedilir ki bu söz mesellerin pek de yabana atılmayacak bir ta’rif-i mücmelidir. “Üzüm üzüme baka baka kararır” mesel-i meşhuru da bu ta’rife dahil olan vecizelerden biridir. Ma’na-yı hakikisi i’tibarıyle bir dereceye kadar değil kaç derece mübhem olan bu sözün şu ibhama rağmen gayet vazıh gayet mühim bir hakikati natık olduğunu anlamakta güçlük çekilmese gerek. Üzümlerin birbirine baka baka nasıl karardıkları bilinemezse de insanların yekdiğerine baka baka na-mütenahi renklere girdikleri her gün şevahid-i adidesiyle görülebilir. Bugün ortaya “moda” namıyla bir şey çıkıyor. Yarın onu birçok kimseler bir nisbet-i mütezayide ile kabul ve taklid ediyorlar ve bu taklidin ezhan üzerinde icra eylediği te’sirden dolayı bir gün evvel güzel denen bir şeye ertesi günü çirkin diyorlar. Mesela bir gün evvel dil-firib elvanıyla nazarları okşayan güzel saçlar ertesi günü gayr-i mer’i bir alemden gelen bir işaret üzerine berberin yed-i i’tisafıyla kökünden kazınıp mezbeleye atılıyor. Bir zamanlar sürmeli gözler zevk-ı bedii sahiblerini rencide eder onlar ki kömür gibi bir çerçevenin içinde parlayan hadekalar bakanların kalblerinde cezbeler istiğraklar husule getiriyor. Keza reng-i tabiisi gül-i ra’na gibi tabakat-ı elvan Hal böyle olmakla beraber idraki iradeyi büsbütün ta’til etmek ruzgarın sevkına tabi’ bir gemi gibi ulu orta gitmek de doğru değildir. Tabiatin icabat-ı mübremesine rağmen iradenin te’siriyle ta’dil ve takvim edilebilecek birçok şeyler vardır. insaniyetin imtiyazı da ancak bu tasarrufat-ı iradiyyede gösterilecek reviyetle kaimdir. Öyle ise asıl söylemek istediğimiz cihete gelelim. mı zevki şeyler gibi öyle ani ve indi tebeddülata tabi’ olan şeylerden değildir. Modada bile tebeddül dairesinin muhiti her zaman herkesin perkar-ı/pergel-i arzusuna göre tevsi’ edilemediğinden bu daire ale’l-ekser iki münteha arasında zaruri bir hadd-i ma’kûl ve mu’tedil kabul etmek suretiyle tersim edilmek lazım gelirken ba-zı kimselerin ne akli ne de nakli bir esasa istinad etmeksizin bilhassa ahlakıyatta bir müntehadan diğerine gitmeleri yani fezaile rezail rezaile fezail nazarıyla bakmaları halli ebediyetin yed-i eşkalinde kalmış olan bir mes’ele-i acibedir. Herkesin ma’lumudur ki bu alem bir saha-i ezdad olduğundan her mevcudun bir zıddı vardır; her şey zıddıyla makrun-ı inkişaf olur; nur-zulmet acı-tatlı soğuk-sıcak gibi ezdad-ı kesire ve ma’lume hep bu asla müteferri’ hadisattandır. Bunun gibi insandan sadır olan ef’al-i iradiyyenin de hayır ve şer denilen iki vasf-ı mütehalifden birine istinadı bu vasıflardan biriyle ittisafı zaruridir. Şu halde silsile-i hayrata dahil olan bir fi’lin terkiyle onun yerine şurur ve mefasid silsilesi dahilinde bulunan diğer bir fi’lin ikamesi akl-ı selim icabatının indi bir tasarrufla istihfafından başka bir şeye haml olunamaz. Bir cem’iyetin ahlak namı altında teessüs etmiş olan zevabıtına sırf hevesat-ı nefsaniyye ve temayülat-ı süfliyyeye adem-i tevafuklarından dolayı taarruza kıyam etmek gafletin en miskin fakat en muzır tasarruflarındandır. Hadisat-ı kevniyyenin kaffesi kendi aralarındaki nisbet-i sabiteye yani o hadiseleri vücuda getiren kanunlara tabi’ oldukları gibi ef’al-i iradiyye denilen hadisatın da bir nisbet-i sabiteye bir kanuna tabi’ oldukları tesliminde tereddüd caiz olmayan bir hakikattir. Bir ferde yahud bir cem’iyete; “Sen şu fi’li yapacaksın yahud yapmayacaksın!” diyebilmek için o fi’lin gerek ferd gerek cem’iyet nokta-i nazarında tazammun eylediği faideyi yahud mazarratı edille-i kafiyyesine istinaden Filhakika ahlaki esaslara aid nazariyat arasında onların hepsine faik hepsinden ziyade revac ve i’tibara mazhar olan bir nazariye vardır ki o da Alman filozoflarından meşhur Kant’ın evamir-i kat’iyye nazariyesidir. Kant’a göre vazife vazife olduğu için ifa edilir. Kant’ın evamir-i kat’iyyesi; “Sen şunu yapacaksın şunu yapmayacaksın!”dan ibarettir. Onun felsefe-i ahlaveren asarı okudukça emin olmalıdır ki dereye düşmüş söğüt yaprağı gibi suyun cereyanıyla müntehaya kadar gider. Zevkini muhakemesini hulasa her şeyini bu iki amil-i kavinin savletinden kurtaramaz. “Ya hayır söyle yahud sus” mealinde olan hadis-i nebevi gamberinin hikmet-i suduru hiç şübhe yok ki insanları bu gibi elim cereyanlara kaptırmamak ve onların fıtrat-ı selimelerini halelden muhafaza etmek maksadından başka bir şey değildir. “Tabiat sarık sohbet müessirdir” derler ki bu söz yukarıda söylenen sözlerin müeyyid ve mütemmimidir. Söz ve sözün mahall-i mukavvimi olan yazı öyle sahir öyle müessirdir ki bu iki amil insanı değil yalnız ahlakından din ve imanından hatta tatlı canından bile cüda eder. Bu iki kuvvet-i sahire ve müessire adeta taklib-i mahiyyat edecek mertebede haiz-i te’sirdir. Kuvvet-i beyan çok def’a insanı bedahete karşı isyan ettirir idraki bozar aklı tezelzüle uğratır. İnsan bir kail-i musavvir ve müzevvirin te’sir-i beyanıyla bazı kere gözünün önünde duran beyaz bir şeyin siyah siyah bir şeyin de beyaz olduğunu iddia edecek mertebede meshur u musahhar olur. Bazı sözlerin sihir derecesinde haiz-i te’sir olduğunu bildiren kavl-i alinin tatbik sahalarından biri de budur. Şu halde bir kimse her gün herkesden mütemadiyen iyiye fena batıla hak denildiğini işitecek nereye teveccüh etse bu safsata-i elimenin asar-ı maddiyye ve ma’neviyyesini görecek olursa mümkün müdür ki kendi fikir ve kanaatine sahib olsun? Kabil midir ki kendi akıl ve idrakini hüsn-i isti’mal edebilsin? Mes’elenin diğer bir ciheti daha vardır ki ehemmiyet ferma olan efkar ve hissiyat vesait-ı maddiyyeye muhtac olmaksızın o muhitteki bütün insanların kalblerine aks ve onlar üzerinde adamakıllı icra-yı te’sir eyler. Kulub-i ammede yer tutan ve galibane icra-yı hükm eden ahvalin daha seri’ daha kolay bir surette bütün eşhas üzerinde azim te’sir icra edeceği şübheden vareste olmak lazım gelir. Bu hali gördükçe ve bildikçe insanın bütün dimağlar görülüyor ki bir merkez-i mechulün bütün temevvücatı ale’l-husus bu temevvücatın süfli meyilleri tatmine hadim olanları derhal diğer merkezleri müteessir etmekten hali kalmıyor. Ve bu teessürün muhit-i sirayeti daima ittisa’a meyyal oluyor. Hatta bu temevvücler bazı kere o kadar kuvvetli oluyor ki ondan müteessir olmamak azminde bulunanlar bile mücahedat-ı vakıalarına rağmen onun savletinden muhafaza-i nefse muktedir olamıyorlar. Onların kalblerinde de azimleri hilafına olarak bazı temevvücat zuhur etmeye başlıyor. - olan “düello” adet-i şeniasını iade-i namus ve haysiyet hissi gibi mutantan safsatalarla memleketimizde yeniden te’sis etmek isterken Avrupa ulema ve felasifesinin hemen kaffesi tarafından bu adet-i mel’unenin takbih edildiğini görmüyoruz yahud görmek istemiyoruz. Garb cem’iyetlerinin ta bidayet-i zuhurlarından zamanımıza kadar geçirmiş oldukları tekamülü ta’kib edersek görürüz ki; evvela orada kilisenin nüfuz-ı ruhanisi hakim kesilmiş müteakıben bu hakimiyet krallığın kudret-i maddiyyesine mahkum olmuştur. Yine görürüz ki bu sonraki hakimiyet de burjuva sınıfının refahiyet ve samanıyla temeyyüz eden bir demokrasi hükumeti meydana getirmiştir. İşte hodgam ve ma’neviyat ile az mukayyed san’atkar bir burjuva sınıfının bu debdebe ve samanı yüzündendir ki akvam-ı Garbiyyenin son devre-i tekamülünde ahlaki ve ictimai mahiyetteki mesailin zararına olarak mesail-i iktisadiyye müstesna bir ehemmiyet kazandı. Halbuki beşerin saadet-i hakikıyyesi nokta-i nazarından evvelkiler yani ahlaki ve ictimai mesail daha mühim idi. Bu hal onların bu safha-i tekamülünü pek hususi bir vasıf ile damgaladı. Netice ise şu oldu: Ferdlerin zengin olarak en küstah bir debdebe içinde yaşamak arzularını son dereceye kadar körükledi; hodgamlık hissini ihtikar ve başkalarını istismar temayüllerine tasavvur edilebilecek derecelerin fefkıne çıkardı; nihayet na-mahdud bir arzu-yı serveti ve bu servetin te’min kıyyesinde bu emirlerin kat’iyetine taarruz edilmez; yalnız onlara imtisal olunur. Zaten filozofun kendisi de kat’iyet ifade eden emirleri için bundan başka bir şey istemiyor. Kant’ın bu evamir-i kat’iyyesi bit-tabi’ hayır ve şer silsilesine dahil olan ef’ale taalluk eylediği cihetle muta’ olmak lazım gelir. Fakat bu kat’iyet hangi fi’lin hayır hangisinin şer olduğunu tedkika mani’ değildir. Hatta ef’al-i iradiyye bu suretle tedkik ve bu tedkik neticesinde mahiyetleri ta’yin edilmedikçe yukarıki evamir-i kat’iyyenin taallukuna mahal bile olamaz. Şu halde Kant’ın sırf vazifeye da’vetten ibaret olan evamir-i kat’iyyesi bir fi’lin bir vazifenin körü körüne değil vazife olduğu tahakkuk eyledikten sonra ifasına aid demek olur. Ve bu emirler de ancak o zaman bir kat’iyet ifade edebilir. Aksi surette onların ne ma’nası vardır ne de kuvveti te’siri. Şu hale nazaran gerek ferde gerek cem’iyete kabul ettirilmek istenilen ef’alin kaffesi böyle bir tedkikata tabi’ tutulup mahiyetleri ta’yin edildikten sonra ferde yahud cem’iyete kabul ettirilebilir. Külfet-i tedkikı zaid addeyleyerek amiyane sathi bir nazarla iktifa ve ondan sonra bir fi’lin terkini yahud icrasını emr etmek buz üstüne yazı yazmaktan daha doğrusu ferdin yahud cem’iyetin mezarını kazmaktan başka bir şey değildir. Tedkik-ı ef’ale gelince; bu tedkikatın da behemehal şeylerin pek esaslı mehaziri vardır. Taklid yahud görenek en medeni en müterakki memleketlerden muktebes olsun– faide yerine mazarrat tevlid ve kabul edenlerin ma’nen ve maddeten izmihlalini tesri’ eder. Her şey gibi ahlaka aid olan tedkikat da birtakım süfeha-yı ümmetin temayülat-ı süfliyyelerine değil alimlerin mütefekkirlerin ara-yı saibelerine müstenid olmalıdır. Bazı memleketlerde tamamıyla bu halin aksi görülüyor. Fezail ile rezail bir hadd-i sahih ile yekdiğerinden tefrik edilmiyor. Süfehanın re’yi ulemanın re’yine tercih ediliyor. Onların görülmeksizin derhal kabul olunuyor. Halbuki kavaid ve zevabıt-ı ahlakıyye heva ve heves mes’elesi değil akıl ve ilim mes’elesidir. Bu iki amilin muktezasına tevessül edilmedikçe daima hüsran muhakkaktır. Memleketimizde de ilmi ictihadlara kıymet verilerek müdevvenat-ı mevcudenin tedkikine bezl-i himmet edilse birçok şeylerde yanıldığımızı yanlış yollara gitmekte olduğumuzu görmemek kabil değildir. Hatta denebilir ki bizim Garb’dan iktibas ile memleketimize sokmak ri memleketlerinden çıkarmak istiyorlar. Mesela: Biz Kurun-ı Ula vahşetlerinin bekaya-yı meş’umesinden Halbuki bir idare ne derecede zulümkar ise o derecede na-payidar olur. Zira gösterdiği şiddet nisbetinde hücumlara ma’ruz kalır. Böyle bir idare şiddetle tazyik settirmek için irtikab ettiği su’-i isti’maller adaletsizlikler yüzünden harab olur gider. vücudu zaruri olan hükumet Garb hey’et-i ictimaiyyesi tarafından muttasıl hücuma ma’ruz kalıyor ve cemaat-i zaman ilka edemiyor. Varsın krallık papalığın yerine kaim olsun yahud din geçsin; varsın demokrasi kuvvetlenerek zadeganı sosyalizm de kapitalizmi mağlub etsin. Hakikatte bunların hiç birinin ehemmiyeti yoktur. Bunlar hastalığın başka safhalar altında tekerrüründen gayri bir ma’nayı müfid değildir. Evet bunlar hep o yeni su’-i isti’maller o yeni haksızlıklardır ki eskilerin yerine geçerek tıbkı onlar gibi ensal-i atiyye için diğer birtakım su’-i isti’maller haksızlıklar zulümler tevlid ederler. Binaenaleyh böyle bir cem’iyetin sahib olabileceği maddi nüfuz ve umran her ne olursa olsun hiçbir zaman ne kafi derecede saadet ve sükun-ı ictimai bulabilir ne de muhtac olduğu huzur ve teselli-i vicdaniden nasibini alabilir. Mütefekkirlerimizden büyük bir ekseriyetin Garb hakkında beslediği hayallerden bilhassa biri vardır ki her şeyden evvel onun mahiyetini meydana çıkarmak mühimmidir. Bu hata Garb hey’et-i ictimaiyyesinin ferdlere şimdiye kadar hiçbir cem’iyet-i beşeriyyenin vermediği derecede hürriyet ve müsavat bahşeylediğini tahayyül etmektir. Halbuki hangi hey’et-i ictimaiyyede olursa olsun ferdin mütena’im olduğu hürriyet ve müsavatın derecesi kendi teadud-ı ictimaisiyle kendi muvazene-i ictimaiyyesinin Eğer Garb’da sunuf-ı ictimaiyye arasındaki rekabetler husumetler hala bunları birbirine boğazlatacak derecede mevcudiyetini muhafaza ediyorsa eğer teadud denilen şey ancak bir sınıf-ı ictimai efradı meyanında o da bütün cem’iyetin zararına olmak şartıyla görülebiliyorsa elhasıl eğer muvazene-i ictimaiyye o alemde mütemadiyen tehdide ma’ruz bulunuyor ve mütemadiyen haleldar oluyorsa tabiidir ki bunların her biri hürriyet ve müsavatın Avrupa’da bizim mütefekkirlerimizin zannetedeceği bütün maddi hevesatı tatmin için her şeyin kendilerine mubah olduğu kanaatini verdi. Sanayi’in zamanımızda görülen bu hariku’l-ade terakkisi –ki tarihde misli sebk etmemiştir– mevzu’-ı bahs olan tekamülün mahsulü olup bugün hemen bütün Garb bünyan-ı ictimaisinin istinad ettiği temeli teşkil eder. Lakin şayed sanayi’-i hazırayı meydana getiren sermayedar burjuva sınıfı ise onu kendi sa’yiyle besleyen yaşatan emekdar amele sınıfıdır. Bu i’tibarla şu ikinci sınıfa dahil olan halk Garb hey’et-i ictimaiyyesi meyanında burjuva sınıfına muadil denebilecek kadar ehemmiyet kesb etti. Hatta görüyoruz ki kendisini istismar etmekte bulunan sermayedar burjuva sınıfına cebren iradesini kabul ettirmekle iktifa etmiyor da arzusu vechile yenilerini vücuda getirmek cem’iyete hakim olmak istiyor. Daima görülüyor ki Garb hey’et-i ictimaiyyesi ta bidayet-i zuhurundan beri kendi müessesatını ve kendi usul-i ictimaiyyesini mütemadiyen değiştirmek ihtiyacını hissetmekten asla geri kalmamıştır. Binaenaleyh onun tekamül-i ictimaisi esasen ilmi mahiyette olmayan bir yığın tahminlerin taharrilerin tecrübelerin neticesidir ki daima onu birtakım yanlış fikirlerin ani ihtiyacların ve geçici hallerin arkasından sürüklemiş durmuştur. Bunun sebebi şudur ki: Garb hey’et-i mamıştır. Onun gayesi hissiyatının maddi ihtiyacatının fenni ma’lumatının tekamülüyle la-yenkatı’ değişip durmuştur. O tekamülünü ilham etmemiştir sevk ve idare etmemiştir; lakin ta’kib etmiştir. dine munkad edeceği yerde kendisi ona tabi’ olursa bundan o gayenin hakiki olmadığı yani tabii olan hakayık-ı ahlakıyye ve ictimaiyye üzerine istinad etmediği anlaşılmak olmayıp bilakis hakimiyetini diğer hakayık-ı tabiiyye gibi de rehber olacak bir mevki’dedir. O halde hiç şübhe edilmemelidir ki Garb hey’et-i eden hakiki ve la-yetegayyer ahlaki ve ictimai mebde’leri henüz bulamamıştır. Onsuz da saadet-i ictimaiyye hiçbir zaman mükemmel ve payidar olamaz. Bir idare-i ictimaiyyenin istikrarsızlığı o idarenin cem’iyetten ancak bir kısmını tatmin ederek diğer kısmını asla edemediğine birini diğerinin zararına olarak kayırmakta bulunduğuna zahir bir delildir. - Öteden beri mevzu’-ı münakaşa olan hars mes’elesi son günlerde maarif vekili beyin muallimler kongresindeki nutku dolayısıyla yeniden saha-i matbuatta canlandı. Dini harsın muayyen bir millete aid hars-ı mahalli olmadığı en ufak bir tedkikle anlaşılabilecek bir mütearife ise de mes’elenin ilmi nukat-ı nazardan tahlili faidesiz addolunamaz. Din-i beşeri ve fıtri olan İslamiyet’in kendisine has akaid-i sahiha te’sisat-ı ahlakıyye ve ictimaiyyesiyle hayat-ı akvam üzerinde müstakil ve rehakar bir te’sir husule getirdiği şübhe götürmez hakikatlerdendir. Hal böyle iken hars-ı dini nasıl hususi bir mahiyeti haiz olabilir? Mevzu’u umumi olarak muhakeme edelim. Hey’et-i ictimaiyyeler ferdi ve umumi teveccüh noktaları bularak birtakım gayeler etrafında teşekkül eylemiştir. Şerait-i muhitiyye lisan milliyet anasır i’tibarıyle mihver-i esasileri ve muhassala-i kuvvetleri teferru’ ve tahavvül eden mefkurelerin tarih-i beşeriyyetin tezahüratı inkişafatı i’tibarıyle vakit vakit bazı muhitlerde yeni nazariyeler ictimai cereyanlar namı verilen birtakım mefkurelerin müvellidi olduğu ma’lumdur. Milletlerin derece-i tekamülatıyla az çok alakadar olan bu teveccüh noktaları yine o milletlerin hal ve istikballerindeki te’siratı cihetiyle pek ziyade şayan-ı tedkiktirler. Son asırdaki tarih-i inkişafatımız layıkıyla tahlil olunursa görülecektir ki; nukat-ı teveccühümüz pek mütebaid yollar üzerinde temerküz eylemiştir. Muvazi ve yekdiğerine muttasıl bir şebeke halinde mütekarin mefkureler cem’i nasib olamamıştır. Hiç şübhe yoktur ki yükselmek ve serbest olarak yaşamak için bir gaye etrafında toplanmaya ihtiyacımız derkardır. Lakin yollarımız bizi bu neticeye sevk edebilecek midir? Her zümrenin mefkuresindeki doğruluğu iddia etmesine rağmen milleti müttehid bir kitle halinde toplayacak “cihet-i camia” bizim için bir hayat mes’elesi olmakta ber-devamdır. Milletler ya vatan muhabbeti ya milliyet aşkı veya beşeri mefkureler yahud dini gayeler etrafında ictima’ etmişlerdir. Bu gayelerin tezahüratı muhtelif harsları husule getirmiştir. Bizde vatan tarz-ı telakkisi hakimiyet-i siyasiyyemizin eriştiği mahallerin hey’et-i mecmuasında sakin ve mutavattın ahaliye alem olmuş gibidir. Dün hakimiyetimizden nez’ edilen ve fakat ırkan dinen alakadar olduğumuz bunca memalik bu ta’bir ile vatan mefhumundan haric kalıyor. Bir toprağa merbut olup orada tevellüd eden ve maişetini te’mine çalışan her ferdin bulundutikleri gibi şayan-ı hayret bir mertebede bulunmadığına ayrı ayrı delildir. Bundan başka efrad ve sunufun imtiyazat ve adem-i müsavatı mebde’ine istinad eden bir cem’iyette hakiki ve sahih ma’nalarıyla hürriyet ve müsavatı te’sis etmek çok müşkildir. Zira hürriyet ve müsavat mebde’lerine tamamıyla zıd bir yığın zünun ve evham mek için lafzı murad hürriyet-perver kanunlar neşri kafi değildir. Böyle bir halde ancak tamamen tatbik ve neslen ba’de-neslin kemal-i sabır ve zeka ile ta’kib edilen bir terbiye-i ahlakıyye sayesindedir ki insan bir an’ane şeklinde tevarüs ettiği sınıf ve fırka dalaletlerinden kurtulabilir. Yine o sayededir ki bi-taraflık ve müsamahakarlık seciyelerini kazanarak artık ebna-yı nev’ini aynı hukûka ve aynı vezaife malik görür ve aralarında bu vezaifi ifa ve bu hukûku isti’mal hususundaki ferdi kabiliyetlerden başka tefavüt tanımaz olur. müsavat hakkında sahih bir telakki edinebilir ve kendi ma’ruz olmaksızın mütena’im olabilir. İşte o zaman anlayabilir ki herhangi bir cem’iyette mevcud hürriyet ve müsavatın kıymeti o cem’iyeti teşkil eden efradın ahlaki ve ictimai kıymetine efradın kıymet-i ahlakıyye ve ettiği ahlaki ve ictimai mebde’lere merbuttur; yoksa o cem’iyette mevcud yanlış birtakım akidelerle ta’kib ve tarafgirlik ruhundan doğan ictimai adaletsizliğe çaresaz olmak için ilca-yı hadisata göre vaz’ olunmuş az yahud çok keyfi kanunlara merbut değildir. İşte yalnız bu suretledir ki Garb’daki sunuf-ı ictimaiyye rekabetleri ortadan kalkar ve bununla beraber hürriyet ve müsavatı tatmin edilemeyen talebler kesilir ve cem’iyet-i Garbiyye o kadar uzun müddetten beri bulamamak şartıyla arayıp durmakta olduğu hürriyet ve müsavat-ı hakikıyye ve tabiiyye ile adalet-i ictimaiyyeyi tanıyabilir. O halde Garb’ın ahlaki ve ictimai telakkilerinden ve mebde’lerinden herhangi birini Müslümanlık’taki mebadi ve telakkiyattan herhangi birine tercih ile onu kabul tavsiyesinde bulunmak için hiçbir vecih yoktur. Bizim dinimizin telakkileri mebde’leri Garb’ınkilere kıyas kabul etmeyecek derecede faiktir. Binaenaleyh bizler Alem-i İslam’ın hal-i hazırda inhitatına nihayet verebilmeyi ümid etmek için Müslümanlığın telakkilerini daha iyi anlamaya o din-i muazzamın ahlaki olduğu kadar çalışmaktan başka çaremiz yoktur. Kurun-ı Vusta’da derebeylerin keyfi nüfuzu altında esir menzilesinde kalan bir halk vardı. Her türlü sefaleti sinesinde taşıyan bu insanlar asırlar süren bir mücadele neticesinde tahakküme zulme galib gelerek hürriyetlerini rasi devri açıldı. Fakat bu da ihtiyacat-ı halkı tatmin edemiyordu. Bir tarafdan serbest insanları sermaye ikinci bir esarete doğru sürüklüyor diğer tarafdan tarz-ı idareler ne kadar medeniyet-karane ve uhuvvet-mendane tanzim edilirse edilsin hakim olan millet muhitinde yaşamaya mecbur olan diğer ekalliyetlerin temami-i inkişafatını hiçbir zaman te’min edemiyordu. Kesafeti haiz ve hakk-ı tarihisi ile icra-yı hükumete devam eden milletlerin en hür ve geniş fikirli olanları bile havza-i te’sirinde bulundurduğu milel-i saireyi tedricen temsile çalışmaktan fariğ olamıyordu. Bundan dolayı mütecanis olmayan hakimiyetler dahilinde müheyya-yı feveran bir gayr-i memnunlar kitlesi tabiatiyle ve kendiliğinden teşekkül etti. Kendi şahsiyetlerinin tedricen istihalesini gören milletler –ancak nail-i istiklal oldukları takdirde secayalarını muhafaza edebileceklerini düşünerek– hakimiyetlerini Aynı zamanda bir milliyete mensub hakimiyetler de diğerlerinin hukûkuna riayet ve kendi vesait ve menabi’iyle mahrecler aramaya lüzum gördüler… Her millet inkişafatına müsaid addeylediği sahalarda Bütün bunlar tammü’l-ayar olmayan siyasi bir muvazene ile zahiren gayr-i tabiiyi ihlal etti: Mağlub milletler dahilindeki ekalliyetler mensub oldukları hükumetlerin za’fiyetini ve hareketlerini te’dib etmeye muktedir olamayacaklarını görerek fırsattan bil-istifade istiklallerini i’lan ettiler bu suretle türlü tarihi namlarla hükumetçikler hükumetler meydana geldi. Düşmanlarının bir kat daha za’fını arzu eden düvel-i galibe –mahza bunları parçalamak için– milliyet cereyanının bir düstur haline ifrağına muhalefet etmediler. Bu suretle bu sebeblere maddi kuvve-i te’yidiyyeler de inzımam etti. de çok kıskanç bulunmaktadır. Binaenaleyh nefsi düşünceler vaz’iyete hakimdir. Bu i’tibarla düsturu halinde milliyet da’vası Garb’da ca-yı kabul bulabilirdi. oldu. ğu toprakla az-çok alakadar olması tabiidir. Fakat bu alakanın hakimiyet-i siyasiyye mes’elesinde mühim bir te’sir yapamayacağını elimizden giden aksam-ı memalikteki vaz’iyet isbat eylemiştir. Mefhumu i’tibarıyle ne kadar yüksek ve şayan-ı tebcil bir mevki’ işgal ederse etsin hadd-i zatında vatan kelimesinin kitle-i milliyyeyi bir araya toplamaya kafi gelmediği kafi derecede tecrübe edilmiş bulunuyor. Vatan bir hakimiyet-i siyasiyye altında bulundukça az çok bir cihet-i camia olablir. Bu rabıtanın fekkiyle beraber sarsılıyor. Her ne kadar bu netice ayrılanları müteessir bırakıyor ve daimi bir hatırat muhafazasına mecbur kılıyorsa da menafi’ ve zarurat-ı hayatiyye ilcaatıyla müsbet bir beti müstakillen bir nokta-i camia teşkil edemez. Milliyet mefkuresine gelince; milliyet her şeyden evvel bir mahalliyet-i ictimaiyye demektir. Bu şekl-i ictimaide “tekafül-i ictimai”nin icab ettirdiği büyük kuvvetler ehemmiyetini gaib eylemiş ve teaddüd ederek zayıflamış olur hilkat-i Adem’den bu ana kadar bidayette beş on nüfuslu ailelerin iştirak-i mesaisiyle tekevvün eden hey’et-i ictimaiyyelerin bugünkü halini bulmak liyet da’vasından doğan ve eski kuvvetli hakimiyetlere halef olan küçük ve cılız milletlerin bütün ihtiyacatını te’min edebilecek kuvvet ve vesaite malik olamadıkları müşahede edilmektedir. Hakimiyetimizden ayrılan Arnavudlar Arablar bugün müdafaa-i nefse bile gayr-i muktedir ve ecanibin elinde oyuncak bir halde bulunuyorlar. Şu halde yalnız başına milliyet nazariyesi de “hey’et-i ictimaiyyemiz” için müstakil bir cihet-i camia değildir. Şu ciheti de ilave edeyim ki bunu söylemekle; “Milliyet aşkını kalblerimizden silelim.” demiyorum ve Türkler arasında yeni yeni doğmaya başlamış olan milliyet cereyanı aleyhinde bulunmuyorum. İslamiyet’te Garb’da caygir olan ma’nada mevcudiyeti olmayan milliyet ma’na-yı hakiki ve tabiisiyle muhakeme olunmalıdır ki maksadımız tavazzuh etsin… Filhakika cihan-şümul bir vüs’atle bütün Garb’da cayı kabul bulan ve Şark’ta da intişara başlayan “milliyet düsturu” son asırdaki inkılabatın en mühimmini teşkil etmeye namzed bulunmaktadır. Garb’ın bugün en mühim istinadgahisi olan milliyet mes’elesi bizim için asırlardan beri ma-bihi’t-tatbik olan bir düsturdur. Yalnız şu fark ile ki; millet ve milliyet mefhumlarının esası her iki hey’et-i ictimaiyyede bir olmakla beraber derece-i şümul ve tarz-ı telakkisi cihetiyle Menfaat sabit ve zamanla tahavvül etmeyecek derecede müstakar olamayacağı ve bilhassa tarz-ı tefehhüme göre tebeddül edebileceği için bizim için cihet-i camia olamaz. Hey’et-i ictimaiyyemizi bir noktada tevhid edebilecek yegane kuvvet Din-i Mübinimiz’dir. Her türlü mefkureleri en tabii bir halde agûşunda bulunduran İslamiyet vatan muhabbetini beşeri hisleri cem’ etmiş milliyet hislerini def’ ederek beşeriyeti bir gaye etrafında toplayacak şerait ve muhiti tamamıyla ihzar etmiştir. Memleketi yükseltmek için yürünecek en kestirme ve en tabii yol din yoludur. Hey’et-i ictimaiyyemiz arasında tesanüdün te’mini ıstıfa-yı umumi tekafül-i siyasi hep bu sayede mümkinü’l-husuldür. Ancak bu yoldur ki; bizi ruhen hissen ve maddeten kaviyyü’ş-şekime yapar. Bugünkü mütereddi neslin marizane meraretleri bu sayede kabil-i tashihdir. Bütün ictimai teşkilatımız ferdiyetlerimiz ancak din yolunda birleşmelidirler. Başka hiçbir tarik bizi saha-i necata isal edemez. Bu i’tibarla muhtelif milliyetler tarafından memnuniyetle kabul olunan ve elyevm kemal-i sür’atle cihanın her tarafında intişar etmekte bulunan Din-i İslam milli harsların ahlaki ve ictimai esaslar dairesinde ıstıfasını te’min etmiştir. Ta’bir-i digerle milli harslar İslamiyet’i doğurmamış ancak İslamiyet ecza-yı ferdiyyesini teşkil eden milel-i muhtelife-i İslamiyyenin müşterek harsını vücuda getirmiştir. Milel-i İslamiyyenin tarih-i ictimaiyyatı tedkik edilirse görülecektir ki her milletin kendisine münhasır mahalli adat ve teamülatı üzerinde dahi müessir müşterek bir hars-ı umumi mevcuddur. müslüman memleketlerinden nereye gidilse ahlaki insani esaslarda hiçbir fark görülemez. Yine bu Şark akvamı ancak İslamiyet’i kabul ettikten sonra hakiki ma’nasıyla medeniyet mefkuresini lı kitleden ve biraz şuurdan başka hiçbir şey olmayan Arablık İslamiyet’i kabulden sonra medeni sahalarda en yüksek kabiliyeti göstermiştir. Türklerin medeniyeti de hakiki ma’nasıyla İslamiyet’i kabulden sonra inkişaf bulmuştur. Elhasıl hars-ı beşeri olan Müslümanlık hiçbir milletin inhisarı altında kalmış değildir. Esbab-ı tarihiyye ve ilmiyye hasebiyle hiçbir vakit Arablık harsı İslamiyet olmadığı gibi İslamiyet de ne Arablık ne de acemliktir. Hars-ı İslami en yüksek en beşeri ve en mütekamil hars-ı insanidir. Hey’et-i ictimaiyyemize gelince: İslamiyet’te milliyetçilik esasen mevcuddur. “Din ve millet” mefhumlarının Gaye i’tibarıyle müşterek yalnız bir millet vardır ki o da millet-i İslamiyyedir. Türklük Arablık Çerkeslik Tatarlık Kürdlük… ilh. namı altında toplanan efrad bir ailenin –aile-i İslamiyyenin– a’zasından başka bir şey değildir. Bunlardan mesela Türkler inkişafat ve terakkilerini arzu ederlerse ailesini daha müreffeh yaşatmak için daha fazla çalışan bir insanın vaz’iyetini takınmış olurlar. Bu öyle na-kabil-i i’tiraz bir emr-i vakidir ki; ne vakit camia-i İslamiyyeden –gaye-i ulviyye düşünülmeksizin– bir aile a’zası infikak etmişse felaket ve esaret onu hemen ta’kibde gecikmemiştir. Bir ailenin a’zası ne kadar kesir olursa olsun maddeten ve ma’nen mevki’i o derece emniyetli olacağından hey’et-i ictimaiyyemiz serbesti ve arzularına tamamıyla hakim birçok uzuvlara malik olmak ister… Biz Türkler milliyetimizi severiz. Çünkü aile-i İslamiyyeye asırlardan beri bila-ihanet hizmet ediyoruz. Kuvvetlenmemizi terakkimizi ez-can u dil arzu ederiz. Zi-ra kuvvetli oldukça ailemizin namusunu daha ziyade vikayeye diğer akrabaya muavenete muktedir oluruz. Bir Türk; “Ben Türküm.” demekle sade kendi milliyetini kasd etmiş olmaz. Belki; “Ben müslüman milletine mensub Türk unsurundanım.” demek ister. Şu halde milletimizi sevmekle onun yükselmesini arzu etmekle yalnız kendimizi düşünmüş kendimize hizmet etmiş olmuyoruz. dan ibarettir. İslamiyet mutlak bir infiradı tervic eden bir milliyeti reddeder fakat hubb-ı millet ve vatan daima şiarımızdır. Binaenaleyh kavmiyet ma’nasına gelen milliyet aşkı hey’et-i ictimaiyyemiz için münhasıran cihet-i camia teşkil edemez. Çünkü milliyet bir gaye değil vasıta mahiyetindedir. Beşeri düşüncelere gelince; medeniyyü’t-tab’ olan ferdin insani birtakım ihtisasatı haiz olduğu şübhesizdir. Bir gaye etrafında bütün beşeriyetin yek-ahenk olarak kü medeniyetin tarz-ı tefehhümü menafi’in tesadümü hasebiyle bu güzel mefkurenin tahakkuku maatteessüf mümkün olamayacaktır. Madem ki daima seveni sevmeyecek sevse bile çekemeyecek kitleler değil milletler arasında hatta bir milleti teşkil eden efrad beyninde bile mevcud oldukça hey’et-i ictimaiyyemiz için beyne’lmilel düşünceler sebeb-i ittihad teşkil edemez. Siyasi mefkureler etrafındaki camialar dahi gayenin tahakkukuna kadar müterakki bir mahiyeti haiz olabilir. sefahet mi? Süfehanın işi tahribden başka bir şey değildir. Yalnız müessesat-ı hayriyyenin değil devletlerin bile milletlerin tarihini gözünüzün önünden geçiriniz; göreceksiniz ki inkıraz devirleri hep rezail ve sefahetin meydan aldığı zamanlardır. Bir cem’iyet bir kere sefahete yüz tuttu mu artık orada istikamet ve meşruiyet kapıları kapanır. Herkes alabildiğine yekdiğerini iğfalden başka bir şey düşünmez. Bütün nüfuzlar bütün emniyetler su’-i aranır? Gayr-i meşru’ gayeler gayr-i meşru’ vasıtalara müracaati zaruri kılar. Bir baloda birkaç yüz bey ve hanım efendinin zevki için kim bilir kaç bin kişi kuru ekmekle geceyi geçirmeye muztar bırakılmıştır? Yalnız bir şişe şampanyaya on lira veren bir sefih için aç yatan ailelerin yıkılan ırz ve namusların ne ehemmiyeti olur? Her zamanda her millette süfeha bulunur. Fakat bunların mazarratları şahıslarına münhasır kalır; cem’iyete sari ve hakim olmaz. Rezilet fazilete sefahet salaha galebe çaldığı gün artık o cem’iyet inkıraz yolunu tutmuş olur. İşte bizim en ziyade korktuğumuz cihet budur. Hilal-i Ahmer Himaye-i Etfal gibi müessesat-ı hayriyyenin münkerata vasıta olması sefahete müzahereti tazammun eder. Erbab-ı sefahet hey’et-i ictimaiyyenin takbih ettiği münkeratı ala-mele’i’n-nas icra edebilmek müessesat-ı hayriyyenin menfaati değildir. O maksad-ı hakikiyi gizlemek için gafil gözlerin önüne çekilen bir perdedir. Asıl gaye münkeratı mubahat sırasına koymak sefaheti serbestçe icra edebilmektir. Oraya giden zevat-ı kiram zahiren zevk u sefahet için gitmiyor; filan müessese-i hayriyyeye muavenet için gidiyor! Kapıdan yı himayesini taşır. Her tarafa yapıştırılan her gazetenin sahifelerini işgal eden i’lanlarda “filan müessese-i hayriyyenin menfaati”nden bahs olunur “yaran-ı sefahetin gece cümbüşü” diye bir i’lan görülür mü? Ama kapıdan ları kurulur müslüman hanımları ve beyleri hıristiyan Yahudi frenk erkekleri ve kadınlarıyla karışık sine besine oyunlara ahenklere başlar. Şimdi filan müessese-i hayriyyenin şu kadar lira mukabilinde bu muvazaaya rıza göstermesi yalnız o müessesenin şahsiyet-i ma’neviyyesini şaibedar etmekle kalmaz hey’et-i ictimaiyyeyi esasından rahnedar edecek felaketlere sebebiyet verilmiş olur. Sefahet ve münkeratın böyle şahsiyet-i ma’neviyyeyi haiz müzahir ve hamiler kazanması teammüm ve intişarını teshil eder; Bu hafta gazetesi danslar aleyhinde şayan-ı dikkat bir başmakale neşr etti. Bazı fıkralarını aynen nakl edelim: “Karşımızdaki erkek veya kadına bu kadar candan sarılmamızın amilini san’atten ve medeniyetten ziyade vücudun belden aşağısına aid hususatta aramak icab eder. Avrupa’da bile bazı kuyuda tabi’ olan dansın bugünkü şekilde teammümü hiç şübhesiz ki mevzuat-ı kisine tabi’dir. Binaenaleyh bizim bugünkü seviyemiz ve bugünkü telakkimiz birçok süzgeçlerden geçmiş olan Avrupa halkına muzır olmayan şeyleri bize muzır yapabilir. Mevzu’-ı bahs olan şey ailedir. Cem’iyetin bugünkü taazzuvuna göre aileyi bozan şeylerin hepsi zehirdir ve nitekim o zehirin kurbanları her gün artıyor. Gönül isterdi ki Hilal-i Ahmer gibi milletin yaralarını saran bir hey’et kendine en çok para getirdiği için aileler içinde birçok yaralar açan dansın naşiri olmak derecesine inmesin.” Ümid ederiz ki Hilal-i Ahmer para için gayr-i meşru’ vasıtalara müracaatten artık feragat eder. İki balo vermekle milletin bünye-i ictimaiyyesinde açtığı rahneler kafidir. İnşaallah üçüncü def’a olmak üzere bu münkeri bütün milletindir. Kendi keyiflerini zevklerini tatmin etmek isteyenler bu gibi müessesat-ı hayriyyeyi vasıta Hilal-i Ahmer balosundan pek mütelezziz olanlar şimdi de “Himaye-i Etfal” perdesine bürünerek Ada’da rı işittikçe hayretler içinde kalıyor. Bütün müessesat-ı hayriyyeyi böyle münkerata alet ve siper ittihaz edenler milletin bünyan-ı ictimaisini temelinden sarsan bu dalalet yollarına halkı sürükleyenler kimlerdir? acaba gizli bir el mi vardır ki milletin hayat-ı ictimaiyyesini yıkmaya tarumar etmeye azm etmiştir. Memlekette milletin candan gönülden bağlanacağı hiçbir şey hiçbir müessese mi bırakmayacaklar? Bugün Hilal-i Ahmer’i yarın Himaye-i Etfal’i öbür gün diğer bir müessese-i hayriyyeyi milletin nazarından muhabbet ve teveccühünden düşürmek reva mıdır? Bu müesseselerin her biri milletin mübrem bir ihtiyacını te’min etmek müşkil bir derdine çaresaz olmak üzere teessüs etmiştir. Bunların mevcudiyetleri milletin muhabbet ve teveccühüyle kaimdir. Millet nazarında bu müesseseler şübheli bir mevki’e düşecek olursa bunları kim yaşatabilir? Erbab-ı Böyle yaparsa emanete hıyanet etmiş olur. Bu müesseseler milletin malıdır. Onu idare edenler millet namına timaisini nazar-ı i’tibara almak mecburiyetindedirler. Birtakım sefahet erbabının heveslerini tatmine vasıta ve alet ları düşünmek hesaba katmak mecburiyetindedirler. Bu hususda gaflet ma’zeret teşkil etmez. Bu müesseseleri bir bar açıp da orada içkiler içirerek kadınlarla erkekleri oynatabilirler mi? Biz hiç şübhe etmiyoruz ki o zevat bu hareketi kendi şahısları için en büyük zül addederler. O halde kendilerinin uhde-i emanetlerine tevdi’ olunan bu müessese-i milliyyeyi böyle şeylere alet ve vasıta ki; “Millet böyle şeylerden memnundur.” diyebilsinler. Çünkü o takdirde bütün millet süfeha menzilesine tenzil edilmiş olur. Hasılı müessesat-ı hayriyyenin sefahet ve münkerata alet ve vasıta olması bütün milleti alakadar eden bir mes’eledir. Bu hususda gösterilen gafletlerin tevlid eylediği ve eyleyeceği fenalıklar çok büyüktür. Herkes şahsı namına istediğini yapabilir. Fakat müessesat-ı milliyye namına her istediğini yapmaya hakkı yoktur. Bu halin devamı bu müessesat-ı hayriyyeyi milletin nazarından düşürmeye bais olacaktır. Hey’et-i ictimaiyyeye karşı bu mes’uliyeti der-uhde edenler ortaya çıkmalıdırlar. Bu sefahet ve münkeratı neşr ü ta’mime vasıta olanlar kimlerse hey’et-i ictimaiyye onları bilmelidir. Bu dans illeti öyle müdhiş bir bozgunculuktur ki maazallah aileyi tarumar edecektir bütün mevzuat-ı ve Himaye-i Etfal gibi müessesat-ı hayriyyemiz bunları neşr ü tervic değil bu afetle mücadele etmek vaz’iyetindedirler. Memleketini seven milletine acıyan bütün mütefekkirler bu afetin hey’et-i ictimaiyyemizi zir-ü-zeber etmesine meydan vermemelidirler. Bazı gazeteler şimdi dansın mazarratından bahs etmeye başladılar. Fakat biraz geç kaldılar. Diğer afetler gibi bu da göz göre göre hey’et-i ictimaiyyemize musallat oldu. Ecnebi müteakıb pek a’la memleketimizden mündefi’ olabilirdi. Bir tarafdan matbuat diğer tarafdan ahlak ve adab-ı umumiyyenin muhafazasıyla mükellef olanlar buna karşı müsamahakar bir vaz’iyet almış olmasaydılar elbette bu felaket-i ictimaiyye bugün baş gösteremezdi. Anadolu düşmanlara karşı sinesini gererek dişiyle tırnağıyla mücahede ederken burada İngilizlerin Fransız ve İtalyanların hatta Yunanlıların agûşunda dans faziletin sesi biraz daha kısılmaya mecbur olur. Sefahet ve münkeratın önüne geçmek imkanı kalkmaya başlar. Artık müdhiş bir sür’at iktisab eden tereddi ve sukût bir emr-i vakihalini alır. İşte müessesat-ı hayriyyenin birkaç para mukabilinde sefahet ve münkerata vasıta olmak yüzünden hey’et-i ictimaiyyeye verdiği zararlar bu kadar şamil ve bu kadar feci’dir. Şimdi yalnız bir nokta vardır ki onun da mevzu’-ı bahs edilmesi icab eder: acaba müessesat-ı hayriyyemizin bu gibi sefahet ve münkerata vasıta olması şuuri midir yoksa gayr-i şuuri midir? Yani bu müesseseler böyle şeylere vasıta oldukları zaman bu sefahet ve münkeratın tevlid eylediği ictimai tehlikeleri düşünerek hesab ederek mi bunlara vasıta oluyorlar? Yoksa gelişi güzel cereyana kapılarak işin yalnız nakid cihetini nazar-ı na muvafakat gösteriyorlar? Biz zannetmiyoruz ki bu müesseseler işin enini sonunu düşünerek bütün ictimai tehlikeleri hesaba katarak böyle şeylere vasıta olsunlar. Çünkü o takdirde bu hareket hey’et-i ictimaiyyeye karşı bir su’-i kasddan başka bir şey olmaz. Olsa olsa bu bir gaflet neticesidir: İdare ettikleri müessesenin menafi’-i maddiyyesini her şeye tercih etmek gafleti. Evet müessesenin menafi’-i maddiyyesini te’min için elden gelen himmeti diriğ etmemek bir vecibedir. Fakat bir menfaat için bin mazarrat tevlid etmek suretiyle değil. Bu memleketle alakası olmayan ve bu millete mensub bulunmayan yabancı birtakım müessesat ve eşhas bir menfaat için bin değil yüzbin zarar tevellüdünü bile hoş görürler. Fakat bu millet ve memlekete mensub olan bir müessese ve şahıs böyle hareket edebilir mi? Esasen bu cem’iyyat-ı hayriyye milletin hayır ve selameti için teşekkül etmiş milli müesseselerdir. Milletin hayat-ı maddiyye ve ma’neviyyesinde açılan rahneleri ta’mir etmek bunların esas gayesidir. Yoksa bünye-i millette yeni yaralar açmak değil. Bu vücud hayli zamandan beri sağdan soldan ma’ruz kaldığı zehirli oklarla zaten delik deşik olmuştur. Bunun yegane sağlam kalan bir tarafı vardır ki o da ahlak ve ma’neviyatıdır. Onun da sarsıldığı gün artık hiçbir şeyler bunu ayakta tutmaya kadir olamaz. Bunun için bu müessesat-ı hayriyyenin bütün teşebbüsatında en ziyade i’tina edeceği nokta bu olmak lazımdır. Cem’iyetin kasasında milyonlar toplanmış. Fakat beride milletin ahlakı pazara çıkmış namusu ayaklar altına düşmüş. O milyonlardan faide ne? Onun hangi vasıta ile gelirse gelsin yalnız kasasını doldurmayı düşünemez. Beriden yapmak için öteden yıkmaya hakkı yoktur. bu derece-i refiaya yükseltmek bir vazifedir. Fakat bir hey’et-i ictimaiyye bu va’z u nasihate bel bağlayarak fenalıklara karşı iyilikleri kuvve-i te’yidiyyesiz bırakabilir mi? Hey’et-i ictimaiyyenin muhtelif veche-i fa’aliyetleri vardır. Bunların hepsi ayrı ayrı cebhelerden çalışır; fakat hedefleri varacakları gaye bir olur. Birinin vazifesini yapması diğerini ifa-yı vazifeden müstağni kılamaz. Ahlakçı fenalıklardan fena olduğu için ictinaba iyiliklere de iyi olduğu için muhabbete teşvik eder. Fakat hukûkçu böyle teşvik ile iktifa edemez. Hey’et-i ictimaiyyenin fenalıklardan fena olduğu için ictinab edeceğine bel bağlayamaz. Münkerata karşı mutlaka bir kuvve-i te’yidiyye vaz’ eder. “Bu hey’et-i ictimaiyyeye hakarettir!” diye hukûkçuyu muahaze eder miyiz? Bit-tabi’ hatırımıza bile böyle bir şey gelmez. Hakikat-i hal budur. Hukûkçu bütün münkerata karşı kuvve-i te’yidiyye vaz’ etmekle mükelleftir hey’et-i ictimaiyyeyi ahlakıyyunun yed-i terbiyyesine bırakamaz. Diğer tarafdan ahlakçı da hey’et-i mez; nefisleri ve vicdanları tehzibe çalışır. Bu suretle cem’iyetin ahengi te’min olunur. Şimdi yeni türeyen birtakım ictimaiyatçılar bazı münkerata karşı vaz’ olunan ahkam-ı hukûkıyyeyi hürriyet-i şahsiyyeye karşı birer kayd birer tecavüz şeklinde gösteriyorlar. Mesela fuhuş münkeri hakkında hey’et-i mugayir görülüyor. “Kanun ile ferdin hürriyetini takyid etmemelidir va’z u nasihatle bu fenalığın önüne geçmelidir.” diyorlar. Pek a’la; bu nazariyyelerini eğer bütün münkerat hakkında tatbika tarafdar iseler prensiple hareket ettiklerine inanılabilir. O zaman bütün memnuat-ı kanuniyyenin bertaraf edilmesi icab eder. Halbuki aynı nazariyenin da’vacıları ferdin hürriyetini tahdid hususunda nice kuyud-ı kanuniyyenin vaz’ına tarafdar olurlar. Bir münkeri icra şöyle dursun bazı mefhumların telaffuzunu bile cürüm addeder ve nehy kanunu vaz’ ederler. “Bunlar ferdin hürriyetini takyid değil midir?” diyecek olursanız o zaman “menafi’-i umumiyye”den “hey’et-i ictimaiyyenin haiz-i rüşd olmadığı”ndan bahs ederler. Elhasıl görülüyor ki; nazarlarında hiçbir şeyin kıymet-i zatiyyesi yoktur. Ahlak prensipleri de hukûk kaideleri de kendi keyiflerine uygun düşmek kendi ihtiyac ve hevesatlarını tatmin etmek şartıyla mu’teber olabilir. Aksi takdirde o kavaid ve esasata derhal “Kurun-ı Vustai” damgasını yapıştırırlar. bugün “ahlak ve adab-ı umumiyyenin muhafazası” hakkındaki mevzuat-ı kanuniyye bazılarınca böyle nahoş bir telakkiye ma’ruzdur. Bu hususlarda ferde hürriyet-i mutlaka vermek tarafdarıdırlar. Son zamanlareden birtakım sefih kadınlar istihlası müteakıb inlerine sokulmuşlar mücrimler gibi havf u halecan içinde bir müddet vaz’iyete nigehban olmuşlardı. Ufak tefek tecrübelerle vaz’iyeti yoklayarak sağdan soldan mümanaat görmeyince bilakis bazı taraflardan teşviklere bile mazhar olunca derhal işgal zamanındaki alemlere ahenklere başladılar. Matbuat o zaman ne yaptı? Bir iki müstesnasından kat’-ı nazar hepsi bu hareketi alkışladı. Ahlak ve adab-ı umumiyyenin muhafazasıyla mükellef olanlar da hiç ses çıkarmadı. Nihayet günün birinde Hilal-i Ahmer bir balo vererek dansın resm-i küşadını icra etti. Ondan sonra aldı yürüdü. Hangi münker vardır ki teşvik ve muzaheret görür de neşv ü nema bulmaz? İnsan nefsine hevesatına meclub bir mahluktur. Eğer terbiye ile dini ve ahlaki birtakım telkinat ile bu hevesat-ı nefsaniyyesi zabt u rabt altına alınmazsa en müdhiş bir canavar olur hayvanların bile yapmadığını yapar. İnsanı paye-i refi’-i insaniyyete yükselten birtakım fazilet mefhumlarıdır. O mefhumların kıymeti kalmadığı gün artık hey’et-i ictimaiyyenin inhilali bir emr-i tabiidir. Mesela; “Sirkat gasb gibi mefhumların ma’nası yoktur; bunlar Kurun-ı Vustai telakkilerdir; neden biri zengin diğeri fakir olsun? Bundan binlerce sene evvel vaz’ olunan birtakım ahkam ve kavaide ittiba’ neden Bu mefhumlara karşı bombardımana başlayınız. Bunların kuvve-i te’yidlerini kaldırınız. Bakınız üç gün sonra “hakk-ı tasarruf” denilen mukaddes hak ne paçavraya döner! Her şey böyledir. Hey’et-i ictimaiyyenin bekasını ve maması birtakım ahkam ve kavaide bağlanması zaruridir. Öyle olmasaydı hiçbir şeyin kıymeti kalmazdı. Nazar-ı Şer’de sirkat ve gasb ne ise fuhuş ve sefahet de odur. Hepsi münkerdir. Çünkü hepsi hey’et-i ictimaiyyenin nizam ve intizamını tarumar eden bozgunluklardır. Vakıa insanlar fenalıkları yeryüzünden büsbütün kaldıramaz. Fenalık her zaman olmuştur ve olacaktır. Fakat tamamıyla men’i kabil olmuyor diye kanuni bağları çözemez. “Madem ki tamamen sirkatin önüne geçilemiyor sarıklar hakkındaki ahkam-ı cezaiyyeyi kaldıralım; tehdid ve ihafeden ise va’z u nasihatle fenalığın önüne geçelim…” diyebilir miyiz? Evet va’d ü vaide hacet kalmaksızın çok yüksek bir mefkuredir. Bir hey’et-i ictimaiyyenin bu dereceye yükselmesi kadar ulviyet olamaz. Cehennem korkusu olmasa bile Allah’a karşı vazife-i ubudiyyetini ifa eden insanlar gelmemiş değildir. Cem’iyetler ne kadar tedenni ederlerse etsinler pek nadir de olsa her zaman böyleleri bulunur. Ve bir ahlak hocası için talebelerini - Biraz görür gözü düşünür kafası olanlar bu hakayık-ı tük zuhur eden muarızlara yarın memleketin yaşamasını edeceklerinde şübhe yoktur. Bugün fenalık mahdud muhitlere münhasır bulunuyorsa yarın daire-i tahribatını tevsi’ edecektir. Bugün hevesatlarını tatmin yolunda oldukça müşkilat görenler ve hastalığa tutulmayı düşünenler yarın İstanbul’un muhtelif mıntıkalarında üçyüz umumhane açıldıktan ve müteaddid doktorlarla ahval-i sıhhiye ciheti taht-ı te’mine alındıktan sonra fuhuş müdhiş surette revac bulacaktır. Sühulet ve emniyet gençleri cezb edip duracaktır. O üçyüz hanede en aşağı beşer kadından binbeşyüz kadın her gece üçer beşer müşteriden beş-on bin evlad-ı vatanın hayat-ı ictimaiyyesini zehirleyeceklerdir. Bu yüzden kim bilir ne kadar aileler yıkılacak ne kadar çocuklar perişan olacaktır? Bir tarafdan adım başında meyhane diğer tarafdan fuhuşhane ötede dans salonları barlar sinemalar café chantantlar… Bütün bu iffet ve ismet reh-zenleri arasında o ma’sum delikanlıların hiç sendelemeyerek hepsine karşı yüz çevirerek fazilet yolunda devam edebilmesi acaba mümkün müdür? Hiç şübhe yok ki birçok ma’sum gençler baştan çıkacak serserilik daha ziyade meydan alacak; intiharlar cinayetler sirkatler dolandırıcılıklar tevali edip gidecektir. O zaman herkes feryada başlayacak. Şimdi dansları tervic edenler içkiye tarafdar olanlar fuhuşhanelerin küşadını ihtiyacat-ı zaruriyye-i beşeriyyeden addedenler o vakit bu müessesat-ı medeniyyenin! hayat-ı ictimaiyyede açtığı mühlik rahneler karşısında komşudaki yangından saçakları tutuşanlara mahsus bir heyecan ile bağıracaklar istimdad edecekler. Fakat heyhat; o zaman artık hiçbir şeyler mukadder olan akıbeti tahvil edemeyecektir. Ne olur o felaketli zamanlar gelmeden yangın saçakları sarmadan hey’et-i ictimaiyyeyi tehdid eden bu münkerata karşı bütün memleketin mütefekkirleri bilhassa matbuatı müştereken ve müttehiden bir cihad-ı sın ailelerin temellerini sarsın ondan sonra tedavi çareleri arayalım. Maraz esaslı surette muhit-i ictimaide yerleşmeden kökünden izalesine çalışsak daha iyi olmaz mı? Bizim henüz memleketimize nakl etmeye çalıştığımız Garb’ın emraz-ı ictimaiyyesi orada artık devre-i tahribiyyesini ikmal etmiş şimdi Garb’ın bütün aklı başında olanları o marazların def’iyle meşgûl oluyorlar. Biz anladıkları rezail-i medeniyyeyi kendi ellerimizle güzel memleketimize emraz-ı ictimaiyyeden salim buluda revac bulan bu batıl telakki yüzündendir ki hayat-ı fetret yüz gösterdi. Fenalığın fazilete galebe çalması tehlikesi herkesi düşündürmeye başladı. Binlerce kadın ellerinde vesika ile sokak sokak dolaşıp neşr-i fuhuş ederken onbinlerce meyhane su gibi rakı sarf ederek yüzbinlerce adamı sarhoş ederken yüzlerce dans salonları milletin bünyan-ı ictimaisini temelinden sarsarken bütün tiyatrolar sinemalar etrafa ahlaksızlık tohumları saçarken siz gidip de va’z u nasihatle bu fenalıkların önüne geçmeye kalkışınız; size gülerler. Kuduran nefisleri azgınlaşan hevesleri hangi vaizin nasihati yatıştırabilir? Geçen gün bir tiyatroda ahlak-ı umumiyyeye karşı kadar edebi tecavüz eden bir tiyatroyu terk etmeye halkı da’vet etmiş de hiç kimse yerinden teprenmemiş bazı gazeteler de zavallı nasıh ile istihza etmişlerdi. Ahlak ve adab-ı umumiyyenin muhafazası kuvve-i te’yidiyyesiz bırakılırsa hiçbir va’z u nasihatin te’siri olmaz. Va’z u nasihat sözle salaha kabiliyeti olan ruhlara danlara hakayıka karşı kapanan kulaklara ihtirasdan gözleri dönmüş azgın nefislere asa-yı kanundan başka hangi şey te’sir edebilir? Bugün nice mevzuat-ı beşeriyye vardır ki müdhiş kuvve-i te’yidiyyelere maliktir. Niçin onlar nasihat ve telkinata bırakılmıyor? Demek istiyoruz ki; ahlak ve adab-ı umumiyyeye mugayir harekatı kaldırmak hususunda ahlak ile hukûk el ele vermedikçe fenalık mağlub edilemez. Bir tarafdan vaizlerin ahlakıyyunun nasihat ve irşadları diğer tarafdan da hükumetin kanunları harekete gelmeli ki faziletin galebesi mümkün olabilsin. Ve illa hey’et-i ictimaiyyenin felah ve selametine imkan yoktur. Tereddi ve tefessüh-i bünye-i milliyi tahrib edip durması fenalığa karşı kanun kapılarının açılmasındandır. Bu bir cereyan imiş ki önüne durmak kabil olmazmış! Kim demiş ki böyledir? Hükumetlerin nice cereyanların önüne durduğunu her gün görüp duruyoruz. Diğer hususlarda “irade”ye bir mevki’-i hakimiyet verip de münkerata gelince “kaderiye” olmak ne tuhafdır! gi bir hey’et-i ictimaiyyede fazilet muhakkar olur fısk u fücur meydan alırsa o hey’et-i ictimaiyye için felah zuhurunda bu emirlerin icrası aynı vechile ibadat-ı nevafildendir. Şurasını da söyleyelim ki dinin husuf ve küsuf ve mesaib-i semaviyye ile alakadar olan bu emri bunları bir musibet telakki edip de ondan kurtulmak için değildir. Rucu’u ilallah takarrubu ilallah maksadıyladır. Çünkü bu gibi hadisat-ı semaviyye-i fevkalade insanları meşağıl-i dünyeviyyeden bir müddet alıkor. Ruhlar üzerine te’sir yapar kalbleri az çok masivadan tecrid eder. İşte böyle anlardadır ki insanlarda Allah’a tekarrub etmek ümmetini böyle anlarda bir tarafdan Allah’a takribe diğer tarafdan beni-nev’ine hizmete sevk eylemiştir. Ümid ederiz ki halkımız bundan böyle bu gibi hadisat vukû’unda dinimizin gösterdiği tekarrubu ilallah ve beninev’ine hizmet yoluna gider de gerek dinin ve gerek dünyanın çirkin gördüğü böyle hareketlerde bulunmazlar. Bu hadise münasebetiyle gazetesindeki bir yazıdan biraz bahs etmek istiyoruz. Husufdan dolayı halkın tezahüratının çirkinliğini anlattıktan sonra diyor ki: “Bugün cihanda tabii pek az hadise vardır ki fennen yağmur yağmasını zelzele vukû’unu Allah’a veya şeytana atf etmekten kurtulmuşuzdur… Bu hadiselerin kaffesi bugün fennen izah edilmiş ortada mechul mübhem ve muzlim bir şey kalmamıştır. Halbuki bizde fazla bir tufan bir kıyamet alameti addediliyor. Kuyruklu yıldızın geçmesi ihtimal Cenab-ı Hakk’ın bizlere gönderdiği bir azab suretinde tefsir ediliyor… Biz hala yağmur duasına çıkarak tabiat üzerinde müessir olmayı düşünüyoruz…” Anlaşılıyor ki makalenin sahibi olan Zekeriya Bey halkın gösterdiği bu çirkin tezahüratı dinin icabatı telakki ediyor. Esası vahdaniyet-i ilahiyye olan Müslümanlık dinini de “Yezdan” ve “Ahrimen” yani senaiyeti kabul eyleyen Mecusi dini zannediyor. İnsan içinde bulunduğu cem’iyetin kabul eylemiş olduğu dinin ne gibi esasları olduğunu bilmesi zannederiz ki lazımdır. Biz Zekeriya Bey’e bu hususda biraz yardım etmek daki kanaatlerini muhtasar bir surette söylemek arzu ediyoruz. Hüsn-i telakki ederlerse çok müteşekkir oluruz. Biz müslümanlar ezeliyet ve ebediyetin saha-i na-mütenahisinde vukû’a gelen bilumum hadisat-ı kevniyyenin Halik-ı Fatır’ı olmak üzere bütün sıfat-ı kemaliyyenin gaye-i alü’l-aliyle tavsif eylediğimiz yalnız bir Allah tanırız ve O’na taparız. Kainattaki bildiğimiz bilmediğinan hey’et-i ictimaiyyemiz arasına nakl ediyoruz. Bunu da Garbcılığın muktezası telakki ediyor ve o suretle birtakım biçareleri iğfale kalkışıyoruz. Kendi elleriyle kendi yurtlarını yıkanlar kendi hey’et-i ictimaiyyelerini perişan edenler ne bedbaht insanlardır. Allah’ın tevfik ve hidayetinden mahrum kalanlar luna düşmekten cümlemizi Allah muhafaza buyursun. Geçenlerde vukû’ bulan husuf-ı külli münasebetiyle aldığına maatteessüf şahid olmuştuk… İstanbul gibi en münevver bir muhitin her cihetinde sakim bir i’tiyad neticesi olan bu adet-i cahiliyyeyi birden bire icra edivermesi bizi çok endişeye düşürmüştü. Acaba şimdiye kadar daha nazar-ı dikkati calib olan küsuf-ı küllilerde bile İstanbul’da böyle tezahürat-ı cahiliyye görülmediği halde bu husuf hadisesindeki çirkin taşkınlık neden ileri gelmişti? Biz bu hususda amil olan esbabı taharri edecek değiliz; yalnız bu münasebetle müslümanlara bir iki söz söyleyeceğiz: bir felaket tevlid edeceği hakkında batıl birtakım i’tikadlar hüküm-ferma idi. Hatta mahdum-ı mükerrem-i Risaletpenahi lediği cihetle halk bu iki hadise arasına bir münasebet bulunduğu i’tikadına düştü. Peygamberimiz bu i’tikadı şiddetle men’ eyledi. Güneşin ve ayin tutulması ayat-ı alakadar olmadığını söyledi ve böyle bir hadise görüldüğü vakit dua edilmesini ism-i ilahinin yad ve tekrar olunmasını namaz kılınmasını sadaka verilmesini köle azad edilmesini emr eyledi. Binaenaleyh biz müslümanların böyle bir hadise zamanında yapacağımız şey Allahımızı yad ve ta’zim etmek saadet-i dareynimiz için duada bulunmak erkanı kütüb-i diniyyemizde mezkur olduğu vechile namaz kılmak fukaraya tasadduk etmek veya hürriyeti elimizde bulunan bir adama hürriyetini bahşetmek olmalıdır; yoksa tüfenk atmak çanak çömlek çalmak bağırıp çağırmak değil. Bunlar hep şear-ı cahiliyyettir dinimizin men’ ettiği şeylerdir. Maamafih bu evamir-i diniyye icrası zaruri olan evamirden sayılmaz yani furuz ve vacibattan değildir nevafildendir. Ifa etmeyenler duçar-ı ikab olmazlar; ifa edenler ise sevab kazanırlar. Zelzele vukû’unda ve diğer afat-ı semaviyye Makalenin diğer bir noktası daha nazar-ı dikkatimizi celb etti ki; o da; “Daha hala memleketimizde din namına çocukların katl edildiğine lakayd ve seyirci kalabiliyoruz.” sözüdür. Müslümanlık çocuklarımızdan kur-ban masını pek gülünç bulduğumuz cihetle bit-tabi’ katl kelimesini ma’na-yı melzumu olan atıl ve gayr-i müteharrik ma’nasına aldık. Ve bir de mahzuf gözeterek “çocukların dimağlarının atıl bırakıldığına…” suretinde anladık. Fakat bundan muharrir beyin ne kasd ettiğini çıkaramadık. Acaba fikr-i diniden tamamen tecrid için çocukları bolşevik usulü anasından babasından muhitinden ayırmak mı istiyor yoksa başka bir şey mi istiyor yahud ne dediğini bilmiyor mu; anlayamadık! Halkın husuf münasebetiyle gösterdiği şiar-ı cahiliyyeyi bir tarafdan gözümüzün önüne aldık diğer tarafdan bu adete hücum eden bir münevverin ortaya koyduğu şiar-ı medeniyyeye baktık. Yekdiğeriyle mukayese eyledik. Bed-binliğin verdiği zulmetli tasavvurlar içinde medid bir ah-ı tahassür çekerek şu vechile tazarru’ eyledik: Ya Müsebbibü’l-esbab; muhitimize müstevli olan ve memleketimizin bütün varlıklarını kemiren şu iki başlı cehalet-i mütekasifenin gılzatini ref’ u tenkil edecek bir sebeb yarat bir nur halk et! refikimizin Ankara muhabir-i mahsusu şöyle bir telgraf gönderdi: “ Açık yazılar mugayir-i ahlak resimler ve filmlere karşı olan ahkam-ı cezaiyyeye şedid maddeler vaz’ edilmesi için Cem’iyet-i Akvam tarafından bütün devletlere müracaat olunmuş ve bu cümleden olarak bu hususda hükumetimizin de müzahereti istenilmiştir. Keyfiyet Hariciye ve Adliye Vekaletleri arasında tedkik edilmektedir.” Bu haber herkesin nazar-ı dikkatini celb etti. Mugayir-i ahlak neşriyata resimler ve filmlere karşı tedabir-i şedide-i kanuniyye ittihazına Avrupa bizi de da’vet ediyor! Ne kadar tuhaf bir da’vet! acaba latife mi ediyorlar? Çok kimseler bu da’vet karşısında şaşırıp kalmışlardır. Demek mugayir-i ahlak neşriyat resimler ve filmler Garb hey’et-i ictimaiyyelerini bile tahrib edecek bir şekil almış ki bütün Avrupa milletleri bu ictimai felaket önüne geçmek istiyorlar. Tabiidir ki cem’iyetleri tutan aile teşkilatının bozulduğu gün cem’iyet de yoktur. O zaman miz ve bilemeyeceğimiz tahavvülat ve hadisatın bütün silsile-i esbabını kendisinin halk ve tertib etmiş olduğuna ve daima kendi yed-i kudretinde bulunduğuna i’tikad ederiz. Biz deriz ki: Hadisatıyla ilel ü esbabıyla bütün mükevvenat Allah’ın tecellisinden başka bir şey değildir. Bununla şunu anlatmak isteriz: Ezeliyet ve ebediyet arasındaki na-mahdud zamanda bi-hudud eb’ad teşkil eyleyen na-ma’dud hadisat ve ilel öyle bir kudret-i azime-i na-mütenahiyyenin silsile-i temevvücatıdır ki bu temevvücatın şuaatı ezelü’l-ezalde “Kün!” emr-i ilahisiyle bir merkez-i kudretten sudur ve inşia’ eylemiştir. Bu mevcat-ı kudret “Kün!” emrinin “fe-yekun” silsile-i tatbikatından başka bir şey değildir. İşte bizim iman ve müsbete-i asriyyenin abası bulunan Descartes Leibniz Newton Buffon Laplace Spencer ve emsalinin iman ettiği yani fikr-i ilmi ile vasıl olunan Allah da budur. Serbest bırakılan ağır bir cisim sukût eder. Bu her günkü müşahedemizin bir netice-i bedihiyyesidir. Sebebi ecza’-i ferdiyye-i arzıyyenin cazibeleri muhassalasıdır. Bir cüz’-i ferdin cazibesi dahi kendini teşkil eden elektronlardaki kudretin inşia’ıdır. İşte yirmibeş ve belki daha ziyade asırlık hareket-i ilmiyye-i beşeriyyenin bir sukût hadisesinde yükselebildiği son nokta. Daha ilerisi… bir umman-ı mübhemiyyet. Beşeriyet beş asır sonra şu hadisenin silsile-i esbabını beş derece daha yükseltebilsin yani beş sebeb-i mütevali daha bulsun; ilerisi… yine umman-ı mübhemiyyet. rinin kaç halkasını görebilirsek görelim; zincirin görmemize müntehi olur. Onun içindir ki bizim Allah’a olan en büyük hitabe-i tazarru’umuz “Ya Müsebbibü’l-esbab!”dır. Biz müslümanlar tabiat alimlerinin kazayasına ve kavaninine büyük bir vecdle müştakız. Onların her biri serair-i melekutun bir buk’asına açılmış ufak ufak percerelerdir. Bu pencerelerden bakıldıkça daima azamet-i Allah’a daha ziyade takarrub edilir. Bizim müteessif olduğumuz cihet henüz bir hadisenin sebeb-i müterafıkını bile layıkıyla bilmeyenler tarafından yapılan ta’mim-i cahilanedir hiçi-i nur-ı ilm ile umman-ı mechuliyyetin bütün a’mak ve hafayasının parlak ve münevver olduğu vehmine düşülen dalal yoludur. İşte bu dalalın neticesidir ki mevzu’-ı bahs eylediğimiz makalede ortada mübhem hiçbir şey kalmadığı söylenmiş ve bolşeviklerin yaptığı gibi Allah’ın i’damına hükm edilmiş ve şeytanın yanına konmuştur. Avrupalıların ahlaksızlığa karşı bu müşterek hareketleriyle “San’at san’at içindir” nazariye-i batılası yıkılarak yerine “Rezalet rezalet içindir” düsturu kaim oluyor. Bakalım; bundan sonra artık rezail için yeni bir istinadgah-ı medeni nerede bulacaklar?.. Vali beyefendi İstanbul’da intişar eden mizah gazetelerinin sahib ve müdir-i mes’ullerini da’vet ederek mugayir-i ahlak neşriyatın açık resimlerin memlekete etmiş ve kendilerine lazım gelen nesayıhda bulunmuştur. Vali beyefendi bu mülakata dair yevmi gazetecilere ber-vech-i ati beyanatta bulunmuştur: – “Mizah gazeteleri sahibleriyle fikri bir tarzda görüştük. Mizah gazetelerindeki açık resim ve neşriyatın memlekete muzır olduğunu konuştuk ve memleketimizdeki ahlak telakkiyatına nazaran bu tarzdaki neşriyatın zararlı olduğu neticesine vasıl olduk. Genç muharrirlerimiz kemal-i samimiyyetle memleketin icabat-ı ahlakıyyesine muvafık neşriyatta bulunacaklarını te’min ve va’d ettiler. Bu mes’elenin kanundan ziyade fikri ve samimi bir münakaşa ile hallinin daha muvafık olacağı kanaatinde ve matbuatımıza karşı olan hürmetimi arttırdı. Binaenaleyh bugünkü mülakattan dolayı pek memnun ve mes’udum.” Lozan Muahedesi’nin müzakeresi esnasında Fransa Başvekili Mösyö Herriot meclis-i a’yanda papas mektepleri hakkında şu beyanatta bulunmuştur: “Bizim desatir-i hürriyet-perveranemizden mülhem olan bir hükumete karşı muzaheretimizi diriğ edemeyiz. Fransa makamat-ı mukaddeseden istifade edeceği hukûku muhafaza ediyor. Fransa Cumhuriyeti hükumeti Şark’taki mekteplerinin ta’til-i fa’aliyyet eylemesine müsaade edemez. Mezhebleri ne olursa olsun Fransız nüfuzuna yardım edenleri sitayişle yad ederim. Bütün misyonerleri selamlarım ve bunlara hükumet himayesini va’d ederim. Lozan Muahedesi Türkiye ile an’anevi dostluğu te’sis edeceğinden Türk hükumetinden an’anemize muhalif bir tarz-ı harekette bulunmamasını taleb ederim. Bazı mekteplerimizin dürüştane seddedilmesi şayan-ı tasvib olmayan ve hatta muzır bir tarz-ı harekettir.” Şimdi bakalım; “bila-kayd ü şart Garblılaşmak” tarafdarları bu da’vet karşısında ne yapacaklar? Avrupalıları nema aleyhinde bulundu diye zavallı bir müftüye karşı söylemedik söz bırakmamışlardı. Şimdi sinemanın mucidleri sinemaların ahlaksızlığına karşı tedabir-i şedide bahnameler san’at diye ortaya konan fuhuş levhaları sinema diye gösterilen zina alemleri bütün dünyada beynelmilel aksü’l-ameller husule getirmeye başlamış. Hey’et-i ictimaiyyeleri felaket ve inhilale doğru sürükleyen bu ahlaksızlara karşı bütün milletlerin rehberleri harekete geliyor çareler tedbirler ittihazına kalkışıyor. Bizi de aynı hastalıklarla ma’lul görerek da’vet ediyorlar. Böyle bir da’vete ma’ruz kalmak bir Müslüman hey’et-i ictimaiyyesi için ne kadar züldür! Fakat maatteessüf biz de frengi doktoruna hastalığını söylemek mecburiyetine düşenlerin vaz’iyetindeyiz. Marazı gizlesek tedavisi çaresine bakmasak çok geçmeksizin maazallah bünye-i ictimaiyyenin ağzı burnu dökülecek. Garb’ın bu mülev-vesatı memleketimize girmezden mukaddem bizim hey’et-i ictimaiyyemiz ne kadar bahtiyar ne kadar hu-zur ve selamet içinde idi. Bütün o mülevvesat “hürriyet medeniyet ve san’at” namları altında güzel memleketlerimizi bulaştırdıktan sonra şimdi buraları da şübheli mıntıka addedilmeye başladı. Veba-yı ictimai buralarını da daire-i tahribine aldı. Garb hey’et-i ictimaiyyelerini ezip bitiren tefessüh ve inhilale sürükleyen aynı emraz-ı etmeye başladı. Her türlü rezail irtikab olundukça “Yirminci Asr’ın muktezası” “medeniyetin icabatı” “San’at san’at içindir” gibi birtakım batıl ve asri hurafelerle faziletin ağzına çamur tıkanıyordu. Nihayet frengi hastalığı bizim temiz hey’et-i ictimaiyyemize de aşılandı. Rezalet her yerde rezalettir. Müslümanlığın çirkin ve kabih gördüğü şeyler hadd-i zatında çirkin ve kabih şeylerdir. üzerine birtakım asri medeni! nikablar geçirmek isteseler de bir gün gelir için için icra-yı te’sir eden rezalet zehri o nikabı da parçalayarak kendini gösterir. Bugün böyle bir cürm-i meşhud halinde yakalanmış mücrimler vaz’iyetindedirler. Cürümlerini i’tiraf etmekten başka çare yoktur. Milleti sürüklemek istedikleri “medeniyet ve san’at” eserlerine karşı Avrupa şiddetle harekete karar veriyor. Artık bahname yazarken fuhuş levhaları yaparken mugayir-i ahlak filmler gösterirken “medeniyet ve san’atin icabatı” diyemeyecekler. Rezaleti rezalet olacaktır. müessesat-ı diniyye küşad etmek evliya-yı umurun en mütehattim vazifeleridir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun hata-alud tatbikatı neticesi olarak kapatılan medreselerin yerine kaim olmak üzere açılan ilahiyat fakültesi ve imam hatib mektepleri talebesine verilmekte olan yemek bu ay başından müteessir ve müteheyyic olan talebe Riyaset-i Cumhur ve Başvekalet’e müracaatle iaşelerinin kema fi’s-sabık evkafın bütçesindeki fasl-ı mahsusundan te’minini “İlahiyat fakültesi müdavimlerine verilmekte olan yemek müteaddid teşebbüsatımıza rağmen kesilmiştir. Talebe açtır. Anadolu’dan sırf tahsil-i alisini ikmal için ailesini yurdunu terk ederek İstanbul’a gelen bizim gibi fakir köylü evladı talebenin bu şerait dahilinde fakülteye devam etmeleri imkan haricindedir. evkaf bütçesinin yedinci faslının onikinci maddesindeki paradan dusunun dağılmamasına delalet buyurmanızı istirham ederiz. refikimizin dediği gibi bu hazin arzuhal ümid ederiz ki te’sirini gösterecek ve zavallı evlad-ı vatanın duçar-ı sefalet olmasına meydan verilmeyecektir. Hiç şübhesiz bu vaz’iyet devam ederse ilahiyat fakültesi tedrisata devam edemeyecektir. Çünkü fakülte talebesinin bir kısm-ı mühimmi Anadolu talebesi olduğu için nokta-i nazar imtihanı hakkı kendisinden nez’ edildiği ve bu suretle fakülteler arasındaki müsavat ihlal edilerek diğer fakültelerden pek dun bir mevki’de tutulduğu için bu fakülteye devam etmeyeceklerdir. beye tasdikname vermekle meşgûldür. Şu halde ilahiyat fakültesinin ve İmam Hatib Mektebinin ömr-i tabiisini ikmal etmekte ve sayılı günler geçirmekte olduğunu söyleyebiliriz. Maarif Vekaleti’nin kararında ısrar edeceğini hiç zannetmiyoruz. Milletvekillerinin tasdikine iktiran eden bir bütçedeki muayyen bir hakkı nez’ etmeye maarif vekilinin salahiyeti var mıdır? Maarif vekili bu kadar evlad-ı vatanın sokaklarda perişan bir halde dolaşmasından mes’ul olmayacak mıdır? Papas mekteplerinin açıl- Roma’dan yeni gelen papanın sabık İstanbul Mümessili Monseigneur Dolci papas mektepleri hakkında gazetecilerle mülakatında ber-vech-i ati beyanatta bulunmuştur: –“Haçları indirmek mes’elesi mevzu’-ı bahs olamaz. Bu haber asılsızdır. Ma’lumunuz olduğu vecihle bizim mekteplerimiz dini mektepler olduğu için mekteplerimizde dinimizin timsali olan haçların mevcudiyeti zaruridir. Kuvvetli surette ümid ediyorum ki yakında ve hükumetin hüsn-i niyyeti sayesinde bir anlaşma husule gelecektir.” gazetesinin Ankara muhabir-i mahsusunun ederek papas mekteplerinin küşadını taleb etmişlerdir. Mekteplerdeki haçlar umumi mahfillerden salonlara kaldırılacak mekteplerin kavanin ve ta’limatına riayet olunacak bu suretle papas mekteplerinin küşadına müsaade edilecektir. Geçenlerde gazetesi papas mekteplerinin küşadı lüzumu hakkında bir başmakale neşr etmişti. Biz de bazı fıkralarını nakl etmiş yakında açılacağını kendisine tebşir etmiştik. Üzerinden birkaç hafta bile geçmeden küşad olunacaklarına dair Ankara’dan haberler gelmeye başladı. Niçin kapandı niçin açılıyor? Haçların şuradan şuraya nakli ile mes’ele halledilmiş oluyor mu? Bari seddolunan medreselerde de yerleri değiştirilecek şeyler varsa mevki’leri tebdil olunsun da onların da küşadına müsaade buyurulsun! Monseigneur Dolci ta Roma’dan kalkarak buraya kadar geliyor papas mekteplerinin küşadını te’min ediyor. Bizim Diyanet İşleri Reisi de onbeş adım ötedeki Maarif Vekaleti’ne kadar zahmet ederek kapanan medreselerin küşadı için maarif vekili beyefendiden istirhamatta bulunsalar ne olur? Medreselerin seddiyle memleketin ma’nevi cebhesi müdafaasız kaldı. Birçok ecnebi mektepleri cayır cayır müslüman talebe kayd ediyor. Papas mektepleri de açılıyor. Bunlara mukabil bizim medreseler enkazı olarak kalan üç buçuk talebenin kanunen hakları olan iaşeleri kesiliyor. Fransa başvekili; “Misyonerleri selamlarım ve bunlara hükumet himayesini va’d ederim” diyor. Bizim maarif vekilimiz de; “Medreseleri kapamak emrini verdiğim gün en mahzuz olduğum gündür” diyor. Bila-kayd ü şart Garb’ı taklid iddiasında bulunanlar Mösyö Herriot’nun dini mektepler hakkındaki bu hareketini niçin taklid etmiyorlar? Bir tarafdan ecnebi müessesatına papas mekteplerine; diğer tarafdan günden güne müdhiş surette çoğalan sefahet müessesatına karşı memleketin ma’nevi cebhesini takviye edecek teşebbüsatta bulunmak yalnız kapanan medreseleri açmak değil her tarafdan bunların beş on misli daha “Ey İslamlar! Ya baba ve dedelerinizin dini olan Hıristiyanlığa avdet ediniz yahud Salibin şu mukaddes topraklarını terkle def’ olup gidiniz. Esasen kilise olup bugün cami’ olan eski ibadetgahlarımızı boşaltınız!” Diğer bir fıkrasında da aynen şu herzeyi savuruyor: “Salibiyyun ordularını tarumar eden YermukMuharebesi’nde sallanmış Arab kılıçlarının acısını intikamını General Gouraud’nun kılıcı MeyselunMuharebesi’nde belağan ma-belağ almıştır.” ünvanlı ikinci kitab daha zehir-nak tecavüzler ve tahkirlerle doludur. Müellifi papa diyor ki: “Bu kitaba reddiye yazacak bir müslüman tasavvur edemem. Bilakis bunu okuyacak İslamlar her halde Hıristiyanlığa döneceklerdir.” En garibi şudur ki; bu kitabları Cebel-i Lübnan mıntıkasında ahaliye bir Suriye lirasına cebren sattıran Fransız jandarmalarıdır. Bu kitabların neşri üzerine Suriye’de büyük bir galeyan başlamıştır. Bu kelimeyi ikide bir isti’mal edip duranların bundan ne kasd ettikleri sarahaten anlaşılamıyordu. Daha ziyade mevcud bir şekl-i siyasiye tekaddüm eden şekl-i du. Vakıa bazılarının bu kelimeden daha şümullü bir ma’na kasd ettikleri istidlal olunuyordu. Fakat muzmerlerini lastikli ifadeler altına gizlediklerinden maksadlarının ne olduğuna kat’i ve vazıh surette hükm olunamıyordu. Ahiren gazetesi bu kelimeyi gayet açık bir surette ta’rif etmiş olduğu için şimdi irtica’dan bahs edenlerin ne demek istedikleri pek güzel anlaşılmış oluyor. refikimiz’ın danslar hakkında birbirine tamamıyla zıdd olan iki makalesini yan yana koyduğu için hiddete gelen’a hücum ettiği sırada diyor ki: “’ın mesleği muhafazakarlık değil irtica’dır. Muhafazakarlık her atılan adımı muhafaza etmek sür’atle ileri gitmemek fakat hiç geri dönmemektir. Halbuki ın gayesi la-ekal üç dört masına müsaade edilen bir günde memleketin ihtiyacat-ı diniyyesini tatmin edecek bu gibi müesseselerin şu son karar ile aç ve perişan bırakılması reva mıdır? “Memleketimiz öteden beri teşkilat-ı maarifden çok çekiyor. Çünkü sözün doğrusu kimsenin hatırı kalmasın bizde maarif teşkilatını hayat-ı umumiyyeye göre tanzime muktedir kimse gelmemiştir. Bugün de yoktur. Hep nazariyat ile iştigal ediliyor. Maarif işlerine parmaklarını sokanlar safahat-ı hayatın külliyyen cahili bulunuyorlar ameli hayat salikleri yetiştiren milletlerin mefkurelerine külliyyen biganedirler. Fi’len ve müşahedeten tedkikat sahibi de değillerdir. Teessüf olunur ki bu kusurlarını kendileri de göremiyorlar. Yaparız zannıyla an-cehlin işe karışıyorlar. İşte bu milletin feyzine mani’olanlar bunlardır. Gelişi güzel indi ve şahsi icraatı bırakıp evvel emirde memleketin maarif sistemini bilenlere tanzim ettirelim de ati için her şu’bede vücudlarına lüzum görünen anasırı yetiştirelim. Bizde bir maarif vekili hatırından geçen şeyleri müsbet ve menfi icrada sellemehü’s-selam hareket ediyor. Memleketin re’yini almaya lüzum görmüyor. Demokraside bu gibi hareketlere asla ve kat’a mesağ yoktur. Maarif vekilinin ictihadı kendince savab olabilir. Fakat memleketin hayatına taalluk eden hususat bir kişinin takdirine bırakılamaz. Çünkü zarar veya faide vekil ve nazırın şahsına değil memleketin hey’et-i mecmuasına aiddir. Hükumet mesleklerin hürriyet-i efkarına uzaktan seyirci olmalı. Bunlara icra-yı nüfuz olsun sadece bir müdahale veya bir vesayet olsun caiz değildir. Türkiye’yi ruhi ve fikri esaretten tahlis etmeli. Türkleri bu ana kadar her meslekte geri bırakan bu esaret-i ma’neviyyedir ta’bir-i digerle vesayettir.” Adana’da intişar eden Gazetesi yazıyor: Beyrut’ta misyonerler tarafından ve namlarıyla katolik matbaasında tab’ edilmiş iki kitab neşr edilmiştir. sahifelik namındaki kitabdan ufak bir fıkrayı aynen tercüme ediyoruz. Kitabların müellifi Rahib Butros Galib İslamlara hitaben şöyle diyor: termekle muhafazakarlığın kadrini tenzil ediyor. Demek asıl şayan-ı takbih olan “Sadr-ı İslam adat ve kavanini Şer’-i Şerif”dir. Bir insan “Sadr-ı İslam adat ve kavaninine” yani Kur’an ve hadise tarafdar olmakla bunların nazarında bütün mesleklerin kadrini tenzil eden bir mücrimdir! Mürteci’lerin hakk-ı kelamı olmadığına göre Sadr-ı İslam adat ve kavaninine yani Kur’an ve hadise tarafdar olanların dilleri kesilmek icab edecek! O haldecıların bu ameliyyeye Büyük Millet Meclisi’nden başlamaları lazım gelecek. Çünkü “devletimizin dini Din-i İslam olduğunu ve ahkam-ı şer’iyyeyi tenfiz ve icra edeceğini” Kanun-ı Esasi’ye onlar yazdı. Ondan sonra ellerinde Kur’an ve hadis bulunduranların cümlesini de mürteci’ ve mücrim diye i’lan etmeli. Bolşevikler Allah’ı i’dama mahkum ettiler;cılar da Kur’an ve Peygamberi kat’iyyesi ihraz edilmiş olur!.. asır evvelki zamana Sadr-ı İslam adat ve kavaninine Şer’-i Şerif devrine rucu’ etmektir. Buna tam ma’nasıyla “irtica’” derler. Her şeye kendi ismini verelim ki zihinler karışmasın.” bunun izahı bit-tabi’ kendisine aiddir. Yalnız bizim kayd etmek istediğimiz cihet “irtica’”dan “Sadr-ı İslam adat ve kavaninine Şer’-i Şerif devrine rucu’” ma’nası kasd edildiğidir. Şimdiye kadar ilk def’a olmak üzeredir ki bu kelime bu kadar açık bir surette ta’rif ediliyor. Demek ki irtica’a karşı söz söyleyenler Sadr-ı İslam adat ve kavaninine Şer’-i Şerif devrine hücum ediyorlarmış. Sadr-ı İslam adat ve kavanini nedir? Kur’an ve hadisden başka bir şey midir? Bilhassa “Sadr-ı İslam” kaydıyla doğrudan doğruya Kur’an ve hadis kasd edildiği vazıhan anlaşılıyor. Akşam yukarıdaki fıkrasından sonra; “Muhafazakarlık çok iyi bir meslektir. Kadrini tenzil etmeyelim” diyor. Bununla şunu demek istiyor ki: kendi mesleğini muhafazakar addediyor fakat “Sadr-ı İslam adat ve kavaninine” tarafdarlık gösfakat Müslümanlığı kendi diyarında bu kadar tahkir ve terzil etmeye hiç kimsenin hakkı olmadığını söylemiştik. Bit-tabi’ bizim sözlerimize aldıranlar olmadı. O sırada Şer’iye Vekaleti ve şer’iye encümenlerinin lağvı arkasından meclisin de ictima’ı çok devam etmemesi hasebiyle kanun layihası mevki’-i müzakereye konulamadı. Yeni adliye vekili hukûk-ı aile kanununun da “asri” olmasını muktezi addettiği cihetle ahkam-ı fıkhiyyeye müsteniden tanzim olunan eski layiha-i kanuniyyeyi geri alarak yeniden “asri bir hukûk-ı aile kanunu” ihzar ettirmeye başladı. Bu suretle hukûk-ı aile kanunu içlerinde Selanikli bir Dönmenin de bulunduğu ve a’zasının ekseriyetini Garbcıların teşkil ettiği yeni bir hukûk-ı aile komisyonuna geldi. Bu komisyon eski layiha-i kanuniyyeyi ber-taraf ederek yeni birtakım maddeler vaz’ etmiş birçok cihetlerde esasat-ı İslamiyye hilafına olarak Garb esaslarını almış; bu suretle asırlardan beri devam edegelen hey’et-i ictimaiyyemizin aile temellerinde bir sarsıntı husule getirecek yeni ahkam vaz’ eylemiştir. Komisyonun böyle İslam aile esasatını tebdil ve tahvile ve bu hususda Din-i Mübin’in ahkamına milletin asırlardan beri teessüs etmiş olan hayat-ı ictimaiyyesine ilmin ve hakikatin nusus-ı kat’iyyesine rağmen Garb kanunlarını taklide teşebbüs ettiğini gören bazı a’za komisyondan çekilmişler ağyardan hali kalan komisyon kendi kendilerine yeni ahkamlar vaz’ ederek “Asri Hukûk-ı Aile Kanunu” diye acib bir şey hazırlamışlardır. Hukûk-ı Aile Kanunu mes’elesi bu hafta gazetelerde yine mevzu’-ı bahs olmaya başladı. Büyük Millet Meclisi’nin son devre-i ictima’ında Adliye Vekaleti ahkam-ı fıkhiyyeye müsteniden tanzim edilmiş olan bir hukûk-ı aile kanunu layihasını meclise takdim etmişti. Bu layiha-i kanuniyye ahkam-ı şer’iyyeye tamamıyla mutabık olup olmadığı hakkında tedkikatta bulunmak üzere Şer’iye Encümeni’ne havale olunmuştu. Şer’iye Encümeni uzun uzadıya tedkikat ve tetebbuatta bulunarak cüz’i ta’dilat ile layiha-i kanuniyyeyi tasvib etmiş bir de gayet alimane ve vakıfane bir esbab-ı mucibe mazbatası yazarak meclise takdim etmişti. Gerek esbab-ı mucibe gerek layiha-i kanuniyye ile neşr olunmuştu. Hukûk-ı ailenin ahkam-ı İslamiyyeye müsteniden tedvini Garbcıları fena halde sinirlendirmiş matbuatta ahkam-ı şer’iyyeye karşı müdhiş bir bombardıman açmaya saik olmuştu. Nice zamandan beri İslam’a karşı sinelerde gizlenen husumetlerin bu vesile kılmış derin derin düşündürmeye başlamıştı. O zaman hukûk-ı aile hakkındaki bazı ahkam-ı şer’iyyeye karşı açıktan açığa en ağır tecavüz ve tahkirlerde bile bulunanlar oldu. Müslümanlık kendi diyarında en müdhiş hücumlara ma’ruz kalmak felaketine uğradı. O zaman biz bu şımarık mütecavizlere karşı lazım gelen müdafaat-ı ilmiyyede bulunmuş ve ahkam-ı İslamiyye hakkında münakaşat-ı ilmiyyede bulun[ul]abileceğini ve Başmuharrir Sahib ve Müdir - kanuniyye gören bu zat gayr-i meşru’ bir surette yani metresi olmak üzere bir kadınla münasebata başlayınca kanun bu adama karşı ne yapacak? Bunu da men’ edecek mi? Yoksa herhangi bir kadınla gayr-i meşru’ surette münasebatta bulunmasına müsaade edecek mi? Şeriat-i İslamiyye’ye göre bir müslümanın herhangi bir kadınla gayr-i meşru’ münasebatta bulunmasına cevaz yoktur. Bugünkü kanunlara göre birden başka kadını meşru’ surette metres olarak kullanmak caizdir. Şimdi kuyor. Fakat gayr-i meşru’ bir şekil olan metres hayatını gayr-i mümkin şekle koymak şöyle dursun o hususda edna bir kayd bile vaz’ etmiyor; demek ona müsaade ediyor cevaz veriyor. Bu takdire göre bir adam istediği kadar kadınla –isterse adedi yüzlere baliğ olsun– gayr-i meşru’ münasebatta bulunabilecek fakat ikinci kadınla meşru’ nikahdan bahs edecek oldu mu bütün müşkilat ve mevani’-i kanuniyye karşısına dikilecek. Niçin böyle? Çünkü Garb’da böyledir. Madem ki biz de Garb yolunu tuttuk o halde biz de onların hayat-ı metres hayatının gayr-i meşru’ münasebetlerin Avrupa hayat-ı ictimaiyyesinin temellerini nasıl sarstığını görmüyor bilmiyor muyuz? Bazılarının bunu görmediğini ve bilmediğini kabul ederiz. Fakat bu işleri yapanlar yaptıklarını bilerek yapıyorlar. Bilmeyerek yapılmış hiçbir şey yoktur. Garblı olmak bir kere bu adamların zihinlerinde yer etmiş. Artık bu hususda hiçbir şeyin kulaklarına girdiği yoktur. Bila-kayd ü şart Garblılaşmaya karar verenlerin bila-kayd ü şart mümeyyizat-ı milliyyeye ibraz-ı husumet edecekleri tabiidir. Onun içindir ki milletin dünkü hayat-ı ictimaiyyesi tamamıyla tahavvül ve inkılab etmelidir. Artık bu bir illet haline gelmiştir. Hangisi iyi hangisi kötü iyice düşünmeye mevki’-i müzakereye koymaya bile tahammülleri yoktur. Madem ki düne aiddir öyle ise mutlaka değişecektir. Yegane düsturları budur. Başka hiçbir söz hiçbir hakikat kulaklarına girmez. Onlardan birini bıyıklarını kazımış görür de sebebini sorarsanız; “Çünkü dün bıyıklı idik; bugün bıyıksız olacağız!” der. Bütün hayat-ı ictimaiyyenin tebeddülünü icab eden yegane esbab-ı mucibe budur. Talak da diğer ahkam-ı ğildir. Talakın yahud teaddüd-i zevcatın niçin men’e kal-kışıldığına uzun uzadıya esbab aramaya hacet yoktur. Madem ki bunlar düne aid müesseselerdir öyle ise kalkması zaruridir. Peki ama efendiler bu sizin kaldırmaya teşebbüs ettiğiniz şeyleri Garblılar te’sis etmeye uğraşıyorlar. Yeni kanun layihasının bazı maddelerini gazeteler neşr etti. Komisyon Reisi Hacı Adil Bey de gazetesine yeni kanunun aile temellerini nasıl asrileştirmiş olduğu hakkında beyanat-ı mahsusada bulundu. Muma-ileyh komisyonun teaddüd-i zevcatı gayr-i mümkin kılacak esaslar vaz’ eylediğini ve talakın kadına da verildiğini ancak huzur-ı hakimde esbab ve şerait-i kanuniyye zikr edilmek suretiyle talaka cevazı kabul ettiğini söylemiştir. Diğer bazı yeni esaslar daha varsa da komisyon reisi onları o kadar mühim telakki etmiyor asıl bu noktaları şayan-ı kayd ve ehemmiyet görüyor… Filhakika komisyon bu esaslarda İslam’dan uzaklaşarak Garb hukûkunu iktibas etmiştir: Hemen bilumum Hıristiyan devletlerinde teaddüd-i zevcat memnu’dur; kezalik talak da memnu’dur; ancak son zamanlarda bazıları talakı kabul etmek mecburiyetini hissetmişler şu kadar ki; zevcenin hıyanetini isbat gibi bazı şeraitin tahakkuku takdirinde talakı mahkemenin kararına bırakmışlardır. Lakin buna mukabil Garb’da metres hayatı vardır. Herhangi müteehhil bir adam istediği bir kadını hiçbir akd-i dini veya kanuniye müstenid olmayarak gayr-i meşru’ bir surette kullanır. Şayed bir adam meşru’ bir surette pa kanunları buna müsaade etmez. Fakat gayr-i meşru’ surette istediği kadar metres kullanmasına müsaade eder. İslam hayat-ı ictimaiyyesine gelince Müslümanlık erkekle kadının gayr-i meşru’ münasebatını tanımadığı cihetle fıtrat-ı beşeriyyeye karşı sed çekmemiştir. Bazı ahval-i zaruriyyeyi nazar-ı i’tibara alarak teaddüd-i zevcat esasını taht-ı memnuiyete almamıştır. Vahdet-i zevceyi asıl ve esas ittihaz etmekle beraber lede’l-icab teaddüdü de mubah ve helal kılmıştır. Binaenaleyh artık bunu hiç kimsenin tahrime salahiyeti kalmamıştır; her kim tahrime kalkışırsa bit-tabi’ bunun hükmü yoktur. Komisyon diyor ki: “Biz teaddüd-i zevcatı esas i’tibarıyle men’ etmedik; fakat onu gayr-i mümkin kılacak birtakım şurut ve kuyuda tabi’ kıldık.” Ona da hakları yoktur. Çünkü o da men’ u tahrimden başka bir şey değildir. Hukûk-ı Aile Komisyonu meşruiyet kapılarını kapayıp da halkı gayr-i meşru’ yollara müracaate muztar bırakmak mı istiyor? Vakt ü hali yerinde bir adam ikinci bir kadınla evlenmeye kalkışırsa hakim bunu nasıl men’ edebilir? Şer’an men’e hakkı yok ya! Esasen men’inin şer’an hükmü de yok. Fakat farz edelim men’ etti de bu adam da ikinci bir kadını nikah ile almaktan vaz geçti. Böyle bir mümanaat-ı Demek istiyoruz ki; orada aile ictimaiyatı bizim hayat-ı ailemizle asla kabil-i kıyas değildir. Ama o kadar başkadır ki; o hayatı görmeyenler bilmeyenler onun safahatını havsalalarına bile sığdıramazlar. Şimdi bizi de onlara benzetmek isteyenlerin yani talakı mahkemelere götürmek üzere kanun vaz’ına kalkışanların bu hareketi elbette bizim aile hayatımızın temellerini tarumar etmekten başka bir netice vermeyecektir. Bunda hiç şübhe yoktur. Bit-tabi’ müslüman aile hayatı buna tahammül edemeyecek kadınların şımartılması birçok ailelerin felaketlerini intac edecektir. Memleketimizin muvazene-i ictimaiyyesi bozulacak; ya o kanunu tatbike imkan olmayacak yahud tatbiki milletin vicdan-ı ictimaisini çok muztarib edecek adeta onu canından bezdirecektir. Zevcesinin ismini bile başkaları yanında söylemek istemeyen bir adam lede’l-icab karısını boşayabilmek için mahkemeler kapısında dolaşacak mesela karısının hıyanetini isbat için şahidler tedarikiyle uğraşıp duracak şeriatin kendisine bahşetmiş olduğu hukûktan istifade edemeyecek. Peki şimdi bizim bir adamı aile mesaili hakkında kendi dininin ahkamından başka birtakım ahkam ve kavanine riayete mecbur tutmaya ne hakkımız vardır? Hürriyet-i vicdanın hürriyet-i edyanın bir ma’nası varsa herkes ahval-i şahsiyyeye taalluk eden mesailde ahkam-ı mezhebiyyesine tabi’ olmak hakkını haiz bulunmak lazım gelir. Bence bir akide olan dinimin bir hükmü hem de nusus-ı Kur’aniyye ile sabit bir hükmü hakkında beni takyide kalkışmak o ahkam-ı diniyyenin hilafında birtakım ahkam ve kavanine riayete mecbur tutmak nusus-ı kat’iyye-i diniyye mevcud iken onu bertaraf ederek şunun bunun re’yine tabi’ olmaya muztar kılmak hürriyet-i edyan düsturunun neresine sığar? Bu hususda hükumetin vaz’iyeti ne ise tamamıyla teayyün ve tavazzuh etmelidir. Eğer hükumet resmen bir dine tabi’ ise ahval-i şahsiyyeye dair vaz’ edeceği kanunlar bit-tabi’ tabi’ olduğu dinin ahkamına tamamıyla tevafuk edecektir. Çünkü devletin resmen bir dini olması demek bu demektir. Eğer bu devlet resmen bir dine mensub olduğu halde aynı dine mensub olan halkı kendi ahkam-ı diniyyelerinden başka birtakım ahkam ve kavanine mecbur tutacak olursa hükumet Kanun-ı Esasi’ye riayetsizlik göstermiş olur. Binaenaleyh kanun-ı esasilerine devletin herhangi bir dine mensub olduğunu yazan hükumetler vaz’-ı ahkam hususunda o dinin ahkamına tamamı tamamına riayet etmek mecburiyetindedirler. Aksi takdirde kanun-ı esasiye hıyanet etmiş olurlar. Kanun-ı esasilerinde devletin herhangi bir dine mensub olduğu tasrih edilmemişse yani hükumet “laik/ Ez-cümle talaka doğru Avrupa’da az zaman zarfında mühim adımlar atıldı. Mukaddema onlarda talaka hiç ku takdirinde mahkemelerine bu salahiyet verildi. Onlar mahkemeye giderken hiç yoktan gittiler. Talakın büsbütün memnuiyeti karşısında hiç olmazsa mahkeme ma’rifetiyle olması onlarca büyük bir muvaffakıyettir. Ama bizim için öyle midir? Bizde esasen böyle memnuiyet mevcud değil. Aile işlerinin halli herkesden ziyade yine ailelere aid olmak kadar tabii bir şey yoktur. Aile hususatını mahkemelere mahkemelerden gazetelere düşürmek kadar münasebetsiz bir şey olamaz. Aile hususatının öyle nazik safahatı vardır ki insan buna hakimin değil hiç kimsenin müdahalesine rıza gösteremez. Tasavvur ediniz; ehl-i iffet bir müslüman erkeği karısının bir yabancıya karşı işaret ettiğini gözüyle görür de o anda onu terk edemezse ne hale girer? Bunun için hakime gidecek de zevcesi filana işaret ederken gördüğünü söyleyecek; hakim de ya; “Bu talak için esbab-ı kanuniyyeden değildir!” diyecek yahud şahidler isteyecek. Bit-tabi’ bunun isbatı kabil olmadığı için o kadından ayrılamayacak. Sonra da hıyanetini kendi gözüyle gördüğü bir kadınla birlikte yaşamaya mecbur olacak. Acaba bir insan için dünyada bundan büyük azab olur mu? – Bu kadarcık bir şeyden bir işaretten talak da hayatını hiç görmemişlerdir yahud görüp de sonradan o hayattan irtidad etmişlerdir. Bugün –Garb hayat-ı sek– memleketimizin hemen kaffesi aile mes’elelerinde gayet salabetlidir. Karısının işareti şöyle dursun gönlünün bir başkasına meylini hissetse onunla yaşamaya tahammül edemez. Ama Avrupa’ya gelince; filhakika orada böyle şeylerin ehemmiyeti yoktur. Çünkü orada evli bir kadın göğüse vererek kalkıp birlikte oynayabilir. Kocası olmadığı zaman yabancı bir erkeği kabul edebilir. Balolarda nim-uryan bir halde bütün erkeklerin enzar-ı şehvetini celb eder onlarla güler oynar sonra da kocasının koluna girerek eve giderler. Kocası da başka kadınlarla aynı muamelede bulunur. Bu gibi şeyler onlara hoş gelir. Yalnız bu kadar değil; karısının başkalarıyla münasebatta bulunduğunu bilenler olur da yine hazm eder. Artık böyle bir hey’et-i ictimaiyyede aile hususatının mahkemelere düşmesinde o kadar ehemmiyet yoktur. Karısının başkasıyla münasebatta bulunduğunu hazm edemeyen olursa mahkemeye müracaat eder da’vasını isbat edebilirse hakimden tefrik kararı alabilir. Tefrik olunmasa da o kadar ehemmiyeti olmaz. Beraber yine yaşayabilir. cağı şübhesizdir. Meclis meclis ise bu kanun layihasını mevki’-i müzakereye bile koymaz. Teşkilat-ı Esasiye’de madem ki devletin dini Din-i İslam olduğu ve ahkam-ı şer’iyyeyi tenfiz ile mükellef olduğu musarrahdır o halde komisyonun münhasıran nazar-ı yon reisi; “Memleketimizin ahlak adat ve bugünkü ihtiyacat-ı medeniyyesini ve ahalimizin temayülatını nazar-ı dikkate alarak mevcud müeseseleri tedkik ediyor ve asri bir kanun vücuda getirmek istiyoruz.” diyor. Bunlar laftır. Memleketimizin ahlakı da adatı da ihtiyacat-ı medeniyyesi de ahalimizin temayülatı da hukûk-ı ailenin ahkam-ı şer’iyyeye göre tanzimidir. Bizim halkımızın ahlak ve adatını ihtiyacat ve temayülatını komisyon a’zası meyanında bulunan Selanikli Dönmelerden filan bey mi ta’yin ve takdir edecektir? Komisyonun öyle bir kısım a’zaları da vardır ki ahkam-ı şer’iyye hakkında hiç tedkikat ve tetebbuatları yoktur. Memleketimizin hakiki hakkıyla bilenler de bu vaz’ olunan ahkamın ahkam-ı şer’iyyeye mutabakatini iddia edemezler. İhtimal ki bunlar da ekalliyette kalmışlardır. Pekala görülüyor ki; komisyon milletin temayülat ve Garb hukûkunu esas ittihaz ederek asri bir aile kanunu hazırlamak istemiştir. Garb’da olduğu vechile talak salahiyetini zevclerden nez’ ederek mahkemeye vermiş teaddüd-i zevcatı da gayr-i mümkin bir hale getirerek metres hayatını serbest bırakmıştır. Bizim halkımızın ihtiyacatı temayülatı bu mudur? Hıristiyanlar ve Yahudiler hukûk-ı aile hususunda kendi mezheblerinin ahkamına tabi’ olacaklar; biz müslümanlar kendi dinimizin ahkamına tabi’ olamayacağız. Böyle şey olur mu? Hıristiyanlar ve Yahudiler gibi bizim de ahkam-ı diniyyemize tabi’ olmak hakkımız kabul edilmelidir. Hukûk-ı Aile Komisyonu’nun yapacağı şey tamamıyla bi-tarafane hareketten ibarettir. Hıristiyanların ahkam-ı mezhebiyyesi şu Yahudilerinki şu müslümanlarınki de şudur. Kısım kısım bunları tedvin ederek bir layiha-i kanuniyye hazırlayacaktır. Yahudilerin hıristiyanların ahkam-ı mezhebiyyelerine tabi’ kalmak istediklerini kabul edip de müslümanların dinlerine tabi’ kalmamak tamamıyla indi hükümlerdir. Komisyonun hiçbir hükm-i şer’iyi zerre kadar tağyir ve tebdile salahiyeti yoktur. Binaenaleyh tağyir ve tebdili lağvdir hükümsüzdür. Mesela bir müslüman kalkar da meşru’ surette ikinci bir kadını taht-ı nikahına alacak olursa mahkeme buna karşı ne diyebilir? “Hayır meşru’ surette taht-ı nikahına alamazsın. Ancak başka bir kadın almak isterla-dini” bir hükumet ise o takdirde hükumete teveccüh eden vazife hukûk-ı aileye taalluk eden mesailde herkesi mensub olduğu dinin ahkamına riayette serbest bırakmaktır. Laiklik hiç kimsenin vicdanına akaidine ahkam-ı mezhebiyyesine karışmamak demek ise herkesin vicdanına akaidine ahkam-ı mezhebiyyesine hürristiyanları Yahudilerin yahud müslümanların Yahudileri hıristiyanların yahud müslümanların.. müslümanları da hıristiyanların yahud Yahudilerin ahkam-ı mezhebiyyesine tabi’ kılmaya mecbur etmez ahval-i şahsiyyeye taalluk eden aile mes’elelerinde her mezheb mensubinini serbest bırakır. Laik demek bütün dinlere karşı i’lan-ı harb demek ise o vakit hiç kimsenin ahval-i mezhebiyyesine riayet mecburiyeti yoktur. Fakat laikliğin bu nev’i ancak bolşevik Rusya’da caridir. Dünyanın başka bir yerinde böyle bir şey yoktur. Şimdi bu nokta-i nazardan bizim şekl-i hükumetimiz nasıldır; onun tedkik edelim. Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’na bakılırsa; “Devletin dini İslamdır. Büyük Millet Meclisi ahkam-ı şer’iyyeyi tenfiz ve icra ile mükellefdir.” Şu halde hükumetimiz laik bir hükumet değildir. Hükumet millete karşı ahkam-ı şer’iyyeyi tenfiz edeceğini taahhüd etmiştir. Binaenaleyh vaz’ edeceği kanunların mutlaka ahkam-ı şer’iyyeye mutabık olması zaruridir. Ahkam-ı şer’iyye hilafında kanun vaz’ etmek ahkam-ı şer’iyyenin tenfizini hükümsüz bırakmak muattal kılmak demektir. Buna ise Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’na göre asla ve kat’a cevaz yoktur. Binaenaleyh Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’nun bu maddelerine riayet etmezse Kanun-ı Esasi’yi tanımamış reddetmiş olur. Teşkilat-ı Esasiyye’nin bir maddesine değil bir kelimesine bile riayetsizlik göstermek lam olduğunu tasrih ettikten ve hükumeti de ahkam-ı şer’iyyeyi tenfiz ile mükellef tuttuktan sonra artık ahkam-ı şahsiyyede bilhassa hukûk-ı aileye taalluk eden mes’elelerde mutlaka ahkam-ı şer’iyye nazar-ı i’tibara alınacaktır ona muhalif hiçbir şey nazar-ı i’tibara alınamayacaktır. Şu halde Hukûk-ı Aile Komisyonu Reisi Hacı Adil Bey’in; “Ne münhasıran ahkam-ı fıkhiyyeyi ve ne de münhasıran Garb hukûkunu esas ittihaz etmiş değiliz.” demesi Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’nu tamamen nazar-ı i’tibara almamak demektir. Komisyon Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu mucebince münhasıran ahkam-ı şer’iyyeyi nazar-ı i’tibara almak mecburiyetindedir. Hukûk-ı Aile Komisyonu’nun kendisini Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’yla mukayyed addetmemesine göre tanzim ettiği kanun layihasının da meclisce nazar-ı i’tibara alınmaya “eytamhaneler”in kapılarına “maktel-i etfal” diye yazmak bile istemişlerdir. “Fransa Almanya ve sair memleketlerde meşru’ bir surette doğan çocuklara nisbetle gayr-i meşru’ vücuda gelenler arasındaki vefeyat ½ İtalya’da ¼ mikdarındadır. Bir de müşahedat-ı tedkikıyye buna şahiddir ki veled-i gayr-i meşru’lardan yaşayabilenler kendilerine karşı bu cinayeti irtikab eden milletlerden enva’-ı ceraimi irtikab suretiyle intikam almaktadırlar…” etmesindeki esrar-ı ictimaiyye! Bu hakikatte o çocuğu öldürmek demektir. Buna binaendir ki gayr-i meşru’ olan metres hayatına müsaade göstermek bir kere kadını tahkir onun izzet-i nefsini ve şeref-i zatisini hiçe hayata tercih ve tafsil eylediği insanda bulunması lazım gelen bu hissi itfa ve imha demektir. Çünkü kadın erkeklerin medar-ı kutb-ı hayatı ve daima rağbet edilmiş şeylerin fevkınde mergûbu olduğunu hissetmek fıtratıyla mefturdur. Bu hissi birtakım gayr-i meşruiyetlerle mahv olunca mergûbiyeti de birlikte mahv olur gider. Kadın bu dereke-i pestiye düşürülmekten masun ve mahfuz kalıp ancak meşru’ zevce suretinde sıyanetle beraber şerefli ve muvakkar olduğunu idraksiz birtakım süfehayı avlamak için tuvalet yapıp sokak sokak gezmekten çok uzak ve yüksek bulunduğunu anlarsa izzet-i nefis ve şeref-i insaniyyetin ne olduğunu da derk etmiş olur. Gayr-i meşru’ münasebetlerden husule gelecek biçareler ismini yad edecekleri bir pederden izzetinden haneden mahrum kalacaklarına şübhe yoktur. avakıb-ı feciası! Şeriat-i İslamiyye bu gibi mefasid-i ictimaiyyeye meydan vermemek mülahazasıyla teaddüd-i zevcat kapısını seddetmemiştir. Buna karşı i’tiraz edenler acaba piçhanelere doldurulan gayr-i meşru’ çocuklar hakkında ne diyecekler? Hiç şübhe yok hayat-ı ictimaiyye-i beşeriyye için bir felaket-i mahza olan bu hale nazaran ledel-icab ahkam-ı meşrua dairesinde teaddüd-i zevcat ile kadının şeref ve namus-ı insanisini sıyanet etmek en büyük bir hikmet ve insaniyettir. naenaleyh biz müslümanlar Din-i Mübinimiz’in bir din-i fıtri olduğuna ve bütün ahkamının beşeriyet için mahz-ı hayr u felah olduğuna kailiz. Binaenaleyh dinimize kimsenin dahl etmesini istemeyiz. Dinimizi dinimizin ahkamını beğenmeyenler ona tabi’ olmayabilirler. Fakat tabi’ olmak isteyenleri de men’e kalkışmaya kimsenin hak ve salahiyeti yoktur. sen mutlaka gayr-i meşru’ surette yani metres olarak alabilirsin” mi diyecek? Komisyonun teaddüdü gayr-i mümkin hale getirmesinin gayr-i meşru’ münasebetleri men’ etmemesinin neticesi bundan başka bir şey midir? Şimdi halkımızın ahlak ve adatı ihtiyacat ve temayülatı bu mudur? Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’ndaki ahkam-ı şer’iyyenin tenfizi böyle mi olacaktır? Bu kanunun kabul edildiği gün meşruiyet kapıları gayr-i mümkin hale getirildiği için metres hayatı başlayacak. Git gide bu gayr-i meşruiyet teammüm ederek muayyebiyetini zayi’ edecek. O zaman Avrupa’da metres hayatının avakıb-ı feciası da memleketimizde baş gösterecek. Müslümanların taht-ı nikahına alacakları ikinci kadın aynen birinci kadın gibi bütün ahkam-ı şer’iyyeye tabi’dir; nafaka miras ve himaye-i evlad ve ensalde diğerinden hiç farkı yoktur ve meşru’dur. Bunlardan hiç biri Şer’-i İslam’ın ta’yin ve tahdid ettiği hukûktan mahrum değildir. Miras mes’elesinde de aynı müsavata riayet edilir birinci kadınla ikinci kadından olacak çocuklar arasında asla fark gözetilmez. Lakin insaf edilsin teaddüd hususunda meşruiyeti kaldırıp da metres hayatını kabul eden Garblı Hıristiyan memleketlerinde böyle midir? Metres hayatının alabildiğine revac bulduğu Garb memalikinde gayr-i meşru’ veledlerin ahval-i feciası bilenlerin ma’lumu olduğu vechile tüyleri ürpertecek derecededir. Bu gibi zavallılara müteveccih olan tehlikeler yalnız aile isimlerini gaib etmek ve meşru’ bir surette vücuda gelen emsaline iştirak etmekten mahrum bulunmaya münhasır olsa ne ise ne; fakat bu biçare çocukları ilticagahlarının duvarları arasında müdhiş bir mevt daima tehdid edip duruyor. Hükumetlerin daire-i sıyanet ve ihtimamına vasıl oluncaya kadar bunları ırza’ eden süt nineler bunlara merhametkar bir kalb ile atf-ı nazar etmezler. Tabii analık sinesinden nebean eden şefkatle mümtezic şir-i maderane ile bu evsafdan ari yabancı murzıaların verecekleri gıda-yı mayi’ bir midir? Almanya’te memleketin birçok cihetlerinde eytam ve piçhaneler vücuda getirmiş ve çocukları muhafaza ve terbiye için elinden geleni sarf etmiş de o sene zarfında bu müesseselere getirilen biçarelerin kişi olduğunu bunlardan yüzde onunun eytam yüzde doksanının da piç olduğunu istatistik neticesinde anlamıştır. Bunların sıyanet ve terbiyeleri için hükumet elinden gelen son fedakarlığı ve kavaid-i sıhhiyyeye riayeti ifa ettiği halde o sene zarfında çocuklardan yüzde’i oniki yaşlarına kadar olanlarının da yüzde ’i terk-i hayat etmiş ve oniki yaşına kadar olanlardan nihayet yüzde’den fazla kalmamıştır. Bunun üzerine bazı rical-i hükumet bu netice-i elimeyi anlayınca SEBILÜRREŞAD / - - beraber ahkam-ı İncil bilinmez olmuştu. Elhasıl beşeriyet belki on asır geriye doğru medeniyetinden ruhundan uzaklaşmıştı. din-i kemal din-i hayat din-i hakikat olarak reh-güzar-ı beşeriyyette doğdu. Kızgın çöllerin hariminden bir nur-ı mualla şeklinde yükselen İslamiyet feyyaz bir iksir-i hayat te’sirini göstererek çölleri ma’murelere esareti hürriyete zulmeti nura cehli ilme tahvile başladı… “Eyvan-ı Kisra”nın sarsılmasıyla insaniyete refah ve saadeti tebşir eden ruh-ı İslam cihanda zulme zulmete aid ne varsa hepsini hiçbir inkılabın yapamayacağı hiçbir nüfuz-ı hükümraninin vücuda getiremeyeceği bir heyecan-ı iman ile herc ü merc eyledi. Artık “Kisra”ların ateş-gedelerindeki ziyalar sönmeye İslamiyet diyarından yükselen cazib hakikatlerle Garb’daki esirler canlanmaya başladı. Müslümanlık yolunu kaybeden beşeriyete kelime-i camia-i tevhid ile hitab ediyor; bütün insanları kemale hidayete nura irfana çağırıyordu. “ Ey nas! Biz sizi bir erkek ile bir kadı dan halk ettik. Sizi ancak tanışasınız bilişesiniz diye şuub ve kabaile ayırdık. Nezd-i ilahide en keriminiz en muttakinizdir. Şübhesiz Allah Teala Alim ve Habir’dir.” Bu hitab aynı toprakta yaşadıkları aynı mehasin ve menabi’-i tabiiyyeden istifade ettikleri halde bir halikın emri tahtında hareket eden ecram-ı semavatı kuva-yı kainatı maksad-ı hilkati idrak etmeyerek mevzıi ırki şahsi birtakım düşüncelerin zebun-ı ihtirası olan beşeriyet vur olunabilir mi?.. gidişlerini yanlış işlerini en yakın en derin bir nüfuz mümeyyizatın fevkınde bir hars vücuda getirmiştir. İnsanları yekdiğerinden ayrı telakki etmeyen aralarında sınıf kabile haseb ve neseb farkı gözetmeyen fakir ile zengini bir tutan Şeriat-i Ulya beşeri hiçbir te’sire tabi’ olmamış bilakis alem-i insaniyyeti gayr-i tabii göreneklerinden ayırarak hakiki tekamül yollarına sevk etmiştir. Diyanet-i kabul eden milletler olduğu gibi ictimaiyatlarında da bir inkılaba şahid oldular. Bu inkılabın evsaf-ı mahsusası hey’et-i ictimaiyyelere zarar veren herhangi muzır esasın mutlak faide tevlid eden desatir ile mübadelesinde tezahür etti. Milli harslar İslamiyet te’siratıyla daha insani daha medeni bir hars halinde tekamüle başladı. müslüman milletleİslamiyet’in Arab harsı olarak telakki olunması yeni bir fikir değildir. Müslümanlık Hazret-i Peygamber’in eser-i icadı ve Kur’an-ı Kerim’i ol hazretin muhteraatı addeden bazı Garblılar nazarında İslamiyet Arablığın bu noktada evvel emirde düşünülmesi lazım bir hakikat vardır ki o da İslamiyet’in Arablıkla ne kadar memzuc bir halde gösterilirse gösterilsin bugün kıtaat-ı hamseye yayılan ve her cins millete mensub olan yüzmilyonlarca kitle-i beşeriyye tarafından hırz-ı can edilmesidir. Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın her suresinde müteaddid mevzi’lerde tekerrür eden Ya eyyühennas! hitab-ı celili sarahaten i’lan ediyor ki; İslamiyet beşeriyetin ruhuna hitab eden bir dindir. Tarih-i edyan dikkatle tedkik edilirse görülecektir ki; esas-ı hilkatten ruh ve tabiat-i eşyadan en bariz bir ihtiyacdan mülhem olan hayat-ı diniyye insaniyetin tekamülatını ta’kib ve ihtiyacat-ı insaniyye ve kabiliyet-i asriyyeye göre en evfak usul ve kavaidi en müsaid hudud ve şeraiti ihzar ederek bütün Edyan-ı mevcude vakıa muayyen muhitlerde teessüs etmiş ve buralardan intişar etmişse de fikir ve akidelerin hududu olmadığı ma’lumdur. Vicdanları tenvir eden hakikat-i diniyye ziya-yı şems gibi cihan-ı beşeriyyetin en muzlim köşelerine kadar nüfuz etmiştir. Müslümanlık güneşi doğarken cihanın Kurun-ı Vusta hurafelerini zulmet ve cehalet içinde bunalan ibtidailiğini düşünelim. Arablar kavim ve kabile münazaatı arasında ateşin çölleri kanlarıyla boyarken Üsame’nin Şam’dan getirdiği putlar karşısında derin bir cehl ile eğilirken Şark’ta Fars saltanatı şimalde Bizans İmparatorluğu Garb’da Roma kimiyetleri büyük birer derebeylikten başka bir şey değildiler. Roma o meşhur hukûkıyatını ilim ve irfanını bir tarafa bırakarak tereddiye uğramış temeli sarsılmış aile teşkilatıyla milli bünyesi çürümüş bir halde devr-i baziçesi altında fırka ve mezheb mukatelatıyla meşgûl… temsil ederken… Bu saha haricinde kalan Cermenler Anglosaksonlar Slavlar ilim ve irfandan ve medeniyetten mahrum tam bir cehil ve zalam içinde yaşamakta rılmış havarilerin sözleri unutulmuş altı asrın müruruyla müslümanlar arasında kitleler halinde her lisandan mütekellim her ırktan her milletten insanlar mevcuddur. Bütün bunları milli bir harsın tabi’i addetmek mümkün olabilir mi?.. Ancak müslümanları umumi tabii ve beşeri bir harsın bir dinin tabi’i addetmekle hakikate vasıl olabiliriz. Mevzu’u bir kere de Arab milliyeti nokta-i nazarından tedkik edelim. İslamiyet’in Arablıkla münasebat ve revabıtına aid iki esas mevcuddur. Bunlardan biri peygamberimizin evlad-ı Arabdan bulunması diğeri Kur’an’ın Lisan-ı Arabi ile inzal buyurulmuş olmasıdır. Herhangi bir peygamber beşer olmak hasebiyle elbette bir millete mensub olacaktır. Madem ki Hazret-i Muhammed bütün insaniyetin saadetini kafil bir dinin peygamberidir; bütün beşeriyet nazarında mükerrem ve muhteremdir. Evlad-ı Arabdan olmakla beraber bütün medeniyetin insaniyetin hırz-ı canıdır. Çünkü İslamiyet kavim ve kabileyi milliyeti ancak tearuf için ma’kûl ve meşru’ görüyor. Bu saha haricinde ne kavmiyet ne milliyet tanıyan bir Din-i Mübin’in peygamberini beşeriyet arasında bi-hakkın layık olduğu mevki’-i muhabbete nail olmaktan kimse men’ edemez. Lisan-ı Kur’anın Arabi olması umumiyete bir mani’ midir? Cenab-ı Hak şeref-i risaleti kime isterse ona ihsan eder. Dilerse herhangi bir milletten herhangi bir ferdi o kereme layık görürdü. Fakat ind-i ezelisinde din-i hakkın peygamberi olmak üzere Hazret-i Muhammed takdir buyurulmuştur. yukarıda izah ettiğimiz vechile kable’l-İslam kan deryası çiren Arablar Müslümanlığı kabulden sonra zaman-ı cahiliyyete aid adat ve an’anatı tamamen terk etmek suretiyle eskisinden büsbütün farklı bir hayata girdiler… Mükabereye kavmiyete istinad eden bütün adat mahv oldu. Bunların yerine tevhide teavüne muzaf bütün evsaf-ı cemile kaim oldu. Çöller ma’mureye badiyeler şehrah-ı medeniyyete inkılab etti. Arab cehaletini unuttu niyeti tebeddül etti. Tarihin bütün teferruatına kadar tesbit ettiği bu vakayi’ ve hadisat gösteriyor ki İslamiyet Arabları büsbütün başka bir hale ifrağ etmiş yani müslümanlaştırmıştır. Burada İslamiyet’in intişarına aid bir hakikat daha nazara çarpıyor. Onüç asır mukaddem berr-i cedid henüz keşf olunmadığından kıtaat-ı ma’lumenin merkezini Arabistan teşkil eylediği gibi bir cihetten Hindistan’a Çin’e diğer tarafdan Mısır’a Berberistan’a Bahr-ı Sefid sahillerine Avrupa-yı Merkezi’ye kadar her tarafa olan berri ve bahri ittisalatı hasebiyle fikr-i İslamiyet’in aktar-ı aleme intişarı için en müsaid bir vaz’iyette idi. rin ilim ve irfan sahasında fikir sahasında maddiyat sahasında Kur’an-ı Kerim’in tealim-i esasiyyesinden iktibas-ı rı ve değerli mesaileri neticesinde müşterek bir hars-ı min de bir emeği bir te’siri vardı. Medeniyet-i İslamiyye merakizi Kaşgar’dan Tebriz’e Endülüs’e İstanbul’a nakl ettikçe bu müşterek hars milliyet ve mahalliyetten daha yüksek bir kabiliyette yegane gaye ve mefkure harsı olarak kabul olunmuştur. Vakıa mahalli örf ve adat ve teamülat iklim bünye lisan tarih i’tibarıyle şeklen bir tehalüf gösterebilirse de bu sırf zahiridir. Esas hars hars-ı İslamidir. Bu harsın bütün milel-i İslamiyye arasında murtabıt ve müşterek umdeleri mevcuddur. Tarz-ı mi’mariden başlayarak ahval-i ictimaiyyemize müessesat-ı hayriyyelerimize telakkiyatımıza adab-ı muaşeretimize kadar hayatın kaffe-i tecelliyatında hakim olan tezahüratımız müşterek İslam harsının İslam terbiyesinin nümunesini teşkil eder. Müslümanlık beşeriyeti yaratılış i’tibarıyle asla tefrik etmediği kadar ma’kûl ve meşru’ sahalarda tecelliyat-ı hayatiyyesinin kıymetini tefrik etmez. Bir müslüman nazarında da şeriat nazarında da adalet nerede olsa adalettir. Zulüm de velevki İslam diyarında olsa yine zulümdür. Hüsn-i ahlak merdlik şefkat ulüvv-i cenab aliyye asla mahiyetini zaman ve mekan ile tebdil etmeyen mevzuattır. zar-ı İslamiyette bütün beşeriyetindir. insaniyetin saadetinden huzur ve sükun-ı alemin istikrarından en ziyade memnun ve mütena’im olacaklar yine müslümanlardır. Çünkü Müslümanlık bütün insanların ve onların müşterek sa’yleri mahsulü olan medeniyetin kemalini bu suretle yegane hakikat teşkil eden sırr-ı tevhidin müeyyed olan zaferini istihdaf eder. Bu i’tibar ile İslamiyet’in yalnız müslüman milletler arasında değil bütün beşeriyeti nur-a-nur agûş-ı hidayetinde tenmiye ve tesliye etmek isteyen rehakar bir harsı vardır. Tarihin asırların huzurunda böylece cereyan eden hakikat meydanda iken İslamiyet muayyen bir milliyete muayyen bir muhite aid hars olarak telakki edilemez. Bütün cihanın muhitü’l-maariflerinde kamuslarında tarihlerinde İslamiyet mütemessikleri üç yüz elli milyon nüfusa baliğ olan bir din olarak gösterilmektedir. Mecusilik Hindlilere Budistlik Çinlilere tahsis olunabildiği halde Müslümanlık hakkında böyle bir tahsis vücuda getirmeye diniyyenin tali’i zebun fakat düşmanı kavi idi. Medaris-i mehtabı ufk-ı milletten çoktan uful etmiş bulunacak idi! O zamanın maarif nazırları saltanat nazırları idi. Saltanat maarif nazırları halkın maarif hakkındaki telakkıyatını nazar-ı i’tibara almak lüzumuna kani’ değildi. Onlar halk üzerinde yalnız saltanat sürmek zevkini umde-i hayat ittihaz ediyorlardı. Yeni inkılab saltanat maarif nazırlarının yerlerine halk maarif vekillerini getirdi. Halk maarif vekillerinin maarif umdeleri ne olacak dini ve dünyevi ihtiyacatını nazar-ı i’tinaya almak ve ona göre bir maarif siyaseti ta’kib etmek idi… Değil mi? Böyle bir maarif siyaseti ta’kib etmek isteyen bir halk maarif vekilinin ilk teşebbüsü ne olmak lazım gelirdi? Yine bit-tabi’ mekteplerde ulum-ı diniyye derslerinin tezyidine ulum-ı diniyye muallimlerinin ehliyet-i lazimeyi haiz kimselerden intihabına çalışmak talebeyi teşvik muallimleri terfih eylemek idi. Çünkü halk böyle istiyordu… Değil mi? Lakin halk maarif vekillerinde böyle bir maarif siyaseti ta’kib eden görülmedi. Onlar da saltanat maarif nazırlarının yürüdükleri maarif yolunda yürüdüler!.. Bu yürüyüşler dünyanın mekteplere dinin de medreselere bırakıldığına haml edildi ve bu tarz-ı hareketi hoş görenler de oldu. Fakat son maarif vekilinin medreselere aid nagehani siyaset-i ma’lumesi karşısında kalınca ne mekteplerde ne de medreselerde ulum-ı diniyyeye hakk-ı hayat verilmek istenilmediği anlaşıldı ve bit-tabi’ bütün tahminler boşa çıktı!.. Filhakika vesile-i yad u tezkar olmak üzere Darul-fünun’da medreseler namına bir heykel dikildi ve ona “İlahiyat Fakültesi” ünvanı verildi!... Fakat temsil ettiği medreseler gibi az zamanda munkarız olmaması için ona temel taşları lazım idi. Mekteplerde okunacak ulum-ı diniyye dersleri ona temel taşı olacak idi. Medreselerin vazifelerini bil-vekale İlahiyat Fakültesi’ne ifa ettirmek isteyen bir halk maarif vekilinin bir hüsn-i niyyet eseri olarak ilk vazifesi medreselerin tali derecelerinde tedris edilen ulum-ı diniyye derslerini tali mekteplerin programlarına ilave etmek idi. Halkın maarif-i diniyyeye olan ihtiyacını başka türlü tatmin etmek yapılan mekatib-i ibtidaiyye programı halkın çocuklarını ulum-ı diniyye tahsilinden mahrum bırakacaktır. Matbu’ nüshası nezdimizde bulunan yeni mekatib-i adedlerini saatlerini nazar-ı tedkiktan geçirelim: Programda “Kur’an ve din dersleri” ünvanlı bir kısım var. Bu kısımda verilen izahata nazaran ilk mektepleLisan-ı Arab gerek fesahat gerek tarz-ı tefhim ve beyan şümul ve ma’na i’tibarıyle mevcud lisanlara faik bulunuyordu. Şi’r ve edebiyat altıncı asr-ı miladide en ziyade Arabistan’da inkişaf etmiş ve iisan-ı Arabi en ziyade tekemmül etmişti. kavli mucebince muhit ve şeraiti hazır bularak neşr-i envar-ı hakikat etmeye başlamıştır. Alem-şümul esasatıyla bütün cihan-ı beşeriyyetin saadet ve refah-ı ma’nevisi ve maddisini istihdaf eden İslamiyet hiçbir millete tahsisi mümkün olmayan bir din-i fıtri ve kemaldir. Beşeriyetin yegane hadisi yegane rehber-i fevz ü necatını teşkil eden bu Din-i Mübin’in vücuda getirdiği hars-ı metin bütün müslümanların hars-ı müşterekidir. Geçenlerde “Maarifimizde İflas Alametler”inden bahsetmiştik. İflasın en kuvvetli alameti yeni tanzim olunan la biraz meşgûl olacağımızı söylemiştik. Bu hafta yeni programa nazaran maarif-i diniyye nin külliyen iflas etmek üzere bulunduğunu gösteren alametler üzerinde tevak kuf edeceğim. Bidayet-i Meşrutıyet’ten beri nezaret sandalyesini deki ulum-ı diniyye derslerini seneden seneye azaltmak nihayet günün birinde külliyen kaldırmak idi! Hatta bu maarif nazırları içinde; “Saat-i meyyite meyanında en çok acıdığım saatler ulum-ı diniyye tedrisi uğrunda el-yevm ber-hayat ve –maalesef– meb’usdur. Ulum-ı diniyye tedrisine tahsis olunan saatleri “saat-i meyyite” telakki eden bu zatı “nuzzar-ı meyyite”den telakki etmek de erbab-ı imanın meşru’ bir hakkıdır. Kendisi gibi dalalet-i fikriyyesini ifşa etmemekle beraber aynı vechile dalalet-zede bulunan selef ve halefleri de o umdeye tamamen sadık kaldılar. Ve seneden seneye maarif-i diniyyenin ömrünü kısalttılar. Programlarda nazar boncuğu makamında olmak üzere ulum-ı diniyye dersleri görülüyordu. Fakat bu derslerin talebenin hissiyatı üzerindeki feyz-i cereyanı inhitatlı mermer taşları üzerinden akıp giden sokak sellerinin cereyanları gibi idi. Ders saatleri az ulum-ı diniyye muallimleri aciz ve zaif imtihanlarda alınan ulum-ı diniyye numaraları kıymetsiz talebe teşviksiz muallimler terğibsiz ulum-ı ni şimdiden yanlış istikametlere doğru sevk etmeye çalışıyor reisi ammu’l-avamı ise “hayattan ve tarihden tard ettiğimiz softalığı Darul-fünun’a sokmak zilletini kabul edemeyiz.” diyor. Softalığın ulum-ı diniyye hamiliğinden başka bir ma’nası var mıdır? Ve o sözün ma’nası da; “Ulum-ı diniyyeyi Darul-fünun’a sokmak zilletini kabul edemeyiz.” demek değil midir? Ulum-ı diniyye dersleri mı?! Bizzat maarif vekili matbuat muhabirlerine beyanatında; “Medreselerin ilgaları kararını imzalarken duyduğum sürur-ı müteheyyicaneyi hiçbir safha-i hayatımda duymamıştım” demedi mi? Medreselerin ulum-ı diniyye menabi’inden başka bir şey olmadıklarını bilmeyen var mı? Ma’lum muhakeme esnasında gazeteciler aleyhinde tanzim ettiği iddianame gibi resmi bir vesikada gazetecilerden ziyade –bila-münasebet– “softa”lığa hücum etmedi mi? Suhteliğin medreselerin ulum-ı diniyyenin müteradif kelimelerden lafızlardan olduklarını bilmeyen arif midir? Arablar derler. “Esmar eşçarın ayine-i hüvviyetidir.” demektir. Ruesayı maarifin o gibi sözleri de kendi zihniyetlerinin ayine-i hüvviyeti değil midir? O zihniyetteki maarif ruesasının tanzim edecekleri mekatib-i ibtidaiyye programı bit-tabi’ böyle olur. Bizde ahlaki ve ictimai inzibatları te’mine hadim ne kadar sağlam esaslar var ise suret-i haktan gözükerek hepsini baltalamak isteyen bozguncular şimdi de baltalarını ailenin temellerine çevirdiler. Nikah kıymak vazifesini şimdilik mahalle imamlarından ve atiyen verilmek istenilen şekle nazaran mahkemelerden alarak katib-i adillere devr ve tevdi’ etmek istiyorlar! lazım geliyormuş! İstanbul’un medeni bir şehir haline gelmesiyle nikahların katib-i adilliklerde kıyılması arasında acaba ne münasebet var? Zavallı medeniyet; medeniyetin ne demek olduğunu bilmeyenlerin ellerinde dillerinde ne iğrenç hallere geldin ne gülünç mevki’lere düştün? Sen bir fazilet iken rezilet oldun! Sen bir nur iken zulmete inkılab ettin! Sen bir ulviyet iken süfliyet telakki olunuyorsun! Sen bir amil-i saadet iken vasıta-i sefahet ittihaz edildin! Ta’ziyet ta’ziyet sana ey musibet-zede medeniyet! Yazık yazık sana ey hadim-i beşeriyyet! rin beş sınıflarında haftada ikişer def’a Kur’an ve din dersleri okutulacaktır. Ders müddeti kırk dakikadır. Bu müddet içinde hem Kur’an-ı Kerim hem de din dersleri tedris edilecektir. Din derslerine aid olmak üzere talebede kitab bulunmayacaktır. Muallim Kur’an-ı Kerim’i tedris ederken münasebet düşürdükçe aklına gelen dini mes’elelerden de bahs edecektir. İşte ulum-ı diniyyeye verilen ehemmiyetin derecesi!.. Okumaya henüz besmele-keş olan bir çocuğa her gün Kur’an-ı Kerim dersi verilse yine az bir şey öğretilebilir. Haftada okutulan iki ders ile hiçbir şey öğretilemez. Kırk dakika muallimin bir çocuğa vereceği ders ile iştigal etmesine ancak kafi gelebilir. Mektepte asgari bir tahmin ile kırk talebe varsa bu kırk dakikadan her çocuğa birer dakika düşer. Muallim mesiha-dem bir kimse olsa bile Kur’an-ı Kerim dersini çocuğa bir dakikada nefh edemez! Çocuklar ile yegan yegan iştigal etmeyen bir muallim de hiçbir şey öğretemez. Yalnız Kur’an-ı Kerim dersini bile kırk dakika içine sığdırmak maarif vekilimizin adeta deveyi iğnenin deliğinden geçirmek kalan ne muallimde ne de talebede kitabı bulunmayan Kur’an-ı Kerim dersiyle alakası olmayan din derslerinin ne suretle ve ne münasebetle okutulabileceğini biz anlayamıyoruz. Eğer anlayan varsa mutlaka “rufai”dir! Tedrisatta görüleceği şübhesiz bulunan ciddiyetsizlikleri ehliyetsizlikleri de dahil-i hesab edince mekteplerde maarif-i diniyyenin külliyyen iflasına doğru gittiğine hüküm vermemize hiçbir mani’ yoktur. Yalnız programda –nakş-ı ber-ab gibi– menkûş bulunan “Kur’an-ı Kerim ve din desleri”nin mekteplerden kaldırılmasını muallimler kongresinde teklif edip de kabul ettiremeyen komünist Sadreddin Celal Bey refiklerini muahaze sadedinde neşr etmiş olduğu makalesinde; “Yeni programı tedkik ederseniz sizden daha inkılabcı olan maarif vekilinin bu gayeye doğru mühim bir hatve atmış bulunduğunu görürsünüz.” diyordu. Muallim-i muma-ileyhi te’min edelim ki yalnız bir hatve atmakla kalmamış ilk hamlede menzil-i maksuda vasıl olmuştur. Kendisi de muallimlerle mücadelesinde mağlub değil galib mevki’inde bulunuyor! Fakat bu hususda her şeyden evvel ziyan gören mağlubiyete duçar olan başka bir şahsiyet-i ma’neviyye var: Ulum-ı diniyye… Mektebi yok medresesi yok… Maarif-i diniyye sahasında merkuz sadece bir heykel var: İlahiyat Fakültesi! Öyle bir İlahiyat Fakültesi ki temeli yok istinadgahı yok programlarında ulum-ı diniyye derslerinden başka ne ararsak buluruz. Reisi hassu’l-havassı talebenin zihni mani’-i izdivac bir hali bulunduğunu mahalle ahalisiyle beraber imam da bilecek gelin ve güveyi namzedleri katib-i adilliğe müracaat etmeyi yegane bir çıkar yol olmak üzere düşünecek ve müracaat de edecek kim bilir hangi kimseden alacağı ilmühaberi gösterecek para ile satın alınmış bu ilmühabere istinaden katib-i adil derhal nikahlarını kıyacak bozguncular bu yeni izdivacın meyancıları olacak medeniyet madalyası da bit-tabi’ onların göğüslerine ta’lik edilecek!.. Hey gidi muslihler… Muzaffer isminde bir hanım kocasından boşanmak dinde bulunan zevcesine bir mektub göndererek Allah emr etse dahi kendisini boşamayacağını bildirmiş nihayet iş mahkemeye düşmüş; Muzaffer Hanım’ın da’va vekili zevcin irtidad etmiş olduğunu binaenaleyh nikahın kendi kendine infisah etmiş bulunduğunu ileri sürerek mahkemeden o yolda bir karar almak istemiş; fakat mahkeme irtidad telakki etmemiş da’va vekili de Fetvahane’ye müracaat ederek o sözün mucib-i irtidad olduğuna ve nikahın bit-tabi’münfesih bulunduğuna dair bir fetva almış; fakat bu anda zevc ile zevce arasında muhalaa vuku’a gelmiş ve mes’ele de bu suretle kapanmış leye sürükleye matbuat sütunlarına getirmişlerdir. Evvela muhbiri hadiseye asrilerin nazar-ı dikkatlerini celb etmiş keyfiyetten bu suretle haberdar olan asrilik alemdarı Hüseyin Cahid Bey “Hangi Memleketteyiz? Hangi Asırdayız?” serlevhasıyla yazdığı başmakalede asrilik mektebinin mümtaz şakirdlerinden Necmeddin Sadık Bey de’da “Örf ve Kanun” sernamesiyle bir başmakale yazarak üstadını te’yid etmek vazifeşinaslığını göstermiştir. Hüseyin Cahid Bey bu hadiseden mütevellid “Vak’a bugün İstanbul’da kendi gözlerimizin önünde bir mahkemede cereyan ediyor. Bila-ihtiyar kendi kendimize; “Dünyanın hangi memleketindeyiz? Hangi asırdayız?” sualini irad ettik. Büyük bir inkılab yaparak cumhuriyeti te’sis etmiş mazinin an’anelerinden rabıtasını kesmiş din ile dünya işlerini birbirinden ayırmış Yirminci Asır demokrasi Türkiyesi’nde miyiz? Bu suale evet diyebilmek için epeyce bir cür’et ister. Birkaç gün evvel Dumlupınar’dan kulaklarımıza aks eden necat ve selamet müjdeleri ile bu kara ruhi ve fikri Eğer medeniyet bozguncuların zannettiği gibi bir şey rı gibi ahlak ve ictimaiyat levsiyatını sinesinde taşıyan bir vasıta-i fısk u fücur ise müslümanlar öyle medeniyeti meftunlarına bırakarak vahşi kalmayı cana minnet telakki edeceklerdir! Bozguncuların nikahları katib-i adillere kıydırmak istediklerinin sebebi ne imiş bilir misiniz? Her millete mensub kadın ve erkekler yekdiğeriyle sevişiyorlarmış yekdiğerlerini almak istiyorlarmış fakat papaslar hahamlar çünkü dinler ayrı ayrı dinlere mensub kadınlarla erkeklerin yekdiğeriyle izdivac etmelerine mani’ oluyormuş. Bu hal İstanbul’un medeni bir şehir haline gelmesine mes’elelerinin papasların hahamların imamların ellerinden alınarak katib-i adillere verilmesi imiş. Başka türlü medeni bir millet olmak ihtimali yokmuş!!! Öyle ya; Yirminci asr-ı medeniyyette bulunuyoruz. Böyle bir asırda dinleri papasları hahamları imamları nikah mes’elelerine karıştırmak kadar medeniyetsizlik eski kafalılık olur mu? Bozguncuların bu nazariyelerine göre herhangi bir müslüman kızı müslüman olmayan herhangi bir erkek cek fakat ne mensub olduğu aile reisi razı olacak ne de mahalle imamları nikahlarını kıyacak… Bu ciheti bilen hanımefendi doğrudan doğruya katib-i adilliğe müracaat ederek sahte şahidler veyahud sahte vesikalar katib-i adillik de hemen nikahlarını kıyacak Ayşe Hanımefendi Kirye Hristo veya Baron Haçik yahud Mösyö Pierre ile kol kola girerek oradan ayrılacaklar! Bu suretle Dini mezhebi milliyeti belli olanlar bu rezalet-i ictimaiyyeyi bu denaet-i ahlakıyyeyi bu hakaret-i diniyyeyi bu cinayet-i mezhebiyyeyi bu ihanet-i milliyyeyi kabul edemezler. Bozguncuların asri mi’deleri medeni havsalaları bu kadar geniş ise ona diyecek yok! Bu bozguncular “hürriyet hürriyet” diye diye kız ve erkek evladı analarının babalarının nüfuzları terbiyeleri te’sirleri altından çıkardılar. Ebeveynin evlad üzerinde yalnız mahkemelerde nazar-ı i’tibara alınabilecek kuru bir hakk-ı velayetleri kalmış idi; şimdi “medeniyet medeniyet” diye genç kız ve erkeklere o hakkı da üzerlerinden attırarak külliyen başı boş bırakmak istiyorlar!.. Kim bilir daha neler yapmak isteyecekler? Başka biriyle izdivacına şer’i ve kanuni mani’i bulunan bir kimse izdivac etmeye kalkışacak mahalle aynı vechile muhtac-ı muayene addeylemek lazım gelmez mi? İstiklal Mahkemesi huzurunda bilmeyiz merdlik namına mı yoksa merdliğinden fedakarlık namına mı laik olduğunu söyledikten sonra ikinci muhakeme esnasında laiklik dinsizlik demek olmadığını dermeyan ederek fikr-i uluhiyyete doğru aleni bir irtica’da bulunan mir-i muma-ileyhin bugün bu fikrin aleyhinde ateş püskürmesi dimağında ne hafıza ne de muvazene kalmadığını göstermektedir. Bugün küfür ve irtidad aleyhinde bulunmayı fetva alınmasını ruhi ve fikri bir irtica kara bir cehalet köhne bir zihniyet addetmesine nazaran aleyhinde bulunmalıyız ki irtica’ mevzu’-ı bahs olabilsin. Halbuki biz öyle bir halden haberdar değiliz. Biz Hüseyin Cahid Bey’e son söz olmak üzere şunu söyleyeceğiz ki; fikr-i uluhiyyet taşımak eğer fikr-i irtica’ taşımak demek ise dünyayı bir irtica’ dünyası olarak kabul etmelidir. Çünkü fikr-i uluhiyyetten tecerrüd etmiş hiçbir millet mevcud değildir. Bu hafta bize diye bir gazete parçası göndermişler. Baktık; başmakalesi doğrudan doğruya din aleyhinde Müslümanlık aleyhinde ateşler püskürüyor. Birden bire Moskova’da neşr olunduğunu zannettik. Mahall-i intişarını tedkik edince İzmit’te basılmakta olduğunu gördük hayret ettik. Müslümanlık kendi diyarında hançerleniyor. İslamiyet’e karşı bu ne müdhiş gayz ve husumet! Muharrir adeta kudurmuş dine karşı öyle saldırıyor ki bir bolşevik ancak böyle bir harekette bulunabilir. Baştan başa hezeyan ve iftiradan ibaret olan bu tecavüzleri aynen nakl edelim de müslümanlar kendi aralarında müslüman kıyafetine bürünmüş İslam düşmanlarının ağızlarından taşan gayz ve husumetlerini görsünler de ibret alsınlar. “Hür Fikir” aynen diyor ki: “Dinim menfaatimdir… Öyle bir muhitte yaşıyoruz ki insanların ancak binde biri hakikatle ve diğerleri hayalatla karşı karşıya durmakla ömürlerini sürüklüyorlar. Hayat-ı diniyye de böyle olmakda zaruridir. Zira dinler daima insanların iştihalı bulunduğu şeyleri va’d ederler çalışmadan en nefis yemekleri yiyip içmekler en güzel kadınları koyuna almaklar bilhassa İslam Dini’nde en cazib şeylerdir. Hıristiyanlık da bundan daha aşağı mevaidde bulunmuyor. Zaifleri ve züğürtleri elde edebilmek çoktur. Lakin bu dindar olmak hakikatte lafzı murad bir nur ve irfan medeniyet ve teceddüd Türkiyesi ile insanın ruhunu ve dimağını boğan mevcudiyetini mutavaatkar bir makine haline getiren cehalet ve inhitat içinde çürümeye mahkum edilen köhne asırların Türkiyesi hala hala yan yana yaşıyor.” Biz Hüseyin Cahid Bey’in asrici laikçi olduğunu sütunlarında yazılarını okumaya başlayalıdan beri biliyor idik. Biz mir-i muma-ileyhin asrilik zihniyetine laiklik kanaatine müdahale etmek emelinde değiliz. Fakat kendisinde gördüğümüz bir göz açıklığı el çabukluğu hayretimizi mucib oluyor. Her şekl-i idareyi küfür ve irtidadın tabii bir hamisi olmak üzere telakki ediyor ve herkese de öyle telakki ettirmeye çalışıyor. Dün Meşrutıyet’i küfür ve irtidad hamisi gösteriyordu; bugün de Cumhuriyet’i öyle telakki ediyor ve öyle telakki ettirmek lif şekl-i idareler görülüyor. Fakat hiçbir şekl-i idarenin küfür ve irtidadı himaye ettiği görülmüyor. Filhakika metler yok değildir. Fakat bu keyfiyet idare sisteminin muktezası değil idare adamlarının kendi zihniyetleri mahsulüdür. Maa-haza bi-taraflık demek hiçbir zaman küfür ve irtidad hamisi demek değildir. Buna mukabil Hüseyin Cahid Bey’in küfür ve irtidad asrı telakki ettiği bugünkü Yirminci Asr’ın milletleri küfür ve irtidadın değil iman ve ihtidanın hamileridir. Bugün en asri milletler bundan asriliğin de küfür ve irtidadı himaye etmediğini anlıyoruz. Hatta bazı Garb milletlerini pek mütedeyyin bir hale getirmiş olduğuna bakarak iman ve ihtidanın hamisi bulunduğuna i’timad etmek istiyoruz. Iman ve hey’et-i ictimaiyyeler iman ve ihtidanın hamileridir. Küfür ve irtidadın hamisi her hey’et-i ictimaiyye içinde bulunan birer kısım ferdlerdir. Hüseyin Cahid Beyefendi Türkiye gibi müslüman memleketinde müslüman mahkemesinde Garb milletlerinde fikr-i uluhiyyeti takviye eden Yirminci Asır’da dininin Din-i İslam olduğunu kabul ve i’lan eden Cumhuriyet devrinde irtidad gibi bir hadise-i şenianın mevzu’-ı bahs olmasına acaba neden dolayı tahammül edemiyor? Ve hangi esasa istinaden hangi salahiyete binaen Cumhuriyet’i Yirminci Asr’ı mahkemelerimizi hey’et-i ictimaiyyemizi –valinin bütün zabıta kuvvetlerini mevhum bir ihtilale karşı sevk etmesi gibi– küfür ve irtidad hamiliğine sevk etmek istiyor? Öyle bir manevra Bey’e muayene ettirmek isteyen Hüseyin Cahid Bey de küfür ve irtidadı himaye ettiğinden ve bütün kuvvetleri onlara karşı himayekar gösterdiğinden dolayı Türk Cumhuriyeti müdiran ve zimemdaranına şu mühim noktayı arz etmek bir farizadır: …Bir millet efradı hükumetin ve hükumeti idare edenlerin dinli veya dinsız olduğunu düşünmez bile. Çünkü maddeten herkesin dini menfaati yani canının malının namusunun muhafaza edilmesidir.” Bu hezeyanları söz diye söylemekten utanmayan ve her kelimesi bühtan ve iftiradan ibaret herzeleri i’lana cesaret eden kimselerle münakaşat-ı ilmiyyede bulunmak onlara hakayıktan bahs etmek beyhudedir. Bunlara lazım gelen dersi ancak asa-yı kanun ve sille-i ilahi verir. Bilmeyiz ki dünyanın en feci’ edvar-ı cahiliyyesinden birine irtica’ etmek için her türlü hakikatlere nurlara hücum etmek neden neş’et ediyor? Tarihde ma’lum olduğu vechile Yunanlıların inkırazını tehyie eden sofistailer ta’bir-i aharla otuz tiranlar devrinin meşhur cebabiresinden biri olan Critias da aynen böyle söylüyordu. Onun fikirlerini müdafaa etmekten ve o muzlim zulüm ve cehalet devrini ihyaya çalışmaktan ibaret olan bu sözlere karşı ne söylense boştur. Çünkü onlar en meşhud hakikatleri bile inkar ediyorlardı. Onun içindi ki ulema ve felasife bunların mahsusatı bile inkarlarına karşı kendilerine her nevi’ alamı tattırmaktan başka bir yol bulunamayacağında ittifak etmişlerdi. Din-i Mübin-i İslam beşeriyetin bu devr-i zulmetine hatime vererek devr-i fazileti açan bir nur-ı hidayet iken o cehil ve zulmü boğduğundan dolayı bu nura karşı gayız ve kin göstermeye fırsat verecek kadar karanlık bir devirde mi kaldık? Eğer asr-ı hazırın hedefi bu ise beşeriyet çok büyük felaketlere gitmekte olduğunu düşünerek ona göre hareketini tanzim etmek ihtiyacında bulunduğu anlaşılıyor. Critias’ın fikrini müdafaa edenler kalkışmak belki yakışırdı. Fakat Yunan-ı Kadimi imha eden bu kafaların Yunan-ı Cedidde bile yüz bulmayacağı ağız açamayacağı tabii olduğu halde İzmit’in bir köşesinde seslenmeye imkan bulması cihanın garaib-i hadisatı meyanına kayd olunacak vakayi’dendir. Dine karşı ilk sözünden i’tibaren iftiraya başlayan bir ağıza hakikat tokatını vicdanlara hitab eden bir kalemle beşeriyetin en büyük ezvakını bile meşru’ surette tatmin eden va’dleri tebşirleri muhtevidir. Fakat çalışmadan değil bütün mevcudiyet ve hulus ile çalışarak kemal-i azm ve azimet içinde mücahede ederek o gayelere vuslatı va’d etmiştir. emrini veren şeydir. İslam Dini yağmayı mubah kılmaya idi her nevi’ orduları o savleti zor gösterirlerdi. Bununla beraber içlerinde filhakika inananlar yok değildi. Bunlar idealist adamlardır. Siyasi gayr-i siyasi olsun her meslekte bu yolda diger-kam insanlar eksik olmamıştır. Zaten kitleleri sürükleyen bunlardır. Tarih-i edyanı tedkik edersek vasıl olacağımız netice şudur: Dinler ale’l-ıtlak ruhi saiklar ve de bunların birer ifadesidir. Saik-ı ruhi: Korku ve ümid. Saik-ı ictimai: Te’min-i asayiş ve tanzim-i umurdur. Her türlü zabıta teşkilatının imkanı olmadığı zamanlarda cebbar insanları görünmez bir Allah ile korkutmaktan daha müessir ne olabilir? Menfi bir tekamül ile her şey gibi dinler dahi kendi tekamüllerini bitirdikten ve avam kitleleri için din “her şey” haline geçtikten sonra artık terakki denilen şeyi beklemek abes olur. Vaktiyle Yehova’yı kendilerine kafi gören Beni İsrail ilim ve san’at yolunda hiçbir terakki göstermedikleri gibi ratıb ve yabis Kur’an’da her şey vardır düsturunu kabul ettikten sonra büyük müslüman kitleleri de eski Yahudilere benzemişlerdir. Terakki ve teali için bunları münakaşa etmek zamanı artık gelmiştir. Açık söyleyelim; İslam Dini bir reform görmedikçe bütün dinler gibi terakki ve tekamülü boğmakta devam edecektir. Dinlerin terakki ve tekamüle mani’ olmadıkları bana zor inandırılabilir. Kör bir dindarlıkta ruhu öldüren ayrıca bir hassa da vardır. Çünkü dindardan benliğini ve nefse i’timadını selb eder. Böyle bir insan bir kudret-i teşebbüsiyye sahibi olur mu? İşte eski Turan işte İran işte Hindistan ve nihayet işte yeni Turan yani Anadolu! Dinin te’siratı altında fa’aliyetsizlik pek tabiidir. Zira din serbest düşünmeye şübheye ve münakaşaya çünkü derhal hiç olmaya mahkumdur. Filhakika bir namütenahiliğin ğiştiren bir Allah tasavvur etmek çok gülünç olur. Nazar-ı dikkate alınacak çok mühim bir nokta vardır: Görünmez bir Allah namına hareket eden ve ona peygamberlerin damgaları kendi dinleri üzerinde sırıtmaktadır. Yahudilik bir huşunet ve Müslümanlık bir kasvet arz etmektedir. Sure-i Bakara’yı okurken ezici bir yürek sıkıntısına uğramamaklığın imkanı var mıdır? Tamamıyla dine ve Kur’an’a inanmış olan güler yüzlü bir müslüman alimini gören varsa bana da göstersin! Bunların cahil ve ahlaksızları varsa ayrıca mağrurdurlar ki bunlar hiç çekilmez. Türkiye dahilindeki bakıyyetü’ssüyuf ulema tamamen böyledirler. Hilal-i Ahdar’a mensub birçok etıbba ve a’za ile tanışmış ve sohbet etmiştir. Mister Johnson İstanbul’u sebeb-i ziyaretini izah ettikten sonra demiştir ki: –“Amerika’da memnuiyet kanunu kemal-i muvaffakıyetle tatbik olunmaktadır. Gün geçtikçe içki kullananların adedi tenakus etmekte bunların adedi tenakus ettikçe içki yüzünden vukû’ bulan cürümlerin adedi azalmaktadır. Amerika’da halk memnuiyet kanununun tatbiki hususunda gösterilen i’tinadan ziyadesiyle memnundur. Ma’lum olduğu üzere hükumetimiz bir halk hükumetidir. Binaenaleyh halk içki memnuiyeti kanununun tatbikinden hoşnud olmasa kanuna aleyhdar olanları intihab eder ve kanunu ilga ettirir. Halbuki memnuiyet kanununun beş seneden beri tatbikine rağmen halkta hiç böyle bir temayül görülmemiştir. Amerika’da iki muazzam fırka vardır. Biri Demokratlar diğeri Cumhuriyet-perverler Fırkası. Bu iki büyük fırkanın her ikisi de memnuiyete lehdardır. Gelecek Teşrinisani ayinda reis-i cumhur intihabatı vukû’ bulacaktır. Riyaset-ı cumhur ve riyaset-i cumhur vekaleti için her iki fırka tarafından gösterilen namzedlerin kaffesi içki memnuiyeti tarafdarlarındandır. Binaenaleyh riyaset-i cumhur intihabatında hangi fırka kazanırsa kazansın memnuiyet tarafdarlığı ihraz-ı zafer edecektir. Gerçi bazı devair-i intihabiyyede memnuiyet muhaliflerinin kazandıkları oluyor. Fakat bu pek ehemmiyetsiz hadiseler kahir ve muazzam ekseriyetin yanında o kadar naçiz bir şeydir ki zerre kadar nazar-ı i’tibara alınmaya değmez.” Görülüyor ki Amerika’da memnuiyetin ihraz ettiği zafer kat’i ve nihaidir.” Mister Johnson seyahatlerinden ve müskirat memnuiyeti hareketiyle yakından alakadar olan Mısır hükümdarı tatbik olunan müskirat memnuiyeti fikrinin menşe’inden bahs ederek demiştir ki: –“Memnuiyet fikri Garb müfekkiresinin mahsulü değildir. Bu fikir esas i’tibarıyle tamamıyla Şarklıdır. Müslümanlık onüç buçuk asır mukaddem suret-i kat’iyyede müskiratı men’ etmiş bulunuyor. Binaenaleyh Amerika’nın keşfinden birçok asır mukaddem Şark’ta memnuiyet fikri temelleşmiş idi. Bugün ise İslam Dini’nin telkin ve ta’lim ettiği müskirat memnuiyeti Amerika’nın kavanin-i esasiyyesine girmiş bulunuyor! Halbuki tam biz Müslümanlığın emriyle amil olup müskiratı men’e kalkıştığımız zaman ne garibdir ki siz bizim mezmum gördüğümüz bir şeyi taklide yelteniyorsunuz. Garb Şark’ın bir faziletini kabul etmeye uğraşırken siz Garb’ın bir reziletini taklid ediyorsunuz. Bu sizin lehinizde bir şey değildir.” ] [ diyen ve daha bunlar gibi nice ayat ve beyyinatında esrar-ı muvaffakıyyeti mebde’-i teklif-i ubudiyyete rabt eden bir dine karşı ancak çalışmadan külah kapmak isteyen şirar-ı nas hücum edebilir. Alnının teriyle gaye-i meramına ermek seve seve der-agûş eder ve o gibi müfterilere nazar-ı nefret ve la’netle bakmaktan kendilerini alamazlar. Şunu bilmek lazım gelir ki fezailin kıymeti ancak ehl-i fazilet nazarındadır. Yoksa ehl-i rezail fezail karşısında bir hiss-i kasvet duymaktan hali kalmaz. Bir meyhanecinin kolaydır. Kılıç-zade Hakkı’nın Din-i İslam’da kasvet hissetmesi onun sinesinde in’ikas-i zıyaya kabiliyet bulunmamasındandır. Filhakika alemde ona iştirak edecek nice erbab-ı kasvet vardır. Kim bilir İslam’dan haric akvam içinde Kılıç-zade’ye yoldaş olmak isteyen ve Ebucehil gibi müşriklerin belki bütün cehaletin İslam’dan intikamını almak hıncı ile bizar olan ne kadar kızıl garazkarlar vardır! Lanetullahi aleyhim ecmain. Lakin hepsi bi-havlihi teala gönüllerinde kaynayan kin ve gayz ateşleri içinde yanıp kül olmaya mahkumdurlar. Kur’an elbette o gibi kara gönüllere böyle hasar ve haybetten başka bir te’sir yapacak değildir. Bunun böyle olması da yine Kur’an’ın bir mu’cizesidir. Çünkü Kur’an ancak mü’minlere şifa ve rahmettir. Zalim ve fasıkların münafık ve mülhidlerin hüsran ve haybetlerinden başka bir şeylerini artırmaz. Sadaka’llahu’l-Azim! Ma’ruf müskirat düşmanı Amerikalı Mister William Johnson geçen gün öğleden sonra Hilal-i Ahdar Cem’iyeti’yle temas etmek üzere mezkur Cem’iyet Reisi Doktor Mazhar Osman Bey’in muayenehanesinde da kalpağı yana eğrilmiş bir polis görünmüş her taraf kaçışmaya başlamış. Polis gidince yine hamamın gözlerinden birtakım mütecessis nazarlar görünmüş. Kafası tütsülü bir erkek bir çok genç kızların dışarı çıkmak için can attıklarını görünce birden bire galeyana gelerek bağırmış: –“Ey muhterem kadınlar! Tahta perdeli deniz hamamlarında yüzmeye neden tahammül ediyorsunuz? Kırınız tahtaları çıkınız dışarı! Çıkınız arslanlarım çıkınız…” Daha sözünü bitirmeden deniz hamamının önündeki tahtalar hep birden kırılmaya başlamış. Bir sürü genç kız bir hamlede hep birden dışarı fırlamışlar. Bir iki dakika şiddetiyle devam etmeye kenardaki duran polis de “lahavle” çekmeye başlamış; hafifden başlayarak gittikçe ağırlaşan derin bir uykuya dalmış… Bunları hikaye ettikten sonra Es’ad Mahmud Bey diyor ki: –“Bugünkü cereyana mani’ olmak isteyen her kuvvet muhakkak yenilecek yahud yenileceğini anlatmamak üzere böyle kendisini aldatarak derin bir uykuya dalacaktır…” İstanbul’u ziyarete gelen Strazburglu darul-fünun talebesine karşı bizim Darulelhan bir konser vermiş. Şehremini ile Darul-fünun Emini İsmail Hakkı Bey ve Paris belediye hey’eti de konserde hazır bulunmuş. gazetesi Garblılara konser veren müslüman hanımlarının resimlerini de derc etmiştir. Cenevre’de Cem’iyet-i Akvam Meclisi’nin himayesinde mugayir-i adab neşriyatın men’i için toplanan niyye hazırlamakta olduğunu layihanın meclisin küşadında meclisin nazar-ı tasdikına vaz’ edileceğini bu husus cağını ın Ankara muhabir-i mahsusu iş’ar ediyor. Bu layihaya nazaran her nevi’ mugayir-i adab neşriyat açık resimler timsaller tasvirler açık sinema filmleri satmak i’mal ve füruht etmek oynamak neşr etmek vaz’-ı sahne etmek memnu’dur. Bu gibi cürümleri yapanlardan derecesine göre on liradan bin liraya kadar mahkeme kararıyla ceza-yı nakdi alınacaktır… Adliye Vekaleti’nin bu teşebbüsü şayan-ı şükrandır. Adab-ı umumiyyeyi muhil neşriyat Matbuat Kanunu mucebince esasen bir cürümdür. Mes’ele kanunun tatMister Johnson’un bu pek mühim sözlerinden şu hakikat anlaşılıyor ki; bugün birçok Garbcılarımızın ve bazı gazetelerimizin dudak bükerek işmi’zaz göstererek telakki eylediği “ahkam-ı şer’iyye”nin en mühimlerinden biri Garb devletlerinin en kaviyyü’ş-şekime ve en sahibkıranlarından birinin kavanin-i esasiyyesine girmiş ve bu devletin bütün şevketiyle tatbik olunmak gibi bir makama yükselmiştir. Din-i Mübin-i İslam’ın esasatından birinin yirminci asr-ı medeniyyette bu suretle telakki olunması ve buna mukabil bu halis İslam diyarında Müslümanlığın asır-dide alemdarı olan Türkiye’de bu esasların ihlal bu reha-kar esasların tatbikinde gevşeklik gösterilmesi elbette çok acınacak bir şeydir. Mister Johnson’un bu beyanatını dinledikten sonra Doktor Mazhar Osman Bey memleketimizde bazı okumuş yazmışların içki kullanmayı bir alamet-i medeniyyet telakki ettiklerini söylemiş ve buna mukabil Mister Johnson da şu cümleyi irad etmiştir: Şark’ta tulu’ eden bir hakikati onüç asır sonra kabul eden Garblı bir milletin bir ferdi tarafından yüzümüze vuruluyor: Bizim saptığımız yolun dalalet ve sefalet yolu olduğunu gösteren bu hakikat her halde bizi uyandırmalıdır. Medeniyet içki kumar dans ve bunlara mümasil rezailin vücuda getirdiği tefessüh muhiti değildir. Medeniyet kurtarıcı ve yükseltici esaslar üzerine kurulan beşeriyete salah ve refah te’min eden hayr-kar ve faziletkar müessesedir. Bu i’tibar ile Müslümanlık en faziletli en kadim ve en reha-kar medeniyettir. Bugünkü Garb Alemi Müslümanlığın maali ve hakaikına birer birer akıl erdirerek bunları kabul ve onların üzerine birer mebnayı hayr birer me’va-yı fazilet kuruyorlar. Doktor Johnson Hilal-i Ahdar a’zası ile bu hayırlı ve mübarek cem’iyetin reisine bu izahatı verdikten sonra Doktor Mazhar Osman Bey’in “Hilal-i Ahdar Cem’iyeti’nin keyfiyet-i teessüs ve fa’aliyetleri hakkında verdiği izahatı dinlemiş ve pek memnun olmuştur. Hamamın yan tarafında erkek ve kadınlardan mürekkeb bir parti top oynuyorlarmış. Çapkın gençler topu almak için denizde kadınlar arasına dalıp çıkıyorlarmış. Ötede bir delikanlı bir genç kızı belinden yakalamış denize daldırıp çıkarıyormuş. Yüzmek öğrenmek üzere sahilde süzülen bir kadın sudan yukarıya çıkmaya başlayınca kadının yanında duran erkek atılmış. O sıra yor Arabca isim ve ünvanları tebdil ediyor müessesat-i diniyyemizde bile Türk tarihi okutturmaya çalışıyor diğer tarafdan Türk çocuklarına benliklerini unutturacak olan frenk terbiyesi verdirmeye kalkışıyor. Bir eliyle yaptığını diğer eliyle yıkmaya teşebbüs ediyor milli şiarlarımızı frenkleştirmek istiyor. Onun bu zihniyetiyle Amerikalı muhterem mütehassısın tavsiyelerini karşılaştırınca hayretler içinde kalmamak mümkün değildir. Maarif vekilimiz madem ki kendi zihniyetinden ayrılmayacaktır bir çok masarıf iktiham ederek ta Yeni Dünya’dan mütehassıs celb etmeye ne lüzum vardı? Vekil beyefendi bizim Garb hey’et-i medeniyyesine mensub olduğumuzu çocuklarımızın yalnız kendi milletimizin değil bütün milletlerin uzuvları olması lüzumunu ru-yı zemin” mi demek istiyor? Müslümanlık hakkındaki ezeli ve ebedi husumetini Cenab-ı Peygamber-i Zişan hakkında fezahat-i lisaniyyede bulunacak derecelere kadar çıkaran müslümanlar Anadolu’da müstevli düşmanlara karşı canıyla başıyla mücahede ederken burada Fransızları ve İngilizleri peder ve mader diye selamlayan ma’hud İctihadcı son nüshasında şapka giyen bazı gençleri men’ eden zabıtamızı muahaze ediyor. “Askeri serpuşlarımız bir şeye benzedi; fakat bu serpuşun da en lüzumlu kısmının gözü şiddetli zıyadan muhafaza edecek kısmının terk edilmiş olduğunu görüyoruz.” diyor ve fesin Rum serpuşu olduğunu müslüman aile bir ecnebiye kızını tezvice karar vermek hürriyet-perverliğini gösterebilir?” diye bütün Türkleri ve müslümanları ta’yib ediyor. Ondan sonra Hazret-i Peygamber Efendimiz hakkındaki fezahat-i lisaniyyesini tekrar ediyor. Zavallı müslümanlar kendi diyarlarında hakaretlerin en şeni’ine ma’ruz kalıyorlar. Şapka giymedikleri için kızlarını ecnebilere vermedikleri için muahaze ediliyorlar. Hem de kimler tarafından!.. husumetleri artık ağızlarından taşıyor. Acaba yeryüzünde hissiyatı bu kadar rencide edilen bir millet daha var bikindedir. Karı oynatmak da bizde bir cürm-i kanunidir. Ama bu kanun ara sıra ancak bazı köylüler hakkında tatbik olunmaktadır. Fakat İstanbul’un kibar mahafilinde balolarda istediğiniz kadar ala-mele’i’n-nas karı oynatabilirsiniz. Yalnız adına “dans” derseniz kanunda bu ta’bir olmadığı için o madde sizin hakkınızda tatbik edilmez. Bizce her şeyden evvel “adab-ı umumiyye”nin ne demek olduğu tasrih ve tavzih edilmek lazımdır. Çıplak kadınlarla erkekler birlikte deniz hamamlarında yıkanırlar oynaşırlar müslüman kadınları gayr-i müslimlerle göğüs göğüse dans ediyorlarken “adab-ı umumiyye mugayir hareketleri” cürm addeden kavanin-ı hazıra sakit ü ebkem duruyor. Diğer tarafdan Türkiye’de ma’ruf edyan ve mezahibin tahkir ve tezyifi de bir cürm-i kanunidir. Fakat devletin din-i resmisi olan Müslümanlık şunun bunun tarafından en ağır tahkir ve tezyiflere ma’ruz kalıyor da müddei-i umumi kollarını kavuşturmuş duruyor. Görülüyor ki mes’ele kanundan ziyade kanunun tatbikindedir. Bugünkü kanunlar bütün bu fenalıkları men’e kafil ahkamı muhtevidir. Bunlara ilave olunacak yeni bir kanun bütün bu amelden sakıt gibi bir halde kalan mevadd-ı kanuniyyeyi canlandıracak ise Adliye Vekaleti memleketin hayat-ı ahlakıyyesine pek büyük hizmetler etmiş olur. Maarif Vekaleti mektep idarelerine göndermiş olduğu onbir maddelik bir ta’mimde terbiye esaslarını şu vecihle “Terbiyemiz milli medeni esaslara istinad eder. Milli heyecan ihtiyaclarımız mensub olduğumuz Garb hey’et-i medeniyyesinin şiarları usulleri terbiyemizin temelleridir. Çocuklarımız yalnız milletimizin uzvu değil geniş medeniyet zümresinin uzvudur.” Ne garib bir tesadüf yahud bir tezad ki kendi maarif vekilimizin taklide müstenid bu esaslarını matbuat sütunlarında okuduğumuz sırada Amerika’dan celb ettiğimiz maarif mütehassısının aynı mes’ele hakkındaki beyanatını da okuduk. Bu ecnebi dostumuz bize maarif vekilimizin hiç de hoşuna gelmeyecek terbiye esasları telkin ediyordu. “Terbiye mes’elesinde başka milletleri kat’iyyen taklid etmeyiniz!” diyordu. Milletlere mevcudiyetlerini muhafaza ettiren hususiyetleridir. Hususiyetlerini muhafaza ettiren de tarz-ı terbiyeleridir. Hususiyetlerini muhafaza etmeyen milletler ne milliyetlerini ne de mevcudiyetlerini idame edemezler… Bizim maarif vekaleti bir tarafdan Türkçü milliyetçi gözüküyor Arabi Farisi kelimeleri değiştiri değildir. Sonra ne Türkler ne Macarlar hiçbir dinden tecerrüd etmiş değillerdir. Binaenaleyh dinsizlikte birleşmiş olmak ihtimali varid-i hatır değildir. Şu halde Türkler kalmadığını söylemesi bizi hayrete düşürüyor. Eğer arada bir vahdet husule gelmiş ise bizim Macarlara doğru takarrub hatveleri atmış olduğumuza hükm etmek icab ediyor. Çünkü Macarlar Türklere takarrubu mucib hiçbir harekette bulunmamışlardır. Şu halde muhterem müderris inkılabımızı kendilerine doğru atılmış bir hatve telakki ediyor demektir. Ne kadar yanlış bir telakki!.. Türk milleti ne türlü inkılab devreleri geçirirse geçirsin hangi şekl-i idareyi kabul ederse etsin hiçbir zaman ne de sair nasrani milletlere takarrub edemez. Garb milletleri esasat-ı İslamiyyeyi birer birer iktibasa çalıştığı bir sırada Türk Milleti kendi esasat-ı diniyyesini bırakarak Nasraniyet esasat-ı diniyyesini kabul etmeyi hatırından bile geçirmez. Muhterem dostumuz bizim yanlış anlaşılan din siyasetimizden öyle zanlara düşüyorsa kendisini te’min edelim ki çok yanılıyor. Bizde laik olduklarını aded ve mikdardaki ferdlerden ibarettir. Türk hey’et-i ber değildir. Onların –en vasi’ ma’nasıyla– laiklikleri de hiçbir din ile mütedeyyin olmamak demektir. Bir din ile mütedeyyin olmamak Müslümanlığı terk ederek Macar diniyle mütedeyyin olmak demek değildir. Binaenaleyh müderris-i muhteremin Türkler ile Macarlar arasında din nokta-i nazarından vahdet husule geldiğine zahib olmasını pek garib buluyoruz. Zaten Avrupalılar hakkımızda daima yanlış ma’lumat alırlar yanlış fikirler beslerler; onun için de fahiş ve gülünç hatalara düşerler!.. Fakat Macar dostumuz bize o kadar uzak bir mahalde değildi. Biraz ciddi davransaydı hakkımızda yanlış ma’lumat edinmekten kendini kurtarabilir idi. Ba-husus bugün yanımızda misafirimiz bulunuyor. Ahvalimizi biraz öğrendikten sonra beyan-ı mütaleada bulunsaydı bu kadar gülünç bir söz söylemezdi. Yahud hakikaten bir din vahdeti varsa bunun ne suretle husule geldiğini de izah etmeli idi. Riflilerin büyük mücahidi Abdülkerim zaferden zafere koşmaktadır. Tanca’dan gelen haberlerde Tetvan mıdır? Milletin dinine karşı mümeyyizat-ı milliyyesine karşı bu kadar tecavüzlerde bulunanların maksadı acaba nedir? Bütün bu tezyifler bu hakaretler karşısında biz müslümanlara yine sabır ve sekinet tavsiye ederiz. Allah kalblerde gizlenen nifakları meydana çıkartıyor. Bunda da büyük bir hikmet ve maslahat-ı ilahiyye vardır. refikimizin Adalı bir kari’i yazıyor: “Dans” da en kızgın bir devre-i tekamül geçiriyor. Adalar’ın belli başlı otelleri gazino bahçeleri akşamları rengarenk çiftlerin hıramgah-ı şevk-a-şevkı olmaktadır. Daha dün; “Zito Venizelos!” sadalarının ma’kesi olan bu yerleri bugün de en güzel oynayan çifti; “Yasasun hanum efendimiz masallah sok sok güzel dans yapıyorsunuz!” nidalarıyla alkışlayan vatandaş güruhunun ulumalarıyla meşbu’ görüyoruz! Ey Anadolu’nun kara topraklarına tevdi’-i vücud eden şüheda! Yumruğunun sadme-i mevt-engizinden canını kurtaran palikarya işte bugün yine o toprak üstünde Türk ismet ve iffetine salyalarını akıtarak dil ve …. el uzatıyor. Macarlar ile Bulgarlar ile kardeş olduğumuz çoktan beri iddia edilmekte idi. Hatta bu münasebetle yeni açılan sokaklara “Macar Kardeşler Caddesi” tesmiye ettiğimizi de biliyor idik. Fakat öyle zannediyor idik ki bu kardeşlik yalnız ırkıyet nokta-i nazarındandır. Ne kadar yanılıyormuşuz!.. Macar müderrislerinden bir zat bugünlerde İstanbul’a gelmiş gazetesi erkanından biri o zat ile bir musahabede bulunmuş esna-yı sohbette söylemiş olduğu sözler meyanında musadif olduğumuz şu fıkra son derece nazar-ı dikkatimizi celb etti: “Bugün Türkler ile Macarlar arasında ne din ne de medeniyet farkı kalmamıştır.” Ne kadar garib bir söz. Türkler ile Macarlar arasında din farksızlığı acaba ne suretle husule geldi? Macar müderris acaba her iki milletin bir dinde birleştiklerini mi zahib oluyor? Halbuki ne Macar Milleti’nin İslam Dini’ni kabul ettiğinden ne de Türk Milleti’nin tenassur ettiğinden kimsenin haberi yoktur ve böyle bir hal elyevm vaki’ havalisinde İspanyolların pek fena bir vaz’iyette oldukları bildirilmektedir. İspanyol askeri arasında malarya hastalığı şiddetle hüküm sürmektedir. Hastahaneler hastalarla leb-a-leb dolmuştur. Eylül’ün birinci günü Tetvan civarında vukû’a gelen muharebede İspanyollar büyük bir hezimete duçar olmuşlardır. Fas’ın en mühim mevki’i olan Tetvan Şafşavan arasındaki şoseyi gaib etmişler Ömer ve Zeytan mevki’lerini tahliye etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Mücahidler İspanyol saflarında azim hasarat mek kaide bulunduğu cihetle “Türkçe Kur’an” ta’biri esas i’tibarıyle irtikabı caiz olmayan bir kizbi ihtiva ettiği nazar-ı dikkatimizi celb etti. Filhakika ulema-yı İslam Kur’an tercümesine Kur’an demek küfür olduğunu tasrih etmişlerdir. “Tercümenin evvelinden ahırinden biraz mutalaa edelim.” dedik. Evvela gözümüze “Sure-i Bakara” Sığır serlevhası ilişti. Mütercim bey galiba “bakara”yı tercüme etmek istemiş fakat ma’nası daha ziyade tefsire ihtiyac var gibi görünen “sure” kelimesinin tercümesini bulamadığı veya bilemediği için yalnız “sığır”la iktifa etmiş. Fakat aslı “Suretü’l-Bakara” olan bu ism-i hassı böyle tercüme etmek zahmetini ihtiyar eden mütercim alemin ve bilhassa Türklerin Sure-i Bakara kadar ma’lumu olmayan kendi “Cemil Said” imzasını tercüme ederek koymaktan zühul etmiş. Şunu da arz edelim ki; “el-bakara” yalnız sığır demek değildir. Sığır “bakar”ın tercümesidir. “Bakara”da vahdet için bir “te” bulunduğundan “bir sığır” ma’nasını bu da ehemmiyeti iş’ar eden bir ma’na-yı ahdi mutazammındır. O halde “Suretü’l-Bakara” tercüme edilecek olduğu takdirde “mühim ve meşhur bir sığır” diye tercüme edilmek icab ederdi. Bunları hazf ederek Sure-i Bakara’nın ucuna çıplak bir sığır konuvermesi bize pek garib geldi. Bunun altında Cemil Bey besmeleyi tercümeye kalkışmış ve “Müşfik ve Rahim olan Allah’ın ismiyle” suretinde tercüme etmiş. Evvela besmele müslümanların her işlerinde bir miftah olmak üzere nazil olan ve dolayı suret ve mikyası daima mahfuz tutulmak ve asla Kur’an-ı Kerim’i tercüme etmek ve tab’ ve neşr ile bu yüzden müteneffi’ olmak bir müddetten beri moda oldu. Garibdir ki; ilk def’a bu işe teşebbüs eden Zeki Mağamiz rine tabi’ tercümeyi neşirden vaz geçti. Meşrutiyet’in tercümeye kalkışmıştı hatta birkaç forma da neşr etmişti. Zeki Magamiz’in tercümesi neşr edilemeyince tabi’ onun yerine namında ma’hud tercümeyi forma forma neşre başladı. Diğer tarafdan başka bir kütüphane de fal bakan bir zatın tercümesini neşre teşebbüs etti. bu tercümelerin mahiyetleri hakkında birkaç makale yazarak müslümanları dalalete düşmekten vikayeye çalıştı. Bu hususda Diyanet Riyaseti de himmet göstererek bu tercümelerin hata ve tahrifat ları ikaz etti. Bunun üzerine bu tercümelerin ika’ etmesi melhuz olan muzır te’sirleri ber-taraf olmuş müslümanlar bu tercümelerin ne olduğunu anlayarak mutalaadan vazgeçmişler mevcud formalarını ya yakmışlar yahud sahiblerine iade etmişlerdi. Bu tercümelerin müslümanlarca mazhar-ı rağbet olmadığını gören açık göz bir kütüphaneci Cihan Kütüphanesi Sahibi Mihran Efendi müsta’celen diğer bir tercümenin tab’ına başladı ve az zamanda ikmal ederek “Türkçe Kur’an” namıyla bu hafta neşr etti. Yeni çıkan bu tercümeyi de gördük. “Kur’an” “Arabi-i mübin” olan kitabullahın ism-i hassı olduğu ve ism-i haslar hiçbir lisana tercüme edilemeyeceği ve edilmeBaşmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul ve Kur’an’ın hemen her ayetine yanlış ma’nalar veren bir eserin dalaletinden kendilerini muhafaza etmeleri lüzumunu hasbe’d-diyane tavsiye ederiz; müslüman olmayıp da bu vasıta ile Kur’an’a dair ma’lumat edinmek ümidinde bulunacak kimseler varsa onlara da Kur’an’ı anlamak için böyle yanlış yalan söyler bir tercüman kullanmamalarını ihtar eyleriz. Diyanet-i İslamiyye Riyasetinin de bu hususta müslümanları irşad ve ikaz etmesi en mütehattim vazifesidir. Müslümanların bin üç yüz seneden beri bir kelimesini bir harfini bile tahriften masun bulundurduğu mübarek Kur’anları maatteessüf bugün hıristiyanların menfaatlerinin peşinde koşan birtakım ehliyetsizlerin ellerine düştü adeta bir vasıta-i ticaret oldu. Arapçadan bir kelime bile bilmeyenler tercümeye kalkıştılar. Kur’an-ı Kerim’i Fransızcadan Türkçeye tercüme etmek cür’etinde bulunanlar Kur’an’a karşı yaptıkları fenalığın derecesini acaba takdir edemeyecek kadar idrakten mahrum mudurlar? Yoksa an-kasdin mi ma’na-yı Kur’an’ı bu kadar muharref şekle sokuyorlar? Başka bir vasıta-i ticaret ve menfaat kalmadı mı ki ayat-ı ilahiyyeyi satılığa çıkardılar? Bari hakkıyla tercüme ellerinden gelse yine hoş görülebilecek. Halbuki bir ayetini bile doğru dürüst tercümeye kudretleri yok. Tercüme diye ortaya koydukları şey baştan başa hata ve tahrifat! Bu adamlar bunu mahsus mu yapıyorlar? Kur’an’a karşı bu ne büyük bir su’-i kasddır! Biz hıristiyanların kitaplarını böyle yalan yanlış tercüme ettirip tab’ ve neşr ettirirsek Mihran Efendi buna rıza gösterirler mi? O halde müslümanların Kur’anlarını da böyle yalan yanlış tercüme ettirerek tab’ ve neşre kalkışmaları ne kadar saygısızlık ne kadar hürmetsizliktir! Müslümanlar ne bedbaht imişler ki Kur’anları bile şunun bunun elinde vasıta-i ticaret oldu satılığa çıkarıldı yalan yanlış tercümeler Kur’an diye ortalığa yayıldı. On üç asır bir harekesi bile tebdil ve tahriften masun kaldığı halde bugün baştan başa ma’nası alt üst ediliyor! Ayat-ı ne elimdir! Asri gazetelerimizi okuyanlar terakki ve teceddüdün koşar adım sür’atiyle her gün yeni bir tecelliyatına şahid oluyorlar. Dans salonlarında balolarda arz-ı endam eden ve büyük kabiliyet gösteren yüksek seviyeli kadınlardan moda sahillerinde kadın erkek bir arada deniz tegayyüre ma’ruz bırakılmamak icab eden bir esasdır. Hepsinden sarf-ı nazarla başta bulunması vacib olan ismullahı ma’kus olarak nihayete getirmek ve ibtida şeref ve meziyetini gaib ettirmektir. Saniyen bir müslüman bilmek lazım gelir ki; Cenab-ı Allah’ın esma’-i hüsnası kelimesi hazer ve korku ma’nalarıyla alakadar bir kelime olduğu için Cenab-ı Allah’a ıtlakı asla caiz değildir. Halbuki “Rahman” ism-i şerifi Allah ism-i celalinden sonra ikinci olarak müteayyin bir ism-i zat olduğundan dolayı Cenab-ı Allah’dan maadaya ıtlakı caiz olmayan bir ism-i hasdır. Mütercimin bunu “müşfik” diye tercüme etmesi ma’na i’tibarıyle yanlış ve şeriat i’tibarıyle gayr-i caiz olduktan başka lisan i’tibarıyle de kendi ismi olan “Cemil”i “Hasen” diye tercüme etmeye benzer; hatta ondan daha münasebetsiz bir şeydir. ne yaptığını bilmeyerek başlanan tercüme baştan başa hiçbir ayeti doğru olmamak üzere yanlışlar yalanlar tahriflerle doludur. Bunları uzun uzadıya göstermek Kur’an nokta-i nazarından bir vazife gibi görülürse de söylemesi bile bir küfür olan “Türkçe Kur’an” namındaki eserin gerek kendisi gerek muharriri i’tibarıyle ehemmiyet verilmesi caiz olmayan fuzuli bir iştigal olacaktır. Bu mütercim besmelesiz mukaddimesinde la-yuhtilik Cenab-ı Allah’a mahsus olduğunu söylüyor sonra layuhti olan Cenab-ı Allah’ın kelamını tercüme ederken vukûa gelen hataların ma’zur görülebilmesi lüzumunda kelamının ismini kendi hatalarının bir mecmuası olan eserine ıtlak etmekten çekinmiyor da “Türkçe Kur’an-ı Kerim” diye ortaya atıyor. Söylemekle bitmek imkanını bulamadığımız bu hataların biz burada yalnız bir tanesine işaret ile iktifa edeceğiz. ArapçadaSalatkelimesi hem “dua” hem “namaz” ma’nalarına gelir. Her ne zamanSallu aleyh yusallune aleyhgibialaile sılalanırsaduaveFesalli lirabbikegibilamile sılalanır veya mutlak zikrolunursa “namaz” ma’nasını ifade eder. BinaenaleyhFesalli lirabbike“Rabbine dua et” değil “Rabbine namaz kıl.” demektir. Halbuki mütercim bunu “Dua et.” diye tercüme etmiş ve böyle sade “dua” ile “namaz”ı bile fark edememiştir. Fil-hakika böyle şeylerle iştigal etmeyen asla Arapça bilmeyen şimdiye kadar lisanımızda bir muharrir olarak bile tanınmayan ve ancak ecnebi lisanlarından bir ikisinde vukûfu olduğu söylenilen bir şahıstan bundan başka türlü bir eser sadır olamayacağı pek tabiidir. Binaenaleyh müslümanlara böyle isminde bile bir küfür Cem’iyetlerin esası ailelerdir. Ailelerin tesanüdü seciyesi terbiyesi kemali hey’et-i ictimaiyyenin temel taşlarıdır. mesnedini aile hayatındaki fazilet teşkil etmiştir. Bugün senelerce devam eden hayat memat mücahedelerinin aile bütçelerinde husule getirdiği boşluk kafi değilmiş gibi ma’nevi bir iflas da baş göstermiştir. Asri düşünceler sadakat-i mütekabile ile idamesi mümkün olan revabıt-ı zevciyyeti esasından sarsmıştır. Başka erkek ve kadınlarla ihtilatı zevk ve süruru mübah saadeti aile muhitinin haricinde gören bir zihniyet her şeyden mukaddem kadınlığın namus ve iffetine karşı büyük bir su’-i kasd teşkil etmiştir. Kadınlarımızın gözü kendi yuvasından uzaklaşıyor faziletin iffet ve ismetin katili olan danslara balolara hevesata in’itaf ediyor. Asri müsamaha kadınlarımızın serair-i vücudiyyesini namahremlere teşhir etmekle levazımat-ı medeniyyeden bir zafer ihraz edildiğine kani’dir. Fakat tesamuhla hüsne erkeklerden daha ziyade merbut olan kadınlık sokak ve sefahet derekesine tenezzül etmiş bulunuyor. Aileler arasında ne facialar cereyan ediyor! Kadın yüzünden yüksek tabakalarda bile ne kadar çoğaldı! Ya mahkemelerdeki binlerce talak da’valarına ne diyelim? Bütün bunlardan başka harice şüyu’ bulmayan nice aile felaketleri var ki biçare ebeveynler meyvelerinin zührevi afetlerle kirlendiğini ismetlerinin lekelendiğini görmekle huzur ve saadetlerini kaybetmişlerdir. Ne kadar hususi muayenehaneler biliyoruz ki yüz karalarının ta’miriyle beyhude uğraşıyor. El-hasıl bu sütunlarda teşrihine imkan olmayan daha birçok aile felaketleriyle hey’et-i te asriler bu felaketi biraz daha itmam etmek için makalelerle resimlerle türlü iğfalat ile rezaili teşvikten hali kalmıyorlar. bir harekette bulunduğuna kani’ olan garbcıların aile hayatındaki yegane te’siratı bu mübeccel esası yıkmakla tezahür etmektedir. Vaz’-ı tabii ve cibillisinden inhiraf eden aile hariminde her türlü ihtimamdan mahrum kalan zavallı yavruların aldıkları terbiye tamamıyla menfi bir terbiyedir. Zavallı ma’sumlar daha ilk devre-i hayatlarında maddiyat ve süfliyatın iğrenç tezahüratı karşısında zehirlenmektedirler. Gayr-i müşfik bir hizmetçinin eline bırakarak yahud komşuya havale ederek sinema tiyatro parklarda dolaşan annesinin alakasızlığı bu küçük ruhları ne kadar hırpalıyor. Çocuklar daha ilk senelerinde hayatın yalnızlığını tatmış bulunuyorlar. Pederlerin evladıyla alakası validelerininkinden fazla değildir. Bu şerait alhammamı alemlerinden Hürriyet Tepesinde filan gazinoda ta be-sabah göbek atan hanımlardan adab ve şeair-i milliyyeye karşı yeni ve asri hücumlardan bahis yazılara bakılırsa evc-i bala-yı medeniyyete vasıl olduğumuza garbın Paris’in Monte Carlo’nun en mühim sefahet mahalleri mensubinine taş çıkartacak derecede bir seviye-i asriyyeye nail olduğumuza insanın inanacağı geliyor. Bu asri neşriyata göre serbesti ve sefahet yollarından garb ailesine iltihakımıza bir emr-i vakinazarıyla bakılabilir… Bunların hepsi a’la. Fakat fikirler bütün bu yaldızlarla meşgûl olurken gözler de ihtiyac-ı kanaatle bir şeyler arıyor. Garb medeniyetini mesavi ve fezailiyle bir küll addedenlerin iddialarına bakarak bütün bu mesaviyat arasında biraz da fezail görmek istiyor. Lakin ahlakın baş döndürücü sukûtundan ilim ve aile saadetinin hüsn-i muaşeretin tesanüd-i ictimainin gittikçe cem’iyetimizden uzaklaşmasından başka bir şeyler göremiyor. Vicdanları tatmin edecek hakikat nuru meydanda olduğu halde bu iki tarz-ı telakki bu iki türlü görüş ve düşünüş acaba neden ileri geliyor? Ortada üç vechesi ma’lum yalnız bir ciheti mechul muadele-i ictimaiyye var. Garbcıların bugünkü serbesti yolunda medeniyet ve kemale vasıl olacağımıza şeair-i milliyyeyi muhafaza etmek isteyenlerin de tarik-ı sefahet ve müsamahada devam ettikçe neticenin felakette karar kılacağına dair olan kanaatleriyle bu kanaatlerin tecelliyat ve tezahüratı ma’lumlar miyanında bulunuyor. Şu halde bu üç ma’lumdan neticeyi çıkarmak mes’eleyi kat’iyyet-i riyaziyye ile halletmek gerektir. Şübhesizdir ki fikir ve hadiselerin müsbet ve menfi birer kıymeti mevcuddur. Bu kıymetlerin tesbiti için de ulum-ı ictimaiyye güzel ve dakik bir mi’yar bir mizandır. lerini tahlil eder sonra fayda ve zararı hakkında bir hüküm verir. Binaenaleyh sermaye-i bahs ü münakaşamız olan mevzu’ hakkında doğru bir neticeye destres olabilmek hayatındaki tezahüratını ve bu tezahüratın te’siratını tahlil etmek icab eder. Tanzimatın neşr u i’lanından beri bünye-i milliyye dahilinde hiçbir müsbet netice husule getirmeyen garb mukallidliği son zamanlarda tam bir inkişafa mazhar olduğundan ictimai ve ferdi sahalarda çok mühim ve şayan-ı tedkik te’sirat vücuda getirmiştir. O kadar ki son seneler zarfında muhitimizi görmeyen bir kimse bugün avdet etse her halde kendisini tanımadığı bir yerde zanneder. Ruhumuzda tarz-ı hayatımızda pek büyük şahidi olmaktayız. Hayat-ı aile pek elim şerait içindedir. garbcılık ruhunun iktisadiyat-ı milliyyeye verdiği zararlar tamamıyla tecessüm eder. Fakat zararların en büyüğü ma’neviyat sahasında husule gelmektedir. Bir milletin kuvve-i ma’neviyyesiz ahlaksız yaşayamayacağı bütün cihan medeniyetince hakikat-i müselleme cümlesindendir. Ar ve hicab namını verdiğimiz mümeyyizat-ı milliyye ve diniyyenin asri kamusta bir ma’na ifade edememesi ahlaki telakkilerle dini zaruretlerin devr-i hurafata aid eserler addolunması ma’nevi Yegane silah-ı müdafaası iman ve ahlakından ibaret olan camia-i milliyyemizin bu vesait-i ma’neviyyeden tecerrüdü suretinde neticenin nerelere varacağını tahmin etmeye dilimiz varmıyor. Asrilik kuyud-ı ma’neviyyeyi hürriyet mefhumlarıyla kabil-i te’lif görmüyor. Fakat hürriyet-i vicdanın da ma’na ve şümulünü ihataya muktedir olamıyor. Hey’et-i ictimaiyyelerin muvazenesini muhafaza eden kuvvet idari kuvve-i te’yidiyyelerden ziyade başka amillere aiddir. İnsanları başkalarının hukûkuna taarruzdan men’ eden yalnız kanun korkusu değildir. Gerçi her türlü vicdani nasibden mahrum kimseler hakkında yegane kıymeti kuvvet ve menfaat teşkil ederse de lehü’l-hamd hey’et-i ictimaiyyemiz daha henüz bu kadar alçalmış değildir. Bir milletin nizam-ı ictimaisinde en mühim amil hissiyat-ı diniyye ve ahlakıyyenin kemalidir. Bu muhterem rabıtalar gevşedikçe hey’et-i ictimaiyyeyi muhafaza eden bağlar çözülür. Hayatı ma’neviyattan mücerred maddiyattan faate istinad eder. Menfaatin haleldar olmasıyla beraber her şey hitam bulur. Artık ne vicdani teessürler ne de ahlaki kuvve-i te’yidiyyeler vaz’iyeti ıslah edemez. Çünkü maddi telakkiler karşısında bütün bu desatir hayal ve hurafattan başka bir şey değildir. Devamlı neşriyat ile mütemadi bir hırs ve garazla her gün ma’neviyata ar ve hicaba vaki’ taarruzat ancak bu suretle kabil-i izahtır. Bir insan her türlü kuyud-ı diniyye ve ahlakıyyeden azade olabilir. Lakin başkaları böyle değildir diye gayz ve hakarette bulunmak hakkını kazanmış olabilir mi? Seciye ve mehasin-i ahlakıyye bütün insaniyyetin en yüksek bir mefkuresini teşkil ederken ve bütün garb alemi şu dakikada iman ve ma’neviyat ihtiyacıyla kıvranırken asriliğin ma’neviyat düşmanlığı tarzında tezahürü şayan-ı hayrettir. halardaki tezahürat ve te’siratı! Şimdi bu tezahürat ve te’sirattan neticeyi istihsal etmek lazım gelir. Hey’et-i tında mühmel ve lakaydane büyüyen nevzad altı yaşına gelince mektebe veriliyor. Mekteplerde ahlakıyata verilen mevkiin derecesi ma’lumdur. Son zamanlarda bütün muallimlerin i’tirafıyla sabit olan ilmi terbiyedeki tedenniye ahlaki ve dini terbiyenin ihmali dolayısıyla ma’nevi tereddi de inzimam edince çocuklarımızın hevai seciyesiz bir halde yetişmelerini men’ etmek mümkün olamıyor. Haftanın dört gününü izcilik kır tenezzühü müsamere ve merasimle geçiren diğer günlerde de birçok saatlerini terbiye-i bedeniyye gına uğruna heba eden çocuklardan böylece yetiştikçe bu fikirlerle büyüdükçe hayatta bir muvaffakıyet beklenilemeyeceği bedihidir. Çocukların serbest fikirlerle meşbu’ olmaları namına garbcılarımızın tervic ve tahsin ettikleri bu tarz-ı terbiyye ilim ve irfan ve seciye için sarf edilen bu kadar masraf ve emeklerin berhava olmasından başka bir netice vermemektedir. Derecat-ı tahsil ilerledikçe inkişaf ve tekemmüle başlaması bir emr-i tabii olan seciye ruhu terbiye edilmemiş ma’nevi sahada ahlaki zaruretlere karşı hazırlanmış ve hayatı bila-kayd ü şart harekat-ı nefsaniyyeden ibaret zanneden bir genç ile mümkün değil istinas edemiyor. Metanet-i ahlakıyyeden mahrum vicdani ve ma’nevi desatiri mevhum bir şekilde ahz ve telakki eden fikirler üzerinde sebat sadakat istikamet azim gibi secayanın evsaf-ı mahsusasından olan mümeyyizat te’sirsiz kalıyor. Hiss-i millinin istihkarı millete aid mümeyyizatın hurafeden ibaret addolunması alınan menfi terbiyenin mahsulünden başka bir şey değildir. Aile terbiyesinden terbiye-i ibtidaiyyeden başlayarak muhtelif derecat-ı tahsiliyyede muharrib te’siratını gösteren garbcılık sade nesl-i müstakbeli değil nesl-i hazırın da mükteseb seciyesini tehdid etmektedir. Serbest bi-kayd müsamahakarların hey’et-i ictimaiyyemizde çoğalması neticesinde ahlak-ı milliyye duçar-ı tereddiyat olduğu kadar secayayı milliyye de inhidama ma’ruz kalmaktadır. Asriliğin telkin eylediği sosyete hayatının iktiza ettirdiği sefahet ve israf yüzünden iktisadiyat-ı milliyyenin uğradığı zararları da unutmamalıdır. Bu hususta son Hilal-i Ahmer Balosu bir nümunedir. Elde edilen on bin lira hasılata mukabil kırk bin liranın tuvalet ve elbise masrafı namıyla Beyoğlu’nun terzilerine ecnebi fabrikalarının ihracat emtialarına gittiğini yine asri gazeteler yazıyorlar. Niseviyetin en hassas bir nokta-i za’fını teşkil eden moda beliyyesinin aile bütçelerinde açtığı yaralar bu hesaba ilave olunursa her sene sade İstanbul’dan milyonlarca servetimizin harice akıp gittiği anlaşılır. Bunlara bir de levazımat-ı medeniyyeden addolunan şampanya masrafıyla kumarı zammedersek ma’rifet ticaret ve san’at refah ve servetin huzur ve sükun-ı vicdanla yerleşen tezahüratı ve bunun neticesi medeniyet mefkuresidir ve bütün bu saydıklarımız esasat-ı Garbın da en mühim kısımlarını kabul ettiği bu hakikatler bu yüksek medeniyet pişgah-ı basiretimizde dururken asrilik perdesi altında tereddiye inhimak şiar-ı hinlerimize yerleştirmek lazımdır ki muhtac olduğumuz hakiki terakki ve teceddüdün te’mini hakiki medeniyetin milliyyeye ittiba’ etmekle mümkündür. Seyyidü’l-beşer Hazret-i Peygamber Efendimiz hadis-i nebevilerinde “Kadınlar erkeklerin nısf-ı digeridir” mealinde buyurmakla kadınsız erkeğin kanun-ı hilkatin intizar ettiği netice vücud bulamayacağını ve kadının vücuduyla erkeğin itmam-ı mevcudiyyet edeceğini anlatmıştır. Resul-i Ekrem Efendimiz hazretleri: “Ehline hayırlı olan en hayırlınızdır. Ben de ehline hayırlı olanların içinde hayırlıyım. Kadınlara ancak kerim olan lutf u ikram ile muamele eder. Alçak tabiatlı adamlardan başkası da ihanette bed muamelede bulunmaz.” mealinde bulan hadis-i şerifleriyle mü lümanların zevcelerine muhabbet etmelerini tavsiye ve cins-i nisvana ihtiramın lüzumunu ihtar buyurmuşlardır. Kadınlar fıtraten terbiye-i etfal ve a’mal-i beytiyye ile çok avarız-ı tabiiyyeye ma’ruz bulundukları için hey’et-i olarak çocukları terbiye umur-ı beytiyyeyi tertib vesail-i maişetin ihtiyacdan fazlasını hüsn-i idare gibi şeylerdir. Kadınların bu vezaif-i fıtriyyelerini bi-hakkın ifa ve idare edebilmeleri ise şübhesizdir ki ulum ve maarifle münevver ve mekarim-i ahlakla da ittisaf etmiş bulunmalarına vabestedir. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz “Onlar hamile kalırlar doğururlar çocuklarını emzirirler; çocuklarına muhabbetkar olurlar zevcleriyle hüsn-i muaşeret eder ve namaz da kılarlarsa cennete dahil olurlar” mealinde buyurmuşlardır. camiayı takviye ve tarsin etmesi icab ederken asrilik bilakis bu revabıt-ı ictimaiyyeyi sarsmıştır. Garb fezail ve rezailinin mucidlerine taş çıkartacak bir maharetle taklidinden başka salah-ı ictimaimiz namına kazanılmış hiçbir fayda yoktur. Ahlak bozulmuş aile esasları mahvolmuş ma’neviyat seciye sarsılmış fakat bunların yerine hiçbir şey ikame edilememiştir. Ma’nevi sahadaki boşluğu dolduracak hiçbir maddi eser de yoktur. Garbın mehasini miyanında ihraz-ı mevki’ ve ancak bu suretle medeniyet ruhunu temsil eden ilim ve irfan sınaat ticaret esaslarından hiçbiri tecelli edememiştir. Yaldızdan ne çıkar?. Şu hale nazaran medeniyet ve kemalat-ı garbiyyeyi ma’na-yı hakikisiyle asla ifade etmeyen ve temsil etmeyen garbcılık bugünkü şekliyle hiç bir kıymet ifade etmeyen acaib bir mefhumdan başka bir şey değildir. Acaba garb medeniyetinin menfi şekilde kabulüyle hey’et-i ictimaiyyemiz namına ne kazanılmış olacaktır? Müdhiş bir galat-ı rü’yetle mehasini rezalet fezayıhı fazilet makamında kabul etmeye imkan var mıdır? Asırlarca şarkta yaşayan şarktan feyz alan İslamiyeti kabulden sonra da bu şerefle asırların tarihini şehamet ve tesanüd disine aid olmayan tarihine lisanına mefkuresine seciyesine teamülatına esasatına el-hasıl evsaf-ı mümeyyizesinden hiçbirine muvafık ve mutabık gelmeyen bir alemin hars ve nüfuzuna tabi’ olur da ona istihale eder? Böyle bir vak’a hangi milletin tarihinde görülmüştür? Gerçi tarih mağlub milletlerin galiblerin kılıncı altında eman dilediklerini yazmıştır. Bazen de kendi evsaf ve mezaya-yı milliyyesini hakir görerek tereddi eden milletlerin ma’neviyyesini harsini kaybettikten sonra yaşayan bir milleti asla gösterememiştir. Bugün ihtiyacat-ı zamaniyyeye evfak olan şerait ve tekemmülatın hey’et-i mecmuasını temsil edebilecek hakiki bir teceddüd ve terakkiye çok muhtacız. Çünkü veche-i ictimaiyyemiz şekl-i hazırıyla terakkiye doğru bir tekamülü değil edvar-ı zulmet ve cehalete doğru müdhiş bir irticaı ifade ediyor. Evet medeniyet-i hakikıyyeye her milletten ziyade müftekıriz. Garbın şiraze-i ictimaisi bozulmuşsa da hiç olmazsa maddi ve sınai sahalarda haiz-i tekemmülat bulunuyor. Halbuki biz eskisinden de mahrumuz. Medeniyet saadet-i beşeriyyeyi kafil olan esasatın hey’et-i mecmuasıdır. Gerek efradın gerek hey’et-i ictimaiyyenin maddi ve ma’nevi inkişafatını müemmin olan hürriyet adalet müsavat hürriyet-i vicdan masuniyet-i şahsiyye maali-i ahlak tesanüd-i ictimai teavün desatiriyle temel taşları vaz’ olunan ilim ve fen ve nacak son derecede i’tina olunacak birçok kuyud ve şerait hadis-i şerifleriyle validelere hürmet ve Terbiye-i etfal vazife-i ulviyyesini hakkıyla ifaya muktedir ve fiilen muvaffak olan bir ana hem kendisini hem evladını hem de bütün ehl-i beytini sefalet ve sefahetten ve onların tevlid edeceği emraz u eskamın şerrinden vikaye ederek süeda gibi yaşamak şüheda gibi ölmek kabiliyetinde bulundurur. Mes’ud ve bahtiyardır. O çocuklar ki hayatının mehasininden müsaade-i imkan nisbetinde suretle çalışarak kurtulmak kabil olacağını anlamış ve kendilerini bu tarz-ı ictimai üzere büyütmüş validelerin agûşunda terbiye edilmişlerdir. Bedbahttır o yavrular ki mezaya-yı ictimaiyye ve İslamiyyeden fezail-i ruhiyye ve ahlakıyyeden mahrum maddi ve ma’nevi ulum-ı nafiadan bi-haber validelerin ellerinde kalmışlardır. Barlara gidip erkeklerle dans eden sefih kadınların terbiye edecekleri evladın hey’et-i ictimaiyyeye muzır unsurlar olacağına şübhe yoktur. faza-i sıhhat ve iktisab-ı hüsn-i sirettir. Hazret-i Peygamber Efendimiz “İlahi senden sıhhat ve afiyet ve hüsn-i huluk dilerim.” buyurmuşlardır. Babalarından kalan malı idare edemeyen mirasyedilere acıyan nazar-ı teessüfle bakan insanlar terbiye-i etfal kavaidinden bi-haber cahil analara aynı nazar-ı teessüfle belki ondan büyük teessürlerle telehhüflerle bakmakta haklıdırlar. Fahru’lenbiya Efendimizin her biri bir cevher-i hikmet ve menba’-ı ali-i ulviyyet olan ehadis-i nebeviyyesinden biri de şu hadis-i şeriftir: “Cenab-ı Hak’tan afv ile afiyet isteyiniz. Zira hiçbiriniz imanda yakinden sonra afiyetten hayırlı bir ni’mete nail olmamıştır. – Din-i celil-i İslam insanın hayvanat-ı saire üzerine hakk-ı imtiyaz ve rüchanını te’min eden sıhhat-i akliyyenin sıhhat-i bedeniyye Cenab-ı Hakk’ın ibadına ihsan buyurduğu ni’metlerin kelime-i tevhidden sonra en azimi bulunduğunu beyan Ma’lumdur ki bu alemde her mevcudun bir vazifesi vardır. Onun şahsına nev’ine has olan kemali o vazifeyi hakkıyla ifa etmesine mütevakkıftır. Din-i celil-i İslamın nisvan hakkındaki ahkamı ta’limatı o cinsin fıtratına bütün hasaisi ve melekatına tamamıyla muvafıktır. Yani o hasaisi bu ta’limat-ı İslamiyye dairesinde feyz bulursa o zaman nisvan-ı müslimin hudud-ı tabiiyyesini aşmamak şartıyla bu alemde en büyük bir terakkiyi ihraz ederler. ması için ilm-i ahlak hıfz-ı sıhhat terbiye-i etfal vezaif-i beytiyye gibi ulum ve fünunu tahsil ve muktezıyatına tevfikan hareket etmeleri lazımdır. Nisvan-ı müslimin maddiyat ve ma’neviyatı cami’ bulunan ve üzerine farz olan ilm-i hallerini hakkıyla bilip tamamıyla riayet ettikleri takdirde gaye-i kemale vasıl olurlar. Hadis-i şerifte ta’dad edilen evsaf vücuda gelmedikçe yani bir kadın bir erkeğe zevce olmadıkça zevciyle hüsn-i muaşerette bulunmadıkça ve ana olup çocuklarını terbiye-i sahiha etmedikçe cins-i nisvan için vüsulü mümkün olan gaye-i kemale vasıl olamazlar. Zira melekatının tekemmülü mevahibinin tehezzübü ancak bunları ifa etmekle kaimdir ve bunun için yaratılmıştır. Nizam-ı fıtrat-ı beşeriyyenin lisan-ı kavanin-i tabiiyyenin tercümanı olan şeriat-ı garra-yı Muhammediyyenin ahkamına kadınlar hakkıyla vakıf olsunlar da nasıl ana olacaklarını öğrensinler. Valideliğin vezaifini kavaninini tetebbu’ etsinler de terbiye-i evlad mesailinin ihtiva eylediği dakayık ve gavamıza vakıf olsunlar. Evet terbiyedeki o dakayıkı anlasınlar ki cebini şeci’ bahili sahi mütekebbiri mütevazı’ kazibi sadık eder. Fahr-i kainat Efendimiz hazretleri iyilik ve ihsan etmek için nasın dır. Anandan sonra yine anandır anandan sonra yine anandır. Ba’dehu babandır.” mealinde hadis-i nebevileriyle iyilik ve ihsan edilmek için validelerin ulüvv-i mertebesini anlatmıştır. Bir kadın terbiye-i etfal emr-i ehemmini ifa edebilmek etfalin neşv ü nema-yı ruhani ve cismanisinin tabi’ olduğu kavanini bildiren ilimleri bilmedikçe vazifesini hakkıyla göğüs germeye mecburdur. Çünkü usul-ı terbiyyeyi çocuğun viladetiyle sinn-i rüşde vüsulü arasındaki ahval ve etvar-ı muhtelifeye tatbik ile ona göre ta’kib etmek lazımdır. Buna muvaffakıyet ise hakiki bir kemale işte ciddi bir devama çocuğun her tavrını her hareketini tedkik hususunda dakik bir nazara muhtacdır. El-hasıl kadınlar terbiye-i etfal vazife-i şakkasıyla mükellef bulunduklarından çocuk büyütmek için nazar-ı im’ana alı Ailelerin salahı cem’iyet-i beşeriyyenin salahını fesadı da fesadını müstelzimdir. Yani efrad-ı ailenin cem’iyet-i beşeriyye üzerine te’sirleri aldıkları terbiyenin neticesidir. Hayır ise hayır şer ise şerdir. Mesela bir hayru’l-halef zuhur eder; ailesinin mecd ü şerefini evc-i a’laya isal eder. Bir bi’se’l-halef meydana gelir hem kendisini rüsvay eder hem de ailesini haziz-ı mezellette analar babalardan ziyade çocuklarının su’-ı terbiyye ve adem-i tehzib eseri olarak ika’ edeceği ceraimden mes’uldürler. Validelerin cehaletinden mütevellid ve su’-i terbiyyeleri sebebiyle hıfzıssıhhaya adem-i riayet noksani-i tegaddi gibi maddi… Cebanet meskenet ve sair su’-i ahlak gibi manevi ve onun tevlid edeceği fart-ı atalet ve sefalet gibi esbabın taht-ı te’sirinde pek çok etfalin daha alem-i sabavette iken bu alem-i şehadete veda’ edip gittikleri her an müşahede edilmektedir. Mahiyetlerini vazifelerini mevahib-i fıtriyyelerini cinsiyeti için mukadder olan kemale vüsulün tarikini usulünü bilen ve o suretle harekette bulunan ailelerinin muhafaza-i hayatı zevclerinin badi-i mübahati olan müslüman kadınları timsal-i şefkat enmuzec-i rıfk u rikkat a’mal-i hayra müstaid Allah yolunda feda-yı cana müheyya bulunurlar. Hayatlarının kıymetini zamanlarının ehemmiyetini ve nakd olduğunu takdir ederler. Müslümanların parlak bir istikbale mazhariyeti hususunda büyük bir te’siri haiz olan nisvan-ı müsliminin akıl ve terbiyesinde bütün müslümanların çalışmaları lazımdır. Bir şart ile ki ahkam-ı celile-i İslamiyye rehber ittihaz edilsin kanun-ı fıtri olan kanun-ı İslamiyyet düstur tanılsın. O kanun-ı ilahi ki hem ruhi fikri ahlaki mehasin ve bedayii hem de idari siyasi ictimai medeni kavaid-i külliyyeyi cami’dir; desatir-i sabite ve nevamis-i hakikıyye mecmuasıdır; tabi’lerini hurafattan men’ eder saadet-i hayatiyyeye mazhar eyler. lara teveccüh eden vazife-i asliyye budur. Bir taraftan umur-ı beytiyyeyi tanzim ve tedvir hususunda zamanın da mekarim-i ahlakıyye ve terbiye-i İslam ile vicdanlarını mütehalli kılmak lazımdır. Biz Anadolu müslümanları çocuklarımız için işte böyle bir terbiye ve irfan istiyoruz. Bizim arzumuz irademiz umde-i esasiyyemiz bundan ve kaffe-i ahkamına riayet etmek müsliminin akdem-i vezaifi olduğunu i’lan eyler. Hayat bir meydan-ı ma’rekedir ki şedaid-i hevl-engizi reyandır ki ondan bir içim su alabilmek için bin türlü mihnet ve meşakkate katlanmak iktiza eder. Hümum u ekdarı ise sayılamayacak derecede kesirdir. Valideler evladının vücudunu ilel ü eskamdan muhafaza etmekle hayatta muvaffakıyetlerini te’min için her şeyden evvel nazar-ı dikkate alacakları cihet sıhhat-i cismaniyyelerinin muhafazasıdır. Zira kavaid-i hıfzıssıhhaya ittiba’ hususunda emraz da za’f-ı kuvayı ve bilahare mevt-i haili intac eyler. Binaenaleyh etfalin selameti ve husul-i saadeti validelerin hıfzıssıhha kavaidine hakkıyla riayet ve mukaddemat-ı hayatiyyede i’tidal üzere tasarrufa dikkat gibi iki şart-ı mühimmin vücuduna vabestedir. Muhakkaktır ki emraz-ı cismaniyye ecsam üzerinde ne kadar müessir ise emraz-ı ruhaniyye de nüfus üzerinde aynı te’siri hasıl ederler. Ruh gerek kabul-i emraz gerekse kabiliyet-i müdavat hususlarında cisme tamamıyla müşabihtir. Aralarındaki fark ise cins-i marazla nev’-i devaya münhasırdır. İlac-ı hakikilerine tesadüf ederlerse musabı bulundukları ilel ü eskamdan kamilen şifa-yab olurlar. Ruh ibtida-yı emrde terbiyenin tarafeyni olan salah ve fesad cihetlerinin her ikisine de müstaidd-i bir valideye müsadif olursa adab u hikmetle tezeyyün ederek hem kendini hem de sair beni nev’ini müstefid eyler. İhmalkar ve mütekasil bir mürebbi eline düşerse şirret-i sefilanesiyle bütün hey’et-i ictimaiyyeyi bizar edecek muzır bir mahluk olur. Bir şahs-ı sefih hüsn-i terbiyye ve tedbir-i ma’kûl sayesinde sefaheti terk ederek doğru yola süluk eyler. Bir şahs-ı fasık dahi terhib yahud netice-i mev’iza olarak fısk u fücurdan tecrid-i nefs ile mazhar-ı salah olur. - mikdar para ile acaba kaç tane İmam ve Hatib mektebi açabilecektir? Şübhesiz bulacağı para da az olacaktır açacağı İmam ve Hatib mektepleri de pek az bir mikdara münhasır kalacaktır. Şu hal karşısında İmam ve Hatib mektepleri küşad olunamayan memleketler ahalisi kendilerine lazım olan imam ve hatibleri acaba nereden tedarik edebileceklerdir? Kendi memleketlerinde İmam ve Hatib mektepleri bulunmayan ahali o mekteplerin bulundukları memleketlere çocuk göndermez. Çünkü ne imamlık ne de hatiblik cazib bir gaye mühim bir saik değildir. İmam veya hatib olmak için kendi memleketinden başka yerlere gidecek kimseler bulunacağına nasıl inanabiliriz? İnanırsak kendimizi aldatmış oluruz. Şimdiden bu akıbeti keşfedemeyenleri birkaç senelik tecrübelerin ikaz edeceğinde şübhe yoktur. Fakat ba’deharabi’l-Basra!.. Tahsil-i ibtidai imamlık ve hatiblik tahsilini de mecburiyet-i kanuniyye altına alarak herkesin çocuğunu Haydi bunların hepsini mümkün ve hatta fiilen vaki’ farz edelim; yalnız imamlar hatibler ile bu iş dönecek midir? Diyanet İşleri Riyaseti imamlar hatibler vasıtaları tatmine kafi gelecek midir? Diyanet İşleri Riyaseti acaba bu suallere ne yolda cevab verecektir?. Orası ne yolda cevab verirse versin bizim kanaatimize göre İmam ve Hatib mektepleri maarif-i diniyyenin ibtidai bir derecesidir. diniyye tedvir olunamaz. Hakayık-ı aliyye-i diniyye yüksek tahsil görmüş İslam ulemasına arz-ı ihtiyac eder. Ba-husus maddiyat-perestliğin her şeye hakim olmak mevki’de bulundukları görülüp dururken onların rahle-i tedrislerinde kabil-i hitab birer şakird bile olamayacak bir derece-i tahsilde yetişecek olan imamlar hatibler ile gaflet eseri gösterenlere şaşarız. Yüksek tahsil-i dini erbabının İlahiyat Fakültesi’nden yetişeceğini ümid etmek daha büyük bir gaflet eseridir. Diyanet İşleri Riyaseti eğer ulum-ı diniyyenin atisinden endiş-nak ise din ile dünyanın yekdiğerinden tefrikı prensibi icabatından olmak üzere ahirete aid ulum-ı diniyye müessesatının tamamen dünyevi bir müessese olan Maarif Vekaleti’nden uhrevi bir müessese olan Diyanet İşleri Riyaseti’ne devri lazım geleceğini evliya-yı umura isma’ ettirmeye çalışmalıdır. Endişenin mübeddel-i itmi’nan olmasına başka çare yoktur. Maarif Vekaleti eğer tefrik prensibine sadık ise idaresi altında uhrevi müesseseler bulundurmamak mecburiyetindedir. Bugünlerde iki haber aldık: Biri mevsuk diğeri mevsuk değil. Mevsuk haber şudur: Diyanet İşleri Riyaseti İmam ve Hatib mekteplerini kendi idaresi altına almak üzere bütçenin bir kısmını ihdas olunacak müfettişliklere ayırıyormuş hasılı kendi kendine gelin güvey oluyormuş… Diyanet İşleri Riyaseti’ne muvaffakıyet temenni ederiz. Teşebbüsü ma’kûl ve mantıkidir. İmam ve Hatib mektepleri bugün Maarif Vekaleti’ne merbut bulunuyor. Bu merbutiyet zaten münasebetsizdir. Çünkü İmam ve Hatib mektepleri tamamen uhrevi birer müessesedirler. Maarif Vekaleti ise dünyevi bir müessesedir. Dünya ile ahiret işleri yekdiğerinden ayrıldıktan sonra İmam ve Hatib mekteplerinin Maarif Vekaleti idaresinde bulunması gülünç olur. Zaten o mektepler Maarif idaresinde kaldıkça ahiret işlerinde imamlık ve hatiblik yapabilecek kimseler yetişmesi imkanı yoktur. Oralarda yetişenler maddi ve dünyevi işlerde imam ve hatib olabilirler. Eğer Maarif Vekaleti’nin gayesi de böyle imamlar ve böyle hatibler yetiştirmek ise diyeceğimiz yoktur. İmam ve Hatib mekteplerinin bugünkü ders programlarına tarz-ı tedrisatına muallimler kadrosuna bakılınca gayenin de bundan başka bir şey olmadığına hükmedilebilir. Gaye bu olunca ahiret işlerine imamlık vazifesini de “Ümminin ümmiye imamlığı caizdir.” fetvasınca ahali münavebeten Diyanet İşleri Riyaseti eğer İmam ve Hatib mekteplerinin şimdiki vaz’iyetlerini gayelerini akıbetlerini anlayarak öyle teşebbüste bulunmak istiyorsa şayan-ı memnuniyyet bir teyakkuz eseri göstermiş oluyor. Fakat şurasını da Diyanet İşleri Riyaseti’ne hatırlatmak mecburiyetindeyiz ki İmam ve Hatib mektepleri ister şimdiki vaz’iyetleriyle şimdiki gayeleriyle Maarif Vekaleti’ne merbut kalsınlar ister yeni bir programla uhrevi bir gaye ile Diyanet İşleri Riyaseti’ne rabtolunsunlar zaruri bir akamete tabii bir insidada mahkumdurlar. Evvelce izah etmiş bulunduğumuz bu mes’eleyi sevk-ı zaruretle bir daha teşrih edelim: Memleketin her tarafında imamlara hatiblere ihtiyac vardır. Onun için memleketin her tarafında İmam ve Hatib mektepleri açmak mecburiyeti vardır. Bu da azim mikdarda paraya mütevakkıftır. Maarif Vekaleti parasızlık yüzünden bugün yeniden Maarif mektepleri açamadıktan başka mevcud mektepleri de tevhide çalışıyor ta’bir-i diger ile kapatıyor. Eline para geçse ye mekteplerine sarf edeceğinde şübhe yoktur. Maarif Vekaleti’nin bulamadığı parayı Diyanet İşleri Riyaseti acaba nereden bulacaktır? Bi’l-farz koparabileceği bir Miladın on sekizinci asrından i’tibaren zuhur eden Vehhabiliğin teessüsü üzerine Hicaz ve makamat-ı mübareke-i cid çobanlarından birinin oğlu olan müessis-i mezheb Muhammed bin Abdilvehhab Beni Temim kabilesine mensubdur. Muma-ileyh Basra ve Şam’da edebiyat-ı Arabiyye ile fıkh-ı Hanefiyi tahsil etmiş babasıyla birlikte hacca gittikten sonra Medine-i Münevvere’de fıkıh tahsilini ilerletmiş daha sonra Isfahan’a giderek bir müddet orada ikamet etmiş ve bir müderris ve mürşid sıfatıyla Necid’e avdet eylemiştir. Muhammed bin Abdilvehhab bütün seyahatleri esnasında birçok israf ve ifrat manazırını temaşa ile dilhun oluyor halkın yaşayışında ve giyinişinde sadelik yerine lüzumsuz fakat külfetli alayişlere ehemmiyet verdiğini söylüyordu. Muma-ileyh bilhassa müslümanların tevhid akidesini rahnedar eden birtakım hurafata taptıklarını evliya tanılan birtakım eşhasın kabirlerine fevc fevc gittiklerini bu evliyanın kabirlerini ziyaret ederek ölülerden himmet dilendiklerini hatta bu evliya tanılan eşhastan sarf-ı nazar putperestliği yıkmaya gönderilen Hazret-i Muhammed aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimize perestiş ettiklerini ve bu suretle asıl ma’bud-ı hakiki olan Zat-ı ecell ü a’laya ibadeti unuttuklarını iddia ediyordu. Muhammed bin Abdilvehhab din-i mübin-i İslamı safvet-i asliyyesine irca’ etmek müslümanları ancak Kur’an-ı Kerim’e inkıyad ve sünnet-i seniyyeye ittiba’ ettirmek emeliyle hareket ettiğini söyleyerek tel-kinat icrasına başladı. Muhammed bin Abdilvehhab’ın telkinatı badi-i emirde ehemmiyetle telakki edilmediğinden ailesiyle birlikte Arabistan’ı dolaşmaya mecbur olmuş ve nihayet Necid’de Der’iye’de ikamet ederek Der’iye Şeyhi Muhammed bin Suud’a mezhebini kabul ettirmeye muvaffak olmuştur. Bu muvaffakıyet revabıt-ı sıhriyyet ile te’yid edildi. İbni Suud İbni Abdilvehhab’ın kerimesiyle Muhammed Abdülvehhab damadının nüfuz ve kuvvetinden Muhammed Abdülvehhab kendi mezhebine salik olmayan müslim ve gayr-i müslimleri kafir telakki ediyor ve bunların kılıçtan geçirilmesini reva görüyordu. Bu suretle Vehhabilik Arabistan’ın birçok yerlerinde intişar etti. Muhammed bin Suud’un oğlu Abdülaziz seri’ birtakım muvaffakıyetlerle Vehhabiliği bütün Necid’e kabul ettirdikten sonra Necid’in hududunu aşmış Hicaz’a hulul etmeye başlamıştı. On dokuzuncu asrın ilk yılları Vehhabilerin hem devr-i ikbal hem devr-i idbarını teşkil eder.’de Yoksa ne Maarif Vekaleti tekke olmaktan ne de Maarif Vekili tekke şeyhi mevkiine düşmekten kurtulamaz! Eğer kendi prensibine yine bizzat kendi sadakat göstermeyecek lehine olarak tefsir ve telakki edemeyeceğiz. Mevsuk olmayan diğer bir habere göre evliya-yı umurda hem İmam ve Hatib mekteplerini hem de İlahiyat Fakültesi’ni tevsi’ ve ıslah etmek diğer bir tarz-ı getirmek temayülü hasıl olmuş. Öbür haber gibi bu haberi de memnuniyetle telakki ederiz. Böyle bir temayül şübhesiz bir hüsn-i niyyet eseridir. Fakat her hüsn-i niyyet hüsn-i netice vermez. Onun için biz evliya-yı umur hazeratına kemal-i samimiyyetimizle arz ederiz ki ne Vekaleti idaresinde kaldıkça hangi şekle ifrağ olunurlarsa olunsunlar oralarda din alimleri yetişemez. İlahiyat Fakültesi müderrislerinden bir zatın ta’biri vechile ulum-ı diniyye müessesatının Maarif idaresindeki vaz’iyeti üvey peder veya valide nezdindeki çocuğun vaz’iyetinden farklı olamaz. Dini müessesat kendisine yan gözle bakan dünyevi bir müessese-i idariyye vesayetinde barınamaz. Evliya-yı umur eğer bu hüsn-i niyyetlerini gerek din ile dünyanın tefrikı prensipleri namına ve gerek ulum-ı diniyyeyi himaye namına müessesat-ı diniyyeyi Diyanet İşleri Riyaseti’ne devrederlerse o zaman hüsn-i netice verebilir. Maarif Vekaleti idaresi altında mutlaka bir müessese-i diniyye bulundurmak istenilirse programı re İlahiyat Fakültesi’nin idare-i hazırasını idame etmek mümkündür. Fakat buna mukabil ulum-ı diniyyenin tali derecelerini tamamen Diyanet İşleri Riyaseti’ne devretmek zarureti vardır. Tali tahsilin kaç dereceli olması lazım geleceğini Riyaset-i mezkurenin takdirine bırakmalıdır. Bu derecelerde yetişecek olan mutavassıt erbab-ı tahsil mutavassıt ihtiyacat-ı diniyyeyi tatmin edebilir. Ali ihtiyacat-ı diniyyenin tatmini vazifesi de İlahiyat Fakültesi’nden neş’et edecek yüksek erbab-ı tahsile kalır. Resmi müessesat-ı diniyyenin ihtiyacata kafi gelemeyeceği cihetle ulum-ı diniyye tedrisatı kema-fi’s-sabık nail-i hürriyyet olmalıdır. Bu sayede birçok imamlar hatibler kendi kendine yetişerek hükumete bar olmazlar. Müs[ta]hberatımız miyanında İmam ve Hatib mekteplerinin tevsi’ ve ıslahları halinde bile yine o namı taşıyacakları da bulunuyordu. Dünyevi bir müessese olan Darul-fünun’un muhtelif şu’belerine “medrese” namı bir nam mahiyeti haiz “medrese” ta’birinin esirgenmesi ve onlara dünyevi bir nam olan “mektep” ünvanının verilmesi de bize pek garib geliyor!. Reisinin oğlu Türki Vehhabiliği tekrar ihyaya teşebbüs etmiş bunun oğlu Faysal Mısır hükumetine vergi te’diyesinden imtina’ ettiği için esir edilerek Kahire’ye gönderilmiş bilahare Faysal Kahire’den firar ederek tekrar vatanına avdet etmiş ve o zamandan i’tibaren Vehhabiler komşularıyla mütemadiyen didişmekle beraber makamat-ı mübareke-i İslamiyyeye tecavüz edememişlerdir. Muhammed Abdülvehhab’ın telkinatı mezheb-i Hanbeli’ye mensub Şeyhülislam Ahmed bin Teymiye el-Harrani’nin tealimine mübtenidir. İbni Teymiye’nin asarından Abdülvehhab’ın istinsah ettiği nüshalar hala mevcuddur. İbni Teymiye mezheben Hanbeli olmakla beraber mezahib-i erbaadan birine merbut değildi. Kendisi müctehiddi. Yani İbni Hazm gibi zahir-i Kur’an’a sünnet-i seniyyeye kıyasa müstenid ahkam istihrac ediyordu. İbni Teymiye kurun-ı ahirede zuhura gelen bid’atlerle şiddetle mücadele etmiş makabir-i evliyayı ziyareti onlardan ve hatta Hazret-i Peygamber’den istimdadı putperestlik addiyle takbih eylemişti. Bundan başka İbni Teymiye kendisine muasır mutasavvıfların en bi-eman düşmanı idi. Vehhabiler de İbni Teymiye gibi zahir-i Kur’an’a i’tikad ederler ve mezahib-i erbaanın ahkamından sarf-ı nazarla her şeyi Kur’an-ı Kerim’den olan dalalet cereyanlarını nazar-ı dikkate alarak icmaa müstenid ahkamı da reddetmişlerdir. Bunlar makamatı ziyareti evliyadan istimdadı men’ her türlü israf ve debdebeyi tevzi’-i adalet hususunda her türlü teseyyübü kafirlere karşı her türlü müsamahayı takbih tütünün nakil füyuzat mes’eleleri hakkında muhtelif makamat nezdinde vukû’ bulan müteaddid teşebbüslerinden bir kısmının reddedilmesi bir kısmına cevab bile verilmemesi talebe-i ulumu pek me’yus ve müteessir etmiş bu vaz’iyet-i elime talebenin hatt-ı hareketlerini tesbit etmek üzere fevkalade bir ictima’ akdetmelerine saik olmuştur. Salı günü Fatih’te Tabhane Medresesi’nde iki yüz kadar talebe-i ulumun iştirakiyle akdolunan bu fevkalade alakadar eden bütün mes’eleler münakaşa edilmiş bilhassa Abdülaziz’in oğlu Suud Kerbela’ya hücum ederek müdafi’lerini kılıçtan geçirmiş Kerbela’nın muhtevi olduğu makamatı tahrib asırlardan beri Şii müslümanların bu makamat-ı mübarekeyi tezyin için ihda ettikleri kıymetli mücevheratı iğtinam ederek avdet eylemişti. Suud Hicaz’a da girerek Mekke-i Mükerreme’yi zabt etmiş belde-i mübarekeyi yağmadan sıyanet ile beraber bütün makabiri tahrib eylemişti. Şiiler Kerbela’ya vukû’ bulan tecavüzü afvetmeyerek Der’iye’de namaz kılarken Emir Abdülaziz’i katlettiler. Muma-ileyhin yerine oğlu Suud geçti. Suud Medine-i Münevvere’yi de işgal etti. Bu suretle Vehhabilik Arabistan’ın en mühim aksamına hakim oldu. Vehhabilerin Ravza-i Peygamberi’yi tahrib ve merkad-i pakin bütün muhteviyatını yağma etmeleri bütün hami-i İslam olan Devlet-i Osmaniyye’ye dikildi. Devlet-i Osmaniyye bu tecavüzler karşısında harekete gelerek makamat-ı mübareke-i İslamiyyeyi kurtarmak vazifesini Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’ya havale etti.’de Mehmed Ali Paşa’nın oğlu Tosun Paşa kumandası altında bin kişiden müteşekkil bir Mısır ordusu Hicaz’a girdi. O sırada Suud Bağdad’ı zabt etmek üzere şimale hareket etmiş bulunuyordu. Fakat o zaman yaşında bir çocuk olan Tosun Paşa’nın Hicaz’a geldiğinden haber alır almaz derhal avdet etmiş ve Tosun Paşa’nın ordusunu mağlub ederek azim zayiata giriftar etmişti. Gerçi Mısır ordusu Mekke ve Medine’ye girmişti. Fakat aldığı kuva-yı imdadiyyeye rağmen Haremeyn-i Şerifeyn’i muhafaza edemiyordu. Bunun üzerine bizzat Mehmed Ali Paşa bir ordunun başında Hicaz’a hareket ettiyse de yine kat’i bir muvaffakıyet ihraz edemedi.’de Tosun Paşa’nın ordusu Taif civarında tekrar mağlub edilmişti. senesinin Mayıs’ında Emir Suud irtihal etti. Yerine geçen oğlu Abdullah Mehmed Ali Paşa ile müzakerata girişmek istedi ise de talebi reddedildi. Mehmed Ali Necid’e doğru ilerledi Vehhabiler’i tarumar etti. Başlıca şehirlerini zabt etti. Nihayet Vehhabilerle sulh akdederek yağma ettikleri bütün mücevheratı iade etmelerini şart koştu. Vehhabiler bu şartı infaz etmediklerinden muharebeye devam etti. Bu sefer Mısır ordusunun kumandanlığına Tosun Paşa’nın yerine İbrahim Paşa ta’yin olunmuştu. senesinin Eylül’ünde Hicaz’a ayak basan İbrahim Paşa Abdullah’ın ordularıyla takriben iki sene mücadele etmiş nihayet maiyyetinde kalan kişi ile beraber Abdullah’ı esir ederek İstanbul’a göndermiş bunlar da arkadaşlarıyla birlikte i’dam edilmişti. Bu hadisat Vehhabiliği azim bir tezelzüle uğrattıysa da onu imha edemedi. İstanbul’da i’dam edilen Vehhabiye nediyoruz. Mukadderatımıza hakim olanlar sarih hukûkumuzu teslim etmezlerse duyacakları azab yalnız vicdani olmayacak Fakülte’yi de doğmadan mezar-ı ademe sürükleyeceklerdir. Hülasa Eylül tarihli Salı günü ba’de’z-zeval saat ikide vukû’ bulan fevkalade ictimaımızda takarrur eden esasat şunlardır: ğer fakültelere nakil hakkının verilmesi Müdavimlerin atisinin te’mini. Hususat-ı mezkurenin kabul ve halline kadar Fakültemizin hin-i küşadında derslere devam edemeyeceğimizi talebe misakında müttefikan tesbit ve kabul ettik. Ma’ruzat-ı vakıamızın kabulünü memleketin irfanı namına istid’a ve istirham eyleriz efendim.” Amerika ve Avrupa’nın birçok yerlerinde bizim memleketimize “garibeler memleketi” namı veriliyormuş. Garibeler de dini akidelerden ibaretmiş. Bu memleket hakikat garibeler memleketidir. Fakat garibeleri dini sahada değil ictimai sahada aramak hakikate daha muvafıktır. Başka her şeyi anlamak imkanı vardır. Yalnız kimsenin meslek-i ictimai ve siyasisini anlamak imkanı yoktur. Herkes bir zihniyetin esiridir. Fakat o zihniyetin hüviyetini ta’yin etmek kimsenin kudreti dahilinde değildir. Çünkü hiçbir zihniyette muayyan bir istikamet görülemez. Bugün bir şekilde tecelli eden bir zihniyeti yarın başka şekilde münkeşif görürsünüz. Bugün bir şeye kara diyen kimse yarın ona ak der. Bir zamanda medhettiği kimseyi diğer zamanda zemmeder. Gıyabında dostluk göstermediği bir adama huzurunda en sadık bir dost kesilir. Nazarında bugün hakikat olan bir hal yarın hurafe olur. Hurafe olduğunu bildiği bir fikre hatır için hakikat demekten çekinmez. Bizim nazarımızda tebeddül etmeyecek hiçbir hakikat yoktur. Hakikat bizim telakkiyatımıza hissiyatımıza zihniyetimize menfaatimize göre daima değişir. Bir şey bizim hissiyatımıza temayülatımıza muvafık ise hakikattir değilse batıldır. Fikrimize arzumuza uygun ise fazilettir değilse rezilettir. Bizim keyfimize göre söz söylerse hakim ve adildir değilse cahildir. Nefsimizin temayülatına mugayir hal ve hareketlerde bulunursa delidir eski kafalıdır. Bizim çılgınlıklarımızı tahsin ederse alkışlarsa münevverdir akıllıdır. Hasılı ictimai zihniyetlerimizin hüviyeti kat’iyyen ma’lum ve müteayyin değildir. Bir hadise nazarımızda daima iyiliğini muhafaza edebilmek için ması ve bununla beraber menfi veya müsbet bir cevab da verilmemesi şiddetli müzakere ve münakaşaları mucib olmuştur. İctima’ neticesinde talebe ittihaz etmiş oldukları mukarreratı bir misakname ile te’yid ederek Fakülte Riyaseti’ne ve Darul-fünun Emaneti’ne arz etmişlerdir. Talebe-i ulumun metalib-i esasiyyesi şunlardır: Millet vekilleri tarafından Meclis’te kabul edilen evkaf bütçesindeki talebe-i ulumun iaşesine aid tahsisatın müdavimleri gibi diğer fakültelere de geçebilmeleri ulum bu istirhamları kabul edilmediği takdirde Fakülte derslerine devam edemeyeceklerini de taht-ı karara almışlardır. Talebe-i ulumun Darul-fünun Emaneti’ne ve İlahiyat Fakültesi Riyaseti’ne takdim ettikleri istid’anın elimize geçen bir suretini aynen derc ediyoruz: “Ma’ruzatımızdır Fakültemiz müdavimlerinin iaşesi hakkında gerek Fakültemiz Riyaseti’ne ve gerek muhtelif makamata altı defa vukû’ bulan müracaatımıza müsbet veya menfi hiçbir cevab verilmedi. Fakültemiz müdavimlerine diğer fakültelere nakil hakkının verilmesi hakkında Emanet ve Riyaset-i celileye verdiğimiz istid’alar reddedildi. Diğer fakülte müdavimlerinin atisi te’min edildiği halde Fakültemiz me’zunini hakkında hiçbir şey düşünülmedi ve tesbit edilmedi. Ekserimiz milletin fakir zümresine mensubuz. Genç ve kıymetdar hayatımızın on beş senelik mahsul-i mesaisi kanuni bir hakk-ı sarihimiz olan ve bugün kat’ edilen bir ekmek kırıntısına feda ediliyor. Tahsilini isti’dadlarına muvafık olarak ikmal için serbest irfan ocağının diğer şuabatına geçmek isteyenlerimiz kuyudat-ı na-layıkanın kurbanı oluyor. Hiçbir genç hayat-ı kıymetdarının uzun senelerini bir fakültenin devamı namına heder etmemiş ve bir endişennin esiri olmak için memleketimizin uzak yerlerinden buraya kadar koşup gelmemiştir. Millet vekillerinin kabulüne iktiran eden bir bütçede muhassas müsavi olan Fakültemiz müdavimlerine Darul-fünun’un şuabat-ı sairesi ve Daru’l-Muallimin-i Aliyye gibi yüksek mekteplerin kapıları mesdud kalıyor; nakil gibi bir hakk-ı sarihımız nez’ ediliyor. Binaenaleyh yüzlerce evlad-ı vatanın mukadderat-ı istikbaliyyesi mülahazat-ı gayr-i varidenin kurbanı olurken bu elim vaz’iyet karşısında sükut edemeyeceğiz. İaşemizin te’minini istiyoruz cevab yok. Diğer fakültelere geçmek isteyenlere hakk-ı nakil yok… Müdavimlerin atisi hakkında bir ümid yok. da fakir ve mağdur talebeyi terk-i tahsile da’vettir. getirmez idik. Demek ki huzuzat-ı nefsaniyyeden başka şeye perestiş etmeyen ihtiram göstermeyen insaniyyet ferdleri de varmış!. Biraz haya yahu biraz haya!.. Diyanete karşı tuğyan insaniyyete karşı isyan eden ferdlerden haya beklememizi saf-derunluk telakki edenler olursa bu haklarını teslim etmek mecburiyetindeyiz. Diyanete düşman insaniyyete düşman olan la-dini lainsani kimselerin gazete neşretmelerindeki maksad acaba ne olabilir? Şübhesiz para kazanmak ve kazanılan paralara da mahall-i sarf olacak behimi bir hürriyet-i hatlarına??? dikkat ederseniz kuyudat-ı ahlakıyye aleyhine köpürmelerinin sebebini kolayca anlarsınız. Yan yana çıplak erkek kadın resimleri neşrederler. Deniz hammamlarında yine çırılçıplak olarak kadın ve erkeklerin yekdiğerleriyle ne gibi rezaletler yaptıklarını gazete sütunlarında tasvir ederek o gibi hallerden öyle alemlerden haberdar olmayan genç kız ve erkekleri de o hayata sevk etmeye çalışırlar. Yine danslardaki müsamerelerdeki kadın ve erkek rezaletlerini meydan-ı aleniyyete dökerek ahlak-ı umumiyyeyi ifsada uğraşırlar. Meyhane sefahetlerini fuhuşhane sefaletlerini temsil ve tasvir etmek suretiyle gazetelerine kari’ bulmaya vesile yaparlar. Öpüşlerini bel sıkışlarını sermaye-i makale radan huzuzat-ı nefsaniyyeden ibarettir. Haya edeb iffet fazilet gibi kelimeler ma’nasız mühmel lafızlardır!. Bu kıbti medeniyetlerine bu behimiyet alemlerine müdahale edenler onların en menfur düşmanlarıdır. Onlara edebden hayadan bahsedenler ister Amerikalı ister Avrupalı ister Asyalı ister Afrikalı olsun mürteci’dir eski kafalıdır mutaassıbdır kara kuvvettir softadır kurun-ı vüsta bekayasıdır!. Fakat kendi zihniyetlerinin hüviyetlerini kendileri bile ta’yin edemezler!.. Filibe’den gazetesine çekilen bir telgrafa göre İstanbuliski Kabinesi zamanında takvimlerden hazf edilen dini bayramlar hükumet-i hazıra tarafından milli bayramlara kilisenin de iştiraki te’min olunmaktadır. Hükumet altın kubbeli Aleksandr Nevski Kilisesi’nin merasim-i takdisiyye ve küşadiyyesi şerefine pek mutantan şenlikler tertib etmektedir. Üç gün üç geceden beri Sofya taşradan gelmiş birçok dindarlar papaslar ve cenerallerin iştirakiyle yapılan ihtifallerle çalkalanmaktadır. daima bizim arzumuza göre cereyan etmelidir. Bir kimse kendisini bize mütefekkir tanıttırabilmek için daima bizim gibi düşünmelidir. Bizim gibi düşünmezse derhal cinnetine hükmederiz. Kalemimizi bu cerihamıza temas ettirmemizin sebebi mugayir-i ahlak neşriyatı men’ etmek üzere Cem’iyet-i Akvam tarafından hükumetimize vukû’ bulan müracaatın bıraktığı ma’kus te’sirattır. Avrupa seyyiat-ı ictimaiyyesini çılgıncasına taklid etmemizden kısmen memnun oluyorduk. Memnuniyetimizin saikı şu tarz-ı mülahaza idi: Avrupa bir gün ahlaksızlığın çıkmaz bir yol olduğunu ve hatta mühlik bir musibet bulunduğunu anlayacak ve mutlaka fazilet-i ahlakıyye yolunu tutmak mecburiyetinde kalacaktır. Madem ki biz Avrupa’yı taklid ediyoruz ve bir peyk gibi onun mihver-i harekatı etrafında dolaşıp duruyoruz onunla beraber biz de fazilet-i ahlakıyye yolunu tutmuş oluruz. Heyhat ki çok aldanmışız. Avrupa’yı taklid edişimiz rezail-i ahlakıyyede seyyiat-ı ictimaiyyede ber-devam olmasıyla mukayyedmiş! Avrupa fazilet-i ahlakıyye yoluna girince derhal kıymetini ehemmiyetini zayi’ etti. Bize pişva olmak mevkiinden düştü. Sütten kesilen behaim yavrularının anaları arkalarından ayrılmaları gibi biz de seyyiat-ı ahlakıyye ve rezail-i ictimaiyyeden tecerrüd ve tebaüd etmeye çalışan Avrupalıdan yüzçevirmek yolunu tuttuk. Bu yolda yürümek işaretini ilk defa bir akşam gazetesi verdi. Daru’l-Hikme ile Cem’iyet-i Akvam’ı yan yana getiren makale sahibi Cem’iyet-i müşarun-ileyhanın müracaat-ı vakıasını Daru’l-Hikme’nin vaktiyle ara sıra neşretmiş bulunduğu dini ve ahlaki beyannamelere benzetiyordu. Bu teşbih bit-tabi’ ne Cem’iyet-i Akvam’ın ne de Daru’l-Hikme’nin lehinde değildir. Her ikisini de köhne bir zihniyet olmak üzere teşbih ediyor ve her ikisine karşı yordu. Şimdi şu zihniyete bakınız dün Avrupa’nın bir ferdine bile perestiş edilirken bugün bütün cihanı temsil eden akvam da Daru’l-Hikme gibi duçar-ı gazab ve ıkab oluyor. Daru’l-hikme’nin lisan-ı dini ile hitab etmesinin laik fikirlerde bir tufan-ı muahaze tevlid eylemesini tabii bir hal telakki edebiliriz. Fakat Cem’iyet-i Akvam’ın tufanı koparmış olmasına karşı ne vaz’iyet alacağımızı ta’yin edemiyoruz. Laikliğin diyanete dost olmadığını bilir idik. Lakin laikler miyanında insaniyyeti de tanımayacaklar bulunacağını bilmiyor idik. Muhterem insaniyyet veyahud zavallı insaniyyet; sen böyle ferdleri de daire-i ünvanın dahilinde bulunduruyormuşsun da haberimiz bile yokmuş!. İnsan her şeye düşman olabilir fakat kendi insaniyyetine de düşman olabileceğini hatırımıza Diyarbekir Meb’usu Ziya Gökalp Bey gazetesinde yazdığı bir makalede “aldanmışlar gecesi”nden bahsediyor. Birkaç misal irad ettikten sonra bize nakl-i kelam ile diyor ki: “Aynı tecrübeyi Türkler de yaptılar. Büyük askeri ve siyasi zaferleri müteakıb toplanan bir parlamento galeyanlı bir ictimaında bundan sonra devletin cumhuriyet ve laik devlet olduğunu i’lan etti. Bu karara ulema ve meşayihten olan meb’uslar da iştirak ettiler. Tarih tedkik olununca görülüyor ki büyük müceddidler halka kabul ettirdikleri büyük inkılabları vücuda getirmek için en buhranlı dakikaları intihab ederler. Bunlar sükun zamanında asla kabul ettiremeyecekleri teceddüdleri bu büyük buhran hengamelerinde kolayca kabul ettirebilirler.” Diğer hususlara diyecek yok. Fakat devletin laik olduğu hakkındaki i’landan biz haberdar değiliz. Teşkilat-ı Esasiyye’nin ilk maddesinde “devletin resmi dini din-i Meclisi’nin ahkam-ı şer’iyyenin tenfizini deruhde ettiği” musarrah olduğu halde laikliğin i’lanı ne demek oluyor? Vakıa Umur-ı Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti Müdiriyet-i Umumiyye haline kalb edildi fakat Şer’iye ve Evkaf Vekilinin salahiyet ve mes’uliyeti Başvekile intikal etti kuvve-i icraiyye umur-ı şer’iyye ve evkaftan dolayı Meclis’e karşı yine mes’uldür. Diyanet Reisi cemaat-i İslamiyye tarafından intihab olunsaydı ve müslümanların umur-ı diniyyeleri hakkında hükumetin hiçbir alakası olmasaydı o vakit laiklik oldu denebilirdi. Bugün umur ve mesalih-ı diniyyenin yolunda cereyan edip etmediğinden dolayı Meclis’e ve millete karşı mes’ul olan hükumettir. Evet Diyanet Reisinin de mes’uliyeti var. Fakat o yalnız ma’nevi bir mes’uliyettir. Asıl mes’uliyet-i siyasiyye ve maddiyye hükumete aiddir. O halde laiklik hükumetin neresindedir? Bazı rical-i hükumetin de ara sıra laiklikten bahsettikleri görülüyor. Kim bahsederse etsin Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’na göre böyle şey yoktur. Böyle söyleyenler “Ben demek devlet demektir” demek istiyorlar ise ona diyecek yok! Meb’usların Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’nu çocuk oyuncağı addetmeleri ne garibdir ! Geçen hafta Şehremini “İstanbul’u bir sefahet şehri haline sokacağım.” demişti. Bu hafta da Fatih-Edirne[kapısı] tramvay hattından bahsederken “Bu caddeye teMukaddema dine karşı vukû’ bulan müfrit hareketler yüzünden Bulgaristan’da din za’fa uğradı; onun arkasından komünizm fikirleri Bolşevik hareketleri meydan aldı. Bu her yerde böyledir ve böyle olacaktır. Komünizme karşı ancak din bir sedd-i mukavemet teşkil edebilir. Din hisleri zevale yüz tuttuktan sonra komünizmi hiçbir şeyler tevkif edemez. Bulgaristan bu tecrübeyi yaptı. Komünistlerin memleketi alt üst etmek için taraf taraf teşkilatlar kıtaller tertib ettiğini ve Bulgaristan’ın büsbütün yağma ve anarşiye ma’ruz kalacağını gören hükumet şimdi halkın dini hislerini takviye edecek esbaba tevessül ediyor. Fakat acaba geç kalmadılar mı? Bunlar aklı başında milletler için ne ibretli levhalardır! lama bizzat Kur’an’a ve Peygamber’e karşı tahkir ve tezyiflerini geçen nüshamızda derc etmiştik. Ondan sonra çıkan nüshasında o hakaret ve tezyiflerde bulunan mütecaviz Ankara’daki mülakatlarını neşrediyor; “Makamat-ı aliyyeyi ihraz etmiş eski dostlarını ziyaret ve kendilerine arz-ı hürmet etmekle beraber ilham almak” maksadıyla Ankara’ya gittiğini söyledikten sonra Başvekil İsmet Paşa hazretleriyle mülakatını yazıyor. zurundan ayrılırken de İsmet Paşa’nın kendisine söylediği sözler şunlarmış: “ in mücahedesini takdir ediyorum. Tuttuğunuz yolda azim ile yürüyünüz.” tuttuğu yol kendisine yanlış anlatılmıştır. Yoksa devletin resmi dini olan din-i mübin-i İslama bizzat Kur’an ve Peygamber’e tahkir ve tezyiflerde bulunan bir mütecavizin bir mücrimin tuttuğu dalalet ve idlal yolunu İsmet Paşa elbette tasvib etmez. Mukaddesat düşmanı bu mütecaviz “muhamilerin boynundaki yular”dan bahsettiğini Adliye Vekili’ne isnad eyledi de Adliye Vekili şiddetle bunu tekzib etti. Ümid ederiz ki İsmet Paşa hazretleri de kendisine isnad olunan “takdir ve tasvib”i tekzib ederler. Haber aldığımıza göre İzmit Müddei-i Umumiliği din-i mübin-i İslama bizzat Kur’an ve Peygamber’e karşı tahkir ve tezyifte bulunan gazetesi sahib ve müessisi Kılıç-zade Hakki Bey hakkında ikame-i da’vada bulunmuştur. “Bulgarlık hemen hemen münevveri bulunmayan harab müslüman memleketlerinde istediğini yapıyor. Burada Ziştovi’de iki gün kaldım.. Fakat keşki uğramayaydım. Bu harabi ve bu sefaletten fazla bir müslüman ruhunu inciten ve bütün bu memleket Türklüğünü kim bilir kaçıncı defa olmak üzere bir kere daha ma’nen öldüren elim ve hazin bir mes’ele daha var: Kasabanın tam ortasında bulunan ‘Saataltı Cami’-i Şerifi’ bu kere mahalli Askeri Kumandanının emriyle yıkılmaya başlanmış. müslüman ahali her ne kadar evvelce depo haline konulan bu müslüman ma’bedini kurtarmak Nezaret’ten yıkılmaması için emir getirmeye muvaffak olmuş ise de mezkur Askeri Kumandanı ‘kışlada yapılacak bir binaya taş iktiza ettiği için’ sözünde ısrar etmiş ve hiç kimseyi dinlemeden bir müfreze-i askeriyye göndererek bu öksüz ve garib ellerde dedelerimizin yadigarı olan o bedbaht müslüman ma’bedini yıktırmaya başlatmış. ‘Saataltı’ Cami’-i Şerifi’nin karşısındaki bir bayırda bir salkım ağacı dibinde size şu satırları yazarken bir kere sahillerinde süvarilerimizin cirit oynadıkları ve atlarını suladıkları koca ve tarihi Tuna’ya bir kere de Bulgar neferinin indirdiği insafsız kazma darbesinden acı acı uğultularla yıkılan zavallı müslüman ma’bedinin manzara-i dilhununa baktım.. Şimdi Tuna’nın mechul ve uzak ufuklarında güneş kızıl bir dünya içine kavuşuyor.. Kanat geren karanlık gece içinde bir zamanlar minaresinden Ezan-ı Muhammedi sadaları yükselen öksüz ma’bede indirilen kazma darbeleri ise kulaklarımı tırmalıyor.. ” “Ruhunu ihmal edip zekasına güvendiği günden beri hanım coşkun bir denizde dümensiz bir tekneye dönmüştür. Şimdi hanım vahi haris zevahire düşkün bir mahluktur. Zengin ve kibar tabakaya mensub olduğunu aleme göstermek için ne yapacağını bilmiyor. Bütün gururu fakire zaife karşıdır. Zenginin ne cinsini ne vatanını ne servetinin menbaını soruyor. Bazı alafranga sadüf eden medreseleri yıktırıyoruz” diyor. Maarif Vekili medreselerin teşkilatlarını mevcudiyetlerini ilga etti; Şehremini de i’mar-ı memleket namına binalarını yıktırıyor. Yıkılan medrese binaları diğer mahallerde inşa edilecekse o vakit zaruret icabatı olarak bu hedmi ma’zur görmek lazım gelir. Nitekim vaktiyle Bursa’da caddeye tesadüf eden medrese hakkında böyle yapılmıştı: Bir taraftan medresenin duvarları indikçe diğer taraftan daha güzel bir mahalde yeni medresenin duvarları yükseliyordu. Bunun temelleri sökülürken ötekinin damları kuruluyordu. O zaman herkes zaruret icabatını takdir etmiş hüsn-i niyyetin pek nadir olan tecellisini görmüştü. Bu halk ne söz anlamayacak zaruretin icabatını takdir etmeyecek kadar kalın kafalıdır; ne de yapılan işlerin de anlar maksad-ı mahsusu da teferrüs eder. Her yıkılan şey yerine daha iyisi konmak üzere yıkılır. Fakat maatteessüf yıkılanların yerine hiçbir şey konmuyor. Nice zamanlardan beridir ki bu düstur-ı tahribat hem maddi hem ma’nevi sahada icra-yı ahkam edip duruyor. Ne garibdir ki bütün tahribat hep i’mar ve ıslah namı altında yapılıyor. Şimdiye kadar yalnız bir zat çıktı ki hakikati olduğu gibi söylemek merdliğini gösterdi: Muhterem Şehreminimiz maksad-ı hakikiyi hiç gizlemeye lüzum görmeyerek gayet samimi bir lisanla “Ben İstanbul şehrini bir sefahet şehri haline sokacağım.” dedi. Gördünüz mü samimiyet ve riyasızlık nasıl olur? Aferin Şehremini’ne! Ekmek Amerika’dan geliyor melbusat da Avrupa’dan. Şu halde bize düşen vazife de yiyip içerek giyinip süslenerek sefahet etmekten başka ne olur? Şehremini Bey hakikati olduğu gibi söylediği için şayan-ı takdirdir. Herkes böyle samimi ve riyasız olsa ne kadar iyi olacak! O vakit bütün i’marat ve ıslahatın saik-ı aslisi herkesin nazarında teayyün etmiş olur. Şehremini Bey ıslahatın umde-i esasiyyesini şu suretle “İstanbul mükemmel oteller gazinolar oyun ve eğlence mahalleri hatta kumarhaneler zevk ve sefahet vasıtaları te’sis etmeye mecburdur. Öyle ki şehrimize ayak basacak her ecnebi şehrimizde uzun müddet kalmak takdirde her sene yüz binlerce erbab-ı zevk ve sefahetin konacağı ve milyonlarca para getireceği şübhesizdir.” Demek ki işimiz kumarhaneciliğe zevk ve sefahet vasıtalığına kaldı! Acaba Şehremini söylediği sözlerin ma’nalarını idrak ediyor mu yoksa sayıklıyor mu? Valisi serhoşluk yüzünden az kaldı memleketi kana boyayacaktı. Şehremini de kumarhaneler eğlence yerleri zevk ve sefahet vasıtaları te’sisine kalkışırsa iş tamamdır! Anlaşılan bunlar da asriliğin muktezasıdır! lerine bedel yeni yeni hüsranlara uğrayarak ric’at edeceklerdir. Bugün muhakkak olan netice Rif kahramanlarının bir derecede büyük bir mevcudiyeti sarsmış onu felaket ve zillete duçar etmiş olmalarıdır. Bu safhayı müteakıb mecbur kalacağı ihtimali ise yine Avrupa mehafilinden sızmaktadır. İspanya’nın vasi’ bir mikyasta yeni harekat-ı taarruzıyyeye teşebbüs etmesine imkan tasavvur olunmadığı noktasında icma’ vardır. Demek ki Rif kahramanlarının mücahedesi neticesinde İspanya’nın haybet ve hüsrana duçar olduğu ve bundan böyle de hiçbir muvaffakıyete destres olamayacağı herkesin taht-ı tasdikindedir. Bu netice karşısında her müslümanın mes’ud olmaması Ümid ederiz ki Rif mücahidleri şimali Afrika’nın halası hususunda en kuvvetli amil olurlar Şimali Afrika akvam-ı İslamiyyesi Rifistan’ın gösterdiği misale ıktida ederek hakk-ı hayatlarını kazanırlar. Son günlerde Mısır ve Sudan mesaili azim bir ehemmiyet kesbetti. İngilizler öteden beri Sudan’ı terk etmeyeceklerini çünkü Sudan halkının kendilerinden ve duruyorlardı. Sudan ahali-i İslamiyyesi bütün bu kuru dan’da vukû’ bulan hadisat İngilizlerin ileri sürdükleri Sudanlılar “Beyaz Bayrak” Cem’iyeti namını taşıyan ve kendilerini temsil eden bir teşkilat ile ortaya çıkarak İngiliz yaşamayı bir zül telakki ettiklerini beyan eylediler. Ancak Mısır’la birleşerek idame-i hayat etmek istediklerini söylediler. Diğer taraftan Sudan’ın Mekteb-i Harbiyye talebesi Sudan’da çalışan Mısırlı askerler Sudan’ın muhtelif şehirlerinde yerli ahali İngiliz hükumeti aleyhinde tezahüratta bulunarak bu hissiyatı te’yid ettiler. Bu hadisat Sudan mes’elesi ile Mısır’ın istiklaline aid mesaili müzakere etmek üzere Avrupa’ya giden Mısır Başvekili’nin da’vasını te’yid ettiği halde İngilizler Mısır Başvekili’nin bu fırsattan istifade etmemesini te’min için müzakeratı geciktirdikçe geciktirdiler. Bi’n-netice Mısır Başvekili müzakeratın icrasından vazgeçmeye mecbur oldu ve bu suretle Mısır ve Sudan mesaili tekrar muallakta kaldı. etmelerinin neticesi Mısır işlerinin teşevvüş ve tezebzüeğlencelere Zengin kibar işidir diye ata biniyor raks ediyor tenis oynuyor sinemaya gidiyor ‘çay’ veriyor. Zekasının yeni nuşmayı ne oturmayı ne gülmeyi biliyor. Muaşeretten bi-haberdir. Asri hanımın tekamülü veya inkılabı kadın zekasına inanmayanlara hak vermekten başka bir şeye yaramamıştır.” Zavallı kadınları bu hale getirdikten sonra şimdi tezyif etmek ne kadar garibdir! Bu da asrilik muktezası olsa gerek!... Yirmi milyonluk koca İspanya ile Rif kahramanları arasında vukû’ bulmakta olan mücadele nihayet bütün mevcudiyetleri birkaç yüz bin kişiden ibaret olan Rif mücahidlerinin İspanyol şevket ve azametine kahhar darbeler indiren muvaffakıyetleriyle kat’i bir safhaya girmiştir. sında Rifistan’ı tahliye etmeyi düşünmek mecburiyetinde kaldıkları anlaşılmaya başlamış ve binaenaleyh bütün Avrupa devletleri bu harekatın netayiciyle alakadar olmak mecburiyetinde kalmışlardır. Avrupa devletlerinin en çok düşündükleri nokta Rif kahramanlarının ihraz ettikleri muvaffakıyatın bütün Fas’ta umumi bir kıyam ihzar etmesi ve bi’n-netice bütün Fas ahalisinin her türlü himayeden kurtulmak ve hareket Fransa İngiltere gibi devletleri alakadar edeceğinden buna karşı birtakım tedabir ittihaz etmek icab etmekte hatta lede’l-icab İspanya yerine diğer bir devletin Rifistan’a musallat edilmesi ihtimali de düşünülmekte Esasen birkaç yüz bin kişiden müteşekkil olan Rifistan ahalisinin kadınlarıyla çocuklarıyla gençleriyle düşmanları def’ ve imha için ihtiyar ettikleri nihayetsiz fedakarlıklardan sonra zafere erişecekleri ve gasıbları memleketlerinden def’ edecekleri sırada Avrupa devletlerinin hakk-ı hayatlarını kanlarıyla müdafaa ve sıyanet etmiş olan bu müslümanların istiklallerini tanıyacakları yerde bilakis Rifistan’a diğer gasıblar taslit etmeyi düşünmeleri garb medeniyetinin insafsızlığına garb medeniyetinin gasb ve yağma esasına müstenid olduğuna yeni bir delildir. Maamafih biz kaniiz ki garb devletleri müslümanları daha fazla tazyike uğraştıkça yeni yeni muvaffakıyetler ihraz ederek İslam alemini tezlil edecek cek olduğunu gösterecektir. Vakıa arada birtakım hadisat-ı fevkalade zuhura geliyor ve gelecektir. Fakat bunlar hep birer şe’n-i ilahidir. Allah kendisine arka çeviren nifak ve riya ile ömürlerini geçirmek ya akıllarını başlarına toplayarak nifak ve riyayı terk ederek dinlerine sıdk u hulus üzere sarılacaklar yahud başları felaketten felakete ruhları ızdırabdan ızdıraba çarpıp duracaktır. Son dakikaya kadar alınan ma’lumata nazaran Taif’in Vehhabiler tarafından işgali bir emr-i vakidir. Mekke’den sızan ma’lumata göre Vehhabiler Taif’i yalnız temişler birçok insanların kanını dökmüşlerdir. Ez-cümle Abdullah bin Abbas hazretlerinin merkadini Vehhabilerin tahrib ettikleri haber verilmektedir. Vehhabilerin Mekke’ye müteveccihen hareketlerine dair haberler henüz teeyyüd etmemiştir. sefer İngilizler Şerif Hüseyin’i himaye ve müdafaa etmeyeceklerdir. Hatta Şerif Hüseyin İngilizlere iltica edecek bile olsa kendisine bir iyilikte bulunulmayacağı anlaşılıyor. Demek ki İngilizlerle Şerif Hüseyin’in arası çok açılmış bulunuyor. İki İngiliz gazetesinin verdiği ma’lumata göre İngiliz donanması ve bir Fransız kruvazörü Cidde’ye müteveccihen hareket etmiştir. Bu sefain-i harbiyyenin hedefi İngiliz Fransız menafiini müdafaa etmekmiş! Şimdilik Hicaz ahvali bu merkezdedir. Şerif Hüseyin’in krallık sultanlık ve daha birtakım şahsi ihtiraslar peşinde koşması yüzündendir ki Beytullah’ı ve Ravza-i Peygamberi’yi ihtiva eden arazi-i mukaddese bugün bütün ehl-i İslamı müteessir edecek kan ağlatacak felaketlere duçar oluyor. Şerif Hüseyin ile oğulları ecnebilere alet olmasalar İngiliz hırsına İngiliz amaline para mukabilinde hizmet etmeseler arazi-i mukaddesenin masuniyeti hiçbir vakit haleldar olmazdı. Zalimlerin her halde cezalarını bulacakları muhakkaktır. Makamat-ı mübareke-i cektir. Simila – Kohat’ta Salı günü müslümanlar ve Hindular arasında dini bir münazaa zuhur etmiştir. Birçok el silah atılmış ve bazı yerlere de ateş verilmiştir. Nihayet be uğraması Mısır’da ihtilal cereyanlarının kesb-i kuvvet etmesini mucib olacaktır. Mekke-i Mükerreme civarında da bütün İslam alemini tehyic edecek mühim hadiselerin vukûa gelmekte olduğunu telgraflar bildiriyor. Dört bin kişilik bir Vehhabi kuvveti Taif’i işgal ederek Mekke-i Mükerreme üzerine doğru ilerliyor. Harb-i umuminin en mühim devresinde Türklere hıyanet ederek İngilizlerin tarafına geçen ve bilahare larda Hilafete tesahub eden Şerif Hüseyin bugün cezayı sezasını bulmak üzeredir. Fakat onunla beraber makamat-ı mübareke de taht-ı tehdidde bulunuyor. Vehhabilerin ma’lum olan akideleri mucebince vaktiyle yaptıkları gibi gerek Hazret-i Peygamber Efendimizin Ravza-i Mutahharalarını ve gerek diğer ashab-ı kiramın makabirini tahrib etmeleri tehlikesi vardır. Bu sebeble bütün alem-i İslam bu hadiseyi pek büyük bir ehemmiyet ve alaka ile ta’kib etmektedir. Türkler Haremeyn-i Şerifeyn’in hadimi bulunduğu zamanlar makamat-ı mübarekenin müdafaası için de hayatlarını feda etmekten çekinmezlerdi. Fakat şimdi Müslümanlığın müdafii olan Türklere isyan ve hıyanet ederek İngiliz himayesine sığınan yalancı hükümdar ve kukla halife Hüseyin Vehhabi ordularına karşı ne yapacak? İngiliz dostu kendisini himaye edecek mi? İbni Suud’u İngilizlerin tahrik etmediği ne ma’lum? Bütün Arabistan’ın İngilizler yurdu te’sisini hatta bizzat Hicaz’ın da zımnen İngiliz himayesi altında yaşamasını istihdaf eden muahedeyi Hüseyin’in imzadan istinkaf etmesi üzerine İngilizlerin Vehhabileri Hüseyin’e karşı sevk etmeleri çok muhtemeldir. darbeler indirdikten sonra şimdi de veche-i taarruzlarını Ravza-i Mutahhara’ya karşı çevirdiler. Ne garibdir ki düşmanlar her yerde İslamiyeti yine müslümanların elleriyle yıktırıyorlar. Fil-hakika İslamiyet mühim buhranlar mühim tehlikeler geçiriyor. İslamın mukadderatı hakkında bütün İslam aleminde büyük bir endişe ve ızdırab hissediliyor. Lakin her şeyde bir hikmet-i ilahiyye vardır. Müslümanların hak yolunda cihadı terk ederek dalalet yollarına sapmaları imanlarını menfaatleri mukabilinde satılığa çıkarmaları sıdk u hulus yerine nifak ve riyaya sarılmaları yüzünden başlarına her türlü belalar felaketler musallat oluyor. Allah dinini tezlil etmeyecektir. Bütün husama-yı dinin gayz ve kinlerine rağmen onu yükselte duçar-ı teşevvüş olmuştur. Telgraf telleri kırılmış hatta Tanca ile Tetuan arasında büyük yol şimdiye kadar hiçbir tecavüze uğramadığı halde kat’ edilmiştir. Bi-taraf olan Tanca sahasının ma’ruz-ı tecavüz olması endişesi siyaset alemini esasen iz’aca başlamıştır. İspanya’dan Ceuta tarikıyle Tetuan’a birçok kuva-yı imdadiyye gönderilmiş bulunuyor. Fakat vaz’iyetin müşkilatı faikıyet-i adediyyeyi te’min ile hallolunacak bir mahiyette değildir. Vaz’iyetin daha berbad bir hale girmesi de me’muldür. Asri silahlarla mücehhez ve ihraz ettikleri muvaffakıyetlerle sermest olan vahşi ! ve mutaassıb bir ırk Türkiye tarafından kazanılan askeri ve siyasi zaferlerin İslam aleminde tevlid ettiği emniyet ve i’timaddan mülhem olarak ilerlemeye azmetmiş ve la-ekal bin muharib ile Tetuan’a doğru yürümeye başlamıştır. İspanyollar buna karşı bir muvaffakıyet ihraz etmeyecek olurlarsa netice musibet-engiz olacaktır. Fakat en şayan-ı telehhüf olan bu hezimetin Şimali Afrika’da tevlid edeceği te’sirat bilhassa mütemeddin ve temdinkar diğer bir Avrupa devletine celb edeceği musibettir. Fas’taki Fransız mıntıkası hududda kabailin anarşisini hissetmeye başlamış bulunuyor. Tanca’nın bi-taraflığını ihlal teşebbüsü hal-i hazırda ne kadar uzak olursa olsun birçok elim ihtimalat vakayii ancak derin bir endişe ile ta’kib edebilecek bir haldedir. Rif muharebesinin iyi veya kötü bir netice-i kat’iyyeyi destres olması uzun bir zamana muhtac olmayacaktır.” askeri kuvvetlere müracaat olunarak mücadele bastırılmışsa da ertesi günü yeniden başlamıştır. Kavgaya Hinduların müslümanları tahkir etmek için yazdıkları risaleler sebebiyet vermiştir. Kohat Kumandanı müslümanları bir aralık teskin edebilmişse de bir Hindu tarafından atılan bir kurşun münazaayı tekrar alevlendirmiştir. İki taraf da silah kullanmışlar ve arada birçok polisler yaralanmışlardır. Telefat on beş kişiye baliğ oluyor. Londra Eylül – Allahabad’da müslümanlar devam etmektedir. Mahalli zabıta bu hale hatime vermeye muvaffak olamamaktadır. Her iki taraf da maktul ve mecruh olarak birçok zayiat vermiş olup İngiltere’den müzaheret taleb etmektedirler. İngilizlerden de üç asker maktûl ve yirmi asker mecruh düşmüştür. telerinden gazetesi İspanya ve Fas serlevhalı bir başmakalesinde şu pek şayan-ı dikkat sözleri söylemektedir: “İki ay mukaddem İspanya idare-i askeriyyesinin Reisi General Primo de Rivera Tetuan şehrine giderek orada İspanyol idaresinin bütün İspanyol mıntıkasında kuvvetli bir surette teessüs edeceği i’tikadı hasıl olmuştu. Halbuki bugün İspanyol askerleri birçok mevzi’leri terk etmiş insanca zayiata uğradıkları gibi toplarını da zayi’ etmiş bulunuyorlar. Tetuan’daki kadınlar ve çocuklar sahile nakledilmişlerdir. Şehre hücum eden bazı kabile efradının attıkları kurşunlar bazı insanları maktul düşürmüştür. Birçok muvasalat yolları ya kapanmış yahud tından ziyade Avrupa hayatı hüküm sürüyordu. El-hasıl asrilik ve teceddüd namına mühim hatveler atılmış idi. Devletin asrileşmesine tarik-ı terakki ve temeddünde seri’ değilse tedrici bir surette ilerlemesine hiçbir mani’ kalmamıştı. Fakat o tarihten beri oldukça uzun bir zaman geçtiği halde asrileşmek teceddüd etmek eser-i terakki göstermek emelleri bir türlü tahakkuk edemedi. Geri kalmadıysa ileri de gidilemedi. Bütün hareketler yerinde saymaktan ibaret kaldı. Hatta yerinde saymamız asgari bir zararımızdır. O zamandan beri uğradığımız maddi ve ma’nevi zararların hadd ü hesabı yoktur. Acaba bu inhitat ve tedenninin amilleri neden ibarettir? Ve bu zayiatın mes’uliyeti kime aiddir? Daha o tarihte tekaüd ve istirahate sevk edilen İslamiyeti mes’ul tutmak bulan asrileşmek garblılaşmak teceddüd ve temeddün etmek eser-i terakki göstermek emellerinin ve o emellere vüsul uğrunda mütemadi faaliyet ve hareketlerin şimdiye kadar bizi bulunduğumuz noktadan ileri götüremedikten başka geri gitmekten bile alıkoyamamasından ve temeddün etmek asar-ı terakki ve teali göstermek yollarında İslamiyetin asriliğinden istimdad etmedikçe ve onun gösterdiği terakki ve teceddüd yollarında yürümedikçe asrileşmek emellerimiz tahakkuk edemeyecek; ve o elimizden tutmadıkça yakamızı tevakkuf ve hatta tedenni kuvve-i kahirelerinin ellerinden kurtararak bir hatve ileri gitmeye muvaffak olamayacağız. Vaz’iyetimiz yeniden yeniye tecrübe devreleri geçirmeye müsaid olsaydı ve bu tecrübelerin neticelerini görecek kadar yaşayacağıma ilmim lahık bulunsaydı tifade ve istifaza edilmemesini tavsiye etmekte tereddüd bir tarih-i tevellüde maliktir. İslamiyet bize daima asrilik fikrini ilham eden bir menba’-ı feyyaz bize daima teceddüd yollarını gösteren bir mürşid-i kamil iken biz ona karşı çoktan beri gözlerimizi kapamış kulaklarımızı tıkamış bulunuyor idik. “Mum kendi dibine ışık vermez.” ve “O mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler.” darbımeselleri bulunan İslamiyet bizi tenvir edemiyordu. İçinde bulunduğumuz o derya-yı hikmetin ne olduğunu anlayamıyor nefh etti. Fakat bu ruh bize mahiyet-i İslamiyyet ile ma’kusen mütenasib bir fikir telkin etti: Ahkam-ı İslamiyye ile asriliğin teceddüdün bir arada kafa barıştıramayacakları fikri… İşte bu fikir Türk devleti tarihinde Tanzimat Devri namıyla bir fasl-ı mahsus vücuda getirdi. Tanzimat ricali devlet işlerini asra garba uydurmak için resmen değilse de fiilen din ile devleti yekdiğerinden ayırdı ahkam-ı fıkhiyye yerine Avrupa kanunlarını ikame etti. Ahkam-ı talak nikah ve sair ailevi mes’eleler bırakıldı. Riyaset-i devlette halife hey’et-i vükela miyanında şeyhülislam bulunmasına rağmen devletin muamelat-ı umumiyyesi ahkam-ı İslamiyyeden uzaklaşmış idi. Siyaset-i devlette ahkam-ı İslamiyyenin hiçbir mevkii yoktu. Yalnız icabında ahaliyi teskin veyahud tahrik edebilmek için fetva siyasete alet ittihaz olunuyordu. Rical-i devlette terbiye-i Başmuharrir Sahib ve Müdir amelatta istikametten ayrılmamak ise İslamiyet’in muktezası da budur. Asrilik milleti devleti zenginleştirmek demek ise letlerin iktisadi ve siyasi esaretlerinden kurtaracak ise olmasını istemez. Asrilik cehalet düşmanlığı ve ilim ve fen hamiliği demek ise İslamiyet cehaletin en büyük düşmanı ve ilim ve fennin en kuvvetli bir hamisidir. Asrilik mektepsiz kasaba ve karyelerimizde mektep açmak demek himaye edecek ise İslamiyet fukara ve zuafanın en müşfik bir hamisidir. Asrilik bize küçüklere merhamet büyüklere hürmet fikrini telkin edecek ise İslamiyet de bize aynı dersi vermektedir. Asrilik bizi hukûk-ı ahara tecavüzden men’ edecek ze tehzib-i ahlak ettirecek ise İslamiyet en ahlaki bir dindir. Asrilik bizde vatan-perverlik hislerini milliyet merbutıyetini tenmiye edecek ise İslamiyet de aynı vazifeyi edecek ise İslamiyet de aynı gayeyi ta’kib etmektedir. Asrilik bizi fazilet-perver ve rezilet-giriz yapacak ise rezilete tevcih etmektedir. Asrilik aramızda uhuvvet te’sis edecek ise İslamiyet bidayet-i zuhurundan beri bize bunu tavsiye etmektedir. Asrilik bizi israftan sefahetten serhoşluktan kumarbazlıktan dolandırıcılıktan hilekarlıktan sirkatten mudarebeden mukateleden müşatemeden mücareheden intihardan alıkoyacak ise İslamiyet bunları şiddetle nehiy buyurmuştur. Asrilik bize can mal ırz namus emniyeti bahşedecek ise İslamiyet bunlara karşı en hassas bir emniyet noktasıdır. Asrilik bize insaniyetin neden ibaret bulunduğunu ve insaniyet vazifelerinin nelerden ibaret bulunduğunu bildirecek ise öyle asrilik İslamiyetten ibarettir. Asrilikten maksad zamanların senelerin asırların tahavvülat-ı mütemadiyyesine karşı yeni yeni vaz’iyetler almak ise İslamiyet örf ve adetlere bir mevki’-i hakimiyyet vermek ezmanın tebeddülüyle ahkamın tebeddül edeceği düsturunu vaz’ etmek ulemaya esasat-ı umumiyyeden yeni yeni ahkam-ı cüz’iyye istinbat eylemek salahiyetini vermek suretleriyle ne kadar asri bir din olduğunu göstermiştir. İslamiyet bu sahalarda asrileşmemize teceddüd göstermemize mani’ olmadıktan başka bizi daima asrileşmeye teşvik ve hatta icbar etmekte ber-devam bulunuyor. Asrilikten maksad eğer bunlar değil de ahlakımızı bize her gün ayrı bir çehre-i müstekreh arz eden asr-ı hazırın ahlakına uydurmak ise İslamiyet bu nevi’ asrilik ile şübgöstermezdim. Ta ki kanaatlerimin herkes tarafından tasvib olunduğunu görerek kalben münşerih olayım ve şimdi bu sözlerime karşı gülecek olanlara o zaman ben de hafif bir tebessüm ile mukabele edeyim. Fazla söze ne hacet? Eğer maksadımız hakikaten ve cidden asrileşmek ise İslamiyet asrileşmek teceddüd etmek emellerinin rakibsiz bir kuvve-i müeyyidesidir. rı zannında bulunanlar ahkam-ı İslamiyyeden tamamen bi-haber olanlardır. Asriliği hakiki ma’nasında isti’mal edenler İslamiyetin en asri esasatı ihtiva eylemekte olduğunu anlarlarsa onun ahkamına dört el ile sarılırlar. tev’em bulunan asrilik değil huzuzat ve hevesat-ı nefsaniyyeyi tatmin eden asriliktir. Eğer asrileşmek ile maksadımız bu nevi’ asrileşmek ise bu; terakki ve teceddüd amili değil inhitat tedenni ve tefessüh amilidir. Keyfiyeti daha açık olarak izah edelim: Asrilikle istihdaf edilen gaye hususi ve umumi hayatımızı asırdan asra hatta seneden seneye değişen şerait-ı hayatiyyeye tevfik etmek ise İslamiyetin insaniyete gösterdiği yol da bu yoldur. Asrilik namına harab beldelerimizi i’mar etmek istiyor isek İslamiyet bize memleketimizi i’mar etmeyiniz demez. Asrilik bizden beldelerimizi şose yollarıyla şimendüfer ile otomobiller ile yekdiğerine rabt etmemizi istiyorsa İslamiyet bize manda veya beygir arabalarıyla yolsuz dağlardan bataklı kumlu çöllerden aşarak bir beldeden diğer beldeye gitmemizi tavsiye etmez. Asrilik bizden kağnı arabaları yerine en seri’ vesait-ı nakliyyeyi ikame etmemizi istiyorsa İslamiyet bize eşyanızı mutlaka kağnı arabalarıyla nakledeceksiniz emrini vermez. Asrilik bizden eski usul sapan ile ziraat adetini terk etmemizi ve yerine yeni usul ziraat makineleri maz. Asrilik bize orakla ekin biçmek ve çatal küreklerle harman savurmamızı bırakarak bu işleri makinelere gördürmemizi tavsiye ediyorsa İslamiyet de bu asriliği te’yid eder. Asrilik bizden fabrikalar inşasını daru’s-sınaalar te’sisini tır. Asrilik bize daima kuvvetli donanma bulundurunuz emrini veriyorsa İslamiyet de bize aynı emri verir. Asrilik bize tayyareler tahte’l-bahrler i’mal ediniz diyorsa rimizin birer menba’-ı adalet haline getirilmesini teklif ediyorsa İslamiyetin teklifi de başka bir şey değildir. Asrilik bize vezaif ve emanatı ehil ve erbabına tevdi’ etmemizi emrediyorsa bu emir İslamiyetin ahkam-ı esa Hey’et-i ictimaiyyemizin devr-i kemalinde a’zami kuvvetini ihraz eden bu teşkilat kabiliyeti hars-i millimizi Avrupa-yı Vüsta’dan Asya-yı Vüsta’ya Afrika’nın merkezine kadar asırlarca idame ettirmiştir. Milletimiz satvetini sade kuvvetiyle değil hüneriyle de i’lan etmiştir. Bundan anlaşılıyor ki milletlerde pek kuvvetli bir temsil ve teşkilat kabiliyeti mevcuddu. Münevverlerimiz her nereye giderse gitsin derhal orada milli bir muhit hazırlamasını ve az zamanda harsini tamamıyla kabul ettirmesini biliyordu. Avrupa sahillerinden Hindistan mersalarına kadar olan harb ve ticaret sefinelerimiz muttasıl mahrecler arardı. İnkişafatımız zaman geçtikçe tekamül eden kanunlarımızla esasen mevcud ve din-i mübinimizden kuvvet alan bir cemaat teşkilatına istinad ediyordu. hesiz kafa barıştıramaz. Asrilikten maksad eğer ahlaka fazilete iffete istikamete ehemmiyet ve kıymet vermemek mahalleri açmak ise İslamiyet bunlara cevaz veremez. Asrilikten maksad hususi aile rabıtaları yerlerine umumi ve gayr-i müstekar zevki keyfi geçici rabıtalar ikame etmek ise İslamiyet böyle asriliğe ne selam verir ne merhaba der. Asriliğin umdeleri hak ve batılı helal ve haramı sevab ve günahı yekdiğerinden tefrik etmeyerek hayatta her şeyi mübah ve hayatı menfaatten ibaret telakki etmek ise İslamiyet böyle asrilik ile te’sis-i münasebet arzusunu beslemez. Asrilikten edeceğimiz Asriliğin vasf-ı mümeyyizi hürriyet namına evladı ebeveyne zevceyi zevce itaat ettirmemek ise İslamiyet bu asri tarz-ı terbiyyeyi ayn-ı terbiyesizlik telakki eder. Asriliğin muktezası kadınların serhoş olarak sokaklarda na’ra atmaları ise İslamiyet böyle müstekreh sadaları işitmemek kuvvete vermek ise zaifin idame-i hayatını kavinin merhametine bırakmak ise İslamiyet öyle asriliğe nazar-ı telakki eder. Asriliğin insaniyetle behimiyet hakkındaki telakkiyatı yekdiğerinden farklı değilse öyle asriliğe Bazı kendini beğenmiş mütereddiler milletimizin yüksek temeddün ve terakki kabiliyetini münkirdirler. Esaslı bir düşünceye değil cahilane ve indi fikirlere istinad eden bu zihniyetin ne kadar yanlış olduğunun en beliğ şahidi tarihtir. dakar ve seciyeli halktan ibaret olduğu halde az zamanda adl ü in-tizamını te’sis etmişti. Kurun-ı vüsta zihniyetine muhalif olarak ihtiyac-ı zamaneye göre en mükemmel askeri ictimai ve iktisadi mühim esaslar vaz’ olunmuştu. Bugün için gayr-i kafi olan bu esaslar hey’et-i – “Men’-i Müskirat Kanunu altı sene evvel Amerika’da kabul ve tatbik edilmiştir. Faydası şimdiden görülmeye başlandı. Biz Amerikalılar bu Kanunu cebri tutmuyoruz. Herkes istediği zaman içki lehinde bulunabilir. Fakat ahali Kanunun faydasını görüyor ve o sebeble muhafaza ediyorlar. Benim gibi öteden beri müskirat isti’mali aleyhinde bulunanlar hayli zamandan beri çalışıyorlardı. Bunların sa’y ü gayretlerinin te’siriyle içki kullananların mikdarı azalıyordu. Fil-hakika kanun olmadan biz tamamıyla muvaffak olmuyorduk. Fakat ahali içkinin dehşetli mazarratını anlamaya başladı. İçki satanlar içenlerin zararına zenginleşiyordu. Bu zenginler Men’-i Müskirat Kanunu’nun tatbikinde müşkilat çıkacağını söylüyorlar ve tatbikını istemiyorlardı. Fakat onların arzusuna rağmen hükumet ve millet metanetle Kanunu tatbik etti. Fil-hakika bazı müşkilat hasıl oldu bazı su’-i isti’malat vukû’ buldu. Lakin bu mütalea bu mahzur az çok her kanun hakkında vardır öyle değil mi? Mesela memleketimiz kanun vardır. Böyle olmakla beraber yine kapılarımızı kaparız. Bu kanunlara rağmen biliyoruz ki memlekette yine hırsızlık oluyor. Fakat ara sıra kanunlar hilafında ef’al ve harekat vukû’ buluyor diye o kanunları kaldırmak bit-tabi’ ma’kûl ve muvafık bir hareket değildir. Men’-i Müskirat Kanunu da böyledir. Hatta diğerlerinden daha az su’-i isti’male ma’ruzdur. Men’-i Müskirat Kanunu’nun te’siriyle şimdi ailelerimiz daha mes’ud çocuklarımız daha sıhhatli ve şendir. memleketimizde tarihin görmediği bir derecede servet husule gelmiştir. Evvelce içkiye sarf edilen para şimdi müfid sıhhi şeylere hayatın hakiki lezzetini vücuda getiren ihtiyacatın tatminine sarf edilmektedir. Mesela bizde çalışanlardan her birinin hususi otomobili motoru vardır. Akşam üzeri çalışmaktan yorulanlar bir meyhanenin mahsur havası binerek kırlarda hava ve ziyadan müstefid olmaya gidiyorlar. Hususi otomobiller o kadar çoğalmıştır ki fabrikalar amelelerinin otomobillerini muhafaza için fabrika civarında ayrı mahaller te’sisine mecbur olmuşlardır. Alamaya şehrinde bir hapishane var. Bu hapishane eskiden mahbusları istiaba kafi gelmediği için yanında yeni bir bina inşasına karar verildi ve inşa olundu. Fakat Men’-i Müskirat Kanunu’nun neşrinden sonra bu kısmın Amerika’da barlar açık olduğu zaman’den fazla hususi alkolik hastahanesi vardı. Bunlar sahiblerine çok Hal-i işbaa gelen servet ihtişam neticesi olarak başlayan sefahet ve bi’n-netice tereddiyat-ı ahlakıyyenin tebellüre başlaması bu güzel kabiliyetimizi yavaş yavaş atalete mahkum bıraktı. Kuvvetimize olan i’timadımız ların sadematı bizi büsbütün uyuşturdu. Umumi hususi bütün safahat-ı hayatiyye ve ictimaiyyemize hululüne fırsat-yab olan taklid seyyiesi kabiliyetimizi sarstı. Bugün her şeyimizde olduğu gibi teşkilat-ı ictimaiyyemizde de garbı taklid ediyoruz. Halbuki Avrupa’nın ruh-ı milliye muhalif müessesat-ı sefahet-perveranesi yerine ahz ü kabz etmekle uyuşan kabiliyetlerimizi yeniden canlandırmak gayet sehildir. Bir zamanlar ticaret ve san’atla iktisab edilen servet-i milliyyenin yine aynı hislerin caiz değildir. Vaktiyle sınıfları iki yüz elliye baliğ olan ve sade İstanbul’da bulunanların –bazı eyyam-ı mahsusada– resm-i geçitleri bir ordu manzarası veren esnafımızı ma’mulat-ı dahiliyyenin terakkisini te’min için teşkilat-ı ictimaiyyemizi taklidden kurtararak mefkure-i aslisine irca’ etmek zaruridir. Garb harsinin gayesi; istihdaf ettiği yerlerde bir iz bırakmak bir muhit uyandırmaktır. İctimaiyat sari olduğundan zaif bünyeleri imtisasa kabiliyetlidir. Şarkta her milletin misyoner teşkilatı mektepleri bankaları şirketleri mevcuddur ve bu vesait bütün kuvvetiyle hars-i millilerini neşr u ta’mime saidir. Bunlara karşı mümeyyizat-ı milliyyenin muhafazası suretiyle ictimaiyat ve iktisadiyat-ı milliyyenin yeniden mukarin olarak devam ettikçe elbet semeredar olur. Şu şartla ki vech-i millimizden inhiraf edilerek taklid ihya edilmesin. Hey’et-i ictimaiyyemizi saran derdleri: Sukût-ı ahlakiyi seyyie-i taklidi lakaydiyi ıslah ederek taze bir azm ü gayretle kendimizi ilmen harsen iktisaden müdafaa edebilecek bir hal ve mevkie is’ada bila-tereddüd çalışmalıyız. Emin olalım ki bu milletin istikbali güneş kadar parlaktır. Amerikalı Conson’un Irad Ettiği Konferans ter Conson’un İstanbul’a geldiğini geçen haftaki nüshamızda yazmıştık. Bu hafta zarfında muma-ileyh Türk Ocağı’nda konferans vermiş ve müteakıben İstanbul’dan mufarakat etmiştir. Muma-ileyh ez-cümle demiştir ki: birader ve hemşire gibi muamele etmekle mi mükellefiz?. Biz kendimiz dünyaya bir şey getirmediğimiz için bir şey götürmüyoruz. Her şeyi burada bırakıyoruz. Biz dünyada iyilik etmeye çalışmalıyız. İçki yerleri açarak insanlara muzır olacağımıza onlara müfid olacak işlerde bulunmalıyız. Bu mühim hatalardan bütün dünya yakın zamanda kurtulacak. Allah’ın bir kuvveti vardır ki fena şeylere karşı hareket eder. Diğer birçok memleketlerde iyilik için yapılan cehd ü gayret neticesiz kalmayacaktır. Eminim ki hak batıla galebe edecektir. Bütün dünya pek yakın bir zamanda Müslümanlığın kaidelerini tatbik edecek. Bu mukaddes işte Hazret-i Muhammed insaniyetin başında pek büyük vazifeler yapmıştır.” Mister Conson tarafından irad olunan nutuk bu mealde idi. Bir Amerikalı tarafından müslüman sami’lere ter Conson’un bize maali ve fezail-i İslamiyyeden bahsetmesi; garb aleminin dinimizin neşrettiği fezaili kabul etmekte olduğunu ve bazı memleketlerin de fiilen kabul ettiğini bu hususta bütün aleme rehber olması lazım gelen biz müslümanlara bildirmesi bizi hem memnun hem müteessir etmektedir. Bizi memnun ediyor; çünkü esasat-ı diniyyemizin yirminci asırda ihraz ettiği fütuhat-ı muazzama elbette müslümanları dilşad eder garb aleminin mesaib ve rezail bataklığından meali-i kadar rehakar olduğunu isbat ettiğinden elbette müslümanların bu esasata irtibatı daha ziyade kesb-i kuvvet eder. Bizi memnun eden bu cihetlere mukabil Amerikalı Mister Conson’un bize hitaben irad ettiği nutkun bizi müteessir edecek tarafı da vardır. Hiç şübhe yok ki biz meali-i İslamiyyeye bir Amerikalı tarafından irşad edilecek bir seviyede bulunmamalıydık. Amerikalı Mister Conson bizi kendi dinimizin fezailine irşad olunacak bir halde değil bilakis bizim hayatımızda bütün vakar ve ulviyetiyle tecelli eden fezail-i İslamiyyeden istifaza edecek bir halde görmeli ve gördüklerini gidip kendi memleketine anlatmalıydı. Amerikalı Mister Conson memleketimizi içki ibtilasından muzdarib görerek bize esasat-ı İslamiyyeye avdet ve hayatımızı bu sayede elim ulemamız Amerika’ya gidip Amerikalıları hak ve hakikat dinine Müslümanlığın maali ve fezailine da’vet edecek halas ve felahın ancak bu meali ve fezaile sarılmakta olduğunu izah edecek ve bu suretle bütün alemlere rahmet olan Müslümanlığın füyuzatını neşr ile alemin intibah ve salahına hadim olacaktık. Böyle olacağı yerde kar te’min ediyordu. Men’-i Müskirat Kanunu’un neşrinden sonra bu hastahanelerin adedi on altıya inmiştir. Kapananlar niçin kapandı? Şübhesiz Amerikalılar çalışmayı severler. Fakat bir kar te’min etmediğini görünce du. Müşteri bulamayınca kapandı ve sahibleri başka işlere sarıldılar. tayic-i müfidesi. Vakıa bu Kanun içkiyi büsbütün kaldırmıştır denilemez. Fakat her halde çok tahfif etmiştir. Amerika’da men’-i müskirat aleyhinde bulunanlar tabii birçok şeyler söylüyorlar. Hatta Amerikalıların aleyhinde propaganda yapıyorlar. Fakat halk hakikati anlamıştır. Bunların sözleri te’sirsiz kalmaktadır. Birçok Amerikalılar Amerika’da tatbik edilip faydası görülen bu Kanunun hasıl ettiği tecrübeyi bütün aleme bildirmek isterler. Ben ve birçok arkadaşlarım seyahatler yaparak konferanslarla müskiratın tahdid-i mazarratına çalışıyoruz. Diğer milletlerin buna nasıl muvaffak olacakları noktası bizi doğrudan doğruya alakadar etmez. Lakin bu memleketler bit-tabi’ doğruyu bilmek isterler. İşte biz onlara hakikati söylüyoruz. Bizim gibi Türkiye’de ve daha diğer memleketlerde Men’-i Müskirat Cem’iyetleri teşekkül etmiştir. Bunlar insanları içkiden kurtarmaya çalışıyorlar. Biz bir kazanç için çalışmıyoruz. Müskiratın lehinde bulunanlar gibi para kazanmak düşüncesi bizde yoktur. Biz bütün dünyadaki insanların mes’ud olmasını isteriz. bu hareket o kadar insani ve cevvaldir ki içki aleyhinde bulunanlar her memlekette çoğalıyorlar. İçki aleyhinde bulunanların fikirleri bir gün gelecek her tarafta galebe çalacak hak batıla karşı muzaffer olacaktır. Batıl ve yanlış fikirler bir müddet yaşar fakat nihayet ölüme mahkumdur. Bugün bütün milletler hürriyet için çalışıyorlar. Fakat onlar hürriyetlerini yalnız zalim hükumetlerden zalim maya çalışıyorlar. Müskirat satanların zengin olması müskirat satanlar zengin olmak istiyorlarsa başka suretle gayelerine vasıl olsunlar. Dünyada iyi adamlar gittikçe muavenet ve tesanüd prensibi etrafında toplanıyorlar; muavenet nokta-i nazarı milletleri ve hükumetleri nazar-ı Men’-i müskirattan diğer maksad da çocukları ve kadınları kurtarmaktır. Zaifları himaye etmeyen bir hürriyet tam değildir. Men’-i müskiratın felsefesi zaifi himayedir. Dünyada niçin yaşıyoruz? Buraya bir kurt hayatı geçirmek velde görülen birkaç dersin de çocuklara göre oyundan başka bir şey olamayacağına nazaran ibtidai mekteplerin tedrisat programlarına “oyun programları” mekteplerin kendilerine de “oyun mektepleri” namlarını vermek altında toplanan bu oyunların bir kısmı “hareket-i teneffüsiyye” namıyla ta’dad ve ta’rif ediliyor ki mikdarı altıya baliğ oluyor.ın bütün sahifelerini işgal etmeyecek olsaydı onları ta’rifleriyle beraber derc-i sütun etmek isterdik. Harekat-ı teneffüsiyyeden maada bir de “mektep oyunları” vardır ki bunların adedleri yirmi beşe çıkıyor. Ta’riflerine tahsis olunan sahifelerin mütaleası uykusuz bir insana birkaç gecelik eğlence sermayesi teşkil eder. Bunlar cem’ edilince yalnız oyun ünvanını taşıyan eğlencelerin mikdarı otuz bire varıyor. Oyun mahiyetini haiz birtakım derslerin bunlara inzimamı eğlencelerin yekununu şişirdikçe şişiriyor. Çocukların oyunlar ile iştigalleri şübhesiz bu resmi oyunlara münhasır kalmayacaktır. Çocuğun hayatı serapa oyundan uykuları bile oyunlu rü’yalar ile geçer. Aç bırakmak dayak atmak bile onları oyundan vazgeçiremez. Mektep sıralarında dahi onların yalnız gözleri muallimlere bakar. Fikirleri zihinleri elleri ayakları bütün uzuvları oyunlar tedrisat programlarını serapa oyunlar ile doldurmak ve o oyunları icra ile mükellef tutmak şübhesiz çocukların mucib-i memnuniyyeti olur. Salıncaklı bayram günlerini onlara hiç arattırmaz hatırlatmaz. Fakat evliya-yı etfalin gayesi bu değildir. Memleketin vatanın mekteplerden beklediği semere de bu değildir. Mekatib-i ibtidaiyye tahsilleri tali ve ali tahsillerinin temel taşlarıdır. Oyunların tahsil ile ilim ile irfan ile alakası yoktur. Hareket-i bedeniyyenin lüzumu gayr-i kabil-i inkardır. Fakat hareket hayatla tev’emdir. Zi-hayatlar daima müteharriktirler. Çocuklar evden mektebe mektepten eve gelip giderken kim bilir kaç türlü hareket-i bedeniyyede bulunurlar. Eve gittikten sonra keza… Yalnız teneffüs zamanlarında onları harekat-ı bedeniyyede bulundurmak kafi gelir. Çocukları hareket-i fikriyye sermayesinden mahrum bırakacak derecede oyunlar ile meşgûl etmek hayat-ı fikriyyeye en büyük bir darbe teşkil eder. Oyunlara lerden uzaklaştırır. Yalnız resim musiki el işleri dersleri çocuklara en vasi’ oyuncak ve eğlence sermayesi teşkil eder. Diğer derslerin vakitlerini onlara sarf eder. Çünkü onlara ruhi bir incizab gösterirler. Bu dersler ile iştigal sair derslere çalışmaktan çocukları kat’iyyen alıkor. Çocuklara ders programı tanzim ederken meyl-i tabiilerine mülayim gelen derslere az saat-i tedrisiyye vermek icab bilakis Amerika’dan gelen ve ömrünü Müslümanlığın bir esas-ı kavimi olan men’-i müskiratı te’mine vakfeden bir zatın hayatımızı kurtarmak cem’iyetimizin ızdırabını tahfif etmek refahımızı te’min eylemek için bu esas-ı kün bir seviyede olduğumuzu ihsas etmesi i’tibariyle çok şayan-ı dikkat ve çok şayan-ı-ı teessürdür. Fil-hakika Mister Conson bu sözleriyle bize kendi öz fezailimizden tecerrüd etmekte olduğumuzu ihtar ediyor. Biz bu pek kıymetli fezailimizden tecerrüd ediyorken hatta birtakım asrilerimiz bu fezaili pek kıymetsiz bir şey telakki ediyorken dünyanın en müterakki en sahib-kıran milletleri bu fezaile dört el ile sarılıyor bu fezaili kendi milletlerine mal etmek için hiçbir fedakarlıktan geri kalmıyor milyonlarca liralar milyonlarca emekler tahsis ederek bu faziletlere hizmet ediyorlar. Buna mukabil biz kendi fezailimize kıymet vermeye başlamış ve bu suretle hakiki hayat ve hakiki halasımızı te’mine doğru birkaç adım atacağımızı göstermiş iken sanki bir hata işlemiş sanki yanlış bir adım atmış gibi derhal ric’at ediverdik. Fakat çok geçmeden bu ric’atin ne kadar elim ve vahim neticeler tevlid edeceği görülmeye başladı. Men’-i Müskirat Kanunu’nun ilgasıyla bütçenin kapanması bağların düzelmesi müskiratın ihracıyla halkın kesb-i refah etmesi gibi hayalatın hiçbiri tahakkuk etmedikten başka sefalet-i iktisadiyye günden güne artmış gazete sütunları serhoşluk ceraimiyle dolup taşmaya başlamıştır. Bu elim vaz’iyet karşısında Men’-i Müskirat Kanunu’nun ihyası için daüssıla duyulmaya başladı. Çok ümid ve temenni ederiz ki halkın bu umumi arzusu pek yakında Men’-i Müskirat Kanun-ı mübeccelini ihya eder ve bu suretle memleketimiz müskirat afetini tamamıyla kal’ ve istisal eder. Men’-i müskirat mücadelesini yeniden hararetlendiren ve bütün matbuatımızı mücadeleye iştirak ettiren Mister Conson’a teşekkür etmeden sözlerimizi bitirmek istemeyiz. Teceddüd namına “ilk mektepler” ünvanı verilen “mekatib-i ibtidaiyye”nin yeni tanzim olunan tedrisat programında ulum-ı diniyyenin ne derece ihmal edilmiş olduğunu evvelce anlatmış idik. Bu defa bütün dikkat ve ve hayretle enzar-ı ibrete arz edelim: Altı formalık “İlk Mekteplerin Müfredat Programı”nın bir formalık sahifelerinden mütebaki kısımları oyunların mikdarlarını ta’dad ve nevi’lerini ta’rif ile doludur. Ced azlığı diğer taraftan çocukların meyilsizliği yüzünden Kur’an-ı Kerim musahebat-ı ahlakıyye ve ma’lumat-ı vataniyye derslerinin mukadderatını pek muzlim bir halde bırakıyor. Yeni programın noksanları yalnız bunlardan da ibaret değildir. Program havai dersler ile lebaleb doludur. Fakat tali ve ali tahsillere temel taşı olabilecek dersleri pek az ihtiva etmektedir. İbtidai tahsillerini bu derece zaif ve çürük bir halde ikmal eden çocuklara atiyen sağlam bir tali ve ali tahsili ettirmeye imkan göremiyoruz. Dimağlarının besatatı derslerinin azlığını zaruri kılmakta iken programa bir sürü dersler konmuş ve maalesef o dersler de hep havai derslerden ibaret kalmıştır. Uzun ve müselsel ders cedvelinde iki üç tane ciddi derse tesadüf ediliyorsa da havai derslerin ve bilhassa hadsiz hesabsız oyunların arasında onların mevcudiyetleri muzmahil ve mensi olacaktır!. Ciddiyetsizlik gelişigüzel hareket maarif gayesiyle o gayeye zıd yollardan yürümek yalnız ibtidai mekteplere münhasır kalmıyor maarif müessesatının hangisini nazar-ı müşahededen geçirirsek aynı tezebzüb ve aynı teşevvüşü görürüz. Bütün mekatib programları gaye ile ahenkdar olmayan dersler bir nisbet-i adile bulmak imkanı yoktur. Ehemmiyetsiz derslere fazla saatler veriliyor ve ehemmiyetli derslere bilakis az müddet tefrik ediliyor. Lüzumlu dersler programa giremiyor lüzumsuz derslere daha çok tesadüf olunuyor. Dersler ile müderrisler aralarında da sıkı bir münasebet görülmüyor. Dersler müderrislere adeta rast gelesiye tevzi’ ediliyor. Sene-i tedrisiyye bidayeti gelip geçmekte bulunduğu halde henüz bazı mektepler derslere başlayamıyor bazı mektep idareleri kendilerine bina bulamıyor. Hiçbir mektepte istikrar yoktur. Bugün bir binaya yarın diğer bir binaya naklatmekle iştigal ediliyor. Hal-i hazır ihtiyacından daha vasi’ olan binalar bırakılarak ordular istiab edecek binalara göç ediliyor ve her binanın teşkilat-ı dahiliyyesini değiştirmek için azim paralar sarf ve istihlak olunuyor. Mektep açmak için para bulunamazken beyhude yere israf olunan paralara acınmıyor. İnsan bu hallere bakınca bizim maarif işlerinin serapa oyuncak olduğuna hüküm vererek müteessir oluyor. Darul-fünun bila-lüzum bulunduğu yerden eski Harbiye Nezareti binasına naklediliyor. Bir kere bugün Darul-fünun şuabatında evvelki binayı dolduracak derecede talebe yoktur ve o bina bizim Darul-fünunumuza daima kafi gelecek derecede vüs’atli teşkilatı havidir. Eski Harbiye Dairesi gibi cesim bir binayı dolduracak derece daru’l-fünun talebesi yalnız bugün değil hiçbir zaman bulunmayacaktır. Bizim Daru’l-fünunumuz ünvanının sığmayacak kadar taşkınlık gösteriyor. Tedrisatının cideder. Hangi derslere tab’an meyilleri yok ise en çok saat-i tedrisiyyeyi o derslere tahsis etmek muvafık-ı maslahattır. Bu cihet anlaşılmaz demek doğru bir ma’zeret değildir. Çünkü çocukların halet-i ruhiyyeleri bilinmez bir muamma mahiyetinde değildir. Çocukluk icabatını bilmeyenler onlara ders programı tanzim etmemelidir. Bu erbab-ı ihtisasın yapabileceği bir iştir. Ehil olmayanların yapacağı programlar işte böyle gülünç olur. Yeni programda vakitlerin en çokları resmi oyunlara tahsis edilmiş bulunduğu gibi çocukların kendilerine oyuncak yapacakları resim musiki el işleri derslerine de vasi’ saatler verilmiştir. Bunlara mukabil çocuklara en ziyade lazım olan Kur’an-ı Kerim ve din derslerine musahebat-ı ahlakıyye ve ma’lumat-ı vataniyye derslerine pek az saat-i tedrisiyye bırakılmıştır. Birin-ci sınıf talebesi Kur’an-ı Kerim ve din derslerinden kat’iyyen mahrumdur. Bu sınıf talebesine uluhiyet ve din fikri telkin edilmemesi ayrıca mektep idarelerine tebliğ edilmiştir. Diğer sınıflarda her iki derse haftada iki ders saati verilmiştir. Musahebat-ı ahlakıyye ve ma’lumat-ı vataniyye derslerine haftada bir saat tahsis olunmuştur. Resim musiki el işleri derslerine her sınıfta ekseriyetle haftada ikişer saat verilmiştir. Görülüyor ki yeni program icab-ı halin tamamen aksine ve zıddınadır. Kur’an-ı Kerim ve din derslerinin musahebat-ı ahlakıyye ve ma’lumat-ı vataniyye derslerinin resim musiki el işleri derecesinde ehemmiyet ve lüzumu yok mu ki onlar o derece ihmal ediliyor? Bunlara da o derece ihtimam gösteriliyor. Bu nasıl düşünüş bu nasıl gidiş?! Bir çocuk ibtidai mekteplerde sağlam bir terbiye-i diniyye metin bir tasfiye-i ahlakıyye görmezse o çocuğun hali hayatı nasıl olur nasıl bir mecraya girer ?! İbtidai mekteplerinde din derslerini bu derece resim dersleri musiki dersleri el işleri dersleri kadar olsun ehemmiyetli telakki etmeyen hiçbir millete tesadüf edilemez kanaatindeyiz. Bi’l-farz Kur’an-ı Kerim ve din derslerinin musahabat-ı ahlakıyye ve ma’lumat-ı vataniyye derslerinin saatleri çok buna mukabil resim musiki el işleri derslerinin de saatler bilakis az olsa çocuklar meyl-i tabiilerinin sevkıyle din ve ahlak derslerinin saatlerinden mutlaka çalarak resim musiki el işleri derslerine sarf ederler. Çünkü onlar birer nevi’ oyundan hakikat-i hal böyle iken yeni program çocukların meyillerini kendilerine celb edemeyecek olan din ve ahlak derslerine adeta hiç derecesinde bir müddet-i tedrisiyye vererek en çok saatleri çocukların tab’an meclub bulundukları resim musiki el işleri derslerine tahsis ediyor. Bir taraftan müddet-i tedrisiyyenin sıfır derecesindeki günkü ve bugünkü kabahatleri gibi yarınki ve öbür günkü kabahatlerini de –afvettirecek derecede değilse de– tahfif ettirecek esbab-ı muhaffifeyi havidir. Onun için o müdafaanamenin hülasa-i mealini buraya derc etmek alemi bu kıymetli edibimizin bu gibi kusurlarına karşı afv u safh ile mukabelede bulunsunlar. Cenab Şehabeddin Bey diyordu ki: “Nazif bir şairdir. Hissiyat-ı şairanesi pek tuğyan eder galeyana gelir; o dakikada Nazif Bey coşkun ve pek taşkındır. Hayal-i şairane ona kemal-i hakimaneyi gaib ettirir. Heyecanlı demlerinde o kendine malik değildir. Nazif’in bu halini bilenler sözlerine şair sözü nazarıyla bakarlar cümlelerinden bir hakikat çıkarmaya fıkralarında maksad aramaya çalışmazlar.” Süleyman Nazif Bey’in böyle fevkaladeliklerini bilmediğimiz gelmez idi. Bilsek de mümtaz edibimizi gücendirmek korkusuyla bildiğimizi söylemez idik. Söylesek de kimseyi bizzat kendisinin kadim aşinası mahrem-i esrarı yar-ı garı edebiyatta hem-namı bezm-i şairanede karini ahval-i ruhiyyesinin aynası olan Cenab Şehabeddin Bey’dir. Bu derece salahiyetdar bir zatın şehadetine bizzat Süleyman Nazif Bey bile i’timadsızlık göstermez. Kendisinin i’timad ettiği bir zatın şehadetine biz niçin Bir şair de diyor. Müslümanların da hıristiyanların da edibimizin bu ma’zeretini nazar-ı ümid ediyoruz. Eğer fevkaladeliği zamanına müsadif olmasaydı akaid-i İslamiyye ile mu’tekıd bulunan ve akaid-i İslamiyye icabınca her peygambere iman edilmesi Edib-i yektamız Hazret-i Isa’ya öyle bir mektup yazar mı idi? O bilir ki hitabeleri serapa hakarettir; bir nebiye hakaret nübüvvet akidesiyle kabil-i te’lif değildir. O bilir ki Hazret-i Isa’ya savrulan küfürlerden evvela kendi Peygamberi olan Hazret-i Muhammed gücenecektir ve Allah dahi gazab edecektir. O bilir ki Hıristiyanlık aleminin seyyiatından Hazret-i Isa mes’ul değildir ve Hazret-i Isa hıristiyan namıyla bir kavim ve ümmet tanımaz. Nasraniyet dini Hazret-i Isa’nın dini değildir. Onun dini de Hazret-i Muhammed’in dini gibi din-i tevhiddir ve onun ta’lim ettiği esasat-ı i’tikadiyye de İslamiyetin ta’lim ettiği esasat-ı i’tikadiyyedir. İncil-i semavi de Kur’an gibi bir kitab-ı hidayettir. Hıristiyanların İncil-i semavi ile alakaları yoktur. Hazret-i Isa din-i teslisin değil din-i tevhidin peygamberidir. Hazret-i Isa’nın hıristidiyetsizliğine mütehassıs erbab-ı ilim ve fen yetiştirmek hususundaki kalenderliğine akametine bakarak mütevazı’ bulunmayı hiç hatıra getirmiyor. Birçok kasabalarımızda bir mekteb-i ibtidai küşadına para bulamadığımız şu zamanda Maarif Vekaleti azim mikdarda paralar sarf ederek askeri bir daireyi darul-fünun haline Cazib sıhhi bir daire olmayan ve müftilik teşkilatına ancak kafi gelebilecek bir vüs’atteki eski Daire-i Meşihat’ı mektep haline getirmek için yine azim mikdarda paralar sarf edildi. Ondan başka koskoca İstanbul Müftülüğü bugün başını sokacak bir bina bulamıyor ileride bulunursa o da kim bilir ne kadar paraya mal olacaktır? Bugün de Mekteb-i Tıbbiyye’yi na-müsaid Maliye binasına nakletmek için yine kim bilir ne kadar para sarf edilecektir? Bu paralar derecesinde mahallinin gayrisine sarf olunan paralar hatırlayamıyoruz yazık bu paralara yazık mektepsiz kalan şehirlere köylere!.. Edib-i şöhret-şiar Süleyman Nazif Beyefendi’nin geçen Perşembe günü gazetesinde bu sername ile münteşir bir makalesini okuduk. “Ya Nebiyya’llah!...” matlaıyla başlayan bu şi’r-i mensurun maktaını şu fıkra teşkil ediyor: “Bu dünyaya ya hemen gel veya iki elini ar ve hicab ile iki yüzüne tutarak “Hangi katında bulunduğunu bilmediğim göklerden kendini esfel-i safiline at!...” şah beyitlerini beytü’l-kasidlerini de şu sözler vücuda getiriyor: “Sana Allah’ın oğlu dediler; sıkılmadın. Hatırın namıyla biribirini nakız kitaplar yazdılar; utanmadın. Ma’bedden ihtikarı tard etmek isterken dünyada belaya girmiştin; kiliselerin minber ve mihrabına kadar Hıristiyanlık aleminin her tarafı kumarhanelerden şeni’ bir dar-ı ihtikara döndü sen hissedarlar gibi sükut ediyorsun. Roma’daki vekilin ahirette cennetler ve cennetlerde yer satıyor; sen bir tapu me’muru tevazuuyla bu bey’ u şirayı sükut-i hilmine tescil ettirmektesin; ayıp değil mi?... Ve sen Peygamber değil misin?... Ey Meryem’in oğlu!” Yerden semaya tevcih edilen bu şairane hitabları görünce Edib-i lebibin bir konferansındaki sözlerini hatırladık ve o hitabelerinin su’-i te’sirlerini izale veyahud tahfif etmek için kendisini bizden çok iyi bilen ve kendisi gibi mümtaz bir edibimiz olan Doktor Cenab Şehabeddin Bey’in o vakit neşretmiş bulunduğu bir müdafaaname hafızamızdan gözümüzün önüne intikal etti. O müdafaaname Süleyman Nazif Bey’in hakikaten o dar ulvi kuvvetli salabetli bir da’va olduğunu bilen ve o da’vayı gaib ettirmek imkanı bulunmadığını anlayan cı hükumetiın aleyhine tahrik etmek ve bu suretle rezileti sefaheti müdafaa ve tervic sahasında rakibsiz kalmak fikr-i süflisiyle şeni’ bir hileye Zavallı cı hükumetiın neşriyat-ı hayr-hahanesinden gafil ve onu da kendisi gibi fazilet düşmanı mı zannediyor?! Rezileti müdafaa ve himaye uğrundacının nail bulunduğu hürriyeti hükumet; fazileti müdafaa ve himaye edendan esirgeyecek mi sanıyor?! Biz kat’iyyen o kanaatteyiz ki hükumetcının aleyhindeki jurnalciliğini devr-i Hamidi’de kitaplar aleyhine vukû’ bulan jurnaller mahiyetinde görerek istikrah edecek ve kendisini Abdülhamid mevkiine düşürmek isteyencıya o devrin bekayasından bir jurnalci nazarıyla bakacaktır. ın mücahedesi fazilete dost ve rezilete düşman olduğunda şübhe etmediğimiz hükumete karşı değil fazilete düşman ve rezilete dost olduğu bütün neşriyatıyla anlaşılan cıya ve onun gibi gümrahlara karşıdır. Fazileti himaye ve müdafaa eden eğer mürteciise rezileti himaye ve müdafaa eden cıya ne nam ve ne ünvan vermelidir? Hilkat-i beşerden beri metbu’ ve muhterem olan insaniyet namına şeref ve ulviyet kaydedilen fazileti terk ederek rezileti metbu’ ve muhterem tutmasına nazaran ona verilecek yegane nam ve ünvan “mürted”dir. Evet reziletten fazilete rücu’ yetin ekseriyet-i kahiresi bugün reziletten mürteci’dir. Fakat faziletten irtidad hususundacı kendisine pek az hemhal bulabilir. Akşamcının rezilet hamisi sefahet müdafii fazilet mürteddi olduğuna bütün neşriyatı şahiddir. Meşhur-ı cihan olan ma’hud İctihadcı bilecıya nisbetle daha az fazilet düşmanı daha az rezilet dostudur. Ahlaksızlığın kadar umumileşmesindecının neşriyatı derecesinde meş’um te’sirler bırakan onun kadar amil-i müessir olan başka bircı diğer bir sabahçı yoktur. Üç yüz milyonu mütecaviz bir cihan-ı İslamiyyetin ve ekser-i cihan-ı Nasraniyyetin tebcil etmekte bulunduğu Hazret-i Muhammed aleyhisselamı alenen tahkir ve tezyif ettiğinden dolayı mahkum olan İctihadcı’yı sıkılmadan müdafaa yan aleminin mezalimine karşı hiddeti gazabı nefreti kendisinin hiddetinden gazabından nefretinden pek fazladır. O bilir ki hiçbir peygamber bir kavmi kendi kendine mahvetmek batırmak çıkarmak salahiyetini haiz değildir. Onu yaptıracak Allah’tır. Mektup yazmak doğru aleminin seyyiatından Hazret-i Isa mes’ul ise müslümanların seyyiatından da Hazret-i Muhammed’in mes’ul olması lazım gelir. O bilir ki o mektubu Hıristiyanlıkla alakası olmayan Hazret-i Isa’ya değil bizzat Hıristiyanlık alemine yazmak muvafıktır. Tahkir etmek lazım mesaviden mes’ul tutmak lazım ise yine o alemi mes’ul tutmak vakıa mutabıktır. Süleyman Nazif Bey bunların hepsini bilir bilir ama hal-i tabiide iken bilir; fevkaladelik zamanında böyle şeyleri düşünmeye vakit bulamaz. Kızmayacak hiddet etmeyecek hiçbir halleri bulunmayan Hıristiyanlık aleminin kim bilir hangi hallerine kızarak kalemi eline almış ve o dakikada hissiyat-ı şairanesi galeyana gelerek fevkaladelik nevbetine tutulmuş; artık bu zamanlar düşünmek zamanı değildir demiş meydanı hayale bırakmış; hayal insana çok şeyler yaptırır yerden göğe çıkarır Hazret-i Isa’ya mektup yazdırır Hıristiyanlık alemini tahkir ettireyim derken Peygamberi tahkir ettirir şeytan gibi insanı idlal eder. Bu da şairliğin bir afeti!... Akşamcının ile çok zoru var. Ona hücum etmek için bahane arar hazır bir bahane yoksa yeniden dairesinde olsaydı kendisiyle ciddi bir münakaşaya girişir ve bu suretle hakikatin tecellisine çalışır idik. Fakat o bize hücum etmek için en adi vasıtalara müracaat ediyor en süfli hücum silahlarını kullanıyor en müstekreh tezvirat yolunu tutuyor merd alicenab insanların insaniyetle kabil-i te’lif görmediği jurnalcilik harekatı içinde yüzüp duruyor. İnsaniyetle az çok alakadar olan kimseleri dilhun eden fazilete dost rezilete düşman bulunan ebna-yı Ademi ar ve hicab hisleriyle mütehassis bulunduran olmazsa bulunduğu noktada tevkife çalışan daha ziyade teammüm etmemesi için neşriyat-ı hayr-hahanede bulunan ın bu dini insani milli vazifesini ifada lendiriyor asabileştiriyor ara sıra ona na’ra attırıyor. Akşamcı bilmiyor ki medeniyet-i İslamiyye cihan-ı insaniyyet medeniyetidir. Insaniyyet o medeniyetten hiçbir zaman ve hiçbir suretle tecerrüd edemez. cı daha milyonlarca şebpereler toprağa karışır da medeniyet-i karışıncaya kadar çalışsa ve medeniyet-i İslamiyyeyi tarihe karıştırmak kendi elinde olsa ancak kendi şahsına aid medeniyet-i İslamiyyeyi tarihe karıştırabilir. Şarkta garbda Avrupa’da Amerika’da Afrika’da Asya’da yerleşmiş kökleşmiş bulunan ve günden güne afak-ı cihanı nurlara gark etmek isti’dadını gösteren medeniyet-i edemediyse vücud-ı mürdesini daire-i istilası dahilinde bulundurmaktan ziyasıyla didesini daima rencide etmek ın muhalefet ettiği asrilik muarız bulunduğu teceddüd cının jurnalciliği gibi rezilet-i ahlakıyye tarafdarlığı gibi behimi bir hürriyet-i lığı reziletine dostluğu gibi asrilikler teceddüdlerdir. Fazilet sahasında asrileşmeyi teceddüdden teceddüde koşmayı dini milli vatani insani hayati bir vazife telakki eder. fazilete mürteci’dir cı faziletten mürteddir! Herkesin ma’lumu ve tarihen sabittir ki İslamiyet teessüs etmezden mukaddem ahlaki ve ictimai bir hürriyet-i behimiyye hüküm-ferma Herkes istediği gibi hareket etmek hürriyetine malik idi. Fuhuş mübah serhoşluk mübah her şey mübah idi. Kadınlarda haysiyet haiz-i kıymet değildi. Haram ve helal i’tikadı yoktu. Günah ve sevab hisleri kimsenin dimağında yer tutmuş değildi. Kadın ve erkek münasebetleri hiçbir kayd ile mukayyad değildi. Her kadın her erkeğin vasıta-i zevk u safası idi. Ayıp nedir? bilinmiyordu. Hayatın umdeleri; bulduğunu yemekten istediği ile istediği gibi münasebette bulunmaktan ibaret idi. Hasılı şimdiki çingenelerin hürriyet-i ictimaiyyelerinden daha vasi’ bir hürriyet-i ictimaiyye bir redaet-i ahlakıyye hükümran edeb haya iffet ismet namus haysiyet haram helal sevab günah akidelerini ikame etti. Cahil kavimleri ve hatta kabileleri behimiyetten çıkararak insaniyyet mertebesine yükseltti. Fazileti ta’lim ve reziletten tahzir etti. Ayıbın ne olduğunu onlara öğretti. işte bu esasatı müdafaa ve muhafazaya çalışıyor. cı ise bizi Türk milletini müslüman hey’et-i ictimaiyyesini sürükleye sürükleye İslamiyetten evvelki vahşet cehalet behimiyet devrine irca’ etmek istiyor. Acaba o mu mürteci’ yoksa mı? eden Cumhuriyet devrinde böyle şey olmaz diyerek o devri de ma’hud İctihadcı gibi kimselerin tabii bir hamisi olarak tanıtmaya çalışancı beyimizdir. Bir sıra beyliğini hanımlığa tahvil ederek kadın sıfatıyla Kadınlar Encümeni vücuda getirerek kadınlık namına layiha tanzim edencıdır. Yekdiğerlerine yalvarır bir vaz’iyette yan yana erkek ve kadın resimleri neşreden cıdır. Kadıköy deniz hamamlarında vukûa gelen kadın ve erkek rezaletlerini gazete sütunlarında tasvir ve teşhir eden cıdır. Danslara müsamerelere ve o mahallerdeki ahlaksızlıklara iştirak ettikten sonra alel-ade bir seyirci vaz’iyeti alarak ve ca’li bir aleyhdarlık süsü takınarak gördüklerini duyduklarını enzar-ı rağbet ve iştihaya vaz’ eden cıdır. Serhoşluğu fuhşu kadınların gayrimüslimler ile izdivaclarını te’min için nikahların katib-i adilliklerde kıyılmasını isteyen cıdır ve bu suretle İstanbul’un medeni bir şehir haline geleceğini söyleyen cıdır. Diyanete karakuvvet ünvanını veren cıdır. Münasebetli münasebetsiz her mes’eleye sarık cübbe softa kelimelerini karıştıran ve bu kelimeler ile temsil ettirmek istediği erkan-ı cıdır. Şeriat mefhumunu istihza ve istihfafa vesile karıştığını ahkam-ı İslamiyyeyi kurun-ı vüstai esaslardan cının bu vadilerdeki tarihçe-i neşriyyatı herkesin hafızasında mahfuz herkesin gözü önünde her gün temadi edip durmakta iken utanmadan sıkılmadan kendisinin de fazilet tarafdarı olduğunu diyanetin beşeriyete büyük bir kuvvet bulunduğunu söyleyerek setr-i seyyiata çalışıyor. cı madem ki fazilet ve diyanet tarfadarıdır; onları müdafaadan başka kabahati olmayan a niçin hücum ediyor? O müdafaaları niçin çalışıyor? Niçin daima rezileti sefaheti müdafaa ediyor? Niçin fazilet lehinde diyanet lehinde yazılarına tesadüf edilmiyor? Niçin onların lehinde yazı yazanlar aleyhlerine ateş püskürüyor?! Medeniyet-i İslamiyyenin tarihe karıştığını ahkam-ı İslamiyyenin kurun-ı vüstai esasat olduğunu onlar ile bu asırda idame-i hayat edilemeyeceğini söyleyen cının fazilet ve diyanet tarafdarı olduğuna kim inanabilir? Ahkam-ı İslamiyyenin yegane gayesi fazileti himayedir ve rezileti imhadır. Binaenaleyh ahkam-ı İslamiyyenin kurun-ı vüstaya aid olduğunu dermeyan eden cı faziletin de kurun-ı vüstaya aid olduğunu söylemiş oluyor!. Netice i’tibariyle bu asır fazilet asrı değil rezilet asrıdır demiş oluyor! Bu iddiada bulunan bir kimsenin fazilet tarafdarlığından bahsetmesi kadar gülünç ne bulunabilir? - Hüseyin Cahid Bey’in habbeyi kubbe yapmak istediğine sarih bir karinemiz var: Telgrafta bir “miting” kelimesi görülüyor. Bu kelimenin alt ve üst tarafındaki sözlerden kelime-i mezkurenin yanlış olduğu sarahaten anlaşılıyor. Biz hiç şübhe etmiyoruz ki o kelime “miting” değildir “müftü”dür. Ya muhabir yanlış zabt etmiş veyahud telgraf me’muru kelimeyi yanlış olarak almıştır. Keyfiyetin böyle olduğunu te’yid eden noktaları da arz edelim: Öyle bir miting yapmak lazım gelse bunu ahali yapacaktır. Halbuki telgraf Paşa hazretlerin ahali tarafından şiddetle ve mükerreren alkışlandığını haber veriyor. Sonra ahali tarafından mitingin tahtie edildiği yazılıyor. Eğer ortada bir miting mes’elesi varsa kim kimi tahtie ediyor? Hüseyin Cahid Bey’in zekası bu ciheti anlamaya kafi gelen aziz ve büyük misafirlerine miting yapmak suretiyle ze ahalisini rencide edecek bir bühtandır. Mes’elenin bütün ruhu gazetesinin muhabiriyle Hüseyin Cahid Bey’in mes’eleyi besatetten çıkarmış olmalarındadır ve yanlış ma’lumat ve mesmuat üzerine binayı mütalea etmelerindedir. Biz o kanaatteyiz ki i’zam edildiği şekilde bir mes’ele yoktur. Mes’ele alel-ade bir retlerine karşı miting yapmak küstahlığını gösterir ne de Paşa hazretleri usulü dairesinde ve kemal-i ihtiramla kendisine takdim edilen bir istid’adan asabileşir. Medreseler aleyhinde bulunacak kimse tasavvur edemeyiz. Şuun-ı Dahiliyye: Musul’un Türkiye’ye aid olduğunu müdafaa etmek üzere Büyük Millet Meclisi Reisi Fethi Bey’in taht-ı riyasetinde Cem’iyet-i Akvam nezdine giden hey’et-i murahhasamız uzun ve müdellel bir muhtıra kaleme alarak mezkur Cem’iyet’in Katib-i Umumiliğine tevdi’ eylemiştir. Musul üzerinde hukûk-ı sarihamızı pek açık bir surette isbat eden siyasi tarihi coğrafi iktisadi sevku’l-ceyşi esbaba istinad eden nikat-ı esasiyye bervech-i atidir: Tarafeyn hükumetleri arasında münazaun-fih olan husus Musul vilayetinin Irak hükumetine ilhak edilip edilmeyeceği mes’elesidir. Bilumum ırki siyasi tarihi coğrafi iktisadi sevku’lceyşi mütalaat-ı mezkure vilayette Türk hakimiyetinin Eylül tarihli gazetesinde Rize’den keşide edilmiş şöyle bir telgraf var idi: “Rize Paşa hazretlerinin hükumet dairesinden avdetleri esnasında Rize ve Atina müftüleri tarafından kendilerine bir istid’a verilmiştir. İstid’ada medreselerin tekrar küşadı taleb ediliyordu. Reis-i Cumhur hazretleri istid’a muhteviyatına muttali’ olunca asabileşmişler ve müftülere hitaben: – Tevhid-i tedrisat mı istiyorsunuz? Bu millet mektep yapmayacak mı? Şimdiye kadar geri kalmamızda en büyük amilin ne olduğunu bilmiyor musunuz? Hayır medreseler açılmayacak!” buyurmuşlar ve halk tarafından şiddetle alkışlanmışlardır. Paşa hazretleri hitabelerine devam buyurarak: – İaşenizi mi düşünüyorsunuz? Müsterih olun ibadetinizle uğraşın. Bırakın bu milleti. Yoksa bu kararı veren Meclis’te sizden büyük alimler mi yok? Millet bildiği gibi yapacak.” Paşa hazretleri tekrar şiddetle alkışlanmışlardır ve müteakıben Vali Bey’le bir müddet konuşmuşlar ve ezcümle: – Bu adamlar burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar? demişlerdir. Ahali mitingleri [müftüleri] tahtie etmiş ve Gazi’nin hitabesinden çok memnun olmuştur.” gazetesinin telgrafı burada bitiyor. gazetesi Sermuharriri Hüseyin Cahid Bey de Eylül tarihli nüshaya müsadif başmakalesindeRize Hadisesisernamesi altında bu hadiseyi uzun uzadıya tahlile çalışıyor; kendi kendine birtakım ma’nalar maksadlar çıkarıyor. Çıkardığı ma’na ve maksadları kendi arzusuna efkar-ı zatiyyesine uygun bularak izhar-ı şadmani ediyor. Biz Hüseyin Cahid Bey’in sair efkar ve mütalaatıyla alakadar değiliz. Yalnız alel-ade bir istid’a mes’elesini büyülterek ta’bir-i digerle habbeyi kubbe yaparak ortaya büyük bir mes’ele atmak istemesini tenkid edeceğiz. Biz bu tarz-ı hareketten şunu anlıyoruz. Hüseyin Cahid Bey istid’a mes’elesini vesile ittihaz ederek medreseleri açmamak fikrini telkin etmeye çalışıyor. ade ve basit bir mes’eledir. Gazi Paşa bugün millet ve devletin riyaset-i umumiyyesinde bulunuyor. Rehberlik ettiği milletin derdlerini ihtiyaclarını anlayıp dinlemesi pek tabiidir. Milletin ona derdini söylemesi ihtiyacını bildirmesi de aynı derecede tabii ve zaruridir. İki Müftü efendinin usul dairesinde ve kemal-i hürmetle ona bir şekilde yeni ilim ve irfan müesseseleri de ikame ettim; diyebilsin! Halbuki bizde daima vaki’ olduğu üzere bu defa da yalnız ve evvela yıkıldı. Yıkılanların yerine hiçbir şey konulmadı. aramakla meşgûldür. Evlad-ı vatan ilim ve irfana teşne halk çocuklarını okutmak istiyor. Parlak nutuklar cazib vaadlerle memleketin ilim ve irfan seviyesini yükselteceklerini cehle karşı i’lan-ı harb ettiklerini şöyle yapacaklarını böyle edeceklerini söyleyen ve memleketin umur-ı maarifini tedvir mes’uliyetini deruhde etmiş olanlar ise şimdi bina yok muallim yok diye izhar-ı acz ve şikayet ediyorlar. “Mektep yok muallim yok” şikayeti halkın ağzına yaraşır memleketi cehlden kurtarmak vazifesini deruhde edenlere değil. Onlar bilakis mektep muallim kitap her şeyi ne yapıp yapıp bulmaya mecburdurlar. tepsizlik buhranı olduğunu yalnız biz iddia etmiyoruz. Maksad-ı teessüsü hikmet-i vücudu hükumetin icraatını müdafaa olan gazeteler bile aynı feryad-ı şikayeti yükseltiyorlar. Çünkü ortada gözle görülen ve el ile tutulan bir hakikat vardır: Okumak isteyen evlad-ı vatan var fakat mektep yok. Mektep açmayı yani yıkmayı bildiği kadar yapmayı da bilen bir Maarif Vekaleti yok… Hükumet gazeteleri yalnız İstanbul’da dört bin kadar çocuğun okumak için mekteplere müracaat ettiklerini ve yer olmadığı için bir kısmının kabul edilmediğini yazıyorlar. yok. Eğer olsaydı taşradan yüzlerce çocuk memleketlerini bırakıp İstanbul’a gelmezler ve üç yüz tanesi de açıkta kalmazdı. Demek ki Maarif Vekaletimizde yıkmak kuvveti var fakat yapmak kabiliyeti yoktur ve fil-hakika biri çok kolaydır. Bir tek emirle kapılar kapanır ve herhangi bir müessese ortadan kalkar. Fakat yapmak öyle midir? olmakla hemen kazanılmaz. Memleketin mektep derdiyle kıvrandığını görüp de binaları ve muallimleri diğer vilayetlerden daha sür’at ve sühuletle kabil-i tedarik olan İstanbul’da bile yeni mektepler açamayan halkın okumak ihtiyacını tatmin edemeyen çocukları sokakta bırakan Maarif Vekaleti’ne asıl ma’rifet yıkmakta değil yapmaktadır demeye hakkımız yok mu? Adana’da intişar eden gazetesi yazıyor: “ gazetesinin Eylül tarihli nüshasında Kızlar Hayat Sıhhat ve Neş’e Veren bir Müessese nazaran ahalinin cüz’i bir ekalliyeti teşkil eden Araplara karşı Türk ve Kürdlerin haiz-i ekseriyyet olduğunu kabul etmektedir. hükumetine ilhakını taleb emrinde irad u ityan ettiği başlıca delil ahaliye Türkiye’den ayrılmak hususunda atfettiği emel ve arzudur. Halbuki işbu muhtırada zikredilen kısmının memleketlerinin esasen münazaun-fih araziye dair bir hak iddiasına hakkı olmayan Irak ile ittihadını arzu etmediğini te’yid etmektedir. Ahval-i mesrudenin bedaheti hilafına olarak İngiltere hükumeti ahalinin Türkiye’den ayrılmak hususundaki temayülatında ısrar etmektedir. Türkiye hükumeti de muakis müddeasında musır bulunmaktadır. Bir aynı mes’ele-i fiiliyye hakkında tahaddüs edip ve nazar bu hususta ara-yı umumiyyeye müracaat ameliyesinden bir vasıta-i tahkika müracaatı istilzam etmektedir. Binaenaleyh Türkiye ile Irak arasındaki hudud Musul vilayetinin mukadderatı serbesti-i arayı kafil asgari te’minat altında icra edilecek ara-yı umumiyyeye müracaat ameliyesi tarikıyle tesbit edildikten sonra ta’yin edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti hükumeti yüksek adalet hissiyatıyla mütehassis olan Cem’iyet-i Akvam Meclisi’nin taleatı nazar-ı i’tibara alacağı kanaatinde sabit-kademdir.” Şimdiye kadar Cem’iyet-i Akvam Meclisi’nin vukû’ bulan mesaisi Türk nokta-i nazarıyla İngiliz nokta-i nazarını anlamaktan ibaret olmuştur. İngilizler re’y-i amma müracaat esasını kabul etmemişler ve bi’l-mukabele hey’et-i murahhasamız re’y-i amma müracaat üzerinde Medreseler kapatıldı ve kapatılırken de ta’kib edilen gayenin tevhid-i tedrisat olduğu söylenildi. Yani medreselerde okuyan gençler diğer maarif mekteplerinde okuyacaklardı. Şu halde ilga edilen medreselerin yerine yeni ilim ve irfan müesseseleri konulması yeni mektepler açılması lazım geliyordu. Ta ki medreseler ortadan kalkınca meydanda kalan birkaç bin talib-i ilim okuyacak mektep bulsunlar. Binaenaleyh icab ederdi ki Maarif Vekaleti kapadığı medrese kadar da mektep açsın ve göğsünü gere gere beğenmediklerimi yıktım fakat yalnız yıkmakla kalmadım; yerine beğendiğim ve istediğim - Mektebe elverişli olmayan medrese binaları satılarak Vilayetçe mektep yapılacaktır. Maarif Vekaleti’nin bu emri alakadar devaire tebliğ edilmiştir. Evkafa aid bu kabil arsa ve mekteplerin satılarak mektep inşası için bir komisyon teşkili muhtemeldir. Şehremini Bey’in gazetecilere verdiği ziyafet esnasında ortaya çıkardığı İstanbul’un bir zevk ve sefahet şehri haline ifrağı esasını istihdaf eden fikir etrafında oldukça hararetli mübahaseler başladı. Başta Celal Es’ad Bey olmak üzere mütefekkirlerimizin hemen kaffesi bin türlü ihtiyacat-ı ma’neviyye ve zaruriyye içinde esasen harab olan zavallı şehrimizin garbın fezayıh ve levsiyatını temsil eden müesseselerle sefahetle yıpranmış tebah olmuş bir hayat gibi büsbütün yıkılmasından endişenak bulunuyorlar. Ma’nevi ve ruhi tereddiyat vasıtalarıyla zehirlenmeye değil bilakis ictimai ve ahlaki yüksek bir tasfiyeye muhtac olan müslüman ve Türk İstanbul’un barlardan evvel muhtac olduğu fikir ve ilim müesseseleriyle tezyini bir hale ifrağı lazımdır. Bu münasebetle refikimizin Sermuharriri Velid Bey mütalaat-ı atiyyeyi dermeyan ediyor: “Şehremini Bey’in umran mes’elesinde en hatalı düşüncelerinden biri de şehrimize ecnebi celb etmek için mesela kumarhaneler vücuda getirmenin lüzumuna kail olmasıdır. Paris bugün dünyanın en ziyade ecnebi züvvar celb eden bir şehridir. Halbuki orada bir tek kumarhane yoktur. Bazı hususi mahfillerde ve kulüplerde sırf mukayyed a’za arasında oyuna müsaade edilse bile bu da gayet mahdud dairede kalmaktadır. Bu mahdudiyet ise bilhassa o mahfiller ve kulüplere önüne gelenin ve ecanibin girememesiyle te’min ediliyor. Keza memleket olarak da dünyanın en ziyade ziyaret edilen ülkesi İsviçre’dir. Halbuki bütün İsviçre’de ne hususi ne umumi bir tek kumarhane yoktur. Hatta bu memlekette umumhane küşadı da memnu’dur. Halbuki Hatta denizi mahreci büyük mikyasta sanayii olmayan bu küçük memleketin bugünkü umran-ı fevkaladesi halkın refahı hemen tamamıyla ecnebilerin bıraktığı paralar sayesinde te’min edilmektedir. Napolyon tarafından ‘Dünya bir imparatorluk olsaydı merkezi İstanbul olurdu.’ kavl-i meşhuruyla ehemmiyet ve kıymeti ta’rif edilmek istenilen şehrimizserlevhalı bir bend okuduk. ‘Hükumetin küçük dili’ dediğimiz bir gazete yazılarıyla İstanbul’daki Genç Kadın Hıristiyanlar Cem’iyeti’nin Çiftehavuzlar’daki yazlık kamplarında muhtelif milletlere mensub kızlara nasıl yüzmek öğretildiğini anlatarak bu müesseseyi genç hanımlarımıza hararetle tavsiye ediyor ve ‘Bu güzel müessesede Türk kızlarının azlığı şayan-ı teessüf olmaktan hali değildi.’ diyor … Merkezi Amerika’da ve şu’beleri dünyanın her tarafında ve bu meyanda Anadolu’nun birkaç yerinde ve İstanbul’da şu’beleri mevcud olan bir ‘Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti’ vardır. Bu cem’iyet müslümanları tanassur ettirmek için her fedakarlığı yapan ve bundan başka Yunanlılara Ermenilere para toplayan dünyada yalnız Türke ve Türk vatanına düşman bir teşkilattır. Daha beş on gün evvel İstanbul gazeteleri bunların Amerika’da Türkler aleyhindeki propagandalarından la’netle bahsediyordu. İsminden de anlaşıldığı gibi Genç Kadın Hıristiyanlar Cem’iyeti yani gazetesi teveccühünü kazanmak için hanımlarımıza tavsiye ettiği cem’iyet işte merkezi Amerika’da olan bu düşman teşkilatının kadınlar kısmıdır. Şu kadar ki bu kısım diğer kısımdan yani erkekler kısmından daha ziyade muvaffakıyet ümidiyle çalışıyor ve muvaffak da oluyor. Nitekim gözlerimizin önüne yarı çıplak birkaç güzel matmazel çıkarıp yüzdürerek büyük bir temayül elde etmiş ve hatta bu şuh manzaralar muharrirlerini de gaşy etmiş lehlerine kocaman bir bend yazı yazmaya mecbur eylemiştir. Hayır efendiler hayır hanımlar!... ‘Genç Hıristiyanlar’ cem’iyetleri ne kadar neş’eli ne kadar şuh vesileler hazırlasa bizi kandıramamalı ve koynumuzda artık bu yılanlar yuva yapamamalıdır.” Yevmi gazeteler tarafından verilen ma’lumata göre Maarif Vekaleti ahiren İstanbul Vilayeti’ne medreseler hakkında bir tebliğ göndermiştir. Bu tebliğe evvelce kabul edilen layiha ilave olunmuştur. Bu layihaya nazaran cevami’ ve mesacid-i şerifeden maada evkafa aid diğer arsa ve mektep binaları satılarak bedeli ile ihtiyac nisbetinde evvela cami saniyen mektep salisen de hastahane gibi müessesat-ı hayriyye vücuda getirilecektir. Maarif Vekaleti bu layihayı ta’mime rabt ettikten sonra altına da şunu ilave etmiştir: - Medreseler Maarif’e devrolunmuştur. - Bunlardan mektebe elverişli olanlar derhal mektep haline ifrağ olunacaktır. harim-i ismetini de barlar ve kumarhaneler ile telvis etmeyelim. liği camileri medreseleri çeşmeleri gibi dini tarihi ve milli abideleridir. Bu abidelerin muhit-i nuranuru arasına Beyoğlu’ndan gelecek yüzü boyalı sekiz on Rum ve frenk kadınını idhal ederek halkımızın ahlakına genç yavrularımızın safvetine pakize kızlarımızın nezahetine kasdetmeyelim. Şehremini Bey’e bütün hulusumuzla bütün samim-i kalbimizle te’min ederiz ki bu bid’atleri vücuda getirmekle şehir ne terakki eder ne umran kesb eder ne medeni olur ne zenginleşir. Yalnız çirkinleşir lekelenir ve beşeriyetin en tehlikeli hastalıkları ve kirleri ile ma’lul ve alude olur.” Vehhabilerin Hareketi. – Taif’i işgal ettikleri tahakkuk eden Vehhabilerin oradan Mekke-i Mükerreme’ye müteveccihen hareket ettiklerine dair son dakikaya kadar hiçbir haber vürud etmemiştir. Bilakis vürud eden haberler Vehhabilerin Taif’i işgal ettikten sonra orada tahşidat icra etmek ve muvasalatı te’min eylemek için orada tevakkuf ettiklerini izah ediyor. Diğer taraftan Şerif Hüseyin’in mukabil taarruz icrası ve Taif’in istirdadı için hararetli faaliyetlerde bulunduğu haber verilmektedir. Bu hadisenin İslam aleminde icra ettiği te’sirat şayan-ı dikkattir. Şerif Hüseyin hükumetinin Türkiye’de Mısır’da Hindistan’da ve sair aktar-ı İslamiyyede; zerre kadar makbul ve mergûb olmadığı bu hadise dolayısıyla tezahür etmiştir. Mısırlılar Şerif Hüseyin’e bir guna muzaherette bulunmayacaklarını ifade eden neşriyatta bulundular. Hindliler ise bundan bir müddet mukaddem Necid Emiri vahdet ve ittifaka da’vet etmesini bu da’vete icabet etmediği takdirde isterse kendisiyle harb edebileceğini ve bu harbden dolayı Hind müslümanlarının müteessir olmayacaklarını bildirmişlerdir. Binaenaleyh Vehhabi hareketinin Hindistan’da Şerif Hüseyin lehine zerre kadar bir tehassüs zerre kadar heyecan uyandırmış olmasına Türkiye’de ise Şerif Hüseyin ile oğullarına karşı teveccüh gösterecek bir kimse bulunmadığı ma’lumdur. Hüseyin öteden beri kendisini himaye ile ma’ruf olan gazeteleri Necid – Hicaz mücadelesine karşı İngiltere’nin bi-taraflığını muhafaza edeceğini beyan etmiş ve bir guna müdahalede bulunmayacağını söylemiştir. O halde aynıyla İsviçre gibi sırf mevkiinin letafeti tabiatın kendisine bahşettiği fevkalade güzelliklerle mümtaz bir beldedir. Binaenaleyh şehrimizi ziyaretgah-ı ecanib yapmak için tevessül edeceğimiz vesail kumarhane ve sefahethaneler açmak değil ancak şehrin güzelliklerinden bu belde-i dilarayı şimdilik Celal Es’ad Bey’in dediği gibi ‘cefa şehri’ olmaktan kurtarmakla mümkündür. Şehrin sokaklarını ihzar edilmiş umumi bir plan mucebince ehemmi mühimme takdim ederek tanzim edelim. Vesait-i nakliyyeyi günden güne düzeltelim ve çoğaltalım su mes’ele-i hayatiyyesini halledelim tenvirat tanzifat işlerini yoluna koyalım hususen ve hususen Avrupa belediyelerinde fevkalade ehemmiyet verilen şehrin ağaçla tezyini mes’elesini de ihmal etmeyelim bu suretle İstanbul dört beş sene sonra ecnebilerin seve seve ziyaret edecekleri bir şehir olur. Emin Bey’in şehrin i’marı namına çok yanlış düşünceleri cümlesinden olmak üzere Topkapı Parkı’ndaki gazinoda bir bar te’sisine teşebbüs etmesi de büyük bir hatadır. Bu hatalar hep görmemek bilmemek yüzünden yapılıyor. Avrupa payitahtlarının hiçbirinde belediyeye aid büyük bahçelerde bar değil hatta gazino bile yoktur. Paris’in meşhur Lüksemburg Bahçesi’nde Londra’nın Hyde Park’ında Berlin’in Tiergarten’inde ne gazino ne bar vardır. Yalnız belediyeye aid kanapeler haricinde para ile oturulur birkaç iskemle bulunur. Londra Paris Berlin umumi bahçelerinde gazino bile yokken İstanbul’un biricik Topkapı Parkı’nda gazinodan başka bir de sefahet-hanelerin en çirkini olan bar te’sisine kalkışmak terakkiyi umranı ne kadar yanlış anlamaktır. Sonra dün de sütun-ı mahsusumuzda yazdığımız vechile şehrimizin İstanbul ciheti kendine göre bir hususiyeti nezaheti haizdir. Asırlardan beri muhafaza ettiğimiz bu nezaheti bugün garbın kötü bid’atleriyle bozacak olursak halkımıza en büyük fenalığı yapmış oluruz. Şehri Zaten açmaya hacet de yok memnuiyet-i kanuniyyeye rağmen Beyoğlu’nda kumarhaneler yine işliyor. Umran namına yeniden böyle sefahethaneler te’sisine lüzum varsa hiç olmazsa bunu Beyoğlu’na hasr edelim. Esasen Beyoğlu asırlarca ihmalimiz yüzünden Türklükten Müslümanlıktan büsbütün ayrı beynelmilel mütelevvin mülevves bir muhit olmuştur. Yavaş yavaş şehrin bu yabancı kısmını da Türkleştirdiğimiz zaman garbın bu fezahat-hanelerinden oraları da tathir ederiz. O mes’ud anlara intizaren bugün olsun İstanbulumuzun mecburiyetinde kalan İtalyanlar; Kolonel Berti ile Kolonel Marşello’yu mücahidin ile müzakerat-ı ibtidaiyyeye me’mur eylemişlerdir. Mütemmim ma’lumata göre mensub oldukları hükumetin ordularından suver-i muhtelife ile alaka-i askeriyyeleri kat’ edilmiş olan bazı İslam zabitanının kendi arzularıyla iltihak eyledikleri mücahidine pek ziyade muavenetleri sebk eylemekte ve mücahidin kıtaatı bunlar tarafından sevk ve idare edilmektedir. Son zamanlarda Hindistan’ın muhtelif şehirlerinde müslümanlarla mecusiler arasında husule gelen gerginliğin nihayet kıtale müncer olduğunu telgraflar haber veriyor. Harb-i umumiyi ta’kib eden senelerde Hindistan’ı ve bilhassa Türkiye’yi istihdaf eden İngiliz mezalimine karşı mecus ve İslam rüesası tevhid-i harekat etmişler ve pek güzel geçinmeye başlamışlardı. Müslümanlar medeni isyan kararına iştirak etmek suretiyle Hind’in istiklal da’vasına müzaheret ettikleri gibi Anadolu harbi esnasında Gandi müslüman da’vasının zaferine çalışmıştı. Bu i’tilaf ve hüsn-amizişin son zamanlarda haleldar olması calib-i dikkat bir hadisedir. avamil miyanında din münazaaları büyük bir mevki’ Hindlilerin esaretini idame ettiren amil müslümanlarla mecusilerin daimi mukatelatı idi. Vakta ki müşterek düşman müşterek gaye etrafında her iki millet ittihad ettikten sonra İngilizlerin mevkii sarsıldı ve hatta tehlikeye düştü. Siyasi hadisatın ictimai esbabını tahminde tecrübe-kar olan İngilizler son hadisattan anlaşılacağı vechile ara yerdeki meveddeti münaferete tahvil etmek bir müddet daha tahkime yol bulmuşlardır. Ecnebilerin müstemlekelerde umumiyetle tatbik ettikleri bu tarz-ı siyaset bizim için büyük bir ibret teşkil eder. Çarlık Rusyası’nın vilayat-ı şarkıyyemize müdahale kedonya’da Bulgar Rum Sırp münaferetinden memleketimizin taksimi namına nasıl istifade etmek istedikleri henüz unutulmamıştır. Bugün de ufak bir fırsat bulsalar aynı vesaita müracaat edeceklerine asla şübhe caiz değildir. Mescid-i Aksa’nın ta’miri için toplanılan ianeler mühim bir yekun teşkil ediyor. İane toplamak için Filistin’de Hicaz’ı ve emakin-i mukaddese-i İslamiyyenin müdafaasında Şerif Hüseyin’in yalnız başına kalacağı ve ancak Hicaz ahali ve kabailinden müteşekkil bir kuvvet ile Vehhabi hareketi bir istila mahiyetinde ise Şerif Hüseyin’in azim müşkilata uğrayacağı muhakkaktır. Maamafih bu hareketin bu mahiyette olduğunu isbat edecek delail henüz mefkûddur. Bu hareketin bir baskından bir müddet oturduktan sonra gitmeleri ve bu suretle mes’elenin hallolunması ihtimali baid değildir. İngiliz gazetelerinin verdiği ma’lumata göre İbni Suud’un Hicaz’ı etmesi icab ediyor ki bunları henüz elde etmediği beyan olunuyor. Hüseyin’in bunlarla bi’l-i’tilaf vaz’iyetini ıslah etmesi çok muhtemeldir. Şimdilik vaz’iyete vahametini oldukça zayi’ etmiş nazarıyla bakılmadadır. Trablusgarb’da İtalyanlarla mücahidin arasında devam eden harb hakkında yeni haberler varid olmaktadır. En son alınan ma’lumata göre mücahidin İtalyanların üç koldan icra eyledikleri umumi taarruzu tevkif eyledikten maada düşmanı sahile doğru sürmüşlerdir. Mücahedeyi idare eden “Hükumet-i Vataniyye” “Tunus” tarikıyle esliha ve mühimmat tedarik eylemiş olduklarından mücahede muvaffakıyetle devam eylemektedir. Tunus dahilinde te’sis edilmiş olan vesait-i mürasele ile mücahidine ahiren üç tayyare ve dokuz tayyare zabiti ve bir de hey’et-i sıhhıyye gönderilmiştir. Hums cebhesini idare eden Ahmed Bey el-Murtaza ve Ahmed Bey es-Suhali’nin kumandası altında İtalyanlara karşı icra eyledikleri şiddetli bir taarruz neticesinde düşmanı sahile bir buçuk saat kadar mesafede bulunan Hums kasabasına kadar sürmüşlerdir. rasına mecbur kalmaları ve mücahidinin de vesait-i müdafaalarını oldukça tekmil eylemiş olmaları İtalyanları Trablusgarb’da mu’tedilane bir siyaset ta’kibine mecbur eylediği alınan mütemmim ma’lumat cümlesindendir. Bir bir buçuk sene mukaddem dahi mücahidinin vasi’ bir muhtariyet-i idare i’tası için İtalyanlar Roma’ya Trablus murahhaslarını da’vet eylemiş idi. Fakat İtalyanların a’zası arasında ihtilaf zuhur etmiş ve bu teşebbüs de bu suretle muvaffakıyetsizlikle neticelenmiş idi. Trablusgarb mücahedesinin Sudan kıyamı ve Mısır alakadar devletlerin ihtarı üzerine mu’tedilane hareket gibi işe cesaret vukûf ve fedakari ile başlandığı zaman muvaffakıyetin muhakkak olduğunu da isbat eylemektedir. Biz Abdülkerim hazretlerinin muzafferiyatını adeta mücahede-i milliyyemizin zaferleri kadar bile temayül gösteriyoruz. Biz mücahedelerimizle garbın şarka doğru olan istila-yı zulm ü i’tisafını memleketimizin kapılarında durdurarak Salibi Anadolu topraklarında ser-nigun ettik. Garb medeniyet-i zalimanesinin vahşet pişdarı olan Yunan ordusunu evvela İnönü sırtlarında tevkif; sonra da Dumlupınar’da boğmakla nasıl şark alemi garbın afakında nasıl bir şems-i nevin-i halas u selamet doğmuşsa Abdülkerim hazretlerinin Fas’taki mücahedat ve muzafferiyatı da Afrika İslam aleminin istihlasına doğru o suretle bir mukaddime-i mübeccele ve müteyemmine teşkil eylemektedir. Bu i’tibar ile biz Rifli mücahidlerin harekatını bütün alem-i İslamla müşterek olan mukadderatımız nokta-i nazarından da pek büyük bir ehemmiyet azim bir inşirah ve ümidle ta’kib ediyoruz. Abdülkerim hazretleri kaç gündür rivayet olunduğu vechile nihayet silah-ı satveti sayesinde İspanya’yı musalaha akdine mecbur eder de istiklalini tasdik ettirebilirse Asya kapılarındaki bizim ba’sü ba’de’l-mevt harikasına müşabih olarak Afrika’nın aksa-yı garbında da yeni bir ba’sü ba’de’l-mevt harikası daha zuhur etmiş olacaktır. Şurasını da büyük bir iftihar ve teselli ile ilave edebiliriz ki Rifli mücahidin muzafferiyatıyla tahakkuk eden Türkler mücahede-i milliyyemizle yapmış bulunuyoruz. Bu i’tibarla bizim mücahede-i pesendanemiz her vakit söylediğimiz gibi Türkiye’yi yeniden canlandırdığı kadar İslamın umumi istihlas-ı istiklaline de bi-hakkın mebde’ teşkil eyleyecektir. Yavaş yavaş netaic ve fevaid-i ukûl-fersa ve ümid-bahşası görülmekte olan bu vakayi’-ı muazzama İslam ittihad ve kuvvetini içimizde ve katı’ bir ders-i ibrettir… Kahire – Aden’den alınan mektup mealine nazaran Hemdan kabilesinden bazı kesan tarafından İmam Yahya’ya sarayında oturmakta iken atılan kurşunun muma-ileyhe isabet etmeyerek kadınlarından birine ler bi’l-firar İmam Yahya’nın düşmanı olmakla ma’ruf Haşid kabilesine iltica ve dehalet etmişlerdir. den Hindistan’a gönderilen hey’et Hindistan ümerasından mühim bir meblağ toplamış ve ianelerin irsaline devam edileceği vaadini almıştır. Ahiren alınan haberlere nazaran Mescid-i Aksa’nın ta’miri için Irak’tan on iki bin Hindistan’dan on üç bin Suriye ve Filistin’den üç bin Hicaz’dan yirmi beş bin lira gönderilmiştir. O halde Mescid-i Aksa’yı tehdid eden tehlikenin önü alınacak demektir. Rifistan Cihadı: – Rif kahramanlarının senelerden beri muvaffakıyetle tetevvüc eden mücahedeleri nihayet İspanyolları sulh talebine sevk etmeye başladı. Rif mücahidlerinin şehamet ve gayreti karşısında ancak acz ve zillet uçurumlarında yuvarlanacağını gören İspanyol ğu inaddan feragat etmek mecburiyetinde kalmış ve bir anlaşma zemini bulmak üzere teşebbüsata girişmiştir. gazetesi İspanyolların ne düşündüklerini ve buna mukabil Rif mücahidlerinin hangi hedefleri tahakkuk ettirmek siyasi istiklalini tanımaya amadedir. Yalnız bu müstakbel mıntıka İspanya’nın saha-i işgali haricindeki mıntıkaya münhasır kalacaktır. Buna mukabil İspanyollar velev lafzan İspanyol mıntıkasının tanınmasını taleb edecekler ve işgal mıntıkasının haricinde hiçbir idari müdahalede bulunma[ma]yı taahhüd edeceklerdir. Abdülkerim metalibi’de akdolunan İspanyol – Fransız muahedesinin akdinden mukaddem İspanya tarafından sı kalacaktır ki bunlar asırlardan beri İspanya’nın taht-ı olmak ve bu istiklali İspanya’ya ve devletlere tanıtmaktır. Salisen Rifliler seneden beri devam ettirilen harbe mukabil tazminat taleb etmektedir. Rabian Rifliler hapis veya nefy edilmek üzere teslimini taleb etmektedir. Bu vaz’iyet Rif kahramanlarının zafer-i kat’iye yaklaştıklarını göstermektedir. Bizim evvel ve ahir temennimiz Rif mücahedesinin Şimali Afrika’nın dalaletten [halasına] kat’i bir amil olmasıdır. Esasen Rif Emir-i muzafferi Muhammed Abdülkerim hazretlerinin mücahedesi ister istemez bu hedefe doğru teveccüh edecek ve hemen Afrika’yı baştan başa uyandıracak hepsinin uruk-ı hamiyyetini tahrik edecektir. Çünkü bu hareket İslam akvamının medeniyet maskesi altında senelerden beri kendilerini en zalimane bir esarete mahkum etmiş bulunan garb milletlerinin artık ’üncü sahifedeki hadis-i şeriflerin de suretlerinde tashihi rica olunur. maaşını hareket-i arzdan müteessir olan müslümanlara terk etmiş ve me’murlarının dahi yardımları hususunu Şehremaneti me’murlarına tavsiye etmiştir. Tashih – Geçen nüshamızda İslamiyette Kadınların Mevkii ünvanlı makalenin ilk satırında “ ” in “ ” Cebel-i Lübnan’da Kumarın Men’i Cebel-i Lübnan Vali-i Umumisi tarafından sadır olan emir mucebince Cebel-i Lübnan arazisinde kumar oyunu ilga ve men’ edilmiştir. Memnu’ olan oyunların başlıcaları şudur: Bakara döper poker firavun pul/pol rulet poti şovu? ve sairedir. Erzurum’da geçenlerde müdhiş bir zelzele vukûa gelmiş ve birçok dindaşlarımız yersiz yurtsuz kalmıştır. Zelzele Kars Ardahan Sarıkamış’a kadar te’siratını göstermiş ve telefatı mucib olmuştur. Bu felaket karşısında hükumetçe müsta’celen bazı tedabir ittihaz edilmiş ve bu hususta yüz beş bin lira tahsis edilmiştir. Her taraftan felaket-zede kardeşlerimize ianeler dercine başlanmış ve Hilal-i Ahmer tarafından muavenet hey’eti gönderilmiştir. Şehremini Bey üç yüz liradan ibaret olan Eylül yazılmış eserler de vardır fakat onları okumamışlardır. Kendisinin değilse bile mensub bulunduğu hey’et-i memek ve bildiğini de o hey’et-i ictimaiyyeden haric ve onun milliyeti mevcudiyeti gibi diyanetine de düşman kimselerin eserlerinden öğrenmek sonra o yabancı menba’lardan edindiği yalan yanlış ma’lumatı ahkam-ı delil olarak kullanmak bizim asrilerimize mahsus bir hal ve keyfiyettir. Sair milletlerde böyle da’vacılara böyle asrilere ya pek az tesadüf edilebilir veyahud hiç tesadüf edilemez. Ahkam-ı İslamiyyeye işte bu vukûfsuzluklarıdır ki kurun-ı vüstailiği onlara pek keskin bir silah veyahud pek kuvvetli bir delil telakki ettiriyor!. Muhterem da’vacılar aziz asriler acaba düşünmüyorlar mı ki kurun-ı vüstailik yalnız kurun-ı vüstailik değil kurun-ı ulailik hatta edvar-ı ma-kable’t-tarihilik bile her şeyi kıymetten düşürmekte amil-i müessir olamaz. Ne kadar nurlar ziyalar var ki tarih-i hilkatten beri beşeriyeti tenvir ediyor ne kadar altın gümüş ma’denleri cevher ve inci menba’ları var ki kainatın mebde’-i tekvininden beri kıymetini zayi’ etmiyor rağbeti fiyatı asırdan asra yükseliyor artıyor. Hilkat-i beşerle tev’em ne kadar faziletler vardır ki nihayet-i dünyaya kadar kıymetten düşmeleri ihtimali yoktur. Belki onların da kıymetleri kalmadığını iddia edenler bulunur fakat da’va başka da’vayı kazanmak başkadır. Ahkam-ı İslamiyye de hiçbir vakit hiçbir asırda kıymetten düşmeyecek bir nur-ı semavi bir ziya-yı Kurun-ı vüstailiği onu hiçbir asırda kıymet-i ameliyyesinden düşüremez. Onu kıymet-i ameliyyesinden düşüAsrilerimizde amiyane bir tarz-ı istidlal görüyoruz: İslamiyetin kurun-ı vüstailiğini ahkamının bu asırda kıymet-i ameliyyesi kalmadığına delil olarak ileri sürüyorlar. Bu tarz-ı istidlal ilmi bir tarik-ı istidlal değildir. Herhangi bir kanunun asriliği kabiliyet-i tatbikıyyeyi haiz olduğuna delil ittihaz edilemeyeceği gibi kurun-ı vüstailiği de kıymet-i ameliyyesi kalmadığına ilmi bir bürhan olamaz. Bugün vaz’ olunan kanunlar miyanında bugünün edilebileceği gibi bugünkü kanunlardan daha ziyade kabiliyet-i tatbikıyyeyi haiz dünkü kanunlara tesadüf edilebileceği de şübhesizdir. Herhangi bir kanunun kıymet-i ameliyyesi kalmadığını kabiliyet-i tatbikıyyeyi haiz bulunmadığını anlayabilmek hadisatı karşılaştırmak aralarında ilmi tecrübi derin mukayeseler icra etmek zarureti vardır. Bunu yapabilmek kıymet-i ameliyyesi kalmadığını ortaya atanlarda esasat-ı gelemiyoruz. Onun için bir kısmının da’vaları da delilleri de sırf hissidir. Diğer bir kısmının da’va ve delilleri de mesmuata müsteniddir. Üçüncü bir kısım daha vardır ki bunlar garbda İslamiyet aleyhine olarak yazılmış bulunan garazkarane eserleri okumuş olanlardır. Bunlar ahkam-ı lerin en alimleridir. Garbda İslamiyetin lehinde olarak Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul recek esasatının hadisata tevafuk etmemesi ihtiyacata kafi gelmemesidir. Böyle bir nakisa ise beşeri kanunlar hakkında kabil-i tasavvurdur bir kanun-ı semavi olan esasat-ı İslamiyyede hadisata tevafuk etmemek ihtiyacata kafi gelmemek nakisası kabil-i mülahaza değildir. Beşer hali bilemez istikbali göremez hadisatı ihata edemez hadisat ile ahkam-ı kanuniyye arasındaki ahenk ve münasebetleri anlayamaz onun için de vaz’ ettiği kanunlar hadisata tetabuk ihtiyacata tevafuk edemez Kanun-ı İslam hakkında bu mülahaza varid değildir; çünkü ne fikr-i uluhiyyetle ne de fikr-i nübüvvetle kabil-i te’lif olamaz. İslamiyetin semavi bir kanun olduğunu kabul etmek o kanunda hadisata tetabuk etmemek hatıra getirmeye münafidir. Bizim göreceğimiz nakisalar nüfuz-ı nazarımızın kısalığından işin zevahirine bakarak hüküm verişimizden mes’ele ledünniyatına vukûf peyda edemememizden menfaati mazarrat ve mazarratı menfaat şeklinde görmemizden mütevelliddir. Ulum ve fünun inkişaf etmezden evvel hikmetsiz nef’-i beşere mugayir zannedilen birçok ahkam-ı İslamiyyenin ulum ve fünunun irşadatı ile mahz-ı hikmet ve nef’-i beşere pek muvafık olduğu anlaşılmıştır. Hiç şübhe etmiyoruz ki ulum ve fünun daha ziyade inkişaf ettikçe erbab-ı fennin taharri-i hakikat uğrundaki mesaisi daha ziyade ni’met olduğu daha ziyade anlaşılacaktır. Eğer ahkam-ı ulum ve fünunun lüzumu derecede inkişaf etmemesi sebeb olacaktır. Kanun-ı İslamın esasat-ı semaviyyesinde değil de o esaslardan istinbat edilen ahkam-ı fıkhiyyede hadisata tevafuk etmemek ihtiyacata uygun gelmemek nakisası bulunabilir. Fakat aynı esasat-ı semaviyyeden yeni hükümler çıkarmak taze düsturlar istinbat etmek kapıları daima açıktır. Maahaza biz; İslamiyetin semaviliğini siper Biz istiyoruz ki asrilerimiz ahkam-ı İslamiyyeye yalnız “kurun-ı vüstai esaslar” deyip geçmesinler; kurun-ı vüstai esaslar dedikleri ahkam-ı İslamiyyeyi hadisat ile karşılaştırsınlar cubiyetini üzerimize almak bize düşer. Böyle yapılmadıkça kurun-ı vüstailiğin ahkam-ı İslamiyyeyi kıymet-i ameliyyeden düşürdüğüne inanamayacağız. Pösteki saymakla meşgûl olacak zamanımız yoktur denebilir. Fakat Avrupa ve Amerika pöstekilerini saymak kendi tekkemizin pöstekilerini saymaktan daha külfetli olur ve daha uzun sürer. Biz ne dersek diyelim asrilerimizin böyle ilmi bir tarz-ı istidlal tarikı tutamayacaklarını taharri-i hakikat külfetini üzerlerine alamacaklarını bildiğimiz için “kurun-ı vüstai esaslar” gibi gayr-i kani’ bulunduğumuz için “kurun-ı vüstai esaslar” dedikleri ve ihtiyacat-ı asriyyeye muvafık görmedikleri ahkam-ı reket hükumetçiliktir. Hükumetsizliği kanunsuzluğu fevzaviyeti göçebelik ve aşiret hayatını İslamiyet haric ez-medeniyet telakki eder. Hükumetçilikte istibdadı hod be-hod idare-i umur etmeyi meşru’ tanımaz. Onun beğendiği şekl-i idare ara-yı umumiyyeye istinad eden bir şekl-i idaredir. İslamiyet hükumetçilikte gayr-i mes’ul kimse kabul etmez. Cemaatin su’-i idare edilmesinden reis-i cemaati mes’ul tutar. İslamiyetin bu nokta-i nazarı asr-ı hazırın gayr-i mes’ul reis-i hükumetler kabul etmesinden daha ziyade şayan-ı ittiba’dır. Asri milletler de günden güne İslamiyetin bu nokta-i nazarını kabule doğru yürümektedir. İslamiyet siyaset-i hariciyyede düşman milletlere karşı daima müteyakkız bulunmayı mayı onların kuvve-i askeriyyelerine faik kuvve-i askeriyye bulundurmayı emreder. Asr-ı hazır diplomasisi de bu şekilde tecelli etmekte değil midir? İslamiyet rüesa-yı hükumeti ahaliye adl ü re’fetle muamele etmeye mecbur tutar. Buna mukabil ahaliye de hükumetin adilane emirlerine nehiylerine kanunlarına nizamlarına itaat etmek mecburiyetini tahmil eder. Adil bir hükumetin kanunlarına muhalefeti şakavet mahiyetinde görür. Asr-ı hazırın mütemeddin milletleri devletleri de münasebat-ı mütekabilelerini bu yolda tanzim etmekte değil midir? kalmasını başka devletlerin taht-ı esaretine girmesini kendisi için en büyük bir tehlike telakki eder. Onun için hükumet-i İslamiyyeyi daima hakim ve galib bir mevki’de görmek ister. Asrilik namına bizim istediğimiz de bu değil midir? İslamiyet insaniyet ile hürriyeti tev’em tutar. Nail-i hürriyyet olmayan kimseleri bey’ u şiraya tabi’ emtia ve eşya derekesine tenzil eder tasarrufat-ı kavliyye ve fiiliyyelerini nazar-ı i’tibara almaz bendeliği köleliği ancak ceza olarak onlara layık görür. Ta’bir-i digerle esareti bir cürme mukabil verilecek ceza mahiyetinde telakki eder. Asr-ı hazırın en raic umdelerinden biri de işte bu hürriyet değil midir? Tevzi’-i hukûk sahasında İslamiyetin üss-i mizanı adalet-i mutlakadır. Bir saatlik adaleti uzun senelerin ibadetlerinden daha makbul bir ibadet daha hayırlı bir teabbüd adde ki başka türlü tarz-ı tatbikler hakikatten udul ve inhiraf olur. Bu kanaatimizin yanlış olduğu ilmi tarikler ile izah ve isbat edilirse hakikati kabul etmeyi kanaatimize sadık kalmaya tercih ederiz. kalmadığına delil göstermek doğru olmadığı gibi son asırlarda akvam-ı İslamiyyede görülmeye başlanılan uyuşukluğu donukluğu İslamiyetin te’siratına atfetmek de doğru değildir. Bunun doğru olmadığı İslamiyetin o beğenilmeyen kurun-ı vüstada beşeriyete nefh etmiş bulunduğu ihyakar ruh-ı umumi ile sabittir. Bütün şark ve garb müverrihlerinin şehadetleriyle isbat edilebilir ki kurun-ı vüstada İslamiyet imdada yetişmezden mukaddem Avrupa Afrika Asya akvamı cehl ve vahşetin kahir darbeleri altında eziliyordu. Bilhassa Araplarda medeni bir hayat eseri görülmüyordu. Şems-i İslamiyyetin tuluu evvela Arapları nurlara gark etti onları medeni bir hayata soktu. Kable’l-İslam en cahil ve en vahşi bir kavim olan Araplar ba’de’l-İslam beşeriyete ilim ve medeniyet üstazı oldular. Onlar feyz-ı İslam ile müterakki bulundukları zaman Avrupa’da derebeylik idaresi vardı. Bu en büyük adamları cahil birtakım rahiblerdi. Araplarda Arap ulumunun merkezleri idi. Bilhassa Bağdad’daki fen tahsili için Avrupa Arap darul-fünunlarına fevc fevc talebe gönderiyordu. müslüman Araplar hiçbir eser-i taassub göstermeksizin Yunan-ı Kadim eserlerini tercüme etti. Hıristiyanlar bu eserleri okudular Arapçayı öğrendiler. Ezmine-i kadime edebiyatına felsefesine vakıf oldular. Mösyö Libery diyor ki: “Arapları tarihten çıkarınız; devr-i intibahın Avrupa’da birkaç asır gerilediğini görürsünüz.” Hülasa İslam medeniyetinin Avrupa medeniyetine çok te’siri oldu. İslam medeniyeti Avrupa medeniyetine lümanlar vasıtasıyla yayıldı. İspanya’da Endülüs Emeviye Devleti’nin teessüsü Avrupa’yı ihya etti. Müslümanların bütün ulumu Avrupa’ya bu tarik ile dağıldı. Müslümanlar bütün hıristiyanları ilim ve fen hakimiyeti altında yaşattılar. Bu hakimiyet Avrupa’da altı asır sürdü. Beğenmediğimiz işte o kurun-ı vüsta işte o İslamiyet terbiyesi Avrupa’yı müslüman hakimiyeti altında bulundurdu. Beğendiğimiz yirminci asır milli terbiye ise müslümanları Avrupa hakimiyeti altında bulunduruyor. Müslümanlık Türkleri de ihya etti. Onları da medeni bir hayata soktu. Onları en şevketli bir devlete nail etti o sayede Avrupa’da Afrika’da Asya’da hakim der. Milletlerin ancak adaletle payidar olabileceklerini söyler; birçok milletlerin zulüm yüzünden munkarız olduklarını haber verir. Asr-ı hazırın meftuniyet gösterdiği fakat bir türlü te’minine muvaffak olamadığı umdelerden diğer biri de işte bu adalet değil midir? İslamiyet hukûk sahasında hiçbir kimseye haiz-i rüchan bir mevki’ vermez. Onun nazarında bir çoban ile bir alimin bir zenginin bir sahib-i cah u mevkiin hiç farkı yoktur. Rüchan yalnız ilim ve kemal ile zühd ü ittika ile meziyet ve fazilet-i zatiyye iledir. Asr-ı hazırın daima ileri sürdüğü fakat bir türlü te’sis edemediği umdelerden üçüncüsü de muamelatında müstakim olması emrini veriyor ve bizzat Hazret-i Muhammed “Bu istikamet emri beni kocattı.” buyuruyor. Yani istikamete bu derece kıymet ve ehemmiyet bahşediyor. Asr-ı hazırın pek ziyade muhtac bulunduğu fakat bir türlü gösteremediği bir fazilet de işte bu istikamet keyfiyeti değil midir? İslamiyet hey’et-i ictimaiyye hesabına deruhde edilen vazifeleri “emanetullah” telakki ettirir ve onların hüsn-i suretle ifalarını dağların çekemeyeceği derecede nazik ve ağır bir yük mahiyetinde gösterir; ta’bir-i digerle ve-zaif-i umumiyyenin kemal-i ciddiyyet ve istikametle ifa olunmasına a’zami bir ehemmiyet verir. İslamiyet mesai sahasında taksim-i a’mal mesleğini ta’kib eder. Herkese isti’dad ve ihtisasına göre vazife verir ve herkesi vazifesine göre tecziye veyahud taltife müstehak görür. Nazar-ı İslamda vazife ile mes’uliyet tev’emdir. İslamiyet kaza va-zifesine o derece i’tina gösterir ki o vazifeyi deruhde etmek için vukû’ bulan taleb ve müracaatları ihtirasla şaibedar addederek kaza ve hakimiyet sandalyesini öyle kimselerden esirger. O vazifeyi ancak kendisinin arayıp bulacağı ehil emin müstağni kimselere verir. İslamiyet izhar-ı hak için bi’l-ihtiyar gidip eda-yı şehadette bulunmayı eder. Kurun-ı vüstai addolunan işte bu gibi umumi ve medeni esasların hiçbir asırda kıymet-i ameliyyeleri zayi’ olmayacağı kanaatindeyiz. Asrilerin bütün kabahatleri Yoksa bunların yalnız kurun-ı vüstanın değil yirminci asrın yirminci asrı ta’kib edecek olan asırların da esasat-ı medeniyyesinden bulunduklarını i’tiraf etmek insafını göstereceklerinde mütereddid değiliz. Esasat-ı umumiyye hakkında bu suretle ittifak hasıl olduktan sonra ihtilaf-ı nazar yalnız o esasların ve o esaslardan müstenbat kavaid-i fer’iyyenin hadisat-ı umumiyye ve hususiyyeye tarz-ı tatbiklerinde isabet bulunup bulunmadığı noktasına münhasır kalır. Biz o kanaatteyiz ki İslamiyetin gösterdiği tarz-ı tatbikler kat’i bir isabeti haizdir; o derecede daimi bir faaliyet daimi bir istihale daimi bir kevn daimi bir fesad! Eğer hiçbir yerden bir ses gelmese idi ve bu azamet ve ihtişamın sahibi bizim tabiatımıza idrakimize mülayim bir vasıta ile bizi kendi varlığından haberdar etmemiş kendi varlığına karşı mükellef olduğumuz vezaifi bildirmemiş olsa idi acaba tabiatın her dakika nazar-ı hayretimiz önünde tecelli ve teceddüd eden azameti darat ve ihtişamı “insaniyyet” denilen mefhum-ı ali nokta-i nazarından akıl için bir ma’na-yı sahih ifade eder mi idi? Eğer ta’lim-i ilahi olmamış yani Cenab-ı Hak kendi varlığını enbiya-yı zi-şanıyla bize bildirmemiş olsa idi acaba beşeriyet kendi ta’lil ve istikrasıyla Allah’ın varlığından haberdar olabilir mi idi daha doğrusu Allah fikrini zihninde bulabilir mi idi?! Fil-hakika asırlardan beri milyonlarca kafalar tefekkür ve teemmül vadisinde beyinlerini hırpalayıp vücud-ı Bari hakkında doğru ve yanlış bir fikir hasıl ediyorlar. Alem için bir yahud müteaddid halık ve sani’ olduğunu tasdik ve bu tasdiklerinin menşei olan edille-i akliyyeyi tasnif eyliyorlar. İmkan illet-i gaiyye hudus-i alem filan gibi deliller hep bu tasdikın menşeini te’yid için vaz’ edilmiştir. Mesela on altıncı asırda Avrupa’da zuhur eden büyük bir kafa Descartes Cenab-ı Hakk’ın varlığını vücud-ı ekmel nazariyesiyle isbat maksadıyla diyor ki: “Ben varım çünkü düşünüyorum. Fakat düşündüğüm esnada kendimi şübheden hatadan kurtaramıyorum. Şu halde gayr-i mükemmel bir mevcudum. Gayr-i mükemmel olduğum cihetle kendi vücudumun illeti olacak kadar müstakil değilim. Zira ben kendi vücudumun illeti olaydım kendi kemalimin de illeti olur idim. Doğrudan doğruya mevcud olmaklığıma bir mani’ olmadığı gibi doğrudan doğruya mükemmel olmaklığıma da hiçbir mani’ olmazdı tasavvur eylemekte olduğum kemallerin kaffesini kendimde vücuda getirir idim. Halbuki emir ber-akistir. Bina-berin benim vücudum benden başka bir müessirin vücudunu istilzam eden bir eserdir. Bu müessire gelince o da gerek kendisi gerek mevcudat-ı saire için kafi ve başka bir illetin te’sirinden müstağni olan vücud-ı ekmel yani Cenab-ı Hak’tır Cenab-ı Hak bir vücud-ı ekmeldir. Ben de mevcudum öyle ise o vücud-ı ekmel de mevcuddur.” lasası şudur. Fakat emin olmalı ki gerek Descartes’ın gerek başka alim ve feylesofların isbat-ı vacib maksadıyla ortaya koymuş oldukları delillerin kaffesinde dikkat edilecek bir nokta vardır ve bu nokta çok dikkate şayandır. Görülüyor ki bütün feylesoflar Cenab-ı Hakk’ın vücudunu bir mevki’de bulundurdu. Beşeriyeti mevti ihya edercesine canlandıran İslamiyet ruhi uyuşukluk donukluk aramak hem tarihe hem de insafa muvafık olur zannındayız. din ile mukayyed ve müeyyed olmadıkça kalb akçe gibidir.. Hiçbir şeye yaramaz. İnsanları bir rabıta ve zabıta altına alan bu kuvvet behemehal esaslarını semavi bir menba’dan almaya bu esasları rehber-i harekat ittihaz etmeye mecburdur. Fil-hakika maddiyat sahasında dolaşanlar ömürlerini o sahadaki faaliyetlere hasr edenler bu söze karşı hande-i istihfaf ve istihza ile mukabele ederler bu mukabelelerinde bir dereceye kadar ma’zur da olurlar. Zira fünun-ı müsbete ile uğraşmak ve onların delaletiyle her şu’bede her gün türlü türlü muvaffakıyata nail olmak hiç şübhe yok ki ne Tevrat’ın ne İncil’in hatta ne de Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın muavenetine vabeste değildir. Bedihiyat-ı evveliyyeden olan bu mes’ele için münakaşa kapısı mesduddur. Fakat acaba insaniyyet bununla biter mi insanlar yalnız bu muvaffakıyat ile insan olur mu? Daima münakaşa ve bütün milletlerin eclafı değil eazımı tarafından halline vakf-ı hayat edilen ve edilmekte olan mes’ele budur. Dridnolar yapılır şimendüferler tayyareler icad edilir tahte’l-bahrler vücuda getirilir. Bir orduyu bir dakikada adem-abada gönderecek vasıtalar silahlar meydana gelir. Fakat hakiki insaniyyet bu mudur? İnsanlar bunları yapmakla hakikaten insan olmuş olurlar mı! Bunların kaffesi beşer için alem-i maddiyyatta makdur olan tasarrufatın netayic-i fiiliyyesidir. Maddeyi maddenin tabi’ olduğu kavanini usul-ı mahsusası mucebince ta’mik ve tedkik ile bu gayelere vüsul her zaman için mümkündür. Nitekim mümkün olduğu da görülüyor. Fakat beşerin tasarrufat-ı akliyyesiyle vücuda gelen yukarıki şeylerle onların emsali insaniyyet-i hakikıyyede mündemic ve onunla kaim olan ma’nalardan hiçbirini kalan alem-i tabiat bile fezasıyla yıldızlarıyla güneşiyle ayıyla arzı arzdaki mevalidi hülasa bütün azamet ve ihtişamıyla bize hiçbir şey öğretmez! Namütenahi bir feza la-yuad ve la-yuhsa ecram daimi bir hareket sın görülsün bunun ruh-ı mes’eleye temas eden ciheti yoktur. Zira bahis ma-vaka’da değil ma-vaka’dan evvel vukûu mücaz hatta mübah olan fiildedir. Madem ki o cihet mümkündür bu imkanın vücudu ahlakın her türlü te’yidatını imha için kafidir. Bundan çıkan netice: Aklın bir kuvve-i mania ve kafiyye olmadığıdır. Akıl istinkah-ı benat ve ümmehatta bir mahzur-ı kat’i görmez. Görmediği bugün bazı akvam arasında bu gibi ef’al-i şenianın vukûuyla sabittir. Mütedeyyin bir adam için bu şenayiin değil vukûu Her şeyde aklı rehber ittihaz edenlerin acaba bu husustaki mülahazaları nedir? Eğer onlar bu fiilde bir şenaat görüyorlarsa bu görme suret-i kat’iyyede kendi mahsul-i ictihadları değildir. Beğenmedikleri edyan-ı semaviyyenin feyz-ı te’siriyle vicdanda husule gelmiş olan bir duygudur. Eğer bu fiillerde bir şenaat görmüyorlarsa eldeki mikyas-ı insaniyyete göre onlara insan ıtlakına cevaz var mıdır? Onların behayimden farkı nedir? Insaniyyet behimiyet derekesine indikten sonra ne kıymeti kalır? Bu suretle muhakemede devam edilecek olursa alemde mevcud olan rezailin kaffesi tebdil-i mahiyyet etmiyor mu? Şu halde beşeriyet kendisine aid olan kaffe-i mesailin yalnız mukteza-yı akla tevfikan halline kıyam edecek olursa hiç şübhe yok ki kıyamet kopmuş her şey bitmiş demektir. Fil-hakika bu tahavvülat ve tebeddülatın yine akıl ve mantık kavaidine tevfikan ve akıl ve mantık dairesinde vukûa gelmekte olduğunu iddia edenler de yok değildir; yok demek şöyle dursun onlar pek çoktur. Fakat mes’ele müzevver bir mantıkla te’yid edilen hadisat-ı cariyyede değil bu hadisatın mebniyyün-aleyhi olan umdelerde esaslardadır. Umdelerin esasların bir mahzuru tazammun ve kimseye bir zarar iras etmeksizin cereyanı ilim sahasından tekme ile çıkarılacak koğulacak bir iddia-yı batıldır. Bu hadisatın şu butlana rağmen vukûu cereyanı batılın istila-yı satvetinden başka bir şeye haml olunamaz. Akıller bu halata karşı ağlarlar gafiller kuf etmezler. Galile’nin her zaman tekrar eylemekte olduğumuz misali burada yine tekrar edilir. Hareket eden arzdır; güneş değil. Fakat milyonlarla halk şunun aksini kıymet-i ilmiyyesi yoktur. Pek haksız olarak akıl namı verilen fakat bu ma’nadan çok uzak daha doğrusu iblisin bir temessül-i fasidi olan kuvvet nurunu menba’-ı ilham-ı Rabbani olan enbiya-yı zi-şandan almadıkça kanun-ı ilahiyi rehber-i harekat etmedikçe hüsran ve hızlandır vesselam. hissediyorlar Cenab-ı Hakk’ı arıyorlar. Varlığını muhtelif delillerle isbata kıyam ediyorlar. Delilleri kuvvetli makbul oluyor. Yahud olmuyor. Bu ikinci mes’ele. Asıl mes’ele Cenab-ı Hak mefhumunun zihinde husulü vücududur. Bu mefhum ise zihn-i beşerde ancak ve ancak vahy-i liahiden sonra hasıl olmuştur. Eğer vahy-i ilahi olmamış olsa idi emin olmalı ki beşeriyet fikr-i uluhiyyeti zihninden geçirmez ma’lum olan isbat-ı vacib delillerini ortaya koyamaz uluhiyet mefhumunun vücudundan bile haberdar olamaz idi. Tabiatın darat ve ihtişam-ı harikuladesi onu mebhut etmekle beraber beşer kendisini azim namütenahi fakat daima asamm u ebkem bir mihanikiyet karşısında bulmaktan başka bir mertebeye vasıl olamaz idi. şei olan fikr-i uluhiyyet enbiya-yı zi-şanın bi’setlerinden kat’-ı nazar edildiği takdirde bizim için bir ma’na-yı mübhem suretinde kalmak zaruri olduğu ve şuun-ı hilkat ve tabiatın hiçbiri şu ma’nanın sübutu emrinde bize bi-hakkın yardım eylemediği gibi acaba bize daha yakın olan ma’na-yı insaniyyet yalnız bu yakınlıktan dolayı bizim tahakkuk edebilir mi idi? Ve bu ma’nanın muktezıyatı yalnız aklımızın irşadıyla delaletiyle vücuda gelebilir mi idi? Hayır gelmez ve gelemez idi. Gelelim insaniyyet mefhumuna. İngiliz feylesoflarından Hobbes “İnsan tabiatı tesadüf ettiği her şeyi iştihasına kurban etmektir. Şu halde bir insan da kendi menfaati iştihası uğrunda her şeyi feda edebilir hatta etmelidir de! Etmemek yine kendi menfaati iktizasından imiş. Fakat menfaat mülahazasıyla ahlak mefhumu kabil-i te’lif midir? Asla! Böyle olduğu takdirde bir insan kanunun pençesinden yakasını kurtarabileceğine cezm hasıl ettikten sonra kendisi gibi diğer bir insanı menfaati iştihası uğrunda feda etmekte hiçbir mahzur görmeyebilir. Ama bundan müteessir olurmuş. Bu mes’ele de bir dereceye kadar tali mesaildendir. Zira asıl bahis mes’elenin suret-i zahiresinde değil ruhundadır. Ruh-ı mes’eleye gelince o sırf nizam-ı cem’iyyet mülahazasına müstenid olduğu Mes’ele bu şekle iktiran ettikten sonra akıl hatta beşerin şu üç günlük hayatı için bile bir kuvve-i mania olamaz. Katl-i nüfus esasen fakat esasen bu kadar mübah mübah hem de pek mübah fiiller sırasına geçemez mi? Ama fiiliyat bunu men’ etmekte cem’iyet-i beşeriyyede daima bu halin aksi görülmekte imiş varsın etsin var bazen de mutlak bir zarar husule gelir. İşte bu üç ihtimal ef’al-i maddiyyenin istinad ettiği ma’nevi esaslara göre tecelli eder. Şahsi ve umumi bir faydaya aid his ve hayal ve iradenin mahsulü müsbet zuhur ettiği kadar nefsani lası da mutlaka menfi ve zararlı bir şekilde tecelli eder. edecek kuvvet ma’neviyattan başka bir şey değilidir. Ma’neviyatın kemali maddiyatın da kemalini mucib olur. Hayat-ı ferdiyyede izahı sadedinde bulunduğumuz eşkalde tebarüz eden ma’neviyat hayat-ı ictimaiyyede daha umumi ve şamil te’siratı haizdir. Bir insan ma’neviyat ihtiyacından vareste kalamadığı halde müteaddid insanların kitleler halinde teşkil ve te’sis ettikleri hey’et-i ictimaiyyenin bu ruhtan uzaklaşmayacağı tabiidir. Ma’şeri hayatın rabıtaları nikat-ı camiası ma’neviyattan ibarettir. Kuvvet servet gibi alakalar cem’iyetlerin bekasını kafil kuvve-i te’yidiyye addolunamazlar. Çünkü tarih nice müstebid hükumetlerin nice zengin memleketlerin mahv u inkıraza uğradığını kaydetmiştir. Hey’et-i ictimaiyyelerin yaşayabilmesi için ictimai ve ma’nevi inzibatın tekemmülü lazımdır. İ’tikad ahlak fezail-i vicdaniyye tesanüd-i ictimai mebde’lerine istinad eden hayat-ı cem’iyyetin bu esasat haricindeki tecelliyatı mutlaka tereddi ve infisah ile netice-pezir olur. Bu noktadan bahsederken Gustave Le Bon “İnzibatın ehemmiyet-i esasiyyesi akvamın ancak inzibatı te’min ettikten sonra medeniyetine vasıl oldukları ve inzibatı gaib edince hal-i vahşete avdet ettikleri görüldüğü vakit meydana çıkar.” diyor. Camille Jullian serlevhalı eserinde müstakil Galya hükumetinin ten sonra hiç kimsenin adli mali ictimai revabıta ittiba’ etmek istememesi ve bu mebde’lerin mütemadiyen kesr olunması neticesinde Sezar’ın Gol kıt’asını kolayca fetheylediğini olmasıyla beraber tedenniye başlayan Kadim Yunan edebiliriz. Aile teşkilatının temel taşı olan kadınlığın ismet ve sadakati umdesini unutarak ahlak esaslarından uzaklaştığı ve bu suretle Romalı vatandaşların terbiye-i şümul şöhret ve hakimiyetini gaib eylemiş ve sukût-ı ahlaki barbar istilası altında parçalanmasına en müsaid şeraiti ihzar eylemiştir. Bu tarihi misaller kafi bir vuzuh ile isbat ediyor ki temeddün ve terakkinin yegane mi’yarı ma’neviyat ahlak ve ictimaiyattan ibarettir. Fil-hakika hayat-ı ferdiyyede olduğu gibi hayat-ı ictimaiyyede de her zaman Cem’iyet-i beşeriyyeyi idare eden kuvvetlerin en mühimmini beşeriyet için yegane cihet-i camia olan ma’neviyat teşkil eder. Ma’neviyat hayat için büyük bir lif tekamüllere tabi’ olarak inkişaf etmekte bulunmuştur. Mevzu’ hakkında Gustave Le Bon diyor ki: “İnsanı idare eden yalnız ihtiyacatı hissiyat ve ihtirasatı değildir. İnsanların ümidlerini ve tahayyülatını idare için bir i’tikad lazımdır. İnsan i’tikad lüzumundan asla vareste kalamamıştır.” zeka ile muttasıf olarak halk buyurulmuş olduğundan muvazene-i akliyye neticesinde maddiyat sahası üzerinde müessir olan kuva-yı ma’neviyyeyi de keşif ve istidlale muktedirdir. Kainatı teşkil eden mevcudatı ulum-ı tabiiyye madde ve kuvvet namıyla ikiye ayırıyor. Ta’rife nazaran mükevvenatın bir cüz’-i ferdi olan insan da birtakım mihaniki ve maddi hareketlerle o hareketleri vücuda getiren kuvvetlerden hali olamayacaktır. Beşeriyetin kuvveti kuvve-i ma’neviyyesi; tecelliyat ve tezahürat-ı mihanikiyyesi de maddiyatıdır. Mevzuu tenvir için herhangi basit bir fi’l-i maddi tasavvur edelim. Farz edelim ki bir insan eliyle yerde bulunan bir şeyi alıyor. Bu bir harekettir. Fakat muhtelif safahattan geçmek suretiyle tezahür etmiştir. Zihinde hasıl olan bir intıba’ yahud tabii bir sevk-ı ihtiyac müfekkireyi mütehassis bırakıyor. Hissiyat zekanın yardımıyla hayal şekline giriyor. Bu suretle fikirde canlanan hisler muvazene ve muhakeme neticesinde karara karar da mesela yere düşen parasını alıyor. Vakıa hareketlerimizde bu safahatın muhtelif edvarını hissedemiyorsak da hiçbir hareket-i şuuriyye bu safhaları geçirmedikçe tezahür edemez. Hatta eli yanan bir adamın gayr-i ateşin verdiği ezanın te’siriyle fevkalade seri’ bir halde tahassül eden edvarın muhassalasından ibarettir. Demek ki en maddi zannolunan hareketlerimiz üzerinde bile müessir bir kuvvet mevcuddur. İşte bu kuvvet-i hayatiyye ve ruhiyyedir ki ma’neviyatı hisseder ve maddiyatın ma’neviyata merbut olduğunu istidlalde gecikmez… Ahval-i maddiyye-i insaniyyenin neticesi olarak ya bir fayda zuhura gelir yahud hiç menfaat istihsal edilemez bu ictimai fevzalar revac bulurken daha bariz bir surette tecelli eden tereddiyat-ı ictimaiyyenin önüne geçilmek terakkiyat-ı asriyyeyi iktitaf edebilmek ümidine düşmek bir hatadır. Medeniyet-i asriyyenin iktiza ettirdiği devamlı ve medid mesaiye barlarda danslarda devama se arzu etse de cevvaliyet-i fikriyyeyi haiz olamaz. Bilhassa her türlü levazımat-ı sefahetten çok evvel muhtac olduğumuz ilmi sınai faaliyetlerin nokta-i istinadı daha doğrusu yegane kuvve-i muharrikesi makamında bulunan azm ü metanet ancak iman ile meşbu’ bir muhitte tekasüf edebilir. Hey’et-i ictimaiyyemizin teşne bulunduğu terakkiyat-ı asriyyeye a’zami sür’atle vüsul imkanı maddiyatın üssü’l-esası olan azim ve imanı takviye etmekle mümkündür. Mümeyyizat-ı milliyyenin ahlakın dinimizin muhafazası sıtası olduğu kadar terakki ve kemalatın da en kuvvetli timsalidir. El-hasıl harbde müdafaa-i vatan için sulhta terakkiyi iktitaf için yegane çare yegane düstur şu iki kelimedir …. Yüksek iman yüksek ma’neviyat! Medrese-nişinlerin felsefe-i fikriyyeleri “Alem hadistir” diye bir da’va açmaktan ve bu da’vayı “Çünkü mütegayyirdir” diye ta’lil etmekten ibaretti. Medreselerin ve ta’dilleriyle dolu idi. Bu mes’ele senelerce kendisiyle ye hadis mütegayyir inkılaba mahkum nazarıyla bakıyordu. Fakat kendisinin de kainattan bir cüz’ olduğunu bu felsefe mucebince kendisinin de huduse tegayyüre Bu suretle kendi felsefesinin doğruluğuna bizzat kendisi gibi kendisinin de hadis mütegayyir inkılaba mahkum olduğunu anlattı. Birkaç bin talebesi vardı. Kendisinin yalnız İstanbul’daki mikdarı birkaç yüzü mütecaviz idi. Her birinin asgari olarak on on beş kadar hücresi bulunuyordu. Talebe kim bilir ne kadar bir yekun teşkil eden bu hücrelere sığmıyordu. Seneden seneye gelen talebenin başını sokacak bir yer bulması en müşkil bir mes’ele idi. Bir hücrede asgari üç dört talebe ikamet ediyordu. Talebenin izdihamı hanları bile bir medrese haline getirmişti. Ders Vekaleti’nde hücre da’vaları mehakimdeki hukûk ve ceza da’valarından çok fazla vukûu muhtemel olan buhranlar esnasında milletleri kurtaran ancak seciyeleri ve kuvve-i ma’neviyyeleri olmuştur. İş müdafaa-i memlekete tealluk ettiği zaman velev ki dünyanın hazinelerine cihanın vesait-i maddiyyesine yaşamalarına imkan yoktur. Kurun-ı ula ve vüsta tarihlerinden sarf-ı nazar yalnız mücahede-i milliyye tarihi bu mütearifenin yeni ve en canlı bir misalidir. Cihanın muzaheret-i maddiyyesine ye ve tahribiyyeye bütün Avrupa sarraflarının gişelerine kadar dayanan mali menabiine rağmen topsuz tüfeksiz parasız fakat imanı kuvvetli seciyesi tam ahlakı yüksek ve kemalat-ı insaniyyeye malik olan muhterem milletimiz karşısında ser-nigun oldu. Vesait-i maddiyyedeki na-kabil-i kıyas noksaniyete rağmen hak ve hakikatin zaferi ancak ma’neviyatın ve imanın kuvvetiyle mümkün olabildiği inkar kabul etmez hakikatlerdendir. Gustave Le Bon zaferimizden bahsederken aynen diyor ki: “Bir feylesof için müslümanların bu yeni tarz-ı hareketleri büyük bir ders-i ibrettir. Çünkü dünyayı idare etmiş olan kuva-yı diniyyenin el-an dahi nasıl idare etmekte olduğunu gösteriyor.” Bir garb alimini i’tiraf-ı hakikate sevk eden atideki sözlerde de intak-ı hak mevcuddur. “Dini faraziyeler ilmi faraziyelere kıyas edilebilir. İkincilerinden vazgeçmek ne kadar müşkil ise birincilerinden vazgeçmek de o derece güçtür. Bütün ma’lumatlarımızın esası ilmi faraziyeler üzerine kurulmuştur. Bütün medeniyetler de dini faraziyeler üzerine bina edilmişlerdir.” Madem ki kemalat-ı maddiyyenin mütevakkıfun-aleyhi kemal-i imandır; şu halde medeniyet-i hazıranın ulum ve fünuna sanayi’-i müsbetesinden istifade ederek nail-i refah ve servet ve esbab-ı müdafaa i’tibariyle kaviyyü’ş-şekime bir mevcudiyete malik olmak için yegane çare olarak dindar seciyeli haluk mütesanid bulunmak mecburiyetindeyiz. Bu mefhumların vech-i muhalifi olan müsamahakarlık mütereddilik laübalilik hod-binlik hedef-i asliyi teşkil eden terakki ve teceddüd umran ve refah için tam bir engeldir. Buna rağmen garbın fezaili yerine hey’et-i ictimaiyyemize fürceyab-ı duhul olan fezayıh ve rezaili terbiye-i milliyye dahilinde hiçbir maniaya uğramaksızın icra-yı tahribata fırsat bulmaktadır. Dansı kumarı kadını levazımat-ı medeniyye miyanında addeden zihniyet-i ictimaiyye mevcud kaldıkça her gün matbuat sütunlarında bin türlü eşkal altında yine - gah-ı hacata çevirenler visal-i maksud için türlü türlü ve gurur ile çileden çıkaranlar vaktiyle medreseleri bilmem ne yatağı ne ocağı ne ahırı addedenler idi; oralarda yerleşerek bir türlü çıkmak istemeyenler yine onlar yoksa onlar oralarda oturacak bir mahiyete mi girmişlerdi? Hala çıkmıyorlar ve çıkmak dahi istemiyorlar!. Ne kadar seri’ bir inkılab ne derece kahir bir tahavvüldür ki Türk devletinin altı asırlık ilim ve fen ocakları olan ona temeddün tefeyyüz teali terakki kuvvet kudret şevket ruhlarını nefh eden ve nefh ettiği bu ruhlar bayrağını Avrupa’da Afrika’da Asya’da azamet ve ihtişam Makedonya’yı Trakya’yı Arnavutluğu Garbi ve Şarki Rumeli’yi Tuna’yı Cezair’i Yemen’i bilmem daha nereleri onun zıll-i livası altına ilticaya mecbur kılan bugünkü varlığımızı son bir yadigar-ı bergüzar olarak bırakan kütüphanelerimizi asar-ı ilmiyye ve fenniyyesiyle lebaleb dolduran bizi Avrupa’ya muhtac etmeyen Avrupa’ya rimizi medeniyet dünyası haline getiren o müessesat-ı tarihiyyeyi o hayat menba’larını o irfan ve ziya ocaklarını az vakitte balada ta’dad ve ta’rif olunan gunagun kimselerin sefahethaneleri ticaretgahları malikaneleri larda bila-ücret bila-hürmet oturanlar bari ihanet etmeseler yıkmasalar yakmasalar oraları baykuş yuvalarına döndürmeseler banilerinin ruhlarına Fatiha okumalarından vazgeçtik; icra-yı ahenk ederek iş ü nuş meclisleri kurarak fuhuşhane haline koyarak ruhlarını rencide etmeseler kabirlerini kasvetgaha çevirmeseler yine bir ni’met-şinaslık eseri göstermiş olurlar. Bunların içlerinde şübhesiz iffetli istikametli kimseler aileler de vardır ve çoktur. Fakat bunlar iffetsizlerin ahlaksızların arasında muzdarib ve müteellim bulunuyor. Ne çare ki hayat bahalılığı fakirlik kimsesizlik ev kiralarının çokluğu hane sahiblerinin insafsızlığı yüzünden çıkmaya muvaffak olamıyorlar hah na-hah o kalıyorlar. Bu gibilerini çıkarmak bit-tabi’ doğru değildir. Fakat medreselerde ikametleri ne zamana kadar devam edecektir eğer böyle devam edip gidecek ise birkaç sene sonra yıkmak yakmak yüzünden medrese binalarının enkazı bile kalmayacaktır. Ve ihtimaldir ki yıkılan binaların enkazı altında kalanlar dahi olacaktır. Evkaf idaresi medreselerin kendi himayesine mevdu’ emanetullah olduklarını hatıra bile getirmek istemiyor. temyize tabi’ da’valar gibi uzayıp gidiyordu. Bu küşayiş aleminde ilk inkılabı Harb-i Umumi vücuda getirdi. Eli silah tutan talebeyi yakalayarak cihad ve gaza meydanlarına götürdü. Medreseler yalnız onların arkalarından ağlıyor gibi ötüşen güvercinleriyle kaldı. Talebesinin avdetine intizaren müşfik valideler gibi uzun müddet gözyaşları döktü. Fakat bütün intizarları boşa çıktı. Çünkü talebesi ya şehid olarak cebhelerde veyahud ma’lul düşerek memleketinde kalmıştı. Salim ve sağ kalanlar da Anadolu’nun istihlas ve istiklal harbine yol uğratanlar onları amik bir sükut hazin bir tehassür O hal de devam edemedi. Fatih harikı ve sair harikler muhaceretler yeni bir inkılab tevlid eyledi. Medaris hücreleri kadim sekenesi olan talebe-i uluma bedel harik-zede ve hicret-zedeler ile doldu. Onlar ile de kalmadı her nevi’ insanlara çeşit çeşit kimselere melce’ ve me’va oldu. İşrethane oldu tarabhane oldu fuhuşhane oldu depo oldu sütçü dükkanı oldu Kadınları Çalıştırma Cem’iyeti Merkezi oldu dikiş yurdu oldu Mütekaidin-i Askeriyye Cem’iyeti Yurdu oldu polis karakolu oldu; hasılı o derece doldu ki eski sekenesinden daha çok sekeneye ikametgah olmak mazhariyetine erdi. Evvelce hanlar medreseye dönmüş iken bu defa medreseler hana apartmana otele pavyona döndü. Ders Vekaleti’nin eski meşgalesi yine avdet etti. Hücre tevzii mes’elesi onu yine hem kuvve-i kazaiyye hem kuvve-i icraiyye haline getirdi. Daire-i Meşihat salonları hücre talebi için gelen erbab-ı istid’a ile her gün dolup boşanıyordu. Ders Vekaleti’nin vazifesi tebdil-i mahiyyet ve kıyafet etmişti. Tedrisat umuruyla iştigal orası için fer’i bir vazife hükmüne girmişti. Vazife-i evveliyye ve asliyyesi erbab-ı müracaata hücre tevzi’ etmek bitmek tükenmek bilmeyen hücre niza’larını hall ü fasla çalışmak idi. Kimini çıkarır kimini iskan eder bazen çıkarmaktan aciz kalır bazen iskana muvaffak olamaz damen-bus-ı niyaz olanlara karşı mahcubiyet duyar hüküm verir fakat hükmünü icra edemez bazen hükmü de icrası da gayr-i adilane olur. Fakiri çıkarır zengini yerleştirir serhoşu bırakır; ser-na-hoşu çıkarır erbab-ı iffeti dışarı atar biiffetleri Ne şayan-ı dikkat bir inkılab ve ne erzan-ı ibret bir tahavvüldür ki medreselerde bir hücreye nail olabilmek edenler dest-i tekapu uzatanlar o kalender-haneyi der halinde tutulmazsa mevcudiyeti taht-ı tehlikeye girer Zaruret-i kat’iyye halinde satılan asar-ı vakfiyyenin bedelleri de rast gelesiye sarf olunamaz: Bu cihet de kuyud ve şuruta tabi’dir. Birinci kayd ü şart o para ile munkarız vakfı aynen mümkün değilse nev’an ve cinsen yeniden ihya etmektir. Ta’bir-i digerle vakıfın gaye-i asliyyesini değiştirmeyecek surette başka bir vakıf vücuda getirmektir. Şer’-i İslamın bu kayd ü şartı da pek ma’kûl ve pek hakimanedir. Madem ki vakıf muayyen ve müşahhas bir gaye uğrunda malını uhdesinden çıkarıyor; o gayeye riayetkar bulunmak medeni ve insani bir vazife hükmüne girer. Nasıl ki erbab-ı vasiyyetin vasiyetleri vechile hareket etmek arzularını aynen yerine getirmek de aynı derecede medeni ve insani bir vazife telakki olunuyor ve her millet bu vazifeyi hüsn-i suretle ifa ediyor; vakıf da vasiyetin bir nev’-i digeridir. Medreselerin satılmaları mes’elesi insanı diğer cihetten daha müteessir ediyor. Onların gerek binalarını ve gerek arsalarını satın alacak kimseler bit-tabi’ medrese halinde veyahud arsa olarak muhafaza edecek değildir. Şübhesiz yerlerine başka binalar yaptıracaktır. seleri satın alanlar miyanında semtine göre arsalarına meyhane fuhuşhane tiyatro ve sinema binaları gazino bar ve dans mahalleri hayvan ahırları kim bilir daha neler yaptıranlar da bulunacaktır. Madem ki meyhanecilik umumhanecilik müslümanlara da sirayet etti madem ki mahalleler arasında müslüman meyhaneciler türedi müslüman mahalle bakkalları her nevi’ müskirat satmaya başladı mahalleler arasında umumhaneler açılıyor yarın herhangi bir medresenin arsasında bu gibi binalar haneler inşa edilmesine hiçbir mani’ yok demektir. Asırlarca yetiştirmiş “evliya yatağı” namını almış devlete millete ler etmiş bulunan medreselerin öyle bir hale gelmesine her müslümanın kalbi sızlar ciğeri yanar hele banilerin müessislerinin ruhları mutlaka kan ağlar haşre kadar nale ve figan eyler nankör mirasyedilere beddualar yağdırır. Medreselerin halleri istikballeri mazileri şayan-ı hürmet değilse hayırhah banileri hürmete müstehaktır. Onlara en büyük hürmet ruhlarını ta’zib edecek halata meydan vermemektir. Mektep ittihaz edilmesine gelince buna karşı denecek bir söz yoktur. Çünkü ortada değişecek olan yalnız isimle talebenin ünvanıdır. Ulum-ı diniyye mahallerinde ulum-ı dünyeviyye okunacak imiş varsın okunsun o da bir ilimdir vatana millete devlete o da lazımdır. Madem ki bugün gaye-i asliyyesi gaib olmuştur gayeyi ta’kib eden talebe-i uluma mesken Ne arıyor ne soruyor ne yıkıldığından haberi var ne yakıldığından ma’lumatı var. Guya; müfettişleri var bunlara maaş veriyor. Acaba bunların vazifesi nedir? Ara sıra gitseler medreseleri teftiş etseler yıkılana yakılana baksalar yıkanlara yakanlara tenbihat ve ihtaratta bulunsalar günah mı olur? İstirahatlerine halel mi gelir; kendi müessesatına bakmayan harab ve türab olmalarına karşı seyirci ve lakayd kalan bir idarenin hikmet-i kendi elleriyle kesmek gafletini göstermeseler; bari kendi menfaat-i şahsiyyelerini himaye namına velini’metlerini himaye yolunu tutsalar yine bir iş görmüş olurlar. Fakat “vurdumduymaz” darbımeselinin tam bir ma-sadakı olan Evkaf idaresini kendi menfaatini bile idrakten aciz görüyoruz!. Yevmi gazetelerin verdikleri haberlere nazaran medreseler yeni bir inkılab yeni bir tahavvül karşısında kalmak üzere bulunuyor. Maarif Vekaleti medreselerin kendi idaresine devrolunduğundan bunların bazılarını mektep ittihaz etmek diğer bazılarını da satmak ve bu paralar ile yine mektep yaptırmak lüzumundan bahs tebligat dairesinde hareket etmek için bir komisyon teşkil olunmak üzere imiş. Eğer bu haber doğru ise medrese en mühim inkılabı bu defa ve bu suretle geçirecek demektir. Biz medrese bina ve arsalarının Maarif Vekaleti’ne devrolunduğuna dair bir karar ve kanun bulunduğundan haberdar değiliz. Hatta kaviyyen zannediyoruz ki Büyük Millet Meclisi böyle bir karar vermemiştir ve böyle bir kanun tanzim etmemiştir ve yine kat’iyyen kaniiz ki böyle bir karar veya kanun bulunmadıkça Maarif Vekaleti medreseleri hod be-hod satmak salahiyetini haiz değildir. Çünkü evkaf müessesatı beynelmilel şehirler gibi veyahud askerlikten tecrid edilmiş bi-taraf mıntıkalar gibi taarruzdan masundur. Maarif Vekaleti değil hatta bizzat Evkaf idaresi bile medreseleri satamaz. Evkaf hem hakk-ı abddir hem de hakku’llahtır. Ne hakk-ı abde ne de hakku’llaha kimse tecavüz edemez. Bila-ruhsat-ı şer’iyye herhangi bir mal-ı mevkûfa vaz‘-ı yed etmek gasbdır ibtal-i haktır. Binaenaleyh meşru’ mu’teber ve kanuni değildir. Bu suretle icra olunan bey’ u şira akidleri de sahih değildir. Böyle akidler esbab-ı temellükten değildir. Ne bayi’ bedel-i mebie ne de müşteri zat-ı mebie malik olabilir. Bedel-i mebi’ bayie helal olmadığı gibi zat-ı mebi’ de müşteriye helal değildir. Mal-ı mevkûfun bey’ u şirasına cevaz varsa da bu cevaz zaruret-i kat’iy-ye halindedir. Bu zarureti takdir ve ta’yin edecek de hakimü’ş-şer’dir. Başka bir kimsenin ve hiçbir makamın salahiyeti dahilinde değildir. Şer’-i İslamın bu nokta-i nazarı pek doğru ve pek hakimanedir. Çünkü evkaf böyle taarruzdan masun müstahkem bir kal’a terbiye-i diniyye ve milliyye mes’elesidir. Terbiye-i diniyye mek mümkün müdür değil midir? Benim müşahedata mebni olan i’tikadıma göre terbiye-i milliyye ile diniyyeyi birbirinden ayırmak lazım gelmez. Bunların ikisi bir yerde pek a’la gider. Bunlar birbirine zıd şeyler değildir. Birtakım akvam-ı İslamiyyenin esaret altında kalmalarına sebeb hakiki bir terbiye-i diniyye almış olmaları değildir. Eğer bunlar İslamiyetin ruhuna temessük etselerdi karşılarındaki Avrupalıların yaptıklarını onlar da yaparlardı. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de sarahat-i kat’iyye vardır. Avrupa’yı i’la ettiren ulum ve maarif ve sanayii din-i İslam reddetmez. O esir kavimlerde hakiki terbiye-i din eksiktir. Bundan dolayı ulema-yı İslamiyye ünvanını alan zevat kamilen mes’uldürler. O ulema ehl-i lerdir. Yoksa o medreselerde vaktiyle ulum ve fünun-ı müdevvene nasıl tedris edilmiş ise ilim garba geçtikten sonra aldığı cevelan ve faaliyeti ulema gözleri önüne getirerek terbiye-i diniyye ile birlikte ulum-ı müdevveneyi de tedris etselerdi o medreseler bugün birer daru’l-irfan olurlardı. Ben memalik-i ecnebiyyeyi biraz bilenlerdenim. Oralarda müderris-i dini olabilmek için tedrisat-ı mutavassıta bizimkiler de bu yolu tutmak lazım gelir iken sarf ve nahiv ve beyan ve biraz fıkıh ile meşgûl olmaktan başka bir şey yapmadılar. Hatta bir vakit Türk uleması Türkçe yazmayı bile bilmezlerdi. Bu babda biraz daha izahat vereyim. Almanya’yı misal olarak göstereceğim; o Almanya ki maarif-i asriyyenin önüne düşen büyük milletlerdendir. Biz Almanya’ya benzeyebilsek kendimizi bahtiyarların bahtiyarı addederiz değil mi? Alman mekteplerinde bakaloryaya kadar tedrisat-i diniyye mecburidir. Bu tedrisat-ı ibtidaiyyeden başlar ta yüksek derecedeki sınıflara kadar gider. Son senelerin dini tedrisatı pek mühimdir. Yalnız ilm-i halden muhtelif dinlerin ahkamı hikmetleri tenkidden geçirilir. Dini derslerden alınan numaraların tam olmaları lazım gelir. Bazı dersler vardır ki onlarda tam numara alınmazsa da olur. Fakat din için kanunen iktiza eden numara behemehal alınmalıdır. Daru’l-fünundaki talebe kulüpleri de şayan-ı dikkattir. Bu kulüpler içinde dine temessük eden kulüpler vardır. Şöyle ki oraya dahil olan talebe birtakım vezaif-i ahlakıyye ile mütehallık olacaklarına yemin ederler. Ez-cümle müskirat kullanmazlar düello etmezler teeholmaktan çıkmıştır boş duracağına yahud banilerinin ruhlarını ta’zib eden kimselere yataklık edeceğine vatanın erbab-ı tahsili bulunan evladına menba’-ı tefeyyüz olmaları elbette hayırlıdır. Ancak şimdiye kadar medreselerin vukû’ bulan taarruzlarda mütearrızlar medreselerin gayr-i sıhhi basık rutubetli hayat-ı fikriyye kabristanı gayr-i asri olduklarını asri binalar yapılarak talebe-i ulumun oralarda müctemian ikamet etmelerini ileri sürüyorlardı. Maarif Vekaleti şimdi oraların mektep ittihaz edilmelerini sıhhate muzır asriliğe münafi görmüyor. Bu da medreselerin lehinde husule gelmiş bir inkılab-ı fikri bir teceddüd-i zihni telakki edilse acaba doğru olmaz mı? Medreselerin mektep haline ifrağ edilmeleri de bir inkılab bir tahavvül devre sayılırsa da lehlerindeki o fikri inkılab o zihni tahavvül derecesinde calib-i dikkat değildir! Maarif Vekaleti bu hususta –doğrusu– büyük bir tevazu’ gösteriyor. Maarif Vekaleti’nin medreselere böyle bulunacağını kimse hatırından geçirmezdi. Anlaşıldı ki Maarif Vekaleti medreselere varis olmak istiyor. Acaba kanun bu tevarüse müsaid midir? Ma’lumdur ki bir an evvel malına varis olmak için murisinin hayatına hatime çekenleri kanun hakk-ı verasetten mahrum bırakır. Acaba bu kanunun ahkamı Maarif Vekaleti hakkında cari değil mi? Satılacak medreselerin paralarıyla mektep yaptırmak nın sebebi de baladaki tevazu’ tenezzül tevarüs mes’eleleridir. Onlara ilave edilecek bir sebeb daha vardır. Medreselerin paraları camilere sarf edilmek istenilse bile buna cevaz-ı şer’i olup olmadığı muhtac-ı tedkik bir mes’eledir. Cevaz-ı şer’i bulunduğu kabul edilse dahi Evkaf idaresinin ta’mir ve termimiyle mükellef bulunduğu o kadar camiler vardır ki medrese paraları bile kafi gelmez; o paralara mühim mikdarda zam ve ilave etmek zarureti vardır. Evkaf idaresi para bulup da onları bir türlü ta’mir ve termim ettiremiyor. İbadetgahlara bile sarf edilebileceğinde şübhe bulunan sarf edilse dahi ihtiyaca kafi gelmeyeceği muhakkak olan bu paraları mektep inşasına nasıl sarf edebiliriz? Evkaf idaresi Maarif Vekaleti’nin bu fuzuli bu gayr-i kanuni gayr-i şer’i müdahalesine karşı acaba ne yapacak? Zihinleri işgal eden mühim bir mes’eleden bugün bahsetmek din ile birlikte vezaif-i milliyyeyi bir arada ta’kib ettikleri bildiriliyordu. Ahiren buraya gelen Lehli bir gazeteci ile görüştüğümde Lehistan’daki köy papaslarının köy gençliği Türkiye’nin bu vech ile hareket etmediğini sordu. Neden olacak? Bizde nerede öyle köy imamları? Devletin öteden beri kabahati bizde me’murin-i diniyye yetiştirmeyi bilmemektedir. Nice seneler erbab-ı Meşihat bir heyula gibi oturdu. Alemde vücuda gelen tahavvülattan hiçbir hisse alamadı. Memleketin şimdiki asırda bekası neye muhtac olduğunu düşünmedi. Bir kere Freyburg Darul-fünunu’na bakalım. Ulum-ı gayr-i diniyyenin muallimleri içinde bile ne kadar ruhaniyyun vardır. Cizvitlerin te’lif ettikleri asar meydanda. Bize vaktiyle onların kitaplarından cebir tedris ettiler. Müellifleri hep papas idiler. Eski ulema-yı İslamiyye de böyle değiller mi idi? Eserlerini bugün görmüyor muyuz? Bu hakikat inkar olunabilir mi? Maatteessüf Maarif Nezaretlerimiz fikren ve müşahedeten pek geridirler. Vakıa çalışmak istiyorlar. Bu inkar olunamaz. Fakat ne yolda çalışmak lazım geleceğini bilmiyorlar. Müderrislik bile bizde ne kadar hafif bir yetişme ile elde edilebiliyor. Almanya’ya gitmeli de bir kere müderrisin sınıfını görmelidir. Bunlar sanki bir kast castetırlar. İçlerine dahil olabilmek için onlar gibi mesai sarf etmek ve onlar gibi ta muidlikten müderrisliğe kadar nice mezahim ve müşkilat içinde derece derece yükselmek lazım gelir. Her yükselişin ilmi bir şartı vardır! Bizde ise rütbesi madun olan mekteplerin me’zunlarından müderrisler vardır! Böyle bir darul-fünun bu memlekette ne iş görebilir ki? Yalnız milletin mamelekini yer o kadar. Bizim bilhassa Maarif Nezaretimizin bir zannı vardır. Sair memleketlerde asırların mesaisiyle peyda olan şeyleri az bir zaman zarfında ihdas etmek imkanı. Bu gayreti yetiştirse yetiştirse sathi insanlar yetiştirir! Dün bana liselerimizin birinde okuyan bir şakird müracaat etti. Gözleri yaşla dolu idi. Mektepte kendisine yatak verilmeyeceği tam geceleyin muavin mi muallim mi tarafından ihtar olunarak kapı dışarı edilmiştir! Halbuki yatak yok değil imiş. Fakat muallim efendi her nasılsa hiddet buyurmuş. Ona bu cezayı tertib etmiş! Ben böyle bir mektep rüknüne vatan evladını değil kedileri bile teslim etmem! Terbiyeden bu derece mahrum olan bir şahıs bir lisede vazife sahibi olabilir mi? Bu gibi muallimler mi hissiyat-ı milliyyeyi telkin edecekler bu gibi muallimler mi şakirdana terbiye kavaidini öğhül edinceye kadar gayr-i meşru’ münasebetlerde bulunmazlar. Zinadan ictinab ederler. Yirmi iki yirmi üç yaşlarında gençler vardır ki hep bakirdirler! Oralarda din dersiyle hissiyat-ı milliyyeye aid olan duygularla dahi gençlik terbiye edilir. Dine temessük bu adamları ulum ve fünun-ı saireden geri bırakmadığını re’ye’l-ayn görmekteyiz. Mes’ele tedrisattadır. İşin ruhu budur. Nefs-i dinde değildir. Müderrisler hep darul-fünundan me’zun ulemadandırlar. Binaenaleyh tedrisin nasıl olması lazım geleceğini bilirler. Bir taraftan dini ders alan genç haftada hey’et riyaziyat fizik kimya gibi ulum ve fünunu da mükemmelen tahsil eder. Muallim ve mektep böyle teşkil edilirse artık din mani’-i terakki olur demeye hacet kalmaz. Nasıl ki onlarda olmuyor. Almanların mülahazasına göre her genç yirmi yirmi Ondan sonra serbesttir. İsterse mütedeyyin olur isterse olmaz. Onlar diyorlar ki bir millet terbiye-i diniyye almadıkça sağlam bir millet olamaz. Dinin prensipleri ma’lum ya ahlakidir. Hırsızlık etme adam öldürme yalan söyleme gayrin hakkını yeme gibi prensipler. Yine Almanya’da tedrisat-ı diniyye yanında bir de derslerinden biridir. Zira işin içine felsefe girer ve en büyük felsefi meslekler nazar-ı tenkidden geçirilir. Ahlakın tedrisatı da pek etraflıdır. Zira iyiliğe vazifeye mukabil bir mükafat beklememek o ilmin kaide-i esasiyyesidir. Bu bizde bilinmeyen ama hiç bilinmeyen şeylerdendir. Çünkü bizde her kimi işitseniz şöyle böyle hareket ettiği şunu bunu yaptığını ve nihayet bunun hiçbirinin takdir edilmediğini söyler durur yani daima mükafat bekler. Bu Almanya’da mekteplerden dini tedrisi kaldırmak mümkün olamaz. Çünkü çocukların babaları evladın ahkam-ı diniyyeyi öğrenmelerini taleb ederler. Bu da oldu. Alman kanunu mucebince çocuğun velisi babasıdır. Baba velayeti hasebiyle evladına ders verilmesini Din hususunda Türkler ba-husus Türk gençleri kadar ma’lumatı noksan hiçbir millet hiçbir gençlik yoktur. Bizim gençlerin bu babdaki cehaletleri bir u’cubedir. En sade şeyler hakkında bile vukûfları ma’lumatları mefkûd. Böyle gençlik asla ve kat’a bir millet binasını kuramaz. Alsas-Loren belediyeleri tarafından Fransız Maarif himmedendir. Bunlar o tahriratta Alsas-Loren halkının vediyor. Meşrutiyet denir cumhuriyet denir demokrasi denilir fakat hükumetin halka karşı vazifesi bir türlü ma’lum olamıyor. İstibdad zihniyetinden bu memleket bir türlü kurtulamıyor. Binaenaleyh bana sorarsanız Türkiye hiçbir zaman hakiki terbiye-i diniyye almış değildir. Ef’al dini ef’al değildi. Binaenaleyh Türkiye’nin din yüzünden geri kaldığını kabul edemiyorum. Riya ve kizb yüzünden geri kaldık denirse hakikate muvafık bir iddia dermiyan edilmiş olur. Mekteplerde ilk verilecek terbiye akval ve ef’alde yalandan kaçınmaktır. Bunu öğrettikten sonra haklıyı haksızı anlatmak lazım gelir. Üçüncü milliyet hissiyatı tenmiye edilir. Fakat kizb riyadan terbiye kurtulmadıkça milliyet için söylenen sözlerin hiç mi hiç faydası olamaz. ta’kib ediyor. Daha birkaç ay mukaddem İngiltere İmparatorluğunun dahilindeki bütün hıristiyan kiliselerinin akaidini te’lif ve faaliyetlerini tevhid maksadıyla akdolunan bir kongre İngiltere’nin her sınıfına mensub halkı muhtelif fırkaları ve bugün re’s-i karda bulunan sosyalistleri tarafından çok heyecanlı tezahürat içinde açılmış günlerce matbuatın en mühim sermaye-i makali olduktan ve hedefine doğru terakki adımları attıktan sonra yine heyecanlı tezahürat içinde hitam bulmuştu. Hıristiyanlığın akaid ve teşkilatını tevhid için in’ikad eden bu kongreyi müteakıb birkaç hafta mukaddem Oxford’da bir dini kongre daha açıldı. Bu kongre “Asri Kilise Ricali” Kongresi’dir. Bunların maksadı ilim ile dini te’liftir. İngiltere’nin her ilimde mütehassıs ve mütebahhir ricali bu kongreye iştirak ettiler. Her gün salahiyet-i ristiyanlık hakkındaki telakkiyatını izah etti. Matbuat sütunları bu izahatın hülasalarıyla doldu. Hayatiyat gariziyat ruhiyat ictimaiyat ilm-i hey’et .. ve sair ilimler akaid-i Hıristiyaniyye hakkında bugün ne söylemeye salahiyetdar ise hepsi söylendi hepsi kemal-i sükunet ve kemal-i vakar ile dinlendi. İngiliz uleması Hıristiyanlığın nice nice hurafatıyla mücadele ettiler. Bütün akaidini ele aldılar. Fakat nihayet kongrenin nutk-ı ihtitamisinde “ilmin dine takarrub ettiği” i’lan edildi bu kongre azim retecekler? Zavallının kendisinde o lüzumun bir zerresi peyda olamamış. Yine söylüyorum; tedrisat-ı diniyye tedrisat-ı milliyye ve dinin ne vech ile tedris edileceğini bir hey’et-i ilmiyye ta’yin etmelidir. Almanca bilenler Almanya’dan kitapları getirtsinler. Bu sayede onlar da milletlerin nasıl terbiye edildiğine ve ne gibi şeyler tedris edilerek zihinleri açıldığına vakıf olurlar. Geçenlerde Haydarpaşa’da Mekteb-i Tıbbiyye’de bir genç kırk bu kadar derece-i hararetle yatağından kalktı. Kendisini pencereden attı. Bu nasıl mektep bu nasıl hasta odası? O derece-i hararetteki bir hasta odasında yalnız bırakılır mı? Bir hastabakıcı da yok mu imiş? Siz bu mektebi isterseniz İstanbul’a getiriniz isterseniz Paris’e gönderiniz. Zihniyet orada bir salah göremedikten sonra ne yapsanız boştur. İşte tabiiyat ile meşgûl bir mektep. Ahalinin bir kısmı vardır ki onu ahlak dersinden başka salaha doğru götürecek bir müessir bulunamaz. Her memlekette böyledir. Bunun aksi sabit olamamıştır. Allah korkusu o kısım halkın kalbinden çıktı mı artık onları tutacak başka bir kuvvet yoktur. Yalnız nazariyat-ı ahlakıyye ile o kısım idare edilemiyor. Lusern şehri bütün alemin görmeye can attığı bir seyyah şehridir. Ben orada oturdum. Gidip de orada Katoliklik kudretini görmeli. Halk gayet koyu Katoliktir. Bir de bu şehrin köylerini görseniz o nizama o temizliğe o mesaiye hayran olursunuz. Sanki bir bahçedir. Ben kendime soruyorum: Neden bu sıkı terbiye-i diniyye dünyevi terakkiye hail olmuyor? Mes’ele terbiyeyi sevk ve idarededir. Hükumet san’atını iyi bilmeli. Ahaliyi refaha nail etmeli halkı vergi ile harab etmemeli. Bizim memleketin harabisine sebeb halka arız olan bıkkınlıktır. Hayatın lezzetini kimse tadamıyor. Köylünün kesesinde beş on para toplanmıyor. Ne iktisadın kaideleri ne hayatın kanunları asla nazar-ı dikkate alınmıyor. Milletin feda ettiği maaşlar nisbetinde iş görülmüyor. Ehliyetsizler her asırda büyük mevki’lere geçebiliyorlar. Daha sert söyleyeyim ki asil vatan hisleri kimsenin kalbine hakiki bir surette nüfuz etmiyor. Vatan-perverliğin mahiyeti mechul kamilen mechul bulunuyor. Hak nedir bir türlü bilinmiyor ve halkın emn ü i’timadı selb olunuyor. Düşünmeli ki İslamiyetin evailinde yerine bir cami inşa edilmek üzere bir Musevinin mülkü değerinden fazlasıyla bile elinden alınamadı. Hazret-i Ömer’in bu adaleti bu hak-şinaslığıyla İslam ülkesi sekiz on senede İran ve Turan’a Afrika’ya yayıldı. Söyledim maatteessüf hak mes’elesi ma’lum olamıyor ve bu idraksizlik bizi mah Brüksel Leiden Paris ve Oxford’da akdolunan “Tarih-i Edyan” kongrelerinde münakaşat icrasına müsaade edilmesi yüzünden tehaddüs eden şedid ve husumetkarane tenkidat vukû’ bulmayacaktır. Bu kongreyi tertib edenler İngilizlerin bilhassa tanımadıkları edyanı tanımak istediklerinden Hıristiyanlığı ve Museviliği kongreye idhal etmediklerini; bilhassa Hıristiyanlığı tamamen temsil etmek için her mezhebi temsil ettirmek iktiza ettiğinden bundan feragat olunduğunu beyan ediyorlar. Kongrede Müslümanlık namına irad olunacak beyanatın bizi en çok alakadar edecek mes’ele olduğu şübhesizdir. Hindistan müslümanları arasında din-i mübin-i mak istedikse de muvaffak olamadık. İngiliz gazeteleri “Müslümanlık” hakkında irad-ı makal edecek olanlardan yalnız birini kemal-i ehemmiyyetle yad ediyorlar. Bu zatAhmediyehareketinin reisi olup Hindistan’ın Kadıyan şehrinden hareketle bu kongrede isbat-ı vücud eden Mirza Beşirüddin Ahmed’dir. Bu zatın lakabı “Halifetü’l-Mesih!”tir. Kendisi te Ahmediye hareketini te’sis eden “Mesih-i mev’ud ve Mehdi-i muntazar” olduğunu iddia eden Mirza Gulam Ahmed’in oğludur. Ahmediye hareketinin en canlı eseri saliklerinin neşr-i tere Amerika Afrika Avustralya kıt’alarına dağılmalarıdır. Bu hareketin Hindistan gibi telatumgah-ı edyan olan bir kıt’ada zuhuru leh ve aleyhinde içinden çıkılmaz bir sürü kil ü kalin intişarına sebebiyet verdiğinden mahiyet-i hakikıyyesini anlamak kolay değildir. Bilhassa biz Mirza Gulam Ahmed’innamında yalnız bir eserinin İngilizce tercümesini görmüş olduğumuzdan müşarun-ileyh hakkında bir şey demeye salahiyetimiz yoktur. Maamafih Ahmediye hareketi hakkında yukarıda ismi geçen Edyan Kongresinin mürettibi Sir Denison Ross bir söz söylüyor ki bu söz onun siyasi prensibini izah ediyor. Muma-ileyh diyor ki: “Ahmediye hareketi kendisini hürriyet-i diniyyeden müstefid eden her hükumete ibraz-ı sadakat eder.” Bunun ma’nası Ahmediye hareketinin İngiltere’ye sadık bir hareket olduğudur. Demek ki Müslümanlık hakkında irad-ı makal edecek zevatın intihabında birtakım makasıd-ı siyasiyye de ihmal edilmemiştir. Bize kalırsa Ahmediye hareketinin Reisi bu defa Müslümanlık hakkında irad edeceği makal ile riyaset ettiği hareketin hakiki mahiyetini bütün alem-i İslam ve alem-i medeniyyete bildirecektir. Bunların Müslümanlığı tarz-ı telakkileri tamamıyla anlaşılacağından leh ve aleyhlerinde bir kanaat edinmek mümkün olacaktır. Onun için bu vadide itale-i makalden ictinab bir şevk içinde dağıldı. Biz bu kongrede cereyan eden mübahesat-ı mühimme hakkında kari’lerimize ma’lumat vermek istediğimizden İngiliz matbuat-ı yevmiyyesinde münteşir hülasalarla iktifa etmeyerek kongrede cereyan eden bütün münakaşat ve müzakeratın metnini ihtiva eden mecmuayı ısmarladık. Bunu elimize geçirdikten sonra bu kongre hakkında kari’lerimize daha ziyade ma’lumat vermeyi ümid ediyoruz. Bu hasbihalimizde mevzu’-ı bahs edeceğimiz kongre bu değildir. Geçen hafta İngiltere’nin makarr-ı idaresinde açılan diğer bir kongreden bahsedeceğiz. Çünkü İngilizler evvela Hıristiyan kiliselerinin akaidini te’lif ve Hıristiyan teşkilatının faaliyetini tevhid saniyen Hıristiyanlıkla ilim arasında akd-i musalahayı istihdaf eden kongrelerini akdettikten sonra yeryüzündeki mühim edyanın kaffesini temsil eden bir kongre daha akdettiler. Bu kongreye İngiliz messiller iştirak ederek her dinin akaidini insanlığa ifa ettiği hidematı ve istihdaf ettiği makasıdı teşrih edeceklerdir. Bu kongrenin mürettibi olan Sir Denison Ross maksadını izah için yazdığı bir makalede diyor ki: “Herhangi dinin bi-hakkın takdiri ona iman edenlerin bizzat onu izah etmelerine mütevakkıftır. Şimdiye kadar böyle bir fırsatın ele geçirilememesi seyahatle iştigal etmeyen ne saik olmuştur. Vakıa şimdiye kadar İngiltere İmparatorluğunun dahilindeki edyana dair sayısız kitaplar yazıldı. Fakat bu eserlerin muharrirleri ekseriyetle hıristiyan olduklarından eserlerini kendi nokta-i nazarlarından yazmışlardır. Halbuki bu nokta-i nazar maksadı te’mine kafi değildi. Her dinin onunla mütedeyyin olanların bizzat kendi ağızlarından dinlenmesi büyük bir kıymeti haizdir. İngiliz İmparatorluğu dahilinde yaşayan edyanın Edyan kongresi İngiliz İmparatorluğunun dahilinde yaşayan edyanın mümessillerini ihtiva etmekle yeryüzündeki en mühim edyanı bir araya getirmiştir. Bugün kildir. Bunun altıda biri hıristiyandır. Müslümanlar hıristiyanların mislini teşkil etmekte ve takriben milyona baliğ olmaktadırlar. Kongrede edyan-ı muhtelife arasında mübahesat veya münakaşat vukû’ bulmayacaktır. Edyan mümessillerinin sair edyana karşı husumet-karane ta’birat kullanmamaları te’min olunmuştur. Her din mümessili tarafından . kelimeyi tecavüz etmemek üzere ihzar olunan beyanat vahdeti te’min için mütehassıs bir hey’et tarafından tedkik edilmiştir. Bu suretle’da Şikago’da akdolunan “Beynelmilel Edyan Parlamento”sunda rafından akdedilen edyan kongresi Londra’da küşad olunmuştur. Kongre Tedkikat-ı Şarkıyye ve İctimaiyat Cem’iyeti’nin himayesi altındadır. Kongre Reisi tarafından okunan nutukta İmparatorluk dahilindeki milletlerin dinlerine dair o edyan mümessilleri tarafından ma’lumat verildiğini ancak Konfüçyüslüğe dair bu şekilde ma’lumat alamadıklarını çünkü bunun bir dinden ziyade bir kanun-ı ahlaki olduğunu beyan etmiştir. Sir Denison Ross tarafından irad olunan nutukta kongreye gönderilen evrakın iki cildlik bir eser teşkil ettiğini ve bunların tab’ olunacağını söylemiştir. Miralay Sir Francis Younghusband irad ettiği nutk-ı tiyanlardan daha çok olduğunu söylemiştir. Muma-ileyh de kaim olması lüzumunu dermiyan ederek vatan-perverliğin kafi olmadığını vatan-perverliğin fevkinde ve esasında dindarlığın yaşaması lazım geldiğini ilave etmiştir. Kongre bir hafta devam edecektir. Kongrenin ikinci celsesinde din-i İslam tedkik olunmuştur. Kongreye Profesör Margoliouth riyaset etmiş ve ictimaa Woking Cami’-i Şerifi İmamı tarafından bir aşr-ı şerif kıraatıyla başlanılmıştır. İslamın Kavaid-i Esasiyyesine dair Hoca Kemaleddin Efendi tarafından tir. Bunu müteakıb Bağdad ulemasından Şeyh Hadim-i Duceyli tarafından mezheb-i Şiiye dair yazılan eser Sir Thomas Arnold tarafından okunmuştur. Kongre milyona baliğ olan Şiilerin Avrupalılarca Ehl-i Sünnet kadar tanınmadığını ve bu i’tibarla Şeyh Hadim tarafından Şiiliğe dair gönderilen eserin haiz-i ehemmiyyet olduğunu söylemiştir. Şiiler başlıca İran Irak Bahreyn Adasında ve Hindistan’da sakindirler. Şiiliği izah eden eserin kıraatını müteakıb celse ta’til olunmuştur. Sir Theodore Morison kürsi-i riyaseti işgal etmiştir. Muma-ileyh hazıruna Ahmediye hareketinin Reisi Mirza Mahmud Ahmed’i “Mesih-i mev’udun İkinci Halifesi” sıfatıyla takdim etmiştir. Mirza Mahmud bazen saatlerce on on iki bin kişilik cemaatlere hitaben irad-ı kelam etmekle beraber yazılmış nutuklar okumak i’tiyadında bulunmadığını binaenaleyh katiblerinden birinin ihzar olunan nutku kıraat etmesini rica etmiştir. Bu nutuk yüz sahifelik bir risalenin hülasasıdır. ediyoruz. Çok ümid ederiz ki “Halifetü’l-Mesih!”ten başka efazıl-ı ulema-yı İslamiyye de Müslümanlık hakkında cihan medeniyetini tenvir ederler. Müslümanlıktan başka kongrede Buda dini Zerdüşt dini Sih mezhebi tasavvuf mevzu’-ı bahs olacak. Haftanın nihayetinde Brahmo Somaj Arya Somaj ve Bahailik gibi mezahib-i cedide tedkik edilecektir. Hal-i hazırda yalnız Amerika’da iki milyon saliki olduğu söylenilen Bahailiki bu hareketin ReisiŞevgiEfendi ve Abdülbaha’nın torunuRuh-ı Efnantemsil etmektedir. Konfüçyüs dininin Tao dininin Burma Hong Kong ve Malay şibh-i ceziresinde münteşir olduğu nazar-ı dikkate alındığından bu iki Çin dini de temsil olunmuştur. Bunlardan başka Şarki ve Garbi Afrika kabailinin edyan-ı ibtidaiyyesi de ihmal edilmeyerek kongrede mevzu’-ı bahs edilecektir. Bütün tedkikatın hitamını müteakıb kongre diğer bir safhaya geçecek dinin ruhiyat ve ictimaiyatı tedkik olunacak dinin menşei mes’ele-i mühimmesi ortaya atılacaktır. Bu vadide tedkikat seyyahların müşahedatı Biyoloji ilm-i hayat Antropoloji tabayi’-ı beşer iktisad coğrafya ruhiyat tarih felsefe nikat-ı nazarından icra edilecektir. Bu suretle kongrenin beyne’l-beşer münteşir olan birçok akaid ve fikirlerin nacaktır. celseleri hakkında ma’lumatdar olduğumuz son Edyan Kongresinin bu saiklerle akd-i ictima’ ettiği beyan olunmaktadır. timaiyat Cem’iyeti tertib etmiş ve yüzlerce zevatı toplamıştır. Kongrenin ilk ictimaında Sir Francis Younghusband tarafından irad olunan nutuk min-külli’l-vücuh haiz-i ehemmiyyettir. Bizim bu hadisat ve harekattan istihrac ettiğimiz netice ilmin müterakki olduğu mes’ud memleketlerde din hayatının canlı olduğudur. Halbuki bizim gibi seviye-i tı gibi din hayatı da sönüktür. Bizim memleketimizde bir milletin değil bütün cihanın bütün cihan-ı medeniyyetin fikrini tenvir ruhunu tehyic eden cem’iyetler toplamalarına imkan ve ihtimal mi vardır?... Bizim bu seviyeye yükselmemiz medid mesaiye vabestedir. Garbın fezayıh ve mesavi istilasına duçar olan muhitimiz bu tahribkar afattan sıyanet-i nefs edemezse bu afetlerin hakiki medeniyet yolunda hakiki terakki yolunda atılacak her adımı bezl edilecek her sa’yi akamete duçar etmesi muhakkaktır. Biz akıl ve basiretin galebesinden kat’-ı ümid etmiyoruz. “Mesih-i Mev’udun İkinci Halifesi !” mesail-i siyasiyye ve ictimaiyyenin din ile hallini tavsiye ederek hatm-i kelam etmiştir. gazetesinin bu hususta verdiği ma’lumat bundan ibarettir. İngiltere Edyan Kongresinin Mesih-i Mev’udun torunu tarafından verilen bu ma’lumatı nasıl dinlediğini bilmiyoruz. Yalnız şunu ilave edelim ki Ahmediler lifetü’l-Mesih !”in başında toplanan cemaattir ki merkezi Kadıyan şehridir. Fakat diğer münevver müslümanlardan müteşekkil Ahmediler vardır ki merkezi Lahor şehridir. Bunlar “Mirza Gulam Ahmed”i ancak bir müceddid olarak tanırlar ve kendisinin neşr-i İslam hareketini canlandırmak için vukû’ bulan mesaisini tervic ile bunlardan bu münevver ulema-yı İslamiyyeden müteşekkildir. Bunların “Halifetü’l-Mesih!”i tanımadıkları beyan olunmaktadır. Maamafih “Halifetü’l-Mesih” kendisine ve babasına atfettiği keramat ve saireden sarf-ı nazar edildiği takdirde Mirza Gulam Ahmed’in esasat-ı bulunduğu anlaşılır. Mirza Gulam Ahmed mehdilik mesihlik ve onların halifeliği gibi iddialardan feragat etse de doğrudan doğruya neşr-i İslam ile uğraşsa elbette daha iyi ederdi. Tabhane Medresesi’nde ikinci ictima’larını akdettiler. uzun boylu münakaşa edilmiştir. Fakülte müdavimleri nakil iaşe hususatı hakkında vukû’ bulan teşebbüslerine verilen cevabın red mahiyetinde olduğu kanaatini mevki’-i ilmisinin tanınması ve bunun için Fakülte’ye ale’l-ıtlak münasebetdar fakültelere nakil hakkının verilmesi Fakülte’nin idame-i hayat edebilmesi için de birkaç efendinin değil bilumum talebenin iaşe ve iskan edilmesi lazımdır. Talebenin ekserisi fakir olduğundan gala-yı es’arın pek fazla ve şerait-ı hayatiyyenin pek güç olduğu bir zamanda ihtiyacdan vareste bir efendi tasavvur etmek ni pek sarih bir hak olarak telakki ettiklerinden birinci Bundan anlaşılıyor ki; Ahmediye hareketi senesinde “emr-i ilahi” ile “Hazret-i Mirza Gulam Ahmed” tarafından te’sis olunmuştur. Mirza Gulam Ahmed “Mehdi-i Muntazar!” olduğunu iddia etmiştir. Hazret-i Muhammed tarafından zuhuru tebşir edilen Mehdi bu zat olduğu gibi Tevrat’ta ve bazı kütüb-i İslamiyyede yad olunan Mesih de ve son asırda her peygamber tarafından zuhur edeceği tebşir olunan mürşid de bu imiş! Mirza Gulam Ahmed duçar olduğu tazyikata ve muhalefetlere rağmen fikrinde sebat etmiş ve senelik mesaisinden sonra irtihal ettiği zaman yüz binlerce tabi’ bulmuştu! Mirza Gulam Ahmed’in irtihalinden sonra yekdiğerini müteakıb makamını işgal eden iki halifesinin gayretiyle “Ahmedi”lerin adedi tezayüd etmiş İngiltere Almanya Amerika Mısır Garbi Afrika ve birçok Asya memleketlerine Ahmedi misyonerler i’zam edilmiştir. Hareketin karargahı olan şehirlerde biri İngilizce olmak üzere altı gazete intişar etmekte ve hal-i hazırda “Ahmedi”lerin adedi takriben bir milyona baliğ olmuş bulunmaktadır. Mesih-i mev’udun İkinci Halifesi tarafından verilen ma’lumata göre bugün Ahmediliğin İslama karşı vaz’iyeti dığı vaz’iyete müşabihtir. Ahmediliğin müessisi yeni bir şeriat getirmemiş esasat-ı hakikıyye-i İslamiyyeyi müdafaa etmiştir. “Mesih-i Mev’ud !” kendi ifadesine nazaran müslümanlar tarafından ta’lim olunan esasatın aslıyla bir müşabeheti kalmadığı zaman zuhur ederek müslümanları hakiki Müslümanlığa irşad etmek istemiştir. Hıristiyanlığa gelince Mirza ruh-ı Mesih’in kendisine hulul ettiğini iddia etmemiş bilakis Mesih’in kudretiyle ve ruhuyla zuhur ettiğini söylemiştir. Mirza’nın zuhuru Tevrat’ta ihbar olunan ikinci zuhurdur. Kütüb-i İslamiyye “Mesih-i Mev’ud”un zaman-ı zuhurunda faizin şayi’ olacağını içkinin kesretle isti’mal edileceğini kadınların aded i’tibariyle çok olacağını kadınların bedenlerini gösterecek derecede şeffaf elbiseler açacaklarını İslam hükumetlerinin yıkılmış olacağını üç devlet-i muazzamanın üç devlet-i muazzama ile harb edeceğini ve İstanbul hükumetinin iltihak ettiği tarafın mağlubiyetine duçar olacağını beyan etmiştir. “Mesih-i Mev’ud”un bir Cuma günü ikiz evlad doğacağı dilinin biraz peltek buğday renkli düz saçlı olacağı gibi ihbarat da vardır. Ahmediye hareketinin karargahı Kadıyan şehridir. “Mesih-i Mev’ud !” ayat ve mu’cizat ile her sıfat-ı ilahiyyeyi tezahür ettirmiş; şimdiki halife “gayet-i lemiş ve kendi şahsında sıfat-ı ilahiyyenin tecellisini müşahede etmiştir.” mesavi ve fezayıhı revac buluyor diğer taraftan içki afeti tahribat sahasını tevsi’ ediyor. Daha birkaç sene evvel adeta tamamıyla mechul olan dans cinneti balo rezaleti açık yazı açık resim fezahati bir meydan-ı sirayeti garblılaşmanın bir lazımesi telakki olunuyor fakat garbın bu mesavi ile mücadelesi bu fezayıhı kökünden Biz bu sahifelerde ale’d-devam bu afetlerle mücadele ediyor ve bu rezail ve mesavinin ahlakımızı ifsad hayat-ı ediyorduk. Nihayet bu hakikatin anlaşılmaya başladığını görüyoruz. Fakat pek elim tahribatına duçar olduktan sonra !.. Vehhabilerin harekatı hakkında bu hafta alınan ma’lumat çok mühimdir. Şerif Hüseyin tarafı mukabil taarruz icrası için istihzarat-ı askeriyyede bulunduğunu beyan ettiği halde Vehhabiler tarafı da tahşidat-ı askeriyye nız Vehhabiler Emiri İbni Suud bir aralık alem-i İslam namına Hicaz’ı Hüseyin ile oğullarının şerr u bağyinden kurtarmak için hareket ettiğini ifade eden beyanatta bulundu. Fil-hakika geçen hafta Mısır’dan gelen gazeteler Hindistan Hilafet Cem’iyeti’nin Vehhabiler Emiri yordu. Bu beyannamede Şerif Hüseyin’in hıyanetleri fezahatleri ta’dad olunduktan sonra muma-ileyhin camia-i bilhassa Hüseyin’in hiçbir kimsenin rıza ve muvafakati olmaksızın Hilafet i’lanına kıyam etmesini şedid bir surette tenkid ve nihayetü’n-nihaye İbni Suud’un Şerif Hüseyin’i ittihad ve ittifaka da’vet etmesi bu da’vete Daha sonra Hindistan’dan alınan haberler Hindli müslümanların İbni Suud tarafından vukû’ bulan hareketi hüsn-i telakki ettiklerini ifade ediyordu. Bilhassa bu hafta Mısır’dan gelen son gazeteler Vehhabiler lehinde tezahürat ile mali olduğu gibi Vehhabilik hakkında da birçok tafsilatı muhtevidir. Mısır uleması bu mes’ele ma’lumat vermişlerdir. Bu cümleden olarak meşhur ulema-yı İslamiyyeden birinin imzasıyla gazetesinin Eylül tarihli nüshasında intişar eden bir makalede Vehhabi ulemasının eserlerinden birçok haklarının müdafaa ve muhafazası için “Talebe-i Ulum Cem’iyeti” ünvanını “Daru’l-fünun İlahiyat Fakültesi Talebesi Cem’iyeti”ne tahvil hey’et-i idarelerini intihab nizamnamelerini tertib ederek evvelki gün Vilayet’e müracaat etmişlerdir. Hey’et-i İdare atideki efendilerden müteşekkildir: Reis: Cemaleddin Reis-i Sani: Sabih Malik Katib-i Umumi: Ömer Lutfi İdare Me’muru: Hasan Halid Muhasib: Nuh Necati Veznedar: Ni’met efendiler. Yeni Hey’et-i İdarenin pek sarih telakki ettiğimiz teşebbüslerinde muvaffakıyetlerini temenni ederiz. Balo vermek bid’at-i seyyiesinin neşir ve tervici yolunda atılan adımlar tevali ediyor. Geçen hafta da Şehremaneti Lehli misafirler şerefine bir balo verdi ve bu baloya da muhadderat-ı İslamiyye iştirak etti. Şehremaneti Lehli misafirleri i’zaz etmek istiyorsa i’zaz ve ların birine müracaat etmeyerek balo vermeyi ihtiyar ve bu bedbaht seyyieyi tervic etmesi her halde namına hareket ettiği İstanbul şehrini ığzab edecek bir harekettir. Şehremaneti balo denilen bedbaht seyyienin bizim hayat-ı ictimaiyyemize cebren idhali istenilen bir ma’sıyet-ı ahlakıyye ve bir rezilet-i ictimaiyye olduğunu bilmesi ve balo vermekten tehaşi etmesi icab etmez miydi? Şehremaneti’nin bu gibi hatalara düşmesi cidden şayan-ı teessürdür. “Açık resim ve açık yazı”nın fuhşu fesad-ı ahlakı neşr u ta’mim eden afetlerden olduğu nihayet asriler tarafından da takdir olunmaya başladığından beri bununla mücadele ve bunun men’ine tevessül edilmektedir. Açık saçık yazı ve resimler neşredenleri cezaya çarptırmak Kanun’a şiddetli maddeler vaz’ etmiştir. Bundan başka Cem’iyet-i Akvam Meclisi bu nevi’ ahlaksızlık neşriyatına karşı beynelmilel ahkam vaz’ını bütün devletlere teklif etmiş ve hükumetimiz de bu teklifi kabul eylemiştir. Demek ki bütün cihan-ı medeniyyet açık yazı ve açık resim ile mücadelede bulunmakta ahlakı namusu iffeti şerefi istihdaf eden bu afetleri kaldırmak için ibzal-i mesai etmektedir. Garb alemi bugün nasıl içki belasıyla mücadele ediyorsa “açık yazı ve açık resim” afetiyle uğraşıyorsa “dans” cinnetiyle muharebe ediyorsa yarın daha birçok mesavi-i medeniyye ile mücadele edecek beşeriyetin bunlardan halası için çalışacak ve muvaffak olacaktır. Bizim memleketimizde ise maalesef garbın mucib-i saadet olduğunu Peygambere salat ü selamın gumum ve ekdarı izale edeceğini söylüyoruz. Keramat-ı evliyayı inkar etmedikten başka bunların tarikat-ı şer’iyye üzere yürüyünce mazhar-ı hidayeti olacaklarına mematlarından sonra hiçbir nevi’ ibadete müstehak olmayacaklarına kani’ bulunuyoruz.” Bu suretle şimdiye kadar Vehhabilerin aleyhinde şayi’ olan birçok şeyler reddedildiği gibi Emir İbni Suud’un Hicaz’ı Hüseyin ile a’vanının elinden kurtarması hararetle temenni olunmaktadır. Bundan başka Vehhabilerin Taif’te müslümanlar hakkında mezalim icra ettikleri sabit olmamıştır. Birtakım mesmuata binaen Hüseyin tarafından neşrolunan havadisi İbni Suud’un ricali suret-i kat’iyyede tekzib etmişlerdir. Geçen hafta esnasında Taif’in istirdad olunduğuna dair birtakım haberler intişar ettiyse de bunlar teeyyüd etmedikten başka Vehhabilerin Mekke-i Mükerreme’ye girdiklerine dair haberler de vürud etmiştir. Yalnız şimdiye kadar tafsilat alınamamıştır. Umumi telgraflar yalnız Vehhabilerin Mekke-i Mükerreme’ye girdiklerini haber vermekle iktifa ediyor. İbni Suud hakikaten Hüseyin’i arazi-i mukaddeseden tard ile iktifa edecek ve ehl-i İslamın arzusu vechile Hicaz’da bir hükumet-i kıyetten memnun olmamak kabil değildir. Bu hakikatin anlaşılması tafsilat alınmasına vabeste olduğundan mütalaalarımızı te’hir ediyoruz. Mısır ve Sudan’ın istiklal-i tammı esası üzere İngilizlerle giden Mısır Reis-i Millisi Sa’d zağlul Paşa bir müddet tedavi ve istirahatten sonra Londra’ya muvasalet etti ve vazifesinin ifasına başladığı için neticenin ne olacağını kestirmek mümkün değildir. Fakat bu münasebetle İngiliz matbuatı birçok makaleler neşretmiş ve İngiliz nokta-i nazarının tebeddül etmediğini göstermiştir. İngiliz gazetelerinin yazdığı makalelere göre İngilizler Mısır istiklalini şuruta tabi’ bir surette tanıyacaklar ve Sudan’ı Mısır’dan ayıracaklardır. Tabii İngiliz gazetelerinin maksadı propagandalar etmek ve Mısırlıların azmini kırmaktır. Zağlul Paşa’nın böyle birtakım propagandalardan müteessir olmayacağı şimdiye kadar istiklal-i tam da’vasını fedakarane bir surette müdafaa etmesiyle sabittir. Zağlul Paşa yalnız Mısır’ın istiklal-i tammını değil Mısır ve Sudan’ın vesaik iktitaf edilmektedir. Mesela Vehhabilik müessisinin oğlu Abdullah bin Muhammed Abdilvehhab bir risalesinde senesinde Emir Suud ile beraber Mekke-i Mükerreme’ye duhulünü tasvir etmekte ve Mekke ulemasıyla vukû’ bulan münakaşattan bahsetmektedir. Şeyh Abdullah bin Muhammed Abdilvehhab demiştir ki: “Usulde mezhebimiz Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebidir. Tarikımız selef tarikıdır. Bu tarik eslem-i turuk ve ahkem-i turuktur. Biz sıfat ayatını ve ehadisini zahiri üzere kabul ediyoruz. Bunların hakaikına i’tikad ulema-yı seleften İmam Malik hazretlerine ayet-i kerimesindeki ‘istiva’nın ma’nası sorulunca: ‘İstiva ma’lumdur. Keyfiyeti mechuldür. Ona müteakıben diyor ki: “Füru’da Ahmed bin Hanbel’in mezhebi üzereyiz.” El-Hediyyetü’s-Seniyye ve’t-Tuhfetü’n-Necdiyye nam eserden bu beyanatın iktitafından sonra bu sözler de iktitaf olunuyor: “Hakkı ihfa ve halkı idlal için guya Kur’an-ı Kerim’i kendi re’yimizle tefsir işimize gelen ehadisi hiçbir şerhe müracaat veya bir şeyhe i’timad etmeden ahz aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimizin kadr-i alisine hürmette kusur ettiğimize şefaat-i nebeviyyenin gayr-i mevcud ziyaretinin gayr-i mendub olduğuna; ulemaya i’timad etmediğimize herkesi ale’lıtlak tekfir ancak bize iltihak edenleri mü’min telakki ettiğimize Peygamberimize salat ü selam getirilmesi meşru’ olan ziyaret-i kabulleri suret-i kat’iyyede men’ ettiğimizi mezhebimize kabul edenleri her mükellefiyetten azad eylediğimize dair dermeyan olunan türrehat serapa bühtandır serapa hurafattır. Bizim hakkımızda böyle şeyler söyleyenler bize iftira ediyorlar. Bizi görenler bizimle görüşenler meclisimizde hazır bulunanlar ahvalimizi tahkik ve tedkik edenler bütün bu isnadatı din düşmanlarının uydurduğuna emin olurlar.” Bunu müteakıb el-Hediyyetü’s-Seniyye’ de deniliyor ki: “Biz Peygamberimizin ale’l-ıtlak bütün mahlukatın en yüksek makamını haiz olduğunu Ravza-i mutahherelerinde Kur’an-ı Kerim’de beyan olunan hayat-ı şühedadan daha yüksek bir hayat-ı berzahıyye imrar ettiklerini kendisine selam veren müslümanların selamını duyduklarını Ravza-i Nebeviyye ziyaretinin sünnet olduğunu ancak mescidde eda-yı salat için şedd-i rihal edileceğini bununla beraber ziyarette bir beis olmadığını Peygamberimize salat ü selamın dünya ve ahirette si için sağlam bir esas ihzarına ve Mısırlı dindaşlarımızın olmalarını temenni ederiz. tamamıyla hür ve müstakil yaşamasını taleb eylemektedir. Binaenaleyh Zağlul Paşa’nın bu da’vadan feragat ve yerleşmesini kabul etmesi muhtemel değildir. Her halde müşarun-ileyhin İngiltere Mısır müzakerat-i müstakbeleMüslümanlık aklın idrak etmeyeceği ayat dini olmamakla din-i yakin din-i nazar olmakla temayüz etmiştir. Ayat-ı Kur’aniyye vehimlerine münkad olarak faaliyet-i akliyyelerini ta’til edenlere inadları yüzünden hak ve hakikati göremeyenlere değil Cenab-ı Hakk’ın peygamberleri tebşir ve inzar için gönderdiğini anlayanlara risaletin mi’yar-ı sıhhati getirilen tebligat-ı semaviyyenin sıhhati mesalih-ı ammeye mutabakatı onu kabul edenleri dünya ve ahirette saadete isal etmesi olduğunu idrak edenlere gönderilmiştir. Kavminin mazhar-ı hidayet olmasını Peygamberimiz o kadar arzu ediyordu ki onların da’vet-i nebeviyyeye yüz çevirmeleri ona muhalefette ısrar etmeleri kendisine gönderilen ayata küfür etmeleri kendisini adeta onların bu ahvalinden mes’ul imiş gibi rencide ediyordu. Onun için Cenab-ı Hak Peygamberimize teselli vermek onun hüznünü onların haline fart-ı terahhumdan tahassül eden ekdarını izale etmek için Bismillahirrahmanirrahim . Meal-i Celili Müşriklerin mu’cize talebi hususunda vukû’ bulan kavanin-i adiyye-i kevniyyeyi haşa tebdilden aciz olması değil eskiden mu’cize taleb edenlerin her türlü ısrara rağmen vukû’ bulan mu’cizata inanmamaları din-i fıtratı tanımamaları dinin akl-ı selim icabatına tamamıyla mutabakatını idrak etmemeleridir. Daha evvel mu’cizatın risalet veyahud nübüvvete delaleti kat’i olsa muBaşmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul selam Efendimiz Müslümanlığı kabul etmedikleri takdirde cizye mukabilinde canlarını muhafaza ve haklarını sıyanet etmiştir. Bunlar cizyeyi te’diye edince müslümanların müstefid oldukları hukûktan müstefid oluyor müslümanların ifa ettikleri vezaifi ifa ediyorlardı. Tefsiri sadedinde bulunduğumuz ayet-i kerimesine gelince; bu ayet-i kerime Yahud ve Nasaranın Peygamberimizle müslümanların Müslümanlıkta sabit-kadem oldukça onlardan razı olmayacaklarını hakikat bir kere daha sabit oluyor. Gün geçmiyor ki müslümanların müslüman kaldıkça Yahud ve Nasaranın kendilerinden hoşnud olmayacaklarına dair Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği ayat-ı kerimeyi te’yid etmeyen bir hadise vukû’ bulmasın. Müslümanlar Kitab-ı İlahiden gaflet yüzünden Kitab-ı Mübin’in ayat-ı kerimesini anlamadıklarından ahkam-ı celilesini idrak etmediklerinden Ehl-i Kitabdan dost denilen Yahud ve Nasaradan guya ahibba evidda buldular. Bunlara me’muriyetler verdiler. Bunlardan müsteşarlar muhasibler müdirler hatta valiler vezirler ta’yin ettiler. Hatta bundan fazla bunları kendi öz dindaşlarına tercihan onlarla alışverişe hususi işlerini onlara gördürdüler. Aşçıları hizmetkarlarını bunlardan seçtiler. Doktorlarını avukatlarını bunlardan aldılar. Zavallılar bilmiyorlar ki yüzlerine gülen bu adamların kalbleri kendilerine karşı en müdhiş kin ü gayzla kaynıyor. Anlamıyorlar ki bunların dostluğu bunların samimiyeti riya ve hud’adır. Kitab-ı ilahi bu hakikatin ne muazzam bir şahidi her günkü hadisat bu hakikatin ne beliğ bir müeyyidesidir. Zavallı müslümanlar şarkta garbda her yerde her türlü nekbete duçar oldular. Rumeli’de Fas’ta istilaya uğradılar. bu istilalara uğradıkları gün gördüler ki daha dün muhibb-i hassu’l-hasları ve en samimi dostları olan Ehl-i Kitab derhal müstevlilerin rehberi kesildi. Müslümanların nerede gasbolunacak bir malı hetk edilecek bir ırzı dökülecek ma’sum kanı varsa onu gösterdiler ve her türlü fezahat ve fecaati irtikab ettirdiler. Bu feciaların vukûunu gören birtakım idraksiz müslümanlar bu menazır karşısında izhar-ı hayret ediyorlardı. Bunlar hadisat-ı vakıadan değil asıl kendi gafletlerine hayret etmelidirler. Çünkü gece gündüz okunan Kur’an-ı Kerim’in ayatından gaflet etmişler onun ifade ettiği hakaik-ı ezeliyyeyi dinlememişlerdi. Acaba bu biçareler ayat-ı ilahiyyeye iman etmiyorlar da neye iman ediyorlardı?.. ayat-ı kerimesini göndermişti. Resul-i Ekrem risalet-i ilahiyyeyi tebliğ ettikten sonra kafirlerin inadına ta’rizatına ehemmiyet vermemesi gerekti. Çünkü bu zalimler ayat-ı ilahiyyeyi inkar ediyorlardı. Artık onların hesabı Peygamber’e aid değildi. Bu münasebetle mevzu’-ı bahs edilmesi icab eden bir mes’ele bütün ayat-ı Kur’aniyyenin dinde ikrah olmadığını natık olması ve Peygamber’in tebliğ ve tezkirden başka bir şeyle mükellef olmamasıdır. Kur’an-ı Kerim buyuruyor. Peygamber kavminin içinde bir cebbar gibi kıyam etseydi dini kabulden istinkaf edince onları katleder veya tarumar ederdi. Fakat Kur’an-ı Kerim buyuruyor. Müslümanlık birtakım dall ve mudıllerin iddia ettiği gibi kılıçla kaim olmamıştır kavl-i kerimi Arabistan şibh-i ceziresinin gayr-i mü’min ahalisine hastır. Din-i fıtrat olan Müslümanlık kudsi kemalatın adab-ı ilahiyyenin mecmaı olan Müslümanlık zulüm ve şiddete tevessül edecek; kılıçla ateşle da’vetini tervic edecek din değildir. Akaidin kuvvet ve kahırla değil daha başka vesail-i mahsusa ile intişar edeceği ve revac bulacağı müsellem bedihiyattandır. Bu vesailden bir kısmı bürhan-ı akli şiir ve takliddir. İnsanların aklına zekasına tecrübe ve tahsiline göre bu vesailden her birinin bir te’siri vardır. Taklidi vesail-i yakindan addetmemiz avammın sırf eser-i taklid olarak kendilerine intikal eden akaidi fasid akl-ı selime mugayir olmasına rağmen muhafaza etmeleridir. Bunun en yakın delili Nasaranın teslis akidesi Hazret-i akidesi ve buna mümasil akaid-i batıladır. Avamm-ı müslimin içinde de cehaletine tahsilsiz olmasına aklının idrak etmemesine rağmen akidesi her türlü şek ve şübheden azade kalan pek çoktur. Tabii bunların akideleri kendilerine intikal eden akvale istinad eder. El-hasıl akaid cebir ve ikrah ile teşekkül etmez. Bahis ve nazar dini olan Müslümanlık onu kabul etmeyenlerin onu idrak etmeyenlerin katlini emredecek bir din değildir. Müşriklere ve Ehl-i Kitaba gelince: Kur’an-ı Kerim taş için bir vücud-ı müstakil isbat ederek o taş üzerinde akıl ve ilim gözüyle bakacak ve onun şu dakikada malik olduğu vücud-ı müstakillin aba ve ümmehat-ı salifesini düşünecek olursak o küçücük taşın her zerresinde milyarca asrın faaliyet-i mütevaliyye ve müstemirresinin asarını görür akıllara hayret fikirlere dehşet veren bu hamule-i a’sarın kesret ve azameti önünde umman-ı hayrete müstağrak olup gideriz. Şu küçük taş bize lisan-ı hal ile kendi mevcudiyetini kendisinden evvel tahakkuk eylemiş olan nice nice vücudlara medyun olduğunu söyleyeceği gibi hala kendisi lal-i suri ve zahirisine rağmen kendisinden evvel geçmiş ma’dum-ı mutlak haline gelmiş gibi görünen aba ve ecdadıyla el-an rabıtasını muhafaza eylemekte olduğunu ve bu rabıtanın fekkine imkan mutasavver olmadığını söyler. Zira taşın mevcudiyet-i hazırası o rabıtaların ve vücudat-ı mütekaddimenin şu hale gelen şu surete iktiran etmiş olan bir timsal-i müşahhasından başka bir şey değildir. Bunun aksi düşünülemez. Çünkü taşın mevcudiyet-i hazırası buna mani’ ve bizden aks-i halin tasavvuru kudretini salibdir. Biz kendi tasarrufat-ı şahsiyye ve zevkıyyemizle bu taşa istenen şekil ve sureti verebiliriz. Ondan zarif bir şey yaparız. Yahud parça parça edip yere atarız. Fakat ne yapmış olsak bu taşı onun mukavvim-i vücudu olan ve bidayet-i hilkatten beri hükmünü icra eden külli umumi kanunların eser-i sun’u olmaktan çıkaramaz. Böyle bir şeye teşebbüs edecek bile olursak nazar-ı akıl ve insaf önünde pek gülünç pek maskara bir vaz’iyet Şu mukaddimeden anlaşılıyor ki bizim maddiyat üzerindeki tasarrufatımız mutlak değil mukayyeddir. Bu tasarrufatın bir hadd-i ma’kûl ve tabiisi vardır. Tasarrufatımızın bir tarafı imkana diğer ciheti imtinaa nazırdır. biliriz; imtinaa nazır olan cihetinde tasarrufata kıyamımız temenni-i muhal denilen mertebeden bir hatve değil bir zerre kadar bile ileriye gidemez. Ne zaman böyle bir şeye teşebbüs edecek olur isek ric’at-i kahkariyyeye ile rücu’ muhakkaktır. Beşeriyet maddiyata aid olan tasarrufat-ı müstakillesinde şu kayda tabi’ olmak zaruretinde bulunduğu gibi ahlakıyata ma’neviyata müteallik tasarrufatında da aynı kayda tabi’ olmaya mecburdur. Bazı kimseler kendilerini bu tasarrufatta müstakil ve her türlü kuyuddan azade gibi görebilirler. Hatta bu sahadaki tasarruf ve tasavvurlarına vücud vermeye kalkıştıkları esnada kendilerini o niyyenin kaffesi mevcudiyetlerini bir şeye yani dine medyundur. Beşerin maddi ma’nevi ne kadar asarı varsa hepsinin menşei dinden muktebes ve dinden müstefaddır. Edyana mahsus birtakım mebde’ler asıllar vardır ki bu asıllardan maddi ma’nevi nice şeyler doğmuş doğan bu şeyler de kendilerinden zuhur eden diğer birçok şuun ve hadisata menşe’ olmuş ve alemde vücudu meşhud olan her şey kendi mevcudiyetini şu suretle daima ma-kabline medyun olagelmiştir. Yekdiğerine nazaran ilel ve ma’lulat-ı müteselsile suretinde teayyün ve tahakkuk eden şuun-ı maddiyye ve ma’neviyye göz ile görünmeyip yalnız akıl ile idrak edilmekte olan rabıtalarla yekdiğerine merbut ve yekdiğerinden muktebes olduğundan bu silsileyi teşkil eden halkalardan hangisi maye-i mevcudiyyetini almış olduğu şey’-i digerden ayrılacak olursa o halka ağacından kopmuş yahud koparılmış bir çiçek yahud bir yaprak gibi muvakkat bir zaman için hayatını taravetini muhafaza etmiş olsa bile bir zaman gelir ki o yaprakta hayattan taravetten eser kalmaz. Şu halde beşerin gerek hayat-ı maddiyyesine gerek hayat-ı ma’neviyyesine tealluk eden şuun silsile-i teakublarıyla mebde’lerine müntehi ve onlara raci’ olan tahavvülatın birer eseri yahud safhası demek olur. İrade-i beşerin teallukundan azade olan hadisat-ı maddiyye ve tabiiyyenin kaffesi de bu kanun mucebince vukûa gelir. Şu hale nazaran alem-i tabiatta vukûa gelen daimi tekallübat da ecza-yı kainattan hiçbirinin arasına adem yahud hala ta’birleriyle bir dereceye kadar ma-kabline istinad ma-ba’dini icad suretiyle vukûa gelmiştir. Bunun aksini tasavvura imkan yoktur. Herhangi bir akli semahatle bu halin aksi tasavvur edilecek olursa bu tasavvurla beraber içinde bulunduğumuz şu kainatın mahvolmasını yahud bizim bilemeyeceğimiz bir şekil ve surete gelmesini tasavvur da zaruridir. Mevcudat miyanında velev bir cüz’-i ferdden ziyade tasavvurdan uzak bir mevcud bile tasavvur etmiş olsak o mevcud da behemehal bu kanuna tabi’dir. Tabiatın hiçbir cüz’ü piç yani babasız değildir. Bizim tevalüd ve tenasül namını verdiğimiz şey’ tabiatın her cüz’ünde vaki’ her cüz’ünde caridir. Bütün eşya bu kanun-ı küllinin muktezasına –fakat kendi tabiatına muvafık bir surette– tabi’dir. Herhangi bir mevcudu mesela ayağımıza ilişen adi bir taş parçasını elimize aldığımız zaman nazar-ı adi ve hissi ile o ledir. Bunlar ancak mebde’leriyle rabıtalarını muhafaza ettikçe bir şeydir. Bu rabıtanın inkıta’-ı mefruzuyla bu kelimeler üçer dörder harften müteşekkil suver-i hututtan ruhu olmayan bir bedenden mazrufu olmayan bir zarftan Beşeriyet bunları hangi kuvvetle efrada kabul ettirmek hundan vücudundan bir hayır olmaz. Bu teşebbüs kırılan bir şeyin eczasını tükürükle yapıştırmaya benzer. Hatta bu ta’mir bile o cebirden daha kavi daha metin olur. En ufak bir sadme o eczayı nasıl perişan ederse beşeriyetin efrada zorla kabul ettirdiği müessesat da o suretle mahall-i mukavviminden ayrılıp ecza-yı perakende gibi dağılır güm-nam olur. Olması da lazım gelir çünkü kim olsa böyle bir hakka bir vazifeye ve bunların muktezıyatına gülmek hakkını haizdir. Ama herkes bunları kabule bunlara ittibaa mecbur tutulurmuş! Bununla iş bitmez. Hikmet-i sahiha muhakemat-ı selime hiçbir şeyde zevahirle iktifa etmez; her şeyin gavrine esasına nüfuz etmek sıhhat ve fesadını tesbit eylemek ister. Zevahire maksur olan şeyler sevk-ı tabii mahsulü olmak cehele-i nasın ictihadıyla vücud bulmak dairesinden ileriye geçemez. Ceheleyi aldatmak onlara batılı hak suretinde göstermek kabul ettirmek hem kolaydır hem de güçtür. Kolaydır çünkü cahiller bu gibi mesailden ancak kendi menfaatlerine huy u heveslerine muvafık olanlara meylederler. Bu mes’eleleri ta’mika tedkike lüzum görmezler ihtiyac hissetmezler. Lüzum görseler ihtiyac hissetseler bile kendilerinde bu lüzumu ta’yin ihtiyacı tatmin edecek kudreti bulamazlar. Güçtür. Çünkü cahillerin mu’tekadatı cüz’-i ruh hükmünde olan telkinat-ı diniyye mahsulü ise onları bu i’tikadlarından feragat ettirmek her zaman için kolay kolay mümkün olamaz. Halbuki edyan böyle değildir. Bu müessesatın menşe’leriyle alakasını kesmek edyan için vaki’ ve varid olamaz. Onlar bu müessesatı ta’dil ve takvim ve mukteza-yı zaman ve mekana göre ıslah ve tanzim ederler. Onlar Edyan aradan çıkarılınca suretten eser kalmadığı gibi maddeden de eser kalmaz. Aks-i kazıyyeyi iddia edenlerin kıyyesi yoktur. Şurası pek muhik olarak iddia ve bu iddia pek kavi edille ile isbat edilebilir ki bugün insaniyet denilen şey ki kaffe-i müstetbiatıyla tahakkuk etmiş bir ma’nadır; aksini iddia edenlere rağmen din ile kaimdir. Din ortadan kalktıktan sonra dünya yüzünde insaniyetin elifi bile kalmaz. Menbaı kurur. O menba’dan nebean eden su kadar hür o kadar müstakil görürler ki eğer doğru düşünen bir adam çıkıp da onlara mülahazalarının yanlış gayr-i kabil-i icra olduğunu söyleyecek olsa onlar muarızlarının sözünü istihza ile karşılarlar. Kendilerinin bu vadide her türlü mevani’den mezahimden azade olduklarını kat’i bir kanaatle ileri sürerler. Nitekim bizim üzerimize heva-yı nesiminin balıkların üzerinde de denizin sikleti icra-yı te’sir eylemekte olduğu halde bu sikletin te’sirini ne insanlar hissedebilirler ne de balıklar. Onlar kendilerinde inkarına mecal olmayan bir hiffet bir azadelik hüküm-ferma olduğunu söylerler. Bununla beraber hiçbir dakika bu sikleti sırtlarında taşımaktan bu sikletin altında zebun olmaktan hali kalmazlar. Beşerin bütün müessesatı zade-i edyan demiş idik. Edyan yekdiğerini takvim ve ta’dil ile bu müessesatın asıllarının idame fakat iktiza-yı zaman ve mekana göre şekillerini tebdil eylemiştir. Bu müesseselerden hiçbiri menşe’-i müşterekleri olan mebde’-i semaviden alakasını münasebetini kat’a kıyam etmemiştir. Din nokta-i nazarından bakıldığı takdirde her müessesenin maddesi müstekar yalnız sureti mütebeddildir. menşe’-i aslileriyle külliyen alakalarını kesmek ve onlara kendi ictihad-ı aklileriyle yeni bir şekil ve suret vermek ahlaki ictimai ma’nevi müessesattan hiçbirinin menşe’-i aslileri olan mebde’-i uluhiyyetle rabıtalarını kat’ etmek bu rabıtalar kat’ edildikten sonra onları her türlü kuyud ve alaikten mücerred olarak beşeriyete mal eylemek mümkün değildir. Beşeriyetin bu da’vası butlanı beyyin ve gayet müzevver bir da’vadır. Çünkü bu müessesatın mebde’-i zuhurlarıyla alakasını kesmeye kalkışınca onlardan eser kalmaz ki hatta onlara bir şekl-i diger vermek imkanı teslim edilebilsin!!! Hak vazife cem’iyet aile baba ana evlad ahfad ve bunların teker meker adem-abada yuvarlanır. Yukarıki kelimeler ancak bir şart ile yani menşe’lerine mebde’lerine nisbetleri baki kalmak şartıyla haiz-i ma’nadır. Bu nisbet ortadan kalkınca onların vücudundan da eser kalmaz. Eğer beşeriyet bunu teslim etmez ve bu dalları ağacından koparmak suretiyle ilelebed muhafaza edebileceği sapmış ve pek yanlış bir tasavvura vücud vermek istemiş olur. Zira “hak” denince onun bir mebde’-i semaviden mülhem ve mülakkan olması lazım geleceğini tasavvur da zaruri olur. Vazife de böyledir ahlak da böyledir ahlakı teşkil eden zevabıt ve revabıtın kaffesi de böy muhabbeti fıtri midir kesbi midir? Vatan muhabbetinin din nazarındaki ehemmiyet-i mevkiiyyesi vatan muhabbetinin vatan hissi vatan muhabbeti bulunduğu … Çocukların yalnız samialarında kalmayarak dimağlarına nüfuz edecek selis sade canlı ifadeler ile bu derslerin tedrislerine –maa’l-kerahe– cevaz verilebilir. “Maa’l-kerahe” diyoruz çünkü bu mevzu’lar en yüksek mevzu’lardır. Yüksek mevzu’lara aid fikirler ancak neşv ü nema bulmuş oldukça inkişaf etmiş dimağlara telkin edilebilir. Ma’lumat-ı vataniyye dersleri çocuk dersleri değil rüşd-i lerdir. Fakat biz halis vatan muhabbetinin neden ibaret olduğunu bilmiyoruz. Bizdeki vatan muhabbetleri vatan hisleri –maalesef– mağşuştur; başka muhabbetler başka hisler ile memzuc ve mahluttur. Daha doğrusu biz vatan hislerini başka muhabbetlerimizi başka hislerimizi tatmine ittihaz ederiz başka muhabbetlerimizi başka hislerimizi setr için vatan muhabbetlerini vatan hislerini perde olarak kullanırız. Onun için ma’lumat-ı vataniyye mevzuu nazarımızda adi ve basit bir mevzu’ kıymetini haizdir. Hakikatte insanı kamil bir insan yapmak ne derece müşkil ise halis bir vatan muhibbi yapmak da aynı derecede müşkildir. Derslerin zihinlerde temerküz etmesinde misallerin pek kuvvetli te’sirleri vardır. Ma’lumat-ı vataniyye derslerinin canlı misalleri şahıslar ve o şahısların vatanın lehine veyahud aleyhine olarak ihdas etmiş bulundukları vakayi’dir. Bu gibi vakayii ve eşhas-ı vakayii zihinlerde nazarlarda canlandırabilmek için muallim kendi milletinin tarihinden başka diğer milletlerin tarihlerini de bilmelidir. Eşhas ile vakayi’ arasında münasebetlerin derecelerini ta’yin etmek ister. “Kıssadan hisse” darbımeseli mucebince o vakayi’ ve eşhastan alınacak ibretleri hisseleri tecelli ettirmek lazım gelir. Onu yapabilmek hud ihanet-karane vakayiin derece-i isabetlerini temyiz edebilmek için fikr-i intikada malik bulunmak zarureti vardır. Ma’lumat-ı vataniyye mebhasinde vazife ve mes’uliyet mes’eleleri pek mühim bir mevki’ işgal eder. Burada ahlaka ve felsefe-i ahlakıyyeye geçmek lüzumu hissedilir. Her biri diğeri derecesinde yüksek ve mühim olan bu mevzu’lar hakkında verilecek izahatı mekatib-i güç ihata edebilir pek az kabiliyet-i hazmiyye gösterebilir. bebleri … Aleyhinde bulunmak istediğim “ma’lumat-ı vataniyye” derslerinin nelerden ibaret olduklarını programda olduğu vechile enzar-ı ibrete vaz’ ediyorum: bir müddet cereyan ederse de cereyanını yine menbaın feyzine medyundur. Pek muvakkat pek mahdud olan bu cereyan pek az bir zaman zarfında tükenir. Asırlardan beri isale-i feyz eden bu insaniyet menbaının yalnız künkleri kalır; fakat az bir zamanda bu künklerin içi de toprakla dolar. Emin olmalı ki ukala-yı ümem bu hale meydan vermeyecekler daha doğrusu veremeyecekler. Avrupalılar hadisatın azgınlığını bizden çok evvel gördüler ve bu beliyyenin menşei dinsizlik olduğunu anladılar. Tebaud etmiş oldukları bu noktaya ric’i hatvelerle takarrub çarelerine tevessül etmeye başladılar. Edyan kongreleri filan gibi şeyler beşeriyeti tehdid eden bu dahiye-i uzmanın istila-yı kahirine mümkün mertebe mani’ olmak fikrinden başka bir maksada ma’tuf değildir. Uzak değil pek yakın bir zamanda bütün Avrupa’nın selamete vasıl olmak ümidiyle Salibin saye-i sahabetine iltica ettiğini nakûsun sesini bütün seslerin fefkıne çıkardığını göreceğiz. Acaba o zaman biz ne yapacağız? Kimin saye-i sahabetine iltica ve kimden istimdad edeceğiz? ünvanı altında dördüncü sınıf talebesine tedris edilecek birtakım dersler vardır. Bu derslerin o ünvan ile en az bir derecede münasebetleri bulunsaydı doğrudan doğruya Ma’lumat-ı Vataniyye Dersleri sernamesiyle mevzu’-ı bahs edecek idik. Fakat Ma’lumat-ı Vataniyye namına tedris edilecek olan derslere göz gezdirince o sername ka bir sername ile de alakaları bulunmadığını anladık. Onun içinMekteplerde Her Şeysernamesini intihab etmek mecburiyetinde kaldık. Kari’lerimiz ihtimaldir ki geçen hafta ma’lumat-ı vataniyye derslerine pek az saat-i tedrisiyye verilmiş olmasından şikayet edişimizle bu hafta o dersleri tenkid edişimiz arasında bir garabet görürler. Bu ihtimale karşı derhal cevab verelim ki saatlerinin azlığından şikayet ettiğim dersler ile tenkid ettiğim dersler arasında pek mühim farklar vardır. Bu farkları izah edelim: Mini mini çocuklara eğer ma’lumat-ı vataniyye dersleri vermek lazımsa doğru ise yeni teşekkül etmiş körpe dimağlar yüksek mevzu’lar hakkında verilecek ma’lumatı hazm ve ihata edebilecek ise onlara verilecek ma’lumat-ı vataniyye dersleri şu kadar ve şunlar olabilir: Vatan nedir? İnsanın vatanı neresidir? Vatanı insana sevdirecek olan şeyler nelerdir? İnsan niçin vatanın sever? Vatan insana ne gibi faydalar te’min eder? Vatan çocuklara terettüb eden vazifeler: Ağaçlara çiçeklere çimenlere dokunmamak. Gezerken terbiye ve muaşeret usullerine riayet etmek. Fukaraya ve muhtaclara muavenet: Fukaraya ve muhtaclara muavenet için mevcud ictimai teşkilat. Bu teşkilata karşı vatandaşların vazifeleri. Umumun menfaatine hadim teşkilat: – Şehir suları şehir tenviratı vesait-ı nakliyye telgraf ve telefon pazarlar mezbahalar haller. Bu gibi müessesata ve umumun menfaatine aid işlere karşı vatandaşların alakadar olması. Vatandaşların hayatını ve mallarının himaye ve muhafaza teşkilatı: Polisler polislerin vazifeleri polislerin vazifelerini teshil için çocuklara teveccüh eden vazifeler: Kavga etmemek başkalarının malını tahrib etmemek serseriyane gezmemek lüzumlu lüzumsuz gürültü etmemek duvarlara yazı yazmamak başkalarının malına dokunmamak hayvanlara eziyet etmemek fena çocuklara uymamak tramvay vapur gibi vesait-ı nakliyyede yer kapmak için başkasına eziyet etmemek bilet mahallerinde sıra ve nöbete riayet etmek.” “Ma’lumat-ı vataniyye” namına ibtidai mektepleri çocuklarına verilmesi mecburiyet tahtına alınmış bulunan bu derslerin bir kısımlarını diğer kısımlarından tefrik etmek mümkün olmadığı ve ne ma’lumat-ı vataniyye ile ne de mini mini çocukların teşkilat-ı dimağıyyeleriyle mütenasib bulunmayan bu dersleri herkesin gözden geçirmesi lazım geleceği cihetle aynen nakil ve hikaye ederek zaruretinde kaldık. Bu dersler miyanında bulunan –ahlaka terbiyeye temizliğe– müteallik birkaç mevzu’ nazar-ı hayretini celb eder zannındayız. Bu derslerin pek mütenevvi’ ve pek çok olmalarına nazaran “ilk mektepler”in hüviyet-i ilmiyyelerini ta’yin etmek kabil olamıyor. Kah darul-fünunun fen ve felsefe şu’besini hatıra getiriyor kah lise mektepleri şeklinde gözüküyor kah Şehremaneti bir Me’murin-i Sıhhiyye Mektebi açmış zannını veriyor kah tanzifat me’murları yetiştirmek husule getiriyor kah insan bir polis mektebinde bulunduğunu zannediyor kah bahçıvan yetiştirmek için mektepler açılmış hayaline kapılıyor kah hanelerde konaklarda hizmetçilik usulünü vezaifini öğretmek için te’sis edilmiş mektepler hissini uyandırıyor kah sivrisineklerle tahtakurularıyla mücadele ve muharebede bulunmak üzere cebheye sevkleri lazım gelen efrada mahsus bir “Ferd ve cem’iyet. Ferdin cem’iyete medyun olduğu ni’metler. İbtidai insanlar ile bugünkü insanlar arasındaki farklar. Sa’y ehemmiyeti. İctimai ve terbiyevi kıymeti. Teşarük ve tesanüd … Hak ve vazife mes’uliyet. Hayır ve şer. Fazilet ve rezilet … Hak ve vazifelerimiz Nefsimize ailemize milletimize beşeriyete karşı hemşehrilik vazifeleri. Belediyeler. Belediyelerin vazifeleri. Belediyelerin şehir halkının sıhhatini te’min için ittihaz edecekleri tedbirler. Süprüntülerin toplanması ve imhası lağımlar sokakların temizlenmesi şehirde su tertibatı çarşı ve pazarlarda sıhhate muzır şeylerin men’i. Muhtelif dükkan ve mağazalarla lokantalarda hanlarda ve otellerde sıhhi tedbirler. Belediyelerin şehrin sıhhatine müteallik vazifelerine mukabil vatandaşlara teveccüh eden vazifeler: Evlerde sıhhate riayet; beden hıfzıssıhhası. Evin içerisinde temiz su ve hava bedeni terbiyeye i’tina mugaddi sıhhi yemek iyi su mu’tedil cehd ü sa’y vücudun temizliği. Ev dahilinde sıhhi temizlik. Muzadd-ı teaffün mevaddan istifade. Süprüntülerin sıhhi bir surette muhafazası ve def’i mikroplara karşı her hususta mücadele pire bit tahtakurusu ve sivrisineğe karşı mücadele. Belediyelerle teşrik-i mesai: Belediyelerin hıfzıssıhhaya aid tenbihlerine harfiyyen riayet. Yollarda ve araba şimendüfer tramvay tünel vapur gibi yerlerde tükürmemek sari hastalık zuhurunda hemen aid olduğu me’murlara haber vermek. lerde ve haricte tedbirler. Kibrit ve lamba ile oynamamak. Ocakları sık sık temizlemek. Ağaçlık yerlerde ateş yakıp bırakmamak. Mangal ve sobalara dikkat etmek. Sokaklar ve umumi caddeler: Sokak ve umumi caddelerin Yaya kaldırımlarının faydası. Sokak ve caddelerin tenviri temizliği sulanması kışın kar ve çamurların temizlenmesi sokak ve cadde kenarlarında ağaç dikilmesi sokaklara isim evlere numara konulması. Sokak ve caddelerin iyi bir halde muhafazası için çocuklara teveccüh eden vazifeler: Sokağa meyve kabuğu kağıt ve süprüntü atmamak. Sokak ve caddeleri bozacak şeyler yapmamak duvarları tahrib etmemek sokak ve caddelerde ağaçlara dokunmamak evlerin önünü temiz tutmak sokak ve caddelerde oyun oynamamak. Halkın tenezzühüne hizmet – Halkın tenezzühü ve nezih bir surette eğlenmesi için belediyelere teveccüh eden vazife: Belediye bahçelerinin umumi bahçe park ve tenezzüh mahallerinin fayda ve ehemmiyeti. Spor ve oyun meydanları. Umumi bahçelerde ve parklarda Muhterem kari’ler; görüyorsunuz ki ilk mekteplerin ders programları her şeye benziyor. Onun için “Mekteplerde Her Şey” ta’birini kullandım. Yalnız ve yalnız bir şeye benzemekten son derece müctenib bulunuyor hatta itfaiye karakolu mahiyetine giriyor da öbür şeye hiç benzemek istemiyor: Medreseye !.. Fil-hakika herkesin her ilmi ve dersi okuması çok arzu edilir bunu arzu etmeyecek kimse tasavvur olunamaz. Fakat her tesadüf edilemez. Çünkü ne hayat-ı umumiyye-i beşeriyye ne hayat-ı hususiyye-i ferdiyye buna müsaid değildir. Onun için dünyanın her tarafında İslamiyetin vaz’ etmiş bulunduğu ve “Herkese kabiliyet ve isti’dadına göre söz söyleyiniz.” mealindeki düstur-ı hakimanesine tevfik-ı hareket ediliyor. İlimlerle beraber insanlar da sınıflara ayrılıyor her sınıfa ayrı ayrı vazifeler tefrik olunuyor her sınıfta vazifesinin istilzam ettiği ilimler tedris olunuyor ilimler gibi mektepler de derecelere inkısam ediyor her mektebin programı kendi derecesine göre tanzim ediliyor mekteplerin dereceleri yükseldikçe ilimlerin derslerin dereceleri de yükseliyor sınıflar terakki ettikçe ilimler ve dersler de terakki ediyor. Bu düsturlara riayet etmeyenler herkese her okutmamış oluyorlar. Bizim ilk mekteplerin körpe çocuklarına her ilmi her dersi okutmak hevesi ta’kib edilmiş bulunduğu için hiçbir kadar çok o derece mütenevvi’ dersleri o rütbe yüksek mevzu’ları bizim darul-fünun talebesi hazmetmekten aciz iken ibtidai mekteplerin nev-reside şakirdleri o derslerin altından nasıl kalkabilir? buna imkan ve dersler hayatta daima kendilerine yarayacak derslerin en ibtidai en basit kısımlarını teşkil eden derslerdir ve onlar da mahdud mikdardaki derslerden ibarettir. Bahsimiz çok olmasaydı rızaen lillahi teala o dersleri havi bir program tanzim ederdik. Fakat varak-ı mihr u vefayı kim okur? Kim dinler?!. ta’limgah manzarası arz ediyor daha nelere benzemiyor neleri hatırlatmıyor?! Çünkü programda ve bilhassa ma’lumat-ı vataniyye namı verilen bu dersler miyanında ilm-i ictimaa tarih-i beşere tarih-i tabiiye felsefe-i ahlakıyyeye ilm-i terbiyyeye nayie ilm-i hikmete aid mevzu’lar bulunduğu gibi belediye nizamnamelerine belediye sıhhıye ve fenniye şu’belerine sıhhıye me’murlarının vazifelerine tanzifat me’murlarının vazifelerine Polis Müdüriyeti ta’limatına polislerin vazifelerine itfaiye teşkilatına itfaiye efradının vazifelerine bahçıvanlık san’atına hizmetçilere mahsus tabahat ve taharet vazifelerine sivrisinek ve tahtakurusu gibi düşmanlarla muharebede lazım olan ta’biye sevkulceyş hücum düstur-ı harbilerine daha nelere daha ne gibi mevzulara müteallik dersler de vardır. Bir kere bu derslerin ma’lumat-ı vataniyye ünvanıyla münasebetleri yoktur. Sonra bu derslerin ilk mektepler şakirdlerine ne lüzumu vardır? Lüzumunu kabul ve teslim etsek mini mini çocukların körpe dimağları bu kadar yüksek mevzu’lara bu derece mütenevvi’ mes’elelere aid ma’lumatı nasıl hazmedebilir? Huceyre-i dimağıyyesine ne suretle sığdırabilir? Bu bir sürü derslere geçen haftaya ta’dad ve ta’rif olunan otuzu mütecaviz oyunları da ilave edince neye acıyacağımızı bilmiyoruz: Bi-lüzum dersler ile ezilen çocukların dimağlarına mı? Memleketin maarifine mi? Sarf ve istihlak olunan paralara mı? Vatanın ümid-i istikballerine mi? Evliya-yı etfale mi? Nevzadların feyz-ı fikri ve sermaye-i irfandan mahrum kalmalarına mı? Kimlere güleceğimizi kestiremiyoruz: Programı tanzim edenlere mi? O dersleri tedris ile mükellef tutulan muallimlere mi? Ma’lumat-ı vataniyyenin nelerden ibaret olduğunu bilmeyenlere mi? leceğini idrak edemeyenlere mi? Hangi derslerin hangi mekteplerde tedrisi münasib olacağını anlayamayanlara mı? Tefrik-ı vezaif ve taksim-i a’mal düsturlarından gafil bulunanlara mı? Hangi vazifelerin hangi sınıf erbabına aid olduğunu tefrikten acz gösterenlere mi? Menfaat-i vataniyye namına her vazifeyi ehil ve erbabına gördürmeyi hatırlarına getirmeyenlere mi? Ne diyerek ağlayacağımızı anlayamıyoruz: İlahi bize akıl ve fikir ihsan et diyerek mi? Bize maarifin ne olduğunu buldur duasını ederek mi? Çocuklardan evvel okumayı bize nasib et niyazında bulunarak mı? Bizde i’tiraf-ı acz ü kusur hislerini uyandır münacatını okuyarak mı? Millet ve memleket menafiini kendi menfaat-i zatiyyemize takdim ettir tazarruunu ref’-i bargah eyleyerek mi?. yı tasalluta çalışmaları diğer taraftan müstebid kral ve pesendanelerine fuzuli bir mahiyet-i diniyye vermeleri dinden saadet refah sükun ve huzur bekleyen halkı tereddüde sevk etti. Ahlaki fezail yerine zulüm ve adavetin din perdesine bürünerek hukûk-ı ibadı çiğnemesi ahaliyi yavaş yavaş ruhbandan ve müstebid hükümdarlardan soğuttu. Düşünmeden muhakeme etmeden inanmaya mecbur olduğu akaid-i teslisiyyenin mübhematı içinde bunalan fikirlere Hıristiyanlık hakkında bazı şübheler gelmesi pek tabii idi… Bu da gecikmedi. Hıristiyanlık namına engizisyon zulmünü gören vicdanı ta’kib olunan her türlü hukûku paymal edilen serbesti-i kanaate serbesti-i amele malik olmayan sunuf-ı avamın gevşeyen kuvvetini zayi’ eden hissiyat-ı diniyyesi yerine zulüm istibdada karşı mücadele etmek arzuları kaim oldu. Muharref ahkam-ı teslisiyyeden vicdani ihtiyacatını tatmin edemeyen halk yaşamak hakkını kazanmak için inkılab mefkurelerini daha cazib gördü… Bu arada birçok muharrirler insanların malik oldukları hukûk-ı tabiiyyeyi hürriyet müsavat adalet gibi esasen menşei diyanetten sudur eden desatiri beşeri bir şekilde göstererek telkinata başladılar. Efkar-ı umumiyye müstebidler ve ruhban tarafından ketm olunan hakayık-ı diniyye yerine zulüm adaletsizliğe karşı hakk-ı hayat vaad eden desatir kaim oldu… darların idare-i müstebiddeleri zulümleri neticesinde Hıristiyanlık akaidi sarsıldı. İnkılab-ı Kebir bu cereyana daha ziyade vüs’at verdi… Hürriyet adalet müsavat düsturlarına istinad eden Hukûk-ı Beşer Beyannamesi’ni en yüksek bir şümul ve vüs’atle asırlarca evvel i’lan ve tatbik edilmiş bulunduğunu inkılabın husule getirdiği gayr-i tabiilik içinde düşünemediler heyecan ile istibdadın zulmün imhasına çalışanlar hakikatin menbaını keşifte aynı heyecanı gösteremediler… Bu esasları sırf beşeri evvelce gayr-i mevcud beşeriyetçe gayr-i ma’lum desatir imiş gibi i’lan ettiler. Fakat adalet ve diğer mefkureler saadet-i beşeriyyeyi istihdaf eden diyanetin ruhuna tevafuk etmesi i’tibariyle garbın terakki ve inkişafatında mühim bir amil oldu. Mahdud vakayie rağmen uzun müddet devam eden sulh ve sükun devresinde inkişaf eden ilim ve irfan sanayiin husule getirdiği servet sefahetin çoğalmasına maddi zihniyetlerin revacına sebebiyet verdi. Maddiliğe doğru giden umumi zihniyetin arasında fikr-i uluhiyyet münkirleri de çoğaldı. İngiltere İsveç gibi diyanet hisleri kuvvetli memleketlerde bile ihmal ve ilhad kuvvetlendi. Bunun Muhtelif neşriyattan anlaşılıyor ki bazı garbcılarımız levazımat-ı medeniyyeden addolunan dans kumar içki kadın gibi anasır-ı sefahetin inkişafına! zamimeten tam asri görünmek sevdasıyla esasat-ı asliyye ve ictimaiyyemize de hücum etmek istiyorlar. İslamiyeti kurun-ı vüstai hurafattan addeden asr-ı hazırın tam bir müsamaha ve hürriyet asrı olduğunu bildiren bu yazılar … asriliğin üssü’l-esası olması lazım gelen hürriyet-i vicdan mefkuresiyle garib bir tezad teşkil ediyor. Taklide müstenid her şeyimizde olduğu gibi bu iddialarda da bir şemme-i hakikate tesadüf etmek çok müşkildir. bir kıymeti haiz bulunmayan bu hücumlar karşısında hakayık-ı Acaba asrımızın vech-i mümeyyizi –iddia edildiği gibi– tesamuh-ı diniyi mi temsil ediyor? Şiar-ı medeni dini esaslardan uzaklaşmış mıdır?... İslamiyeti kurun-ı vüstaya aid esasat addedenler bugün garb alemini hissiyat-ı diniyyeden muarra mütesamih bir hey’et-i ictimaiyye zan ve farz etmekle pek yanlış bir yola sapmış oluyorlar. Vakıa kendilerini aldatan bir kazıyye-i mantıkıyye mevcuddur. Fakat unutulmamalıdır ki mantıkta kazıyye suğra ve kübranın neticesidir. Bu yanlış mantığa göre garb medenidir. Çünkü serbesttir. Her serbest olan şey gayr-i mukayyeddir. Din ise cem’iyeti birçok zaruretlerle takyid eder. Demek ki hürriyeti tahdid eder. Her mahdud esas ise inkişafa mani’dir. Şu halde garb madem ki müterakkidir din ile alakası yoktur kabilinden bir neticeye destres olmak mümkündür. Lakin bununla mes’ele halledilmiş da’va fasledilmiş olmuyor. Belki daha ziyade muğlak bir şekil almış bulunuyor. Hakikate vüsul için garb da Fransa inkılab-ı kebirinden sonra revac bulan müsamahakarlığın ne gibi şerait altında husule geldiğini ne gibi neticeler tevlid ettiğini İslamiyetle Hıristiyanlık arasında nikat-ı farika ve müştereke bulunup bulunmadığını layıkıyla tedkik ve tahlil etmek zarureti hasıl oluyor. Dinlerin esası tevhiddir. Yalnız şerayi’ ihtiyacat-ı zamana göre tebeddül eder. Ahkamı mensuh bir din-i tevhid olan Iseviyet esasatının tahrif ve tebdiliyle din-i teslis din-i teşrik haline ifrağı neticesinde Hıristiyanlık tarihinde enva’-ı inkılabat zuhura gelmiş ve bu güne kadar devam etmekte bulunmuştur. Bir taraftan ruhbanın nüfuz ve mevki’lerini tahkim etmek için kurun-ı vüstada dini alet ederek türlü hurafelerle cerr-i menfaate icra Garbda birçok esbab dolayısıyla revac bulan fakat son senelerde diyanet hislerine terk-i mevkie mecbur olan müsamahakarlık hey’et-i ictimaiyyemizde yoktur ve olamaz… Beşeriyetin kaffe-i saadetini mütekeffil bulunan esasat-ı İslamiyyede tahrif edilmiş hiçbir şey yoktur. Müslümanların mukteda-bihi olan Kur’an-ı Azimü’ş-şan bir harfi tağyir edilmeksizin eyadi-i ihtiramda mevcud bulunuyor. Sünnet-i celile en ufak teferruatına kadar her türlü şübheden vareste bir surette tesbit edilmiştir. ederek en yüksek vesait-i refah ve sükunu en ali esbab-ı kemal ve terakkiyi ihzar etmiştir. İslamiyette ruhbaniyet ve dini imtiyazlar asla mevcud değildir. Müslümanlık böyle mümtaz bir sınıf bir şahıs tanımamıştır. Ancak takva i’tibariyle sahib-i kemal olanlar muhteremdirler. Gerçi bazı müstebid hükümdarlar kendilerine bir mahiyet-i ma’neviyye atfetmek istemişlerse de ruh-ı İslam daima icra-yı istibdad için dini alet etmek isteyenleri ser-nigun etmiştir. İstibdadın adaletsizliğin zulmün din niyyeyi imha eden bütün reziletlerin en büyük düşmanıdır. Muamelatta hukûk-ı medeniyyemizde asıl olan hürriyet-i vicdaniyye hürriyet-i şahsiyye hürriyet-i tasarrufiyyedir. Hukûk-ı ibad hakların en büyüğüdür. Bu i’tibar ile verete adalete müsavata istinad eder. Hayata bu kadar inkişaf hakkı veren hukûk-ı umumiyyeyi hukûk-ı ammeyi tervic eden bir din-i kemal elbette ruh-ı aslisi tegayyür ve tahrif edilerek ihtirasat ve lemeyeceği gibi Iseviyetin hükümran olduğu sahalardaki muhit ve şerait de afak-ı İslamiyye ile aynı seviyede münakaşa olunamaz… Görülüyor ki garbdaki şerait hey’et-i ictimaiyyemizde mevcud değildir. Şu halde müsamahakarlık da gayr-i şuuri bir taklidcilikten başka bir suretle izah olunamaz. Terbiye-i milliyyenin takviye ve tarsini için hissiyat-ı diniyyeyi yüksek bulundurmaya mecburiyet vardır. Çünkü ahlaki ma’şeri ictimai menfaat-i umumiyye esasları dine infisal kabul etmez bir surette merbuttur. Dini müsamahakarlık ahlaki ma’şeri ictimai müsamahakarlığı mefhumlar da kıymetini gaib eder tesanüd-i ictimai haleldar olur sunuf-ı ictimaiyye arasındaki vifak u itti-fak zail olur. Menafi’-i şahsiyye menfaat-i umumiyye mülahazatına galebe çalar. Bu da hey’et-i ictimaiyye için tereddiden başka bir şey değildir. Hiç şübhe yok ki muhitimizi kaplayan tereddiyat-ı ahlakıyye ve ictimaiyye ehemmiyetle tedaviye şayan bir maraz-ı mühliktir. Aile esaslarını sarsan nesli içki ile serveti kumarla tahrib aksülameli olarak reform cereyanı başladı. Hıristiyanlığı akaid ve esatir-i batıladan kurtarmak suretiyle hey’et-i gayesini istihdaf eden fikirler Protestanlığı doğurdu. Harb-i Umumiye kadar devam eden zahiri sükunet devresinde sırf maddi bir zihniyetin garb hey’et-i ictimaiyyesinde vücuda getirdiği müdhiş tahribat pek o kadar hissolunamadı. Çünkü zevahire merbut servet ve refahın idame ettirdiği muvazene sefalet-i ictimaiyyeyi gizliyordu. Vakta ki Harb-i Umumi dünyanın mühim bir kütlesini kasıp kavurmaya maddi ve ma’nevi sahalarda gayr-i kabil-i telafi tahribat icrasına başladı; bu zahiri muvazene de mağlublar da müdhiş bir netice karşısında kaldılar. Ma’nevi iflas her milleti temelinden sarsmıştı. Artık fazilet hisleri gayr-i kabil-i ihfa bir huşunetle sukût etmiş bütün ma’nasıyla maddi ve pür-ihtiras mefkurelerin taht-ı tehdidinde medeniyetin kurun-ı vusta devrine gerilemek tehlikesi hasıl olmuştu. İşte o zaman garbın bütün mütefekkirini hayat-ı ictimaiyyeyi baştan başa sarsan fevzalara karşı gözlerini açtılar. O zamandan beridir garbın uleması da hükeması da siyasiyyunu da ma’neviyatı takviye etmek lüzumunda müttefik bulunuyorlar. Dini revabıtın ıslahı fuhuşla mücadele müskiratla mücadele murakabe-i ictimaiyye te’sisi suretiyle muvazene-i ictimaiyyenin yeniden vücuda getirilmesini te’mine mahafil-i bilumum müessesat da aynı gayrette bulunmaktadır. Bütün bunlara zamimeten hükumetler de en şiddetli kanunlarla fazileti himaye reziletle mücadele etmektedir. Harb-i Umuminin gösterdiği lüzum ve zaruretler muvacehesinde garb alemi dinsizlikten dindarlığa doğru bir istihale devresi geçiriyor. Garbcılarımız acaba bundan bi-haber mi bulunuyorlar?... Garb beşeri hukûki ahlaki sahalarda ta’kib etmek ru yaklaşıyor ve en yüksek esasatı ancak İslamiyette buluyor. Hal böyle iken asrilerimizi tegafüle sevk eden esbab nedir? Esasen İslamiyeti ruh ve şümulüyle ihata edemeyen desatir-i aliyyesini göremeyenler; maatteessüf garb aleminden de bi-haber bulunuyorlar. İslamiyete asrilik sevdasıyla her gün başka bir cebheden gazete sütunlarında vaki’ olan hücumlar esasat-ı İslamiyyeye karşı cehaletten ileri geliyor. İlme tedkike tahlile istinad etmeyen ve şübhesiz modaya ittibaen vaki’ olan ta’rizat muvafık-ı şime-i nasafet değildir. Zahir-bin bir görüşle zarfa değil mazrufa hulul etmeyen ta’bir-i digerle hisle değil fikir ve mantıkla muhakeme edilmeyen herhangi bir fikir taklidcilikten kurtulamamaya mahkumdur. mektepler inşa ettirmeye karar vermiş. Vekalet’in bu hususa dair Maarif müdüriyetlerine gönderdiği ta’mimi gördük hayretler içinde kaldık. Biz artık keyfi hareketlerin nihayet bularak kanun devrinin hulul ettiğini zannediyorduk ne kadar yanılmışız! Maarif Vekili Bey’in Vekalet’e geldiği günden beri icraat ve harekatını tedkik ediniz göreceksiniz ki hemen her hususta nazar-ı dikkate aldığı şey kanundan ziyade kendi arzularıdır. Bilhassa medreseler mes’elesinde baştan başa indi harekette bulunmuştur. Tevhid-i tedrisat maksadıyla medreseler Maarif Vekaleti’ne rabt olunduğu halde o bütün Anadolu’daki medreseleri sed ve ilga etti. Darülhilafe medreselerini kadrolarıyla teşkilatıyla dersleriyle aynen ibka ettiğini yalnız isimlerini değiştirdiğini Millet Meclisi kürsüsünde söylediği halde bu sözünde sadık kalmadı. İbtida-yı dahilin iki senesini ve sahnın üç senesini yani beş sınıfı ilga ettikten başka diğer sınıfların da programlarını alt üst etti. İmam ve Hatib mektepleri bugün ibtidai bir mektep derecesine geldi. Sonra talebe-i ulumun iaşesi için evkaf bütçesinden bin lira Maarif Vekaleti’ne devrolunduğu halde Vekalet talebe-i ulumun iaşesini kesti. Medreselerin Maarif’e rabtından maksad tedrisatın tevhidi olduğu halde Vekalet şimdi medrese binalarına da sahib çıkmaya kalkıştı. “Müstağna-anha” kaldı diye satarak parasını istediği mahalle sarf etmek hevesine düştü. Bir kere mebani-i vakfiyyede hiç kimsenin tasarrufa hakkı yoktur. Menfaati fevt ve müstağna-anha olan mebani-i vakfiyye ile vakıf arsaların nakd ile istibdali lazım gelse bu Evkaf İdaresine aid bir mes’eledir. Bu hususta Evkaf’tan başka hiçbir dairenin hak ve salahiyeti yoktur. Sonra bu istibdalin de birçok şerait ve usulü vardır. Maarif Vekaleti tevhid-i tedrisat namıyla medreseleri Şer’iye Vekaleti’nden Maarif’e rabt ettikten sonra gayr-i kanuni olarak sed ve ilga etti. Şimdi de “Menfaati fevt ve müstağna-anha oldu.” diye binalarını satmaya kalkışıyor. Ne garib şey. Da’vacı da kendisi hakim de kendisi! Büyük Millet Meclisi medreseleri sed ve ilga ederek binalarını da satmak için Maarif Vekaleti’ne bir me’zuniyet mi verdi ki Vekalet medreseleri ilga ettikten sonra şimdi de satılığa çıkarıyor! Medrese binalarının menfaati fevt ve müstağnaanha olduğunun ta’yin ve takdiri Maarif Vekaleti’ne mi aiddir? Vekalet-i müşarun-ileyhanın bu hareketi hangi madde-i kanuniyyeye istinad ediyor? Evet Mayıs tarihinde “menfaati fevt ve müstağna-anha olan mebani-i vakfiyyenin nakd ile eden tereddiyatın önüne geçmek garbdaki edvar-ı acibenin hey’et-i ictimaiyyemize sirayetini men’ etmek bir zarurettir. Her sahada ruh-ı aslimizi muhafaza etmek şartıyla beşeriyetin mal-ı müştereki olan garbın ilim ve irfan ve fezailinden istifade etmek isteyenleri yani esasat-ı İslamiyye ile yükseleceğimize kani’ olan hakiki teceddüd terakki aşıklarını ye’s ü nevmidiye düşüren şey fevzaların mebde’ ve menşeini teşkil eden fezayıh ve rezilete aid taklidin gittikçe sirayeti tehlikesidir. Bugün kabil-i inkar değildir ki ma’nevi ahlaki ictimai cihetlerde bariz bir tedenninin şahidiyiz.. Bu tedenninin terbiyeye aile esaslarına nüfusa ilim ve irfana fazilete servete kadar hulul eden tahribatı cidden vahimdir. O kadar ki bu vahamet ve ciddiyeti en müsamahakar fikirler en serbest gazeteler bile i’tirafa başlamıştır. Na-mahdud bir hürriyetin na-mahdud bir serbestinin menfaat-i umumiyye esaslarını mütemadiyen baltalaması neticesinde tefessüh-i ictimaiden korkulması pek tabiidir. Evet bu endişe pek haklıdır. Şirazesinden çıkan ictimaiyat nasıl ıslah olunacak çözülen revabıt-ı ahlakıyye nasıl bağlanacak ma’nevi seciyemiz nasıl kuvvetlenecek? Bu sualler fikirlerimizi ehemmiyetle işgal etmelidir. Çünkü tereddiyatın canlı ve açık tezahüratı karşısında hakikatlerin setr ü ihfasına imkan yoktur. Ortada na-kabil-i ihfa fevzalar ruh-ı ictimaimizi tahrib ediyor. Hakiki ma’nasıyla asrilik ancak bu tereddiyatın lığın ailesinden uzaklaşmasını barların zevkini hurafat-ı ahlakıyyenin lüzumsuzluğunu yaldızlı kelimelerle teceddüd ve asrilik namına kazanılmış bir zafer gibi i’lan ededursunlar. Bu halllerle bünye-i ictimaimizin gittikçe zaiflemekte olduğu hakikatinin kıymetini bir derece tenzil edemezler.. Öteden beri tekrar ettiğimiz vechile za’fiyet-i ictimaiyyenin kuvvete tereddiyatın fazilete ye’sin imana inkılabı bir ıslah vücuda getirmekten başka çare yoktur. Esasat-ı İslamiyyeye temessük bu salahın yegane mesnedidir. Ancak hars ve ahlak-ı milliyye taklidcilikle ruhumuza hulul eden rezilet-i garbiyyeyi nuruyla fazilete tahvil ettiği zamandır ki hakiki terakki ve teceddüd yolları açılmış ve hey’et-i ictimaiyyemiz en yüksek inkişafa mazhar olmuş bulunacaktır. Maarif Vekaleti’nin garib bir teşebbüsünü gazeteler yazıyor: Vekalet mevcud medarisin elverişli olanlarını “ senesi Mart’ından mu’teber olan işbu Kanun’un Demek ki bu senenin Mart’ından i’tibaren müstağnaanha olduğu usulen tahakkuk eden evkafın nakd ile namayacak ancak Evkaf namına tenmiye edilecektir ve bu hususun icrasına da Başvekil me’mur edilmiştir. Şu halde Maarif Vekaleti mebani-i vakfiyyeden olan medrese binalarını satarak herhangi bir müessese inşasına nasıl kıyam edebilir? Maarif Vekaleti ya bu madde-i kanuniyyeden haberdar değildir yahud biliyor da kanuna ehemmiyet vermiyor! Acaba hangisi doğru? Bir vekalet maında vaz’ olunan bir kanunu bilmemek ma’zeret teşkil eder mi? Kanunu bilip de ona rağmen “Benden kim hesab sorabilir ki kanunla mukayyed olayım?” mı demek Hülasa Maarif Vekaleti’nin bu teşebbüsü ez-her cihet kanuna muhaliftir. bir kere mebani-i vakfiyye hakkında kendisinin hiçbir tasarrufa hak ve salahiyeti yoktur. Saniyen müstağna-anha evkafın nakd ile istibdali caiz olsa bile bu doğrudan doğruya Evkaf İdaresine aid bir mes’eledir. Salisen herhangi mebani-i vakfiyyenin müstağna-anha olup olmadığının tahkiki bir usule tabi’dir ki bunun için beş maddeden mürekkeb bir ta’limatname vardır. Bu ta’limatnameye göre de Maarif Vekaleti’nin hiçbir hak ve salahiyeti yoktur. Rabian usulü dairesinde Evkaf İdaresi tarafından yapılacak istibdalden hasıl olacak mebaliğ da hiçbir tarafa sarf olunmayarak Evkaf namına tenmiye edilecektir. Hamisen Büyük Millet Meclisi bu kanunun icrasına Maarif Vekilini değil Başvekili me’mur etmiştir. Binaenaleyh Maarif Vekilinin bütün bu mevadd-ı musarraha-i kanuniyyeyi nazar-ı i’tibara almayarak gayr-i kanuni harekete kalkışması mes’uliyet-i azimeyi mucibdir. Büyük Millet Meclisi elbette bir gün ondan bu kanunsuzluğun hesabını soracaktır. Bugünlerde İzmir vilayeti dahilinde Ödemiş’i Tire’yi Uşak’ı dolaşarak İstanbul’a yol uğratan bir zat ile görüştük. Bu zat hasbe’l-İslamiyye İmam ve Hatib mektepleriyle alakadarlık göstermiş onların vaz’iyetlerini hallerini tedkik etmiş sormuş öğrenmiş. Elde etmiş bulunduğu neticelere göre; İmam ve Hatib mektepleri tabii bir inhilale zaruri bir insidada doğru sür’atle gitmekte vardır. Fakat bu husustaki me’zuniyetin isti’mali ancak Evkaf İdaresine aiddir. Bu maddenin suret-i tatbikine aid bir de ta’limatname vardır ki orada bu istibdal mes’elesiyle iştigal edecek zevatı şu suretle ta’yin ediyor: “Vilayat ve liva merkezlerinde hakimü’ş-şer’in riyaseti altında Müfti-i belde Evkaf Müdür veya me’murundan mecalis-i idare ve belediyece gerek kendi gerek hariçten yon”. Bunlar müstağna-anha evkafı tesbit ederek Evkaf Nezareti’ne Vekalet yahud Müdiriyet-i Umumiyye gönderecek orası da ona göre bir karar ittihaz edebilecektir. Mebani-i vakfiyye hakkında Evkaf İdaresinden başka hiçbir dairenin hiçbir karar ittihazına hiçbir salahiyet-i kanuniyyesi yoktur. Sonra o madde-i kanuniyyede nakd ile istibdal olunacak mebani-i vakfiyyenin “kendi cinslerinden müessese-i hayriyye inşasına ihtiyac görülemediği takdirde” kaydı da vardır. Acaba ulum-ı diniyye tedris edecek medrese Vekili Bey için böyle bir ihtiyac hissedilmeyebilir. Fakat bunun takdir ve ta’yinini de kanun Maarif Vekiline vermemiştir. Ondan sonra yine o kanunda “müstağna-anha evkafın nakd ile bi’l-istibdal hasıl olacak mebaliğ ile idarede kendi cinslerinden müessese-i hayriyye inşasına kabil müessese-i hayriyyenin masarif-i daimesi te’min edildikten sonra” diyor. Gayr-i kabil-i isti’mal medreselerin nakd ile istibdali caiz olsa bile bundan hasıl olacak mebaliğ ancak yine civarında bulunan kabil-i olunmak icabat-ı kanuniyyedendir. Bunların da masarifi te’min edildikten sonra kanun diyor ki: “Bulundukları mahallerin ihtiyacatı nazar-ı dikkat ve i’tinaya alınarak evvela mesacid-i şerife saniyen mekatib-i ibtidaiyye ve medaris-i ilmiyye salisen hastahane gibi müessesat-ı hayriyye inşasına ve masarif-i daimesini te’mine Evkaf Nezareti me’zundur.” Lakin senesi Evkaf Bütçesi Kanunu’nun beşinci maddesi mezkur madde-i kanuniyyenin bu fıkra-i ahiresini ta’dil etmiştir. Yani evkafın nakd hasıl olacak mebaliğın herhangi bir tarafa sarfını men’ etmiştir. Madde-i mezkure aynen şöyledir: “Müstağna-anha olduğu usulen tahakkuk eden evkafın nakd ile istibdalinden hasıl olacak mebaliğ bir tarafa sarf olunmayarak Evkaf namına tenmiye edilecektir.” Yine senesi Evkaf Bütçesi Kanunu’nun’üncü maddesi şudur: çaresine bakılmalıdır. Bu hal böyle devam ederse memlekette Avrupa’dan gelmez ki oradan getirelim. Biz neden böyle hesabsız işler yapıyoruz? Kendi kendine yetişen imam ve hatibleri beğenmiyorken şimdi para mukabilinde onlar derecesinde imam ve hatib yetiştirmekten aciz kalıyoruz. Maarif Vekaleti madem ki bu işi başa çıkaramayacaktır bari ahaliyi kendi hallerine bıraksın. İsterse sin. Bu surette mes’uliyet de kabahat de kendisine aid olur. Kimseye bir şey demeye de hakkı kalmaz. Halbuki Maarif Vekaleti böyle yapmıyor. Ne ahaliye bırakıyor ne de kendisi imam ve hatib yetiştirecek bir yol tutuyor. tamamen keşmekeş içindedir. Hele programlarına bakanlar bunların ne mektebi olduklarını anlamaktan aciz kalırlar. Gelecek nüshalarımızda buna dair izahat vermek gazetesinin Teşrinievvel tarihli nüshasında Bolu Meb’usu Falih Rıfki Bey’in bir müdafaanamesini okumuş idik.Bir Hücum Vesilesiylesernamesi altında Maarif Vekili Vasıf Bey’in müdafaasına tahsis edilmiş bulunan bu kısa makalede Falih Rıfki Bey diyor idi ki: “Bir gecede altı yüz softa ocağı söndüren Maarif Vekili Vasıf Bey’e karşı ta Mart inkılabından beri ne çetin bir intikam mücadelesi hazırlandığını biliyorduk. Bütün Türk gençliğini iftihar ettirecek kadar güzel ve kahramanca olan o harekette Vasıf Bey’in şahsen ne kıymetli bir rol oynadığını pek yakından biliyorum. Onun için şerefi hep birlikte teslim edilmez irfan birliği inkılabından yarın tevellüd edebilecek memnuniyetsizliklere ve hatta tecavüzlere karşı Vasıf Bey’le bir safta bulunmamak Türk gençliğinin ulüvv-i cenabına yakışmaz.” Vasıf Bey keşki yapıcılık mevkiinde bulunsaydı Falih Rıfki Bey de onu yıkıcılığıyla değil yapıcılıkla müdafaa etmiş olsaydı çok memnun kalır idik. Bir kimseyi yıkıcılıkla medh etmek memduh için de madih için de büyük bir bedbahtlıktır. Yıkıcılık nazar-ı beşerde henüz bir meziyet telakki edilmemektedir. Falih Rıfki Bey’in nazarında eğer bir meziyet ise kendisine haber verelim ki Vasıf Bey’in bir gecede söndürdüğü altı yüz softanın değil altı bin erbab-ı ilmin ocağıdır. Evet Vasıf Bey altı bin kimsenin hem maddi ocağını hem de ma’nevi ocağını söndürdü. Senelerce çalışmak ömür sarf ve çocuklarını oralara göndermiyorlarmış İmam ve Hatib mektepleri talebesiz bir halde bulunuyormuş hatta Uşak gibi mühim bir memleketin İmam ve Hatib mektebinde ancak iki üç çocuk varmış. Galiba bu talebesizlik yüzünden Maarif İdaresi Ödemiş ve Tire İmam ve Hatib mekteplerini lağvederek hepsini İzmir şehrinde te’sis olunacak bir İmam ve Hatib mektebinde cem’ etmek Tire gibi birçok medreseleri ve o medreselerde birkaç yüz talebesi bulunan memleketlerde İmam ve Hatib mektepleri bu hale gelirse bu vaz’iyete girerse diğer memleketlerdeki mekteplerin halleri acaba nasıldır? Kendi memleketlerindeki İmam ve Hatib mekteplerine çocuklarını yollamayan ahali İzmir’e [mi] yollayacaklar? O mekteplere gitmeyen çocuklar başka memleketteki mekteplere mi gidecek? Buna ihtimal verilebilir mi? Ödemiş ve Tire İmam ve Hatib mekteplerinin sedleri ve İzmir’e nakilleri eğer tasarruf fikrine müstenid ise Maarif Vekaleti parasızlıktan sıkıştıkça İmam ve Hatib mekteplerini birer birer kapayacak veyahud hepsini bir mektepte toplamaya kalkışacak demektir. Öyle ya bu gibi mühim merkezlerin İmam ve Hatib mekteplerini kapayınca o derecede haiz-i ehemmiyyet olmayan memleketlerin mekteplerini kapamasına hiç mani’ yoktur. Talebesi olmadıktan sonra öyle yerlerde gösteriş için de tavsiye etmeyiz. Bu mekteplerin bu akıbete müncer olacağını biz çoktan anlamış idik. Onun için birkaç defa bu vaz’iyeti arz ve izah etmiş idik. İşin böyle olacağını anlamak ne keşfe ne de keramete muhtac değildi belki güneş gibi aşikar idi. Bugün Uşak Ödemiş Tire İmam ve Hatib mekteplerinin başına gelen akıbetin yarın bütün hiç şübhe yoktur. Kendi idaresinden aciz ahali üzerine ayrıca iaşe yükü alarak evladını başka memlekete gönderemez. Hem niçin göndersin? Memlekete imam ve hatib yetiştirmek onun vazifesi midir? Oğlunu imam ve hatib yapmakla gerek kendisinin ve gerek onun istikbali namına ne kazanmış olacaktır? İmamlığın hatibliğin kaç kuruş tahsisatı vardır ki o vazifeye rağbet gösteren olsun? Bunlara mikdar-ı kafi maaş verileceğini farz etsek bile bu devletin kimin başına konacağını kim bilir ki çocuğunu o mekteplere göndersin? İmamlık hatiblik herkese verilecek derecede amm u şamil bir vazife değildir ki herkes ona rağbet göstersin. Şimdiye kadar birkaç defa söylendiği gibi bir daha söyleyelim ki İmam ve Hatib mekteplerinin memlekete İmam ve Hatib yetiştirmesi yazıktır. Eğer memlekete imam ve hatibin lüzumu yoksa o nama mektep bulundurmak abestir. Lüzumu varsa bir Hilafeti ve Şer’iye Vekaleti’ni kaldırdık. Medreseleri de lağvedip hocaları çileden çıkarmakta ne ma’na var? Programları ıslah edilse bu mes’elelerden istifade bile edebilir idik.” Falih Rıfki Bey bu fıkrayı ta’kib eden satırlarda medreselerin zam eden o genç meb’usu cesaretsizlikle; Vasıf Bey’i de cesaretle tavsif ediyor. Fakat biz o zatın mülahazasını millet ve memleket menafiine pek muvafık buluyor ve böyle cesaretsizlikleri eser-i kemal telakki ediyoruz. Diyanet İşleri Riyaset-i Aliyyesinden: namıyla ve Cemil Said imzasıyla şan ile karşılaştırıldığı zaman serapa muharref olduğu anlaşılan bu esere Türkçe Kur’an demek esasen caiz olmadığı gibi Kur’an-ı Kerim’in tercümesi diye i’timad etmek de caiz değildir. Binaenaleyh gunagun maksadlarla neşredilen bu gibi eserlere aldanmamalarını müslümanlara tavsiye etmeyi bir vazife addederiz. Cemil Said Bey’in tercümesini mevzu’-ı bahs eden Tevhid-i Efkar refikimiz Diyanet İşleri Riyaset-i Aliyyesinin “Ikaz”ını te’yiden neşrettiği bir makalede mütalaat-ı atiyyeyi dermiyan etmektedir! emek sarf eylemek sayesinde kût-i la-yemut derecesinde bir medar-ı maişete nail olan müderrisler onların o maaşa istinaden teşkil etmiş bulundukları aileler esbab-ı maişetten mahrum kaldı. Hem de öyle bir zamanda ki ailelerini geçindirmek için bir iş tutmalarına ne zaman müsaid ne sinleri elverişli ne ellerinde sermayeleri var ne de tecrübeleri.. Bu kadar ma’sum ve bi-günah ailelerin ocaklarını söndürmek Vasıf Bey için şeref olamayacağı gibi Falih Rıfki Bey’in bunu alenen alkışlaması da kendisi için bir şeref olmasa gerektir. “Ocak söndürenin ocağı söner ev yıkanın evi yıkılır.” darbımesellerini onlar da bizim kadar bilirler zannederiz. Falih Rıfki Bey’in söndürülmelerini alkışladığı ocaklar eğer bu maddi aile ocakları ise kendisinden başka bunu alkışlayacak kimse bulamaz. Eğer maksadı medreselerin kapanmalarına karşı izhar-ı memnuniyyet etmek ise bugün mekteplerde ne gibi fenler okunuyorsa medreselerde de onlar okunuyordu fazla olarak da ulum-ı diniyye tedris ediliyordu. değildir. Söndürülen ocaklar hangi nevi’ ocaklar olursa olsun bunu alkışlamak meb’usluk sıfatıyla kabil-i te’lif değildir. Bir meb’us hiçbir vechile vatanın bir kısım evladını milletin herhangi bir sınıfını böyle tahkir ve tezyif edemez. Meb’usun vazifesi umum milletin ve o millete mensub sunuf-ı muhtelifenin hukûkunu himaye etmekten ibarettir. Ba-husus Falih Rıfki Bey’i meb’us Falih Rıfki Bey ocakların söndürülmesinde Vasıf Bey’in mühim rol oynadığını ve buna yakinen vakıf bulunduğunu söylüyor. Biz de zaten öyle anlıyor idik. Evet Vasıf Bey Meclis-i Milli’nin kararını kendi arzusuna göre tefsir ederek hatta karardan ziyade kendi hissiyatına tabi’ olarak Falih Rıfki Bey’in ta’biri vechile softa ocaklarını söndürdü. Bizim Vasıf Bey’in şahsına atfetmekte bulunduğumuz ocak söndürücülük Falih Rıfki Bey’in aleni şehadetiyle resmen teeyyüd etti. Bu defa medreseleri satılığa çıkarmak da yine Vasıf Bey’in şahsi ve hissi rolüdür. Vasıf Bey Meclis-i Milli toplanmadan onların arsalarını da yok etmek istiyor vakıf filan tanımıyor fakat ifadesinde Falih Rıfki Bey’in de onu teşvik ve tahrik ettiği ve onlarla beraber ocak söndürdüğü anlaşılıyor!... Falih Rıfki Bey Velid Bey’e karşı Vasıf Bey’in müdafaasına tahsis etmiş bulunduğu makalesinin diğer bir fıkrasında şöyle diyor: “Mart inkılabından birkaç gün sonra idi Maarif Vekaleti’ni tabii bir hakkı addeden genç bir meb’usa eğer yine mevki’-i iktidarda olsaydı medreseleri seddedip etmeyeceğini sormuştum! Bana şu cevabı verdi: Sus’ta Turanilerin kısmen istilaya duçar olmalarıyla hitam bulmuştur. Afrasyab ile Keykavus’un tabi’leri harb sahnelerinde mütemadiyen yekdiğerleriyle temas ettiklerinden bu temas İran’ın akaidi üzerinde devamlı bir te’sir icra etmiştir. Turanlıların müfrit madde-perestliği komşuları ve rakibleri olan İranlıların gayr-i münkeşif hayal-perverliği üzerinde tereddi-amiz bir te’sir yapmış ve bu suretle İranlılar Med sahasının eski sakinlerine hakim olmakla beraber Turanlıların ibadetini kısmen kendi ibadetlerine karıştırmışlardır. Binaenaleyh İran’da yalnız Hürmüz’e ibadet ediliyor ve Ehrimen tel’in olunuyorken Med’de hayır ve şerri temsil eden esasların her Hürmüz’e takdim ediliyordu. Asuri devleti Medlerden ve Babililerden müteşekkil ve tarihte ilk defa görülen bir ittifak karşısında yıkıldı. Fakat Asurilerin dini Arilerle meskun birçok havalide hakim olduğundan Zerdüştilerin telakkiyatı üzerinde silinmez bir iz bırakmıştır. Asurilerin bir tertib-i semaviye dair karışık i’tikadları silk-i ruhbani meratibine dair telakkıyatı Zerdüştiliğe intikal etmiştir. Artık Hürmüz’e şıyan bir elini yukarıya kaldıran eşya dairesiyle muhat olan kanatlı bir asker olmuştu. Farisistan’da Sirus’un zuhurundan ve fütuhatından mukaddem gerek mukim gerek muhacirlerin ibadeti ateş-perestliğe tahavvül edecek derecede tedenni etmiş yahud Keldan – Asuri Sabiiliği olmuştu. Garbi Asya’ya ta Hindistan huduna kadar takriben bin sene hakim olan firavunlardan hemen hemen bütün Mısır’ı zabt eden Asur şehri satvetli Saragon’un ve Senharib bu muazzam şehri Babililerle Medlerinmüttehid kuvvetleri karşısında yıkılmış ve bir daha akvam-ı cihan arasında başını kaldıramamıştı. Ninova’ya bir müddet rekabet ettikten sonra Asur’a boyun eğen Babil tekrar Asya medeniyetinin merkezi olmuş bin senelik sanayi’ ve fünunun imtizac eden edyan ve akvamın maabid ve rical-i dinin vücuda getirdikleri mahsulatı toplamış teazzuv etmemiş eski akaid ile yeni i’tikadat arasında bir hatt-ı vasıl te’min etmişti. Asur Eski Akadların medeniyet ve edebiyatıyla beraber dinlerinden de çok şeyler istiare etmişti. Babil Ninova’nın enkazı üzerinde daha muazzam bir ihtişama nail olduğundan Asurilerin ve Keldanilerin bütün irfanını kendinde teGörülüyor ki Cemil Said Bey kari’lerine vukû’ bulan taahhüdatını ifa edemeyerek kat’i bir adem-i muvaffakıyyete uğramıştır. Muma-ileyhin yaptığı hatalar sure-i Bakara’nın yalnız akaid-i esasiyye-i İslamiyyeyi ifade eden ilk üç ayetine inhisar etmiş olsa eserinin kıymetini nakisadar etmeye kifayet ederdi. Halbuki bu hatalar eserin hemen her sahife ve her satırında bir sel gibi gidiyor. Bunların tashihi ortaya çıkan eserin beş on misli bir eser daha vücuda getirilmesine vabestedir. Cemil Said Bey kabul ettiği esaslara ve nikat-ı nazara riayet edememekle herkesten evvel kendi eserini kendi eliyle mahkum etmiş bulunduğundan bizim de ayrıca bir hüküm ısdar etmemize hiçbir lüzum kalmamıştır. Yapabileceğimiz şey sarf olunan emeklere katlanılan fedakarlıklara acımaktan erbab-ı ehliyyeti tahrik etmesi me’muldür. Halkımızın hidayet-i Kur’an’dan bi-hakkın müstefiz olmasını te’min edecek olan ehl-i iman her halde müslümanların ebedi şükranını kazanacaklardır!..... Şimdi de İran’a atf-ı nazar edelim: İran İslamın mehd-i zuhuru olan ülkeye kurbiyeti i’tibariyle haiz-i ehemmiyyet olduğu gibi Musevilik ve Hıristiyanlık üzerinde vetli te’sir i’tibariyle de şayan-ı dikkat bir memlekettir. Garbi Ariler bir millet halinde tecemmu’ ve yeni bir geçerek bugünkü İran ve Afganistan sahalarına yayılmışlardı. Bunların bu havalide yaşayan Ham neslini ve Kuşileri istila yahud imha ile tedricen Bahr-i Hazer’e muvasalat ettikleri ve orada Med ve Susyana’da mukim merd ve cesur Turanlılara rast geldikleri anlaşılıyor. Garbi Ariler Turanileri mağlub etmeye muvaffak olmadan mukaddem kendileri ecnebi bir istilanın boyunduruğuna duçar olmuşlar Kuşiler ve ağleb-i ihtimal Asurilerin demir pençeleri altında uzun bir müddet yaşamışlardır. Müstevlilerin ihracı üzerine İran ile Turan arasında asırlarca devam eden muharebeler başlayarak Med ve Vehhabilerin Hareketi: Vehhabilerin hareketi bu hafta zarfında birtakım netaic verdi. Bunların birincisi devlet-i metbuasına hıyanet ve Harb-i Umumi esnasında İngiltere tarafına iltihak ederek müslümanlara sell-i seyf etmek esası üzere bir saltanat kuran Hüseyin’in nihayet terk-i saltanat mecburiyetinde kalmasıdır. Hüseyin Vehhabiler tarafından tiğini binaenaleyh ortadan çekildiği takdirde mücadele esbabından birinin zail olacağını ve bu suretle sulh u salaha imkan bulunması ihtimalinin kavi olduğunu görerek el-hasıl bütün Hicaz’ın pamal-i istila olmaması ve kurduğu bütün binanın yıkılmaması için terk-i taht u tac etti. Hüseyin’in terk-i taht u tac ederek hayat-ı siyasiyyeden çekilmesi üzerine Veliahdı Emir Ali umumi telgrafların ifadelerine bakılırsa meşruti bir hükümdar olarak babasının yerine getirildi. Yine telgrafların verdiği ma’lumata göre Emir Ali yalnız hükümdarlığa getirilmiştir. Muma-ileyhin babasının i’lan ettiği hilafet tevcih olunmamış ve kendi tarafından da iddia edilmemiştir. Bu suretle Hüseyin tarafından i’lan olunan hilafetten de feragat edilmiş bulunuyor: Vehhabi harekatının ilk neticesi budur. Maamafih Şerif Hüseyin isti’fasından mukaddem de denaetkarane birtakım harekatta bulunmuştur. Muma-ileyh mevkiini kurtarmak için İngiltere’ye mükerreren müracaatta bulunmuş kendisinin Harb-i Umumi esnasında bi’l-ihtiyar Bunun üzerine İngiltere Başvekili Avam Kamarası’nda beyanatta bulunarak İngiltere’nin bu mücadeleye müdahale etmeyeceğini ifade etmiştir. ın verdiği ma’lumata göre Hüseyin’in Cidde’de bir iki tayyaresi bulunuyorsa da bu tayyareler tarafından isti’mal olunacak bir tek bomba mevcud değildir. Bundan başka Medine’de mevcud bir silah deposu da bir müddet mukaddem birtakım şübheler üzerine Şerif Hüseyin tarafından imha edilmiş ve bu suretle Hicaz’ın vesait-ı müdafaadan mücerred bir halette bırakılması esbabı ihzar olunmuştur. Bu esbabı kimin ihzar ettiği mechuldür. Fakat her halde bu esbabı ihzar edenler Hicaz’ın sühuletle istilasını te’minde menfaatdar olanlardır. Bunların kim olduğu bilahare anlaşılacaktır. Yine Hüseyin ile İngiltere’nin münasebatı iyi bir safhada değildir. Muma-ileyhin İngiltere ile bil’l-ihtiyar teşrik-i merküz ettirmişti. Buhtunnasr’ın devrinde Babil devleti şahika-i şevkete yükselmişti. Yahudilerin devleti sukût etmiş ve bu milletin şebabı esir düşerek Babil’in suları kenarında Yehova’nın saltanat-ı zailesine mersiye-han oluyorlardı. Bu satvetli fatih Arabistan’a girmiş evlad-ı kırmış geçirmiş Mısır firavunlarının şevketini tarumar etmişti. İbrani vatan-perverin okuduğu la’netlere rağmen Babil Mısır kadar müstebid ve zalim bir efendi değildi. Beni İsrail bile Babililerin ulüvv-i cenabına şehadet ederler. Satvetli askerleriyle harab şehri fethetmek için Babil’e karşı bir ses çıkaramamışlardır. Ancak o zaman Beni İsrail Babil’e la’net okumaya “Babil nehirlerinin kenarlarında oturuyor ve Sahyun’u hatırladıkça ağlıyoruz. Ey Babil’in kızı Sen’in yavrularını taşlara çarpanlar mes’ud olacaklardır!” demeye başlamışlardır. Buhtunnasr’ın idaresinde Babil hiç şübhesiz mevcud medeniyetlerin merkeziydi. Sınıf-ı ruhaninin haiz olduğu nüfuz Babil’in inkırazıyla beraber bile inkıraza uğramamıştır. Babililerin telakkiyatı hem Musevilikte hem Isevilikte kabil-i ta’kibdir. Yahudilerin bir müddet-i medide Keldanilerin rahiblerin arasında kalmaları Babil hükümdarlarının saraylarında bazı İbranilerin elde ettikleri nüfuz her iki milletin gayr-i kabil-i ictinab olan tir. İbraniler Babil’e nim barbar bir halde götürülmüşlerdi. Uzun menfalarından iman ve i’tikadda ilerlemiş vasi’ amal-i siyasiyye perverde etmeye başlamış medeni bir millet olarak avdet ettiler. Babil’in fethiyle dini inkişaf tarihinde yeni bir devir açılır. Şimdiye kadar Asya devletinde isnaniyet dini hakimdi. Sirus’un Yahudilere karşı müsamaha-perverane hareketi onun Yahudiler tarafından bir “mesih” bir “rehakar” olarak tebcil olunmasına müeddi oldu. Beni İsrailin esareti İran tahakkümünün merkezine yakın bir yerde mecburi ikametleri ve Sirus’un devrinde İranilerle neticesinde Dara Histasb’ın devrinde Zerdüştiler arasında vukû’ bulan teceddüd-i diniye sebebiyet vermiş olması çok muhtemeldir. Mütekabil bir amel ve aks-i amel vukû’ bulmuştu. Beni İsrail Zerdüştilere bir Zat-ı A’la telakkisini derin ve müstekar bir şekilde aşılamışlar bi’l-mukabele onlardan bir silk-i ruhani telakkisini hayır ve şerrin hilkatinde ikilik fikrini almışlardı. O zamandan beri fenalık yapanlara fena bir ruh bahşeden Allah değildir. Ehrimen gibi Şeytan İbranilerin dini ve ahlaki tarihinde mühim bir mevki’ ihrazına başlamıştır. Maamafih bu hareketin sulh müzakeratı icrasına müeddi olması kuvvetle muhtemeldir. Şimdilik vaz’iyet bu merkezdedir. Çok ümid ederiz ki emakin-i mukaddese-i dilir ve Vehhabilerin bu hareketi arazi-i mukaddeseden bagi Hüseyin’in def’iyle nihayet bulur. Mısır ve Sudan Mes’elesi: Mısır ve Sudan mesailine dair İngiltere ile Mısır arasında cereyan edecek müzakeratın esasını ihzar için Londra’ya giden Mısır Reis-i Vükelası Sa’d Zağlul Paşa’nın Mc Donald ile vukû’ bulan mülakatlarının bir semere vermediği anlaşılıyor. İngiliz gazetelerinin verdiği ma’lumata göre Zağlul Paşa İngiliz işgalinin Mısır’dan ref’ini taleb etmiş ise de İngilizler Süveyş Kanalı’nı ve Mısır’ın sevkulceyşi noktalarını elde bulundurmak hususunda esas ihzarı teşebbüsü akamete duçar olmuştur. İngilizlerin bu hatt-ı hareketi hakikaten şayan-ı dikkattir. Çünkü ediyor diğer taraftan Mısır’ı işgal-i askeri altında bulundurmak tında yaşayan bir memlekete müstakil demek istiklali tanımamaktır. Dünya olalı böyle bir istiklal görülmemiştir. Bir memleketin işgal-i askeri altında bulunması esaretin en feciine ma’ruz bulunduğuna delalet eder. Böyle bir memleket hiçbir vechile müstakil olduğunu iddia edemez. letin arzusuna menfaatine işaretine göre hareket etmek mecburiyetindedir. Fakat bu pek bedihi hakikatlere rağmen İngilizler hem Mısır’ı müstakil tanıyacaklar hem de onu işgal-i askerileri altında yaşatacaklardır. Zağlul Paşa bu vaz’iyet karşısında Mısır’a avdete karar vermiştir. Müşarun-ileyhin Mısır’a avdetinden sonra ihtiyar edeceği hatt-ı hareket mechuldür. Paşa yine Riyaset-i Vükela makamında kalacak mı yoksa bu makamı terk edecek mi? Bilmiyoruz. Fakat Zağlul Paşa’nın İngilizlerle müzakerata girişmesinde bir fayda görmeyenler ve kendisini müzakere icrasından vazgeçirmek için çalışanlar haklı çıkmış bulunuyorlar. Hatırlarda kaldığına göre Zağlul Paşa’nın Londra’ya gitmemesini te’min için bir Mısır genci tarafından kendine bir kurşun sıkmıştı fakat Zağlul Paşa İngilizlerle yapılacak müzakerattan bir netice çıkacağına emin olduğu için cerihası iltiyam bulur bulmaz yine Avrupa’ya ve oradan Londra’ya gitti. Fil-hakika İngilizlerle yapılan müzakerattan bir netice çıkmadı değil. Fakat bu netice tamamıyla menfidir. Binaenaleyh müşarun-ileyhin alacağı vaz’iyet İngilizlerle mücadele vaz’iyetidir. Bu vaz’iyeti ihtiyar için Riyaset-i Vükela makamını feda ederek Riyaset-i milliyyesini demukadderat etmesinden evvel akdedeceği muahedeyi Harb-i Umuminin hitamından ve İngiliz makasıdının tahakkukundan sonra akdine teşebbüs etmesi ikinci bir cinayetti. İngiliz makasıdının tahakkukundan sonra İngilizlerin Hüseyin’e ehemmiyet vermeyecekleri bedihi idi. Fakat Hüseyin bunu da idrak etmeyecek derecede gaflet ve hamakat gösterdi. Binaenaleyh Harb-i Umuminin hitamından beri Hüseyin İngiltere ile bir muahede akdine çalışıyorsa da muvaffak olamıyor. Bilhassa son iki sene zarfında İngiltere ile vukû’ bulan müzakeratın verdiği etmeyecek yalnız İngilizlerin makasıd-ı istila-cuyanesini tatmin edecek bir mahiyette olduğundan muma-ileyh tarafından kabul edilememişti. Bilhassa tertib olunan muahedenin geçen sene ifşası Hicaz’ın da İngiliz himayesine terk olunduğunu gösterdiğinden bütün İslam alemlerinde bir kıyamet-i heyecan kopmuştu. Halbuki Şerif Hüseyin bu muahedeyi bir muvaffakıyet-i kübra olarak i’lan hatta onun namına tes’idat yapılmasını emretmişti. Demek ki muma-ileyh bu muahedeyi kabul edecekti. Şu var ki Filistin Yahudileri mumaileyhin bu memnuniyetinden bu tes’idatından kuşkulanarak muahedenin neşrini taleb ettiler ve neşrettirdiler. O vakit Şerif Hüseyin’in çekilmesi lazımdı. Fakat çekilmedi bu muvaffakıyetsizliği telafi için bizzat Mavera-yı Şeria’ya kadar gitti. Orada İngilizlerin Filistin Fevkalade Komiseri Herbert Samuel ile mülakat etti. Müzakerat gilizlerden nasafet ve adalet dilendiğini söyledi. Mensub olduğu milletin ve bütün alem-i İslamın kendisini vatanını satmakla eslafa hıyanetle itham eylediğini İngilizler tarafından muavenet görmezse akıbetinin pek feci’ olduğunu hepsi fayda vermedi. Bir tesadüf Şerif Hüseyin’e hizmet etti muma-ileyh makam-ı hilafeti ilga kararının o sırada girdiğini mağsub bir hakk-ı tarihisini i’lan ettiğini söyledi ve namına yeni bir lakab ilave ederek Mekke’ye döndü. Şerif Hüseyin bu suretle Hicaz ahalisinin ve umum Arapların teveccühünü ihraz edeceğini tevehhüm ettiyse de bunda da muvaffak olmadı. Çünkü muma-ileyhin Arabistan’da tahakküm ve diğer Arap ümerası üzerinde de icra-yı te’sir için hilafetten istifade edeceğini anlayan Yemen Asir Necid ve sair Arap ümerası aleyhinde birleşmeye başladılar. Nihayet bir gün Vehhabiler mumaileyhe karşı hareket ettiler. Bu suretle Şerif Hüseyin kat’i darbeyi yedi. Bundan dolayı muma-ileyhin yerine getirilen oğlu babasının i’lan ettiği hilafetten vazgeçti. Vehhabilerin Hicaz’da vukû’ bulan bu hareketle iktifa edip etmeyeceği hakkında sarih ma’lumat mefkûddur. gayr-i müslimler arasında mucib-i niza’ olan ahvali tedkik ettikten sonra tarafeynin yekdiğerine karşı mütekabil bir hürmet göstermesini te’min için müdahaleye karar verdiler. Rüesa-yı İslamiyye müslümanların Hinduları ığzab ve tahrik edecek bir şekilde sığır kesmekten imtina’ etmeleri için tavsiyelerde Hindu rüesası da Hinduların camilerin önünden çalgı çalarak geçmemeleri için dindaşlarına nesayıhta bulunacaklar ve bu suretle Hindularla müslümanların vahdetini te’mine çalışılacaktır. Her halde tarafeynin anlaşmaya muvaffak olarak İngiliz tahakkümünün devamına hadim olan münazaalardan kurtulmaları ve Hindistan’ın gayesine hizmet etmeleri temenni olunur. ruhde ettiği milleti istiklali kafil mücahedata sevk etmek lazımdır. Bu vaz’iyetin inkişafatını bekliyoruz. Hindistan Ahvali: Hindistan’ın en mühim hadisesi müslümanlarla mecusiler arasında vukû’ bulan mukatelelerdir. Bu mukatelelerin başlıca iki sebebi Hinduların tezahürat-ı diniyye esnasında çalgılar çalarak camilerin önünden geçmeleridir. Müslümanların hissiyat-ı diniyyesini rencide eden bu vaz’iyet tarafeyn arasında mücadeleler vukûuna sebebiyet vermektedir. Hinduların hissiyat-ı diniyyesini rencide eden nokta müslümanların onlarca mukaddes tanılan sığırları kesmeleridir. Sığır kesmek yüzünden de mukateleler vukû’ bulmaktadır. Hind rüesa-yı milliyyesi bu ahvale mümanaat için ahiren bir kongre akdettiler. Kongre müslümanlarla bunların hepsini burada irada imkan olmadığından bunların bir kısmını buraya naklediyoruz: ken diyor ki: “Haram olan taklid üç kısımdır. Birincisi aba’ ü ecdadı taklid ile iktifa ederek Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği ayat-ı beyyinattan yüz çevirmek. İkincisi sözleri şayan-ı ahz olmayanları bilmeyerek taklid etmek; üçüncüsü mukallidin sözünü nakz eden delailin zuhuruna rağmen taklidde devam etmek. Bu sonuncu kısım ile birinci kısım arasındaki fark birincinin bilmeyerek delilden bi-haber olarak taklid etmesi üçüncüsünün ilim ve hüccete rağmen taklidde ısrar etmesidir. Bunların taklidi daha mezmum daha isyan-amizdir. Cenab-ı Hak bu üç nevi’ taklidi zemmetmiştir. Kur’an-ı Kerim’de buyuruluyor ki . Yani “Onlara Allah’ın gönderdiğine ittiba’ ediniz denildiği zaman hayır biz babalarımızdan gördüğümüze ittiba’ ederiz. Peki babaları mı ittiba’ edecekler?” Yine Cenab-ı Hak buyuruyor ki ve yine buyuruyor ki . Bu suretle Cenab-ı Hakk’ın tenziline yüz çevirip aba vü ecdadın taklidiyle baa bu taklidi tahrim ve zem hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat Cenab-ı Hakk’ın gönderdiğine ittiba’ Bismillahirrahmanirrahim . Bu ayet-i kerimenin delalet ettiği ma’nalardan biri hakkın tavazzuhundan sonra bir başkasına iktidanın bir ma’zeret teşkil etmeyeceğidir. Vechi ve delili ma’lum olmayan hususatın maadasında umur-ı diniyyede bir kimsenin kimseyi taklid etme[me]si lazım geldiği bu ayet-i kerimeden istidlal olunmaktadır. ayet-i kerimesinin ifade ettiği ma’na Cenab-ı Hakk’ın doğru yoldan sapan bir kavme hangi eğri yollardan tevakki edeceklerini beyan buyurduğudur. İnsan hakkı gördükten parsa dal olur. nu söyleyenler “De ki: Allah’ın gösterdiği yol yok mu işte doğru yol odur.” ayet-i kerimesine hidayet ve din-i hak ile irsal ettikten Kitab-ı kerimini ve Sünnet-i mutahheresini ona vahiy buyurduktan sonra bir kimsenin re’y ve mezheb ashabından birine müracaatla onun kavline i’timad etmemesi icab ettiğini söylemektedirler. Bu hususta yazılan yazıların çokluğuna mebni Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul /- / / / /- / - ya kadar onu zahir ma’nasından ihrac ederler. Bunların sünnet-i mutahhere hususunda da ta’kib ettikleri hatt-ı hareket böyledir. Taklid ettikleri adamların akvaline uymayan bir hadis-i sahih buldular mı hadis-i şerifin derece-i sıhhati neye baliğ olursa olsun ona ehemmiyet vermezler; mürsel ve zaif ehadis içinde kendi sözlerine mutabık olanı buldular mı ona dört el ile sarılırlar onunla istişhad ve ihticac etmekten hiç çekinmezler. Maamafih taklide kail olanlar da ara sıra kitaplarında taklidin butlanından tahriminden bahsederler taklide hakim ta’yin ederse bu şartın ve bu ta’yinin sahih olmayacağını söylerler bazıları da ta’yini sahih şartı batıl telakki ederler. Bununla beraber kendilerinin mukallid olduklarını bildikleri halde ittiba’ ettikleri zevatın akvalinden ayrılmazlar bilakis bu akvale uymayan ayat-ı Kur’aniyyeyi ehadis-i sahiha-i nebeviyyeyi yahud ashab-ı güzinin sözlerini el-hasıl bunların ittiba’ ettikleri zevattan daha alim olanların akvalini terk ederler. adamın bütün akvalini kabul ile onu taklid eden bunun bütün akvalini hıfz edip başkasının akvaline ehemmiyet vermeyen bir adam bulunmadığını bildiğimiz gibi tabiin asrında teba’-ı tabiin devrinde de böyle bir şey vukû’ bulmadığını bi’z-zarure biliyoruz. Bu bid’at ancak dördüncü asr-ı hicride hadis olmuştur. bunların Resul-i Ekrem Efendimiz tarafından bildirilene muhalif ahkam-ı batıla vererek yeryüzünü hucec-i fede yetişen ulemadan sonra ulema kalmadığını söylemişler bunların bir kısmı İmam-ı A’zam Ebu Hanife’den Ebu Yusuf’tan Züfer bin el-Hüzeyl’den Muhammed bin el-Hasen’den el-Hasen bin Ziyad el-Lü’lüi’den sonra bir kimse hakk-ı ihtiyarı haiz olmadığını dermeyan etmişlerdir. Hanefilerin birçoğu da bu fikirdedirler. Bekr bin el-Ala el-Kuşeyri el-Maliki de hicretin iki yüzüncü senesinden sonra bir kimsenin ihtiyar edemeyeceğini söylemiş bazıları da Evzai ile Süfyan es-Sevri Veki’ bin el-Cerrah ve Abdullah ibnü’l-Mübarek’ten sonra bir kimsenin ihtiyar etmeyeceğini beyan etmiştir. Bazıları da Şafii’den bir kimsenin ihtiyar etmeyeceğini dermeyan etmişler fakat etbaı olan mukallidin ona müntesib olanlardan kimin kavliyle ahz olunacağı kimin kavliyle kısma ayrılmışlar bab-ı ictihadın ne zaman kapandığı hususunda da ihtilaf ederek birçok akval dermeyan eylemişlerdir. Bunlara göre yeryüzünde hak uğruna huccetle kaim olan bir kimse kalmamış ilim ile söz yolunda elinden geldiği kadar çalışıp da kendine hafi kalan hususatta daha iyi bilen birini taklid etmek mezmum bir hareket teşkil etmez. Cenab-ı Hak yani bilmiyorsanız ehl-i zikre ehl-i Kur’an’a sorunuz buyuruyor. Bu ayet-i kerime bilmeyenlerin bilenleri taklid etmelerini emretmektedir.” Görülüyor ki günah olan vebal olan taklid Kur’an-ı Kerim’den sünnet-i seniyyeden anlaşılabilecek hususatta takliddir. Bu vadide taklid Kur’an-ı Kerim’den yüz çevirmek taklid olunan zevatın akvaline i’timad ile ahkam-ı Teala Furkan-ı Hakim’inde yani “Size Rabbiniz tarafından gö derilene Yezid bin Uhti’n-nemr’den rivayet ediyor ki: “Hazret-i Ömer’in bu sözleri söylediğini işitmişimdir: Konuşmanız konuşmanın en fenası sözünüz sözün en kötüsüdür. Çünkü o kadar çok söz söylediniz ki nihayet filan şöyle söyledi filan böyle dedi deniliyor ve Kitabullah terk olunuyor. di’l-A’la tarikıyle diyor ki: “Süfyan bin Uyeyne bize dedi ki: Bir gün Rebia başı bağlı olduğu halde yaslanmış ve ağlamıştı. Niçin ağladığını sordum. Dedi ki: Apaşikar riyadan gizlenmiş şehevattan ulemanın önünde insanların mektep çocukları gibi durup emrettiklerini kabul nehyettiklerini kabul etmelerinden ağlıyorum.” Mukallidler nasıl günaha girmezler ki ayat-ı ilahiyye akvaline uymazsa ayeti almazlar ona türlü türlü te’viller bulurlar taklid ettikleri adamların akvaline uydurunca- / / Yegane cihet-i müşterekeyi teşkil eden beşeri esaslar Halik-ı kainatı tanımak ihtiyacı suret-i umumiyyede insanların bir ebeveynden çoğalarak aynı küre dahilinde mevahib-i kudretten mütesaviyen istifade etmeleri ilmi zaferlerin hayat-ı ictimaiyye ve ferdiyye üzerinde menafi’-i azime tevlid eylemesi ticaret sanayi’ sahasında daimi bir temasın gayr-i mütekamil milletler hayatında büyük inkişaflar husule getirmesi faziletin ukûl-i selime muvacehesinde her vakit fazilet reziletin de rezalet olması gibi hususatta mühim te’siratı haiz bulunuyor. Buna mukabil milletlerin harsi menşe’lerine tabi’ olarak tekamül ve gayr-i tabii vecheler dahilinde tereddi eden mefkureleri çok vasi’ ve şümullü netayici ihtiva ediyor. Asr-ı hazırda beşeriyet-i mütemeddine şark ve garb milletleri olmak üzere ikiye tefrik edilebilir. Garb milletleri umumiyetle Hıristiyanlık esasatına merbut oldukları gibi şark milletleri de Müslümanlık ruhuyla perveriş-yabdırlar. Afrika’yı baştan başa kaplayan nur-ı İslamiyyet o büyük kıt’ayı da şark ailesine iltihak ettirmiştir. Bundan başka ve sair akaid-i batıla kitleleri bulunduğu gibi garb ailesine dahil bulunan Amerika ve Avustralya’da da fazla mikdarda put-perestler mevcuddur. Garbda hiçbir din ile mütedeyyin olmayan mülhidleri de bu yekuna ilave etmelidir. Bunlardan anlaşılıyor ki; hayat-ı ictimaiyyede en mühim amil olan esas ve mebde’ diyanettir. Hakikat-i halde niyyete hakim bulunuyor. Vakıa şark ve garb da esası diyanet-i İslamiyye ve Hıristiyanlık olmak üzere muhtelif dini ve ictimai tarikatlar meslekler zuhura gelmiş ise de asr-ı hazırın camiası bu iki kuvvettir. Din-i kemal din-i beşer ve fıtri olan Müslümanlığın harika-nüma intişarı sayesinde ihtimal ki zaman-ı müstakbelde böyle bir mukayeseye lüzum kalmaz. Ancak bugün için biri tevhide diğeri bi’t-tahrif teslis ve teşrike vanin-i ictimaiyye nokta-i nazarından tahlil etmelidir ki hakikat yolu tenevvür etsin… Geçen makalemizde garbda doğan ve ölmeye namzed bulunan müsamahakarlığın esbab-ı zuhurunu tahlil ederken edyanın cümlesinin esasını tevhid teşkil eylediği halde şerayiin mürur-ı zamanla daha mütekamil yık-ı İnciliyyenin tahrif edildiğini söylemiştik. Kanun-ı ezeli-i tekamülün netice-i tabiiyyesi ve beşeriyetin yegane medar-ı saadet ve selameti olan ruhunda husule getirdiği mühim inkılabat ile şarkın evsöyleyecek bir adam kalmamış binaenaleyh bir kimsenin Kitabullah’a ve sünnet-i Resulullah’a bakarak ahz-i ahkama ve bu ahkam ile kaza ve iftaya salahiyeti kalmamış binaenaleyh bunu ancak taklid ve ittiba’ ettiği zatın akvaline müracaat ederek arada muvafakat hasıl olursa ifta edebileceğini yoksa reddedeceğini söylemişlerdir. Bu da’valar fasid batıl ve mütenakızdır. Cenab-ı Hak nurunun ikmalini vaad buyurmuş Peygamberimiz hak yolunda huccetle kaim olanlardan yeryüzünün hali olmayacağını ümmetten bir taifenin mahz-ı hak üzere kalacağını her yüz senenin başında Hak Tealanın bu ümmete bir müceddid göndereceğini beyan etmiştir. Aşikardır ki nususa muhalif bir surette ifta ve kaza caiz değildir. Nass bulunduğu halde ictihad ve taklide yol yoktur. Kitap veya sünnetten nass kaim olunca onu bırakıp başka bir şeye i’timada yahud nassın fehminde ve mezhebi kabule imkan bulunamaz. Bunun Kur’an-ı Kerim’den delili Cenab-ı Hakk’ın bu kavl-i kerimidir: Yine Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Yine Cenab-ı Hak byuruyor ki: Yine Cenab-ı Hak buyuruyor ki: / / / / / Hey’et-i ictimaiyyenin bir taraftan beynelmilel nikat-ı müşterekesi bulunan umumi ve beşeri mefkureleri diğer taraftan mahalli ve muhiti evsaf-ı sabite ve mümeyyizeleri mevcuddur. Milletlerin medeni esaslardaki müşareketlerine rağmen harsi tarihi ruhi dini birçok esbab dolayısıyla görüş ve düşünüş tarzları çok mütebeddildir. Bu tebeddül ve tahavvülün başlıca esbabını hey’et-i ictimaiyyelerin aramalıdır. Cem’iyetler; dini ictimai harsi menşe’leri i’tibariyle tasnif olunursa görülecektir ki dünyada ne kadar fikir kanaat var ise hey’et-i ictimaiyyelerin vecheleri arasında da o kadar muhtelif mefkureler vardır. te’min edecek bu esasat olduğu kadar aksi olan i’tikadsızlık ve müsamahakarlık ahlaki lakaydi su’-ı terbiyye adem-i tesanüd ve hod-bini hey’et-i ictimaiyyeleri evvela tereddiyat ile zaiflatan sonra tam bir dalalet ve rezilet ile izmihlale sevk eden amillerdir. Ma’neviyatı ahlakıyatı yüksek cem’iyetlerde reziletler faziletlere inkılab eylediği halde mütereddi hey’et-i ictimaiyyelerde faziletler reziletlere inkılab eder. tesbit eylediği bu ictimai kanunlar İslam hey’et-i ictimaiyyesine tatbik edilirse görülecektir ki din-i hakikat olan Müslümanlık kemal-i beşerinin yegane mürebbisidir. Garb hey’et-i ictimaiyyesinin ma’lul olduğu tereddiyat-ı mevludüdür. Fuhuş kumar su’-i ahlak Avrupa’nın ruhunu medeniyetini zahiren metanetine rağmen –kökünü kurt yiyerek çürütmüş bir ağaç gibi– esasından sarsmıştır. Garb mütefekkirlerinin daha ileriye giderek yakın bir müstakbelde bu şerait içinde tarihe karışacağını söyledikleri Avrupa medeniyetinin fevzalarla alude olan iç yüzünü ulum-ı ictimaiyyenin esbab-ı tereddi olarak gösterdiği evsaf ve alaim teşkil ediyor. Esasatından uzaklaşan Hıristiyanlık desatiri garbda bir ıstıfa-yı ruhi vücuda getirmekten uzak bulunmasına rağmen bütün memleketlerde ma’neviyatın takviyesi zaruretinden bahsedilmeye hatta bu yolda kuvvetli adımlar atılmaya başlamıştır. Menba’-ı ilhamı her türlü maddi ve ma’nevi ihtiyacatımızın tatmin ve takdirine kafi olan hey’et-i ictimaiyyemizin garbdan sirayet ve taklid tarikıyle hulul eden müsamahakarlık cereyanı karşısında safiyet ve metanet-i asliyyesini gaib etmek mevkiine düşmesi ibretle tedkik edilmelidir. Bir milleti mahv u inkıraza duçar etmek için en muvafık kumarın bünye-i ictimaimizde husule getirdiği tahribatı düşünmeye bile cesaret ister. Garb medeniyetini hakiki ma’nada bir medeniyet olmaktan çıkaran ve yarın için –kendi mütefekkirlerinin tereddi ve izmihlal ile ruhumuza esasatımıza harsimize o kadar yabancı oldukları halde hey’et-i ictimaiyyemizde ca-yı kabul bulması müştakkı olduğumuz terakki ve tekemmülat namına en büyük bir zarardır. Bir vakitler İslamiyet nurundan ahz ü iktibas olunarak tekemmül eden ulum-ı müsbete de bizim garba muhtac olduğumuz kadar garb da mutlak bir saadet ve huzuru refah-ı beşeri istihdaf eden ahlakıyat ma’neviyat ve ictimaiyatımızda bize muhtac bulunduğu halde elimizdeki hazainin taklidciliğe feda edilmesi zarardan daha saf-ı mümeyyizesini harsini medeniyetini vücuda getirmiştir. Hıristiyanlık da garb harsini te’sis etmiştir. Diyanete istinad eden harslerde hukûk-ı tabiiyye gibi vecheleri müttehid esaslar mevcuddur. İ’tikad namus ve iffet maali-i ahlakıyye hürriyet müsavat adalet mefkureleri müemmin irade-i Sübhaniyye cümlesinden bulunduklarından hakaik-ı eşyaya kavanin-i tabiata tamamıyla muvafık olan bu mefhumların vech-i muhalefeti ister şarkta ister garbda tecelli ve tezahür etsin mutlaka beşeriyet miştir ve gelmektedir de. Yine tedkik edilirse görülecektir ki kavanin-i tabiiyye ve ictimaiyyeye muhalif olarak husule gelen tereddiyat-ı ruhiyye ve maddiyyenin menşeini dinsizlik teşkil ediyor. Beşeriyet tekamülünü … medeniyet inkişafatını edyana medyundur. Bu ruh haricindeki dalaletler mutlak bir surette sukûtun amilidir. ulum-ı kütüb-i semaviyyede mezkur olan bu hakayıkı suret-i umumiyyede hey’et-i ictimaiyyeler üzerindeki te’siratı i’tibariyle tesbit ve hakayık-ı riyazıyye kat’iyyetiyle te’yid etmiştir. Hars ta’birinden maksud olan ma’na an’anat edebiyat ictimaiyat tarz-ı mi’mari tarihin gerek ayrı ayrı gerekse umumiyet i’tibariyle bir küll olarak diğer harslerden müstakil bir vasf-ı mümeyyize bir şekl-i muayyene malik olması yani muhtelif medeniyetlerin cihet-i farikasını teşkil eylemesidir. Her milletin salik olduğu dine tabayi’ ve mizaca adata tarihe hatta iklim ve mevki’-i coğrafiye göre bariz bir hususiyet arz eden muayyen bir harsi mevcuddur. Bu mahalli ve milli harslerin üzerinde de müessir olan hars-i dinidir ki İslam harsi İslam medeniyetinin Hıristiyan harsi de garb medeniyetinin ruhunu temsil eder. teniddir. En yüksek insani mefhumları inkişaf ve kemal-i beşeriyi müemmin desatir ve esasatın hey’et-i mecmuasını muhtevidir. Asırlarca zulm ü zalam içinde kalan cihanı nuruyla tenvir eden kurun-ı vüstanın derin cehl ve taassubu içinde ezilen insaniyete irfan ve ümid bahşeden İslamiyet ahkamını neshettiği şeriat-ı Iseviyye yerine kemalatla dolu bir hars ibda’ etmiştir. Ulum-ı ictimaiyye maiyyelerin esbab-ı kemal ve sukûtunu tedkik ederken kuvve-i ma’neviyye ve i’tikadın bir milletin temel taşını teşkil eylediğini kaydediyor. Bundan sonra metin bir terbiye-i ahlakıyyenin sunuf-ı ictimaiyye arasında tearuf ve teavünün evsaf ve mümeyyizat-ı milliyyenin sadıkane muhafazası lüzumunun en hararetli müdafii bulunuyor. kurtaracak asayiş vaktinde hakiki terakki ve inkişafını garbın taklide seza hürriyetlerinden biri olan hürriyet-i kelamiyye ve vicdaniyyeye taarruz etmiş oluyorlar: “Kurun-ı vüstai esasat mürevvicleri eski kafalılar irtica’cılar” gibi ca-be-ca elfaz-ı na-beca serdiyle fikirleri daha kuvvetli fikirlerle mağlub etmek tarik-ı tabiisinden inhiraf ediyorlar. Maksadımız bu cihetleri teşrih etmek olmadığı teşkil eden ictimai garb taklidciliğinin öteden beri tekrar edilen ve artık göz ile görülür el ile tutulur bir hale gelen zararlarını tehvin etmek zarureti üzerinde tevakkuf etmek lazım gelir. Muhitimizin en harim köşelerini bile işgale başlayan tereddiyat-ı ahlakıyye ve rezilet-i ictimaiyyenin korkunç tezahüratı karşısında levsiyat-ı ahlakıyyenin sirayetini men’ için müdafaa çareleri aranılmalıdır. Bu çarelerin en mühimmini ma’neviyatın fezail-i ahlakıyyenin takviyesi teşkil eder. Esas-ı ruhi ve ahlakisi sarsılan cem’iyetlerin payidar olması imkanını kaydetmeyen tarih mahvolmak üzere bulunan ne kadar camia-i ictimaiyyelerin kuvve-i ma’neviyye ve salabet-i ahlakıyye ile yeniden canlandığını da bildiriyor. Marazımıza deva teşkil edecek vesait ancak bünyemize muvafık gelen ruhumuzu okşayan devalardır. Bu da mümeyyizat ve esasat-ı milliyye ve ictimaiyyemizin muhafazası ictimai temellerimizin rasanetini te’min edecek esasat ile şafi bir te’sir vücuda getirebilir. terakkiyat için de terakkiyat-ı asriyyeye nail olmak için de şart-ı asli hey’et-i ictimaiyyemizin mensub olduğu ruh-ı ictimai ve ahlakiyi safiyet-i asliyyesiyle kabul etmektir. Bu da her türlü ihtiyacat-ı maddiyye ve her şeyin fevkinde tutmakla mümkün olabilir. Tekamül Geçenlerde Londra’nın Oxford’unda akd-i ictima’ eden dini kongreden bahis ve bu kongrede mütehassıs ulema ve mütefenninler tarafından irad olunan mebahis-i ilmiyyeye işaret etmiştim. Bu kongrede “Asri tadı ve İngiltere’nin İlm-i Hey’et Cem’iyet-i Kraliyyesi a’zasından Hector Mc Pherson’un irad ettiği hitabe-i görüleceği vechile muma-ileyh üstad “asri ilm-i hey’et”in bir Sani’-i Hakim’i ve bu Sani’-i Hakim’in vahdaniyetini büyük bir netice tevlid eder ki o da maazallah hey’et-i evsaf ve mümeyyizat-ı milliyyemizin vech-i mahsusunu zayi’ ederek yavaş yavaş diğer hey’et-i ictimaiyyelerin menfi harslerine istihalesiyle başlıyor. Hey’et-i ictimaiyyeleri harici te’sirlerden muhafaza eden yegane silah-ı müdafaa ma’neviyattan ibaret olduğu halde bu silahın gevşemesi ictimai cebhelerimizi mülevvesat-ı garbiyyeye karşı açık bırakmaktadır. Taklidcilik ferdi hayatta bile mütemessiklerine şeref vermesi imkanı olmayan bir za’fiyettir ki yalnız ruhi ve ahlaki gevşekliği ifade eder. Seciyeli irfanlı bir ruh elbette istikamet-i hayatiyyesini ta’yinde kimsenin hatt-ı hareketine arz-ı iftikar etmez. Cem’iyete faydalı uzuvlar ancak müteharrik-bizatihi olmak kabiliyetini göstermekle vazifelerini ifa etmiş olurlar. Hayat-ı şahsiyyede bile ashabı hakkında mucib-i şeref olmayan belki esaret ve za’fiyet-i ahlakıyye ve ruhiyyenin yegane mi’yarını teşkil eden taklidcilik hayat-ı Avrupa’da şüyuundan yarım asır sonra ve modası geçtikten sonra hey’et-i ictimaiyyemize sokulabilen bid’atlerin bila-teemmül kabul ve taklidi pek yüksek bir medeniyeti temsil eden hey’et-i ictimaiyyemiz için şayan-ı kabul bir şey değildir. Bir şeyin fayda ve zararı tezahüratına ve tecrübe olunduktan sonra vereceği fayda ve zarara göre ölçülebileceğine nazaran yarım asrı mütecaviz bir zamandan beri garblılaşmak namına yapılan şeylerden hey’et-i ictimaiyyemizin ne gibi faydalar gördüğünü anlamalıyız ki taklid ile tekamül ve terakkinin te’mini imkanı hakkında fikirlerde bir intıba’ husule gelebilsin! Halbuki ortada en ufak bir fayda yoktur. Garb ictimaiyatının ictimaiyat-ı makbulesinin değil levsiyatının garib bir zihniyetle levazımat-ı medeniyyeden addolunan kumar müskirat fuhuş dans bar serbesti müsamahakarlık şekilleriyle bünye-i ictimaimize hululü ancak tesanüd-i ictimaimizi fezail-i ahlakıyyemizi aile saadetini tahrib etmekten başka bir netice husule getirememiştir. Efkarında pek mutaassıb ve asla münakaşa kabul etmeyen taklidciler fikirlerinin muarızı mefkureler için en na-be-mevsim ithamat ve tecavüzatı serd etmek suretiyle tiği kainata nisbetle o kadar muazzamdır ki on yedinci asır ulemasının böyle bir füshat-abadı tasavvur etmelerine ettiği kainat pek vasi’dir. Ecdadımızın kaffe-i eşyaya merkez tanıdıkları arz bugünkü hey’et-şinaslar nazarında güneşin etrafında hareket eden seyyarelerden yalnız biridir. Güneşin ve daha büyük kevakibin azametini müteaddid cihanları güneşten ayıran mesafelerin vüs’atini idrak ettiğimiz takdirde arzımızın manzume-i şemsiyye dahilinde bile oynadığı rolün ehemmiyetsizliği tavazzuh eder. Arz kainatın merkezi değil “arz ve kamer” manzumesinin merkezidir. Ancak kamerle kıyas edildiği zaman arz büyük ve mühim görünür. Arza tabi’ olan kamer nisbeten bize yakın olan yegane cism-i semavidir. Eb’ad-ı semaviyyeye nisbetle pek ehemmiyetsiz bir mesafe olan bin mil kadar bizden uzak olan kamer Flammarion’un dediği gibi adeta küre-i arzdan ayrılan bir kıt’adır. Arzımızın hakim olduğu küçük sahanın kutru bin milden daha azdır. Böyle binlerce milden bahsediyorken kabil-i tasavvur alemin içinde bulunduğumuzu unutmamalıyız. Fakat güneşin vüs’at ve bu’dunu takdir ettiğimiz zaman yeni bir aleme girmiş oluruz. Mesaha i’tibariyle bu muazzam küre arzımızdan kere büyüktür. Herkesin bildiği gibi güneşin arzdan uzaklığı milyon mildir. Fakat bu mesafe de manzume-i şemsiyyenin en küçük mesafelerinden biridir. Çünkü arz güneşe nisbeten yakındır. Neptün güneşten mil mesafededir. Güneşin hakim olduğu sahanın kutru milyar mildir. Seyyareler bugün iki kısma taksim olunuyor: Büyük ve küçük seyyareler. Acaba küre-i arz bunların hangi kısmına dahildir? Arz büyük seyyarelerden değildir. Çünkü Müşteri Zuhal Uranus Neptün onlardan çok büyüktür. Müşteri arzımızdan kere büyüktür. Binaenaleyh arz küçük seyyarelerin en büyüğüdür. Çünkü Zühreden biraz Merihten daha ziyade Utaridden daha fazla büyüktür. O halde arzı güneşin etrafında hareket eden küçük bir yıldız olarak ta’rif edebiliriz. Manzume-i şemsiyye vasi’ ise de kainata nisbetle o kadar büyük değildir. On sekizinci asrın hey’et-şinasları seyyarelerin harekatıyla Newton Kanunu’nun tahki kı yla meşgûl olmakla beraber bunu mübhem bir surette Herschel’dir. Muma-ileyh güneşin arzı ve bütün seyyarat ve tevabiini birlikte götürerek mekan içinde hareketini keşfetmekle kendi devrinde sür’atle hareket ettikleri zannolunan sevabit ile güneş arasındaki karabeti tavzih etmiştir. rını iddia ederek asriliği neşr-i ilhada vesile ittihaz edenlere üstad-ı muma-ileyhin bu sözü pek kuvvetli ve kat’i bir cevabdır: “İnsanları ilhada saptıran; sathi irfandır. Hakiki irfan rin da’valarında muhik olmaları için bu seviye-i irfana yükselmeleri icab eder. Aksi takdirde bunları asri telakki edemeyiz. Hakiki asrilik hadim-i din değil hadim-i dindir. Makalede Hıristiyanlığa havale olunan ta’rizatın Müslümanlığa zerre kadar şümulü olmadığı aşikardır. Asri ilm-i hey’et üç asırdan daha eski değildir. Gerçi seneden fazla bir zamandan mukaddem Kopernik namındaki eseriyle bu müessesenin temel taşını attı ve bu eserle zahiren gayr-i müteharrik olan arzın zahiren müteharrik olan güneşin etrafında hareket ettiği anlaşıldı. Fakat takriben bir asır kadar bu nazariyeyi Katolikler de Protestanlar da zamanın mütefenninleri de bir deli saçması addederek onunla istihza ettiler. Ancak Galile ile Kepler müstakil hatlar üzerinde çalışarak Kopernik nazariyesini kendi mesai-i ilmiyyelerinin bir neticesi olarak kabul ettikleri zaman güneşi merkez tanıyan nazariye ciddiyetle telakki olunmuştur. Fil-hakika Newton’un netice-i mesaisi olarak bu nazariyenin kabul-i ammeye mazhar olduğu söylenebilir. Şurasını hatırlamak icab eder ki bugüne kadar Hıristiyanlığın desatiri olan Protestanlık ve Katolikliğin akaidi arzı manzume-i kevkebiyyenin merkezi olarak kabul etmişti. Arz; yegane alem hilkatin münteha ve hedefi telakki olunuyor bütün ecram-ı semaviyyenin onun etrafında döndüğü sırf arzın sakinlerine gündüzleri ifaza-i nur için güneşin geceleri isar-ı ziya için kamerin yaratıldığı zannediliyordu. Hıristiyanlığın dini müceddidleri engizisyon mahkemelerinin a’zası kadar bu akideye dört el ile sarılmışlardı. Luther Kopernik’i Kitab-ı Mukaddes’i nakza uğraşan bir ahmak yalancı bir müneccim olarak yad eylemiş; Melanchthon bu gibi nazariyatı etmiştir. Kalven ise Kopernik’in sözünü Kitab-ı Mukaddes’in beyanına kimin tercihe cesaret edeceğini sormuştu. Terakki-i beşere engel olmak isteyen bütün bu mesai heder oldu. Geçen üç asır zarfında ilm-i hey’et gerek zaman ve gerek mekan i’tibariyle kainat hakkındaki ma’lumatımızı mütemadiyen tevsi’ etti. Bugün ise hey’et-şinasların önünde duran kainat eskilerin tasavvur et ve en uzağının ziya senesi mesafesinde olduğunu ta’yin etmiştir. Muma-ileyh üstadın daha uzak masafelerinden bahsetmeyelim. Çünkü muma-ileyh bir milyon ziya senesi imtidadında mesafeler keşfetmektedir. Kainatın mütenahi veya gayr-i mütenahi yahud mahdud veya gayr-i mahdud olduğu mes’elesinin henüz cevabı verilmemiştir. Bizim bu manzume-i kevkebiyye dediğimiz şey şübhesiz mahduddur. Fakat bunun sayısız adalar içinde bir ada olup olmadığımızı bilmiyoruz. Şimdi bu vüs’atin intıbaatından bahsedelim: - Bu vüs’atin en bariz intıbaı bu manzume-i kevakib ve avalimin bizzat kendini izah etmesidir. Takriben bir sene mukaddem Amerika’nın büyük hey’et-şinaslarından biri demişti ki: “Bu kadar muazzam bir kainat karşısında hasıl ettiğim en muhkem kanaat onun içinde veya fevkinde bir uluhiyet bulunduğudur. Kainatın sırf maddi kendini icad eden birtakım kuva-yı tabiiyyenin bi’t-tesadüf temerküzünden husule gelen bir netice olduğu da’vasını muhakemem suret-i kat’iyye reddediyor.” Diğer bir feylesof “Bütün gördüklerimizi bir Kudret-i Fatıra’nın vücuda getirdiğine dair fikr-i beşerin tenevvuuyla bütün kainat-ı meşhudeye şamildir.” diyor. Kainat ölçülemediğinden onun illet-i esasiyyesi de gayr-i kabil-i kıyastır. Kainat gayr-i kabil-i kıyas bir kudretin Kudret-i Ezeliyye’nin bir tezahürüdür. Bu Kudret-i Ezeliyye’nin huzurunda la-edri olan Spencer bile huşu’ semavat karşısında duydukları hayret ve perestiş bugüne kadar ber-devamdır. Yalnız bu hayret ve perestiş asri ilm-i hey’etin emin neticeleriyle derinleşmiş ve yükselmiştir. Hey’et bize kainatın vüs’atinden daha başka şeyler de ifşa ediyor ki bunlardan da bir şeyler öğrenebiliriz. Kevakible müzeyyen semavattan Kudret-i Fatıra hakkında daha fazla şeyler seziyoruz. Asri hey’et kainatın birliğini tezahür ettirmiştir. Newton Cazibe Kanunu’nu vaz’ ettiği zaman güneşle seyyaratın bir manzume arz ile avalim-i sairenin bir aile teşkil ettiğini ve hepsinin hareketlerini bir kanuna muti’ olarak ifa eylediklerini göstermişti.’de Herschel muzaaf yıldızları keşfettiği zaman manzume-i kevkebiyyenin bir aile teşkil ettiği bütün manzume-i kevkebiyyedeki madde kütlelerinin aynı kanuna tabi’ olduğu tekrar sabit olmuştu. Bundan başka ilm-i hey’etin astrofizik tesmiye olunan şu’besi de bir taraftan arz ve şemsin diğer taraftan arz ile kevakib-i sairenin arasındaki karabeti te’yid etmiştir. Heva-yı şemside gazat şeklinde arzın ma’ruf birçok anasırı bulunduğu sabittir. EzSon altmış sene zarfında güneşin bir ehemmiyet-i mahsusayı haiz olmadığı anlaşılmıştır. Güneş a’zami bir milyar asgari milyon oldukları takdir olunan yıldızlardan biridir. Onun ehemmiyeti arzımızın onun tevabiinden biri olmasından ileri geliyor. Yoksa fil-hakika haiz-i ehemmiyyet değildir. Profesör Russell yıldızları iki gruba taksim etmektedir: Büyükler ve küçükler. Büyüklerin kuturları on veya yüz milyon millerle ölçüldüğü halde küçüklerin kutru yüz binlerce mil ile ölçülmektedir. Takriben dört sene mukaddem Kaliforniya’nın Mount Wilson Rasathanesi’nin hey’et-şinasları Betelfo ismindeki parlak yıldızın kutrunu ölçmeye muvaffak olmuşlar ve bunun mil olduğunu çıkarmışlardı. Daha sonra bunlar Antares namındaki yıldızı ölçmüşler ve bunun kutrunu mil bulmuşlardı. Geçenlerde de Harvard Kolleji’nin Rasathane Müdürü Doktor Shapley bir milyar mil kutrunu haiz yıldızlar bulmuştu. Bu muhayyirü’lukûl hakikatler güneşin küçücük arzımıza nisbetle vasi’ addolunmasına rağmen onun da küçük yıldızlar sırasına düştüğünü gösterir. O halde arzımız küçük bir yıldız etrafında dönen küçük bir yıldızdır. Maddi kainatınn vüs’atini daha iyi takdir etmek için yıldızların arasındaki mesafattan bahsedelim. Birbirine en yakın yıldızlar olan Alpha Centauri ile Prokıs arasındaki mesafe milyar mildir. Bu iki yıldız birbirinden o kadar uzaktır ki kamerden arza bir buçuk saniyede güneşten arza sekiz dakikada muvasalet eden ziya bu seyahati icra için dört seneye muhtacdır. Halbuki Centauri yıldızları bizim en yakın komşularımızdandır. Daha uzak mesafelerde parlak yıldızlar vardır. Bunların büyüklerinden fakat en yakınlarından biri Vega yıldızıdır ki milyar mil mesafededir. Ziyanın bir senede milyar mil kat’ etmesine göre bu yıldız bizden ziya senesi mesafesindedir. Halbuki Antares ile Betelfo ziya senesi mesafesindedir. Ursa Major ile Orionun hiç olmazsa ziya senesi mesafesinde oldukları anlaşılıyor. Fakat Profesör Shapley’nin tedkikatı eb’ad hakkındaki ma’lumatımızı biraz daha tezyid etmiştir. Yirminci asrın mebadisinde hey’et-şinaslar bütün manzume-i kevkebiyyenin ziya senesi kutrunda olduğunu takdir etmişlerdi. Profesör Shapley kehkeşanın kesif yıldız bulutları içinde ziya senesinden daha yakın olmayan büyük yıldızlar keşfetmiştir. Manzume-i kevkebiyyenin merkez-i sıkleti güneşten ziya senesi mesafesindedir. Nitekim bütün kevakibin semki ve kutru ziya senesi teşkil ediyor. Yani bugünkü kainat yirminci asrın mebadisinde idrak olunan kainattan kere büyüktür. Bunların haricinde birtakım tevabi’ vardır. Doktor Shapley bunların en yakınının ettiği gibi hilkatin bir hedefi olduğunu da ilham etmektedir. El-hasıl asri ilm-i hey’etin gösterdiği kainat bize bir kudret hakim bir kudret hilkati bir hedefe doğru götüren bir Kudret-i Fatıra’yı ilham ediyor. İlm-i hey’etin akaid-i diniyyeye muhasım değil bilakis melike-i ulumun hadim-i iman olduğuna kaniim. Sathi bir irfan insanları Biz yirminci asrın adamları önümüzde açılan fikir ufuklarının huzurunda kemal-i emniyyetle bu sözü te’yid ederiz: “Bizi yaratan el yedu’llahtır.” Müslümanların mi’maride faikıyeti izahtan müstağnidir. Muhteşem asar-ı İslamiyyenin bakıyyesi şark ve garbın her tarafında hala hayretle temaşa olunmaktadır. Şeklin nezaheti anahatların sadeliği resmin zarafeti tenazurun mükemmeliyeti teferruatın ahengi ifadenin ulviyeti i’tibariyle İslam asar-ı mi’mariyyesi dünyanın herhangi mi’marisine müsavidir. Asar-ı mi’mariyye-i asarına min-külli’l-vücuh faiktir. Mesacidin merakıdın sarayların tezyininde isti’mal olunan hutut-ı nefise-i İslamiyye İslam sanayi’-i tezyiniyyesinin en mühimlerinden biridir. Kur’an-ı Kerim’in bazı sureleri kubbelerin içlerine minarelerin etrafına kapıların kemerlerin üzerine hakk edilir ve bu tezyinat ruh-ı tevhid ile tecelli eder. Ticaret ziraat sanayi’ istihsalat hakkındaki yazılan asar-ı İslamiyye pek çoktur. Tedkikat-ı tarihiyye i’tibariyle müslümanları bu vadide geçen eski yeni bir millet yoktur. Evvelemirde bütün mesai Peygamberimizin tarihini tedvine hasr olunmuş bilahare bu mesai tevsi’ edilmiştir. Asar-ı atika taharriyatı coğrafya etnoloji hepsi tarihte mündemiçti. En büyük zekalar bu cazib ilme vakf-ı mesai etmişti. arasında büyük bir fark vardır fakat aradaki zamanı öyle bir ketibe-i muharririn işgal eder ki mesailerinin semereleri akvam-ı İslamiyyenin ilham-ı İslam ile vukû’ bucümle onlarda da sodyum potasyum kalsiyum hadid ve müvellidü’l-ma’ vardır. Güneş bizim en yakın akrabamızdır. Bir yıldız bir yıldızdan azamet ve ihtişamıyla ayrılırsa da büyük küçük bütün yıldızların hevasında aynı anasır-ı kimyeviyye mevcuddur. Bu anasır muhtelif nisbetlerde muhtelif iklim ve tazyik şeraiti altında bulunmakta madde kainatın en uzak aksamında arzda cari olan aynı kavanine tabi’dir. Aynı kavanin hükümran olmakta ve aynı ameliyat devam etmektedir. Yeni tabii[yy]at cazibeden bir kudret olarak değil mekanın bir hassası olarak bahsetmektedir. Fakat cazibe ne olursa olsun kainat-şümuldür. Kainatta birlik hükümrandır kanun birliği madde birliği cereyan birliği. Aynı şerait hasıl oldu mu aynı netaic hasıl oluyor. Hayat ve aklın kainatın bir noktasına münhasır olduğunu zannetmek hamakattir. Komşumuz olan Merih’te görünen birtakım esrarengiz işarattan sarf-ı nazar alemlerin teaddüdü vahdet-i kainatın bir zaruretidir. Bazı hey’et-şinasların dediği gibi muzaaf yıldızların etrafında dönen kevakib bulunmasa bin yıldız içinde biri bir manzume-i kevkebiyyenin merkezi olsa –ki bunların hepsi münazaunfih birtakım fikirlerdir– yine manzume-i kevkebiyyenin muhtelif enhasında hayatın zuhuruyla karşılaşırız. O halde kainat bir alemdir. Müteaddid alemler değildir. Madem ki manzume-i kevakib bize gayr-i kabil-i kıyas bir Kudret-i Fatıra ilham ediyor o halde onun bu Kudret-i Fatıra’nın vahdaniyetine delalet ettiğini söyleyebiliriz. Kainat müteaddid aliheye değil bir Halik’a şirke değil tevhide daldir. Bundan başka kainat muntazam bir kainattır. Sathi bir nazar teşevvüş ve adem-i intizam görür. Fakat ve ahenge terk-i mevki’ etmektedir. Mesela seyyaratın karmakarışık harekatı Kopernik nazariyesiyle en basit bir mes’eleye irca’ olunmuştur. Yıldızların harekatı daha karışıktır. Fakat Herschel’in zamanından i’tibaren bunların da bir gün sırlarını ifşa edecekleri anlaşılmıştır. Belki bu birkaç asırlık bir iştir. Fakat gayr-i kabil-i hall değildir. O halde muntazam bir kainat bize kainatın nihayet kabil-i fehm olduğunu ifade etmektedir. Kainat bize kuvvetten ve bir kudretten bahsederse o halde bu kudretin kör bir kuvvet değil hakim bir Kudret-i Fatıra olduğu anlaşılır. Biz bu hakim Kudret-i Fatıra’nın asar-ı hikmetini Kepler’in pek güzel ifade ettiği gibi mütevali keşfiyatımızla anlamaktayız. Bir adım daha ilerleyebiliriz. İlm-i hey’et bize daha başka şeyler söylüyor. Kainat bize bir Kudret-i Fatıra’nın vücudunu ve bu Kudret-i Fatıra’nın vahdaniyetini ilham en çok Musul’da ikamet etmiştir. İbnü’l-Esir’in Musul’daki konağı devrin en büyük ulema ve fuzalasının asri Avrupa’nın en güzel eserleriyle kabil-i kıyastır. Coğrafya ulemasından olarak da yad ettiğimiz Ebü’lFida dördüncü asr-ı hicrinin mebadisinde Hama sultanıydı. Kalemine hakim olduğu kadar kılıncına da hakim olan bu Emir çok kıymetli mezaya ile mütehalli idi. Kendisi şark uleması arasında yüksek bir makamı haizdir. Eserinin İslamın siyasi ve edebi tarihiyle sekizinci asırdan on ikinci asra kadar Bizans ile münasebatına dair olan kısmı son derece kıymetdardır. mişti.’de Tunus’ta doğan İbni Haldun o zaman bir sahne-i ihtilal olan Afrika’nın ortasında bulunuyordu. Muma-ileyhin muazzam eserine yazdığı bir hazine-i ve hikmettir. Haldun bu de cem’iyetin menşeini medeniyetin inkişafını devletlerin ve hanedanların esbab-ı i’tila ve sukûtunu da tedkik eder ve sair mesail arasında bir milletin seciyesinin teşekkülünde ’da irtihal etmiştir. Araplar pusulayı ihtira’ ederek tahsil-i irfan veya icrayı ticaret için bütün dünyayı dolaşmışlar; Afrika’da Hind adalarında Hind sahillerinde Malay şibh-i ceziresinde müstemlekeler te’sis etmişlerdir. Çin bile mesdud kapılarını müslüman sahillerine [seyyahlarına] açmıştı. Hatta müslümanların Amerika’ya kadar gittikleri söylenilmektedir. Müslümanlar dünyanın eski kıt’alarında ve her yerde mesai-i beşeriyyenin her şu’besinde bi-nazir bir hareket uyandırmışlardır. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz sa’yin bir vazife olduğunu çalışanlar hakkında şefkat ibrazını tavsiye buyurmuşlar ticaret ve ziraate teşvik etmişlerdir. Bi’n-netice müslümanlar arasında tacirler işçiler bütün san’atkarlar hürmet görmüşler valiler kumandanlar alimler mesleklerinin ismiyle yad olunmaktan çekinmemişlerdir. İslam devleti içinde kervanların masuniyet-i tamme dairesinde hareketleri yolların emniyeti her tarafta inşa olunan kuyular su yolları ve su mahzenleri hanlar ve misafirhaneler bunların hepsi ticaretin sanayiin istihsalatın ilerlemesine hizmet ediyordu. Müslümanlar girdikleri memleketleri kanallardan müteşekkil bir ağ haline getirmişlerdir. Müslümanlar ya’nın pek büyük sahaları evvelce gayr-i kabil-i zer’ iken lan faaliyet-i zihniyyelerine bir fihrist teşkil eder.’da mış ve çalışmıştı. Muma-ileyhin nam eseri nefis bir üslub ile yazılan tedkikat-ı tarihiyyenin terakkisini gösteren bir eserdir. Üçüncü asr-ı hicrinin evahirine ve dördüncü asrın mebadisine doğru iştihar eden Hemedani cenubi Arabistan’ın mükemmel bir tarihini yazmış orada yaşayan kabail hakkında o kabailin şayan-ı dikkat asarı hakkında o kabailin yazıları Yemen’in tarih-i ırkisi ve coğrafyası hakkında mükemmel ma’lumat vermiştir. Fakat Mes’udi Biruni İbnü’l-Esir Taberi Mohel tarafından Haldun Makrizi Minkari Ebü’l-Fida Nüveyri Mirhond’un eserleri tedkik olunursa müslümanların bu şu’be-i irfanda derece-i terakkileri anlaşılır. Bu zevat yalnız bu şu’be-i irfanda mütehassıs değildiler. Bunlar birer muhitü’l-maarifti birer feylesoftu birer coğrafyaşinastı birer riyazi idi. Mes’udi Bağdadlıydı. Gençliğinde seyahatler icra ederek İslam aleminin hemen her tarafını görmüştü. Muma-ileyh evvela Hindistan’a gitmiş Multan ve Mansure’yi ziyaret etmiş İran ve Kirman’ı gördükten sonra tekrar Hindistan’a avdet ederek Kambay’da Deken’de bir müddet ikamet etmiş ba’dehu Seylan Adası’na oradan Madagaskar Adası’na gitmiştir. Muma-ileyhin Hind-i Çini’yi de ziyaret etmiş olması çok muhtemeldir. Bundan başka bu İslam alimi merkezi Asya’yı dolaşmış Bahr-i Hazer’e kadar muvasalet etmiştir. Seyahatlerini itmam ettikten sonra muma-ileyh bir müddet Taberiye ve Antakya’da ikamet etmiş sonra Basra’da yerleşerek namındaki eser-i muazzamını yazmıştır. Bilahare Mes’udi Fustat yani Eski Mısır’a giderek orada ini neşretmiştir. Bundan başka kısmen mahfuz olan’ı yazmıştır.de Mes’udi muhtelif memleketler gören hayatın her safhasını tecrübe eden kari’lerine yalnız ma’lumat veren değil aynı zamanda onları tenşit etmekten zevk alan şen ve sevimli bir insan tavrıyla bütün gördüklerini anlatır. Me’hazlarının dalmaksızın şayan-ı hayret nadir ve haiz-i ehemmiyyet gördüğü şeyleri izah eder temas ettiği milletleri o milletlerin ahvalini iktidar ile tasvir eyler. Arapların “Livi”si tesmiye olunan Taberi hicretin ’nci senesinde eserini yazmıştı. Bilahare el-Mekin tarafından bu tarih hicretin’nci asrına kadar itmam edilmiştir. Kadim ve tarihi bir dost vardı. Kendisi derviş idi. Şeyhi ma’hud İctihadcı idi. Tekkesi “İctihad Evi” nam idarehane Kah Pazar günleri kah Salı günleri diğer müridanla beraber orada toplanarak zikr-i şeytani ve fikr-i nefsani ile meşgûl olurlardı. Ma’hud İctihadcı tarafından meratib-i dalaleti en çok kat’ edenlere “icazet” verilirdi. O mertebeye erenlere halkı idlal vazifesi tahmil olunurdu. Benim dostum o tekkenin en olgun ve en dolgun bir müridi Kendisine emr-i hak vaki’ olunca post-nişinlik vazifesi ona tevcih olunacak idi. İlk defa onu idlal meydanına salıverdi. Vazife-i idlaliyyesinde muvaffakıyetine efsun okuyarak ömrünün efzun olmasını İdlaliye tarikatının piri bulunan mahluk-ı ma’ruftan dileyerek iki elleriyle sırtını sığayarak “Haydi arslanım seni göreyim” diyerek kalem-i iğvayı eline verdi. Akidesizliği neşr ü ta’mim ile muvazzaf tutulan bu olgun ve dolgun misyoner derhal kaleme sarıldı. Ma’hud mecmuada akaid-i İslamiyyeye i’lan-ı harb etti. Kör ve paslı kılıncıyla bu harbinde galib geleceği tevehhümünde bulundu. Mütemadiyen yazdı. Lisan-ı düşnam uzatmadığı hiçbir fazilet-i İslamiyye bırakmadı. ünvanıyla bir de eser neşretti. En şedid hücumları Hazret-i Muhammed’e tevcih ediyordu. Mu’cizatıyla uğraşıyordu. Onları ilim ve fen ile bir türlü te’lif edemiyordu. İlim ve fen namına bildiği bir şey de yoktu. Yalnız o kelimeleri telaffuz ve tefevvüh etmeyi öğrenmişti. Hezeyanlarına kimseyi inandıramadığına çok müteessif idi. Bu yüzden fazlaca asabiyet gösteriyordu. Yazılarını okuyanlar onda bir gayr-i tabiilik görüyordu. Muhtac-ı tedavi bulunduğuna kani’ olan doktorlar da var idi. Giriştiği da’vanın azamet-i kahiresi karşısındaki hiçliğini anlamayarak ortaya atılmasına nazaran doktorlara hak vermemek de kabil değildi. On üç asrı mütecaviz bir zamandan beri muhtelif milletlere mensub garazkarların akidesizlerin müsteşriklerin fen ve felsefe mütehassıslarının aleyhdarane yazılarıyla hücumlarıyla meyen ve bilakis daima yükselen Hazret-i Muhammed’i sinek vızıltısı gibi ses ve sadalarıyla küçültmek imkanı bulunmadığını anlayamaması doktorların kanaatlerini müslümanlar bu sahaları zeytin ağaçlarıyla doldurmuşlar yalnız Vil şehrinin etrafında hakimiyet-i İslamiyye devrinde binlerce yağ fabrikası te’sis olunmuştu. Şeker pirinç pamuk gibi İspanya’nın sabit mahsulatı ile bütün bahçeleri bostanları zencebil zağferan ve sair nebatatı oraya gönderen müslümanlardır. İspanya’nın bakır kükürt cıva demir ma’denlerini müslümanlar işletmişlerdir. çelik deri i’malathanelerini İspanya’da müslümanlar te’sis etmişlerdir. Kurtuba’nın perdeleri duvar halıları Mursiye’nin yünlüleri Gırnata’nın Almeriya’nın Sevil’in ğıdı bütün dünyada aranırdı. Malaka Kartacena Barselona Kadiz limanları idhalat ve ihracat için fevkalade mühim birer merkezdi. Endülüs müslümanlarının bin gemiden daha fazlaya baliğ olan bir ticaret-i bahriyye filoları vardı. Bu müslümanların Tuna boyunda fabrikaları ve mümessilleri bulunurdu. Bizans ile mühim ticaretleri vardı. Karadeniz’den Bahr-i Sefid’in müterakki sahillerinden Asya’nın ortalarına oradan Hind ve Çin’e Madagaskar’a kadar Afrika sahillerinden Afrika’nın Onuncu asrın evasıtında Avrupa bugünkü Kafrarya’nın halinde iken Ebu’l-Kasım gibi münevver Mağribliler ticaretin esaslarına dair eserler yazarlardı. Hareket-i ticariyyeyi yükseltmek seyahat hevesini takviye etmek için hükumetin müsaadesiyle coğrafi eserler neşredilir her yere dair ma’lumat-ı lazıme bu eserlerden istifade olunurdu. İbni Batuta gibi seyyahlar gördükleri memleketleri tasvir eden eserler neşreder bu memleketlerin nebatat hayvanat ezhar ve maadinine dair ma’lumat verdikten başka ahval-i iklimiyye ve tabiiyyesinden dikkatle bahsederlerdi. değildi. Kadınların ta’lim ve terbiyesi erkeklerin ta’lim ve terbiyesiyle müvazi hatlar üzere idi. Kadınlar da erkekler gibi ilme hasr-ı hayat ederlerdi. Onların da kendilerine mahsus medreseleri vardı.Kadınlar tıb fıkıh tahsil ederler edebiyat ve ahlaka dair konferanslar verirler ve muazzam medeniyetin şan ve şerefine iştirak ederlerdi. Ekabir ile hükümdarların zevceleri ve kızları paralarını medreseler küşadına medreseler ihyasına hastahaneler inşasına yetimler dullar ve kimsesizlere mahsus iltica-gahlar te’sisine sarf ederlerdi. zihnimde bir kanaat tevlid eyledi. Hele asker kaçağı dediği talebe-i ulumun gerek Harb-i Umumide gerek bulunmasını nazar-ı i’tibara alarak öyle asker kaçakları şehid olunca pek vatan-perver! bir zat olan dostumun salimen avdet edeceğine ihtimal veremiyordum. Onun da bu ciheti düşünerek sağ kalmayı ar ve hicab telakki edeceğine hüküm veriyordum. Meğer şehidliği asker kaçaklarına bırakarak aziz hayatını leziz canını şehidlikten de vatandan da vatan-perverlikten de kıymetli tutmuş olmalı ki bugünlerde sıhhat ve afiyette ber-devam bulunduğu anlaşıldı. Akidesizliği imdadına yetişerek onu şehid olmaktan kurtarmış! Kılıç harbinde kim bilir hangi fare deliğine girerek yakayı kurtaran dostum o tehlike zail olunca yine meydana çıkmış! Kılınç harbinde gösteremediği bahadırlığı kahramanlığı vatan-perverliği kalem harbinde göstermek için bir gazete neşrine başlamış fikrin hürriyetini kim bilir hangi kimsenin istibdadından kurtarmak üzere yine kaleme sarılmış ber-mu’tad yine sağına soluna küfürler yağdırmaya başlamış yine Hazret-i Muhammed’i diline dolamış terbiye-i fikriyyesinin terbiye-i diniyyesinin terbiye-i ictimaiyyesinin terbiye-i sinde ona hücum ediyor hem de hayat-ı hususiyyesine aile hayatına zevcat-ı tahiratına hücum ediyor!.. Behey hane-harab dest-i kudret şeyhin gibi senin de mi perde-i hayanı yırttı? Senin de mi simana hayasızlık damgası vuruldu? Sen hayat-ı hususiyye-i Muhammediyyeye dil uzatabilmek için beyne’l-beşer meşru’ bir aile hayatı bulunduğunu bilmelisin; aile hayatının ne demek olduğunu anlayabilmelisin; haram ve helale sevab ve günaha mu’tekid bulunmalısın faziletle rezileti yekdiğerinden tefrik eder bir kimse olmalısın… Sen ki hayatta her şeyi mübah görür bir kimsesin; sen ki meşru’ teaddüd-i zevcat yerine gayr-i meşru’ teaddüdlerin kaim olmasını istiyorsun; sen ki insaniyetin faziletten ibaret olduğunu münkirsin; sen ki hürriyet-i fikriyye namına dinsizliği akidesizliği neşr u ta’mime çalışıyorsun; sen ki hürriyet-i ictimaiyye namına bir kıbti hürriyeti istiyorsun… Hazret-i Muhammed’in aile hayayatıyla ne alakan olabilir? Biliyor musun ki düşmüş olduğun hüsran çukurundan fazilete karşı savurduğun çamurlar yine başına yağmaktadır! Allah sana görür bir göz hisseder bir vicdan verse de bulunduğun haziz-ı haybeti görebilsen takdir edebilsen bedbaht hayatına tini anlatmak için sana tamamıyla onun zıddı bir mazhariyet vermiş. Sen hücum ettikçe o yükselecektir… Fakat benim post-nişinliğe namzed dostum böyle şeyleri düşünmek meziyet-i ibtidaiyyesinden bile mahrum madığı gibi milliyetine de merbutiyeti yok idi. Türk kızlarının frenk erkeklerle izdivac etmelerine cevaz vermeye çalışıyordu. Hatta kerimesine tahsil görmüş bir frenk genci talib olduğu takdirde onu cahil bir Türk gencine tercih edeceğini söylüyordu. Buna cevaz vermeyen gösteriyordu. Bu muamelenin milliyete münafi olacağını bile idrakten aciz idi. O yalnız bir şey düşünüyordu: ma’hud İctihadcı’ya karşı izhar ve isbat etmek!. Onun duruyordu. Bu hal Harb-i Umumi bidayetine kadar devam etti. Sonra birden bire sesi sadası kesildi. Ne olduğu nereye gittiği ma’lum değildi. Aramızdaki kadim aşinalığa rağmen bir mektup bile göndermiyordu. Bu vaz’iyet beni hayatından şübheye düşürmüştü. Kalem harbiyle meşgûl bulunduğu esnada talebe-i ulumu asker kaçakçılığıyla tezyif ve itham ediyordu. Bu tezyif ve ithamlarına bakarak hayatını vatan uğrunda fedaya her an amade bir vatan-perver olduğuna hükmediyordum. Gaybubetinin harb zamanına müsadif bulunması mutlaka cebhelerin birinde feda-yı can ettiğine dair hayat-ı zevciyye hiçbir teşevvüşe uğramayan bir hayat-ı sadakat ve mes’udiyyettir. Put-perestlerin her türlü eza ve cefasına her türlü tazyikine karşı Peygamberimizin yegane refiki yegane muavini Hazret-i Hadice idi. Hazret-i Hadice’nin zaman-ı irtihalinde Peygamberimiz elli bir yaşında idi. İslam düşmanları bile şu noktayı teslim ediyor ki bütün bu hayat-ı zevciyyet esnasında Peygamberimizin seciye-i ahlakıyyesini lekedar edecek bir şey yoktur. Hazret-i Hadice’nin hayatında Peygamberimiz başka bir kadınla tezevvüc etmemiştir. Bütün şebabetini bu şekilde geçiren artık sinn-i şeyhuhete vasıl olan geceyi gündüzü neşr-i hidayete hasr eden küffarın tecavüzlerine mukabeleye mecbur olan kuva-yı seferiyyeye kumanda eden muharebeye bizzat iştirak eden bizzat yaralanan bundan başka ümmetinin bütün mesalihini idare vezaif-i imameti eytam ve eramili fukara ve muhtacini himaye ve iaşeye kadir insani ve nasıyla gece gündüz çalışan ve bütün hedefi insanları zulmetten nura çıkarmak dalaletten kurtarmak birleştirmek hakiki insanlığa yükseltmek olan bir Resul-i Kerim’in birtakım şehevat-ı nefsaniyye ile meşgûl olmasına nasıl ihtimal verilebilir? Peygamberimiz Hazret-i Hadice’den sonra evlenmedi değil evlendi. Fakat bu izdivacların saikları pek yüksektir. Her birinde bir hikmet vardır. Ya dul kadınları himaye etmek yahud mütehasım kabaili barıştırmak ve sulh [u] müsalemeti te’min etmek istemiş ve muvaffak olmuştur. Menkub olarak avdet ettikten sonra Sevde tazyikatından Habeşistan’a hicret eden orada irtihal eden ve zevcesini tamamıyla bi-vaye bırakan bir müslümanın zevcesiydi. Memleketinin adatına nazaran bir kadının yegane vasıta-i himayesi izdivacdı. Ulüvv-i cenab hanın zevci din-i İslam uğrunda hayatını feda etmişti bu fakir kadını kendi hayatını bile idameye muktedir olmadığı halde aldı. Tarihte Hazret-i Ebubekir namıyla meşhur olan Abdullah bin Ebi Kuhafe Müslümanlığı en evvel kabul eden müslümanlardan ve Peygamberimizin en fedakar en samimi ashabındandı. Müşarun-ileyhin en büyük emeli kendisini dalaletten ve zulmetten kurtaran Resul-i Ekrem’e karşı hissettiği muhabbeti revabıt-ı sıhriyyet ile tahkim idi. Gerçi Hazret-i Aişe küçüktü. Fakat memleketin şeraiti müsaiddi. Hazret-i Faruk’un da Hafsa namında bir kerimesi vardı. Zevci Bedir muharebesinde şehid olmuştu. Hazret-i Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimizin izdivaclarını ser-rişte ittihaz ederek Peygamberimize dil uzatmak Frenk müverrihlerinin garb misyonerlerinin adetidir. Bu adamların bir kısmı hakikati bilmediklerinden bir kısmı da bu hakikati takdir edecek derecede namuskar olmadıklarından Peygamberimizi levm ediyorlar. Bu mütecavizler ez-cümle Peygamberimizin şeriatın müsaade etmediği bir imtiyazdan istifade ettiğini ve bu suretle şan-ı risaletle gayr-i kabil-i te’lif bir seciye za’fı gösterdiğini söylüyorlar. Risalet-penah Efendimiz hakkında bu mütecavizlerin ileri sürdükleri ithamata karşı İslam uleması cevab vermemiş değildirler. Bu isnadatın cevabı mükerreren verilmiş ve hepsi ibtal edilmiştir. Ne kadar şayan-ı teessüftür ki siret-i nebeviyyeyi İslam düşmanlarının te’lifatından mütalea eden bazı kimseler İslam ulemasının cevablarını da tedkik etmeyi ihmal ediyor bu garazkar müelliflerin batıl isnadatını mahz-ı hakikat telakki ediyor ve asıl ağlatıcı nokta Peygamber-i zi-şanımıza su’-i zan besliyorlar. Hatta bunlardan biri son günlerde “hürriyet-i fikriyye” gibi mübarek mukaddes bir esasın cenahına sığınarak bu su’-i zanları gazetesinin sütunlarına geçirmiştir. müslüman memleketinde yaşayan ve müslüman ismini taşıyan bu adam bu hatt-ı hareketi ihtiyar etmekle “siret-i nebeviyye”yi yalnız garb menabiinden telakki ve İslam menabiini külliyyen ihmal ettiğini göstererek noksan-ı tetebbuunu teşhir ediyor. Böyle bir hareket garblı mütecavizlerin Resul-i İslama karşı yaptıkları müstekreh propagandaları tervic mahiyetindedir. Bir Türk münevverinin böyle bir propagandaya alet olması elbette doğru değildir. Bu gibi mevzu’larla meşgûl olan bir Türk münevverinin tetebbuatını ikmal etmesi bir fariza-i ilmiyye ve bir vecibe-i diniyyedir. Bunu nahtır. Çünkü ortaya atılan fikirlerin birtakım ma’sumları tesmim etmesi ve bu suretle işlenilen günahın daire-i sirayetini tevsi’ etmesi kaviyyen muhtemeldir. Çok temenni ederiz ki bu mes’eleye dair vereceğimiz izahat bu garazkarane yazılan yazıları okuyanları dalalete düşmekten vikaye eder. Çünkü Peygamberimizin izdivaclarını İslami insani veya mutlak nokta-i nazardan da tahlil etsek bi’n-netice garb misyonerlerinin ve garb müverrihlerinin bütün Peygamberimiz yirm beş yaşında iken kendisinden çok yaşlı olan Hazret-i Hadice ile izdivac etti. Peygamberimizin Hazret-i Hadice ile geçirdiği yirmi beş senelik Peygamberimizin izdivacları böyle bir mahiyettedir. Peygamberimiz bu kadınları almakla hem onları himaye etmiş sefaletten korumuş hem de mütehasım kabileleri barıştırmıış gaye-i İslamiyyeyi yükseltmişti. Peygamberimizin kendisinden başkası için gayr-i meşru’ olan bir imtiyazdan istifade ettiğine dair serd olunan fikir de su’-i telakkiye mübtenidir. Teaddüd-i zevcatın hududu hicretten birkaç sene sonra ta’yin olunmuştur. Peygamberimizin bütün izdivacları teaddüd-i zevcat hududunun ta’yininden mukaddem vukû’ bulmuş ve ondan sonra Resul-i Ekrem ne bir kadınla izdivac etmiş ne de taht-ı nikahında olan kadınlardan birini tatlik etmiştir. Binaenaleyh bir imtiyaz-ı mahsustan istifade noktası suret-i kat’iyyede mevzu’-ı bahs olamaz. Daru’l-fünun İlahiyat Fakültesi Cumartesi günü tedrisata başlayacaktır. Haber aldığımıza göre talebe muhtelif bulüne kadar derslere devam etmeyeceklerdir. Talebe nakil hakkının Fakülteden nez’ini bir haysiyet mes’elesi telakki eylediğinden ale’l-ıtlak Fakülteye müdavim bilumum efendilere münasebetdar diğer fakültelere nakil hakkının verilmesini bila-istisna bütün talebenin iaşesini sıtasıyla alakadar makamata müracaat ederek nakil için divanın muvafık bir karar vermesini iaşe için de bütçesine talebeye meşrut olan evkaftan kema-fi’s-sabık tahsisat i’tasını istirham edeceklerdir. Tire’den idarehanemize bildiriliyor: “Bir vakitler büyük alimler müellifler yetiştiren Tire’ye bir İmam ve Hatib mektebi de çok görüldü. Mektep lağvedildi. Yirmi beş cesim köylere eda-yı salat edilen yirmi büyük cevami’ ve o nisbette ma’mur mesacide malik olan Tire bugün bu hususta en kat’i ihtiyaclarını tatmin edecek vezaif-i diniyyelerini ifa edecek şahsiyetleri yetiştiren bir daru’l-irfandan mahrum bulunuyor. Asarıyla kıymet ve ehemmiyeti Maarif Vekili Bey’in taht-ı i’tirafında bulunan ve emsaline nadir tesadüf edilen Hacı Necib Paşa Kütüphanesi nihayet talebesiz bırakıldı. Muhiti haricinde tahsil edemeyecek elliyi mütecaviz biçare talebe hazin gözyaşları içinde kapı dışarı edildi. Zavallı Tire!.. Bir zamanlar makarr-ı ulema Ömer kızını zevcsiz bırakmamak için yed-i zevciyyetini Hazret-i Ebubekir’e teklif etti. Müşarun-ileyh reddetti. Bu defa Hazret-i Ömer Hazret-i Osman’a müracaat etti. O da reddetti. Bu reddi hakaret mahiyetinde gören Hazret-i Ömer azim bir gazab içinde huzur-ı Risaletpenahi’ye girip şikayette bulundu. Hazret-i Ömer’in hiddetini teskin için Hafsa’yı Peygamberimiz aldı. Efkar-ı umumiyye-i İslamiyye bu hareketi yalnız tasvib ile kalmayarak Hind-i Ümmü Seleme Ümmü Habibe Zeyneb-i ümmü’l-mesakin … Bu üç kadın da Peygamberimizin zevceleridir. Üçü de duldu. Üçü de put-perestlerin adaveti yüzünden tabii hamilerini zayi’ etmişlerdi. Peygamberimiz Zeyneb’i de aldı. Muma-ileyha Arapların en asil ailelerinden birine mensubdu. Asaletiyle ve güzelliğiyle mağrur olan Zeyneb azad edilmiş bir köle olan Zeyd’in zevcesiydi. Bunlar geçinememişlerdi. Nihayet Zeyd karısını boşamaya karar vermiş ve bu kararını Peygamberimize haber vermişti. Peygamberimiz bu kararı tasvib etmeyerek Zeyd’e “Zevcenden ayrılma ona hüsn-i muamele et Allah’tan kork!” dedi. Fakat Zeyd kararında sebat etti. Bizzat Peygamberimiz Zeyd ile Zeyneb’i evlendirdiğinden bu hadiseden ziyadesiyle mükedder olmuştu. Zeyneb tatlik olunduktan sonra Peygamberimize varmak istedi ve vardı. Bu suretle tebenni olunan insanların evlad mahiyetini haiz olmadığı anlaşıldı. Peygamberimizin bir zevcesi de Cüveyriye’dir. Beni Mustalık’ın Reisi Haris’in kızıydı. Bunların isyanını teskin müslüman tarafından esir edilmişti. Müşarun-ileyha kendini esir eden askerle bir meblağ mukabilinde serbest bırakılmak için i’tilaf etmiş ve bu meblağın te’diyesini Peygamberimizden istemişti. Peygamberimiz müşarunileyhanın talebini derhal is’af etmiş o da bu ulüvv-i cenaba karşı şükranını ifade için Peygamberimize yed-i ha ile izdivacını haber alan bütün müslümanlar da Beni Mustalık’a karşı hüsn-i muameleye başlamışlar her asker elde ettiği esiri serbest bırakmış ve bu suretle yüzlerce aile kurtulmuştur. Musevi olan Safiyye Hayber’e gönderilen bir kuvve-i seferiyyeye mensub bir müslüman tarafından esir edilmişti. Peygamberimiz bunu da serbest bırakmış ve zevciyet derecesine yükseltmişti. Peygamberimizin Mekke’de aldığı Meymune elli yaşını mütecavizdi. Bu izdivac ile Meymune sefaletten kurtulduğu gibi Müslümanlık iki büyük insan kazanmıştı. Biri İbni Abbas diğeri Halid bin Velid’dir. ve muhill-i ahlak bu kabil asar ve mevzuatı tiyatro ve sinemalarda veya umumi mahallerde temsil eden ve ettirenler ve enzar-ı umumiyyeye vaz’ edenler ve bu gibi asara aid sinema şeritlerini ticaret maksadıyla memalik-i ecnebiyyeden Türkiye’ye idhal veya Türkiye dahilinde bir mahalden diğer bir mahalle nakledenler kezalik bir aydan bir seneye kadar hapsolunur ve on liradan elli liraya kadar ceza-yı nakdi ile tecziye edilir. Akhisar Kaymakamının fahişelere bir patron celbi hakkında İstanbul Valisine gönderdiği tahrirat matbuatça hayli kil ü kali mucib olduğu gibi bu havadisin gazetelere aksetmesinden müteessir olan Dahiliye Vekaleti de Vilayete icra-yı tebligatta bulunarak gazete muharrirlerine muamelat-ı devlet hakkında kat’iyyen ma’lumat verilmemesini bildirmiş ve bu emir bütün devair-i devlette yüksek sesle kıraat olunarak mündericatına kesb-i ıttıla’ edildiği kaydıyla me’murlara ayrı ayrı imza ettirilmiştir. Makriköy Barut fabrikalarındaki infilakta vefat eden on iki amelenin perişan ve sefil kalan ailelerine yardım etmek üzere bir müsamere tertib olunmuş. Müsamereye Daru’l-bedayi’ Daru’t-ta’lim-i Musiki Rus Balet Hey’eti ve Bahriye Bandosu da getirilmiş. Fakat havanın bozulması eğlencenin neşvesini kaçırmış. Buna rağmen halk eğlenceye devam etmek arzusunu izhar etmiş nihayet yağmur kesb-i şiddet etmiş herkes bir tarafa dağılmış. Gençler bir çatı bularak altına sığınmışlar dans ederek eğlenmişler. Biraz sonra müsamere yerine yıldırım “Şimdi yeni bir ihtiyac karşısında bulunuyoruz ki o da cumhuriyet halinde hürriyete istinad eden hayat-ı milliyyede ne gibi kavaide riayet edilmek lazım geleceğinin ta’yinidir. Memleket öyle safahata girdi ki bu hercümerc arasında doğru yolu bulup ona süluk etmek hakikaten muhal gibi bir şeydir. Hakimiyet-i milliyye ve hürriyet-i şahsiyye diye akla geleni yapıyoruz ve yazıyoruz. Halbuki bunların yüzde sekseni hakikat-i hale muvafık değildir. O halde ki hükumetin me’murları bile şaşırıyorlar. Onlar da hürriyetin cumhuriyetin muktezası budur diye faaliyet-i kavliyye ve fiiliyyede. Bu bilmemezlik tanınmışken şimdide nasıl bir akıbete mahkum bırakıldığını tahmin edemez ise de ancak sakinleri [ Büyük bir işin içine dü sırrına tecelligah oldu.” Haber alındığına göre Ödemiş’teki İmam ve Hatib mektebi de seddolunmuştur. “Marsilya’ya civar Javi kasabasında garib bir hadise olmuştur. Vak’a şudur: El-yevm mevki’-i iktidarda bulunan Fransız hükumeti tevhid-i tedrisat ve muhtelit tahsil usulünü vaz’ ettiğinden bu hususa dair olan kanun mezkur kasabada da tatbik edilmek istenilmiştir. Fakat bunu hoş görmeyen çocuk velileri evladlarını mektebe göndermemek suretiyle muhtelit tedrisat kanununun aleyhinde olduklarını göstermek istemişlerdir. Mektebe ancak üç yeni talebe kaydolunduğundan mahalli Maarif reket hakkında ta’limat istemiştir. Fransa gibi bir yerde muhtelit tedrisata halk muarız iken bizde tatbik nasıl olur tuhaf değil mi?” Gazetelerin yazdığına nazaran Kanun-ı Ceza Komisyonu Kanun-ı Ceza’nın muhill-i adab neşriyat hakkındaki ’uncu maddesini ber-vech-i ati esasat dairesinde ta’dil etmiştir: Mevkût ve gayr-i mevkût matbu’ ve gayr-i matbu’ resail ve ceraidde adab-ı umumiyyeye mugayir olarak nazmen ve nesren hezl ve hicve dair şeyleri veyahud muhill-i ahlak makalat ve şarkıları ve resimleri tahrir tasvir hakk ve i’mal edenler basan veya bastıranlar yahud aleni olmasa bile füruht ve tevzi’ edenler veya tarik-ı ammda yahud umumi mahallerde enzar-ı umumiyyeye vaz’ eyleyenler veya zarf içinde açık olarak posta ve sair vesait ile ikametgahlara gönderenler yahud ticaret maksadıyla memalik-i ecnebiyyeden Türkiye’ye idhal ve Türkiye dahilinde bir mahalden diğer mahalle nakledenlere veyahud bunların keyfiyet-i tab’ ve neşrini i’lan edenler ve bu kabil tesaviri her kime olursa olsun icar edenler bir aydan bir seneye kadar hapsolunur ve on liradan elli liraya kadar ceza-yı nakdi ile tecziye edilir. Bundan başka mevzu’-ı bahs makalat şarkı resim klişeleri ve nüsah-ı matbuası müsadere olunur. Adab-ı umumiyyeye muhalif bid’at” olarak telakki ediyor ve “Nihayet hükumetçe şu merasim mutlak ve zaruri ise bu da evvelce bir kanunla tahkim edilmelidir ondan sonra yapılmalıdır yoksa bu yolda hareket örfidir keyfidir.” diyor. Bunun üzerine ferdası günü Vali Vekili Bey gazetecilere şu beyanatta bulunmuştur: “– Ben evvelki gece hiçbir sinemanın kapatılması için emir vermedim ve evvelki gece İstanbul’un birçok sinemaları kapanmıştır. Yalnız eskiden beri devam etmekte olan bir teamül mucebince Kandil geceleri bilumum eğlence mahalleri kapatıldığından polis merakizi aynı teamül mucebince hareket etmek istemişlerdir. Fakat gece bazı sinemacılar bana telefonla müracaat ederek sinemalarının kapatılmakta olduklarını ihbar ettiler ve ben de derhal emir vererek bu tedabire mani’ oldum. Her şahıs istediği şekilde ibadet etmekte muhtardır. Fakat dahilinde binlerce hıristiyan yaşayan bir memleketin sinemalarını tiyatrolarını kapatmak hakikaten pek garib olurdu. Biz Ramazan geceleri tiyatroları sinemları eğlence mahallerini ta’til ettik mi ki Kandil gecesi edelim? Binaenaleyh bu gayr-i variddir. Evvelki gece bilumum tiyatro ve sinemalar icra-yı lu’biyyat etmişlerdir hatta bu iddiada bulunan gazeteciler evvelki gece sinemada bulunmuş iseler muhakkak filmi nihayetine kadar seyretmişlerdir.” Bu mes’ele hakkındada bir makale-i mahsusa yazan Edhem Ruhi Bey diyor ki: “Hükumet-i Cumhuriyyemiz ki Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’nun ikinci maddesi mucebince bir hükumet-i adet olan şey onun için de kanundur. Yok halifeler devrinde bu yapılırdı diye İslamın ne kadar müstahsen adatı var ise hepsine i’lan-ı isyan etmemiz lazım geliyorsa o halde o zaman akıl ve mantıkla hiçbir münasebetimiz kalmaz. Bu gibi dini tes’idat yalnız Türklerce müttehaz bir adet de değildir. Bilakis bu hususta garbın en büyük en medeni milletleri bizden daha ziyade an’ane-peresttir. kaç gece tiyatrolar sinemalar hep kapanır. Hele Balkanlarda Slav milletlerinde haftalarca umumhaneler bile seddedilir. Fransa’da Almanya’da İtalya’da buna şebih ne kadar merasim-i diniyye vardır ki o gün birçok eğlence mahalleri ta’til edilir. Fakat bu yolda an’anat yüzünden bir gece sinemaya gidemeyenlerden hiçbir ferd kalkıp da ‘Ey medeniyet alemi benim hürriyetimi neden tahdid ediyorsunuz?’ diye bir söz sarf etmeyi hatırına bile getirmez. Zira o yerlerde hürriyetin ma’na-yı hakikisini münevverandan başka avam dahi iyi anlamıştır. Yani şu muhakkak ki geçen akşam hükumet Mevlid-i Nebevi derecesine dahi vukûf yok. Bu böyle gitmez. Çünkü yaptıklarımızın ve yazdıklarımızın hangisi doğru anlayamayacağız. Derken Türkiye hiçbir yere benzemeyecek garibeler mecmuası olacaktır. Şu yeni hayatta bize kim rehber olacak? Aileler şaşkın bir halde mektep yok. Matbuat da yalnız geçinmek kaygısında. Ulema sıfır üdeba keza. Doğruyu nasıl bulacağız? Memleket yalnız eğlence peşinde eğlenmekten başka bir şey düşünen yok. Mesai durgun. Kahveler boş arıyorlar. Hatta zevklerimiz bile ibtidai ve laübaliyane bediiyetten mahrum. Adab-ı umumiyye büsbütün silinmiş. Her şeyde bir çekinmemezlik. Kendisinden başkalarını hiç düşünmemek onlar var mı yok mu hiçe saymak. Gençler tahsilden ziyade spor arkasında. Sa’y ü gayret için tefekkür için bir usul yok. İstikbale ne ile hazırlanıyor çantamıza ne koyuyoruz? Bununla iştigali fazla bir şey addediyoruz. Demek isterim ki tuttuğumuz yol bizi saadete erdiremez. Hele o işsizlik. Müdhiş bir tehdid hapishanelerde bulunan zavallıları bile bir işle işgal edemiyoruz. zan hiçbir şey yoktur. Meyhaneleri daru’s-sefaheleri dolduranlar hep işsizlerdir. Bizde ise bu umumi işsizlik elvermiyor imiş gibi bir de eyyam-ı ta’tiliyye modası çıktı. Bugün filanca gündür haydi donanma. Ama ardı arası kesilmeyen ta’til günlerinin bu millete kaça mal olduğunu düşünen yok. Tabii bu eyyam-ı ta’tiliyyede meyhaneler ve sefahethaneler daha ziyade dolup boşalıyor. Cebdeki beş on para da tükeniyor. Avrupa’da halk istifade edecek yerlere giderler. Bizde ise bir kat daha sefahete düşülüyor Allah aklımızı mı aldı nedir yiyeceğimiz buğdayı bile yetiştiremez iken nasıl oluyor da böyle günlerimizi öldürüyoruz? Acaba bize yardım u zaruretin günden güne nasıl tezayüd ettiğini görecek gözü Allah bize vermedi mi?” Mevlid-i Nebevi gecesi zabıtanın meyhaneleri sefahethaneleri ve bu arada sinemaları da ta’til teşebbüsünde bulunması üzerine gazetesi diye şiddetli bir makale ile zabıtaya hücum etmiştir. gazetesi zabıtanın bu hareketini “hürriyeti tahdid eyleyen bir hata Cumhuriyete yakışmayan bir hareket eski halifeler devrine yakışan bir Birkaç gün mukaddem ufk-ı siyasette harb emareleri zuhur ettiği halde hükumetimizin dirayet ve sebatı İngilizlerin amalini zir ü zeber ettiğinden muhtelefün-fih olan mesailin silahla değil Cem’iyet-i Akvam Meclisi’nin hakemliğiyle halli için i’tilaf hasıl olmuştur. Öteden beri İngilizlerin ta’kib ettikleri hatt-ı hareket Nesturileri hududumuz üzerinde yerleştirerek Irak ile Türkiye arasında bu hıristiyan Nesturilerden bir hükumet-i hacize teşkil etmek ve böylece bir menba’-ı fitne ve fesad vücuda getirmektir. Binaenaleyh hududumuz dahilinde yaşayan ve kuva-yı hükumete karşı silah-ı isyanı kaldıran Nesturileri te’dib için vukû’ bulan harekat-ı te’dibiyyemiz keriyyemiz üzerine tayyareler göndermişler ve attıkları silahlarla birtakım zayiat ve telefat vukûuna sebebiyet vermişlerdir. Hükumetimiz bu harekatı mükerreren protesto etmiş İngilizler de birtakım cevablar vererek bizim kuva-yı askeriyyemizin statükoyu ihlal ettiklerini binaenaleyh kuva-yı askeriyyemiz çekilmediği takdirde tedabir-i askeriyye ittihaz edeceklerini şifahi bir ültimatom halinde tebliğ etmişlerdi. Vaz’iyet bunun üzerine vahim bir mahiyet iktisab ettiğinden hükumetimiz Büyük Millet Meclisi’ni toplamak için müzakeratta bulunmuş ve Meclis’i ictimaa da’vet için karar vermiş ve bunun üzerine Büyük Millet Meclisi ictimaa da’vet olunmuştur. Bundan başka hükumetimiz hududumuzu müdafaaya amade olmakla beraber ihtilaf-ı vakıı hall için Cem’iyet-i Akvam’ı tavsite amade olduğunu İngiltere’ye bildirmiştir. rağmen hükumetimizin bu teklifini kabul etmiş ve bu suretle hadise vehametini oldukça zayi’ etmiştir. Musul vilayetinin mukadderatını ta’yin etmeyi taahhüd eden Cem’iyet-i Akvam’ın bu mes’eleyi hakk u adle muvafık bir şekilde halletmesini bekliyoruz. Mısır Mes’elesi . – Mısır mes’elesi bu hafta zarfında yeni bir safhaya dahil oldu. İngilizlerle icra-yı müzakerat sırlılardan ne istediklerini izah etti. Zağlul Paşa dedi ki: “İngilizler bizi intihar için Londra’ya da’vet ettiler. Biz de intiharı kabul etmedik.” Zağlul Paşa bu sözleri söyledikten sonra Mısır’a avdet etmiştir. Fil-hakika Zağlul Paşa İngilizlerin Mısır’dan işgal-i askerilerini kaldırmalarını Mısır’da ekalliyetleri ve ecnebileri himaye etmekten feragat etmelerini Süveyş Kanalı’nın himayesini Mısır’a terk etmelerini taleb etmişti. İhraz-ı istiklal etmek ve hür yaşamak isteyen bir millet için bundan daha muhik daha meşru’ bir şey tasavvur olunamaz. Fakat İngilizler bu muhik ve meşru’ metalibi ifrat ve dalaletin hadd-i a’zamisi telakki ettiler ve Mısır’ın İngiliz işgal-i askerisi hürmetine sinemaları ve sair lu’biyat mahallerini ta’til ettirmekle ‘Cumhuriyet devrinde cevaz yoktur.’ denilen bir münasebetsizlikte bulunmamıştır; bilakis tarih-i İslamda müne ittiba’ eylemiştir. Cumhuriyet demek adat ve an’anatı yıkan bir idare demek değildir. Bilakis milletin ruhundan doğan bir hükumet demek olduğu için timsal-i ma’nevi-i millet demektir. Milletin timsal-i ma’nevisi ise yat-ı alemde en büyük kuvvet olduğuna misal ise Anadolu zaferidir. Bu zafer Türk milletinin ma’neviyatından ahlakıyatından nihayet i’tikadiyatından doğmuştur. Biz hükumetimizi hüsn-i niyyete müstenid bu gibi hallerinde de laf söylemiş olmak için muttasıl çekiştirmeyelim. Bilhassa örf ve adete hürmetini de baltalamaya kalkıp yaptığın bid’attir demeyelim.” gazetesi iyi ki Mevlid-i Nebevi gecesinde minarelerde yakılan kandiller için de muahezatta bulunmuyor! Rusya’da Bolşeviklerin ibadethanelerden vergi aldıkları düşünülürse bugünkü halimize şükretmek lazım gelir. Vakıa İslamın kendi diyarında kendi Peygamberini ta’zim ve tekrimi bile hürriyete münafi bir hareket-i örfiyye telakki olunması çok acıklı bir vaz’iyettir; fakat bu da bir cilve-i şuundur. Nifak üzerinden perdenin kalkmasında da bir hikmet-i ilahiyye vardır. gazetesi geçenlerde “ara sıra görülen mübalatsızlıkları ve inkılab siyasetinin zaruri neticeleri addettiklerini ve halka öyle göstermeye çalıştıklarını” yazıyordu. Mevlid-i Nebevi gecesi lu’biyatın men’i Cumhuriyet ve inkılab siyasetinin zaruri bir neticesi addeden ve halka öyle göstermeye çalışan mıdır yoksa ın bizzat kendisi midir? Bari kendi yaptıklarını başkalarına isnad etmemek insafını gösterseler!... Musul Mes’elesi. – Musul vilayeti üzerindeki hukûk-ı sarihamızın ihkakı için Cem’iyet-i Akvam’a müracaat ettiğimiz sırada İngilizler fiilen taht-ı idaremizde bulunan araziye tayyareleriyle tecavüz ederek bir mes’ele ihdas etmek ve birtakım blöflerle efkar-ı umumiyye-i cihanı teşviş etmek istediler. Hükumetimizin müteyakkızane hareketi hukûk-ı milliyyemizi müdafaa hususundaki azm-i kavisi sayesinde İngilizlerin teşebbüsatı akamete uğramıştır. ket vukû’ bulmamıştır. Yalnız Şerif Hüseyin Hicaz’dan bir semt-i mechule ve ağleb-i ihtimal Bağdad’a gideceği ve orada ikamet edeceği haber verilmektedir. Vehhabilerle Hicazlılar arasında sulh müzakeratı başladığına dair kat’i bir haber yoktur. Bilakis Vehhabilerin Reis ve Emiri İbni Suud Hicaz’dan bütün Şerif Hüseyin ailesini tard etmek kadar Mekke’ye girmemiş bulunuyorlar. Bunun ancak efkar-ı umumiyye-i İslamiyyeye hürmetten ileri geldiği söyleniyor. Bunun böyle olması çok muhtemeldir. Çünkü İbni Suud’un karşısında kendisine mukavemet edecek bir kuvvet kalmadığı muhakkaktır. Mukavemet edecek bir kuvvet bulunsa Şerif Hüseyin’in sebat edeceği ve bu kuvvetle İbni Suud’u yıkmaya çalışacağı şübhesizdir. Binaenaleyh Vehhabilerin bu sefer Mekke-i Mükerreme’ye bir maksad için girmedikleri aşikardır. Vehhabilerin gözettiği hedef efkar-ı İslamiyyeye hürmet cağı şübhesizdir. altında yaşamakla beraber hür ve müstakil olabileceğini himaye vazifesinden kat’iyyen feragat etmeyeceklerini söylediler. Süveyş Kanalı’ndan ayrılmayı hatır ve hayallerinden asla geçirmediklerini ve geçiremeyeceklerini tekrar ettiler. Binaenaleyh Zağlul Paşa’nın İngilizlerle müzakerat icra etmesine imkan kalmadığından müşarun-ileyh de Mısır namına intihar için Londra’ya gitmediğinden Londra’dan Mısır’a avdete karar vermiştir. Bundan sonra müşarun-ileyhin nasıl bir hatt-ı hareket ta’kib edeceği henüz ma’lum değildir. Yalnız müşarun-ileyh Mısır’a muvasalet ettikten sonra Mısır Meclis-i Millisi’ni toplayacak ve ne olduysa hepsini izah edecektir. Ondan sonra müstakbel hatt-ı hareket hakkında bir karar ittihaz edilecektir. El-hasıl Mısır mes’elesi hallolunmak yoluna gireceği yerde bilakis büsbütün kesb-i müşkilat etmiştir. Mısırlıların önünde henüz uzun bir tarik-ı mücahede bulunduğu anlaşılıyor. Fakat Mısırlı dindaşlarımızın bu mücahede yolunu muvaffakıyetle kat’ edecekleri ve nihayet nail-i emel olacakları muhakkaktır. Çünkü Mısırlı kardeşlerimiz bugün uyanmış ve lardır. Her halde bu mesainin muvaffakıyet ile tetevvüc edeceğinde şekk ü şübhe yoktur. Vehhabilerin Hareketi. – Şerif Hüseyin’in halefi oğlu Emir Ali’nin yalnız Hicaz Hükümdarı sıfatıyla kral mevkiine getirilmesini müteakıb Hicaz’da yeni bir haredukları muvafık gelmediği için netayic-i ilmiyyeyi inkara kalkışırlar. Kıyasın şeraitini bilmeden binlerle fasid kıyaslar yaparlar. Vara yok yoğa var diye hükmederler. Ayat ve berahin-i Hakk’ı görmezler veya görmek istemezler de “Hani Allah var da bizimle neye konuşmuyor? Bize kendisinden bir nişane neye vermiyor?” derler. Bunlar lecek kalb-i safiden mahrum olan kimselerdir. lisi kalb denilen bir sırr-ı ruhinin kabiliyet-i mahsusasına bağlıdır ve bu kalb herkeste müsavi değildir. Çok kimseler vardır ki kabiliyet-i ilmiyyeleri kütlevi hareketlerin zahiri mihanikiyetinden ileri gidemez. İlimden bahsederler de müteallik fünunun mevcudiyetinden bile bi-haberdirler. Halbuki ilmin kanunlarından fikrin şeraitinden bi-haber bulunan insanların en basit ecsama aid ma’lumatları bile hükümsüzdür. Hilkatte eşyanın havass-i hikemiyye ve kimyeviyyeleri muhtelif olduğu gibi mevadd-ı uzviyyenin kabiliyet ve hasais-i hayatiyyeleri de muhteliftir. Bir ahtapot huceyresinden bir ahu tevellüd etmediği gibi bir burun huceyresinden bir göz bir hadeka da teşekkül etmez. Aynı Başmuharrir Sahib ve Müdiri Bazı kimseler: “Hayat bizim şu deni hayatımızdan dehr ve tabiattan başka bir şey değildir.” dediler. Böyle söyleyenler ilimlerinden söylüyorlar zannetmeyiniz; bunlar ilim sözü değil evham ve zünundan ibarettir. Emin olunuz ki hakiki ve munsıf olan erbab-ı ilmin hepsi Allah’ın vücuduna şehadet etmişlerdir ve ederler. rin ilerisi değil nakizları inkar olunabilir. Herhangi bir mes’ele-i ilmiyyede bir müsbet bir münkerden kuvvetlidir. Çünkü nefy ve inkar ademe istinad ettiğinden mahiyeten sıfırdır. Namütenahi sıfırın hasıl-ı darbı ise yine sıfırdır. Küre-i arzı dolaşsanız mesela bir Müşteri yıldızının kamer gibi peykleri bulunduğunu ve onların da husufları olduğunu bilmeyen inkar eden milyonlarla ki bu milyonlar bir hey’et aliminin karşısında sıfırdır. Böyle mahiyetleri sıfır olan nice erbab-ı inkar vardır ki ehl-i ilmin sözlerini okurlar; fakat ilmin fikrin kavanin ve mahiyetinden hudud-ı hakikisinden bi-haber bulun sırr-ı hareketinden az çok istihrac olunabilir. Muvazene-i kuva kanunu hüküm süren tabiatta fen nokta-i nazarından hiçbir hareket bulunmamak her şeyde sükun hüküm sürmek lazım gelirdi ve öyle olsaydı alem hala maddenin atomları cüz’-i ferdleri halinde bulunmak hiçbir cisim ve cirm teşekkül edememek iktiza ederdi. Bir madde zerresini icad etmek icad değilse harekete getirip o hareketle diğerlerini tehyic etmek ve bundan alemleri husule getirmek ne büyük bir garibe-i fenniyyedir! Eğer zerrelerin hareketleri ezeli olsaydı fen nokta-i nazarından muvazeneleri de ezeli olacaktı. Muvazeneleri de ezeli olsaydı hiçbir yeni tekevvün bulunmayacaktı. O halde cisimler teşekkül etmeyecek hareket-i zerreviyyeden mihaniki ve kütlevi hareketlere nevbet gelmeyecek hadisatın hiçbiri vukû’ bulmayacak tenasül-i hayata de ve tabiat ile halletmek sevdasında bulunanların ta Yunanlılardan zamanımıza kadar ilk işleri bir zerreye tesadüfen yolunu şaşırtarak gönlünce muvazeneyi ihlal ettirmek ve bu suretle istinad ettiği tabiat kanunlarını kendi eliyle yıkıp zir ü zeber etmek olmuştur. Böyle fenni nokta-i nazarlarını yıkmadıkça da’valarını izah edemeyen basiretsiz ve mütenakız kimselerin ellerinden fenler şikayet etmiş “Bizi kendi sahacığımıza bırakınız da haddimizi tecavüz ettirmeyiniz.” diye feryad eylemişler. Fenlerin bu feryadını duyanlar tabiatı Halık’ının te’sir-i kudretine teslim ve tevdi’ eylemişlerdir. Mütekaddiminden Aristo müteahhirinden Descartes fennin haysiyetini ancak bu suretle iade edebilmişlerdir. Bunun sünnet-i seniyyeden delailine gelince: sahibi birçok ehadis ve asar-ı sahiha edebilirler. Yalnız müşarun-ileyhin Ömer bin Abdilaziz’den rivayet ettiği bu sözle iktifa edelim: “Aleyhi’ssalatü ve’s-selam Efendimizin sünnet-i seniyyeleri yanında hiçbir kimsenin kavl ü re’yine bakılmaz.” Yine sahibi İmam-ı Şafii’den bu sözü rivayet etmektedir: “Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimizin sünnet-i seniyyelerine kesb-i ıttıla’ edenlerin onu kanunun ruhiyat sahasında da icra-yı hükm ettiğini görürüz. arasındaki tefavütten daha büyüktür. Şübhe yoktur ki ruhlarındaki farkın eseridir. Bundan dolayı her insanın kabiliyet-i ilmiyyesi bir değildir. Ruh ve kalb vardır ki hakkı idrak için hafif bir iltifatı kifayet eder küçük bir hadiseden en büyük bir kanun keşfeder. Yine insan vardır ki binlerle hadisatın saha-i tecrübesinde yuvarlanır birçok vakayi’ içinde boğulur da hiçbirinden bir ibret alarak bir ilm-i yakine vasıl olamaz; onun indinde yakin olan bir şey vardır: Şübhe veya inkar. Çünkü kalbi çürük bir manzara seyredilemediği gibi bozuk veya arazlı bir kalb ile de hakikat hissolunamaz. Bunun içindir ki bakmak başka görmek yine başkadır derler. Ehl-i ilm en küçük bir hakikatin zayi’ olmasından korkarak senelerce çalışır. Fakat kabiliyet-i ilmiyyesi olmayanlar binlerle hakayıkın üstünden atlayarak gaye-i nefsaniyyelerine ermeyi bir hüner addederler. Fahreddin-i Razi’nin namındaki felsefi eserinde naklettiği vechile Arap feylesoflarından Sabit bin Kurre sukût-ı ecsamı cezb ve incizab kanunuyla izah etmek istermiş. O zaman hayyiz-i tabii nazariyesiyle meşbu’ olan ehl-i fen bunu bir türlü görmek istememişler. Binlerle inkar hücumları yapmışlar. Yapmışlar da ne olmuş? Bir gün gelmiş bir Newton bir taşın sukûtundan o cazibe kanununu vuzuh ile görüvermiş. Burada düşünecek gayet mühim bir nokta vardır. Şunu iyi takdir etmek lazım gelir ki Newton’a cazibe-i umumiyyeyi gösteren teleskoplar değil basiret-i akliyyesi lar yapıldı. Fakat ehl-i rasadın hiçbiri bunlarla cazibe kanununu aramaya çıkmadı. Yalnız o kanun ile Cenab-ı Müdebbir-i kainatın idare ettiği harekatı asarı aramakla meşgûl oldu. Biliyorlardı ki her şeyi gözleriyle görmek sevdasında bulunanlar alemde pek az şey görebilirler. Hiç kimse gözümle görmüyorum diye kulakla işitilenleri mikroskopla aramaya kalkışmaz. Kainatta hurde-bin veya teleskop ile görülemeyen şeyleri inkara kalkışanlar lırlar. Atomları esirleri elektronları ehl-i fenne gösteren ne hurde-bin ne teleskoptur. Şimdiye kadar hiçbir ehl-i fen gelmemiştir ki akıl ve cazibe gibi müessiratı teleskopla aramaya çıksın Hiçbir sahib-i iz’an da zuhur etmemiştir ki teleskopla Allah aramaya kalksın da bulamadım diye inkar etsin. Zevi’l-ukûl bilirler ki mebde’-i evvel taharrisinin bir zerreye nisbeti asumana nisbetiyle müsavidir. Bir zerrenin sırr-ı icadı ecramın sırr-ı icadına esastır. Bütün avalimin sırr-ı hareketi de bir zerrenin hayatiyyeyi de ta’tile duçar eder. Binaenaleyh bu hususatta bazı ehl-i re’y ve nazarı ammenin taklid etmesi caizdir. Hiç şübhesiz Cenab-ı Hakk’ın kavl-i kerimi bu hususta en kuvvetli ve en kat’i delaildendir. Çünkü bu ayet-i kerimenin nass ve zahiri Kitabullah’a bi-hakkın ittiba’ edenler hududunu tecavüz etmeyenler onun ahkamını bırakıp başka ahkama tebaiyet etmeyenler yalnız onun ahkamına ellerinden geldiği kadar riayet edenler oldukları beyan ediliyor. Hasirler ise ayatı dinledikleri halde onların ma’nalarını teemmül etmeyenler onlara riayet eylemeyenler guya onlara ifaza-i hidayet için nazil olmamış gibi onlara yüz çevirenler yahud onları idrak-i beşer tarafından kabul olunmayacak gibi telakki edenlerdir. Kitabullah ile Resulullah’ın kelamı sarihtir kolay anlaşılır makasıdını ahsen-i suretle ifade eder. Cenab-ı Allah hakkın delail-i zahiresini beyan buyurmuş kullarının neden sakınacaklarını izah etmiş olduğu halde Cenab-ı Hakk’ın ifasını emir buyurduğu evamirine tutunmamaya buyuruyor ve bu suretle her kavmin ahkam-ı ilahiyyeden kendisine aid olanı bilmesi lazım geldiğini ifade ediyor. Bunda mesalih-ı ibadı izaa halkın esbab-ı maaşını ta’til edecek bir şey yoktur. Ashab-ı güzin rıdvanullahi aleyhim ecmain hazeratı mesalih-i şahsiyyelerini idare maaşlarına aid vezaifi evlerinin ta’miri sürülerinin çobanlığı ticaretlerinin tervici gibi ahkam-ı Kur’an’dan ve sünnet-i seniyyeden bilmeleri lazım gelen her şeyi bilmelerine mani’ olmuyordu. Ayat-ı ahkam Kur’an-ı Kerim’in ötesinde berisinde dağınıktır. Müslümanlar her gün bunları tilavet etmektedirler. Bunların içinde anlaşılması güç olan fazla bir cehd sarfını istilzam eden bir ayet yoktur. Hepsi vazıhtır celidir. Avamın dahi anlayacağı bir şekildedir. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimizin sünneti de mazbut ve ahkamı mahfuzdur. Ahkama müteallik başlıca ehadis beş yüzü tecavüz etmez. Bunları izah ve tafsil eden ehadisin kaffesi de İbnü’l-Kayyım’ın beyanına nazaran on bine baliğdir. Ayat-ı Kur’aniyye ile ehadis-i nebeviyyenin bu kadarını tahsil etmek mesalih-i ibadı ta’til yahud geceleriyle gündüzlerini işgal edecek bir mahiyette midir? terk edip herhangi bir kimsenin sözünü kabul etmemeleri kanaat olunca benim sözlerime kadar etmeyiniz.” Binaenaleyh ehl-i re’y ve ehl-i sevab onlardır ki eimme-i Kitabullah’a ve sünnet-i seniyyeye arz ederler bu akval sünnet-i seniyyenin müfadına ittiba’ ederler. Fakat ittiba’ ettikleri eimmenin akvalinde Kitabullah’a ve sünnet-i seniyyeye muhalif bir şey bulup da o eimmenin akvaline Muhammed bin Haris Semnun bin Said’in ihbarında muma-ileyhten rivayet ediyor ki: Malik ile Abdülaziz bin Ebi Seleme ve Muhammed bin İbrahim ibni Dinar ve sair zevat İbni Hürmüz’e gidiyorduk. Malik ile Abdülaziz müşarun-ileyhe sual sordukları zaman onlara cevab verildiği halde İbni Dinar ile arkadaşlarının suallerine cevab vermezdi. İbni Dinar bir gün muma-ileyhe: “Ya Eba Bekr niçin böyle hareket ediyorsunuz? Malik ile Abdülaziz sual sordukları zaman cevab veriyorsunuz. Benimle arkadaşlarımın sordukları suallere cevab vermiyorsunuz?” dedi. Muma-ileyh cevaben “Bundan müteessir mi oldunuz?” deyince “Evet” dedi. Muma-ileyh cevaben dedi ki “Yaşım çok ilerledi. Kolum kanadım kırıldı. Vücuduma arız olan bu ahvalin aklıma da sirayet etmiş olmasından korkuyorum. Malik ile Abdülaziz fakih birer alimdirler. Benden hak bir sözü dinledikleri zaman kabul ediyorlar. Hata bir sözü kabul etmiyorlar. Seninle arkadaşların ise her cevabımı kabul ediyorsunuz.” İbni Haris diyor ki: “Vallahi din-i kamil akl-ı racih işte budur. Fakat sözlerinin kalblerde Kur’an gibi yer tutmasını Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’i tilavet edilmek ve her şeyi beyan etmek üzere göndermiştir. İdrak olunabilen ma’nayı ve ahkamını terk ile başka bir şeye güvenmeye mahal yoktur. Ancak Kur’an’ın mücmelini tavzih mutlakını takyid mukayyedini ıtlak eden sünnet i’timada şayandır. Maksadımız herkesin tedkik ve taharriye hasr-ı vücud etmesi ictihad ile meşgûl olması değildir. Böyle hareket edilmiş olsa halkın işleri yüz üstü kalır. Herkes ictihada hasr-ı evkat ederse ve ilim ve fazl sahibi olmaya çalışırsa mesalih ziyaa uğrar sanayi’ ve ticaret muattal kalır. Maksad herkesin anlayabileceği ahkam-ı Kur’aniyye ile ehadis-i sahihayı bırakıp şunun bunun re’yini kabul için onlara muhalefet edemeyeceğini beyan etmektir. Fakat anlaşılmayan ve anlaşılması tedkik ve taharriye muhtac olan hususat ile meşgûl olmak herkesin vüs’u dahilinde olmadığından ammenin bu işle mükellef tutulması onlar nı tenkide çalışmışlardır. Vakıa yalnız gördükleri şeyleri sahih zanneden kuteh-binlere zevahirin galat ve i’timada layık olduğunu ve onların arkasında lem-yezel la-yezal bir hakikat-i vahidenin bütün kudretiyle şuun ve ekvana hakim bulunduğunu haber veren Kur’an’ı o firifte-i havas olanların def’aten tasdik etmesi ne kadar müşkildi! Şarab içmeyiniz kumar oynamayınız hitabına hedef olan heva-perest ve esir-i şehvet kimseler Kur’an’ın bu men’ ve tahzirinden nasıl hoşnud olabilirlerdi? Terazi ve arşınla doğru ölçünüz mallarınıza hile karıştırmayınız ukûd ve muamelata tamamen riayet ediniz gibi müekked tenbihler insafsız ve vicdansız eissanın??? işlerine gelir miydi? Bazen kendi kızları veyahud dün vefat etmiş babasının haremleri ile izdivac etmek gibi hissiyat-ı necibe-i yeyi Kur’an şiddetle men’ etmişti. Fakat o vaz’iyette olanlar bu memnuiyetten dil-gir olmuşlardı. Kezalik med-yunlara hitaben: “Bundan böyle faiz vermeyiniz malini genişlik vaktinizde verirsiniz.” diye hitab eden Kur’an’ı murabahacılar ve sermayedarlar nasıl sevebilecekti? Kur’an efrad arasında müsavat-ı kamileyi tervic ettiği için ıslahat-ı ictimaiyyeyi kendi menafi’-i zatiyyelerine muhalif addedenler de bu yeni kaideden hiç hoşlanmamıştı. Bugün bile mesela Arnavutluk’ta bir kadın kız çocuk doğurursa büyük bir kabahat işlemiş gibi günlerce anasının babasının ve zevcinin yüzüne çıkamaz. Arabistan’da zaman-ı cahiliyyette bu adat-ı cahilanenin pek fena neticeleri vardı. Zira kız çocuklarını muayyen bir yaşına geldikleri vakit bizzat babaları toprak kazarak kat’iyyen men’ etmişti. Fazla olarak Nebiyy-i şefik kendi kız çocuklarını dizine oturtup okşardı. O zamanın adat-ı cahilanesiyle me’luf olanlar Nebiyyü’r-rahme Efendimizin bu muamele-i Cemilesine fevkalade taaccüb etmişlerdi. Hiç şübhe yok ki bu hadise-i mühimme kadınlık tarihinde altın hurufla yazılacak bir inkılab idi! Kur’an Museviyet ve Iseviyetin ahkamını da feshettiğinden ahbar-ı Yahud ile rehabin-i Iseviyyet dahi Kur’an’ın düşmanları sırasına geçmişlerdi. İşte bu sebeblerdir ki onu bize tebliğ eden Nebiyy-i zi-şana bazen şairdir bazen kahindir yahud masru’ ve mecnundur demekten çekinmemiş oldukları gibi kitabını da cerh racı isminde bir Rahib Kur’an’ı guya tenkid ve tezyif için kırk sene çalışmıştı. Ya Ehl-i Salib muharebeleri niçindi? Fakat bütün bu kanlı muharebeler Gladstone’un da Bu son günlerde Paris’te College de France’ın Edebiyat-ı Arabiyye Muallimi Kazanova’nın tenkidlerine şahid oluyoruz. Hüseyin Cahid Bey bir müşteşrikin Ulema-yı İslamın ayat-ı ahkam ve ehadis-i ibadat ile muamelat-ı zaruriyyeyi bir eser derununda toplayarak bunu beyne’n-nas neşretmeleri daha doğru olmaz mıydı? Böyle hareket etmiş olsalar maalim-i İslamı ve selef-i salihin devrini ihya müslümanları tarumar şevketlerini lerdi. Kur’an’ı terkib eden ayetler sene içinde nazil olmuştur. Binaenaleyh bunların ma’nasını iyice anlamak ve hikmetini takdir edebilmek için evvelemirde ne gibi esbab ve hadisatın te’siriyle varid hangileri muhkem veya müteşabih ve hangileri nasih veya mensuh olduğu bilinmelidir. Ondan sonra o tarihte ve ondan evvelki zamanlarda Arapların ahlak adat tabayi’ an’anat akayid esatir emsal-i hikemiyye ve edebiyatına bi-hakkın vakıf olmak lazımdır. Umumi tarihin ulum-ı ta-biiyye ve fizikiyyenin o zamanki şekliyle şimdiki mebahisinin hiç olmazsa hutut-ı umumiyyesini bilmekteki elzemiyeti de beyana hacet var mıdır? Esasen bu ma’lumat yalnız Kur’an’ın ma’nasını anlamak için değil onun tarihte açtığı devr-i teceddüd ve inkılabdaki ehemmiyet ve azameti takdir ve muvazene için de elzemdir. Bundan başka Kur’an’ı anlamak ve anlatmak isteyen bir kimsenin bir de ulum-ı mevhibesi olmak icab eder. Fakat bu bilgi ancak ilmiyle amil olan ekamilde hasıl bir nur-ı irfandır. Hülasa-i kelam şu bahsettiğim esbab iledir ki Kur’an’ın elfazı nasıl yazılacak nasıl okunacak müstakil birer müfredat ve terkib i’tibariyle lügaten iştikaken sarfen ve nahven beyan ile bedi’ ve maani cihetinden mevki’ ve kıymetleri nedir? ve bu kelime ve cümlelerden istinbat olunan ma’naları te’yid için üdeba-yı meşhure-i Arabın asarı içinde şevahid varsa hep tahkik olunmuş bundan başka ayetlerin ma’nalarını tavzih eden hadisler de birer birer toplanmış çünkü ayat-ı Kur’aniyyeden matlub olan ma’naları izaha herkesten ziyade elbette sahib-i vahy Efendimiz salahiyetdar idi. Şu halde Kur’an kadar hiçbir kitap ta’mik ve tahkik olunmamıştır. Bununla beraber bu tahkikat pek zaruri idi. Zira Kur’an eski her şeyi yıkan ve yeni doğan bir hey’et-i tir. Hakikati inkar edenler hurafata aldananlar ihtirasat ve hevesat-ı şehevaniyyelerine esir olanlar velhasıl nizam kanun ve teceddüdü sevmeyenler dahi ancak bir maksad-ı mühinane ile Kur’an’ın her kelime ve satırı tahsile muhtac değildirler. Kur’an bu hususta nazar-ı dikkati celb ediyor. İnsanın bütün acz-i cismanisine rağmen kuvve-i akliyyesiyle nasıl ruzgarlara tasarrufla denizlerde sefineleri yürüttüklerinden ve daha nasıl henüz bilinmeyen ve görülmeyen merakibin icad edileceğinden bahisle nev’-i beşere bahşedilmiş olan bu eltaf-ı ilahiyyeden niçin tegafül olunduğunu Kur’an soruyor. Bu düstur-ı asli-i tevhidin netayicinden olarak Kur’an nazarında şirki ima eden her şey merduddur. Binaenaleyh dua yalnız Allah’a yapılır; merhamet inayet ve rızık ancak Allah’tan istenilir; mugayyebatı yalnız Allah bilir. Hayır ve şerre yalnız Allah kadirdir. Şu halde taşı ve toprağı öpmek türbe şebekelerine el ve yüz sürmek parmaklıklarına veya ağaç dallarına iplik bağlamak gibi şeylerin Kur’an nazarında hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü Kur’an hurafata açıktan açığa i’lan-ı husumet etmiştir. Ruh-ı Kur’an’ı en ziyade inciten şeyler o gibi adat ve merasim-i batıladır. Binaenaleyh Kur’an insanın her işinde husul-i muvaffakıyyet için evvela onun esbab-ı maddiyyesini ihzar etmesini ihtar eylemektedir. Zira insan o Kitab-ı akdesin kavaid-i esasiyyesindendir. Medine’yi düşmana karşı müdafaa için etrafına hendek kazdıran harbe gideceği vakit beline kılınç kuşanan ondan başka gömleği altına bazen iki kat zırh giyen o Kur’an’ı sizden çok iyi bilen Muhammed aleyhisselam değil midir? Kur’an cismani ve ma’nevi bil-cümle harekatımızda tahareti mebde’ ittihaz etmektedir. Hıfz-ı sıhhat ilmi ne kadar terakki ederse etsin Kur’an’ın emrettiği büyük ve küçük yıkanmaya aid kavaid ve adabın ilerisine gidemez. Fikri ve kalbi harekatımızın hulus ve ismete mukarin olması lüzumu da taharet-i ruhiyyeden başka bir şey değildir. Kur’an’ın evkat-ı muayyenede icrasını teklif ettiği cismen “ayakta durmak eğilmek yere başını koymak ve hafifçe oturmak”tan ve ruhen bir teveccüh-i tam ve teemmülden müellef olan ibadet-i bedeniyye hem ruhun ve hem bedenin muhafaza-i sıhhati için ekmel bir vasıtadır. Hele fabrikalarda veya ma’den kuyularında mesai ederek soğuk su ile ellerini yüzünü ve ayaklarını yıkadıktan sonra hafif bir ibadetle teneffüs imkanını te’min eden bir düstur kabul etselerdi mes’eleyi pek ma’kûl bir surette halletmiş olurlardı. Beşeriyetin şart-ı akdem-i saadeti her ferdin hey’et-i yüzlerce emirlerinden bu maksad vazıhan anlaşılıyor. Zira cemaatler iş görmek her işte meşveretle hareket etmek behemehal ammenin menafiine yarayacak hareketler yani ta’bir-i Kur’anisiyle a’mal-i salihada bu’ini tercümeye başlamış yakında neşredecekmiş. Keşke muma-ileyhin ilim kisvesi altındaki ta’rizlerinin de cevablarını tercümesine ilave etseydi! Bununla beraber bu Kazanova’ya büsbütün şime-i insaftan ari denemez. Çünkü hiç olmazsa Nebiyy-i zi-şanın da’vasında kazib olmadığını ve sıdk-ı nübüvvetine an-samimi’l-kalb mu’tekıd olduğunu i’tiraf ediyor. Yalnız Nebiyy-i müşarun-ileyhin vahiy zannettiği hadiseye bir “telkin bi-nefsihi” denebilirmiş. Kur’an her şeyden evvel tevhidi ta’lim eder. Kur’an amme-i beşeri el ile tutulmayan gözle görülmeyen avalimin nazım ve müdiri “evvel ve ahir ve zahir ve batın” ervahta ibadete da’vet etmektedir. İnsanları içinde yaşadıkları esatir ve hurafatın pençe-i tazyikinden kurtarmaya kendilerini taş ve topraktan yapılmış putlara tapmak gibi eh süfli bir dereke-i mezelletten kaldırmaya ma’tuf olan bu ta’lim terakkiyat-ı zihniyye-i beşeriyyenin aksa-yı meratibi değil midir? Ulum-ı cedidenin en ali matlabı hadisat-ı tabiiyyenin tabi’ olduğu muhtelif kanunları bi’n-nihaye en umumi bir kanuna irca’ eylemekten ği gibi ilmin gayesi tevhiddir. Kur’an müteaddid ve mütenevvi’ bürhanlarla te’yid ettiği bu düstur-ı la-yezalinin ezhan ve kulubda tamamen tabiat üzerine imale-i nazara teşvik etmektedir. Mesela arzın ve semavatın halet-i ibtidaiyyesi “duhan” yani gaz olduğunu sarahaten söyledikten sonra emr-i tekvindeki meratib-i tekamülü telhisen tasvir eden Kur’an sulb-i pederden rahm-i madere intikal eden bir katre nutfenin orada geçireceği safahat-ı tekamülü de kendine mahsus bir lisan-ı i’caz ile icmal ve kari’lerini düşünmeye da’vet eylemektedir. Şiddet-i hararetten kurumuş ve ötesi berisi çatlamış toprakların içinden yeşil otların nasıl yaşardığına ve gözlere ferah veren çiçeklerin nasıl açtığına ölmüş arzın nasıl hayat-ı taze kesb ettiğine niçin ibretle bakmadığımızı Kur’an birçok defa soruyor her şeyin çift yaratıldığını ruzgarların nebatat arasında vasıta-i telkih olan gubar-ı tal’ı mahall-i mahsusuna nasıl sevk ettiğini Kur’an ne kadar şirin bir ifade ile anlatıyor. Ruzgarın yağmurun şimşek ve yıldırımın gece ve gündüzün semanın yıldızların ve güneşin kendine mahsus halat ve hadisata atf-ı nazar-ı tedkikat ile insanların istibsar-ı hakikat eylemesini Kur’an mükerreren tavsiyeden hali kalmıyor. Bu halde maani-i Kur’aniyyeden bi-hakkın zevk-yab olmak lazımdır. Arıların örümceklerin diğer sunuf-ı hayvanat gibi kendilerine mahsus bir san’atları vardır. Fakat onlar bu san’atları daha doğarken bilirler bizim gibi senelerce Bil-umum ulema ve hükema-yı cihan insanların medeniyyü’t-tab’ olmasında müttefik bulunmaktadırlar. Medeniyet ta’biri nev’-i beşerin şehirlerde köylerde toplu bir halde yaşamaları ma’nasını ifade eder. Çünkü emrinde ferdler ne kadar sarf-ı mesai etseler muvaffak olamayacakları bedihi ve bu zaruretlerin tesviyesi mutlaka müteaddid kimselerin iştirak edecekleri bir sa’y ü amele mütevakkıf bulunması pek tabiidir. Lügavi ma’nada baladaki mefhumları ifade eden medeniyet; ma’na-yı hakikatte cem’iyet-i beşeriyyenin huzur ve asayişiyle refah saadet ve intizam esaslarını cami’ bir külldür. Şu hale nazaran ef’al-i istikraiyyenin tekemmülat-ı’aliyyenin yanlış bir telakki neticesi olarak medeniyet-i asliyye addolunması mümkün değildir. Zamanımızdaki müessesat-ı sınaiyyeye demiryollarına muntazam şehirlere servet ve ticarete büyük vapurlara ma’denlere te’sisat-ı nafiaya bakarak hepimiz değil zevahir-i medeniyyedir. Bütün bu vesait ihtiyacat-ı insaniyyenin tehvini maksadına ma’tuf tecrübe ve tedkike müstenid harekat-ı istikraiyyenin neticesidir. Maksadı tavzih için garb medeniyetinin hakiki cebhesini gözden geçirelim. Garb medeniyeti nasıl bir medeniyettir?.. Bu manzume efradı acaba refah ve saadeti iktitaf etmiş midir? Garb hiç şübhe yoktur ki zahiri ma’nasıyla bir medeniyet muhitidir. Ulum ve fünunun terakkisi birçok keşfiyatı tevlid eylemiş ve akla hayret veren makineleri fabrikaları te’sisat-ı sınaiyyeyi vücuda getirmiştir. Vesait-i müdafaa ve taarruz i’tibariyle tüyleri ürpertecek keşfiyat her gün biraz daha tekemmül ederek kara ve deniz diridnotları muhnik gazlar yüzlerce kilometre mesafeye endaht edilen muazzam toplar son sistem tahte’l-bahirler bir kilosu bir mahalleyi tahrib edecek bir kuvvet-i tahribiyyeye malik mevadd-ı kimyeviyye beşeriyeti kitleler halinde imha etmek için amade bulunuyor. Makinecilik gittikçe inkişaf bularak her nevi’ müvellid-i elektrik dinamolar berri ve bahri vesait-ı nakliyyeye şayan-ı hayret bir sür’at bahşeden nev-icad kuva-yı muharrikelerin keşfiyatı sınai tezgahların en ince işleri az zamanda meydana getirmeleri el ile yapılan her şeyi makineye tevdi’ etmiş ve bu sayede meşakk-ı maddiyye-i beşeriyye tehaffuf eylemiştir. Servet milyonlarla ölçülelunmak hususlarındaki emirlere Kur’an’ın hemen her sahifesinde tesadüf olunmaktadır. Bu maksad-ı aliyi te’min için cahilleri atıl u batıl gezen tenbelleri müsrifleri yetim malını yiyen kimseleri hiç sevmediğini Kur’an kat’iyyetle haber vermektedir. Hele gayrın hakkına tecavüz Kur’an nazarında hiçbir vechile afvedilemeyecek bir kabahattir. Velhasıl bir cem’iyet-i aliyye-i medeniyye te’sisi için elzem olan ne kadar deayim-i metine ve kaviyye varsa Kur’an onların hepsini ihtiva etmektedir. Efrad-ı cem’iyyetin hidemat-ı umumiyyeyi te’min için sarfı iktiza eden mebaliği tesviye etmeleri de Kur’an’ın evamir-i kat’iyyesindendir. Kur’an’ın evamir ve nevahisinde başlıca kuvve-i te’yidiyyesi tebşir ile inzardır. Yani Kur’an iyileri cennetle tebşir etmekte fenaları ateşle korkutmaktadır. Fakat nükat ve mezaya-yı Kur’aniyyeye infaz-ı nazar olunursa görülür ki bu Kitap herkese bu menzil-i fena-pezirden dar-ı ebede intikal ettiği vakit gireceği cennet veya cehennemi bizzat kendisinin bu dünyada iken inşa ve ihzar ettiğini anlatmaktadır. Çünkü bu dünyada kör olanların öbür dünyada kör kalacağını haber verir ve Kur’an’a göre bu dünya insanın bi’l-kuvve haiz olduğu kemalatı mevki’-i fiile çıkarabileceği bir mektep bir mezraadır. A’saba rehavet veren mu’tedil bir hararetle ısınmış hafif bir ziya ile münevver ve güzel kokularla muattar bir oda içinde kuş tüyünden şilteler üzerine uzanmış bir adamın uyuduğu esnada ahval-i zahiresi onun pek rahat ve mes’ud olduğuna delalet eder. Fakat o kimse şehevat-ı nefsaniyyesine mağlub ve birçok fenalıkları yan fakat maddi imiş gibi müessir olan bu halat ahval-i uhreviyyeyi tasavvur edebilmek için güzel bir misaldir. Fakat Kur’an amme-i beşere hitab ettiğinden bu ahvali fehm ve iz’anın meratib-i muhtelifesine göre tasvir etmiştir. Maahaza halat-ı uhreviyyenin ta’mikına gitmemek münasibdir. Zira akl-ı kasır ile halledilecek şeyler değildir. Ahval ve şeraiti büsbütün muhtelif olan bir alemin tafsilatını bu içinde yaşadığımız alemin ahvaliyle mukayese etmek mümkün olamayacağını yine aklımız haber veriyor. cehaleti izale ettiği için nur talib-i hakikat olanlara doğru yolu gösterdiği için hüda me’yus ve meftur olanlara ümid ve cesaret verdiği için şifa ve amme-i beşere saadet vaad ettiği için mahz-ı rahmet olduğunu tasdik etmek zimmet-i insafa müterettib bir vazifedir. ahlakıyat terbiye-i ictimaiyye adalet hürriyet müsavat ve fazilet mesnedini teşkil eder. liyye bu ma’nevi ve ruhi desatir ve esasattan ibaret olduğu gibi hey’et-i ictimaiyyeleri mahv u inkıraza sürükleyen amil-i esasi de bu mefkurelerin ihmaliyle vech-i muhalifinin tezahüründen başka bir şey değildir. Şu halde tekamülat-ı maddiyye ve zahiriyye medeniyetin zarfı olup kıymeti mazrufunu teşkil eden ruh-ı medeniyyetin kemaline tabi’dir. Fil-hakika hey’et-i ictimaiyyeler maddi tekemmülata rağmen ruh-ı medeniyyeti medeniyyeyi medeniyet addeden milletler inkıraz bulmuşlardır. Eğer ruh-ı medeniyyetin kemaliyle beraber zevahir-i medeniyyette mazhar-ı inkişaf olmuş bulunursa hakiki medeniyet beşeriyetin insaniyyetin istediği medeniyete vüsul imkanı elde edilmiş olur. Bugünkü garb medeniyeti acaba ruh-ı medeniyyete ne kadar yaklaşmıştır?. Medeniyet-i hakikıyye ta’rifine dahil olan evsaf ve şerait-i ma’neviyye bila-tereddüd hükmolunabilir ki garb medeniyetinde hal-i ibtidaidedir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ı tanımak esasında Hıristiyanlık akaidi teslise teşrike yani ilmen tabiaten çıkmaz bir yola sapmıştır. Sırr-ı tevhid her zerre-i meşhud ve mevcudda i’lan-ı hakikat ederken Sani’-i Alemi şekillerle adedlerle tecsime çalışan bir akidenin Halık’ı tanımak zaruret ve ihtiyacını tatmin etmesine ruhlarda vahdet-i cuda getirmesine imkan yoktur. Bu imkansızlık ilhadı doğuruyor. Çünkü garbda ahlaki esaslar tereddiye uğramıştır. Merhamet şefkat diger-endişlik hakikaten ender tesadüf olunan faziletlerdendir. Muhafaza-i iffete aid mefhumların da garbda hayal kadar mübhem olduğu ma’lumdur. Menfaat uğrunda müsamahakarlık da yalancılık da kabil-i tecviz görülmektedir. Çünkü garbda efradın ihtiyacatı medeniyet-i’aliyyenin kemaline rağmen tatmin edilememekte belki maddiyatın kemali nisbetinde ihtiyacat ve sefalet artmaktadır. Fabrikalar ucuz levazım ve havayic tedarik ederken vesait-i nakliyyedeki sühulet makinelerin yardımı gibi maddi faydalar istifade-i umumiyyeye arz olunurken ferdler yeni ihtiyaclar yeni zaruretler karşısında ancak kifaf-ı nefse muktedir oluyorlar. Bir kısım ahalide servet hal-i işbaa gelmişken ekseriyet oturacak bir odaya malik bulunmuyor. Müskirat fuhuş kumar ise nesli aileleri tahrib etmektedir. Çünkü garbda huzur ve sükun mevcud değildir. Sunuf-ı cadelelerine müncer olmuş; hey’et-i ictimaiyye efradı cek basit bir vahid-i kıyasi haline gelmiş ve bu sayede muntazam şehirler fabrikalar demiryolları kanallar büyük müesseseler vücuda getirilmiştir…. Bu maddi ve istikrai sahadan başka hayat-ı ictimaiyyeden de her şey zahiri bir intizama rabt olunmuş aynı te bulunmuştur. Yeknazarda mehib yaldızlı rengin ve zengin bir cebhe gösteren garb medeniyeti nazarları aldatacak kuvvete hatta korkunç tahribkar bir tekemmüle malik bulunuyor. Buna şübhe yok. Medeniyet mefkuresi yalnız bunlar ise ve beşeriyetin istediği refah ve saadet bu eserlerle elde edilmiş bulunuyorsa garb medenidir ve garb medeniyeti medeniyet mefhumunun yegane timsalidir diyebiliriz. Eğer beşeriyet sırf bu mihaniki ve maddi eserlerle yaşayabilirse Roma Yunan-ı Kadim Endülüs medeniyetlerinin esbab-ı inkırazını tarih ve ilim nasıl izah edebilecektir? Bugün yalnız harab sütunlarını kitabelerini nazar-ı hayret ve ibretle gördüğümüz sabık medeniyetlerin asar-ı perişanisi nasıl tahlil olunacaktır?. Bütün bu inkırazlar inhidamlar hep tesadüfe hep te’sir-i tabiiyyeye mi atfolunacaktır?.. Hayır.. Tarih ve larına nisbetle vesaitsizlik içinde bugünkü medeniyetten daha güzel eserler vücuda getirebilmişlerdi. O medeniyetler ki san’atın bütün inceliklerini gösterebilmişlerdi. Onların da büyük orduları büyük şehirleri hazineleri donanmaları şairleri alimleri tezgahları müesseseleri vardı. Onlar da yaşamak yükselmek için çalışıyordu. Bütün bunlara rağmen şimdi ancak kırık bir vazodan çatlak bir sütundan ibaret kalan eserleriyle mahv u nasıl oldu da tarihe karıştılar?.. Evet medeniyet zahir ma’nasıyla tefsir edildiği; zahir şekliyle görüldüğü surette ne bugünkü medeniyetin bab-ı inkırazı izah edilebilir. Bu müşkilatın hall ü faslı ve hakikatin tavzihı için medeniyet şekli ve maddesi i’tibariyle tedkik olunduğu kadar ruhu i’tibariyle de tahlil olunmalıdır. Medeniyetin ruhu nedir? Medeniyetin ruhu medeniyet-i hakikıyye demektir. Hakiki medeniyet beşeriyetin alam u ekdarını tahfif ve tesliye hürriyet-i şahsiyye vicdaniyye ve mesaiyi te’min edecek huzur ve istikrarı emniyet-i ictimaiyyeyi takrir eyleyecek adaleti te’min ederek vicdanları hakikatin keşf ü istidlaline mani’ olan her türlü a’raz u esbabdan kurtaracak zulmü cehli kaldıracak vesaitın hey’et-i mecmuasını ifade ve temsil eden bir mefhumdur ki ma’budu bi’l-hakkı tanımak esasını; bütün debdebe tantanasına rağmen garb medeniyeti de tarihe karışmış kırık sütunlarıyla ensal-i müstakbeleye Medeniyetin istikrai eserleri tahrib edilmemiş olsa bile tereddiyat-ı ma’neviyye ve ictimaiyyenin devamı maddi eserleri de behemehal atalet ve tereddiye ma’ruz bulunduracak ve bi’n-netice yine aynı akıbet baş göstermiş olacaktır. İşte bunun içindir ki şiddetle kendini gösteren tehlikelerin izalesi zarureti karşısında İngiltere’de din kongreleri akdine başlanmış İtalya’da faşistlik harekete gelmiş ahlak-ı umumiyyeyi muhafaza için her yerde ahkam-ı kanuniyyenin teşdidine teşebbüs olunmuş; mücadeleye başlanmıştır. Hal böyle iken garbcılarımızın bir küll olarak tatbikini istedikleri medeniyet-i garbiyye hakiki ma’nasıyla bir medeniyet olmaktan uzak bulunuyor. Garbın medeniyet-i zahiresi yani ulum ve sanayii ruh-i medeniyyetimiz muhafaza edilmek şartıyla ahz ü killerinde hiçbir mevki’ ve ma’nası olmayan şarkta olduğu gibi garbda da mesaviyat ve fezayıhtan başka suretle tezahürü mümkün olmayan tereddiyat-ı ahlakıyye ve başka bir şey değildir. Beşeriyetin bütün alam ve ihtiyacatını tatmin eden sırr-ı tevhid ve ahlak ile vicdanları yükselten müsavatı adaleti uhuvveti desatir-i asliyyesi miyanında bulunduran deniyettir. Bir zamanlar maddi’ali cihetlerde de muasırlarına her suretle hakim bulunan medeniyet-i İslamiyyenin ruh-ı aslisine garb medeniyeti namıyla hulul ederek hey’et-i ictimaiyyemizin ruhunu temellerini tahrib ve imha eden fezayıh tereddiyat-ı ahlakıyye ve ictimaiyyenin medeniyetle hiçbir alakası bulunmadığı şübhesizdir. Garbı bir medeniyet-i kamileye malik olmaktan uzaklaştıran esbab-ı sukût ve inhidamını tehiyye eden tereddiyat ve reziletlerin içki dans bar kumar fuhuş dini ve ahlaki tesamuh hod-endişlik şeklinde levazımat ve zarurat-ı medeniyyeden imişler gibi bünye-i milli ve medeniyyetimize hululü ne kadar sezavar-ı teessüftür. Garba asla muhtac olmayacak kadar metin ve yüksek esasatı ihtiva eden medeniyet-i hakikıyyemizin gayr-i şuuri bir taklid ile tereddiyata duçar olması her şeyden evvel terakki kemal-i milli ve ictimaimiz namına bir zarardır. Medeniyet-i hakikıyyeyi temsil eden ruh-ı medeniyyetimiz safiyet ve ulviyetini gaib ederek vaz’-ı aslisinden uzaklaştığı takdirde beşeri ve umumi bir arasında caygir olması icab eden vifak ve uhuvvet husumet ve nifaka tebeddül etmiştir. Sosyalistler komünistler anarşistler sermayedarlar aristokratlar demokratlar bunların hepsi yek-diğeriyle uğraşmaktadır. Aynı medeniyetin uzvu olmalarına rağmen muhtelif garb milletleri yekdiğerini imha etmek için müterakkıb-ı fırsat bulunmaktadırlar. Asayiş-i cihanın müdhiş düşmanı olan siyasi ihtiraslar daha beş sene evvel hele şarkta geçen senelere kadar beşeriyyeti kan ve ateş tufanı içinde boğmuştur. İstikbal de milletlerin ihtirasat ve hırçınlığı yüzünden her vakit tehlikede kalacaktır. El-hasıl ne aynı millet sunufu arasında ne de milletler arasında huzur ve sükun ve asayiş mevcud olmadığı gibi bi’n-netice bu keşmekeşten mutazarrır bulunan efradın da huzur-ı fikri ve maddisi yoktur. Çünkü garbda ruh-ı umumi tahribe meyyaldir. Fırkalar fırkaları sunuf-ı ictimaiyye mukabillerini milletler milletleri bütün şümul ve ma’nasıyla ortadan kaldırmak ve yerlerine kendileri kaim olmak mevkiindedirler. Harb-i Umumi vazıhan göstermiştir ki en kıymetdar asar-ı medeniyye bila-rahm imha ve tahrib edilmiştir. Çünkü garbda ruh-ı adalet hakim değildir. Fırkalara göre adalet; kendi mensubları hakkında hükumetlere göre kendi tebaası hakkında lazımü’t-tatbik görülmektedir. Hele milletler arasında hukûk ve adalet mefhumları kale bile alınmıyor. Hüküm galip olanların düsturu bütün şiddetiyle hüküm-ferma olmakta ber-devam bulunuyor. Mahkemelerde bile adalet telakkıyatı şahsa milliyete siyasete göre tenevvu’ ediyor. Merhum Behbud Han Tal’at Paşa Said Halim Paşa’nın katilleri hıristiyan oldukları için beraet ettiler. Voroski’nin katilleri garb için muhalif bir akidenin mübit ve hakiki bir mefkure olan adalet mefhumu bile ihtirasatın oyuncağı bir vaz’iyete düşmüştür. deniyyet i’tibariyle mütereddi bir medeniyettir. Garbın hükeması mütefekkirini medeniyetin ma’ruz kaldığı bu mühlik halet-i ruhiyyeyi fevzaları i’tiraf etmekte müttefik bulunmaktadırlar. Başta Gustave Le Bon olmak üzere ictimaiyyunun yüksek sesle duyurmak istedikleri hakikat; Avrupa medeniyetinin bir taraftan ali ve maddi sahalarda terakki ederken ruhi ve ma’nevi sahalarda da tereddi ve tefessühe doğru na-kabil-i tevkif bir kat’iyyetle yürümekte olduğu hakikatidir. Herhangi bir sebeble medeniyet-i maddiyye tahrib edilmiş olduğu halde artık garbın garb medeniyetinin yaşamak için istinad edeceği hiçbir nokta mevcud kalmayacaktır. O zaman Romalılara Yunan-ı Kadime Endülüs’e mukadder olan akıbet gatta İslam muharrirleri yüzlerle sayılırlar. Şiirde İslam dimağının asar-ı feyzi şimdiye kadar geçilememiştir. Peygamberimizin devrinde yetişen şuarayı mevzu’-ı bahs etmeyelim; Mütenebbi’den Hindli Hali’ye kadar nihayetsiz bir ketibe-i şuara karşısında kalırız. Mütenebbi dokuzuncu asırda intişar etmiş ve Emir Seyfü’d-devle’nin himayesine nail olmuştu. Onu müteakıb İbni Düreyd Ebü’l-Ala İbnü’l-Farız ve daha başkaları iştihar etmiştir. Endülüs müslümanları tabiat şairleriydi. Bilahare Cenubi Avrupa memleketlerinde birer örnek olarak kabul edilen muhtelif eşkal-i seferiyyeyi Endülüs müslümanları şuara arasında “Ahmed bin Muhammed Ebu Ömer” en büyük şöhreti haizdir. Mahmud’un devrinde yetişen şairlerden esasen bahsetmiştik. İran’ın ölü kahramanlarını dirilten Firdevsi evvelce medih ve bilahare hücum ettiği metbuunun şöhretiyle rekabet eden bir sit ihraz etmiştir. Gaznevilerle Selçukilerin Acem aruzunun mübdii Suzeni ile Vatvat sitayişgu Enveri Hakani Faryabi en büyük şuara-yı mutasavvıfeden ve sı Farisinin tanındığı ve takdir edildiği her yerde haiz-i kıymet olan Sinai Feridüddin-i Attar mübdi’-i la-yemut Nizami gibi şuara Atabeylerin devrinde ahlakçı Sa’di ve Sufi Celaleddin-i Rumi iştihar etmişti. Timur’un devrinde İran’ın bülbülü Hafız bülend bir sit kazanmıştı. Bunlar şiir aleminde muhalled birer nam bırakan müslümanların pek azıdır. İbni Hallikan ile Lutf Ali müslümanların deha-yı şairanesini en beliğ şekilde ifade ederler. Müslümanların fikir sahasında ihraz ettikleri şanlı muvaffakıyetler böyle idi. Bunların hepsi de bir adamın telkinatına vabeste idi. Ne hal ne de atiye aid hiçbir ümidi olmayan bir kavmi hakiki cehalet ve vahşetten nura da’vet ettiği kavim ile Peygamber-i İslam cihanı temdin etmiş felaket-dide insanlığı yeni bir hayata kavuşturmuştur. Avrupa barbarları Roma’yı yıkarak cehalet ve vahşet gayyalarına batmış iken müslümanlar muazzam bir medeniyet kuruyorlardı. Avrupa’da asırlarca süren tereddi devrinde Müslümanlık alemdar-ı terakki idi. Hıristiyanlık Sezarların tahtına kurulmuş fakat akvam-ı cihanı teceddüde sevk edememişti. Dördüncü asr-ı miladiden on ikinci asr-ı miladiye kadar Avrupa’yı ihata eden zulmetler gittikçe derinleşiyordu. Bu taassub-ı vahşiyane devrinde ilim medeniyet ve insanlığın nüfuz edebileceği her menfezi klerikaller seddetmişlerdi. Buna rağmen İslam irfanının te’siri Hıristiyanlık aleminin her tarafında kendini ihsas etmişti. Salerno Bağdad Şam Kurtuba Gırnata Malaka medreselerinde müslümanlar bütün felsefe ve ulum-ı mahiyeti haiz bulunan ulum ve fünunun sanayiin yani medeniyet-i aliyyenin ahz u kabulü imkanı da kalkmış olur. Nitekim rub’ asırdan beri kulaklarımızda çınlayan garblılaşalım teranesine rağmen müsbet sahada ilim ve si bilakis levsiyat ve fezayıh-ı ahlakıyye ve ictimaiyyenin her gün biraz daha bünye-i milliyi şuur-ı ictimaimizi eder. Medeniyet-i hakikıyyenin en celi bir nümunesi olan tan sonra aynı medeniyetin bir uzvu olan hey’et-i ictimaiyyemizin yalnız medeniyet-i İslamiyyeye teveccüh esasat-ı diniyye milliyye ve ictimaiyyemize temessükle tekemmül edebileceğine ve bundan başka hiçbir çare olmadığına şübhe kalmaz… Arap kabailinin ihtilafı ve birbirini çekememeleri müteaddid lehçelerinin birleşmesine mani’ olmuştu. Maamafih bu hal lisanlarının zenginleşmesine badi olmadığı gibi Ukaz panayırlarında her sene ictima’lar akdetmeleri lisanlarına bir intizam bahşetmişti. Fakat Kur’an iledir ki “Araplar İskender-i Kebir’in ve Roma’nın fütuhatından daha muazzam fütuhata nail; hem de başkalarının yüzlerce senede itmam edemeyeceği fütuhatı pek kısa bir zamanda itmama muvaffak olmuşlardır. Kur’an sayesindedir ki Araplar Avrupa’ya hükümdar olarak giren yegane Samiler olmuşlardır. Fenikeliler Avrupa’ya ticaret Yahudiler Avrupa’ya muhacir ve esir olarak girmişlerdir. Halbuki Araplar Avrupa’ya meş’ale-i ladığı bir sırada Eski Yunan’ın ilim ve irfanını diriltmişler şarka da garba da felsefe tıb hey’et ve sair ulumu öğretmişlerdir. Kur’an sayesindedir ki Araplar ulum-ı asriyyenin mehdinde durmuşlar ve ensal-i atiyyeyi Gırnata’nın matem-i sukûtuyla ilelebed giryan etmişlerdir.” Bu kitaptır ki Arapçayı bütün safvetiyle muhafaza etmiştir. Edebiyat-ı umumiyyede fikr-i beşerin istediği her sahada ahlakıyata ma-ba’de’t-tabia mantık ve bela Mesleme İstanbul’u kendi oğlunun taassubun alemdarı olan Kraliçe İreni’nin payitahtını fethe muvaffak olsaydı hiç olmazsa hıristiyan Avrupa’nın Asya milletlerini boğmak için açtığı gayr-i meşru’ harbler belki vukû’ bulmazdı. Bilhassa bu nokta muhakkaktır ki Hıristiyanlık aleminde esnam ve tasavir aleyhinde başlayan hareket akamete duçar olmaz Hıristiyanlığın teceddüdü birkaç asır mukaddem vukû’ bulmuş olurdu. Kader böyle istemedi. fikriyye cehalet hurafat-perestlik ve taassub kayalarına çarpılmış ve ancak Salerno ve Kurtuba medreseleri İbni Rüşd’ün nüfuzu ve belki İslam menabi’-i feyzinden tenevvür eden bazı Yunanlıların te’siratı ile klerikallığın Müslümanlık hürriyet-i tefekkür devrini küşad etmiştir. Müslümanlık seciye-i hakikıyyesini muhafaza ettikçe tır. Yabancı unsurlar Müslümanlığa karıştıktan sonradır ki onun hamle-i terakkisi gevşemiştir. Müslümanların bugünkü inhitatının sebebini anlamak on yedinci asır arasında geçen hadisatı tedkik etmek lazımdır. İspanya’da Hıristiyanlık memleketinin hayat-ı fikriyyesini öldürmüştür. Müslümanlar İspanya’yı bir cennete çevirmişlerdi. Hıristiyanlık onu bir çöle çevirdi. Müslümanlar İspanya’yı müessesat-ı ilmiyye ile doldurmuşlardı. Hıristiyanlar bunları eizze ve tasavirin ibadeti vücuda getirdikleri hazain-i irfana ateş verilmişti. Müslüman erkekleri kadınlar ve çocukları katliam edilmiş yakılmış esir edilmişti. Kaçabilenler Afrika sahillerine Garbda ilk hareket-i fikriyye İslam medeniyetinin kuvvetine en ziyade tabi’ olan ülkede tezahür etmişti. Fakat kilise bu güzel çiçeği ateşle kılınçla imha etmiş dünyanın hutuvat-ı terakkisini asırlarca geriletmişti. Buna rağmen İslamın müdafaa ettiği hürriyet-i fikriyye esası haiz olduğu hayatiyeti Hıristiyan Avrupa’ya sirayet ettirmişti. Abelard İbni Rüşd’ün bütün garb alemine hürriyet-i tefekkür namına bir harekette bulunmuş ve bu hareket Avrupa’yı kilisenin esaretinden kurtarmıştır. mübeşşir-i zuhuru idiler. Abelard ile mektebinin te’siri az bir zamanda İngiltere’ye sirayet etti. Vayfliyef’in fikirlerindeki asliyet ile hürriyet daha evvelki mütefekkirlerin cesurane telkinatından eden Alman müceddidleri bir taraftan putlara ve suretlere muhalif olan İstanbul hıristiyanlarından diğer taraftan Abelard ile Vayfliyef’ten fikir alarak ecnebilerin te’sirat-ı fikriyyesi ile başlayan hareketi itmam etmişlerdir. Hıristiyan Avrupa irfanı tazyik boyunduruğuna tabi’ kılmış kilise ricali hürriyet-i fikriyyeyi boğmaya hasr-ı faaliyyet etmiş iken dalalet-i fikriyyeye duçar olmak töhmetiyle papaslar binlerce ma’sumu yakmakla meşgûl oluyorken Hıristiyan Avrupa cinlere secde ediyor paçavra parçalarına ve kemiklere tapınıyorken İslam hür memleketlerinde ilim ve irfan hiçbir vakit görmediği hürmet ve i’tibarı görüyordu. Hazret-i Muhammed’in hulefası da’va-yı medeniyyetin müdafi’leriydi. Hürriyet-i fikriyyenin hürriyet-i tedkik ve taharrinin inkişafına hadim oluyorlardı. Din namına tazyik mechul bir şeydi. Hükümdaranının meslek-i siyasisi ne olursa olsun onların kaffe-i ehl-i edyana ve mezahibe karşı gösterdikleri bi-taraflık ve kat’i tahammül hiçbir yerde görülmemiştir. Bir milletin hürriyet-i fikriyyeye hürmetine en büyük delil olan ulum-ı tabiiyyenin ta’lim ve tedrisi ehl-i İslam arasında müteammimdi. Arapların biri İstanbul’un önünde diğeri Fransa’da duçar oldukları iki muvaffakıyetsizlik beşeriyetin terakkisini asırlarca te’hir etmiştir. Araplar daha derli toplu hareket etmiş ve Charles Martel’in barbar ordularını sürmeye muvaffak olmuş olsalardı tarih-i beşerin en karanlık devri belki de hiç yazılmazdı. Rönesans medeniyet hürriyet-i fikriyyenin inkişafı yedi yüz senelik bir zaman kazanmış olurdu. Abelard tarafdaranının Protestanların katliamları İrlanda Katoliklerinin İngiliz Protestanları tarafından korkunç bir şekilde imhaları karşısında titremekten kurtulurduk. Engizisyon mezalimi bütün fecayi’ “Tiran’da münteşir – Yüksek Ses namındaki ceride-i diniyye Arnavudluğun ulum-ı diniyye tenid olmak üzere bir medresenin küşadından bahsetmektedir. Mezkur medresenin iki sene evvel inşasına başlanan gayet cesim ve san’at-ı mi’mari nokta-i nazarından şayan-ı tedkik bir binada resm-i küşadı icra edilmiştir. Medresenin etrafı birçok müzeyyen bahçelerle muhattır. Medrese binası tedrisat hıfzıssıhha ibate ve miştir. Medresenin nizamnamesine göre taliblerin haiz olmaları lazım gelen şerait-ı duhul şunlardır: yaşından dun olmamak Orta tahsili ikmal veya bu derecede iktisab-ı ehliyyet etmiş olmak Cünha ve cinayetle mahkum olmamak Medrese nizamatına riayeti taahhüd etmek ve saire.. Beş vakit namaz mecburidir. Medreseden ayrı olarak bir de cami vardır. İaşe ibate ilbas iskan gibi taliblerin zaruri ihtiyacları tamamen te’min edilmiştir. Taliblerin buna mukabil şehri üç napolyon te’diye etmeleri lazım gelmektedir. Maamafih meccanen dahil olabilmek de mümkündür. Medresenin müddet-i tahsiliyyesi on iki senedir. Üç kısımdır. Birinci kısım üç ikinci kısım beş üçüncü kısım dört sınıftır. Programı şudur: Birinci kısım. – Ma’lumat-ı diniyye en son usul ile lisan-ı Arabi sarf nahiv mantık Arnavudça Fransızca hesab hendese ilm-i eşya ahlak tarih coğrafya hüsn-i hat terbiye. sal ve pratik lisan-ı Arabi sarf nahiv maani mantık felsefe-i İslamiyye vaz’ ve inşa aruz tefsir hadis adab-ı münazara ahlak siyer-i nebevi ahkamü’l-evkaf hülasa-i kavanin ve saire. Üçüncü kısım.– Mufassal felsefe-i İslamiyye usul-i fıkıh tefsir hadis adab-ı münazara tevsikat-ı şer’iyye mürafaat ile beraber ahlak nizamü’l-mehakim usulü’lkavanin riyaziyat tabiiyat felsefe tasavvuf tarih-i edyan mukayese-i kavanin ve saire.. Memalik-i saireden mümkün olduğu kadar mütehassıs celb edilecektir. Bu medreseden me’zuniyet ruusunu haiz olanlara mahsus olmak üzere resmen kabul edilmiş birtakım vasi’ imtiyazat-ı mahsusa vardır. Yakında Tiran’a hareket ediyorum. Mahallinde yapacağım tedkikat neticesini bilahare bildireceğim. birer dilenci olarak düşmüştü. Şu var ki bir asır geçmeden Garbi Afrika’da el-Muvahhidin zamanında taassubun hükümran olması terakkiyi tevkif etti ulum ve sanayi’ lemenler devrinde Mısır’da hükümran olan anarşi ilim ve irfanı inhitata duçar etmişti. Asya’da Timur hanedanının tereddisi vahşi ve mutaassıb Özbeklerin zuhuru ve Timur’un payitahtında te’sis-i saltanat etmeleri halkın hayatiyet-i ilmiyyesini imha etmişti. Safeviler devrinde mıştır. Fakat bu intibah muvakkatti. Merkezi Asya’da ölüm gibi bir karanlık hükümran olmuş fakat son zamanlarda bu zulmetler Afganistan’dan yavaş yavaş sıyrılmaya başlamıştır. Selim ile Süleyman ve Muradların devrinde Türkiye’de dafaa-i nefs için hedefi belli olmayan ve hiç eman vermeyen bir düşmanla mütemadi harbler içinde imrar-ı hayata mecbur olmuşlardır. Bugün o düşman zail olmuş fakat Türkler yine hayat için mücadele ediyorlar. Bu gibi şerait altında terakkiyat-ı ilmiyye bit-tabi’ pek bati yürür. Bu inhitattan Müslümanlığı mes’ul edenlere Gobino bu cevabı veriyor: “Herhangi Avrupa memleketinde Türkiye’de iki buçuk asır süren idari ve askeri mutlakıyetin Mısır’daki anarşinin hükümran olduğunu tasavvur ediniz.’da Bütün bu şeraiti toplayınız. Bunlara bir Avrupalı memleketini ma’ruz bırakınız nasıl harab olursa şark memleketleri de öylece harab olmuştur. Binaenaleyh Müslümanlığa haksız bir isnadda bulunmak na-becadır.” Zaman-ı zuhuru olan yedinci asr-ı miladiden on yedinci asr-ı miladiye kadar Müslümanlık bugünkü Avrupa’yı manlık müslümanları ilerletmiş ve onların maddi ve fikri bir inkişaf-ı aliye mazhariyetlerini te’min etmiştir. Asya’nın ric’atinden beri Hıristiyanlık alemi bir Hülagü vukû’ bulmuş Katolikler Protestanlar yekdiğerini yakmış. Fakat Avrupa Endülüs müslümanlarının kamilen katliamı Hülagü’nün istilası irfan ve medeniyeti imha gibi felaketlere duçar olmamıştır. Bunun için bugün: Nakıli misyon Reisi niçin doğrudan doğruya kendisi Adliye Vekiline takdim etmiyor da Mustafa Fevzi Efendi’yi tavsit ediyor? Bunun hikmeti bilahare anlaşılacaktır. Vaktiyle devr-i sabıkta Hacı Adil Bey’in bugün görmekte olduğu vazifeyi başka bir zat ifa ediyordu. O zat bugün yine Meclis’tedir. Mehakim-i şer’iyyenin Meşihat’tan kat’-ı rabıtası kararlaştırıldığı zaman bu işlerin eri olan o zat-ı şerif Meclis-i Meb’usan’dan Meclis-i A’yan’a geçirilmişti. Ne garibdir ki mehakim-i şer’iyyenin büsbütün Hacı Adil Bey üstadımız başka işlerle meşgûldü. Kim zannederdi ki bir gün gelip de bir kısım ahkam-ı şer’iyye yerine Fransız Hukûk-ı Ailesini ikame eden Komisyona Hacı Adil Bey reis olacak ve kendisine tevdi’ edilen vazifeyi kema-hiye-hakkuha ifa ederek hazırlanan eser-i ma’rifeti mühürlü zarfta bizzat Ankara’ya gönderecek?! Hacı Adil Bey hazırlanan projenin ne mahiyette olduğunu bildiği için Mustafa Fevzi Efendi’ye tevdi’ ederken etrafına bakınıyor emniyet halinde olup olmadığını soruyor arada yabancı olmadığı kanaati hasıl olduktan sonra projeyi diğer bir mahremine tevdi’ ediyor. Kırmızı mumla mühürlenen bu proje bit-tabi’ yakında Millet Meclisi’ne gelecektir; bir kısım ahkam-ı şer’iyye yerine ikame olunan Fransız Hukûk-ı Aile ahkamını bütün millet görecektir. Bu hususta meb’usan-ı kiram ne diyecektir bilmiyoruz. Fakat her halde projenin sıkletini narin omuzları şimdiden hissetmeye başlamış olsa gerektir. Ne garib mazhariyetleri varmış! Allah cümlemizi tarik-ı haktan ayırmaya… let Meclisi binasından bahsederken kürsünün balasında ayet-i kerimesini muhtevi levhanın yanındaki arkadaşının tuhafına gittiğini söylüyor: “Büyük Riyaset kürsüsünün tam ortasında kocaman gümüş bir çan var.” Dedikten sonra duvardaki ayet-i kerime hakkında şöyle diyor: “Kürsünün arkasında yanımdaki bir arkadaşın tuhafına giden bir levha: Hürriyet ve demokrasinin ruhu olan bu düstur-ı Kur’an’ın muhabirin yanındaki arkadaşının neden tuhafına gittiğini anlayamadık. “Riyaset kürsüsünün tam ortasında bulunan kocaman gümüş çan” tuhafına gitmiyor da Geçen devre-i ictimaiyyede ahkam-ı fıkhiyyeye müsteniden tanzim olunup Meclis’e tevdi’ olunan Hukûk-ı Aile Layiha-i Kanuniyyesi bilahare geri alınarak garb hukûkuna müsteniden yeni bir Hukûk-ı Aile Kanunu Layihası hazırlanmakta olduğunu gazeteler yazmıştı. Hatta geçenlerde Komisyon Reisi Hacı Adil Bey ahkam-ı şer’iyyeye muhalif olarak vaz’ ettikleri bazı yeni ahkam hakkında gazetecilere beyanatta bulunmuştu da biz de bunun üzerine mütalaatımızı dermeyan etmiş hiç kimsenin ahkam-ı şer’iyyeyi tebdil ve tahvile hiçbir hak ve salahiyeti olmadığını ve olamayacağını söylemiştik. Ahiren bu Kanun Layihası’nın münakehat ve mufarakata aid kısımlarının ikmal edildiğini ve sür’atle Meclis’ten geçirilmek üzere Ankara’ya gönderildiğini gazeteler yazıyor. Mezkur Kanun projesini götüren Komisyon Reisi Hacı Adil Bey’le birlikte aynı kompartımana tesadüf eden gazetesi sahibi Ahmed Emin Bey bu projenin vagonda Mustafa Fevzi Efendi’ye verildiğini ve bu münasebetle arada cereyan eden bir muhavereyi naklediyor. Mustafa Fevzi Efendi ma’lumdur: Manisa Meb’usu Şer’iye Vekaleti’nin ilgası ve medreselerin temelleri kazıldığı zamanda Şer’iye Vekili idi. Vatan Sahibi ma’hud projenin vagondaki takdim merasimini şu suretle hikaye ediyor: “Hacı Adil Bey Aile Kanunu’nun projesini Adliye Vekaleti’ne tevdi edilmek üzere kırmızı mumlu koca bir zarf içinde benimle aynı kompartımanda bulunan Mustafa Fevzi Efendi’ye verirken ufak bir tereddüd dakikası geçirdi: – Acaba proje kompartımanda emin mi? diye sordu. – Sizce gazetecinin havadis aşkı mühürlü zarfı açacak dereceye varır mı? – Bilmem bu suale cevab vermeden evvel bir kere Ahmed Şükrü Bey’e danışmak isterim …” Demek bin üç yüz seneden beri cari ve nafiz olan bir kısım ahkam-ı şer’iyye yerine garb Hukûk-ı Ailesini Ankara’ya götürülüyor ve Mustafa Fevzi Efendi’ye vagonda teslim ediliyor. Teslim edilirken de yabancı olup olmadığı hakkında etrafa bakınılıyor ufak bir tereddüd dakikası geçiriliyor “Emniyet var mı?” diye soruluyor ondan sonra son Şer’iye Vekiline tevdi’ olunuyor. Ko halkın behimiyetini gıcıklayan tuluat maskaralıklarına Buna cevaben ‘Halk kendi menafiini araştırsın muzır şeylere sokulmasın.’ diyemeyiz. Çünkü henüz iç memleketlerde maarif tamamıyla tekamül edemediği cihetle halk ateşe atılan bir çocuk gibidir. Ateşe atılan çocuk nasıl bilmezse nasıl ateşe atılmaktan men’ edilmedikçe neticenin ne olacağını idrak edemezse halk da öyledir. Çocuk ateşi parlak ve sevimli gördüğü için atılır; halk da bazen böyle parlak ve sevimli olan zararları anlayamaz. Çocuğu yanmaktan kurtarmak için nasıl ya ateş geri alınır veyahud çocuk zabt olunursa halkı da bu felaketten tahlis için en ma’kûl tedabir bila-insaf tuluatçıları hiçbir şehirde barınamayacak bir tazyik altında bulundurmak tecziye etmek ta’mimlerle tebliğ olunan evamire itaaten müdürler kaymakamlar valiler tarafından hiçbir şehre bu kabil güruhu sokmamaktır. Göze görünmeyen bela diye buna derler. Bu kudsi memleketlerde pek büyük tahribat-ı ma’neviyye yapıp ahaliyi şehvet uçurumuna sürüklemektedir. Bu işvebaz kadınların mühlik çıplaklıkları zehirli tebessümleri karşısında bulunan pek çok erkek aile samimiyetinden aile muhabbetinden mahrum kalıyor işreti ve vukûatı tezyid ediyor. Ahlakı üzerinde müdhiş tahribat yapıyor ve daha neler! ” Maarif Vekaleti’nin emriyle İstanbul’da bir hey’et-i ilmiyye tarafından hazırlanmakta olan Maarif-i Umumiyye Kanunu Layihası’nı gazeteler neşrediyor. Layiha yakında Meclis’e tevdi’ edilecek imiş. Kırkıncı maddesi Musiki ve Tiyatro mekteplerinden bahsediyor. Aynen: “Madde: - Konservatuar Musiki ve Tiyatro mekteplerinden mürekkebdir. Her birinin ayrı Müdürü ve Meclis-i Muallimini vardır. Müdürler aid olduğu Meclis-i Mualliminin inhası ve Maarif Vekaleti’nin tasdikı ile ta’yin kılınır.” Maarif Vekaleti bütün Anadolu’da kapamış olduğu üç dört yüz medrese yerine şimdi Musiki ve Tiyatro mektepleri mi açacak? Talebe-i ulumun iaşesi için evkaf bütçesinden yüz kırk bin lira Maarif’e devrolunduğu halde talebe-i ulumun bugün iaşeleri kesildi bu suretle on altı bin talebeden kalan beş on kişinin İlahiyat Fakültesi’ne devamı da imkansız bir hale getirildi. Anlaşılan talebe-i uluma tahsis ve vakf edilen bu parayı Maarif Vekaleti tiyatroculara tahsis edecektir. Meb’usan-ı kiramın bu sene kabul edeceği teceddüdat miyanında bu madde de vardır. hakiki mü’minlerin şiarları olan meşveret hakkındaki ayet-i celile tuhafına gidiyor! Ferdası günü intişar eden gazetesinde de şöyle bir fıkra neşrolundu: “Büyük Millet Meclisi’nin küşadı gününe kadar hadis-i şerifinimuhtevi bir levha ta’lik edilmişti. Laik olduğumuz iddialarıyla tezad teşkil eden bu levha son dakikada oradan kaldırılmıştır.” Biz zannetmiyoruz ki bu haber doğru olsun. Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’nun en baş tarafında “dini din-i İslam” olduğu muharrer bulunan ve “ahkam-ı şer’iyyenin tenfizini” deruhde eden bir Meclis’in bala-yı ihtiramında hürriyetin en yüksek düsturunu gösteren bir ayet-i celilenin muallak bulunması kadar münasib bir şey olamazken bunun “laik”likle tezad teşkil ettiğini söylemeye nasıl insanın dili varıyor? Elhamdülillah Meclisimiz müslüman meclisi devletimiz müslüman devleti milletimiz müslüman milleti … Ayet-i kerimenin tuhaflığı ne demek? Bu işte bir tuhaflık varsa o da laiklik iddiasıyla bu ayet-i kerimeyi kaldırtmaya kalkışmaktır. Anadolu’da Tiyatro – serlevhasıyla Uşak’tan gazetesine yazılan bir mektupta memleketin ahlakını kar te’sirleri şu suretle izah ediliyor: “Senelerden beri tuluat kumpanyalarının cevelangahı ve ticaretgahı olan zavallı Anadolu kaç Ermeni kaç Yahudi kadınlarına etek etek para döktü. Bu ‘göbek’çilerin memlekete iras ettikleri mazarratlar sayılamayacak raddeye geldi. Halkın üzerinde cazib ve tahribkar bir te’sir vücuda getirdi. Hiçbir zaman kabil-i inkar olmayan bir şey varsa erkeklerin şehvet-aver çıplaklıklara dekolte kadınlara za’fiyetidir. İki üç serserinin taht-ı idaresinde tecemmu’ eden esafil güruhundan pis murdar Yahudi kadınları; guya san’at namına sahneye çıkıp halka şehvet saçmaktan hali kalmıyorlar. Bir küçük gamze çıplaklıklarını kafi geliyor ve etek etek para döktürüyor. Bence buna saik hükumettir. Zira ellerine ziller takarak uryan ve serhoş bir halde sahneyi levse gark eden kantoculara hala müsaade ediliyor. En galiz en müstehcen kelimat ile – Lakin sizde peçe örterlerdi. Sonra harem vardı.. Biz öyle zannediyorduk ki buraya yüzü peçeli yalnız gözleri meydanda hanımlar gelecektir? Hem de bunlar Daru’l-fünunda öyle mi?.. – Evet efendim unutmayınız ki Türkiye’de bir inkılab olmuştur. – Evet… Emin misiniz ki bu inkılab bütün memlekette kökleşmiştir. – Elbette.. Buna hiç şübhe etmeyiniz?.. – Acaba? … Eski fikirler artık tamamıyla atıldı mı?.. – Kat’iyyen Profesör efendi!.. Sizi te’min ederim. – Siz gençsiniz; belki onun için böyle kat’i söylüyorsunuz ve aynı zamanda mümkündür ki bu fikirler hakikaten İstanbul’da o münevver muhitte kökleşmiştir. Acaba Anadolu da bütün bütün kabul etti mi?.. – Size tekrar te’min ederim efendim. Emin olunuz ki Türkiye artık değişmiştir.” Anadolu hakkındaki bu te’minatın doğru olup olmadığını anlamak için ihtiyar Profesörün Anadolu’nun herhangi bir şehrini görmesi kafidir. “Bazı yerlerde her türlü ahlak kayıdlarını yeryüzünden kaldırmak isteyen bazı ifsad edilmiş ve müfsid muhitlerde teceddüde çok yanlış bir ma’na verildiğini görmekle me’yus ve dil-hun oluyoruz. Bu hasta ve mütefessih ruhlara göre yenilik: Çıplaklık terakki: Her zevkten ahlak ve iffet endişelerini nazar-ı i’tibara almaksızın hisseyab olmak temeddün: Maddi olmayan her şeye kıymet vermemekten ibarettir. Bizi en ziyade bu satırları yazmaya sevk eden sebeb bazı evliya-yı etfalin bazı açık saçık resimlerle beraber resimlerden daha uryan daha ziyade hicab-aver muhavere ve hikayelerle dolu risale ve kitapların aile hayatına genç kalb ve ruhların samimiyetine döktüğü zehirler hakkındaki şikayatı olmuştur. Mizahın karikatürün ruhu felsefesi hayatın garaibini beşerin za’f ve noksanını teşhir ederek biraz ıslahına çalışmaktır. Halbuki bazı gazeteler mizahın bu felsefesini bu gayesini anlamayan veyahud anlamak istemeyen bazı risaleler yazdıkları hikayeler neşrettikleri resimlerle bir vaz’iyet alıyorlar. İşte o zaman ortaya bir gazete değil her aile yuvasını zehirleyebilecek en sari ve katil mikroplarla meşbu’ bir paçavra vücuda geliyor. Halkın Maarif Vekaleti Papas mekteplerinin küşadına müsaade ettiği cihetle Paris’te bulunan papasların peyderpey Fransa hükumeti Papalık Papas mekteplerinin müdürleri uğraşa uğraşa nihayet memlekette Papas müesseselerini açmaya muvaffak oldular. Acaba bizim ulum-ı zin ihtiyacat-ı diniyyesini te’min edecek olan medreselerin de küşadına lutfen müsaade buyursalar bütün milleti memnun ve minnetdar etmiş olurlar. Burası müslüman memleketi olduğu halde Papas mekteplerinin açılmasına müsaade edilirken ulum-ı İslamiyye tahsil edilecek olan medreselerimizin küşadına artık mümanaat buyurulmaz ümidindeyiz. Meb’us efendilerin bu hususta Maarif Vekaleti nezdinde şefaat ve istirhamda bulunmaları temenni olunur! Koloj’dan gazetesine yazılan bir mektupta Avrupa’da seyahat etmekte bulunan Daru’l-fünunlu talebeler ve onlarla birlikte giden Daru’l-fünunlu hanımların ihtisasatı naklediliyor. Sinaya’nın en mükellef otelinde mükellef bir sofrada yemek yiyorlar dans ediyorlar eğleniyorlar. Sonra Romanya’nın idaresinde bulunan eski Macaristan şehirlerinden birine geliyorlar. bir kiliseye giderek çalınan orgu dinliyorlar derin bir vecde gark oluyorlar. Muharrir-i mektub bu ziyareti şu suretle tasvir ediyor: “Şehrin en büyük kilisesi olan ‘Şurats Kirha’ya girildi. Bu kilise dahilinde çok eski ve kıymetli Türk halıları vardı. Bir de org mevcuddu. Bu org eskiden AvusturyaMacaristan Lakin şimdi Romanya’ya intikal edince Romanya’nın en büyük orgu imiş. Macar talebeleri İstanbul’da gördükleri misafir-perverliğe naçiz bir mukabele olmak üzere yarım saat kadar bu orgu çaldılar. Derin bir sükun bütün samiini derin bir vecde gark etti.” Sonra kütüphaneleri ziyaret ediyorlar. Kütüphanede bir Profesörle bizim Daru’l-fünunlu gençlerimizden biri arasında şu suretle bir muhavere cereyan eder: “– Bu hanımlar hakiki Türk müdür? – Bit-tabi’ efendim … eden hayatını her türlü tehlikeye ma’ruz bırakan bir hareket oldu. Şerif Hüseyin İngilizlerin kuru bir vaadine inanarak Devlet-i Osmaniyye’ye karşı harekata başladıktan sonra Harb-i Umuminin sonuna kadar İngilizlere yardım etti. Çünkü ganimetten hissesini alacağını zannediyordu. Harb-i Umuminin hitamı üzerine Şerif Hüseyin artık Şam veya Bağdad’ı payitaht ittihaz ederek bir devlet-i Arabiyye kurmak için hazırlandı. Bir de baktı ki tahayyül ettiği devletin ecza-yı mütemmimesinden addettiği Suriye Filistin Irak birer Avrupa devleti tarafından işgal olundu. Fransızlar muma-ileyhin oğlu Faysal’ı Şam’dan tard ederek Suriye’ye vaz’-ı yed ettiler. İngilizler Irak’ta yerleştiler ve Filistin’de bir Yahudi yurdu te’sisine başladılar. Kala kala Şerif Hüseyin’e eski Hicaz kaldı. Şerif Hüseyin eskiden beri zaten burada nim-müstakil idi. Müstakil olduktan başka Osmanlı Devletinin himayesine mazhardı. Osmanlı Devletinin hazinesi kendisine binlerce yüz binlerce altınları takdim ediyor Osmanlı Devleti’nin harbiyesi kendisine istediği kadar asker gönderiyor kendisi de debdebe ve darat içinde emn ü eman-ı tamm içinde imrar-ı hayat ediyordu. Mekke-i Mükerreme Emareti Hicaz Melikliğinden pek yüksek ve pek mükemmeldi. Eskiden her türlü taarruzdan masun olan Hicaz’ın yerine bu sefer her taraftan rakiblerle düşmanlarla muhat bir Hicaz bulmuştu. Eskiden kavi ve müreffeh olan Hicaz yerine zaif ve fakir bir Hicaz ortaya çıkmıştı. Eskiden bir devlet-i İslamiyyeye istinad ederek hakk-ı hayatını te’min eden müreffeh yaşayan Hicaz yerine bir hıristiyan devletinden muavenet ve himaye dilenmek mecburiyetinde olan bir Hicaz memleketi teessüs etmişti. Şerif Hüseyin yaptığı hareketin neticesini o zaman anladı. Pek büyük bir cürüm işlediğini idrak etti. Ne çare ki telafi-i ma-fata imkan yoktu. Hicaz’ın vaz’iyetini Harb-i Umumiden evvelki haline ifrağ etmek Hicaz Hüseyin’in hareketi neticesinde Türkiye ile Hicaz’ın arasında İngiltere ve Fransa gibi iki büyük devlet yerleşmişti. Bu iki devleti çıkarıp atmak ve eski irtibatı te’sis etmek mümkün değildi. Artık olan olmuştu. Bilhassa meleri üzerine muma-ileyh pek naçar kaldı. Çünkü bu tahsisat sayesinde iyi kötü kendini idare ediyor ve halkı pek tazyik etmiyordu. Vakta ki İngilizler muma-ileyhe verdikleri birkaç kuruşu da kestiler Şerif Hüseyin’in hali berbad oldu. Hicaz halkının elinde ne varsa hepsini de ceblerinde ne varsa bin vesile ve bin hile ile hepsini gençliğin gösterdiği rağbeti su’-i isti’mal etmemek elinde kalemi ve fırçası olan her san’atkarın vazifesidir.” Vehhabilerin son haftalar zarfında başlayan harekatı nihayet bir netice-i kat’iyyeye iktiran etti. Geçen hafta zarfında Hüseyin’in makamını işgal eden Emir Ali elinde kalan bir mikdar askerle Cidde’ye ric’at etmiş ve bu ric’ati müteakıb Vehhabiler Mekke-i Mükerreme’ye dahil olmuşlardır. Vehhabilerin Mekke-i Mükerreme’yi bu şekilde Hiç şübhesiz bu hadise bütün İslam aleminde azim bir heyecan tevlid etmiştir. Bütün müslümanların mataf-ı tevkir u ihtiramı olan Ka’be-i Muazzama’nın bir elden diğer bir ele intikal ve bu suretle Hicaz mukadderatının müzebzeb bir vaz’iyette bulunması hiç şübhesiz ehl-i İslamı müteessir eder. Bütün müslümanların arzusu Hicaz’da müstekar bir hükumet teessüsü bu hükumetin şeair-i tabi’ olmaması müslümanların şeair-i İslamiyyeyi bihakkın ve Hicaz’ı en mükemmel şekilde idare etmesidir. Devlet-i Osmaniyye’nin Hicaz’da ta’kib ettiği usul-i taraftan Hicaz ahalisinin refahiyeti te’min diğer taraftan Hicaz ümera ve eşrafının maişeti te’min olunuyor Hicaz’ın her türlü tecavüze karşı himayesi ve makamat-ı mukaddese-i İslamiyyenin sıyaneti için tedabir-i lazıme Hüseyin’in Osmanlı Devletine karşı isyanı harbin neticesinde Türkiye’yi Hicaz ile birleştiren arazinin Türkiye’den ecnebi devletler tarafından işgal olunan vasi’ arazinin selb etmiştir. Şerif Hüseyin’in isyanından zahiri hedefi yalnız Hicaz’ın istiklalini değil bütün Arapların istiklalini te’min idi. Bütün Arabistan şibh-i ceziresinden Suriye Filistin ve Irak’tan müteşekkil müttehid bir devlet teşekkül edecek ve Şerif Hüseyin bu devlete riyaset edecekti. Şerif Hüseyin fikrini İngilizlere ve İngilizlerin Mısır’daki Fevkalade Komiseri Mc Mahon’a açmış o da İngiltere’nin bu fikri tahakkuk ettirmeye meyyal olduğunu mumaileyhe Devlet-i Osmaniyye’ye karşı isyan bayrağını açmıştı. Bu bayrakları hamil oldukları ve başlarında atına binen tarikat şeyhi bulunduğu halde bunların devrini seyretmiştir. Her kafile geçtikçe yüksek bir sesle Fatiha-i Şerife’yi tilavet ediyordu. Bunların mürurunu müteakıb Turuk-ı Sufiyye Şeyhu’l-meşayihinin otağında okunan Mevlid-i Nebevi vüzera ulema me’murin ve a’yan tarafından namına bu merasimde hazır bulunmuştur. Geceleyin bütün Abbasiye Meydanı bir belde-i nur halini almıştır. Bütün otağlarda yapılan tenvirat bu koca meydanı gündüze çevirmişti. Her otağda Kur’an-ı Kerim tertil ediliyor evrad u ezkar ile meşgûl olunuyordu. Sabaha kadar devam eden bu tes’idattan sonra umumi tezahürat içinde Mevlid-i Nebevi kıraat olunmuştur. yani on sene evvel Rebiülevvel sabahı İmam Hüseyin Cami’-i Şerifi’nde Mevlid-i Nebevi Türkçe okunurdu. İngiliz himayesinin i’lanından beri Türkçe Mevlid-i Nebevi Arapça okunmaya başlanmıştır. Bu ihtifalat yalnız Kahire’ye münhasır kalmamış ve Mısır’ın bütün merakizinde aynı tes’idat yapılmıştır. Sa’d Zağlul Paşa’nın beyanat-ı vakıasından anlaşıldığına göre müşarun-ileyh Londra’da bulunduğu esnada Birinci mülakatta Zağlul Paşa Sudan’ı Mısır’ın ecza-yı mütemmimesinden addettiğini Sudan’ın Mısır’dan tefrik edilemeyeceğini ve İngiliz vesayetine terk olunamayacağını söylemiştir. İkinci mülakatta Mısır Başvekili Mısır’da İngiliz işgal-i askerisinin bekasına yahud Mısır devair-i hükumetinde Adli Müsteşar Mali Müsteşar gibi İngiliz me’murlarının kalmasına İngiltere’nin Mısır münasebat-ı hariciyyesine hakim olmasına İngiltere’nin muvasalat yollarını ekalliyetleri ve ecnebileri himaye etmek gibi dermeyan ettiği iddialara mahal olmadığını ve bunların kabul edilmeyeceğini beyan etmiştir. Üçüncü mülakatta İngiltere Başvekili Mısır’da müsellah bir İngiliz kuvvetinin bulunması lazım geldiğini bu kuvvetin yalnız Süveyş Kanalı’nı himaye edeceğini ve Mısır umuruna müdahale etmeyeceğini ve bir işgal-i askeri mahiyetini haiz olmayacağını dermeyan etmiş; Mısır Başvekili de Süveyş Kanalı’nın beynelmilel bir geçit olduğunu bu hususun’de İstanbul Konferansı’nda bütün devletler tarafından kabul edildiğini Süveyş Kanalı’nın Cem’iyet-i Akvam himayesine tevdi’ olunabileceğini söylemiştir. Mc Donald bu mülahazatı kabul etmemiş ve kendi nokta-i nazarı üzerinde ısrar etmiştir. dolandırmaya başladı. Huccac-ı müsliminin duçar oldukları münşerihu’l-bal olmak isteyen huccac Hüseyin’in zulmünden giryan olarak dönüyorlardı. Diğer taraftan Hüseyin etmeyi düşünüyordu. Bunda da muvaffak olamadı. Şerif Hüseyin’in sahne-i siyasetten çekilmesi lazımdı. Mumaileyh çekilmedi. Bilakis i’lan-ı hilafet ederek etrafındaki Arap ümerasının şübhelerini tahrik etti. Arap ümerası yani Necid Asir Yemen ümerası birleştiler. Vehhabiler de muma-ileyhe karşı hareket ederek kendisini ve hanedanını ıskat ettikten başka Mekke-i Mükerreme’yi de zabt ettiler. Bundan sonra Hicaz’ın atisi ne olacak? Şimdiye kadar buna dair bir şey bilinmiyor. Maamafih İbni Suud’un bir İslam kongresi toplayarak Hicaz’da amal-i Fakat bu şayiaların doğru olup olmadığına dair henüz ma’lumat yoktur. Vehhabilerin ta’kib ettikleri harekata gelince bunların dir. Hakikat-i hal bundan ibaret ise bunun müslümanlar El-hasıl Hicaz mukadderatı bugün buhranlı bir vaz’iyet geçirmektedir. Bizim temennimiz bu buhranın Hicaz’da müstekar ve amal-i İslamiyyeye muvafık bir idare te’sisiyle hitam bulmasıdır. Kahire’den son posta ile gelen gazetelerde okunduğuna göre bu sene Mısır’da “Mevlidü’n-Nebi” pek muazzam payitahtı olan Kahire’de Abbasiye Meydanı fevkalade güzel bir şekilde tanzim olunmuş her hükumet dairesi namına mükellef bir otağ kurulmuştur. Mısır Muvasalat Maliye Harbiye Adliye Maarif Dahiliye ve sair nezaretler ve Mısır Meclis-i Millisi namına kurulan otağların ortasında Mısır Hükümdarı namına bir otağ kurulmuştur. Bu otağın sağında Turuk-ı Sufiyye Şeyhü’l-meşayihı Seyyid Abdülhamid el-Bekri’nin ve turuk-ı sufiyyenin müteaddid çadırları kurulmuştur. Bu sene Mısır Hükümdarı bizzat ihtifalata iştirak etmediğinden Başvekalet Vekili Muhammed Said Paşa’yı kendi tarafından göndermiştir. Muma-ileyh Mevlid günü Abbasiye Meydanı’na gelerek her sene olduğu gibi erbab-ı tarikatın resm-i geçidini temaşa etmiştir. Mısır’da otuz dört tarikat bulunduğundan bunların geçidi bir buçuk saat devam etmiştir. Mısır’ın vüzera ve küberası bunların taşıdıkları muazzam Mekke-i Mükerreme’deki Vehhabilerin gittikçe tezayüd ettikleri anlaşılıyor. Sefk-i dimayı mucib olacak teşevvüşat ve iğtişaşatın vukûundan korkulmaktadır. Bir müddet mukaddem Necid Sultanı İbnü’s-Suud Cidde’ye bir mektup göndererek Mekke’ye girmeyi niyet ettiğini fakat halkın hiçbir şeyden korkmamaları lazım geldiğini beyan etmiştir. Vehhabi Meclis-i Harbi kuva-yı külliyyenin Mekke-i Mükerreme haricinde kalmasına karar vermiştir. Bunun üzerine Zağlul Paşa Mc Donald’ın bir buhran-ı siyasi içinde bulunduğunu bu buhranın neticesini beklemektense Mısır’a avdetin daha muvafık olacağını görmüş ve binaenaleyh müzakeratı keserek Mısır’a avdet etmiştir. Teşrinievvel tarihli ma’lumat-ı atiyyeyi veriyor: Hicaz’daki İngiliz menabiinden alınan ma’lumat birkaç gün mukaddem Mekke-i Mükerreme’ye giren Vehhabilerin ibraz-ı şiddetten ve yağmagerlikten ictinab ettiklerini te’yid etmektedir. Bu ma’lumata göre Vehhabiler hissiyat-ı diniyyeyi cerihadar edecek hiçbir harekette bulunmadıkları gibi emakin-i mukaddeseye hiç dokunmamışlardır. tanzim eden Vacibü’l-vücud’u isbatta asla tereddüd etmemiş ve hatta mevcudiyet-i ilahiyye tasdik olunmadan hiçbir şeyin tasdik olunamayacağını kuvvetle serd ü beyan eylemişti. Bu noktada tarih-i felsefe tedkik edilirse görülür ki mihanikiyet nazariyesi alem makinesini bir kudret-i hariciyyeye kurdurmak ve mantıki bir surette işletmek mecburiyetindedir ve bu mecburiyetinden tegafül ettiği anda intihar etmiş olur. Bir makineyi yapıp işletebilmek için ilim ve fen diye bağırıp duranların alem makinesini kurmak ve her an mütemadiyen ta’mir ve tecdid ederek işletmek için bir “Alimü’s-sırri ve’l-hafaya”nın vücuduna ihtiyac zaruri olduğunu Bu izahtan maksadımız dinimizi feylesoflardan öğrenmek olmadığı gibi mihanikiyet nazariyesini tervic etmek de değildir. Herkes bilir ki din-i hakkı beşeriyete esasıyla ta’lim edenler feylesoflar olsa idi Peygamberlik şerefini onlar ihraz etmiş olurdu. Halbuki tarihen müsbet bir hakikattir ki peygamberlerle rekabete çıkan feylesoflar daima hüsrana düşmüştür. Burada maksadımız bugünlerde mihanikiyet nazariyesini neşr-i ilhada bir vesile gibi göstermek isteyen ve bunu Allah’a Peygamber’e Kur’an’a dine karşı vukû’ bulan pek bi-edebane tecavüzlerine bir bahane makamında sonradan ileri sürmeye çalışanların bu cehalet ve tenakuzlarını ihtar etmekten ibarettir. Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Alemdeki bütün faaliyetleri hareket ile izah etmek müşlerdir. Fakat gaflet olunmamalıdır ki harekat-ı alemin kavanin-i mihanikiyye ile idare olunduğuna zahib olmak mebde’-i evvel olan Halık Teala hazretlerini inkar demek değildir. Belki bilakis mihanikiyet nazariyesi vücud-ı nazariyedir. Çünkü felsefe lügatlerinde izah edildiği vechile mihanikiyet her makinede olduğu gibi haricten tatbik edilen bir kuvve-i muharrikenin atalet kanunu dairesinde te’siriyle izah demektir: Binaenaleyh kainatı mihanikiyet esasıyla mülahaza eden bir fikir gerek bugünkü ve gerek mazi ve atideki bütün hadisatı silsile-i tammesiyle tasavvur ettiği zaman bunların muharrikleri olan kuvveti hey’et-i mecmuasında da temyiz ve tefrik etmeye ve ezeli ebedi bir kudret-i muharrikenin vücudunu teslim eylemeye mecburdur. Böyle düşünmediği surette mecmu’-ı hadisat hakkında mihanikiyet nazariyesini tatbik etmemiş olur ve o surette esas-ı da’vasını kendi kendine nakz etmiş bindiği dalı kesmiş bulunur. Bundan dolayıdır ki harekat-ı alemde mihanikiyete tarafdar olan Descartes alem makinesini tahrik ve Bazı düşüncesizler “ Allah ve Hak Teala” isimleri yerine “Tabiat” kelimesini koyuvermekle bir iş yaptık ve bir mes’ele izah ettik zannediyorlar. Halbuki bu noktada kullandıkları tabiat kelimesi o kadar mechul ve o kadar mübhem bir kelimedir ki bununla ne kasdettiklerini izah edebilseler yaptıkları bu mübadelede ne kadar aldandıklarını anlayabilirlerdi. Bu münasebetle bu hüküm hakkında birkaç söz söylemek isteriz: “Tabiat: Bir şeyde bizzat olan hareket veya sükunun bizzat kendindeki mebde’-i evveli; hülasa olarak: Zatı olan her tegayyür ve sebatın bizzat mebde’-i evvelidir. Bunu ecsamda sari ve şuna buna mebde’ olan bir kuvvet diye ta’rif edenler hata etmişlerdir. Zira bu makamda kullanılan kuvvetin haddi ‘mütegayyirin gayrisinde bulunan mebde’-i tağyir’dir. Bu surette ise tabiat sanki ‘bizzat tegayyür mebdeinin mebde’-i tağyiri’ diye ta’rif edilmiş olur ki hezeyandır. Bundan başka tabiat bir ism-i müteşabih olarak bazen ‘unsur suret-i zatiyye melekiyye ve tabiatın gayriden neş’et eden hareket’ ma’nalarına da ıtlak olunur. Etıbba’ tabiat ismini mizaca hararet-i gariziyyeye hey’et-i a’zaya harekata nefs-i nebatiye dahi ıtlak ederler. Tab’ tabiattan eamdır herhangi bir nev’in kendisiyle tekemmül ettiği fiili veya infiali her hey’ete tab’ denilir. Mesela fazla parmak tabiattan değilse de tab’dandır.” reket-i iradiyye mebdei olan ‘nefs’ mukabilinde kullanıldığı da vardır. Zamanımızda bu kelime en ziyade Fransızca ‘natur’ kelimesinin tercümesi olarak kullanıldığına ve fizik kelimesiyle de alakadar bulunduğuna nazaran bu babda en müteahhir izahatı veren Goblot’yu dinleyelim: “Bir mevcudun tabiatı bizzat onunla olan her ne ise odurki bir illet-i hariciyye ile olanın mukabilidir. Tabii de sun’i mukabilidir. Jean-Jacques Rousseau halet-i tabiiyyeyi medeniyet mukabili yapmış idi. İlahiyyun dahi tabiatı Allah’ın lütuf ve inayet-i ezeliyyesi mukabilinde kullanmışlardır. Tabiat alel-ekser mevcudatın mecmuu kainat – L’univers ma’nasına kullanılır ve alel-husus bir küll bir cümle olarak mülahaza edilen kainata ve bunu böyle bir küll yapan şeye –bu mebde’-i vahdet her zaman onda bulunmak şartıyla– ıtlak olunur. Vahdet-i vücudculara göre bu mebde’ her şeye nüfuz edip yaşayan yegane in üncü sayısında: “bugün ulum ve fünunun kainatta keşf ü müşahede edecek hiçbir nokta hiçbir hakikat bırakmadığını ve taharriyat-ı ilmiyye ve fenniyyenin gaye-i kusvasına erdiğini” ifade eden bazı beyanattan sonra: “Binaenaleyh semavatta arzın sathında cevfinde ‘Alimü’s-sırri ve’l-hafaya’ olmadığı tebeyyün etti. bütün bunlardan sıhhate akreb olarak anlaşılmıştır ki mükevvenatı belki mihaniki ve fiziki ezeli ve ebedi la-yetegayyer kavanin-i tabiiyyedir.” demiştir. Halbuki Kılıçoğlu evvela: Kainatı idare eden şekl-i olan Cenab-ı Allah’a zeban-dırazlıkta bulunmuş ve ona karşı lisan-ı mümkün olmayan akıl ve ilim irade ve hadisat ve hakaik-ı alemin mebde’-i evvel taharrisinde hiç hissesi yokmuş gibi cümlesini hazf ve tayy ederek bütün mükevvenatın mihaniki ve fiziki ezeli ve ebedi la-yetegayyer kavanin-i tabiiyye ile idare olunduğu neticesini almış ve daha garibi bunu ‘Alimü’s-sırri ve’l-hafaya’ olan Cenab-ı Hakk’ı inkar için kullanmıştır. Hiç düşünmemiştir ki bu nazariye ilmi inkar için değil hakim-i küll yapmak için fiziki ezeli ve ebedi la-yetegayyer kavanin-i tabiiyye ile kevvin’ kabul etmek saniyen: O ezeli ve ebedi dediği kavanine ezeli ve ebedi olmayan mükevvenattan başka bir tarz-ı vücud teslim etmek salisen: Bu mükevvenat-ı faniyyenin o kavanin-i ezeliyyeye göre idaresini müdrik ve mükevvenattan haric bir muharrik-i ezeli ve ebedinin vücuduna zaruret hisseylemektir. Herkes gibi ve bilhassa mihanikiyetçiler de bilirler ki mücerred kanunlar hiçbir şey idare etmezler; ancak müdebbirin kuvve-i muharrikenin hudud ve te’siratını gösterirler. Binaenaleyh mihaniki nokta-i nazardan kavanin-i tabiiyye kuvve-i muharrikeyi değil kuvve-i muharrike ederler. Bu münasebat ise mükevvenatın Alimü’s-sırri ve’l-hafaya olduğu halde bulunan Mükevvin ve Müdebbir’inin vücuduna bürhandırlar. Çünkü bütün bürhanlar münkeşif olan bir münasebetin görünen ucundan görünmeyen diğer ucuna intikal demektir. O’nun makamına ikame etmek istediği tabiatı bu ma’nayı amiyanesiyle kullanmış ve: “Halbuki demiş bedbaht kendi halikının kendisini muhit olan hissiz ve merhametsiz tabiat olduğunu görmüyor ve bizzat kendisinin de ondan bir cüz’ olduğunu Bedbaht kendi görmüyor ki ferdin kendisinden cüz’ olduğunu söylediği ve tabiat dediği şu kainat-ı meşhude sürüsü her biri birer mahluk olan efraddan ibarettir ve cümle-i mahlukata halık-ı küll demek bir tenakuzdur ve mihanikiyet nazariyesiyle uğraşanlar Halık ile mahlukun temayüzünü göstermek için uğraşmışlardır. İlim ve fenden gaye de bu mahlukat sürüsünün illet-i asliyyesi olan Halık Tealaya vüsuldür. İlim bu Halika hem evvel olarak bu i’tikad olmuş olmasa idi taharri-i esbab-ı zaruriyyetle gece gündüz muzdarib olmazdı. İlim ve fen teleskop ve mikroskoplarıyla uğraşırken istatistikle zabtı mümkün olmayan bu mahlukat sürüsünü –sebeb-i aksasını idrak sayesinde– yüksek bir noktadan ihata etmek heyecanıyla meşbu’dur. Fakat ilm-i beşer vücuduna kani’ bulunduğu bu Müsebbibü’l-esbab’ı tamam-ı hakikatiyle idrak edebilmek ebedde yaşamak ihtiyacındadır. Bundan dolayıdır ki: denilmiştir. Bedbaht-ı münkir görmüyor ki his ve merhamet kelimeleriyle yad ettiği şeyler hissiz merhametsiz tabiat dediği şu kainattan cüz’dür. Eğer hadisatın hepsi his ve merhamet değil ise bunların içinde bir tane de mi his ve merhamet yoktur? Eğer bir tane his ve merhamet var ise ferdin kendisinden cüz’ olduğu o tabiattan bu bir his ve merhamet de cüz’ olmayacak mıdır? Yüzünde bir beni bulunan bir kimseye bensiz denemediği halde bir tanecik merhamet bile o tabiata merhametli demek için kafi değil midir? His ve merhamet hiç yok idi de yavruların doğacağına yakın anaların sinelerindeki kuru memeleri şirin sütlerle doldurarak bu gülistan içinde çifte çeşmeler akıtan ve onların ilk gıdalarına aciz ve küçücük ağızlarına okşaya okşaya döken ve bütün bunları anaların babaların kudret-i iradeleri fevkinde bir san’at ile i’mal ve kalb bunu görüp dururken nasıl olur da Rahman Rahim olan Halık Tealayı inkar eder ve onun makamını hissiz ve merhametsiz bir kör kuvvete teslim etmek için ehl-i hakla mücadeleye kalkışır? kuvvettir revakıyeyahud yegane bir vücud-ı daimdir ki bütün mevcudat bunun bir zuhur-ı cüz’i ve intikalisinden tabiat kavaninin hey’et-i mecmuası vakıatın nizam-ı zarurisi ma’nasına gelir.Bu surette tabiat ‘icab – determinizm’ müradifidir. Bundan dolayı Kant tabiat kelimesini liberteye yani ihtiyara ta’bir-i amiyanesiyle hürriyete mukabil tutmuştur. Descartes tabayi’-i basitanın taharrisini fizik aynı his ile ma-ba’de’t-tabiiyyeye suver veya tabayiin yani basit olduklarından dolayı bizzat ma’kûl olan ve diğerleri kendilerinden istintac edilebilen hususat-ı mücerredenin taharrisini irae etmiş idi.” Şu izahat ile görülüyor ki tabiat kelimesi muhtelif ve müteşabih ma’nalar arasında dolaşan mütereddid ve mübhem bir kelimedir ve bütün ulumun evvel ve ahiri olması lazım ve zaruri olan mebde’-i vahdet ve müessir-i muhakkak hakkında böyle bir kelimeyi Allah Hak Teala gibi esma’-i hüsnaya tercih etmekle şaşkınlıktan başka bir şey ibraz edilmemiş olur. hakimlere hitaben yazdığı ilhad-namesinde Rahman ve Rahim olan Halık Tealayı inkar ederek taplarımızda “ Allah ef’alinde fail-i mucib mi yoksa fail-i muhtar mı?” mes’eleleri etrafında ta’kib olunmuştur. Fakat şunu hiç unutmamak lazım gelir ki bu ‘icabiye’ mesleğine tarafdar olanların hürriyet ve ihtiyardan dem vurmaya asla salahiyetleri yoktur. Çünkü Kant’ın da söylediği vechile ‘determinizm’ liberte mukabilidir. hak! Binaenaleyh hürriyet da’vasıyla ortaya atılan ‘ kökünden kal’ eden icab kanununu kendine mebde’-i hareket ittihaz etmezdi. Halbuki kelamının evvelinde mihanikiyeti ahirinde hissiz ve merhametsiz bir tabiatın halıkıyetini iddia ederken ortada da “beşerin idame-i hayatına muhtac olduğu eşyayı … Rezzak-ı Alem’den zorla çekip almak icab etmektedir.” diyen bu fikir baştan başa icab kanununa sarılarak hürriyet ve ihtiyarın kökünü kesmek istemiştir. Şimdi “Olduğu gibi görünmemek ve göründüğü gibi olmamak insan için namussuzluktur.” diye söze başlayan bir kimse namı altında hürriyetin cenah-ı himayesine sığınır da baştan başa hürriyetin zıddı olan gibi görünmemek veya göründüğü gibi olmamak değil de nedir? Zavallı bedbaht sen kimin elinden neyi zorla çekip alıyorsun? Sen Rezzak-ı Alem’in saha-i hilkate döşediği maide-i ni’metten onun vaz’ ettiği kanunlara riayet ederek ve yine onun verdiği vesaiti kullanarak yoluyla bir lokma alabilir isen alırsın; onu da lutf-ı müsaade munzam olmak şartıyla alırsın. Yoksa kanun yollarından yürümez ve mazhar-ı müsaade olmayı düşünmez ve kuvvetli zannettiğin pençeni her şeye uzatmaya kalkarsan o pençenin bir an içinde felce uğradığını görmekle na-kam olursun. Yukarıda bu gafil “Bu idrak-suz füshat-i bi-intiha onun üstünde yaşayan ondan daha naçiz beni Ademin ne kıymet ve ehemmiyeti vardır.” dediği ve aşağıda “halıkı kendisini muhit olan hissiz ve merhametsiz bir tabiat” diye tasvir eylediği halde öbür zerre-i naçizin zerre-i naçizi kadar kıymet atfetmediği nefsinin o merhametsiz muhit-i tabiattan zorla bir şey alabileceğini nasıl tasavvur ediyor? Yoksa kendini o zerre-i naçiz değil de bir cebbar-ı mutlak mı tasavvur etmek istiyor? Zannederiz ki bu izahat hilkatin illet-i ulasını taharri eden ulum ve fünun namına söz söylerken “Allah Hak Teala” gibi esma’-i hüsnayı bırakıp da “tabiat” gibi müteşabih ve ma’na-yı muradı mechul ve mübhem bir kelime isti’maline kalkışmak insanları nurdan zulmete hürriyetten cebr ü esarete sürüklemekten başka bir seO bedbaht düşünmüyor mu ki her küll eczasından yapılır. Eğer ferd halık-ı muhit dediği tabiattan cüz’ ise o cüz’ler fenaya gittikçe küll de fenaya gider. O halde şu kainat-ı meşhude sürüsünün ezeli ve ebedi olan hiçbir mecmuası yoktur fezada la-yuhsa ecram-ı hadise bulunduğu gibi zamanda da la-yuhsa kainat mecmuaları teselsül etmektedir. Bundan elli altmış sene evvel bunların dığı gibi onunla bir küll teşkil eden o mecmua da yoktu. Bunun gibi bundan belki birkaç milyar sene evvel bugünkü manzumeler mecmuunun efrad-ı ecramı da yoktu mazileri gibi olacaktır. Fakat Halık-ı Ezeli vardı. Eğer olmasa idi yok iken var olan bu şeylerin illet-i vücudları yokluktan ibaret olurdu. Halbuki ilmin kaidelerinden biri de “Rien ne vient be rien”dir. Adem vücuda illet olamaz. Bunun bir neticesi de nakıs kamile illet olamaz kaidesidir. Binaenaleyh ehl-i ilm olanlar bu ma’na-yı ammisiyle tabiatı hiçbir zaman mebde’-i hilkat addetmemişlerdir. Bu ma’nada tabiat yerine alem kelimesini kullanmak her halde müreccahtır. Burada şunu da kaydedelim ki eğer insanlarda ‘ene’ şuuru olmasa idi hiçbir ferdin iki an-ı ayniyyetine vahdetine bekasına kail olmak ihtimali olmazdı. Çünkü beden her an mütehavvil bulunuyor. Bu kanunu aynen mecmu’-ı kainata tatbik ettiğimiz zaman anlarız ki mecmu’-ı kainatta bir ene şuuru olmadığına kani’ vahdeti ve bekası bulunabileceğine ihtimal veremeyiz. Halbuki biz onun her an teceddüd-i emsal ile teselsül-i vukûatına şahid oluyoruz. Bundan pek kolaylıkla anlarız ki manzume-i kainatın sırr-ı vücud ve vahdeti meşhud olan tabiatta değil Hak Tealadadır; ezel ve ebedde kendini alim olan ancak O’dur. Ve bizim birkaç yıllık ene şuurumuz bu noktayı idrak için bir misalden ibarettir. Bu misal şekl-i insanide bir halık tasavvur etmek için değil belki Halık’ı idrak için eserini mülahaza ederken bu nokta-i ma’rifetten iğmaz-ı ayn etmemek içindir. Tabiat kelimesinin zikrettiğimiz maanisinden ikincisi: ve ihtiyara mukabil tutulmak istenilen illiyet kanununun bir ifadesidir. Evvelki ma’na ile tabiatta hakim olan kavaninin –kudema ta’birince ukûl-i mücerrede-i külliyyenin– başında icab ta’bir-i aharla ihtiyarsız illiyet kanununu görenler tabiat ismini buna evvelkinden daha ziyade muvafık bulmuşlardır. Çünkü illet-i hariceden azade olan kanun ancak bunu görmüşlerdir ve bunu Hak Tealayı inkar için değil onun ef’al ve asarında icab kanununun hüküm sürdüğünü söylemek için dermeyan etmişlerdir ki bu bahis bizim felsefe ve ilm-i kelam ki tağni bir mevcud-ı müstakil haline ifrağ etmek mümkün değildir. Eğer alem iyi ise biz o iyi alemin eğer fena kanunlarına ser-füru etmeye mecburuz. Şimdi gerek alem gerek halik-ı alem hakkındaki vechile gözümüzün önünde zerresinden elektronundan kendilerine ilzam edilmiş olan la-yetegayyer kanunlar mucebince seyir ve hareket eden ve ancak namütenahi ta’biriyle ifadesi mümkün birtakım hadisata mahall-i zuhur olan bir alemin mevcudiyetini görüyoruz. Bu asla kabil-i inkar değildir. Fil-hakika alemin mevcudiyeti sureti haddi mikdarı da feylesoflar arasında birçok münakaşatı kaşatın suret-i cereyanını mevzu’-ı bahs edecek değiliz. Yalnız hadsi bir nazarla şu tahakkukun vukûunu teslim Her şeyden evvel şunu görüyoruz ki bizim maddiyet nokta-i nazarından mahdud bir vücudumuz muayyen bir şahsiyetimiz var. Sonra bu muayyen şahsiyetin yine mahdud bir müddet için iktiran ve infisahtan masuniyetini te’min eden ve ruh namı verilen bir cevher-i emri ile bu cevherin şuur irade gibi bazı mahsusatı var. Şurumuzla hem kendimizi hem de kendimizden haric olan şeyleri gerek vücudumuzdan haric şeylerde istediğimiz hareketleri vaz’iyetleri ihdas edebiliyoruz. Şu hale nazaran ’aliyyeye muhtac olmaksızın tealluk ve hükmünü icra edebileceği ilk mevcud kendi vücudumuz demek olur. Elimizi kımıldatmak için elimizle irademiz arasında vücudumuzdan haric bir vasıtaya muhtac değiliz. İrademizi şahsiyet-i maddiyyemizden haric ve bizden başka olan eşyaya tealluk ettirmek için o eşya ile aramızda’ali bir vasıtanın vücudu la-büddür. O vasıta-i’aliyye de vücudumuzdur. Elimizle bir şey alırız; o şeye istediğimiz şekil ve sureti veririz. Bunlar bizim iradi fiillerimiz te’sirlerimizdir. Bunlara vasıta olan şeyler de vücudumuzu teşkil eden ecza-yı’aliyye yani dimağımız elimiz kolumuz gözümüz ve sair uzuvlarımızdır. değil belki vücudumuzun uzviyetimizin muhassalaları üzerinedir. Çünkü görüyoruz ve biliyoruz ki irademiz esas i’tibariyle vücudumuzun hiçbir cüz’üne hakim hiçbir cüz’ünde müessir değildir. O ancak kendi hüküm ve te’siri haricinde olan muhassalalar üzerinde bir amir ve bir müdebbirdir. İrade adeta bir geminin kaptanıdır. Kaptan sefineyi inşa etmez; yalnız sevk ve idare mere bahşetmeyeceğini anlatmak için kafidir. Ne çare ki birinci makalede söylediğimiz vechile henüz olmayan ve kabiliyet-i ikanı bulunmayan ruhlar her fıkrada bir tenakuza düşmeyi bir zevk-ı bedii kararmış bir kalb ile zulmet içinde çarpışmayı bir hüner addederler Gerçi mihanikiyet nazariyesi alem-i ecsam makinesine mümtaz bir kudret-i muharrikenin lüzumunu isbat ve ihtiyar gibi mihanikiyet ile izahı mümkün olmayan hadisat-ı ruhiyyeyi ya inkara kalkışmak veya alemin bu kısmını canib-i lahuta kaydetmek gibi bir neticeye müncer olmuş bu ise insanları ya cemadat ile müsavi tutmak veya mertebe-i uluhiyyete çıkarmak gibi bir ifrat veya tefrit ile şaibedar bulunmuştur. Bu noktanın tafsilini diğer bir makaleye bırakalım. Mücehhez olduğumuz havass-i hams ile mahsus bir alemin mevcud olduğunu görüyoruz. Siz bu alem için üzere de ister sıfat-ı kemaliyye ile muttasıf bir Halık’ın vücudunu kabul ediniz isterseniz o Halık’ı kabul etmeyip onun yerine tabiat denilen kuvveti ikame eyleyiniz. Hülasa alemin aslıyla alemde cari olan şuun ve hadisat hakkındaki fikriniz i’tikadınız ne olursa olsun sizin bu fikrinize bu i’tikadınıza kimse bir şey demeyecek. Fakat gözünüzün önünde vücudunu inkar edemeyeceğiniz bir hakikat yani bir alem var ya mes’ele bu alemin mevcudiyetidir. Biz insanlar da bu alemin bir cüz’üyüz. Bedeni teşekkülümüz havas ve kuva-yı maddiyye ve ma’neviyyemiz bazılarına göre Allahü Azimü’ş-şan’ın bazılarına göre de tabiatın eseridir. Şu halde ister alemi beğenelim onun her cüz’ünde büyük bir tedbir ve tasarrufun bazıları gibi bu asar için bir kör kuvvetin şuura gayr-i müstenid tasarrufatı yahud daimi bir hareketle müteharrik olan maddenin eser-i tesadüfatı diyelim her iki surette de tahakkuk edecek bir neticenin kabulünde bizim noksanıyla kabule mecburuz. Bütün kuvvetimizi bütün varlığımızı sarf etsek kendimizi o alemden haric müs dünyada bulundukça o isti’dadın icabatına muhabbet ve onları kabul ederek o icabat haricinde olan onlara mugayir bulunan şeylerden nefret ve onları reddeder. Çünkü bu şeyler onun ruhu için gıda olamaz onun ruhunu besleyemez. Gıda-yı cismani de böyledir. Bir mahlukun fıtratına tabiatına muvafık olan bir gıda diğer bir mahlukun fıtratına tabiatına tevafuk etmez. Mesela arslan açlıktan ölür de ot yemez. Keza koyun da helak olsa et yemez. Zira bu iki muhtelif gıda onların fıtratına muvafık değildir. Şu mukaddemattan anlaşılıyor ki bazılarının i’tikadı gibi bir tabiatın mahsulü eseri de olsak her halde kendimize has bir mahiyeti kendi irademizden haric bazı halat ve kabiliyatı hamil olduğumuz halde dünyaya gelir bu mahiyetin bu halat ve kabiliyatın muktezıyatına tabi’ oluruz. Bu muktezıyatın asarını izhar eyleriz. şeftali çekirdeğinde o nev’in idamesine hadim cevheri ağacı çıkmaz. Keza ebucehil karpuzuna da o meyvenin nın meyvesi çavuş üzümü olamaz. Hayvanların cevher-i vücudu da böyledir. Domuzun nutfesinden koyun koyunun nutfesinden domuz doğmaz. Şu mukaddematı bir dereceye kadar hasais-i ma’neviyyeye de teşmil edecek olur isek hemen hemen aynı neticeye vasıl oluruz. Şakavet-i ezeliyye ile mecbul olanlardan eser-i saadet zuhur etmez. Maye-i ilhadı hamil bir kalbden cevher-i habisedir ki onun meyvesi de habistir. Bazı hayvanat-ı süfliyye insanın istikrah ettiği şeyleri kemal-i iştiha ile yer. Çünkü onun dimağı ruhu o şeylerin kerahetini görmeyecek surette yaratılmıştır. O gibi hayvanlara bu keraheti göstermek kabul ettirmek mümkün değildir. Çünkü nefsinde o kabiliyet yoktur. Ezeli bir mülhide de imanı kabul ettirmek muhaldir. Çünkü mütalaata rağmen mes’elede niye cebir yoktur diyecek olur isek belki bu sözümüzle bazılarının nazarında azim bir tenakuz vartasına düşmüş oluruz. Halbuki mes’ele öyle değildir. Vücud muhassalaları üzerinde te’siri sabit olan irade ile şu halatın ta’dili hatta tebdili bile imkan dairesine girer. Fakat usulü vardır. Hüner o usulü bilmekte onu bilmeyi kasdeylemektedir. Sazın her telinde ses çıkarmak kabiliyeti vardır. Kirişlerin gerginliğine gevşekliğine göre çıkan sada ya tiz olur yahud pest. Tellerin hey’et-i mecmuası bir üstad tarafından akord edilecek olursa iyi aksi surette fena sesler çıkar. eder. Vücudumuz da tıbki böyledir. Vücudumuzu inşa eden biz değiliz. İrademizin teallukuna mahal gibi gördüğümüz şu vücudun bir cüz’ünde irademiz hakim ve müessir değildir. Kalbimiz irademize tabi’ olmaksızın darabanında devam kanımız da irademize tealluk etmeksizin vücudumuzda deveran eder. Midemiz vazifesini re’yini almaksızın kendi kendine uzar ağarır dökülür. Vücudumuzdaki huceyrat haberimiz olmaksızın ve bizden bir te’sir beklemeksizin tebeddül teceddüd eder. Nazar-ı akıl ile bakılacak olursa görülüyor ki bize her şeyden ziyade yakın ve irademizin teallukuna mahal gibi görünen vücudumuzdaki tasarrufat-ı iradiyye dairesinin muhiti gittikçe küçülüyor; benliğimizle benliğimize has olan irademiz ancak ve ancak umman-ı havadis içinde sefine-i bedenimizi sevk ve idare eden bir kaptan gibi kalıyor. Beden üzerindeki te’sirat-ı iradiyyemiz gayet mahdud olduğu gibi vücudumuzun üssü’l-esası olan enemiz nefs-i natıkamız tamamıyla bizim irademize tabi’ tamamıyla bizden haric bazı avamilin te’siratından azade bir mevcud-ı müstakil değildir. Biz kendimiz düşünüyoruz kendimiz yapıyoruz kendimiz tasdik kendimiz inkar ediyoruz zannederek ef’al-i hususiyyemizde başka bir kuvvetin te’siri altında bulunduğumuzu zannetmeyiz. Hal böyle iken bedenimize aid olan ve bizim irademize tabi’ bulunan şeyleri kolaylıkla bilip ve anlayıp ruhumuzun ne dereceye kadar irademize tabi’ ne gibi vedayi’-ı fıtriyyeyi hamil nasıl isti’dad ile mecbul olduğunu bedenimizdeki halatta olduğu gibi öyle kolaylıkla anlayamayız. Aynaya baktığımız zaman güzel yahud çirkin olduğumuzu görürüz ve güzellikle çirkinliğin nefsimizde tahakkuku irademizden haric olduğunu takdir ederek “Ne yapalım! Allah yahud tabiat bizi de böyle güzel yahud çirkin yaratmış!” diyerek zaruri halimize noksanımıza yahud kemalimize razı oluruz. Fakat çirkin olduğumuz halde “Evet güzellik benim teşkilatımdan tenasüb de bedenimdeki tenasübden ibarettir. Benim şu teşekkülüm yegane mikyas-ı hüsndür; dünyada güzel ancak benim gibi olur bana benzemeyen çirkindir.” diyerek çirkinliğimizi herkese güzellik suretinde kabul ettirmeye kalkışacak olur isek hata etmiş oluruz. Fakat ruhumuz böyle değildir. Ondaki tecelliyatı esrarı görmek takdir edebilmek için başka bir aynaya muhtacız. Bildiğimiz ayna kafi değildir. Biz kendi halat ve hadisat-ı nefsiyyemizi sırf kendi te’sirat-ı iradiyyemizin mahsulü zannederiz. Halbuki fıtratın her cüz’ü gibi onda da bizim göremediğimiz bilemediğimiz birtakım avamil-i hafiyyenin te’siratı vardır. Ruh ezelen bir şeye müstaid olur ve Ba’dehu Hey’et-i İdare intihabatına geçilmiş Riyasete Doktor Mazhar Osman Reis-i Saniliğe Ali Mahir Muhasib-i Mes’ullüğe Celaleddin Feyyaz Katib-i Umumiliğe Fahreddin Kerim beyler ve a’zalığa da on altı zat Kongrede irad olunan nutuklardan bugün ikisini Mazhar Osman Bey ile Fahreddin Kerim beylerin nutuklarını aynen derc ediyoruz. Celaleddin Feyyaz Beyler’in nutuklarını inşaallah gelecek hafta derc edeceğiz. Hanımlarım efendilerim Hilal-i Ahdar namını taşıyan İçki Mücadele Cemiyeti Beşinci Kongresini huzurunuzla akde muvaffak olduğu ğunuz için pek müteşekkiriz. Memlekette içki aleyhdarı olan bu kitle-i kesifenin nüve-i münevveresini teşkil eden sizleri Cem’iyet en samimi ihtiramlarıyla selamlar. Hanımlarım efendilerim Hilal-i Ahdar bu sene huzurunuza bütün maddiyatını muvaffakıyetlerini kaybetmiş fakir bir vaz’iyette çıkıyor. Fakat ma’nen her zamandan daha yüksek daha necib bir haldedir. Cem’iyet’in kudsiyeti nezaheti hele bugünlerde herkes tarafından tanılmış ve takdir olunmuştur. Demek istiyorum ki içki yasağını kaldıranlar Hilal-i Ahdar’ı maddeten gayesine kavuşmaktan mahrum etmişler fakat ma’nen yükseltmişlerdir. Bugün bu toprakta ferd-i aferide kalmamıştır ki içkiye müsaade edilmekle hiç iyi bir şey yapılmamış olduğuna kail olmasın. Memnuiyeti ref’ etmek isteyenler bizim fenni ve ictimai mantıklarımız karşısında cevab vermekten aciz yalnız bütçe açığından bahsediyorlardı. Halbuki bin zarar göze alınarak beklenilen bir kar da suya düştü. Geçen seneki bu aylarla bir de şu günleri kıyas ediniz. Memleket saadet ve istiklaline kavuşmak neş’esiyle kafi mikdar mest iken bu bela başımıza nasıl oldu da çıkarıldı. Yeniden içenler Sokaktaki bed-mestlerin tasallutundan neş’elerimiz kaçtı. nezahet içinde idi. Sokaklarda serhoş na’raları kesilmiş bed-mestlerin tasallutundan çoluk çocuk kurtulmuş bir ayyaşın gelişi güzel caka için attığı bir kurşunla kazara ölmek tehlikesi kalmamıştı. Üzüm daha bahalı idi her yerde temiz şeyler satılıyordu. Bağ sahibleri daha iyi ve Hilal-i Ahdar Cemiyeti’nin senelik kongresi Doktor Mazhar Osman Bey’in riyasetinde Cuma günü muştur. Evvela Mazhar Osman Bey kürsüye çıkarak Hilal-i Ahdar’ın Beşinci Kongresinin akdinden dolayı memnuniyetini izhar eylemiş Cem’iyet’in faaliyeti ve tuk irad eylemiştir. Müteakıben Cem’iyet’in Muhasib-i Mes’ulü Muhami Celaleddin Feyyaz Bey Cem’iyet’in bir senelik varidat ve masarifatı ve müskiratın millete ve memlekete ika’ ettiği fenalıklar hakkında çok şayan-ı dikkat izahat vermiştir. Bundan sonra Cem’iyet’in Katib-i Umumisi Doktor Fahreddin Kerim Bey Men’-i Müskirat Kanunu’nun lağvından sonra zabıta vukûatının tezayüdü hakkında istatistiklere müstenid mühim bir hitabe irad eylemiştir. Mazhar Osman Bey müstahzar levhaları göstererek içkinin vücud üzerindeki te’siratını Bunu müteakıb a’zadan Doktor İhsan Bey söz alarak Cem’iyet’in gayesi tamamen men’-i müskirat olmakla beraber şimdilik hiç olmazsa tahdidi için teşebbüsatta bulunulmasını teklif etmiştir. A’zadan Muallim Cevdet Bey de içki aleyhinde mekatib-i aliyye ve taliyyeye bir ta’mim gönderilmesini teklif eylemiştir. O sırada nasılsa oraya gelmiş olan ma’hud cı kürsü yanına gelerek hiç alaka ve münasebeti olmadığı halde merhum Ziya Gökalp Bey’in vaktiyle bir cinnet-i muvakkate geldiği zaman Diyarbekir’de beynine bir kurşun sıkarak intihar ettiğini pederinin alkolik olduğunu bu yüzden bugün en büyük ızdırablar içinde terk-i hayat etmek üzere bulunduğunu söyledi. Saded harici olan bu Ba’dehu Mazhar Osman Bey münakaşayı arzu eden olup olmadığını sorduktan ve kimsenin i’tirazı olmadığı söylenildikten sonra hükumet ve Millet Meclisi’ne tevdi’ edilmek üzere ber-vech-i ati mevad kıraat ve aynen ve müttefikan kabul edilmiştir: tı fena içki satılmayacağı için halk zehirlenmeyecekti öyle mi oldu? Sokaklarda bir serhoşun göğüs çarpmasına ma’ruz kalmaksızın gurubdan sonra dört adım atmak kabil değil tramvaylarda birkaç zilzurnanın yapmadığı maskaralıklar kalmadığı halde sahanlıkta duran polis bile ses çıkarmıyor. İçenler adeta kudurdukları için rast gelene saldırıyorlar. Başka memleketlerde içki vardır. Ya bizim rakı kadar müstekreh bir şey olmadığı veya halkın tahammül ve i’tiyadı başka olduğu için oralarda bu rezaletlere nadir rast gelinir. Hemen gavga ırza tecavüz katl bizdeki işret ayininin nakaratıdır. Memnu’ başka kimsenin hatırına gelmiyordu. Şimdi çoluk çocuğun karşısında coşkun içki alemleri yapılıyor. Bin türlü bile ağzı sulandırılmaya çalışılıyor. Henüz hayata yeni girmeye çalışan kadınlarımızın arasında bile müstekreh ayyaşlar görülüyor. Çocuklarımız da bu menhusu elifbayı tanımadan öğrenmeye başlıyor. Hanımlarım efendilerim. Bu hal bir dalalettir; böyle gitmez. Hiçbir memlekette hürriyetin ma’nası bu kadar fena anlaşılmamıştır. Bütün dünyada içkiye müsaade edilse biz etmemeliyiz. Kaldı ki bütün dünya memnuiyete yaklaşırken biz yeni yeni açılmaya çalışıyoruz. Bu halin fenalığını aklı başında olanlardan takdir etmeyen kalmadı. Bu kadar ceraim ve rezaletten sonra içkiye müsaade etmek bile bile umumi isyana ve fazilete kıymak demektir. Bu hatayı anlayarak mukaddes Meclis’in de muhterem hükumetin de halkın nef’ine hakkın lehine bir karar vereceklerini ümid ederiz. Hükumet halktan a’şar gibi en mühim vergiyi kaldırmakta tereddüd etmemişken müskirattan alacağı mevhum ve nazari birkaç kuruşu elbet düşünmez. Başkasına zarar vermeyen hürriyete hürmet edilir. Bir ekseriyet-i azimenin huzur ve rahatı bir fie-i kalilenin ser-azadlığından daha mı az kıymetlidir? Elbet şu memlekette içmeyenler içenlerden pek çoktur. Hele içenlerimizin içinde bile içkinin kalkmasına tarafdar niceleri vardır. Azın keyfi için ekseriyet niçin mutazarrır olsun? Bir meyhaneci para kazanacak bir serhoş zehirlenerek keyiflenecek diye birçok kimseler neden ızdırab çeksin. Niçin serhoşun karısı çocuğu sefil olsun huzurunu kaybetsin cem’iyet içenlerin iradeleriyle kısalttıkları hayatlarını niçin benimsemesin ve onu bir sermaye-i maddiyyesi bilmesin istedikleri gibi eblehane tasarruflarına müsaade etsin yahud bir serhoş yarattığı kerih manzara ile sokakta gezenlerin huzurunu selb etsin hatta korkusundan serbestçe sokağa çıkamasın. Serhoşluğun aleyhinde oldukları halde birçokları mu’tedil içkiye müsaadeye tarafdardırlar. İçkinin meşru’ kazanıyordu. Ne lokantalarda rakı kokusu ne vapurlarda tramvaylarda serhoş kusması vardı. Herkes evinde vakit ve saatinde yemeğini yiyordu. Kadınlar çocuklar gece yarısı küfelerle getirilen babalarının tekmelerini yemekten kurtulmuşlardı.cılar rakıya sarf ettikleri para ile evine biraz et alıyor çocuklarının üstüne başına bakıyordu. Adeta beşeriyetin bu saadetini kıskanan ruhen kirli ve menfaat-perestler aleni ve hafi memnuiyet aleyhine propagandalar yapmaktan hali kalmıyordu. Herkesin hürriyetine karışılmazmış memnu’ şeye herkes daha fazla düşermiş kanun bir şeye yaramamış kaçakçılık olurmuş çenler daha bahalıya rakı alır yine keyiflerini yaparlarmış binaenaleyh sıhhate daha muzırmış içki yüzünden hükumet senevi on iki milyon lira kazanırmış… Tam bir sene bu fena propagandaları kalemlerin yazılarında okuduk. Vakıa bunlara lazım gelen cevabları verdik. Teker teker birçok meb’usları ikna’ ettik ta merkez-i hükumete mümessil göndererek son dakikasına kadar elimizden geldiği kadar uğraştık gazetelerle mecmualarla i’tiraz kabul etmez fenni hakikatleri saydık hükumete yalvardık Meclis’e yalvardık. Meclis’in kapanacağı günde Kanun güle oynaya ta’dil edildi. Ciddi bir sada-yı i’tiraz çıkmadı maatteessüf bu halkın meb’usları halkın arzusuna tamamen muhalif bir kararı zahirde bütçe açığını kapamaktan ileri geliyordu. Fakat hakikatte içki memnuiyetinin bir taassub mahsulü telakki edilmesinden birkaç bed-mestin Meclis’in ve hükumetin temayülat-ı ruhiyyesinden istifade ederek daha ileriye atılmasındandı. Yine Meclis zahiren olsun halka hürmet etti likör ve emsali diyerek az küullü ve mikdaren az bir surette tefsir edildi. Rakı ve emsali denilseydi likör de konyak da anlaşılırdı. En ma’rufu ve en muzırrı rakı olduğu halde Kanun bunu zikretmezken nasıl likör ve emsali ta’birinden rakı anlaşılırdı? İbtida dam altlarında verildi. Efendiler lokantalarda rakı olur mu? Lokanta başka meyhane başka. Lokantada içmesine müsaade edilen küullü meşrubat ancak yemekte su ve ma’den suyu yerine bazılarının kullandığı bir bardak şerab veya bira olabilirdi ve halbuki metresiyle rezaletiyle lokantalar ayin-i cem yapmaya başladılar. Bu hal yavaş yavaş görmeyen müslüman sokakları bile meyhane ile doldu. halinden daha ibret-bahş bir nümune olmaz. Hani ya aksi olacaktı. İçki memnuiyeti kalkınca içenler azalacak ortadan büsbütün kalkmasına çok zaman kalmamıştır. az zamanda mücadele çok ilerledi. Biz içki düşmanları galib mevkiindeyiz asıl küul-perestler büsbütün sinmiştir rini yaşıyorlar. Yakında kokain esrar eter morfin nasıl yasaksa içki de öyle olacaktır. Satanı kullananı da pek çok azalacaktır. Gençler arasında içki ayıp sayılacaktır. utana utana gizli içecektir. Görülenler fevkalade ayıplanacaktır. Bu zaman çok uzak değildir Hilal-i Ahdar bu gayeye bir an evvel yetişmek için uğraşıyor insanları bu zehrin esaretinden kurtarmaya çalışıyor. Hanımlarım efendilerim. Hilal-i Ahdar’ı seviniz ona yardım ediniz. Cem’iyet sizden yalnız bir şey istiyor: İçki düşmanı olunuz. Bu sene Hilal-i Ahdar’ımızı ziyarete gelen meşhur Amerikalı Cons’a da nezaketinden dolayı Cem’iyet müteşekkirdir. Müşarun-ileyhin içki mücadelesi hakkında bize söyledikleri tuttuğumuz doğru yolda cesaret ve ümidimizi daha arttırmıştır. Hilal-i Ahdar’ın gayesini Ankara’da müdafaaya giden Doktor İhsan Şükrü Bey arkadaşımızın fedakarlığına da teşekkür ederiz. Vakıa bu mesai zahiren müsbet bir netice vermemişse de sonuna kadar vazifemizi yapmaktan mütevellid bir hazz-ı ma’nevi vermiştir. Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde Hilal-i Ahdar şu’beleri açmak için çalışan isimleri Cem’iyetçe mezkur zevat-ı aliyye ile bu maksada aid müsbet neticeler iktitaf eden sahibi Eşref Edib ve Milaslı Doktor İsmail Hakkı beylere de teşekkür ederim. Serhoşluğun aleyhinde yazı yazan yevmi mecmuaların hepsine bilhassa a Cem’iyet teşekkürü bir borç bilir. Sıhhi Müze Müdürü Hikmet Hamdi Bey’e de İstanbul’da ve Ankara’da modelleriyle küul aleyhine yaptığı propagandalardan dolayı teşekkür ederiz. Hilal-i Ahdar Cemiyeti bütçe yüzünden içkiye müsaade edilmesinden tabii pek müteessir olmuştur. Memleketin varidatını arttıracak ve işsizlere iş bulacak herhangi bir zata Ali Mahir mükafatı namıyla senevi bin lira i’tasına karar vermiştir. Bu emr-i hayra delalet eden Ali Mahir Beyefendi’yi büyük bir insaniyyet-perver ve ali-cenab bir vatandaş diye selamlarız. Müşarun-ileyh bu bin liradan maada Cem’iyet’in masarif-i zaruriyyesine sarf edilmek üzere senevi yüz lira da teberru’ buyurmaktadır. Hilal-i Ahdar Cem’iyeti Reisi sıfatıyla hey’et-i merkeziyyeyi teşkil eden zevat-ı aliyyenin büyük bir şevk ve hakikatte bilen yoktur. Diğer taraftan bugünkü Bekriler dün birer mu’tedildi az içiyordu. İçkiye ilk başlayan Bekri olmaz senelerin i’tiyadı onu bu hale sokar. Ondan maada çocuklarımızı gençlerimizi içkiye alıştıranlar mu’tedillerdir. Ayyaşla kimse hem-bezm olmak istemez hele mübtediler korkar. Fakat şık sofralarda enva’-ı mezelerle saz ü söz dinleyerek bir iki kadeh çakıştıranları göre göre evladlarımız içkiden korkmamaya hatta onu cazib ve sevimli bulmaya başlar. Elbet böyleleri ötekilerinden cem’iyete bin kat daha muzırdır. Binaenaleyh içkinin i’tidali olmaz tam kaldırmalıdır. Bazı cibilliyetler bir şeye alışınca önü alınamaz i’tidalde kalamaz çileden çıkar içki ile çıldırır çatlar her şey olur fakat yine içkiyi bırakamaz. Halbuki bunu alıştıran çok defa mu’tedil mizaclıdır o akşamdan akşama bir olurken o yine keyfine bakar. Bu memlekete içki maatteessüf münevverler eliyle girmiştir. Vaktiyle tahsil edebiyattan birkaç beyit bellemekten ver geçinen içkiyi lazıme-i medeniyyet addediyordu. Taşralarda etmiştir. Bunlar halkla bulundukça hareketleriyle örnek olmuşlardır. Taşranın yukarı tabakalarında da bu seyyie yayılmıştır. Büyük adamların hizmetine giren taşralılar da bu kötü ibtilayı mahz-ı ganimetmiş gibi memleketlerine götürdüler. Bu defa da yine münevver geçinenler yüzünden bu zehir halkın eline verildi. Yoksa halk asıl millet tamamen içkinin aleyhindedir. Dini terbiye örf ve adet içkiden halkı ürkütmeye kafi gelmiştir. Bizde içki aleyhinde propagandaya lüzum azdır. Halk bu seyyienin tamamen düşmanıdır. Bir iki bed-mest yüzünden koca millet küul ızdırabını çekmektedir. Bütün dünya içkiden bezmiştir. Her yerde içkinin aleyhine halk silahlanmıştır. Her millet eskilerden hayır gelmeyeceğini bildikleri için onlarla uğraşmaktan ziyade yeni nesli kat’i içki düşmanı etmeye çalışıyor. Amerika Finlandiya gibi memleketler daha ileri giderek herkese yasak etmişlerdir. Bu memleketler memnuiyet kanunu koyalı dört beş sene olduğu halde hiç değiştirmek akıllarından geçmiyor. Bizden zengin bizden hür bizden kat kat müreffeh dünyada zevkle yaşamaktan gayri bir endişesi olmayan bu mes’ud millet içki içmiyor. değişmez i’tiraz kabul etmez bir umde telakki ediyor ve bundan büyük bir haz ve saadet duyuyor. Yalnız bugün koca Amerika’da birkaç bin Bekri maziye hasret çekiyor. Fakat ondan sonra bu mes’ud toprakta içkiyi hatırına getiren kendini değil lafını ağzına alan kalmayacak. uğratarak hükumetin kazandığı paraya esasen varidat denemezdi. Fakat bugün bu varidatın da “Ettiğin kar ürküttüğün kurbağaya değmez.” darbımeseline tevafuk ettiğine esefle şahid oluyoruz. Vukûat işleyerek hapse girenler bir taraftan istihsal kabiliyetinden mahrum oldukları gibi ölenler de memleket hesabına ikinci mühim zıya’dır. Eğer teselsül ettirilirse bu ziyanın ne kadar milyonlara baliğ olduğu anlaşılır. Doktor Broşar namındaki bir müellif daüküulün Fransa’ya senevi bir buçuk milyar franga mal olduğunu istatistikle isbat ediyor. Şimdi efendilerim bu mukaddimeyi müteakıb müsaadenizle hakikatin fecaatiyle karşılaşalım: Haziran’ında Eylül’de vak’a tahaddüs etmiş Teşrinievvel haftasında Men’-i Müskirat Kanunu tatbik edilmiş bu derhal te’sirini göstererek vukûat-ı umumiyye Teşrinievvel’de Teşrinisani’de Kanunievvel’de Kanunisani’de adedine tenezzül etmiştir. senesinde vakayi’ Teşrinievvel Teşrinisani Kanunievvel aylarında yor. Bu müddet zarfında İstanbul bir meyhane ve baloz şehri haline inkılab etmiş Taksim Caddesi Divanyolu Cadde-i Kebir gibi umumun tenezzühgahı olan caddeler namus ve haya sahibi insanların dolaşamayacağı bir hal almıştır. Otomobiller içerisinde na’ralar atarak dolaşanlar sokakta doğru dürüst gidenlere çatanlar hadsiz hesabsızdır. Sokaklarda namuslu kadınların gezmelerine mani’ olacak dereceyi bulan bu serhoşluk tuğyanı en nihayet hükumetin de nazar-ı dikkat ve insafını celb ederek polis devriyelerine süngülü jandarmalar da terfik edilmiş ve Polis Müdürü Bey meyhanelerin fazla bulunduğu mıntıkalarda süngülü jandarma müfrezeleri dolaştırmak mecburiyeti karşısında kaldığını resmen gazetelere beyan etmiştir. İşte efendilerim mübarek ve feyyaz Kanun’un kalkması İstanbul şehrinin koca bir meyhaneye tahavvül etmesine fuhuş ve rezaletin Galata balozlarından aşmasına sebeb olmuştur. Bu hal memleketimize gelen ecnebilerin bile nazar-ı dikkatini celb etmektedir. Efendilerim… Umumi ictimai hayatımızı sarsan bu semm-i katil bugün barlara ve umumi meyhanelere kadınlarımızı bile celb etmiş Eldoradolarda ma’sum çocuklarıyla beraber Türk analarının düziko masaları başında çakırkeyif oldukları görülmüştür. Herkesin hürriyetine riayeti kanunlarının başına koyan Cumhuriyet-i İdaremizin serbestiyetini su’-i isti’mal eden bu gibi ayyaşlar kanunun kuvvetli pençesini omuzlarında hahişle bu vazife-i insaniyyet-perveraneyi ifa ettiklerini lisan-ı şükranla yad eder ve yeni sene Hey’et-i İdaresinin muvaffakıyetini temenni eylerim. Muhterem Efendiler Münevver ve şuurlu bir kitlenin bütün feryadlarına rağmen hissiyat ve hayale kurban giden Men’-i Müskirat Kanunu’nun tatbik edildiği zamanlarda memleket ve milletin ne kadar asude bir hayat geçirdiğini iddia ettiğimiz zaman muarızlarımız cevab olarak bu sözlerimizin maddi vesaik ve delaile istinad etmediğini ve memnuiyet-i kanuna rağmen içki içildiğini serd ediyorlardı. Her şeyde en doğru hükmü vermekte tereddüd etmeyen zaman bizi iddiamızda tekzib etmedi. Fakat efendilerim bu tekzib pek acı fedakarlıklar ve memleket nam ve hesabına acı ve na-kabil-i telafi zararlarla birçok ailelerin harim-i ismetine tecavüz edilmiş pek çok çocuklar yetim kadınlar dul kalmış valideler ciğerparelerinden ayrılmıştır. Bu vakayi’ bize içki mazarratlarının yalnız ferdi olmadığını aynı zamanda ferdin mensub olduğu cem’iyet-i beşeriyye için de ağır bir yük olduğunu gösteriyor. Bütün dünyada icra edilen tedkikat ve neşriyat küul sarfiyatı ziyadeleştikçe meyhaneler çoğaldıkça arızi vefeyat intiharlar bilhassa cinnetin de çoğaldığını nın tetebbuatı içki içen babaların çocukları aptal yahud hilkaten sinirli olduğu ve mütereddi dediğimiz adamları yetiştirdiğini gösteriyor. Hapishaneleri tımarhaneleri dolduranlar da bu gibi mütereddi adamlardır. Bunlar küulün yarın için hazırladığı zararlardır. İçkinin yalnız bugün gözle görülen zararları bizim da’vamızı isbata kafidir. İçki umumiyetle niza’ ve fuhşun anasıdır. Pederin beş on kuruş gelirini içkiye sarf etmesiyle evladlarına lazım olan gıdanın bütçesi mutazarrır olur; ailesi de gece yarılarına kadar sofra başında beklemek ma’nasız yere kıskançlık göstermekten tutunuz da meyhanede masa başında ahbab gibi oturup da katille kalkmak saika-i sekrle fuhşiyata kapılmak cem’iyet-i beşeriyye için bir afet-i ictimaiyye olan emraz-ı zühreviye hal-i mestide yakalanmak hep içkinin mahsul-i seyyiatıdır. Küulün mazarratı daha umumidir. Her içen diğerlerini de içkiye alıştırmaya bu suretle kendi kadeh arkadaşlarını çoğaltmaya teşne görülür. İşte bu suretle bu zarar bir şahsa bir aileye münhasır kalmayarak şahıstan sahsa aileden aileye yayılabilir. pek çok varidat kazanacağı söylenildi. Yine halkın cebinden çıkacak onu fakir ederek zehirleyerek ahlakını ve cibilliyetini bozarak sa’y ü kudret kabiliyetini felce - Bey’in oğlu Basri babasından aldığı paraları daima içki uğrunda sarf edermiş. Son defa babası para vermeyince serhoş bir halde bıçak çekerek öldürmeye teşebbüs etmiş. Babası karakola iltica ediyor. Polislerin taharri ettiğini hisseden Basri dama çıkıp orada polise silah atıyor. Polisler de mukabele edince oradan ihtilaclar içerisinde yuvarlanıyor. Babası içmeyince muti’ olan oğlunun Tramvay amelelerinden Edhem ağırca yaralamıştır. Boşnak Mehmed Çavuş refiki Şevket Haydarpaşa’da gece serhoş olduktan sonra bindikleri ve kendilerini saatlerce gezdiren arabacıyı sol omuzundan sağ kalçasından sebebsiz yaraladıkları gibi gece nargile vermediği için iki kahveciyi de yaralamışlardır. Amasya Gümüş’ünde Hacı Salih çakırkeyif evine gelerek zevcesini azarlar öldürmek ister. Bu tecavüze mani’ olmak için yalvaran mektepli kızını sol memesinin altından yaralayarak öldürür. Kurban bayramında aleni serhoşluk memnu’ olmasına rağmen bütün gece sabahlara kadar bed-mestlerin na’ra ve tabanca sesleri umumu iz’ac etmiştir. Bayramın ilk günü elli serhoş Polis Müdüriyetine getirilmiştir. Bunların arasında on yaşında bir çocuk dahi varmış… Beykoz’da aleni işret eden on dört arkadaş polis devriyesine tecavüz etmişler. Tabancalar çekilip korkunç bir meydan muharebesi başlamak üzere iken imdada gelen jandarma kuvveti feci’ sahnenin önünü almıştır. Yüksekkaldırım’da serhoş tavcılar arasında bir kadın mes’elesinden dolayı saldırmalarla gavga yapılmış ve Macid namındaki bir gencin hayatı tavcılar tarafından ifna edilmiştir. Birçok senelerden beri arkadaş olan Kadri arkadaşı Sadullah’ı içtikten sonra ufak bir kundura gavgası yüzünden vurmuştur. Beykoz’da namuskar bir aile kadın olan Cemile’yi evinden cebren kaçırarak ırzına geçenler serhoş Ortaköy’de Reji amelesinden Reis-i Cumhur hazretlerine tefevvühatta bulunan Muammer serhoş idi. Halkın sükun ve istirahatini te’min arasında görülüyor. Eldorado Gazinosu’nda zıvanadan çıkıncaya kadar resmi elbise ile işret eden ve bilahare bahçeye çıkarak sekiz el silah atmak suretiyle huzur-ı hissetmedikçe cür’et ve küstahlıklarını bi-perva artırıyorlar. Hatta o derece ki kanunun tatbikine me’mur olan zabıta kuvveti ayyaşlar tarafından her gün tahkir edilmekte maalesef bazı polis me’murları bile içki ile kafalarını dumanlandırarak bizzat vak’alar ika’ etmektedir. Son dört ay zarfında bu gibi vak’aların birçok şekillerine tesadüf ettik. Müsaadenizle bu vak’aların mühim olanlarını tekrar edeyim. Efendilerim: Haziran’da Muharrem Efendi Vak’ası: Ankara tüccarından Muharrem Efendi kafasını iyice tütsüledikten sonra yatacak bir yer bulamayınca havaya silahını çevirmiş ve kendisini ta’kib eden zabıtaya da isti’mal-i silah etmiş ve neticede kendisi üç yerinden yaralanmış ve ağır bir halde hastahaneye nakledilmiştir. Yazın Çiftehavuzlar Gazinosu ve sahibi Beyzadenin köşkü gece saat yedide altı serhoş tarafından basılmış herkesin huzuru ihlal edilmiştir. Kütahya’da namusuna tecavüz edildiğini iddia ederek kokain buharatı altında ustura ile intihar eden Sırrı Bey yine bazı arkadaşlarıyla beraber tertib ettikleri bir içki aleminin kurbanı olmuştur. Nizam-ı ictimai-i beldeyi te’mine me’mur olan üç zabıta-i Belediyye me’muru Tophane’de rak polisin müdahalesini mucib olmuşlardır. İçki kurbanı olan bu efendiler terkin-i kayd edilmiştir. Fırıncı İlyas ve Muharrem beraber içtikten sonra Muharrem’in evine giderler. Orada tekrar içtikten sonra İlyas arkadaşı Muharrem’in şimdiye kadar mes’ud olan ailesinin namusuna tecavüz eder. Ma’ruz kaldığı bu muamele karşısında Muharrem arkadaşından intikam almak için İlyas’ı ta’kib etmiş ve müteaddid gavgaları müteakıb İlyas bu defa da Muharrem’i müteaddid yerinden yaralayarak ölümüne sebeb olmuştur. Esrarkeş Arap Salih bulut gibi serhoş olduğu halde üç aydan beri sevdiği Neriman beraberce kalmalarını teklif eder. Redde ma’ruz kalınca Neriman’ı canavarca müteaddid yerlerinden yaralar. Kadıköyü’nde Mısırlıoğlu Bahçesi’nde serhoş olduktan sonra Leman isminde bir fahişe için altı kişi yekdiğeriyle mücadeleye başlar. Otuz el silah patlar. Bu meydan muharebesi civar halkın telaşını mucib olur. Temmuz’da Sırmakeş’te Abdi fazla içip dine imana Allah’a Peygamber’e küfretmeye başlar. Yaptığı işin fenalığını söyleyen Kasab Hakkı Efendi’ye üç el silah atar. Bereket versin isabet etmez. Bütün dünya istatistikleri tedkik edildikte mecaninin %’inin küulden mütevellid olduğu anlaşılıyor. Bilhassa Paris’te bu mikdar diğer memleketlerden yüksektir. senesinde Fransa’da vukû’ bulan Manyan Paris Sen vilayeti darüşşifalarında vukû’ bulan duhullerin %’inin küulden mütevellid olduğunu neşrediyor. Amerika’nın en çok içki içilen keyif şehri olan Boston’da ıslahhaneye dahil olanların memnuiyet-i kanuniyye tatbik edilmediği zamanda duhulden ’i serhoşluğa aid iken içilmeyen senelerde duhulden’i serhoşluğa aiddir. Islahhaneye duhul mikdarı % ve serhoşlukla girenlerden % fark etmiştir. Serhoşluk yüzünden hapsedilenlerin mikdarı içilen senelerde içilmeyen senelerde yani yüzde elli üç fark etmiştir. Tübingen’de emraz-ı akliyye hocası Gavp intihara teşebbüs eden kişinin’ünde cinnet-i küuliyye ’inde vahim daülküule tesadüf etmiştir. Bir senedeki kazanın’sının içki yüzünden olduğunu hayat sigortasında müşahede etmiştir. Nürnberg’de amele kazancının %’sini içkiye veriyor. diyor. Üç mütareke senesinde Avrupa’dan İstanbul’a kilo kuruş kıymetinde içki idhal edilmiştir. Alayama şehrinde Men’-i Müskirat Kanunu neşrolunmadan evvel inşa edilen hapishane mahbuslar için kafi gelmemiş ve iki tarafına yeni binalar ilavesine karar verilmiş binaları yapmaya lüzum görülmedi. Hatta hapishanenin asıl binası bile mektep ittihaz edildi. Efendilerim! Bu hakikatler bu suretle anlaşıldıktan sonra küulün muhterem hükumetimiz tarafından mazarratlarını tahdid etmenin ne derece lazım olduğu pek kolaylıkla tahakkuk eder değil mi?... gazetesi Kazım Nami Bey’in şayan-ı dikkat bir makalesini neşretti. Kazım Nami Bey ünvanlı bu makalesinde Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu mucebince Büyük Millet Meclisi’nin “ahkam-ı şer’iyyenin tenfizini” deruhde etmesini laikliğe münafi görerek bu maddenin Kanun-ı Esasi’den tayyını taleb ettiği gibi tedrisat-ı diniyyenin de büsbütün mekteplerden kaldırılmasını istiyor. Kazım Nami Bey’in öteden beri dine karşı hasmane neşriyatı görülmediği gibi şifahi ammeyi ihlal eden bir polisin hareketini görerek müteessir olmamak kabil midir? Ağustas’ta Katina isminde bir fahişeye tutkun olan zabıta-i ahlakıyye me’murlarından Şefik Efendi yine arkadaşlarından Seyfeddin Efendi ile birlikte Timoni Sokağı’nda Katina da dahil olduğu halde içki alemi yapıyorlar. Bir müddet sonra Şefik Efendi Katina’yı kıskanarak eve gönderiyor. İçkisine devam ediyor. Biraz vakit geçtikten sonra içenler arasında kavga çıkıyor. Şefik Efendi gazinodan kaçıyor. Arkasından ta’kib eyleyenler tarafından vuruluyor. Yine daha evvelki gün bir serhoş genç babasını ve diğer iki şahsı serhoş olarak vuruyor. Hülasa efendilerim elimizde bu gibi fecialara aid koca bir dosya vardır. Yalnız şurasını da işaret etmeden geçemeyeceğim ki: Bu menhus katil kendisine İstanbul’un hayat ve şerefi tevdi’ edilen ve cidden pek namuslu kıymetdar büyük bir me’murun beynini sarsmış Yedikule surlarına nöbetçiler gönderterek asayiş manevrası diye bütün İstanbul’u kana boyatmak tehlikesine ma’ruz bırakmıştır. İddiamızı daha kat’i olarak tevsik için size Belediye riyasetleri vasıtasıyla Polis idarelerinden topladığım Urfa Antalya Adapazarı Amasya Ankara Mersin Samsun Denizli Eskişehir Bu takdim ettiğim istatistikler taşralara aiddir. Eskişehir Denizli Samsun’da İçki Memnuiyeti Kanunu zamanına aid ma’lumatımız yoktur. Diğer şehirlerde görüyoruz ki İçki Kanunu kalktıktan sonra zabıta vukûatı tezayüd etmiştir. Sözümü bitirmeden evvel biraz da Avrupa’daki edeceğim. Küul varidatı hiçbir vakit arttırmaz. Ruhiyat tecrübeleri gösteriyor ki çalışmak ve istihsal kabiliyeti üzerinde küulün felci bir te’siri vardır. “Çok temenni ederim ki bir icma’-ı ümmet idare-i mazhar bulunan hükumet-i Cumhuriyyemiz ricali de aynı ictihada tabi’ olmasın. Zira mekteplerden terbiye-i diniyyeyi uzaklaştırmak nesl-i atiyi ma’nen ahlaken mechul bir istikbale daha doğrusu ma’neviyatı bozuk ahlaken mütezelzil bir halet-i ruhiyyeye sevk etmek demektir. Milletlerin ahlakıyatına temel teşkil eden terbiye terbiye-i diniyyedir. Bugün İngiltere gibi Almanya gibi dünyanın bütün akvamına galib bir seviye-i ictimaiyyeye yükselmiş Anglosakson unsurunun tekemmülatı ne yüzdendir? Anglosakson unsurunun bütün tedrisat-ı ibtidaiyyesine dahil olan terbiye bilakis terbiye-i diniyyedir. Bir İngiliz bir Alman her şeyden evvel mektepte Allah’ını Allah korkusunu öğrenir. Fransız felasife-i meşhuresinde[n] Epiktet ‘Mektebe yeni başlayan bir çocuğa ilk öğretilecek şey hayatta bir Allah’ın varlığı ve bütün dünya umuruna onun hakim olduğu umdesidir. İnsanın zekası ilmi intizam-ı ahlakı kudret-i tefekkürü ancak bu esas üzerinde tecelli ve en hakiki misallerine şahid olduk. Milletimizin son asra şan olan fezail-i askeriyyesini acaba hangi maddiyatımıza medyunuz? Dumlupınar’da abidesi dikilen Mehmedciğin Bu terbiyenin mader-i müşfiki hiç şübhe yoktur ki terbiye-i diniyyedir. Bu terbiye ise aile nezdinden ziyade mektepte muallim önünde ahz-i feyz ederken telakki edilir. Böyle olduğu içindir ki müellif Gibon namındaki kitabının bir sahife-i ibretinde ‘Dini olmayan mektep cani ile müntehir çıkarır.’ diyor. Böyle olduğu içindir ki ictimaiyyundan Le Play ‘Dünyada hiçbir büyük millet gelmemiştir ki dini bir terbiyeye malik olmasın ve bu suretle yaşayabilsin.’ diyor. lüyor: ‘Milletlerin ma-bihi’l-kavamı üçtür: Mektep mihrab makber.’ diyor. İnsanların bütün terbiye-i medeniyyesini bu üç esas üzerinde birleştiriyoruz: Mektep mihrab yani ma’bed makber! Üçü de terbiye-i diniyye esasında birleşirler. Bu suretle cem’iyat-ı beşeriyyenin saadet ve medeniyetine hadim olurlar. Bütün efkar-ı ulemanın istihdaf eylediği gayeyi asrımızın en meşhur terbiye ve ruhiyat muallimi olan Gustave Le Bon ise son neşreylediği ünvanlı musahabe ve mübahaselerinde de böyle bir fikri sezilmediği ret ve taaccüblere ilka etmiştir. Kazım Nami Bey terbiye ve tedrisat-ı diniyyenin mekteplerden kalkmasını değil bilakis esaslı surette mekteplerde “dini terbiyeyi dini tedrisatı yoluna koymak çocukların akıllarını ilimlerle kuvvetlendirirken kalblerini de dini duygularla müteheyyic kılmak” lazım geldiğini müdafaa ediyordu. Mayıs tarihinde Ankara’da Maarif erkanından bulunduğu sırada ile münteşir ünvanlı bir makalesinde diyordu ki: “Ma’lumdur ki terbiye bir iş tedris bir alettir. Mekteplerde dini tedrisat dini terbiyenin aleti olmak lazımdır. Dini terbiyedir ki dini seciyeyi ibda’ eder. İşte mekteplerde dini tedrisat bu esasa göre yürütülmüyor dini terbiye tamamıyla mühmel kalıyor… Onun mekteplerimizde dini terbiyeyi dini tedrisatı yoluna koymak çocukların akıllarını ilimlerle kuvvetlendirirken kalblerini de dini duygularla müteheyyic kılmak lazımdır. Mekteplerimizi harsi hususlarda garba benzetmekten hep zarar gördük; bundan sonra ise bu zararlar telafisi kabil olmayacak derecede ziyadeleşecektir… Dinimiz harsimizin çok kuvvetli en başta bir rüknüdür. Bizde ruhbanlık olmadığına göre laik kelimesinin de yeri olmamak lazımdır. Bilmek lazım gelen pek ehemmiyetli bir mes’ele vardır ki Türkiye Devletinin bir İslam devleti olduğu bütün dığıdır. İslam devletinin maarifi de harsen İslami olmak zaruridir… Dini hissiyatı zinde milli vicdanı temiz olan bir halk içinde hatta en dinsiz milletlerde dini aksülamellerin tekrar yüz gösterdiği bir zamanda dini terbiyeyi dini tedrisi ihmal etmek hiçbir terbiyecinin kabul edemeyeceği bir keyfiyettir.” kanaat-i ilmiyye olarak ileri süren Kazım Nami Bey’in bugün bu nokta-i nazarına muhalif olarak damdan düşer gibi bir makale neşretmesi çok kimselerin zihnini şaşırtmış “Kazım Nami de mi fikrini değiştiriyor?” diye tereddüde düşürmüştür. Acaba ilmi kanaatler de siyasi kanaatler gibi borsaya tabi’ midir? Biz zannetmek istemiyoruz ki Kazım Nami Bey’in ilmi kanaatleri bu kabilden olsun! Her halde Kazım Nami Bey biraderimiz ne demek gösterememiştir. Bundan dolayı makalesi İslam efkar-ı umumiyyesini rencide etmiştir. Biz eski ve yeni fikirleri arasındaki tenakuzu izale ile asıl maksad-ı hakikisini görüyoruz. Yalnız bu münasebetle Edhem Ruhi Bey Mekteplerde tedrisat-ı diniyye lazım değil elzemdir. Bu da cemaatin dünyevi nef’i içindir. Hele şimdi bizim Eğer Türkiye halkına bu ma’lumat verilmeyecek olursa sonu yamandır. Bu yamanlık cennet cehennem mülahazasıyla değil saadet-i dünyeviyye için. Bu saadete onun yardımı olur mu? Kara taassub hakim olmamak dinin esasat-ı ahlakıyyesi ta’lim edilmek şartıyla olur. Bence bizim erbab-ı ticaretimizin bile ahlak-ı diniyyeye borcunu ödemek karda ihtikara gitmemek bizim için pek lazım olan evsaftandır. Hele türlü türlü isimler altında yad olunan ictimai esaslarımızı tahrib edecek karıştırıcı yeniliklerden aile prensiplerini yıkan mülevvesattan İstanbul’u Anadolu’yu hasta dimağlar ile dolduran müskirat isti’mali i’tiyadından ve daha birçok ictimaiyat yıkıcılarından efradımızı sıyanete terbiye-i diniyyenin yardımı olur mütaleasındayız. Almanya gibi bütün şuabat-ı ilim ve fende nice ulema ve fudala yetiştirmiş olan bir memlekette filmler vasıtasıyla bu terbiyeden fayda görüleceğine i’tikad hasıl olmasına çalışılması bizim zannımızı yakin mertebesine Cem’iyet için hasenat te’sisi emrinde eski Türklerin yine terbiye-i diniyye olduğuna kat’a şübhe yoktur. Mektepler medreseler çeşmeler bendler hastahaneler tabhaneler imaretler ma’bedler köprüler hanlar misafirhaneler kütüphaneler ve saire gibi bizi ta a’sar-ı sabıkada bir millet-i mütemeddine haline koymuş olan müessesat-ı ictimaiyye hep dinin ilhamatıdır. İktisad-ı ferd bulunamaz. Hele yukarıda zikrettiğimiz tahribci meslekler –ki memleketimiz için nasıl bir tehlike teşkil etmekte olduğunu burada şimdilik meskutün-anh geçmek mecburiyetindeyiz– bize dini terbiyeyi son derece farz kılar. Eğer biraz izahat verse idik o zaman kari’lerimiz işin ehemmiyetini derk ederlerdi. Şurasını hükumete an-samimi’l-kalb ihtar etmek isteriz ki burada demir gibi sağlam bir terbiye esasını kurmalıdır. Her şeyi mübah addedecek bir hürriyeti buraya sokmak isteyenlerin cehli bize maazallah çoğa mal olur. Gözleri kapayıp hayalata dalacak ve o hayalattan nazari olarak hayırlı akıbetler bekleyecek zamanda değiliz. Yalnız etrafımızı değil içimizi de iyi görmeyi bilelim. Ümid ediyoruz ki İstanbul’a da artık ezkiyadan bir Vali-i umurdide gönderilir ve Vilayet böyle bırakılmaz.” eserinin Tarihin Avamil-i Tarihiyyesi faslında zirdeki fıkra-i vecize ve beliğa ile tevşih eyliyor: ‘Bir asırdan beri yekdiğerini istihlaf eden ıslahatperverler her şeyi tağyir ve tecdid etmeyi tecrübe ettiler. Yalnız zamanın milletlere kat’iyyetle tanıtmış olduğu Asırlar müruruyla insanların ruhlarında yer bırakan terbiye-i esasiyye veya ahlak üzerinde kat’i bir te’sir yapamadılar.’ Ben kat’iyyen iddia eylerim ki Türk milletinin terbiye-i esasiyyesi üzerinde din tedrisatı olmayan bir mektep tecrübesi yapmak isteyenler de asırların aldattığı milletin istikbal feyzını hükumet-i Cumhuriyyemiz yine maziden müntekıl terbiye-i diniyyesi esasatında bulacaktır. Ne yapalım yapalım; ecdadımızın faziletlerini de asrilikle mübadele hevesine düşmeyelim. Dünyanın en müterakki milletleri tarafından bile kabul edilmemiş birtakım efsanevi şeylerle terbiye-i esasiyyemizi de baltalamayalım. Asriliğin bu derecesinden el-hazer !” refikimizin haber verdiğine göre son zamanlarda ahlak-ı diniyyenin insanlar için mucib olduğu hasenatı musavvir olmak üzere Almanya’da şayan-ı hayret bir sinema filmi yapılmıştır. Bu filmde eli dili kalbi kötülükten sakınmayı tavsiye eden “evamir-i aşere” mahrum olanların hayat-ı ictimaiyye ve ferdiyyede ne büyük nekbetlere uğradıkları gösterilmiştir. Refikimiz bu film için ihtiyar olunan masarifin müdhiş bir yekuna baliğ olduğunu halk için lazım olan terbiye prensiplerini ezhana yerleştirebilmek için bu büyük fedakarlığın teplerimizdeki terbiye mes’elesine nakl-i kelam ediyor; dini ve ictimai mes’elelerde İslamiyetteki müstesnalığın nazar-ı dikkate alınmadığını; Hıristiyanlık için menafi’-i memleket namına vukû’ bulan teşebbüslerin müslüman akvamı için de tatbik olunabilir zannına düşüldüğünü Hıristiyanlıktaki tahdidatın Müslümanlıkta mevcud olmadığını söyledikten ve bunu müteaddid misallerle te’yid ettikten sonra diyor ki: “Dünyada Müslümanlık kadar serbest merasimden ari ve kolay bir din yoktur. İnsanın harekatına hiç de mani’ olamaz. Bu harekat tabii katl-i nüfus sirkat kizb gibi ef’al-i memnuadan olmamalıdır. İslamiyet fenalıkları men’ eder ve bunun için Allah korkusunu ilka eder. SEBILÜRREŞAD CİLD - ADED - Milli hukûk da böyle Arap hukûku mecelleleri yerine Türk Cem’iyeti’nin psikolojisine ve seciyesine göre bir hukûk için çalışırlar. İşte fakiriniz de bunlar arasında kendime gaye edinmiş olduğum milli iktisad kısmıdır. Ben iktisadcı değilim. Fakat henüz ictimaiyat ilmiyle kendi kendime meşgûlüm.” Türk Ocağı’nın mahiyet ve gayesi bu kadar açık bir surette ilk defadır ki ortaya konuluyor. Vakıa Ocağın hususi musahabelerinde bu mes’eleler hatta bundan daha ileri birtakım mesail mevzu’-ı bahs olmakta idiyse de bu musahebat Ocağın esrarı şeklinde kendi aralarında kalır matbuat sahasına çıkarılmazdı. Hatta Ağaoğlu Ahmed Bey dostumuz bir defa Ocakta verdiği bir konferansta artık ibadetlerden bile Arapçanın kalkmasını namazın şeklinde ta’dilat yapılmasını ileri sürmüştü. Çapa’daki hanelerinde şimdiki Urfa Meb’usu Şeyh Safvet Efendi’nin de hazır bulunduğu bir ictima’da bu mesail uzun uzadıya mevzu’-ı bahs olmuş ve bazı kararlar da kendi aralarında deveran eder zamanına ta’likan o fikirler koyunlarında işlenip dururdu. Bit-tabi’ biz bu musahabelerden ve kararlardan daha o vakit haberdar oluyorduk. Fakat bunları mevzu’-ı bahs etmenin imkanı var mıydı? O zaman “Yirminci asırda dinden bahsolunamaz.” esbab-ı mucibesiyle iki sene sedd ü bend edilmişti. Hamdullah Subhi Bey dostumuz şimdi Türk Ocaklarının mahiyetini ve gayesini bütün vuzuhuyla ortaya koyuyor: “Türk Ocağı hiçbir zaman maverai emeller üzerine gözünü dikerek vaktini istiğrak ile geçirmedi. Türk milletini İslami medeniyetten garb medeniyetine doğru çekti ona maverai ve uhrevi bir felsefe yerine hayat hırsı telkih etti…” diyorsa yalan söylemiş olmuyor. Hakikaten Ocak rüesası senelerden beri bu maksadla ve bu yolda çalıştılar. Ocağın Mahiyeti ve Gayesi Hakkında Ocakçıların Neşriyatı Türk Ocağı’nın senelik kongresi münasebetiyle Ocağın mahiyeti ve gayesi hakkında gazetelerde bazı şayan-ı dikkat neşriyat görülmektedir. gazetesinde namıyla bir makale neşrolunduğu gibi gazetesinde de Ocak Reisi Hamdullah Subhi Bey’in bir mülakatı neşrediliyor. Hamdullah Subhi Bey bu mülakatında diyor ki: “Türk Ocağı dini bir cem’iyet yerine bir millet ikame etmek; yalnız “erkek” üzerine müesses nakıs bir hayat yerine “erkek ve kadın” üzerine müesses tam bir hayat kurmak; Türk milletini İslami ve Asyai medeniyetten hayati ve beşeri bir medeniyet olan garb medeniyetine doğru çekmek; maverai ve uhrevi bir felsefeden doğan bir feragatle hayattan bezen bir nesle hayat aşkını hayat hırsını telkih etmek ilh… İslam medeniyetinin bir hususiyetinden ibaret olan Türk üslubları ancak bugüne göre çok derin bir istihaleye bir ıstıfaya uğramadan aramızda yaşayamaz. Her adımda İslami mefhumlardan doğan dünkü medeniyetimizin hayati ve galib bir medeniyet karşısında baştan başa mağlub olduğunu ve yere serildiğini görüyoruz. Türk Ocağı san’at vadisinde maziye bir “kök” olarak kıymet vermiştir. Fakat bu kök bugün ruhumuzun başka bir zeminine daldığı için yeni bir yaprak yeni bir çiçek vermek ıztırarındadır… Türk Ocağı hiçbir zaman maverai emeller üzerine gözünü dikerek hiçbir zaman vaktini istiğrak ile geçirmedi… Ocak ruhuyla perverde olan bir gencin hayata bir bakışı vardır ki birçok bedbinler me’yuslar ve ruhları boşalmış olan insanlar karşısında bunlar hayata bir vazife ile bağlanmış misyoner ruhlu insanlar gibi kalır.” “Muallim Enver Behnan” imzasıyla gazetesinde neşrolunan makalede de deniliyor ki: “Bugün harsi Türkçülüğün birçok nevi’leri kalmıştır. mıyla milli hukûk kısmıyla milli bediiyat kısmıyla milli mamıştır. İşte bu saydığım nevi’ler de hallolursa demokrasi doğmuş milli devlet olmuş ve inkılab da kemalini bulmuş olur. Bugün bizim sırtımızda yabancı din yabancı hukûk hüküm sürüyor. İşte bugünkü gençler bunlardan birini gaye yaparlar. Milli bir lisan ve edebiyat gibi milli bir din meydana koyarlar. Dinde bir reform yaparlar. Diğer milletlerin hayat-ı ictimaiyyelerinde bu reform harekatı olmuştur ve bizde mutlak olacaktır. Bunu bu gayede birleşenler tesri’ edebilirler. te’min etmek için hareket ettiğini beyan eylemektedir. Müşarun-ileyh bu beyanatını müteakıb Filistin Meclis-i Ali-i Şer’isi’ne hitaben bir telgrafname göndermiştir. Filistin Meclis-i Ali-i Şer’isi harekat-ı askeriyyenin tevkifi ve tarafeynin anlaşması için teşebbüsatta bulunmuş ve Sultan İbnü’s-Suud bu teşebbüsata cevab olarak atideki telgrafnameyi göndermiştir: “Tavassutunuzun gecikmesinden dolayı müteessirim. Son yedi sene zarfında her vasıtaya müracaat ederek Hüseyin ile anlaşmak ihtilaf u şikak yerine sulh u vifakı duçar oldu. Biz i’tilafa temayül ettikçe Hüseyin’in gurur ve nahveti tezayüd etti. Nitekim muma-ileyhin mütevali beyanatı memleketimin taksim ve izmihlalini istihdaf ettiğini şek ve şübheden ari bir şekilde gösteriyordu. Hüseyin altı seneden beri vatandaşlarımızı fariza-i haccı aleyhinde mütemadiyen entrikalar çeviriyordu. Mumaileyhin Beytullah’ı ziyaret eden bütün müslümanlara karşı vukû’ bulan ef’al ve harekatı ile Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’de emn ü asayişi muhafazaya adem-i iktidarı ve bu iki yerde huccac-ı müsliminin masuniyetini te’minden aczi ve izahı uzun sürecek daha başka sebebler Hicaz’da emniyet ve itmi’nanı te’sis ve memleketimizin atisini te’min için tedabir-i fiiliyye ittihazına bizi mecbur etmiştir. Maksadımız bundan ibarettir. Bugünkü hadisatın adem-i tekerrürünü te’min için Hicaz’da bütün müslümanların hukûkunu seyyanen muhafaza edecek huccacın istirahatini te’min edecek her türlü zulmü ve bütün esbab-ı ızdırabı izale edecek bir hükumetin teessüsünü arzu ediyoruz. Sultan İbnü’s-Suud’un bu mühim telgrafnamesi müşarun-ileyhin harekat-ı askeriyyesini zaferle tetvic etmesini müteakıb yazılmış bulunuyor. Her cümlesini birçok vesaik ile tenvir etmek kabil olan ve her cümlesi üzerinde uzun uzadıya mütalaat dermeyanı kabil olan bu telgrafnamenin biz bilhassa son kısmıyla meşgûl olacağız. Necid Sultanı arazi-i mukaddese-i İslamiyye üzerinde kan dökülmesi gibi her müslümanı dilhun edecek bir hadisenin adem-i tekerrürünü te’min için pek mühim bir vaadde de bulunuyor. Müşarun-ileyh bu vaadlerini harekat-ı askeriyyeye başlamadan mukaddem dermeyan etmiş olsa neticeyi beklemek icab ederdi. Fakat müşarun-ileyh bu vaadini harekat-ı askeriyyesinin zaferle tetvici üzerine dermeyan ettiğinden hüsn-i niyyetine Acaba Necid Sultanı bu gibi kanlı hadisatın adem-i tekerrürünü nasıl te’min edecek?.. Bütün müslümanSelanikli Sabiha Zekeriya Hanım da geçenlerde gazetesinde neşrettiği bir makalede Türk Ocaklarının Genç Hıristiyanlar Cemiyeti’nin vezaifini deruhde etmesini yazıyordu. gazetesi Hey’et-i Tahririyye Müdürü Baha Bey de bir Protestan Cem’iyeti olan Genç Hıristiyanlar Cemiyeti’nin Anadolu’nun köylerine varıncaya kadar her tarafta şu’beler açmasını tavsiye ediyordu. Görülüyor ki bugünlerde Ocağın mahiyeti ve gayesi hakkındaki neşriyat tevali ediyor. Fakat bu yazılarla bilmiyoruz Türk Ocaklarına hizmet mi ediliyor; yoksa halkın Ocaklara karşı aldığı mütereddid vaz’iyet daha ziyade bulandırılmış mı oluyor? Hamdullah Subhi Bey Ocakları “misyoner ruhlu” birer insan gösteriyor; bilmiyoruz Ocakçılar bunu kabul edecekler mi yoksa reddecekler mi? Çok yerlerde çok kimseler Türk Ocaklarının mahiyet ve gayesini böyle bilmiyorlardı. Ocak Reisinin bu izahatı herkesi hayrete düşüreceğine şübhe yoktur. Bütün şeyler üzerindeki perdeler böyle kaldırılsa halkın hakayık-ı ahvale nüfuzu ne kadar kolaylaşmış olur! Vehhabilerin Harekatı . – Şerif Hüseyin hükumeti ric’at ede ede nihayet Cidde’ye Hicaz’ın kenarına kadar geriledi. Diğer taraftan Vehhabilerin harekatı muvaffakıyetle nihayet buldu. Vehhabilerin Cidde’ye taarruz etmeyecekleri haber verilmektedir. Bu suretle Şerif Hüseyin hükumetinin bakıyyesi orada kendi kendine mahvolacaktır. Şerif Hüseyin’in Beytülharam’ı soyarak ve milyon İngiliz lirası kıymetinde eşya ve mücevheratı bir gemiye yükleyerek Akabe’ye hareket ettiği haber verilmektedir. Muma-ileyhin Mekke-i Mükerreme’den yüzlerce gaz tenekesini altınla doldurarak Cidde’ye naklettiği ve oradan Akabe’ye götürdüğü Mısır gazeteleri tarafından uzun uzadıya yazılmaktadır. Hüseyin’in hedef-i hareketi Mavera-yı Şeria imiş. Maamafih muma-ileyhin oğlu Abdullah tarafından kabul olunup olunmayacağı şübheli görünmektedir. Çünkü muma-ileyhin Mavera-yı Şeria’ya ayak basması üzerine Vehhabilerin Maverayı Şeria’ya karşı icra-yı harekata başlamalarından endişe edilmektedir. Mekke-i Mükerreme’de emniyet ve sükunun tamamıyla hükümran olduğuna dair verilen ma’lumat teeyyüd ediyor. Bundan dolayı evvelce Mekke-i Mükerreme’den hicret eden müslümanlar evlerine dönmeye başlamışlardır. Sultan İbnü’s-Suud’un harekat-ı ahireye başlamadan mukaddem neşrettiği beyanat çok calib-i dikkattir. Müşarun-ileyh i’la-yı kelimetullah ve Arap vahdetini Çok muhtemeldir ki Necid Sultanının icraatı Şerif Ali Haydar Paşa hazretlerinin Hicaz’a muvasalatı Filistin Meclis-i Ali-i Şer’isi’ne gönderdiği cevabname bütün Mısır gazetelerinde bütün Hindistan matbuat-ı mekte olan mesaili hülasa etmektedir. Fil-hakika bütün bu matbuat arazi-i mukaddese-i İslamiyyede müstekar ve hakiki bir hükumet-i İslamiyye teessüsünü ve bu hükumete bütün müslümanların zahir olmasını bu hükumetin bütün müslümanlar namına idare-i umur eylemesini arzu ediyorlar. Necid Sultanının da aynı arzu dahilinde hareket etmek ru atılacak ilk hatvenin Mekke-i Mükerreme’de İslam ulema ve ekabirinden bir İslam mü’temeri akdi olması beklenilmektedir. Bu vadide atılacak adımların ilerlemesini ve bu suretle arazi-i mukaddese-i İslamiyyenin her türlü taarruz ve tecavüzden masun bir penah-ı emn ü eman olarak yaşamasını kemal-i samimiyyetle temenni ederiz. İnşaallah hadisat bu mecradan ayrılmaz ve bu suretle müslümanların yüzü güler. ların mal-i müştereki olan arazi-i İslamiyye üzerinde hukûk-ı İslamiyyeyi muhafaza için nasıl bir idare vücuda getirecek?.. Bunlar hakikaten merak ile beklenecek pek mühim işlerdir. Şimdiye kadar İstanbul’a vürud eden ma’lumat Necid Sultanının Şerif Ali Haydar Paşa hazretlerini Mekke-i Mükerreme Emaretine da’vet etmiş olmasıdır. Geçen hafta zarfında İstanbul’a gelen bu haberden başka Necid Sultanının icraatına aid bir haber gelmemiştir. Şerif Ali Haydar Paşa hazretleri ma’lum olduğu üzere Harb-i Umumi esnasında Hüseyin’in i’lan-ı isyan etmesi üzerine Mekke-i Mükerreme Emaretine ta’yin olunmuştu. Müşarun-ileyh o zaman Suriye’ye ve oradan Medine-i Münevvere’ye kadar gitmiş fakat tali’-i harbin aleyhimize dönmesi üzerine tekrar İstanbul’a avdet etmişti. Şerif Ali Haydar Paşa hazretleri çok kıymetli mezaya salabetli bir müslümandır. Bundan başka müşarun-ileyh gayret ve hamiyet-i diniyyesi devletimize sadakati milletimize muhabbeti ile ma’ruftur. Müşarun-ileyh gibi pek yüksek bir zatın Mekke-i Mükerreme Emaretine intihab edilmesi teeyyüd ederse Necid Sultanının icraatı namına bunu bir beraat-i istihlal telakki edebilir ve teali-i İslam namına bir fal-i hayr addederiz. fiziki ma’lumat haddi ve yakini bir dereceye geldiğinden dolayı yerde şimendüferleri otomobilleri denizde vapurları tahte’l-bahirleri havada tayyareleri yürütüp uçurabildiği halde gerek nebati ve gerek hayvani hayat hakkındaki ma’lumat henüz resmi ve tasviri olmaktan kanadı yapılamamıştır. Bununla beraber biz bu noktada fazla meşgûl olmayarak insanlık hududuna nasb-ı nazar etmek isteriz. Çünkü biz bütün şu kainatın müşahede ve mütaleasını insanlık mahiyetine medyunuz. azade olarak anlarız ki insan kendinden haberi olmayan mihaniki ve fiziki bir mevcudiyetten ibaret değildir. Asıl birtakım hadisat-ı bedianın menbaı olan ve bu suretle gözünü yumduğu zaman bile semavat ve arzı kendinde müşahede eden bir ruhun bir kalbin kürsi-i tecellisidir. kıldığı zaman alem içinde bir zerre-i naçiz gibi olan şu arzın sade kutrunun otuz milyonda bir cüz’üne müsavi bir mikrop ve belki la-şey görüneceği şübhesizdir. Fakat garibdir ki bunun böyle olduğunu kat’i bir ifade şer mahluk” yoktur diye de bir iddiada bulunmuştur. Acaba kainat içinde bir zerre-i naçiz bile olmayan beşerin fevkinde bir mahluk bulunmadığını iddia etmek aynı zamanda mahlukat içinde en büyük kıymeti beşere vermek değil midir? Buna bir tenakuz mu diyelim yoksa Başmuharrir Sahib ve Müdir-i Mes’ul Mihanikiyet nazariyesinin insanlık hududunda kat’i bir tevakkufu vardır. Maamafih daha evvel hayat ve hayvanat hududunda tevakkuf etmesi de lazım gelir. Bugün ma’lum olan fünun-ı asliyyenin mevzu’larını ve saha-i salahiyyetlerini teemmül ettiğimiz zaman görüyoruz ki bunların başında en basit olarak şuuruyla yine insan vardır ve mihanik yani hareket-i kütleviyye mevzuu bu arada ahz-i mevki’ eden fünunun ancak bir şu‘besini teşkil eder. Fizyoleküler yani tabii-i zerrevi kimya teşrih ve fizyolojisiyle biyoloji ilm-i hayat mevzu’larında mihanik mevzuundan fazla taharri edilen bir şeyler vardır ve ilmü’n-nefs sahasına geçildiği zaman di Descartes’ta olduğu gibi yalnız hareket-i kütleviyyeye tahsis edilmeyip de harekat-ı zerreviyyeye şamil umumi bir nokta-i nazarla mülahaza edilsin fakat bunu kimyayı uzvi ile hayat sahasına da teşmil edivermek uzviyet ve’aliyeti teşkil eden yani birtakım alat ve a’za ve echizeyi organ kendisine rabt ederek te’sis ve isti’mal eden ve mütemadiyen muhitiyle mücadele ve mübadele halinde bulunan kuvve-i hayatiyyeyi mütalea etmemek demektir ki bu nokta-i nazara göre manda ile otomobili müsavi tutmak lazım gelecektir. Fil-vaki‘ Descartes dahi hayvanatı otomatik bir makine halinde mülahaza etmiştir. Fakat bugün tayyareyi yapıp uçuranlar henüz bir kuş yapmış olduklarına kail değildirler. Evet mihaniki ve başka bir nur ile benliğiniz içinde yerleştiğini görürsünüz; daha garibi alınan resmin değil eşyanın kendilerini benliğinizin yanında ahz-i mevki’ etmiş bulursunuz. İşte manazır-ı eşyayı hamil olan fotoğrafçı dükkanlarıyla dimağ-ı beşerdeki intıbaat hazinelerini birbirlerinden kat’i bir imtiyaz ile ayıran bu nur-i şuurdur. Bu şuur belki ilk lahza-i hayattır ve bu nur-i şuurun mevcudiyetini ve kıymetini sezmek de insanlığınızı sezmenin ilk lahzasıdır. Siz bütün eşyayı bu nur-i şuur ile görürsünüz fakat o nur-i şuuru kendisinden başka bir vasıta ile göremezsiniz. Henüz şuurunuzu onun mu’tayatı olan meş’urlarınızdan fark ve temyiz edemiyorsanız kendinizden insanlığınızdan henüz bir şemmecik bile duymamış olduğunuzu biliniz. Şuuru harekat ile yani dimağdaki intıbaat-ı harekiyye temyiz edemeyen ve şuurlarını sezemeyenlerdir. Şuur dimağdaki hareki intıbaat ve irtisamattan ibaret olsa idi fotoğraf camları gramofon plakları bi’z-zarure görür fu Rabiye’nin dediği gibi “Fenler daha pek çok terakki etseler de aletler sayesinde uyuyan bir adamın dimağı tamamen müşahede edilse ve bir fabrika içinde dolaşılır gibi en amik noktalarına kadar temaşa olunsa o dimağın bütün harekatı tedkik olunabilir ve belki bir değirmen gibi işlediği seyredilebilir. Fakat asla ve asla işlerken neler duyduğunu ne rü’yalar gördüğünü göremezsiniz.” Şuuruna eremezsiniz zira onun şuuru kendi benliğinde sizinki de kendi benliğinizdedir. Meğer ki iki ruh arasında bizzat bir nokta-i mülakat keşfedilebilsin. Şuuru ile mu’tayat-ı şuurunu yani meş’uratını fark ve temyiz edemeyenlere lisanımızda “kendini bilmez” ta’bir olunur. Kendilerini bilenler bilirler ki şuurun bir kendisine dikkati bir de duyduğu meş’uruna dikkati vardır. Şuurun kendine dikkatine basiret ta’bir olunur ki ilmü’n-nefs nokta-i nazarından kalb denildiği zaman işte bu basiretin amili olan ve insanın benliğine merkez bulunan sırr-ı vicdan anlaşılır bu şuur ve basireti bedende kitle-i dimağda hurde-binlerle aramaya kalkışan bazı fizyolojistler bütün taharrilerine rağmen şuuru karşılarında görmeye muvaffak olamamışlar ve maahaza bundan dolayı kendi şuursuzluklarını ve akılsızlıklarını da olan şu hareki intıbaattan ibaret olacak.” demişlerdir ki böyle demek şuursuzluğu bir nevi’ i’tiraftan başka bir şey değildir. Görmüyorlar ki mihaniki veya zerrevi hareket namı verilen şeyler şuurların mu’tayatıdırlar şuur yoksa veya yalancı ise o hareketler o cisimler daha evvel yok ve daha evvel yalandırlar. Şuur “ben”de öbürleri benim yanımda önümde veya arkamdadırlar. Binaenaleyh alem-i ecsam alem-i ervaha nazaran tabii duğunu i’tiraf mı diyelim? Hakikatin ikinci şıkta olduğu şübheden vareste ise de insana iki nokta-i nazarla bakmak istemeyip onu yalnız mihaniki ve cismani haysiyetle mülahazada ısrar ettiği için tenakuz Ademoğlu arzdan fışkırmış olan hayat-ı uzviyye içinde kitle-i dimağı i’tibariyle mümtazdır. Tabiata kendisini hakim kılan budur.” Ne tuhaf! Mihanik ve fizik yani cismaniyet nokta-i nazarından tabiat dediği şu kainat içinde bir zerre-i naçiz bile olmayan şu arzın üstündeki daha naçiz bir adamın kitle-i dimağı kendisinin daha naçiz değil midir? Küre-i arzın üzerinde yüz okkalık bir bedenin hiç ehemmiyeti yok iken bir okkalık bir dimağın ne ehemmiyeti kalır? Bir okkalık bir dimağ nasıl olur da tabiata hakim oluyor? Nasıl oluyor da insanı bütün mahlukatın fefkıne çıkartıyor da Kılınç-zade’ye “fevka’l-beşer bir mahluk” yoktur dedirtiyor. İşte insanı yalnız mihaniki olarak düşünenler böyle tenakuzdan tenakuza düşmekten kurtulamazlar. “İlmin akl-ı selimin müşahede ve tecrübenin tekzib ettiğini tasdik etmek” hamakat olduğuna göre beşerin kitle-i dimağı küre-i arzdan daha büyük ve tabiata hakim bir mevcudiyet-i mihanikiyye halinde düşünmekte ısrar etmek hamakatten fazla bir şey olmak iktiza etmez mi? Eğer insan mahlukat içinde bütün mihaniki alemlere hakim olabilecek bir haysiyetle mümtaz ise bu imtiyaz şu cismani insanda değil ondan bir parça olan cism-i dimağda da değildir. Bu imtiyaz insanın ibtidasından başlayan kıymet-i ruhiyyesine aiddir. Mihaniki insan bir pirenin bir sivrisineğin zebunu olabilir. Fakat ruhani insan bütün şu fezanın arz ve semasına bir nazarıyla hakim olur. Bir gören insan bir de görülen insan tasavvur ettiğimiz zaman mesela bir minareden nazarıyla şuuruyla semavat ve arza kadar uzanmış yükselmiş olan gören lar ki işte bu görülen insanlar mihaniki insanlar o gören lim: Güneş ziyasının her huzmesinde seyrettiği kainatın la-yuadd temasil ve tasavirini hamil olarak yürür fakat bunları her noktada avlayıp tesbit edebilmek için karşısında sıra sıra fotoğraf cihazlarının dikilmiş bulunması lazımdır. Fotoğrafları dikiniz ziyadan camlara camlardan kağıdlara levhalara eşyanın binlerce manazır ve tasviratını tesbit edersiniz; edersiniz fakat bu camların bu levhaların hiçbirinde bir gözün hadekasından tecelli eden hasiyet-i ruhiyyeyi bulamazsınız. Göz denilen cihaz-ı rü’yette alınan resmin derhal şuur denilen bam bütün mihanikiyet ve ecsam alemi bize bu şuur sayesinde tecelli ediyor. Binaenaleyh ilim nokta-i nazarından iki nevi’ vakıatımız vardır. Birisi benliğimize “ene”mize aid olan vakıat-ı enfüsiyye diğeri de “la-ene”ye haricimize ve etrafımıza aid olan vakıat-ı afakıyye ve cismaniyyedir. Bu iki nevi’ vakıatın ikisi de hadisat-ı şuuriyyemizde dahildir. O halde ruhani insanı tayyettiğimiz anda her şeyi tayyetmiş olacağız ve mihanikiyet alemine de bir fikrimiz bulunmayacaktır. Böyle olunca bütün kainatın mebde’-i evvel ve illet-i ulasını taharri ederken yalnız mihanikinin değil hadisat-ı ruhaniyyenin dahi evsafına hakim bir mebde’ aramak mecburiyetindeyiz. Bütün şu kainatı hissiz merhametsiz bir tabiata değil Alimü’s-sırri ve’lhafaya bir Zat-ı ecell ü a’laya teslim etmek ihtiyacındayız ki bunu ileride biraz daha izah etmek isteriz. Beyefendi namıyla ortaya attığınız eseri okudum. Sizi tanımamakla beraber bu eserinizin delaletiyle ulum-ı İslamiyyeye ve lisan-ı Kur’an’a kat’iyyen vakıf olmadığınıza hükmettim. Fil-hakika Zatıalilerinin nokta-i nazarlarına göre ulum-ı İslamiyyeye ve lisan-ı Kur’an’a vakıf olmayan bir zat da Kur’an’ı tercüme edebilirmiş. Lakin böyle bir tercüme “ilm-i hey’et” bilmeyen ona aid mukaddematı görmemiş olan bir adamın Fransızcadan lisan yardımıyla Türkçeye nakledeceği bir “hey’et” kitabına benzemez mi? Şübhe yok ki onu ne tercüme eden ne de okumak zahmetine katlanan zavallılar anlayabilirler. Zatıalileri tarafından vücuda getirilen ve namı verilen tercüme de maalesef Kur’an ancak Kitab-ı münzelin ismi olduğu ve bundan başkasına Kur’an ıtlak edilemeyeceği ulum-ı namı verdikten sonra bunun bir tercüme olduğunu söylüyor ve ne maksadla ne suretle tercüme edildiğini şu yolda izah ediyorsunuz: “ Yeryüzünde Türkçe tekellüm eden milyonlarca müslümanlara bir yadigar bırakmış olmak üzere Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ı gerek Arapçasından ve gerek müteaddid Türkçe tefsirlerinden tetebbu’ ederek aynen tercüme ve Türkçe şivesiyle ma’nanın harfiyyen muhafazasına gayret eyledim. değil ma-ba’de’t-tabii bir mevki’dedirler. Biz hislerimiz sayesinde ecsamın mevcudiyetlerinden haberdar oluyoruz ve bu haberdar oluşumuzda iki telakki vardır: Birisi şuurumuzun bizzat ecsama tealluk etmiş bulunması tealluk etmesidir. Bunlardan birincisi: Zahir olan hiss-i ammdır ki şuurumuzun bize ilk telkinı böyledir. O bize ecsamı kendi inkişafının varıp dayandığı bir hadd-i mukavim olarak tanıtır. Herkes mesela karşısındaki bir vapuru müşahede ederken o vapurun resmini değil kendisini gördüğüne kani’dir. Fil-vaki‘ şuurumuz mer’inin ziya ile gelen ve gözümüzde intıba’ eden resmine tealluk etse idi gözümüze gelen ziya mahrutunun yalnız hadekamızda re’sini ğil hadekamdaki mürtesemi kadar ve sinek gibi bir şey görecektim. O halde ben karşımdaki cismi görürken ve onu ziya ile görüyorsam ziyanın benim gözümdeki ucuna göre değil o cisim tarafındaki kaidesine göre görüyorum. Demek ki ben gördüğüm şeyin dimağımdaki o intıba’ ruhumda bir tenbih vazifesi görüyor ve benden harice ve ziyanın kaidesine ve menba’-ı in’ikasına doğru bir şuur kudreti fırlıyor ve ihtimal ki haricte bir hareketten tecellisi bu şuur kudretinin inzimamından hasıl oluyor. Eğer ecsamın hepsini bulundukları hacimde göremiyorsam bu da şuurumun kaide-i mahruta kadar uzanamayıp aradaki bir maktaında kalmasından neş’et ediyor demektir. Bu takdirde ise şuur kendi mevziindeki hacmine değilse de dimağımda intıba’ eden resmine de değil belki fezada ziyanın hamil olduğu bir suretinedir ki bunlara sufiye-i kiram “müsül-i muallaka” tesmiye ederler. Şimdi cismin mahsusatine keyfiyet-i tealluku böyle hanikiyye ve devriyyeye mukabil bende de şuur denilen bir kudret-i ruhiyye vardır ve ben alem-i ecsamı ancak bunun sayesinde tesbit edebiliyorum. ğımdaki intıbaına tealluk etmesidir ki yalnız fünun-ı fizikiyye nokta-i nazarından düşünenler bu telakkiye saplanmışlardır. Fakat bu takdirde bizim haricimizde tabiat ve alem-i ecsam namında bir hakikatin mevcud olduğunu mes’elesi bir muamma olacaktır. Bu telakki ile beraber de şuurumuzu inkar edecek olursak Sofistailerden daha garib bir alem-i adem içinde bulunuyoruz demektir. Şimdi neticeyi alalım: SEBILÜRREŞAD /- - - Daha sonra hiçbir lisana tercüme edilmemesi kaide-i umumiyye muktezasından olan bir ism-i hassı tercüme etmek hem de muharref bir şekilde tercüme etmek salahiyetini nereden aldınız?. Mübhem nikatı bile izah etmeye kendisinde bir salahiyet görmeyen Zatıalileri “suretü’t-Tekasür” ismini nasıl tercüme etmiş ve yalnız “tekasür”den bu kadar ibareyi nasıl çıkarmıştır?.. İşte bunları düşünüyorum da aynen Kur’an-ı Kerim’i değil başka bir kitabı tercüme etmiş olduğunuza kani’ oluyorum. Sureleri bu yolda tercümeye kalkışan bir zatın kendi ismini de “güzel mübarek” yahud “eritilmiş içyağı mübarek” diye tercüme etmesi daha muvafık olmaz mı idi? Kur’an-ı Kerim’in her kelimesi hakkında uzun uzadıya izahat veren müfessirlerin sure isimlerini olduğu gibi yazmalarından ve onları hiç tefsir etmemelerinden bir şey anlamadınız mı? “Suretü’t-tekasür” tercümesindeki tahrifata bu suretle işaret ettikten sonra bu surenin birinci ayetini tedkik edelim. ayet-i kerimesini aynen şöyle tercüme ediyorsunuz: “Emvalinizi teksir etmek arzusu mezara gidinceye kadar sizi ta’kib ediyor.” Beyefendi iddianıza nazaran bu ibareler ayet-i kerimenin aynen tercümesidir. Ziyade ve noksan yok değil mi? Öyle ise şimdi size soruyorum: Tercümedeki bu kelimeleri nereden bulup çıkardınız? “Arzuyu” ayetin hangi kelimesinden aldınız? “Ta’kib”i nasıl uydurdunuz? Hatta “teksir etmek” ibaresi hangi kelimenin tercümesidir? Aynen ayet-i kerimeyi tercüme ile mükellef olan hatta ayetteki mübhem noktaları izah etmeyi bile salahiyeti haricinde gören Zatıaliniz değil ayet-i kerimede tefsirlerde bile görülmeyen bu kelimeleri bu yanlış ma’nayı nereden tercüme ettiniz?. Ben diyorum ki: Bu tercümenin yukarıdaki ayetle hiç de münasebeti yoktur. Tamamıyla uydurmadır. Mes’ele daha ziyade tavazzuh etmek için ayet-i kerimeyi sizinle birlikte tahlil edelim: lehvdendir. Lehv şeylerle meşgûl olmak ma’nasınadır. beyhude şeylerle işgal eylemektir. Binaenaleyh demek “Sizi işgal etti” demektir. kesretle çoklukla tefahur etmek öğünmektir. Şu halde “ : Kesretle tefahur sizi işgal etti” ma’nasınadır. “Ziyaret” mevtayı zikr u ta’dad için makabire gitmektir. Tehekkümen ziyaret ta’bir olunmuştur. Diğer bir ma’nası da ölmek kabre girmektir. Şu halde ayet-i Müteaddid tercümeler ve tefsirler karıştırılmak suretiyle meydana getirdiğim bu tercümenin metn-i asla mutabık olduğuna kaniim. Arapçayı aynen Türkçe olarak bildirdim ve bunu mahkemede bir şahidin ifadesini aynen tercümeye mecbur olan muhallef bir tercümanın vazifesi gibi telakki eyledim. Mütercimin muğlak veya mübhem nikatı izah etmeye salahiyeti yoktur.” Beyefendi madem ki bunun aslına mutabık bir tercüme olduğunu pek kuvvetli bir ifade ile iddia ediyorsunuz; şu halde bizim de eseri bu noktadan tedkik etmemiz icab ediyordu. Nasıl ki öyle yaptık ve eseri Kur’an-ı Azimü’şşan “Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ı gerek Arapçasından ve gerek müteaddid Türkçe tefsirlerinden tetebbu’ ederek aynen tercüme ve Türkçe şivesiyle ma’nanın harfiyyen muhafazasına gayret eyledim.” Hayır Beyefendi siz Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ı ne aynen tercüme etmişsiniz ne de ma’nanın harfiyyen muhafazasına gayret eylemişsiniz. Bunun hiçbirisini yapmamış yahud yapamamışsınız. İhtimal ki siz bu ifadenizde samimisiniz Kur’an-ı Kerim’i aynen tercüme ve Türkçe şivesiyle ma’nayı harfiyyen muhafaza ettim zannediyorsunuz. Fakat Kur’an-ı Kerim ile karşılaştırıldığı zaman bizzat tercümeniz bu ifadenizi tekzib ediyor. İhtimal ki sizin tercüme ettiğiniz metin bizim bildiğimiz metn-i münzel değil de başka bir lisanda yazılmış metindir. Belki başka bir lisandaki yanlış bir Kur’an tercümesini aynen Türkçe olarak bildirmiş ve bunu kendi iddianız vechile mahkemede bir şahidin ifadesini aynen tercümeye mecbur olan muhallef bir tercümanın vazifesi gibi telakki etmişsinizdir. Çünkü bu tercüme Kur’an-ı Azimü’ş-şan ile karşılaştırılır ve yukarıdaki kuvvetli ifadeniz de nazar-ı dikkate alınırsa gerek mahkemedeki muhallef tercümanı töhmet altında bırakmamak gerek Zatıalilerini yalan çıkarmamak Tercümenizin metn-i Kur’an’a metn-i münzele mutabık olmadığını isbat için uzun uzadıya tedkike lüzum yoktur. La-ale’t-ta’yin bir sahifeyi açarak biraz okumak kafidir. üzere bir araya getirilmiş olan ibareler tesadüf etti. Evvela “suretü’t-Tekasür”ü “cem’-i emval hevesi” diye tercüme ediyorsunuz. Acaba bu tercüme “suretü’tTekasür”ün tercümesi midir? Eğer bunun tercümesi diyecek olursanız size soruyorum: “Kesretle tefahur” ma’nasına olan bir kelimeyi “cem’-i emval hevesi” diye nasıl tercüme ediyorsunuz?.. Bunu nasıl uydurdunuz ve sonra hangi cür’etle buna aynen tercüme diyorsunuz?. ” ”” ” ””””””””””””””” Kesretle mübahat sizi işgal etti hatta ki ahyanız adedini istiabdan sonra makabire rücu’ ettiniz ki emvatınız kesretiyle mübahat edesiz.” En mühim lügat kitaplarından da da de nın ;ün ma’nasına olduğu da musarrahtır. valinizi teksir etmek arzusu mezara gidinceye kadar sizi ta’kib ediyor.” şeklindeki tercümeniz nazm-ı celilinin tercümesi değil; belki kerimesinin ma’na-yı münifi şu demek olur: “Kesretle tefahur sizi beyhude işgal etti de kabirlere bile gittiniz.” Şimdi bir de bu sure-i celilenin sebeb-i nüzulünü görelim. Ma’lum olduğu üzere ayat-ı kerimenin esbab-ı nüzulü bilinmesi ma’na-yı hakikinin gereği gibi tezahür etmesine sebeb olur. Binaenaleyh sure-i celilenin sebeb-i nüzulünü de arz ediyorum: Ensar’dan iki kabile birbirleriyle muaraza ve yekdiğerine karşı çoklukla tefahur ederlerdi. “Kabilemiz sizden çoktur bizim harb u darba muktedir adamlarımız sizden daha fazladır; malımız ziyadedir.” gibi kuru laflarla meşgûl olarak bu dedikodu ile galebe te’minine çalışırlar ve asıl kendilerine dünya ve ahirette fayda verecek şeylerden gaflet ediyorlardı. Hayatta olanları saymak suretiyle bir taraf galebe edince diğer taraf “Bizim ölülerimizi de beraber sayınız; çünkü filan vakitte harb dolayısıyla bizden çok öldü.” ve kabirlere kadar giderek “İşte şu bizim kabiledendir şu da bizdendir.” diyerek ölülerini de saymak suretiyle galebe ettiler. Binaenaleyh sure-i celile böyle kuru dedikodularla edenlerin çok geçmeden ceza-yı sezalarını göreceklerini gayet beliğ bir surette ifade ediyor ve böyle izaa’-i evkattan zecr u men’ ediyor. “Teksir-i emval arzusu” ma’yub bir şey değil ki Kur’an bizi bundan men’ etsin! Bilakis bununla emrolunmaktayız. En mühim lügat kitaplarından a bakınız a bakınız a bakınız e bakınız a bakınız hatta ye bakınız göreceksiniz ki şuğlüküm de kesretle tefahur ma’nasınadır. Sonra Arapça Türkçe tefsir kitaplarına bakınız; yine böyle görecek ve tercümenizin muharref olduğunu anlayacaksınız. Maamafih sizi tefsirleri lügat kitaplarını karıştırmak zahmetinden kurtarmak için en meşhur ve mu’teber lügat ve tefsir kitaplarının ibarelerini buraya aynen naklediyorum: Ziyaretin ikinci ma’nasına göre de ayetin ma’nası şudur: “Kes- .... SEBILÜRREŞAD /- - - şılan bir tercümeye “Muharreftir.” hükmü vermek doğru olmaz mı? Hatta buna “iftiraün ala’llah” denilmez mi? Muhterem Ömer Rıza Beyefendi’nin dediği gibi eserinizdeki hataları tahrifatı birer birer göstermek lazım gelirse aslından çok büyük yer teşkil edecektir. Buna Kur’an tercümesi demek için ne kadar cür’et lazımdır. Secaya-yı Ahlakıyyesi Mümeyyizat-ı Milliyyesidir Gerek zi-hayat olsun gerekse camidandan bulunsun her şey’-i mevcudun edvar ve safahat-ı hayatiyye ve istihaliyyesi şu kanun-ı Samedaninin haricine çıkamaz. Her şey’-i mevcud doğar yaşar ve ölür. Milyonlarca nüfus-ı beşeri sinesinde besleyen küre-i arz menşei olan şemsten parça halinde ayrılarak zuhura gelmiş ve istihalat-ı medide neticesinde derununda hayati neşv ü nema kabiliyeti hasıl olduktan sonra hayvanat ve insanlar halk buyurulmuştur. Binlerce asırdan beri dünya yaşıyor. Fakat ömrünün hal-i tabiisini idrak edince kıyamet kopacak arzımız da ölecektir. Küremiz derununda sakin her nevi’ nebatat hayvanat cemadat ve insanlar da aynı kanun-ı ezelinin ram-ı iradatı bulunuyor. Hal böyle iken müteaddid efradın muhassalasından hilkatin te’sir ve şümulünden azade kalması mümkün müdür?... Evet bir şahsiyet-i ma’neviyye olan hey’et-i ten sonra mahv u münkariz oluyor. Asuriler Keldaniler Finikeliler Mısriler Romalılar Yunan-ı Kadim … Hep aynı sakf aynı hava ve aynı şerait-ı iklim içinde edvar-ı hayatiyyelerini imrar etmişler bugün tarihe karışmışlardır. Fakat yine bir kanun-ı ezeli kainatta hiçbir şeyin sebebsiz yaratılmadığı gibi hiçbir hadisenin de bila-sebeb vaki’ olamayacağını asar ve beyyinatıyla isbat ve i’lam etmektedir. Fil-hakika her mevcud mutlaka bir maksada tarzında bir ibarenin tercümesidir. Böyle bir ibare ise Kur’an-ı Kerim’de kat’iyyen yoktur. Sonra nazm-ı celilini “Lakin öğreneceksiniz! Sonra yine öğreneceksiniz.” diye tercüme ediyorsunuz. Bu tercümenin nazm-ı celil yorum. Fakat hiç olmazsa şivesi muhafaza edilmeli ve Türkçemizi böyle maskara bir kıyafete sokmamalı idiniz değil mi? Bu ibareleri gördükçe insan şaşırıp kalıyor; Bu nasıl ifade? Bundan ne anlaşılır? diye kendi kendine soruyor. Esasen Kur’an’daki bu gibi ta’birat-ı anlamış olacaksınız. Eserin bir yerinde“Bu tarz-ı yoktur. kelimesi öyle bozuk bir tarzda isti’mal edilmez. kelime-i red’dır. “Vazgeç” “Hayır” “Öyle değil” gibi bir mefhum ile insanı zahib olduğu fikirden zecr u men’ makamında kullanılır. “Hakka” ma’nasına lebe ve fayda te’min edeceğini zannedenlerin zehab-ı batıllarını zecr makamında kullanılmıştır. Bu nazm-ı celil hakikat onların zannettikleri gibi olmadığını tefahurun kendilerine fayda vermeyeceğini ve bunu çok geçmeden anlayacaklarını müekked bir tarzda ifade ediyor. nayı hiçbir suretle müfid değildir. Diğer ayetlerin tercümesi de böyle tamamen yanlış olmakla beraber rabt u zabttan da mahrum olduğu cihetle sure-i celilenin tercümesi diye yazılan bir sürü ibareden bir ma’na çıkmamaktadır. Binaenaleyh şu tahlilat-ı ilmiyye karşısında ber-vech-i ati iki şıktan birini kabule mecbursunuz: Bu tercüme Kur’an-ı Kerim’in metn-i münzelin tercümesi olmayıp başka bir lisandan tercüme edilmiş olması; Tercüme edeyim derken velev ki bilmeyerek olsun Kur’an-ı Kerim’i tahrif etmiş olmanız. Beyefendi hangi şekilde olursa olsun eseriniz ne Kur’an’dır ne de Kur’an-ı münzelin hakiki tercümesidir. Binaenaleyh Kitabullah’ın ifade eylediği ma’na-yı şerifi Kur’an’a mutabık olmadığı her satırı yanlış ve hatta bütün ayetlerin büsbütün gaib edildiğilede’t-tedkik anla dar bünye-i esasiyye ve kabiliyet-i ictimaiyyeleri de aynı derecede değildir. Hey’et-i ictimaiyyemiz asırlardan beri şarkta yaşamış şarktan gıda-yı ma’nevisini almıştır. Kurunun tebeddülüyle takviye ve tarsin eden din-i İslam cem’iyetimizde büyük esaslarından doğan medeniyet-i aliyyeyi te’sis etmiştir. Muazzam bir tarih yüksek bir irfan mütekemmil bir seciye cihanşümul bir adalet asil bir vicdan ile bütün dünyaya hiss-i haşyet hiss-i hürmet hiss-i fazilet ilka eden hey’et-i ictimaiyyemiz en kuvvetli zamanlarda medeniyet-i İslamiyyenin ruhunu satvetini temsil eylelemiştir. Asırların husule getirdiği hars-i milli ve dini ruhumuzun hissimizin ef’al ve harekatımızın en ruhlu köşelerine adeta iliklerimize kadar hulul ederek mümeyyizat-ı milliyyemizi evsaf-ı farikamızı vücuda getirmiştir. Bugün müstakil ve şeref-aver bir tarihimiz edebiyatımız tarz-ı mi’marimiz secaya-yı mahsusamız büyük bir dinimiz el-hasıl büyük bir medeniyetimiz ve tarih-i medeniyyetimiz vardır. Esasat-ı İslamiyyenin bahşettiği ulvi bir asalet-i ahlakıyye ve necabat-ı insaniyye sahasında görülen tedenniyatına rağmen el-yevm kuvvetli bir bünye-i ictimaiyye arz etmektedir. Gerçi tereddiyat-ı ahlakıyye ve ictimaiyye müzmin bir illet gibi asrilik kisvesine bürünerek hey’et-i ictimaiyyemizin sıhhatini servetini tesanüd-i ictimaisini zahmdar etmekte ise de garb mesaviyatının henüz temas ve hulule imkan bulamadığı yerler –ki lehü’l-hamd ekseriyeti teşkil etmektedir– henüz safiyet-i asliyye ve ahlakıyyesini kaybetmemiş bulunuyor. Şübhesizdir ki bu keyfiyet hey’et-i ictimaiyyemizin istikbali namına büyük bir tesellidir. Saf ve nezih bir i’tikad ile iyiliği teavünü misafirperverliği merdliği şecaati bekaret-i ahlakıyyeyi namus ve iffeti sadakat ve fedakarlığı tevazu’ ve feragat-i nefsi azm ü metaneti ruhunda hayatında cem’ eden milletimizin bu yüksek ve her türlü tekamülat terakkiyat ve teceddüdat-ı maddiyye ve’aliyyeyi müemmin bulunan evsaf-ı mahsusasından tecerrüdü en büyük bir felaket olacaktır. Çünkü gavail-i hariciyyeye zamimeten maddi inkişafatı duçar-ı teehhur olduğu halde ahlakı ve vicdanını muhafaza eden camiamızın bugün yegane nokta-i istinadını yegane menba’-ı hayatını teşkil eden yalnız ahlak ve ma’neviyattır. Secaya-yı ahlakıyye ve milliyyenin umumi surette duçar-ı tereddiyat olduğu zaman maazallahi teala artık hadim bulunmaktadır. Küre-i arz cem’iyet-i beşeriyyeyi barındırmakta ma’deniyat binlerce havayic-i medeniyyeyi te’min etmekte nebatat ve hayvanat iaşemizi melbusatımızı mualecatımızı meskenlerimizi hazırlayacak vesaiti maa-ziyadetin bahşetmektedir. Şu hale nazaran dünyada her şey insanların vesait-i yor. Bir küll olarak zikredilen bütün bu esbabın bir de teferruatı gelir ki muhtelif sebeblerin yekdiğerine inzimamıyla basitten mürekkebe doğru tekamülün nasıl husule geldiğini izah etmektedir. Mesela yerde medfun ma’denleri hafriyatla harice çıkarıyoruz; sa’y-i insani bunun keşf ve izharına sebeb teşkil ediyor. Bu parçaları yüksek hararette izabe ediyoruz; ateş demirin erimesine sebeb oluyor. Bilahare kalıplarla ma’dene istediğimiz kaba şekli veriyoruz. Bunu da makinelerle kabil-i isti’mal bir hal-i tekemmüle vaz’ ediyoruz. Diğer taraftan bir feyezan oluyor. Sular yüzlerce evleri yolları ağaçları tahrib ediyor insanları öldürüyor. Burada da suların herhangi bir sebeble feyezanı bu tahribatı husule getiriyor. Hareket-i arzlarla şehirler hak ile yeksan yüz binlerce nüfus-ı beşer helak oluyor. Harbler ma’mureleri tahrib milyonlarca insanı mahv ediyor. Bütün bunlarda da bir sebeb-i zahiri fikirleri neticelerin te’viline sevk ediyor. Fakat sebeblerin kaffesi de mukadderat-ı ilahiyyenin teallukuyla harekete gelmiş ancak mukadder ne ise o hasıl olmuştur. Dünya vakt-i mukaddere kadar insanları barındırmak ne vakt-i mukaddere kadar idame-i nesil etmek üzere Cenab-ı Hakk’a ibadet ve onu ma’rifet için halk buyurulmuştur. Demek oluyor ki tekamülün de tereddinin de birtakım esbabı mevcuddur. Mükevvenatta her şey her hadise her mevcud bu kanunların te’sirine tabi’ bulunduğuna göre hey’et-i ictimaiyyelerin de tekamül ve inhidamlarını bila-sebeb vaki’ olmuş addetmek mümkün değildir. Evet milletlerin de tekamüllerini te’min harabilerini tevlid eden esbab mevcuddur. Hey’et-i ictimaiyyeler diyanetle ahlakla adaletle tesanüd-i ictimai ile yaşarlar. Müsamahakarlıkla ahlaki ve ictimai tereddiyat Cihan milletlerinin hayatını idare eden desatir-i esasiyye bunlardır. Bu esasat bütün milletlerde müşterektir. Ancak dini tarihi harsi esbab dolayısıyla hey’et-i mevcuddur. Çünkü muhtelif harslerin eşkal ve tezahürat-ı hayatiyyeleri yekdiğerine müşabih olmadığı ka yük bir şehrimizin İstanbul’un vaz’iyet-i ictimaiyyesine bir göz gezdirelim .. ve sonra İzmir gibi münevver muhitlerdeki sefalet-i ictimaiyyeyi sukût-i ahlakiyi gözden geçirelim. Bütün bu fevzalara ne nam verilirse verilsin medeniyyeden addolunsun işte taklidciliğin bu şekliyle tekamülün değil bariz bir tedenni ve sukûtun şahidi olmaklığımız pek tabiidir. Ahlak-ı umumiyye mülahazatı artık tarihe karışmış olacak ki; sokaklar bile en bayağı en perde-birunane vakayie cevelangah olmaya başladı. Nereye baksanız müdhiş bir behimiyetin muhteris eserlerini görmemek mümkün değildir. Bir taraftan sözde mizah namına ahlak-ı umumiyyeyi sinemalarda fuhuş ve rezail mürebbiliğini muvaffakıyetle ! ifa eden genç ve hassas ruhları zehirleyen filmler edeb ve hayanın son izlerini çoktan sildi. Dans salonları iffet ve ismet katili bir ruh-ı habis gibi genç kız ve erkeklerimizin ruhlarını gayya-yı levse atmakta ne kadar aileleri bedbaht ne kadar ma’sumları mahv etmekte olduğunu görmemek için insan kör olmalıdır. Aile saadeti pek az kimselere nasib olan bir ikramiye haline gelmiştir. Aile sadakati gittikçe gevşemekte her gün ihanetten mütevellid Terbiye-i ictimaiyye esasından bozulmuş aile hürmeti bile ortadan kalkmıştır. On on iki yaşında sokaklarda dolaşan çocukların hicab-aver lakırdılarını işitmek bile insana dehşet veriyor. Ahlaki telakkileri kurun-ı vüstai hurafeler addine imkan ve cevaz veren bu ictimai bozulduğu servetin kumar masaları başında eridiği nüfusun kabul etmez hakikatlerdendir. Saf ve ma’sum Anadolu’ya nümune-i irfan ve imtisal olması lazım gelen münevver şehirlerin bu haline bakarak Cenab-ı Hakk’ın henüz ahlakını muhafaza eden şehirlerimizi bu kabil tenevvürlerden muhafaza buyurmasını niyaz etmek bir vazife halini alıyor. bilen bu ma’rifetler sade neslin sıhhatini servetini kemirmekle kalmamış; ma’neviyatını ruhunu kabiliyet-i hafaza edecek hiçbir vasıta mevcud kalmayacaktır. Çünkü su’-i idare ile fakir düşen senelerce hayat memat mücahedelerinde mefkuresi feda-yı nefs eden yaralarını sarmaya muhtac olan bir hey’et-i ictimaiyye servetten refahtan fabrikadan hakiki bir maariften mahrum mevcudiyyetini teşkil eden ahlakından ictimaiyatından da mahrum kalırsa elde hiçbir şeyler kalmayacaktır. Halbuki milletleri yaşatan vesait-ı maddiyyesini ihzar eden’aliyatı değil ma’neviyatıdır. İnsanları feda-yı nefse sevk eden mefkure uğrunda mücahedeye sevk eden aşk ve şevk-ı vazifeyi te’sis ve teşvik eden dahilde huzur sükun ve refahı haricte satvet-i milliyyeyi idame eden ahlak ve ma’neviyattan başka bir şey değildir. azm ü sebatı gaib olmuş ahlakı bozularak digerendiş olmaktan feragat eylemiş menfaat-i umumiyye zaruretleri karşısında feragat-i nefsten uzaklaşmış bir kimsenin mefkure uğrunda çalışmasına insaniyyete hizmetine şahsi ve ictimai hayatta bir eser vücuda getirebilmesine za’fa uğratan ahlak-ı milliyyeyi gayr-i asri hurafelerden layan ve medeniyeti danstan kumardan i’tikadsızlıktan fuhuştan ve menfaatten ibaret zanneden ictimai fevzaların yanlış hem de pek yanlış olarak fazilet yerine rezileti zerk etmek istemesi hey’et-i ictimaiyyemiz büyük zararlar tevlid edebilecek bir mahiyettedir. Garbın asla temas etmeksizin sahte bir nikabla medeniyet ve levazım-ı medeniyyet şeklinde bünye-i ictimaimizi tahrib eden fevzaların ne terakkiyi ne de tekamül-i ilmi ve günkü vaz’iyet-i ictimaiyyemiz irae etmektedir. Garbın zahiri satvet ve medeniyetine bakıp da bunun bar köşelerinde dans salonlarında sefahet ve ahlaksızlık menba’larında iktisab edildiğini iddia etmek imkanı var mıdır?... Sahte garb taklidciliği harim-i ictimaimizde dans ve kumardan kadınların açıklığından hars ve ahlak-ı milli ile mücadele ve istihzadan başka bir eser vücuda getirebilmiş midir? Hani ilmi eserler?.. Hani teşebbüsat-ı şahsiyyeden doğan fabrikalar?.. Hani ilmi tedkikler seyahatler?... Hani ictimaiyatla meşgûl olan ahlaki ictimai yaralarla uğraşan cem’iyetler?.. Hani muhtelif ilim ve fen sahalarında keşifler?. İşte milletin anladığı ve istediği bu asrilikten terakkiyat ve inkişafattan acaba bir eser var mı?... Münevver ve fakat levsiyat-ı garbiyye ile yıprandığı hususta “dekret” i’lan ederken halk hayret içinde kalmıştı. Nerimanof Bakü’nün taze bir mescidinde halka diyordu ki: “Bir zaman beşeriyet Kur’an İncil Tevrat gibi kitaplarla maişetini idare ediyordu. Şimdi de Karl Marks’ın kur’anıyla yaşamalıdır.” Orucu Takbih . – Orucun muzır ve artık bir şey olduğunu fukara-yı kasibenin hayat ve selametine bu adetin fena te’sir ettiğini Ramazan’ın burjuvazi sınıfına mahsus bir hile olduğunu ve bu hilenin de ameleleri beyanname makale ve saireleri göreceksiniz ve bakacaksınız ki komünistler kendilerine has bir hayasızlıkla Muhammed aleyhisselamı istismarcı ve fukara-yı kasibenin düşmanı diye ta’rif ediyorlar. Dinsizliği Tedris. – Sami Kemal serlevhalı silsile-i makalatında Allah’ın yokluğunu varsa adil değil zalim olduğunu Hazret-i Peygamber’in ma’lumatsız sevadsız ve ümmi bir şahıs olduğunu beyan dinsizliğin rehberi olan komünizme iman etmeye da’vet etmektedir. Namaz kılan komünistler aks-i ihtilalci muzır ve cahil şahıslar gibi fırkadan ihrac olunuyorlar.’üncü yılda Azerbaycan Komünist Fırkası’nın emriyle hemen fırkanın taht-ı idaresinde olan Azerbaycan Komünist Gençler İttifakı büyük ictima’lar tertib ederek Cenab-ı Hakk’ın yokluğunu İslamiyetin ve esasatının çürük olduğunu beyan ve bu müfsid hayalat aleyhine çıkanlar aks-i ihtilalci ve fukara-yı kasibe düşmanı gibi tehdid ve tecziye ediliyorlardı. Azerbaycan Devlet Tiyatrosu salonunda günlerle devam eden dini mübahasede Profesör Baykof dinsizliğin yegane selamet bir tarikat olduğunu beyan etmişti. Aileyi İlg a . – Komünizm esas i’tibariyle aileyi ilga ve imha ediyor. Komünizmce aile olmamalıdır. Ne kadar erkek varsa koca ne kadar kadın varsa karıdır. Çocuklar ata ve analarını tanımazlar ve devlet himayesinde büyür terbiye olurlar. Şer’i Ailenin İlg a sı. – Troçki Moskova’da münteşir mevzuuyla neşreylediği makalelerinde “bekaretli ve bekaretsiz kızların müsavi olacaklarını ve bekaretsizliğin bir kabahat ve günah olmadığını” izah ediyordu. Sefalet ve ahlaksızlığın devlet ve hükumet himayesine alınmasıyla komünizm an’anevi şer’i ve dini aile karı ve koca hazırlamaya başlamış oluyor. Talak ve Nikahın Lağvı. – Talak nikah karı ve koca arasındaki şer’i taahhüd mahvedilmiştir. Karı istediği zaman kocasıyla yaşamaya istediği zaman diğer Kütüphane sıralarından kitap sütunlarından bar ve dans salonlarına meyleden fikirlerde tekemmülat-ı asriyyeyi müdrik bir muvazene aramak ne kadar beyhude kadar gülünçtür. Şu hale nazaran terakkiyat-ı asriyyeyi iktitaf edebilmek ve azm ü metanete tevakkuf eden mesai-i maddiyyede muvaffak olmak zarureti karşısında ahlak ve fazileti mesned olarak kullanmaktan başka çare yoktur. Ruh-i milliye yabancı gelen hazır elbiseler gibi hey’et-i ictimaiyyemize bir türlü muvafık gelmeyen taklidlerle hakiki bir tekamül değil zahiri bir fayda olsun te’min edilemez. Baştan başa garbdan ayrı bir dine bir tarihe bir ictimaiyata bir harse bir medeniyete malik olan hey’et-i ictimaiyyemizin asli ve hakiki vechelerinden aykırı yollarda inkişafını ümid etmek bile hayaldir. Garbın ilmini sanayiini alacağız. Çünkü ilim ve irfan hey’et-i ictimaiyyemizin hakiki malıdır. Onu nerede bulsak alırız. Fakat garbda da şarkta da ismi tereddiyattan olmak başta hükumet kuvvet ve kanunları olduğu halde bütün aklı başında olan herkese münevveran-ı ümmete matbuata terettüb eden en mütehattim bir vazifedir. Uzun tecrübelerin ibret-amiz neticeleriyle artık kat’iyyen anlaşılmıştır ki hey’et-i ictimaiyyemiz ictimai fevzalardan esasatına muhalif tereddiyattan kurtulmadıkça terakki ve inkişaf edemeyecektir. Çünkü milletimizin mesned-i tekamülü yalnız ve yalnız secaya-yı ahlakıyyesi mümeyyizat-ı milliyyesidir. Bil-umum Dinleri Red ve Komünizm yalnız değil İslamiyetin temelini teşkil eden Allah’ı ve O’nun kudret ve varlığını kökünden red ve inkar etmesiyle de dinler ile barışamaz. Nitekim barışmıyor. Allah’ı Peygamber’i ve Kur’an’ı İnkar. – Zaten komünizme göre Allah kadir adil ebedi vahid değil belki kökünden mevcud bile değildir. Peygamberler Allah’ın gönderdiği meb’us değil belki –komünizme göre– “Kur’an-ı Mecid’in vakti çoktan geçmiştir.” Azerbaycan komünizm müessislerinden Neriman Nerimanof sınız. Sovyet hükumeti sizi kocalarınızın tecavüzünden halas ve müdafaa ediyor. Ne isteseniz ediniz; çünkü siz de zevcleriniz gibi insanlarsınız. Sizin de ruh his ve arzularınız var.” Kadınları Raksa Dansa Teşvik. – Azerbaycan İcraiye Komitesi Reisi ayyaş ve ahlaksız Ağa Mualla oğlu Samed Ağa ise kendi himayesi altında Türk hanımlarının “beden ve cismani terbiye ve güzelliklerini terbiyelendiren” balet ve raks mektepleri ile Azerbaycan’ı hususan Bakü’yü doldurmaya başladı. Bu mekteplerde Hadice Hanım Gaiboflar Ceyran Hanım Bayramoflar Haver Hanım Karayefler Türk kızlarını raksa balete el ayak baş kaş göz göğüs ve sair a’zayı oynatmaya öğretiyor ve tam çıplak diyebilecek bir halde icra edilen bu “ta’limler” büyük komiserlerin hususi ziyafetlerinde tarih-i mukaddes milli edebiyat milli tarih ve milli tarih-i edebiyat yasak olduğu için bugünkü Azerbaycan mekteplerinden nasıl bir kadın zümresi vücuda getirmek arzu edildiği bu neslin milliyet nokta-i nazarından ne kadar korkulu olacağını göz önüne getirmelidir. “Bu son ay zarfında Adana’da şayan-ı dikkat bir köşesinde beraber gezer ve beraber eğlence mahallerine giderken maalesef Adana gibi müterakki bir şehirde bu olamıyordu. Çünkü bu inkılabın ilk adımını atmak cesaretini hiç kimse gösterememişti. Hakverdi-zadeler tarafından isticar edilen Türk Ocağı Sineması kadın erkek bir arada sinemaya gelebileceklerini i’lan etti.” “İnkılab-ı ictimai”den maksadları ne demek olduğunu da artık açıktan açığa izhar etmeye başladılar. Zaten terakki ve teceddüd namına milletin hayrına yarayacak bir ma’rifet ellerinden gelmediği için inkılab sözü ortaya çıktı çıkalı hep uğraştıkları kadının sütre-i hicabını yırtmak oldu. Kadını kollarına takıp eğlence yerlerine götürmek sanki bir ma’rifet imiş gibi bunu yapmak için deli divane oldular. Akıbet İstanbul ecnebi işgali altına düştüğü zaman sım müslüman kadınları mahrem namahrem yerli ecnebi birtakım erkeklerle birlikte tiyatro sinema dans balo gibi eğlence mahallerine birlikte gittiler. Fakat bu “mühim inkılab-ı ictimai”nin sonu nereye vardı? Onu bir kocaya varmaya muhtardır. Bunun için katib-i adle müracaat etmesi kafidir. Bu hususta mukabele ve mümanaat gösteren erkekler hükumet tarafından i’dam ediliyorlar. Mekteplerden Dini Tedrisatın Ref’i. – Azerbaycan Maarif Komiseri Dadaş Bünyad-zade neşreylediği hususi bir dekretle İslamiyeti ilga etmekle beraber mekteplerde şeriat Kur’an tarih-i mukaddes ve sair dini tedrisatın dahi memnu’ olduğunu i’lan etti idi. Şübhesiz ki bundan maksad yeni yetişen münevver nesil içerisinden dini kaldırmak ve Azerbaycan’da dinsiz bir nesil vücuda getirmektir. Yetimler yurdu olan “çocuk bahçeleri”nde yaşlarından olan yavruları sıra ile kutular karşısında durduruyorlar ve bu kutuların üzerindeAllahMuhammed … Lenin Troçki ve saire gibi isimler yazılmış oluyor. Çocuklar birer birer bu kutuların üzerindekileri yalvarıp yemek istiyorlar. Hiçbirinden bir imdad gelmiyor yalnız Lenin ve Troçki kutuları çocukların müracaatlarına cevab veriyor. Ondan sonra Lenin’in Cenab-ı Hak ve Hazret-i Muhammed’den artık olduğunu izaha bunların var onların yokluğunu iknaa başlıyorlar… Latin Hurufunun Kabulü. – Bolşevikler yeni nesli kozmopolit Danter Nasyonalist olarak hazırlamak teşebbüsüne girişti. Bunun için Azerbaycan’ın Türk hurufunu değiştirip bunun yerine Latin hurufatını ikame etti. Latin hurufatı sayesinde Türkiye ve Türkistan’daki Türk ve İslam muhitlerinden ayrılacak olan Azerbaycan Türklüğü umumi Türk dili ve edebiyatından da uzak düşecek ve çok sühuletle Ruslaştırılabilecektir. Hurufat tebdili ile Türk vahdet-i milliyyesi bozulduktan başka Azerbaycan’da Türk harsi de mahvediliyor. Bunun yerine komünizm harsi “kırmızı edebiyat” tatbik edilmektedir. Tarihin ve Milli Kahramanların Men’i. – Tarih ki milletin ruhu ve canıdır. Bu da yasaktır. Milletin geçmiş kahramanları bahadırları halka hizmet etmiş reisleri birer hain istismarcı ve cellad şeklinde yeni neslin kafasına sokulmaktadır. Tesettür ve Hicabın Cebren Men’i. – Bolşevikler komünist olanları cebren zevcelerini açık gezdirmeye mecbur ettiler ve avamm-ı sırf olan bu cahile kadınların kendi kocalarının tahrikiyle bir sefihler cem’iyeti teşkil ettiklerine Azerbaycan hala şahid olmaktadır. Neriman Nerimanof Bakü’nün meşhur bir camiinde kadınlara hitaben söylediği nutkunda diyordu ki: “Siz hanımlar bu vakte dek hürriyetten mahrum idiniz. Hemişe çaderde olmakla beraber zalim zevclerinizin esaretinde mahvoluyordunuz. Sovyet hükumeti sizi kendi himayesine alıp size müsaade eder ki çadereti atasınız ve zevclerinizin sözlerine bakmayıp her ne isteseniz yapaSEBILÜRREŞAD /. - - SAYFA Zaten medaris-i İslamiyyenin sedd ü ilgası da geri kaldıkları veya eski tarzda tedrisatta bulundukları için değildi. Bilakis terakki ettikleri ve günden güne de teali eylemekte oldukları onların ilgasını mucib olmuştu. Mülga Şer’iye Vekaleti Tedrisat Müdüriyeti’nde medaris-i İslamiyyenin her tarafta büyük bir terakki göstermekte olduğuna talebe-i ulumun gerek tahsil gerek terbiye i’tibariyle mektepler için bile nümune-i imtisal olacak derecede teali eylediğine halkın medreselere karşı rağbeti günden güne tezayüd etmekte olduğuna dair en büyük mülkiye me’murları tarafından gönderilen resmi tahriratlardan mürekkeb dosyalar –eğer imha edilmediyse– el-an mevcuddur. O zamanın Tedrisat Müdir-i Umumisi bugün Ankara’dadır. Şübhesi olanlar hakikat-i hali Müdir-i Umumi’den öğrenebilirler. Hatta o sıralarda Ankara’da Maarif Vekaleti’nde Emini İsmail Hakkı Bey büyük bir telaş ve endişe ile şu suretle bağırmıştı: “Arkadaşlar! Hocalar hikmet ve kimyayı mihrablara kadar soktular eğer biz medreselerin bugünkü seyr-i tekamülüne beş sene daha müsaid ve müsamahakar davranırsak bütün liseler medreseye inkılab edecektir.” Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun ferdası günü de anasıl Rusyalı bir meb’us münevver ulemadan bir zata: – Medresenin sür’atle terakkisi karşısında muhtemel bir tehlikenin önünü almak için hayatlarına hatime verdik. demiş olduğunu bizzat bu söze muhatab olan bize hikaye etmişti. İşte şimdi öteden beri medreselerin ve ulemanın aleyhinde bulunmayı bir şiar-ı mahsus edinen Falih Rıfki Bey de Bolu Müftüsünün üç sene zarfında yedi sekiz bin köylü çocuğuna okuyup yazmak öğretecek suretteki teşebbüsat-ı irfan-perveranesini i’tirafa mecbur oluyor. Acaba “Madem ki Maarif mektepleri geri kalmıştır o halde terakki eden medreseleri de sedd ü ilga etmek lazımdır.” gibi irfan hasımlarına yakışır bir taassub ile gayr-i kanuni surette medreseleri kapayan Maarif Vekaleti üç sene zarfında köylü çocuklarının yedi sekiz binine değil yedi sekiz yüzüne okuyup yazma öğretebilir mi? Halkın aşk-ı irfanına karşı her tarafta ediyorlar. Bugün halkın şiddetle muhtac olduğu müessesat-ı diniyye mesdud ise ila-nihaye halk bu hukûk-ı tabiiyyesinden mahrum edilecek demek değildir. Elbette bir gün o makama kendisini halkın ihtiyacat-ı diniyyesini te’min ruhiyye ve ictimaiyyesine tamamıyla aykırı olan bu yolsuzlukları polisten zabıta-i ahlakıyye me’murlarından sorunuz da size her gece Beyoğullarında cereyan etmekte olan o elim maceraları nakletsin. Bugün birtakım müslüman hanımları birahanelerde barlarda balolarda kafaları tütsüleyerek Frenklerle Rumlarla Ermenilerle hatta Yahudilerle göğüs göğüse dans ediyorlar. gün İstanbul’da bu feci’ neticeyi tevlid eyledi. Adana’da da birtakım erkeklerle kadınlar eğlence mahallerine beraber gitmek istiyorlarmış da bunu yapmaya cesaret edemiyorlarmış. Nihayet Hakverdi-zadeler Türk Ocağı Sinemasında kadınla erkek bir arada sinemaya gelebileceklerini muhitlerini de İstanbul’un Beyoğlu bataklığına çevirecekler!.. Ne yazık!.. “Halkın bu aşkına irfan aşkına bedel her tarafta ‘irfan merkezler’inin Anadolu ve halka karşı kaydsızlığını görürsünüz. Mekteplerin kadroları noksandır; muallim yoktur. Bolu’nun münevver bir Müftüsü var; bazı arkadaşlarla beraber köy hocalarına merkezde ‘usul-i tedris’ öğreterek köyleri okutmaya teşebbüs eder; hocalar merkeze gelir; biraz tarih coğrafya hesab öğrenirler ve bir nevi’ vesika alarak köylere dağılırlar. Bu usul ile birinci sene ikinci sene üçüncü sene köylü çocuğu okumak yazmak öğrenmiştir. Otuz beş evli bir köyde yirmi yirmi beş çocuk okumuş ve yazmıştır.” Böyle iken Maarif vekili bu teşebbüsü men’ etmiş. Esbab-ı mucibesi de ne imiş bilir misiniz? “İbtidai köy hocalarının yalnız okumak yazmak öğretmesi kafi olmaması.” Maarif Vekaleti’nin irfan aleyhindeki bu gayr-i muhik hareketini ma’zur göstermek için Bolu Meb’usu’nun bulduğu bu sebeb pek tuhaftır. Müftünün teşebbüs-i irfan-perverisini intak-ı hak kabilinden Vekaleti’ni ma’zur göstermeye kalkışıyor! SEBILÜRREŞAD /. - - Şübhesiz Çinili Meclis’teki bu nümayiş sebebiyle ne vatan tehlikededir ne de inkılab za’fa uğramıştır. Mes’ele şudur ki bu nevi’ garabetler bizi gülünç gösterebilir. Böyle nümayişlere şahid olanlar maşaallah Türkler ne müttaki adamlarmış demezler Türkiye teceddüdperverlerini de Osmanlı Meşrutiyet-perverleri gibi taassub-nüvazlıkla itham ederler. Halktan ve hakikatten gizleyecek hiçbir kusurumuz yoktur; olduğumuz gibi görünelim; kendi koyduğumuz ulvi esasları politika çamuruna sokup yumuşatmaktan ve bükülmekten vikaye edelim.” Bolu Meb’usu Millet Meclisi’nde müezzinin ezan okumasını Riyaset kürsüsünün başucunda ayet-i kerimesinin muallak bulunmasını bir nümayiş addediyor ve kendi kendine soruyor: “Kime bu mümaşat niçin bu riyakarlık?” Halbuki burada ne kimseye mümaşat vardır ne de riyakarlık. Baştan başa müslüman olan bir milletin yine baştan başa müslüman olan Meclis’inde ezan okunması Riyaset kürsüsünün baş ucunda meşvereti beyan eden bir ayet-i kerimenin bulunması kadar tabii bir şey olamaz. Bir Meclis ki ahkam-ı şer’iyyenin tenfizini millete karşı taahhüd etmiştir ve teşkil edilen devletin dini din-i İslam olduğunu ta ilk maddesinde tasrih etmiştir; hürriyet ve demokrasinin ruhu olan bir ayet-i kerimeyi Riyaset kürsüsünün baş ucuna asarsa kabahat mi etmiş olur? Diyar-ı küfürde belki müslümanlar saatlerine bakarak namaz vaktini öğrenebilirler; fakat müslüman memleketlerinde namaz vakti gelince her tarafta müezzinler yüksek seslerle tevhid-i ilahiyi semalara yükseltir ve mü’minleri salat ü felaha çağırırlar. Mü’minlerin şiarı meşveret olduğunu gösteren bu ayet-i kerime ise ne kadar büyük yazı ile yazılırsa o kadar isabet edilmiş olur. Fıtraten zalum ve cehul olan insanlar istibdada sapmak meyillerini gösterdikçe meşveretle me’mur olduklarını tahattur ederek hak yolundan ayrılmamaları için bu ayet-i kerimeyi her dakika karşılarında görmeye çok Bolu Meb’us-ı muhteremi emin olsunlar ki kendilerini gülünç göstermeye bais olan Millet Meclisi’nde ne ezan-ı Muhammedinin okunmasıdır ne de hürriyet ve demokrasinin ruhu olan bir ayet-i kerimenin Riyaset kürsüsünün baş ucuna asılmasıdır. Asıl bais milletin vicdan-ı aykırı düşünceler aykırı sözlerdir. ezan sesleriyle birlikte yaşayacak ve yalnız Riyaset kürsüsünün baş ucu değil her tarafı ayat-ı celile-i Kur’aniyye Ankara’da Türk Ocağı’nda meb’uslar vekiller muharrirler muallimler bir ictima’ akdederek tiyatroculuğun himayesi hakkında bir cem’iyet te’sisini kararlaştırmışlar. nizamnamesini tesbit edecek hey’et miyanına da dahil olmuş. Mektepsizlik muallimsizlik idaresizlik yüzünden memleketin her tarafında bir maarif buhranı bulunduğu sırada Maarif Vekili’nin tiyatroculuk cem’iyeti te’sisine kalkışması kadar tuhaf bir şey olamaz. Tiyatroculuk ayrı bir iş bir san’attır ki onun da ehli müntesibleri vardır. Her halde bir Maarif Vekilinden beklenen şey tiyatroculuk cem’iyeti te’sisi değildir. Maarif Vekili memleketin her tarafında yüzlerce müessesat-ı diniyyeyi gayr-i kanuni olarak seddettikten sonra şimdi de tiyatroculuğu himaye için cem’iyet teşkil edenler miyanına dahil oluyor. On altı bin talebenin ulum-ı diniyye tahsil ettiği üç dört yüz medreseyi seddettiği zamanı hayatının en zevkli günü addettiğini söyleyen bir Maarif Vekili’nin tiyatroculuğu himaye etmesi o kadar garib görülmez. Asıl garabet Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’nun ta başında dini din-i İslam olduğu ve ahkam-ı şer’iyyenin icra ve tenfizini deruhde eylemiş bulunduğu muharrer olan bir devletin böyle bir Maarif Vekili bulunmasıdır. “Bu yıl inkılab meb’usları Sadr-ı İslamda olduğu üzere bir cami’-i şerifin adeta harem avlusunda müşavere etmektedirler. Altı ay evvel Meclis’in yanında ayrı bir binada bulunan Cami’-i şerif şimdi müzakere salonunun tam karşısındadır; kapalı koridorda ezan okuyan müezzin efendinin sesi bütün binayı öyle kaplıyor ki salonda sıralar üstünde oturan muntazam meb’us saflarına ka’de-i ulada bir cemaat manzarası geliyor. Riyaset kürsisinin başucundaki levhası geçen seneki yazının iki üç misli büyüklüğündedir ve koyu siyah üstünde kalın beyazla resmedilmiştir. Camimiz vardı belki o iki meclisin daha gösterişsiz bir odasına da alınabilir musalliler saatlerine bakıp namaz vaktini öğrenebilirdi. İnsan kendi kendine soruyor: Kime bu mümaşat niçin bu riyakarlık? Maarif Vekil-i hazırının hemen bütün icraatı garabetlerle mali değil midir? Evkaf bütçesinden talebe-i ulumun iaşesi için yüz kırk bin lira tahsis olunduğu halde talebenin iaşesini kesti oyunculara binlerce liralar verdi. Yalnız medreseleri değil mektepleri de alt üst etti. Bakalım taht-ı himayesine aldığı tiyatroculuk için de ne kadar tahsisat i’ta buyuracaklardır! gazetesi nafile yerine feryad ediyor Maarif Vekil-i hazırı o makamı işgal ettikçe gençliği ve mektepleri istila eden tehlikenin önüne geçmenin imkanı yoktur. Mukadder olan akıbeti hiçbir şey tevkif edemeyecektir. “Elbette benim gibi herkes de dikkat ediyor ki beş on günde bir bir yevm-i mahsus takrir edilmek isteniyor ve o günde her yer ta’til olunuyor. Eylül’ün yirmisinden Teşrinievvel’in yirmi beşine kadar mekteplerimiz on gün yevm-i mahsuslar dolayısıyla ta’til olunmuştur! Katoliklerin dini yevm-i mahsuslarının kesreti calib-i hayret olurdu. Halbuki onlar her yevm-i mahsusta ta’til-i mesai etmezlerdi. Biz ise onları geçtik! Bizim gibi mesaiye muhtac istihsali arazisine ve mevki’-i coğrafisine nisbetle hiçten ibaret olan ve geçinmek le ta’tillere mahkum eder isek bunun sonu ne olur? Zaten hamarat insanlar değiliz. Bu haddi nihayeti olmayan ta’tiller bizi bir kat daha tenbelliğe alıştırır ve Şimdi Avusturya’da yeni bir kanun tanzim olunuyor ki bununla her türlü sefahetin önüne geçilecek. Hatta barları dans yerlerini bile kapayacaklar imiş. Kadınların birtakım ipekli esvablar giymelerinin önüne geçilecek Bize gelince biz bir kere sefaheti öğrendik. Bu yetmiyor azaltacak olur isek fakr u sefalete doğru yol alıp gideriz. Biz müslümanız. İslamiyet en ziyade iktisadi bir dindir. Hiçbir ta’til günü kabul etmemiştir. Yalnız Cuma namazı kılınır iken iş işlenmez. getirerek senede kaç gün ta’til olacaksa bunu şimdiden takrir ve ta’yin etsin. Ben Cuma ta’tillerinin bile aleyhindeyim. Haydi öğleden sonra ta’til edelim fakat öğleye kadar çalışmak “Biraz dikkatlice bakıldığı etrafımızda olan şeyler tedkik edildiği zaman Türk gençliğinin gayet mühim bir tehlike karşısında bulunduğu görülmemek kabil değildir. Şimdi artık şiddetli bir salgın halinde bütün genç ruhları ve bilhassa mektepli gençliği istila eden bir hastalıktan bahsetmek zamanı gelmiştir ve bu hastalık spor hastalığıdır. Hastası oynuyor sağlamı oynuyor; sarf ettiği kuvvet kadar kalori alabileni oynuyor alamayanı oynuyor. Oyun oyun oyun! Gençliğin düşündüğü başka bir şey yoktur: Yalnız oynamak! Bugün gençliğin her şeyi spor olmuştur. Düşüncesi hissi sevgisi işi ahlakı ideali her şeyi spor; bir genç için en büyük kahramanlık bir futbol maçında hasmına güzel bir gol yapmak sonra böyle güzel golcü yahud ma’ruf bir kaleci sıfatıyla gazetelerin ilk sahifesinde kendisini fotoğrafla tesbit edilmiş görmek! Zannedersiniz ki Eski Yunanlıların kahramanlık devri bizim mekteplerimizde yeni başlıyor faydalı bir hayat rehberi değil genç ruhları kızgın bir ibtila içinde yakan bir ihtiras kör ve korkunç bir ihtiras oluyor! Kitaplar bir tarafa bırakılmış düşünmek için temrin yapan kafa yerine vurmak için kuvvetlenen baldırlar kaim olmuş muallimler söylüyorlar talebe uyukluyor esniyor ve belki de aralarında bazıları mesela Uruguaylı bir futbol kahramanının ismini ve menakıbını ezberlemekle bir diğeri de ilk maçında toplayacağı alkışların hulyasıyla mest oluyor! en tecrübeli müdakkıkler ve muallimler haber veriyorlar. yetiştiriyoruz. Bu nesil yirmi beşinden sonra tekaüde mahkumdur. Biz gençliği oraya doğru götürüyoruz.” gazetesinin gençliği ve mektepleri istila eden bu tehlikeyi mevzu’-ı bahs ederek alakadaranın nazar-ı dikkatini celb etmesi şayan-ı şükrandır. Hakikaten son zamanlarda tahsil ber-taraf edilerek iş büsbütün oyunculuğa döküldü. Maarif Vekil-i hazırı yetmiş küsur bin lira oyunculuğa tahsis etti. Avrupa’ya bir hey’et gönderildi onlar güzel güzel gezdiler tenezzüh ettiler binlerce liralar sarf ettiler. Şimdi de diğer bir hey’et Bolşevik diyarına Moskova’ya gönderiliyor. Ankara’daki müdhiş ve müstevli sıtmanın müvellidi olan bataklığın kurutulması için bin lira kadar bir para sarfı icab ettiği halde bunun ihmal edilerek oyunculuğa yetmiş bin lira tahsisini gazetesi pek garib buluyor. Acaba garabeti mucib olan yalnız bu mudur? Acaba yoktur. İngilizce ile yazılan kütüb-i mu’teberenin kaffesi bu hakikati ifade ediyor. Bu cem’iyet bu suretle teessüs ettikten sonra kendi anayurdu olan hıristiyan memleketlerle başlamış evvela hıristiyan milletlerin taht-ı istilasında olan memleketlerde teşekkül etmiş orada yerleşen Avrupalıları ve Amerikalıları topladıktan sonra ahlali-i mahalliyyeye mensub olan gençleri de kendine ilhaka başlamıştır. Bu ilhaktan maksad hıristiyan olmayan gençleri hıristiyan gençlerle te’lif ederek Hıristiyanlık mefkuresini Hıristiyanlık adat ve an’anatını onlara da tedricen kabul ettirmek ve bu suretle Hıristiyanlığın saha-i intişarını Hıristiyanlık camiasını tevsi’ etmektir. İnsanlık ilim sıhhat ve sair her şey bu maksadın birer aleti olarak kullanılmaktadır. aldıkları tecavüzi vaz’iyet unutulmamış olsa gerektir. O sırada bu cem’iyetler Rum ve Ermeni propagandasının merkeziydi. Türklüğü imha için ihzar olunan su’-i kasdlara o cem’iyetler bütün kuvvetleriyle müzaheret ediyor ve o su’-i kasdları icra için bütün vesaitiyle sarf-ı faaliyyet ediyordu. O zaman bu cem’iyetler İngiltere Fransa ve sair düvel-i işgaliyye zabit ve neferlerinin kulüpleriydi. cem’iyetlerin başımızdan atılması mevzu’-ı bahs olmuş fakat nedense bu cem’iyetlerin seddine imkan hasıl olmamıştı. Binaenaleyh bu cem’iyetler de Hıristiyanlığı neşretmek Hıristiyanlık mefkuresi için istila sahaları açmak Genç Hıristiyanlık Cem’iyeti’nin bu mesaisi muhakkak ve müsellem olmakla beraber yalnız bu cem’iyetin Bu cem’iyete dahil olan her genç Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti’nin bir uzvu olmuyor mu? Ve bu suretle Genç Hıristiyanlar camiasını tevsi’ etmiyor mu? O halde adı sanı faaliyeti Hıristiyanlık etrafında mütemerkiz olan bu cemiyetin memleketimizde işi ne? Bütün bu izahatımızdan anlaşılıyor ki memleketimizde Hıristiyanlığın neşrini istihdaf eden Hıristiyanlık ruhunu sereyan ettirmekle Hıristiyanlık mefkuresini ta’mim etmekle meşgûl olan bir şebeke vardır. Bu hakikat karşısında her müslümanın her Türkün kendine sorması icab eden bir sual vardır: Memleketimizde teshir etmek isteyen bu teşkilat-ı Iseviyyeye karşı bizim neyimiz vardır? Bunlara mukavemet edecek bunların faaliyetlerini akamete duçar edecek teşkilat-ı Kendisine bu suali tevcih edecek her dindar Türkün yine kendine vereceği cevab müsbet değil menfidir. lazımdır. Ma’denlerde büyük ocaklar önünde çalışanların sabahtan akşama kadar ta’til etmelerini anlarım. Ama zaten çalışma saatleri gayet kısa olan kimselerin ta’tiline lüzum görmüyorum.” Misyonerlikle meşgûl oldukları ve mekteplerini saliblerle ve eizze resimleriyle doldurdukları için evvelce seddolunan papas mektepleri ahiren açılmaya başladı. Edirne’den yevmi gazete muhabirlerinin verdiği ma’lumata göre Karaağaç’taki Fransız Frerler mektepleriyle dir. Bu suretle memleketimizde hikmet-i mevcudiyyetleri Hıristiyanlığı neşretmeye çalışmaktan ibaret olan papas mektepleri yine faaliyete başlamış oluyor. İhtimal ki bunlar mekteplerini açtırmak ve faaliyetlerini ihya etmek yolunda birtakım fedakarlıklar ihtiyar etmişlerdir. Fakat dediğimiz gibi bu müesseselerin hikmet-i mevcudiyyeti ve Türklerin akidelerini sarsmak; onlara Hıristiyanlığı rak telakki ettirecek telkinatta bulunmak olduğundan bu mekteplerin tekrar açılması bu muzır ve tehlikeli propagandaların değildir. Hedef-i mesaileri bundan ibaret olan misyoner papaslar bu maksada hadim olamayacaklarına vezaif-i diniyyelerini ifa edemeyeceklerine bi-hakkın kani’ olsalar memleketimizde bir dakika durmazlar derhal başka bir saha-i faaliyyet ararlar ve orada çalışırlardı. Bunların memleketimizde kalmayı tercih etmeleri eskisi gibi çalışacaklarından emin olduklarına en büyük delildir. Esasen rahib veya rahibelerden müteşekkil olan ta’lim hey’etlerinin başka türlü hareket etmelerine imkan ve olmasına rağmen bu mekteplerin küşadına müsaade etmek Hıristiyanlığın mektep vasıtasıyla intişarına hıristiyan mefkuresinin bir saha-i istila bulmasına meydan vermektir. Papas mekteplerinin vaz’iyeti bu merkezde olduğu gibi Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti’nin ibkasına da müsaade edildiğini nazar-ı dikkate almak mecburiyetindeyiz. Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti kendi kendini her yerde mektedir. Fakat bütün insani ilmi ve sıhhi makasıd birer vasıta-i hululden ibarettir. Bu cem’iyet gençlerin akaid-i Hıristiyaniyyesini muhafaza ve takviye için teşekkül etmiştir. Hazret-i Mesih’in uluhiyetine i’tikad etmeyen bir adamın bu cem’iyette yeri kında bir nizamname vücuda getirilmesini çok arzu ettiğini çünkü dans etmek serbest ise de bu gibi yerlere aile kızlarının da devam etmekte olduğu tahakkuk ettiğinden bu gibi salonlara girecek kızlara ve hatta genç erkeklere bazı takyidat vaz’ etmek lazım olduğunu beyan etmektedir. Polis Müdürü’nün tasavvur ettiği kayıd bu gibi yerlere devam edecek kızların on sekiz yaşından dun olmamasıdır. Demek ki bu yaşı geçen kızlar ve kadınlar bu gibi yerlere bila-kayd ü şart devam edebilecektir. Polis Müdürü “nezih müsamerede dans etmenin aleyhinde değilse de kızların umumi yerlerde dans etmesini temenni” etmiyor. Acaba neden? Dans iyi bir şeyse ha umumi bir yerde ha hususi bir mahfilde yapılmış onun iyiliğine bir halel gelmez. Fena bir şeyse umumi veya hususi nerede yapılırsa yapılsın fena olur. Danstan maksad kadınların yabancı erkeklerin agûşunda raks etmeleri olduğundan bu tamamıyla yabancı bir adettir. Dini ahlaki ictimai telakkiyatımız böyle bir şey kabul etmez. Şiddetle nefretle reddeder. Bizim hayat-ı ictimaiyyemize böyle bir adetin girmesine imkan yoktur. Fakat Polis Müdürümüz hususi dans tarafdarı imiş! Olabilir… Yalnız onun bu şahsi ictihadı böyle bir seyyieyi umumi bir surette tervic etmesine şahsi ictihadını umumi bir kanaat addeylemesine mahal yoktur. Polis Müdürü’nün vazifesi ictimai inkılab ile uğraşmak değildir. Onun idari vazifesi ma’lumdur mahduddur. Polis Müdürü bunların haricinde işlerle meşgûl olursa hudud-ı vazifesini tecavüz etmiş olur. Ba-husus böyle telakkiyat-ı ahlakıyye ve adat-ı ictimaiyyemize hatta akaid-i diniyyemize muhalif olan şeyleri tervic etmek abestir memlekete fenalıktır. yalnız “dans salonlarına girecek kadınların on sekiz yaşını mütecaviz olmalarını” düşünüyor. Halbuki Polis Müdürü müslüman ve Türk İstanbul’un Polis Müdürü’dür. müslüman ve Türk İstanbul’un Polis Müdürü dans salonunun fuhuşhane medhali olduğunu takdir ederek bu afetle mücadele ve memlekette fuhşu tervic için memlekette eden bu rezalet ve fezahat ocaklarını kaldırmaya çalışmalı ve bu suretle şükran-ı milliyi kazanmalıdır. Bizim gazetelerimiz bu afete karşı esaslı bir mücadelede bulunmadıkları halde karşı yakadaki Rumca gazeteler şayan-ı dikkattir ki dans akademyası ve dans mektepleri ünvan-ı müşa’şaı altında faaliyette bulunan muhtelif mahaller aleyhinde bulunmaya başlamışlardır. Rumca diyor ki: “Kim bilir kaçıncı defa gizli fuhuşhanelerle kumarhanelerin zabıta tarafından seddedileceği haber veriliyor. Eğer bu haberin her Bugün bizim bu faaliyetlere karşı gelecek hiçbir teşkilat-ı diniyyemiz yoktur. Mütedeyyin ve ulum-ı diniyyede mütebahhir bir nesil yetiştiren bütün medreselerimiz seddedildi. Bunlar seddedildiği halde papasların genç hıristiyanların teşkilatı kema-kan kaldı. Mukabil taraf eski faaliyetine devam ediyor. Bizim tarafın faaliyeti ise tamamıyla durdurulmuştur. Halbuki medreselerimizin bekasında hiçbir mahzur yoktu. Bilakis bunların bekasında hidayet-i İslamiyyenin neşri mefkure-i İslamiyyenin takviyesi hayat-ı milliyyemizin rehası gibi hayati menfaatlerimiz vardı. Mutlaka laik olmak isteniliyorsa bile medreselerimizi bütün evkafıyla varidatıyla milli bir teşkilata bırakmak yan papaslarıyla hıristiyan gençlerine karşı gösterdiği müsamahayı memleketin sahibi olan müslümanlara da göstermiş olurdu. Bu şekilde bile hareket edilmemesi ne kadar şayan-ı telehhüftür… Kendi öz yurdumuzda yabancılar teşkilat-ı diniyyelerini kursunlar istedikleri gibi çalışsınlar da bizim aynı şeyden müstefid olmamıza muammanın devamına imkan yoktur. Bilhassa Hıristiyanlık ve hıristiyanlar çalışıyorken müessesat-ı ilmiyye ve diniyyemizin gayr-i kanuni bir darbenin kurbanı kalması gayr-i ma’kûldür. Büyük Millet Meclisi’nin nazar-ı dikkatini bu hakaika celb eder ve gayr-i kanuni bir surette seddedilen müessesat-ı ilmiyye ve diniyyemizin Son zamanlarda Avrupa ve Amerika’da bir dans cinneti peyda olmuş fakat bu cinnet her taraftan mukavemete duçar olmak hususunda gecikmemişti. Tam bu beliyyenin garbda mukavemet gördüğü sıralarda idi ki bizim memleketimizde bilhassa İstanbul’da tezahür ettiği ve dans mekteplerinin açıldığı görüldü. Hiç şübhesiz bu afet İstanbul’a sirayet eder etmez ciddi bir mukavemete duçar olsaydı birden bire zail olur onun derdinden kurtulurduk. Böyle yapılmadığından dolayı dans mektepleri idame-i hayata ve tezyid-i tahribata muvaffak olmuştur. Birkaç gün evvel bu mektepler ! Polis Müdürü’nün nazar-ı dikkatini celb etmiş kendisi de içinde müskirat satılan bu çalgı ve danslı mektepler hakkında izhar-ı hayret etmiş ve bunların mektep değil alel-ade bir salon olduğunu söylemişti. Polis Müdürü bu gibi yerler hak bir tanesi evvelden kapanmış olsaydı oldukça iyi bir fayda te’min edilmiş olacaktı. Başta ma’hud ‘akademiler’ olmak üzere bu kabil mahallerin etrafa saçtığı fesad-ı ahlak yüzünden İstanbul halkı ciddi bir tehlikeye ma’ruz bulunmaktadır. Fenalığın izalesine en evvel daimi tedrishane?lerden başlanmalıdır. Çünkü bunların çoğu sade fuhuşhane şu’beleridir. Fenalığın intişarında ‘akademilerle’ fuhuşhaneler arasındaki münasebet pek sıkıdır. Halkın mevcudiyet-i ahlakıyyesi tedabir-i zabıta hakkındaki haberlerin tekzib edilmemesini ve bu tedbirlerden ma’hud ‘akademilerin’ de müstesna tutulmamasını |/\|