|\/| _____ SEBİLÜRREŞAD Cild 8 - Unknown 321688 69526 43889 _____ “Deveye bakmıyorlar mı ki nasıl yaratılmıştır? Göğe bakmıyorlar mı ki nasıl kaldırılmıştır? Dağlara bakmıyorlar mı ki nasıl dikilmiştir? Yere bakmıyorlar mı ki nasıl döşenmiştir? Öyle ise hatırlarına getir. Sen yalnız ihtara me’mursun; yoksa onların üzerinde tahakkümde murakabede bulunacak değilsin. Lakin yine haktan yüz çevirip küfründe inad eden olursa Allah onu en büyük azab ile ta’zib edecektir. Onların döneceği yer başkası değil ancak biziz; sonra hesaplarını görmek de yalnız bize aittir.” * * * Üstad-ı muhterem Şeyh Muhammed Abduh “Gaşiye” suresini tefsir ederken ayetine gelince diyor ki: Surenin başından beri söz umur-i ahireti bildirmek; insanların ferda-yı kıyametteki halini göstermek için serd olunuyor. Muhataplar arasında ise ahireti ya büsbütün inkar eden dinsizler yahud iman etmekle beraber işledikleri ef’alin kendilerini nasıl bir akıbete sevk edeceğinden gafil beyinsizler var. Cenab-ı Hak her iki tarafın nazarını alem-i hilkatin her gün gözleri önünde duran aksamındaki asar-ı kudrete doğru tevcih etmek suretiyle fikirlere hüccet ikame eylemek gafilleri buyuruyor. Kudret-i ilahiyyeyi gösterecek namütenahi mahlukat varken ayet-i kerimede deve tahsis buyurulmuştur. Zira deve Arab’ın kullandığı hayvanat içinde en iyisi en faydalısı olduktan başka hakīkaten harikulade bir hilkate maliktir. Çünkü o kadar şiddetiyle kuvvetiyle beraber aciz bir mahluka ram olur; küçük çocuğun arkasından bile gider. Sonra bünyesi ağır yükleri kaldırıp uzak memleketlere taşıyacak surette tertib edilmiştir. Bundan başka yükleyenlere kolaylık olsun diye yere çöker; sırtına istenildiği kadar yük vurulduktan sonra kalkar; açlığa susuzluğa dayanmak şartıyla uzun uzun mesafelere gider. Kanaati o derecededir ki başka hayvanların yemeyeceği dikenlerle aylarca yaşar. Elhasıl devede diğer bir çok meziyetler daha vardır ki başka hayvan o meziyetlerde kendisine iştirak edemez. Ayet-i kerimede devenin tahsisen irad olunması cüssesi fil zikredilirdi. Vakıa devedeki meziyetlerin bir kısmı filde de vardır; ancak sütü sağılmaz eti yenmez sonra da deve kadar kolay kullanılamaz. Göklerin kaldırılması üzerimizde görünen güneşler aylar yıldızlardan her birinin seyrini şaşırmamak tabi’ olduğu nizamdan ayrılmamak şartıyla kendi medarında durması demektir. Devenin gökler dağlar yerlerle birlikte zikrolunması pek beliğdir; zira bunların hepsi Arabın hilkate aid olmak üzere çölde ovada her gün her zaman gördüğü manzaralardır. Göz önünden sıra ile geçen levhaların hatırdan da böyle sıra Şimdi yukarıda söylediğimiz münkirlerle gafiller gözleri önünde duran bu şeylere im’an ile baksalar; nasıl olmuş da her biri bulunduğu hali almış azıcık düşünseler o zaman anlardılar ki bir mucid bir muhafız olmadıkça meydandaki san’atın icadına devamına imkan yoktur; o mucid o muhafız meye kavanin-i hikmet üzerine tertib eylemeye kadir olan hiç şüphe yoktur ki insanları herkesin ceza-yı amelini göreceği bir muhasebe günü için toplamaya da kadirdir. Bundan başka Allahu Zülcelal bütün mevcudatı yarattığı halde usul-i hilkate dair bir şey bilmedikleri gibi Cenab-ı Hak kendilerini o muhasebe günü yeniden vücuda getirecek halbuki beşer bu ikinci icadın suretini de bilemeyecek; görecekleri şeyden alacakları nasib bugün şu mahlukata bakmaktan almakta oldukları nasibin aynı olacak. Şimdi madem ki iş bu kadar zahir bu derecelerde bedihidir madem ki ibret için bir nazar-ı im’an kafidir “ Hatırlarına getir sen yalnız ihtara me’mursun.” Fıtrat bir Sani’-i Kadir’e inanmak hissine beşeri kendiliğinden sevk ettiği gibi yine o fıtrat aynı Sani’in insan için hüsran çekilecek yahud safa-yı sermedi içinde yaşanacak edip duruyor. Ancak gafletin tahakkümü hevesatın galebesi yüzünden çok zamanlar beşer doğruyu ihtar eden kendisini fıtratının sevk edeceği tarafa çeviren bir mürşide muhtaç oluyor. Onun için Allahu Zül’celal istidlalin bu suretini “tezkir” lafzıyle tavsif buyuruyor. “ Sen yalnız ihtara me’mursun” hitab-ı celili miz’in bi’setinden maksud olan emri tahdiddir ki o emir de insanlara unutmuş oldukları evamir-i ilahiyyeyi ihtar etmekten aleyhissalatü vesselam Efendimiz’in kudreti yetişemeyeceği gibi kalbleri murakabe altında bulundurmak da vazifesi değildir. ayetleri bu hakīkati sarahaten tebliğ ediyor. Ayat-ı Kur’aniyyeyi mensuh göstermeye pek hevesli olanlardan biri bu ayetin cihad ayetleriyle neshedilmiş olduğunu söylüyor. Sanki Müslümanlık’ta cihad insanları zorla mu’tekid yapmak için meşru’ imiş. Bu sözü ileri süren adam düşünmüyor ki cebr ile kahr ile iman elde edilemez; Yehudi ister Nasrani ister Mecusi olsun yine kendi dininde kalmak şartıyle haraç vermeye razı olursa -ekseriyetin re’yine göre- cihadın vücubu kalmaz. ayetindeki illa lakin ma’nasınadır ki nefy-i saytaranın ifade eylediği ahvalin umumundan istisnayı mutazammındır. HADIS-I ŞERIF Kur’an-ı Kerim ’den sonra ulum-ı ‘aliyye-i İslamiyyenin en kıymetdar kıymetdar olduğu kadar da dakīk bir rükn-i mühimmini teşkil eden ilm-i hadis için de mecmuamızın tercümanı din-i mübin-i İslam’ın me’haz ve menşe’i bugün Peygamberimiz Efendimiz ile bizim beynimizde vesika-i mu’azzama olan ehadis-i nebeviyye mecmuamızda daima mevki’-i mühim işgal edecek ümmet-i İslamiyyenin ihya ve te’alisine sa’y ü gayret edilecektir. Vaktiyle her türlü mevani’ ve mezahime göğüs gererek her türlü tehavvülat-ı kevniyye ve siyasiyyeye la-kayd kalarak tel’inlere tadlillere hapis ve tağriblere ezalara cefalara nazar-ı istihfafla bakarak ehadis-i şerifenin cem’i sünnet-i seniyyenin ihya ve i’lası uğ­runda çalışan e’azım-ı ümmeti tekrar zamanımızda yaşatmayı mecellemiz kendisine mukaddes bir vazife bilecektir. Şu ümniye-i mu’azzezeye erişebilmek için hadis babında selaseden ibaret olacaktır: dan temas eden ehadis-i şerife ve sünnet-i seniyyeyi mevzu’-ı bahs ederek ahval-i cariyye ile nazar-ı şari’ arasında mukayese ve muhakeme icrasıyla tenkīd eylemek. muhaddisin-i kiram hazeratının tercümeleri meslek-i alileri asar ve mecmuaları hakkında tetebbu’atta bulunmak. Sebilürreşad ’ın ictima’iyattaki mesleği umumi olmaktan ziyade hususi bir mahiyeti haiz olacaktır. Fakat böyle olması lini tazammun etmez. Sebil ’in sütunları ma’na-yı umumisi ceride bir İslam ceridesi olmak haysiyetiyle en ziyade alem-i dan maksadı da şuun-ı İslamiyyenin münhasıran fünun-ı dir. Sebil ’in sütunlarında mevzu’-ı bahs olacak mesail-i ictimaiyye alem-i İslam’da maddeten mevcud olan fevaidi den olacaktır. Çünkü şimdilik biz de mevzu’u olmayan nazariyat-ı Sebilürreşad İslam’a aid mesail-i ictimaiyyeden bahs ettiği sırada hiçbir zaman cehlin ma’na-yı meşhuruyla taassubun delaletine iktida etmeyecek; İslam’ı girivelere düşüren bu iki delil-i zelile daima nazar-ı nefretle bakacaktır. Çünkü onun cak bu suretle ayıklanabileceği gibi nass-ı celiline ma-sadak olacak surette rahat döşeğine uzanan üç yüz milyonluk bir kütle de ancak bu suretle devre-i hayat ve faaliyete girebilecektir. Sebil bu mebhasda levm-i laimden şetm-i şatimden asla tehaşi etmeyecek doğruluğuna kail olduğu bir fikri bir ictihadı bi-muhaba izhardan çekinmeyecektir. ---- FELSEFE ---- Sebilürreşad mebahis-i felsefiyyeyi de ihtiva edecek bütün mesalik-i felsefiyye erbabının efkar ve mülahazatı için daima sahifelerini açık bulunduracaktır. Fakat hiçbir zaman felsefeyi hedm-i dine alet ittihaz etmeyecektir. Belki felsefenin bir çok mebahisini te’yid-i dine hadim kılacaktır. Sebil mesalik-i muhtelife-i felsefiyyeden kemal-i serbesti ile bahsi kebairden addedecek kadar mukteza-yı zamandan gafil olmadığı gibi felsefenin hücumundan korkacak kadar da za’af-i kalbe za’af-i imana mübtela değildir. Bina’enaleyh kirleri en mülhidane nazariyeleri aynen nakilde bi-tarafane muhakemede asla bir beis görmeyecek ve belki bu şıkkı lazım ve zaruri addeyleyecektir. VAHDET-I VÜCUD Fikriyyunun alem-i harici hakkında muhtelif nazariyeleri vardır; bu nazariyyelerin nev’ine göre meslekler de ta’addüd eder. Bunlar hakkında tafsilata girişmek sade[d]den teba’üdü müstelzimdir. Bu mesleğin en müfriti eşya-yı hariciyyeyi “ene” üzerine terettüb ettiren ve “idealizm egoist” denilen meslektir. Bu meslek erbabı nefs-i natıka ile ona mahsus olan kuva-yı müdrikenin halat-ı muhtelifesinden başka bir şeyin vücuduna kail olmayıp alem-i hariciyi teşkil eden suver-i mümkinatın o kuvvetlerle kaim ve o kuvvetlerin birer şekl-i mahsusu olduğuna kaildirler. Bunların nazarında alem kendi hakīkat-i zatiyyeleri olan “ene”den ibarettir. Halbuki zevi’l-ervahdan evvel alem var idi. Zevi’l-ervah bilhassa onlardan biri olan insan avalime nisbeten hadisü’l-ahd sayılır. Şu halde dünyada nüfus-ı müdrike yok iken avalimin velev ki başka bir suretle olsun vücudunu tasdik zaruridir. Zevat-ı eşyanın kıyam-ı zatileri i’tibarıyla bir vücud-ı müdrike karşı tahakkukları nazariyesi kabul edildiği takdirde o vücud-ı müdrikin be-heme-hal bizden başka bir şey olması lazım geleceği tezahür eder. İkinci mülahazaya gelince o da nefs-i natıkada husul-i ihsasat için bir illet-i hariciyyenin vücuduna ihtiyac derkar olmasıdır. Felasifeden bazıları bu bunlara henüz nefsimizde tecelli etmeyen ihsasat-ı mümkine diyorlar. Halbuki ihsasat-ı mümkine nedir? Nefsde tecelli etmeyen halat. Bu halat nasıl olur da aynı zamanda nefsde teccelli eden halata illet olabilir? Çünkü henüz kendisi tahakkuk etmemiştir. Şu halde nefsde husul-i ihsasat için bir kaide-i külliyye olan kaide-i illiyyet bunu iktiza eder. Haydi bundan da sarf-ı nazar edelim. Nefs-i natıkanın daire-i idraki daire-i ihatası mahdud olduğu da insafa veda’ etmeden aklen meczumumuz olan vücuduna ne diyelim? Eğer eşya-yı hariciyye yalnız “ene”den ibaret olan nefs-i natıkaya karşı müte’ayyin olaydı vücudu aklen meczumumuz olan avalim-i gayr-ı mütenahiyye onun daire-i idraki haricinde olmak hasebiyle mevcud olmamak lazım gelir idi. Halbuki o alemler mevcuddur; bunların vücud-ı nefsü’l-emrilerini a’razından tecrid ile ma’kūlattan olmak üzere kabul etmek bir nevi’ mükaberedir. Aks-i suret kabul edildiği takdirde eşya-yı hariciyyenin vücudu bizim idrakimize müftekır ve onun vücuduyla meşrut olmamak iktiza eder ki hakīkat de budur. İşte yukarıda ismi geçen Berkley vürudu zaruri olan bu ve bu gibi itirazları def’ için fikrini diğer bir nazariyye ile tashih ediyor. Bu feylesof en muta’assıb fikriyyundan olmakla beraber eşya-yı hariciyyenin vücudunu duğunu söylüyor. Ve bu inkarın insandaki nefs-i natıkadan başka bir idrake ta’bir-i diğerle akl-ı külle karşı taayyününe kail olarak buna da Cenab-ı Hak diyor. Bu suretle bizim eşya-yı hariciyye namını verdiğimiz hakayık-ı sabiteye Cenab-ı Hakk’a karşı taayyün eyledikten sonra ukūl-i cüz’iyye tarafından idrak olunana silsile-i efkar nazarıyla bakıyor. Berkley’in ruh mülahazatı mutasavvıfane bir eda ile ifade edilirse ehl-i vahdetin fikrine yaklaşır. Akıl için tarik bir olmak haysiyetiyle bundan da bir şey çıkmaz. Zaten ehl-i vahdetin mesleği hakkında nazari ted­kīkata girişenler be-heme-hal onu fikriyyun mesalikinden birine temas ettiriyorlar. Hatta İbn-i Haldun bile ehl-i vahdetin mesleğini tenkīd ettiği sırada onu döndürüp dolaştırıp “idealizm egoist” mesleği derekesine indiriyor. Kari’ini Mukaddime-i İbn-i Haldun ’a müracaat külfetinden vareste kılmak için buraya aynen nakl ettiğimiz atideki sahife dikkatle mütalaa edilecek olursa hilaf-ı hakīkat bir isnada tasaddi etmediğimiz anlaşılır Mukaddime-i İbn-i Haldun ’dan nakl olunan sahife şudur: “Müte’ahhırin-ı mutasavvıfenin bir fırkası dahi vahdet-i mutlakaya kail oldular ve bu mezheb ta’akkul ve teferru’atında evvelkiden daha garib bir re’ydir. Bu mezheb ashabı zu’m ederler ki vücudun tefasilinde bir takım kuvvetler vardır ki mevcudatın hakayık ve suver-i mevaddı onlar ile olur ve anasırın vücudu dahi kendide olan kuvvetler iledir. “Ve keza madde ve heyula-yı anasırın kendisinde dahi kuvvetler vardır ki madde-i mezkurenin vücudu onlar iledir sonra mürekkebatta dahi bu kuvvetler mevcud olup ancak ma-bihi’t-terkīb olan kuvvetin zımnında bulunurlar. Kuvve-i ma’deniyyede kuva-yı anasır mevcud olup fazla olarak kendide dahi bir kuvvet vardır sonra kuva-yı hayvaniyye kuvayı ma’deniyyeyi mutazammın olup kendisinde dahi diğer kuvvet-i zaide vardır. Kuva-yı hayvaniyyeye nisbetle kuvayı ruhaniyyenin hali dahi bu minval üzeredir ve kaffesini min gayrı tafsil cami’ olan kuvvet ancak kuvve-i ilahiyyedir ki külli ve cüz’i cemi’ mevcudatta münbes ve münbasit olmuş ve cümlesini cem’ edip yalnız zuhur ya hafa veyahud suret ya madde cihetinden olmayarak belki min külli’l-vücuh cümlesini ihata etmiş olduğundan kaffesi vahiddir ve ol vahid zat-ı ilahiyyenin kendidir ve fil-hakīka zat-ı ilahiyye vahid-i basittir. Ve onu mufassıl olan ancak bir i’tibardır. Hayvaniyetle vücuduyla mevcuddur. Onun için bazen böyle cins ma’annev’ bunları misal olarak irad edip bu hususda min külli’l-vücuh terkib ve kesretten firar ve hazer ederler ve onların indinde terkib ve kesreti mucib olan ancak vehim ve hayaldir. “Bu mezhebin takririnde İbn-i Dihkan’ın kelamından zahir olan budur ki onların vahdet hakkında olan kelamlarının hakīkati hükemanın elvan hakkında dediklerine şebihdir. Şöyle ki hükema elvanın vücudu ziya ile meşrut olduğundan ziya ma’dum oldukta elvan bir vechile mevcud olamaz derler. Onların indinde dahi mevcudat-ı mahsusenin küllisi müdrik-i hissinin vücuduyla meşrut ve belki mevcudat-ı ma’kūle dahi müdrik-i aklinin vücuduyla meşrut olduğundan bu surette küllisini mufassıl olan vücud müdrik-i beşeri farz ettiğimizde vücudun tafsili olmayıp mevcud olan ancak basit-i vahid olmuş olur. Bu surette hararet ve burudet ve salabet ve mülayenet ve arz ve ma’ ve nehar ve sema ve kevakibin vücudu ancak onları müdrik olan havassin vücudundan naşi olarak vücud-ı nefsü’l-emri bulunmadığından onları mufassıl olan müdrikler mefkūd oldukta hiç tafsil bulunmayıp mevcud olan ancak idrak-i vahid olur ki “ene”den temsil ederler ki hal-i nevmde hiss-i zahiri mefkūd oldukta ona göre cemi’ mevcudat mefkūd olup kuvve-i hayaliyyesinin tafsil ettiği rü’yadan başka bir şey kalmaz. İşte uyanık kimsenin hali dahi böyledir derler ki o dahi bu idrakat-ı adideyi bir nevi’ müdrik-i beşerisiyle tafsil edip müdriki mefkūd oldukta tafsil dahi mefkūd olur. İşte Sufiyyenin kelamında vehmin ma’nası budur yoksa idrak-i insaninin bir kısmı olan vehim demek değildir. İşte İbn-i Dihkan’ın kelamından anlaşıldığına göre mezheb-i mezkur ashabının hulasa-i re’yleri budur. “Ancak re’y-i mezkur derece-i sıhhat ve kabulden sakıt ve nazildir. Zira girip çıkmış olduğumuz ve gideceğimiz beldenin yakīnen vücudunu gözümüzden gaib iken cezm ederiz ve keza sema ve kevakibin ve sair görmediğimiz şeylerin vücudunu kat’iyyen biliriz ve insan bunu kat’ edip böyle yakīniyyatta kendi kendine mükabere edemez. Halbuki hicab hissi keşf ile alem-i ruhaniye muttali’ olup da evham ve hayalattan salim olan kimse müstağrak-ı bahr-i ma’rifet olarak idraki bu gune tahayyülattan halis ve hali bir idrak-i sazec-i basit-i umumi olmak lazım gelip bu surette ise tafsil ve tefrik ile hakayık-ı mevcudatı nasıl ta’yin edebilir? Ve söylediği sözler avarız-ı vehmiyyeden başka ne olabilir? Bina­ enaleyh bu gune keşif sahibi kendini müttehem edip de ibadetine Hak onu vasıl-ı mertebe-i hakīkat eyleye…. ilh.” ---- FIKIH VE FETAVA ---- Müslümanlık aleminde intişar eden İslam mecellelerinin hemen ekserisinde bu ünvana tesadüf olunur; en tatlı ilmi mülahazlar fıkhi düşünceler bu ünvan altında mütala’a edilir. Vaktiyle İslam Alemi’nde pek ali mevki’ler işgal eden efazıl-ı ulemanın geceleri gündüzlere katarak senelerce ömürlerce çalışmalarına zemin olan mescidlerde cami’lerde medreselerde ekabir-i fukahanın iştirakiyle günlerce imtidad eden müzakere ve mübahaseler için de yegane mevzu’ teşkil eden ilm-i celil-i fıkhın zamanımızın dini ve İslami mecellelerinde dahi bir kısm-ı mühim teşkil etmesi iktiza eder. Diğer tarafdan kari’in-i kiram beyninde tahaddüs ederek hükm-i şer’isi bilinmek üzere müracaat olunan sualler de cevapsız bırakılamaz. Yevmi ve siyasi cerideler veka’i-i yevmiyye ve siyasiyyeyi tedkīk etmek mecburiyetinde bulundukları gibi bir mecmua-i İslamiyye dahi alem-i İslam’da ve kendi kari’leri beyninde ukde teşkil eden mes’elelerin bilhassa İslami ve şer’i bir nokta-i nazardan halledilmesine tavassut etmesi icab eyler. ve Fetava” babı küşad edilmek ciheti münasib görülmüştür. Fıkıh ve Fetava kısmı nefs-i ünvandan dahi anlaşıldığı üzere ikiye ayrılır ki; biri “fıkıh” diğeri “fetava” kısmıdır. Kısm-ı fıkhı ihvan-ı din tarafından tevarüd eden suallerden cevaplardan zaman ve zemine göre tahaddüs ve icabına göre hey’et-i tahririyyece mevzu’-ı bahs edilmesi münasib görülen mesail hakkında cereyan eden mütalaat ve muhakemat-ı fıkhiyyeden ibaret olacaktır. Mecmuamızda bilhassa bu babın zenginliğine ayrıca dikkat ve ihtimam olunacak ve bu hususda icab eden fedakarlıktan geri durulmayacaktır. Elimizin eriştiği kadar memalik-i saire-i İslamiyyede bulunan fukahanın dahi fikir ve mütalaalarına müracaat edilecektir. İstiyoruz ki mecellemizin bu kısmı Hanefilik Malikilik Şafiilik Hanbelilik… tefrik edilmeksizin mezahib-i İslamiyyenin ayine-i fıkhisi olsun. Onun bu babda usul-i İslamiyyece mu’teber olan delile senede babda söylenecek sözler sırf istidlal tarikıyla ve delilleri nokta-i nazarından irad edilecek olduğundan hiç birinde kat’iyyet tahlil ve edillesi nokta-i nazarından tedkīk edilmesiyle iddia-yı nur. Maamafih ilmi mevzu’lara dair idare-i kelam etmek mes’eleyi istidlal tarikıyla tahlil ve tafsil eylemek bab-ı fıkıhda kesb-i mümarese eylemek isteyenler için vasi’ bir zemin teşkil eder ümidindeyiz. Her halde zeka-yı fıkhisi olanlar için bu saha geniş bir meydan-ı müsabaka olacaktır. Sebilürreşad ihvan-ı kiram tarafından varid olan sual-i fıkhileri evvela enzar-ı ammeye arz eder. Kari’in-i muhteremece bu hususda sırf ilmi ve müdellel olmak üzere yazılan cevaplar neşr sonra bunlar icabına göre muhakeme edilir. Fakat sual kari’in-i kiram tarafından cevapsız kalır veyahud mes’elenin daha ziyade izahı icab ederse Sebilürreşad ’ın kendi muharrir-i ilmileri tarafından mes’ele tedkīk edilir. Fetava kısmında dahi varid olan istiftalar ibtida kari’in-i kirama arz olunur. Cevap verilirse me’hazı gösterilmiş olmak şartıyla neşr ve yoksa Sebilürreşad ca cevabı taharri edilir; bulunursa me’hazı yeri gösterilerek derc ve illa cevabı bulunamadığı i’lan olunur. Bu gibi cevabı bulunamayan mesail-i fıkhiyye sırf ilmi ve nakli bir surette fıkıh kısmında mevzu’-ı bahs edilebilinir. Bu halde fıkıh ve fetava kısmı tabiatiyle ikiye ayrılıyor ki biri fıkıh diğeri fetava kısmıdır. Buna göre bu kısımlar ber-vech-i ati mebahisi müştemil olurlar: Varid olan ve hey’et-i tahririyyece mevzu’-ı bahs edilmesi münasib görülen sualler Fıkıh kısmına aid olmak üzere yazılan yahud varid olan cevaplar muhakemeler icrası Fetvalar Cevabı bulunamayan sualler ihtar ve icabına göre bunun kari’in-i kiramca fıkıh kısmında mevzu’-ı bahs edilmesi Ve mine’llahi’t-tevfik. ---- EDEBIYAT ---- Edebiyatı nasıl telakkī ettiğimizi nasıl bir meslek tutmak miştir. Şiir için edebiyat için “süs” “çerez” diyenler var. Karnı tok sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lakin bizim gibi aç çıplak milletlere süsten çerezden evvel giyecek yiyecek lazım. Onun için ne kadar süslü ne kadar tatlı olursa olsun libas hizmetini gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize hiç söylemez. Hele “San’at san’at içindir. San’atta gayet yine san’attır. Edebiyatta edebiyattan başka bir gaye aramak san’atı takyid etmektir.” gibi yüksek nazariyeler bizim idrakimizin pek fevkindedir. Zaten bu türlü nazariyeler ahlaksızlığa felsefe şekli veren; edebiyat namına milletin namusuna hayatına mevcudiyetine yürüyen bir takım hazelenin eser diye ortaya koydukları bahnamelere revac verilmek için ileri sürülüyor. Bir de biz edebiyatın vatanı olduğuna iman edenlerdeniz. O sebepten hiçbir milletin edebiyatını memleketimize mal etmek istemeyiz. Şarklılar herşeyde olduğu gibi edebiyatta pek geri; garplılar herşeyde olduğu gibi edebiyatta pek ileri. Biz onların edebiyatından yalnız san’at cihetiyle istifade etmek isteyeceğiz. Yoksa ecnebi emtiasını yerli metaı yerine satmayacağız. Simsarlığın bu türlüsü dolandırıcılık olduktan başka kendi hissiyatımızın kendi efkarımızın elhasıl kendi hayatımızın kıyamete kadar işlenmeyerek ham eşya sırasında kalmasına sebep olur ki hem ayıp hem günahtır. Petrolün nasıl çıkarıldığını nasıl tasfiye edildiğini öğrenen Osmanlı Erzurum’daki Yoksa Amerika’dan Rusya’dan Romanya’dan teneke teneke gaz taşıyacak sonra da yerli mahsulü diye bizi kandıracak olursa biz onun madenciliğinden birşey anlamayız! Darılmasınlar gücenmesinler ama sanatkarız diye meydana atılan bir çoklarını biz adi birer simsar bulduk! Adi kaydını da ilave ediyoruz; çünkü eklerini belli etmeyecek kadar maharet gösteremiyorlar. Sebilürreşad ’da görülecek eserler kaba olacak saba olacak lakin yerli malı olacak hiçbir tarafında başka memleket mahsulü olduğunu gösterir damgası bulunmayacak. Bir de az çok bir ifade te’min edecek. Şayed ahlaki içtimai hiçbir faide te’min etmezse zararı bari olmayacaktır ki bir nazara göre bu da faide demektir. Yazılarımız en namuslu aileler arasında okunabilmek üzere yazılıyor. Zaten bizim ictihadımıza göre edepsizlik başladığı noktada edebiyat biter. Elverişli bulduğumuz her mevzuu yazacağız. Hele ictimai derdlerimizi dökmekten yaralarımızı açıp göstermekten hiç çekinmeyeceğiz. Bundan maksadımız bir takım zavallıların zannettiği yahut zannettirdiği gibi milleti ele düşmana karşı maskara etmek değildir. Meramımız kendimizi değil maskaralıklarımızı maskara etmektir. Ta ki ülfet neticesi olarak her gün yapmaktan hiç sıkılmadığımız hiç azab duymadığımız bir sürü fenalıkları yavaş yavaş bırakalım da elbirliği ile insanlığa doğru bir adım atalım. Görülüyor ki biz edebiyattan pek çok şeyler bekliyoruz. Evet memleketin aklı başında olan evladı bize yan bakmaz da yardım edecek olursa neden Osmanlıların milli hakīkī Yazılarımızın gerek mevzuunda gerek üslubunda herşeyden evvel bütün Osmanlıları düşüneceğiz; yani mümkün olduğu kadar halka söyleyecek eserler meydana getireceğiz. Yoksa havas için yazı yazmaya yeltenecek derecede sersem değiliz! Zaten altıyüz bu kadar seneden beri yalnız havassı düşüne düşüne avam olmuş gitmişiz! Sade yazmak bizim için asıldır. Ne zaman bu asıldan ayrı düşmüşsek mutlaka muztar kalmışızdır. Yalnız sadelikte “cennet”i beğenmeyip “uçmak” “cehennem”i bırakıp “tamu” diyecek kadar ileri gidecek değiliz. Hele dilimizin şivesini –ister Napolyon çizmesi çekmiş netmeyeceğiz. Bu hususta ne kadar taassub ne kadar muhafazakarlık kabilse göstereceğiz. Evet eskiler gibi Arapça Acemce düşünülüp yahud yeniler gibi Fransızca Almanca tertip eyleyip Türkçeye ondan sonra naklolunan yazılara karşı gücümüz yettiği kadar hücum edeceğiz. Zira şu hakīkate her memleket nasıl kendi tabii hududu dahilinde ilerlerse her dil de kendi fıtri şivesi dairesinde terakkī eder. Lisanın şivesine uymayan eserler mahdud bir kısım halk arasında bir müddet yaşar; lakin sonra da ölür gider. ---- TARIH ---- Bir milleti hakkıyla tanımak için yalnız ahval-i hazırasını bilmek kafi değildir. Zira ahval-i hazıra mazinin mahsulüdür. Binaenaleyh her şeyden evvel tanımak istediğimiz milletin mazisini bilmek lazımdır. Millet-i İslamiyyeyi kari’in-i kirama bi-hakkın tanıtmak isteyen risalemiz bu hakīkati nazar-ı dikkate alarak milletimizin tarihinden bu millet-i muazzamayı teşkil eden akvam-ı muhtelifenin mazilerinden bunlar içinde yetişip ilim ve fenne İslamiyet ve insaniyete hizmetleri sebk eden büyük simaların tercüme-i hallerinden bahs etmeyi münasib görmüştür. O halde bu kısmın ihtiva edeceği mebahis şunlar olmak iktiza eder: Tarih-i İslamiyyet Akvam-ı İslamiyyenin tarihleri E’azım-ı İslamiyyenin teracim-i ahvali HAK VE HAKĪKAT Bi-tevfiki Rabbani “Hak ve Hakīkat”in maba’dine bed’ ediyoruz. Cild-i evvelin hitamına doğru enbiya-yı izam hazeratına mahsus mevhibe-i sübhaniyye olan vahy-i ilahiden bahs edilerek keyfiyet-i vukū’una dair bazı beyanat-ı aliyye ile tezyin-i sahaif kılınmıştı. Burada evvela ma-sebeka münasib bir tekmile takdim edeceğiz. Bunda zikri geçen ayat-ı Kur’aniyyenin tefsirini itmamla beraber bir takım nükat-ı celile dermiyan edilecek. Ve vahy-i ilahi aksam-ı adidesinin ala vechi’t-tafsil beyan ve tedkīkiyle mebhas-ı ali-i mezkur ikmal olunacaktır ba’dehu saded-i asli olan müdafaaya şüru’ ve Tarih-i İslamiyyet nam-ı müstearıyla yazılan garazkarane eserin red ve ibtaline sırasıyla devam ve hakayık-ı ahvalin izahına bezl-i ihtimam eyleyeceğiz. Bu sayede gerçekten bir tarih-i hakīkī-i İslamiyyet vücud bulacaktır. Tekmile Nübüvvet tebşiriyle beraber şeref-nüzul eden Suretü’l-Alak evaili [ ] nazm-ı celili cild-i evvelde vech-i tahkīk üzere tefsir edilerek mebde’-i vahy-i Rabbaniye münasebet-i kamilesi ibda olunmuşidi. Burada teberrük ve tezayüd-i istifade arzusuyla Nahçivani Ni’metullah merhumun el-Fevayihü’l-İlahiyye nam tefsir-i bedi’-i arifanelerinden iktibas-ı envar ediyoruz. Nesta’izü bi’llah Ya Ekmele’r-rusül! Kur’an-ı Kerim -i münezzeli oku mürebbi-i zi-şanın Bari te’alanın bütün esma-yı bir ism-i külli-i ilahi yoktur! esma ve sıfat-ı celilesi laika ile mertebe-i kemale i’rac etmiş bil-cümle mükevvenat içinden mezid-i lütf ve keremiyle mümtaz buyurduğu nev’-i insanı uyuşmuş kandan icad eylemiştir. Madde ile suret beynindeki tefavüte dikkat olunmalı! Tedebbür ve ta’mik ve istikşaf-i hakaik üzere yine oku ki metavi’-i ibarattaki beda’i-i işarat sana münceli olsun. Evvela zabt ve tertil-i elfaz siyakında okumayı emr etmişidi. Şimdi de te’emmül-i ma’ani ve istıtla’-ı fehaviye mukarin olacak tarzda okumayı ferman buyuruyor ki bu sayede kendisine elfaz ve mebani-i metavisinde mündemic beda’i-i mermuzat inkişaf eylesin. Erbab-ı imladan olmayan bir recul-i ümmi olduğuna bakma! Çünkü Rabbin inayet ve ikramda ekmeldir. Tekellüm ve idrakten ari kalem vasıtasıyla ta’lim-i ilm eyleyen odur. Bilmedikleri şeyleri efrad-ı beşere beyan ve bürhan keşf ü ilham tarikleriyle bildirmektedir. Sen ki ey habibim o nev’in güzide ferdi şan ve şerefçe ekmel ve emcedisin en ali bir fıtratta yekta-yı alemsin bütün hakaik ve esrara vakıf kılınacağın bi-iştibahdır. A h Ba’de za hil’at-i risalet iksa buyurulduğu vakit inzal buyurulan Suretü’l-Müddessir evaili tefsir olunmak iktiza eder ki onun da tebşir-i risalet ve i[r]şad-ı enama mübaderet hengamına münasebet-i tammesi aşikar olsun. Este’izübillah Ey labis-i disar-ı mübarek! Tefsir-i İrşad da Ebussuud rahimehullah müddessiri böyle tefsir ediyor. Fakat müşarun-ileyhin muradı fil-cümle lebs-i disar değildir. Belki Tefsir-i Kebir ’de tasrih olunduğu üzere “tedessür” disara bürünmek yahud uyumak veya ısınmak arzusuyla ona sarınmak demektir. Nasıl ki müfti-i müşarun-ileyh de esbab-ı nüzul beyanı sırasında evvela –balada beyan olunan kavl-i racih vefkince– Cebel-i Hıra’dan avdetle hane-i saadetlerine gelip beray-ı istirahat istitca’ buyurdukları zaman üzerlerini örttürmelerini saniyen kavm-i Kureyş’in hak­larında na-seza sözler sarf etmelerinden naşi müteessir ve mütefekkir bulundukları esnada hırka-i saadetlerine bürünmüş olmalarını salisen melek-i vahyin hin-i vürudunda Hadis-i şerifi ikisini de cami’ olarak teşbih-i beliğ kauyku uyumaya müteheyyi’ bir halde bulunmalarını nakil ve rivayetle ma’na-yı murada işaret buyurmuşlardır. Müşriklerin söylemiş oldukları o na-seza sözler kütüb-i siyerde ber-vech-i ati hikaye olunuyor. Resul-i Ekrem efendimiz hazretleri nası din-i hakka da’vet buyurmakta oldukları beyne’l-kabail şayi’ olduğu sırada bir gün Ebu Cehil diğer sanadidi Daru’n-Nedve’ye cem’le husus-ı mezkura dair müessir bir nutuk irad etti ve nihayetinde dedi ki: Ey ihvan! Kariben bütün kabail-i Arab beray-ı hac Mekke’ye gelerek bizimle mülakī olacak ve şimdiye TERBIYE VE TA’LIM Yevmi ceridelerimiz ölmüş bitmiş hadisatı şöyle böyle tahlil ederek dinimiz hatta milletimiz kavmimiz için bile faidesi olmayan öte beri şeylerle birkaçı müstesna olduğu halde mecmualarımız da sathiyat ile iştigal ederek asıl bugünkü vaz’iyet ve ahvali hazırlayan esbab hakkında şakk-ı şefe etmeyi hatırlarına bile getiremiyorlar. Biz bu milletimizin çekmekte olduğu bütün belaları mazimizin hazırlamış olduğuna eminiz. Fi’l-hakīka bizi şu vaz’iyet önünde bulunduran mazi birçok avamilin taht-ı te’sirinde olarak teşekkül etmiş ise de burada en büyük amil ulum ve maarif cihetinden geri kalışımız olmuştur. Bunun da başlıca esbabı medreselerimizde mekteplerimizde usul-i ta’lim ve terbiyenin yolsuz bir surette cereyan etmiş bulunmasından ibarettir. Vakı’a medreseler mektepler yok değil; okuyoruz çalışıyoruz; fakat hiç de matlub olan neticeler iktitaf edilememiştir. Biz hala o eski halimizde didiklenip duruyoruz. Mekteplerimiz medreselerimiz mükemmel adamlar yetiştiremiyor. Birçok mesailer boşa gidiyor. Memleketimizde yalnız memleketimizde değil bil-umum memalik-i İslamiyyede bu yüzden belki yüz binlerce gençlerimizin ömürleri kıymetli vakitleri zayi’ olup gidiyor. Bu cihetler alem-i İslam’ın bazı taraflarında anlaşılmaya başlanıldığı halde memleketimizde bu hakīkat hala meydan bulamıyor. Gerek medreselerimizde gerek mekteplerimizde tahsilde bulunan genç talebelerimiz ve bunların haline acıyan bazı hamiyetli zatlarımız kendi kendilerine üzülüyor çabalıyorlar ise de; dimağları uyuşmuş olan evliya-yı umurun kat’iyyen aldırdıkları görülmüyor. Matbuatımız da ma’nasız dedikodulara faidesiz sathiyata dalarak bu cihetler hakkında bir iki kelime olsun yazmaya vakit bulamıyorlar. Mektep medrese talebesinin derdini dinleyecek sahib-i hamiyyet bir kimse bulunmuyor. ta’lim ve terbiye hakkında bir bab-ı müstakil küşad ediyor. Burada ta’lim ve terbiyenin nazariyat ve tatbikatı hakkında beyan-ı mütala’a olunur buna dair varid olan makaleler derc olunur. Mekteplerde medreselerde ve bunların daire-i aidelerinde vukū’a gelen yolsuzluklar kemal-i bi-tarafi ile bi-perva yazılır. Medrese ve mektep müdavimleri tarafından vürud eden ve haklı olan şikayetler lüzumuna göre müştekinin arzusu vechile –imzalı veya ma’zeretin sübutu takdirinde kısım ber-vech-i ati mebahisi müştemil olur: Ta’lim ve terbiye hakkında varid olan makalat-ı fenniyye Medrese ve mekteplerde olan yolsuzluklar ve esbabı Medrese ve mektep talebelerinin şikayatı. HUTBE VE MEVA’IZ Din-i İslam hutbelere mev’izalara pek büyük bir ehemmiyet vermiştir. Zira sebil-i ilahiye da’vet suretlerinin ikisi hikmetle cidal-i hasen ise birisi de mev’iza-i hasenedir. Muhtelif kabiliyette yaradılan insanların bir kısmı vardır ki onlara hikmetten mücadele-i ilmiyyeden ziyade güzel sözler daha ziyade te’sir icra eder. Zaten mecmuamızda ilimden hikmetten ve icabına göre cedelden bahs olunduğu halde erkan-ı da’vetten te’siri daha şümullü olan kısm-ı mühimminin bunun için dahi bir kısm-ı mahsus küşadını münasip görmüştür. Mev’izaların bir kısmı vardır ki mahall-i mahsusada eşkal-i mahsusa ile icra olunur ve ahkam-ı şer’iyye ile ittisaf eder ki bunlara “hutbe” denilir. Diğer bir kısmı da vardır ki mahal ve şekl-i mahsusa tabi’ olmayarak sırf ihtiyacın ilcasıyla irad olunur ki bunlara da “nutuklar” diyelim. Hutbeler vaktiyle ancak ahvalin icabatına göre irad olunması meşru’ kılındığı halde gitgide maatteessüf hikmet-i meşruiyyeti unutularak gördüğümüz gibi sırf kalıpdan ibaret tuhaf bir şekil almıştır ki her halde şekl-i aslisine irca’ı lazımdır. gibi ümmetin efkarını tenvire ahlakını tehzibe hadim mev’izaların dercini de elzem addetmiştir. Doğrudan doğruya bir kısma ta’alluk etmeyen makaleler buraya derc olunacaktır. Bir milletin te’min-i istikbali o millet ile sair hükumetler arasındaki münasebatın ne derecelerde olduğu hakkıyla bilinmesine mütevakkıfdır. Kendisiyle diğer devletler beynindeki münasebatı bilmeyen milletler hukūkunu muhafaza himmeyi nazar-ı dikkate alan risalemizin siyaset hususunda üssü’l-esas mesleği Avrupa ile alem-i İslam arasındaki münasebatı tedkīk ile istikbal-i İslam’ı te’min edecek yolları göstermeye çalışmaktan ibaret olacaktır. HAYAT-I AKVAM-I İSLAMIYYE Sırası geldiği zaman “üç yüz şu kadar milyon müslüman .…” diye yazar dururuz fakat bu üç yüz dört yüz milyon müslüman hakīkaten var mı yok mu? Var ise arzın nerelerinde ve ne mikdarda bulunuyorlar? Hayat-ı ictimaiyye ve siyasiyyeleri ahval-i iktisadiyye ve maişetleri nasıldır? bize benziyor mu? Hangi lisanla tekellüm ediyorlar hangi devletin taht-ı esaretinde inliyorlar bu azametli yekunun bir kıymet-i ameliyyesi var mıdır yok mudur? Bunu hiç düşünmüyoruz. Maamafih düşünsek de bir faidesi olmaz zira bu hususda esaslı bir ma’lumat verecek asarımız mefkūddur. Ma’lumdur ki bu kabil asarı ortaya koyabilmek için oralara gitmek onların içinde onlarla beraber yaşamak hasılı onları re’yü’l-ayn yakından görmek lazımdır. Halbuki bizde bu zahmeti ihtiyar etmiş kim vardır yekunu üçü dördü geçmeyen fedakar seyyahlarımızı düşünecek onların masraflarını deruhde edecek kaç kişi zuhur etmiştir? Lakin ecnebiler dünyada hiçbir hıristiyan kavim yoktur ki onun hakkında ma’lumat-ı tammeye malik olmasınlar. Ondan başka bütün milel-i saireyi hatta biz müslümanları o kadar tedkīk etmişler öğrenmişler ki bu tetebbu’ önünde insan –fakat bizim gibi insan– hayret ediyor. İşi o dereceye götürmüşler ki sırf müslüman alemine mahsus yüzlerce sahifelik risaleler te’sis etmişler cihanın her tarafına adamlar göndermişler dünyanın her tarafından eserler getirtmişler sırf bununla uğraşacak hey’etler teşkil eylemişler; mütemadiyen yazıyorlar milletleri de mütemadiyen okuyorlar. İşte Paris’de çıkan “ Revue du Monde Musulman” bu sa’y ve faaliyetin bir misali bir şahid-i beliğidir. Buna karşı Darülhilafeti’l-Aliyye’de bir şey yapılabilmek için her ne kadar şimdilik vesait mefkūd ise de arayıp bulmak için çalışmaktan da geri durmak lazım gelmez. Vakıa bu hususda menabi’-i ecnebiyye çoktur. Fakat onlar kendi nokta-i nazarlarına göre anlattıklarından pek mevsuk addedilemez. Maamafih hiçlik içinde yine faide-bahş olabilir ve bizim için tedkīkat yollarını öğretir. gibi fedakar seyyahlarımızdan mürekkeb hey’etler teşekkül eder; gidip oralarda tedkīkat-ı amikada bulunurlar müşahedatlarını tedkīkatlarını bize bildirirler; o zaman işte en hakīkī ma’lumatı öğrenmiş oluruz. Şimdi bu kısımda tedkīk etmek istediğimiz şeyler şunlardır: Bütün dünyadaki müslümanlar kaç milyon nüfusdan Millet-i İslamiyye hangi kavimlerden mürekkebdir her kavmin sakin olduğu mahaller nereleridir hangi lisanla mütekellimdirler? Her kavmin hayat-ı ictimaiyye ve siyasiyyeleri ahval-i Millet-i İslamiyye ne kadar mezahib ve turuk-ı mütenevviaya vücud bulmuştur? Hal-i hazırda neden ibarettir.? Akvam-ı İslamiyye arasında i’tikad din-i celil-i İslam’ı anlayış ve suret-i tatbikçe ne gibi farklar vardır? Bu kütle-i naimeyi ikaz ve irşad için ne gibi tedabire müracaat lazımdır? rek kendilerine müracaat olunan gerek bu babda sahib-i ma’lumat olup tanıyamadığımız zevatın bu program dairesinde HAREKAT-I İLMIYYE VE FIKRIYYE Bu kısmın muhteviyatını ta’yin etmek bize düşmez. Biz yalnız şunu Cenab-ı Hak’dan temenni eder ve müslüman kardeşlerimizden bekleriz ki bu kısmı hiçbir zaman boş bırakmasınlar. Her gün saha-i ilm ü fende bir terakkī her zaman saha-i hayatta bir teceddüd ve zindegi göstersinler. Zira asıl gaye netice budur. ---- MEKATIB ---- Bu kısım gerek muhabirin-i mahsusamız gerek sair erbab-ı kalem ve hamiyet tarafından ahval-i İslamiyyeye dair gönderilecek mektupları ihtiva edecektir. Şimdilik Avrupa’da birkaç muhbir tedarik edilmiştir. Fakat asıl muhbirlerimiz şarkta tedarik olunmak lazımdır. Ceraid-i yevmiyyemizin şimdiye kadar bunu yapması lazım gelirken ihmal edişi şayan-ı te’essüfdür. İnşaallah yavaş yavaş onlar da baba yurdlarını der-hatır etmeye başlarlar. Birçok zamanlar Londra’da bulunan dünyanın her tarafından gelen müslümanlarla Darülhilafe’de bulunan Halil Halid Beyefendi’nin delalet ve himmetiyle lazım gelen İslam cem’iyetleri ve rüesasıyla bu hususda muhabereye başlanmıştır. İnşaallah evvelisi gün darü’l-harbden avdet eden ve bütün şarkta tanıdıkları bulunan Abdürreşid Efendi’nin himmetiyle de bu cihet daha ziyade taht-ı intizam ve te’mine alınacaktır. Ma’ahaza sütunlarımız bu babda beyan-ı ma’lumat edecek bütün ehl-i BULGARISTAN İSLAMLARININ YAŞAYIŞI Bir takım ricalden addolunan Gospodinler Makedonya hakkında söz söyler iken delil makamında Bulgaristan’da yaşayan İslamların refah-ı hallerinden kanun-ı mahallinin her bendinden müstefid olduklarından bahisle Türkiye tebaası bulunan Bulgar milletdaşlarının da onlar gibi müsavat dairesinde! yaşamalarını temenni ettiklerini bala-pervazane bağırıyor ve bu tasniatlarını bila-hicab Avrupa matbuatına kadar aks ettirerek bununla Avrupa’ya karşı da’vayı kazandıklarını tahayyül ediyorlar! Zehi tahayyül!! Bu avanturisler!.. Bilmiyorlar ki irae etmek istedikleri delilleri da’valarının butlanına delildir. Onlara baladaki sözleri sarf etmeye gelen cesaret mahza bizim sabır ve sekinetimizden mütevelliddir. Yoksa hakkımızda bugüne kadar reva görülegelen haksızlıkları tamamı tamamına alem-i matbuata aksettireydik hükumeteyn beyninde ila maşaallah cari olagelen sulh ve silmin pek çoktan muhtel olması icab eder idi. Lakin biz İslamlar sulhun istikrarını her fiil ve hareketimizle arzu ettiğimiz için daima bıçak kemiğe dayanıncaya kadar sükutu ihtiyar eder ve bu tahammülümüzün semeredar olmasını ez-can u dil ve temenni eyleriz. Sadede rücu’ edelim; ne demiştik: Bulgaristan İslamlarının yaşayışı! Evet Bulgaristan İslamlarının yaşayışı…! Ah sormayın! Ey Osmanlı Bulgarları! Sizler yukarıda zikri geçen avanturist Gospodinlerin yaldızlı ve musanna’ sözlerine firifte olarak bizim gibi yaşamayı ile’l-ebed temenni etmeyin! Bunu size bir dost bir kardeş samimiyetiyle söylüyoruz.. Bizim yaşamamız gibi yaşamayı hiçbir vakit zim yüreklerimiz bilir! Onları fotoğraf gibi meydan-ı vuzuha çıkarmanın bir kolayı olsa da sizlere ve Avrupa insaniyet-perveranına bir temaşa ettirilse?! Fakat heyhat! Sizin terakkī te’aliniz için hükumetiniz mektepler inşa ettiriyor. Bizim mekteplerimiz sed olunuyor tahrib olunuyor! Tahribi çareleri düşünülüyor. Sizlere iki millet beyninde asırlarca hüküm süren burudetin izale-i vücudu zımnında ayrıca kilise yaptırılarak kardeş gibi vatandaş gibi yaşamanız teshil olunuyorken bizim camilerimiz plana uğratılarak kahr olunuyoruz! Hangi tebaanın daha mes’ud daha müreffeh yaşadığını tefrik ve temyiz etmeyi erbab-ı insafa bırakarak sahife-i hayatımızın bir yaprağını çevireceğim. Mah-ı hal-i Rumi’nin on ikinci Pazar günü icrası mukarrer belediye intihabatı için her fırka mübarezeye hazırlandığı gibi yeni usulde icra olunacak bu intihabda her fırka şubeleri İslamlara kazandırmamak üzere fırkaları dahilinde bulunan İslamları tertib ettikleri listelerin en aşağı sıralarına koymaya çalıştılar. Bit-tabi İslamlar onların bu hareketlerine razı olmayarak İntihab Kanunnamesi’nin mevadd-ı mahsusundan ye hahişlendiler ve listelerini yalnız İslam gençlerinden tertib ettiler idi. Bunu istihbar eden bir takım tufeyli ve son derece mutaassıb Gospodinler İslamların bu teşebbüslerini akīm bırakmak garaz-ı merduduyla fırka maskelerini ber-taraf ederek sosyalistlerden maada hepsi bir fırka halinde işlemeye Bu türlü işledikleri halde de ekseriyeti ihraz edemeyecekleri zehabına düşmüş olmalıdırlar ki İslamları tehdid mevki’lerini te’min zımnında hakkımızda mübah addettikleri bühtan ve iftiralara germi verdiler! Güya intihab gününden bir hafta akdem Filibe’de intişar eden Balkan gazetesi sahibi Edhem Ruhi Bey kasabamıza gelerek İslamları müftülük dairesine da’vet ettirmiş İslamların intihablarda hırıstiyanlardan ayrı çalışmalarını tavsiye etmiş!!! Da’vet olunun İslamlar da bu fikri tervic edeceklerine dair Kur’an-ı Kerim ’e el basarak ahd ü peyman etmişler..! Bunun için ayrı çalışırlar Edhem Ruhi’nin eser-i teşvikiyle vukū’ buluyormuş! Bu intihab değil iki dinin çarpışması mübarezesi imiş!! Zehi iftira.. Zehi vesvese! Bunun üzerine bir takım bed-mest ve şekavet-perver Bulgarları para ile ikna ederek üzerlerimize hücum ettirdiler. Hakkımızda icra etmedik rezalet ve şenaat bırakmadılar! Yapmadıkları zulüm ve hakaret kalmadı! Bütün müslümanı döğdüler döğemediklerini birer suretle ihafe ve tehdid ettirdiler.. Bu hususda istihdam için bir çok kura-yı mütecavireye da’vetnameler irsaliyle mutaassıb köylü Bulgarlarını mahza İslamları ezdirmek ürkütmek üzere da’vet ederek İslamı kesir mahallata hücum ettirdiler. Onlar ve şe­ rikleri fırsatı ganimet bilerek kimi müslüman döğmeye kimi kise-i şekavetini imla etmeye aç kurt gibi saldırdılar!... Misafirhane kapılarını cebren açtırarak içeride bulunan kimselerin saat ve paralarını yağma ettiler. Güpegündüz ticaretgahlarımıza bid-duhul ansızın üzerimize hücum ve darb ettiler. Komşumuz hırıstiyan tüccarları bu halleri temaşa edip duruyorlar idi. Bu vahşilikleri merci-i aidine ihbar etmeye giden eşraf-ı mahalliyyeye hükumet konağı önünde … dölü alçak Türkler … dölü barbar müslümanlar diye kurtlar gibi uluştular!! Bunların bu halini müşahede eden müteşebbislerimiz hayatlarını muhafaza çaresine düşerek ticaretgahlarını kapayarak her biri bir tarafa savuştu. Zira: Şikayetleri sem’-i kabule layık görülmemişti.. Yalan söylüyorsunuzdan başka cevaba nail olamamıştık! Hele köylerde imrar-ı hayat eden bi-çare din kardeşlerimizin hal-i pür-melalini onların tahammül-suz hayatlarını hiç işitmeyin! Onlara her an reva görülen tecavüz ve tahkirata yürekler “çelikten” de olsa yine takat getiremez! Meğer ki vatandaşlarımızın yürekleri gibi ola..! Kuyularına hınzır eti mi atmadılar? Mezarlık taşlarını mı kırmadılar? Bir takım eşraftan kimselerin mezar taşlarına “haç” işareti mi yapmadılar? mektep ve camileri mi sed olunmadı? Cami kapılarına domuz eti mi asmadılar.. İçerilerine tegavvut mu etmediler? Yapmadıkları hangi şenaat fazahat kaldı? Hangi birisinden tazallum hangi bir tecavüzlerinden şikayet edebilelim?! Hangi bir vahşiliklerini sımah-ı insaniyyete isma’ edelim?? Biz İslamların yaşayışını benim aciz kalemim tasvir edemez.. O her türlü tasvir ve tasavvurun fevkindedir! Esir bizden hürdür! Mahbus bizden müreffehdir!! Eşraf-ı İslamiyyenin birçoğunun sözünden bir domuz çobanlığı eden Bulgarın ifadesi mergūb ve müreccahdır.! Bizler burada yalnız bir şeye i’timad ederek güvenerek oturuyorduk. Kuvve-i kanuniyye bu her şeye hakim zann-ı kavisinde bulunduğumuz kuvvetin de bize bizim hukūkumuzu sıyanete istirdada gelince o da aciz kalıyor! O da o zaman kendi vücudunu kağıtlar arasına gizlemeye yapılan vahşetlerin şahidi olmamak Sözlerim yanlış anlaşılmasın! Kuvve-i kanuniyye fevkinde dünyada hiçbir kuvvet olamaz! Fakat adaletin hüküm sürdüğü ona perestiş olunduğu mahalde olursa? Burada bizim için kanun hüküm-ferma değil Hükm-i Kara­ kuş’tur! “Bil-cümle edyan mukaddesdir. Her bir mezheb kezalik kanuna riayet şartıyla herkes fikir ve hareketinde serbesttir” ne güzel gözler[sözler] ne dil-firib cümleler! Değil mi? Bu ta’dad ettiklerim Bulgaristan Kanun-ı Esasisi madde-i asliyyelerindendir. Çe sud ki bu mevadd-ı kanuniyyeyi yalnız kağıt üzerinde matbu görmekte infaz-ı ahkamını otuz bu kadar yıldır hasretle beklemekteyiz. Efsus!?.. Bir Bulgar bir müslümanı döğmüş cerh etmiş; hayatına kasd etmiş ve bi-çare kuvve-i kanuniyyeden beray-ı istimdad hey’et-i hükkamdan darib veyahud carihinin tecziyesini taleb ediyor. Değil mi? Heyhat! Eğer vefa ederse beklesin! Bir Türk’ün bir Bulgar’da alacağı var! Bulgar vermek istemiyor! O kimse matlubunun istirdadını mehakim-i aidine havale etmiş; icrasına dört gözle muntazır bir o kadar para daha sarf etmeyince ve birçok aylar sabreylemeyince matlubu –kazara– bir müslüman bir Bulgarı döğse cerh etse! O kimsenin hakkında kanunun en şedid ahkamı isti’mal olunması bir emr-i zaruridir. Çünkü öteki Bulgar’dır. Onun hukūk-ı şahsiyyesi hukūk-ı medeniyyesi var. Beriki müslümandır: O en aşağı bir mahluktur! Onu kafile-i insaniyyete katmak hukūk-ı medeniyyesini tanımak adeta cinayetle tev’emdir!. Ve kīs [kıs] aleyhi’l-bevakī! Bunun gibi haksızlıkları vahşilikleri ta’dada kalkışacak olur isek cildler dolusu kitablar vücuda gelmesi iktiza eder. Yalan söylemiyoruz. Ma vakıı beyan ediyoruz. Eğer da’vamıza delil isteyen olursa Bir Türk gibi gelip Bulgaristan’da bir mikdar imrar-ı hayat etmesini tavsiye ederiz. Eş-Şaki Bugün dünyada en büyük vasıta-i te’arüf matbuattır. Zira matbuat milletlerin ayine-i hayatıdır. Milletlerin düşünüşleri derece-i terakkī ve medeniyetleri matbuatında görülür. Onun için bütün dünyadaki İslam matbuatını tedkīk etmek bir İslam ceridesi için lazımdır. Ara sıra onlardan fıkralar nakl etmek Darülhilafe’ye karşı kalblerinde merkuz olan muhabbetleri merbutiyetleri göstermek her halde faidelidir. Sonra matbuat-ı Osmaniyye’yi tedkīk ederek bazı güzel mütalaaları nokta-i nazarımıza muvafık veya muhalif fıkraları nakl etmek icabına göre o hususda beyan-ı mütalaa etmek teşir bütün gazeteleri göremez okuyamaz. Fakat her halde kendi memleketinde çıkan Müslümanlığın hayrına yahud şerrine çalışan gazeteleri bilmek görmek ister. Daha sonra matbuat-ı ecnebiyye gelir ki bi-nihayedir. Bunları tamamıyla ta’kīb etmek mümkün değildir. Şu kadar ki belli başlılarını tedkīk etmek alem-i İslam’ın Müslümanlığın leh veya aleyhinde akvam-ı garbiyye efkar ve mütalaatına vakıf olmak ona karşı verilebilecek cevabı görmek mucib-i intibah ve ibrettir. Bina’enaleyh bu kısımda tedkīk olunacak matbuat şunlar olabilir: ŞUUN Hey’et-i ictimaiyye halinde yaşayan milletler için daima tahaddüs etmekte olan vekayi’ ve hadisat göz önünde bulunmak lazımdır. Bir vak’a diğer bir vak’ayı meydana getirir. Şuun-ı hayata bigane kalan milletler daima mahkum-ı bulunursa bulunsun sair ihvan-ı dininin hayatına aid olan şuuna da vakıf olması lazımdır. İşte bunun için risalemiz şuun kısmına ehemmiyet-i mahsusa vererek Hayat-ı İslamiyye’ye taalluk eden haftalık şuun-ı mühimme-i dahiliyye ve hariciyyeyi hülasa etmeye Arzın muhtelif noktalarında bulunan müslümanlara aid şuunu göstermeye çalışacaktır. ---- SOMALI VE YEMEN AHVALI ---- Yemen eşrafından ve meb’us-ı sabıkı Seyyid Ahmed Yahya el-Kebsi hazretlerinden varid olmuştur: Bu def’a kuvve-i umumiyye kumandanıyla İmam Yahya hazretlerinin ve Ebha cihetinden Süleyman Paşa’nın ve evvelce Emir-i Mekke Şerif Hüseyin Paşa hazretlerinin Asir’de taht-ı itaate da’vet etmiş oldukları aşairin sa’y ü gayretiyle firara teşebbüsü üzerine kendisine bir çare-i halas ve necat olmak üzere vahşi İtalya’nın Fersan adasını işgali için esbab-ı lazıme ittihaz etmiş ise de Kuvve-i Umumiyye Kumandanı büyük İzzet Paşa hazretleri tarafından ittihaz edilen tedabir İdris’in teşebbüsat-ı cinayetkaranesini akīm bıraktı. aşayir-i urban bu def’a İmam Yahya’nın kuvve-i umumiyyesiyle müttefikan aşayir-i mezkure üzerine hareket etmekle beraber müttefik-i küffar olan İdris’in ensarı oldukları ifham ve hal ve mevki’ izah edilince derhal İdris’in umum etba’ı hükumetin afv ü merhametine dehalet ve iltica ettiler ve müştereken İdris’in üzerine hareket edeceklerini taahhüd eylediler. O esnada usul-i İslamiyye üzerine İmam Yahya tarafından İdris’e bir vefd gönderildi. Son ihtarı tefhim ve şayed beş güne kadar hükumete iltica ve dehalet etmediği halde mahvının muhakkak ve mukarrer olduğu bildirildi. Gelecek posta ile İdrisi’nin vereceği cevap iş’ar olunacaktır. Aden’den almış olduğum bir mektupta Somal’de es-Seyyid Muhammed bin Abdullah el-Vedad el-Mehdi umum Berberiyye ve Somal ahalisini cihada da’vet ettiği ve hududdaki kan yazılıyor ve deniliyor ki bu mektubum size vasıl olmazdan evvel İtalya ile müsademe vukūunu haber alacaksınız. CIHAD-I MUKADDES İ’LANI mek için İdris hainiyle birlikte ve kemal-i faaliyetle entrikalar çevirmeye başladı. Fakat alem-i İslam’ın buna mukabelesi çok gecikmedi. Evvelki günkü “Ajans Kolonyal” Agence Colonial? telgrafları arasında Cibuti’den keşide edilen bir telgrafda havali-i mezkure ahali-i İslamiyyesinin İtalyanlara karşı umumiyetle bir galeyan içinde bulundukları ve İslam’ın bu düşmanlarına karşı perverde edilmekte bulunan hiss-i kin ü garazın asla zeval bulmayacağı bildirilmekte idi. Şimdi İstanbul’da okunduğuna göre Somal kıt’a-i İslamiyyesi hakimi Seyyid Muhammed ibni Abdillah el-Vedad hazretleri İtalyanlara karşı cihad-ı mukaddes i’lan etmiştir. Seyyid hazretleri komşusu bulunan İtalyanlar üzerine kuvvetli bir ordunun başında bulunduğu halde yürümek üzere payitahtından çıkmıştır. Somal hakimi hazretleri . kişiden fazla bir kuvvete malik bulunmaktadır. Müşarun-ileyhin bütün alem-i İslamda birinci derecede değilse de her halde Senusi Şeyhi hazretlerinin nüfuzuna müsavi bir nüfuza malik bulunduğu da ma’lumdur. da başgöstermiş olan tehlikeye karşı koymak üzere serian mezkur müstemlekeye asker sevk eylemektedir. Bu mühim hadiseyi ilk önce istihbar etmiş olan Yemen meb’us-ı sabıkı Seyyid Ahmed el-Kebsi Efendi geçen akşam Dahiliye Nezareti’ne azimetle Nazır Vekili Talat Bey’e ihbar-ı keyfiyyet eylemiş ve Talat Bey de Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’ya iş’arat-ı lazımede bulunmuştur. Sevahil-i müsta’merelerine ecnebiler tarafından vukū’ bulan birçok hücumlardan daima dahile çekilmek suretiyle kurtulmuş olan Somal kabaili son derecede cesur şeci’ ve muharibdirler. Her Somalli harbe bir mızrak ile uzun siyah boynuz kabzalı ve kuşaklarına sokulmuş bir pala ile gider. Rüesa geniş yüzlü ve her iki tarafı keskin büyük bir kılıç ka’daki kabail-i saireden umumiyetle boylarının uzun olması tab’-ı nazike ve muharibaneleri ve renklerinin daha siyah olması ile tefrik edilebildiğini söylüyorlar. Yek-nazarda kendilerinin koyu renkli bir takım Avrupalı adamlar olduklarına hükm edileceği gelir. Somalililer miyanında Macerteynler tavırlarının vakar ve ciddiyetiyle temeyyüz ederler. İslamiyet Somalililerin mezheb-i yeganesidir; bunlar umumiyetle hal-i bedavettedirler seyyahin her ne kadar mikdarlarını bir milyon kadar tahmin etmekte iseler de hakīkī nüfuslarının ta’yini müşkildir. Somalliler üç büyük gruba münkasemdir. Cenubda Rehsanviler vasatta Haveryalar ve şimalde Haşeryalar. En büyük ve mühim ittifak Macerteynlerin ittifakıdır ki bunlar otuz kadar kabileden müteşekkil olarak memleketin bütün şimal-i şarkisini işgal eylemekte ve bir hakimin zir-i nüfuzunda bulunmaktadırlar. Hatırlardadır ki İtalyanlar senesinde rüesa-yı mahalliyye akd eylemiş olduklarını iddia ettikleri muahedelere müsteniden şimalen Kısmayo’dan Bedevi Burnu’na kadar bütün Somal Kıt’ası üzerinde müsta’mere teşkili iddia ve talebinde bulunmakta idiler ki bu sevahil kilometreden fazladır. senesinde İngiltere ile akd edilen bir itilaf neticesinde fil-hakīka İtalyanların bu kıt’a üzerindeki hakk-ı isti’marları her ne kadar tanınmış idiyse de teşkilatı şimdiye kadar icra edilemeyerek el-yevm Masavva’ın bir kısmını teşkil etmektedir. Somal hakimi hazretleri şimdi İtalyanlara karşı cihad-ı mukaddes i’lan ediyor; şimdi de Habeşiler kadar cesur ve şayan-ı tevakkī olan Somalliler İtalyanlara yeniden ika’-ı gavail ve müşkilata gidiyorlar. AVRUPA MEDENIYET VE HÜRRIYETI ! Bingazi’den gönderilen Arabca hususi bir mektuptan: Bingazi’de şimdiye kadar idam edilen ma’suminin adedi ’ya baliğ olmuştur. Bunların suret-i idamları muhtelifdir… Bazısı salben bazısı kurşuna dizilerek birkaçı da üzerlerine gaz dökülerek ateşlenmek !? suretiyle idam olunmuşlar dumanları cevv-i havaya doğru yükselirken İtalya medeniyetini bütün şa’şaasıyla ! i’lan eylemişlerdir. Şehirdeki iki cami ile Berka’daki iki cami müezzinleri polis tilavet etmemelerini çünkü bundan hıristiyan Musevi ahalinin bi-zar olmakta bulunduklarını beyan ve hilafında hareket mucib-i nedamet olacağı dermiyan kılınmıştır. Bunu haber alan ahali-i İslamiyye artık bu zulm-i kat’i ve kahr-ı müebbed içinde yaşamaya mahkum bulunduklarını anlayarak Cenab-ı Hak’dan sabır ve felah temenni eylemektedir. TEFSIR-I ŞERIF “Gündüze de durgun geceye de yemin ederim ki Tanrı’n seni bırakmadı; senden muhabbetini kesmedi; akıbet senin için evvelinden daha hayırlıdır; hem sana Tanrı’n öyle verecek ki artık hoşnud olacaksın. O seni öksüz bulup da barındırmadı mı? Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi? Yoksul bulup da zengin etmedi mi? Öyle ise öksüzü sen de sakın incitme; soranı isteyeni reddetme. Tanrı’nın ni’metini Muhtelif rivayetler şu noktada birleşiyorlar ki: Bu sure-i şerifenin nüzulüne sebep aleyhissalatü vesselam Efendimiz’e üzerine “Allah Muhammed’i bıraktı gazaba uğrattı.” zannedenler yahud öyle diyenler bulundu. Şimdi bizim için zan yahud inat sevkiyle bu sözü söyleyenlerin kimler olduğunu tahkīka lüzum yoktur. Muhakkak bir şey varsa o da sure-i şerifenin üslub-ı semavisinden anlaşılan şu hakīkattir ki: Cenab-ı Hak birer birer saymış olduğu şu ni’metleri bu suretle te’kid ederek Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in ruh-ı müştakına itminan vermek; hakkında sebk eden o ni’metlerin sırf fazl-ı ilahi eseri olduğunu düşündürüp geçmişte kendisinden inayetini esirgemeyen Kerim-i Layezal’in gelecekte de esirgemeyeceğini Üstad-ı muhterem Şeyh Muhammed Abduh diyor ki: Sure-i şerifenin tertibinde hitab-ı vaki’den müşriklerin yahud başkalarının maksud olabileceğini gösterir hiç bir işaret yoktur. Zaten müşrikler vahyin seyrekleştiğini nereden bilecekler ki tutsunlar da dedikodu yapsınlar? deki zevk-i lahutiye olan iştiyakıdır. Tabiidir ki iştiyak halecanı halecan ise mutlaka korkuyu tevlid eder. Zira Hazret-i Peygamber de insandır; kendisini sair ebna-yı beşerden ayıran Nitekim gibi bir çok ayetler bu hakīkati sarahaten söyler. Demek Cenab-ı Hak Peygamberini başkalarının kederine yahud süruruna karşı değil onun kendi iştiyakından kendi halecanından dolayı teskin ediyor vahiydeki fetretin öyle hatırına gelen sebeblerden olmadığını kasem ile te’min ediyor. Alem-i hilkatteki eşyadan yahud şuun-ı kainattan birine yemin etmek Kur’an’da cari olan adet-i ilahiye muktezasıdır. Bundaki maksad o namına kasem olunan şeye ezelde mevdu’ olan hikmeti ihtar etmek; insanlar onda bir nevi’ şer tevehhüm etmişlerse hata eylemekte olduklarını zira fenalığın şerrin o gibi şeylerde olmayıp onları kullananların yahud o surette inananların kendilerinde olduğunu anlatmaktır. ---- FELSEFE ---- Gazzali – Gazzali gibi fıtratın efradını çoğaltmakta pek Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib az semahati görülen dahilerin ruhunu anlamak anlayabilmek ve ted­ kīk etmek icab eder. Büyük adamları daima ilcaat-ı muhitiyye yetiştirmiştir. Tarih bu babda bize müte’addid misaller gösterebilir. Kimbilir ne kadar zengin dimağlar ne kadar cevval zekalar feyzsiz bir sahada yetişmek akīm bir muhite düşmek bedbahtlığına mahkum oldukları için beyhude yere sönüp gitmişler irfan-ı beşeriyyete hiçbir şey ilavesine muvaffak olamadan uful etmişlerdir. Harika-nüma zekaları daha avan-ı unfuvanda iken takdir etmek veche-i istikametlerini feyyaz sahalara tevcih ederek hem erbab-ı terbiyenin en mühim vezaifini teşkil eder. Fakat bu vazifeyi cidden takdir ederek hüsn-i tatbikine muvaffak olan peder ve mürebbiler maatteessüf pek nadirdir. Gazzali’nin pederi işte bu nadir adamlardan idi. Oğlundaki deha ve isti’dadı bi-hakkın takdir edebilmişti. Onun büyük bir alim meşhur bir dahi olacağını anlamış ve kendisi vüs’atli bir maişete malik olmadığı kedd-i yeminiyle geçinir bir san’atkar bulunduğu halde bütün mesaisini evladının ta’lim ve terbiyesine hasr eylemişti. Ne çare ki arzusunun hüsn-i ifasına zaman müsaade vermedi. Gazzali henüz mukaddemat-ı ulumun tahsili ile meşgūl iken bu hamiyetli peder pister-i mevte uzandı. Artık cihan-ı faniye vedaa şehekat-ı va-pesinini vermeye mahkum bulunduğunu anladığı zaman bütün tatlı ümidlerinin mahv ü na-bedid olduğunu hisseyledi. Evladını istediği gibi okutamayacak ve bu nadire-i fıtrat da zeka-yı harika-nümasının asar ve tecelliyatını gösteremeyecekti. Bu müdhiş hatıralar pederin ruhunu lerzedar ediyordu. Son bir ümidi kalmıştı. Ona müracaata karar verdi. Erbab-ı zühd ü ittikadan pek ziyade seviştiği bir arkadaşı vardı. Son günlerinde bu zatı ser-i balinine celb ederek bütün arzularını birer birer ona anlattı. Ve evladını bir vedia olarak kendisine bıraktığını söyledi. Son vasiyeti evladının ta’lim ve terbiyesine ihtimam edilmesi arzusundan ibaretti. Bu müşfik pederin bıraktığı servet hiç mesabesinde olduğu gibi evladının terbiyesini havale ettiği zat da feleğin lütfuna mazhar olmak bahtiyarlığından mahrum kalmış felaket-zedelerden bulunduğundan hükm-i vasiyeti bil-fiil açtı muvafakatlerini istihsal ederek her ikisini de Ahmed bin Muhammed er-Razkani’nin zir-i idaresinde bulunan bir medreseye kayd ettirdi. Razkani meşahir-i fukahadan bulunduğu cihetle Gazzali fıkıh ve usul-i fıkhın gavamızat-ı aliyyesini bu zattan teallüm eylemiştir. Fakat Gazzali bir dahi idi. Zeka-yı ateşini yalnız fıkıhla künh ve mahiyetine kesb-i vukūf etmek arzusu dimağını muttasıl kemiriyor iz’ac ediyordu. Gazzali’nin Cürcan’a ihtiyar-ı hicretle İmam Ebu Nasr el-İsmaili’nin halka-i tedrisine mülazemeti bu arzu saikasıyla vukūa gelmiştir. Büyük dimağlar felaketten bile bir hisse-i takrirlerini bir defter-i mahsusa kayd ve zabt etmeyi i’tiyad edinmişti. Fakat Cürcan’dan Tus’a avdet ederken yolda hırsızlar tarafından tevkīf olunarak üzerinde bulunan eşya ile beraber kitap ve defterler de gasb ve zabt olundu. Kitap ve defterlerinin bu suretle ziyaı Gazzali’nin aklını başından aldı. Senelerce imtidad eden sinin-i mesaisinin semerat-ı muktetafesinin bir anda ziyaa uğramasına mümkün değil razı olamıyordu. Eşkıya reisine müracaat ederek yalnız kitap ve defterlerinin iadesini istirham eyledi. Senelerce çektiği meşakk-ı tahsilin mükafatı bu kitaplarda bulunduğu cihetle indinde hayatı kadar aziz ve kıymetdar olan ve kendilerinin hiçbir işine yaramayan bu kağıt tomarlarının Gazzali’ye iade etti. Fakat aynı zamanda ona bir de ders vererek dedi ki: İlim süturda değil sudurda olmalıdır. Kitapların elinden alındığı vakit benim derekeme inecek isen senin fazl ü kemalinin ne kıymet ve ehemmiyeti kalır… Bu ders pek ağırdı ve bundan sonradır ki Gazzali her okuduğu şeyi evvela dimağına nakş ve ba’dehu bir mahalle kayd etmeyi Hazret-i İmam bu şakīye olan minnetdarlığını yad ederek: Evvelce tahrir ve ta’lim etmiş olduğum şeyleri şimdi o kadar hıfz etmişimdir ki bil-farz sarikler bugün bütün kitaplarımı aşırmış olsalar bile ilmimden yine hiçbir şey zayi’ etmiş olmam sözlerini daima tekrar edermiş. Gazzali devre-i tahsilde iken iktisab-ı fazilete ne kadar bir aşk ve gayretle çalışmış olduğunu El-Münkızu mine’d-Dalal namındaki eserinde ber-vech-i ati tasvir ederek diyor ki: “Unfuvan-ı şebabetimden beri hakk[ı] batıldan ayırmak cesaretle dalmaya çalıştım. “Hayret-bahş bir cür’etle her vartaya atılmadan çekinmedim. Her fırkanın akaidini her taifenin esrar-ı mezhebiyyesini tefahhus eyledim. Ehl-i batının serairine ehl-i zahirin halatına; feylesofların mesleklerine mütekelliminin gavr-ı kelamına kesb-i ıttılaa gayret ettim. Erbab-ı tasavvufun esrarını ashab-ı zühdün tarz-ı takvasını zındıkların suret-i muhakemelerini yegan yegan tedkīk eyledim. “Hiss-i tecessüs çocukluktan beri bende mevcud idi. Belki bu hal mukteza-yı cibillet ve fıtratımdır. “Maamafih ben bu halden memnunum. Huda-yı lem-yezele hamd olsun ki bu sayede iman ve i’tikadımda bir rüsuh-ı yakīni hasıl oldu. Nakīsa-i taklidden kurtuldum ve İslamiyet’in ulviyetini takdir ettim. “Ebeveyn ve üstadlarımdan gördüğüm o yolda ta’lim eylediğim için değil kanaat-i ilmiyye ve vicdaniyyem bulunduğu ediyorum.” Hazret-i İmam’ın şu mütalaası cidden şayan-ı dikkat ve mülahazadır. İslamiyet’in azametini beşeriyeti bir gaye-i saadete sevk eylediğini anlamak takdir edebilmek için mesalik-i felsefiyyenin üdeba-yı mevcudenin mezahib-i muhtelifenin tedkīk ve tenkīdi icab eder. Fennin gavamızına vukūf peyda eden ve aynı zamanda bi-hakkın muttali’ olan hiçbir sahib-i fikr ü nazar bulunamaz ki Gazzali’nin şu i’tirafatını tasdika mecbur olmasın! Hakayık-ı bellenilen mukaddemat-ı fenniyye ve felsefiyyeye mağruren da cehaletlerini i’lan ve i’tiraf ediyorlar demektir. Din-i Ahmedi’nin mezaya-yı aliyyesini takdir edebilmek için yalnız ulum-ı diniyyede ihtisas kifayet etmez. Hazret-i Gazzali gibi fünun ve felsefenin her şu’besini edyan ve mezahib-i mevcudenin kaffesini ayrı ayrı tedkīk etmiş olmak icab eder. Hakayık-ı İslamiyyeye bi-hakın vakıf olmak şartıyla fen ve felsefe ne kadar ta’mik edilirse İslamiyet’in hakīkati hakkındaki akīde de o derece rüsuh-pezir olur. Bazı sebük-mağzanın na-layık ta’rizleri cehaletlerini Rivayat-ı muharrefe ile dimağları meşbu’ olan ve mukaddemat-ı fenniyye ve felsefiyyeden bile bi-nasib bulunan bi-çarelerin fen ve felsefeye karşı gösterdikleri hücumları da ma’zur görmeli ve hallerine acımalıdır. Çünkü İslamiyet’i muhafaza zu’muyla gösterdikleri bu taşkınlıklarla birçok gençlerin akīde-i asliyelerinin sarsılmasına sebebiyet veriyorlar. Guya ulum ve fünun zaaf-ı i’tikadı müstelzim oluyormuş. Ne yanlış fikir! Ne hata-alud iddia… A’sar-ı mütekaddimede yetişen ve din-i mübine ifa ettikleri hidematla namlarını ilelebed tarih-i dinde hürmetle yad ettiren eimme müctehidin ve ekabir-i mütefekkirin ilim ve fen tahsilinin dinde rüsuhu takviye edeceğini musırran beyan ettikleri ve herkesi tahsil-i kemalata sevk etmek hususunda büyük büyük himmet ve gayret gösterdikleri halde bir takım acezenin muhalif cereyanlar tevlidine sai olmalarına cehl ve aczden başka bir saik olmasa gerektir. Hazret-i Gazzali diyor ki: Yani hey’et ve ilm-i teşrih gibi fenleri bilmeyen kimse azamet-i ilahiyyeyi hakkıyla takdir edemez. Ma’rifetullahda noksan kalır. Halbuki fünun-ı riyaziyye ve hikemiyye öğrenilmedikçe hey’et anlaşılamaz. Ulum-ı tabiiyye görülmedikçe fizyoloji biyoloji ve teşrih fenlerinin gavamızına vukūf-peyda edilemez. Şu halde fünun-ı mevcudede ne kadar vasi’ bir ma’lumat hakkında da o kadar metin ve esaslı bir fikir edinilmiş bab-ı ma’rifetullahda o nisbette ileri gidilmiş olur ve ancak bu suretledir ki ... emr-i münifinin hükmü ifa edilebilir. TENKĪD-I MUHIKK MUHARRIRININ Şimdi gelelim Sıratımüstakīm ’in ve ’inci nüshalarındaki makalenize hele bir kere medyun-ı şükran olduğumu beyan ederim. Yalnız bir iki noktaya karşı söz söylemek ’inci nüshasının ikinci sütunundaki tevcihiniz olan Darwin Nazariyesi merduddur. Olmasa bile İslamiyet’e mu­ gayir değildir suretindeki ibarenizin kaillerinden olmadığımız yukarıda beyan ettiğimiz hakīkatle tezahür etmiştir. Tenasülün aksam-ı seb’asından bahsetmeniz bizim sadedimiz haricindedir. Haricinde olduğunu da yine yukarıki beyanatımız te’min etmiştir. Aristo’nun dediği tenasül bi-nefsihi mesleği de bizim mesleğimiz değildir. Biz bidayet-i zuhurda yumurta mı mukaddemdir? Tavuk mu mukaddemdir? Sualine verilecek cevaptayız. Bir kere bu mes’ele hallolunmalı ki sonra aksama girişelim. Biz kendimizi ta mebde’-i zuhurdan evvelki mebadide medd-i nazar deryalarında görüyoruz. Bizim tenasül bi-nefsihi dediğimiz şey teşebbüh ma’nasındadır. Yoksa… Cehl ile vahşet arasında fark-ı külli vardır. Cehl iradiyattandır. Vahşet ise tabiiyyattandır. Cehl henüz bir haldir. Vahşet ise henüz kabil-i hitab ve terbiye olmayan Afrika’daki vahşiler gibidir Bir kavm mürur-ı dühur ve ahyan cahildir. Sonra bir mürebbi eline düşer. Terbiye göre göre biye cihetiyle cehl mertebesine düşer düşer amma vahşet derekesine kadar inmez. Böyle bir fikre salik olmak tekamül kanununu hakīkatte inkar demektir. Enbiyaya mahsus olan kemal kemal-i izafidir. Bunda şübhe edilemez. Zira nasıl ki: İnsanlar tekamül-i izafi suretiyle kemale vasıl oluyorlarsa tabiidir ki: Enbiya-yı izam hazeratı da bu kanundan müstesna olamayacaklarını kabulde muztarrız. Aksini iddia etmek kaş yapalım derken göz çıkarmak kabilinden olarak Cenab-ı Feyyaz-ı Kudret’e nakīsa getirmiş oluruz. Zira bu kanun-ı tekamül denilen düstur-ı la-yetegayyer bir hakīkat olmasaydı peygamberden peygambere suhufdan suhufa kitaptan kitaba hacet kalır mıydı? Abesle iştigal olmaz mıydı. Bu kanun-ı münifin muktezasındandır ki hatemü’r-rusül efendimiz efdalü’l-enbiyadır. kelam-ı kadim ve kelam-ı hadisleri o şan-ı sultanü’l-enbiya haklarındadır. Yine o calis-i serir-i levlak ve zinet-bahş-ı evreng-i vema-erselnak olan ekmelü’l-beşerin tebliğ buyurduğu o ferman-ı ilahi hatemü’l-kütübdür. Bugün akvam-ı beşer meydanda. Birçok coğrafya seya­ hatname ilm-i tabakat ve ulum-ı tabiiyye-i tecrübiyye ve felsefiyye… Bunlar da meydanda. Hazret-i Furkan-ı Ke­ rim de eyadi-i mübeccelede rehber-i mahsusat ve ulum ve fünun olan aklımız da başımızda. Artık şu şöyledir bu böyledir demek ca-yı insaf ve kar-ı akıl değildir sanırım. Vakıa erbab-ı ilm ü ma’rifet ve tetebbu’ hata etmez değil eder. Lakin hep bilgileri ve tetebbu’ları hata değil a. Biz ayet-i kerimesinden müsteban olan ma’nayı bugünün ulum ve fünuna muvafık olduğunu beyan ettik. Lakin yine atiye izafetle beyanımızın savab olduğu iddiasında da değiliz. Birinci ayetteki insandan murad nümunesi meydanda olan Afrika sükkanından Niyamyamlar kabilinden bulunan şilerdir. Bunların binlerce asır edvar-ı sabıkalarına doğru medd-i nazar edecek olursak bidayet-i zuhurundaki ahvalleriyle Hazret-i Adem zamanına yetişen soyların ahvalleri arasında geçen dühur ve ahyan bunları da tekamüle erdire erdire nihayet Hazret-i Adem makam-ı hilafet ve teklifde nübüvvetle temeyyüz ederek mürebbi ve Ebu’l-beşer olmuştur. olan insan-ı evvelin yahud insan-ı evvelin müstaidd-i teklif olan ensalidir. Şuracıkta gayet esrar-engiz bir nokta vardır. Teemmül ister. Meclubu olduğum ilim ve zekanızdan şurasını asla beklemezdim. ayet-i kerimesinin ma’nasını tevcihinizde nefs-i natıkayı hin ile takyidinizden nefs-i natıkanın zamana mülabis olduğunu bildirmemişsiniz. Halbuki nefs-i natıka zaten zaman ve mekana mülabis olan alem-i mahsüsattan değildir ki dühur ve ahyana mülabis olsun. Hal-i vahşette bulunan insan bu nefs-i natıkayı bil-kuvve hamil olduğu halde henüz hükmünü bil-fiil gösteremediği hin ve dehrde kabil-i hitab ve teklif değildiyse de mürur-ı ahyan ve dühur ayet-i kerimesi bu sırra işarettir. Kanun-ı tekamül birçok kısımlara münkasemdir. Ez-cümle tekamül umumi olur hususi oluri ıztırari olur ihtiyari olur ların kimisi edvara kimisi etvara kimisi meratibe aiddir. Türab tıyn tıyn-i lazib salsal hamein mesnun bunlar edvara aiddir. Sülale-i tiniyye nutfe mudga izam ve sabavet; şebabet şeyhuhet… Bunlar da etvara aiddir. Henüz umum insanlar bu edvara bu etvara el-yevm mülabis olduğu huzur-ı fen ve tabiatta kabil-i inkar olmayan hakīkatlerdendir. Ve’l-hasıl seyir suretiyle ma’nevi ve maddi safahatında bulunmuş bulunduğumuz bulunacağımız şu alem-i imkan bir ruhdur bir hakīkattir ki: Tekmil tezahüratıyla ma’na-yı mücmeli insandır. Kelam-ı Kadim’de ve kelam-ı hadisde pek çok ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife hep o ma’na-yı insaniyi beyan için başka başka ma’nalarda fakat bir hakīkatte varid olmuştur. Ey nur-ı zeka! Bu mebhasde velev ki muhtasar olsun daha söylenecek sözler vardı. Lakin şu sırada meşgale-i zihniyyem müsaid olmadığı için bu kadarcıkla iktifa ettim. Necib milletimizin geçirmekte olduğu şu devrede kalblerimizi yakan ateş-i ye’s zat-ı aliniz gibi genç zekaları gördükçe karib atimizin pek parlak bir zülal-i ümidi ile itfa ve ihya edeceğini görerek ferağ-ı bal oluyoruz. Bakī sa’y-i beliğ ve feyz-i müteali. ---- EDEBIYAT ---- katle okuyarak iyi yerlerini fena yerlerini ayırmak demektir. Bunu tenkīd suretinde kullanmak yanlıştır. Çünkü Arapça’da öyle bir kelime yoktur. meskukatın kalplarını siliklerini eksiklerini hülasa bir suretle tedavül hassasından mahrum olanlarını iyice seçerek “Şunlar geçmez; ötekiler geçer.” dediği gibi kendisinde intikad selahiyetini gören edib de eline aldığı eserin her parçasını hatta her kelimesini ayrı ayrı tartıp şunların revacı vardır şunların yoktur hükmünü verir. Doğru bir intikad için herşeyden evvel sağlam bir kafa ile sağlam bir yürek lazımdır. Bunların ikisini birden kendisinde cem’ edebilmiş olan müntekidin vereceği hükümler bir dereceye kadar hakīkate yaklaşabilir. Çünkü taraftarlık etmez; hissiyatına kapılmaz. Şimdi sağlam kafanın nasıl olacağını biraz söylemeliyiz. Bir eseri hakkıyle anlamak hele bir şiirin zevkine varmak yalnız terbiye-i ilmiyye sayesinde büyümüş her beyinin karı değildir. Şiir ile ayrıca meşgul olmuş yani birçok manzum parçalar okumuş olmak lazımdır. Fünun-ı hazıra arasında edebiyat gibi hiçbiri yoktur ki daire-i feyzi bu kadar geniş olsun; umumu bu derecelerde müstefid etsin de sonra hakkıyle takdiri temyizi pek mahdud şahıslara münhasır kalsın. Bizde şimdiye kadar sözüne i’timad olunur bir müntekid çıkmamıştır diyecek olursak intikadın ne ehemmiyetli ne azametli bir iş olduğu anlaşılır. Edebiyatta intikadın zorluğu en ziyade şundan ileri geliyor ki asar-ı edebiyyenin muhtelif nokta-i nazarlara göre meziyetlerini yahud noksanlarını ta’yin için her ne kadar bir çok nazariye bir sürü kaide ileri sürülmüş ise de her zaman o kaidelerle o nazariyelerle bir eserin iyiliğine yahud fenalığına hükmolunamaz. Hüküm nihayet zevk-i selimden ibaret kalır. Pek ala! Kendisini zevk-i selim sahibi görmeyen kaç kişi tasavvur edebilirsiniz? Sair fenler böyle değildir. Evet mesela riyaziyata yahud tabiiyata aid bir eserin doğru olup olmadığı o fenlere aid esaslarla kat’i surette isbat edilebilir. Edebi eserlerde ise hasmınızı susturacak deliller kat’i deliller getiremezsiniz. Sizin sehl-i mümteni’ bulduğunuz bir şiire başkası çıkar adi söz der; ötekinin gayet tabii gördüğü bir tasviri karşısındaki bayağılıkla halkın bir kısmı tarafından hayretlerle takdirlerle karşılanırken diğer kısmı nazarında garabetle mahkum olur. Hele beğenmemek onun için işten bile değildir. Bizde evvelce intikadın kendi şöyle dursun ismi bile yoktu. Nefi’nin Veysi hakkındaki kıt’aları Süruri ile Vehbi arasında geçen ağız dalaşları gibidir; Şeyh Galib tarafından Nabi’nin Hayrabad ’ına aid olarak yürütülen mülahazalar da mış yapmamış. İlk intikadi te’lif olarak Kemal’in Tahrib ’i ile Ta’kīb ’ini kabul etmek zaruridir. Yalnız şurasını söylemeliyiz ki Ziya Paşa merhumun Harabat ’ını intikad maksadıyle yazılan bu iki eser pek çok sağlam mülahazatı havi olmakla beraber asla bi-tarafane yazılmış değildir. Kemal Bey infialine mağlub olarak birçok haksızlıklar da yapmıştır.Bununla beraber nazım ile şiirin henüz ayrılamayıp bir zannedildiği; hangi söze şiir denebilecek çokları tarafından kestirilemediği bir zamanda yazılan o iki eseri muahezede ileri gitmek doğru olamaz. Bizde Kemal Bey kadar ma’lumat-ı edebiyyesi geniş bir edib yoktur. Arab Acem Türk edebiyatını hakkıyle bildiği gibi Garp edebiyatına da lüzumu kadar vakıf yesi ne de –üç beş garazkar ile beş on kopuk istisna edildiği takdirde– herkesin müsellemi olan deha-yı fıtrisi onun iyi bir müntekid olmasına elvermezdi. Zira son derecede hissiyatçı. son derecede infialatına mahkum idi. Vakıa Naci merhum da müntekidlik ederdi. Lakin Naci’nin mütalaat-ı intikadiyyesi sırf lisana nazma aiddi denilebilir. Merhumun mesleğine göre vezni düzgün elfazı ahengli hey’et-i umumiyyesi lisanın şivesine uygun bir nazım en birinci şiir idi. Şunu da söyleyelim ki Naci’nin intikadlarından lisan istifade etmiştir hala etmektedir. Merhuma sövenler lakin düzgün bir ağızla sövenler dillerini Naci sayesinde o kadar kıvrak bir hale getirebilmişlerdir! Üstad Ekrem’in intikad yollu eserlerinden şiirimiz cidden büyük büyük istifadelere mazhar olmuştur. Yazık ki o yazıların devamını göremedik. Evet Naci lafza nazma; Üstad ise ma’naya şiire çok hizmetler etmiştir. Bir zamanlar Servet-i Fünun risalesinde de intikadlar görülürdü. Lakin medh-i mütekabil esası üzerine yürütülen o mütala’alar tabii tarafgirlikten azade değildi. Bir şair her eserinde şair olamaz; yani insanın her yazdığı eser şiir derecesine çıkamaz. En büyük şairlerin öyle yaveleri olur ki en küçük şairden sudur edemez. Bunun gibi herze söylemekle iştihar edenlerin arasıra öyle sözleri görülür ki şahıslarına verilemez. Onun için hakkında hüküm vereceğiniz eseri sahibine aid olmak üzere taşıdığınız fikirden tecerrüd etmeden okursanız daima yanılırsınız. Şarkın iki büyük iki hakim şairi olan Sa’di ile Mütenebbi’den evvelkisi; “Ayıp arayan göz hüner görmez..” diyor; ki gazap gözü olanca fenalıkları bulur bulur çıkarır.” hükmünü veriyor. Bunlar pek doğru sözlerdir. İnsan bir eseri herçi bad-abad beğenmek niyetiyle okursa daima iyi taraflarını görür; bil-akis beğenmemek için mütalaa ederse nazarına hiç güzel yerleri isabet etmez yalnız nakisaları rastgelir. Onun için müntekıde her şeyden evvel hissiyat-ı hususiyyeye kapılmayacak sağlam yürek lazım. Her eser kendi vadisinde tedkīk edilir; hepsi de mevzuuna sonra o mevzudan çıkarılmak istenen neticeye göre zar muhafaza olunamaz. Ayrı ayrı mevzuların belagati ayrı ayrı olmak pek tabii olduğu gibi çok defalar fesahatleri bile başka başkadır. Bunlar kavaid-i edebiyyeyi şaşırtacak hükümden sakıt bir hale getirecek noktalardır. Daha doğrusu edebiyattaki düsturların pek çoğu hukuk-ı düvel kaideleri gibidir: Yalnız zavallı yazıcılar hakkında tatbik olunur. Yoksa kalemine güvenen o kaideyi yırtıp öte tarafına geçer de kimse sesini bile çıkaramaz! Bahis uzun gidecek. Birazını da gelecek haftaya bırakalım. ---- TARIH ---- HAK VE HAKĪKAT kadar işitip merak etmekte oldukları Muhammed sav’in ahvalini soracaklardır. Eğer bunlar her birimizden başka başka cevaplar alırlarsa ihtilaf-ı vakıı butlan-ı makalimize mukabil delil kılarlar. Geliniz onlara yek-zeban olarak söyleyeceğimiz söze bugün bir karar verelim ki beynimizde teşettüt ve ihtilaf vukū’ bulmasın. Cümlesi pekala olur dedikten sonra içlerinden biri şair olmasına karar vermeyi teklif etti. Velid bin el-Mugīre: Hayır! dedi. Zira Ubeyd bin el-Ebras ve Ümeyye bin es-Salt gibi böyle ahlak ve hikemiyata dair ten Muhammed’in kelamı daha cezaletli daha parlak olmasından başka şiir esalibi üzere de değildir. Ne vezni var ne kafiyesi maa haza halavet ve taraveti de inkar olunamaz. Bir diğeri kahin diyelim dedi. Velid ona da cevap verdi dedi ki: Kahinler bilirsiniz ki yüzde bir doğruya tesadüf ettiriyorlar. Muhammed’in ise biz bugün bir yalanını tutup kat’iyyen Diğer bir şahıs da mecnuniyetine karar verilmek teklifinde bulundu. Velid bu sözü de ber-vech-i ati red ve tezyif etti dedi ki: Mecnun olan kimse korkunç olur. Hiç olmazsa bazı evkat ve halatında halkı ihafe ve tevhiş edecek sözler söyler öyle muamelelerde bulunur. Onda böyle bir şey iddia olunamaz. Görüyorsunuz ki biz mümanaat etmeyecek olsak bütün halk kendisine perestiş derecesinde mütabaatta bulunacaklar. Muahharan Velid kalkıp hanesine gitti. Orada kalanlar: Gördünüz mü en metinimiz olan Velid bile sabi “din-i cedide mail” oluyor diye izhar-ı teessüfe başladılar. Bunun şeklinde yazılmıştır. üzerine Ebu Cehil’in pek ziyade canı sıkılıp Velid’in hanesine vardı ve dedi ki: Yahu! Sen bugün söylediğin sözlerle herkesi meraka düşürdün. Rüfekamızın cümlesi Velid saika-i zaruretle sabi oluyor diye sana iane toplamaya karar verdiler. Velid: Hayır! Bunlar hep tevehhümdür dedi ben hiçbir vakit sabi olmadım ve olmam. Zerre kadar zaruretim de yoktur. Ancak meclisde söylenen sözleri ma’kūl görmedim de iyice düşünebilmek için oradan çekildim ve ona sahir demekten başka çare olmadığına karar verdim. Çünkü sihir etmekte olduğu din-i cedidi vasıtasıyla evladı ebeveyninden kardeşleri yekdiğerinden ayırmaktadır. İşte bu söze kim olsa kanar. Münasib görürseniz buna karar verelim. Her ikisi hemen meclise avdetle öyle karar verdiler. Bütün mu’cizat-ı nebeviyyeyi hatta Kur’an-ı Kerim ’i de sihire haml ettiler. Daru’n-Nedve’de müctemi’ rüesanın bu kararı umum halka i’lan olunup her tarafa işaa edildi. Sultan-ı enbiya efendimiz de istihbar buyurdu. Hane-i saadetlerinde hırka-i mübareklerine bürünerek mahzunen düşünmeye başladı. Bunun üzerine beray-ı tesliyye bu sure nazil oldu. Tenbih – Ekser-i müfessirinden sadır olan terdid-i ma’ruz pek be-ca değildir. Zira rivayet-i sahiha iktizasına tevfikan hükm olunuyor ki tefsir edeceğimiz nazm-ı şerifine kadar ol Sure-i Müddessir ibtida-yı risalette maba’di olan kavl-i kerimi ile beraber nazm-ı şerifini muhtevi ayat-ı lahika da hayli zaman sonra beyne’l-kabail şüyu’-ı da’vete müterettib i’lan-ı karar macerası üzerine nazil olmuştur. Evet! Burada evsafı mezkur olan şahsın Velid bin el-Mugīre olmasın[d]a ittifak vardır. Fakat sadr-ı sure evvelce nazil bulunduğu cihetle “Müddessir” hitab-ı şerifinin hengam-ı irsalde vaki’ olan tedessürün gayrı ma’naya haml olunmasına lüzum yoktur. “Müddessir” hil’at-i nübüvvetle mütezeyyin maarif-i hakīkıyye ile mütehalli ibaresiyle de tefsir olunuyor. Çünkü Kur’an-ı Kerim ’de “libas-ı takva” ta’biri olduğu gibi atiyen beyan olunacağı üzere “siyab” lafzı ile nefs ve kalb ma’naları murad olunmak eş’ar-ı kadime şehadetiyle caizdir. “Disar” da siyabın bir nev’-i hassı olmağla onun da ma’nevi telakkī olunması istib’ad olunmaz. İhtisası hasebiyle bu tefsirin makama ensebiyeti de derkardır. Ama tefsir-i zahiriye haml maksadına binaen bu ünvan tercih edilmiş olabilir. Çünkü bu maksadla muhatabın telebbüs ettiği hale dal bir latifdir. Nasıl ki Cenab-ı Risalet-meab efendimizin –Hazret-i Fatıma’nın hanesinden çıkarak mescid-i şerif suffesinden tozlu hasırlar üzerinde yatıp uyuduğu bir sırada– Hazret-i Ali’ye hitaben buyurmaları da muatebe değil belki bu kabilden bir mülatafe-i seniyyedir! şeklinde yazılmıştır.. El-hasıl ekser-i mevaki’de ve tarzında nida ve hitablarla tebcil buyurulan Peygamber-i zi-şana böyle muvakkaten mukarin bulunduğu halet-i hususiyyeye dal ünvanlarla hitab-ı ilahi de şeref-vürud edebilir. Bu suretle muhataba vukūu zikr ettiğimiz nükteleri ihtiva ile beraber kendisinin daima nazargah-ı Sübhani’de bulunmasını ahval-i hususiyyesi meşhud-ı Bari olmasını da tezkir etmiş oluyor. Kezalik bazı erbab-ı tefsirin dediği gibi artık örtünüp yatmak ve istirahatle imrar-ı evkat etmek zamanı geçmiş [devri] hulul etmiş olduğu dahi iş’ar buyuruluyor. İbtida-yı risalette bu türlü irşad-ı ilahinin münasebeti ise kabil-i inkar değildir. Artık yerinden kalk yahud azm ü cidd ile kaim ol ihtimamlı davran vazife-i inzarı ifa et kendi aşiretini yahud cemi’ nası azab-ı ilahiyle ihafe eyle! Kıyam – Hissi ve ma’nevi olabileceğinden nazm-ı celili ve ifa ile o esnada mükellef bulundukları inzar-ı aşiret “en yakın akrabayı tahzir” ve ale’t-tedric me’mur kılındıkları inzar-ı enama mübaderet ma’nalarına müsaid olduğunu gösteriyor. ye göre hazf mef’ul-i münasible mü’evvel olur. ---- AFGANISTAN ---- ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Mektubu götürecek me’mura da “Dostlarımın düşmanlarına hiçbir vakit muhadenette bulunamam. Çünkü dostlarımın düşmanı benim de düşmanımdır” mealini benim tarafımdan ve şifahen İngilizlere söyle dedim. Me’mur Peşaver ve Benev’e gitti. Sanırım ki sözlerimi de tebliğ etti. Dave’de sekiz gün daha kaldıktan sonra yola çıktı[k]. Beş gün yolculuğu müteakib Kafikürem’e geldik. On yedi gün kadar orada oturduk. Etraf çayırlık olduğu için beygirlerimiz epeyce tavlandı. Bana da bir sıtma arız olup beş gün rahatsız etti. Oradan da hareket ve Gumal Nehri’ni ubur ederek karşı sahile geçmiştik ki arkamızdan birinin koşarak gelmekte ve elindeki mendili sallamakta olduğunu gördük. Ali Asker Han’a: Bakın kimdir? Ne istiyor? dedim. Gitti ve beraber geldi. O vakit bunun yirmi yaşında Afganlı bir kadın olduğunu on iki yaşında iken Veziri taifesi [tarafından] çalındığını şimdi fırsatı ganimet bilerek bize iltica eylediğini anladık. Kendisini tesliye ederek altına bir at verdik peder ve maderine götürmeyi taahhüd eyledik. Şirani taifesinin arazisine vasıl olunca ahalisi koyun keçi kuştan başka bir şey bulup getiremediler. Biz ise üç yüz kişiden ibarettik. Diğer yoldaşlarımız Benev’e gitmişlerdi. Na-çar koyunu keçileri kuşları iştira edip ertesi günü Kakri taifesi kaleleri[n]den Job namındaki mahalle geldik. Orada un yağ et ve sair levazımı tedarik ederek iki gün oturduktan sonra Debrenc Kalesi’ne vasıl olduk. Sekenesi birçok erzak ve eşya getirip almamızı rica etti. Lüzumundan fazlasını red ettiğimiz için onları yere bırakıp çekildiler. Ertesi günü gelip de bıraktıkları eşyanın yerinde durduğunu görünce alıp götürmeye mecbur oldular. Onları da almadığımdan dolayı epeyce söğdüler. Yola çıkmış ve birkaç fersah ilerlemiştik ki yalın kılıcıyla takriben iki bin kişi önümüze çıktı. Biri önde giden amcamın atının başından tutup durdurmak istedi. Koşup tüfengimi göğsüne dayadım elini çekti ne istiyorsunuz? diye sordum. – Burası Job Vilayeti’dir. Eğer adam başına yirmi rupiye bac vermezseniz ileri gidemezsiniz! dedi. – Teklifinizi kabul edecek olursak bütün Kaker Vilayeti bizden bac ister. Binaenaleyh bunu vermenin ihtimali yoktur diyerek müsademeye hazırlandık. Bizim istihzarımızı görünce: – Canım latife ettik! diye yolumuzdan çekildiler. Yürüdük daha menzile varmadan evvel ihtiyar bir herif karşımıza çıktı. Başına beyaz sarık sarmış örülü saçlarını omuzlarına doğru salıvermiş elinde bir çomak olduğu yanında on tane de refikı bulunduğu halde duruyordu. Rüfekasından ikisi amcama tekarrüble: – Biz bu vilayetin reisiyiz. Şu Seyyid Mukaddes de mürşidimizdir dediler. Amcam kalkıp o Seyyid Mukaddes’in eline öptü ve yanı başına oturttu. Bense birçok müzevvir şahıslar görmüş olduğum için herifin heykel-i acibinden şüpheye düştüm. Kalktım çarşıya çıktım. Zaten ilk defa girdiğim bir kalede ahali ile ihtilat ederek ahval-i mahalliyyeyi mümkün mertebe anlamak mu’tadımdı. Bu defa birkaç rupiye mukabilinde bizim Seyyid Mukaddes’in yüz hayduddan mürekkeb bir çete sergerdesi olduğunu ve kırk nefer müridiyle! bizi soymak için kafilemize sokulduğunu öğrendim. Avdetimde mes’eleyi amcama anlattım inanmadı Muhammed Server Han’a: – Şu zat-ı şerif bu gece misafirimiz olsun dedi. Gurub-ı şemse yakın dolaşırken Mürşid Mukaddes’in adamlarından birkaç tanesinin –bizimkilerin at sulayacakları– kuyu başını tuttuklarını gördüm. Hemen atları birkaç desteye ayırıp beherini fazla fazla muhafızlar ile kalenin nukat-ı muhtelifesindeki çeşmelere gönderdim. Şu suretle üç yüz at tamamen gidip geldi. Amcamla mahdumunun takriben elli atı vardı. Bunlara bakanlar amcama: – Şeyh efendinin adamları kuyu başında oturmuşlar atları sulamaya bırakmıyorlar dediler. Mürşid Mukaddes bozuldu. – Ben atlarla beraber gideyim de onların mümanaatına mani’ olayım diyerek kalktı. Biraz açılınca at uşaklarını su çekmek için ileri yolladı. Bunlar kuyu başında uğraşırken Mürşid Mukaddes merdesiyle otuz re’s hayvanı yakaladığı gibi kaçtı yirmi re’s istirdad edilmekle beraber süvarilerimizden beş mecruh oldu. Vak’a amcama haber verildiği sırada ben de yanında idim. Kahkaha ile gülerek: – Öğleden evvel size bunu anlatmıştım. Sözüme inanmadınız galiba: Beyt-i Mesnevi ’sini hatırlamadınız dedim. Amcamın oğlu Muhammed Server Han sabaha kadar çalınan atlara teessüf etmekle beraber mecruhların tedavisiyle meşgūl oldular. Arkadaşları da ertesi günü iki kişi bir ata binmek suretiyle yola çıktılar. Mütercimi SİYASİYAT Birinci makalede Protestan misyoner cem’iyetlerinin mu­ kaddeme-i icraatının Ceziretü’l-Arab’da ilk tezahüratına aid birkaç söz söylenilmişti. Ve ma’lum olduğu üzere bu tezahürat başlıca sevahil-i şarkiyyede vaki’ olmuştu. Garbi Arabistan’da işe başlanması lüzumunu ve burada birçok muvaffakiyetler me’mul bulunduğu hususunu müşahede ediyoruz. Bu raporda Aden şehrinde bir misyonerlik merkezi te’sis ve bir İncil deposu küşad olunduğu ve bundan başlıca maksad “Kitab-ı Mukaddes’in daha vasi’ mikyasda ve daha muhtelif lehçelerde tevzii” olduğunu da okuyoruz. Bu deponun müdürü İbrahim Abdülmesih isminde bir zat idi. Gerek Mısır’dan gerek Aden’den hareket eden bir takım İngiliz ve milel-i saire misyonerleri bütün Bahr-i Ahmer limanlarını gezmişler hatta Yemen kıt’asının merkezi olan Sana’ya kadar hulul etmişlerdi. ve tarihleri arasında Arabistan kıt’ası için mükerreren teşebbüsat-ı mühimmede bulunulmuştur. Amerikalı yen Hıristiyanlık uğrunda çalışmıştı­ – daha müsaid günlerin hululünü beklemekte iken Arabistan’ın ihtiyac-ı irşadı hakkında duyduğu şeylerden galeyana gelerek Yemen’e hareket etmiştir. Yine bir Amerikalı rahib bu tarihler için diyor ki: “Çok senelerdir gerek ben ve gerek refiklerim Arabistan’ın zulmet-i küfürden! tahlisi için dua etmekte idik. “Vehhabi mezhebinin zuhuru o esnada ufk-ı siyasiyi tedkīk ve rasadla meşgūl olan birçoklarının nazar-ı ehemmiyetini celb etti. ’de Cidde’nin topa tutulması üzerine herkesin gözü Mekke-i Mükerreme’ye ve Hac hususuna çevrilmiş ve Aden şehrinin İngiltere eline geçdiği tarihinden tarihine kadar bütün Arabistan sahilinde keşfiyat ve tedkīkat büyük bir faaliyetle devam etmiş idi. İşte bu aralık İngiltere’nin ve Hindistan filosuna mensub üç dört muktedir bahriye zabiti keşfiyat-ı fenniyye ile iştigal ederken Generel Haig nam zabit de “Arabistan’da misyonerlik” işleriyle uğraşmakta idi. Bütün Arabistan sevahilini dairen madar dolaşan ve Yemen kıt’asına girerek tetebbuatta bulunan caatları nihayet Keith Falconer ismindeki rahibi bütün sahne-i vesia-i İslamiyyet içinde muayyen bir saha-i mesai Zevimer diyor ki: “General Haig’in raporları bugün bile kıymetçe gayr-ı mütebeddil kalmış ve eğer gösterdiği usul-i mesai kabiliyetli fedakar adamlar tarafından tatbik olunursa elbet bir gün Arabistan kıt’asının Hırıstiyaniyeti kabul edeceği aşikar bulunmuştur!” senesinde vaki’ olan bir teklife binaen General Haig Arabistan’ın Bahr-i Ahmer sevahili ile Afrika’da Somali hıttasının misyonerlik amaline ne derece küşade olduğunu anlamak üzere bir sefine ile Tur-ı Sina’ya Yenbu’ Cidde Sevakin Musavva ve Hudeyde’ye uğrayarak Aden’e gitmiştir; bu esnada Aden’de dahi muktedir ve meşhur misyonerlerden bir kapı arıyorlardı. Bunlardan biri Aden’den General Haig nen doktorluk hem misyonerlik etmiştir. General Haig’in bu seyahati Hudeyde’den kara yoluyla Sana’ya ve Yemen’i aykırılayıp Aden’e ba’dehu bütün sevahile uğramak şartıyla Maskat ve Basra ve Bağdad’a imtidad edip buradan dahi Şamiye Çölü’nü geçerek Şam’a gelmiştir. General Haig bu medid ve müşkil seyahatinin neticesi olarak Bahr-i Ahmer’in ünvanlı iki eser yazmış idi. Bunların ikincisinden kari’lerimiz için nazar-ı dikkati calib olmak lazım gelen bazı satırları tercüme edelim: “Arabistan’ın bu kısm-ı cenubisi mu’tedil iklimli dağlık bir hıtta ile işgal edilmiş olup sekene de cesur ve çalışkan şarkan Hadramut arazisine doğru gayr-ı mahdud surette mütevessi’ ve münteşir olup şimal-i şarkī ciheti ise sahari-i vasiaya müntehi olur. Yemen ahalisinin en yakışıklı ve en muharib kabaili San’a’nın şimal ve şimal-i şarkīsinde mütavattındırlar ki: Bunlardan kısm-ı a’zamı Türklerin boyunduruğuna baş eğmemişlerdir diyebiliriz. Bu halde havali-i cenubiyye-i garbiyyede olduğu gibi İncil ’in bu cesur lakin cahil dağlılar arasında da neşr ve tevzii maani-i Hırıstiyaniyyenin kelam-ı ilahinin tebliği son derece mühim değil midir? Bu kabail hemen ekseriyetle mezheb-i Şia’ya yakın olan Zeydi mezhebine salik iseler de aralarında bulunduğum müddetçe kendilerinde eser-i taassub müşahede etmediğim gibi bilakis hakīkati kabul ve istima’ için heves bile hisseyledim. Bundan başka bu kabailin kavaid-i İslamiyyeye hiç de riayet etmemekte oldukları için hırıstiyan edilebileceklerine emniyet olunabilir. Yemen’deki bütün seyahatlerim esnasında bunlardan hemen hiçbirini namaz kılarken görmediğim gibi oldukça cesim karyeler müstesna olmak üzere diğer köylerde cami’ bile yoktur. Kadınlarla ise muhaverat ve münasebatta bulunulabilir. Kasaba ve karyelerde yüzlerine nikab koymazlar ve han ve sokaklarda tesadüf ettiğiniz kadınlar sizinle konuşur. Seyahatimiz esnasında gördüğümüz küçük kız çocukları bile koşarak odamıza gelir ve yanımıza oturup sözlerimizi dinler idi. Yemen ahalisinin sıfat-ı mümeyyizesinden başlıcası derin bir cehalettir. Gerek kendi dinlerine gerek en basit hakayıka karşı bile tamamıyle gafil ve cahildirler. Kat’iyyen eminim ki: Arabcayı iyi bilen bir hırıstiyan misyoneri hiçbir mania tesadüf etmeksizin bilakis pek parlak neticeler elde etmek şartıyla bütün dahili Yemen’de karye karye kabile kabile dolaşıp icra-yı vaaz ve neşr-i din ile iştigal edebilir!” Şu yukarıki satırları okuyan ihvan-ı dinimizin biz onları yazarken nasıl müteessir olduğumuzu kendi vicdanlarında tehassül eyleyecek ıztırabattan kıyasen ta’yin ve takdir edeceklerine eminiz. Birçok seneler evvel söylenilen o yukarıki sözlerin bugün o kimsesiz nursuz hidayetsiz dağlarda nasıl teşebbüsat-ı ciddiyeye münkalib olduğuna dair ma’lumatımız var mıdır? Yine burada da bir mes’eleyi tekrar etmekten vazgeçemeyeceğiz: götürmeye me’mur olan büyük biraderim bedbaht Arabistan’ın beş altı yüz ecza-i şerife-i Kur’aniyye ve bir iki yüz nüsha da Kur’an-ı Kerim götürmüştü. Daha Yemen havalisinde birkaç iskeleye uğrar uğramaz evlad-ı Arab’ın tehalükü neticesinde gerek ecza-i şerife gerek Kur’an-ı Kerim nüshaları bitivermiş. Zavallı Arab böyle bir hediye-i kıymetdara mazhar olabilmek için küçücük çocuğunun kolundan tutup biraderin huzuruna getiriyor ve: – Efendina bakınız çocuk Kitabullahı okumaya muktedirdir binaenaleyh hediyenize kesb-i istihkak eylemiştir diye yalvarıyormuş! Şurası da nazar-ı i’tinaya alınmalıdır ki: Kur’an-ı Kerim o mu’cizat-ı fesahat ve belağatıyla zaten lisan-ı Arab üzere tahrir edilmiş olduğundan Kitabullah’ın akvam-ı Arabiyye üze[ri]ndeki te’sirat-ı salah-bahşası doğrudan doğruya vücud bulacaktır. Üç beş mutaassıb hırıstiyanın gayret ve servetleriyle bugün bizce hatta isimleri mechul akvam-ı vahşiyye lisanları da dahil olmak üzere elli altmış lisana tercüme edilen İncil ler ve müteaddid kütüb-i diniyye-i Hırıstiyaniyye şu cihan-ı vesiin her noktasında bedava tevzi’ olunur herkes adeta kabulünden istiğna gösterir ve evler bunlarla dolup taşar iken memleketimizdeki ihvan-ı dinimizin Kelam-ı yeye en büyük zillet değil midir? Daire-i aidesi hac mevsiminde ve sair vakitlerde Arabistan’da beş altı yüz bin Kelam-ı Kadim Hilafet-i İslamiyye nam-ı celiline dağıtmak için acaba beş altı bin lira sarf edemez mi? Madem ki: Şimendüferlerin yapılması yolların açılması kanalların meydana gelmesi büyük sermayelerde uzun vakitlere muhtac olduğundan bize vediatullah olan ahalinin terfih-i ahvaline istediğimiz süratle çalışamıyoruz gıda-yı maddilerini te’min edemiyoruz hiç olmazsa beş altı bin lira masarıfla gıda-yı ma’nevilerini te’min edelim! Beş on sene evvel Arabistan’da Hırıstiyanlığın neşr ü ihyası sında el-an vazifenin icab ettiği maharet ve gayretle neşr-i dine çalışmadığından şikayet ediyordu. Acı acı ibret alalım. San’a hakkında General Haig diyor ki: “Sana bizim için en mühim bir noktadır; bu mevkiin Hırıstiyaniyet’in ümidleri vazifeleri tealisi nokta-i nazarından hadd-i zatında haiz olduğu ehemmiyet-i azimece ne kadar mübalağakarane beyan-ı efkar eylesem yine az söylemiş addolunurum. San’a Cenubi Arabistan’ın en cesur ve güzel kabailinin merkezidir ve burada suret-i lazımede çalışacak bir misyoner hey’eti nüfuz-ı hidayetkarını bütün muhitat-ı baidesine pek parlak surette neşr ve tebliğ edecektir…” Haig Arabistan kıt’asının hal-i cehalete müsamaha ve atalete nasıl terk edildiğini yazdıktan ve burada tenvir-i ezhan birer tedkīk ve muhakeme ettikten sonra ilave ediyor: “Arabistan deyip korkmayalım; bu kendi kaderine terk edilmiş olan Arab’ın vatanı baştanbaşa irşadat-ı İnciliyyeye açık ve müsaiddir. Maamafih müşkilat yok değildir; bazı yerlerde Hırıstiyaniyet hidayetkarları kendilerine dinleyecek ve münci-i ruhanileri addedecek erkekler kadınlar bir şey bilmeyen kabileler bulacakları halde bazı yerlerde bilhassa Türkiye idaresindeki Ceziretü’l-Arab hıttalarında tevkīf edilmek hududdan harice tard olunmak müşkilatı mevcuddur. Lakin biz bundan perva eder miyiz? Havariyyunun neşr-i Hırıstiyaniyet için çektikleri azablar duçar oldukları kanlı ölümler gösterdikleri ilahi metanetler bize bir misal-i gayret ve fedakari teşkil etmiyor mu?... “Müşkilat-ı azime-i hakīkiyye din-i Hırıstiyaniyet’i kabul edenlerin İslamların taassub ve gadrinden muhafazasıdır Uganda nevahisinde olduğu gibi hatta ölüme mahkum olacaklar. Lakin zanneder misiniz ki gadr ve zulm nihayet hakkın hakīkat-i barize-i diniyyenin tezahür ve teali etmesine mani’ olabilsin!.” General Haig’in bu beyanatı alem-i Hırıstiyaniyet önünde görülünce hemen Aden ile Şeyhosman nevahisindeki misyoner merkezleri Keith Falconer ismindeki rahibe terk edilmiş ve Doktor Harper ile zevcesi de Hudeyde’ye gönderilmiş menafi-i şahsiyye ve nakdiyyeden azade surette muhtacin-i ahaliye cühela-yı urbana müdavat-ı tıbbiyyede bulunmak hususunun Aden’de İngiltere hükumeti nezareti tahtında bulunan iki meccani hastahanenin Arablar üzerinde icra ettiği te’sire muadil bir te’sir yapacağı hesab olunmakta idi. Doktor Harper İngiltere’ye Hudeyde’den şöyle yazıyordu: “Misyonerlik vazifesine kemal-i gayretle devam ediliyor. Vasıl-ı maksad doktorluk olarak gösteriliyor lakin teşebbüsat-ı vakıanın Türkiye Hükumet-i mahalliyyesinin nazar-ı dikkati[ni] celb ettiği zannolunur; çünkü Hudeyde hükumeti bana doktorluk edebilmek için bir diploma ibraz etmemi hususuyle İstanbul’ca diplomanın musaddak bulunması lazım geldiğini tebliğ etti. Münasebet peyda ettiğim birkaç Arab kendi lisanlarında yazılmış Kitab-ı Mukades’i pek büyük bir merak ve hahişle ta’kīb eyliyorlar…” Hudeyde misyonerliği ser-güzeştini ta’kīb edersek nihayet Doktor Harper’in bu diploma maniası sebebi ile senesi Nisan’ında İngiltere’ye avdete mecbur olduğunu görürüz; lakin bütün muamelat-ı nizamiyyesi yapılmış evrak ve hüviyet ile içimize sokulan bu dini propagandanın mazarratını akīm bırakabilmek için acaba o devirde Hudeyde hükumetinin nasılsa müsmir olan bir ısrarı kafi midir. Kafi olabildi mi ve olabilecek mi? Nasıl ki: Hudeyde’de misyonerlik icraatı bu mania ile haleldar olduğu esnada Arabistan’ın bütün şark-ı şimalisi “Church Missionary Society” misyoner cem’iyeti tarafından kemal-i muvaffakiyetle teşkilat tahtına alınmış hususiyle Bağdad’da işe başlanmış idi. Misyoner cem’iyetleri Bağdad şehrine İran iklimine tevsi’ edilen misyoner teşkilatının dahi te idiler. Ancak bunların raporlarında hükumet-i mahalliyye rını ve Hırıstiyanlığı kabul eden Arab ve Acemlerin intikam ve şiddetten kurtulmak üzere terk-i vatan ettiklerini okuyoruz. Maamafih bugün misyonerler burada kemal-i istirahatle çalışıyor ve açtıkları mektepten istifade ediyorlar. Misyonerlerin hükumet-i mahalliyyeden ettikleri şikayetlerin ne derece haklı olduğunu bilemez isek de zaten İslamiyetin bu muhacemat-ı ma’neviyye ve maddiyye-i salibiyyeye karşı esbab-ı müdafaasının her halde cebr ü şiddet olamayacağı bunlara ancak maarif-i diniyyemizi ilerletmek ve efkar-ı umumiyyeye ilka etmekten başka meşru’ ve ma’kūl çare-i tahaffuz ve galebe bulunamayacağı fikrindeyiz! Beş altı sene evvel Musul’daki misyonerlik merkezi de takviye ve ıslah edilmiş hatta bu merkeze mensub misyonerlerden biri büyük bir i’timad-ı nefsle demiş idi ki: – Artık bütün hahişimiz gayretimiz ile İncil ’i Ceziretü’l-Arab’ın ta kalbgahına dahilinden Mekke-i Mükerreme’ye hac tarik-ı berrisinin geçdiği memalik-i dahiliyeye sahib müstakil Necid hükümdarı memalikine neşr ü ta’mim etmek fırsatını bekliyoruz.” Arabistan kıt’asında çalışan misyonerler içinde şu isimler haiz-i ehemmiyyettir: Stern ki: Ta bin sekiz yüz elli tarihinde San’a Bağdad’a seyahatlar etmiş Arab Musevileri içinde Hırıstiyaniyet’i neşr ve ta’mime çalışmıştır. Bavyeralı bir Musevi olan Joseph-Wolf ki Hırıstiyanet’i kabul ve Benedictin rahibleri silkine duhul ile ’de kezalik Yemen ve Bağdad kıt’alarında çalışmıştır. Mister William Lethaby ki: Zevcesiyle birlikte Muab cibal-i meniasındaki Kerek mevkii urban-ı vahşiyyesine vaaz ve telkīn-i din için senesinde pek çok fedakarlıklar etmişlerdir. Kerek mevki-i cebelisinin pek kalabalık ve mühim olduğu beyan edilerek buraya Arablarca Andenye şehri denilmesi de delil gösterilmektedir. Bu William Lethaby Filistin Misyoner Cem’iyeti ile teşrik-i mesai ettikten ve ’de Bahreyn cezairinden hareketle Ceziretü’l-Arab’ı garba doğru aykırlayıp geçmeye nafile yere uğraştıktan sonra Aden’e avdet etmiş el-yevm oradaki İncil Deposu Müdüriyeti’nde bulunmuştur. senesinde “Afrika-yı Şimali Neşr-i Din-i Hırıstiyaniyet Komitesi” Arabistan-ı Şimali’de ve Humus civarındaki kabail-i bedeviyye içinde çalışmaya teşebbüs etmiş idi. İşte bu teşebbüs neticesi idi ki: Mister Samuel-Van Tassel isminde bir Felemenkli senesinde ta’limat-ı mahsusa ile bu havaliye gelmiş bedevi kabaili rüesasından biri refakatinde ve kabile mevsim-i mahsusunda sahraya giderken onlarla beraber hareket etmiş idi. Misyoner Cem’iyeti’nin resmi raporlarına nazaran mumaileyh bu badiye-peyma ihvan-ı dinimiz içinde “bab-ı irşadı arkasına kadar açık” bulmuş! Ancak Türkiye me’murininin kabailin eşhas-ı ecnebiyye ile münasebatta bulunamaması hakkında müttehaz olan muamelat-ı şiddet-karaneleri neticesinde parlak gayelere mazhariyetinden mahrumiyet hasıl olmuştur. Zevimer diyor ki: “Bedevilerin siyah çadırları altında ilk defa hakīkat-ı Hırıstiyaniyyeyi carib ve beyanatı cidden haiz-i ehemmiyyettir. Çünkü irşadat-ı vakıa bedevilerin değil ancak Türklerin mümanaatına tesadüf ediyor…” Biz bu uzak ümidlerden bütün millet-i merhume-i İslamiyye namına nam-ı celil-i İslamiyet’e istinaden endişe etmemek fikrindeyiz lakin esbaba tevessül hikmet-i İslamiyyesi emr-i dinisi bu harici ümidler sa’yler karşısında hala mı mensi kalacak? Van Tassel’in beyanatına nazaran: Mumaileyh bedevileri pek misafirperver ve mültefit Arabca İncil ’i hususiyle “Ahd-i Atik” denilen Zebur ve Tevrat ’ı istimaa pek hahişger bulmuştur. Diyor ki: “Şehirlerde tesadüf edilen asar-ı taassubun bu bedeviler içinde zerresi yoktur hatta şeyhleri meyip istirahat eylemesine bile ikna’ edebildim..” Bu beyanatın ne dereceye kadar doğru olduğunu ta’yin ve tahdid edebilmek mümkün değildir; maamafih: Evlad-ı necibe-i Arab’ın badiyede olsun ma’murede olsun misafirperverlikleri efkar-ı hürriyet-perveraneleri adeta darb-ı meseldir. Buna ilave edelim: Zaten din-i İslam’ın ahkam-ı ulviyyesi Furkan-ı Mübin’in irşadat-ı hikemiyyesi Zebur ve Tevrat ’ı kendi lisanlarında onlara okuyan bir misafir hakkında sahib-i hane için bir hakk-ı gadr ü zulm bahş etmez. Yine bu cümleden olarak akvam-ı Samiyye’nin mefahir-i ilmiyye fedakari-i müttekıyane ve şevket-i maziyyesi ile meşbu’ ve bütün akvam-ı cihanca muta’ ve makbul tutulan kısas-ı enbiya evlad-ı İsmail üzerinde hudud-ı tabiiyye ve hakīkıyyesini geçmedikçe bit-tab’ su’-i te’sir değil hüsn-i te’sir hasıl eder. Kur’an-ı azimü’ş-şan dahi kütüb-i mukaddesenin zan ve tahrif ile şaibedar olmamış aksamını mündericat-ı ulviyyesi miyanına koymamış mıdır? Bütün bu söylediğimiz şeyler misyonerlerin Arabların nezdinde terk-i din tavsiyesinin zannettikleri ve bazılarının da i’tiraf ettikleri vechile o kadar kolayca vücuda gelemeyeceğini i’lam ve isbat ederse de bu mülahazat dahi ihvan-ı dinimizi zulmet ve iğfale terk etmekliğimiz müşkilat önünde– teşkil edemez. Bunu isbata hacet yoksa da yüreğimize derd olan bir vesikayı şuraya yazmaktan vazgeçmedik: Afrika-yı Şimali Misyoner Komitesi’nin bildiğimize nazaran on seneye kadar Arabistan-ı Şimali bedevileri arasında muntazam bir teşkilatları vücud bulamamış idi; lakin bütün Cem’iyet merakizinde mevazi-i ibadetinde her resm-i dini icra olunurken Hırıstiyaniyetin teali-i müstakbeli istirhamatına aynen tercüme ettiğim şu satırlar ilave edilir. “Arabistan-ı Şimali Hazret-i İsmail’in hakīkī torunları olan kabail ile meskundur bunlarda Suriye kıt’asında görülen kaba İslamlık taassubu yoktur. Bu kabail nur-ı hidayetten hissedar olmaya müştaktır? Cenab-ı Hak hemen bu vazife-i tenvir ve irşadı icraya hakkıyla müstaid içimizden fedakarlar sailer çıkarsın!.” Maamafih Hırıstiyaniyet’in bu tehalüklerini yukarıya nakl edilen dua veya bed-dualara nazariyat ve hayale münhasır kalmış zannetmeyelim: Çünkü on sekiz sene evvel Amerika Protestan cem’iyetleri de dahil olmak üzere teşkil edilen ittihad ve iştirak-ı mesai neticesi olarak tekrar Şimali Arabistan’a Suriye tarikıyla girmek için Forder isminde biri gönderilmişse de Şam tarikıyla istihsal-i metalibe çalışırken bir kazaya uğramıştır. AFRIKA’DA MÜCAHIDIN-I İSLAMIYYENIN AHVALINE VE MÜSLÜMANLIĞIN –Selamün aleyküm – Ve aleykümü’s-selam. Efendiler bu gece size arz edeceğim mes’ele cümlenin fikrini işgal etmekte olan mühim bir mes’eledir. O derece mühim ki bundan yalnız burada Türkiye’deki müslümanlar değil bütün küre-i arzda mevcud müslümanlar alakadardır. Binaenaleyh bu babda mümkün olduğu kadar izahat vermek fiilen iştirak eylediğim cihetle söyleyeceklerimin tamamiyle sıhhat ve mevsukiyetine emin olmanızı rica ederim. Mes’eleyi güzelce izah edebilmek için ibtidasından başlayarak nihayetine kadar tafsilat-ı lazımesiyle arz etmeyi münasib görüyorum. Vaktimiz müsaid olmazsa maba’dini vakt-i ahara bırakırız. Cümlenizce ma’lumdur ki Trablusgarb mes’elesi öyle nagehani bir surette zuhur etmiştir ki o güne kadar –ekabir-i siyasiyyemizden başka– hemen hiç kimsenin haberi yoktu. Herkes bayram şenliğini yapmakta iken bir afet-i semaviyye gibi memleketin üzerine bir harb bulutudur ki çöktü bayram yerine ortalığı matem kapladı. Şenlikler söndü yerine zulmet kaim oldu.. Zannederim ki o günler herkesin hatırındadır.. Ortalığı bir şaşkınlık kaplamıştı. Nazırımız sadr-ı a’zamımız hepsi hayrete düştüler. Ne Roma’da sefirimiz var ne Trablus’ta valimiz ne de harbe karşı tedabirimiz. Nagehani çıkagelen vahşi bir hayvan karşısında kalan halk gibi herkese bir şaşkınlık arız oldu. Herkes gibi ben de şaşırmıştım ben de telaşa düşmüştüm. Beş altı sene mukaddem Petersburg’da halk tiyatroda bulunduğu zaman hayvanat-ı vahşiyyeden biri nasılsa demir kafesten kurtularak herkese saldırmaya başlamış bütün tiyatro halkını darmadağın etmişti. İtalya da tıbkı böyle vahşi bir canavar gibi mazlum bir takım insanlar üzerine saldırmaya başlayınca tabiidir ki herkes şaşkınlaştı. Ben deli gibi olmuştum. Kendi hesabıma Roma’ya kadar gitmeyi bile göze aldırmıştım. Birkaç gün geçti. Herkes gibi ben de aklımı başıma topladım. Roma’ya gidecek yerde Trablusgarb’a gitmeyi muvafık buldum. Tabii o zamanlar hepinizin hatırındadır. Maamafih bazı vekayi’ vardır ki bugün için zikre şayandır. Ez-cümle o günün vüzerası vükelası biraz aklını başına toplar toplamaz geceyi gündüze katarak çalışmaya başladılar. Sadrıa’zam Said Paşa sadarete geçiyor. Bir taraftan eazım-ı rical ile istişareler oluyor diğer taraftan sabahlara kadar Meclis-i Vükelalar ictima’ ediyor. Herkes bir türlü beyan-ı fikr ediyor. O sırada idi ki en akıllılardan milletin en büyük en meşhurlarından birisi “Bu mes’elede müdafa’a etmek cinayettir” demişti. Zannederim umumunuzun kulağındadır. Bu söz benim kalbime diyenlerin fikrine kapılarak müdafaa edilmeyeydi bugün bu şanlı zafere nail olabilir miydik? İşte müdafaa ettik ve bu azm-i kahramanane ile koca bir İslam kıt’asını kurtardık. Bugün efendiler emin olunuz Trablusgarb kurtulmuştur bu mübarek cüz’-i vatan kat’iyyen o miskin İtalyanlara teslim olunmayacaktır. Efendiler Trablusgarb mes’elesi iki üç Osmanlı yahud otuz milyon Osmanlı mes’elesi değildir. Bu mes’ele alem-i lar vaktiyle o güzel memleketleri paylaşmış iseler de mes’elenin akibeti hiç umulmayan bir şekil aldı. Birkaç günde örtbas edileceği zannolunurken bütün dünyayı sarstı. Bu mes’ele Avrupalıların şark bilhassa Müslümanlık hakkında besledikleri efkar-ı desisekarilerini büsbütün tebdil etti i’tikadındayım. Efendiler şuna emin olunuz ki bugün Avrupalıların veya onlara peyrev olan bazı küberamızın nazarında en vahşi en şayan-ı istihfaf addolunan bir mes’elenin ittihad-ı İslam mes’elesinin esası bu vesile ile bugün kurulmuştur. Avrupalılar ne düşünürlerse düşünsünler Trablusgarb mes’elesi bu büyük mes’elenin esasını kurdu hem altından te’sis etti. be-evvel Mısır iştirak etti. Sonra baktık her tarafta ittihad sadaları yükseldi. Ta Hindistan’a Mecusilere kadar te’sir etti. Afganistan’da bilhassa emir vüzerasını topladı milletini fiilen meye teşebbüs eyledi; milletine dedi ki: “Bu mes’ele bütün alem-i İslam’ın hayat memat mes’elesidir.” Yirmi beş bin rupiye iane verdi ve her ihtimale karşı hazırlandı. Trablus’da dört beş ay dolaşıp avdet ettikten sonra evimde bir mektup buldum Cava’dan gönderilmiş. Orada mücahidin-i lazım geldiğini soruyorlar. İkinci mektup da Hindistan’da Lahor şehrinden gönderilmiş. Gayet uzun bir mektup. Bundan maada aksa-yı şarktan Japonlar orada te’sis olunan tişarede bulundular. Sonra mes’ele uzamayacaktır zahmete katlanmaya değmez dedik gelmemelerini tavsiye ettik. ne kadar bunlar saded haricinde ise de sırası geldiği cihetle söyledim kusurumun afvını rica ederim. Her ne ise o şaşkınlıklar zail olur olmaz herkes darü’l-harbe gitmeye başladı. Ben de duramadım bir ateştir kalbimi kapladı. Gitmeden rahat olamadım. Vakıa benim elimden bir şey gelmez fakat hiç olmazsa cihad i’lan edenlere su vermeye yararım a. Üç gün sonra ale’l-acele hareket ettim. Osmaniye vapuru Marmara’ya açılır açılmaz birçok yoldaşlar bulduk. Lisanlarımız söylemezse de kalben tanıştık. Anladık ki pek çoklarımız oraya gidiyor. Tebdil-i kıyafet eylemiş zabitler hüviyetini ketm etmiş siviller… Vapur dolu. Lisanlarımız samit fakat gözlerimiz konuşuyor. orada dayanamadık birbirimize açıldık. dık: İtalyanlar şöyle mağlub oldu böyle münhezim oldu… Bunlar şevkimizi artırdı. Oradan Pire’ye geldik orada da işittik ki İskenderiye’de Trablusgarb muvaffakiyetinden dolayı büyük bir sevinç büyük bir hareket nümayiş olmuş. Vapur ahalisi söylediler. Fakat hakkıyla künhünü idrak edemedik. Nedir derken İskenderiye’ye yaklaşmaya başladık. O sırada vapurda Kamil Paşa hazretleriyle görüşüyordum. Zaten burada da birkaç defa mülakatımız vardı. Bu mes’eleye dair fikr-i alilerini istifsar ettim. Çünkü böyle mühim mes’elelerde gayet büyük bir diplomatın fikrini anlamak her halde mucib-i istifadedir. Diğer mes’eleler hakkındaki suallerime lütfen cevap verdiler. Nihayet söz Trablus’a intikal edince dedim ki: –Bu hususda fikriniz nedir? Bunun üzerine dedi ki: –Bu hallolunmuş gibi bir şeydir. Fakat ben kendi hesabıma Bingazi’nin kurtarılmasına çalışacağım. Demek kendi hesabına Trablus’u gözden çıkarmıştı. Tabiidir ki bu siyaset benim hoşuma gitmedi. Fakat büyük adama bir şey demek de mümkün olamazdı. Şu kadar ki canım pek sıkılmıştı. Zira bu pek eski siyasetlerimizdendir. Bir mes’ele çıkınca hep nısfını feda ile halletmeye çalışmışlar. Ne vakit Avrupa bir mes’ele çıkarmışsa tehdid etmiş blöf yapmış hasılı ne yapdıysa yapmış yarısını almış sonra işi sulha bağlamışlar. Bunun için bu siyasetten hoşlanamadım. Maa haza Kamil Paşa gayet haklı idi. Zira bütün cihanca ma’ruf olan bu racül-i siyaset etrafı teftiş ve tedkīk ettikten sonra bu fikre zahib olmuş idi. Etrafa baktı bizim gevşekliğimizi gördü sonra da hazırlığımız hiç yok.. Tabii bir diplomat Fakat ben başka türlü düşünüyorum. Müslümanlar hakkında her zaman Cenab-ı Allah’a i’timad ediyorum. Odur müsebbibü’l-esbab odur her şeyi halk eden. Vakıa Trablus’da kuvvet namına bizim bir şeyimiz yok vakıa onların topları tüfekleri donanmaları tayyareleri hasılı her şeyleri mebzul; fakat bir kuvvet beşerin fevkinde bir kuvvet vardır ki ona karşı kainatın ehemmiyeti yoktur. Biz bu yokluklar eder zalimi ser-nigun eder. Biz deriz. Biz deriz. Onun için daima o Hazret-i Zü’lCelal en müşkil zamanlarımızda imdadımıza yetişmiş ve mutmain olmalı. Zira ani’l-yakīn bu harikaları gördük. Bugün Trablus’ta asker namına mühimmat-ı harbiyye namına neyimiz var… Şunu ıstıtraren arz edeyim ki Trablus diyorsam maksadım Bingazi’dir. Çünkü ben ancak Bingazi mıntıkasını biliyorum. Oraya gittim. Trablusgarb cihetini bilmiyorum. Çünkü oraya gitmedim. Onun için söyleyeceğim sözler hep Bingazi tarafına aiddir. Trablus dersem sözümü Bingazi tarafına atf ediniz… Ben bu şark cihetini ki Enver Paşa’nın taht-ı kumandasında bulunuyor biliyorum bu tarafdaki asakir-i nizamiyyemiz nihayet beş yüzü tecavüz etmez. Onun da birçoğu sakat makat hasta hep eskiden kalma kalan kısmı hep mücahidin-i kiram gönüllü. Zabitanımız var onlar da gönüllü. Şimdi zihninize bir sual tebadür eder: Neden oradaki askerimiz az olmuş? Bu sualin cevabından sarf-ı nazar edelim. Yalnız şunu bilelim ki askerin orada bulunmaması ayn-ı lince esbabını arz edeceğim neticede de vazıhan bu hakīkat anlaşılacak. Ben kendi i’tikadımca Trablus mes’elesi hakkında şimdiden tebşiratta bulunacağım. Zira içinde bulundum; ahirini tamamiyle hesab ettim. Bugünkü hal ve keyfiyet bunu gösteriyor ki; Enver Paşa’nın ve sair erbab-ı hamiyyetin çalışmaları sayesinde inşaallah mes’ele tamamıyle bütün alem-i tün Avrupa bizi sıkıştırsa Babıali’yi tazyik edecek olsa onlar bize diyecekler ki: Siz kendi hesabınızı görün biz kendi kendimizi müdafaa ve idare ederiz. Çünkü esliha istemiyorlar. Erzak istemiyorlar. Zaten bizim ehl-i İslam için silahın lüzumu yok ben bu i’tikaddayım. Düşmanlar fabrikalar yapıyorlar silahlar hazırlıyorlar önümüze gelince vurur alırız. Nitekim işte alıyorlar. Bugün Trablus’da alınan esliha ve mühimmat bizim için kafi ve vafidir. Bugün alınan fişenkler bir sene muharebeye kifayet eder. Bizim kuvvetimiz kuvvet-i imandır. İnşaallah bunları tafsilatıyla birer birer izah edeceğim. ­ – Neue Freie Presse gazetesinin mevsukan istihbaratına nazaran Şeyh Senusi hazretleri Şubat’ın yirmi dokuzunda Babıali’ye ma’lumat-ı ma’ruzat-ı atiyyede bulunmuştur: “Düvel-i mu’azzamanın Devlet-i Osmaniyye’yi sulha icbar için yeniden teşebbüsatta bulunduklarına dair bazı haberler aldım. Trablus ve Berka kıt’alarındaki mücahidinin adedi ve levazım-ı harbiyyesi maya kafi bulunduğu nezd-i acizide muhakkak olduğundan ve umum Afrika-yı Cenubi İslam’ın şeref ve namusunu müdafaa eylemiş olduklarından hiçbir vechile sulh teşebbüsatına ehemmiyet verilmemesi ma’ruzdur.” – Seyyid Şeyh Senusi hazretlerine birinci rütbeden bir kıt’a nişan-ı ali-i Osmani ve bir murassa’ kılınç ve zarif kıymetdar bir seccade vasıtasıyla i’tası hakkında irade-i seniyye-i hazret-i padişahi şeref-sadır olmuştur. –Yemen Kuva-yı Umumiyye Kumandanı İzzet Paşa tarafından Harbiye Nezareti’ne keşide edilen bir telgrafnamede İmam Yahya hazretlerinin mensubininden Seyfü’l-İslam Muhammed Hadi’nin Dahyani Kabilesi üzerinde büyük bir galibiyet mevkiine çekilerek arz-ı mutavaata mecbur kalmıştır. Bu Dahyani Kabilesi’nin reisi Ebu Kasım ed-Dahyani – İtalyanlardan istiane suretiyle Ma­ kam-ı Hilafet-i İslamiyye ve Saltanat-ı Osmaniyye aleyhine harekete cür’et etmekle bütün alem-i İslam’ın nefrinine bi-hakkın mazhar olmuş olan İdrisi bu defa bir makhuriyet-i şedideye uğratılmıştır. Ma’lum olduğu üzere bu hain devletimizin İtalya ile harbde bulunmasından Bahr-i Ahmer’e yeniden sevkiyat-ı askeriyye icrasında donanma i’zamında ma’zur olmasından bil-istifade düşman-ı deniden aldığı esliha ve cephane kuvvetiyle Asir kıt’asında bulunan kuvve-i askeriyyemizi tazyik emel-i hainanesinde bulunmuş ve fakat kahraman askerlerimizin ve onlara iltihak eden hamiyet-mend ahalinin müdafaa-i diliraneleriyle nail-i emel olamamış merkūmun tikab eylemesinden pek ziyade münfail olan Yemen Zeydi ve tedmirde asakir-i Osmaniyye’ye muavenet etmek üzere bir kuvve-i kafiyye i’zam etmiş idi. riyye-i Osmaniyye ile birleşmiş olmağla tertibat-ı mukteziyye bil-icra Hasaviye mevkiinde te’sis-i karargah olunduğu sırada olduğu noktada basdırarak fena halde bozmak fikr-i sakīm ve fasidiyle dokuz bin şakīden mürekkeb olan çetesi efradını birden bire üzerlerine göndermiş ve nagehani bir hücum neden sonra gerek asakir-i Osmaniyye’nin ve gerek İmam Yahya hazretleri tarafından gönderilen kuvve-i muavinenin hamelat-ı şirane ve diliranesine tab-aver-i mukavemet olamayan dağılmışlardır. Rumi Şubat’ın on beşinci günü vukū’ bulan bu müsademe İdris avenesinin bir daha yerlerinden kıpırdamayacak surette izmihlalini mucib olmuştur. –Kahire’de münteşir yevmi el-Müeyyed gazetesinde okunduğuna göre Kahire’de bir İtalyan sosyetesi tarafından Ehramlar kurbünde kain bir hotelde İtalyanca bir konser ve müsamere tertibi mutasavver reva gördükleri muamelat-ı vahşiyanelerinden müteneffir olan Osmanlı Mısırlılar mezkur müsamerenin İtalyan lisanıyla tertib olunması aleyhinde protesto etmişlerdir. Mezkur gazetenin mütalaat-ı muşikafanesine bakılırsa bu hareket-i na-be-canın İtalyanlar tarafından ihtiyar olunması keyfiyeti Mısır müslümanlarının hissiyat-ı dindarane ve insaniyetkaranelerini tahrik ve tahdiş maksadına mebnidir. § Aynı zamanda İskenderiye’de bulunan İtalya tüccarı Bingazi ve civarında bulunan İtalyan hempalarına suret-i ha­ fiyyede yiyecek ve içecek tedarik ve irsal ettikleri halde Hükumet-i Mısriyye tarafından mümanaat olunmamak suretiyle kavaid-i bi-tarafinin ihlal edilmekte olduğunu el-Müeyyet gazetesi yazıyor. § Yine mezkur gazetenin beyanatına göre Osmanlı-İtalya muharebesinin ibtidasından bu ana kadar Trablusgarb mücahidleri namına Mısır hamiyet-mendanı tarafından derc olunan ianatın mikdar-ı yekunü on bin beş yüz otuz beş Mısır lirasına baliğ olmuştur. § Bingazi ve civarında İtalyanlarla muharebe etmekte olan Umum Kuva-yı Osmaniyye Kumandan-ı gayuru Enver Beyefendi tarafından Kahire’de teşekkül eden Hilal-i Ahmer hey’etleri reisi el-Müeyyed gazetesi sahib-i alisi Şeyh Ali Yusuf Efendi hazretlerine bir mektup yazılıp himemat-ı mütevaliye-i Huda-pesendanesine karşı samimi bir surette teşekkür olunmuştur. § el-Müeyyed gazetesi tarafından Trablus’la Bingazi’ye suret-i mahsusa[da] i’zam olunan muhabirler kuva-yı Osmaniyye ile mücahidin-i İslamiyyenin İtalyanlara karşı takınmış oldukları vaz’iyet-i kahramaneyi günü gününe Mısırlılara tebşir eylemeleri üzerine umum Mısırlıların fevkalade bir surette sürur ve tesellilerini mucib olmuştur. Bunun üzerine Trablus ve Bingazi’de bulunan Hilal-i Ahmer hastahanelerine lüzumu kadar alat ve edevatın Mısır’dan irsali takarrur etmiştir. § Trablus’la Bingazi ordugahlarına gerek muvazzaf ve gerek gönüllü olarak tıyb-i hatırlarıyla iltihak eden Mısırlı zabitlerin meydan-ı harbde göstermiş oldukları besalet ve şecaatlerine mükafaten Osmanlı Harbiye Nezareti tarafından rütbelerinin terfiiyle muayyenatlarının tezyidi hususunda gösterilen nevazişat umum matbuat-ı Mısriyyece tahsin ve teşekkürle telakkī olunmuştur. – Almanya’da mukīm müslümanlar tarafından bilumum ihvan-ı dine hitaben tastir olunan Arabca beyannamenin tercümesidir: Bismillahirrahmanirrahim Bize ni’met-i İslamı inayet ve ihsan buyuran Zat-ı ecell ü a’laya hamd ü sena hayru’l-enam olan Peygamberimiz efendimiz hazretlerine dahi salat ve selamımızı ihda ve bilumum hidayet-i ilahiyye-i hatimeyi niyaz ve hüsn ü tazarru’ eyledikten sonra kaffe-i ihvan-ı dinimize beyan eyleriz ki: Ma’lumunuz olduğu üzere sahib-i makam-ı hilafet-i uz­ ma ve hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn olan Devlet-i Osma­ niyye’ye karşı İtalya hükumet-i zalimesi izhar-ı bağy u udvan eyleyerek Afrika’da kain ve Mısır’a hem-hudud bulunan Trablusgarb Vilayeti’ne hücum eyledi. ayet-i kerimesiyle bilumum müslümanların ümmet-i vahide ve nass-ı celili ile de cümlesinin kardeş bulundukları sabit ve bunların hadis-i şerifinin delaletiyle yekdiğerlerine muavenetleri vacibdir. Vacib Teala ve Tekaddes hazretleri ayet-i kerimesiyle bize teaddi edenlere biz de mukabele-i bil-mislde bulunmamızı ferman buyurmuştur. Binaenaleyh Allah’a yevm-i ahirete melaikeye kütüb-i münzeleye enbiya-yı kirama iman ve i’tikad eden her müslim ve müslimeye ihvan-ı dinimize sell-i seyf-i udvan eden düşmana malen ve bedenen karşı koymak ferman-ı Rabbanisi mucebince bir vecibedir. Acaba din kardeşlerimize zulmen hücum eden İtalya gibi bir düşmana karşı durmaktan büyük bir mücahede rıza-yı Bari’yi tahsil için bundan büyük bir vesile tasavvur olunabilir mi? İşte buna binaen biz de ey ihvan-ı din iktidar ve istitaatınız nisbetinde malınızla canınızla bu muharebede Hilafet-i Muazzama’ya muavenette bulunmaya Trablusgarb’daki mücahid kardeşlerinize yardım etmeye şu zalim bağī İtalyanlarla muamelat-ı ticariyyenizi münasebatınızı kat’ etmeye sizleri da’vet ediyoruz. Bu ricamızı bütün ihvan-ı dinimize bildirmenizi takdim eylediğimiz nüshaları cevami’ ve mesacidde de okutmanızı münasib göreceğiniz vesait ile neşr ü ta’mim eylemenizi istirham eyleriz. Bir de şurası ma’lumunuz olsun ki bu da’vetnamemiz alem-i İslam’ın her tarafına gönderilmiştir. Hemen Cenab-ı Hak sizlere tarik-ı savabı ilham ve bu fariza-i diniyyeyi eda eylemenizden dolayı ecr-i cezil ihsan buyursun. Hind müslümanlarının hissiyatı. –Bu hafta zarfında Hin­distan’dan aldığımız gazetelerde mütalaa olunduğuna nazaran Bombay Madras Haydarabad Deccan Delhi Amritsar cem’iyat-ı İslamiyyesi İtalyanların Trablusgarb’la Bingazi’de icra etmekte oldukları harekat-ı hunharane ve vahşiyanelerini Hind hükumeti vasıtasıyla İngiltere Devleti nezdinde yeniden protesto etmeye karar vermişlerdir. Dinen ve ma’nen doğrudan doğruya makam-ı mualla-yı Hilafet’e merbut bulunan Hindistan ahali-i İslamiyyesi vesile düştükçe Osmanlılara karşı da izhar-ı sadakat ve ihlas etmeyi vecibe addeylediklerinden dolayı umum Osmanlılar tarafından hissiyat-ı halisanelerine mukabil sena ve teşekkür etmek vazife-i nazifesini deruhde etmekle gazetemiz mübahidir. kelimesi atlanmıştır. Mü’minun /. olmaksızın Buhari bulan seyahat ve ziyaretleri esnasında Hindli kardeşlerimizden defaatle krala müracaat edilmiş idi. Kral hazretleri bu babda kendilerini tatyib ve tatmin-i hatır etmiş ileride Devlet-i Aliyye’nin lehinde olmak üzere teşebbüsat-ı mühimmede bulunacağını kendilerine vaad eylemiş idi. İtalyanların harekat-ı hod-serane ve bağiyanelerinden bi-zar olan Hind müslümanları İtalya emtia ve ticaretine karşı boykotaj i’lan etmişlerdi. Bu kere mezkur boykotajın ebedi ve daimi bir surette icrası hususuna Hind putperestleriyle müslümanları beyninde i’tilaf hasıl olduğunu Hindistan gazeteleri yazıyor. Hindistan’ın Lahor şehrinde intişar eden yevmi Pise Ahbar gazetesinin tedkīkat-ı amikası neticesinde bu ana kadar umum Hindistan’daki boykotaj yüzünden İtalya emtia ve ticaretine var olan zarar ve ziyanın mikdarı iki milyon İngiliz lirası tahmin olunduğu anlaşılmıştır. Hindistan’da İtalyanlara karşı hasıl olan hiss-i nefret ve arasında bu noktada ittihad ve ittifak-ı tam husule gelmiştir. Cava ve Sumatra adaları ahali-i İslamiyyesi tarafından Trablusgarb mücahidin-i İslamiyyesi namına ianat-ı külliyye derc olunmaya başlamıştır. İanat-ı mezkure komisyonu riyasetine de tebaa-i Devlet-i Osmaniyye’den ve Hadramut sadat ve eşrafından olup orada mütemekkin bulunan Seyyid Habibürrahman Efendi hazretleri ta’yin olunmuştur. İanat-ı mezkureden başka mücahidin-i İslamiyyeye yaprak sigaralarının da gönderilmesi takarrur etmiştir. Ahiren Cenubi Afrika’da İngiltere’nin Natal müstemlekatında kain Durban şehrindeki müslümanlar tarafından gayet muazzam ve muhteşem bir miting akd olunmuştur. Bu miting hakkında Durban’daki Hilal-i Ahmer İane Cem’iyeti Reisi Davud Muhammed ve Osman Ahmed efendiler tarafından Harbiye Nezaret-i Celilesi’ne Şubat tarihli ariza ile beyan-ı ma’lumat olunmuştur. Bu mitingde bulunanlar tarafından umum Natal müslümanları namına İtalyanların Bahr-i Ahmer ve Ka’be-i Ulya civarında dolaşarak İslamların hissiyat-ı diniyyesini rencide etmelerinden dolayı İngiltere Hariciye Nezareti’ne ba-telgraf şikayet edildiği gibi makam-ı Sadaret-i Uzma’ya bir telgrafname keşide edilerek muvaffakiyat-ı Osmaniyyeden dolayı da arz-ı tebrikat edilmiştir. kadar kesb-i salah eylemiş gibi görünüyor. İngiltere tarafdarı bulunan Kavam-zade’nin Şiraz-Fars Eyaleti ferman-fermalığına ta’yin olunması suretiyle o civarlarda asayiş ve sükun ru-nüma olmaya başlamıştır. Kavam-zade öteden beri İran meşrutiyeti aleyhdarı olmakla müştehirdir. Eski devirde tegallüb ve istibdad yüzünden milyoner olan bu ailenin reisi büyük Kavamüddevle İran inkılabı esnasında İran ahrarından Nimetullah Burucerdi tarafından kurşunla itlaf edilmiş karşı vukū’ bulan bütün yağmagerlikler Kavam-zadelerin tarafdaranı olan kabail tarafından tertib edilmekte idi. İngiliz tüccaranının zarar ve ziyanlarını teşkil eden ahval-i mezkure ahiren İngilizin teşebbüsat-ı fi’liyyede bulunmalarını intac eyledi. Şöyle ki Hindistan’dan iki yüz nefer süvarinin İran-ı Cenubi’ye i’zamı ahiren kararlaştı. Vilayat-ı cenubiyyenin asayişiyle haydudların hecemat-ı mütevaliyyesine ma’ruz kalan kavafilin serbestçe seyr ü sefer etmelerini te’min için Nizamü’s-Saltana salahiyet-i fevkalade ile hükumet-i mahalliyye tarafından Şiraz’a i’zam ve ta’yin olundu. Vali-i müşarun-ileyh Kavam-zadelerin vücudunu kendi icraatına mani’ görmesi üzerine nagehani bir surette tevkīfleri cihetini sunun müdahalesi neticesinde Avrupa’ya teb’idleri takarrur eylemişti. Esna-yı rahda iki kardeşlerden biri eşkıya tarafından muvasalat ettikten sonra İngiltere konsülatosuna iltica ve dehalet eylemeye muvaffak olmuştur. İngiltere’ye mail olan bu adam en sonra umum Şiraz ile havalisine vali-i umumi ta’yin edilmiştir. Azerbaycan ahvalinin kesb-i sükun eylemesi Rusların harekat-ı dürüştanelerinden münbais olmuştur. Ruslar Tebriz’de mukavemet eden veyahud atiyen karşı gelebilecek her mütefekkiri astılar kestiler ipten kazıktan güç hal ile tahlis-i giriban edebilen zavallılar ise ahiren hudud-ı Osmaniyye’ye Azerbaycan idare-i umuru gereği gibi el-yevm Ruslar elindedir. Kendi tarafdarlarını valiliğe vali muavinliğine ta’­yin edip onlar vasıtasıyla zavallı ahaliyi arzuları vechile olup mevte mahkum olan eşhasın adedi iki yüzü tecavüz etmiştir. Aynı zamanda ahali-i mahalliyyenin silahları da Rusya asakiri tarafından –her ihtimale karşı– tecrid edildi. Mekatib medaris cevami’ kamilen kapattırıldı. Tebriz’de birkaç ay evvel yevmi birkaç gazete intişar ettiği halde el-yevm bir tek gazete bile neşr edilmemektedir. Ahaliye hariçten vürud eden ve ahali tarafından harice gönderilen mekatib ve muharreratın cümlesi Rus me’murları tarafından sıkı surette kontrol ediliyor. Aynı zamanda İran meşrutiyetine fiilen darbe vurmak isteyen Muhammed Ali da Rusya koparmaya muvaffak oldu. Şimdilik İran’a yüz bin lira ikrazatta bulunmak suretiyle İran’ın hayat-ı maddiyesini taht-ı inhisara almak isteyen Rusya ve İngiltere devletleri verecekleri paranın mahall-i sarfını daha şimdiden hazırlamışlardır. keselerine girecek olan bu para ancak iki ay kadar istihlak edilecek ve akībinde de Rusya ve İngiltere devletleri tarafından arkası yetiştirilecektir. Gitgide İran borç altına girecek ve karşılık olmak üzere bütün menabi’-i servetini “yeni misafirler”e terk etmeye muztar kalacaktır. Kuva-yı maddiyye ve askeriyyesi bu derece mahsur ve mahdud olan İran o zaman gereği gibi Rusya ve İngiltere kucağına atılmaya mecbur bulunacaktır. İran umuru hakkında esasen Sazanof’la Edward Grey beyninde öteden beri i’tilaf-ı kavi hasıl olmuş İran Meclis-i Millisi’ndeki fırka münazaatı her iki devletin amal-i harisanelerini tezyide hizmet etmiştir. Vaktiyle batş u şiddete malik olan İran an’anatını mecd ü azametini şevket ve ihtişamını gaib etmiş en sonra istiklalini de gaib etmeye mahkum olmuştur. Müdir-i Mes’ul: Eşref Edib Tab’-ı Sani TEFSIR-İ ŞERİF Bismillahirrahmanirrahim Ayet-i kerimesi sonradan gelecek vahiylerin evvelkilerden daha hayırlı olacağını; çünkü dinin kemali ni’met-i ilahiyyenin tamamı onlar sayesinde kabil olabileceğini tebşir ediyor. Yoksa aleyhissalatü vesselam efendimiz için ahiretin dünyadan daha iyi olması pek aşikardır. Onun için “ahiret”e ahiret “ula”ya da dünya ma’nası vermek o kadar mülayim gelmiyor. Hakīkat vahyin başlangıcı ile sonları arasındaki fark ne büyüktür! ayetlerindeki icmal nerede! Sonraları inen ayat-ı celiledeki o akaide ahkama aid tafsil nerede! Hazret-i Peygamber’in yetim olup evvela dedesi Abdulmuttalib’in sonra amcası Ebu Talib’in himayesi altında yaşadığı ma’lumdur. Burada tafsile lüzum görmüyoruz. Gelelim ayet-i kerimesine. Aleyhissalatü vesselam efendimiz daha çocukluğunda iken muvahhid dı hiç bir fenalık yapmadı. O derecede ki: Kavmi arasında doğruluğun timsali tanılır herkes tarafından “el-Emin” diye anılırdı. Şirkten yahud nefse mağlubiyetten ileri gelecek dalal onun zat-ı keriminden dünyalar kadar uzak durur civar-ı tahirine yaklaşmaktan korkardı. Meb’us olduğu milletçe şahsı muhterem görülsün de sözü dinlensin gösterdiği yola gidilsin diye Cenab-ı Hak onu daha çocukluğunda iken şirk ahlaksızlık gibi iki lekeden tenzih etmiş idi. Demek ayet-i kerimedeki “dalal” bu ma’naya asla gelemez. Ancak dalalin diğer bir takım nev’ileri vardır ki biri de geleceğinde mütehayyir kalmaktır. Evet aleyhissalatü vesselam efendimiz daha peygamber olmazdan evvel kavmi arasındaki müşriklerin dinine bakıyor butlanını görüyordu. Diğer taraftan her ikisi de din-i tevhid olan Nasranilik ile Yahudilik vardı. Acaba gerek kendi gerek kavmi için bu iki dinden birini ihtiyar etmek iyi olur mu idi? Lakin ümmi olduğundan kitap okuyup bu iki dinin ahkamını tedkīk edemiyordu. Şu da var ki Yahudilerle Nasranilerin hali müşriklerinkinden pek farklı değildi. Onların da akīdeleri şirk ile amelleri fesad ile karışmış idi. Sonra Cenab-ı Peygamber’e asıl dalalin yani hayretin büyüğü Arapların haline baktığı zaman istila ediyordu: Sehafet-i akīde seyyiesi olarak evham içinde hurafat içinde çalkanıp duran bu kavim birbirinin kanını içtikçe tefrikadan tefrikaya düştükçe bir taraftan Habeşlilerle Acemlerin diğer taraftan Romalıların boyunduruğu altına girip helak uçurumuna yuvarlanmaya mahkum idi. Evet bunları kurtarmak lazım idi. Lakin akīdelerini düzeltmek adat-ı cahiliyyenin tahakkümünü kaldırmak için ne yapmalı idi? Hangi yoldan gitmeli idi? İşte aleyhissalatü vesselam efendimizi şaşırtan bu idi. Bir de vakıa Cenab-ı Peygamber daha çocukluğunda tığını ondan başkasının ibadete asla müstahak olmadığını anlamış idi. Lakin yaşadığı muhit şirk içinde vahy-i tenzih etmek hangi vasıf ile tavsif eylemek lazım geleceğini kendiliğinden nasıl bulabilirdi. vesselam efendimizin hali bu idi. Nüzul-i vahiyden sonra ise kavmini sonra bütün cihanı kurtarmak Halık’ını tenzih etmek kurtuldu. Görülüyor ki ayetindeki “dall” vasfı Hazret-i Peygamber için zül değil bilakis şereftir. Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib ayet-i celilesindeki “sail” kelimesini müfessirin-i kiramdan çoğu “dilenci” ma’nasına almış iken merhum Muhammed Abduh doğrudan doğruya “bilmediğini soran” ibaresiyle tefsir ediyor delil olarak da diyor ki: “Eğer sail lafzı sadaka isteyen ma’nasına olsaydı kavl-i şerifine mukabil irad buyurulmazdı; belki ayetine mütenazır olurdu. Bununla beraber bu ikinci ayete de mukabil olmak asla sahih olamaz. Zira Cenab-ı Peygamber ail yani fakir idi lakin hiç bir zaman sail olmamış idi.” ---- FELSEFE ---- Felasifeden bazılarını bu i’tikada sevk eden esbab hakkında az çok bir fikir hasıl edebilmek için da’valarının mebna-aleyhi olan cevherle araza onları müteakibde yine bahse taallukları hasebiyle zaman ve mekan ve saireye dair bir Herkesin ma’lumu olduğu üzere cevher demek eşya-yı hariciyyenin ihsasatımıza karşı tecellisini istilzam eden a’raz-ı muhtelifenin mevzuu mahall-i mukavvimi demektir. Felasife arasında birçok münakaşatı mucib olan cevher-i fikrinin menşe’-i zuhuru nefs-i natıkamızdır. Şöyle ki biz ne zaman nefs-i natıkamızda zuhur eden hadisatı nazar-ı mülahazaya alacak olur isek turuk-ı meşairden nefs-i natıkamıza ale’t-tevali bir takım efkarın vürud ettiğini bunların nev’ine göre nefs-i natıkamızda muhtelif infialat husule geldiğini bu den hali kalmadığını görürüz. İşte ale’t-tevali nefs-i natıkaya vürud eden bu efkar ile onların nev’ine tabi’ bulunan eylediği te’sirat nefs-i natıka sahasında zuhur eden bir takım hadiseler geçici haller demektir. Eğer nefs-i natıkamızda bir fikr-i vahdet bir fikr-i istimrar olmasaydı daha doğrusu nefs-i natıkamızın hakīkati vahdet ve istimrardan ibaret bulunmasaydı nefs-i natıkamız o hadisatın mahall-i zuhuru olamaz onları idrak edemez idi. Mülahaza-i akliyyemiz nefs-i natıkamızda vukūa gelen bu hadisatın vücuduna hükm ettiği esnasında kuva-yı müdrikemizin cihet-i vahdeti demek olan vicdanımız onların bir mevzuu bir mahall-i mukavvimi olduğuna hükm eder ki bu mevzu’ bu mahal-i mukavvimi kendi cevher-i zatimiz olan nefs-i natıkamızdır. Nefsimiz hakkında verdiğimiz bu hükmü müteakib bizim hariciye de teşmil ederiz. Yani alem-i haricide kuva-yı hassemize karşı tecelli eden hadisatı müşahede ile onların da bir mevzuu bir mahall-i mukavvimi olması lazım geleceğine hükm eyleriz. İşte bizde hasıl olan cevher-i maddi fikrinin menşe’i budur. Descartes ihata-i hissiyemiz dahiline giren kaffe-i hadisattan imtidadın adem-i infikakini müşahede ile kī etmiş maddeye “cevher-i mümtedd” ruha nefs-i natıkaya da “cevher-i mütefekkir” demiştir. Bazı kimseler “Madde esasen imtidad hassasını haiz olmayan ecza-yı ferdiyyeden müteşekkil olduğundan “imtidad” maddenin envaı beyninde müşterek hassa-i yegane olamaz; ruha gelince o da yalnız bir cevher-i mütefekkir değil belki bir cevher-i hassas ve müessirdir. Binaenaleyh “Descartes”in bu teveccühünde isabet yoktur” diyorlar. Ancak mütefekkir olan ruh; bu iki şeyin kendileriyle kendilerinde tecelli eden ahval sırf onların kendi eserleri değildir. Zira bu evvelen bunların neden dolayı mevcud oldukları saniyen niçin hakīkat-i hazıralarından başka bir hakīkat üzere tecelli etmedikleri hakkında bir sual varid olabilir. Bu suali müteakib “kaide-i illiyyet” bizi gerek onların gerek onlarda tecelli eden havas ve keyfiyatın bir illeti olmak lazım geleceğini bu illetin de behemehal vücub ve ıtlak ile muttasıf olmasını iktiza edeceğini kabule sevk eyler. Çünkü silsile-i mümkinat için vacibe intiha zaruridir. Böyle olmasa teselsül lazım gelir ve hiçbir mümkün mevcud olamaz idi. Halbuki teselsülün butlanı bedihi mümkünün vacibe intihası zaruridir. Mümkün mevcud ise onun vücudu hasebiyle vacibin inkarı da mer[d]uddur. Binaenaleyh bütün cevahir ve a’razın halikı müsbiti mukavvimi olan bir vücud vardır ki o da Cenab-ı Hak’tır. Fakat feylesofların kaffesi bu nazariyyeyi kabul etmezler. Bu iki cevherden yalnız maddeyi kabul edenlere Maddiyyun denir ki mezheblerinin hulasası yukarıda geçmiş idi. Bunlar hakīkat-i insaniyye maddeyi kabul etmeyip yalnız cevher-i fikrinin vücuduna kail oluyorlar. Bir kısım feylesoflar da cevhere kıyamında gayra muhtac olmayan mevcud-ı müstakil ma’nasını veriyorlar ve alemde Cenab-ı Hak’tan başka böyle bir mevcudun vücuduna kail olmuyorlar. Bunlar da “Panteist”ler yani nev’­ a­ma vahdet-i vücuda kail olan feylesoflardır. Felasifeden bir fırka da insanın saha-i tekvinde hadisattan başka bir şeyi idrak edemeyeceğini ileri sürerek yalnız hadisatın vücudunu kabul ile cevheri inkar ediyorlar. Cevhere mahalden müstağni mümkün ma’nası verildiği takdirde “Panteist”lerin ler hangi cevher olursa onun bizzat kıyamına kıyamında Cenab-ı Hak’tan istiğnasına ahass-ı evsafda Cenab-ı Hak başka böyle bir mevcudun vücuduna kail olmuyorlar. Hatta onlar bu ma’na i’tibarıyla Cenab-ı Hakk’a cevher ıtlak ederler. Fakat bundan maksadları vücudu kendinden olan kıyamında gayra muhtac bulunmayan mevcud demek olup başkalarının cevherden murad ettikleri ma’na değildir. Ne olursa olsun Cenab-ı Hakk’a cevher ıtlakı mü’evvel de olsa mahzurdan salim değildir. A’raza gelince ma’lumdur ki imtidad levn rayiha salabet mülayenet gibi kıyamında bir mevzua bir mahall-i mukavvime muhtac olan şeylere araz derler. Biz aklen bunların kaffesini bir cevher üzerine terettüb ettiririz. Fakat a’razın tahtında müstetir olan o cevherin ne olduğunu bilemeyiz. O bizim için bir emr-i mechulden başka bir şey değildir. Hükemadan bazıları imtidad hareket atalet kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafi’a gibi cevher-i maddiden kası olmayan arazlara a’raz-ı evveliyye renk rayiha sada ve lezzet gibi bizdeki ihsasat ile münasebeti olan arazlara da a’raz-ı saneviyye demişlerdir. A’raz-ı evveliyye bize doğrudan doğruya eşya-yı hariciyyeyi arasına mevzu’ hudud işaretleridir. Bu iki alem birbirinden bu işaretlerle ayrılır; fakat a’raz-ı saneviyye böyle değildir. Bu takdire göre bil-farz alem-i şühudda şu’le-i idrak muntafi olsa madde a’raz-ı evveliyyesi i’tibarıyla bundan asla müteessir olmayacak fakat maddenin a’raz-ı saneviyyesi –ihsasatımızla kıyamları hasebiyle– külliyyen mün’adim olacak demektir. A’raz-ı evveliyye ve saneviyye bahsi felasife beyninde birçok münakaşatı mucib olmuştur. Gazzali - Hazret-i İmam yine el-Münkızu mine’d-Dalal ’de diyor ki: “Taharri-i hakīkat arzusuna galebe edemeyerek taleb-i hak sadedinde bulunan tarikleri sırasıyla tedkīka giriştim. Evvela ilm-i kelamdan başladım. Sonra mesalik-i felsefiyyenin ta’mikatına koyuldum. Ulum-ı akliyyede kesb-i rüsuh ettikten sonra ta’limat-ı batıniyye ve turuk-ı sufiyyeyi tahkīka ibtidar eyledim. Muhakkıkīn-ı kelamiyyenin asar-ı mevcudesini tamamen mütalaa ettim. Netice-i tetebbuatımda bu zatların mesai-i hayret-bahşalarını takdirden kendimi alamadım. Yalnız husama-yı kelamiyyun tarafından irad edilen tasdik olunursa şöyle olmak lazım gelir” gibi husamanın kabul etmedikleri mukaddemat ve an’anata müracaat mecburiyetinde kalmış olduklarını anladım. Ba’dehu felsefe tahsiline başladım. Mesalik-i felsefiyyeyi tamamiyle öğrendim. Şayan-ı red ve cerh olan cihetlerini de cerh etmeden çekinmedim. Netice-i tedkīkte aklın yalnız başına kaffe-i mu’dilat ve müşkilatı keşf ve izaleye kafil olabileceğinde şüpheye düştüm. Ulum-ı şer’iyye ve akliyyenin ta’lim ve tedkīkini müteakib tarik-ı sufiyyeye teveccüh eyledim. Sufiyyun kalbi ma-sivadan tahliye ve zikrullah ile tezkiye edebilmek için ahlak-ı mezmumeyi tamamıyle terk ve akabat-ı nefsi derece derece kat’ etmeyi esas-ı tasavvuf addettiklerini anlayınca tarik-i sufiyyenin ilim ile beraber amel yardımıyla kat’ edilebileceğine kani’ oldum. Ebu Talib-i Mekki’nin Kūtü’l-Kulub namındaki eser-i tasavvufisinden pek çok istifadeler ettim. Cüneyd ve Şeyh Şibli gibi eazim-i mutasavvıfenin asarı da ruhumda bir i’tila uyandırdı. Bu medid tetebbu’ sayesinde sufiyyunun paye-i irfanlarına vasıl olabilmek için yalnız ta’lim ve mütalaanın kifayet edemeyeceğini bil-fiil akabat-ı nefsiyyeyi geçerek hal-i zevk ve istiğraka vusul icab ettiğini anladım.” Hazret-i İmam ne kadar medid ve müz’ic bir cidal-i nefsi neticesinde nihayet her türlü ihtirasatı ayakları altına alarak tarik-i sufiyyeye salik olduğunu kendine has bir uslub-ı nezih ile ber-vech-i ati tasvir ederek diyor ki: “Sufiyyunun erbab-ı hal olduklarını yakīnen anladım. Bunların kavl ile değil hal ile meşgūl olduklarına kani’ oldum. Ben ise bu babda tahsili icab eden ulumun kaffesini öğrenmiştim. Yalnız teallüm ile tahsili mümkün olamayan ve ancak zevk ve süluk ile bilinecek olan hususat kalmıştı. Öğrendiğim ulum-ı şer’iyye ve akliyye sayesinde Vacibü’l-Vücud’a nübüvvete ve yevm-i ahirete cezmen iman ve kanaat hasıl etmiştim. Imanın bu derece-i rasihasını tetebbuat-ı vasiam sayesinde kazanmıştım. Fakat saadet-i uhreviyyeye ancak zühd ü takva ve terk-i heva ve heves dünyadan alaka-i kalbiyyeyi kat’ ederek Cenab-ı Bari’ye kemal-i şevk ve teveccühle ikbal ve şevagıl ve alaiktan tecerrüdle müyesser olacağı şübhesizdi. O vakte kadar güzeran eden tarz-ı hayatımı der-piş ettim. Neticede vadi-i hızlana doğru yuvarlanmakta olduğumu anladım. Telafi-i ma-fata çalışmak icab ediyordu. Kendi kendime düşünmeye başladım. Zihnim daima bu gibi mücadelatla meşgūl idi. Bazen Bağdad’dan çıkmayı ve o havaliden uzaklaşmayı kurar fakat ertesi gün bu fikirden ferağat ederdim. Taleb-i ahirete olan rağbetim sabahları kesb-i safvet eder ve fakat akşamları cünud-ı şehvet hücum ederek bu safveti Selasil-i şehevat ve ihtirasat beni Bağdad’a rabt eder fakat münadi-i iman da daima: Git durma. Kalan ömrün az. Gideceğin yol uzun. Kazandığın ilim ve amel ise riya ile aludedir. Ahirete şimdi hazırlanmaz isen ne vakit bu tedarikatta bulunacaksın. Alaik-ı dünyeviyyeden kendini biran evvel tahlis eyle nidasını tekrar eder dururdu. Dört yüz seksen sekiz senesi Receb’inden i’tibaren bu suretle yani ezvak-ı maddiyye ve ma’neviyyeden birisinin tercihi mücadelesiyle mütereddidane altı ay vakit geçirdim. Nihayet keyfiyet nokta-i olarak artık ders takrir edemez oldum. Talebenin ısrarıyla derse devam etmek istedim. Fakat bir kelime bile tekellümüne muktedir olamadım. Lisanıma arız olan bu halden pek müteessir oluyordum. Bu hüzün ve teessür saikasıyla kuvve-i hazmiyyeme de halel tari oldu. Ekl ve şürbden de kesildim. Etibba tedaviden izhar-ı acz ettiler. Bargah-ı Ehadiyyet’e galebe eyledi. Mekke’ye gitmek niyetiyle Şam’a azimet fikrinde edemeyen bir takım zevat bu kararımdan dolayı beni ta’n ediyorlardı. Şam’da iki sene kadar kütüb-i sufiyye mütalaası ile meşgūl oldum. Tezkiye-i nefs tehzib-i ahlak tasfiye-i kalble çalışmak üzere halvet-nişin-i uzlet oldum. Mücahede-i nefs ve riyazata müdavemet eyledim. Gündüzleri Mescid-i Dımaşk minaresine çıkarak üzerime kapıyı kapar ve i’tikafa girerdim. Sonra Kudüs-i Şerif’e rihlet ettim orada her gün Sahra’ya girer ve inzivaya çekilirdim. Bu hal üzere muhtelif mahallerde on sene kadar uzlete devam eyledim. Bu müddet içinde bana burada ihsası mümkün olamayan birçok umur keşf ü ayan oldu. Yakīnen anladım ki tarik-i ilahiye ancak sufiyyun saliktir. Onların hüsn-i siretleri metin tarikleri müzekka ahlakları beni mest ü medhuş bıraktı. Çünkü erbab-ı tasavvufun batıni ve zahiri bil-cümle harekat ve sekenatı nur-ı mişkat-i nübüvvetten muktebes olduğunu anlamıştım. Ruy-ı arzda nur-ı nübüvvetten başka şayan-ı istiza’a hangi nur vardır? Meslek-i sufiyyeye intisab etmek için ilk şart kalbi ma-sivadan tathir nefsi levsiyyat-ı adiyyeden tezkiye ruhu envar-ı ilahiyye ve fezail-i ahlak-ı Muhammediyye ile tahliyeden ibarettir. Bundan güzel bir tarik olabilir mi?!.. Bu mesleğin gayesi ise istiğrak-ı külli ve fena fillah sırrına mazhar olmaktır.” * * * Hazret-i İmam tarihde hiss-i fedakari için bir misal-i fazilet-nüma olarak gösterilebilir. Menafi’-i zatiyyesini hem-cinsinin teali-i irfan ve tezkiye-i ahlakiyyesine feda etmek kadar büyüklük göstermek herkesin karı değildir. Kendisine meratib-i ilmiyyenin evc-i ulyası tevcih edilmişken bütün mazhariyat-ı dünyeviyyeyi nefretle reddederek sırf ma’nevi bir zevkle hem-cinslerinin tekamül-i fikrisine teali-i ruhisine çalışmak kadar büyüklük olur mu?! Fıtrat-ı beşeriyye icabatı olarak her insan menafi’-i zatiyye ve ihtirasat-ı nefsiyyesinin esiridir. Bu gibi müessiratın baziçesi olmaktan kurtulabilmek için irfanen ruhan Gazzali’nin derecesine suud etmek icab eder. Gazzali meratib-i beşeriyyenin en yüksek tabakatına uruc etmiş secaya-yı behimiyyeden tamamiyle tecerrüd ederek şime-i melekiyyetle tahalliye muvaffak olmuş büyük simalardandır. Şarkta yazılmış olan teracim-i ahval kitaplarında Hazret-i İmam’ın yalnız şahsiyet-i zahiriyyesi tedkīk ve güzariş-i hayatı sadece tasvir edilmiş ve bu büyük adamın samim-i ruhuna nüfuz olunamamıştır. “Baron Karadovo” gibi ulema-yı garbiyye ise kütüb-i şarkiyyeden pek noksan olarak aldıkları ma’lumata istinaden Gazzali’nin safahat-ı hayatiyyesine aid pek basit bir kroki çizmekten başka bir şey yapamamışlardır. Halbuki Gazzali bir dahiye-i fıtrat bir muamma-yı hilkattir. Safahat-ı hayatı hatve be-hatve ta’kīb edilerek samim-i ruhuna nüfuz edilmedikçe hayatının edvar-ı müteakıbesinde yazmış olduğu eserler sırasıyla yegan yegan tedkīk olunmadıkça Gazzali’yi anlamak imkan haricindedir. Hazret-i İmam gençliğinde şan ve şöhret ve darat ve debdebeye mütemayildi. Sırf sa’y-i zatisi neticesi olarak arzu ettiği ca-yi muallayı ihraza muvaffak oldu. En büyük alimlerin bile gıbta edeceği şan ve şerefi kazandı. Bağdad’da riyaset-i ulema makam-ı mübeccelini işgal ettiği zaman ümerayı vakt damen-i feyz-nisarını takbil ile şeref-yab oluyorlardı. Tedrisatta bulunmak üzere Medrese-i Nizamiyye’ye giderken yüzlerce talibin-i ma’rifet dest-ber-sine-i ta’zim olarak kendisini ta’kīb ederlerdi. Halbuki bir müddet sonra Gazzali’nin hayatında pek mühim bir tebeddül görülüyor. Evvelki mağrur ve debdebedar Gazzali’nin bir müddet sonra Dımaşk-ı Şam minaresine çekilerek dur-a-dur bir i’tikafa girmiş olduğunu görüyoruz. İstiğrak-ı külli içinde gaşy olup gittiği müşahede olunuyor… Bu tebeddül-i külli esbabını kendisi bize tasvir ediyor. Fakat ruh-ı Gazzali’de uyanan hiss-i nedametin filizlerini daha uzaklarda aramalıdır. Terbiye-i ibtidaiyyenin ahval-i ruhiyye üzerinde bı­raktığı izler o kadar derindir ki temadi-i sinin ve tevali-i muhakemat-ı fikriyyesinde husule gelen intibah-ı ma’nevinin saik-ı aslisini bulabilmek için hayat-ı ibtidaiyyesine kadar ric’at etmek icab eder. Veraset-i ahlakıyye ve icabat-ı muhitiyyenin bıraktığı eserler bazı mevani’le setr edilseler bile hafif bir kuvvet te’siriyle derhal tecelli-yab-ı zuhur olurlar. Gazzali’nin peder ve efrad-ı ailesinin erbab-ı zühd ü ittikaddan oldukları bilahare kendisine vasi olan zatın da etkıya-yı ümmetten bir sufi-i ruşen-zamir bulunduğu tevatüren sabittir. Demek ki Hazret-i İmam’ın unfuvan-ı hayatı bir muhit-i zühd ü takvada geçmiş terbiye-i evveliyyesini o yolda almış pederinden aynı temayülat-ı psikolojiyyeyi tevarüs etmiş daha sıgar-ı sinninde iken meslek-i tasavvufa karşı ruhunda bir incizab ve temayül uyanmıştı. Vakta ki zirve-i ikbale kadar çıkarak alayiş ve şanın her türlüsünü gördü her zevkini tattı ulum ve fünunun her şu’besini tedkīk ve tetebbu’ ederek ruh ve kalbi envar-ı ma’­rifetiyle revnak-pezir oldu. İhtirasat ve alayiş-i zahiriyye üstad terbiye-i ibtidaiyyenin bırakmış olduğu cürsume-i takvanın suhuletle inkişafına müsaid bir hal iktisab etti ve bu andan i’tibaren Gazzali ebediyyen ağūş-ı tasavvufa atıldı. Gazzali’nin meslek-i tasavvufi ve ahlakīsine aid tedkīkatı makalat-ı atiyeye bırakıyoruz. EDEBİYAT Ulumun felsefenin terakkiyat-ı ahiresi “tarih” kelimesinin medlulünü pek ziyade tevsi’ etmiştir. Öyle ki tarih; bir “mecmua-i şuun” bir “ruzname-i havadis” olmaktan artık kurtulmuştur. Nihayet kavaid-i edebiyye kitaplarında sınaat-ı lafziyye ve ma’neviyyeye misal olabilecek kadar bir uslub-ı mutantan ile yazılan eski tarih kitapları; bugünün müverrihleri için yazıldığı asrın temayülat-ı edebiyye ve ictimaiyyesini gösterebilecek bir vesika kıymetini haiz olabilmek derecesinden ileriye gidemiyor. Onlardan ta’rif-i meşhuruyla “zamanlarının ayine-i ef’al-i beşeriyyesi” olmak lazımdır ki bu yolda misal gösterilebilecek olanların saff-ı evvelini arasında bizim tarihlerimiz de göze çarpar. Eslafımız yazılarında “niçin”lerden çok ürkmüşler muhitin tazyikine met göstermişlerdir. O halde bugün “tarih”ten anladığımız ma’naya göre her halde tarih-i alemde gayr-ı kabil-i ihmal bir mevki’-i bülendi olan mazimiz Osmanlılık mazisi; ekser hususatta ebkem ve samittir. Tarih-i siyasiyi şöyle bir tarafa bırakalım. Fakat tarih-i temeddün tarih-i ulum tarih-i edebiyyat tarih-i sanayi’ namına elde bir şey yoktur. Bugünün erbab-ı himmeti için rehberlik edecek vesaik de ma’dumiyet Birçok Osmanlı meşahiri ta’dad edebiliriz: Alim siyasi edib şair san’atkar musikī-şinas mütefennin fakat hakka’l-insaf söyleyelim hangi alimimizi hangi edibimizi hangi müntesib-i irfanımız bugünün seviye-i vukūf ve ihatası ile mütenasib bugünün nazar-ı nakkadı için itmi’nan-bahş olabilecek bir surette anlamıştır tanımıştır? Çok uzak zamanlara kadar gitmeyelim Osmanlı tarihi yakın zamanlarda epeyce meşahir namlarını tesbit etmiştir: Reşid Fuad Midhat paşalarımızı ne kadar tanıyabiliyoruz. Mesela Midhat Paşa’yı Osmanlı alem-i tefekkürüne bütün vuzuh-ı imtiyazıyla bütün deha-yı asarıyla tanıtacak kaç eser yazıldı? Yazılan eser kaç kari’ bulabildi? Mevzuumuz tarih-i edebiyyata müteallık olduğu için birkaç misal de oradan intihab edelim: Edvar-ı evveliyye-i edebiyyemiz hele şöyle dursun o zamana aid erbab-ı şi’r ü inşamızın hemen isimlerini birkaç parça yazılarını bilmekle kalmaya kanaat edelim. Fakat Sinan paşaları Fuzulileri Bakīleri Nef’ileri Nedimleri Ruhi-i Bağdadileri acaba ne kadar tanıyabiliyoruz? Bir Osmanlı tarih-i edebiyyatında bunların birinden bahs edebilmek için Tezkire-i Şu’ara ’lardan alınmış birkaç kelime-i tesciliyye ve şe’niyye ile elegeçen birkaç parça eserlerinden başka neye malikiz? Daha fazlasına malik olduklarımız hakkında bütün şerait-i fenniyyesine muvafık bir tedkīk-ı edebide bulunabildik mi?.. Hadi bunlar için vesaikin azlığından yahud yokluğundan bahsedelim. Fakat Şinasi Kemal Hamid için de böyle bir i’tizara yüzümüz var mı?.. * * * Arap efazıl-ı erbab-ı kaleminin bu husustaki cidd ü himmetlerini pek büyük bir hiss-i takdir ile istikbal etmeliyiz. Vakıa o milliyet-i necibe içinde yetişen efazılın hayatları bugünün fikr-i istiksa ve tetebbuunu doyuracak surette mazbuttur. toplayarak nazariyat-ı hazıra dairesinde bir tarih bir eser-i tedkīk meydana koymak… İşte fazl ü imtiyaz şayani-i tahsin burada tecelli eder. Gerek bu himmet-i mağbuta gerek bir tarih-i edebiyyat veya felsefede büyük simaların usul-i ted­ kīk ve tenkīdine bir nümune olmak üzere Üstaz-ı fazıl Şeyh Muhammed Hilmi Tamara hazretlerinin Şeyh Abdülaziz Çaviş hazretlerinin el-Hidaye mecelle-i garrasında münderic Ebu’l-Ala’ el-Maarri’nin Hayat ve Felsefesi ünvanlı risalesini Türkçeye bazı ilavat ve telhisat ile nakl ediyorum. Maarri gibi şark ve garbın bi-hakkın nazar-ı dikkatini celb etmiş lehdarlar aleyhdarlar kazanmış muhitinden şayan-ı hayret bir azm-i istiğnakar ile fırlamış olan bir büyük feylesof-i buyurulacağını ümid etmek istedim. Üstaz-ı fazıl bu risalenin tahririnde tuttuğu mesleği şu yolda izah buyuruyor: “Risalem; garazdan hali hissiyata mağlubiyetten uzaktır. Müşarun-ileyhin ne husamasına tarafdar oldum ne de esdıkasının süluk ettiği yolu tuttum. Manzum ve mensur sözleri üzerindeki tedkīkat-ı amikamın gösterdiği derecede Maarri’nin efkar ve akaidini ortaya koydum. Müşarun-ileyh hakkında yazı yazan iki fırkanın sözlerini şöyle bir tarafa bıraktım. Fikr-i dini ve mezheb-i felsefisini doğrudan doğruya kitaplarından ve şiirlerinden istinbat ettim. Vazıh ve celi bir surette bast ettim. Fakat her şeyden evvel şunu söyleyeyim: Maarri hakkında bir risale kaleme alacağımı haber alan bir zat benden kitabımda feylesofun imanına hükm ederek kendine isnad olunan ilhad ve zındıkadan küfür ve cuhuddan tebriye etmemi bazı muharrirler tarafından üzerine atılan seng-i ta’riz ve isnadatı red etmemi rica etti. Diğer bazıları da müşarun-ileyhi cemaatleri için badi-i şeref ve tarafdarlarını çoğaltmaya medar olmak üzere bir zındık gibi göstermek için ilhah ettiler. Benim bu iki takım hakkındaki hiss-i taaccübüm birbirinden az değildir. Birinci takım zannetti ki ben mahkeme-i teftişte kadıyım Ebu’l-Ala’nın kendine nisbet olunan şeylerle mahkumiyet veya onlardan beraetini tahkīk hususu bana tevdi’ olunmuştur. Töhmet tahakkuk eder edillesi de toplanırsa hemen zavallıyı saha-i katle sevk edeceğim muhibleri de ondan mahrum kalacaklar! Yahud zannediyorlar ki Ebu’lAla’ bugün “a’raf”dadır; cennete duhulü benim onu tebriye etmeme nara sevk olunması da imanına hükm eylememe mütevakkıfdır. Düşünmüyorlar ki Maarri; bugün bizim hükümlerimizden müteellim olacak bir halde değildir kemikleri bile mübeddel-i gubar olmuştur. Cennete cehenneme gelince: Oraya idhal veya oradan dar-ı cezanın anahtarları yed-i ilahidedir. Rahmet-i Sübhaniyyesi Maarri ve ashabını ihatadan nasıl aciz değilse azabı da mahlukattan hiçbirini istisna etmeyecek derecede kahhar ve muhtardır. Öbür takıma da derim ki: Yalnız Maarri’yi değil onun gibi binlerce feylesofu da size tarafdar göstersem sizin mesleğinizin butlanı zahir oldukça onların sizinle beraber olması o butlanı kabil değil hakka kalb edemez. Kaldı ki bazı ukala da feylesofu seviyorlar şiirleri meslek-i felsefisi hoşlarına gidiyor bu mezhebi beyne’n-nas neşr etmek arzusuna düşmüşlerdir. Halbuki öbür taraftan görüyorlar ki Maarri umur-ı diniyyede la-kayd tanındıkça yahud cemaate muhalif bir akīdeye salik olduğu nakl edildikçe mezhebini neşr etmek kabil değildir. Binaenaleyh müşarun-ileyhin mesavisini eğer varsa halktan ihfa etmek olmasın. Ben bunlara da derim ki: Bulduklarına muhalif olduğu i’tikadı kendi i’tikadlarına benzemediği için Maarri’den uzak bulunmak sözlerini yabana atmak isteyenler istıtla’-ı ahvale inayetkar olmayan öğrenmeyi sevmeyen cemaat-i avamdır ki esasen tabiatiyle bunlar müşarun-ileyhin ve sairenin akvalini okumaktan baiddirler. Bahse tederrüse müteşevvik olanlara gelince: Bunlar kaili ister te’min ister tekfir etsinler; la-muhal sözünü bir kere okumuşlardır. Ben Maarri’ye aid yazılarımda onu mülhidinden kıskanmadığım gibi eğer mülhidse mü’min ise mü’mininden de bir ravi gibidir. Yoksa feylesofun mu’abbir-i ahlamı değilim. Haleb Vilayeti’nde Humus ve Hama arasında “Maarretü’n-Nu’man” Ehl-i İslam karn-ı evvel-i Hicri’de Şam fütuhatı esnasında burayı da feth etmişlerdir. Rayet-i İslam bu belde üzerinde senesine kadar temevvüc etti. Ehl-i salib muharebatında Frenklerin Suriye üzerine istilalarında sahib-i tercümenin bu büyük feylesofun maskat-ı re’si olan Maarretü’n-Nu’man da bilad-ı İslamiyyeden zabt ettikleri yerler arasında idi. Belde-i mezkure ellerinde –zındık elinde Mushaf gibi– senesine kadar kaldı. İmadüddin-i Zengi; kemal-i şeref ve keremle istirdad etti. “Maarra”nın “Nu’man”a nisbet olunması hakkında derler ki: Nu’man bin Beşir el-Ensari rıdvanullahi aleyh karn-ı evvel-i Hicri evasıtında Humus valisi iken buradan geçti yanında evladından biri de var idi vefat etti oraya defn olundu sebeb-i nisbet budur. “Maarra” için de şöyle derler: Süryani’dir ve aslı Mağaradır. Burada bilad-ı Şamiyye’nin vasfına ihtiyacımız yok. Bundan başka o zamanlar bütün ehl-i İslam’ın ahvalinden suret-i hususiyyede müslimin-i Şam’dan mufassalan bahse lüzum yok. Çünkü mevzuumuzdan haric yalnız ala vechi’l-icmal şu kadar söyleyeceğiz ki temdin-i İslami hikmet-i şarkiyye medeniyet; sahib-i tercüme zamanında her türlü tavsifatın hakk-ı edasından kasır kalacağı bir mertebe-i bülendde bulunuyor idi. Bu asırda temdin-i İslaminin vasıl olduğu dereceye vakıf olmak isteyenler ehl-i İslam’ın feth ettiği biladı öğrendikten sonra karn-ı rabiin evahirine karn-ı hamisin evailine aid mazbutat-ı tarihiyyeye müracaat etmelidirler. Görecektirler ki o esnada Devlet-i Fatımiyye; Mısır ve Şam’da ilim ve hikmette Batalse’ye mütefevvik bir mertebe-i a’lada hükümrandır. Göreceklerdir ki Emeviler; Endülüs’te sema-yı felsefede pervaz ediyor. Zirve-i irfana said oluyorlar. Ve yine göreceklerdir ki Irak’da Abbasilerin; esmar-ı ukūlü zirve-i nefce erişmiş enha-yı memlekette yenabi’-i hikmet inficar etmiştir. Bu kadar füyuz ve tezahürat-ı kemalinin “Maarri” gibi bir feylesofun fıtrat-ı dahiyye yetiştirmesi çok görülmez hayretlerle karşılanmaz. ---- TARIH ---- HAK VE HAKĪKAT Sen ancak Rabb-i Zü’l-Celal’ini tekbir kavlen ve i’tikaden vasf-i kibriya ile tavsif et yani her hal ü karında tekbir ve takdis-i ilahiyi terk etme! Bu hasr ve devam “fai” cezaiyyeden müstefad oluyor. Çünkü kaide-i ma’rufeye tatbikan nazm-ı celil takdirindedir. Elbiseni pak eyle paklığı muhafaza et yahud tedessür eylediğin disar-ı nübüvveti ma-la-yelikten siyanet eyle! “Nefsini kalbini bedenini pak tut” diye de tefsir olunmuştur. Zira Tefsir-i Kebir ’de zikr olunan eş’ar-ı kadime [Tafsil-i meram tefsir-i mezkura müracaatla aşikar olunur.] Kavl ve fiil ve i’tikada aid her neye dair olursa olsun kabih olan şeyleri hicr tamamen terk et! Hafs ra rivayetinde Cenab-ı Asım bu kelimeyi Kur’an-ı Kerim ’in her yerinde kesr-i ra ile yalnız burada zamme ile okumuşlardır. Ma’naca fark yoktur. Bazen –tefsirde işaret olunduğu üzere– her habis ve müstakzere şamil ma’nada isti’mal olunur. Fakat azab ve ukūbet ma’nasında daha şayi’dir. Bu ma’nadan alınarak sebebiyet alakasıyla azab ve ikaba badi olacak münkeratda isti’mal edilmiştir denilebilir. Her halde ma’na-yı müfadın tebeddülü lazım gelmez. Gayeti ma’na-yı mezkur mecazi addolunur. haret ve nezafete riayet bu ayette de hükm-i şer’de münker ve müstakzer olan cemi’-i asamdan mücanebet emr olunuyor. Muhassal-ı kelam-ı şerif müşriklerin mu’tadı bulunan edvar-ı cahiliyyede şayi’ olan bütün fenalıklardan nehy demek olmağla bu nazm-ı celil cevamiu’l-kelim idadında bulunuyor. Mebde’-i risalete gayet münasib böyle ali düsturları havi olan ayat-ı celilenin belağatına hayran olmamak kabil değildir. Fakat bu hakīkati i’tiraf Dozy gibi düşmanların işine gelmez. Daha çok şeylere değerli ivazlara nail olmak arzusuyla bir kimseye bir şey in’am ve i’ta etme! İstiğzar tesmiye olunan bu nevi’ hibe –ehadis-i şerife delale­ tiyle– esasen caiz ve meşru’ ise de hırs ve tama’dan hali ol­mamağla şan-ı risalet-penahiye şayan görülmeyerek tahrim buyurulmuş. Fakat ümmet hakkında kerahet-i tenzih mertebesinde bırakılmıştır. Yahud bir kimseye ettiğin iyiliği çok görerek i’zam ederek işleme? İmtinanda bulunma? Bu ma’naya göre nazmın nahi olduğu ahsen-i ahlak ve eşref-i evsaf üzere bulunmaları mukteza[zi!] olan zevat-ı aliyye haklarında emr-i münasib olmayacağı ganiyyün a­ ni’t-tavzihtir. Bu haslet-i zemimeden ahad-ı mü’minin dahi men’ olunmuşlardır. Rıza-yı Bari için her cefaya sabir ol ikmal-i nefs ve istikmal-i gayra taalluk eden her hususta iktihamı labüd olan her nevi’ mücahedede luhuku tabii olan meşakk u metaibe tahammül et! Bu emr-i şerifin de makama münasebeti derkardır. Çünkü irşad-ı halaik hususuna ihtimam en büyük mücahededir. Boruya üflettiği hengamda yani Sur-ı kında gayet usretli ve dehşet-nak bir ruz-ı hevl-naktir. Ma’­ lum olduğu üzere ehval ve efza’-ı yevm-i kıyametten enbi­ ya-i izam bile ürkecek cisr-i sırat üzere “nefsi nefsi” diyecek­ lerdir. Lakin ibad-ı mü’minin hakkında – sırrı zahir olarak– usret-i vakıa mübeddel-i yüsr ü suhulet olacak kafirin haklarında ise usret-i şedide ber-devam olacak onlar didar-ı yüsr ü semahati asla görmeyeceklerdir. meal ve ma’na ve icaz-ı mebna cihetiyle hengam-ı mebde’-i risalete en ziyade yakışık alan bir hitab-ı sami ve irşad-ı bi-adil-i ilahi olduğu nümayan oluyor. Lakin bu zevk ve halaveti idrak edebilmek için insanda biraz iz’an ve biraz da – Şimdi nakl ü beyan edeceğimiz tefsir-i şerif ile de erkan-ı kelam-ı maali-ittisam arasındaki iltiyam ve intizam tamamen aşikar olacaktır. Bu tefsiri Tabsirü’r-Rahman fi Tenasübi Ayati’l-Kur’an kitab-ı müstetabından iktibas ediyorum. Ey came-i pakiyle mütesettir melek-i vahyin vürudundan mütevari ve müteessir olan zat-ı ali-i mütefekkir! Sen melekten korkma. Belki azm ü cidd üzere kaim olup gafilleri azab-ı ilahi ile korkut. Azamet ve kibriya-yı Rabb-i Zü’l-Celal’i anlat ki işitenlerin kalblerinde haşyet-i Zira azabın şiddeti kendisine karşı ibraz-ı isyan olunan amirin veli-ni’metin büyüklüğü nisbetindedir. Makam-ı irşadda varid olacak inzar ve tahvif gayet beliğ ve müessir olmak muvafık-ı maslahattır. Zira müstemiinin zahir ve batınları ancak bu vasıta ile tathir olunabilir. Taharet-i zahir taharet-i batının mevkūfun-aleyhi olmağla evvela zahirin tathiri emir buyurularak hitabı teveccüh ediyor. Yani hissi ve cismani melabisini tathir et ednas-ı melhuzadan pak tut! Sonra da buyuruyor yani i’tikadat-ı faside ve ahlak ve etvar-ı kasideden sakın hepsini hicr et. El-hasıl cesedini ve ruhunu telvis edecek şeylerden be-gayet hazer eyle. Bilhassa telvis-i batın eden rezailin en şeni’lerinden ma’dud hırs ve tama’dan mücanebet et hatta yapacağın iyilik ve ihsanı nef’-i acilin için yapma! Mülevvesat-ı batıniyyeden bir şey istila etmemek için bezl-i mesai ve fedakaride sabir ve sabit ol! Sabrını da ancak rıza-yı Bari ihrazı için kullan! Mübtelalarını eşedd-i eyyamda şedaid-i takat-fersaya ma’ruz kılacak mülevvesat-ı zahir ve batından sabır ve imtinaa nasıl ihtimam etmezsen ki Sur-ı İsrafil aleyhisselama nefh vaki’ olacak hengamda tahaddüs edecek asar-ı müdhişe –usret ve suubeti sabır ve tahammül haricinde bulunan– ruz-ı rüstehizle mütenasib olacak hakīkati setr ve mayelerini telvis ile fıtrat-ı selime haricine çıkanlar hakkında o ruz-ı dehşet-efruzda hiçbir guna yüsr ü suhulet ciheti görünmeyecektir. Ama taharet ü nezaheti iltizam eden kesan yani erbab-ı cehd ve ikan haklarında her usrü bir yüsr ta’kīb edeceği mefhum-ı muhalefet-uslubuyla anlaşılmaktadır. Nasıl ki nazm-ı Sübhanisinde tasrih buyurulmuştur. NAZMI-ZADE HÜSEYIN MURTAZA EFENDI Müverrihin-i Osmaniyye’den sahib-i ilim ü kalem bir zat-ı maarif-simat olup Bağdad’lıdır. İkmal-i tahsilden sonra hizmet-i hükumete süluk ederek Bağdad Hazine-i Maliyyesi Ruznamçe Halifeliği’ne irtika eyledi ve tarihinde memleketinde ma’rifetiyle tab’ olunan bu eser tarih-i Hicrisinden tarihine kadar güzeran eden vekayi’-i İslamiyyenin Endülüs’e aid kısmının gayrısından ve be-tahsis feth-i Osmaniyandan sonra hıtta-i Irakiyye’nin ahvalinden bahis olup tarz-ı tahriri usul-i atika üzere lügat-perdazane ise de nakliyatı –ekseriyeti i’tibarıyla– şayan-ı vüsuktur. Devhatü’l-Vüzera kısmen ahval-i Irak’ı mübeyyindir. Arabiyyü’l-ibare Demirlenk Tarihi ’nin Türkçe ve Farsça’ya tercümesi olup Türkçesi tarihinde Tarih-i Timur-ı Gürkan dak’ın eimme-i isna-aşerden İmam Zeynelabidin hazretleri hakkında Mekke-i Mükerreme’de bil-bedahe nazm ettiği: Matla’lı kaside-i meşhuresinin Türkçe şerhidir ki bir nüshası Babıali karşısındaki Beşir Ağa Kütübhanesi’nde mevcuddur. Şerhin nihayetinde vekayi’-i İslamiyyeden Bedir Hendek Hayber Feth-i Mekke ve sair bu gibi vak’alar da ayrıca tafsil edilmiştir. hası Hamidiye Kütübhanesi’nde vardır. zeylidir. Nüshaları Beşir Ağa ile sair kütübhanelerde vardır. fun olan ekabir-i evliyaullahın teracim-i ahvalinden bahis olup ismi Cami’u’l-Envar fi Menakıbil-Ahbar’ dır. Nüshası fudala-yı askeriyyeden Bağdadi İsmail Paşa hazretlerinin kütübhanelerinde mevcuddur. zılan asarın en meşhurlarından olan Muğni Şevahidi ’nin şerhi olup iki cild-i kebirdir. Beşir Ağa’da mevcuddur. cihetiyle bazı zevat tarafından da şerh olunan Vassaf Tarihi ’nin şerhidir ki Beşir Ağa ile sair kütübhanelerde vardır. batan Mahallesi’nde Es’ad Efendi Kütübhanesi’nde vardır. redir. zamanlarında Kuhistan’da hükumet eden tavaif-i müluktan Keykavus bin İskender bin Kabus’un oğluna hitaben yazdığı siyaset ve hikmet-i idare ile nesayih-i ma’nidarı havi olan ve hemen her maddesi bir hikaye-i münasibe ile tevşih edilen eser-i meşhuru olup birinci defa tarihinde Sultan Murad-ı Sani emriyle nüdemasından Mercimek Ahmed bin üzere müretteb olan bu tercümenin bir nüshası Kütübhane-i Umumi’de vardır ki bil-vücuh bais-i istifade asardandır. riyle Nazmi-zade tarafından zamanı şivesine göre ıslah ve tebdil edilmek üzere tercüme edildiği gibi Kazan ulemasından Abdülkayyum Monla Nasır tarafından da biraz ihtisar edilmek suretiyle Türkçe’nin Kazan şivesine nakl edilerek iki defa tab’ edilmiştir. Elsine-i şarkiyye alimelerinden Rusyalı Gülnar Hanım-Madam Delebedef tarafından da Rusça’ya tercüme ve tab’ olunmuştur. Sahib-i tercüme Nazmi-zade’nin ebyatından: Edip terk-i enaniyyet ubudiyyette yurdun tut Bir gazeli: Bülbül-i bağ-ı hakīkat hem-eninimdir benim Şahid-i cuş-ı dilim çeşm-terinimdir benim Lütf-ı Hakk’a eyledim ilka-yı dest-i i’tisam Hasbiyallah kefa nakş-i niginimdir benim Yoktur a’male ümidim dergeh-i Hakk’a hemen Rişte-i acz-i dilim hablü’l-metinimdir benim Urvetü’l-vüska-yı ihlasa temessük Murtaza Bi-tekellüf hasıl-ı kedd-i yeminimdir benim. SİYASİYAT Sebilürreşad ’da alem-i İslam’ın hayat-ı siyasiyyesine a­ neşr edeceğimiz silsile-i makalata mukaddime olmak ü­ze­re bugün alem-i İslam’ın ahval-i umumiyye-i hazırasına u­mumi bir nazar atf etmek istiyoruz. Karşımıza çıkacak levha fil-hakīka müdhiştir. Her tarafta milel ve akvam-ı İslamiyye bir maktel-i hunin içinde bir velvele-i can-güdaz ile zir ü zeber olmaktadırlar. Her taraftan bir sada-yı enin bir avaze-i figan geliyor. Saltanatlar mahv ü mün’adim devletler perişan ve zebun oluyor. Ta bidayet-i sahifeler irae etmemiştir. Alem-i İslam hiçbir zaman hatta Ehl-i Salib muharebatı esnasında şimdiki kadar vahim tehlikelere mevt-aver darbelere ma’ruz kalmamıştır. Marakeş bugün artık bir ta’bir-i coğrafiden başka bir şey değildir. Fransızların şu devlet-i İslamiyyeyi zabt ve istilası bugün bir emr-i vaki’dir. Artık Marakeş’e hükumat-ı müstakille sırasından çizilmiş gibi bakılabilir. Almanya’nın Marakeş mes’elesine müdahalesi Marakeş mukadderatı hakkında Fransızlar tarafından ta öteden beri verilmiş olan karar ve hükmün icrasını te’hir ve ta’lik değil isti’cal ettirdi. Almanya’nın şu müdahalesi ve müdahalenin el-Cezire Mukavelenamesi ile neticelenmesi Marakeşliler ile beraber bütün müslümanlara birçok ümidler telkīn etmişti. Fakat çok geçmeden bütün şu ümidlerin bir serab olduğu teayyün etti. Bilakis şu müdahale Marakeş mes’elesini beyne’l-milel bir mes’ele şekline koyarak mes’elenin bilahare Fransızların Marakeş’in mukadderat-ı atiyyesi de daha ziyade kat’iyyet kesb etmiştir. Şöyle ki bugün Marakeş kavaid-i beyne’l-milel nokta-i nazarından Fransa’ya Tunus’tan ve el-Cezair’den daha ziyade rabt edilmiştir. Artık Marakeş sultanı Tunus beyinden bile dun bir istiklaliyete maliktir. setmeyerek açıktan açığa şu zavallı memleketin umur-ı dahiliyyesine müdahale ettiler. Tebriz’de Reşt’de vukū’ bulan kanlı hadisat Müctehid Sikatülislam’ın yüzlerce mücahidler kiri tarafından zabtı sonra iki hükumet tarafından müttehiden ma’lumdur. Şu ültimatomda İngiltere ve Rusya hükumetleri bu ültimatomu kabul etmek fil-hakīka intihardan başka bir şey değildir. Ültimatomda serd edilen maddeler arasında en ziyade calib-i dikkat ve mühlik olanlar bunlardır: arasında senesinde İran’ın iki mıntıka-i nüfuza taksimi hakkında akd edilmiş olan mukavele-nameyi tasdik ve teslim edecektir. niyet etmeksizin kimseden istikraz edemez. Ecnebi tebaasından kimseyi İran me’muriyetine da’vet edemez kimseye tinden vazgeçerek harici siyasiyatını iki hükumetin re’y ve tasvibine tevfik ettirecektir. Şu şeraitin kabulüne karşı Rusya hükumeti de kendi askerini İran’dan çıkaracak İngiltere hükumeti ile beraber Fakat ta’dat ettiğimiz şu mevaddın kabulü hemen İran’ı Rusya ile İngiltere’nin taht-ı himaye ve sıyanetine tevdi’ etmek demek değil mi? Osmanlılığa gelince; i’lan-ı Meşrutiyetle beraber fet’e karşı ika’ edilen muhtelif müteaddid gavail ve müşkilat herkesçe ma’lumdur. Bosna-Hersek ve Rumeli-i Şarkī gavaili halledildikten sonra İtalya Devleti bila-sebeb ve bahane bütün kavaid ve adat-ı beyne’l-mileli ayaklar altına alarak birden bire Osmanlılığın bir kıt’a-i azimesi bir cüz’-i la-yetecezzası olan Trablus üzerine atıldı. Fakat burası ne bütün Avrupa şu noktayı takdir edemedi. İtalyanlar kendi tevehhümat ve tahayyülatlarına kapılarak Trablus seferini bir eğlence gibi telakkī ettiler. Lakin işte Trablus gerek İtalya’ya gerek bütün cihana salabet-i İslamiyyenin bütün bütün bitmemiş olduğunu re’ye’l-ayn isbat etti. Yalnız Osmanlılar galeyan ederek uhuvvet ve vahdet-i İslamiyyenin füyuzat-ı bi-nihayesini beşeriyete gösterdi. Makarr-ı Hilafet’e karşı ya­pılmış olan şu küstahane taarruz Hindistan’dan Tunus’a kadar Türkistan’dan Cava adalarına varıncaya kadar dört yüz milyonluk alem içinde bir velvele-i dehşetnak uyandırdı. Afrika’nın en hücra köşelerinden binlerce ihvan-ı din meydan-ı cihada doğru koştular. Bunlar fedakar Osmanlı zabitlerinin kumandası altında olarak işte o gibi yırtıcılara vahdet ve uhuvvet-i İslamiyyenin ne kadar azim bir kuvvet olduğunu anlattılar. On beş günlük bir tenezzüh için çıkmış olan düşman hala yani tam beş buçuk ay geçdikten sonra para ile mücehhez olan düşmanı şu yüksek şu muazzam kuvvet tamamiyle sarsmış şaşırtmıştır. Ne yapacağını bile bilemiyor. Öteye beriye atılarak hükumat-ı sairenin tavassutunu dileniyor. Maamafih inad ve gururundan asla vazgeçmiyor. Bir taraftan sun’i nümayişler içinde kağıdlar üzerinde Trablus’un ilhakını i’lan diğer taraftan hükumatın tavassutuna müracaat ediyor. Bit-tabi’ şu şekil ve tarzda yapılmış olan tavassutlar şimdiye kadar hiçbir semere vermedi ve veremezdi. Zira bir taraftan mağlub ve menkub oluyorken diğer taraftan da büyük bir kıt’anın ilhakını temenni etmek İtalya muhayyilesinden başka hiçbir akl-ı selim ve mantık-ı sahiha sığmaz. Binaenaleyh hükumat-ı muazzama tarafından icra edilmiş olan tavassutlar neticesiz kalmıştır. Hatta hükumat-ı mezkure arasında mühim bir ihtilafın zuhuruna da meydan vermiştir. Zira harbin evailinde İtalya’yı İttifak-ı Müselles’ten ayırmak niyeti ile İtalya’ya karşı bir vaz’iyet-i müsaadekarane almış olan Fransa ve İngiltere bilahare hükumet-i mezkure tebdil-i meslek etmişler azim bir kıt’anın böyle kolay kolay bel’ edilmesine ru-yi muvafakat göstermemişlerdir. Bunlar Türkiye üzerine icra-yı tazyik ederek Türkiye’yi sulha icbar fikrine iştirak etmek istemiyorlar ve tavassutu iki muharib arasında kavaid-i bi-tarafiye tamamen riayet etmek şartı ile kabul ediyorlar. olacağı bir zamanda öteden beri Osmanlılığa karşı ibraz-ı husumet etmek için hiçbir fırsatı fevt etmeyen Rusya birden bire meydana atılarak tavassut hakkında garib bir vaz’iyet aldı. Şu hükumet bir taraftan Kafkasya hududunda asker tahşid etmiş diğer taraftan bizi mutlak sulha icbar etmek gibi bir vaz’iyet almıştır. Hatta kendisinin şu garib harekatını tasvib etmeyen harekat-ı mezkurenin gayet vahim neticeler verebileceğini yeni Türkiye’nin bu gibi gürültülere külah kaptırmayacağını kendisine söylemekten çekinmeyen Dersaadet sefirini azl etti. Şu hal Ehl-i Salib muharebatı zamanındaki hal ve mevki’den daha vahimdir. Zira o zamanlar İslamiyet’in yalnız bir tarafına bir noktasına hücum ediliyordu. Bugün ise İslamiyet’in her tarafına her noktasına hücum ediliyor. Tehlike gayet azim ve vahimdir. Buna karşı müslümanların üzerine düşen yegane ve en birinci vazife her türlü mesail-i zatiyye ve şahsiyyeyi unutarak ittifak ve ittihad etmekten ibarettir. ve vekayiin cereyanı ve alacağı şekiller hakkında beyanat-ı mufassalada bulunacağız. AFRIKA’DA MÜCAHIDIN-I İSLAMIYYENIN AHVALINE VE MÜSLÜMANLIĞIN Mısır’a varınca yirminci asrın medeniyetinde vapurumuza karantina ta’yin ettiler. Vapurda öğrendik ki İskenderiye’de büyük nümayişler heyecanlar olmuş. Nihayet ben Mısır’a gitmişidim. Fakat bu defaki Osmanlılık hissi beni duçar-ı hayret etti. Bütün sokaklar feslilerle dolu. Her tarafta bir hareket bir faaliyet. Koca şehir çalkanıyor. Nümayişlerin sebebi de Trablus’tan gelen muzafferiyet haberleri imiş. Mücahidinin parlak muvaffakiyetine dair bir haber gelmiş müslümanlar Osmanlı bayrakları çekmişler sokaklara dökülmüşler. Büyük caddeye gelince polislerden İngiliz polislerinden daha doğrusu İngiliz me’murininde İtalyan polislerinden biri Osmanlı bayrağını tahkīr eder: – Niçin “Yaşasın sultanımız” bağırırsınız? Diye münasebetsiz sözlerle tahkīrlerle mümanaata kadar cesaret eder. Eğer biz biçareler bunu yapsaydık tekmil devletlerin sefirleri gelir bu adamı ipe çekin derlerdi. Orada ise kimse ses çıkarmıyor. Sonra bütün pencerelerden İtalyanlar Rumlar müslümanlara kurşun sıkmaya başlamışlar. Gördünüz mü Avrupa medenilerini! Onlar her ne yapsalar medeniyet oluyor. Biz ise küçük bir yolsuzlukta bulunsak kıyametler kopuyor. La havle ve la kuvvete illa bi’llah. Nedir bu hal? Ne ise orada çok kalmadık. İki üç saat sonra Kahire’ye gittik. Yolda vagonda müslümanlar gideceğimiz yeri biliyorlarmış gibi bize büyük bir nazar-ı teveccüh ve muhabbet atf ediyorlardı. Kimisi elimizi öpüyor kimisi hizmetimize bakıyordu. Kardeşler biliniz ki kalblerimizde bu la-yezal merbutiyeti husule getiren ancak İslamiyet’tir. Onun için daima sağlam müslüman olmaya çalışmalıyız. Mısır’da kardeşlerimiz umumiyetle bizim bu halimize iştirak ettiler. Fakat her millette olduğu gibi içimizde fenalar da yok değildir. Onları da kendimiz söyleyelim ki fenalıklarından sakınabilelim. Böyle şeyleri ibret kulağıyla dinlemek lazımdır. Bu cümleden olarak Ezher ulemasından ! ve Nakşibendi meşayihinden ! bir adam gördük ki İtalya fikrine hizmet ediyor hem o suretle ki cami’-i şerif içerisinde İtalyanların lehine propaganda yapıyor. Bu hal-i esef-iştimali gözümüzle gördük kulağımızla işittik. Bu herifler layık oldukları itab ve hakareti oradaki sadık kardeşlerimizden aldıklarında ve alacaklarında şübhe yok ya. Maamafih bu mel’unlar el-an mel’anetlerinden de geri kalmıyorlar. Her millette mahdud olarak bulunan bu yüz karalarından sarf-ı nazar umumiyetle Mısırlıların bize karşı olan hissiyat-ı diniyye ve Osmaniyyeleri o kadar galeyanda idi ki nerede Türk’e benzer bir adam görseler onu cihada gider farzıyla hemen kucaklayıp öpmek isterlerdi. Maamafih Mısır hükumeti de bu biçarelere elinden geldiği kadar mümanaattan geri durmuyordu. Türlü türlü vesileler icad eder iftiralar tasni’ eder yoldan çevirmenin çaresini bulurdu. Meşahir-i ulemadan Hoca Tevfik Efendi’yi bile yolundan alıkomuşlardı. Her tarafta sıkı tahkīkatlar bi-nihaye sualler. Maa-haza olmuyor. Her mümanaata rağmen yoluna devamda bir zevk hissediyor. Benim yanımda gençlerden iki efendi de vardı. Onlar da benim gibi azminde sabit; birisi Osman Cudi Efendi diğeri de Sıratımüstakīm - Sebilürreşad sahibi Eşref Bey’in yeğeni Nazmi Bey. Biz üç kişi yol aramaya kalkıştık. Muhtelif yollar mevcud. Bir yol var ki oradan yirmi günde gidilir. Fakat biz o yoldan gitmedik. Uzak da olsa sağlam emin bir yol aradık. Rehberlerimiz bize bir yol gösterdiler. Verdan İstasyonu’ndan sonra Sahra-yı Kebir sonra Siva sonra da Cağbub tarikiyle Derne. Bu yoldan - günde Derne’ye gidiliyormuş. Uzak olmakla beraber emin olduğu cihetle biz bu yolu tercih ettik. Develer hazırlandı. Bir buçuk saatlik yere trenle gittik. Trende rast geldiğimize gittiğimiz yeri söylemiyorduk. Fakat bilmem neden anlamışlardı. Halbuki biz elbiselerimizi Mısır’da tebdil etmiş Arab elbiseleri giymiştik. Böyle iken bütün yanımızdakiler tarafından bize karşı fevkalade bir ihtiram ve teveccüh gösteriliyordu. Verdan’a burası Mısır reis-i nuzzarını öldüren meşhur vatanperver İbrahim Verdani’nin memleketidir ta’zim ve ihtiramla hizmetimize şitab etti. Her neyimiz varsa alıp birer birer dışarıya taşıdı. Yanındaki adamlara da şöyle yapın böyle yapın diye bir takım tenbihatta bulundu. Asıl gurbetin ibtidası buradan başladı. Bundan sonra tarik-i mücahedeye girdik. Önümüzde geniş bir sahra git git nihayeti yok. Günlerce gideriz artık tahammülümüz tükeniyor. – Deveci diyoruz daha mı? – Geldik ya şeyh diyor daha bir hafta kaldı. Yine gideriz gideriz birçok tulu’lar gurublar seyr ederiz. Artık geldik zannederiz. Yine sorunca anlarız ki daha beş gün var imiş. Böyle günlerce haftalarca kum sahralarında seyahat ettik. Öyle ıssız yerler ki ne insan görülür ne hayvan ne nebat. Bi-nihaye kum dalgaları. Bir aya yakın zaman rast geldik. Nihayet Verdan’dan hareketimizden yirmi dört gün sonra “Kara” dedikleri bir şehre geldik. Bu şehir gayet istiğrabımızı mucib oldu. Şehir denilen bu yer gayet tuhaf bir şey. Sanki bir vapur. Tıbkı bizim Volga Nehri’nde işleyen yandan çarhlı vapurlar şeklinde. Oraya doğru yürüdük. Bir de baktık ki yan kamarasından pencerelerden bir takım adamlar bakıyorlar. Biraz daha yürüdük kapılarda gayet muntazam zincirler. İçeri girince vapur teşkilatı gibi iki taraftan yolları var makine yerinde cami’. Ben hiç böyle şehir görmedim ve işitmedim. Zaten neden işiteceğim müslümanlar seyahati sevmezler Allah’ın emr ettiği şeyleri yapmazlar ki. Çok istiğrabımızı mucib oldu. Tamam kırk hane var. Minaresi tam kapudan yerinde. gün zarfında şehir namına burasını gördük. Bu kadar zaman kumlar içinde yuvarlanan bizler için bu şehrin ne kadar kıymeti vardı. Ba-husus ki sekiz günden beri susuz kalmıştık. Bir müddet su namına çamur yahud boza içtik bir müddet de ma’den gibi tuzlu sudan başka bir şey bulamadık. Nihayet birçok günler onsuz da kaldık. Bu şehri de geçtikten sonra Siva’ya geldik. Artık buraya geldiğimizi nasıl anlatayım. O derece memnun olduk ki ta’rif olunmaz. Bunun beş altı bin ahalisi var imiş. Bu da Kara şehrinin ikincisi. Şu kadar ki o bir vapur ise bu da birkaç vapur. Bu tarafta eskiden beri büyük kum yığınları olur bir rüzgar gelir ortalığı siler süpürür dağlar teşkil eder. Burası da öyle kumların terakümüyle tahaccür ederek bir şehir olmuş. Siva’ya geleceğimiz gün idi. Daha ne kadar kaldığını deveciye sorduk. – Geldik artık dedi biraz daha kaldı. Bu biraz dediği altı saat sürdü. Bu altı saati de yayan yürüdük. Fevkalade yorulmuştuk. Nihayet gün sonra Siva’ya muvasalat ettik. Şehre yaklaşınca bir iki adam geldi elimizi öptüler fevkal-ade ta’zimat ve tekrimatta bulundular. Zaten her tarafta müslümanlar ulemaya pek ziyade hürmet ederler. Lakin bunların hürmeti pek fevkalade idi. Elimizi öpünce yanımızdan çekilip gittiler. Beş dakīka geçer geçmez önünde birkaç merkeb biri geldi. Buyurun dedi. Ömrümde merkebe binmemişim düşündüm taşındım bir türlü karar veremedim. Adamcağız beni böyle mütereddid görünce yere uzandı “arkama bas da bin” dedi hayret ettim bu kadar memleket gezdim misafirperverliğin bu derecesini hiçbir yerde görmedim. Bu hal pek hayretimi mucib oldu. Onun üzerine: – Siz zahmet etmeyin ben binebilirim. Diyerek merkebi aldım bindim. Bizi “Zaviye” dedikleri bir tekkeye götürdüler. Afrika’nın her tarafında Senusilerin tekkeleri zaviyeleri var. Senusi meşayihi bütün Afrika Arabistanı’nı lere tesadüf edersiniz. Her zaviyenin bir şeyhi yani büyük Senusi tarafından bir vekili var bu zat min cihetin Tarikat-ı Senusiyye’nin şeyhi ve vekili min cihetin o organizasyonun umur-ı idaresine bakan bir adamı yahud tahsildarıdır. Bütün Mısır ülkesinde ne kadar Arab bedeviler varsa hepsi Senusi’dir. Zaviyelerdeki meşayih bütün vergileri Senusilik namına toplar. Bedeviler İngilizlere vergi vermiyor. Fakat Senusi meşayihine en fakiri en aşağı bir buçuk İngiliz lirasını hüsn-i rızasıyla veriyor. Bizim hükumet-i Osmaniyye orada tahsilat için dipçik kullanırmış. Halbuki İngilizlerin idaresinde olan bir mahalde bir Senusi şeyhi yerinde oturduğu halde herkes hüsn-i rızasıyla vereceğini getirir verir. Bu derece Biz Siva’ya geldiğimiz zaman Senusi meşayihinden Şeyh Muhammed Zevi hazretlerinin zaviyelerine geldik. Bizi gayet büyük ta’zimlerle istikbal ettiler. Bunu görünce rahatımız iyidir dedik i’tibarı kazandık zannettik. Biraz sonra meşayih kendi ihvanıyla birlikte ziyarete gelmeye başladılar. Ellerimizi öpünce bayağı bir adam imişiz fikrine zahib olduk. Kendimize hüsn-i zan etmişiz. Meğer bu ziyaretler bizi istintak Beş on kişi toplanınca bizim anlayamadığımız bir lisanla konuşmaya başladılar. Bunlar beş bin kişi kadar tahmin olunuyor. Bunların kendilerine mahsus bir lisanları var o lisanı diğer Arablar da anlamaz. Vakıa ne konuştuklarını anlamıyoruz. Fakat bize aid bir şey konuştukları simalarından nazarlarından belli oluyordu. O günü mes’elenin farkına varamadık lakin ertesi günü bizim İslam olup olmadığımızdan bahsettiklerini anladık. Zira burası Trablus hududunun him ve nazik bir mahal addediliyor. Çünkü burası Tarikat-i Senusiyye’nin en mukaddes bir merkezi sayılan Cağbub’un kapısıdır. Oraya giden adam mutlaka müslüman olacaktır. Yalnız İslam olmak da kafi değil her ne suretle olursa olsun İslamiyet’e hizmet edecek kadar bir iktidara da malik olacak. Binaenaleyh biz evvela müslüman olduğumuzu anlatmaya mecbur olduk. Bu da büyük bir mes’ele oldu. Bunun için tam bir hafta uğraştık. Nihayet ben kendi Müslümanlığımı bir şakirdi de olabilir a. Bu suretle iki kişiyi müslüman yapıyorlar. Fakat üçüncüsüne gelince bir türlü bunu te’vil edemiyorlar. Nihayet iş keşif mes’elesine geldi herife dedim: Hazır ol Müslümanlığını isbat edeceksin! Fakat bununla da kani’ olmadılar. O müslümandan başkasında da olabilir dediler. Başa çıkamayacağımızı anladık. Başka bir tedbire müracaata mecbur olduk. Biz bu tahkīkat ile meşgūl iken Mısır’la muhabere olmuş: Böyle böyle üç adam geldi bunların hüviyeti hakkında ma’lumatınız var mı? demişler. Yok cevabı gelmiş ve “çevirin” demişler. Az kalsın çevireceklerdi. Fil-hakīka –ya rızaen ya cebren– çevirileceğimize kanaat-i tamme hasıl etmiştik. Bunun üzerine bir çaresine bakalım dedik. Kendi kendimize el altından bedevilerle görüşüp kaçıracak adam aradık. Bin meşakkatten sonra nihayet bulduk. Pazarlığı yaptık. Bir gün alelacele Siva’dan çıkıp “Aynü’l-bakar” dedikleri bir yere geldik. Akşam üstü hecinli askerler geldi bizi istintak ettiler. Bir şey söylemeden gittiler. O vakte kadar biz hareket edecektik. Fakat devecilerimiz vaktinde gelemedi. O bulunduğumuz mahal de pis bir yer. Hükumetin sıkıştırmak bulmak Ertesi günü sabahleyin develer geldi bindik Mısır’a doğru yol tutarak bir manevra yaptık. Akşama kadar Mısır’a doğru yürüdük. Gece biraz istirahatten sonra yola düzüldük. Bir gün gittik ikinci günü gitmekte iken gayet uzaktan duman gibi iki hecin gözüktü. Bunlar mutlaka bizi ta’kībe çıkmışlardır diye bir dağ bir kum yığını arkasına gizlendik. Akşama kadar orada kaldık. Karanlık olunca yine yola revan olduk. Bütün gece gidersek ancak Osmanlı hududunu geçeceğiz. Filhakīka bütün gece gittik. Sabahleyin baktık ki Osmanlı hududuna geçmişiz. Biraz gittikten sonra yine uzaktan hecinli askerler gözüktü. Doludizgin develeri sürdük. Biz üç arkadaş bir de deveci dört deve üzerindeyiz. Bir deveci de yayan geliyor. Öyle gidiyoruz ki develer bütün yürüyüşüyle yol alıyorlar. O yayan gelen bedevi de öyle koşuyor ki bir adam ancak o kadar koşabilir. Saat sekize kadar böyle seri’ bir yürüyüşle gittik. Fakat bizi ta’kīb edenler de epey yaklaştılar. Baktık ki kaçmakla kurtulmanın çaresi yok bari kibarca teslim olalım dedik. Bakalım bu heriflerin derdleri nedir anlayalım. Pek ileri giderlerse biz beş adamız yanımıza alırız biraz konuştuktan sonra ben size göz ederim kıskıvrak onları bağlarız develerini alırız. Olur biter… Fakat deveci beni korkuttu. Yanımıza gelseler iyi amma gelmezler dedi. Karşıdan kurşun atarlar hepimizi öldürürler. – Bunu size yaparlarsa da bize yapamazlar dedim. Yarım saat sonra yetiştiler. Tam devecinin ta’rif ettiği gibi karşıdan nişan aldılar. Ben göğsümü açarak üzerlerine yürüdüm. Öyle kemal-i ciddiyetle: – Kimi istersiniz maksadınız nedir? Adam öldürmeye çıkmışsanız işte vurunuz… Deyince birden bire dona kaldılar silahlarını indirdiler. Ben de yürüdüm. Herifler gevşedi. Yanına gittim. Ne kadar olmasa arada İslamiyet de var. Ne yapsın herifler emir kulu gelmişler. Fakat benim muameleme karşı utandılar. Ne ise anlaştık. Herifleri def’ ettik. Kendimizi de ta’kībattan kurtardık. Ferah ferah yola düzüldük. Nihayet iki gün sonra Sellum mıntıkasına geldik. Askerimizin ilk noktasını burada bulduk. Burada vaktiyle yapılmış kışlalar var imiş. Zaten işitmiştik. Buranın Osmanlı mülkü olduğuna kanaat getirmiştik. Derken Neca’’a karye köy demek geldik. O vakte kadar öyle köye rast gelmemiştik. Sellum kışlası yakın ta’rif ettiler. – Fakat dediler kasra gideceğiniz zaman orada İngiliz askerleri var sakın onlara uğramayın. Onları sağınızda bırakın. Siz sola gidin. Ta’rif dairesinde giderken önümüze dört çadır çıktı. Birdenbire çadır olduğunu anlayamadık. Kışla zannettik. Çadır olduğunu anlayınca: Vah yakayı eleverdik. Haydi develeri sola doğru sürelim dedik. Fakat develer de yorulmuş. Her gün on dört saat yol yürüdüler. Hiçbir şey de yememişler. Çadırdakiler bizi gördüler artık kaçmak da olamaz. Çevirdik develerin başını yürüdük. Çadıra yaklaştık. Şaşırmışız artık. Önümüzdeki adamları görmemişiz. Derken Nazmi dikkat etmiş: – Vallahi Hoca Efendi dedi bunların elindeki tüfek bizim tüfeklerimiz. Hakīkaten baktım bizim asker. Gülerek selamün aleyküm dedi. Aleyküm selam dedik. Kemal-i iştiyak ve samimiyetle kucaklaştık. Öyle bir hal ki lisan ile kalem ile ta’rifi mümkün değil. Biçare nefer en yakın kardeşleri gelmiş gibi sevindi. Biz de nihayetsiz derecede memnun olduk. Çadırlar pek merakımızı mucib oldu. Sabırsızlık gösteriyoruz ne olduğunu biran evvel anlamak istiyoruz. Bizde böyle çadırlar olmasına kalbim inanamıyor. Dışı bembeyaz tertemiz. İçi ipekli işlemeli dayanamadım sordum: – Bu beyaz çadırlar nedir? – Elhamdü lillah oldu dedi. Ne ise biraz anlaştıktan sonra kışlayı sordum. Sıkıla mıkıla anlattılar: O gün Sellum’u tahliye etmişler çadıra çekilmişler. doğru çekiliniz! diye. Zabit gayet kahraman bir çocuk. İsmetullah Efendi. Gözyaşlarıyla bize söylemeye başladı. Fırsattan bil-istifade İngilizler burasını istemişler tabiidir ki teslim olunmasını hal icab etmiş. Fakat İsmet Efendi öyle bir çocuk ki sanki büyük bir siyasi. Bana öyle göründü. Yapmış olduğu muameleyi söyledi. Hakīkaten şayan-ı takdir. Her ne kadar rütbesi mülazım ise de hakīkat-i halde binbaşılık bile az. Telgrafa bakmış. Tahliye edip çekilin diyor. Fakat İngilizlere teslim edin cümlesi yok. Kışlanın kapısını kilidler; erzakı eşyayı orada bırakır kendi de garba doğru çekilir. Vakıa neticede olacağı yine o. Fakat burası Mısır’a yazacak Mısır da Londra’ya haber verecek sonra Londra’dan sefire ta’limat gelecek sefir Babıali’ye gidecek ondan sonra tekrar emir gelecek. Yani vakit kazanmak. Bu suretle Sellum mes’elesi ancak iki ayda hallolunabildi. Sellum’daki askerimiz on beş yirmi kişiden ibaret. Bunun da altısı hasta on üçü sağlam. Bir de mülazım var. Maamafih orada askerin pek lüzumu da yok. Düşman oraya pek o kadar saldıramaz fikrinde bulunmuşlar. Bununla beraber kışlası gayet sağlam. Hatta İstanbul’daki Selimiye Kışlası’ndan daha sağlam imiş. O derece ki iki tabur askere meti su ile kaim. Bu kışlayı bir aralık İtalyanlar topa tutmuşlar elli bir gülle atmışlar. Bir tanesi yalnız kapıya isabet ederek biraz rahnedar etmiş. Koca Selimiye Kışlası’nı tutturamayan bir herif bilmem insana nasıl isabet ettirir?.. Ne ise İsmet Efendi’den ilerisi hakkında ma’lumat almak yor bir taraftan gönüllüler geliyor. Maamafih arkasından koşarak vakit buldukça ahvali soruyoruz. Gideceğimiz yolların ahvalini anlamak istiyoruz. O gün konuşmaya vakit olmadı. Çünkü telgraf hattını nakl ediyordu. Hakīkaten pek meşgūl lunacağım dedi. Biz de maa’l-memnuniyye dinleyeceğimizi beyan ettik. Cebinden bir telgraf çıkardı adeta bir deste kağıd uzun bir telgraf Tobruk’tan almış. Aynıyla istinsah etmiştim suretini evde unutmuşum. Mazmunu şundan ibaret: Tobruk’tan düşman üzerine mücahidin-i İslamiyyeden kişi hücum etmiş. Düşmanın kuvveti ise iki tabur piyade dört mitralyöz iki taraftan istihkamlarda toplar arkada denizden de on dört gemi ateş ediyor. Bu kadar ateşe karşı mücahid bir de Şeyh Müberri’nin on sekiz yaşında kızı hücum ediyor. Kemal-i muvaffakiyetle düşmana yedi yüze karib telefat verdirerek mitralyözleri tahrib ederler birini de omuzlayarak külliyetli ganimetle avdet ederler. Bunun tafsilatını tebşir etti. O derece memnun oldum ki dünyada bu kadar memnuniyet tasavvur edemem. Tekrar ederim müslüman kardeşlerim zabitan kardeşlerimin aklı bunu kesdiremez zira onlar fen erbabındandır. Ortada mitralyözler piyadeler yanda istihkamlar arkada filo; dakīkada binlerce kurşun gülle yağar bütün bu ateşler arasında mücahid ilerliyor hücum ediyor bu büyük kuvveti darmadağın ettikten topları susdurduktan sonra mitralyözleri ve alayını mahv ederek mitralyözlerin birini de omuzlayarak ordugaha getirirler. Akıl fen bunu kabul edemez. Bu harikadan başka bir şey değildir. Müslüman kardeşlerim dünyada en büyük kuvvet kuvvet-i imandır. Kudret-i Sübhaniyye’nin karşısında hiçbir şey duramaz. Sonra gidip kendi gözümüzle bütün bu harikaları an’anatıyla gördük. İşte müslümanların hiçbir şeyi yok. Zaten ne lüzumu var ne lazımsa onlardan alıyoruz. Mavzer lazım oldu aldık. Mitralyöz lazım oldu aldık. Bir muharebede üç yüz mavzer getirdiler işte birisi de buradadır. Bu çadır da onlarındır. Bunları getirmekten maksadım yalnız laf değil bil-fiil işler görüldüğünü ve görülmekte olduğunu göstermektir. Tabiidir ki bu işleri görenler bizim zabitlerimizin taht-ı bede hücum edenlerin en büyüğü Şeyh Müberri hazretleri dikten düşmanın zabitlerini öldürdükten sonra şehid oldu. Bütün o muharebede verilen şühedamız altı nefer idi yedi değil. İşte hücum eden mücahidin ; şühedamız düşman Fakat bu telefatı burada gazetelerde dört yüz okumuşsunuzdur. Zira oradaki kumandanlar düşmanın hakīkī telefatını bildirseler belki inanan olmayacak. Çünkü bizim şühedamızla kıyas kabul edecek derecede değil. Onun için hiç olmazsa onların telefatının bir kısmını beyan edelim dediler. Bu öyle bir cihad ki şeker gibi. Böyle düşman olduktan sonra muharebenin devamı bizce menfaatlidir. Zira ne lümanlar silahlanıyor neşve-i muzafferiyetle bütün Afrika çalkanıyor uyanıyor. Yalnız onunla kalmıyor kıtaat-ı sairedeki müslümanlar da bundan intibah ediyor. Arablar için bu muharebe değil düğün. Kızlar müzeyyen elbiselerini giyerler şiirler söyleyerek meydan-ı harbe giderler. Şiirleri ale’l-ekser şu mealdedir: – Miskin İtalyanlar! Harb sahneleri size yakışmaz. Bu gaza meydanları şan ve şeref sahibi milletler içindir. Sefahetle çürümüş denaetle bulaşmış sinelerde yetişen alçak İtalyanlar! Geliniz geliniz karşımıza çıkınız! Namus ve şerefiyle yaşamış büyük bir milletin şanlı evladlarını görünüz vaktiyle size verdiğimiz dersler yetişmemiş. Ders almak için gelmişsizin. Öyle ise esirgemeyiz. Elinize yakışmayan o silahları bırakınız. Bu şanlı mücahidler size isti’malini öğretsinler… Yürüyün ey evlad-ı Arab! Mübarek topraklarımızı vücudlarıyla telvis eden bu piçlerden vatanımızı temizleyelim. Valideleriniz bugün için sizi doğurdu bugün için büyüttü. Yürüyün ey nusret-i ilahiyye ile mev’ud İslam mücahidleri! Babalarınız bu meydanlarda şehadet kazandı. Milletimiz bu sayede şeref buldu. Kelimetullahı i’la için Allah size hitab ediyor. Ey dinin büyük muhafızları! Daima böyle kasidelerle şiirlerle mücahidlerin önünde dolaşırlar. Düşeni kaldırırlar mücahidine su verirler. Pek büyük Ya Enver Paşa hakkında bülega-yı Arabın tertib ettikleri kasideler şayan-ı hayrettir. Hemen her gün kasideler geliyor. Enver Paşa diyorum. Belki bazılarınızın istiğrabını mucib olur çünkü burada Enver Bey diyorlar. Bu paşalık nereden? Evet bu paşalık ünvanını o muhterem zata Arablar vermişlerdir. Yaşasın kadir-şinas millet ve hakīkaten paşalığa layıktır. Zira Arabların en mütehayyir en füturlu bir zamanında Hızır gibi yetişti. O sırada bunun ve Fethi’nin yetişmeleri bir harika millet için büyük bir muvaffakiyettir. Çünkü herkes ne olduğunu anlayamamış silaha sarılmış fakat başta kimse yok. Me’murlarımızın bazıları memleketi büsbütün teslime karar vermiş. Halbuki Roma’ya kadar esir gittik diyorlar. Fakat teslim ederek gitmişler. Hamiyetlerine doymasınlar. İtalyanlar Bingazi’yi almışlar Derne’ye girmişler. Arablar ne yapacağını şaşırmış İtalyanlarla çarpışıyorlar. Başta bir nazım-ı harekat yok. Böyle müdhiş bir zamanda Enver Hızır gibi karşılarında peyda oluyor. Ne için geldiğini onlara anlatmaya muvaffak oluyor. Çünkü Arablara kendini anlatmak da bir derttir. Ben bayağı ulema zümresinden olduğum halde müslüman olduğumu anlatmak lığını anlattıktan sonra kumandayı ele almış. Enver için en büyük bir mazhariyettir bu. Bunda hiç şübhe etmemeli ki bu zat Cenab-ı Hakk’ın bu millete bir ihsanı bir mevhibe-i Arab gayet akıl çok düşünür zeki bir millettir. Her vakit zekalarına hayret ile bakıyorduk. Muharebedeki hud’aları şayan-ı hayrettir. Bu da fart-ı zekalarından ileri gelir. Böyle zeki bir millet kolay kolay kanar mı? Ne söylersen söyle ağızdan çıkan söze inanmazlar. Mutlaka fiiliyat gösterilmek lazım. Böyle iken birkaç saat zarfında onu ikna’ etmek kendine herkesin karı değildir. Tamam kırk gün Enver’in yanında oturdum. Arab lisanını mükemmel bildiğim halde kırk gün yük bir muvaffakiyet büyük bir fazilettir. Hızır gibi herkesten evvel yetişmiş en büyük vazifeyi o görmüş yoktan bir ordu teşkil ederek düşmana yürümüş büyük ve şanlı milletimizin namus ve şerefini bütün cihana tanıtmış milyonlarca Arab kalbinde paşalık ünvanını almıştır. Her ne kadar bazı adamlar –yine zabitanımız içerisinde– Enver’in aleyhinde bulunurlarsa da pek büyük haksızlık ediyorlar. Her millette olduğu gibi tabii böyle adamlar bizde de bulunur. Fakat bunlar kendilerinin ne kabil mahiyette olduklarını ortaya koymuş olmaktan başka bir şey kazanamazlar. Bu hususta söylemek istediğim bazı şeyler var diğer bir konferansa terk ediyorum. Sellum mes’elesini İsmet Bey’den güzelce anladık. Trablus vilayeti hududu Sellum’dan daha şark tarafa kadar imtidad edermiş. Fakat tama’kar İngilizler fırsattan bil-istifade Sellum Limanı’nı ve Kışlası’nı elde edelim demişler. Hududların muhtelefün-fih kalması muvafık değildir mes’elenin halli lazımdır diye bu mes’eleyi ortaya çıkarmışlar; ve bize demişler ki: Sellum’u vermezseniz postanızı Mısır’dan bırakmayız. Zaten İngilizlerin siyaseti ma’lum: Her kiminle muharebe ettiysek fırsattan bil-istifade bizden bir şey koparmağa çalışmış ve muvaffak olmuşlar şimdi de biliyorlar ki neticede İtalya mağlub olacak. Hiç olmazsa şimdiden bir şey kapalım demişler. Bunun üzerine bizim tarafdan da çar na-çar şimdilik hududlar teayyün edinceye kadar Sellum’un tahliyesine muvafakat gösterilmiş ne yapsın başka çare yok ki. İki devlete birden i’lan-ı harb edecek kadar budala değiliz ya. Bunun üzerine İngilizler orasını taht-ı işgale almışlar. Şu kadar ki hudud zayi’ olmasın diye İsmet Efendi orada duruyor. Yine inşaallah istirdad olunacak olunmasa bile Trablus bizim lehimize hallolununca bizim için şimdiki halde pek o kadar kıymetli bir mevki’ değil. Trablus mes’elesi gittikçe Afrika’da en büyük bir mes’ele oluyor. Mıntıkası Trablus olmakla beraber sağı solu da harekete geldi sarsıldı. Arz ettiğim gibi ihvan-ı Senusiyyenin tutmuş olduğu meslek ve yola biz de rehber olabilirsek İslam Afrika’nın istikbali pek parlaktır. Biraz da meşayih-i Senusiyyenin ahvalini anlatmak icab eder. Bu tarikat-i aliyyenin ilk müessisi Muhammed bin Ali hazretleri olup senesinde Müsteganem nam mevki’de dünyaya gelmiştir. Asrımızın en büyük bir müslümanıdır. Bu Muhammed bin Ali hazretleri ulum-ı diniyyeyi Fas’ta tahsil etmiş. Tarikattan Derkaviyye tarikatına süluk ederek ilm-i ahlak ve tasavvufu orada tahsil etmiş. Fas’tan sonra Hicaz’a gitmiş. Asıl Senusilik esasını Mekke-i Mükerreme’de kurmuş. Orada hayli Senusi zaviyesi te’sisine muvaffak olmuş. Sonra Yemen’e gitmiş. Mekke-i Mükerreme’de ulum-ı Arabiyye ve diniyyenin usul-i cedid üzere ta’lim olunması hakkında pek çok efkar beyan etmiş. Tedrisat-ı hazırayı daima tenkīd edermiş: Mekke’deki ulema töhmet ederek bunu oradan kaçırmışlar. İskenderiye’ye avdeti esnasında Hidiv Abbas-ı Evvel zamanı imiş Abbas çok iltifat etmiş. Fakat bu Abbas’a bir muhabbet bağlayamamış. Sonra Cağbub’a gelmiş. Meşayih-i Senusiyyenin ikincisi Muhammed el-Mehdi hazretleridir ki Ali’nin oğludur. Asıl Senusilik organizasyonunu vücuda getiren bu fikri ilerleten bu zat-ı şeriftir. Bu zat gayet mahir olmakla beraber büyük bir siyasidir. Senusilik esasını kurduğu zaman ki ’tür daha o vakit yani bundan altmış sene mukaddem İtalyanların Afrika’da tutmuş oldukları siyaseti tamamiyle keşf etmiştir. Daha o zaman yazmıştır. Bu zatın te’lifatından birkaç eser vardır ki isimlerini söyleyeyim: Birisi; el-Vesnan fi’l-Amel bi-Sünneti’l-Kur’an Bu kitapta kuvvete temessük etmenin İslamlara vacib olduğunu ve müslümanlar Kur’an ile amel ederlerse bütün küre-i arzda mevcudiyetlerini isbat edebileceklerini yazmış. nu göremedim. Sonra; eş-Şümusü’ş-Şarıka fi Meşayihi’l-Meşarıka ve’lMe­ ğaribe namında bir eser-i alileri daha vardır ki en mühim eseri budur. Bütün ta’limat bu eserde yazılıdır. Bu eserde bizim ulemanın usul-i tedrisi de tenkīd olunmuştur. Şimdiye kadar hal-i atalette kalmalarına ulemanın nasıl sebeb olduğunu ulemanın millete nasıl rehber olabileceğini izah etmiştir. Sonra İtalya’nın Afrika’ya geleceğini ve yapıp yapamayacağı şeyleri tamamiyle söylüyor. Güya bir keramet. Keramet demeyelim de gayet büyük bir diplomat diyelim. Çünkü diplomatlık keşf-i istikbal ise bu zat bi-hakkın ilerisini görebilmiştir. Bismark sene mukaddem demişti ki: “Rusların mezarı aksa-yı şarkta İngilizlerin ise Afrika’dadır.” Bismark bunu görebildiyse bir Senusi şeyhi de görebilir. Rusların mezarını gördük. İngilizlerin hayatı ise müslümanlar hakkında ta’kīb edecekleri politikaya bağlıdır. Şeyh Muhammed hazretlerinin vukūf-ı siyasisi pek mükemmeldir. Hatta bunun için Arablar kendisine Mehdi ta’bir ederler. Şimdiki şeyhin ammidir. Asıl Senusilik büyük organizasyonunu o yapmıştır. On sene mukaddem vefat etmiştir. Cağbub’da medfundur. Bütün Senusilere ta’lim edermiş ki: En büyük düşmanımız İtalya’dır. Onlara galib gelebilirsek Afrika’da İslamiyet pek ziyade terakkī ve teali edecektir. metle radıyallahu anhü diye yad olunur. Bugün Afrika müslümanlarının yüzde yirmisini okur-yazar bir hale getirmiş. Yirmi otuz sene mukaddem bir mektup yazmak için üç dört gün yol gider adam ararlar imiş. Bundan başka birçok ağaç yetiştirtmiş. Afrika’nın bütün Senusilik olan mahallerinde eşcar-ı müsmire vücuda gelmiştir. Bu zat-ı muhterem dermiş ki: “Siz ey müslümanlar dünyada bir şecere dikerseniz bunun mukabilinde Cenab-ı Allah en dehşetli hesab günlerinde sizin için yüz şecere ihsan edecek onların gölgesinde mes’ud ve kamkar olacaksınız…” Ziraat için nebatat Bizim Devlet-i Osmaniyye idaresindeki Arablar Afrika’nın en zenginleridir. Buradaki Arabların en fakirinin on beş yirmi devesi elli altmış koyunu var. İki yüz koyunu olan bile Arablar nazarında fakir sınıfından ma’duddur. Zenginleri üç yüz beş yüz deveye sekiz on bin koyuna maliktir. Bizim memleketlerde sahraya çıkılırsa hayvanat hergeleleri görülür bunlarda ise develer. Hatta Sellum’dan sonra Derne’ye kadar ki on dört gün kadar tutuyor hep develerle doludur. Mer’alarda boş yer bulunmuyor. Halbuki biz Afrika’yı en fakīr bir yer zannederiz. Hala biz onlara müslüman olduğumuzu bildirememişiz. Hatta bugün Arab mücahidler ordugahında bize karşı alenen söylüyorlar: “Biz sizin müslüman olduğunuzu Müslümanlığı müdafaa için canlarınızı feda edecek kadar müslüman olduğunuzu bilseydik çoktan sizinle birleşir Afrika’da pek büyük işler görürdük. Şimdi bugün belayı def’ edelim sonra inşaallah biz kendi hesabımızı kardeş gibi görürüz…” Senusi hazretleri bunları pek çok terbiye etmiş. Filhakīka bazı cahilane kusurları varsa da pek yüksek terbiye olunmuş bir millettir. Bugün kabail kavgaları mevcud iken kan da’vaları var rerek kucaklaşmışlar meydan-ı cihada şitab etmişlerdir. Bu mes’ele zail oluncaya kadar bütün Afrika ittihad ve asayiş-i tam içinde kalacaktır. Bugün Osmanlı-İslam Afrika’nın her hangi noktasına Dünyada bundan büyük medeniyet olur mu? Bugün medeniyet yüzde biri yoktur. O medenilerin ! ne mahiyette olduğunu anlamak için o müdhiş kuvve-i zabıtayı beş dakīka çekiniz yapılacak vahşetleri görürsünüz. Fakat bugün İslam Afrika’da emniyeti te’sis eden sırf fazilet-i ahlakiyyedir. Avrupalıların kanun-ı asayişi kurşun gülle bizim kanunumuz ise ahlak imandır. İşte Müslümanlığın ulviyetine müslümanların necabet-i ahlakiyyesine bundan büyük delil delil-i maddi olamaz. Bu muharebe alem-i İslam ile Avrupa arasındaki farkı anlamak için büyük bir vesiledir. O kaçmamak için topa bağlanır bu bütün ailesiyle birlikte cihada koşar. O meydan-ı harbde canını cananını düşünür bu ise dini vatanı düşmanı meydan-ı mübarezeye da’vet eder… Bunu bütün cihan bütün cihan-ı insaniyet görsün. Din ve millet yolunda bu kadar ittihad bu kadar fedakarlık ancak müslümanlarda olabilir. İşte bu muvaffakiyetler hep bu sayede husule gelmektedir. Bir milletin düstur-ı esasisi i’tisam bi-hablillah olursa onun karşısına dağlar duramaz. Peygamber’in en büyük siyaseti burada tecelli etmiştir. Arablar bunu pekala bilirler. Lakin maatteessüf ki koca alem-i İslam içinde yalnız bir Darülhilafe kalmış ki bu hakīkati nazar-ı dikkate almıyor. Onlar o Arab mücahidleri ne büyük adamlar imiş ki dini vatanı tehlikede görünce her şeyi unutmuşlar sarsılmaz ahenin bir kale halinde düşman karşısında bütün azamet ve mehabetiyle şanlı Hilal’i dikmişler. Kendi şeref ve namuslarını muhafaza ettikten başka üç yüz milyon müslümanın da kadr u şerefini i’la etmişler. Hakīkī Müslümanlık budur. olacaktır. Çünkü muharebe nihayetinde Enver Paşa hakem olarak bütün kabail arasındaki kan da’valarını halledecek. Bu muharebe alem-i İslam’ın intibahı için büyük bir vesile oldu. İnşaallah bundan sonra gözlerimizi açarak şeref ve mecd-i kadimimizi ihraz ederiz. Bizim elhamdü lillah daima iftihar etmekte olduğumuz bir şey varsa Müslümanlık’tır. Müslümanların bugünkü haliyle iftihar etmeyen adamlara müslüman nazarıyla bakamam. Müslümanlar filhakīka pek müşkil bir mevki’dedirler. Fakat Cenab-ı Allah’ın fazl ü inayetiyle mes’elenin evveli ne kadar ağır ise neticesi o kadar parlak olacaktır. Evet ibtidası ne kadar muzlim ise nihayeti dünyada hiç vücudu akla gelmeyen parlaklıklar gösterecektir. Ben bunu yerinde gördükten muvazene muhakeme ettikten sonra söylüyorum. Bunu müslüman kardeşlerime tebşir etmeyi kendim için farz derecesinde i’tikad ederim. Bugün düşman tarafından ne kadar hülyalar kurulursa kurulsun yine düşmanın kendi sözüyle kendi fiiliyle bu da’vamı isbat edebilirim. En büyük kumandan Kanva değil mi? Roma’ya gitti ve kendi hükumetine dedi ki: “Biz Trablus’ta hiçbir şey beceremeyeceğiz başka bir çaresine bakınız!” Aciz olmasaydı gidip böyle söyler miydi? Aczleri kendi indlerinde bile sabittir. Bunların daha zelilane acziyetini cereyan-ı ahval tamamiyle gösterecektir. Bugüne kadar nerelerde muharebeye tutuşmuşlarsa mağlub ve makhur olmuşlardır. Muharebe başlayalı beş ayı geçti. Bu beş ay zarfında en aşağı elli defa müsademe oldu. Birinde olsun muvaffakiyet gösteremediler. Alat-ı harbiyye onlarda mükemmel bizde nakıs olmakla beraber. Maamafih şimdi onların sayesinde her şeyimiz tamam oldu. Yalnız Derne muharebesinde onlardan otuz beş bin fişengiyle beraber sekiz yüz mavzer kundağı götürülmüş iki top aldık. Sair yerlerde de bütün asakirin mücahidlerin elbisesi İtalyanlardan iğtinam olunmuş elbiselerdir. İşte bu bir pelerin göstererek İtalyanlardan tan ayağa kadar bunlarla giyinmiştir. Yine göstererek işte bu da kasaturası işte bu da su matarası bu ise çantaları bir kapan göstererek buna da dikkat ediniz; eğer Avrupa medeniyetini anlamak isterseniz yeri kazıp bunu gömüyorlar. Arabları tavşan zannederler. Sanki Arablar gelecek de bunun üzerine basacak ayağı tutulacak esir olacak. Bundan daha ziyade mantıksızlık olamaz. Medeniyet getirmek vahşiler İşte bu da bir kazığın ucuna bağlanmış bir tel göstererek bu da yirminci asrın medeniyeti. İnsan avlıyorlar. Arab buna basacak ayağı kösteklenecek düşecek o da istihkam arkasından çıkıp gelerek Arab’ı tutacak esir edecek. Çok budala kavimler gördüm ama bu derece ahmak şaşkın millet görmedim. Ne ise biz buna da medeniyet namı vereceğiz. Ben bunları umumun istifadesi maksadıyla getirdim. kanaat getirdiniz ya. Bu mavzerle onların tayyarelerine attım. Tabii tayyareye kurşun yetişemez. Fakat şarapnellerine daha bilmem nelerine Arablar fitilli çakmaklı tüfeklerle gider ve herifleri mahv ve perişan ederlerse benim tayyareye mavzer atışım pek istiğrab olunamaz. Alkışlar Fil-hakīka bunlar zahiri bakışta pek tuhaf hallerdir. Nasıl olabilir diye insan hayrete düşer pek çok şeyler var ki insan gözü ile görmeyince inanamaz. Ben daha çok şeyler getiribilirdim. Fakat fazla gördüm. İnşaallah muharebeden sonra askeri müzehanemizi İtalya eslihasıyla dolduracağız. Bizim Osmanlı tarihinin en parlak sahifelerini Trablus Muharebesi teşkil edeceği gibi en yüksek mevki’leri de Enverler Fethiler Edhem paşalar tutacaklardır. Hem yalnız bizim nazarımızda değil bütün Avrupa’nın nazarında bu böyledir. Bu hakīkat fiilen sabittir. Bunların yaptıkları fedakarlık hizmet ta’rif olunamaz. Bu kadar nevakısı olan bir ordu ile bu derecelerde büyüklükler göstermek her yiğitin karı değildir. Bu da min indi’llah bir mazhariyet. Bir muharebede Enver Paşa’nın yanında bulundum. Etrafına beş yüzden ziyade gülle geldiğine inda’llah şehadet ederim. Daha nice yüzlerce gülleler mücahidlere geldi. Şükrü Bey namında bir topçumuz var o söyledi o gün düşmanın attığı güllelerin adedi iki bini mütecaviz imiş. Biz ise seksen gülle attık. Fakat netice ne oldu bilir misiniz? Onların iki bin güllesinden bizim taraftan yalnız bir ester telef oldu. Bir de bir mücahidin yüzü biraz berelendi. Ha biraz da Ömer Naci’nin pantolonu çizildi. O gün şark kolumuzda çok zayiat verdik. Ne kadar bilir misiniz? Tamam on yedi şehid. Bundan bütün ordu matem içinde idi. Sonra tahkīk ettik ki düşmanın telefatı beş yüzü mütecaviz imiş. O bizim tarafta telef olan ester de düşmandan iğtinam olunmuş. Ama öyle ester diye tahkīr olunamaz. Hayvancağız namus ve haysiyet bilirmiş. Orada kalmayı haysiyetine sığdıramadı bizim karargaha geldi. Yarım saat sonra teslim-i ruh etti. O on yedi şehidimiz de şark kolunun ateş içine girmesinden neş’et etti. Yoksa o kadar da zayiatımız olmayacaktı. an’anatıyla izah edeceğim. Söyleyeceklerim pek çok. Her birine de mukaddime yapmak istiyorum. Çünkü mukaddimeleri beyan etmezsem nakıs kalacak. Zira bu gibi vekayi’ tarihlerde görülemez. Tarih böyle harikaları kabul edemez. lır. Fakat ben kendi gözümle gördüm. Söylediklerim hep müşahedatım üzerinedir. Ve sözlerim de hiçbir garaza müstenid değildir. Ben el-hamdü lillah oraya kadar kimsenin teşvikiyle ve yardımıyla gitmedim kendi hesabıma gittim geldim. Daha bazı gidenler var kimisi hükumet tarafından kimisi İttihad tarafından gönderilmiş. Mücahidinin kaffesi gönüllüdür. Hatta binbaşı bir zabit var tezkiresinde kitapçı esnafından yazılı. Diğer biri de kendisini komisyoncu göstermiş. Bazısı seyyah bazısı da tüccar kayd olunmuş. Bu suretle oradaki mücahidinin hemen hepsi gönüllüdür. Maksadları cihad fi sebili’llahdır. Dini vatanı düşmana karşı müdafaadır. Sonra buraya karşı ihtiyacları da o kadar yoktur. Çünkü buradan imdad gönderilmesi pek müşkil ona göre tertibatlarını yapmışlar. Vakıa büsbütün gönderilmez değil her şey gönderilmekte fakat orası buraya güvenemez. Zira her dakīka inkıta’ melhuzdur. Gerek Fransızlar gerek Bunun için mücahidin-i kiram umumiyetle ona göre tertibatta bulunmuşlardır. Bu sebeble Enver Paşa’ya da salahiyet-i vasia verilmiştir. Oradaki efkar-ı umumiyye İtalyanları bir daha oralara ayak bastırmamak şartıyla her taraftan def’ etmektir. Enver Paşa’dan tut en adi bir Arab çocuğuna kadar bütün Afrika müslümanları bu fikirdedir. En küçükleri de bilerek hissederek bu fikre iştirak etmişlerdir. Kadınlara varıncaya kadar herkesin arzusu gayesi budur. Hatta yedi yaşında bir çocuğa buradan giden Tunuslu Şeyh Salih Efendi’nin yanında rast geldim. Çocuk bizden soruyordu: – Efendim Padişahımız topla silah gönderecekti ne vakit gelecek? O gün de Hilal-i Ahmer Cem’iyeti gelmişti. – İşte erzak geldi dedik. Buna karşı yedi yaşındaki çocuğun şu sözüne dikkat ediniz? Dedi ki: – er-Rızku ala’llah… Padişah babamız bize toplar göndersin rızık Allah’tan gelir… Bütün Arablar bize padişah tarafından gelmiş nazarıyla bakarlar. diyorlar. O kadar hürmet ve ta’zim ediyorlar ki nazarlarında en muazzez adamlar biz Türkleriz. Onlar daima bizim bütün nevakısımızı altından iki kurşun yemiş. Bir müddet hastahanede kaldıktan sonra çıkıp Kanunievvel muharebesine iştirak ederek sol ayağından vurulmuş. Yine ayağını sardırarak topal topal diğer bir muharebede ilk saff-ı harbe iştirak etti. İşte bu Arab “ben Hilafet-i muazzamanın namus ve şerefini muhafaza evlad ü ıyalleriyle fi sebili’llah mücahede ediyorlar. Doğrusu be malik olduktan sonra düşman hiçbir zaman bize galebe çalamaz. Buna bütün kalbinizle emin olmalısınız. Muhterem kardeşlerim! İnşaallah an-karib düşman-ı zelil külliyen makhur olacaktır. Bilhassa Derne Tobruk’ta iki aya varmaz denize döküldükleri haberini alacaksınız. Orası sukūt edince Bingazi de tabiatıyla sukūt eder. Bu zamanlar takarrub etti. Yakında inşaallah bu muzafferiyetleri göreceğiz. Elverir ki bu bu kadarla iktifa edelim. Diğer konferanslarımda müslüman kardeşlerime daha birçok hakīkatler arz ederim. Mektubun aslı Arapça olup aynen tercüme edilmiştir: Ya Hazrete’l-üstaz ben zatınıza Japonlar ile münasebatımız an-karib fiilen başlayacağını Zilka’de tarihiyle yazdığım mektupta iş’ar etmiştim. Şimdi size tebşir ederim. Tavsiye etmiş olduğunuz Japonlar bu kere Sempas’a geldiler. Bendehanede misafir oldular bendeniz tavassut ettim Hollanda müstemlekatından bin hektar arazi mübayaasına muvaffak oldular. Tesadüfen gayet ucuz olmağla beraber sahile dahi yakın olduğu cihetle matluba da muvafık oldu. Her ne kadar az ise de bir de İngiliz müstemlekatından bir yer gördüler ümid ederim ki bu da ehven bir fiatla mübayaa olunabilir esasen sizin matlubunuz olan münasebet fiilen başladı demektir. Saniyen Şevval tarihli mektubunuzu dahi aldım. Efkar-ı umumiyye bugün bila-istisna hep Trablusgarb mes’elesiyle meşgūldür. Herkes tamamen kanaat etmiştir ki bu mes’ele alem-i İslam için hayat memat mes’elesidir. Bugünden ve malen Osmanlı mücahidin-i İslam kardeşlerimize iştirak etmişlerdir. Bütün camilerde dualar olunmakta ve ianeler toplanmaktadır. Herkes Osmanlı kardeşlerimizin şecaat ve hamasetlerinden emin olarak her gün her saat muzafferiyet havadisine muntazır olmaktadır. Şunu dahi arz edeyim: Bizim Cava müslümanları umumiyetle Makarr-ı Hilafet’e kalben merbut olduklarından ma­ ada bizzat Hazret-i Halifetü’l-A’zam Mehmed Han-ı Hamis hazretlerine ayrıca hiss-i i’tikadları vardır. İtalyanların harb Kelam-ı Kadim üzerinde halife ismi ile tefe’ül etmişler. Ayet-i kerimesi açılmış bu da bizim Cava müslümanlarında bir i’tikad olmuştur. Singapur’a da mektuplarınızın geldiğini ve orada dahi yazmıştı. Ümid ederiz ki muharebe umum ehl-i İslam ye iştirak etmenizi bizim Borneo ahalisi pek hoş görmediler zira kalem ile mücahedenizi daha enfa’ ve daha muvafık görüyorlar. Arazi mes’elesine aid tafsilatı an-karib yazarım. Japonya’ya talebe göndermek ciheti birkaç defalar müzakere olunduysa da şimdilik bir muvaffakiyet görülmedi. Bi-iznillah o hususta da bezl-i cehd etmek fikrindeyim. Japon eşrafından birinin ihtidası bu arada İngiliz gazetelerinde görülmüş ve gayet büyük te’sir hasıl etmiştir. Demek olur ki mahdumlarınızın semere-i faaliyeti dahi görülmeye başlamıştır. Cenab-ı Hak muvaffak eylesin. Sempas – Birçok seneler Mısır matbuatıyla üm­ met-i İslamiyyenin intibah ve tealisine dair neşriyat ve mücahedede bulunan fazıl-ı şehir Abdülaziz Caviş hazretleri tarafından Darülhilafe’de Müslümanlığın ve Osmanlılığın menafiini müdafaa maksadıyla siyasi iktisadi edebi Türkçe Arapça yevmi bir gazete neşrine başlanmıştır. Refik-ı muhteremimizin devamını temenni eder ve bütün kari’lerimize tavsiye ederiz. Abonesi Memalik-i Osmaniye’de memalik-i ecnebiyede kuruştur. Hazret-i Üstaz el-Hilal ’i neşr etmekteki maksad-ı mübecceli şu cümlelerle neticelendiriyor: “… Biz de tevfik ve ıslah yolunda çalışan mücahidin saflarına iltihak ile bu cerideyi neşre karar verdik. Bu kararı verirken Cenab-ı Hak’dan kendisinin nafi’ hakīkatler müfid mev’izalar ihtiva eden bir sirac-i hakīkat olmasını rica ve niyaz ettik. Bizim Mısır’dan buraya hicretimiz emirden korkarak firar etmek veya burada bir mansıba nail olmak ümidiyle değildir. Biz adaleti ikame hürriyete hürmet hakkı te’yid eden bir kavmin arasına girdik ve girmekle hayatımızı onların hak olmakta devam ettikçe her türlü emellerine var kuvvetimizle teşrik etmeyi vicdanımızla ahd ettik. Evet insan vatanını kolay kolay terk etmez. Edemez. Ve etmemelidir. Fakat hicret-i Nebeviyyeyi icab eden sebebleri nazar-ı mütalaaya alırsak keyfiyet kısmen vuzuh kesb eder. Biz de zulümat-ı şirkten kurtulup nur-ı hürriyyetin lem’a-paş olduğu bir yere ayak basıyoruz. Son zamanlara kadar Avrupa’da alnının teriyle çalışıp da bugün vatanın yüzü güldükçe sevincinden ağlayan fedakar evladları görülmemiş şeylerden değildir. Bugünden i’tibaren Mısır’ı Dersaadet’e rabt ettim. Vatan-ı sağīri terk ediyorum. Fakat alem-i İslam’ın kalbinde bulunuyorum. Eğer ona hayat isale edebilirsek Mısır kendi kendine canlanır ve onun saadetiyle bahtiyar onun felaketiyle giryedar olur… mübarek bir isim ceridesini çıkarıyoruz. İnşaallah pek az bir zaman sonra “bedr-i kamil” haline gelecektir. Tabii isminden anlaşıldığı vechile Osmanlı ve İslam menafiini müdafaa edecektir.” * * * – Nazura muharebesi hakkında Harbiye Nezareti’ne varid olan ma’lumat-ı resmiyyedir: Şubat’ın yirmi yedinci günü sabahı düşmanın üç tabur piyade ve iki cebel bataryasıyla Nazura kurbüne ilerlemesi üzerine asakir-i Osmaniyye kabail ile birlikte hücum ederek üç saat devam eden müsademede düşman istihkamata kadar püskürtülmüş ve arkadan gelen kuvvetle takviye edilmiş düşman yeniden taarruz ve garb tarafındaki kuvvetimizin şarktaki kuvvetimize ilhakına mani’ olmak üzere iki tabur düşman piyade başkaca istihkamattan çıkarak tecavüz etmiş ise de mücahidinin muhacemat-ı diliraneleriyle düşman her taraftan tekrar püskürtülmüş ve müsademe gece saat ikiye kadar devam ederek esna-yı müsademede düşmanın gemileriyle top ve mitralyözlerinden ateş yağdırmasına rağmen gemilere ric’ate mecbur olmuştur. Düşmandan iki bini mütecaviz telefat ve o nisbette yaralı ve mücahidinden ise on altı şehid ve altmış beş mecruh ve askerden bir şehid ve iki mecruh vardır. Külliyetli esliha ve cephane iğtinam edilmiş ve mücahidine su ve cephane yetiştirmek üzere saff-ı harbde ilerleyen urban kadınlarından biri de yaralanmıştır. – Rusya’nın Dersaadet’teki sefirinin geri çağırılması Şark-ı Karib’de atiyen Rusya politikasının sadeleşeceğini gösteriyor. Rusya şarktaki tarz-ı siyasetini daha vazıh ve muayyen bir hale ifrağ etmeyi arzu ediyor. Çarikof devlet-i metbuası nezdinde şahsi bir emniyet ihraz etmiş ve bu ana kadar ta’kīb eylediği tarz-ı siyaseti de beğendirmişti. Her ne kadar Mösyö Çarikof Rusya’nın en birinci rical-i siyasiyyesinden ma’dud değil ise de muma-ileyhin her halde pek ciddi ve faal olduğu gayr-ı kabil-i inkardır. Çarikof’un esbab-ı azlinden sarf-ı nazar edilirse her halde Rusya Devleti’nin Şark-ı Karib hakkında beslemekte olduğu amalin maziden ziyade kesb-i vuzuh etmesini arzu eylediğine hükm etmek lazım gelir. Aynı zamanda Rusya’nın Türkiye’ye karşı olan vaz’iyet-i siyasiyyesi de açık bir tarza ifrağ olunacağı me’muldür. Sefir-i muma-ileyhin İstanbul Sefareti’nden nagehani surette telakkī ediliyor. Çarikof’un şark hakkında beslediği niyyat-ı siyasiyyeden Rusya Hariciye nazırıyla başvekili memnun değildirler. Muma-ileyhin sebat ve i’tidal tarafdarı olduğu ve ta’kīb ettiği meslekte bir mülayemet ve hüsn-i niyyet aradığı tecrübeten meydan-ı vuzuha çıkmıştır. Onun bu sırada azl edilmesi Rusya’nın İran’daki vaz’iyetinden naşidir. İran üzerine kendi zu’munca bir hakk-ı vesayeti bulunan Rusya Devlet-i Aliyye ile İran hükumeti beyninde münazaun-fih olan “nevahi-i şarkiyye” arazi mes’elesinin halli hususunda daha ziyade işgüzar bir sefire malik olmayı arzu etmiş ve yerine Bükreş Sefiri Mösyö Jeyeres’in ta’yinini nefsü’l-emre muvafık bulmuştur. Yeni sefir evvelce Tahran Sefareti’nde senelerce bulunmuş ve İran ahval-i siyasiyye ve iktisadiyyesi hakkında oldukça ma’lumat-ı vesi’aya vakıfdır. İran Tahdid-i Hudud Komisyonu germi ile mes’ele-i münaza’un-fihanın halliyle iştigal ederken Çarikof’un kaldırılması keyfiyeti pek ma’nidar görünüyor. Rusya’nın aksa-yı emeli İran hudud mes’elesini keyfe ma yeşa İran’ın lehinde halletmek ve emakin-i mezkureyi ba’dema kendi mıntıka-i nüfuzuna rabt ve çok Boğazlar Mes’elesi’yle Osmanlı-İtalya beyninde ihzar ve istihsal olunacak sulh mes’elesine de şümul ve ta’alluku vardır. Çarikof’un Türk tarafdar ve muhibbi olduğuna dair Rusya Hariciye Nezaretince kanaat hasıl olmuştur. Beheme-hal muma-ileyhin azliyle yerine ta’yin olunan zatın esbab ve mü’essiratına dikkatle bakılmak icab eder. – Girit Hey’et-i İcraiyyesi Reisi Mösyö Mihalyakis yeniden bir takım roller oynamaya başlamıştır. Bu adam Times ’a bir mektup yazıp Giritlilerin an’anatından bahisle yek-vücud olarak Yunanistan’a iltihak etmek arzusunda bulunduklarını hülya-perestane bir eda ile bildirmiştir. Aynı zamanda Giritliler tarafından Yunan Meclis-i Millisi’ne a’za intihabıyle i’zamını dermiyan eylemiştir. Hanya’da cinayat-ı siyasiyye ika’ edilmeye başlamış ve Halil Piperaki namındaki bir müslüman bila-sebeb ada hırıstiyanları tarafından cerh edilmiştir. Mecruh hastahaneye nakl edildiği esnada eser-i cerhten müte’essiren vefat eylemiştir. Girit hükumet-i icraiyyesi tarafından beş yüz redif efradı silah altına alınmaya başlanmıştır. Fakat Gi­ rit’te elbise-i askeriyye bulunmadığından elbise-i mezkure Atina’dan celb olunmuştur. Şehr-i halin yirmi ikisinde Hanya’dan Avusturya vapuruyla elli kadar aile-i İslamiyye memalik-i Osmaniyyenin nukat-ı muhtelife-i Asyaiyyesine göçmüşlerdir. Muhaceretin yegane sebebi Girit’teki müslümanların ırz can ve malları şimdi değil on dört seneden beri büyük tehlikeye ma’ruz bulunmasından naşidir. Bunu bugün cihan bildiği halde mutazarrırlar İslam bulunduklarından seslenemiyorlar. – İngiltere Sefiri Sir Lavter cenabları evvelki gün Daire-i Hariciye’de Nazır Asım Bey ile mülakatında Girit’de ika’ edilen harekat-ı cinayetkaraneden dolayı hükumet-i metbu’asının Girit’e asker ihrac edeceğini beyan etmiş ve Asım Bey ile bu babda uzun müddet te’ati-i efkar eylemiştir. – İskenderiye’nin el-Hamra tiyatrosunda Osmanlı Hilal-i Ahmer Cem’iyeti menfaatine Hidiv hazretlerinin himayesi tahtında mükellef ve mükemmel bir tiyatro verilmiş ve umum nüzzar ve a’yan-ı memleket tarafından iştirak olunmuştur. Mezkur tiyatronun bir levhasını işgal eden Mısır reis-i nüzzarı tarafından yüz lira verildiği gibi mezkur levhaların diğer birisi leyle-i mezkurede isticar eden Babiye ve Bahaiye reisi İranlı Abbas Efendi hazretleri tarafından da kırk lira verilmek suretiyle ibraz-ı hamiyyet olunmuştur. Leyle-i mezkurede umum Mısır Hilal-i Ahmer Hey’eti Reisi ve el-Müeyyed gazetesi müdir-i siyasisi Şeyh Ali Yusuf tarafından mufassal bir nutuk irad olunarak Hilal-i Ahmer Cem’iyatının hidemat-ı vakıasından bahsederek huzzarın medid alkışlarına mazhar olmuştur. Mezkur tiyatro hasılat-ı safiyesi dört bin İngiliz lirası tahmin olunmaktadır. – Tan gazetesine iş’ar olunduğuna göre Tunus’da tramvaylara karşı boykotaj i’lanı zımnında tertibat icra etmiş olan yerli komite a’zasından birkaçı Tunus hükumeti tarafından tevkīf edilmiştir. Bunlardan üçü Marsilya’ya i’zam edilmiş olup oradan Fransa hududu haricine ihrac olunacaklardır. Diğer ikisi Tunus’un cihet-i cenubiyesinde haps edilmeleri takarrur etmiş ve diğer biri de Bardu’da tevkīf edilmiştir. Fransa’nın Tunus’daki me’mur-ı mahsusu Mösyö Alaptit boykotajın siyasi bir mahiyeti haiz olduğunu ve bazı Panislamizm tarafdaranının bundan istifade etmekte bulunduklarını görmesi üzerine tedabir-i vakıayı ittihaza mecbur kalmış batından çoğunu is’af eylediği ve tramvaylarda müstahdem ecnebi me’murların mikdarını tenkīsa muvafakat ettiği ve neticede i’tilaf teessüs etmek üzere bulunduğu halde ahali-i – Bu hafta zarfında tereşşuh eden ha­ vadise nazaran mühim mikdarda Rus asakiri Tiflis’ten Urumiye Gölü mıntıkasına azimet eylemiştir. Kuvve-i mezkure Osmanlı harekat-ı askeriyyesine mümanaatta bulunacaktır. – Müşarun-ileyhin biraderi olup öteden beri maiyyetindeki Kürdlerle Kirmanşah’ı işgal ve muhasara altına almış olan Salarüddevle kasabayı yağma edip valinin iki bacağını kestikten sonra zavallıyı diri olarak ateşte yaktırmıştır. Aynı zamanda Kirmanşah’taki İngiliz bankasını soyup binasını da top güllesiyle yıkmış ve İran mücahidlerini de tarafdarana i’dam ettirmiştir. – İngiltere hükumeti civar kabailin taarruzatına mani’ olmak üzere İran Körfezi’nde bulunan Bender-i Lenge şehrine Hindistan asakirinden yüz elli kişilik bir kuvvet ihrac eylemiştir. Rusya ise Kafkasya’daki ordusunu her bir ihtimale karşı seferber haline vaz’ etmiştir. Rusya’nın bu hazırlığı İran umuruyla sıkı münasebeti vardır. Kendi metalibiyle İran’da iddia eylediği mıntıka-i nüfuzunu resmen İran hükumetine kabul ve tasdik ettirmek için böyle bir teşebbüste bulunmayı Rusya muvafık görüyor. – İngiltere kralı Hindistan’da giran-baha taşların kıymeti altmış bin İngiliz lirası tahmin olunmuştur. Mezkur tacın i’maline sarf olunan mebaliğin Hindistan emvalinden tesviyesi Hind hükumetince takarrur etmiştir. – Hindistan’ın yeni makarr-ı hükumeti olmak üzere İngiltere kralı tarafından Hindistan’daki seyahati esnasında i’lan olunan Delhi şehrinin tezyinatına nezaret etmek için Londra Şehremaneti Reisi Mühendis Mister Sebonton ta’yin edilmiştir. – İngiltere kralının Hindistan’a vukū’ bulan ziyaretine bir hatıra-i mahsusa olmak üzere Bombay Limanı’nı teşkil eden Apolobender mevkiinde kıymetli bir abidenin rekzi Hind hükumetince takarrur etmiştir. Mezkur teşebbüsün kuvveden fiile çıkarılmasına medar olmak üzere Hind ağniyası tarafından nakdi muavenetler el-yevm Hindistan’ın en birinci erbab-ı servetinden ma’dud bulunan Musevi Sir Yakob Sason tarafından mezkur abideye sarf olunmak üzere yirmi bin İngiliz lirası verilmiştir. – Hindistan’ın Amritsar şehrinde münteşir Vekil gazetesinde okuduğuna göre Rampur hükumet-i müstakillesi hakimi tarafından sadır olan bir emr-i resmi mucebince mezkur eyalet dahilinde bulunan bilumum ahali-i İslamiyenin Trablusgarb ve Bingazi mücahidlerine ianat-ı nakdiyyede bulun­ maları lüzumu i’lan olunmuştur. İane Derci Komisyonu riyasetine hükumet-i mezkurenin veliahdı ta’yin olunmuştur. – Lahor’da intişar eden Vatan gazetesinin neşriyatına nazaran Rangon ahali-i İslamiyyesi tarafından Trablusgarb ruhin-i Osmaniyyenin emr-i tedavileri için bir Hilal-i Ahmer hey’etinin i’zamı kararlaşmış ve bu husus için icab eden olunmuştur. TEFSIR-I ŞERIF ---- . . . ---- ---- . . . . ---- ---- . . ---- Tercümesi “Yanına a’ma geldi diye yüzünü hem ekşitti hem çevirdi. Nereden biliyorsun? O belki salah bulacak; yahud senden verecek. Kimin güvendiği var da ağır davranıyorsa yüzünü ona dönüyorsun; halbuki onun salah bulmasında sence bir şey yok. Diğer taraftan kimin kalbinde Allah korkusu var da sana koşa koşa geliyorsa ona aldırmıyorsun.” * * * Bu sure Hazret-i Hadice radıyallahu anha validemizin yeğeni İbni Ümmi Mektum hakkında nazil oldu. İbni Ümmi Mektum’un ismi kavl-i meşhura göre Amr bin Kays’dır; Üm­ mi Mektum ise validesinin lakabıdır. Amr bin Kays a’ma idi. Bazıları anadan öyle doğdu di­ yorlar; bazıları da sonradan olduğunu rivayet ediyorlar. Kendisi Muhacirin-i Evvelin’dendir. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz henüz Mekke’de idi. Bir gün Kureyş’in Utbe Şeybe Ebu Cehil Abbas Ümeyye Velid gibi ileri gelenleri huzur-ı Peygamberide bulunuyor; o da bunları imana getirmek için uğraşıp duruyordu. Çünkü bunlarla beraber bir çok kişi daha müslüman olur ümidini besliyordu. İşte Amr bin Kays Hazret-i Peygamber’in tam bunlarla meşgūl olduğu bir sırada gelerek Efendimiz’in sözünü kesmiş; “Ya Resulallah Allah’ın sana öğrettiği şeylerden bana da öğret” demiş; hatta karşısındakinin meşgūliyetinden haberi olmadığı için bu sözü bir kaç kere söylemiş idi. Öyle bir zamanda sözünün kesilmesi aleyhissalatü vesselam Efendimiz’in hoşuna gitmediğinden mübarek yüzünde tabii olarak infial eseri görüldü; bundan başka Amr bin Kays’a arkasını da çevirdi. Ayetlerin sebeb-i nüzulü bu vak’adır. Cenab-ı Hak Nebiyy-i Muhteremine itab suretinde ihtar ediyor ki: Bu zavallı a’manın kudretsizliği yoksulluğu sebebiyle sözünü dinlememek kendisinden yüz çevirmek doğru değildir. Evet kendisi fakīr gözü alil lakin kalbi zengin içi uyanık... Senden işiteceği hikmeti can kulağıyla dinleyerek zabt edecek; o sayede cismini bütün menahiden sakınacak; ruhunu her türlü mülevves hatıralardan temiz tutacak. Yahud o hikmeti hatırlamak müstakbelde de maasiden azade kalmasını te’min eylemek suretiyle biçarenin işine yarayacak. Beriki servet kudret sahiplerine gelince: Bunların çoğunda o uyanık o hak tanır kalb yok. Başkalarının İslamına sebep olacaklar diye yani sırf mevki’leri hatırı için kendilerine doğru dönmek layık olamaz. de hak kendini gösterince ona karşı inad etmeyerek inkıyad etmesiyledir. Yoksa para mal haseb neseb kabile aşiret hadem haşem tac taht gibi esbab-ı azamet bugün var yarın yok bir takım ariyet şeylerdir. Görülüyor ki bu ayat-ı kerime ile Cenab-ı Hak ümmete edeb öğretiyor insanlık öğretiyor. Hem öyle bir surette ki: Eğer biz o adaba sarılmış olsaydık bugün milletlerin en büyüğü olurduk. Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib ---- FIKIH VE FETAVA ---- Fıkıh ve İbadat-ı İslamiyye Tarihinden: Hac ve Ka’be − Hac Ka’be… İki tarihi kelime. İki kelime ki guya lafız a’mak-ı mechulesi içinde karışıp giderler. Öyle ki tarih bunların mebadilerini ta’yin hususunda mütezebzib bulunuyor. Hurafata esatire müracaat edecek kadar izhar-ı acz ediyor. Zulmet-i maziye doğru uzanıp giden iki silsile-i mütevazine-i tarihiyyenin hangisi daha uzun hangisi daha sürekli olduğu hakkında aksini muhtemil olmayan bir söz söylemek gayet güçtür. Ka’be-i Mu’azzama’nın pek eski o kadar ki alemin eskiliğine müsavi belki müsavi değil de kırk sene kadar daha ömürlü olduğuna dair söylenen sözler de kailleri tarafından inanılarak söylenmiştir. Her halde Ka’be’nin bu derece kıdemine kail olanlar şübhesiz velev bazı erkanıyla olsun haccı da oralara kadar çekiyorlar. Fakat bu babda varid olan asar ziyadesiyle karışık münekkidin-i rüvatca şayan-ı i’timad değildir. İmam Ali hazretlerinden mervi olan sözlerde dahi Ka’be’nin hilkat-i aleme kadar uzanan bir mazisi olmadığı epeyce sarih bir surette anlaşılır. İşte Hazret-i İmam’ın bu sözüne istinad ederekdir ki Arab ve Beytü’l-haram tarihiyle iştigal eden Muhammed bin İshak es-Seyyid Takiyyüddin ve emsali münekkid müverrihler dahi Ka’be-i Mu’azzama’nın birinci defa olarak Halil aleyhisselam eliyle bina edilmiş olduğuna kail oluyorlar. Hatta İbni Kesir Tefsir’inde: diyor. Tarih bütün kuvvetiyle kitabelerden harabelerden mezarlar taşlardan… istimdad ederek mazinin derinlikleri lik maziye irca’-ı nazar ediyor da işte Ka’be’yi; haccı da öyle uzak bir mazide teessüs etmiş buluyor. Bu nevi’ harekat-ı fikriyyelerinin neticesi olarak halik ve ma’budlarını semavatta arayan Keldaniler aylara yıldızlara taabbüd ederken diğer tarafta Hazret-i İbrahim anlamış olduğu hak ve hakīkatin telakkī etmiş olduğu evamir-i lahutiyyenin tazyik ve te’siri altında kıvranıyor müteheyyic bulunuyordu. Cenab-ı Rabbü’l-izzeti takdis ve temcid ederek oğlu Hazret-i İsmail’in yardımıyla Mekke vadisinde Beytü’l-haram’ın esasını kurmakla meşgūl oluyordu. Ecyad ve Ka’kiyah tepelerinde Mekke ovalarında bulunan Arablar Hazret-i İbrahim’in bütün mevcudiyet-i haşianesiyle tekbirler getirerek Ka’be-i Şerife’yi bina etmekte bulunmasından ziyadesiyle mesrur oluyorlardı. Hazret-i İbrahim’e oğlu İsmail aleyhime’s-selama karşı olan muhabbet ve riayetleri artıyor onlara ihtiram etmekte kusur etmiyorlardı. Hatta Hazret-i İbrahim’in kazanmış olduğu şu i’tibar beyne’l-Arab al-i İbrahim’in batnen ba’de batnin kesb-i imtiyaz ve şerafet etmelerine sebeb olmuştur. Al-i İbrahim an-asl Arab olmadığı halde kavmiyetlerine şiddetle merbut bulunan Arablar arasında asalet ve necabetle yad olunuyorlardı. İşte şu i’tibar ve şerefin yardımıyladır ki Hazret-i İbrahim ve İsmail aleyhime’s-selamın dinleri Hicaz Arabları beyninde hayli intişar etmişti. Arablar beyninde görülüp fakat putperestlik ile kabil-i tevfik bulunmayan uluhiyet fikri bazı merasim-i diniyye nezafet ve taharete müteallik bazı i’tiyadat savm ve bilhassa hac… Hep Hazret-i Halil’den telakkī olunan asar-ı celile-i diniyye idi. Fil-hakīka Arablar tarihin bilemediği zamanlarda başlayarak Ka’be-i Müşerrefe’nin bulunduğu mevki’-i mübareki ta’zim ve ihtiram eyliyor oraya giderek Allah’a karşı dua kılıyor tazallum ve istirhamatta bulunuyorlardı. İşte bazı kimseler beyne’l-Arab buk’a-i mübarekenin evvelleri dahi mukaddes addolunmasını nazar-ı i’tibara almış olacak ki Beyt-i Şerif’in devr-i Halil’den daha eski bir zamanlara aid olup Hazret-i İbrahim tarafından müceddeden bina ile dühur ihtimal ki Tufan-ı Nuh ile harab olarak beyne’n-nas hatıra-i beytullah olmak üzere arsası mübarek addolunmaya başlanmış olduğu zannediliyor. Buna göre Hazret-i Halil bina-yı Ka’be’ye mübaşeret ile yeni bir iş değil belki Arabların o eski hatıralarını uyandırmış öteden beri besledikleri hissiyatı tehyic etmiş oluyor. Fakat bu mütalaanın evvelce de arz olunduğu üzere sağlam bir esas-ı tarihiye müstenid olmadığı meydandadır. Arab-ı baidenin bina-yı Halil’den mukaddem dahi buk’a-i mübarekeye ihtiram etmeleri ile orada vaktiyle bir bina-yı mübareke mevcud bulunduğuna hükm edilemez. Olabilir ki o eski Arablar oraya karşı başka türlü düşüncelerin başka türlü fikirlerin neticesi olarak arz-ı ihtiram eylemişlerdir. Zaten Arab-ı baide fetişi idiler. Kabilece yahud kabilece değil de bir şahsın kendi fikrince bir dağda bir ovada bir kayada hulasa nasıl ise bir şeyde bir garabet bulunduğunu düşünmek o şeyin muhterem tutulması hatta ma’bud tanılması Fil-hakīka o zamanlar Mekke vadisi yeşillikler ağaçlıklar ki’de kırmızımsı kumlu bir tepecik mevcud idi. Güneşin ezelden beri mütemadiyen akıtmakta bulunduğu ziya-yı şedid ve hararet-i muhrikanın te’siriyle eser-i hayat bulunmayan ulu taş dağları arasında dolaşan ve henüz kendilerini ve alem-i hariciyi hakkıyla tanıyamayan Arabların fikr-i karşı mütehayyir ve meclub kalabilirdi. Kalblerinde hasıl olan şu tahayyür ve meclubiyet de onları kendilerince ta’zim ve ihtiram addolunan ef’al ve harekatın izhar ve icrasına sevk etmekte güçlük çekmezdi. Demek oluyor ki Arabların o buk’a-i mübarekeye ta’zim ve ihtiram etmeleri orada bir bina-yı mukaddesin bulunmasına tevakkuf etmiyor. Elverir ki fetişi bir kavmin zihinlerini gıcıklayacak fikirlerini tehyic edecek az çok garabet-amiz bir şey bulunsun. Maamafih fikr-i beşerin bugün din-i mübin-i İslam’ın ta’lim ettiği tevhid-i hakīkīye erişinceye kadar kendinden maada her şeyin ma’bud tanılması devresinden başlayarak tecrübelerin telahukuyla ezhana gelen güşayiş nisbetinde belki bugüne nazaran şirk addolunabilecek yüzlerce safhalar geçirmiş olduğu tahmin ediliyor. Bu tahminde bir şemme-i hakīkat bulunursa Arabların o buk’a-i mübarekeye karşı ettikleri ta’zim ve ihtiramlar Hazret-i Halil’in vahy-i ilahiye müstenid olarak icra ve ta’lim ettiği tarz-ı hacca nazaran sil­ silenin silsile-i terakkī ve tekamülün ilk halkaları olmak ihtimali bulunduğunu zihinlere tebadür edebilir… SEBILÜRREŞAD MECELLE-I İSLAMIYYESI’NE Sebilürreşad ceride-i İslamiyyesinin programı miyanında fetavadan da bahs olunacağı söyleniyordu. Şübhe yoktur ki Sebilürreşad için bu ciheti nazar-ı dikkatten dur tutmamak pek muvafık idi. Çünkü millet-i İslamiyyenin bu bahse ne kadar ihtiyacı olduğu vareste-i izahtır. Biz programı gördüğümüz miyetle rica eyleriz. Sual: Kazamız bulunan Ödemiş’te vaktiyle otuz beş kadar medrese yapılmış ve bir vakitler Ödemiş hakīkaten makarr-ı ulema ıtlakına şayeste olmuştur. Bugün ise bu medreselerin kısm-ı küllisi köhne viran bir halde bulunduğu için kabil-i sükna değildir. Hatta yaz geldiği gibi bazılarına tütün seriliyor diğer bazılarına da hayvanlar bağlanıyor. Bu hal-i esef-iştimale bir nihayet verip bunların yerine mükemmel bir medrese yapmak maksadına mebni olmalı ki Evkaf Nezareti tarafından bu köhne medreselerin cümlesi ölçülüp fiat takdir olundu. Binaenaleyh satılmak ihtimali vardır. Fakat öteden beri bizde bir i’tikad var ki vakıf yeri ne satılır ve ne de alınır. Vakıfları satın alanlar her cihetten zarar görür. Şimdi sizden soruyoruz: Bu medreseler satılırsa almak caiz mi değil mi? Ödemiş SEBILÜRREŞAD Birinci nüshadaki programımızda beyan olunduğu vechile mes’eleyi evvela enzar-ı ulemaya arz ediyoruz. Ümid ederiz ki ulema-yı kiramımız cevabını taharri ve beyanda gecikmezler. ---- FELSEFE ---- Vahdet-i Vücud şu suretle hulasa edilebilir: İmtidad bu’d-ı mücerredin bir cüz’-i mahdud ve muayyenidir. Fakat bu ta’rif kudemanın hareketi; bir cismin bir mahalden mahall-i diğere intikalidir diye ta’rif etmelerinin aynıdır İmtidad ve bu’d-ı mücerred mes’eleleri felasife beyninde birçok münakaşatı mucib olmuştur. cudiyetlerini idrakimizin neticesidir. Bu fikrin husulünü mucib olan hisler de basıra ve lamise hisleridir. Fikr-i imtidad saha-i idrakimize bu iki kapıdan girer. Zihnimizdeki imtidad fikri daima fikr-i ecsam ile müterafık olduğundan ne zaman bir cisim tasvir edecek olur isek onunla be-heme-hal bir de sız cisim tasavvuru gayr-ı mümkin olduğu gibi cisimsiz imtidad tasavvuru da gayr-ı mümkindir. İşte bundan dolayıdır ki kudema-yı hükema imtidadı ecsamın a’raz-ı evveliyesinden biri olmak üzere kabul etmişler idi. Yukarıda söylenildiği vechile Descartes daha ileriye giderek imtidad için maddenin hassa-i esasiyyesi cevheri demiştir. Leipniz Descartes’ın madde ile imtidada şey’i vahid nazariyle bakmasına i’tiraz ile: İmtidad hadisatın tekerrür ve tekessürleriyle “vücud-ı ma’i”lerinden başka bir şey değildir. Mahall-i hadisat olmak üzere bir cevherin vücudu la-büddür. Eğer o cevherin vücudu hadisattan mukaddem değilse be-heme-hal hadisat ile müttehidü’z-zaman olmak iktiza eder demiştir. olursa ecsam gibi mutlaka mahdud olarak tasavvur edilir. Biz imtidadı alem-i tabiatta mevcud olan kaffe-i ecsam gibi mütezayid mütenakıs ve ila gayrı’n-nihaye kabil-i taksim olmak üzere tasavvur ederiz. Bu’d-ı mücerrede gelince ona dair söz söyleyenler de şöyle diyorlar: Bu’d-ı mücerred kaffe-i ecsamı havi olmak üzere tasavvur edilen bir imtidad-ı gayr-ı mahduddur. Hükemadan bazıları bunun adem-i mahz bazıları da bir cevher olduğunu da iddia ediyorlar. Hatta Newton ile Clark bu’d-ı mücerrede sıfat-ı ilahiyyeden iki sıfat nazarıyla bakmışlardır. Bu’d-ı mücerred tasavvuru bizim için zaruridir. Çünkü biz ecsamı imtidaddan ari olarak tasavvur edemediğimiz gibi bir mahalden mahall-i ahara kabil-i intikal olmaktan başka bir suretle de tasavvur edemeyiz. Bu zaruret-i akliyye ecsam Fakat bu zaruret idrakimizin mahiyetinden mütevellid ve enfüsi ahval cümlesindendir. Bu’d-ı mücerredin bu vechile tasavvur-ı ıztırarisi onun haricinde vücud-ı hakīkīyle ittisafını zaman ve mekan tasavvuru bünye-i idrakimizin icabat-ı zaruriyyesindendir. Bizim bu tasavvurumuz onların vücud-ı haricilerini müstelzim değildir. Akıl ve idrakimiz başka bir surette yaratılmış olaydı ihtimal ki bu hakīkatler bize karşı başka bir mahiyette tecelli eder idi. Bu’d-ı mücerred fikri iyice tahlil edilecek olursa bizim ecsam haricinde bir mevcud-ı hakīkī tasavvur etmeyip belki mevzu’larından haric bir imtidad bir intikal tasavvur ettiğimiz tahakkuk eder. Bu da bir “intiza’”dan başka bir şey değildir. Şu hale nazaran alem-i tabiattaki ecsamın in’idamıyla bu’d-ı mücerredin in’idamı farz olunamayacağını iddia etmek doğru olamaz. Zira ecsam olmasaydı biz ne imtidad ne de bu’d-ı mücerred tasavvur edemez idik. Eğer –ecsamı humlarını idrak eyledikten sonra ecsam mün’adim olaydı fil-hakīka zihnimizde bir imtidad bir bu’d-ı mücerred fikri kalır idi. Fakat bu fikir onların haricde vücud-ı hakīkīyle ittisaflarını mefhumun zihinde istimrarı medlulünün vücud-ı haricisini müstelzim değildir. Demokrit ile Epikür alemde madde ile haladan ibaret olmak üzere iki aslın vücuduna kail olmuşlar idi. Eflatun madde ile bu’d-ı mücerrede şey’-i vahid nazarıyla bakar idi. Aristo bu’d-ı mücerred semanın münteha-yı hudududur demiş. Descartes bu’d-ı mücerredle imtidadı yek-diğerinden tefrik etmeyerek yalnız halayı inkar etmiştir. İspinoza imtidad cevher-i mutlakın iki sıfat-ı asliyesinden biridir demiş ve bu’d-ı mücerredle imtidada şey’-i vahid nazarıyla bakmıştır. Bu’d-ı mücerredin mahiyetine gelince bu’d-ı mücerred bir mevcud-ı hakīkī olmak şöyle dursun hatta imtidad gibi ecsamın bir hassası bile değildir. Bu’d-ı mücerred ecsamın “imkan-ı vücud”larıdır. Bu’d-ı mücerred gayr-ı mütenahidir demek bir cismi yahud ecsamdan müteşekkil bir hey’et-i mecmuayı ne kadar büyük olmak üzere tasavvur edersek onları tasavvur ettiğimiz o büyüklükten daha büyük olarak tasavvur etmekliğimiz mümkündür demektir. Şu hale nazaran bu’d-ı mücerred gayr-ı mütenahi olmak üzere tasavvur edilmeyip belki ecsam gayr-ı mahdud olarak tasavvur ediliyor demek olur. Zamana gelince zaman idrak olunur. Fakat ta’rif olunamaz. Mekan ecsamın saha-i sübutu olduğu gibi zaman da hadisatın saha-i tevalisidir. Zaman olmasa bir hadisenin hadise-i uhraya takaddümü yahud ondan teehhuru ve bu takaddüm ve teehhurun neticesi olarak hadisatın tevalisi taayyünü mümkün olamaz idi. Daha doğrusu hadisatın bi-i’tibarı’z-zuhur yek-diğerinden temeyyüzlerine medar olan zamanın fıkdanı mülabesesiyle bize tevali-i hadisat fikrini veren fark idrak-i mahiyeti müstahil bir cem’a münkalib olur ve bi’n-netice alemde hiçbir hadisenin sübutu mümkün olamaz idi. Ecza-yı zamanın şirazesi bizdeki kuvve-i hafızadır. O kuvvet olmasa ecza-yı zaman perişan olur dimağımızda zaman fikrinden eser kalmaz idi. İnsan kendisindeki ve teehhurla anata taksim etmiş ve o istimrar-ı mutlak için etvar-ı muhtelife isbat ederek bunlara mazi hal ve istikbal demiştir. Hafızanın fıkdanı takdirinde bu üç tavır tavr-ı vahide münkalib olarak ezelle ebed birleşir idi. tevalisini ve bu tevalinin lazım-ı gayr-ı müfarıkı olan takaddüm ve teehhuru kuvve-i hafızasının ianesiyle cezm ve zihninde bir zaman fikri hasıl eder. Bu fikrini alem-i hariciye teşmil ederek onu zarf-ı zamanda mazruf görür Clark zaman değildir. Kant’ın zaman hakkındaki fikrini yukarıda söylemiş biri sadra şifa verecek bir mahiyeti haiz değildir. Zaman ve mekan gibi şeylerin ta’rifi herkesin onlar hakkında hasıl eylediği fikre başka bir şey ilave etmez. Bu hakayıkın nikab-ı istitarını ref’ etmek aklın iktidarı haricindedir. Çünkü onlar esrar-ı gamiza-i ilahiyyedendir. Aklın onlara tekarrübü hakīkatte onlardan tebaüdünden başka bir şey değildir. Onlar gölge gibi daima ta’kīb edenden kaçarlar. Bu gibi mesail-i mu’dilenin tedkīkatına girişenler akıllarıyla onların arasına vaz’ olunan hudud işaretlerini bilmelidirler. Ondan ötesine at sürmeye kalkışmak haybet ü hüsran ile geri dönmekten yahud inad ve ısrara kurban olmaktan başka bir netice vermez. * * * Gazzali şeriatla hakīkati felsefe dir. Ulema-i zahirenin beyanatıyla erbab-ı tasavvufun mülhematını tevhid ederek esasat-ı diniye ile fennin prensipleri arasında bir aheng-i tam bulunduğunu meydana koymuştur. Gazzali bi-eman mantıkıyla meslek-i felsefeyi birer birer devirmiş Kelamiyyunun bazı haşin mütalaalarını çürütmüş ve bu sayede fikr-i tevhidi i’la eylemiştir. Furkan-ı Mübin’in ahkam-ı aliyyesini tamamiyle ihata edebilmek için senelerce ulum-ı aliyye ve ‘aliyye tahsil ettikten hadsiz kitaplar mütalaa ettikten sonra öğrendiği şeylerle vasıl olmak istediği gaye-i aliyyeye uruc edemeyeceğini anlamıştı. Bu hal Hazret-i İmam’ı bi-huzur bırakıyordu. Senelerce müncer olduğunu görmek kadar acı bir şey var mıdır? Gazzali bu acıyı pek müessir olarak hissediyordu. Bu saikledir ki ağūş-ı tasavvufa atılmıştır. Bu sayede ayat ve ehadis-i mübeccelenin yalnız maani-i zahirelerine değil işarat-ı ledüniyyelerine de kesb-i vukūf eylemiştir. Hazret-i İmam meslek-i ilmi ve ahlakīsini hikmeti üzerine te’sise çalışmıştır. Bu hikmete göre vasıl ila’llah olabilmek ve hakayık-ı eşyaya vukūf peyda etmek için tecrübe ve tetebbu’ tarikını iltizam ederek evvela ahval-i ruhiyyeyi kainat-ı muhitiyyeyi tedkīk etmek lazım gelir ki Hazret-i İmam da bu usulü ta’kīb eylemiştir. Gazzali mesleği evvela alem-i suğra olan nefs-i insaniyi ba’dehu beşeriyeti muhit bulunan eşya ve avalimi tedkīk ederek onlardan istidlal ile mebde’-i evvel ve maad-ı küll olan zat-ı Bari’yi idrak ve takdis esasına mübtenidir. Gazzali seyr u sülukün en büyük mürevviclerindendir. Mesalik-i hakīkat ahval-i ruhiyye ve hadisat-ı kevniyyeye dair tecrübeler tetebbu’lar ve istikralarla ilerleyeceğinden paye-i hakīkate daha emin ve daha doğru bir tarikle vasıl olur diyor. Eserden müessire istidlal etmek usulü yani bürhan-ı ati tariki demonstration a posteriori ile istikra’ tariki induction bugünkü fennin de istinad ettiği metodlar değil midir? Gazzali devrine kadar şübhe ve endişe ile görülen meslek-i tasavvuf Hazret-i İmam’ın himmet ve gayretiyle tamamiyle anlaşılmıştır. Gazzali tedrisat ve irşadatında başlıca iki düstur-ı esasi ta’kīb eylemiştir: Birincisi: Hikmet-i aliyyesidir. Bu düstur sayesinde tecrübe ve istikralarla tenevvür eden ruh-ı beşer eserden müessire intikal gibi metin bir usul-i fenni ile mevcudattan vücuda vücuddan mucide vasıl olabilir. Gazzali’nin ikinci düsturu: Tavsiye-i aliyyesidir. Bu sayededir ki Hazret-i İmam o vakte kadar erbab-ı tasavvufa tevcih edilmekte olan siham-ı şübhe ve ta’rizi ber-taraf edebilmiştir. Hallac-ı Mansur gibi muhitinin inkişaf-ı ma’neviyye ve seviye-i irfanını nazar-ı i’tibara almayarak en mütefekkir eazim mecalisinde bile ifşası muvafık olamayacak halatı avan-ı vecd ve istiğraka aid inkişafatı avam-ı nas muvacehesinde şübhe ve tereddüd uyandırmışlardı. Gazzali nezih ifadesi metin uslubu ile bu gibi şübhe ve tereddüdlerin na-be-ca olduğunu gösterdi. Ta’kīb ettiği şu iki düsturla Hazret-i İmam alem-i İslam’ın büyük ruhiyyun ve ahlakıyyunu payesine suud eylemiştir. Ta’lim ve terbiye ile ahlakın tebdili mümkün müdür? İnsanın mecbul olduğu melekat-ı hulkiyye esasen fena mıdır ki tebdil ve tasfiyesi icab etsin? Icab ediyorsa tehzib ve tasfiye-i ahlak ne suretle olacak? Hükemadan bazıların “huy”un insanlar[da] bir emr-i tabii bir cibillet-i fıtri olduğuna kaildirler. Bunlara göre bir emr-i tabii olan hulkun avarızından müteessir olması mümkün olamayacağından tebdil-i ahlak ile uğraşmak beyhude bir yorgunluk sayılıyor. Felasifenin bir kısmı da “huy”u tabii ve kesbi olmak üzere bul ve hulk-ı kesbinin –kesret-i ülfet ve tekerrürle kazanılmış olduğu cihetle– kabil-i tebdil olabileceğini i’tiraf ediyorlar. Muhakkıkīn-i hükema ise ahlakın her halde tebdil olunabileceğine kani’dirler. Esasen edyan-ı mevcudenin kaffesi bu esas üzerine istinad etmiş ve tebdil-i ahlakın imkanına kail olmuştur. Nefs-i insaninin fıtraten temayülat ve secaya-yı hasene muhteliftir: Bazıları nüfus-ı beşeriyenin “hayr-ı mahz” ile mecbul ol­ duklarına kaildirler. Bunlar diyorlar ki: Nüfus-ı insaniyye fıtraten mahz-ı hayr ve kemal üzerine halk edilmişlerdir. Fakat bilahare umur-ı hasise ve ihtirasat-ı süfliyye ile mümarese peyda etmek suretiyle safiyet-i asliyyelerini gaib ederler. Mu­ hitin te’siratı tarz-ı icrası ahlak-ı zemime ashabıyla kesret-i ülfet ve ihtilat neticesinde temayülat-ı hasene bir takım melekat-ı redie suretinde inkişaf ederler. Fransa hükemasından meşhur Jean Jacques Rousseau da bu fikirdedir. Erbab-ı felsefeden bir takımları da büsbütün bu fikrin aksini iltizam etmişlerdir. Halbuki erbab-ı i’tidal bu iki fikr-i mütebayini de kabul etmiyorlar ve diyorlar ki: Nüfus-ı beşeriyye mahiyetleri i’tibarıyla ne hayr-ı mahz ve ne de şerr-i mahz üzerine mec’ul değillerdir. Belki nefs-i Kavaid-i ahlakiyye dairesinde ta’lim ve terbiye edilir ve nezih bir muhitte perverişyab olursa mazhar-ı saadet ve ke­ mal olur. Aksi takdirde bir takım ahlak-ı redie ve melekat-ı sefile olur. Gazzali İhya ve asar-ı sairesinde bu mes’eleyi amik bir tarzda tedkīk ve muhakeme eylemiştir. Hazret-i İmam ahlak tebeddül eder demek –felasifeden bazılarının zu’m ettiği gibi– insandaki kuva-yı fıtriyyenin mahiyetleri tehavvül eder demek olmadığını pek güzel izah etmiştir. Gazzali insanlardaki kuva-yı cibilliyyeye ifrat tefrit ve Meratib-i mezkureden ifrat ve tefriti bir nevi’ maraz-ı ma’nevi ad ve i’tidali nefsin sıhhat-i tammesi suretinde tasvir ediyor. en ulvi sanihaları en rengin esasları ile mal-a-maldir. Üçüncü rub’da ahlak-ı mezmume ber-tafsil izah edildikten sonra tezkiye-i nefs hakkında esaslı düsturlar metin muhakemeler serd edilmiştir. Gazzali hulkun terbiye ve riyazat-ı nefs sayesinde tehzib edilebileceğine kani’dir. Bu hususta akli ve nakli irad ettiği bürhanları bazı misallerle de tavzih eylemiştir. ve huyun kabil-i tagayyür olamayacağını zu’m ettiklerinden tehzib-i ahlak ile iştigali abes addediyorlar. İddialarını te’yid zahiresi olduğu gibi “huy” da nefsin suret-i batınesidir. Bir adamın kadd ü kametini küçültüp büyütmek veya simasının eşkalini tağyir etmek nasıl imkan haricinde ise suret-i batınenin değiştirilmesi de aynı suretle mümkün değildir.” Gazzali bu iddiada bulunanların ulum-ı şer’iyye veya ulum-ı akliyye müntesibini olduklarına göre mütalaalarını hitabla diyor ki: Siz ashab-ı i’tikaddan olduğunuz halde huyun tebeddülü imkanını reddediyorsunuz. Halbuki Cenab-ı Risalet-meab ve gibi bir takım emirler vermiştir. Gayr-ı mümkin olan bir şeyi Peygamber nasıl olur da emr eder? Hazret-i Peygamber’in mehasin-i ahlak ile ittisaf hakkındaki ferman-ı alileri huyun tebeddül edebileceğine bir delil-i şer’i değil midir? Ulum-ı akliyye erbabını da şu suretle ilzam ediyor: Siz bir taraftan huy tebeddül etmez iddiasını ayyuka çıkardığınız halde diğer taraftan hayvanatın huylarını ve i’tiyadlarını değiştirebildiğinizi müftehirane i’lan ediyorsunuz. Behayimin huyları tebeddül ettiğini kabul edip de mürid ve sahib-i akl ü iz’an olan insanlarda tebeddül-i ahlakın adem-i imkanına kail olmanız kadar münasebetsiz bir şey olur mu? Bir şahinin bir kelbin yakaladığı şikarı parçalayıp yemesi tabiati muktezasından iken ta’lim ve terbiye sayesinde bu huyundan vazgeçirilebilir şahin tuttuğu kuşu tazı yakaladığı avı parçalamaksızın getirip sahiblerine teslim ediyorlar tuti ta’lim ve terbiye ile –ma’nalarını anlamamakla beraber– bazı cümleler tekellüm edebilir. Hayvanatın huylarını bu suretle tebdil mümkün olduğu halde insanlarda bunun adem-i imkanına kail olmak mükabereden başka bir şey olamaz. Ba-husus ki biz huyun tebdili sözüyle tabiatın tağyiri imkanını Biz de kaniiz ki bir ziraat mütehassısı ne kadar muktedir olursa olsun hiçbir zaman elma çekirdeğinden hurma ağacı yetiştirmez. Fakat elma çekirdeğini usul-i ziraate tevfikan terbiye ve tenmiye suretiyle tekamül ettirebilir. Terbiye-i ahlakiyye de aynıyla böyledir: Gazab ve şehvet garizelerini; hiçbir mürebbi insanın kalbinden söküp çıkaramaz. Fakat terbiye ta’lim riyazat ve mücahede sayesinde bunlar ta’dil ettirilebilir işte bizim tebdil-i ahlaktan maksadımız bu tarz bir ta’dildir. Yoksa cibilli olan huyların bil-külliyye kal’ u kam’ı değildir. Çünkü bu hal gayr-ı mümkündür. Cibillet ve tabayi’-i beşeriyye muhtelifdir. Bazı insanlar kolaylıkla kabil-i ıslah oldukları halde bir takımlarının ta’dil-i ahlak edebilmeleri pek çok vakte ve hayli himmet sarfına lüzum gösterir.” ---- TARIH ---- HAK VE HAKĪKAT “Vahy”in lügaten ve ıstılahan tefsiri: Kütüb-i lügate nazar olundukda “vahy” lafzının kalbe ilham etmek süratle gelip geçmek yazı yazmak elçi göndermek gizlice lakırdı söylemek gibi bir takım ma’nalarda istimal olunduğu görülür. Lakin kavl-i tahkīka göre bu maani hep ma’na-yı vahidin füruudur. Müfredat-ı Ragıb ’ta tasrih olunmuştur ki “vahy” maddesi fil-asl işaret-i seria ma’nasına mevzu’dur. Bu ise baş ve gözle ima sureti ve huruftan ari savt ve sada vasıtası bil-vasıta ifham-ı meram tarikiyle de olabilir. Binaenaleyh maani-i mezkurenin hiç biri ma’na-yı asli değildir. ve aksamın biriyle– mesalih-i din ve dünyaya aid bir hakīkat keşf ve i’lam buyurulmaktır. Meratibden muradımız enva’ ve keyfiyat-ı vahydir. Birinci mertebe –Rü’ya-yı salihadır. Gerek nübüvvetten evvel gerek sonra olsun Buhari-i Şerif ’deki salifü’z-zikr de kılındığı üzere Resul-i Ekrem efendimize nübüvvet ihsanı takarrub ettiği hengamda Cebel-i Hira’da halvet ve inziva tahbib buyurulduğu altı ay müddet zarfında gördükleri rü’­ yalar hep bu kabildendi. Kable’n-nübüvve vaki’ olan vahy-i Rabbani bir hükm-i şer’i ihtiva etmiyorduysa da muahharan vürud edecek enva’-ı vahye esas teşkil ediyordu. Bu sayede zat-ı Risalet-penahiye üns ü ülfet hasıl oluyordu. Hatta rivayet-i mevsukaya nazaran nübüvvet ihsan olunan gecenin rü’yasında görmüş halet-i yakazada ifa ettiği –cild-i evvelde mezkur– muamelat-ı kudsiyyet-simatı tamamen alem-i menamda ifa etmişti. Çünkü kuvve-i beşeriye mülakat-ı melaikeye başka suretle tahammül edemezdi. Rü’ya-yı enbiyanın mahz-ı ilham-ı Sübhani olması HazRagıb’ın da ifadat-ı atiyyesinden anlaşıl- [ Meryem /] nazm-ı bu kabildendir. Müşarun-ileyh hazretleri takdirat-ı [ En’am /]. Nebi olmayana ilham [ Kasas /]. Teshir-i tabii [Nahl /]. Enbiya vesatatıyla i’lam [ Enbiya /]. [ Maide /]. Emir [ Enfal /] ret-i İbrahim aleyhisselamdan mahki olan nazm-ı celili ile de sabittir ki Hazret-i müşarun-ileyh rü’yada vaki’ olan bu işaret ile oğlu Resul-i Zi-şan aleyhi salavatu’r-Rahman efendimizin Cenab-ı Rabbü’l-İzze teala ve tekaddes’i rü’yasında görüp mazhar-ı hitab-ı ilahi olmaları da bu mertebede dahil olduğu derkar iken Mevahib-i Ledünniye ’de kısm-ı tasi’ addolunması garibdir. Teberrüken bu kabilden bir hadis-i şerif nakl edelim: Bu hadisi İmam Ahmed bin Hanbel ra ile Tirmizi ve Taberani ve sair ashab-ı tahric İmam-ı Zühri tarikiyle Muaz bin Cebel ve Abdullah bin Abbas rıdvanu’llahi aleyhim hazeratından merfuan rivayet ediyorlar. * [ Saffat /] kavl-i kerimiyle ta’biri yanlış basılolacaktır. Tercümesi: Bu gece Rabbim teala şanuhu bana ahsen-i surette geldi. Murad-ı nebevi Cenab-ı Hakk’ın rü’yada görünmesidir. Bir rivayette kaydı da musarrahtır. Rü’yada görünen zat mer’i olmayıp misali olacağı emr-i aşikardır. Cenab-ı Bari’nin misli yok ise de misali olabilir. Böyle bir misal görüp de mazhar-ı hitab-ı ilahi olan Zat-ı Bari teala hazretlerini görmüş addolunur. Nasıl ki Beyyinat-ı Ahmediyye ’nin cild-i evveli evailinde izah olunmuştur buyurdu ki: Ya Muhammed! Mele’-i a’lanın neye dair muhavere ettiklerini biliyor musun? Dedim: Hayır ya Rabbi. Der-akab elini omuzlarım arasına vaz’ eyledi. Ben onun serinliğini memelerim arasında hissettim ve o sayede arz u semada mevcud bil-cümle kainata aşina oldum. Ba’dehu sual-i mezkuru tekrar buyurdu. Dedim ki: Evet! Biliyorum keffarat ile derecatın ta’yininde ihtilaf ediyorlar. Keffarat: Eda-yı salattan sonra mescidde meks “hurucda teenni” cemaate mübaderet vuzu’yu ikmale dikkatten ibarettir. “Sadakte ya Muhammed” buyurdu. Böyle yaşayan kimse hayır ile yaşar saadet içinde olur. Ve bütün hatiatından halas bulur. Dedikten sonra tekrar hitabla şöyle buyurdu: Eda-yı salat akībinde bana şu vechile dua etmelisin. ma’na-yı şerifi: Ya Allah senden isterim ki inayetinle ben bütün hayratı işleyeyim bil-cümle münkeratı terk edeyim ve kaffe-i mesakini seveyim ve sen beni rahmet ve mağfiretine nail bana tevbe-i halisa müyesser kılasın kullarına bir fitne “ibtila ve ikab” murad eylediğinde beni zuhur-ı fitneden evvel huzuruna kabz eyle! Ba’dehu dedim: Derecat da üçtür. İhvan-ı dine benden selam muhtacine it’am-ı taam nas uykuda iken salat-ı leyle ihtimam. Yine “Sadakte ya Muhammed” buyurdu. AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- On bir gün sonra Kaker arazisinde bir kaleye vasıl olduk. Bizim yoldaşlar kendileri için yiyecek tedarik eylediler. Ben de bir koyun buldurup yirmi rupiye mukabilinde iştira ettim. Tamam kesdireceğim sırada bayii gelip: – Koyunu satmaktan vazgeçtim alın paranızı verin koyunumu dedi. Muvafakat ederek koyunu teslim eyleyeceğim esnada tekrar satmaya razı oldu. Bunun üzerine koyun kesildi. Ba’de’z-zebh herif paraları önüme attı ve: – Koyunumu diri olarak iade edin! dedi. – Buna muktedir değilim. İstersen hem paraları al hem de koyunun laşesini götür. Cevabını verdim. Sözümü dinlemeyerek kavgaya başladı. Herifin elinden kurtulmak için hatırıma bir hile geldi. Yanıbaşımızda duran bir Ahunda teveccühle: – Hazret! Bu herif size neden sebbediyor? dedim. Ahund bunu işitince koyun sahibine doğruldu. Ben ondan evvel gidip: – Be adam! Bana söğdün saydın. Hadi ne ise. Fakat şu zat-ı muhteremden ne istiyorsun ki ıyaline sebbediyorsun? dedim. Ahund da gelip: – Behey hınzır! Ne halt ediyorsun? diye bağırdı. Muhatabı da ona mukabele etti. Birbiriyle söğüşmeye muahharan da döğüşmeye başladılar. Ben hemen koyunun gövdesiyle paraları kaldırtıp onları kendi hallerine bıraktım. Kale ahalisinin bir kısmı Ahundu bir kısmı da öbürünü iltizam eylediği cihetle münazaa büyüdü ve bir iki saat sürdü. Miyancıların gayretiyle kavga basıldıktan sonra bizim koyun sahibi iki kap yoğurt iki somun ekmek kızarmış bir kuzu ile iki koyunu hamilen geldi. Bana ta’zimatta bulundu. Biraz evvelki haliyle şimdiki hali taaccübümü mucib olduğu cihetle hikmetini sordum. – Muhammed Server Han Kandehar valisi iken bana zulm etmişti. Onun intikamını sizden almak istedim dedi. – Muhammed Server Han burada iken onu bırakıp da benimle niçin münazaa çıkarıyordun? diye sordum. – Onu Kandehar hükumetine siz ta’yin etmiştiniz. Cevabını verdi. Akıl bir zat olduğunu sözlerinden anladığım bu adamla bir iki saat konuştuktan sonra azimetini müteakib yatıp uyudum. Ertesi günü tekrar yola çıktık ve şiddetli bir fırtınanın tozu toprağı arasında kat’-ı mesafe ettik. Konak mahalline yaklaşınca: – İki süvari ile buranın sergerdesi istikbale geliyor dediler. Daha o gelmezden evvel adamlarından biri vürud edip: – Şah Cihan Padişah istikbalinize geliyor. Piyade olarak karşısına çıkıp koltuğuna girmelisiniz dedi. Bu teklif üzerine: – Ne yapacağız? diye amcam bana sordu. – Bakalım anlayalım diyerek ilerledim. İki kişinin bize doğru geldiğini gördüm. Bir tanesine: – Padişahınız nerededir? Diye sual ettim. – Arkadaşımdır! Cevabını verdi. Padişah denilen bu adam bir ihtiyar idi ki sırtına elvan parçalarından dikilmiş ve bazı mahalline yamalar urulmuş eski bir pösteki labis idi başında bir sarık sarılı idi ki kirden ne renkte olduğu anlaşılamıyordu. Bunun altında da uzun bir külah vardı. Ayağına çizme yerine yün çorab giymişti. Bir deri ile bir kemikten ma’mul dizginine küçük çıngıraklar takılmıştı. Adamcağınız şu tavr-ı acibine karşı gülümsemekten kendimi alamadım ve yanını yaklaşarak: – Emirimizden bağalkeş[l]ik istemeniz size layık değildir. At üzerinden safa geldiniz demeniz daha münasibdir dedim. Buna razı olduğu cihetle atımı sürüp padişahın at üstünde istikbale rıza gösterdiğini söyledim. Vatka ki iki hükümdar birbirine yaklaştı. Amcamın atı Şah Cihan’ın kısrağındaki çıngıraklardan ürküp şahlanmaya başladı. Amcam korkusundan: – Yetiş! diye haykırdı. Ben gülerek: – İki padişahın arasına giremem! dedim. Amcam: – Allah aşkına bir çare bul. At beni yere atacak Latifenin sırası değil diye istimdad etti. – Eğer bir şey vaad ederseniz icabına bakarım. dedim. Bir kılıç vereceğini söylemesi üzerine evvela amcamın atını teskin ettim. Ba’dehu Şah Cihan’ın yanına gidip: – Hadi gidelim de misafirlere yiyecek tedarikinde bulunalım dedim. – Kırk pide ile et suyu hazırladım. Merak etmeyin dedi. – Büyük lütf etmişsiniz. Fakat bir evvel gidelim de nevakısı laştırdım rub’ fersah kadar ilerleyince: – Bazı levazımı unutmuşum dönüp onları alayım dedimse de Şah Cihan yanımdan ayrılmak istemedi. – Müsaade buyurun. Gideyim size tatlı getireyim diyerek yakamı kurtardım. Tevhid ve İttihad − Ümmet-i muhteremesinin tek bir gece kaht u gala-zede olmasına razı olmayan en adi bir ferdinin bir dakīkalık teellümünden derya-yı şefkat ve merhamet-i bi-payanı teheyyüc eden Cenab-ı Rahmeten li’l-alemin aleyhisssalatü vesselam efendimiz hazretlerinin revan-ı akdes ü a’laları bu hired-güdaz bu cihan-suz felaket-i uzmayı acaba ne kadar matem-engiz bir teessür-i lahuti ile telakkī buyurmuşlardır?! O sultan-ı ekalim-i rahmet ki sitayişhan-ı ezelisi lisan-ı Hak Cenab-ı Kur’an’dır. [ Azamet-i celal ü kibriyamıza kasem ederiz –ey nas!– ki size kendi hem nev’inizden bir peyamber-i ecmel teşrif buyurdu. Öyle bir ol vücud-ı rahmet ve şefkat ki sizin maddi ve ma’nevi helakiniz kendinizi tehlikeye ilkanız mesaibe ma’ruz olmanız zat-ı hümayununa pek ağır gelir. Kalb-i rahmet-penahını sızlatır. Ruhaniyet ve cismaniyet-i mukaddesesini hırpalar. Mübarek gözlerini eşk-riz-i teessür eder. Vahdaniyet-i Samedaniyyeme risalet-i kübra-yı Muhammediyyesine ve hüsrana atanların bu mecnunane temerrüdlerinden o derece dilhun olur ki adeta mukaddes vücuduna kıymak yada ahirette mazhar-ı her-saadet olmanıza haris bütün amal-i ulviyyesinin nokta-i ictimaı sizin selametiniz! Sizin saadetiniz! Mü’minlere re’fet ve atıfetin ma’na-yı zi-hayatı! " Her kim Mü’minlere şefkat ve merhametin derya-yı bi-payanı! Bütün alem-i hilkatin veli-ni’met-i ulüvv-i şanı! Bütün cihan-ı fıtratın sultan-ı kudsi-ünvanı! Akl-ı samim sevda-zede-i hulk-ı azimi; vicdan-ı selim-i meftun-ı nutk-ı hakimi! İnsaniyet sayesinde bahtiyar! Medeniyet himayesinde feyz-dar! İbtisamı hande-i cemalim! Hüznü kahr u celalim! Kadr-ı azimini biliniz! Gösterdiği yola –ki Sebilürreşad-ı selametiniz müntehası ka’be-i amal-ı saadetinizdir.–gidiniz! Eğer o zade-i aşk-ı kibriyama o sultan-ı enbiyama arka çevirirseniz onun Allah’ı var. Ona kafidir. Ma-sivasından müstağnidir. Veyl… o menba’-ı hazain-i rahmetin kadrini bilmeyen esfel-i mahlukata! Ehass-i mevcudata! “Sure-i celile-i Bera’e” Şimdi –ey kari’-i mü’min!– vicdanını dinle! Bütün ciddiyet-i akl ü idrakle düşün! Ki İslamiyet’in şanı bu mudur? Düşün ki İslamiyet yalnız senin vücudundan senin imanından mı ibarettir? Ya senin evlad ü ahfadının ila maşaallah nesl-i müstakbelinin hakk-ı tevhidi hakk-ı imanı hakk-ı İslam’ı hakk-ı Kur’an’ı yok mu? On dört asırdan beri cevher-i tevhidin mahfazası kulub-ı muvahhidin değil mi? Livaü’l-hamd-i Muhammedi’yi aleyhissalatü vesselam yed-i yemin-i takdisinde tutan pederden evlada teslim ve tesellüm suretiyle on dördüncü asrın fark-ı tekriminde mevce-endaz eden müslüman elleri değil mi? Peki –maazallah!– tevhid Endülüs’ten olduğu gibi sair bütün kıtaat-ı arzdan Hicaz’a hicret oradan da Cenab-ı Vahidü’l-Ehad’a –giryebar-ı teessür olarak– avdet etmiş; yeryüzünde bir tek muvahhid kalmamış olaydı sen şimdi ne olacakdın? Türklerin o ser-ta-be-pa mücessem-i iman o her biri bir feda-yı Kur’an bir şir-i jiyan ecdad-ı izamı aleyhim sehabü’r-rahmeti ve’l-gufran! Arnavudluğu feth edip bizi din-i Hakk’a irşad ve ihda etmemiş olaydılar şimdi ben ne olurdum? Cenab-ı Kur’an-ı Hakim’i nasıl der-ağūş edebilirdim? Mehmed Fahreddin ism-i pakini bana kim takardı? Of…! İnsan bu elim bu vicdan-suz suallerin cevabını der-hatır ettikçe vahimesi önünden masru’lar gibi çarpılmak ağzından burnundan kanlı köpükler gelerek yerlerde yuvarlanmak derecesine geliyor! beraber icmalen her nazar-ı hakimin piş-i ibretine koydum. Bütün esbabın mebde’ ve menşei habl-i metin-i ittihadı hançer-i şikak u nifak ile kesmekten parçalamaktan ibaret! Bunu on yaşındaki zeki bir çocuk bile takdir eder! Şimdi sen ni’met-i iman ve İslam ile iftihar eder ve Cenab-ı Vehhab-ı Kerim[‘e] imana hamd ü sena etmekle doyamazsın değil mi? Öyle amma bak ittihad-ı dini parçalıyor vatan-ı İslam’ın bulunduğu tehlike-i inkırazı ta’cil ediyor ve biran evvel o müdhiş uçurumdan aşağı yuvarlamaya çalışıyorsun! Sen –aklınca!!– cennete gidecek fakat evladını bütün nesl-i müstakbelinle beraber kollarından tutup cehennemin Haydi o ciğer-pareni o sevgili hafidini kendi öz ellerinle yüreğin titremeden ruhun sarsılmadan vicdanın kanamadan gözlerin ağlamadan şu dünya ateşine at bakayım… O zavallılar alevler içinde dil-hıraş feryadlarla cayır cayır yanarken sen cansız bir heykel gibi karşılarına dikil tütün dumanlarını savurtarak la-kaydane seyr et dur: Eğer “ Eğer hakīkaten Allah’a ve kıyamet gününe iman ediyorsanız…” nazm-ı celil-i Kur’anisine inanıyorsak bu dehşetli son gün muhakkak! Sen evladını hani o en hafif bir rahatsızlığından sararıp solduğun yemekten içmekten kesildiğin ve belki de gözyaşlarını zabt edemediğin evladını kendi öz ellerinle ateşlere atıyorsun da haberin bile yok! Biliyor muyuz şu cümle-i celilenin tazammun ettiği tehdidin dehşetini? Cenab-ı Alimün bi-zati’s-sudur adem-i ilmi cümle-i celile bir şartiyye-i gayr-ı cazime şeklinde şeref-irad buyuruluyor. Bu ayet-i celilede dikkat ve teemmüle şayan bir hakīkat daha var. Allah’a ve kıyamet gününe imanın edat-ı atf ile yekdiğerine –bila-istiklal merbut bulunması– ma’tufda fiil-i iman –yani nü’minune– iade buyurulmadığı gibi harf-ı cer olan “ba” da tekerrür etmiyor. Kıyamet gününe mayanlar yahud şek ve tereddüdde bulunanlar yine esami-i Bilmiş ol ki İslamiyet; işte o senin silsile-i ahfadınla kaim. Yoksa seninle birlikte düşman ayağı altında ezilip parçalanan senin hun-alud na’ş-ı bi-ruhunla mezara gömülen İslamiyet’in sana faidesi olmak şöyle dursun kıyamete kadar seni ta’zib eder! Huzur-ı ahkamü’l-hakiminde de giribanına sarılarak senden da’vacı olur. BİR İBRET-İ MEHIBE Maskat İmamlığı’na tabi’ bulunan hıtta-i Arabiyye bir müddetten beri misyonerlerin son derece nazar-ı dikkatlerini celb etmekte olup ’de Henry Martin Maskat şehrinde: “Elbet evlad-ı Arab için müstakbel-i karibde bir devre-i hidayet vardır.” diye yazmış olduğu gibi Afrika’nın ehemmiyet-i azimesi İslamlarca asla tanınmamış olan Uganda kıt’asında çalışmakta olan Alexander Mackay Arablara bizzat en mühim merkez-i medenilerinden olan Maskat şehrinde ta o mevki’-i baidden taleb etmiş idi. Mackay bu raporunda esir ticaretinin esasından men’i ve Afrika kıt’asının hatırı lisan ile bahs ediyordu: şeklinde yazılmıştır. “Afrika-yı Merkezi’nin anahtarı vazifesini görecek olan Maskat tüccarının ahalisinin ni’met-i Hıristiyaniyet’i tatmaları lazımdır. Evvela: Burada gayet kuvvetli ve fedakar bir misyoner merkezi teşkili lüzumu kat’i görünüyor. Vazife cidden müşkildir ve bu mevki’de ifa-yı hizmet edecek zevatın hakīkaten ruh-ı kudsi-i hazret-i Yesu’ ile zinde bulunmasına hususiyle muhatablarının yalnız kulaklarına değil kalblerine kadar da icra-yı te’sir edecek kemalat-ı lisaniyyeyi haiz olmasına dikkat ve ihtimam edilmelidir…” Burada senelerce Abdülhamid idaresinin meskeneti memnuatı içinde şehirlerimizin köylerimizin kuşe-i ataletinde uyuşup kalmış olan bizler Maskat sevahili ahali-i Arabiyyesinin seyahat-ı ticariyye ile Afrika’nın nasıl muzlim nikatına kadar nüfuz ettiklerini hatta bir çok kabailin mahza bu İslam ve Arab tüccarlarının mümkün olabilen telkīnatıyla cehl­ den kurtularak kabul-i İslam eylediklerini şübhesiz tafsilat ve ehemmiyet-i lazımesi ile ne idrak ne de takdir edebiliriz. Lakin binlerce felaketlere yoksuzluklara katl-i amlara misyonerler bu te’siri bizzat görmüş tecrübe etmiş akvam-ı zenciyyenin bu Arab tüccarlarını büyük bir hürmetle telakkī eylediklerini anlamış olduklarından Afrika’yı Hıristiyaniyet’e koymak için Maskat ahalisini elde etmeyi en kat’i tedabirden addetmişlerdir. Bu vüs’at-ı nazar bu tul-i emel bu azamet-i teşebbüs cidden badi-i ibret değil midir? Uganda misyoneri Mackay’in mütala’atı nazar-ı dikkate hemen alınmış Piskopos Frenc isminde bir rahib Maskat vezaif-i Amerikalı Zevimer diyor ki: “İşte bu Piskopos French hatta Rahib Mackay’in tasavvurundan fazla efkarını sami’lerinin sade kulaklarına değil kalblerine kadar isal edecek bir kemal-i ilmi ve kudret-i lisaniyyeyi haiz idi.” Burada kari’lerimize Arabistan misyonerlerinin mukaddime-i ceyşi olan Aden misyoneri Keith Falconer’in mesaisinden bir nebze bahs eylemez isek bu sulh-perverane Ehl-i Salib seferlerinin ciddiyet ve şiddetinden suret-i lazımede haberdar edilmemiş oluruz. Keith Falconer esasen İngiltere’de büyük bir aileye mensub olduğu halde fevkalade bir tahsil ile temeyyüz etmiş bilhassa İbrani ve Arabi lisanlarını suret-i mükemmelede öğrenmişti. Hatta henüz genç iken el-Mu’allakat ve el-Hariri gibi güç asar-ı Arabiyyeyi pek suhuletle anlıyordu. Muahharan Arabistan’da neşr-i Hıristiyaniyet fedaileri silkine hahiş-i kalbisiyle dahil olup senesinde zevcesi ile beraber Aden İskelesi’nden Arabistan toprağına kadem-nihade olmuştur. Ancak nefs-i Aden kasabasında te’sis-i merkez eyleyecek yerde onun cihet-i şimaliyesine masruf olan Şeyhosman havalisinde saha-i faaliyetini intihab eylemiş idi ki; bu hususta irae ettiği esbab kendi tarafından ber-vech-i ati “Aden şehrinin ahalisi şunlardan mürekkebtir. saliktirler. - Afrikalılar ki hemen ekseri Somali olup bunlar da Şafiidir. - Museviler - Kısm-ı a’zamı İslam mütebakīsi Hindu dinine mensup Hind ahalisi ve bir mikdar Pars ile Gava şehrinden gelen Portekizliler. senesinde şehirde her beş Araba mukabil mevcud Somalililerin adedi üçe baliğ değil iken el-yevm yani ’te her ikisinin nüfusu müsavi olduğu beyan ediliyor ve Arabların Somali İslamları nüfus-ı umumiyyenin kısm-ı a’zamisini yani takriben dörtte beşini teşkil eyliyor. ’de Musevilerin adedi olduğu halde bugün ’te iki bini mütecavizdirler. Avrupalılar sıhhate nafi’ addolunabilir. Burada beş sene mütemadiyen bulunan hükumet doktorunun te’minat-ı vakıasına nazaran Aden havalisinde misyonerler için sıhhatlerinden endişeye mahal yoktur; bu da yağmur ile nebatatın adem-i mevcudiyetinden ve daima esen meltem rüzgarının te’siratından sıhhat üzerinde fenalık yapmaz. Şübhe yoktur ki Aden şehri bir İngiliz müstemlekesi olmasına ilaveten mevki’-i coğrafisi dahil ile mevcud münasebat-ı siyasiyyesi Yemen ile olan ticareti ikliminin muvafık bulunması Arab ve Somali ahali-i memzucesi cihetlerince gerek Afrika ve gerek Ceziretü’l-Arab en muvafık bir mevki’dir. “İkinci mes’ele şudur: İşe nereden başlamalı? Benim fikrim Şeyhosman havalisinde bir mektep fukara-i etfal ve yetimler için bir sanayi’ mektebi ve hastahane ile muavenet-i tıbbiyye merkezi teşkil etmektir. Burada her yerde olduğu gibi çocuklar büyük adamlardan ziyade ümid-bahş oldukları gibi hastahane ile muavenet-i tıbbiyye hususu ise asıl Şeyhosman’da te’min edeceği fevaid-i azimeden başka dahile nüfuz edebilmekliğimize de fevkalade yardım edecektir. Aden’de birçok adeta sokağa atılmış Somali İslam çocukları vardır ki: Fakīr ve sefil olan ebeveyni bunların başka biri tarafından terbiye edilmesine iaşe olunmasına bin can dan zulmet köşelerinden toplanıp din-i Hıristiyaniyet’e mal edilerek büyütülmelidir. Bu küçük mühtedilerin her halde bir san’at edinmeleri lazım olduğundan gerek İngiltere’den gerek Hindistan merakizinden hey’et-i irşadiyemiz miyanına marangoz demirci veyahud diğer sanayi’den birine müntesib zevatın gönderilmesine intizar olunur. Ancak hey’etin en mühim ve esas vazifesi yerli ve Afrikalı mühtedilerimizden ulema-yı İnciliyye ve vaizler yetiştirmek olacaktır. Bu yerli vaizlerin hususat-ı tıbbiyyeden dahi hisse-mend-i ma’lumat olmalarına lüzum-ı kat’i vardır. Tıb ve cerrahlığa aid hafif sathi bir ma’lumat ile bu yeni vaizlerimiz kendileri önünde birçok fırsat kapılarını açık bulacaklardır. Mektepte ise Arab­ ca İncil ve diğer kütüb-i Hıristiyaniyye vasıtasıyla okumak yazmak hesab suret-i umumiyyede öğretileceği gibi terakkī gösterenlere ilaveten İngilizce coğrafya-yı tarihi hendese cebir ve tabiiyyat ta’lim olunur. İbtida-yı emrde Suriye veya Mısır’dan bir Arab muallim tedarik edebilirsek bize büyük faideleri olacaktır. Eğer Aden’in havali-i dahiliyesine Yemen’e doğru Şeyhosman’da bir muktedir hekim ve cerrahın mevcudiyeti şayi’ olursa şimdi ta dahilinden Aden’e doktor aramaya gelen Arablar oraya uzamaya ihtiyac görmeksizin Şeyhosman’daki misyoner merkezimizin kapısında tevakkuf edeceklerdir. Hele muktedir bir cerrah pek az zamanda gerek Şeyhosman ile el-Havta’da ve gerek civardaki müteferrik Arab karyelerinde hatta karşı Afrika sahilinde nüfuz ve şöhret-i azime kazanabilir. Ancak cerrah vazifesini deruhde eden zatın mesleğinde cidden mahir olması lüzumunu tekrar ederiz. Çünkü Arablar cehaletleri muktezası ekseriya yaraları tedavisi müşkil olacak bir devreye girmedikçe cerraha müracaatı taakkul etmezler ve müracaatları takdirinde seri’ bir tedaviye nail olamazlarsa i’timadlarını gaib edip artık gerek cerraha ve gerek doktora ehemmiyet vermez. Aden hükumet cerrahı bu ciheti bana kemal-i ehemmiyetle tavsiye etmiş ve Şeyhosman’da ifa-yı vazife eden ve yerli ahaliden bir cerrah vekilinin adem-i ehliyeti hasebiyle kendisinden bir faide göremeyen hastaların Aden’e hükumet hastahanesine müracaatı fazla ve faidesiz bir külfet addetmekte olduklarını söylemiştir. Bunlara ilaveten misyoner merkeziyle ona müteallik binaların mezru’ arazi ve ağaçlıklar eyleyeceği gibi çocuklar için de faidelidir. Bütün bu şeylerin bilir. Çünkü burada su mebzul toprak münbittir. Aden’de Şimdi Şeyhosman’ı intihabımın sebeblerini telhis edeyim: essesat-ı hayriyyesinin refakatinden kurtuluruz. Zaten hükumet de bizim Şeyhosman’da yerleşmemizden memnun olur. leştirici rüzgarlarına daha ma’ruz bulunduğu gibi arazi de bir kere harareti bel’ ettikten sonra iade eylemez. çesinin hali buna delildir. Aden’de münasib mevki’ de yoktur. bulunduğundan kabail ile temas çoktur. Hususiyle Aden’deki birçok ahlaksız Avrupalıların teşkil edeceği su’-i misallerden müberradır…” Uzun bir rapordan muktebes olan şu satırlar Falconer’in ki muma-ileyh bu tedkīkatta bulunduktan sonra tekrar İngiltere’ye gidip İskoçya serbest kilisesinin ictima’-ı umumisinde “Muhammedilik ve Muhammediler arasında misyonerlik” üzerine meşhur bir nutuk irad etmiş bütün masarıfatını kendi kesesinden tesviye ettiği gibi kiliseden refakatine istediği bir misyoner için de yine kesesinden senevi üç yüz İngiliz lirası te’diye etmeyi ve misyoner ile zevcesinin Aden’e kadar masarıf-ı rahiyyelerini vermeyi taahhüd etmiştir! Hayat fedakarlığından sarf-ı nazar nakden bile İslamlarımız dünyeviyye ve saadet-i uhreviyyesi uğrunda bu derecelik bir fedakarlıkta bulunduklarını acaba ne zamanlar işiteceğiz? Keith Falconer’in nasıl çalışkan bir adam olduğunu anlamak Muma-ileyh Londra’ya avdetinde bir müddet Cambrid­ ge Darülfünunu’nda Arabi muallimliği etmiş ve mesaisi arasında “ Mekke’ye Hac ” ünvanlı meşhur Lectur Lekçir ’ını meydana getirmişti. Bu eseri yazmak üzere müteaddid lisanlarda birçok kitaplar okuduğu gibi Felemenk lisanında yazılmış tek bir kitabı okuyabilmek için de Felemenkçeyi öğrenmiştir! Bonapart gibi onun lügat kitabında ‘gayr-ı mümkin’ kelimesi mevcud değildi” diyorlar. Keith Falconer ikinci defa Aden’e bütün eşya ve rüfekasıyla geldiği zaman İngiltere’ye şöyle yazmıştı: “Gelirken Cidde’ye uğradık çok teessüf ettim ki karantina şehre çıkmamıza mani’ oldu. Mekke-i Mükerreme’yi enzarımızdan saklayan tepelere uzun uzun baktım…” Bu adam senesinde Şeyhosman’da vefat etti. Arabistan’da müessesat el-an bakī ve açtığı tarik-ı mesai ise kemal-i germi kurtarılarak Hıristiyan mezhebinde büyütülen etfal ile dolmuştur. Keith Falconer misyoner hey’eti muavenetleri ile Şeyhosman’ın yüzlerce mil etrafındaki ahaliye mevcudiyetlerini mer diyor ki: “Yemen dağlarından İslamiyet taassubunu batıl i’tikadlarını kaldırmaya pek çok çalışıyor ve muvaffak da oluyor senesi zarfında misyoner hastahanesine yatmak için kabul edilenlerden maada harici hastaya muavenet-i tıbbiyede bulunmuştur!” Şimdi biraz da misyonerlik aleminin başka bir şahsiyet-i meşhuresine ve Maskat İmamlığı’na atf-ı tedkīkat edelim: Yukarıda Maskat misyonerliğini ilk defa kabul edenin Piskopos French olduğunu bil-münasebe söylemiş idik. Bu adam ömrünün tam kırk senesini ekser aksamı seyahat-ı mühlike ve medide ile mürur etmek üzere din-i İslam aleyhine yine milel-i İslamiye içinde bir ehl-i salib seferine vakf etmiş ilk defa Hindistan’ın şimalindeki Keşmir kıt’asının meşhur Lahor’da misyonerlik merkezi teşkil etmiş ulema-yı devam Arab lisanıyla mütekellim ahali arasında dolaşarak Suriye’de Bağdad’da ve Tunus hatlarında bu lisanda tekemmüle çalıştığı gibi Anadolu’nun aksam-ı şimaliyyesi “İrade-i ilahiyyenin bizi iş başına çağırdığı tezahür edince cihanda hiçbir şey yoktur ki feda etmeyelim. Ne vatan ne ruh ne çocuk ne hayat!” Fil-hakīka Piskopos French tam altmış altı yaşında terk-i hayat ettiği zaman Maskat ikliminin gayr-ı kabil-i tahammül harareti altında ve ıssız vahşi badiyelerin kenarında beş altı arşın bezden ibaret çadırını kurmuş yanında bir iki hizmetcisi olduğu halde Ceziretü’l-Arab’ın a’makına doğru sokulmak üzere bulunmuştu. Piskopos French ruznamesinin bir yerinde diyor ki: “Yolda Hudeyde’ye uğradık gayet ümid-bahşa bir gün geçirdim. Icabat-ı ahval dolayısıyla Safa’ya [Sana’!] çıkamadığıma pek mükedderim. Hudeyde’de birçok Arabi İncil dağıtılmak üzere hazırdır. Buradaki İncil müvezzii Stefanos namında Musevilikten dönme bir zattır. Arabcaya vukūf-ı mükemmeli vardır. Yemen valisi Arabca İncil lerin Yemen ha­ vali-i dahiliyesine sevkine şediden mümanaat ediyor la­ kin Sana ve civarı Yahudileri için Hudeyde’ye getirilmiş olan İbrani İncil ler bir hafta evvel havali-i cebeliyyeye sevk edildi…” Bağdad ve Yemen’den Maskat’da misyoner merkezinin ehemmiyeti bit-takdir lazım gelen fedakarlık ibzal olunduktan sonra İngiltere ile Amerika’ya mensub birkaç misyoner cem’iyetinin de bil-ittifak Basra’ya hücum ettiklerini görüyoruz. Şurası şayan-ı dikkattir ki asabiyet-i İslamiyyeyi bilen ve ihvan-ı dinimiz arasında mürtedlerin ne derece nadir bulunduğunu bit-tecrübe anlayan Hıristiyan misyonerlerinin fenn-i cerrahiye aşina bulunmasına bilhassa i’tina edilmiştir. Misyonerlerin her türlü menafi’-i şahsiyyeden azade olarak hükumetin dest-i muavenet ve şefkatinden dur dağ kovuklarında kalmış adeta derece-i hayvaniyete yaklaşmış bir takım zavallılara karşı evvela her türlü muavenet-i insaniyetkarane başlamak addolunabilir. Basra’da misyonerlerin her yerden ziyade gayretle çalıştıkları anlaşılıyor. Çünkü Suriye ahalisinden olup İslamiyet’i terk ile Abdülmesih ismiyle tevsim edilmiş ve misyonerlere olan Kamil’in vefatından sonra da Basra’da misyonerler ile hükumet-i mahalliyye arasında bir çok ihtilafların zuhurunu ve yine Basra ahali-i İslamiyyesinden olup zevcesiyle beraber tanassur eden ve o yolda çalışan Ya’kūb isminde birinin hükumet tarafından tevkīf olunduğunu görüyoruz. Yine bu aralık Basra’daki bir takım İncil müvezzi’leri de tevkīf ediliyor. İncil deposu kapatılarak kitaplar müsadere olunuyor ve misyonerlerin ikametgahı önüne bir jandarma vaz’ ediliyor. Hatta makam-ı vilayetten Babıali bu Protestan rahiblerinin memleketten ihracı için müsaade taleb olunuyorsa da tabii hükumet bazı esbab-ı siyasiyyeden dolayı buna muvaffak olamıyor. Nihayet işler yine eski reviş-i müterakkīsini alıyor. Yukarıda dahi bahs eylemiş idik. Hükumetin bu gibi tedabiri acı bir muvaffakiyetsizlikten serbesti-i mezahib diye bağıran onu kabul eden hukūk-ı müdevvene-i ahire ve kavanin-i siyasiyyeye karşı cahilce karşı durmaya çalışmış olmaktan fazla bir netice hasıl etmez. “Düşmanın silahını alarak onunla kendinizi müdafaa ediniz!” meal-i hakimanesinde beyanatta bulunmuş olan Hazret-i Resul-i müctebanın emr-i ali-şanları mucebince misyoner istilalarına karşı onların kullandıkları muavenet-i maddiyye ma’neviyye irşad-ı şeklinde yazılmıştır. dayet-i hakīkıyyeyi göstermek maatteessüf yüzde doksan dokuzumuzun anlayamadığı kıymetini bilmediği o hazain-i din-i mübini onların gözleri önünde şa’şaa-paş eylemek lazımdır. Yoksa buyuran bu din-i mübin evladlarını mahza kendi himmetsizliğimiz ile elden çıkardıktan onları İslamiyet içinde geçen bütün sinin-i hayatiyyelerinden –hin-i hacette iknaat-ı batıla-i hariciyyeye mukabeleye muktedir kılacak– bir iman-ı tam bir hikmet-i İslam ile teslih ve takviye edemedikten sonra mantuk-ı fahr-engizine nasıl iddia-yı nisbet eylemek mümkün olur. Medarisin bigane sakfları altında kütübhanelerin tozlu raflarında deveran-ı ulum ve hikemiyatın hayat-ı ma’rifete faidesi nasıl hiç ise teşerrüf etmiş oldukları ni’met-i ilmin nur-ı etmeyen ulemanın kıymeti de böyle hiçtir. Ve hatta “mal-ı mevrus-ı enbiyayı beyhude yere habs veya israf eylemek” cümlesi bütün ma’nasıyla bu sadedde kullanılabilir! Basra’dan sonra her ne kadar bazı mertebe müşkilat içinde dikkattir ki birinci sene-i teşebbüs nihayetinde yalnız para ile sında bu iki yüz İncil ’in para ile satılabilmesi ise cidden bir muvaffakiyet addolunmaya seza görülmüştür. Aşağıki cedvel Basra misyoner merkeziyle bütün şuabatta müslümanlara satılan İncil lerin mikdarını iş’ar eder: Şu makalatımızı ne kadar tatvil etsek maatteessüf din-i mübin-i Muhammedi aleyhine ref’-i liva-yı tahrib eyleyen ve müdhiş bir azim ve fedakari ile çalışan birçok Hıristiyan cem’iyyat-ı diniyyesinin ve bunlara mensub eşhasın mütemadi ve müselsel icraat-ı vasiasına müdahale etmekten başka bir şey yapmış olmayacağız. Hususiyle bu meb­ hasin şümulü fazla tafsilata mütehammil değildir. Bize şu satırları ale’l-isti’cal hatta biraz gayr-ı muntazam yazdıran saik mahza alakadar olan zevat-ı kiramın mümkün mertebe sür’atle nazar-ı dikkatini celb edebilmek idi. Binaenaleyh dördüncü makalemizde eşhas-ı müteşebbisenin hususiyatından kat’-ı nazar Hıristiyanlık aleminin esas programına nazaran Ceziretü’l-Arab’dan ve bütün akvam-ı necibe-i Arabiyyeden neler ümid ettiklerini bunu nasıl bir mes’ele-i deler tarikler ittihaz eylediklerini en mevsuk ve salahiyetdar menabiinden hatta kendi lisanlarından tedkīk ile mütalaat-ı acizanemizi dahi ilave edeceğiz. Vaz’iyet-i hazıramız el-yevm şundan ibarettir: Bir taraftan hükumat-ı muazzamanın akd-i sulh hakkında icra etmekte oldukları tavassut diğer taraftan Rusya’nın bize karşı ta’kīb etmekde olduğu meslek. Zaten şu iki mes’ele yek-diğerine gayet sıkı bir alaka ile merbuttur. O derece ki birisi diğerinin neticesidir. Bunları ayırmak aralarında bir hatt-ı fasıl çizmek bile kabil değildir. Ma’lum olduğu vech ile icra-yı tavassut hakkında en ziyade ön ayak olan Rusya hükumetidir. Hatta fikr-i tavassut bile ilk defa Petersburg’da doğmuştur. Üç ay bundan akdem Rus hükumeti düvel-i muazzamaya müracaat ederek Osmanlı-İtalyan muharebesine nihayet verilmesi lüzumunu dermiyan etmişti. Fakat o zaman Rus diplomatlarının fikri Avrupaca tasvib edilmedi. Avrupa hey’et-i düveliyyesi arasında o zamanlar İtalya’yı avlamak kendi tarafına celb etmek sa bir taraftan Almanya-Avusturya diğer taraftan İtalya’yı adeta okşuyorlardı. Sebeb İttifak-ı Müselles mukavelenamesi müddetinin nihayetine erişmek zamanının yaklaşmasıydı. Tarafeyn miyanında İtalya’ya hoş görünmek müsabakası açılmıştı. İtalya rical-i devleti şu halden mümkün olduğu kadar fazla istifade etmek mesleğini ta’kīb ediyor gah bir tarafa gah diğer tarafa meyl ve nevaziş göstererek iki tarafı da elde saklamak istiyordu. Fakat her iki taraf da hükumet-i müşarun-ileyhanın şu oyununu anlayarak aldanmıyorlardı. Muharebenin uzaması iki taraf arasında oyunlar ile vakit geçirmek isteyen İtalya’nın müşkilat içinde boğulması iki tarafın da işine daha ziyade geliyordu. İşte bunun içindir ki Rusya hükumetinin akd-i sulh hakkında yapmış olduğu ilk tavassut teklifine hükumat-ı muazzama tarafından müsaid zamanın daha hulul etmemiş olduğu cevabı verilerek teklif-i mezkur reddedildi. Fakat bir müddet geçtikten sonra İtalya hükumeti oynamakta olduğu oyunların ila nihaye devam edemeyeceğini anlayarak İttifak-ı Müselles’de kalmaya karar verdi. İşte Rusya hükumeti şu vak’adan istifade ederek yeniden tavassut kabul edildi. Zira İtalya’nın müttefiki bulunan Almanya ve Avusturya’nın İtalya hükumetini girmiş olduğu giriveden çıkarmak istemeleri pek tabiidir. İngiltere ve Fransa’ya gelince şu hükumetler de müttefikleri bulunan Rusya’yı gücendirmemek bulundular. Şu kadar ki Osmanlı hükumeti üzerine icra-yı tazyik etmek fikrine iştirak etmediler. Yani tavassutu şerait-i bi-tarafaneye tamamiyle riayet edilmek ve tarafeyni tavassutu kabul edip etmemek hakkında tamamen serbest bırakmak şartıyla deruhde ettiler. Rusya hükumeti çar na-çar şu şartı kabul etti. Fakat tavassutu şu şart ile kabul etmek yani Osmanlı hükumeti üzerine icra-yı tazyikat fikrinden vazgeçmek tavassutu bil-fiil akīm bırakmak demektir. Zira Osmanlı hükumetinin ta öteden beri akd-i sulh hakkında beslemekte olduğu efkar bütün Avrupaca ma’lumdur. Osmanlılar Trablus’un İtalya’ya ilhakı esası üzerine tertib edilmiş olan bir sulha hiçbir zaman ru-yı muvafakat göstermeyeceklertir. Halbuki İtalya da akd-i sulha mutlaka şu şartın kabulü arasında böyle tehalüf-i vaz’iyyet-i esasiyye mevcud olduğu halde tavassuta müracaat etmek ta evvelden muvaffakiyetsizliği göz önüne almak demektir. Evet şu muvaffakiyetsizlik Rusya hükumetinin izzet-i nefsini haysiyet-i zatiyyesini cerihadar edebilir. Fakat acaba hükumet-i müşarun-ileyha tavassut teşebbüsüne giriştiği zaman bunu da gözü önüne almak vazifesiyle mükellef değil miydi? Teklif-i ma-la-yutak edenler daima izzet-i nefslerinin cerihadar olacağını beklemelidirler!. Binaenaleyh Rusya hükumetini izzet-i nefsini bile cerihadar ettirecek kadar fedakarlığa katlandıran tavassut hakkında şu derece telaş göstermeye sevk eden esbabı anlamak birkaç gün evvel bütün Avrupa matbuatını ve efkar-ı umumiyyesini son derece rahatsız ediyordu! Rusya ile İtalya arasında hiçbir hususi ve müşterek mesail yahud menafi’ mevcud değildir. Bilakis İtalya’da Rusya’ya karşı şiddetli bir hiss-i nefret besleniliyor. Hatta ’da Rusya İmparatoru Roma’ya kadar gitmeye cesaret edemeyerek İtalya Kralı ile Rafkonca’da görüşmek mecburiyetinde bulundu. Diğer taraftan Rusya’nın teşebbüs-i vakıı Fransa ve İngiltere’yi de hoşnud etmedi. Zira şu iki hükumet İttifak-ı Müselles’e yeniden girmiş olan İtalya’nın bila-nihaye Trablus girivesinde boğulmasını ez-can ü dil arzu ediyorlar. Demek ki Rusya’yı bu yola sevk eden İtalya’yı kurtarmak veyahud sulh ve müsalemete karşı beslemekte olduğu aşk ve muhabbet değil diğer bazı hususi ve mühim esbab imiş. Bugün şu esbabın neden ibaret olduğu tamamiyle tavazzuh etmiştir. Rusya İran mes’elesinin hallini istiyor. Bunun keriyyeye müracaat ederek bizi iki şık karşısında bulundurmak husulü için mücerred bir bahanedir. Rusya hükumeti pek ra’na biliyor ki ne olursa olsun Osmanlılar Trablus’un İtalya’ya lus’un İtalya’ya ilhak edilip edilmemesi mes’elesi tamamiyle müsavidir. Onun için o yalnız bizim İran’dan çekilmemizi ve Azerbaycan’ı kendisine bırakmamızı taleb ediyor. Fakat bizce İran ve Azerbaycan mes’elesi Trablus mes’elesi kadar mühim ve vahimdir. Biz Azerbaycan’a icra-yı fütuhat ve tevsi’-i memalik için gitmedik. Bizi oraya sevk eden bir lüzum-ı mübrem bir vücub-ı hayatiyye idi. Rusya’nın Azerbaycan’a sokulması Tebriz’i ve diğer nikat-ı mühimmeyi etmesi İran kadar bizi de tehlikeye ma’ruz ediyor. Binaenaleyh bedihidir ki Ruslar Azerbaycan’dan çıkmayınca bizim de işgal etmiş olduğumuz mevakii terk etmemiz kabil değildir. Terk edersek yalnız İran’ın tamamiyet-i mülkiyye ve istiklaliyyet-i siyasiyyesini feda etmekle kalmıyoruz Anadolu’yu da Rus istilası tehlike-i daimesine ma’ruz bırakmış oluyoruz. Rus hükumeti ta öteden beri alenen ve resmen kendi askerini İran’dan çıkaracağını ve İran’ın tamamiyet-i mülkiyesine ve istiklaliyet-i siyasiyyesine riayet edeceğini vaad etmektedir. Şimdi madem ki hükumet-i müşarun-ileyha bizim İran hududundan çıkmamızı taleb ediyor neden biz de mukabeleten kendisinden şu vaadin ifasını taleb etmeyelim? Bu yalnız uhuvvet-i İslamiyye muktezeyatından değil Osmanlılığın da icabat-ı hayatiyyesindendi. Ruslar bizi İran hududundan çıkarmakla bir darbede iki büyük emele nail olmak istiyorlar. Evvela İran’ın kendilerine teslimine saniyen bizim Asya-yı Kübra’da son zamanlar esnasında yükselmiş ve kuvvet bulmuş olan nam ve haysiyetimizin kırılmasına! Fakat şuna cidden emin olmalı ki Rusya beslemekte olduğu bu kadar büyük emelleri te’min için ciddi vesaile müracaat edecek vaz’iyetten mahrumdur. Harbden biz ihtiraz ettiğimiz kadar hatta belki bizden daha ziyade Rusya da ihtiraz ediyor. Binaenaleyh gürültü ve patırtılara külah kapdırmayalım! Kendi hakkımızı taleb etmekte asla tereddüd göstermeyelim. Bu sayede yalnız kendimizi değil bir hükumet-i İslamiyyeyi de halas edebiliriz. * * * OSMANLI-İRAN HUDUDU ---- VE ---- ---- RUSYA ---- Osmanlı-İran hududu mes’elesi yeni bir şey değildir. Bu mes’ele yüz seneden beri her iki devlet beyninde münazaun-fih bir halde bulunuyor. İran-ı Garbi ciheti tamamiyle Memalik-i Osmaniyye ile bitişik ve mülasık olmasıyla bu arazi dahilinde bir takım İranlı ve Osmanlı Kürd kabailinin meskun bulunmaları yüzünden her iki hükumet arasında gürültü ve kargaşa hiç eksik olmamıştır. Birbirlerine karşı çapulculuk eden Kürdler gah İran’a ve gah Osmanlı hükumetine bakmışlar ise de hakīkat-i halde bir İran hududu mes’ele-i münazaun-fihasını da aynı zamanda ihdas eylemeye yardım etmişlerdir. Osmanlı hükumeti korkusundan İran’a iltica eden Osmanlı Kürdlerine İran hükumeti ses çıkarmadığı gibi İran Kürdlerinin Osmanlı toprağına ilticalarına karşı Hükumet-i Osmaniyye tarafından aynı muamele icra edilegelmiştir. Bu mes’ele ikide birde sari ve muzır bir mikrop gibi “canlanır söner” her iki hükumeti işgal etmiştir. Vaktiyle kemal-i suhuletle halli mümkün olan bu ehemmiyetsiz mes’ele devr-i sabıkın cühela zimamdaran-ı umuru yüzünden na-kabil-i hal bir halde kalmasına hizmet olunduğu gibi aynı zamanda hall ü fasl ile tahkim ve tavassut hakkına hiçbir vechile salahiyetdar olmayan Rusya ve İngiltere’nin müdahalatına maatteessüf sebebiyet verilmiştir. Atiyen her nifak olabilecek surette düvel-i mutavassıta tarafından bir harita tertib ve tasnif edilip altına da her iki hükumetin murahhasları olan süferasının imzaları aşk olunmuştur. Fakat hükumeteyn arasında ayrılık gayrılık hissinin a­ dem-i mevcudiyeti üzerine bu mes’ele –uyumuş bir fitne gibi– öylece ala halihi devam edegelmiştir. Vakta ki İran’da meşrutiyet i’lan edildi ve kanlı vekayi’ ve fecayi’ devresi revac buldu. Rusya ve İngiltere devletleri tam meydanı boş bularak ve fırsatı ganimet ittihaz ederek memalik-i İraniyyenin taksimine i’tilafnamesiyle teşmir-i said-i ahenin edilmesi üzerine hükumet-i Osmaniyyece de İran hududunda bazı tedabirin ittihazı elzem görünmüş ve hudud-ı İraniyyeye –genç Türklerin ta’bir-i mahsusu vechile– yangın duvarınının muhafazası için asakir-i Osmaniyyenin sevki takarrur eylemiştir. İran umurunda zorla alaka peyda eden Rusya ve İngiltere gitgide tahrikat ve teşvikat-ı istilakaranede bulunup müslümanları birbirine –esma-i muhtelife ve fırak-ı muhalife ile– düşürmeye muvaffak olduktan sonra yavaş yavaş kendilerine birer mıntıka-i nüfuz ! icad ve ihdas eylediler. Bu hal-i esef-iştimale nigeran olan hükumet-i Osmaniyye her bir ihtimale karşı o da azar azar ilerlemeyi azm etti bu sokulma keyfiyeti hiçbir mümanaata duçar olmayınca herçi bad-abad öteye beriye ve en sonra yüz bu kadar karye işgaliyle neticelendi. Rusya ve İngiltere sefirlerinin tasdikine iktiran eden Osmanlı-İran harita ve projesinde gösterilen münazaun-fih hududun birisinde bulunan yüzlerce kilometrelik mesafe asakir-i Osmaniyye tarafından hükumeti birden bire i’lan-ı harb edince Rusya dostumuz da akībinde fırsattan istifadeye karar verdi. Osmanlı-İran hududunu hal için teşekkül eden komisyona dular. Bu hey’et İran Sefir-i Kebiri İhtişamü’s-Saltana Mirza Mahmud Han hazretlerinin riyaseti tahtında Babıali’deki Osmanlı komisyonuyla birleşip mes’elenin halliyle tam iştigal edecekleri sırada Rusya dostumuz ! hemen hududlara askerini tahşid ediverdi. Tahran’dan gelen hey’etin eline vesika olmak üzere bir kağıd parçası verilmeyip lazım gelen vesaikin Rusya Sefareti’nin tatarıyla İstanbul’a gönderilmesi İran’ın Hür kabinesince kararlaştı. Vesaik-ı mezkurenin vusulünden sonra bu komisyon hudud mesailini hall ü fasl ile uğraşacak ve ihtilaf neticesinde Lahey Hakem Meclisi’ne tevdiine çalışılacaktır. Munsifane düşünülürse bu mes’elenin Osmanlı-İran hududu tesmiyesinden ziyade Osmanlı-Rus mes’elesi ıtlakına sezavar olduğunu i’tiraf etmek lazım gelir. un-fiha olan araziden zaten istifade edemeyeceği aşikardır. Çünkü arazi-i mezkurenin Rusya mıntıka-i nüfuzu dahilinde bulunduğundan bit-tabi’ Rusya Devletinin dest-i kahhar-ı tegallübüne geçecek ve fakat hükumet-i Osmaniyye’nin mahrumiyetiyle neticelenecektir. Arazi-i mezkure İran’a geçecek olsaydı eminim ki hükumet-i Osmaniyye tarafından hiçbir i’tiraz vukū’ bulmayacaktı. Belki bilakis üstüne de kendi toprağından bir kaza veya bir liva bile terk etmeye muvafakat edecekti. Gerek İran’ın Osmanlı’ya ve gerek Osmanlı’nın kardeşten kardeşe geçen fazla haktan başka bir şey teşkil etmediği cihetle hiçbir tarafın işmi’zaz ve iğbirarını mucib olmazdı. Fakat maatteessüf şimal cihetinden her iki tarafa hücum edip parçalamayı tasavvur eden azgın bir …nın dendan-ı hırs ve inhimakine bedbahtane ve cahilane ihmal belası neticesinde nasib olacak olan bu arazi-i İslamiyyeye atiyen İran da ağlayacak Osmanlı da hayran olacaktır. Binaenaleyh hulasa-i kelam olarak Osmanlı-İran hududu mes’elesi “Nasreddin Hoca”nın yorganından başka bir şey değildir bütün gürültü şamata onun başında dönüyor. Zift olsun zakkum olsun demekten gayrı çare olmayacak gibi geliyor. İşte cehalet ve nifakın neticesi. Bu fena tohumları eken Şiilik Sünnilik mes’elesidir. Artık kim isterse uyansın her kim dilerse ebediyyen uyusun. ---- MEKATIB ---- Seyyid Senusi hazretlerinin merkez-i siyadeti olan Kufra’dan saha-i harbe hareketinden evvel mücahid-i muhterem Enver Bey’e hitaben tahrir ve irsal eylediği meveddetname-i cevabinin tercümesi suretidir: Bismillahirrahmanirrahim “Ve sallallahu ala seyyidina Muhammed ve alihi ve sahbihi ve sellim. Hak Sübhanehu ve teala hazretlerinin abdi Ahmed bin es-Seyyid Muhammed eş-Şerif bin es-Seyyid Muhammed bin Ali bin es-Senusi el-Hattabi el-Hüseyni el-İdrisi’den ali’l-himmet şerifü’n-nazar sahibü’r-re’yi’s-saib ve fikri’s-sakıb Devlet-i Aliyye’nin yed-i yümnası said-i kavisi batalü’l-hümam Enver Beyefendi edamallahu es’adehu ve veffera huzuzahuya i’lam olunur ki: Ba’de ihdai etemmi’s-selam ve’t-tahiyyeti ve’l-ikram… mektub-ı şerifiniz vasıl ve beyanat-ı fahimeniz münfehim oldu. Cenab-ı Bari’ye hamd ü şükran olsun ki bu mektubunuzda sıhhat ve selametiniz haber-i beşaretiyle mübeşşer olduk. Tarafınızdan nezdimize vasıl olan ihvandan aldığımız ma’lumatta hal-i İslam’ın pek mükemmel olduğuna rağmen leim İtalyanların da daima haib ve hasir bulunduklarını şar eyledik ve derece-i nihayede mesrur ve ferahnak olarak gayret-i İslamiyyenin bu derece galeyanından dolayı Cenab-ı Vacibü’l-Vücud’a hamd ü senalar ettik. ne kadar mucib-i la’net ve nefrin ise ümmet-i İslamiyyenin onlara karşı vatan ve din namusunu müdafaa eylemeleri o mertebe müstelzim-i hamd ü şükrandır. Cenab-ı Hak Kitab-ı Kerim’inde: buyurmuşlardır. O halde gerek size ve gerek bizlere şimdi vacib olan şey: Kemal-i cidd ü hazm ve azm ile çalışmak düşman-ı deniye karşı cihad eylemektir. Bütün ehl-i İslam bu cihada iştirakle kelime-i vahidede ictima’ etmiş ve etmekte bulunmuş olduklarını bir daha isbat eylemelidirler. Buna binaendir ki biz de daire-i nüfuzumuzda bulunan bütün ihvan-ı müslimini cihada iştirake da’vet eyledik ve onların i’la-i kelimetullah malarını arzu ettik. Onlar Cenab-ı Feyyaz-ı Kadir’in Kitab-ı Kerim’inde: ve olduğunu der-hatır ederek düşman-ı din ve vatan ile bütün azimleriyle bütün varlıklarıyla uğraşacaklardır. Biz de inşaallahu teala yakında size kavuşacağız ve mücahidin-i ğiz.” Mühür ---- MATBUAT ---- “Trablusgarb gerek Osmanlılık gerek alem-i İslamiyet medeniyet ve efkar-ı İslamiyyenin intişarı emrinde Trablus yegane bir kapı bir pencere olarak kalmış idi. Onun için Trablus müstakbel-i İslamiyet dolayısıyla gayet mühim bir noktadır. Vakıa İngiltere ile Fransa bir muahede ile Trablus’un hinterlandını yani gerisini kesmişler ise de Trablus yine İslamiyet’in medhali olmak vazifesini edebilirdi bahusus mesmuatımız doğru ise İtalya Trablus’un bu hizmet-i medeniyye-i İslamiyyesini nazar-ı dikkate alarak serd ettiği şerait arasında hürriyet-i mezhebiyyeye müteallik bir kayd koymuş. Bu hürriyeti Liberte individuelle yani şahsi ve ferdi bir hürriyet olmak üzere serd eylemiş! Demek ki cemaatce idarece bir hürriyet tanımıyor. Müessesat-ı diniyye teşkilatı hakkında gayetle ihtiyatlı davranıyor. İtalya kendisine cevab-ı red verileceğinden kat’iyyen emin olduğu halde anlamalı ki hürriyet-i mezhebiyyeyi bile takyid etmek eline geçmesi farz edilse artık Senusi hey’etlerine müsaade edilmeyecek. Bu ise hakimiyet-i diniyye-i İslamiyyeyi zaafa düşürmek için düşünülmüş bir şeydir…” TOKYO’DA İSLAM GAZETESI Bu kere Şubat’tan i’tibaren Japonya’da Japon lisanında mıştır. Birinci numarasının mündericatı: Japonların İslamiyet’e nazarı ve hal-i hazırdaki mevkii. Muharriri: Hasan Mürşid. Şarkda Kur’an-ı Şerif. Muharriri: Muhammed Bereketullah Sosyalizm ve İslam. Muharriri: Luiz Nikel Trablusgarb Muharebesi’nin alem-i İslam’a te’siri. ŞUUN – Din-i mübin-i İslam’ın tesettür-i nisvan hakkındaki ahkamı nice menafii calib ve bunca mefasidi mani’ ve salib olup hatta Avrupa hükemasından birçokları tarafından dahi takdir edildiği halde bizde bu vazife-i diniyyenin ve bunun üzerine teessüs ve takarrur eden adat-ı müstahsene-i milliyyenin günden güne ehemmiyetten de olunmaktadır. Nisvan-ı müslimenin tesettür maksadıyla mine’l-kadim isti’mal ve iktisa etmekte oldukları çarşafların şeklini refte refte tağyir ederek bir müddetten beri modaya tebaan iktisab eylediği şekil ve suret aklı başında olanların cümlesini te’sirat-ı amikaya duçar ediyor. Namus ve haysiyetini iffet ve ismetini muhafaza kaydında bulunan dar-ı ahirette sual ve azab-ı elimi müstevcib olan bu gibi hallerden tevakkī eylemeleri ne derecelerde vacib ise biz erkeklerin dahi erbab-ı namus nazarında çirkin görüldüğü şübhe olmayan bu gibi modalarla gitgide daire-i edebden harice çıkmak isteyen zevcat ve benatımıza hudud-ı şer’iyyeyi telkīn ve tefhim ve fevkalade muhafazası herkese vacib olan adat-ı milliyyeye riayeti tavsiye ve hilafı harekette bulunanları te’dib ve men’ eylemekliğimiz iktiza eder. Milletin matlub olan terakkīsi adab-ı diniyye ve adat-ı müstahsene-i kavmiyyenin hüsn-i muhafazasıyla kaim olup hatta Japon kavminin otuz kırk sene zarfında işitilen terakkiyat-ı harika-nüması bu sayede müyesser olmuştur. Biz bu hakīkatlerden gafil heva ve heves-i nefsaninin icabatına mail olursak ümid ettiğimiz ve cidden muhtac olduğumuz terakkī ve tealiye bedel kem-nam olmaklığımız mukarrerdir. Memalik-i Osmaniyye’de tanınmış olan edyan erbabı kendi mezheblerinin adab ve icabatını icra ile mükellef olup buna muhalif harekatın memnuiyeti dahi Kanun-ı Ceza’nın doksan dokuzuncu maddesinin üçüncü zeyli mucebince ba-irade-i seniyye ittihaz ve i’lan edilen mukarrerat ile bu kere hükumet-i Seniyye-i Osmaniyyece te’yid edilmiş ve bu fıkra-i mezkureye temas eden ceraimin ta’kībi ve mürtekibleri bulunmuştur. Bu babda ta’kībat-ı kanuniyyeye duçar ve akran ve emsali miyanında şerm-sar olmamak için nisvan-ı müslimenin icabat-ı şer’iyye dairesinde tesettüre riayet ve alış-veriş bahanesiyle töhmet mevki’lerine girip çıkmaktan mücanebet ve aile reislerinin de bu husustaki evamir-i diniyye ve adab-ı milliyyeye daima iltizam ve ihtimam ve dikkat eylemeleri lüzumu ahali-i muhteremeye suret-i mahsusada tavsiye ve ihtar olunur. – Şeref-sadır olan irade-i seniyye-i hazret-i padişahi üzerine Başkadın Efendi hazretleri Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’nin kadınlar kısmı riyaset-i fahriyyesini lütfen deruhde buyurmuşlardır. – Taraf-ı zi-şeref-i padi­ şa­ hiden Şeyh Senusi hazretlerine ihda buyurulacak murassa’ kılıcın üzerinde es-Seyfü’l-murassa’u’l-mühda mine’l-Halifeti’l-a’zam harrer bulunacaktır. – Osmanlı-İtalya harbinin devamı müddetince Trablusgarb vilayetiyle Bingazi sancağında bulunan erkan ve ümera-yı askeriyeye mahiyye maaşlarının rub’u mikdarı ve kolağası ve yüzbaşılara üçer yüz ve mülazımlara iki yüz ellişer kuruş zamimeten i’ta olunacaktır. Mensubin-i askeriyyeye muhassasatça muadili olan rütbe zamaimi verilir. – Şu son günlerde Cebel Emiri İbnü’r-Reşid hazretleri son derece müteessir ve münfail olmuş ve Arabistan tarikıyla kendi kabaili efradından binlerce eşhasın Suriye’ye i’zam etmelerini düşünerek keyfiyeti Suriye valisine iş’ar eylemiştir. Atideki ma’lumat darü’l-harbde bulunan kumandanların tebliğ edilmiştir: – Şehr-i halin üçüncü günü akşamı iki yüz kişilik bir Osmanlı müfrezesi düşmanın Kırkkarış istihkamlarına hücum ile istihkamat önündeki tel örgülerine kadar takarrub ve orada bir buçuk saat kadar ateş ile düşmanı ta’ciz etmiş ve iki harb köpeğini itlaf ve nevbetci kuleleriyle tel örgülerinin bir kısmını tahrib eylemiştir. Düşmanın telefatı tahmin olunamamıştır. Bizden dört şehid ve on mecruh vardır. – Mart’ın beşinci günü düşmanın kabil-i sevk bir balonu ordugahlarımız üzerinde dolaşarak on bomba atmış mecbur olmuştur. Düşman Kırkkarış istihkamatından Zanzur üzerindeki karakolumuza doğru top endaht etmiştir. – Bugün sükunet haleldar olmamıştır. Yalnız düşmanın yaran ile otuza karib bomba atmıştır. Bu bombaların askerimiz üzerinde hiçbir te’siri görülmemiş ancak ahaliden dört yaşında bir çocuk bomba parçalarıyla maktul düşüp diğer bir çocuk da mecruh olmuştur. – Şubat’ın yirmisinde Bingazi civarında Kophat larından çıkan düşman askeri üzerine açtığı ateşten düşmana üç yüz kadar telefat verdirildi. Bizden yalnız iki yaralı vardır. beygir deve ester ve sair eşya alınmıştır. – Şubat’ın yirmi sekizinci gecesi iki bin kişilik bir müfrezemiz tarafından Konhat istihkamına icra edilen hücum bütün gece devam etmiştir. Düşmanın kuvveti üç alay piyade iki sahra bataryasıyla iki mitralyöz bölüğünden rı dahi bu muharebede isti’mal edilmiştir. Düşman bir sahra muharebesini açıkta terk ile istihkamata iltica eylemiş ise de top ateşi altında bu topları almak kabil olamamıştır. Düşmanın kırk ikisi zabit olmak üzere bini mütecaviz telefatı vardır. Bizden piyade mülazım-ı evveli Mustafa Efendi ile beraber yüz yirmi şehid piyade yüzbaşısı Hasan Efendi ile beraber elli beş mecruh vardır. Top ateşi himayesi altında dışarı çıkmaya cesaret eden düşman bu muharebeden sonra artık başını istihkamattan çıkaramamıştır. – Şubat’ın yirmi dokuzuncu gecesi yine Bingazi’de kazma kürek telefon telleri telgraf telleri iğtinam edilmiştir. – Derne’de Mart’ın altıncı gecesi kırk kişilik bir müfrezemiz kendi istihkamatının yedi yüz metre ilerisinde düşman tarafından hafr edilen avcı siperlerini işgal ile ale’s-sabah mezkur siperlerde birisinin üzerlerinden gelen düşmana ateş ederek altı kişiyi itlaf eylemiştir. Düşmanın istihkamatı gerisine toplamakta olduğu büyücek kuvvetlere güvenerek on dokuz Şubat’ta olduğu gibi bütün kuvvetiyle muharebeye ibtidar edeceği zannolunarak tan harice çıkaramamış ve yalnız topçusuyla bütün gün ateşe devam eylemiştir. Bizden üç şehid ve üç mecruh vardır. Düşmanın kuvve-i ma’neviyyesi büsbütün bozulmuştur. – Valide-i Hidivi Emine Hanımefendi hazretleri tarafından evvelce defaatle Trablus ve Bingazi’de mücahedatla meşgūl olan guzat-ı İslamiyyeye lazım gelen me’kulat ve melbusat irsal olunduğu gibi bu kere de kendilerine yazlık takımlarının i’mal ve irsaline teşebbüs edilmiştir. Müşarun-ileyhanın arslancasına olan bu teşebbüsat-ı hayr-hahanelerine karşı umum Mısırlılar tarafından Ümmü’l-muhsinin lakabı verilmiştir ki müşarun-ileyha hazretleri bu lakabı bi-hakkın ihraz buyurmuşlardır. – Pari Journal gazetesine Cezair’de bulunan muhabiri tarafından yazıldığına göre Trablusgarb’daki Osmanlı mecruhini lehinde olmak üzere Hilal-i Ahmer Hey’eti tarafından Cezair’de küşad edilmiş olan iane büyük bir şevk ve meserret ile telakkī edilmiştir. Bil-cümle Cezair müslümanları Trablugarb mücahidlerine muavenet göstermek için kemal-i ulüvv-i cenab Hey’eti Fransa’nın Dersaadet sefirine ilk defaya mahsus olmak üzere yüz bin frank iane göndermiştir. Şimdiye kadar cem’ edilen mebaliğ yalnız Kostantin Vilayeti’nde yüz elli bin frank derecesini bulmuş ve her taraftan ianat gelmekte bulunmuştur. Gerek şehirlerde ve gerek çöllerde ikamet eden bil-cümle Arabların topladıkları mebaliği kemal-i semahatle ve muavenet göstermeyi bildiklerini isbat ediyor. – Cezair emir-i namdarı Seyyid Abdülkadirzade Ali Efendi hazretleri tarafından Dahiliye Nezareti’ne Dehibat’tan varid olan bir telgrafnamede mücahidin-i Arabı umum millet-i İslamiyyeyi istihkar ve Halife-i Resul emiru’l-mü’minin efendimizin hukūk-ı şahanelerine taarruza ictisar eden düşmanı memalik-i şahaneden def’ ve tenkile da’vet etmek üzere Seyyid Senusi hazretleri tarafından ayat ve ehadis-i nebeviyye ile müveşşah beyannameler tevzi’ edildiği beyan ve Bingazi’den Trablusgarb’a kadar icra eylediği seyahatte yollarda tesadüf eylediği umum tekaya ve aşairle konuştuğu ve binlerce mücahidinin sahne-i harbe koşmak üzere bulunduğu dermiyan edilmektedir. Müşarun-ileyh telgrafnamesinde kuvve-i ma’neviyyenin pek yüksek bir dereceye vasıl olduğunu te’min ve tebşir etmektedir. – Bulgaristan dahilinde Burgaz kasabasından gönderilen bir mektuba nazaran şehr-i mezkurdaki rüşdiye ve i’dadiye mekteplerine devam eden müslüman çocukları başlarına şapka giymekten imtina’ ettikleri cihetle mektepten tard edilmişlerdir. Kemal-i hayret ve teessüf ile haber aldığımız şu vak’a hürriyet-i edyana Bulgaristan’da nasıl riayet edildiğine dair bir fikr-i kafi verebilir. – İran hükumet-i hazırası İngiliz-Rus notasına verdiği cevabda dört milyonluk avans i’tası için düvel-i müşarun-ileyhima tarafından serd edilen şeraiti kabul eylediğini beyan etmiştir. Hükumet-i müşarun-ileyhima kendi politikasını tarihli İngiliz-Rus i’tilafı esaslarıyla te’lif etmeyi taahhüd ederek i’tilaf-ı hazırla verilen te’minatı nazar-ı dikkate aldığını da serd ve ityan eylemiştir. İran hükumeti ordunun ihtiyacat-ı memlekete salih bir surette tensik ve ıslahı kendi tarafından ta’kīb olunacak programın nokta-i esasiyyesini teşkil etmekte olduğunu ilaveten dermiyan eylemekte ve şah-ı mahlu’ ile biraderi artık İran’dan müfarakat ederek maiyyetleri asakiri dağıtılmış olduğu cihetle İran’ın sür’at-i mümkine ile asakir-i ecnebiyyeden tahliyesi emrinde sunda izhar-ı ümid ile cevabnamesine nihayet vermektedir. Avam Kamarası a’zasından Colonel Yat tarafından İran-ı Cenubi ahvali hakkında Hariciye Nazırı Sir Edward Grey’e bazı sualler irad olunmuştur. Şiraz-Isfahan yollarında şu son zamanlarda İngiliz müessesat-ı ticariyyesi tarafından irsal olunan doksan bin İngiliz lirası kıymetindeki emval-i ticariyyenin İran eşkıyası tarafından sirkat ve yağma olunduğunu Kolonel Yat beyan eylemiştir. Edward Grey vekayi’-i mezkureyi tasdik ettikten sonra İran-ı Cenubi ahvalinin peyderpey kesb-i salah edeceğine kanaat ettiğini ve havali-i mezkurede asayiş ve emniyetin takriri için İsveç memleketinden celb edilen jandarma zabitanının İran hükumeti tarafından Şiraz’a – Ajans Roy­ ter Tahran’dan istihbar ediyor: Şah-ı sabık tarafdaranı detli bir müsademe vukūa gelmiş ve Rusya Konsolosluğu tarafından idare-i örfiyye i’lan edilmiştir. – Kirmanşah’ta bulunan ahali-i İslamiyye tarafından Trablus’taki İslam mücahidleri için seksen lira i’ta edilmiştir. – Fransa Meclis-i Meb’­ u­ sanı a’zasından Mösyö Jores tarafından şu son günlerde gerek alem-i İslam’a ve gerek Fransa’ya taalluk eden değerli mütalaat dermiyan edilmiştir. Müşarun-ileyh Hindistan müslümanlarının umumiyi mevzu’-ı bahs ederek nokta-i nazarını alimane ve müdekkıkane bir surette isbat etmiştir. Eyyam-ı ahirede beyne’l-İslam bir tekafül-i umumi hasıl olmuş olduğunu ve bu münasebetle Fransa hükumatının alem-i İslam muhabbetinden uzaklaşmaması lazım geldiğini bir lisan-ı mü’essirle tavsiye eylemiştir. Alem-i İslamiyyet’in yek-vücud bir kitle-i siyasiyye halinde bulunduklarına kaviyyen kani’ olduğunu Mösyö Jores beyan etmiştir. Müslümanların eskisi gibi uyumadıklarını kanaat-bahş bir surette isbat eden hatib-i müşarun-ileyh bu mecmua-i insaniyetin din-i mübin ile Kur’an-ı Şerif’in ahkam ve ayat-ı la-yeteğayyeri sayesinde ileride şayan-ı taaccüb bir surette teali ve terakkī eyleyeceklerini ve terakkiyat-ı vakıalarına bundan sonra Avrupa devletleri tarafından hiçbir suretle mümanaat edilemeyeceğini kaviyyen me’mul ettiğini de ifham eylemiştir. – Osmanicher Loyd ’da okunduğuna göre Berlin’de yakın zamanda İslamiyet hakkında tetebbuatta bulunmak üzere bir cem’iyet teşekkül etmiştir. Bu cem’iyetin gayesi alem-i İslam’ın mevki’-i dini ve Bu cem’iyet neşr ettiği bir beyannamede vaki’ olacak tetebbuatı neşr edeceği beyannameler ile a’zalarına bildireceğini ve bilahare bir kütübhane te’sis olunarak memalik-i İslamiyyedeki asar-ı münteşire cem’ olunacağını beyan etmektedir. – Kalküta’da Farisiyyü’l-ibare mütalaa olunduğuna nazaran Necef ve Kerbela ile atebat-ı aliyyatta bulunan Şiiyyü’l-mezheb din kardeşlerimizin rüesa-yı ruhaniyyeleri olan hücec-i İslamiyye tarafından ahiren yeniden ısdar olunan evamir ve fetavada “umum küre-i arz üzerinde bulunan Caferiyyü’l-mezheb müslümanların boykotaj icrası ekiden tavsiye ve i’lan edildiği ve mezkur keyfiyetin dinen ve şer’an her müslim ve müslime üzerine farz ve vacib bulunduğu” sarahaten zikr olunmuştur. Binaenaleyh Hablü’l-Metin gazetesi bir kasemname sureti tab’ ve tertib ederek İtalyanca ve Rusça lisanlarıyla emtia ve ticaretine karşı nefret ve boykotaj icra etmek isteyenlerce ol vechile yemin eylemeleri lüzumu tefhim olunmuştur. Bu ana kadar Hindistan Şiilerinden binlerce zevat mezkur yemine tebaiyet ve iştirak eylemişlerdir. Mezkur gazete kasem edenlerin – Bengale’de münteşir Zigo Merid ceride-i İslamiyyesinde görüldüğüne nazaran bu kere Hind müslümanlarıyla putperestleri arasında bir i’tilaf hasıl olarak bundan sonra bilumum memalik-i şarkiyye ve İslamiyyeye tecavüz eden Avrupa devletleri hakkında tatbik ve ta’kībi lazım gelen muamelatın her iki taifece müştereken teşebbüs olunması karargir olmuştur. – Hindistan gazetelerinde okunduğuna göre Encümen-i Himaye-i İslam’ın yevm-i mahsusu münasebetiyle Şubat’ın ’ncı günü Lahor şehrinde kur ile İslam mektepleri namına cem’-i ianat ve neşr-i İslam maksadıyla Pencap İslamlarından mühim bir hey’et-i mahsusanın Japonya’ya i’zamına karar verilmiştir. Hey’et-i mezkure Japonya’da iki ay kalacaktır. – Hongkong Gazet ceridesinde yazıldığına nazaran Çin müslümanları tarafından Bingazi mücahidlerine irsal edilmek üzere ianat-ı nakdiyye dercine başlanmıştır. İanat-ı mezkure cem’ ve irsaliyle iştigal etmek için bir komisyon teşekkül edip riyasetine de Mevlevi Hayreddin Sahib ta’yin olunmuştur. – Tokyo’da münteşir mukaddem Japonya’da Hindli talebe iki üç kişi bulunuyordu. Beş sene mukaddemde Hindli talebe nefs-i Tokyo’da otuz kadar olup kendilerine mahsus bir haneleri dahi bulunuyor müslüman yoktu. Şimdi ise elli altmış kadar Hindli talebeden yirmi kadar müslüman bulunduğu ve umur-ı ictimaiyyede müslüman talebeleri diğerlerine rehberlik vazifesini ifa etmekte oldukları görülmektedir. Bugün merkezi Tokyo’da “Altın Hind” ünvanıyla bir cem’iyet-i siyasiyye teşkil olunmuştur. Bu cem’iyetin mühim erkanı Hindli İslam talebesi olduğu maa’l-mesar müşahede olunmaktadır. Japonya’da da Hindli müslüman tüccarı mühim bir mevki’ ihraz ediyor. Japonya’nın payitahtında nin beyanına nazaran Japonya ahali-i İslamiyyesi tarafından tertib edilen bir mitingde Osmanlı-İtalya muharebesine dair müteaddid nutuklar ve konferanslar irad olunup İtalyalıların Afrika-yı Osmani’de icra eyledikleri mezalim ve tecavüzat hakkında beyan-ı nefret ve işmi’zaz eyledikten sonra insaniyet namına Mikado hazretlerinin müdahalesi taleb ve istirham olunduğu gibi mücahidin-i İslamiyyeye sarf ve tevzi’ olunmak üzere ianat-ı nakdiyye cem’ ve dercine teşebbüs olunmuştur. Bu kadarla da iktifa etmeyen hamiyet-mendan-ı olan gaziyan-ı İslam’ın emr-i tedavilerine bakılmak için bir Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’nin i’zamına da karar vermişlerdir. – Yine balada ismi sebk eden ceride-i İslamiyyenin başmakalesinin mealinden müsteban olduğu üzere sene-i Miladisinden bu ana kadar umum Japonya memalikinde din-i mübin-i İslam hakkıyla şeref-i İslamiyyetle müşerref oldukları gibi bundan sonra da diyanet-i mukaddese-i İslamiyye ile şeref-yab olmaya hazır ve müstaid olan pek çok kimseler tarafından kavaid-i Cem’iyet-i İslamiyye’ye müracaat etmekte bulundukları anlaşılmıştır. Müslüman olanlar miyanında Japonya a’yan ve eşrafından bir çok zevatın da dahil bulundukları mezkur gazete tarafından tebşir edilmiştir. Füruz-ı diniyye ile evamir ve ahkam-ı mukaddese-i şer’iyyenin evkat-ı muayyene-i mefruza esnasında kemal-i i’tina ve ihtiram ile ifa olunması edilerek emr-i hayr-ı mezkurun kuvveden fiile çıkarılmasına son derece bezl-i gayret ve faaliyet edilmektedir. – Umumiyetle Rusya’da bulunan İslam gazeteleri Rusya hükumetinin tavassut hakkında ittihaz edeceği mesleği tenkīd etmekle beraber Rusya ordusunda harb zamanlarında kerin hiçbir cihetle Kafkasya hududu sevkiyatından hoşnud olamayacaklarını lisan-ı teessüf ile beyan etmektedir. Zaten Rusların umur-ı dahiliyyesinde olan hoşnutsuzluklar da harekat-ı askeriyyeye müsaid olmadığı ilave olunmaktadır. – Türkistan’da pamuk ticareti her sene tekamül ve terakkī etmekde olduğu gibi bu yüzden umum Türkistan müslümanlarında iktisadi bir tefevvuk görülüyor. Her şehirde mükemmel pamuk temizler fabrikalar sıl fevkalade memnuniyet-bahşet bir terakkiyat-ı iktisadiyye vardır. Ehl-i servet sene be-sene tezayüd etmektedir. TEFSIR-İ ŞERIF ---- . . . . . ---- ---- . . ---- Tercümesi “Biz senin göğsünü genişletmedik mi? Belini çatırdatan yükünü indirmedik mi? Sonra ismini yükseklere çıkarmadık mı? Öyle ise bilmiş ol ki güçlüğün yanında kolaylık var. Evet güçlüğün yanında şüphesiz kolaylık var. Onun için mücahedenin birini bitirince birine atıl. Bir de yalnız Tanrı’ndan * * * Suresi’nin tetimmesidir diyenler bile olmuştur. Ma’lumdur ki şerh açmak genişletmek ma’nasınadır. Göğsün büyüklüğü vücudun kuvvetini gösterdiği için Araplarca pek makbul idi. Hakīkat geniş göğüs kalb ile ciğerin rahat rahat işlemesini te’min ederek vücudu kuvvetli tutar. Kavi ise kendisine hücum edenleri ezeceği için huzur içinde yaşar. O sebepten sadrın inşirahı meserret inbisat demek olur. Duha Suresi’ni tefsir ederken söylediğimiz vechile aleyhissalatü vesselam Efendimiz kavmini dalal içinde küfür ve gi yoldan irşad edeceğini düşünürdü. Cenab-ı Hak Nebiyy-i Muhteremine aramakta olduğu yolu vahy ile gösterince kalbindeki sıkıntı birden bire feraha münkalib oldu göğsü genişledi. yük­ tür. Ancak ruha verdiği eza hakīkī yükün vereceği yorgunluktan daha acıklı olduğu için bu kadar şiddetli bir surette tasvir buyurulmuş. Evet; şirkin vahşetin cehaletin en safil derekelerindeki bir kavmi; daha sonra diğer bir çok milletleri tevhide insaniyete larının kenarından alarak hayat-ı cavidani sahasına çıkaran Resul-i Ekrem’in göğsü ne kadar genişlemiş arkasından ne dehşetli bir yük inmiş olacağı meydandadır. Ref’-i zikirden murad-ı ilahi ise şehadetlerde ezanlarda hutbelerde Kelamullah’ın bir çok yerlerinde Hazret-i Peygamber’in Allah ile birlikte anılmasıdır. Bir isim daha ne kadar yükselebilir? kavl-i celili Halık’ın ne büyük bir kanununa ne kat’i bir düsturuna tercüman oluyor! Usr’süz yüsr olmayacak; lakin usr’ün yanında mutlaka yüsr bulunacak. Zemahşeri diyor ki: “Ayet-i kerimede “ma’a” kelimesi irad buyurulmuş; zira yüsr usr’e o kadar yakın ki: Adeta aralarında hiç fasıla yok da ikisi beraber.” Bu alem-i hayatta insanlar türlü türlü sıkıntılar çeker türlü türlü musibetlere düşerler. Şayed yeis getirirlerse çalışmayı bırakacakları için mahvolup giderler; yok o sıkıntıdan kurtulmak o felaketi yenmek için uğraşırlarsa sonunda muvaffak olurlar. İş himmeti büyük azmi sağlam tutmakta bir de yüsrü ele geçirmenin yolunu araya araya bulmaktadır. Artık yüsr usrün yanı başındadır hakīkatini lisan-ı Hak’tan duyanlar için kemal-i itminan ile çalışmaktan başka ne kalır? Allah’ın bu müeyyed tatmini Kur’an’ın bu müekked te’mini beşeriyet için ne kıymetli bir tesliyettir! Zaten tevfik-i Hak’dan ümidini kesmek; ye’se kunuta düşmek haramdır. Sa’ye mücahedeye azme sarılmak Müslümanlığın ruhudur. Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib gibi daha bir çok emirler nehiyler gözümüzün önünde dururken yazıklar olsun ki biz o ruhdan uzaklaşmışız gittikçe de uzaklaşıyoruz. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber iken ne kadar şedaide ne kadar me­ saibe ma’ruz kaldı! Ezalar cefalar tehdidler ölümler de tek başına nasıl uğraştı! Sonradan etrafına toplanan sahabilerinden de ne büyük fedakarlıklar görüldü! Lakin o muvakkat usr ne sürekli bir yüsre inkılab etti! Allahu Zü’l-celal Resul-i güzinine diyor ki: Madem usrün sonu yüsrdür; gerek kendine gerek ümmetine müfid olacak ibadatından mücahedatından birini bitirince diğerine atıl bu uğurda yorul. Zira bu yorgunluk ayn-ı rahattır. ---- FIKIH VE FETAVA ---- Hac ve Ka’be − Hac ve Ka’be’nin tarihi hususunda bizce muhakkak olan bir şey var ise o da bunların Hazret-i İbrahim ile oğlu İsmail aleyhime’s-selam tarafından icra ve bina edilmiş bulunmalarıdır. Ka’be-i Muazzama’yı bina etmeleri tamam olunca hac etmeleri gerek tarihçe gerek nusus-ı Kur’aniyye ve ehadis-i nebeviyyece suret-i kat’iyyede sabit olmuştur. Hazret-i İsmail’in muavenetiyle İbrahim aleyhisselamın Ka’be’yi bugün bulunduğu mevki’-i mübarekte bina etmiş bulunması Arablar beyninde öteden beri meşhur idi. Asar-ı cahiliyyede buna delalet edecek birçok şahidler bulunabilir. Hazret-i İsmail’in ahfad ve zürriyeti hatta bunların temasta bulundukları sair kabail-i Arab Ka’be-i Muazzama’yı tavaf ve ziyaret ettikçe hac kıldıkça büyük babaları Hazret-i Halil’in sünnet-i şerifelerini ihya ile millet-i Hanifiyye üzere bulunduklarını görürken inişe iner yokuşa çıkarken telbiye etmek ihlal eylemek ile Hazret-i İbrahim’in bina-yı Ka’be’yi müteakib Cebel-i Ebi Kubeys’e çıkarak vücub-ı haccı i’lan ile insanları hacca da’vet buyurmasına karşı icabet etmekte bulunduklarını Feth-i Mekke günü Ka’be-i Muazzama derunundaki esnam ve heyakil çıkarı[lır]ken bir de İbrahim ve İsmail aleyhime’s-selamın ellerine ezlam sıkıştırılmış suretleri de bulunmuş tanılmalarından suretleri ihtiramen oraya vaz’ olunmuştu. Din-i mübin-i İslam dahi Hazret-i İbrahim’i bani-i Ka’be ve millet-i Hanifiyyenin büyük bir rüknü olmak üzere tanıyor. Bir de şeriat-i İslamiyyenin ta’lim ettiği menasik Hazret-i Halil’e nisbet olunan batnen ba’de batnin tevarüs tarikıyla beyne’l-Arab şüyu’ bulan nüsüklere de muhalif değildir. Bu halde bir müslim bir müverrih Ka’be-i Muazzama’yı hacc-ı şerifi devr-i Halili’de mevcud olarak görebilir. Fakat Hazret-i İbrahim Ka’be’yi mi hac için bina etti yahud haccı mı Ka’be için icra etti? İşte burada her iki şıkkı kabule yardım edebilecek sözler söylemek kabildir. Haccın devr-i Halili’den mukaddem dahi velev ibtidai bir surette olsun mevcud bulunduğuna kail olur isek Ka’be’nin hac için bina edilmiş olduğuna kail olmak için yol açılır. Yok devr-i Halili’den mukaddem beyne’l-Arab hac ıtlakına layık bir şey bulunmadığı cihetini iltizam etmek daha haiz-i rüchan görülürse haccın Ka’be için yani Ka’be sebebiyle meşru’ edilmiş olduğu anlaşılır. Zaten ulema-yı İslam hazeratının re’yleri de bu merkezdedir. Beytullahın nefs-i vücub-ı hac için sebeb olduğunu edille-i muknia ile isbat ediyorlar. Bundan Hazret-i Halil’in Ka’be’yi bina etmeden evvel haccın bulunmadığı anlaşılır. Fakat bizce muhakkak olan bir şey varsa o da İbrahim aleyhisselam bina-yı Ka’be’yi müteakib hac etmekle me’mur oldu. Hazret-i İbrahim İsmail aleyhisselam halde ifa-yı hac ettiler. Müverrihler hacc-ı İbrahim’in keyfiyetini de beyan ediyorlar. Lakin bu nasıl ma’lum olmuş bu babda verilen tafsilat nereden iktibas edilmiş olduğu bizce bilinemedi. Maamafih sırf müverrihlerin verdiği ma’lumat üzere atiyen bu babda söylenecek sözlere mukaddime olarak hacc-ı İbrahim’in menasik ve ef’alini burada zikr etmeyi münasib görüyorum. Hazret-i İbrahim ikmal-i Ka’be’yi müteakib Harem-i Şerif’in hududunu ta’yin etti. Zilhicce’nin yedinci günü Beyt-i Şerif muvacehesinde menasik-i haccı beyan ederek hutbe okudu. Zilhicce’nin sekizinci günü ihrama girerek maşiyen Mina’ya azimet eylediler. Yollarda telbiye ve tehlil evkat-ı hamseyi vakti hulul ettikçe eda ediyorlardı. Geceyi orada geçirdiler. Yevm-i terviye böylece mürur etti. Zilhicce’nin dokuzuncu günü sabah namazını kılıp güneş hayli yükseldikten sonra Arafat’a geldiler. Mescid-i İbrahim’in bulunduğu yerde tevakkuf ettiler. Sahra nam mevki’de Hazret-i raber olarak öğle vaktinde eda ba’dehu Müzdelife’ye avdet ettiler. Akşam ile yatsıyı cem’ eylediler. Remy-i cemerat için dokuzar aded taş topladılar. O gece Müzdelife’de kalarak sabah namazını ba’de’l-eda Vadi-i Mahser denilen mevzia muvasalat ettiler. Bu vadinin beş yüz arşın kadar mahallini sür’atle geçtiler. Mina’da üç gün kalarak remy-i cemerat ve zebh-i kurban eylediler. Ba’dehu yola çıkarak öğle namazını Mahsab nam mevki’de eda ile Mekke’ye avdet ettiler. Müverrihlerin rivayetine göre Hazret-i Halil’in kıldığı hac lerin iştirak ettiği ma’lum değil. Hatta bazı rivayetlerde bu haccın ihtiyar pederiyle oğlundan başka kimsenin bulunmadığı da anlaşılıyor. Maamafih am-ı kabilde Hazret-i İbrahim oğlu İshak ile zevcesi Sare’yi de beraber getirmiş hepsi birlikte Şimdi bu rivayete bakılırsa ikinci sene hac edenlerin adedi dört kimseden ibaret idi. Olabilir ki başkaları da iştirak etmişlerdir. Fakat bu cihet mervi değil maznundur. Maa-zalik Hazret-i İbrahim’in Kenan diyarında Hicaz’da Hazret-i İsmail’in kabail-i Arab ve bilhassa Cürhümiler beyninde olan mevki’leri hele nübüvvetleri nazar-ı dikkate alınırsa birinci defalarda hacca iştirak edenlerin adedi az olmakla beraber sonraları çoğalmış olduğunu düşünmek için yol açılır. Kenan diyarının muhterem bir şeyhi nebi ve resulü memleketini terk ile birkaç sene sırasıyla Mekke’ye gelerek hac etsin de kavmi arasında bu vak’a kimsenin nazar-ı dikkatini celb etmesin. Bu kabil değildir. Hazret-i İsmail de kavmi arasında hatırı sayılan bir resul idi. Cürhümiler beyninde pek ziyade i’tibar ve şeref sahibi idi. Bu halde onun ehemmiyet ve ciddiyetle icra etmekte bulunduğu hacc-ı şerifin kavmince nazar-ı i’tibara alınmayıp muhibbanınca bil-fiil iştirak edilmemesi mutasavver değildir. Her halde çok geçmeden Arablardan bil-hassa Hicazlılardan hacca iştirak edenlerin adedi çoğalmış olacaktır. Zaten hacc-ı şerif değil o zaman Arablarının belki şimdiki insanların bile nazar-ı teemmül ve tefekkürlerini mucib ibret-amiz bir ibadettir. Zamanımızda şarkan ve garben dünyanın her tarafından her sene yüz binlerce müslümanların maddi ve ma’nevi birçok zahmetlere katlanarak eda etmek üzere bütün hulus ve mevcudiyetleriyle can attıkları o ibadet-i şerifeye o civarda bulunan o zaman Arablarının dahi fırsat düştükçe iştirak etmeye meraklanmaları pek tabii gelir. Fil-vaki’ hacc-ı şerifin zamanımızda dahi ifa ve eda edilmesi o kadar azim fedakarlıklara tevakkuf ediyor ki menfaat-i ma’neviyye te’mini ümidiyle yapılabilecek ibadetlerin zahmet ve meşakkat nokta-i nazarından kat kat fevkindedir. Fakat diğer cihetten de o fedakarlıkları zahmetleri la-şey derecesine indirecek kadar merak-aver lezzet-bahş bir ibadet de bulunamaz denilebilir. kendisine hac farz olanlardan pek az kimseler ifa-yı farizada kusur ettikleri halde hemen ekseriyet-i azimenin vebal altında kalmadıkları maa’ş-şükran meşhud oluyor. Halbuki beri tarafta salavat-ı mektubenin ifası hususunda izhar-ı tekasül edenlerin hadd ü hesabı yoktur. İşte bu hakīkatin şübhesiz zaman-ı mazide Arablar beyninde dahi icra-yı hüküm etmiş olduğuna şübhe edilemez. Fi’l-hakīka İbrahim ve İsmail aleyhime’s-selamdan sonra Arablar hele Arab-ı müsta’ribe şuabat ve butunu arasında hac taammüm etmiş beyne’l-kabail yegane bir ibadet-i umumiye ve resmiye şeklini almıştı. ---- FELSEFE ---- Vahdet-i Vücud − Zamandan bahs edilmiş iken ezeliyet ve ebediyet hakkında da istitrati bir iki söz söylemek faideden hali değildir. Ma’lumdur ki maziye doğru takdir edilen ezmine-i gayr-ı mütenahiyyede istimrar-ı vücuda “ezel” denildiği gibi müstakbele doğru takdir edilen ezmine-i gayr-ı mütenahiyyede Ezel ve ebed ta’birleri Cenab-ı Hakk’a izafet edilirse vücud-ı Bari’nin kayd-ı zamandan ari olarak istimrar-ı mutlakı ma’nasını tazammun eder. Fakat ezel ebed ta’birlerinde bizim bu zaruret de kayd-ı zamandan ari istimrar-ı mutlakın tasavvurundaki aczimizden münba’istir. Ezeliyet-i ilahiyye zat-ı Bari’nin kemal-i zatisi iktizasından olmak üzere taakkul edilen bir “kabliyyet”tir. Fakat bu “kabliyyet” Cenab-ı Hakk’ın medid bir zaman ile hadisata takaddümü ma’nasını tazammun etmez. Çok kimseler ezeliyet-i değildir. Ezeliyet-i ilahiyye vücud-ı hadisata nazaran takdir edilmez. Akıl böyle bir takdirde muztar kalsa bile bunun i’tibarat-ı vehmiyye kabilinden olup hakīkate temastan baid bulunduğunu unutmamalıdır. Bu ma’nayı ifadede böyle bir takdir yukarıda söylendiği gibi zaruridir. Çünkü başka türlü tebliğ-i meram mümkün değildir. Halbuki ezeliyet-i ilahiyye zamanın ihatası dahiline girmez. Tevali-i hadisata nisbetle ta’yin olunmaz. Onun hadisata takaddümü umur-ı i’tibariyyedendir. Ezeliyet-i ilahiyye kayd-ı zamandan haric bir istimrar-ı mutlaktan ibaret olmak haysiyetiyle vücud-ı hadisattan evvel ne ise ondan sonra da odur. Biz bunun hakīkatini anlayamayız. Bizim taakkul edebileceğimiz ezel mebdei olmayan bir maziden ebed de müntehası olmayan bir müstakbelden ibarettir. Ezeliyet-i ilahiyye mıyla azadedir. Zaten istimrar-ı mutlakı mazi hal ve istikbal gibi hudud-ı vehmiyye ile tahdid ederek zamana üç muhtelif şekil vermek eşkal-ı hendesiyyenin tahakkuku için ferağ-ı mevhumu tahdid etmek kabilindendir. Hudud-ı maddiyyenin şey kalmadığı gibi hudud-ı vehmiyyenin iskatıyla da ortada an-ı mutlaktan başka bir şey kalmaz. Bu misal dai-i itiraz olabilir. Ancak biz bunun hakīkat-ı matlaba tamami-i tevafukunu misal olmak üzere serd ediyoruz. Onun için tazammun ettiği mahzurdan dolayı mu’ahaze varid değildir. Her hangi bir istimrar olursa olsun biz onu zamandan mücerred olarak tasavvur edemeyiz. Çünkü aczimiz buna mani’dir. Fakat onun imkanını inkarda asla ma’zur olamayız. Vücud-ı Bari’de taakkul olunan “bu’diyyet” ve “kabliyyet” hükmü olduğundan zamana gayr-ı tabi’dir. Gelelim ebediyet-i ilahiyyeye; ebediyet-i ilahiyye demek vücud-ı mümkünün inkıta’ından sonra vücud-ı vacibin istimrarı Şu takdire göre Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti aynıyla ebediyeti ebediyeti de aynıyla ezeliyeti olmuş olur. Ezeliyet-i ilahiyye ile ebediyet-i ilahiyyenin bu suretle hakīkat-i vahideye inkılabı Cenab-ı Hakk’ın beka-yı zatisiyle münferid kalması için izafi olan iki tarafın kendisinden Hulasa-i kelam; “ezeliyet” ve “ebediyet” Hakk’ın iki sıfatıdır. Vücub-ı ilahinin taakkulu için bu sıfatlar zamana izafet edilir. Bunlar hakīkatte başka başka şeyler değildir. Ezel zamandan mücerred olarak taakkul edilince onda ebed de tahakkuk eder. Ezel her iki münteha-yı ma’kūlu cami’ bir zaman ile mesbuk olmayan vücudu tetavül-i zamandan beri olan bekası demek olur. Muhakkıkīn ezelle kıdem beynindeki farkı ta’yin ederek ezel vücud-ı Bari’de taakkul olunan “kabliyyet”tir. Kıdeme gelince o da bu kabliyyetin ademle mesbuk olmamasıdır diyorlar. Şu takdire göre ebedde vücud-ı Bari’de taakkul olunan “bu’diyyet” beka o “bu’diyyet”in tarayan-ı ademden beri olması demek olur. Ezel ile ebedin ittihadına dehr tesmiye olunur. Bu kelimenin ma’na-yı ıstılahisi “an-ı mutlak” demektir. “An-ı mutlak” yahud “an-ı daim” de Hazret-i Uluhiyyetin istimrarı bu istimrar da zamanın batınıdır. Orada ezel ile ebed birleşir. hadis-i şerifi bu ma’na i’tibarıyladır. Sarı Abdullah Efendi hazretleri Mesnevi-i Şerif şerhinde zaman hakkında şöyle buyuruyor: “Mütekellimin indinde zaman bir emr-i vehmi olup haricde vücudu yoktur. Erbab-ı keşf ve şühud katında zaman dedikleri meratib-i teayyünat ve zuhurattan her bir mertebede edvar-ı erbaa-i cemaliyyede vaki olan tecelliyat-ı zatiyyenin imtidad ve beka ve deymumiyet ve sermediyetinden ibaret olup her mertebede bir isim ile müsemmadır. Mertebe-i vahidiyyet ve makam-ı ceberut da “vakt-i mutlak” ve “an-ı daim” ile müsemmadır ki bu mertebede subh u şam yoktur. ve zaman mertebe-i melekutta dehr ile müsemmadır. ve zaman mertebe-i berzahda asr ile müsemmadır ve mertebe-i melek ve şehadette zaman ile müsemmadır.” Hazret-i şarihin düstur-ı hakaik olan eser-i hakimanesinden alınan şu birkaç satır zamanın ehl-i hakk u hakīkat surette anlatıyor. Bundan ziyadesi fazladır. Kudema-yı hükema bu iki şeyin hakīkatte şey’-i vahid olduğuna işareten ezel ile ebedi bir daire yahud kuyruğunun ucunu ağzına almış bir yılan suretinde temsil ederler idi. olmaksızın Müslim – Gazzali tehzib-i ahlak nokta-i nazarından insanları başlıca üç kısma ayırmıştır: Birinci kısım safiyet-i fıtriyyelerini muhafaza eden insanlardır. Bunlar hayr ü şerre karşı tamamiyle lakayd kalırlar. “Hayr”ın iyi ve “şerr”in fena olduğunu muhakeme edemezler. Kendileri hangi yola sevk edilirlerse o tarikı ta’kīb ederler. Bu halde bulunan insanlar bir mürebbi-i kamilin dest-i terbiyetinde sühuletle ahlak-ı fazıla iktisab edebilirler. olarak tanırlarsa da ihtirasat-ı nefsaniyye şehvet ve gadabın duklarından fenalığını i’tirafla beraber rezaile inhimak gösterirler. Bu halde bulunan insanların tebdil-i ahlak edebilmeleri az çok bir mücahede ve zamana muhtacdır. Çünkü evvela kendilerinde bir meleke haline gelmiş olan fena huyları terk ve yerlerine iyi huylar ikame etmeleri lazımdır. Maamafih güç olmakla beraber bunların da ıslah-ı nefs edebilmeleri mümkündür. Üçüncü kısmı teşkil edenler rezail-i ahlakıyye ile me’luf olmakla beraber rezileti fazilet i’tikad ve fazilet-i ahlakiyyeyi bir nevi’ budalalık addeden kimselerdir. Bunların tebdil-i ahlak edebilmeleri pek müşkildir. Çünkü bu gibi eşhasın evvela rezilet-i ahlakıyyenin bir kabiha ve fazilet-i hulkiyyenin de bir meziyyet olduğuna kanaat peyda ederek evvelki i’tikadlarından nükul etmeleri saniyen kendilerinde bir meleke haline gelmiş olan fena huylardan tamamiyle vazgeçmeleri salisen fezail-i ahlakıyye ile ittisafa çalışmaları lazımdır. Bu ise hem geç ve hem güç olur. Gazzali’nin şu mütalaası piskoloji-i insani hakkında ne kadar derin tetebbuatta bulunmuş olduğunu pek güzel gösterebilir. Senelerce alem-i İslam’a huzemat-ı irfan saçmış olan bu mümtaz dahinin –bilhassa yaşadığı zaman ve muhiti nazar-ı ve felsefiyyeyi tedkīk eden erbab-ı insaf kendisinin cidden harika-nüma büyük bir psikolog olduğunu i’tirafa mecbur kalırlar. Gazzali tebdil-i ahlaktan maksad tabayi’-i insaniyyenin bil-külliye mahvı demek olduğunu [olmadığını] izah ederken diyor ki: “İnsanda bulunan kuva hayat-ı şahsiyyenin muhafaza ve hayat-ı nev’iyyenin bekası için elzemdir. Mesela insandaki iştiha dediğimiz hal mahv edilmiş olsa hayat-ı şahsiyyenin bekası mümkün olamaz. Yiyip içmekten mahrum kalan insan helak olur gider. Hiss-i şehvet bulunmasa tenasül olmaz ve neticede nev’-i beşer münkatı’ olur. Kuvve-i gadabiyye münadim olunca mez. Aciz kalır. Yine mahv u helak olur. Fatır-ı Mutlak şahıs ve nev’-i insaninin muhafazası için efrad-ı beşeriyyeyi bu gibi bir takım kuvvetlerle techiz etmiştir. tefritten kurtararak i’tidale irca’ etmeye çalışır.” Gazzali bu babdaki muhakemesini esası üzerine ibtina eylemektedir. Hazret-i İmam ilm-i ahlakı fenn-i tıbba teşbih ederek diyor ki: “Bedenin muhafaza-i sıhhati için kavaid-i hıfzu’s-sıhhaya riayet ve maraz vukūunda etibbaya müracaat nasıl lazım ise hayat-ı ma’nevinin tekemmül ve muhafazası için de ilm-i ahlak mütehassıslarına müracaatla kavaid-i ahlakıyyeyi teallüm ve tezkiye-i nefse mübaderet o kadar lazım ve vacibdir. “Ahlak-ı seyyie hayat-ı ebediyyeyi ifna eder bir takım emraz-ı ruhaniyyedir. Bedenin helakini müstelzim olan emraz-ı cismaniyye ile hayat-ı ma’neviyyenin mahvını mucib olan emraz-ı ma’neviyye arasında pek çok farklar vardır. Hayat-ı faniyyenin ifnasını intac edebilen emraz-ı cismaniyyenin tedavisi için herkes i’tinalarda bulunur. Tabiblere koşar ilaclar tertibine koyulur. Halbuki emraz-ı ma’neviyye hayat-ı ebediyyeyi ifna etmektedir. “Şu halde emraz-ı ma’neviyyenin tedavisine ihtimam ve ahlak-ı fazıla ile ittisafa itina edilmesi ercahiyetle herkese lazım olmak icab etmez mi?” Gazzali hayat-ı ma’nevide muhafaza-i i’tidali sıhhat-i bedene ve ifrat ve tefriti de vücuda tari olan emraza teşbihle diyor ki: “Bir hastanın tedavisi için bir tabib-i hazıka ihtiyac olduğu gibi maraz-ı ma’neviye mübtela olan bed-huy bir şahsın tedavisi için de bir mürebbi-i fazıla lüzum vardır. Yeni doğan bir çocuğun bedeni tağdiye ve terbiye ile neşv ü nema bulur ve tekemmül eder. Kuva-yı ma’neviyye de böyledir. Bu kuvvetler de evvelce zaif olurlar. Fakat terbiye ve tehzib-i ahlak sayesinde tekemmül ve ilim ve irfanla tegaddi ederler. “Vücud sağlam ve hastalıktan azade olursa tabibe hiç de öğrenmek ve tatbikine çalışmak kafidir. Hastalık alaimi görüldüğü zamandır ki derhal tabibe müracaat icab eder. “Nefis de emraz-ı ma’neviyyeden masun ise bu hali muhafazaya ve kuvvet ve safvetini tezyide çalışmak iktiza eder. Aksi takdirde etibba-yı ma’neviyat olan ekabire müracaatla hastalıktan tahlis-i nefs etmek çareleri aranılmalıdır. “Fakat bir hastalığın tedavi edilebilmesi için esbab-ı maraz ma’lum ve hastalık teşhis edilmiş olmak lazımdır. Çünkü mi’yar-ı deva mi’yar-ı ilimden ahz olunmuştur. “Nüfus-ı beşeriyyenin tezkiye ve tehzibiyle meşgūl olan erbab-ı irşad da dest-i terbiyelerine mevdu’ olan insanların evvela sinnini mizacını ahlakını halini bünyesinin riyazata derece-i tahammülünü tedkīk etmeli ba’dehu netice-i tedkīkine göre tedaviye başlamalıdır.” Gazzali’nin hikmet-i ahlakdaki vukūfu cidden şayan-ı hayrettir. Tasfiye-i nefs için vaz’ ettiği usuller meslek-i tasavvufisi mülhematındandır. Gazzali’ye göre tehzib-i ahlak ve terbiye-i ma’neviyyeden gaye “insan-ı kamil” yetiştirmektir. Bu gayeye vusul için Hazret-i İmam “mücahede” ve “riyazat” usullerini tavsiye ediyor. Tedrici riyazat sayesinde nefsin tezkiye ve ruhun fezail-i aliyye ile tahliye edilebileceğine kani’dir . İhya’ü’l-Ulum ’da bu hususa dair pek rengin sahifeler okunabilir. ---- TARIH ---- HAK VE HAKĪKAT – Melek-i vahiy görünmeyerek kalb-i Ne­ bi’ye ifaza-i ma’na etmesidir. Bu nevi’ vahyin kıbel-i e­ cell-i Rahmani’den olması kalb-i mübareklerinde ilm-i zaruri ma’rifet-i vicdaniyye halkıyla Nebi-i zi-şan hazretleri­ ne ma’­ lum olur. Nasıl ki Cibril-i Emin de hitab-ı varidin der­ gah-ı Süb­ hani’den şeref-sudurunu kendisinin tebliğe me’mur kılındığını ancak bu tarikle biliyordu. Tenbih Bu mer­ tebelerin hiç birinde Kur’an-ı Kerim nazil olmuş değildir. Mertebe-i saniyeden olduğu tasrih buyurulan vahy-i ila­ hilerden biri şu hadis-i şerifdir: ma’na-yı şerifi: Ruhu’l-Kuds Cenab-ı Cibril kalbime üfledi isal-i vahy eyledi ki hiçbir nefis erzak-ı mukadderesini istikmal etmedikçe ölmeyecektir. Binaberin cümleniz Hak’tan ittika ve taleb-i rızkta icmal etmelisiniz. Rızk-ı vasiin teehhuru sizden birinizi ma’siyetle “gayr-ı meşru’” bir suretle talebe saik olmasın. Çünkü hayırlı ve bereketli rızk taat-i ilahiyye haricinde bulunmaz. Cibril-i Emin hayat-ı kuluba badi olacak vahy-i ilahi isa- [ Müslim terkibi bazı ulema tarafınline vasıta olmasına binaen “Ruhu’l-Kuds” tesmiye olunmaktadır ki nazm-ı celilinde de variddir. nefh müradifidir ki bundan müştaktır. zamm-ı ra ile kalb ma’nasındadır. Emir buyurulan meşru’ olan turuk-ı cemile ile hırs-ı zaid ve ta’b-ı müf­ rit karıştırmayarak bezl-i mesaide bulunmak yahud rızk olmaya salih olacak şeyin talebinde inhimakle Rezzak-ı Müteal’in hukūk-ı rububiyyetini ihmal etmemekten ibarettir. Arif-i bi’llah sahibü’l-hikem İbni Ataullah Kitabü’t-Tenvir ’de daha birkaç vecih zikir etmiş ise de ercah olan bu ma’nalardır. Hadis-i şerif-i mezkuru Hafız Ebubekr Bağdadi ve Hakim-i Nisaburi İbni Mesud ra’dan bu lafızla rivayet etmişlerdir. İmam Taberani Mu’cem ’inde ve Hafız Ebu Nuaym Hilye ’sinde Ebu İmate’l-Bahili ra’dan tarzında rivayet ediyorlar ki Celal-i Suyuti rh Cami’ inde bu rivayeti ihtiyar etmiştir. Zaten ecelin de rızk gibi emr-i mukadder olmasında şek ve irtiyabımız yoktur. Ancak mahall-i münasibinde tahkīk edildiği üzere takdir-i ezeli –bize daima mestur bulunduğu cihetle– celb-i hayr ve def’-i dayr te’mini için lüzum görülen tedbir-i umur ve bezl-i mesaide [na]tuvani ve tekasül vukūunu asla mucib değildir. Belki ve ve misilli nusus-ı şer’iyye bu babda ihtimam-ı tam ile çalışmaklığımızı icab etmektedir. Hatta zekat ile infakat-ı saire vücubuna dal olan evamir-i Sübhaniyye iktisab-ı servet ve gınaya sarf-ı himmet ve ikdamdan asla geri durmamaklığımızı muktezidir. Servet ve gına ihrazı rızk-ı mukadderi tezyid ve tevfir etmiyorsa da tezaüfünde te’sir edeceği ca-yı şitibah değildir. ---- AFGANISTAN ---- ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Amcamın yanına gelince: –Şu büyük padişah hakkında ne buyurursunuz? dedim. Epeyce güldü. Kale dahiline girdiğimizde Şah Cihan’ı ardıksa da meydanda yoktu. Nihayet hakīr bir kulübe dahilinde bulduk. Beni görünce –size yemek pişirmek için ormandan odun getirmek üzere adam gönderdim. Hala ekmeğiniz de pişmedi. Çünkü demir tavamızı düğüne almışlardı. Daha getirmediler dedi. İşi anlayınca adam yollayıp yiyecek tedarik ettirdim. ta’biri ıstılahan isti’dad-ı kamil as­ olmaksızın İbn Mace Ahaliden görüştüklerime –bu zat sizin padişahınız mıdır? diye soruyor ve –çok akıllı kimselersiniz ki böyle muktedir bir sultanı hükümdarlığınıza intihab etmişsiniz! diyordum ki şu medayih; ahalinin pek hoşuna gidiyordu. Ertesi günü Şah Cihan gelip: – Bundan sonra iki menziliniz amcazadem Dost Muhammed’in kalesidir. O sizi benden daha iyi misafir edebilir. Erkenden yola çıkınız dedi. Kendisinden kılavuz istedik: – Kendim gelir size yolu gösteririm teklifinde bulundu. Amcama: Belki bunda bir maksad vardır dedimse de ber-mu’tad sözüme kulak asmadı. Ne ise hareket ve bir dağın eteğinde beytutet ettik. O gecenin ferdasında yine bir dağ aşıp harab bir kalenin önünden geçtik. Tekrar amcama: – Bu herif bir şeytanlık ediyor bizi sapa yollardan götürüyor. Yiyeceğimiz kalmadı. Hala da bir ma’mureye gelmedik. Ne yapacağız? dedim. Geceyi kırda geçirdik. Sabahleyin –evvelce kendisine haber gönderilmiş olan– Dost Muhammed iki bin kişi ile istikbalimize geldi ve selam ve – Niçin bu sarp yollardan geldiniz? diye sordu. Kılavuzumuzun amcazadesi olduğunu anlayınca: – Onu bana veriniz. Zira bizim kaleye uğramamanız için sizi böyle dağlardan bayırlardan götürmüş ki maksadı beni bed-nam etmektir. Siz de lutfen kaleyi teşrif ile istirahat buyurun dedi. Amcama yaklaşıp: – Sözümü dinlemiş olsaydınız bu iki şeytanın dam-ı ittifakına düşmezdik dedim. Sohbet esnasında bir gürültü oldu. Tahkīk edince Dost Muhammed’in getirdiği hırsızlardan beş tanesi bizim eşyayı çalmaya kalkışmış ve adamlarımız tarafından tüfenkle yaralanmış olduğunu haber aldık. Şah Cihan bunu işitince meydandan gaib olmuştu. Aratıp buldurdum ve niçin gizlendiğini kendisinden sordum: – Beni Dost Muhammed’e teslim edersiniz diye korktum da onun için savuştum dedi. – Öyle bir fikrimiz yok. Kalk bakalım bizi buraya getirdiğin gibi ma’mur bir mahalle götür diyerek amcama da: – Gündüz gözüyle hareket edelim. Geceye kalırsak Dost Muhammed’in adamları ile uğraşmaya mecbur olacağız ihtarında bulundum. Hareket ettik ve bütün gece şiddetli soğukta yürüdük. Ertesi günü de devam eyleyerek ikindi vakti harab ve metruk bir kaleye vasıl olduk. Kılavuzumuz olan sultanü’ş-şeyatine: – Buranın ahalisi nereye gitmişler? diye sordum. – Baharda gelirler hava soğuyunca karşıkı dağa giderler cevabını verdi. – Babana la’net! Senin uğursuzluğundan insan da hayvan da yürümekten aciz kaldı diye söylendim. – En iyisi kendiniz gidip oradan yiyecek tedarik ediniz. Çünkü benimle o kale ahalisi arasında münaferet vardır dedi. Herifi kemal-i meserretle def’ ettikten sonra gurub-ı şemsi müteakib ta’rif edilen kaleye geldik. Ahali bizi düşman zannıyla müdafaaya kalkıştıysa da hüviyetimizi anlayınca istikbalimize çıkıp bizi iki gün misafir ettiler. Verdikleri erzakın bedelini de almadılar. Oradan Peşenk’e müteveccihen yola çıktık. Peşenk civarındaki bir kaleye geldiğimizde ora hakiminin kırk bin rupiyelik resm-i miri cem’ ederek Kandehar’a göndermek fikrinde olduğunu casustan haber aldım. Bunun üzerine amcamla meşveret ederek: – Gece yürüyelim tulu’-ı şemsten evvel Peşenk’e girip rupiyeleri alalım dedim. Lakin maiyyetimizden birkaç kişi bar ettiği cihetle tedbirimiz bozuldu. Hakim aldığı haber üzerine yakındaki kalelerden yüz nefer celb ederek kalesini tahkime çalıştı. Bereket versin ki evvelce gidip beni beklemek için bir casus göndermiştim. Bu casus avdetle amcamın adamlarından beş kişinin ettiği hıyanetle kale hakiminin tahkim-i mevki’ etmesini bildirdi. Orada nail-i maksud olamayacağımızı anlayınca Kariz-i Zir’e azimetle iki gün ikamet ettik. Tevhid ve İttihad − cenab-ı Ebi Hüreyre hazretlerinin rivayetiyle nakl ettiği şu hadis-i celilü’l-kadre bak! Dikkatle oku! “ İnsan ölünce defter-i a’mali de dürülür. Hayatında hayr ve şer ne yapmış ise onlarla hesap başını bekler. Yalnız üç amel-i hayr bu hükümden müstesna; bunların ecir ve mükafatı ya-yenkatı’dır. Ardı arası kesilmez Daima sahiblerinin defter-i a’mallerine yazılır durur. Ya –gerek müceddeden ve gerek ta’miren– medaris ve mekatib-i İslamiyyeyi ihya; çeşme köprü yol cadde şimendüfer tayyare gibi nef’i bilhassa millet-i İslamiyyeye ve umum alem-i insaniyyete şamil mebani ve asar-ı medeniyye ve levazım-ı hayatiyye ya kendisiyle şevket ve azamet-i Kur’aniyenin bekasına hadim– her hangi bir ilim ve fenni evlad-ı mü’minine okutup yetiştirmek hususiyle bunlara dair kitaplar te’lif ve neşr etmek veyahud namını hayr ile yad eder ve ettirir veled-i salih hayru’l-halef bırakmak.” Görülüyor ya; bu fani bu mevte mahkum insan Bu nutk-ı hakim-i cenab-ı Risalet-penah-ı a’zamiyi mu­ zaaf bir im’an-ı nazarla oku da düşün! Sonra bir de Endülüs’deki o kara tali’li biçareleri derhatır et! Onlar kendilerini salibe teslim eden büyük cedlerinin mezarlarına gidip Fatiha mı okuyor? Yoksa ayaklarıyla çiğneyerek tekmeleyerek düşnam ve la’net mi ediyorlar? Bedbahtlar! Arkalarına öyle bir nesl-i mürteddin bıraktılar ki kıyamete kadar la’net-han! şeklinde yazılmıştır. Ya Osmanlıların Macaristan’da Hırvatistan’da Romanya’da terk ederek tıbkı Endülüs Arabları gibi cebren tanassur ettirilmiş olan nesillerine ne diyelim? Bir Macarın Bosna’da hemşehrim Arnavudlardan birkaçının huzurunda şu: “Bizim memleketimiz Osmanlıların elinde iken benim o zamanki büyük ceddim memleketin müftüsü imiş. Yadigar olarak bir oda dolusu kitapları pederden evlada intikal suretiyle el-an mahfuz. Biz bu kitapları –okuyamadığımız için– bilmeyiz. Yalnız Müslüman dinine aid olduklarına şübhemiz yok. Sizin mevlid-i şerif regaib ve mi’rac gibi eyyam-ı mübarekenizi unutmayız. O günlerde odaya girer ve kitapları siler öper ? yine yerli yerine dizeriz!!” Feciayı kemal-i teessürle anlattığını söylersem bilmem kalbin ne kadar sızlar! İhtimal ki gözlerin dolar işte bu zavallı Macar büyük ceddinin müfti-i belde olduğunu ve bir oda dolusu da kitap bıraktığını kendi lisanıyla söylüyor. Bir bu bedbaht müftiye bak! Bir de ondan bin kere bedbaht nesl-i mutanassırına bak! Sonra ruhuna ne okunduğunu defter-i a’maline ne yazılmakta olduğunu teemmül et! Geçen Rus felaket-i uzmasında Abdülhamid’in bizzat verdiği emri üzerine mevaki’-i harbiyyeyi gezmiş ve meşhudatını bir layiha-i mahsusa ile bu milletin Neronuna bildirmiş olan hamiyetli bir zat layihasının otuzuncu sahifesinde: “Şıpka Balkanı üzerindeki Receb Paşa’nın tabyasına çıktım. mış olduğu çadırlar ve birçok mühimmat arabaları görülüyordu. Bir de Moskofların Kızanlık’tan ve kurasından cebren alıp oraya kaçırmış oldukları altmış kadar genç İslam kızlarıyla Rus zabitlerinin kol kola gezmekte olduklarını görünce Receb Paşa’ya: “Bunlara nasıl tahammül olunur?” dedim. “Evet ben de görüyorum; gülle atsam bu biçare kızlara tesadüf eder. Bunların ne kabahatleri var?” dedi. Dikkatle bakılınca mazlum kızların gözlerinden yaşlar dökülmekte olduğu görülüyordu.” Hailesini söylüyor. Eyvah bu zavallı kızlara! Anaları babaları bu maktule-i iffet ve ismetleri böyle Moskofların pamal-i hayvaniyetleri olmak için mi büyüttü? Ah…! Biz ne kadar hissiz ne kadar kansızız! Yunaniler Sırblar Bulgarlar kendilerini müteessir etmek bizim aleyhimizde ateşler alevler püskürmek için hiç yoktan barbarlığı her dakīkamız için bin vesile-i matem bin enin ve feryad var iken sanki biz o felaket-i istilasına duçar olan binlerce mızraklarına kılıçlarına kurban edilmiş binlerce gelinler gelinlik kızlar cebren götürülüp tanassur ettirilmiş yarı cihan vüs’atinde memleketleri ellerinden çıkmış Türkler değilmişiz gibi her taraftan piyano ud keman gramafon sadaları içinde bir velvele-i zevk u safa ki insana durgunluk gelmemek kabil değil! Tıbkı Endülüs’ün safahat-ı ahiresi! Koca Kurtuba on beş buçuk asırlık Darülhilafe-i İslamiye bunca müessesat-ı diniyye ve mebani-i medeniyyesiyle Kral Ferdinando’ya zelilane miskinane istiman ederek kapılarını açıyor. Eyvah…! Bir milyon derecesindeki o kansız o vicdansız müslümanlar yalnız sırtlarındaki elbise ile karılarını yanlarına çocuklarını omuzlarına alarak ağlaya ağlaya kırlara düşüyorlar! Bayırlar üzerinde baykuş yuvalarına sığınıyorlar! Bir daha da “Kurtuba var mıymış? Dünyada misli nadir görülür öyle bir musibet başlarına gelmiş mi?...” vazifelerinde bile değil! Vazifelerinde olsa da …! Bir kere kan sulanmış! His ölmüş! Hayat namına behimiyetten başka bir şey kalmamış! Değil Endülüs’ten; hatta “Dünyadan çık!...” deseler yine bir vaz’iyet-i tezellül ve ihtikar ile!! “Peki…!?” diyecek! Bir İspanyalı kollarını sallayarak evine giriyor gözleri önünde namusunu pa-mal ediyor da yine ses çıkaramıyor. Engizisyon Cem’iyeti bu vahşiyane namus-şikenliğe bir de kanun ??? koymuş. Erkek olursa İspanyalının kız olursa bedbaht kadının! Miskin kocasının! Kahraman-ı Salib evden çıkarken “biliyorsun ya! Hamil kalır oğlan doğurursa benim kız olursa senin!” diyor! Medeniyet-i Salibiyye bu! Onlar; galebe halinde yapacakları ma’rifet gösterecekleri medeniyet işte bu tarz-ı vahşet bu uslub-ı mel’anetten ibaret!... Trablus’ta yirminci asr-ı medeniyyetin ? Ehl-i Salib’i de böyle yapmıyor mu? Hem de utanmak hatır ve hayaline bile getirmeden o sahil kahramanlarının ihtiyacat-ı hayvaniyyeleri ve ismet-i İslamiyyeyi fuhşa da’vet ediyor! Tarih –fart-ı teessürle!– diyor ki: “Kurtuba’yı kuşatan İs­ panyalılar oralara kadar mahza çapulculuk ve mümkün olduğu mertebe tahribat ikaı için sakınarak gelmişler; fakat Kurtubalıların –mezar taşları gibi– yerlerinden kımıldanmadıklarını görünce beray-ı tecrübe teslim teklifine cesaret etmişler ve derhal bila-kayd ü şart ? cevab-ı icabet almışlar. Hayretler içinde kalmışlar. Hatta kral bu na-me’mul fel-i safilin-i zillete düştüklerine ihtimal vermezdim!” demiş. Eğer Kurtubalılarda zerre kadar Arablık kanı Arablık hamiyeti vatan muhabbeti olaydı değil Ferdinando’ya teslim olmak bilakis onu askeriyle esir etmek kudretine malik idiler. Nefir-i am olarak herkes silah-ı namusa sarılmış olaydı düşmanın –iki misli bir kuvve-i faika ile istikbaline çıkarlardı. Halbuki bunlar cüz’i bir eser-i hayat bir nişane-i merdi bile göstermediler!” ] Sübhanallah!... Ne esrar-engiz hikmettir ki tevhid-i teşekkül ettiği halde hiç biri paydar olamamış! Sanki bir silsile-i inkıraz ve izmihlal İslamiyet’i sürükleye sürükleye yirminci asr-ı medeniyetin medeniyet-i Salibiyyesinin zir-i pa-yi kahrına –bitab ve [na]tüvan!– sermiş uzatmış! Üç yüz bu kadar milyonluk koca bir alem-i tevhidin bir cihan-ı Kur’an’ın –birkaç milyonu müstesna olmak üzere– mahkum-ı teslis olduğunu gördükçe akla durgunluk geliyor! Hayretten teessüre teessürden yeise düşüyor! Nihayet kalbi taşıyor gözleri coşuyor! Çocuk gibi ağlamaya başlıyor! Üç yüz milyon müslüman çift hayvanı gibi boyunduruk altında…! Aman ya Rabbi! Yoksa mahkumiyetin esaretin zilletin bir zevk-i ruhanisi mi var? Üç de değil de üç yüz milyon…? Mecmu’-ı efradı üç yüz binden ibaret Karadağlılar milliyetlerini krallıkla tetvic ediyorlar da beride on milyonluk Fas on milyonluk İran şikak u nifak şerefine ? istiklallerinden saltanatlarından hayat-ı hakīkīlerinden isti’fa ediyor! Biri Fransa’ya diğeri Moskof’a teslim-i ruh ediyor! ŞEMS-İ MÜNIR-İ MEDENİYYET ŞARK’DAN MI TULU’ ETTİ YOKSA GARBDAN MI?.. Bu serlevha ile böyle bir makale kaleme almaklığıma yegane sebeb bundan birkaç gün mukaddem birkaç arkadaş miyanında cereyan eden bir mes’eledir. Mes’ele İslamiyet’e aid bulunuyordu. Arkadaşlardan birisi saadet ve selametini te’min edecek bir din varsa o da din-i Diğer birisi de bu fikri kabul ile beraber İslam’ın hal-i hazırı tin –terakkī hususunda– arasındaki azim farkın nereden ileri geldiğini söylüyor ve diyordu ki: Eğer bu cihetler bi-hakkın düşünülecek olursa alem-i medeniyyeti neşr eden Müslümanlık’tır demek doğru olamaz. Eğer böyle olmak lazım gelse terirlerdi. Halbuki her nerede İslam hükumeti varsa ismi var cismi yok bir hale gelmiştir. Binaenaleyh bana öyle geliyor ki İslamiyet medeniyetle kabil-i te’lif değildir. Medeniyet namına görülen şeyler de ecnebilerden istiare edilmiştir…! leyi yazmaya sebeb olmuştur. Şurasını da söylemek mecburiyetindeyim ki: İslamiyyetin medeniyetle kabil-i te’lif olup olmadığını tedkīk etmezden mukaddem İslamiyet medeniyeti başka milletlerden mi istiare etti? Yoksa milel-i saire medeniyeti Müslümanlığın feyzinden mi aldı? Burasını araştırmak lazımdır. Bu ise zuhur-ı İslam’dan mukaddem küre-i arzda bulunan milletlerin edvar-ı hayatiyyelerini güzelce tedkīk etmekle olur. Eğer bu cihet bi-hakkın tedkīk edilecek olursa neticede görülür ki esasen medeniyeti bütün cihana neşr etmeye çalışan İslamiyet’tir. Bu ciheti tafsilen diğer makalelerimizde inşaallah zikr edeceğimizden bu makalede bidayet-i İslam’a atf-ı nazar etmek istiyoruz. Tarih-i ümeme nazar-ı im’an ve basiretle bakarsak görürüz ki beşeriyet geçirmiş olduğu edvar-ı mütemadiyyede birçok tebeddülat-ı guna-gun ma’ruz kalmıştır. Asırlarca salah ve sükun ile imrar-ı hayat ederek bütün şa’şaasıyla alemi dehşetlere ilka eden bir millet bir zaman geliyor ki bütün ma’nasıyla tedenni ediyor. Binaenaleyh cem’iyat-ı beşeriyye daima bir kıyam ve kuud bir hübut suud karşısında bulunuyor. Bazen yürüyür bazen de tevakkuf ediyor. Tarih-i ümem gösteriyor ki: Din-i mübin-i İslam’ın meşrık-ı bathadan tecellisi cem’iyat-ı beşeriyyenin gayet müdhiş bir devre-i inhitatına tesadüf ediyordu. O vakit bütün dünya her cihetten geride kalmış idi. Din ilim medeniyet siyaset ahlak… hülasa min külli’l-vücuh duçar-ı inhitat olmuşlar bütün insanlar bir fetret bir zalam-ı bi-payan içinde puyan olup gidiyordu. Tarih gösteriyor ki o zaman dünya başlı başına iki devlete –İran ve Roma devletlerine– boyun eğip onların zir-i tahakkümünde bulunuyordu. Bu iki devletin medeniyetini ? göz önüne getirecek olursak görürüz ki: Birincisi gavail-i dahiliyye ve hariciyye ile zaten sarsılıyordu. Bir taraftan fesad-ı ahlak neticesi olarak tahaddüs eden bela-yı tefrika diğer taraftan gavail-i hariciyye ile bunların bünyan-ı şevketi zaten yıkılmak üzere bulunuyordu. Roma Devleti ise satvet ve şevketini henüz gaib etmemiş ahval-i hariciyye ve dahiliyyesi pek muhkem bir halde olup akvam-ı mücavireyi muttasıl na’ra-i tehdidiyle titretiyordu. Memleketleri kahr ve galebe ile zabt ederek insanlarını zir-i tahakkümüne geçiriyor daima onlara eza ve cefa edip bir an bile zulümden geri durmuyordu. Bu cihetle Roma Devleti bütün dünyayı hükmüne teshir edip akvam-ı saire Romalıların pençe-i kahr ve istibdadı altında eziliyordu. O zamanlar Roma Devleti medeniyet-i sabıkasını da zayi’ etmeyip guya medeni bir devlet idi. Lakin bu medeniyet nasıl bir medeniyet idi? Medeniyet namına ne gibi şeyler icra ediliyordu. İşte buralarını ariz ve amik anlamak için Larousse’un Dairetü’l-Maarif ’ini –Ansiklopedisini– açalım da bir kere gözden geçirelim ki: İslamlar medeniyeti garbdan mı? Yoksa garb İslamlardan mı aldı? Tamamiyle anlaşılsın. Bakınız! Larousse bunların medeniyetini nasıl tasvir ediyor? “–Romalıların kanunlarını icmalen söylemek lazım gelirse deriz ki: Bunlar kanun şekline bürünmüş vahşet kasvet zulümden başka bir şey değildi. Roma’nın evvelce muttasıf olduğu fezail-i ahlakıyye bütün ma’nasıyla rezalete vahşete inkılab etmişti şecaat ebna-yı cinsine muavenet cem’iyat-ı beşeriyyenin devam ve bekası için lazım olan intizam-perverlik vatan ve millet uğrunda fedakarlık gibi fezail-i ahlakıyye aynıyla hayırsızların haydudların ahlakına mümasil idi. Kaffe-i fezailden tecerrüd edip libas-ı vahşeti iktisa ederek alabildiklerine cem’-i mala haris idiler. Romalılar bütün ecanibe karşı daima son derece buğz ve adavet besleyerek onları behayim-i adiyye hükmünde tutarlardı. Hasılı tam ma’nasıyla vahşet hüküm-ferma bütün dünyaya kılınç kamçı sallamaktan meydan-ı harbde esir olanları her türlü işkence ile ta’zib etmek ma’sum çocuklarla aciz ihtiyarlara zafer arabalarını çektirmekten başka bir şey değil idi.” Larousse’un sözlerini bil-münasebe buraya yazmaktan maksadımız mahza İslam’ın ilk devre-i tecellisinde ru-yi arz­ da en büyük medeni olan devletlerin medeniyetini göstermek ve bu sayede İslam’ın vaz’ etmiş olduğu o metin ra­ sin esaslarından hiç birinin –bazı ukūl-ı kasıra ashabının zannettikleri gibi– sair medeniyetlerden iktibas edilmemiş olduğunu isbat etmektir. sının garb-ı cenubisini teşkil eden yarım adadan –Ceziretü’l-Arab’dan– leme’an etmeye başlıyor. Kainatta medeniyet namına icra-yı ahkam eden bu kadar vahşet ve mezalime nihayet veriyor yarım asır geçmeden bütün alem bu dinin getirmiş olduğu ilm-i muhkem medeniyet-i hakīkiyye siyaset-i reşide ile teceddüd eyliyor. Kuvvet-i hak sür’at-ı berk ile aktar-ı alemin her köşesinde intişara getirmiş olduğu medeniyet-i hakīkiyyeyi neşre başlayıp küre-i arzı çirkab-ı dalaletten tathir ve insanlara yeniden bir hayat bahş ediyor. Din-i İslam’ın bu suretle zuhur ve intişarını en büyük hakimler şu yolda tasvir ediyorlar: “Din-i İslam’ın bu intişarı adeta bir menba’dan feyezan ederek etraf-ı aleme dağılan akıp giden ve her vardığı yeri irva ve iska ile ihyaya çalışan esaslı bir su gibidir. Çünkü ibtida-yı zuhuru Ceziretü’l-Arab’dan başlıyor. Fakat az müddet zarfında her tarafa intişar ederek mevt-i ma’neviye mahkum olan dünyaya ruh veriyor taze taze hayat bahş ediyor bütün insanlar nail-i hayat malik-i hürriyet oluyor. Şimdi medeniyet-i İslamiyyenin kendisinden mukaddem bulunan milletlerden alındığını iddia eden erbab-ı ağraza sorarız: İslamiyet kavaid-i medeniyyeyi ru-yi arzda kendisinden evvel icra-yı hükumet eden İran ve Roma devletinden mi aldı? Yoksa her nasılsa ismi sahaif-i tarihiyyeye geçmemiş olan diğer bir devlet-i mütemeddineden mi istiare etti? Haşa! Sümme haşa! İslamiyet bu la-yetezelzel olan kavaid-i medeniyyeyi ancak Cenab-ı Kibriya tarafından getirmiştir. Bu lahuti medeniyetin bidayetinde mislini ortaya koymak hiç kimseye müyesser olmadığı gibi şimdiki halde de yoktur. Ve ilelebed de olamayacaktır. İşte bunun için insanları gaye-i saadete erdirecek olan bir din varsa o da din-i İslam olduğuna şark ulemasından başka garb ulemasının mutaassıb olmayanları da ittifak etmişlerdir. Bakınız! Le Chatelier ’ncu Asırda İslam nam eserinde ne diyor: “İslam’ın Hind’de günden güne –hiç misyoner olmadığı halde– neşv ü nema bulduğu intişar ettiği gayr-ı kabil-i inkar bir hakīkattir. Bunun başlıca sebebini tedkīk edecek olursak şeriat-i İslamiyyenin insanlar arasında i’lan eylediği müsavat-ı hakīkıyyeden başka bir şey olmadığını görürüz. Çünkü Hind ahalisi –mezahib-i kadimeleri muktezasınca– bir takım taifelere münkasım oluyorlar ki: Bir taife fevkinde bulunan diğer taifeye kadar terakkī edebilmek kabil değil. Tabaka-i süfladan doğan kimse tabaka-i ulyaya terakkī etmek onun nail olduğu bir takım hukūka nail olmak mümkün değil. Binaenaleyh bu muzır kaydlardan bunları kurtaracak yegane çare kabul-i İslamiyet’tir.” Ludwig Decantation da Nasara ve İslam namındaki kitabında diyor ki: “Hind ahalisi aralarındaki mezheb kavmiyet taifecilik yüzünden tahaddüs eden muhalefeti kaldırıp atmadıkça müstakil bir hükumet bir hükumet-i vataniyye te’sis edemezler. Aralarında bir vahdet-i milliyye vücuda getirip müstakil bir hükumet te’sis etmek için de mutlaka müsavat uhuvvet hürriyet esaslarını –ki bunlar ancak din-i Bu iki hakimin sözleri İslamiyet’in bütün ulviyetini pek açık bir surette meydana koyuyor. Bil-cümle ukala nezdinde Müslümanlığın bir din-i fıtri-i umumi olduğu müsellemdir. Fakat bir takım bed-hahan hakīkate karşı göz yumanlar Müslümanlığın muhtevi bulunduğu hakaik-ı aliyeyi düşünmeksizin Maa haza bir gün olup da İslam’ın beşeriyete etmiş olduğu hidemat-ı ilmiyye elbette teslim olunacak ve Müslümanlığa karşı herkesde büyük bir hiss-i minnettari uyanacaktır. Çünkü bu din din-i umumi din-i fıtridir. Aksekili BİR İBRET-İ MEHIBE − Arabistan’da din-i Hırıstiyaniyet’in neşrindeki müşkilat mes’elesini Hıristiyan cem’iyet-i diniyyesi iki safhaya taksim ediyorlar: gibi Arabistan’da dahi “siyasi-ruhani” bir mezheb olması. müşkilat-ı hususiyye. Diğer cihetten din-i mübin-i İslam a’dasının asırlardan beri onun ulviyet-i bi-payanını guya zu’mlarınca lekelemek dukları ma’lum olduğundan burada tekrarından sarf-ı nazar edersek mesela misyoner Yosab gibi bazı ileri gelenler İslamiyet’in Hıristiyaniyet’e imkan-ı kalbinde din-i mübinimizin şu saydıkları ahkam ve i’tikadına bina-yı ümid ediyorlar: tün memalik-i İslamiyyede nüfuzlarının te’sirlerinin a’zami sür’atle tezayüdde bulunması yet bütün İslamların irtidad edeceklerine dair bir i’tikad mevcud olması. Amerika misyonerlerinden Zevimer diyor ki: “Fil-hakīka şu son senelerde bu hususata bazı mertebe tebeddülat-ı mahsuse arız olmuşsa da mes’elenin hutut-ı asliyyesi bakī kalmıştır. Arabistan’ın muhtelif hıttalarının ne kadar muhtelif ha­ sais-i coğrafiyyeye malik bulunduğu ve bu hıttalardaki ni­ kat-ı müteaddidenin üssü’l-harekat olabilmek cihetince e­ hemmiyet-i nisbiyyeleri senelerden beri tedkīk edilmiş ma’lum olmuştur. Şimdi düşünelim ki: Arabistan’ın irşadat-ı samı nereleridir? dar Tur-ı Sina şibh-ceziresi. Burada sekenenin kısm-ı a’zamı bedevi ise de Süveyş körfezi dahilindeki Tur karantina mevkii pek muvafık bir misyoner merkezi olabilir. su havi bulunan Aden ve civarı. Arabistan-ı cenubi sevahili ile arazi-i mütecavire-i dahiliyye Bu çok zevata yabancı mechul olan mıntıka dahilinde bütün seyyahlar kadın ve erkek misyonerler kemal-i emniyetle seyahat edebilirler. Sekene-i mahalliyye ecanibe karşı mültefit misafirperverdirler. Buranın tabii üssü’l-harekatı Mükella olabilir. misyonerler hangi noktaya gitmişlerse me’mulün fevkinde mazhar-ı hoş-amedi oluyorlar. ninde ve Avrupalılar tarafından “Korsan Sahili” denilen yerler ki: Karyelerinden kısm-ı a’zamı İngiltere’nin cenah-ı himayesine koşmakta ve içlerinde yerli ahaliden İngiltere acentaları bulunmaktadır. büyük müşkilatı iras eden Türkiye idaresi haricinde olup adeta İngiltere hükumetinin nüfuz ve sahibiyetinden ayrılamayacak hale gelmiş olduğundan baştanbaşa misyoner teşebbüsatına açıktır. Türkiye idaresindeki Arabistan memalikinde ise mes’ele ber-aksdir. Ancak bütün müşkilatıyla beraber buraların dahi misyonerler için kapalı olduğunu kesip atıvermek doğru değildir. Fil-hakīka Türkler tasavvurat-ı mahsusamız için en büyük bir mani’ teşkil ediyorlar. Ancak biz yani Protestan rahibleri bazı Avrupa memalikinde hususiyle Rusya’da daha müdhiş mukavemetlere müşkilata müsadif olmadık mı? Bugün hıristiyanlara suret-i kat’iyyede kapalı olan Arabistan-ı Türki’de yalnız iki nokta Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme vardır. Lakin eğer kilise kuvve-i mevcudesiyle çalışır ve bunların kapılarından elinde İnciliyle girmeye teşebbüs eylerse zannetmeyiz ki bu mevaki’de kendilerini uzun müddet müdafaaya muktedir olabilsin! Diğer aksam-ı Arabistan ise hiç olmazsa bir dereceye kadar kabil-i duhuldür. ve Hudeyde şehirlerinde muavenet-i tıbbiyye kisvesi altında çalışacak misyoner hey’etleri pek büyük işler görebilirler. Biraz daha gayret olunursa Taif şehr-i latifi Mekke-i Mükerreme’nin bu gülistanında bir hey’et-i tıbbiyye ve irşadiyye merkezi vücuda getirmek mümkündür. Dofti beyanına nazaran Taif arazi-i mübarekeden ma’dud değildir. kesret-i nüfusu şehirlerinin karyelerinin kesreti toprağının kuvve-i inbatiyyesi ile başta duruyor. Şübhesiz bu güzel ve ali dağlar müebbeden gadr zulüm ve cehalet altında ezilip kalmayacaktır. Saat-ı halas vurduğu anda her karyede bir misyoner mektebi her şehirde birçok irşadat-ı İnciliyye merakizi açılacaktır. Hatta şimdi şu haşin Türklerin zamanında bile Yemen’de mevcud azimü’l-mikdar Yahudiler arasında birçok iş görülebiliyor. En sonra: Arabistan’ın havali-i vesia-i dahiliyyesi Asir Necran Yemame Necd ve Cebelü’ş-Şemmar kısımları gelir. Acaba buraları Hıristiyan misyonerleri için müsaid açık mıdır? Yahud buraları bizden hıristiyanlardan setr eden kapılar açılamaz mı? Bu saydığımız mevakiin kısm-ı a’zamı Türkiye idaresinden müstakil ve İbnü’r-Reşid’in halefi olan Abdülaziz’in taht-ı hükumetindedir. Seyyahin için Palgrav’ın zamanından beri havali-i dahiliyye kabil-i nüfuz olduğunu arz eylemiştir. Diyebiliriz ki: Lisan-ı mahalliye tamamiyle aşina ve sahib-i tedbir ve cesaret olan bir hey’et-i tıbbiyye Necd kıt’asının merkezinde hatta Riyad kasabasında pek hararetli bir hoş-amedi görür. Arabistan ikliminin yek-nazarda misyonerlik teşebbüsatı men’de olduğu gibi Umman havali-i cebeliyyesinde dahili Necd yaylasında iklim sıhhata nafi ve latifdir. Arabistan’da taassub-ı dini baştanbaşa İslam olan diğer memalikte görülenden daha fazla değildir. Arabların taassubları pek ziyade mübalağa ediliyor. Asabiyet ve safiyetin gayesi iddiasında bulunan Vehhabiler arasında bile Arabca zarfında Arabistan’da misyonerlerin hayatına kasd gibi teşebbüsata tesadüf edilmemiştir. Arablar ecanibin elbisesine lisanına karşı öyle kaba ve mesela Çin’de görüldüğü gibi körcesine bir adavet beslemezler; hatta ecanibin taamını dahi temiz addedip birkaç lokma alırlar. Lakin Hıristiyan dininin bazı safahatına karşı müstesna bir nefret ve mukavemetleri vardır. Mesela; umumi bir Arab kahvehanesinde “Allah’ın oğlu” “Hazret-i İsa’nın ölümü” ve “ekanim-i selase” … ilh. Gibi ta’biratı izahat-ı münasibe-i mütekaddime vermeksizin sarf eylemek hem münasib değildir hem de muvafık-ı tedbir… Arabistan ahalisi misyonerlik nokta-i nazarından okumak bilen ve okumak bilmeyen kısımlarına taksim edersek ahalinin kısm-ı a’zamı okumak bilmeyen sınıfına dahildir ve bütün kabail-i bedeviyye bu sınıftandır. Şayed nüfus-ı umumiyyeyi takriben sekiz milyon farz edersek yarım milyonunun okuyabileceği tahmin edilemez. Kabail-i bedeviyyeye hulul etmek en mühim ve müfid bir mes’eledir. Şimdiye kadar bu hususta muvaffakiyetle çalışan zevattan birisi Arabistan-ı Şimali’de çalışmış olan Van Tassel’dir. Akvam-ı bedeviyyenin şehirlerde ve civarındaki zurra’ Arablara nazaran dince pek ziyade mübalatsız olduğu anlaşılmıştır. Bu iş ile uğraşan birisi diyor ki: Bedevilerin muhafaza-i İslamiyet etmeleri ancak inanacak daha iyi bir şey bilmediklerindendir. Bunlar kasabalar civarında bulundukları zaman İslamiyet’in bazı merasim-i zahiriyyesine şöylece tebaiyyet ederlerse de tekrar badiyelere açılınca her türlü tekellüfat-ı diniyyeyi bir tarafa atarlar. Arabistan şibh ceziresi nüfusunun dörtte birini teşkil eden kabail-i bedeviyye Moğol kabaili arasındaki vezaifine müşabih olacaktır.” Misyonerlerin on beş sene evveline kadar temas ettikleri Arabistan nüfusu: Aden ve saire Bahreyn adaları Maskat Basra ve Bağdad Misyonerler tarafından Arabistan şibh ceziresinde ziyaret edilen mevakiin mesahası: Aden ve civarı . mil-i İngiliz murabba’ı Bahreyn adaları mil-i İngiliz murabba’ı Maskat mil-i İngiliz murabba’ı Basra ve Bağdad . mil-i İngiliz murabba’ı Arabistan şibh ceziresinin mesaha-i sathiyye-i umumiyyesi . . mil-i İngilizidir. Mekadir-i salifeyi nazar-ı dikkate alan misyonerler Arabistan ediyor bütün gayret ve servetleri ile alem-i Hıristiyaniyeti Arabistan’ın en muntazam misyoner teşkilatına malik olan hıtta-i Basra ve Bağdad havalisi Dicle ve Fırat nehirleri sevahilidir. Buralarda te’sis olunmuş müteaddid merkezlerden muntazam fasılalarla gerek ecnebi misyonerler ve gerek yerli muavinler ile İncil müvezzi’leri etrafda şehirler karyelere giderler ifa-yı vazife ederler. “Maamafih: Hudeyde Cidde Taiz Zebid Menaha Damar İbb San’a şehirlerinde gayet kuvvetli merkezlerin teşkiline el-an lüzum-ı kat’i vardır. Bundan başka Ayn hıttasındaki kırk pare kasaba ve karye de nazar-ı dikkate alınmaktadır. Hadramut’taki Mükella Şihr Şibam ile Umman’daki Rustak Samail Sahar Sur Abudabi Debay Şarka ve sair mühim şehirlerde dahi tedabir-i lazıme ittihaz olunuyor. Hıristiyan kadınlarının Arabistan misyonerliğinde pek çok işe yaradığını tecrübe ediyoruz. Bu fedakar ve müşfik mahluklar şayan-ı hayret surette bir metanetle zavallı yerlilere yardım etmekte ve erkeklerin mesaisini teshil eylemektedir…” bir müddetten beri bize doğru bir cereyan husule gelmekte mahiyeti bir dereceye kadar taayyün etti. İngiltere hükumeti bu mes’elede Osmanlı menafi’-i zatiyyesine göze çarpacak kadar müsaid bir meslek ta’kībini iltizam etmiştir. Fil-hakīka iyi düşünülürse İngiltere’yi Osmanlılıktan ayıracak aralarına soğukluk ika’ edecek ve te’lifi gayr-ı kabil olabilecek ihtilaf-ı menafi’ mefkūddur. Zaten şu iki memleket son zamana kadar pek güzel anlaşıyorlardı. Aralarında menafi’-i zatiyye nokta-i nazarından ihtilaf mevcud ise de yek-diğerine karşı hiss-i emniyyet ve samimiyyetle mütehassis olduklarından şu ihtilafı muvaffakiyetle ber-taraf ediyorlardı: Şöyle ki şu son otuz beş seneye varıncaya kadar Devlet-i Osmaniyye ile İngiltere hükumeti arasındaki alaka-i tarihiyye meveddet ve ittifaka müstenid bir silsile-i an’anattan Fakat Abdülhamid zamanında hükumet-i müşarun-ileyha dülhamid’in hal’ine kadar bile şu soğukluk ta’mir edilemedi. Şu vak’a-i tarihiyyenin mes’uliyeti kime aid olduğu mes’elesini şimdi araştırmayacağız. Yalnız şurasını söyleyelim ki bu mes’ele hakkında Abdülhamid mu’ahaze edilebilirse de cereyanına kapılarak memleketimiz hakkında almış oldukları vaz’iyyete de bir hisse-i mes’uliyet isabet ediyor. edildi. Yeni Osmanlı hükumeti İngiltere hakkında yapılması mümkün olan bütün cemile ve asar-ı meveddetin ibrazında kusur etmedi. İngiltere efkar-ı umumiyyesi de bizi aynı şiddetle alkışladı. Fakat maatteessüf araya sokulmuş olan soğukluk bununla da ta’mir edilemedi. olan adem-i i’timad ve i’tibar devam ediyordu. Yeni Osmanlılığın bütün te’minatı bütün hulus-ı niyyeti bu adem-i ve menbaı addederek bize karşı vaz’iyyet-i iğbiraranelerinde devam ettiler. Zannettiler ki yeni Türkiye bir taraftan asker ve donanmasını tanzim ve tertib ederek diğer taraftan da akvam ve milel-i İslamiyye miyanında harekat-ı cedideyi teşvik ve tergīb etmekle şarkta müstemlekat-ı azimeye milyonlarca na sebeb olacaktır. Şu zanniyyat sırf İngiltere rical-i devletinin muhayyile ve evhamında tevellüd etmiştir. Fil-vaki’ birçok mesail-i dahiliyye vaz’ edilmiş olan usul-i idarenin takviyesi ile meşgūl bulunan yeni Osmanlı hükumetinin bu gibi cihangirlik bütün akvam-ı İslamiyyeyi siyaseten birleştirerek büyük bir devlet te’sisi gibi evham ile uğraşamayacağı bedihidir. Fakat tün te’minata bir türlü inanamadılar İngilizler bizden öyle te’minat taleb ettiler ki hükümetimiz tarafından kat’iyyen kabul edilmesi imkanı yoktu. Bize ordu ve donanma tertib ve tanziminden vazgeçilmesi teklif ediliyordu. Böyle bir teklifi kabul etmek yeni Türkiye için intihar etmek veyahud kendisini başka bir hükumetin taht-ı himayet ve sıyanetine teslim etmek demekti. Halbuki Osmanlılar inkılabı ihtilali bu kadar fedakarlığı bunun için yapmamıştı. Binaenaleyh bu gibi ma-la-yutak tekalifin velev İngiltere’nin veyahud diğer bir devletin iğbirarı bahasına olsun kabulünde hükumet ma’zurdu. muş bulunan iğbirar bir zaman devam etti. Fakat şu iğbirarın bir gün gelip de zail olacağına ta evvelden emin idik. Zira menafi’dir. İngiltere birçok mesail-i mühimme birçok menafi’-i hayatiyyesi ile bize bağlıdır. Biz de İngiltere’ye karşı aynı vaz’iyetteyiz. İngiltere rical-i devleti bir zamanlar yanlış bir fikre zahib oldular. Yeni Türkiye ile eski Türkiye arasındaki fark-ı azimi kestiremediler. Zannettiler ki iğbirar soğukluk adem-i i’tina ve hatta tazyikatla bize boyun eğdireceklerdir. Fakat bunu yapamayacağına kanaat-i kamile hasıl ettikleri gün bize karşı almış oldukları vaz’iyetten vazgeçmeye mecbur oldular. Artık bize yukarıdan aşağıya doğru bakmak bizi idaresi altına almak fikri beslemek değil bizimle hemayar ve hem-seviye olarak muamele etmek lüzumunu hissetti. Şu lüzumu İngilizlere ilka ettiren en ziyade tarafımızdan başka suret ve şekilde anlaşamayacaklarını duydukları gün meslek-i siyasetlerini değiştirdiler. Bugün İngilizler yeniden eski an’anat-ı tarihiyyelerine avdet etmek asarını gösteriyorlar. Girit mes’elesi hakkında almış oldukları vaz’iyyet tamamiyle bunu andırıyor. Hükumat-ı muazzama-i hamiyenin tesamüh ve tegafülü Girit mecnunlarını son derece şımartmıştı: Bunlar Osmanlı-İtalyan muharebesinden istifade etmek hülyalarına kapıldılar. Yunanistan’a cezirenin ilhakını bir emr-i vaki’ şekline sokmak niyeti ile Girit hükumet-i İhtilaliyyesi tebligat ve evamir-i resmiyyeyi Meclis-i Milli’nin ictima’larını Yunanistan kralı namına yapmak gibi harekat-ı mecnunanede bulundular. Bunlara zamime olarak bir de Yunanistan Meclis-i Meb’usan’ına Girit tarafından meb’uslar göndermek hükumat-ı hamiyye nezdinde protesto etti ve Giritlilerin şu gibi harekatından neş’et etmesi muhtemel olan tehlikelere nazar-ı dikkatlerini celb etti. Fil-hakīka Osmanlı hükumeti Yunanistan hükumetinin bu gibi harekat-ı mecnunaneye mümaşat etmesine sabır ve tahammül edemezdi ve Girit meb’uslarının Atina’ya vusulü ile beraber Osmanlı ordusunun da hudud-ı Yunaniyyeyi geçeceği bedihi idi. Hükumat-ı hamiyye miyanında İngiltere Osmanlı hükumeti tarafından serd edilen şu mülahazatın muhik olduğunu cümleden evvel tasdik etti. Müşarun-ileyhin teklifi üzerine hükumat-ı saire de müttehiden Girit hükumet-i ihtilaliyyesine yapmakta olduğu ef’al-i na-layıkaya tahammül edemeyeceklerini Osmanlı hakimiyetinin haleldar edileceğine meydan vermeyeceklerini ve şayed bu gibi ef’al ve harekatta devam ederse cezireye asker çıkararak yeniden işgal edeceklerini beyan ettiler! Trablusgarb mes’elesine gelince yine İngiltere’nin bize karşı müsaid bir vaz’iyet almak üzere olduğu hissediliyor. Rusya tahşidatının Londra’da pek şiddetli i’tirazlara ve hoşnutsuzluklara ma’ruz kalmış olduğu İngiltere hükumeti ile Osmanlı hükumeti arasında Bağdad Demiryolu Kuveyt ve diğer mesail hakkında yeniden müzakereye şüru’ edilmesi nu anlattırıyor. İngiltere Hariciye nazırının son nutkundaki zanlardan tecerrüd ederek yeni Türkiye’nin hiçbir amal-i hususiyye ve cenk-cuyane beslemediğine emniyet hasıl ettiğinden bugün meslek-i siyasisini bizim hakkımızda tebdil etmektedir. Bit-tabi’ bundan hoşlanmayacak izhar-ı memnuniyyet etmeyecek bir Osmanlı bulunamaz. Yüz yirmi milyon tebaa-i aramızda bir hail bir perde bir sebeb-i kin ve adavet diye telakkī değil bilakis bir vasıta-i takarrub bir amil-i te’lif diye kabul etmelidir. İşte o zaman iki hükumet arasında hakīkī ve samimi bir anlaşma kabil olur bu ise her iki devletin menafiine aynı derecede lazımdır. Fazıl-ı muhterem M. Şemseddin Beyefendi’den aldığımız hususi mektuptur ki pek musib mütalaaları ihtiva ettiği için dercini münasib gördük: Efendim! Vatanımızda fecr-i hürriyyetin infilakını müteakib meşiyyet-i gaye-i sa’adete isal edebilmek arzu-yı samimisi ile te’sisine muvaffak olduğunuz Sıratımüstakīm vazife-i tenviriyyesini bi-hakkın ifa edebilmiş ve erbab-ı tevhidi mü’essislerine karşı ebediyyen minnetdar bırakmıştı. Emr-i ilahiye ittiba’la sıratımüstakīmi ta’kīb edenlere sebilürreşad ihda olunacağına şübhe yoktu. Son teşebbüsünüz bu hakīkati tecelli ettirdi. Samim-i kalbimden sizi takdir ve tebrik eder ve muvaffakiyetinizi eltaf-ı Sübhaniyyeden temenni eylerim. Birinci nüshada derc edilmiş olan programı dikkatle okudum. Sebilürreşad ’ın göreceği ve görmesi icab edeceği vezaif-i aliy­ yeye dair ayrı ayrı kısımlar açılması sütunlar tahsis edilmesi tekamüle doğru atılmış esaslı hatvelerdir. Program ihtiyac-ı hazıra elverişlidir. Bit-tabi’ lüzuma göre tedricen tevsi’ edilebilir. Alem-i İslam’ın kat’i ve esaslı bir intibah-ı fikriye muhtac olduğunda şübhe edilemez. Ötede beride görülen nahda-i fikriyyeye lazım gelen faaliyet ve istikamet-i muayyeneyi vermek ceraid-i İslamiyyeye aid bir vazifedir. Merkez-i Hilafet’te hüda olmalıdır. İşte o zaman ferman-ı celili bütün ma’nasıyla tecelli eder. Furkan-ı Mübin’in ulum ve fünunun hal-i hazırına nazaran bir tefsire muhtac olduğunu i’tiraf etmeyecek bir mütefekkir yoktur zannederim. Ehadis-i sahihanın efkar-ı enamda toplanan şübühatı tamamiyle izale edecek surette teşrihine de ihtiyac-ı kat’i vardır. Sebilürreşad ’ın bu iki mühim vazifeyi bi-hakkın ifa edeceği şüphesizdir. Fikrimce Sebilürreşad neşriyatında iki gaye ta’kīb etmelidir: Birisi milletin mütefennin geçinen gençlerinde dine karşı uyanan la-kaydi ve şübühatı esasından izale ederek yerine metin ve rüsuhlu bir akīde ikame etmek ve diğeri de kitle-i müslimin efkarına çalışmak seviye-i ictimailerini yükseltmek ahlak-ı fazıla ile ittisaflarını te’min etmek cehl ile tev’em olan mutaassıbı kökünden söküp atarak yerine cürsume-i irfan ve fazileti zer’ eylemek…. Neşr edilen program arz edilen şu gaye için çalışılacağını gösteriyor. nin hayat-ı müstakbelesi için nazım vazifesini görecektir. Son zamanlarda Avrupa’da taammüm eden sosyalizm endividüalizm gibi mesalikle adl ü haya üzerine müesses olan ahlakın köhneliğinden bugünkü insanların ihtiyacıyla mütenasib olmadığından bahisle yerine ikame edilmek istenilen menfaat prensiplerine müstenid ahlakın –Avrupa’da her ne görür ve işitirlerse bir hiss-i takdirle bila-muhakeme makta olduğundan ahlak-ı fazılamızı hayat-ı ictimai ve dinimizi muhafaza ve tenmiye edecek ciddi mübahase esaslı muhakemelere lüzum-ı kat’i vardır. İctimaiyyat ve ahlakıyyata aid sütunlarda milletin hayat-ı atiyyesini kurtaracak umumu istila eden kabus-ı ataleti ref’ ve mevcudiyetimizi kemiren emraz-ı ma’neviyyeyi tedavi edecek esasları okuyacağımız şüphesizdir. En büyük ihtiyaclarımızdan olan ta’lim ve terbiye bahsinin de unutulmaması şayan-ı mahmidettir. Alem-i İslam’ın bugünkü sefaleti ta’lim ve terbiye hususunda ve şimdiye kadar ta’kīb edilen usullerin daha doğrusu usulsüzlüklerin seyyiesidir. Ana kucağından başlayarak mektep ve medreselerde ve bilahare muhit-i ictimaide evlad-ı vatana verilen ta’lim ve terbiyede ma’lumdur ki hiçbir gaye gözetilmemekte muayyen bir usule tevfik-i hareket edilmemektedir. Bu gibi bir terbiyenin neticesi ise gördüğümüz feci’ manzaraları tevlid eylemektedir. Terbiye mecmuasında neşr edilmekte olan makalelerde teşrihine çalıştığım gibi ta’lim ve terbiyede bir mefkure ta’kīb edilmez Hazret-i Haydar’ın tavsiye-i aliyyesinden istifade çaresi aranılmazsa çekilen emekler pek beyhude gider ve metin seciyeye malik gençler yetiştirmek tenviriyyeyi ifa etmesine iştiyakla intizar ederiz. Felsefe mebahisine hususi sahifeler ayrılması bu babdaki hassa bizde İbn-i Kemal’den sonra –Gelenbevi merhum gibi birkaç zat istisna edilirse– fen ve hikmet-i ‘aliyye ile tevaggul eden zevat hemen yok gibidir. Kadı Mir’in Aristo felsefesinden müstahrec köhne nazariyatını bile okumak şimdiye kadar büyük bir kabahat addedilmiş felsefe ile uğraşanların olduğundan muhakemat-ı akliyye ve fenniyyeye karşı sınıf-ı ulema büsbütün silahsız kalmışlardır. Fünun-ı riyaziyye ve ulum-ı tabiiyyeye vukūf peyda edilmeden felsefenin mebahis-i ‘aliyyesi anlaşılamayacağından İbni Rüşd İbni Sina Şehabüddin-i Maktul… gibi zevatın eserleri de –anlayan kimse kalmadığı için– eyadi-i rağbetten düşmüş kütübhane köşelerinde çürümeye mahkum bırakılmışlardır. Bugün alem-i İslam yalnız bunların ihyasıyla da iktifa edemez. Felsefe ve fen son zamanlarda büsbütün başka istikametler almıştır. Din-i mübini müdhiş hücumlardan kurtarmak kurtarabilmek için sunuf-ı ilmiyyeyi erbab-ı tevhidi bu yeni fikirlerden haberdar etmek bunların zahiren rengin fakat hakīkatte çürük ve müteaffin olanlarının üzerlerindeki cilayı muğfili kazımak esaslı ve kat’i bulunanlarıyla İslamiyet arasında bir tezad bulunmadığını bulunamayacağını meydana çıkarmak icab eder. Tarih-i felsefeyi felsefenin suret-i terakkī ve tekamülünü mesalik-i muhtelifeyi ve bilhassa son zamanlarda pek ziyade taammüm eden ateizm pozitivizm materyalizm ve determinizm…. meslek-i felsefilerini tedkīk ve bunların çürük noktalarını meydana çıkarmak ve bu suretle dinsizliğe olan temayülata karşı fenni ve felsefi manialar sedler hazırlamak bu kısmın daire-i şümulüne girmelidir. Sebilürreşad ’ın diğer kısımlarda ta’kībini vaad ettiği usul-i tenviriyi de bi-hakkın ifa edeceği muhakkak olduğundan bütün mevcudiyetimle muvaffakiyetini temenni eylerim. Sizce münasib görülüp görülemeyeceğini bilmemekle beraber bendeniz “Sebilürreşad Kütübhanesi” namı altında bir silsile-i asar neşrini de pek faideli ve ta’kīb edilen gayeye kolayca vusul için pek emniyet-bahş görüyorum. Bu kitaplar açık ve sade bir ifade ile bilhassa ilm-i kelam fünun ve felsefe-i hazıraya göre hikmet-i ‘aliyye-i İslamiyye tarih-i felsefe felsefe-i ‘aliyye ilm-i hey’et riyazi ve mihaniki kısımları çıkarılmak üzere hikmet-i tabiiyye-i tecrübiyye lüzumsuz olan tafsilatından ve riyaziyyat kısmından tecrid edilmek şartıyla ilm-i vezaifü’l-a’za ilm-i teşrih ilm-i hayat hayvanat ve nebatat tasnif ve fasilelerle tafsilatına lüzum yok ilm-i tabakatü’l-arz ilm-i müstehasat tarih-i edyan… fenlerine aid olmalı ve tarz-ı tahrirleriyle tatbik edilmiş olan metodları kendilerine mahsus bulunmalıdır. Bir halde ki bu kitaplar medreselerde okunabilsin. Ve bunları okuyan talebe-i ulum veya efrad-ı İslamiyyeden bir zat her hangi bir mütefennin veya dinsizle mübahasata girişirse akīdesi sarsılmaksızın umumun anlayabileceği bir tarzda yazılmalıdır ki her müslim gerek medaris-i ilmiyye talebesi ve gerek mektep şakirdanı felsefi esaslarla techiz eder. Mektep talebesine de fen ve felsefe-i müsbete ile İslamiyet-i hakīkiyye arasında bir tezad bir tebayün olmadığına dair kanaat verir. Efrad-ı İslamiyyeyi kabus-ı cehele ve taassubdan atalet-i mutlakadan ve te­ mayülat-ı muzırradan tahlis ederek hükm-i celili mucebince fezail-i ahlakıyye ile mücehhez oldukları halde bir hayat-ı faaliyyete sevk eder ve mesailerinden bol bol istifade etmelerini taht-ı te’mine alır. Yetiştirecekleri çocukların metin ve asil bir terbiye alarak tekemmül etmelerine sebeb olur. Milleti tahlis ve tenvir ile mükellef olan hey’et-i ilmiyyenin hali medaris-i İslamiyyenin akīm gayelere doğru yuvarlanması yirminci asırda hala Isam’ın Abdülgafur’un vehmiyyatıyla iştigal edilmesi pek yazık ve acıklı değil midir?!.. Avrupa’da bulunduğum esnada kendi derslerimden vakit buldukça üniversitenin ilahiyat teoloji şu’besinin derslerine de devam ederek yetiştirilen ilm-i din erbabının –esas çürük olmakla beraber– fenni ve felsefi esaslarla ne kadar metin bir surette techiz edilmekte olduklarını gıptalarla görmüştüm. keme üzerine müesses bir dine mazhar olduğumuz halde kitle-i İslamiyyenin ve o kitleyi sevk ve tenvir ile mükellef hey’et-i ilmiyyenin halini düşündükçe millet-i İslamiyyeyi ezen kabus-ı atalet esbabının hala izale edilemediğini gördükçe yeise düşmemek yürek parçalanmamak kabil değil. Millet-i İslamiyyeyi şu girdab-ı müdhişten kurtaracak şey ta’mim-i maarif-i müsbetedir. Bu da Sebilürreşad gibi ceraid-i İslamiyyenin neşriyatı ve o yolda yazılacak eserlerin ta’mimi sayesinde müyesser olur. Bu hususta ettiğiniz mücahede gösterdiğiniz fedakarlık her türlü takdirin fevkindedir. Me’muriyet-i acizanem Dersaadet’te olsaydı fariza-i asliyyeden bildiğim bu gayeye –hasbeten li’llah– bütün mevcudiyetimle çalışmaya ve vüs’ u iktidarım derecesinde mesai-i mübeccelenize iştirak etmeye gayretle iftihar ederdim… Millet-i İslamiyyenin saadet-i atiyyesi için ümid-bahş gördüğüm mesai-i alilerine yakından ve istediğim gibi hizmet edemediğimden vicdanen müteessir ve müteessifim. –ki asıl felsefe ve piskoloji mebahisiyle ta’kīb edileceklerdir– maatteessüf arzu ettiğim gibi olamıyor. Çünkü bu hususta muntazam vesaik bulunmadığından pek çok tetebbuat icrasına birçok kütübhaneler dolaşılmasına ihtiyac var. Halbuki Midilli’de tek bir kütübhane bile yoktur. Kendimde bulunan kitaplar ise mahdud. Bit-tabi’ noksanlarını ma’zur görürsünüz. Sebilürreşad – Hakkımızda ibzal olunan iltifatlara arz-ı teşekkür eyleriz. O kadar vesaitsizliğe rağmen “İslamda fen ve felsefe” makalelerinin fevkalade nefis ve kıymetli olduğu bütün kari’lerimizce müsellemdir. “Sebilürreşad Kütübhanesi” namı altında müfid ve ciddi bir silsile-i neşriyat ta’kīb etmek bizce de mutasavverdir. Ancak şu sıralarda bu kabil asarın talibi müşterisi az olduğu cihetle cesaret edemiyoruz. Satılmayacak bir yığın asar neşrinden mütevellid zararı telafiye de sermayemiz müsaid değil. İnşaallah halkımızda ciddi nafi’ asar okumak hevesi uyanır da biz de elimizden gelen hizmeti ifaya çalışırız. DERSAADET’TE SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESI’NE Muhterem efendim Bu defa gelen Tanin gazetesinde Sıratımüstakīm ceride-i feridesinin Sebilürreşad ’a tahvil edildiğini okuduk. Umum mü’mininin bais-i fevz ü felahı olan Sebilürreşad ’ın neşrinden naşi ziyadesiyle memnun olduk. Memalik-i Osmaniyye’nin en hücra köşesinde hudud civarında bulunan biz fakīrler muvaffakiyetinize duahan olmaktayız. Sizler gibi fi sebilillah çalışanları dareynde Cenab-ı Hakk’ın mes’ud eyleyeceğine hiç şübhe etmemekteyiz. Ahali-i İslamiyye pek ziyade intibaha muhtacdır. Katolik papaslarının Tuz ve havalisinde faaliyetlerini görüp de mütehayyir olmamak kabil değildir. Lakin aynı zamanda ağlamamak da kabil değildir. Bila-mübalağa arz ediyorum ki her iki saatlik bir mevki’de binlerce liralara mal olmuş pek ali binalar göze çarpmaktadır. İşte bunlar kiliselerdir. Tekmil Malisörlerin servetleri bir yere cem’ olunsa dört kilise inşa etmeleri mümkün değil iken bu binalar nasıl yapılıyor? İşte şayan-ı dikkat noktalar burasıdır. Bugün Hıristiyan Malisörleri yalnız Katolik papaslarını tanırlar. La-teşbih onlara Cenab-ı Hak gibi itaat ederler. Avusturya sarf ettiği milyonların işte şimdi semeresini görmektedir. Buna mukabil bizim köylü münasib bir cami’-i şerif yoktur hoca yoktur bu sebepten vaktiyle müslüman olanların ekserisi şimdi tanassur etmiştir. ve Meryem’in resimleri yanında küçük bir kandil. Bunların yegane esbabı kat’iyyen buralarda ahaliyi irşad edecek hocaların dolaşmamasından ileri gelmiştir. Geçen id-i adhada tamam hudud üzerine Denboşe namındaki İslam köyünün müracaatla bayram namazını kıldırmak için askerlerin içinde bulunması me’mul olan bir hocanın kendilerine terfikan köye i’zamını istirham eylediler. İstirhamları tervic olunarak hemen iki nefer verildi. Memnuniyetlerinden kumandanın ellerini öpdüler. Artık tasavvur edelim biçare İslamlar bayram namazını kıldıracak hoca bulmaktan aciz neticesi ne olacak? Maazallah ileride bunlar da tanassur edecekler. Bunlar devr-i istibdadda hükumetin gösterdiği la-kaydlıktan başka bir şey değildir. Hal-i hazırda dahi bu gibi hususata matlub vechile ehemmiyet verilmiyor. Ez-cümle iki yüz kuruşluk mektep muallimi gönderiliyor. bii cüz’i olan maaşa tama’an gelen hocadan da o nisbette ni anlayacak kendilerinin mevcudiyetlerini takdir edecekler. Tekrar arz ediyorum Cenab-ı Hak muininiz olsun. Atideki beş adrese Sebilürreşad senelik abone kayd ederek müterakim nüshaların irsaline inayet buyurulmasını elimizden geldiği mertebe abone kayd ettirmeye çalışacağımızı arz eyleyerek takdim-i ihtiramat eyleriz efendim. HAYAT-I AKVAM-I İSLAMİYYE Nefs-i Vidin’de zükur ve inasa mahsus olmak üzere dört sınıflı bir rüşdi ile dört sınıflı bir ibtidai mevcuddur. Rüşdinin mevcudu zükur ve inas olmak üzere olup ’ü inas bakīsi zükurdur. Mekteb-i ibtidaide zükur ve inas olmak üzere mecmu’-ı şakirdan ’dır ki mekatib-i İslamiyye mevcudu adede baliğ olmaktadır. Mekatib-i İslamiyye bir müdürün taht-ı idaresinde bulunup rüşdi ve ibtidaide sekiz muallim bir de müfettiş muallimesi mevcuddur. Me’murin ve mu’allimin maaşatı kamilen Encümen-i Maarif-i İslamiyye kasasından te’diye olunmaktadır. Hey’et-i ta’limiyyeden ikisi ali biri idadiden me’zundurlar. Bakīleri mekatib-i rüşdiyyede me’zun olup müddet-i medide muallimlikte bulunmuşlardır. Mekatib-i İslamiyye varidat ve masarıfatı yirmi bin franga baliğ olmaktadır. Evliya-yı etfal umumiyet üzere rencberdir. Ancak yüzde on ila on beşi tüccar esnaf ve me’murini teşkil etmektedir. – Nefs-i kasabada üç sınıflı zükura mahsus olmak üzere bir rüşdi zükur ve inas iki ibtidai mektebi mevcuddur. Rüşdinin mevcudu olup ibtidailerde de mevcud vardır ki yekun-ı mevcud ’dir. Mekatib altı muallim biri sultani biri idadi me’zunu olup bakīsi rüşdi me’zunudurlar. Muallim-i evvelin maaşı Maarif-i Umumiye Nezareti’nden te’diye olunur. Bakīsi ve me’murin ve muallimin maaşatı kamilen Maarif veznesinden te’diye olunmaktadır. Mekatib-i İslamiyye varidat ve masarıfatı franktır. Kaza dahilinde yirmi beş mekteb-i ibtidai mevcud olup ancak onu usul-i cedideye tahvil olunabilmiştir. Mevcud talebe ve talibat ’dür ki nefs-i kasaba ile yekunu ’e baliğ olur. – Nefs-i kasabada üç sınıflı bir rüşdi zükur ve inasa mahsus iki ibtidai vardır. Rüşdinin mevcudu olup ibtidai mevcudları da ’sı inas olmak üzere ’dir. Mekatib-i İslamiyye dört muallim ve iki muallime tarafından ye Nezareti’nden ta’yin olunmuştur. Sarfiyat yekunu franktır. Kaza dahilinde altı ibtidai mektebi mevcud olup ’i tadır. Kasaba ve kazada mevcud talebe ’tür. Bu adam seksen sene yaşamış imiş gayet meşhur bir müsteşrik olduktan maada bir de Osmanlı muhibbi imiş. Bizim bildiğimiz bu adam bir Macar’dır şarkta büyük seyahatleri vardır. Ne derecede şöhreti olduğu bizce ma’lum değil. Seyahatname ’sinde yazdıkları şeylerin hiçbiri karin-i hakīkat değildir. Bilhassa Türkistan’da imamet vazifesinde bulunduğunu hiçbir “Hocend”li bilmiyor. kendi kalemi ile gösterdi. Trablusgarb Muharebesi münasebetiyle yazmış olduğu makaleyi telgraf ajansları bütün aleme neşr etmiştiler. İkdam refikımize kendi gazetelerine müracaatı tavsiye ederiz. – Bağdad’da ulum-i ‘aliyye-i diniyye ve fünun-ı hazıra-i medeniyyenin bi-hakkın tedrisi El-yevm mevcud Medrese-i A’zamiyye bu suretle ıslah edilecektir. aidesine tebliğ olunmuştur. Beyrut’taki İtalya bombardımanı esnasında şehid olan guzat-ı Osmaniyyenin ihya-yı hatıraları için rekzi mukarrer olan bir abidenin masarıf-ı tarafından gösterilen arzu üzerine mezkur ianatın dercine nezaret etmek için vali-i vilayet riyaseti tahtında eşraf-ı mahalliyyeden mürekkeb bir komisyon teşekkül etmiştir. Londra’da münteşir The Near East gazetesine Cidde’den bildirildiğine göre bu sene esnasında hacc-ı şerif farizasını atidir: Arabistan’dan Hind ve Afganistan’dan Buhara’dan Cezayir ve Tunus’tan Mısır’dan Yemen’den Cava’dan Çin’den Hadramut ve Maskat’tan Sudan’dan Fas ve Marakeş’ten Hıtta-i Irakiyye’den Rusya’dan Anadolu ve Rumeli’den Bahr-i Ahmer sevahilinden Mevaki’-i muhtelifeden – Times ’ın istihbaratına nazaran Afrika’da ve Mısır’da bulunan Senusiler reisleri Seyyid Ahmed eş-Şerif es-Senusi hazretlerinin İtalyanlara karşı cihad emrine itaat ve imtisal eylemekte olduklarından peyderpey Osmanlı ordugahına iltihak ve inzimam etmeye karar vermişlerdir. Senusiler Afrika’nın her tarafında kesretle münteşir ve sahib-i nüfuz olmalarından dolayı İtalyanlar endişe etmektedirler. Bunun üzerine Roma’daki ifrat-perver İtalya gençleri beyninde Ciolni kabinesi aleyhinde fena bir cereyan-ı efkar hasıl olarak kabine a’zasından bir ikisinin katlini tasavvur ediyorlarmış. – Kahire’den Times ’a iş’ar olunduğuna nazaran İtalyanlar mücahidin-i Osmaniyyeye karşı ne yapacaklarını şaşırıp hile ve desiseye tevessül etmeye karar verip Arabiyyü’l-ibare bir beyanname neşr ile havai balonları vasıtasıyla mezkur varak-pareleri cevv-i havadan Arabların bulundukları mevakie atmışlardır. Bu varak-parelerden biri ahiren Mısır’da münteşir el-Alem gazetesine gönderilip neşr edilmiş ve mevaddı hakkında amik bir surette beğenmemiş olmalıdır ki beyannameye karşı istihza-amiz cümleler neşr etmiştir. – Rusya hükumeti icabı takdirinde Girit’e sevk edilmek üzere bin nefer askerin hazır bulundurulması hakkında lazım gelenlere evamir i’ta eylemiş ve kuva-yı mezkurenin Boğazlardan müruruna hükumet-i Osmaniyye tarafından müsaade edilmiş imiş. İtalya’dan maada diğer düvel-i hamiyye dahi bu yolda tertibat icra etmeye karar vermişlerdir. – Bir haftadan beri Avrupa gazetelerinde Girit hey’et-i icraiyyesinin Yunanistan Meclis-i Mebusanı’na Girit’ten aza intihab etmekle meşgūl bulunduklarını ve hatta yirmi beşe karib azanın müteaddid fırkalar tarafından namzed edildiklerini ve Girit hıristiyanları tarafından bu kere Yunanistan’a a’za göndermek için karar-ı kat’i verilmiş olduğu mevzu’-ı bahs olmaktadır. Times gazetesi bu kadarla iktifa etmeyerek bir makale-i mahsusa ile Yunan Başvekili Mösyö Venizelos’un on yedi ay zarfındaki icraatını bir lisan-ı sitayiş ile yad edip alkışlamıştır. Times gazetesinin beyanatına bakılırsa Yunan başvekili Yunanistan’ı her türlü dağdağa ve tezebzübden tahlis edip emn ü asayişi te’mine muvaffak olmuş ve Yunanistan için yeni bir devre-i terakkī ve saadet ihzar ve tedarik etmiştir. Hasılı başvekil cenablarını Yunan esatize ve felasife-i kadimesine bile tercih edercesine Times ihtiyar-ı zahmet ve külfet etmiştir. – Mısır Nasyonalistleri reisi Muhammed Ferid Bey tarafından her sene vukū’ bulduğu gibi bu sene de bir nutuk irad edilip İngiltere’nin Mısır’daki vaz’iyet-i Bey’in beyanatından münfail olan İngilizler muma-ileyhin bir müddet-i muvakkate için Mısır’dan ihrac edilmesine ve­ yahud cezalandırılmasına hükumet-i Mısriyye’yi icbar ediyorlarmış. Ferid Bey Atina’da ictima’ eden Müsteşrikīn Kongresi’nde İngilizlerin Mısır’daki vaz’iyetlerini protesto etmek – Mısır’dan varid olan hususi bir telgrafnameye nazaran Mısır hududundan Osmanlı ordugahına müsellah cengaver iltihak eylediğini Sabah yazmıştır. – el-Liva’ gazetesinde okunduğuna göre: Bu ana kadar Mısır’da derc olunan ianatın mikdarı doksan dört bin altı yüz on dokuz Mısır lirasına baliğ olmuştur. – Novye Vremya gazetesinin mündericatına göre İran Şah-ı mahluunun küçük kardeşi Şua’u’s-Saltana üzere bu adam en mahir rolleri ifa etmiştir. İran Hazine Nazırı Amerikalı Mister Shuster Morgan Şua’u’s-Saltana’nın emval ve emlakini haczetmek istediğinden müşarun-ileyhin valide ve haremi tarafından Rusya Çar ve Çariçesi’ne telgrafla şikayette bulunması üzerine Rusya hükumeti Çar’ın tensibi vechile İran hükumetine ilk notayı vermişti. En sonra Mister Shuster’in azlini Rusya taleb ettiği gibi re’sen İran umuruna da müdahale etmeye başlamıştır. – Hal-i hazırda İran’ın Kirmanşah şehrinde bulunan Salarüddevle bütün İran-ı Gar­ bi cihetlerinde vasi’ bir hükumet teşkiline kat’i surette karar vermiştir. Rusya ve İngiltere devletlerinin tavassutları üzerine –İran’dan def’ olup gitmek şartıyla– merkūma İran hükumeti tarafından senevi bir mikdar tahsisat verilmişti. Maaşına mahsuben Rusya ve İngiltere’nin Kirmanşah’daki konsolosları vasıtalarıyla İran’dan gönderilen nükūdu Salarüddevle ahz ve kabulden imtina’ etmiş ve ancak İran Şahı’nın taht-ı nüfuzunda kalmak üzere İran-ı Garbi vilayatında müstakil bir hükumet teşkiline mail olduğunu anlatmıştır. Bu arzusu üzerine Rusya büsbütün kızmış ve müşarun-ileyhi kendi askeri vasıtasıyla te’dib ve ihrac etmeyi kurmuştur. ma’lum olduğu üzere Salarüddevle’yi Muhammed Ali’nin dümdarı olmak üzere Ruslar tarafından İran’a gönderilmişti. rafından ehemmiyet verilmemişti. Rusların şu son günlerde üzerine Salarüddevle’nin İran’dan mübaadetine karar vermiş ve kendisini tatyib için de İran’dan –Muhammed Ali Şah’ı hayran çıkardığı gibi– bir mikdar tahsisat koparmaya sa’y eylemişti. Binaenaleyh Rusya kendi kabahatlerini örtbas etmek Devlet-i Osmaniyye’ye güvenmekte olduğunu dermiyan ediyor. Bu babdaki mes’elenin Babıali ile hall ü faslı için Rusya tarafından Dersaadet’teki sefirine ta’limat-ı mahsusa vermiş olduğunu Times yazıyor. Salarüddevle’nin Kirmanşah’ta ve Hemedan’da bu ana kadar akıttığı ma’sum ve bi-günah kanların haddi hesabı yoktur. Hele şu son zamanlarda Kirmanşah valisiyle ahalisine karşı ika’ eylediği cinayat-ı fazia-i vahşiyane insanın tüylerine ürpertmeye kafidir. Salarüddevle’nin rezaletlerine engizisyon tarihinde bile emsaline tesadüf olunmamıştır. Böyle bir herifi tatyibe çalışan Rusya hükumetine ne demelidir? Şimdi de hükumet-i Osmaniyye’yi lekelemeye çabalıyor. Hükumet-i Osmaniyye bu hallerden beridir. Salarüddevle’nin ve emsalinin vücudundan hasıl olacak faide eksik olsun. – Hindistan Hakim-i umumisi Lord Harding irad ettiği nutukta sözünü İran-ı Cenubi ahvaline intikal ettirerek atideki beyanatta bulunmuştur: “Cenubi İran ahvali pek fena ve karışık bir halde devam etmesinden İngiltere ve Hindistan ticareti havali-i mezkurede sekte ve ziyana uğramıştır. Eşkıya tarafından şose yolları tahrib edildiği gibi kervan kafileleri de nehb ü garet edilmişlerdir. Ahval-i mezkureye bir çare bulmak üzere ki İngiliz me’mur-ı siyasisine evamir-i lazıme gönderilmiştir. Muma-ileyh asayişi te’min için kabail-i mahalliyye rüesalarıyla görüşecek ve kendilerine tebligatta bulunacaktır. Ahval-i mezkureye kabail tarafından devam edildiği takdirde tecziyeleri cihetine tevessül olunacaktır.” El-yevm İran-ı Cenubi mıntıkasında iki bin Hind askerinin mevcud olduğu müşarun-ileyhin beyanatından istinbat olunmaktadır. – Tahran’da et ve erzak fıkdanından dolayı ahali son derece heyecana gelmişlerdir. Beş yüz kadın kafilesi Sipehdar’ın hanesi önüne gidip nümayişte bulunmuşlar ve mahalli jandarma ve polisler tarafından dağılmalarına teşebbüs olunması üzerine kadınlardan biri vahim surette cerh edilmiştir. – Rusya ve İngilte­ re’nin son notaları hakkında İran hükumeti tarafından verilen cevap memnuniyet-bahş görüldüğünden Rusya ve avans vermişlerdir. – Almanya İmparatoru Avusturya-Macaristan imparatoruyla görüştükten sonra Venedik’e gidip İtalya kralını ziyaret etmiştir. Kayser hakkında İtalyanlar fevkalade izhar-ı ihtiram ve nezaket etmişlerdir. rebe-i hazıra hakkında teati-i efkar olunduğu iddia olunuyor şey konuşulmadığını ve ziyaret-i mezkurenin sırf İttifak-ı Müselles’in tahkim ve tarsini için icra olunduğu dermiyan edilmektedir. Times ’ın beyanatına bakılırsa imparator bi-taraflık kavaidini asla ihlal etmeyecekmiş. İtalya matbuatı ile efkar-ı umumiyyesi Dersaadet’teki Alman sefiri Baron Mareşal’in Türk muhibbi bulunmasıyla Von der Goltz Paşa’nın Osmanlılar lehinde Viyana ve Alman matbuatı vasıtasıyla neşr eylediği makalatından son derece muğber ve müşmeiz olduklarını Times beyan ediyor. – İngiltere Avam Kamarası a’zasından biri Hariciye Nazırı Sir Edward Grey’den Trablus ve Bingazi müsadematı esnasında İtalyanların bombardımanlarından mutazarrır olan İngiliz tebaasının zarar ve ziyanlarının tazmini hususunda İngiltere hükumetinin teşebbüsünü babdaki İngiliz tebaasının müddeayatını te’yid için ihzarı lazım gelen vesaikin tedariki zımnında konsoloslarımız vasıtasıyla mutazarrır olan tebaalarımıza tebligat icra edilmiştir. Maamafih İngiltere hükumeti atiyen bu babda kendi tebaasının hukūkunu mütalebe için teşebbüsat-ı lazımede bulunacak daha muvafık telakkī ettiğini” beyan eylemiştir. – Hindistan’ın Bengale Eyaleti’ne vasıl olmak üzere İngiltere kralı tarafından Lord Kar Mihail ta’yin edilmiştir. Kalküta eşraf ve a’yanından Şemsülhüda emirname-i krali ile mezkur vilayetin meclis-i idaresine daimi a’za intihab olunmuştur. – Hindistan’ın Singapur şehrinde mu­ kīm müslümanlar tarafından Trablus’a tecavüz eden düşman-ı dinin def’-i savleti emrinde isti’mal edilmek üzere mezkurda Arabca münteşir el-Vatan gazetesinde okunmuştur. Seyyid Abdullah bin İsa el-Habeşi namında bir zat-ı hamiyet-sıfat bu ianenin dercine vesatat eylediği gibi kendisi de ehemmiyetli bir meblağ i’tası suretiyle iştirak eylemiştir. Sharnpur beldesinde ehl-i İslam ictima ederek Trablusgarb şüheda-yı İslamiyyesine muavenet-i nakdiyye cem’ine mübaşeret ettikleri sı­ rada mecusilerden dahi pek çok adamlar iane verdiklerini Bombay’da münteşir el-Islah gazetesi yazıyor. Hissiyat-ı kalbinden silindiyse fıtraten insan olanların kalbinde ilelebed bakīdir. – Rusya İmparatoriçesi Aleksandra Teodorona’nın taht-ı himayesinde ve Ceneral Şevedof’un riyasetinde bulunan Müsteşrikīn Cem’iyeti Alem-i bundan bir nüshasını da idarehanemize irsal eylemiştir. Mecmuanın mukaddimesinde neşrinde ta’kīb edilecek maksadın milel-i İslamiyyenin mazi ve hal-i hazırı hakkında tedkīkat-ı ilmiyyede bulunarak medeniyet ve tarih-i İslamı tetebbu’ ve neşr etmek olduğu beyan ediliyor. ­ – Bu sene Rusya’nın pek çok vilayetlerinde kahtlık açlık olduğu ma’lumdur. Bu defa ihvanımızdan biri ber-vech-i ati ma’lumat-ı mufassala vermiştir. Rusya’da açlık birkaç nevi’ olur: Bazen insanlar bazen hayvanlar bazı senelerde hem insanlar hem hayvanlar kahta duçar olur. Dahili Rusya’da Ufa ve Samara cihetlerinde açlık insanlar içindir Sibirya’da Mavera-i Ural’da Kazakistan’da kaht hayvanat içindir. Bu sene Akmol ve Simipalat umumiyetle Kazakistan dehşetli bir açlık içinde bulunuyor. Bilhassa Şubat’ta Sibirya’nın pek çok vilayetlerinde yağmurları müteakib şiddetli soğuklar olduğundan az zamanda pek külliyetli hayvanat telef olmuş üç dört yüz belki bin hergelesi olan adamlar bir hayvansız kaldığı gibi beş on bin koyunu olanlarda da bir tek koyun kalmamış. Bu suretle Şarkī Rusya’da pek çok adamların da açlıktan telef olduğu Rus gazetelerinde görülüyor. Rusya’da bilhassa Kazakistan sahralarında her zaman kaht olurdu. Lakin bu seneki gibi dehşetli kaht hiçbir zaman görülmemiştir. – Hindistan’dan Times ’e temekkin olup Afgan unsuruna mensub bulunan Veziri Kabilesi efradı İngilizler aleyhine kıyam etmişlerdir. On dört sene evvel dahi bunlarla İngilizler beyninde bir münazaa ve müsademe tekevvün ederek İngilizlerin maddi ve ma’nevi zararlara duçar olunmalarına sebebiyet verilmişti. Vekayi’-i mezkurenin başlıca esbabı tuz ve barut rüsumunun İngilizler tarafından ihdas olunmasından ileri gelmişti. Hal-i hazırdaki bir şey var ise gerek Afganistan ahalisi ve gerek orada mevcud olan bütün kabail-i Afganiyyenin İngiltere’nin Osmanlı-İtalya muharebesine nihayet vermek için müslümanların ğinden dolayı iğbirarlarını mucib olmasından naşi olmuştur. On altıncı defa olmak üzere Nisan-ı Efrenci’nin yedisinden on dördüne kadar Müsteşrikīn Kongre’si bu defa Atina’da ictima edecektir. senesinde mezkur kongre Kopenhag şehrinde ictima ile hayli mukarrerat ittihazına muvaffak olmuştu. Mezkur kongrede fından da Hariciye me’murin-i mümtazesinden Hikmet Beyefendi’nin kralının taht-ı himayesinde ictima’ edeceği gibi riyaset-i fahriyyesini de Yunan veliahdı kabul etmiştir. Yunan Maarif nazırı da mezkur komisyonun teşkilatına nezaret etmeyi deruhde eylemiştir. Cambridge Darülfünunu Lisan-ı Arabi Muallimi Profesör Marko Lives İngiltere Devleti tarafından isbat-ı vücud edeceği gibi Londra’daki Hind Nezareti Kitabhane-i Umumisi Nazırı Mister Thomas da Hind Hükumeti namına kongreye i’zamı takarrür etmiştir. Aynı zamanda İngiltere’de bulunan Cambridge Oxford Aberdin Londra Gal-i Şimali Edinburg Dublin Glaskow Manchester Şefilt Sant Andre darülfünunlarıyla Londra’daki Asya Cem’iyet-i Kraliyye’si taraflarından da ayrıca birer murahhas gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Brezilya’da kain Sen Paulo Başşehbenderi Münir Süreyya Bey mahall-i me’muriyyetine hin-i azimetinde beray-ı arz-ı veda’ huzur-ı mülukaneye kabul buyurulduğu sırada mahall-i mezkurda bulunan tebaa-i Osmaniyye’ye selam-ı şahanenin tebliğine me’mur buyurulmuştu. Bu defa şehr-i mezburda bulunan tebaa-i Osmaniyye tarafından Serkarin-i hazret-i şehriyari Lütfü Bey’e varid olan bir telgraf­ ta şehbender vasıtasıyla nail oldukları selam ve iltifat-ı şehriyariden dolayı ta’zimat ve teşekkürat-ı ubudiyyetkaranelerinin hak-i pay-i şehriyariye arz ve iblağı rica ve zat-ı mülukanenin tezayüd-i ömr ü ikbaline ve sevgili vatanımızın olunmuştur. TENKĪD VE TAKRIZ MEDENIYET-I İSLAMIYYE TARIHI ’NIN ---- HATALARI ---- el-Hilal sahibi Corci Zeydan Efendi’nin Tarihü’t-Temeddüni’l-İslami ’si Medeniyet-i İslamiyye Tarihi ismiyle Türkçe’ye nakl olundu. Aslını okumayanlar tercümesini okumuşlar yahud işitmişlerdir. Mısır’da Rusya’da bir hayli intikada ma’ruz olan bu eser memleketimizde pek büyük bir mevki’ tuttu. İşittiğime göre tarih yazanlarımız Corci Zeydan Efendi’nin kitabını en zengin en bi-taraf me’haz biliyorlarmış da sahifelerini aynıyla nakl ediyorlarmış. Müellif vaktiyle eserini mekteplere kabul ettirmek için Mısır Maarif Nezareti’ne müracaat eylemiş lakin müsaade alamamış Nezaret’e verdikleri takrirde kitabın birçok yanlışı olduğunu El-Müeyyed gazetesinde de aynı kitaba dair birçok intikadlar görüldü ki kitabın sahibi bunların bir kısmına mukabele bir kısmını kabul etti. El-Menar sahibi Muhammed Reşid Rıza’ya göre: Eserdeki hatalar bile bile değilmiş müellifin bir takım mesailini anlayamamasından imiş. Vekayi-i cüz’iyyeyi kavaid-i külliyye suretinde kabulüne gelince bu da Corci Zeydan’ın bütün müellefatında tuttuğu bir usul imiş. Yalnız sonraları yazdığı yazılardan söylediği sözlerden kendisinin şuubiyyeden sair milletleri Arablara tercih edenler olduğu hissolunuyormuş. Zaten eserin Türkçe’ye tercüme edilmesi de bundan ileri geliyormuş. Zannetmeyiz ki el-Menar sahib-i muhteremi şu son sözle Türklere hücum etmek istemiş olsunlar. Zira pek iyi bilmeleri lazım gelir ki Tarihü’t-Temeddüni’l-İslami mütercimi Türk değildir. Mü’ellifi gibi Hıristiyan Arablardandır. Şimdiye kadar bizde bu kitaba dair kimse tarafından bir söz söylenmemesi cidden şayan-ı teessüftür. Hele tarih-i İslam yazmaya kalkışanlar dedikleri gibi me’haz olmak üzere yalnız bu eserin tercümesini intihab etmişlerse pek garib olur! Bizim tarihçiliğimiz yok amma öyle zannediyoruz ki bu zaman zarfında cildlerle tarih meydana getiren müverrihlerimize hayran olmamak elimizden gelmiyor. Haydi diyelim ki; garbdaki milletlerin tarihi son zamanlarda mümkün olduğu kadar bi-taraf adamlar tarafından yazılmıştır. Onun için o eserleri tercüme edivermekle bir iş görmüş olalım. Lakin tarihin şarka hususiyle İslam’a aid kısmı için de aynı vasıtaya müracaat etmek pek saf-derunluk olmaz mı? Tarih-i İslam doğrudan doğruya Müslüman müverrihlerinin eserlerinden alınmalıdır. Ancak bunların hiç olmazsa en mevsuk tanılmış olanları iyice tedkīk edildikten uzun uzadıya muhakeme olunduktan sonra nakl olunmalıdır. Tarih yazmak için tabii birçok şeraiti cami’ olmak icab edecek. Lakin tarih-i İslam için her şeyden evvel lisan-ı Arab’ı edebiyatıyla beraber bilmek elzemdir. Zira müracaat edilecek me’hazlar arasında herkese söylemeyenleri pek çoktur. Bu hafta gelen el-Menar ’da Corci Zeydan’ın tarihine dair bir makale gördük. Muharriri Hind ulemasından Şeyh Şibli en-Nu’mani’dir. İnşaallah gelecek nüshamızdan başlayarak tercüme edeceğiz. Eserin ne kadar süreceğini bilemiyoruz. Çünkü el-Menar ’da da maba’dlı olarak devam ediyor. TEFSIR-İ ŞERIF ---- . . . ---- Tercümesi “Senden kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. Bu­ nu düşünmekten sana ne? Onu bilmek ancak Tanrı’nındır. Sen yalnız ondan korkana tehlikeleri anlatmakla me’mursun. Onlar kıyameti gördükleri zaman dünyada bir sabah yahud bir akşam kalmışlar sanacaklar.” * * * En-Naziat Sure-i celilesinin sonundaki şu ayetler kendilerinden evvel gelen ayetler gibi Mekkidir. Sebeb-i nüzulü de şudur: Kureyş inadcıları ikide birde “Haşir ne zaman vukūa gelecek? Kıyamet ne vakit kopacak?” diye aleyhissalatü vesselam Efendimiz’i sıkıyorlardı. Bu sual Cenab-ı Peygamber hakīkati kabule ikna’ eylemek iştiyakında olanlar için pek tabii olan şu arzu Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e göre de öyle idi. olmayacak temennilerden nehy ediyor. Evet bu nehiy Ayet-i celilesinde görüldüğü vechile istifham-ı ---- . . ---- Yani: Sana hiç tealluku bulunmayan anlaşılmasına sence bir ihtiyac olmayan bu mes’eleyi neden kendine ukde edip duruyorsun? Bu ebedi bir sırdır ki halli ilm-i ilahiye dayanır. Senin vazifen kıyameti düşünüp korkanları o müdhiş günün şedaidinden haberdar ederek uyandırmak; yaşadıkları müddetçe salah içinde mekarim-i ahlak içinde yaşatmak suretiyle o yevm-i hesaba hazırlamaktır. İkide birde bu suali soran erbab-ı inada gelince onları kendi haline bırak. Zira onlar bu fani cihanın arkasından ikinci bir cihan-ı bakī geleceğini ölümle dinen velvele-i hayatın yeniden uyanacağını bir türlü kafalarına sığdıramıyorlar. Onun için sen de sırf seni sıkmak maksadıyle ileri sürdükleri bu suali kendine derd etme bununla uğraşma. Kıyamet gününü gördükleri vakit zihinlerindeki suver-i zamaniyye büsbütün silinecek de yaratıldıkları demden ba’s olundukları zamana kadar geçen müddeti tam bir gün kadar bile tasavvur edemeyecekler. Bu zan ise ya evvelce onların böyle bir atiye hazırlanmış olmamalarından yahud gözleri önündeki dehşetin karşısında medhuş kalmalarından ileri gelecek. Birinci ayetteki “saat” insanların yeniden dirildikleri zamandır ki o da yevm-i kıyamettir. Zaten gibi diğer bir çok ayetler de hep aynı ma’naya gelmiştir. Saatin yani kıyametin irsası ne zamandır demek oluyor. İrsa: İkamet istikrar husul vukū’ ma’nalarınadır. ’ daki zamirin ’ e rücuu şu iki kesr-i zamaneynin yani sabah ile akşamın aynı güne aid olduğunu göstermek çirmemişler de o günün ancak sabahı yahud akşamı kadar bulunmuşlar. Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib ---- FIKIH VE FETAVA ---- Hac ve Ka’be – – Hazret-i Halil ber-hayat kaldıkça her sene mevsim-i Hac’­ da Mekke’ye gelir ifa-yı Hac ettikten sonra Ken’an taraflarına memleketine avdet ederdi. Hazret-i İshak dahi fırsat buldukça Hicaz’a gelir büyük biraderi ile beraber Beytullah’ı ziyaret ve Hacc-ı şerifi eda ederdi. Bu suretle Hac her sene muntazaman kılınmaya başlamış Araplardan Cürhümiler’den iştirak edenler de çoğalmış resi oğlu Nabit’e geçmiş Nabit’ten sonra Cürhümiler’in reisi Mudad bin Amr’a intikal etmişti. Fakat Cürhümiler gitgide fısk u fesada daldılar. Beyt-i Şerif’in hürmetini unuttular; hazinesinde bulunan hedayayı yağma ettiler hüccac-ı kirama eziyet eder oldular. Cürhümiler’den başkaların hac edebilmeleri kesb-i suubet etmişti. Bu hal ise sair kabailin uruk-ı hamiyyetini tahrik ediyordu. Çünkü o civarda bulunanlar rine Beni Bekir ile Huza’iler müttefiken Cürhümiler üzerine yürüdüler. Kanlı bir muharebeden sonra Cürhümiler mağlub olarak Mekke ve Ka’be’yi terk etmek mecburiyetinde kaldılar Yemen taraflarına gittiler; bu kabile şu mağlubiyeti müteakıb bir daha belini doğrultamadı; münkarız oldu. Bundan sonra riyaset ve idare Huza’iler’in eline geçmişti. Beytullah dahi Huza’iler’in taht-ı nezaretinde bulunuyordu. Bu nezaret hakkı asıl Beni İsmail’in ve Kureyş’in hakkı idiyse de onlar daha haklarını arayacak bir halde olmayıp dağınık ve zaif idiler. Mekke ve Ka’be’nin velayeti Cürhümiler’in Huza’iler’in elinde iken erkan-ı haccın emr-i ifasında olan velayet-i idare de başkalarının uhdesinde bulunuyordu. Bu vazife Cürhümiler’den Gavs bin Mür’ün mesaisiyle ihtira’ olunmuş ber-hayat bulundukça kendisi vefatında ise oğlu tarafından fe vakfesi tamam olunca izin ve işaretleriyle Mina’ya gelinirdi. Remy-i cimar vakti hulul edince herkes bunların remy-i cemreye bed’ etmelerine muntazır kalır kimse buna takaddüm edemezdi. Remy-i cemreyi ta’cil ederek biran evvel kulak asmazlardı. Cemerat tamam olunca herkes dağılmak müsaade etmezdi. Hüccac-ı kiram ise bundan ziyadesiyle müteezzi bulunuyorlardı. Bu sülalenin inkırazında ve halife-i mezkure al-i Safvan’a intikal ile zuhur-ı İslam’a kadar bu sülalede kalmıştır ki en sonları Kerb bin Safvan nam zat olmuştur. Müzdelife’den ifaza ve kıyam emri de Beni Advan’a aid Seyyare Umeylet bin A’zel nam zat olmuştur. şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. Nabit bin İsmail’in vefatı velayet-i Ka’be’nin Beni İsmail elinden çıkması üzerinden hayli zamanlar mürur etmiş idi. Bu zamanlar zarfında velayet-i Ka’be idare-i umur-ı hac hakkında asıl sahib-i hak olan Beni İsmail dağınıklıktan kurtulamamış henüz bir cem’iyet ve kabile teşkiline muvaffak olamamışlardı. Hami ve zahirleri bulunan Cürhümiler’in Mekke’den çıkarılmaları üzerine bunlar da kısmen Cürhümiler ve Hicaz taraflarında kalmışlardı. Gerek gidenler gerek kalanlar henüz bir mevcudiyet gösterebilecek bir halde değil vaktiyle Ka’be’nin emr-i haccın idare ve velayeti kendilerine aid olduğunu düşünüyorlardı. Nihayet Kusay bin Kilab gözünü açtı. Mekke ve Ka’be’nin olmasa bile la-ekall babaları eline geçirmeyi tasavvur etti. Bu tasavvurunu Kureyş Kinane Kuza’a kabilelerinin ileri gelenlerine söyledi. Kusay’ın fikri bit-tabi’ tasvib edildi. Aralarında verilen karar üzerine o senenin haccı tamam olunca o vakte kadar Sufeler uhdesinde bulunan vazifenin velayet-i haccın kendilerine aid olduğunu müttefikleri arasında mukatele vukūa geldi. Neticede Kusay tarafı galib gelmekle maksadına erişmiş demek idi. Fakat iş bununla bitmedi. Asıl o zamanlar iktidar ve velayet-i ammeyi haiz bulunan Huza’iler ve müttefikleri bulunan Beni Bekir kabileleri bundan kuşkulandılar. Kusay bin Kilab üzerine i’lan-ı harb ettiler. Muharebe gayet şiddetli oldu; her iki tarafdan bir çok kimseler maktul düştü. Fakat galib mağlub anlaşılamadan sulha da’vet olundular. Mes’elenin halli için hakem intihab edilmiş olan Ya’mer bin Avf Beyt-i Şerif-i Mekke’nin velayet ve idaresi hususunda Beni İsmail’in sair kabaile nazaran daha ehakk ve binaenaleyh bu mes’elede Huza’iler’in haksız olduğuna hüküm ile Kusay bin Kilab tarafını iltizam etmiş oldu. Bu suretle Kusay mevki’-i iktidara geçti. Mensub olduğu Kureyş Kabilesi Beyt-i Şerif’in etrafında Mekke’de iskan etti. Al-i Safvan al-i Advan’a ilişmedi; eski me’muriyetlerinde ri gibi hüccac-ı kiramın Arafat’tan hareket ile Müzdelife’ye gelmeleri Müzdelife’den Mina’ya inmeleri hususlarını ve Mina’da remy-i cemeratı idare ediyorlardı. Kusay zeka ve dirayeti dehası sayesinde Beni İsmail’in ellerinden çıkarmış oldukları iktidarı tekrar iade edince yabancı ellerde hayli müsahelelere uğramış olan umur-ı haccı sikayeti deruhde etti. Bir de rifade yani fukara-yı hüccaca me’kulat tevzi’i suretiyle muavenet usulünü vaz’ etti. Her sene Kureyşliler beyninde iane toplanarak Kusay’a teslim edilir o da bununla me’kulat tedarik ederek fukara-yı hüccacı ziyade hüsn-i idare ettiği gibi halefleri için de güzel ve sağlam yol hazırladı. Hakīkaten emr-i idare Kureyşiler’in eline geçtikten sonra hüccac-ı kiramın adedi sene be-sene tezayüd etmekte bulunmuştur. dan hiçbir kimsenin hac niyetiyle Mekke’ye geldiği ma’lum olamıyor. Hac İbrahim ve İshak aleyhimesselamın kendileri yahud farz olduğu halde kendilerinden sonra öyle uzun zahmetli işlere katlanacak kimse mi bulunamadı; yahud onların Hicaz’a gelmeden hac etmeleri için başka dürlü mevani’ tekevvün etmiş mi idi? Bütün bu suallerin cevapları mechuldür. Bununla beraber son suali nazar-ı tedkīke alarak bir iki söz söylemek mümkündür. Halil aleyhisselamın nübüvvet ve risaleti ve bilhassa nasa imam olarak meb’us bir nebi olduğu nazar-ı dikkate alınırsa her halde kavminin de hacca karşı büsbütün bi-gane kalamamaları iktiza eder. Çünkü bir nebi zelleden ve şahsına mahsus olandan başka işlediği ef’al hususunda daima mukteda-bih olur ki o ef’alin her halde ümmeti için de meşru’ olduğu anlaşılır.. Kur’an-ı Kerim ’de mezkur Yemen meliklerinden Tübban Es’ad Ebu Kerib nam zat şark seferinden avdeti esnasında Mekke’ye uğramış maiyetinde bulunduğu ve silsile-i nesebleri Hazret-i Harun vasıtasıyla Ya’kūb bin İshak’a müncer olan iki Yehud aliminin tavsiyesi üzerine Ka’be-i Şerife’yi Yehudiliğe meyl eden bu zat din-i Musa’da Beytullah’ı ziyaretin meşru’ olup olmadığını anlamak yolunda sual irad etmesi üzerine o iki alim de Ka’be-i Muazzama’nın büyük babaları Hazret-i İbrahim’e mensub binaenaleyh kendilerince muhterem addolunduğu fakat etrafında bulunanların putlarıyla müşrikane ihrak ettikleri kurban kanlarıyla telvis etmelerinden dolayı Ka’be’den ayrılmış olduklarını söylediler. bakılırsa her halde yabana atılacak gibi mücerred bir söz değildir. Çünkü Ka’be ile İsraililer’in beyninde kadimen bir münasebet-i sahiha bulunmuş olmasını akıl pek ziyade mülayim buluyor; hatta hiçbir rivayet bulunmasa bile Ka’be etrafında cereyan eden ahval İsraililer’in binaenaleyh Yehudilerin büyük babaları olan İshak’ın İbrahim’in Ka’be’ye karşı olan ihtiramları nazar-ı mülahazaya alınacak olur ise asıl Yehudiyet ile hac ve Ka’be arasında dahi büyük bir yabancılık olmadığına hüküm edilebilir. Demek oluyor ki İsraililer Yehudiler vaktiyle hacc-ı şerifi eda ile Ka’be-i Şerife’yi ta’zim ve ihtiram ederlermiş. Bu hal bilhassa Ka’be’nin mütevellileri bulunanların din-i İsmail’i terk ederek putperestliği kabul ve Beyt-i Şerif’i putler ile telvis ettikleri güne kadar devam etmiş Fakat Arablar arasında şirk yüz gösterince Ka’be şirk ile telvis edilince ehl-i tevhid olan İsraililer Yehudiler de haccı ve Ka’be’yi terk etmiş oluyorlar. Fil-hakīka Hazret-i Halil ve Hazret-i İsmail temasda bulundukları kavim ve kabilelerin i’tikadlarını tashih vahdaniyeti telkīn etmişlerdi. Bu silsile İshak ve Ya’kūb aleyhimesselam kolunda pek ince devreler geçirmekle beraber hiçbir vakit inkıtaa uğramamışidi. Fakat Ceziretü’l-Arab Kıt’ası’nda bulunan İsmail kolunda büsbütün gaib olmamakla beraber silsile-i tevhidin tamamıyla çözüldüğü zamanlar da olmuştur. Hazret-i İsmail’den sonra ahfadı ümmeti hayli zamanlar din-i Hak üzere devam ettiler. Fakat mürur-ı eyyam ile din-i vesenilik geliyordu. Ümmet-i İsmailiyye arasına putperestliğin söyleniyor ki hiçbiri nazar-ı dikkatten dur tutulacak gibi sözler değildir. Gerek Arabların Harem-i Şerif’e olan şiddet-i merbutiyyet ve muhabbetleri sebebiyle ahcar-ı haremi ihtiramları ahcar ve esnam-perestliğe kadar ilerlemiş olsun gerek Amalikalılar’dan Yemenliler’den …. sirayet etmiş bulunsun; her halde İsmail’den üç dört asır sonlarına doğru Hicaz Arabları Beni İsmail arasında vesenilik taammüm etmiş Harem-i Şerif Ka’be-i Muazzama bütün esnam ve heyakil ile doldurulmuş bulunuyordu. Hac ve erkan-ı hac dahi müşrikane ayinler ile karıştırılmış artık bunların hiçbirinde bir muvahhid için ısınılacak cihet kalmamışidi. sile-i tevhidin biri daima varlığını muhafaza etmiş fakat diğer biri de git gide zulmet-i şirk içinde boğulup gitmiştir. Bu suretle şu iki silsile arasında büyük bir açıklık meydana gelmiş salikini yekdiğerlerinden ayrılmıştır. Halbuki Ka’be ve istilasında kalmış olduğundan birinciler yani İsraililer Yehudiler oraya yaklaşamamış yahud yaklaşmak istememişler olacak ki bu suretle hac tavaf-ı Ka’be hissi mürur-ı zaman ile onların dimağından tamamıyla silinmiştir… SEBILÜRREŞAD MÜDIRIYETI ---- CANIB-I VALASINA ---- Efendim Risale-i hakayık-disar ve mecelle-i dekayık-nisarınızın dör­ düncü nüshasında münderic ziri Ödemiş imzalı bir mektupta kasaba-i mezkure medarisinin bil-külliye matlub olan menafii fevt olup köhne ve viran olduklarına mebni Evkaf Nezareti tarafından medaris-i mezkure mesaha olunup kıymetleri takdir olunması yerlerine mükemmel bir medrese yapılmak garazıyla medaris-i münderisenin nukūd ile tebdil edileceğini gösterdiğinden bahisle şayed medaris-i merkūme ber-vech-i meşruh bey’ edilecek olur ise şirası caiz olur mu olmaz mı? diye hey’et-i tahririyyenizden sorulmuş ve mek üzere evvelemirde mes’elenin enzar-ı ulemaya vaz’ edildiği mütalaa-güzar-ı acizanem olmuştur. Fıkıh ve fetavada yed-i tula eshabından değil isem de bu fenn-i celilde rüsuh bulmaya kesret-i iştiyakım kem-bizaa olan hame-i fakīranemi bu mes’eleye dair bir makale-i ce­ vabiyye tahririne bais olmuştur. şeklinde yazılmıştır. Sual-i mezkur medaris-i mezkure bey’ olunduğu takdirde de bir şeyin bey’ini tecviz şirasını tecviz; adem-i tecviz ise şirasını dahi adem-i tecviz demek olacağından acizleri tarafından yalnız bey’i ciheti mevzu’-bahs edilerek şirası kale alınmamıştır. Binaen ala-zalik hall-i mes’eleye dair sual ve cevap tarzında kalem-i kasıranemle tertib ve kütüb-i fıkhiyye-i mu’temededen her bir mes’elenin zirinde Arabiyyü’l-ibare olarak me’hazları tahrir olunan cevabname-i acizanem risaleniz vasıtasıyla ber-vech-i zir enzar-ı ammeye takdim olunur. İnnehu hüve’l-Hadi * * * S Mütevelli-i mahsusları bulunan evkafda Evkaf-ı Hü­ mayun nazır-ı ammı olan Zeyd’in icare ve istibdal ve bunun emsali vücuh-ı tasarrufdan bir vechile mütevellileri izinleri munzam olmaksızın tasarrufu caiz olur mu? C Olmaz. . | | S Bu surette bir kasabada vaki’ medrese bil-külliye harab olup vakıf da binaya müsaid olmayıp medresenin nukzu binaya sarf olunmak mümkün olmamağla mütevellisi Amr izn-i hakim ile nukz-ı mezburu Bekir’e semen-i misli olan şu kadar akçeye bey’ ve teslim ve medrese arsasından bir canibi Bekir’e ecr-i misli olan senede şu kadar akçeye C Olur. ---- . . ---- S Bu surette medrese-i mezkure arsasından bir canibi hayr olduğu zahir olmağla Amr re’y-i hakim ve emr-i sultani ile arsa-i mezbureyi şerait-i istibdal mevcude olduğu halde Bekir’in arsa ve binası mülkü olan menzil ile istibdale kadir olur mu? C Olur. S Suret-i mezkurede medrese-i mezkure arsasını vakfa enfa’ bir mülk menzil ile istibdal dahi mümkün olmasa arsa-i merkūmeyi yerine ahar vakf almak üzere nukūd ile istibdal vakfa yararlı görülmekle Amr re’y-i hakim ve emr-i sultani kadir olur mu? C Her ne kadar istibdal-i mezkurun cevazı Mezheb-i Hanefi’de menkūl ise de ezmanın tegayyürü ile ahkamın tegayyürüne mebni müstebdelün-bih olan nukūdu kuzat-ı zamanın yahud nazırlarının ekl edip yerine ahar vakf iştira etmemeleri galib olmağla Hayreddin er-Remli gibi birkaç fukahadan maada ulema ve müteahhirin ve Devlet-i Osmaniyye meşayih-i İslam’ı istibdal-i mezkuru men’ edip cevaz ile ifta etmemişlerdir. Bolvadin’de Yunus-zade Sebilürreşad – Ödemiş’ten varid olan suale ümid ettiğimiz vechile ulema-yı muhtereme-i İslamiyye cevap vermeye başladılar. Fazıl-ı muhterem Yunus Vehbi Efendi bu hususda tekaddüm ettiler. Gerek esas-ı mes’eleye gerek verilen cevaba aid mütalaa beyanında bulunacak ulema-yı kirama bir müddet daha intizar edeceğiz. Gazzali ve Tasavvuf: Din-i mübin-i Ahmedi tabiatın huşk ve yabis bir ikliminde sengin bir buk’ada tulu’ eylemişti. Maddi bir hayat-ı bedeviyane ile me’luf ruhlarda birden bire ma’neviyyatın nuşin cezebatı tecelli edemezdi. Evvela bu ruhların bir terbiye-i diniyye tevhid esası üzerine müstenid füyuzat-ı lahutiyye ile perverişyab olmaları icab ediyordu. Fil-hakīka böyle olmuştur: Mişkat-ı nübüvvetten inşia’ eden huzemat-ı nevvare haşin Arabların kalbinde bir rikkat-i fevkalade uyandırmış onları zevk-i ma’nevinin füsunkar te’siratına hazırlamıştır. Daha zaman-ı Risalet’te; füyuzat-ı Ahmediyye ile yakından tenevvür eden e’azım-ı ashab fikren ruhen o kadar ulvi asar ve tecelliyat-ı ma’ali göstermişlerdir ki mazideki haşin halleriyle ba’de’l-İslam izhar ettikleri asalet-i fikriyye ve necabet-i insaniyyeleri arasında bir mukayese yapılırsa az zaman zarfında ahval-i ruhiyyelerince vukūa gelen tebeddül-i azime ve İslamiyet’in kudret-i musavviresine karşı derin bir hiss-i hayret ve tebcil duymamak kabil değildir. Sinn-i sabavetinden i’tibaren harim-i nübüvvette perverişyab-ı kemal olan cenab-ı Ali işte bu büyük ve ma’ali-nisar ruhlardandır. Müşarun-ileyhin ma’neviyyata aid derin sanihat-ı ruhiyyesi hikemiyyat-ı aliyyesi tedkīk edilirse ilm-i ruh ve ilm-i ahlaktaki ihtisasına karşı hayretle memzuc tekrimler ta’zimler Ensal-i atiyyenin ta’lim ve terbiyeleri hakkındaki tavsiyeleri Erbab-ı tasavvufdan bir kısmı silsile-i feyzlerini cenab-ı Haydar vasıtasıyla atebe-i Risalet’e kadar isal ederler. Avrupa müelliflerinden bazılarının tasavvufun İslamiyet’e sonradan idhal edilmiş olduğu hakkındaki iddialarına rağmen huzemat-ı sufiyyenin Cenab-ı Sıddik ve Haydar vasıtasıyla mahal bırakmayacak bir kuvveti haiz görünürler. Hazret-i Haydar’ın sema-yı efkarının hayret-bahş derecede nevvar ve feyyaz olduğuna kendisinden tevatüren mervi olan hikemiyyattan istidlal olunabilir. Aşk-ı İlahi ruh-ı Haydar’ı o kadar teshir etmiş maddiyetten o derece tecrid eylemiş idi ki vücuduna isabet eden bir okun çıkarılması ameliyatının bargah-ı ehadiyyete esna-yı teveccühünde icra edilmesini ihtar eylemişti. Zaman-ı hilafetinde bazı mukarrebini tarafından tavsiye edilen ve muhafaza-i mevki’ için elzem olan siyasi entrikalara tenezzül etmemesi icraatında daima merdane ve alicenabane hareketten ayrılmaması mekteb-i Nebevi’de aldığı terbiye-i ruhiyyenin parlak tecelliyatındandır. Mütekaddimin-i erbab-ı tasavvuf fikren feyfa-neverd-i la-yetenahiden olmak fena fillahın lücce-i hafayasına dalmağla ruh-ı şeğaf-amizlerine bir vasat-ı sükun bahş aramışlardır. Furkan-ı Mübin yeni bir şeriatı natık olarak umum nasa hitaben şeref-nüzul etmiş olduğundan insanların yalnız ma’­ neviyyatını değil maddiyat-ı beşeriyyelerini de tanzim ve tenmiye edecek esasları cami’dir. Şer’-i mübinin ahkam-ı kat’iyyesini müşerrih olan beyyinat-ı aliyye miyanında ruhen i’tila edenlere bedraka-i hi­ ­ dayet olacak pek çok ayat-ı celile de ] vardır. Fakat a­ yat-ı mezkurede mündemic olan hafaya-yı maaliyyatı keşf edebilmek terbiye-i diniye dahilinde ruhen fikren i’tila etmiş olan e’azıma mahsus bir bahşayiş-i Yezdani’dir. Herkes her nevi’ ma’neviyatın habaya-yı esrar-aludun­ da dolaşamaz. Putperestlik veya dinsizlik badiyelerinde dolaşanlar şükufezar-ı ma’neviyyatın anat-ı elvanını temyize muktedir olamazlar. Halbuki terbiye-i İslamiyye ve fezail-i ahlakıyye dahilinde tenevvür eden zekalara karşı Kur’an-ı Mübin’in gavamızat-ı hayret-bahşası tenevvür nisbetinde inkişaf eder. Cenab-ı Haydar gibi ecille-i din Kitab-ı Mübin’de lahutiyata doğru feyyaz ma’berler bulabilmişlerdir. Sadr-ı İslam’da aşk-ı ezeli ile nalan pek çok e’azım gelip gitmiştir. Fakat bunların vecd ü istiğrak demleri bir ayin-i mahsus şeklinde tezahür etmemiştir. nazm-ı münifinin muhtevi olduğu maani-i aliyye bu gibi ruhları ezvak-ı lahuti içinde mest ve nalan bırakır ve onlar bu zevk-i ma’nevi ile hayatlarını nuşin cezebat içinde imrar ederlerdi. kavl-i Peygamberisi vechile evan-ı şeğaf ve istiğrakta maddiyetten tecerrüdle umman-ı ruhaniyyet içinde gaşy olur giderlerdi. Hazret-i Ali’ye isnad edilen: Hikmetinden istişare ederek da’ ve deva’-i kalbi yine kendi nefislerinde arar cavidani bir aşk-ı lahutinin ezvak ve hicranı içinde kendi kendilerine çırpınırlardı. Evail-i İslam’da bu gibi zevata “zahid” ve “arif” namı verildiği asar-ı kudemadan anlaşılıyor. “Sufiyye” ünvanı altında bir meslek teessüs ve icra edilen ayin ve menasik bi’n-nisbe muahhar şeylerdir. Meslek-i tasavvuf evvelce saf ve nevvar bir saha-i fikret iken –her meslek için olduğu gibi– bilahare yanlış vadilere sapılmış Hurufiler Sabbahiler gibi bir çok gulat taraflarından gaye-i asliyyesinden büsbütün uzaklaştırılmıştır. Tasavvuf alem-i İslam’da pek derin te’sirler ika’ etmiş bir amildir. Gaye-i asliyyesine müteveccihen bir istikamet ta’kīb ettiği zamanlarda efkar-ı enamı feyyaz ve şükufedar riyaz-ı ma’neviyyat içinde tenmiye ve teali ettirmiş ve bu istikametten sırasına girmiştir. Bir kısım müslümanları mahkum-ı atalet bırakan sebeb işte bu inhirafdır. Bilhassa sufilik ve şeyhlik hırkası altında siyasi emelleri gizleyen ve halkın terbiye-i ma’neviyyesine i’tinadan ziyade cehl ve nadanilerinden bol bol istifade etmek çarelerini arayanlar efrad-ı İslamiyyenin damarlarında cevelan eden dem-i zindegiyi eme eme kuva-yı faalelerini uyuşturmuş fikir ve bedenlerini mahkum-ı atalet bırakmış onları derin ve muhaddir bir gaflet uykusuna daldırmışlardır. Yine tasavvuf bir kısım halkı melekat ve ihtirasat-ı behimiyyeden kurtararak onları insaniyet için vusulü mümkün olan mertebe-i bala-terine ıs’ad etmiş bütün ma’nasıyla insan-ı kamil olacak bir terbiye-i asile ile tahliye eylemiştir. fun umman-ı bi-payanında ta’yin-i istikamete muvaffak ol­ ­ muşlar ve teveccüh ettikleri mersa-yı maaliye vusule yol bulmuşlardır. Bu bahr-i nayab içinde; ta’yin-i cihata hadim kalmışlar müdhiş bir kaya veya girintili çıkıntılı mahuf bir madreporide çarparak mahv ü helak olmuşlardır. Ma-hasal-ı akıl erdiremeyeceğinden; yanlış yollara sapmaları mühlik badiyelere düşmeleri ağleb-i ihtimaldir. Tasavvufun alem-i İslam’da bıraktığı derin izlerden taşan seylabe-i efkar gayr-i müsaid dimağlarda müdhiş çukurlar açmış ve bir kısım halkı çürütüp mahv eylemiştir. Çünkü her dimağ kendisine isale edilen füyuzat-ı fikriyyeyi –bilhassa yüksek ve esrar-amiz olursa– zabt ve hazm edebilmek iktidarını gösteremez. Zaman-ı Risalet ve Hulefa-i Raşidin devirlerinde zahid namını alan zevat-ı aliyye bütün ma’nasıyla fezail-i ahlakıyyeyi cami’ habl-i şeriate mütemessik ihtirasat-ı sefileden müctenib bulunduklarından herkesin mazhar-ı hürmet ve tekrimi olurlardı. Sanihat-ı kalbiyyelerini gizler avam-ı nasın havsala-i idrakine sığışamayacak ifşaattan son derece Fakat bilahare İşrakiyyun efkarıyla meşbu’ bazı adamlar bu kisve altında mugayir-i şer’ bazı akval ve ef’al ızharına kalkışmış olduklarından halkdan tasavvufa karşı hakīkī bir şübhe ve tereddüd uyanmıştır. Hallac-ı Mansur gibi zevatın na-münasib ifşaatı taşkınlıkları bu şübheleri artırmış ve nihayet Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin dediği gibi: hükm-i kaza cereyanıyla Mansur’un i’damına kadar varılmıştır. Hazret-i Gazzali’dir ki barika-nisar muhakemat-ı metinesiyle efkar-ı nası kaplayan sehabe-i tereddüdü tamamıyla Gazzali rengin ve mantıkī beyanatıyla şübhe ve tereddüde mahal bırakmayacak surette tasavvufu teşrih ve tavzih eylemiştir. Sa’adet ’in nezih ve rengin sahifeleri her dürlü tereddüdü Meslek-i sufiyyuna vukū’ bulan hücumlara karşı; Gazzali’den daha evvel İmam Kuşeyri tarafından da müdafaa edilmiş ise de Kuşeyri’nin müdafaatı hükmi ve şer’i olmaktan ziyade an’ani ve tasavvufidir. Bu sebebe mebnidir ki devr-i Gazzali’ye kadar olan tehacümat günden güne şiddetini artırmıştır. Gazzali esasat-ı akliyye ve şer’iyyeye istinaden nihayet hakīkati meydana çıkarmış herkesi teshir eden şübheleri büsbütün ber-taraf edebilmiştir. –maba’dı var– EDEBİYAT EBU’L-ALA’ MAARRI Feylesof sene-i hicriyyesinde miladi Rebiulevvel’in yirmi yedinci Cuma günü tevellüd etmiştir. “Ebu’l-Ala’ Ahmed bin Abdullah bin Süleyman bin Muhammed et-Tenuhi” diye ma’rufdur. “Tenuh” bir Arab kabilesidir. Babası efazıl-ı ulemadan idi. Ceddi Maarra’da kadi idi. Maarri bu suretle bir hanedan-ı ilme mensub olmuş oluyor. Validesi de asil bir aileye mensub idi. Müşarun-ileyhin viladetinde Maarra “Haleb”de hüküm­ ran olan Devlet-i Hamdaniyye’nin taht-ı idaresinde olup o esnada Haleb emiri Sa’düddevle Eba’l-Ma’ali idi. Sahib-i tercüme üç yaşında iken çiçek hastalığıyla musab oldu bu yüzden sol gözünü gaib etti sağ gözüne de –arkadaşının uğradığı felaketi görüp ağlamasına mani’ olacak derecede– ak indi; hayatında kırmızıdan başka bir renk görememiş oldu çünkü çiçek çıkardığı zaman kendine kiremit renginde bir libas giydirmişlerdi gördüğü anladığı ilk ve son renk bu oldu. Sinn-i teallüme erişince pederi; nahiv sarf beyan ve kafiye gibi ulum-ı lisaniyye-i Arabiyye’yi öğretmeye başladı. Bundan sonra beldesi ulemasının bir çoklarından telemmüz etti okuttukları şeyleri öğrendi daha sonra Muhammed bin Abdullah bin Sa’d en-Nehavi el-Halebi’den de ders okudu ve yirmi yaşına kadar bu yolda devam etti. Artık bütün meşayihinin maarifi Maarri’nin sadrına dökülmüş kendini sebkat etmiş yahud kendi öğrenmediğini öğretmekle mümtaz olmuş kimseyi göremeyince kendi başına evine çekildi artık muallimi yoktu. Lügat ve edebiyat okumaya başladı belagat-ı Arabiye lisan-ı Arab’ın dekaikı havas-ı terakib ve mezaya-yı esalib ile o kadar uğraştı ki bu hususda herkese tefevvuk etti kimsenin erişmediği bir mertebeye baliğ oldu. Koca feylesof “hıfz”da bir ayet bir harika idi. O kadar ki müşarun-ileyhden kimsenin erişemeyeceği herkesin tasdikden çekineceği şeyler rivayet ederler. Mesela anladığını da anlamadığını da ister kendi dilinden ister ona yabancı bir dilden olsun hıfz ettiğini söylerler. Bu rivayetlerin mebani ve maanisi duçar-ı ihtilaf ve tebayün oluyorsa da mazmunlar birbirini te’yid ede ede Maarri’nin herkese müyesser olmayan bir kuvve-i hafızaya malik olduğu anlaşılıyor. Her söze kulak verenlerden her duyduğunu tecviz edenlerden olsaydık kariinimize bu vadide bir çok hikayat-ı merviyye takdim ederdik. Biz burada bunlardan akla en yakın hakka en şebih olanları bir numune olmak üzere irad etmekle Derler ki: Maarri Bağdad’a dahil olup da cevdet-i hafızasını önünde okunan her şeyi bir kehrüba gibi cezb eden o metanet-i hıfzıyla herkesce tanınmaya başlayınca erbab-ı mekanetten biri hakīkati anlamak üzere müşarun-ileyh ile görüşmek istedi: Feylesofu “Daru’l-hikme” namıyla ma’ruf olan “Reşid” Kütüphanesi’ne koydular bir kitap intihab olundu müteaddid sahifeler okundu. Tereddüd ettiği kelime tekrar olunuyordu. Hitam-ı kıraatta Maarri asla tereddüd etmeksizin istediklerini imtihancılara tekrar etti. Maarri şiiri çok severdi Mütenebbi Divanı ’nın bu muhabbette te’siri vardır; Divan -ı mezkuru o kadar çok okumuştur ki kendi şiirlerinde bunun te’sir-i galibi hissolunur. Mesela Mütenebbi’nin: diyor. Maarri aynı ma’nayı şu yolda ifade ediyor: Bunu gösterecek misaller az değildir. Lakin biz iki şairi mukayese ve mukarene etmek sadedinde değiliz. Maarri; temyiz-i elvan hasiyetinden temaşa-yı tabiatten mahrum bir a’ma olmakla beraber teşbihde o kadar muvaffak olurdu ki ihsasat-ı basariyyeye müteallık teşbihatı erbab-ı basırayı hayretler içinde bırakır idi. Menazır-ı tabiiyyeye karşı küşade-basar olmak ni’metinden mahrum olmayan tabiat-ı fatinenin cemalini istediği gibi doya doya seyredebilen şuara arasında Maarri’nin bir yıldız tasvirinde olan şu: beyti kadar zinde ve müteharrik bir söz söyleyebilen kim vardır? Musibet-zede-i ama olanların umur-ı mahsusede hele bedi’alar gösteren ilk şair-i a’ma değildir diye bize bir levha-i vega ibda’ eden Beşşar da böyle idi. Şurada efdalü’l-müteahhirin Şeyh Muhammed Abduh hazretlerine aid bir macera-yı fekahet-amiz şayan-ı zikrdir: Fazıl-ı müşarun-ileyhi bir afakī ziyaret eder; cenab-ı Şeyh zairin nazar ve ferasetine aldanır onu bir alim-i hakim zannıyla pek çok tevkīr ve ta’ziz eder misafirini bir tarafdan memnun etmeye çalışırken bir tarafdan da “Maarri”den söz açar afakī cehline bir fürce-i inkişaf vermemiş olmak üzere bir şey söylemiş olmak üzere: ­ – Maarri’nin bir a’ma iken nazm-ı şiir edebilmesine taaccüb ederim der. Cenab-ı fazıl: – Şaşılacak bir şey yok çünkü Maarri şiiri gözleriyle nazm etmiyordu. Cevabını verir ve her iki taraf sükut eder. Lakin afakīnin lisan-ı hali: “İnsan übbehet ve ihtiramı bir şey söyleyinceye yahud yazıncaya kadar muhafaza edebiliyor” diyordu. Feylesof amadan çok müteellim değildi şöyle derdi: “Başkaları ni’met-i basar için Cenab-ı Hakk’a hamd ettikleri gibi ben de ama için hamid olurum.” A’ma; tetebbuat-ı ilmiyyesine şiirinin ciyadet ve bedaatine mani’ olmadığı gibi gözlülerin oyununa iştirakden de onu men’ edemiyordu. Şair Masis[?] şöyle hikaye eder: “Maarratü’n-nu’man’da şaşılacak bir şey gördüm: Ebe’lAla’ tekniye edilen a’ma bir şair-i zarif vardı; bu adam şatranç oynuyor hezl ü cidden her nevi’ fünunun altından çıkıyordu!!!...” Üç yüz doksan senesinden sonra idi Maarri; ulum ve kütübhaneler hakkında tetebbuatta bulunmak üzere Şam’da bazı beldelere gitti. Sonra üç milyondan ziyade mücelledat-ı etti. Bu kütübhane hurub-ı salibiye fırtınasına uğrayan kütübhanelerdendir. Lazkiye’yi ziyaret etti; burada ruhbana aid bir “deyr” vardı oraya indi aralarında bir müddet kaldı Ahd-i Kadim ve Cedid ’den rivayet ettikleri şeyleri Cenab-ı Musa ve İsa hakkındaki re’ylerini anladı; ihtisas iddiasında bulundukları lunmaz– vesair bazı efkar-ı kehenutiyyeyi öğrendi şiirlerinde bunların eseri zahirdir Maarri’yi taaccüblere sevketmiştir. Lüzumiyyat 'a muttali’ olanlar; feylesofun kasavise ve ruhban hakkında sözü uzattığını bilirler. İşte o yolda sözlerinden biri: Feylesofun böyle tealim-i kenisaiyye ile istihza eden şiirleri çoktur. EDEBİYAT man ahalisinden fazıl ve edib bir genç idi. Ulum-ı edebiyye ve mantıkiyyeyi İran’da ikmal ettikten sonra tahsilini ikmal Nişantaş Misafirhanesi’nde hakan-ı sabıkın iradesiyle misafir –daha doğrusu ikamete me’mur– bulunan merhum Seyyid Cemaleddin-i Efgani’nin mecalis-i ilmiyesinde isbat-ı vücud etmek suretiyle tahsil-i kemalat-ı suveriyye ve ma’neviyyede bulunmuştu. Mirza Aka’nın aynı zamanda İstanbul İranileri birülmülk lakabıyla mülakkab ve İran’ın Dersaadet Sefareti Başkatibliği vazifesiyle muvazzaf Mirza Hasan Han ile İran ulema-yı benamından Kirmanlı Ruhi nam zatlar bulunuyorlardı. Bu üç kişiye ahiren Seyyid Cemaleddin merhumun hidemat-ı hususiye ve tahririyesiyle iştigal eden Molla Rızayı Kirmani iltihak etmişti. Bunlar vaktiyle İran şahlık makamını den bizar idiler. Seyyid Cemaleddin ise İran’a ihtiyar ettiği seferde Nasırüddin’in zulüm ve gadrine bizzat duçar olmuş ve bir kış gecesi kar ve yağmur kemal-i şiddetle hüküm-ferma iken şahın iradesiyle Tahran’dan semerli bir beygire bindirilerek seyr-i seri’ ile İran hududu haricine isal edilmişti. İstanbul’da Seyyid-i Mağfur’a iltihak eden bu zevat-ı muktedire hafi bir komite teşkil edip İran Şahı aleyhinde icab eden tedabiri ve ma’nevileri olan İran ulemasına hulul etmek her şeyden evvel elzem bulunduğu cihetle ilk önce Kerbela ve Necef’de mukīm bulunan ulema ile muhabere ve mürasele kapısını açmaya karar verdiler. Şah’ın aleyhinde efkar-ı umumiyeyi getirmek için ellerinde oldukça mühim ve şayan-ı ehemmiyyet bir bahane ve vesika mevcud idi. O esnada Nasırüddin İran’ın tönbekilerini hatırı sayılır bir meblağ mukabilinde “Reji Tönbeki İnhisarı” namıyla doksan dokuz sene müddetle bir İngiliz şirketine bahşeylemişti. Şah’ın bu hususda ta’kīb eylediği nokta-i nazar sırf menafi’-i şahsiyyeden ibaret olup başka bir su’-i niyyeti yoğidi. Seyyid ve etbaı işe siyasi bir renk verdirip Samarra’da –Bağdad vilayetine mülhak bir kazadır– ikamet eden Şiilerle İranilerin en büyük müctehidi bulunan Mirza Hasan Şirazi’yi Şah’ın su’-i niyyeti hakkında fetva vermeye ikna’ etmeye muvaffak olmuşlardı. Fetva akībinde umum İraniler tönbeki ziraatiyle isti’malinden ani bir surette feragat edip nargilelerini kırdılar. Tahran’daki ahali şahın sarayı etrafına toplanıp hal’ine tasaddi edince Nasırüddin Şah ahaliyi dağıtmak için kendi askerine evamir-i ekide ısdar eylediyse de bu emrine asakir-i İraniyye tarafından ehemmiyet verilmediğinden ve neticenin kendisi için da’i-i felaket olacağını vaktinden evvel tahmin eden Şah bilahare reji kumpanyasından avans olarak almış olduğu mebaliği iade ederek imzasını muhtevi olan konturato fermanını geri almak suretiyle mes’elenin kapanmasına çalıştı. Bunun üzerine ahali tekrar adet-i kadimelerine devamla nargile isti’maline başladılar. Şah’a kat’i ve son bir darbe vurmak için Osmanlılarla İraniler beyninde temelli ve hakīkī bir ittihadın husulüne mesai-i ciddiyyede bulundular. Binaenaleyh alem-i İslamiyet’in zaafıyla Avrupa’ya karşı hin-i hacette mukavemet edemeyeceklerini ve ma’nen maddeten zaaf ve inhitata sebebiyet veren avamil ve müessiratın ihtilaf-ı mezahibden ileri geldiğini bir lisan-ı müessirle İran ulemalarına tefhim ve buna acil bir çare taharrisi lüzumu da kendilerine iş’ar olunmuştu. ne’l-kadim caygir olan ihtilafat ve mücadelatın ref’i lüzumuna dair bir beyanname ısdarıyla mezkur beyannameyi bilumum İran vilayatıyla küre-i arzın her tarafında bulunan Şiiyyü’l-mezheblere tevziini tensib ve tasvib eylediler. Fakat maatteessüf İran şahı Nasırüddin vak’adan haberdar olarak teşebbüsat-ı mezkurenin neticesini kendisi için hayırlı bir şey olamayacağını gereği gibi anlamış olduğundan derhal bir takım mevani’ ve avaik istihsaline kalkışıp kuvveden fiile çıkmaya müsta’id olan ittihad ve ittifak-ı mutasavvereye nihayet vermişti. Şöyle ki İran’daki müteneffizin-i ulemadan birkaçını ansızın ve kimseye sezdirmeksizin zehirleyip bir kısmını da Kelat –İran şahları tarafından nefy olunanlar vaktiyle buraya i’zam edilirdi– kalesine nefy ve teb’id eylemekle O esnada sureti atide derc olunan kaside edib-i merhum Kirmanlı Mirza Aka Han tarafından Firdevsi’nin meşhur Şehname ’sindeki ebyat tarzında kaleme alınıp taahhüdlü olarak Nasırüddin Şah’a gönderilmişti. Ahiren Nasırüddin’in izale-i vücud-ı habaset-aludundan başka bir çare kalmadığı hakkında mezkur komiteye kanaat gelmiş ve şahın katli için kendilerinden birini kur’a çekmek suretiyle namzed eylemeye muztar kalmışlardı. Kur’a vazifeyi ifa için Dersaadet’ten Rusya tarikıyla İran’a ve Tahran’a azimet etmişti. Arkadaşlarıyla vicdanına karşı ikmalini taahhüd eden vedi’ayı elde etmek için Molla Rıza aylarca şahı tarassud altına almış ve en nihayet Tahran’ın beş kilometrelik mesafesinde kain Eimme-i İsna Aşeriye ahfadından olan Şah Abdülazim’i ziyaret kasdıyla hadem ü haşemiyle vüzera ve erkanıyla yola çıkan Şah mahall-i mezkura muvasalat ederek mu’tad namaz ve ziyaretini eda ve ifa ettikten sonra merkad-i mezkurdan teba’üd edip tekrar arabasına bineceği sırada Molla Rıza kemal-i cesaretle iki elinde koca bir arzuhali şaha takdim etmek üzere ileri yürümeye başlamıştı. Tam elinden arzuhalini almak üzere bulunan Nasırüddin Şah’ın göğsüne iki kurşun sıkıp ruh-ı habisini daru’l-bevara Şurası tuhafdır ki Nasırüddin Şah o esnada cülusunun ellinci sene-i devriyesini ikmal etmeye iki gün kalmıştı. Bütün Avrupa hükümdaranı tarafından kendisine bu münasebetle hedaya-yı semine ihda ve ithaf edildiği gibi arz-ı tebrikat için de hey’at-ı müteaddide i’zam etmişlerdi. Şen ve şatır olan Şah ani ve fücai bir surette terk-i hayat etmiş ve fakat memlekette bu yüzden hasıl olacak iğtişaşatın önünü almak için sadr-ı a’zamı Eminü’s-sultan Mirza Ali Asgar Han henüz şahın ölmeyip ber-hayat kaldığını i’lan etmiş ve diğer tarafdan Tebriz Valiliği’nde bulunan veliahd-ı hükumet Muzafferüddin Mirza’ya hakīkati şifre ile i’lam ve Muzafferüddin payitahta muvasalat ettikten sonra her ne kadar şahın katili olan Molla Rıza’nın şerik-i cürmü olanları meydana çıkarmak için müşarun-ileyhi işkence ve isticvab etmiş ise de refiklerinin kimlerden ibaret bulunduğunu anlamakdan aciz kalması üzerine Molla Rıza’yı ahali nazarında dinsiz ve imansız olduğunu ve İran’da elli seneden beri türemiş olan Babilik tarikına mensub bulunduğunu esnada Molla Rıza tarafından bedaheten irad ve inşad olunan – beyt üzerine müşarun-ileyhin Babi olmadığına herkesde kanaat hasıl olmuştur. Muzafferüddin Şah’ın emriyle İran Hariciye Nezareti’yle Dersaadet’deki sefirleri bulunan Alaülmülk Mirza Mahmud Han beyninde katilin rüfekaları hakkında muhabere cereyan etmiş ve bi’n-netice balada isimleri yad olunan üç zatın katil ile sıkı meveddet ve münasebette bulundukları tahakkuk etmesi üzerine İran Sefareti tarafından müşarun-ileyhim tahte’l-hıfz olarak Dersaadet’ten Tebriz’e i’zam edilip şehr-i mezkurda salben i’dam olundular. Seyyid Cemalüddin’e gelince bir müddet sonra ağzında çıkan seretan illetiyle veyahud ala rivayetin Abdülhamid tarafından kendisine telkīh olunan mezkur hastalıkla Nişantaş’ta pervaz eylemiştir. Merhum Mirza Aka Han-ı Kirmani’nin vaktiyle ittihad-ı ---- . . . . . . . ---- * ! ! . . ** . . . . . . . . . . . ! . : . : . : . . . . . . . . . CİLD - ADED - SAYFA . ! ! ! **** . ! ! ! : ! ! ! * ---- . . ---- ** *** : . . ! . . . : . ! . . ! . ! : ! ! [] Hamiş.– Görülüyor ki merhum Mirza Aka Han-ı Kirmani ittihad-ı İslam tarafdarı idi. Bu ümniyenin husulüne senelerce çalışmış imrar-ı evkat eylemiş ve en sonra muvaffak olduğu halde bütün mesaisi İran şah-ı esbakı Nasırüddin Şah’ın teşebbüsatıyla akīm bırakılmıştır. Müşarun-ileyh cidden iyi düşünmüş ve bu suretle umum müslümanların sena ve rahmetini kazanmıştır. Rahmetullahi aleyh rahmeten vasi’aten. Bugünlerde fazla meşgūlüm. Hele iki haftadır gazete bile okuyamadım. Bu sebeblerle Islah-ı Huruf Cem’iyeti’nin yeni teşekül eden Tedkīk Encümeni’nde geçen müzakerelere dair habersizim. Gazeteler lakayd mı kaldılar? Yoksa bir vakit olduğu gibi –mesela Ispartalı Hakkı’ya Bereket-zade verdiler? Ne oldu bilmiyorum. Öndeki Cuma Mart sene günü resmi vazifemi vekilime devir ve teslim için birkaç kalem arkadaşımla çalışıp hesablar yaparken arkadaşlarımdan yarım saatlik izin alıp cem’iyetin şimdilerde toplandığı Katırcıoğlu Çarşısı’ndaki numaralı daireye gittim. Encümeni müzakerata başlamış gibi buldum. Cem’iyetin muhterem reisi muhterem babamız Büyük Gazi Muhtar Paşa hazretleri söylüyorlardı. Üstad-ı Ekrem ve Ata Beyefendilerle sair a’zanın çoğu hazır sözleri söyledim: “Büyük bir ma’zeretten dolayı kulları bugünkü müzakereye üzere geldim.” Muhterem Tedkīk Encümeni’nin ilk ictimaında bulunamamaktan çok çok üzülmekle beraber işin tedkīk noktasının her halde gelecek toplanışlara da kalacağını mülahaza Müsaade buyuruluyor… Gideceğim. Fakat şu kadar gelmiş şu kadar söylemiş iken üç söz de mes’ele hakkında söyleyeyim. Bu sözlerle hem-tarafdar olageldiğim üç esası tekrar edeyim hem üstad-ı muhterem Ata Beyefendi’nin harflerin kesik olması aleyhinde gibi görünen şimdiki mütalaalarına karşı durmuş gibi olayım. “Bu ictima’dan bir hafta evvel Haydarpaşa Tıbbiyeliler Kulübü’nde yapılan ictima’ın sonlarında bir son lakırtı halinde binden nasıl çıkacağını arz etmiş idim. Bunu resmen zabt ettirmiş olmak için yine diyorum ki Cem’iyet’in ünvanı olan “Islah-ı huruf” sözünden cem’iyetin maksadına uygun üç esas çıkar. O üç esas neler? Evvelen harflerimiz yine yerinde ve Arabiliğinde kalacak… Saniyen yazımızda her hece mutlaka bir saitle yazılacak… Salisen matbaa harflerimiz maktu’ ve munfasıl olacak. Tekrar iddia ediyorum ki bu üç esas “ıslah-ı huruf” terkibinin zımnında ve tabiatinde mantıken dahildir. Bu ta’bir etrafında toplananlar aklımca bu üç esası kabul etmiş oluyorlar. Çünkü evvelen herkes bilir ki ıslah demek büsbütün bozmak da değildir büsbütün bozmamak da değildir. Belki az bozulmuş bir şeyi az ve kolay tarafından bozmak demekdir.. Düzeltmek gibi bir bozmak. Şu halde yazımız –“tağyir-i yesir” dedikleri nevi’den ufak bir ta’dille– yine Arabi kalacak. Saniyen bu ıslah niçin? Yazının kusuru olduğu için. Yazının kusuru olmasa onu ıslah elbette hatırlara gelmezdi. Yazımız vazifesini iyi yapamıyor ki bin yıldır bunun çaresi diye çalışılıyor. Kur’an’a harf hatta nokta ilave edilemezken zaruret sevkiyle cevaz yolu bulmuşlar da nokta koymuşlar lah işinin Selefce de meşru’ ve makbul olduğunu bu kıymetli deliller parıl parıl gösterir. Mülküm Han ve saire teşebbüsleri gibi yeni deliller aramaya hacet kalır mı? Islah denildi mi yazının kusurunu i’tiraf da onun içindedir. Evet yazı ıslah edilecek. Nasıl ıslah edilecek? Her hece mutlaka bir saitle yazılmak suretiyle. İşte ikinci esas. Salisen yazımızın saitleri tahsis ve cüz’i ta’dil edilerek bunlar da yine yazılarımızda numuneleri görülen elifden vavdan yadan teşkil edilecek.. Böylece iki elif iki ya dört vav ile sait takımı sekize çıkıp kamilleştiğinden başka üç de okunan elif hemze okunan ya okunan vav olup saitlerle samitler birbirinden karışmaz surette ayrılacak. Unutmamalıyız ki saitlerden elifle vav zaten sondan bitişmeyen harflerdendir. Matbaa harflerinin bitişmesi ise bir iyilik değil bir fenalıktır. Ne bileyim? Böyle kendi kendine kalkan bir fenalığın kalmasını niçin istiyorlar anlayamıyorum. Bunun sayıldıkça uzayacak zararları vardır. Bunlar sayıldı ve sayılacak da. Faidesine aklım ermiyor. Şu halde matbaa harflerimiz muttasıl değil maktu’ ve munfasıl olacak. İşte üçüncü esas. Efendilerim! Sarıldığım üç esasa dair ma’ruzatım hülasası burada bitiyor. Icab ederse bunu yine tekrar ederim. Cezm ile i’tikad ediyorum ki arz ettiğim noktalar birer hakīkattir. Bu hakīkatler “ıslah-ı huruf” maksadıyla bir araya toplananlar arasında müsellem olmak lazım gelir. Bunlar müsellem olunca yazının ıslahı için Encümen’e matbu’ ve gayr-i matbu’ numune veren gayretkarların buldukları ve teklif ettikleri suretleri tedkīk ve ta’dil ve kabul etmeye sıra gelmiş olur. Zannımca Encümen’imiz bunun için teşkil olunmuştur sıra bu işin sırasıdır. Bendeleri şimdiki kanaatime bakarsam bu üç noktada musırr kalacağım sanıyorum. Şayed bunlar nakz ve hedm olunacak olursa ictihadımdaki istiklali muhafaza için Encümen-i aliden ayrı kalacağım ayrılmaya mecbur olacağım diye korkuyorum. Bu ayrılık kulunuzu çok üzen ve çok ezen bir ayrılık olur. Ma’ruzatımın hele bu son fıkrası şeklen biraz küstahanedir. Sanki Encümen’e karşı tek başıma hasım mevkiinde kalmış oluyorum. Fakat bu şeklen böyledir. Afvlarına sığınırım. Bu küstahlık şekli kanaatimin kuvveti ve şiddeti icabıdır. Öyle telakkī buyurulmalıdır. Artık tekrar tekrar afvımı istirhamla gelecek ictima’larda bulunabilmek ümidiyle çekilip gidiyorum.” yazılırsa tekaddüm edilmiş ve işe alaka edenlere icmalen ma’lumat verilmiş olsun diye iltizam ettim. Bir İbret-i Mehibe – – Bu vesait ile misyonerlerin memalik-i garbiyyede [Arabiyyede] lisan-ı mahalli ile yazılmış İncil lerin icra ettiği te’­ sirattan ne kadar ümidvar olduklarını kari’lerimize anlatmak dan bir hafta evvel Maskat’da İncil lerin mütezayid sarfiyatına aid yazmış olduğu rapordan şu satırları tercüme ediyoruz: “Arabistan’da Din-i İslam aleyhinde vaki’ olacak işti’al-i mehibin vaktini haber veremem; lakin çoktan beri İslamiyet kayasının altına dinamitleri yerleştirmekteyiz; bir gün Allah’ın parmağı işaret-i işti’al olarak bunlara temas edecektir…” Burada bil-münasebe şübhesiz faideden hali olmayacak birkaç satır ilave edelim. Mechul olmamalıdır ki: İslamların hıristiyan edilmesi hususunda sarf olunan bu kadar mesaiye beslenilen bu kadar ümidlere rağmen İslamiyet ve akvam-ı yir fikirler dermiyan etmektedirler; ancak bu efkarın da hem nefislerine ne kadar büyük taarruz olduğunu göreceğiz: hiç lüzumu olmadığına dair muhalif menabiinden gelen beyanat ve delailden ve tabii misyonerlerin hiç hoşuna gitmeyecek den namındaki müellifin Hıristiyaniyet İslamiyet ve Zenci Cinsi ünvanlı eserinde şu mealde serd olunuyor: “Bir takım tecarib İslamların din ve mezhebine müdahelenin değil faidesiz hatta muzır olduğunu isbat etmiştir. Onların dini onlara yetecek kadar iyidir; onların örf ve adetine muvafık düşmüştür. Putlara taabbüd etmedikleri gibi İslamiyet ekalim-i şarkiyyeye mahsus bir kanun-ı ahlakī dahi vaz’ etmiştir. Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın peygamberi idi ve bu cins ahali için mümkün olabileni yaptı. Bu akvamı Hıristiyanlığa sokmak için sarf edilen bütün mesai boşa gider. Onları kendi hallerine bırakın; getirecek.” Bu müellifle beraber Canon Taylor da İslamiyet’in Hıristiyanlığın hadimi olduğunu ve bütün akvam-ı zenciyye için suret-i mahsusa ve kat’iyyede muvafık bulunduğunu ilave eyliyor. Misyonerlik teşebbüsatı muarızlarının ikinci kısmı büsbütün başka türlü beyan-ı mütalaa ediyorlar onlar Hıristiyanlığın putperestler için bile bir nur-ı hidayet olacağını tasdik ettikleri halde İslamiyet’in kendisine olan fevkalade i’timadından ve sarıldığı taassub-ı müdhişten ! endişe-nak oluyorlar. Diyorlar ki: İslamiyet’te taassub o kadar müdhişdir ki: Hıristiyanlarla alakadar olduğu için bir çok mutaassıb Zevimer İslamlar arasında irşadat-ı İnciliyye’nin semeresiz kalacağı nazariyesini bütün kuvvetiyle red ve cerha ça­ lışıyor; ve misal olarak diyor ki: “Bugün Hindistan’da a­ şikar olarak Din-i Hıristiyaniyet’i kabul etmiş yüzlerce İslamlar var. Hindistan’ın şimal-i garbi eyaletinin ilk ser-rahibi İslam’dan dönme idi. Agra beldesinden Vilayet Ali Hıristiyan olduğu için katledilmiştir. Mirza Gulam Mesih ki Delhi hanedan-ı hükümdarisine mensub idi ve Amballa’nın cesur Abdullah Asım’ı Hıristiyanlığı kabul ettiler. Kendisi de İslam din Şikago’da Mezahib Parlamentosu huzurunda o­ kuduğu mufassal bir raporda Hindistan İslamları arasında irşadat-ı yüz on yedi İslam’ın Hıristiyaniyet’i kabul ettiklerini söyleyerek olduğuna nazaran Pencab Kıt’ası’nın yüksek tabakalarından Hıristiyaniyet’i kabul edenlerin nısfı İslamlardandır. İran ve Türkiye’de dahi bir çok irşad edilmişler vardır.” Şuraya derin teessürlerle koyduğumuz yukarıki satırları mi idik? Bit-tabi’ buna imkan-ı vicdani olmadığı gibi akl-ı selime vazife-i diniyyemize de mugayir olurdu. Felaketlere karşı göz kapamak iftiralara “Bizde böyle bir şey yok..” mukabele-i mağruruyla izhar-ı hakka çalışmamak politikası müdhiş inhitatlara zilletlere sürükledi! Yalnız tesadüf ettiğimiz bir kayıt bizi teessüratımız içinde tekrar gülmeye sevketti; bize pek yakından tealluku olmak lazım geleceğinden kaydediyoruz: Guya on beş yirmi sene kadar evvel Doktor Koelle Koel ristiyan ederek başına toplamış ise de bu yeni Hıristiyanlar az müddet içinde ortadan na-bedid olmuşlar; yani İslamlar tarafından tanassurlarından dolayı şübhesiz sır-engiz bir surette birer birer telef olmuşlar! Bilmem bu Sherlock Holmes’in romanlarına yakışacak vak’aya inanabilecek kaç İstanbullu İslam hatta hıristiyan bulunur; binaenaleyh ister idik ki: Memalik-i saire-i İslamiyye hakkında duyduğumuz okuduğumuz şeyler de bu derece-i vüsuku! haiz olsun!... Bu makalatımızda yalnız Arabistan hakkında teşebbüsat-ı Hıristiyaniyyeden bahsedecek olduğumuzu ve memalik-i saire-i İslamiyyedeki faaliyet-i Nasraniyyeyi icab ederse ileride teşrih edeceğimizi söylemiş isek de sevk-i kelam tanassur ve mikdar-ı tanassur mes’elesine müncer olduğundan kemal-i teessürle sabrımızı nalan eden bir safha-i baideden bir nebzecik bahsedelim: Vaki’ olan tedkīkatımıza nazaran; Cava ve Sumatra ce­ zair-i azimesinde –ki din-i esası İslamiyet’tir– Felemenk misyonerlerinin zavallı cahil İslam kabaili arasında –Felemenk hükumetinin her türlü zulüm gadr ve tazyikat-ı siyasiyyesi te’siratı da bir kuvve-i müdhişe-i muavine teşkil etmek üzere– nail oldukları muvaffakiyetler cidden bütün ehl-i İslam’ın ciğerlerini sızlatacak dereceye vasıl olmuştur. Sumatra Ceziresi’nde ve tamamıyla İslamlar içinde çalışan Renich Reniş Misyoner Cemiyeti’nin dört merkezinde yani Sipirok–Simaneanben Bangabunder Bipongot ve Simanasur’da kiliseye lindeki mutanassırların adedi olduğu kuyudatla sabittir. Bazı karyelerde evvelce Din-i İslam haiz-i tefevvuk iken şimdi büsbütün ma’dum hükmüne girmiştir. Batak Hıristiyanlarının mecmuu kişiye baliğ olup bunların kısm-ı a’zamı evvelce Din-i İslam’a müntesib idiler! Doktor Schreiber’in Sumatra’da Misyonerlik – Afrika-yı Şimali – ünvanlı e­ serine müracaat. Bu saydıklarımıza ilaveten Cava Ceziresi’nde hatta daha büyük muvaffakiyat-ı İnciliyye iddiaları ileri sürülüyor. Bu ahvalin suret-i cereyanından haberimiz var mı? Kim arıyor ve kim soruyor ve kim huzur-ı İlahi’de mes’ul olacaktır? Konsoloslarımızın bu vekayiin mahiyet-i hakīkiyeleri hakkındaki mütalaaları ne merkezdedir?.. Hayf! Kavm-i necib gönüllerini nur-ı İslamiyet’le tenvir eder etmez birer nüvid-i necat ve hidayet gibi Ceziretü’l-Arab’dan çar-aktar-ı cihana harbi ticari tetebbu’i irşadi maksadlarla dağılmışlar dindar metin ulü’l-azm ve hamiyetkar bir kavmin hatta bir çok asırlar kum deryaları arasında kalmış bir kavim olsa da yaveri-i tevfik-i İlahi’ye istinad eden gayretleriyle neler yapmaya muktedir olduğunu hatta inkılab-ı umumi-i cihanı tevlid edebileceğini tarihde isbat eylemişlerdir. Asya-yı Cenubi’nin bütün sevahilinde Hind-i Şarkī adalarında akvam-ı vahşiyeye vatan olan Afrika-yı Şimali badiyelerinde Afrika’nın ta bağrında hem din ve hem lisanı bir sür’at-i berkıyye ile neşr ve tesbit cidden –hatta din tanımayan ulema-yı maddiyyun nokta-i nazarınca bile– bir harika-i tarihiyye teşkil eder. Ehl-i İslam’ın henüz kurun-ı vüsta esnasında bile Maluka cezairine kadar Bahr-i Muhit-i Hindi ve Kebir’de dini ticari müsta’mereleri var idi. Mozambik sevahili işgal edilmiş Hindistan içinden geçen kervanlar hidayet ve ticareti Çin İmparatorluğu’nun en muzlim mutaassıb köşelerine kadar taşıyarak hem hadilik hem kasiblik yüzünden iki katlı “Habibullah” olmuşlardı. Avrupalılar Din-i İslam’a “kılıç dini” ta’biriyle ta’rize kıyam etmek istiyorlar. Sorarız kendilerine; acaba Çin ülkesine de mi nur-ı zama-i garbiyye elli altmış seneden beri müttehid harekat-ı harbiyeleri daima o sularda dolaşan mehib donanmaları halde bin sene evvel elinde Kelamullah ve dilinde nur-ı hidayetten başka bir şey olmaksızın o diyar-ı mechule giden mürşidin-i İslam’ın gördükleri hüsn-i kabul nail oldukları muvaffakiyet bütün i’tirazların cevab-ı celil ve müskiti olmaya yalnızca kifayet etmez mi? Lakin hayfa ki: Afrika’da Senusi ihvanının bin müşkilat-ı siyasiyye-i Avrupaiyyeye ma’ruz mesaisi harekat-ı müfritane neticesinde İngiliz mitralyözlerinin bi-eman daneleri önünde binlerce ihvan-ı Sudani’nin pek kısa süren şedidane gayretleri istisna edilirse bir çok seneler ve hatta asırlardan beri Arab diğer milletlere mensub ihvan-ı dinleriyle alem-şümul denilecek surette tevsi’ ettiği hareket ve teşebbüsat-ı irşadkarane bir hatt-ı tevakkufda kalmış hatta mahiyet-i tevessüiden sarf-ı nazar kudret-i tedafü’i ve tehaffuziden izhar-ı acz etmeye başlamıştır ve nice felaketler gelip geçmiş ibret almak değil hatta haberimiz olmamıştır! Biz tekrar ediyoruz acz-i küllimize bakmadan bütün ma’neviyetimizi lerzedar-ı haşyet eden mehafetullah bütün düşüncelerimize galib “umum ihvan-ı dinimizin saadet-i dareyni” endişesi ile şu satırları yazdık. Alim ilmiyle zengin servetiyle avam mümkün olan fedakarlığıyla üzerimize yüklenmiş olan mes’uliyet-i mühimmeyi atmaya çalışacak vakit gelmiş geçiyor. Biz başlayalım; tevfik Allah’dandır ve süratle başlamak için düşünelim ki: Bugün on binlerce baid-i mec­ hul adalarda hatta şuracıkta Şamiye Çölü’nde ona kelam-ı Hakk’ı tekrar edecek bir nüsha-i Kur’an-ı azimü’ş-şan’dan binde biri bile mahrum milyonlarca ihvan-ı dinimiz var! SİYASİYAT Bu sene umum hükumat-ı İslamiyye için pek fena ve felaketli bir tarih telakkī olunabilir. Vaktiyle el-Cezire Konferansı mukarreratı neticesi olarak Fas’ın taksimi takarrur ettiği halde Alman imparatorunun bir müdahale-i nagehanisi üzerine akīm bırakılan ve kuvveden fiile çıkarılmayan Fas mes’elesi en sonra Fransa’nın zir-i tahakküm ve tehekkümüne girmiş bulundu. Mukatelat ve mücadelat-ı dahiliyye ile Fas ahali-i İslamiyyesinin cehalet ve taassub-ı amiyaneleriyle aralarında –düşman entrikalarıyla– tekevvün eden nifak ve şikak yüzünden rişte-i uhuvvet ve ittihad kopmuş ve düşmanın vasi’ ve geniş amal ve arzuları için yeni bir meydan açılması üzerine Fransa derhal müdahaleye karar vererek hemen asker sevkine mübaderetle kabail-i asiyyeyi te’dib ve tenkil ile Mulay Hafiz’i kendisine celb ve cezb etmiş ve git gide kudretini nüfuzunu tanıttırmaya muvaffak olmuştur. Bir aralık Almanya’nın ikinci bir müdahalesiyle Fransa’nın ümidi mahv olmak raddesine gelmiş ise de bilahare nından olan Avusturya ve İta[lya]’nın müttefiklerine karşı –mes’ele-i mezkure hakkında– gevşek davranmaları sebebiyle Almanya ve Fransa beyninde me’mul edilen harb tehlikesi mürtefi’ olmuş ve yerine sulh ve müsalemet alaimi cay-gir olmuştur. Fransa Fas’daki İngiltere ve İspanya hukūkunu tanımak şartıyla koca memleket-i İslamiye’yi bilahare zabt u tasarruf edip Mulay Hafiz’i kerhen mukavelename-i ma’hudeyi imzaya mecbur etmiştir. Huzuzat-ı şehevaniyye ve ağraz-ı nefsaniyyeye esir olan Mulay Hafiz yalnız kendi hukūkunu muhafaza ettirdikten sonra milyonlarca ehl-i İslam’ın hukūkunu Fransa’ya bir kalem ve imza çizgisiyle peşkeş ve takdim eylemiştir. Bu haber-i meserret-eserin Fransa’ya mün’akis olması üzerine bütün Fransızların esbab-ı sürur ve şadmanilerini mucib olmuştur. Fas’daki Fransa Sefiri Mösyö Renyol bundan sonra Fas Emareti’ne hakīkī ve ma’nevi emir ve hakim kesilerek bilumum Fas nazırlarına muavin ve müsteşar nazarıyla bakacak ve kendi icraatını yalnız Sultan’a tasdik ettirmeye bir dereceye kadar mecbur olacaktır. Fransa hükumeti yeni muahedename ahkamı muktezasınca her an ve zamanda Fas’ın her hangi noktasını kuvve-i askeriyesiyle işgale muhayyer olacağı gibi doğrudan doğruya Fas umur-ı dahiliye ve hariciyesini idareye me’mur ve me’zun bulunacaktır. Bunca fedakarlıklarla şüheda kanları bahasına vaktiyle zabt ve istila olunan bu memleket-i mübeccele-i hibe edildi. Mulay Hafiz lehv ü lu’bunu huzuzat-ı rediesini o kadar düşünmemiş olsaydı fitne ve fesadı ortalıktan def’ u ref’e teşebbüs etseydi bugün kendi namına tarih-i İslam sahifelerinde fena bir ünvan zam ve ilave etmiş bulunmazdı. ahlaksızlığına molla ve ahundlarının asabiyetlerine –saltanatlar devleler mülkler lakab-ı bi-ma’na ve vahiyyesine malik bulunan– a’yan ve erkanlarının gadr u hıyanetlerine ni’met-i ilm ü ma’rifetten bi-nasib ve bi-behre olan ahalisinin cehaletine koca altı bin senelik an’anata mecd ü azamete malik olan İran-ı pür-tarab kurban oldu gitti. Dahhakların Gavelerin Cemşid ve Daraların İskender ve Erdeşirlerin Rüstem ve Nuşirevanların mehd-i zuhur ve cevelangahı olan bu “haver-i zemin” dahi pek ucuz ve bad-ı heva olarak Rusya’ya nasib oldu geçti. edecek olursak Kaçariye ailesi kadar bu muhterem memlekete toprağa fenalık ve hıyanet eden kimse gelmediğini vehle-i ulada taakkul ve idrak ederiz. Memleketin servetini hazef-parelere verip külahını elbisesini üniformasını tezyine sarf-ı nakd ü vakt eden Nasırüddin Şah elli senelik dağdağasız saltanatı esnasında bu memleketi reşk-i bağ-ı rıdvan ve mahsud-ı cinan eyleyemez miydi? Dört defa Avrupa’ya ettiği seyahat-i sefihanesi neticesi olarak İran’a ne armağan getirebildi? İngiltere ve Rusya’nın İran’da hiçbir emel ve gayeleri bulunmadığı sıralarda neler neler yapılamazdı. Hadis-i Nebevi ma-sadakı bulunan ve ilim ve hüneri gökten indirmeye zekalarıyla kudret-yab olan İranileri tenvire çalışmadıktan maada Nasırüddin milleti için bir ibtidai mektebi bile küşad etmedi. Muzafferüddin za’f-ı kuva ve ahlak beliyyesiyle İran’ı Rusya’nın borcu altına sokarak aldığı paralarla heva-yı nefsanisini okşadı. kabilinden olarak meşrutiyeti ta’kīb etmek beliyyesi neticesinde memleketi herc ü merce verip al kanlara boyattılar. Rus terbiye-gerdesi ve –leke-i taht-ı keyan– ıtlakına sezavar olan Muhammed Ali fıtrat-ı habisesini meydana koyup memleket içinde Ruslara bir mıntıka ve hak çığırını te’min ettikten sonra Odesa’ya def’ olup gitti. Çok geçmeden yine alet-i şer olarak kendi bir taraftan ve kardeşleri bulunan Şu’aussaltana ile Salarüddevle’ler diğer taraftan memleketin başına bir kabus-ı bela kesilerek ikinci defa olarak Rusya ve İngiltere’nin menfaatlerini tervice hasr-ı evkat eylediler. Bunlardan kat’-ı nazar memleketteki eşrar ve derebeyler herbiri bir amir-i mutlak kesilip zavallı mazlum ve biçare milleti haraca keserek can ve mallarıyla ırz ve namuslarına dest-i tetavülü uzatmak suretiyle Rusya’nın müdahalat-ı vakıasını tervic eylediler. En sonra Rusya hükumeti evvela Gilan ve Mazenderan’ı ve sonra Azerbaycan’la bilumum İran vilayatını yed-i zapta geçirip –fa’alün lima-yürid– memleketin müneverrü’l-fikr değerli tecrübe-dide ve hayr-hah evladını birer birer darağacına astırıp evlerini barklarını yağma ve ihrak eyledi. Mekteplerini camilerini Kazaklarıyla hayvanlarına mesken ve ıstabl ittihaz edip kendi tarafdaranını mültezimlerini valiliklere nasb ve ta’yin etti. Hindistan’ın Kalküta şehrinde bu hafta içinde alınan son nüshasındaki makaleye bakılırsa letiyle Serdar Es’ad’ın –Bahtiyari Kabilesi reisidir– Mösyö Sazanof’a takdim edilmesiyle İran’daki Rusya amalinin te’minine söz verilmesi akībinde serdar-ı merkūm İran’a avdet edip sözünü ikmal ile Rusya’nın fikrini tervic eylemiştir. Bu kadarla iktifa etmeyen Rusya hükumeti en sonra Meşhed’deki merkad-i şerif ve zarih-i mübarekini de top güllesiyle hakle yeksan eylemiştir. Salarüddevle ise İran-ı Garbi cihetinde i’lan-ı istiklaliyet etmekle meşgūl bulunmakla beraber muttasıl tahrib ve ihraka katl ve i’dama teşmir-i bazu-yı habaset ve mel’anet etmekle be-nam olmuştur. Büsbütün İran-ı Şimali’yi yutabilmek için Rusya hükumeti şu son günlerde Osmanlıları İran’dan çıkarmak için ikdamat-ı ciddiye ile iştigal edip askerini Kafkasya hududuna tahşid etmiştir. Rusya ve İngiltere müttefikan İran hükumetine kendi mıntıka-i nüfuzlarını tasdik ettirebilmek için süngü ucuyla rüklerini ma-bihi’l-hayatını te’minat makamında ellerine aldılar. Aynı zamanda İran’ın hemen her tarafında Rusya ve İngiltere hükumetleri tarafından kuva-yı askeriyye bulundurulup ahkam-ı örfiyyeyi kendi me’murin-i askeriyyeleri vasıtasıyla i’lan ettikleri halde bir tarafdan nez’-i silah ve def’-i eşirra ile diğer tarafdan ahaliden vergi tahsiliyle uğraşmaktadırlar. Bu evza’-ı mütecavizanelerini haklı görmeye alışan bu hod-kam ve hod-ser hükumetler yalnız Osmanlı hükumetini çekemez oldular. İtalyanların şekavetinden hükumet-i Osmaniyye kolay kolay İran hududunu boşaltıp dolayısıyla –Osmanlıların medar-ı tesellisi olan– koca Anadolu’yu Rus istilası tehlikesine ma’ruz bırakacaktır. Osmanlılar bu mes’ele o kadar mühim ve şayan-ı teemmüldür ki bu hususda ufacık bir hata en adi bir hefve mesaib ve mazarrat-ı azime ve vahimeyi mucib olacaktır. Hem öyle bir ağır hatadır ki mes’uliyeti altına hiçbir kimse girmeyecektir. İran-ı Garbi’nin Rusya mıntıkasıyla birleşmesi atiyen hükumet-i Osmaniyye’yi senevi la-ekall yarım milyon fazla asker beslemesine mecbur eder. Şunu da unutmamalıyız ki İran’a karşı hükumet-i Osmaniyye’nin vaz’iyeti daima olduğu gibi şimdi de açık ve sarihdir. aksa-yı emel ve arzuları İran istiklalinin devam ve bekasıyla her tehlikeden masun ve mahfuz bulunmasından başka bir şeye ma’tuf değildir. Rusya ve İngiltere İran’daki evza’-ı hazıralarına hatime ve nihayet verip İran’ı kendi haline bıraktıkları dakīkada hükumet-i Osmaniyye’nin de aynı harekette bulunacağı tabiidir. Yoksa hükumet-i Osmaniyye’ye “Sen pek yanılmış olur. Bi-hamdillah hususiyle bugünkü İranlılar da her şeyi bilip pek acı tecrübeler geçirmek sayesinde hakīkī dost ve düşmanlarını iyiden iyiye fark ve temyiz eylemişlerdir. Rusya dostumuz iyi bilmelidir ki bu gibi eski hesapları dolapları çevirip karıştırmanın sonu kendisi için iyi olamaz. İhtimal ki henüz zamanı da gelmemiştir. ---- MEKATIB ---- Japonların edyan ile alış verişi olmadığını Japon hükumetinin hiçbir dini takdir veya reddetmediğini yani Japon­ ya’da hürriyet-i edyana tamamıyla ri’ayet olunduğunu bu­ güne kadar herkes söyledi muharrirlerimiz yazdı bu hu­ ­ susda Avrupa matbuatı bile hayli tedkīkatta bulundular. Mahir Japonlar bu mes’elede de bütün alemi iknaa muvaffak olmuşlardı. Şimdi ise Dahiliye Nezareti müsteşarının taht-ı riyasetinde bir din kongresi açtılar. Bunun esbabını şimdi de matbuat-ı alem türlü türlü tenkīd ediyor kimi Dahiliye müsteşarının fikr-i şahsisidir diyorlar kimi de yeni kabinenin Nasraniyet tarafdarı olduğundan bahsediyor. Amerika matbuatı da bunun Avrupa medeniyetinin te’sirinden hasıl olduğunu iddia ediyor. Hiç hatırlarına getirmiyorlar ki Avrupa’da ulum ve fünun-ı aliyye tahsil edenlerin hiçbiri Nasraniyete iman etmezler. Japon matbuatı ise bu mes’eleyi pek vakitsiz buluyorlar ve Japon siyasetinin mukaddime-i inhizamını bu mes’elede görüyorlar. Rus matbuatından birkaç gazetede Japonya’da bundan sonra Nasraniyet’in pek büyük terakkıyata mazhar olacağından behsediyorlar. Ya alem-i İslam ne yapıyor? …..Sükut ediyor. Zaten alem-i İslam ber-mu’tad ekseriyetle mes’eleler hallolunduktan sonra uyanıyor. * * * Bu mes’ele gayet mühim olduğundan Japon mu’teberan-ı siyasiyyunundan–burada isminin zikrini zaid bulduğum– bir zat ile mülakatı vazifemden addederek hanesine gittim: Kabul etmelerini rica ettim. Maa’l-memnuniye dediler. Ben– Japonya’da Nasraniyet’in edyan-ı resmiyyeden addedileceğine ve din-i mezkuru ta’lim için hükumet kendi cebinden bir meblağ ta’yin edeceğine dair bir şayia deveran ediyor bu haberin aslı var mıdır; Japonya hükumeti hakīkaten Hıristiyan dinini edyan-ı resmiyye miyanına idhal etmek fikrinde midir? dedim. Siyasi– Bu mes’ele gayet uzun ve eski bir mes’eledir. Biz eminiz ki her millet kendi milliyetini kavi ve sağlam olarak muhafaza edebilmek için bir dine muhtactır ve o dine hakkıyla Şintoizm mezhebleri mevcudur. Bu iki dinin birincisi bize Çin ve Kore tarikıyla Hindistan’dan bundan bin üç yüz sene mukaddem gelmiştir. Şintoizm ise Japonların asıl dinleridir. Vatanımızın günden güne terakkī ve tealisi sayesinde bu dinler gitgide i’tibardan sakıt olmakta ve memleket ahalisinin ma’nevi kuvveti zaafa duçar olmaktadır. Bunun nihayeti tabii ma’nevi inkırazdır! Halbuki bu inkıraza biz hiçbir vechile razı olmayacağız. Çünkü onun neticesi için Fransa bize misaldir. Biz vatanımızı ruhen daima kavi bulundurmak arzu ederiz. İşte şu esasa mebni şimdiki dahiliye nazırı muavini cenabları bu mes’eleyi ortaya vaz’ ettiler. Maksadları memlekette ve bu vechile ordumuzu milletimizi vatana rabt etmektir. Bu kongreyi küşad etmekten maksadları Hıristiyanlığı takdir veya kabul maksadıyla olmayıp memleketimiz ahalisi beyninde cari edyanın uleması ile müzakere edip vatan ahalisine i’tikadatı ta’lim için sağlam usuller aramaktır. Bugün size pek vazıh ma’lumdur ki hiçbir Japon kolaylıkla bir dini kabul etmediği gibi kabul ettiği dinin de en sadık ümmetinden olmaktadır. Lakin bunun gelecek genç tabakalarda da aynı halde devamı için tabii çareler düşünülmelidir. Saniyen: Hıristiyanlığın himayesi için hükumet muavenette bulunacak mı diyorsunuz. Bu mes’ele de pek basittir. Şimdi Japonya’da altmış ila yetmiş bin tanassur etmiş Japon mevcuddur. Hususan bunlar miyanında fukara çoktur. Tabii bunların evladına da bir din ta’lim etmek lazımdır; eğer hükumet sair Japonlara ta’lim olunan Budizm veya Şintoizm mezahibini bunların evladına da ta’lim edecek olursa arada su’-i niyyet mes’elesi çıkacaktır. Bunun için hükumet Hıristiyan talebeye de Hırisyitanlığı ta’lim için birer muallim bulunduracaktır. Maksad yalnız memleketi ihtilaftan vikayedir. Eğer Japonya mekteplerinde İslam çocukları olsaydı onlara İslamiyet’i ta’lim için muallimler ta’yin kongreye onları da da’vet ederek usul-i ta’limleri hakkında müzakere ederdik. Salisen: Japonya imparatoru hazretleri Şinto Mezhebi’nde oldukları gibi ekser ahali Budi olduğu halde Japonya hükumeti ne Budizm’i ve ne de Şintoizm’i resmi din olarak tanıyamaz ve hakeza Hıristiyan mezahibinden hiçbirini de resmi din olarak tanımayacaktır. Bir mektepte bir dinin hükumet masrafından okutulması o dinin orada resmi din olduğunu ifham etmez. Bugün Rusya hükumeti yahud Fransa hükumeti taht-ı idaresinde olan mekteplerinden birkaçında Din-i İslam muallimine maaş verilebilir ve aynı mektepte hıristiyanların muallimi de bulunabilir. Lakin bazı gazeteler guya hükumetin tanassur edeceğinden bahsettiler. Lakin muharrirleri hıristiyan mezhebine mensub gazeteler bile bunu nefretle telakkī ettiler. Bu hal Japonların Nasraniyet’e ne kadar nefretle baktıklarına birer misal olabilir. Ben isterdim ki bu kongrede İslam ulemasından da birkaç zat bulunup bulunmadığından erbab-ı mütalaamız onların fikrinden mahrum kaldılar. Kongrede İslam olarak–o da pek yeni İslam– yalnız muhterem Hasan Mürşid Efendi Hatano cenabları hazır bulunmuşlardır. Her ne kadar İslamiyet hakkında i’tikadları kamil leri olarak bir şey demeye salahiyetdar olmadıklarını beyan buyurmuşlardır. Zann-ı acizaneme göre i’tikadat ve vatan kuvvetlerinin birbiriyle ne kadar merbut olduğunu bugün Japon siyasiyyunu tamamen fehm etmişler ve bu niyet ile bugün bu mes’eleye sarılmışlardır. İşte bugün bizim vazifemiz de Japonlara vatan ile İslam dininin i’tikadatı arasındaki rabıtanın pek kavi olduğunu isbat edip nazar-ı dikkatlerini bu noktaya celb etmektir. Bu hususta erbab-ı kalem ve ictihadımızın irşadatına muntazırız. – Kaşgar ulema-yı İslamiyye ve meşayih-i muhteremesinden bir zat-ı ali-kadr tarafından atebe-i ulya-yı hazret-i Hilafet-penahi’ye takdim edilmek üzere bir ariza-i teşekküriyye kıymetdar bir Mesnevi-i Şerif vürud etmiş ve merci’-i alisi vasıtasıyla takdim edilmiştir. – Bugünlerde Çin’in bazı havalisinde hususiyle İslam ile meskun bulunan memalikinde bazı cerrarların dolaşmakta olduğu mevsukan haber veriliyor. Bu cerrarlardan bazısının hükumet-i Osmaniyye namına hareket etmekte olduğu geçen sene bazı gazeteler tarafından istihbar edilmiş ve bu babda matbuatça bir çok mübahasata kapı açmış idi. Bu cümleden olmak üzere iki sene mukaddem Şamlı Said el-Aseli nam zat hakkında dahi bir çok sözler söylenmiş ve hükumetin nazar-ı dikkatine arzedilmişti. İşte yine bu zatın yani Said el-Aseli eş-Şami’nin bu defa Kaşgar’a gittiğini ve Kaşgar’da hükumet namına Hicaz Demiryolu için iane toplamakta olduğunu mevsukan haber aldık. Hükumetin nazar-ı dikkatini celb eyleriz. – Tayyarecilik tahsili için hükumet-i Osmaniyye tarafından altı zabit ve beş makinist Avrupa’ya – Arnavutluk’ta sındaki emlak-ı vakfiyye ile cevami’-i şerifenin ta’miri için . ve nefs-i İşkodra ile mülhakattan beş karyedeki hayrat-ı şerifenin ta’mir ve tefrişi için de . kuruşun ki cem’an . kuruşun üç yüz yirmi sekiz senesi evkaf bütçesi tertibatından tesviyesine lüzum göstermiş ve meblağ-ı mezbur derhal Evkaf Nezareti’nce tesviye edilmiştir. Atideki ma’lumat darü’l-harbde bulunan kumandanların tebliğ edilmiştir: – Mart’ın on sekizinci günü Tobruk’ta düşmanın bir tabur piyadesi avcı siperleri inşası için istihkamatın ilerisine çıkmış ve bilahare bir bölüğünü orada terk ile avdet etmiş işbu bölük üzerine sevk olunan yedi kişilik küçük bir müfreze tarafından birkaç el ateş edilmesi üzerine mezkur bölük efradı avcı siperlerini terk ile karışık bir halde şehre kadar firar etmişler düşmanın avcı siperlerinde terk eylediği eşya müfrezemiz tarafından iğtinam olunmuştur. – Mart’ın on dokuzunda Tobruk’ta düşmanın iki tabur piyadesi ile bir batarya topçusu bir bölük mitralyözü avcı siperlerini tahkim için dışarıya çıktığında bunlar üzerine müntahab efraddan yirmi kişilik bir müfreze sevk olunarak ateşe başlanması üzerine düşmanın gerek bataryası ve gerek sefain-i harbiyyesi tarafından ateş edilmiş bu ateş hayli müddet devam etmiştir. Müfrezemiz avdetinde düşmandan biraz eşya iğtinam eylemişlerdir. – Mart’ın yirmi ikisinde kezalik Tobruk’ta elli kişilik bir müfrezemiz düşmanın avcı siperlerinden birinde yerleşmiş idi. Sabahleyin düşmanın üç taburu siperleri işgal etmek üzere ilerlemiş bir taburu pişdarı teşkil etmekte bulunmuş idi. Müfrezemiz işbu pişdar üzerine ateş etmeye başlayınca düşmanın karada ve denizde bulunan topları ateşe ibtidar eylemiştir. Bunun üzerine müfrezemize muavenet muharebeye iştiraki ve düşman pişdarının askerimizin avcı siperlerine yaklaşması da diğer düşman kuvvetinin ric’atine ve istihkamata ilticalarına sebeb olmuştur. Zayiatımız yoktur. Düşmanın ise otuz kadar telefatı vardır. Askerimiz alel-ade hayli eşya-yı askeriye iğtiğam eylemiştir. Kuva-yı cüz’iyye ile nin tamamıyla muhtel olduğunu irae eder. – Senusilerin İtalya aleyhinde hareket etmekten çekindikleri evvelce şüyu’ bulmuştu. Fakat şu son zamanlarda İtalyanların mezalim ve kabayihini işiten Senusi hazretleri ahkam-ı diniyye ile Kur’an-ı Mecid’in evamirini tatbika mecbur olarak bütün etbaına harbe iştirak etmek için evamir-i ekide ısdar buyurmuştur. Kendisi de ikametgahı bulunan Kufra’dan hareket ederek Cağbub’a muvasalat buyurmuşlardır. Bu hafta zarfında Mısır’dan alınan e l-Müeyyed gazetesinde okunduğuna nazaran müşarun-ileyh hazretleri Cağ­ bub mevki’ini merkez-i harb ittihaz etmeye niyet ettiği an­ la­ şılmıştır. Oradan meydan-ı harbe iştirak eden etbaına ku­ manda edecektir. Senusi hazretleri Mısırlılarla valide-i hidiviye ve Hilal-i Ahmer reisine mücahidin hakkında ibraz ettikleri muavenet-i insaniyetkaranelerinden dolayı beyan-ı teşekkür etmiş ve harb hakkındaki nokta-i nazarını kendi talebe ve telamizinden olan Seyyid Salih bin Yunus namındaki zat delaletiyle e l-Müeyyed ’de neşreylemiştir. Müşarun-ileyhin beyanat-ı ilmiyyesinden anlaşıldığına göre Senusiler yalnız İtalya’ya karşı mücahedat ve müdafaat ile huylanmamaları lazım gelir. Bundan başka yine müşarun-ileyh dinen bu vazifeyi ifaya mecbur bulunduğunu ve aksi takdirde yevm-i kıyamette huzur-ı İlahi’de mes’ul olacağından endişe eylediğini dermiyan eylemiştir. Kahire ile hıtta-i Mısriyye civarında bulunan etbaı müşarun-ileyhin bu fikirde olup olmadığına dair evvelce biraz tereddüd eylemişler ise de bilahare kanaat hasıl ederek cümlesinin harbe iştirak etmek fikrinde bulundukları da Times ’in Kahire muhabiri tarafından beyan olunmaktatır. – İtalya harb gemilerinden Piemonte gemisinin kumandanı tarafından neşr olunan beyannamede İtalya harb gemileri Lıhye Salif Kamaran sahillerinin bombardıman edilecekleri beyan olunmuştur. Kamaran gayet mühim bir mevki’ olup aynı zamanda beyne’l-milel bir adadır. Bütün devletler tebaasından olan hüccac-ı e­ diyorlar. Salif mevkii de ikinci derecede haiz-i ehemmiyet bir adadır. Malik olduğu memlahadan dolayı varidatı Du­ yun-i Umumiyye-i Osmaniyye’ye gönderiliyor. Lıhye civarında Vodkuk[?] namında bir İngiliz ticaret gemisi İtalya harb gemileri tarafından tevkīf edilip Musavva’a sevk olunmuştur. Bu kadarla iktifa etmeyen İtalyanlar en sonra Kamaran lerdir. – Trablus ve Bingazi muharebelerinde feda-yı can etmekle nail-i şehadet olan guzat ve mücahidin-i Osmaniyye’nin bi-kes ailelerine verilmek üzere İngiltere’deki Osmanlı ve İslam muhibleri olan İngilizler tarafından derc olunan ianata karşı bu kere Trablus’daki kuva-yı Osmaniyye kumandanı Neş’et Beyefendi tarafından teşekkürü havi bir mektup Londra Sefaret-i Seniyyesi’ne gönderilerek Times gazetesi vasıtasıyla neşri taleb olunması üzerine Sefaret-i Osmaniyye tarafından – Kahire’de Nasyonalistler reisi Ferid Bey şu son günlerde Mısır’daki fırka merkezinde neşir ve irad eylediği nutuk üzerine istintak ve Mısriyyece muma-ileyhin mahkum edilmesi mukarrer imiş. Gerek Mehmed Ferid Bey ve gerek e l-Hilalü’l-Osmani gazetesi sermuharrir-i muhteremi Şeyh Abdülaziz Çaviş geçen sene zarfında yine Hükumet-i Mısriyye tarafından tevkīf edilmişlerdi. Fakat bu tevkīf keyfiyeti müşarun-ileyhimanın şeref ve haysiyetlerini tenkīs edecek yerde bilakis tezyidine hizmet etmiştir. Ferid Bey Mısır’dan infikak etmezden evvel el-Müeyyed ’e bakılırsa telgrafında Mehmed Ferid Bey yalvarmış hükumet-i Mısriyyeyi ve yahud İngilizlerin harekatını mutlaka protesto etmiş olmalıdır. – Mısır hükumeti meskukatını küçük bir ücret mukabilinde ez-her cihet pek mükemmel olan meskukat-ı Osmaniyye Darphanesi’nde darb ettirmek tasavvurunda bulunduğu matbuat-ı mahalliyyede okunmuştur. – Mısır Adliye Nazırı Saad Zaglul Paşa me’muriyetinden isti’fa edip takaüdünü taleb etmiştir. Vazifesi el-yevm Mısır Hariciye nazırı tarafından olduğu musaddak ve müştehirdir. Evvelce vatanperver olan bu zat hükumet-i Mısriyye hizmetine girdikten sonra birden bire mesleğini değiştirip ikbalperestliği ele almış ve az vakit içinde İngilizlere ibraz eylediği tabasbus sayesinde nezarete kadar çıkmıştır. Kahire nasyonalistleriyle müsta’fi beyninde vak’alar hengameler hasıl olmuş ve mürevvic-i ef­ karları o­ lan e l-Liva’ ve e l-Alem gazeteleri vasıtasıyla mü­ şa­ run-ileyhi şiddetli ma’ruzata hedef eylemişlerdir. Yine matbuat-ı mezkureye göre Zaglul Paşa hem vatandaşları indinde hem de vicdanı nezdinde mahkum bir adamdır. – Fas ile Fransa hükumeti arasında mün’akid olan mukavelenameyi en sonra Fas Hakimi Mulay Hafiz imza etti. Fas bundan sonra Fransa’nın me’mur-ı siyasisi ma’rifetiyle idare edilecektir. Maamafih Fas Sultanı nazırlarını muhafaza edecek fakat bu nazırlar Fransa me’mur-ı siyasisinin verdiği emirlere muti’ ve münkad bulunacaklardır. Me’mur-ı mezkurun evamirini tedkīk ve tasdik hakkı Sultan’a bahş olunmuştur. Fas nazırları hakīkat-i halde Fransa me’muruyla hakimin müşavirleri gibi istihdam olunacaklardır. Aynı usul-i idare el-yevm Tunus’da caridir. Bu suretle guya hissiyat-ı milliyye bir derece muhafaza edilmiş olacaktır. Fransa hükumeti Fas’ı doğrudan doruya idare etmeye taannüd gösterseydi Faslıları o kadar çabuk taht-ı mesine ve fedakarlıklar ihtiyarına mecbur olacaktı. Mukavelenamede Fas Sultanı’nın nüfuz ve i’tibarıyla memleketinde emakin-i diniyye ve serbesti-i vicdan muhafaza olunmak şartıyla ıslahat icrası mukarrerdir. İcabında Fransa Fas’ın her hangi noktasını askerle işgal edebilecek ve Fas kıt’asının berren ve bahren umur-ı inzibatiyesini der-uhde edecektir. Fransa me’mur-ı siyasisi Sultan’ın evamirini telakkī ettikten sonra infazına me’mur bulunacaktır. Aynı zamanda memalik-i ecnebiyyede bulunan Faslıların hukūku Fransa hükumeti tarafından muhafaza edilecektir. – Fas rical ve uleması arasında heyecan pek çoktur. Mulay Hafiz’in ikrah neticesi olarak Fransa himayesini kabul etmesi üzerine eazım mahafilinde halecan hasıl olmuş bir takım ihtiyarlarla ulemalar emir-i müşarun-ileyhi muahedeye vaz’-ı imza ettiğinden dolayı tekfir etmişlerdir. Fas ileri gelenlerinden bir çoğu Memalik-i Osmaniyye’ye hicrete hazırlanıyorlarmış. Fransız ve dü’l-mahzen kabail ve aşairi silaha sarılmışlardır. Limanlarda sükun asayiş mefkūd bir haldedir. Fransız asakiri ahaliye pek hodserane muamelatta bulunuyorlar. Mal can ırz emin değildir. Kadınlara bile tecavüz vukū’ bulmaktadır. Emir muvazenesini fart-ı asabiyyetinden bozmuştur. Fransa’nın Tanca sefiri Fas’a esna-yı azimetinde pek amirane cebbarane bir vaz’iyyet alıp ehl-i İslam’a karşı pek barid muamelelerde bulunmuştur. Fransa’nın dillerde dastan olan hürriyetperverliği insaniyeti ile Avrupa haricinde yaptığı mezalimi mukayese ettikçe hayretler esefler ediliyor. – Bu hafta zarfında alınan haberlere göre Rusya-İran hududunun Erdebil’e yakın olan kısmında ahval gayet endişe-bahş bulunmakta imiş. Ahval-i mezkureye sebebiyet veren mes’ele bundan iki sene evvel olan Şahseven Kabilesi rüesalarının tahliye edilmelerinden naşi olmuştur. Rüesa-yı mezkure tahliye edilip Tahran’ı terk ettikten sonra o civarlarda şekavet fevkalade bir surette tezayüd eylemiş ve ahalinin mal ve canları tehlikeye ma’ruz bulunmuştur. Bunun üzerine hukūklarının muhafazası için ahali tarafından Rusya konsolosuna müracaat edilmiştir. – Meşhed’de yeni fenalıklar hasıl olmaya başlamıştır. Ruslar Meşhed’deki İmam-ı Samin Ali bin Musa er-Rıza hazretlerinin merkad-i mübarekini topa tutup hak ile yeksan etmişlerdir. Bu esef-engiz hadise İran Sefareti’ne telgrafla bildirilmiş ve intişar etmesi akībinde umum Ruslar mezaliminden imamın mezarına iltica eden bazı kimseleri Kabahatlerini örtmek için Ruslar tecemmu’ eden kimselerin şah-ı mahlu’ tarafdarları olduklarını beyan ediyorlar. – Rusya ve İngiltere’nin nesaihini Salarüddevle kat’i surette red ile İran’dan çıkmayacağını ve paraya da muhtac olmadığını aynı zamanda beyan etmiştir. Salarüddevle etbaı tarafından Hemedan-Kirmanşah hutut-ı telgrafiyyesi kat’ edilmiştir. Rivayete nazaran İran Kürtleriyle Caf kabilesi Salarüddevle’ye her türlü müzaherette bulunacaklarını te’min etmişlerdir. Caf kabilesi reisinin Bağdad’a gitmiş olduğu Avrupa matbuatı tarafından beyan olunmaktadır. Bize kalırsa Salarüddevle’nin elbette bir istinadgahı olmalıdır. Her halde Rusya’nın parmağı olsa gerektir. – Times ’in istihbaratına göre takım asker ve jandarma sevkedilmiştir. Kuva-yı mezkure Vilayat-ı mezkurede asayiş takarrur ettikten sonra İngiltere havali-i mezkurede bulundurmakta olduğu asakirini geri aldıracağına dair İran hükumetine kat’i söz vermiştir. Hatta konsoloslarının maiyetindeki cüz’i asakiri bile Hind’e iade edeceğini vaad etmiştir. Hind hükumetince İran-ı Cenubi’ye i’zamı mukarrer olan kuvvetin sevki bu vaad üzerine şimdilik te’hir edilmiştir. – Muhammed Ali’yi bunca vakitten beri alet ittihaz eden Ruslar en sonra onu dılar. Rusların iğvaatına tabi’ olduğuna Muhammed Ali peşiman olmuştur. Müşarun-ileyhin haremi ahiren Odesa’da münteşir Odeskia Novesti gazetesi erkan-ı tahririyesinden birine zevcinin İngiltere’de te’sis-i ikamet fikrinde bulunduğunu söylemiştir. Muhammed Ali İngiltere’ye gitmek – Rusya’nın on dört vilayetinde yirmi milyon halk kaht sebebiyle duçar-ı zaruret ve meskenet olmuşlardır. Vilayat-ı mebhusede buğday ve çavdar mevcud olmadığı için telef olacaklarını bilen ahali papaslarını yanlarına da’vet ederek kendilerine ölüm duasını okumalarını rica etmişlerdir. Kaht-zedeganın tehvin-i musibetleri halde mebaliğ-i mezkure aç kalanları iaşeye kifayet etmemiştir. Kahtlık en ziyade Sibirya’da hüküm-fermadır. Bu yüzden çocuklar pek fena ve müdhiş emraz-ı müstevliyyeye duçar olmuşlardır. Ekmek mukabilinde çocuklarını satanların haddi yoktur. Açlar ölümü dakīka be-dakīka bekliyorlar. Bir tarafdan kahtlık diğer tarafdan hastalık köylüleri mahv ü tebah etmiştir. – Kiyef ve havalisinde Rus nasyonalistleri tarafından Musevilerin kıtali hakkında icra edilmekte olan tahrikatın vüs’at-peyda etmiş olmasına nazaran ileride vukūu melhuz olan felaketin önü alınmak üzere hükumetin yef valisine müracaat olunmuştur. Vali Musevilerin mal ve canlarının vikayesi için lazım gelen tedabiri ittihaz edeceğini beyan etmiştir. – Te’min edildiğine nazaran Kafkasya hududunda Rusya hükumeti tarafından icra edilmekte olan tahşidat-ı askeriyenin hükumet-i Osmaniyye aleyhine olmadığına dair Rusya hükumetince i’ta edilen te’minata hükumet-i Osmaniyyece de kanaat hasıl olmuş –­ Rusya müslümanları ağniyasından Vakit Şura gazeteleri naşiri Şakir Efendi Ramiyef Mart tarihinde Orenburg’da vefat etmiştir. Merhum teşebbüs-i şahsisi ve faaliyet-i mütemadiyyesi ile Ural dağlarında büyük ve zengin bir altın ma’denlerine sahib olmuş ve bu sayede servetini milyonlara iblağ etmiş idi. Mekatib ve medarise ettiği bir çok teberruattan başka Vakit gazetesi ve Şura Mecmuası ’nı te’sis etmekle Rusya müslümanlarının tenvir-i efkarına cehd ü himmet eylemişti. Cenab-ı Hak merhumu rahmetinde daim ve biraderi edib-i muhterem Zakir Efendi ile sair akrabasına sabr-ı cemil ihsan buyursun amin. – Sibirya’da şehr-i halin on dördüncü günü Tomski vilayetinde kar boranları devam ederek yüz kırk beş adam telef olduğunu yerli gazeteler rivayet ediyor. – Simir[?] vilayetinde tüccaran-ı mu’teberandan fabrikatör Hasan Efendi Akçura cenabları mülkünde Hazret-i Ömer’e mensub küreviyyü’ş-şekl sene-i Hicri rakamıyla hakkolunmuş dirhem gümüş para bulunduğu mahallinden iş’ar olunuyor. – Çin hükumet-i cumhuriyyesinin yeni kabinesi teşekkül etmiştir. Bu kabineye dahil olan nazırlar asil ailelere mensub değillerdir. Pekin’de hal-i tabii henüz kesb-i Ahalinin her bir tabakasında asabiyet mevcuddur. Hükumet payitahtta bir mikdar daha asker ikame ettirmeye mecbur olmuştur. Mançu tarafdaranının tekrar şehri yağma etmelerinden endişe ediliyor. Çin’de mukīm ecnebiler kendilerinin taht-ı muhafazaya alınmalarını hükumet-i metbualarından taleb etmişlerdir. Bazı Japon ticarethaneleri tamamıyla yağma edilmiştir. Nankin şehrinde teşevvüşat zuhur edip asker şehri yağma etmiştir. – Dehli kasaba-i İslamiyyesinin Hindistan’a merkez ta’yin olalıdan beri Hind Başvalisi Lord Harding ale’d-devam tensikat ve ıslahat-ı dahiliyye ile den sonra Lord cenabları devre çıkıp Hind-i Şimali hudud ve vilayatını devr ve teftiş ederek Dehli’ye muvasalat etmiştir. Hindistan’a yeni valilerle me’murin-i adliyye ve askeriyye bir politikanın ta’kībine me’mur olduklarını bilumum Hindistan matbuatı tarafından beyan ve tahmin edilmektedir. – Hind müslümanlarıyla putperestleri arasında–İngilizlerin sa’y ü gayretleri neticesi olarak– mine’l-kadim cay-gir olan ihtilafat şu son günlerde meveddet ve i’tilafa mübeddel olduğundan – Afganistan ile Hindistan hududunda mütemekkin olan kabail ile İngilizler arasındaki münasebatın da aynı zamanda pek iyi olmadığını Hind gazeteleri tarafından dermiyan olunmaktadır. ---- FAS HIMAYESI MUAHEDESI ---- Fransa ile Fas arasında mün’akid himaye muahedenamesinin metni tercümesidir: Fas’da ıslahat icrasıyla memleketin neşv ü nema-yı iktisadisine müsaid ve intizam- ı dahili ve asayiş-i umumi üzerine müesses bir idare-i muntazama vücuda getirmek arzusunda bulunan Fransa Hükumet-i Cumhuriyyesi ile Hükumet-i Şerifiyye aralarında mevadd-ı atiyye kararlaştırılmıştır: Birinci Madde– Fransa Hükumet-i Cumhuriyyesi ve E­ ­ mir Hazretleri Fransa hükumetinin Fas memleketine idhali tensib edeceği ıslahat-ı idariyye adliyye tedrisiyye iktisadiyye maliyye ve askeriyyenin icrasını kafil bir tarz-ı cedid-i Bu usul-i idare hal ve mevki’-i diniyi Sultan Hazretleri’nin mine’l-kadim haiz olduğu nüfuz ile mevkie lazım olan ri’ayeti Din-i İslam’ın serbesti-i icrasıyla müessesat-ı diniyye ve bilhassa müessesat-ı vakfiyyeyi muhafazayı kafil olacaktır. met-i Şerifiyye Vaz’iyyet-i coğrafiyesi ve Fas sahilinde arazisi bulunması i’tibarıyla İspanya hükumetinin haiz olduğu menafi’ Hükumet-i Cumhuriyye ve Hükumet-i Mezkure arasında bil-müzakere ta’yin ve tanzim edilecektir. Tanca şehri evvelce kabul edilmiş olan vaz’iyet-i mahsusasını muhafaza edecek ve teşkilat-ı belediyyesi bunun üzerine ta’yin edilecektir. de cereyanı maksadıyla mahzene ba’de’l-iş’ar Fas arazisinde lazım olan mahaller işgal-i askeri tahtına almasını şimdiden kabul ettiği gibi gerek karada ve gerek Fas sularında harekat-ı inzibatiyye icra eyleyeceğini de tasdik eyler. Üçüncü Madde – Hükumet-i Cumhuriyye Şerif Hazretleri’ne şahıs ve tahtını tehdid veya memalik-i emiriyyelerinin asayişini halel-dar edebilecek her tehlike karşısında muavenet-i daimede bulunacağını taahhüd eyler. Dördüncü Madde – Usul-i cedide-i himayenin icab edeceği tedabir Fransa hükumetinin vaki’ olacak teklifi üzerine Şerif Hazretleri veya taraflarından bu salahiyeti haiz me’murin canibinden neşir ve i’lan edilecektir. Nizamat-ı cedide ile nizamat-ı mevcudede ta’dilat icrası da bu suretle cereyan edecektir. Beşinci Madde – Fransa hükumetini Şerif Hazretleri nez­ dinde mukīm ve cumhuriyetin Fas’daki bütün hukūk ve salahiyetini haiz olan bir komiser temsil edecektir ki kendisi bu muahede ahkamının icrasına me’murdur. Mukīm komiser Şerif Hazretleri’yle ecnebi me’murları arasında ve bu me’murların Fas hükumetiyle olacak münasebatına yegane vasıta-i tebliğ ve tebellüğ olacaktır. Kendisi bilhassa Memalik-i Şerifiyye’de ecanibe müteallık mesail ile tevaggul vazifesiyle de muvazzaf olacaktır. Şerif Hazretleri’nin na tasdik ve neşr [ü] i’lan salahiyetini de haiz bulunacaktır. Altıncı Madde – Memalik-i ecnebiyyede Fas tebaasını ve menafiini Fransız me’murin-i siyasiyye ve ticariyyesi temsil ve himaye edeceklerdir. Şerif Hazretleri evvelce Fransa Hükumet-i Cumhuriyyesi’nin re’y ve muvafakatini istihsal eylemeden mahiyet-i beyne’d-düveliyyeyi haiz hiçbir akidde bulunmayacağını taahhüd eder. Yedinci madde – Fransa Hükumet-i Cumhuriyyesi ve Hükumet-i Şerifiyye Fas istikrazatı tahvilatı hamillerine bahşedilmiş olan hukūka ri’ayet etmek şartıyla hazine-i emiriyyenin taahhüdatını icra ve tekalif-i memleketi muntazaman cibayet eylemek üzere ıslahat-ı maliyye esasatını müttehiden vaz’ ve ta’yin hakkını muhafaza ederler. Sekizinci Madde – Şerif Hazretleri bila-vasıta ve bil-vasıta her hangi bir şekil ve surette olur ise olsun bundan böyle Fransa hükumetinin müsaadesi olmaksızın umumi veya hususi istikraz akd etmeyeceğini ve imtiyaz vermeyeceğini kabul ve tasdik eder. Muhterem kari’lerimizden mesleğimize muvafık olmak üzere pek kıymetli makaleler mektuplar alıyoruz. Bunları haftası haftasına risalemize derc etmek aksa-yı temenniyatımızdır. Lakin maatteessüf risalemizin hacmi bu emelimizin tahakkukuna aşılmaz bir mani’ teşkil ediyor. Sebilürreşad esasen on altı büyük sahifeden ibaret iken bu gibi kıymetli asarı kısmen olsun kari’lerimize okutmak için kaç haftadır yirmi sahife üzerine çıkarmak fedakarlığına katlanıyoruz. Lakin bir bu kadar fedakarlık daha ihtiyar edilse yine maksad te’min edilemeyecek. Diğer tarafdan böyle bir fedakarlığın şimdiye kadar gelip arz ettiğimiz sebebden dolayı neşr olunamayan gerek bundan böyle vürud edecek olan asar için tarih-i vürudları i’tibarıyla birer sıra numarası yürütülecek her eser nöbeti geldikçe derc edilecektir. Eser sahiblerinin bu babda bizi ma’zur görmelerini an samimi’l-kalb niyaz ederiz. TEFSIR-İ ŞERIF ---- . . . ---- ---- . . . ---- Tercümesi “Vay o eksik ölçenlerin yanlış tartanların haline ki: Başkalarından alırken dolu dolu alırlar da vermek için ölçer yahud tartarken aldatırlar! Acaba bunlar büyük bir gün için evet insanların huzur‑i Rabbü’l-alemin’de duracağı bir gün * * * Mutaffifin Suresi Mekkidir. Bazıları Medenidir diyorlar. vesselam Efendimiz Medine’ye hicret buyurdukları zaman şehrin ahalisi ölçüp tartmak hususunda pek insafsızca gidiyordu. Sure bunlar yani ehl-i Medine hakkında nazil oldu. “Tatfif”in ne demek olduğunu ikinci üçüncü ayetler zaten bildiriyor. “İktiyal” ölçmek ölçüp almak ma’nalarınadır. “ Nasın üzerindeki haklarını almak için ölçtükleri tarttıkları zaman” demek oluyor. ayetinde harf-i cer mahzufdur. takdirindedir. Nitekim; Beyt-i meşhurunda lam mahzufdur: Kelam takdirindedir. Ekme’u ‘asakıl nebat-ı evber hepsi de yerde biten mantar demektir. Ancak iki evvelkisi iyi cinsinden üçüncüsü yenmez kısmındandır. Bazıları ayet-i kerimesindeki “zann”ı yakīn ma’nasına alıyorlar. Halbuki doğrudan doğruya kendi ma’nasını vermek daha beliğdir. Zira ahirete yakīni olanlar için böyle eksik tartmaya ötekini berikini aldatmaya dolandırmaya zaten imkan tasavvur edilemez. Halbuki murad-ı ilahi –Allahu a’lem– şöyle olacak: “Günün birinde mek şöyle dursun bu hakīkati bir zan bir tahmin bir ihtimal olarak hatıra getirmek bile bu gibi rezaili irtikaba mani’dir. Öyle iken başkalarını aldatıyoruz da kazanıyoruz zu’muyla hakīkatte alabildiğine aldananlar alabildiğine ziyan edenler nasıl oluyor da bu hüsrana düşüyorlar? Yoksa ahiret hissinden bunlar büsbütün mü mahrum?” A’rabinin biri Halife Abdülmelik’e: “Allah mutaffifler hakkında ne söylüyor işittin mi?” demiş. Demek istemiş ki teraziyi ölçüyü biraz eksik tutanlara karşı Cenab-ı Hak o kadar elim bir akıbet hazırlarsa; ya sen ki kuvvetine ceberutuna dayanarak halkın malını mülkünü ölçüsüz hesapsız olmak şartıyle boğazına geçiriyorsun... Acaba ferda-yı mahşerde halin ne olacak? Vay asıl senin başına! ---- FIKIH VE FETAVA ---- Hac ve Ka’be – – Zaman geçtikçe ahd-i Halil uzaklaştıkça din-i İbrahim ve kuvvet ve nüfuzu yavaş yavaş eksiliyordu. Fikr-i tevhid ve olan vesenperestlik his ve arzusunu ta’dil edemiyordu. Gitgide öyle oldu ki şirk dalalet bütün Ceziretü’l-arab’ı istila Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib etti. Ötede beride pek az kimseler Hazret-i Allah’a iman ediyorlardı. Maamafih din-i İbrahim’in bazı erkan ve adabı gerek Arabların ahval-i ruhiyyelerine gerek o zamanın düşünce ve menfaatlerine muvafık geldiğinden hala ma’mulün-biha bulunuyor eski kudsiyetlerini muhafaza ediyorlardı. Hıtan gusül mazmaza istinşak savm… gibi adab ve dahi kema-kan bakī idi. Her sene hac mevsiminde etraf ve eknafdan birçok kimseler hac niyetiyle ihrama girerek Mekke’ye gelir Ka’be-i Mu’azzama’yı yedi defa tavaf Safa ile Merve arasında sa’y eyler ehl-i Harem ile beraber Arafat ve Müzdelife vakfesini ederlerdi. lal eder fakat Kureyş Kinane kabileleri diye telbiye ederek nefy-i şerik putlarına dahi bir nevi’ mevki’-i ma’budiyyet ve şerikiyyet veriyorlardı. Remy-i cemeratı müteakıb Mina’da kurban keserek halk [yahud] taksir ile ihramdan çıkıyorlardı. Mevsim-i haccın gayri aylarda umre etmek dahi beyne’l-Arab büyük bir ibadet sayılıyordu. Fakat umrenin hacca nisbeten mevkii dun olduğundan her halde mevsim-i hacda eda edilememesi iktiza ediyordu. Muhrim alamet-i ihram olmak üzere boynuna yünden bir kılade takardı ki bu suretle hallalın duçar olması melhuz olan su’-i mu’amelelerden her türlü taarruzlardan masun olurdu. İkmal-i hac edince Harem-i Şerif ağaçları kabuğundan yahud orada biten otlardan bir kılade yaparak kendisinin boynuna ta’lik eylerdi ki bu da o zatın haccını ikmal eden bahtiyar ve binaenaleyh muhterem bir kimse bulunduğuna delalet ederdi. Hüccacın gerek alamet-i ihram gerek alamet-i ikmal olmak üzere kılade takınmaları şübhesiz devr-i Halili’den kalma bir hal değil belki ehl-i cahiliyyetin kendileri tarafından edinilmiş bir adet idi. Bu adetin bir bidat olduğunda şübhe olmamakla beraber tarihce hangi zamanda kimler tarafından vaz’ edilmiş olduğu anlaşılamıyor. Olabilir ki put­ perestlik gibi bu da hariçten sirayet etmiştir. Zaten ahd-i Halil uzaklaştıkça yavaş yavaş putperestlik sonra Arab-ı cahilenin ahval-i ruhiyesine tercüman olabilecek bir çok örf ve adetler ihdas olunduğu gibi bab-ı hacda dahi bir çok indi bidatler ihtira’ edilmiş idi. Kureşiler Ka’be ve Mekke’nin velayet ve idaresini ellerine geçirdikten sonra eben an ceddin tevarüs tarikıyla intikal eden fakat izharı için henüz bir zemin-i müsaid bulunamayan şerafet ve asalet da’vasını beyne’l-Arab ileri sürmeye başlamışlardı; üzerinden asırlar geçtikten sonra Hazret-i Halil’in ahfadından bulunduklarını hatırlıyor buna istinad ederek kendilerinin bütün Arablara karşı olan tefevvuk ve rüchanlarını iddia ediyor ve bu iddialarını hakīkaten bütün kabail-i Araba dinletiyorlardı. Ka’be ve Harem-i Şerif üzerinde olan velayetleri de da’valarını tervice yardım ediyordu. İşte sonraları bütün bunları bahane Kendileri ehl-i Harem sükkan-ı Mekke İbrahim ve İsmail aleyhime’s-selam ahfadından iken haric-i Harem’de bulunan Arafat’a gitmeleri guya sair Arablara göre Harem-i Şerif ve mensubininin istihfafını mucib olacaktı. Guya sair kabail Kureşileri haric-i Harem’e çıkarak Arafat vakfesinde bulunmalarından dolayı fazilet ve şerafetce kendilerine müsavi addedeceklerdi. Bu halde ehl-i Harem olmalarının bir faidesi kalmıyordu. Mensubinine hürmet-i mahsusa ve imtiyaz te’min edememesinden ihtimal ki Harem’in Ka’be’nin haric-i Harem’de olan Arablarca nazar-ı i’tibardan düşmesi lazım gelecekti. Bit-tabi’ bu ise işlerine gelmiyordu. Onun Arafat vakfesi kendilerine mahsus olmak üzere terk edilmişti. Daha sonraları Beni Kinane Beni Huzaa Beni Amir dahi Kureşilere ittiba’ etmişlerdi; fakat sair kabail-i Arab eskisi gibi her sene Arafat vakfesinde hazır bulunuyorlardı. Kureyşiler erkan-ı hacdan olan vukūfu bilerek an kasdin terk eyledikleri halde diğer tarafdan da hac ile kat’iyyen münasebeti olmayan bir takım bidatler vaz’ etmişlerdi. Onlarca ehl-i Harem’in ihramda iken yoğurt yememeleri eritilmiş yağ isti’mal etmemeleri iktiza ediyordu… Bakılırsa bu onlar için bir nevi’ perhiz gibi bir şey idi. Fakat nereden sirayet etmiş olduğu tarihce ma’lum olamıyor. Maamafih bu cihetin İsevilerden alınmış olması pek de müsteb’ad değildir. Çünkü o zamanlar Ceziretü’l-arab’da Nasraniyet’i kabul eden bir çok kimseler bulunduğu gibi Kureşiler ticaretle Yemen’e Şam’a hatta Mısır’a kadar seyahat ediyor bit-tabi’ yolda gittikleri yerlerde oranın İsevileri ile temasda bulunuyorlardı. Olabilir ki Kureşiler İsevilerin yahud İsevi münzevilerinin bazı mukavvi yemeklere karşı olan perhizlerinden sak-ı nefs etmeyi münasib görmüştürler. Daha sonraları muhrimin yünden yapılmış meskenlere duhulünü gölgelenmesini tecviz etmiyor fakat güneşin şiddetli hararetine karşı sahtiyandan ma’mul çadırın gölgesinde barınabilmesine müsaade bulunduğunu i’tikad e­ di­ yorlardı. Daha sonraları ehl-i hallin haric-i Harem’den getirdikleri yemekleri yiyememeleri tavaf-ı kudumü ancak Harem dahilinde tedarik edebilecekleri elbise ile icra edebilmeleri hacda usul ittihaz edilmişti. Bu sebebe mebni afakīler yiyeceklerini tavaf-ı kudum icrası için de giyecekleri elbiseyi Harem dahilinde tedarik etmek mecburiyetinde bulunuyorlardı. Yiyecek mes’elesi kolay idi. Sıcak bir yerde zaten kanaatkar olan Arab için çok yemek lazım gelmiyordu. Aynı zamanda rüesa-yı Kureyşçe yenilecek içilecek şeyler tevzii suretiyle fukara-yı hüccaca muavenet de ediliyordu. Fakat elbise mes’elesi böyle değil bazen Harem elbisesi tedarik olunamıyordu. Böylelerde elbiselerini çıkarır çıplak olarak lar kendi elbiseleriyle tavaf eyler fakat hemen tavafı ikmal eder etmez o elbisesini çıkarır atarlardı ki ba’dema onları kendilerinin hiçbir kimsenin de kullanması kat’iyyen caiz olmazdı. Bu elbiselere de “luky” denilirdi. Vakfe-i Arafat’ı müteakib tavaf-ı ziyareti ise erkekler u­ mu­ men çıplak olarak kadınlar da kendi elbiselerini çıkarmak şartıyla feracelere bürünerek icra eder böyle yapamadıkları surette kendisiyle tavaf ettikleri libaslarını “luky” olmak üzere bırakırlardı. Fakat bütün bu bidatlerin de tarihce sebebleri bilinemiyor. Ticaretle me’luf binaenaleyh kendi menfaatlerine ziyadesiyle merbut olan Kureyş Beyt-i Şerif’in tavafında haric-i Harem’den gelen elbisenin memnu’ edilmesinden ihtimal ki bir faide-i maddiyye te’min etmek istiyorlardı. Zaten Harem dahilinde elbise tedarikine mecbur olan hüccac şübhesiz ehl-i Harem olan Kureşilerden satın alacaklardı. Çünkü o zamanlar Mekke’nin sekenesi Harem ahalisi Kureşilerden atleri bir menfaat-i maddiyye te’mini ümidiyle ihtira’ ettiklerine kail olmak için yol açılır. Hazret-i Halil Hazret-i İsmail devrinden başlayarak Kusay bin Kilab zamanına buradan da zaman-ı bi’sete kadar mürur eden asırlar zarfında hacc-ı şerif bütün kabail-i Arab beyninde yavaş yavaş bir ibadet-i resmiyye şeklini almış hac etmek her ferd için yegane bir emel-i dini olmuştu. Eşhür-i Haram’da Ceziretü’l-arab’ın her tarafından bir çok insanlar gelir ifa-yı hac ederlerdi. Fırsat buldukça her Arabın hac etmesi asırların geçmesiyle adeta bir ihtiyac-ı tabii haline girmişti. Şu suretle her sene mevsim-i hacda cezirenin sair yerlerinde görülemeyen bir kalabalık toplanırdı. Bit-tabi’ bunların yiyeceklerini içeceklerini giyeceklerini ve sair muhtac bulundukları eşyayı orada arayacak olduklarından alış veriş için dahi yol açılıyordu. İşte şu suretle başlayan alış verişler gittikçe kesb-i intizam ederek mevsim-i hacca müsadif olmak üzere Mekke civarlarında Ukaz Mecenne Zü’l-mecaz ve sair panayırlar teessüs etmiş Arablarda ve bilhassa Beni İsmail ve Kureşilerde fikr-i ticaretin uyanmasına hizmet eylemiş idi. Mekke bir merkez-i dini olmakdan başka bir de merkez-i ticaret olmuş idi. Fikr-i dini ile vukūa gelen bu ictima’larda gitgide ticaretten başka bir de edebiyat meclisleri kurulmaya başlamış idi. Cezirenin her tarafından gelen meşahir-i üdeba için bu panayırlar hele Ukaz panayırı geniş bir müsabaka meydanı olmuştu. Bu suretle Arabların muhtelif lehçeleri birleşiyor; lisan ve edebiyatları günden güne terakkī ediyor; kabail-i muhtelife yekdiğeriyle tanışıyor beynlerinde bir ünsiyet husule geliyordu. Arabları devr-i Halili’den başlayarak yavaş yavaş Ka’be-i Mu’azzama’ya takrib ile beynlerinde fikr-i ticaretin uyanmasına lisan ve şivelerinin birleşmesine edebiyatlarının terakkīsine netice olarak tanışıp kesb-i ülfet etmelerine yardım etmiştir… Şehabeddin Sühreverdi’nin Avarıfü’l-Maarif ünvanlı kitab-ı meşhuruyla Feridüddin-i Attar’ın Tezkiretü’l-Evliya ’sı; Şa’rani’nin Tabakat-ı Kübra ’sı Abdüsselam Nişaburi’nin Tabakat-ı Sufiyye ’si Kuşeyri’nin Risale -i meşhuresi Muhiddin-i Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyye ve Füsus ’u Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi ’si Cami’nin Nefahatü’l-Üns namındaki kitabı tasavvuf-ı İslami hakkında yazılmış ma’ruf eserlerdir. Ruh-ı nezihi lahuti bir aşk ile nale-saray-ı iştika olan İbn-i Fariz’in Divan -ı meşhuru edebiyat-ı sufiyyenin en rengin sahifelerini muhtevidir: Matla’ıyla başlayan Kaside-i Yaiyye ’sindeki sanihat-ı aliyye dura-dur bir nale-i aşk ve iştiyakdır. Matla’lı Kaside-i Hamriyyesi ise gülbün-i ma’neviyyatın revayih-ı mesti neşr eden ezhar-ı renga-rengiyle mala-maldır. Ebu’l-feyz-i Hindi’nin: Matla’lı kaside-i arifanesi bu yolda yazılmış en parlak asardandır. Sühreverdi-i maktulün tasavvufa dair yazmış ol­ duğu Hikmetü’l-İşrak ve Heyakilü’n-Nur kapalı ve mucib-i tereddüd bazı beyanatı muhtevidir. Sühreverdi felsefe-i Yunaniyye ile hikmet-i işrakiyyeyi mezc ve kendi tarafından dahi bazı ilavat icra ve ta’birat ve ıstılahat-ı mahsusa vaz’ ederek bir meslek-i tasavvufi vaz’ına çalışmıştır. Sühreverdi’nin zahir-i ifadatı akıl ve nakle pek de tevafuk etmediğinden sebeb-i felaketi olmuştur. Ömer Hayyam ve Hafız-ı Şirazi gibi bazı zevatın eserlerini edebiyat-ı sufiyye miyanına idhal etmek pek de doğru olamaz. Hayyam’ın vahdet-i vücudu ima eder bazı rubaiyyatı varsa da –evvelce müşarun-ileyhden bahsederken söylemiş olduğumuz vechile– rubaiyyatın kısm-ı küllisi tasavvufdan ziyade reybi ve bedbini mesleklerine daha yakın mazmunları muhtevidir. Mesela: Ve gibi rubailerde reyb ve tereddüdün iğneleyici fikirleri mündemicdir. Hayyam bir mutasavvıfdan ziyade mütefennin bir hakim reybi bedbin ve müstehzi bir feylesof gibi düşünmüş ve öyle yazmıştır. İngiliz facia-nüvis-i şehiri Şekspir’in Hamlet ’deki şu: Might stop a hole to keep the Wind away Othat that carth which kept the world in awe Should patch a wall to expel the winter’s flxv! sözleriyle Ömer Hayyam’ın: Ve Rubaileri arasındaki ittihad-ı fikr şayan-ı dikkattir. Hayyam aynı mevzuu Şekspir’in mazhar-ı takdir ve gıbtası olacak bir lisan-ı nezahetle şu suretle tasvir ediyor: Hayyam ef’al-i beşeriyyenin mahluk-ı Huda olmasıyla müstelzim-i mücazat bulunması hususundaki şübhelerini tereddüdlerini şu suretle ifşa ediyor: Hayyam’ın ne kadar bedbin bir feylesof olduğu atideki rubailerinden pek güzel anlaşılabilir: : : : : [] Hayyam mevcudiyetini kemiren reyb ve tereddüdün can-şikaf ve müellim nalelerini tekrar etmekle ruhuna bir tesliyet ve sükun aramış kainatı mütemadiyen baran-ı sanki vaveyla-yı tazallümüyle bulutları dağıtmaya çalışmıştır: Hayyam’ın: gibi sözlerine bir ma’na-yı tasavvufi atf etmeye kalkışmaktan telakkī etmek daha muvafıktır. Tasavvuf-ı İslami hakkında açık ve vazıh bir fikir edinebilmek dimağların sanihat-ı şi’riyyelerine veya Sühreverdi misilli rakiyyunun vehmiyyat ile tev’em olan kapalı ve lastikli fikirlerine karib mütalaat sahiblerinin eserlerine değil Gazzali gibi müteşerri’ ve hakim fudalanın mecmua-i irfanlarına müracaat edilmelidir. Mutasavvıfin-i İslamiyyeden bazılarının beyanatı arasında hikmet-i işrakiyyeye karib fikirler de yok değildir. Mevlana Cami’nin Nefahatü’l-Üns ünvanlı kitabından anlaşıldığına göre beyne’l-İslam ilk def’a sufi namı alan zat Ebu Haşim olup bilahare Süfyan-ı Servi Rabia-i Adeviyye Şeybetü’r-rai gibi eazım bu ünvanla iştihar eylemişlerdir. Zünnun-ı Mısri Bayezid-i Bistami Hasan-ı Basri Cüneyd-i Bağdadi Şakīk-i Belhi ve turuk-ı aliyye müessisleri vaffak olmuşlardır. Feridüddin-i Attar’ın Tezkiretü’l-Evliya ismindeki kitabında erbab-ı tasavvuf hakkında tafsilat-ı kafiyye bulunabilir. EDEBİYAT Hayatı sevmeyen olmaz… Fakat nedense ona Benim büyük ezeli müfritane bir meylim Muhabbetim var; onu ben nasılsa pek severim; Nasılsa katlanırım en ağır ezalarına. O her dakīkada bir sahne-i fecia-i memat Açar iken ona ben sine-i garam açarım; Benim enise-i ruhumdur işte hiss-i hayat Ölüm… Duyunca onu korkarım hemen kaçarım Hayat… O her gün ezerken beni azabıyla Onu yine severim; sevmemek elimde değil; Nasılsa zevk alırım bar-ı ıztırabıyla. Bana kalırsa: Yaşa rahat etme; ölme ezil Hayır unutmuyorum ben o ıztırab ve gamı Onun o neşve-i bi-sud ü bi-sebatıyla. Hayır onun koca dağlar dayanmayan elemi Çekilmez öyle iki üç günlük iltifatıyla. Onu niçin severim?: Sağlığımda birgün ben Görür de memleketin milletin saadetini Nasibedar olurum belki iftiharından Perestiş ettiren ancak budur hayata beni. Bana hayatımı çok sevdiren evet bu ümid: Ümid-i feyz ü teali ümid-i istikbal. Hayat bence çalışmak hayat neyl-i kemal. Odur eden yalınız zevk u şevkimi tecdid. Evet o olmalı işte perestiş eyleyerek Bize hayatımızı sevdiren sebeb yalınız; Değil biraz yaşamak rahat etmek eğlenmek ---- TARIH ---- HAK VE HAKĪKAT Üçüncü Mertebe – Cibril-i Emin’in beşer suretinde temessül ederek tebliğ etmesidir. Ehadis-i sahiha delaletiyle ma’lum olduğu üzere melek-i müşarun-ileyh “Dıhye bin Halife” radıyalahu anh şekil ve simasında zahir olarak Kur’an-ı Kerim ’i tebliğ ve ta’lim ediyordu. Bu şekil ve surette zuhuru cenab-ı Dıhye’nin vak’a-i Bedir’den sonra vaki’ olan kabul-i İslamiyet’i zamanından evvel dahi vaki’ oluyurdu. Bunu istib’ad edenler isabet etmemişlerdir. Çünkü sahabi-i müşarun-ileyhin saadet-i ezeliyyesini izhar edeceği ma’lum-ı İlahi olmasına binaen kendisi kabul-i İslamiyet’ten evvel de nezd-i Sübhani’de mü’min addolunuyordu. Haiz olduğu hüsn ü cemal ise adimü’l-emsal olmasından dolayı Cibril-i Emin ale’d-devam onun şekil ve misali üzere temessül etmiş olabilir. Rivayet-i mevsuka ile sabit olan vekayia karşı taallül ve iştibah şan-ı erbab-ı basiret değildir. İmam-ı Tirmizi rahimehullahın Abdullah bin Ömer radiyallahu anhümadan rivayet ettiği vechile Cenab-ı Dihye huzur-ı Risalet-penahi’ye gelip saadet-i ezeliyyesini izhar ettiği hengamda Cibril aleyhisselamın onun suretinde zahir olmakta bulunduğu bizzat Resul-i Ekrem tarafından hikaye buyurulmuş bir hadis-i şerifde de varid olmuştur. Evet Cenab-ı Cibril bir defa Dıhye ra’in gayri bir racül suretinde de zahir olarak bütün ashab-ı kirama görünmüştü. Ancak o zaman Kur’an inzal etmeyip mühimmat-ı diniyyeye aid bazı es’ile irad ederek taraf-ı Risalet-penahi’den i’ta olunan ecvibenin istima’ıyla huzzarı müstefid etmişti. Hazret-i Ömerü’l-Faruk ra’den bu kıssaya dair mervi olan hadis-i şerife Hadis-i Cibril denir. İmam-ı Nevevi hazretlerinin meşhur Hadis-i Erbain kitabında Sahih-i Müslim mündericatından olmak üzere mezkur ikinci hadis-i şerif bundan ibarettir. O esnada melek-i müşarun-ileyh kendisini kimsenin tanımadığı –üzerinde alaim-i sefer mefkūd saçları gayet siyah elbisesi pek beyaz– bir zat şeklinde mescid-i Resul’e girmiş ve Resul-i Ekrem hazretlerinin önüne gelerek soracağı sualleri sorduktan sonra mescidden çıkmış ve bir daha görünmemiş ne Cebrail olduğu teayyün etmişti. Hadis-i şerif şöyle başlar: Bu makamda bir sual-i meşhur vardır. Denir ki: Cibril-i Emin ademi şekline girerek ruy-ı zemine indikte kendisinin altı yüz kanatlı olan cism-i aslileri ne oluyordu ruhu cism-i ahara intikal edince cism-i muka’abları ber-hayat olarak nasıl kalabiliyordu? Bu suale karşı Mevahib-i Ledünniye ’de şarih-i Buhari Bedreddin-i Ayni merhumun naklettiği İzzeddin bin Abdüsselam hazretlerine mensub cevapla iktifa edilmiştir. Cevab-ı mezkur bir ruhun cesed-i ahara intikali cesed-i aslinin mevtini mucib olacağını men’den ibarettir. Denir ki ruh-ı Cibril şekl-i ademi üzere olan cisme intikal ettiği halde kendi cism-i mübarekleri bütün maarif ve idrakatını havi olarak ber-hayat kalabilirdi. Ruhun mufarakatıyla tareyan-ı mevt cereyan adet-i İlahiye’ye binaen beni ademe mahsus bir keyfiyettir. Melaike-i kiram hakkında da öyle olmak aklen vacib değildir. Bu suale daha başka suretle de cevap verilmiştir. Sufiye cemaati ise alem-i ecsam ile alem-i ervah arasında letafet ve kesafet i’tibarıyla mütavassıt bir alem-i diğer alem-i misal lifede zuhurunu tecviz bu makūle rivayatı bu minval üzere tevcih ediyorlar. Lakin ekserin indinde racih olan Fethu’l-Bari ’de Hafız messülde Cenab-ı Cibril’in cism-i aslisi hadd-ı zatında asla tebeddül etmeyerek mikdar-ı zaidin müşahede eden zattan muhtecib kalmasından ibarettir. Çünkü şekl-i ademide temessül inkılab-ı mahiyyeti muktezi değil belki mahza te’nis-i muhatab maksadıyla bir şekl-i ma’rufda zuhur etmek demektir. Melaike-i kiram ise–cild-i evvelde sebk eylediği üzere– bi-kudretillah bu hassaya malik bulunuyorlar ki cihet-i fenniyyesi de orada izah olunmuştur. AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Ora ahalisi siyadet iddiasında bulunduğu halde sadat-ı kiramın ahlak-ı necibesine mugayir hal ve hareketten geri durmaz ve fırsat buldukça birbirini öldürmekten çekinmez. Ne ise buradan da hareket ederek Abrek kalesine vasıl olduk ve Nushki yolunda yağan yağmur ve esen sert ruzgardan elimiz ayağımız donacak derecelerde sıkıntı çektik. Nushki’ye vusulümüzde ahalinin i’zaz ve ikramına mazhar olarak bir gece kaldıktan sonra hareketle yola çıktık. Bir katre suyu bulunmayan bir çöle düştüğümüz için geri dönmeye mecbur olduk. Haran tarikinden giderseniz yolunuz dört beş menzil uzar amma rahat edersiniz; dedilerse de ben çöl yolundan gitmeyi tercih eyleyerek iki yüz deve kiralayıp o tarik ile azimet ettik. Çok şükür ki hergün yağmur yağdı ve muhtac olduğumuz su tedarik olundu. On gün sonra Chagay’e yaklaştık ki sellerin yolları bozmasından atlardan inmeye ve dizginlerinden tutup dize kadar çamur içinde hayvanları yedmeye mecbur olduk. Son menzilde gerek arkadaşlar gerek hayvanlar yürümekten kaldılar. Bizzat yemek pişirip büsbütün kuvvetten düşmüş olan rufekaya tevzi’ ettim. Bindiğim bu küheylandan maada bütün atlar da yere yatmış ve hareketten kalmıştı. Şu meşakkatle iki gün daha yürüyüp Chagay’e geldik. Oranın hanı istikbalimize gelmediği için taaccüb ediyordum. Kendimize menzil tehiyye eyleyerek birkaç gün istirahatten sonra hanın hademesinden biri gelip efendisinin ziyaretimize gelmek istediğini haber verdi. – Şimdiye kadar niçin gelmedi? diye sordum. – Ahali atlarını otlatmak için yaylaya gittiği cihetle şehirde kimse kalmamıştı. Şimdi avdet edenlerden beş yüz kişi ile mülakatınıza gelecek. Dedi. – Buyursun cevabını verdik. Biraz sonra han kaleden piyade olarak çıktı. Maiyeti arkasında bir katar teşkil ederek geliyordu. Önlerinde biri dokuz diğeri on iki yaşında iki küçük bulunuyordu ki saçlarının doğduklarından beri su ve sabun görmediği anlaşılıyordu. Bu küçüklerin haline münasib bir de sazende takımı vardı. eyleyebildiği merasim-i istikbaliyye bunlardan ibaretti. Chagay’de yirmi beş gün kadar oturduk. Bu müddet zarfında atlarımız epeyce toplandı. Çünkü civar çayırlı ve otlu idi. Ba’dehu hareket ve Hilmend nehri sahilinden Pelalek tarafına azimetle altı gün sonra Şahgel’e muvasalat ettik. Burası Beluçi serdarlarından Şah Gel’in ismini almıştı. Kalesinde iki ihtiyardan başka kimse yoktu ki onlar da görünmemek boş bırakıldığını sordum. – Gaynat Emiri Alem Han’ın askeri Serdar Şerif Han-ı Sistani kumandasında olarak gelip emval ve eşyamızı yağma edecekler. O sebebden ahali yakın bir yere kaçıp gizlendi cevabını verdiler. Amcam: – Bize delalet ederseniz size muavenette bulunuruz dedi. İhtiyarlar önümüze düşüp bizi Şah Gel’in? bulunduğu mahalle götürdüler. Şah Gel bizi istikbal ve misafir ederek muavenette bulunacağımıza memnun oldu. Gece yarısı casuslarından ikisi gelip Sistan süvarilerinin kaleye yarım menzil mesafede bulunduklarını ve yarın sabah buraya geleceklerini haber verdi. Şah Gel: – Yarın erkenden ahali ve eşya ile dağın üzerinde tahassun etmek istiyorum dedi. Amcam da ne yapılmak lazım geldiğini benden sordu. – Nereyi isterlerse oraya gitsinler. Yalnız bir kılavuz versinler ki onun delaletiyle Sistanilere karşı çıkalım dedim. Şah Gel bir kılavuz bırakıp kendisi dağa çıktı. Biz de birkaç saat yürüdükten sonra gördüğümüz tozdan süvarilerin gelmekte olduğunu idrak ile cenge hazırlandık. Ben amcamdan evvel gidip Sistanilere görününce şaşırdılar ve yaklaşıp: – Kimsiniz? diye sordular. – Afganız Pelüç değiliz. Cevabını verdim. Bu cevap üzerine reisleri yanımıza geldi. Ona: – Şah Gel ve tebaası Afganistan hükumetinin taht-ı himayesinde bulunduğu için muavenetlerine geldik. Sistanlılar kat’iyyen onlara ilişmemelidir dedim. Reis sözümü kabul etmekle beraber Şah Gel’in gelip kendisine selam vermesini şart koydu. Yanımızda kılavuza: – Git Şah Gel’e söyle. Gelsin reise selam versin dedim. Kılavuz gidip tebliğ ettiyse de Şah Gel’in hemşiresi biraderini öldürürler yahud esir ederler fikriyle salıvermedi. Tekrar adam gönderdim ve : – Şah Gel amcamla gitsin. Ben de rehin olarak kalede kalayım dedim. Buna razı oldular. Amcama da: – Şah Gel’i beş gün fazla alıkoymayın dedim. FAIZ HALİL EFENDI Ulum-ı Arabiyye ve edebiyat ile fünun-ı riyaziyyede behre-i külli sahibi zu-fünun bir zat olup tarihinde Yedikule’de Cabi-zade Mustafa Efendi sulbünden dünyaya gelerek tahsil-i ibtidaisini ba’de’l-ikmal ulum-ı aliyye ve ‘aliyyeyi Kara Halil Bostan Salih Mestçi-zade Abdullah Mutavvelci Efendiler gibi efadıldan ve fünun-ı riyaziyyeyi de zamanı riyaziyyunundan ahz ve teallüm eyledikten sonra tedris-i ulum u te’lif-i asara başladı. Bir aralık şiirle de mazhar olacak derecede inşad-ı şiire muvaffak oldu. Bu hal ile evkat-güzar iken maatteessüf mübtela olduğu illet-i sevda saikasıyla tarihinde hanesinde salben intihara olan bütün aşinalarını hüzün ve elem deryasına ilka ederek Yedikule haricindeki Kirişhane mezaristanında vedia-i hak-ı fena kılındı. Asarının tab’ına himmet olunmadığı ve rahle-i şeklinde yazılmıştır. tedrisinde bulunan tüllab-ı ilme icazet vermeye muvaffak olamadığı cihetle alem-i ilim ve fende iktisab-ı şöhret edemeyen tali’-i nahse malik erbab-ı fazilettendir. Asarı: Risale fi’t-Tefsir : Sure-i Yunus’da olan ayet-i kerimesinin tefsirine müteallıkdır. Şerh-i Kaside-i Nuniyye : İlm-i Kelam’dan Mevlana Hızır Bey merhumun meşhur-ı afak olan kasidesinin şerhidir. Şerh-i Kelimat-ı Şerifiyye : Seyyid Şerif’in fenn-i adab ve münazaradan olan risalesinin şerhidir. Şerh-i Kavaid-i Farisiyye : Kübera-yı Mevleviyye’den Edirneli Neşati Dede’nin Kavaid-i Farisiyye Risalesi ’nin şerhidir. es-Savletü’l-Hizberiyye fi’l-Mesaili’l-Cebriyye : Ta’rifden müstağnidir. Fütuh-ı Alaiyye : İlm-i Hey’et-Nücum’da kīl ü kali mucib olan mesailin halline dairdir. Fezleketü’l-Hesab : Türkçe mükemmel bir kitap olup bir nüshası kütüphane-i acizide vardır. Ta’likat : Fenari-zade Hasan Çelebi’nin Mutavvel Haşiyesi ’nin bazı nikatına dairdir. Kelimat-ı Usuliyye : Mass-ı duhana aid mesail-i usuliyeyi mübeyyindir. Divançe teşkil edecek kadar da eş’arı vardır ki başlıca me’hazimiz olan Şakayık-ı Nu’maniyye Zeyli Şeyhi’deki bir gazeli tab’-ı şairanesine delalet etmek üzere ber-vech-i ati derc edildi: Biz ki dilden emel-i rahatı dur eylemişiz Çekilip guşe-i gamgaha huzur eylemişiz Fikr-i didar ile hizmet-geh-i eyyam içre Geşt-raz-ı emeli mezra’-i mur eylemişiz Feyz-i tevfik ile piçide edince niceniz Pençe-i şahs-ı gamm u mihnete dur eylemişiz Halden dideyi hayfa ki edip biz tahvil Mahv-ı nezzare-i didar-ı umur eylemişiz Gösterip bezm-i belagatte yed-i beyzayı Faiza arsa-geh-i alemi Tur eylemişiz. KILIÇ DİNİ Religion of the Sword Bu eser-i mühim Liverpool Cem’iyet-i İslamiyyesi reisi fadıl-ı muhterem Abdullah Quilliam Efendi hazretleri tarafından şehr-i mezkur Cemiyet-i İslamiyyesi huzurunda i’ta olunmak üzere tertib edilmiş bir Lecture Lekçır’ın görülen lüzum üzerine muahharan tevsiinden vücuda gelmiştir. Abdullah Quilliam Efendi hazretleri evvela bunu bir risale-i muhtasara suretinde tab’ ettirmek istemişler ise de mes’elenin ehemmiyet-i azimesine ve her tarafdan gösterilen mutalebata mebni nihayet tevsi’ ve tekmilen üç cildden mürekkeb bir eser-i mühim halinde tab’ olundu. Bu gibi asarın maarif-i İslamiyemiz namına azim birer eser-i tekamül teşkil ettiği halde bu ana kadar Türkçe’ye tercüme edilmemiş olması büyük bir noksan idi. Binaenaleyh bu defa noksani-i sa hüsn-i niyete yaver avn-i Bari’ye güvenilerek tercümesine BİRİNCİ BAB Din-i İsevi müdafiin-i müteaddidesinin en güvendikleri ve ileri sürdükleri delailden biri de şudur ki: İseviyet i’layı efkara hadim beşeriyete karşı hüsn-i niyyet ve sulh ve müsalemetin müjdecisi olduğu halde İslamiyet büsbütün başka bir mahiyet arz etmiş ve ta ibtidasından hal-i hazıra kadar ancak kılıç kuvvetiyle neşir ve idame edilmiştir. Fil-hakīka şu iddianın kısm-ı sanisi bu ana kadar tekrar tekrar redd ü tekzib edilmiş ise de muarızlar el-an kavillerinde oldu. Sahaif-i atiyyede Musevilik İsevilik ve İslamiyet’ten ibaret olan üç din-i azimin tarihini kemal-i bi-tarafi ve adalet ile nazar-ı dikkate alarak her birinin kütüb-i mukaddesesinden ve mensub bulundukları a’sar ve edvarın sahaif-i tarihiyyesinden bu üç dinden hangisinin “kılıç dini” vasfına layık olacağını irae ve isbata çalışacağız. Bu vechile nefsimize tahmil eylediğim vazifenin kolay bir şey olmadığından haberdarım; çünkü: Kendilerininkinden maada her din ve mezhebi ale’l-fevr reddetmeyi va’z u nasihat eyleyenler ile senelerce temadi eden münasebet ve ünsiyetin tevlid eylediği tabii taassub kari’lerimiz üzerinde nüfuz-ı müessirini gösterecek olduğu gibi beşeriyetin efkar-ı cedideyi kabulden ziyade çocukluğundan beri dimağına yerleşmiş olan efkara akaide rabt-ı nefs eylemek hasisa-i tabiiyyesi de bu nüfuza munzam olacaktır. Gece yatağına çekilip uyumaktan hoşlanmayan çocuk sabahleyin oradan uyanıp kalkmaktan da aynı derecede hoşlanmaz! Hayatın her safhasında “müceddid”ler umumiyet tarafından ve bilhassa o müceddidinin tebligatı ile a’mal ve nazariyatı ibtal edilen kısım nazarında bir düşman bir ahmak bir mecnun addolunmuştur. Bununla beraber bütün İngilizlerin malikiyetle fahr eyledikleri serbesti-i tefekkür teslim-i hak hasisalarına müracaatla piş-i nazarlarına vaz’ edilecek hakayık ve vesaikı kemal-i i’tidal ve bi-tarafi ile muhakeme eylemelerini ve bu takdirde verilecek hükm-i kat’iyi kemal-i i’tidal ile fikr-i kariine terk edeceğimi arz eylerim. Bu beyanatımıza şu mukaddimecikle başlamak isteriz: Tarih-i alemde bir millet görülmemiştir ki: Ma’buda veya ma’budlara bir sınıf-ı ruhaniye peygamberan-ı izama a’­ yad ve eyyam-ı mübareke-i diniyyeye mukaddes esraren­ giz ma’bedlere ve bir takım batıni hafiyyat-ı mu’dille-i i’tikadiyyeye sahib olduğu halde bunların içine muhill-i hürmet bazı zevaid girmemiş olsun ve akvam-ı Samiyye ünvanı altında ma’lum olan bütün milel ve akvam evvelden beri arz ve sema ve biharın halikı nazımı nazır ve hakimi olarak Kadir-i Mutlak bir vücudun mevcudiyetine suret-i umumiyyede beraber bir çok isimler ve sıfatlarla yad olunmakta idi. Ancak kolayca anlaşılacağı vechile bu akīde-i aliyye ekseriya –süfli ve dolaşık nevi’den– bir takım efkar-ı beşeriyye ile setr olunmuş. İhtimal sunuf-ı ruhaniyyenin “künhüne vukūf gayr-i mümkin olan” o mevcud-ı muazzamın sıfat ve temeyyüzatından bazılarını kendilerine de teşmil etmek maksadıyla tasni’ ettikleri bir takım tebligat-ı batıla ve mevzuat-ı esatiriyye met ve müşevveşiyete ilka edilmiştir. Şemsin kamerin nücumun ve seyyarelerin “vücud-ı semavi” fikriyle karıştırılması ve sıra ile bunların vücud-ı vahid-i semavinin vekilleri ikametgahı ordusu hatta bazen bizzat kendisi gibi telakkī edilmesi bu nevi’dendir. Bu vadiye nakl-i kelam etmek o kadar vasi’ bir saha-i ted­ kīk ve tetebbu’ açmak olur ki: O halde önümüzdeki mes’­ ele-i asliyyeyi hudud-ı ma’kūle ve münasibe dahilinde tutabilmek imkanından harice çıkar. Binaenaleyh: Bu sahifelerde – izah-ı efkar ve irae-i misal eylemek üzere vaki’ olacak beyanat müstesna– Musevilik alı­ nacak mebahis aşağıki serlevhalar tahtında tertib olunacaktır: ­ muştur? Bu din mensubini tarafından “vazife-i diniyye” zehabı altında icra olunan muamelat-ı şiddetkarane neden ederek bir neticeye vusule çalışmak. TERBİYE VE TA’LIM “DARU’D-DA’VETI VE’L-İRŞAD”DA USUL-I TEDRIS VE TA’LIM Bu ilim Kur’an-ı Hakim’in bizi tahsiline irşad eylediği ulumun en büyüklerindendir. Binaenaleyh bu ilme ehemmiyet vermek mesailini tahrir hükmüne ihtida etmek hususunda en ziyade ileri giden müslümanlar olmak lazımdır. Bu Mukaddime-i İbni Haldun ’dan bazı mesail-i ictimaiyye alınır ve tenbihi lazım olan mesaile işaret olunarak yine bundan bazı fasıllar ta’kīb olunur. Mesela: Arabdan naklen söylemiş olduğu şeylerin bazılarında vaki’ olan hatalar ahval-i nımızda medeni ve kibar takımlarının bedevi ve köylüler üzerine galib olması gibi– mesail beyan olunur. Fakat kendi zamanında yahud daha evvelkilerden bahs olunmaz. Bunlar bir takım derslere yahud fasıllara taksim olunur ve sınıf-ı mürşidinde okunur. Bu ilme aid asr-ı hazırın muhtac oldu tertib üzere kitaplar yazılır ruh-ı ibret hidayet-i İslamiyye nefh olunur ve sınıf-ı duata okutulur. Mesela: Gerek ilmin mukaddimesinde gerek mevzuunu beyan ederken ve bunların emsali pek çok ayat-ı hikemiyye ve ehadis-i nebeviye zikr olunur. Cem’iyyat-ı beşeriyyenin aslı sunufu meratib-i ictimaiyyesi hususunda da gibi ayat-ı kerime zikr edilir. Cem’iyyat ve ictimaın kuvveti ittifak ve ittihadı amir te­ nazu’ ve tefrikadan nahi olarak varid olan ayat-ı kerime ve ehadis-i nebeviyye ile bildirilir. Bu babda varid olan a­ yat-ı kerime ve ehadis-i nebeviyye pek çok olduğu gibi Tirmi­ zi’nin rivayet eylediği hadis-i şerifi de bu ma’nayadır. Devletlerin milletlerin bir halden diğer bir hale intikaline cari olan ve gibi kavanin-i İlahiyye gösterilir. rid olan ayat-ı kerime ehadis-i nebeviyye asar-ı celile ile beyan edilir; talebe bu ilimde ve kendisiyle amel lazım olan şeylerde vücuh-ı ibret üzerine tenbih olunur. ---- MAKALAT ---- Tevhid ve İttihad – – Yazık… Kur’an-ı Kerim namına pa-mal-ı Salib olan namus-ı İslamiyyet’e! Ya Rab! Bu ne dağlar dayanmaz felaket! Bu ne hıred-suz musibet! ca vahdet-i ırk ve neslin vahdet-i milliyyetin hiç de te’siri olmuyor. O hey’et-i ictimaiyyenin liva-yı istiklalini sukūttan muhafaza edemiyor. Hükumetini saltanatını yaşatamıyor. Fas pek cüz’i olan Museviler istisna edilince on milyonluk yekpare bir Arab milleti bir Haşimi saltanatı bir İslam hükumeti idi. Daha garibi şu ki Daru’l-emare olan Merakeş’te Abdullah-ı Sağīr ile hicret etmiş yüz binden ziyade Gırnata ve havalisi Arabları da var. Bunlar her Cuma günü cevami’-i şerifede ellerini bargah-ı uluhiyete açarak ateşin yaşlar dökerek tard ve ihrac olundukları Endülüs’ün tekrar feth u teshiri duasıyla afakı sarsarlar! Kubbeleri inletirler! Bu zemzeme-i niyazların bu velvele-i ricaların şeref-yab-ı biyeleri kılıçları çekerler kaval tüfeklerini doldururlar; sanki harb manevraları yapıyorlarmış yahud Endülüs’e geçmişler de İspanyalılar karşısında bulunuyorlarmış gibi yekdiğerini öldürmeye yaralamaya başlarlar! Ve nihayet Fransızlara teslim-i silah ederek Salib’in zincir-i kahr u esaretine gerdenlerini uzatırlar.! Endülüs’ü feth etmek isteyen kahramanların şu hararetli duasına şu enin-i istirhamına bakınız bir de şu teslim-i silahına..?! Fiili kavlini tekzib eden Kur’an-ı Kerim ’e iman ile iftihar ederken ahkam-ı evamir ve nevahisine arka çeviren bir milletin Cenab-ı Hak’dan göreceği iltifat Zavallı cahiller bedbaht mutaassıblar artık şimdi Fransız Meğer namus-ı istiklalleri dikiş gibi gözlerine batıyormuş! Meğer o dualar hayat-ı tayyibe-i diniyeleri olan saltanat-ı Kur’an aleyhine imiş! Yazıklar olsun! Artık biz Osmanlı müslümanları insaf etmez miyiz? Bunlardan lamaz mıyız? Hakimiyet-i Kur’aniyye’nin saltanat-ı İslamiyye’nin Hi­ lafet-i celile-i Muhammediyye’nin yeryüzünde yegane mümessili biz kaldık. Eğer Avrupalılar bizi de Fas’a benzetmeye Ahmediyye Ravza-i Mutahhara’ya hicret edecek; Cenab-ı Kur’an-ı Hakim sidreye Levh-i Mahfuz’a çekilecek. Oradan başta biz olduğumuz halde bütün alem-i İslam’a la’netler nefretler yağdıracak. Avrupalıların gaye-i amali Osmanlı mebna-yı saltanatını yıkmak livaü’l-hamd-i Hilafeti zabt etmek parçalamak yırtıp ayakları altında çiğnemektir. Fas’a nazire olmak üzere biz de bu denaeti bu hıyaneti bu mel’aneti irtikab edelim mi? O emanet-i kübra-yı Muhammediyye’nin burc-ı istiklalimizden sukūtu şehadeti ken­ di öz ellerimizle esbabını hazırlayalım mı? Biz Abdülhamid’in o kanlı pençe-i zulm ü istibdadında bir sürü hayvan gibi esir değil miydik? Biz mahkum-ı inkıraz ve izmihlal değilmiydik? Biz Avrupalıların Şark Mes’elesi namına yüz elli seneden beri oynamakta oldukları trajedinin son perdesini kaldırmak üzere bulunmuyor muyduk? Allah bize acıdı. Hem layık olmadığımız bir merhameti ifaza buyurdu. Şu On Temmuz İnkılabı’nı bize ihsan etti. Bizi o müd­ hiş zindan-ı esaretten kurtardı. Cinan-ı hürriyyete firdevs-i hakimiyyete soktu. Biz bu ni’met-i uzmanın kadrini bilsek ya! Şımarmasak kudurmasak hakk-ı şükranını edaya hasr-ı enfas etsek ya! Nedir bu velvele-i nifak? Nedir bu hay-ı huy-ı şikak? Cenab-ı Hak buyurmuyor mu? Bu ayet-i celilenin bize has olan hitab-ı ezelisi şöyle diyor: “Ey müslümanlar hablullahi’l-metin olan Kur’an’ıma hepiniz birden dört el ile sımsıkı sarılınız! O düstur-ı ezeliden o hüden li’l-müttekīnden ayrılıp ta duçar-ı tefrika olmayınız! Yad ediniz gözünüz önüne getiriniz o kara günleri o eyyam-ı felaketi ki siz birbirinize düşman idiniz! Siz yekdiğeriniz aleyhinde hafiyelik eder jurnaller verir hanmanlar yıkar aileler ocaklar söndürürdünüz. Siz dün yetimler alil pederler kötürüm analar ağlatırdınız! Siz zindanlarda menfalarda zincirler sürükler; eninler feryadlar ederdiniz! Siz camilerinizde adl ü ihsanı emanetin ehline tevdi’ini her işinizde meşvereti emreden zulme istibdada la’net-han olan ayat-ı celile-i Kur’aniye’yi cehren tilavetten men’ olunur; daha namazdan selam vermeden hafiyelerin kandilleri cebren söndürmek gür ağlayarak çıkar giderdiniz! Siz vatanınızın namus-ı istiklalinizin kişver-i Hilafet’in can çekişmekte olduğunu kolu bağlı esirler gibi seyreder ve imdadına koşamazdınız. İnkırazınıza mahvınıza ramak kalmıştı. Allah; sizin kalblerinizi te’lif etti. Sizi Kur’an-ı Kerim ’in etrafına topladı. Sizi barıştırdı öpüştürdü. Göz yaşları dökerek “Ya ölüm ya hürriyet” diye Kur’an’ımı öptünüz! Üzerine el basarak yeminler kasemler ahidler misaklar ettiniz! Ve o sayede hür olarak On Temmuz sabahü’l-hayr-i inkılabına dahil oldunuz! Allah’ın size lutfen ve merhameten ifaza ve ibzal buyurduğu şu bi-nazir ni’met-i uzmanın kadrini biliniz! Daima müttehid daima yekvücud olduğunuz halde livaü’l-hamd-i Hilafet altında hürriyetinizle şevket ve saltanatınızla yaşayınız yaşamaya çalışınız!... SİYASİYAT Birçok zamandan beri deveran etmekte olan tavassut şayiaları nihayet kesb-i tahakkuk etti. Zaten süfera-yı ecnebiye Rusya sefir-i cedidi Mösyö Dekirs’in Dersaadet’e vüruduna muntazırdılar. Müşarun-ileyh de bundan birkaç gün mukaddem şehrimize vasıl olmuştur. Fakat şu tavassut ne şekil ve surette icra edilecekti? İşte biz Osmanlıları en ziyade düşündürecek mes’ele bundan çok şayialar deveran etmekte idi. Bazıları Rusya hükumeti yetini ve Osmanlılar hakkında bir meslek-i hayr-hahane ve def’aten azlini ileri sürerek Mösyö Dekirs’in tavassuta dair hükumetinden tebligat-ı fevkalade almış olduğunu ve tavassuta bir şekil ve suret-i tazyikıyye vermek için me’mur olduğunu iddia ediyorlardı. Diğerleri ise şu şayiaların hilaf-ı hakīkat olduğunu Mösyö Dekirs de başka sefirler ile tevfik ve teşrik-i efkar ve amal ederek onlar ile müttehiden hareket edeceğini ve tavassuta asla bir şekil ve suret-i tazyik verilmeyeceğini te’min ediyorlardı. Fakat ta evvelden şu ikinci fikrin daha ziyade muvafık-ı hakīkat olduğu müsellem idi. Zira hükumat-ı muazzama tazyik muamelesinin pek fahiş bir haksızlık ve tarafgirlik olduğunu maamafih tazyikin hiçbir semere vermeyeceğini bilakis ortalığı daha ziyade karıştıracağını nazar-ı dikkate alarak tazyikten vazgeçerek her iki muharib tarafla aynı muamelede bulunmayı tercih edeceklerdi. Binaenaleyh Rusya hükumetinin tavassut hakkında ittihad-ı düveliden ayrılarak yalnız başına iş göreceği ve kendisini açık ve muhakkak bir ric’at-i siyasiyyeye giriftar edeceği pek de muhtemel değildi. Jöntürk gazetesinin bir menba’-ı mevsuktan almış olduğu şu mülahazatı cereyan-ı havadis de te’yid etti. Mezkur gazetenin şu fıkrasına binaen hükumat-ı mutavassıta Babıali’ye bir nota göndererek sulh hakkında re’yini istifsar etmekle şerait üzerine akd-i sulha razı olabileceğini sormakla beraber yalnız Babıali tarafından serd edilecek şeraitin kabil-i kabul olabileceği hakkında temenniyatta bulunacaklardı. Fil-hakīka Salı günü vuku’ bulan istimzac bu suretle oldu. ve şeref-i millimize asla dokunamayacak bir şekilde yapılmış olmakla beraber doğrusu şu tavassutun asla hikmet ve sırrını anlayamıyoruz. Acaba hükumat-ı muazzama hangi mülahazata esasata istinaden şu tavassutu yapıyor? Acaba hükumet-i Osmaniyye’nin vereceği yegane cevabı hükumat-ı mezkure şimdiye kadar kesdirememişler midir? Efkar-ı umumiyye-i Osmaniyye ta bidayet-i harbden beri tavassut ve sulh hakkında kendi efkar ve hissiyatını tamamıyla ve mufassalan beyan etmiştir. Osmanlılar kimseye tecavüz etmediler ve el-an da etmek mediler ve etmek fikrinde bile değildirler. Günün birinde anud ve mütehevvir bir düşman bütün adat ve merasim-i beyne’l-mileli çiğneyerek medeniyet-i hazıranın bütün ka­ vaid ve esaslarını istihkar ederek bila-sebeb ve bahane bize hücum etti. Biz ise Cenab-ı Hakk’ın bütün kainat bütün mevcudata bahşetmiş olduğu tabii bir hakka hakk-ı müdafaa-i nefse sarılarak kendimizi muhafazaya atıldık. Müdafaa-i nefs hakkı hayatın netice-i gayr-i mufarıkı olarak Vacibü’l-vücud hazretleri tarafından bütün zi-hayatın uhdesine tevdi’ edilmiştir. Bu aynı zamanda bir salahiyet ve bir vazife olduğu için hiçbir zi-vücud ister tek tek efrad olsun ister hey’et-i ictimaiyye olsun ne şu hakkından vazgeçebilir ne de şu vazifesinin ifasına lakayd kalabilir. Vazgeçerse lakayd kalırsa hakk-ı hayattan vazgeçmiş olur intihar etmiş olur! Şimdi bizi şu hakkımızdan istifade ve şu vazifemizi ifaya mecbur eden bir tarafdan İtalya ve diğer tarafdan Avrupa’nın olduğu vaz’iyet-i lakaydisi olmuştur. Demek ki İtalya ve Avrupa’nın bize karşı almış oldukları vaz’iyet ne kadar devam ederse o kadar biz müdafaa-i nefs hak ve vazifemizi isti’mal ve ifa etmekle mükellefiz. Fakat acaba İtalya hangi hak ve esas üzerine bugün üzerimize atılmıştır? Zannetmeyiniz ki küre-i arzda ve hatta İtalya’nın kendisinde az çok vicdan ve namus sahibi olan bir zat bulunsun da şu suale karşı müsbet bir cevap verebilsin! Bütün cihan İtalya’nın haksızlığını teslim etti. Bütün cihan etti! Bütün Avrupa esatize-i hukūku İtalya’nın bizimle muharebe etmeye asla hakkı olmadığını beyan ettiler. Demek ki hiçbir şey kalmıyor. Şu devlet yalnız kuvvet ve zor namına hareket ediyor. Fakat acaba Avrupa medeniyetince Avrupa nazariyat-ı hukūkiyyesince yalnız kuvvet ve zor bir menba’-ı hak ve salahiyyet bir sebeb-i meşru’-ı harb diye tanınmış mıdır? Elbette ki bütün Avrupa bütün beşeriyet-i medeniyye-i hazıra şu suale karşı “Hayır!” diye cevap verir. Lakin biz bir an için olsun farz edelim tanınmıştır. Farz edelim ki Avrupa vicdanı kuvvet ve zora karşı kendisini gösteremiyor kuvvet ve zorun yapmakta olduğu “emr-i vaki’”leri kabul etmek mecburiyetinde bulunuyor; fakat şu faraziyatı kabul etsek bile İtalya onların bahş edebileceği fevaidden kendisini mahrum etmiştir. Zira İtalya bütün cihana kendisinin her haktan mahrum olduğunu isbat ettiği gibi her kuvvet ve zordan da mahrum olduğunu gösterdi. Muharebe el-yevm yedinci ayını geçirmektedir. Şu müddet-i medide esnasında Şimdiye kadar elde etmiş oldukları sahanın vüs’ati sefain-i bahriye toplarının gülle menzilinden ziyade değildir. Öteki tarafa doğru bir hatve bile atamamışlardır. Atmak istedikleri zamanlarda daima feci’ ve elim bir surette geriye doğru koğulmuşlardır! Demek ki İtalyanlar bütün haklar içinde en menfuru beşeriyet için bir leke teşkil eden hakk-ı kuvvetten bile istifade edemezler! Hal böyle iken acaba tavassut hangi mülahazat ve esaslar üzerine yapılabilir? Acaba bir haydut ve katil ile bir ma’sum arasında te’min-i sulh için nasıl tavassut edilebilir? Eşhas-ı salise ya tamamı ile işe karışmayarak mes’elenin hallini tarafeyne bırakmalıdır yahud karışmak istiyorlarsa mutlaka ve mecburen ma’sumu himaye ve vikaye için karışacaklardır. Bunların arasında üçüncü bir şık kabil-i tasavvur bile değildir. Evet hükumat-ı muazzama buna karşı kendilerinin de muharebeden mutazarrır olduklarını ileri sürebilirler. Bu doğrudur. Fakat muharebeyi biz yapmıyoruz ki! Onlar mutazarrır olmak istemiyorlarsa ya evvelce muharebeye meydan vermemelidirler yahud sonra muharebeye sebep olanı muharebe edeni durdurmalıdırlar. Hükumat-ı muazzama bunu sarahaten bilmelidirler ki İtalya bize hücum etmekte devam edince biz de hakk-ı sarihimiz olan müdafaa-i nefse koşacağız! Hiçbir hükumet-i Osmaniyye mutasavver değildir ki şu hakk-ı sarihinden vazgeçsin yahud geçebilsin! Binaenaleyh Avrupa hükumetleri muharebeye hakīkaten nihayet vermek istiyorlarsa evvel be-evvel İtalya’yı Trablus’dan çıkarmalıdırlar! Başka suretle akd-i sulhün ihtimali bile yoktur. * * * BÜTÜN MÜSLÜMANLARI TOPLAYACAK BIR KUVVE-I İLMIYYE LAZIM Çok yazılar yazılıyor; fakat esasa henüz bir adım atılmıyor. Her ferd-i zi-fazl münferiden çalışmak istiyor; aynı zamanda da ittihad tevhid sadası ayyuka çıkarılıyor. İttihad tihad ve bir maksad uğrunda müctemian çalışmaları lazım geliyor. Halbuki bu nokta-i nazarda müttehid olan ulemayı tezahür-i hakīkat için olsa bile beynlerinde münakaşat hiç eksik olmuyor. Zamanımızda münakaşa ile meydana çıkacak ve fakat mevki’-i tatbik bulmayacak bin hakīkatten ittihad-ı fikirle kabul ve tatbik olunacak bir kaide-i adl daha ziyade nef’-dar olacaktır. Ma’lum olan esaslara karşı ulema beynindeki ihtilaf münakaşa ne oluyor? Tarafeyn yekdiğerinin fikr-i esasilerine vakıf değilmiş gibi kendi fikrindeki ısrar nedir? Bunları Devr-i Meşrutiyet hükm-i meşruiyetin an’anesiyle zaman-ı zuhuru değil midir? Bu devrin tuluuyla her kitle-i nas bir cem’iyet bayrağı altında toplanmış muhafaza-i mevki’-i milli ve siyasi ve iktisadi ile uğraşmakta bir hak bir vazife bulmuş iken ulema-i İslam ne için vazifelerini takdir ederek bir ittihad-ı ilmi teşkil edemedi? Cem’iyet-i İlmiyye-i İslamiyye namıyla verilen bir ism-i ali İslamlarda pek büyük ümid-i necat uyandırmışken bu cemiyet ne için vazifesini ta’yin ederek teessüs edemedi. ve tedenninin hep mes’ul-i yeganesi ulemasıdır. İslamiyet’te ruhbaniyet yoktur; fakat İslam her alimi varis-i Nebi bilir; onun emrine i’tikadı nisbetinde münkad olur; götürdüğü uçurumlara bi-perva bila-teemmül sukūt eder; biçarenin maksadı sukūt değil i’tiladır; körükörüne itaati bais-i nekbeti oluyor; insaf buyurulsun ki bu itaat celb-i fevz içindir. Bu safvet-i vicdanı bilerek bilmeyerek bin türlü tehlikelere ma’ruz eden ulema nasıl olur da mes’uliyet-i maddiyye ve ma’neviyyeden kurtulur? Geçmişleri düşünmeyelim; hal-i hazıra bakalım: Şu dört sene-i kamilede tamamen serbest olan ulemanın İslamlar her yere kol salmış cem’iyetleri? Hani bu cem’iyetlerin idaresinde açılmış medrese-i cedideler? Yoksa mevcud medreselerdeki usul-i ta’limi henüz muhafaza tarafdarı mıyız? Haşa; ulema arasında her gün asarı görülen ashab-ı fazl u zaya muktedir olduğunu bildiğimdendir ki bu feryadımı takdim ediyorum. Ulemanın millet-i İslamiyyeye rehber olması yet bile makasıd-ı şahsiyye ta’kīb ettiği müddetçe payidar olamayacağına nazaran cem’iyyat-ı mevcudenin makasıd-ı şahsiyyeden teberri edeceği tabiidir. Bugün müslümanlar perişan bir halde ulemanın ise dedikodudan başını kaldırdıkları yok. Arada Müslümanlık gaib ediyor vatan zarar görüyor. Artık şikaka ene-enteye vatanın vatan-ı İslam’ın tahammülü yok milletimizin cereyan-ı efkar ve i’tikadını idare ile mükellef olan erbab-ı fazl ü zeka daha ne bekliyorlar? Maazallah din bittikten vatan munkarız olduktan sonra mı çalışmaya başlayacağız? Ne yapılacaksa yapılsın. Bütün müslümanlar ulemadan hayat faaliyet bekliyor. Hemen işe başlamalı memalik-i İslamiyyenin her köşesinde zaten mevcud olan ulema-yı İslam hemen birleşerek el birliğiyle çalışmalı. Zira ancak bu sayede din i’tila bulacak zira ancak bu sayede vatan kurtulacaktır. Şurada burada şeriat isteriz diye vukū’ bulan yaygaracılık ma’ruzatım vechile ulema arkasından koşmasını bais-i saadet bilen efrad-ı İslamiyyeyi ıdlal etmiş sıfat-ı ilmiyyeden ari fakat kisvesini mültebis erbab-ı mefsedete ittibadan tevellüd etmiş asar-ı dalaldir. Ulema-yı İslam’ın göğsünden bu fesadları kal’ ederek maksad-ı alisini şeraitin müsaadesi dairesinde te’min için uğraşmalı İslamların hayat-ı umumiyyesini yoluna koymaya gayret etmeli. Zamanın icabatına göre bütün müslümanlar için bir program çizmeli muhtelif yollarda nalan ve perişan kalan bu milyonlarca kitle-i muvahhideyi caddeye çıkarmalı; elele verdirmeli evc-i reşad ve saadete Maksadım münferiden vazifelerini hiçbirisi ifaya muktedir olamayacağı emsali delaletiyle kamilen anlaşıldığından bir maksad-ı ali altında ictima’larını neye mütevakkıfsa ele alınması için ulema-yı İslam’dan Sebilürreşad vasıtasıyla istimdad eylemektir efendim. DERSAADET’TE SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESINE Muhterem Efendim Evvela sizden şu karalamış olduğum şeyleri bir genç müslümanın figan-ı vicdanisi olarak telakkī etmenizi rica ederim. Evet bu öyle bir figandır ki biz İslamların hayat ve mematıyla müsavidir. Acizleri dünyanın oldukça germ ü serdini çekmiş hakīkat-i dine muttali’ olmak üzere biraz da tetebbuatta bulunmuşumdur. Şimdiye kadar hami-i İslamiyet olan Osmanlılığın fedakar bir evladı olduğum gibi durduğum seyahat ettiğim yerlerde tesadüf [ ] eylediğim olarak irae etmekte kusur etmedim velhasıl onun terakkīsi hususunda elimden gelini gerek şifahen ve gerek kalemen Lakin neden son zamanlarda zihnime tebadür eden bir mes’elenin bar-ı tazyikı altında dimağım eziliyor adeta mahvoluyor? Hayli vakittir bu fikir; oturduğum kalktığım velhasıl her vakit kuvve-i müfekkiremi işgal ediyor. Düşünüyor mütemadiyen düşünüyorum; düşündükçe de yekdiğerini nakız neticeler elde ediyorum. Bazı defalar bir fikirde sebat etmek isterim fakat ejderha-yı reyb rahat bırakıyor mu!. Akūrane hücumuyla havsala-i tefekküratımı zir ü zeber eyliyor…! Zaten vüsat-i bidaa ashabından olmadığımdan bu hücum-ı müdhişlerin karşısında lal ve mebhut kalıyorum…! Diyorum ki: Niçin memleketimizde dine olan biganelik gittikçe tevessü’ ediyor? Garb için bir afet olan bu maraz-ı mühlik memalik-i İslamiyye için mahv u inkırazdan başka bir şey olmadığını hemen herkes tasdik ettiği halde niçin bu kadar intişar ediyor..! Bu suale i’ta olunacak cevaplar pek çok ise de bunu atiye ta’lik ile asıl fikr-i aciziyi işgal eden mes’eleye gelelim: Ma’lum-ı alinizdir ki bu kadar ecnas-ı muhtelife ile mes­ kun vatanımızda millet-i vahide teşkili gayr-i kabildir. Buna edyan farkı lisan farkı ırk farkı mani’ olduğu gibi anasır-ı mahkumenin hakimlerden daha açık göz olmaları bu imkansızlığı bir kat daha teşdid ediyor. Şu halde bizim için iki cihet kalıyor: Ya “Panislamizm” ya “Panturanizm”. Şimdiye kadar işitiyor görüyor ve tecrübelerimle sabit oluyor ki mütefekkir geçinenlerimizden kısm-ı a’zamı –evvelce zikrettiğim gibi– dine bigane kalan kısımlardandır bir kimsede gayret-i diniyye olmayınca o kimsenin “ittihad-ı İslam”ı ta’kīb edemeyeceği bedihidir çünkü onların iddialarınca yakında – onlarda olduğu vechile– zaaf-ı dini her tarafı istila edecek binaenaleyh din zaifleyince ırkan lisanen yekdiğerinden muteferrik bulunan bu kitle-i muazzama-i beşeriyyenin de birbirlerine olan merbutiyet-i ma’neviyyeleri çözülecek imiş…! Kaldı ki “Tevhid-i etrak”! işte bu kısmın ta’kīb e­ debilecekleri bir gaye bir maksad varsa o da bu olabilecekmiş…! Din-i celilden kat’-ı alaka edenlerin ta’kīb edecekleri bu siyaseti –kendi namıma– tabii bulurum zira asr-ı hazır dinden ziyade “fikr-i milliyyet” arkasından koşuyor Avrupalılar dini bir vasıta-i cerr ü menfaat bir alet-i nifak olarak isti’mal ettiklerini ve din perdesi altında Şark’da ne fırıldaklar çevirdiklerini hepimiz biliyoruz. çoktur. Ezcümle fırka münazaatı mes’elesinde matbuatta bir takım dini münakaşat olduğu gibi mu’tekıdanın da yekdiğerlerine karşı bir alet olarak ittihaz edildiğini maatteessüf gördük ve elan görmekteyiz. Hace-i muhterem Sibiryalı Hacı Abdürreşid İbrahim Efendi hazretlerinin dediği gibi; hakayık-ı İslamiyyeyi akvam-ı mütemeddinenin hakīkat-bin olanları takdir ve tasdik ettikleri halde burada aksü’l-amel Şehbender-zade Filibeli Ahmed Hilmi Efendi’nin Tarih-i temeddün etmek için geçirdikleri serencam-ı felaketleri acaba biz de mi geçirmek ıztırarında kalacağız… Fakat hal-i hazırımız o zamanla kabil-i kıyas mıdır…? Bu gidişle Arabistan’da için için yanmakta olan Hilafet mes’ele-i mühimmesinin ansızın patlamayacağını kim te’min eder..? Bu mahuf mes’ele yalnız Arabistan için değil Türk olmayan anasır-ı saire-i müslime için de mühimdir..! bundan birkaç mah mukaddem bir Arnavud arkadaşımla vukū’ bulan musahabemdir. Müsaadenizle size cereyan eden mübaheseyi arz edeyim: Bahsimiz İslamiyet hakkında “Hilafetin müslüman Arnavudlar üzerindeki te’sir ve nüfuzu gayr-i kabil-i inkardır fakat son zamanlarda ta’kīb edilen siyaset Arnavud mütefekkirini üzerinde derin bir su-i te’sir husule getirdi ben kendi namıma bunu haklı buluyorum çünkü Arnavudlar Türklüğe değil İslam olmaları hasebiyle Osmanlılığa zahir oluyorlar” diyordu. sir dimağımı eziyor düşüyor mütemadiyen düşünüyorum: Acaba sonu ne olacak…? İttihad-ı etrak politikasını ta’­ kīb edenler nasıl bu tehlikeleri göremiyorlar hayret ediyorum. Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz kabile ve kavmiyet tefrikalarını kaldırmak bütün müslümanları kelime-i vahidede cem’ etmek için ne kadar çalıştı? Şimdi asırlardan beri kurulmuş ali bir esası yıkıp da yine edvar-ı cahiliyyeye mi rücu’ etmek istiyoruz? Bütün akvam-ı muhtelife-i lük” namına hareket edip de “İslam”lığı kale almamaları ne kadar teessüflere şayandır. Belki başka muhit havasıyla meşbu’ olan fikirler böyle sakīm bir politika ta’kībinde kendilerini haklı bulurlar. Fakat bu vatanın vatan-ı Hilafet’in sadık Türk evladları şunu iyice bilmelidirler ki bu hayal-amiz politikanın neticesi inkısam-ı kelimeden izmihlal-i hayattan başka bir şey değildir. Zira Türk olmayanları makam-ı celil-i Hilafet’e rabt eden Türklük değil Müslümanlık’tır. Böyle avuçları içine alarak düşünsünler vicdanlarını dinlesinler duydukları sadayı da lutfen bize bildirsinler. ABDÜRREŞID İBRAHIM EFENDI HAZRETLERINE AÇIK MA’RUZAT Esselamu aleyküm: Hazret! – Asker ikidir: Harb askeri dua askeri– hadis-i şerifi ma’lum-ı fadılanenizdir. Bugün ebediyen düşmanımız olan İtalya canavarlarını ma’şuka-i vicdanımız olan vatanımızdan tard ve teb’id etmek üzere Trablus ve Bingazi darü’l-harbinde bulunan asakir ve mücahidin-i İslamiyye harb askeri biz de dua askeriyiz. Ruy-ı zeminde mevcud bu kadar milyon İslam İslamların galibiyeti düşmanımızın mağlubiyet ve makhuriyeti uğrunda her zaman Cenab-ı Hakk’a duadan istirhamdan hali değildir. Zat-ı fadılaneleri Bingazi darü’l-harbine gittiniz orada İslamları teşci’ ve gazaya teşvik ettiniz ihtimal ki: Birkaç muharebede de bulundunuz; bir harb askeri olmak şeref ve faziletine nail oldunuz. Bundan başka esasen de bir dua askeri idiniz. Bundan dolayı Resul-i Ekrem Efendi­ mizin amcazadeleri Hazret-i Cafer’e radıyallahu anh ga­ zavat-ı Hazret-i Peygamberinin en büyüklerinden olan Mu­ te muharebesinde heyn” vasf-ı cemilini i’ta buyurdukları gibi siz de bu vasf dua askeri huzur-ı İlahi’de hadis-i şerifi askerinin indallah mevkii daha mübeccel ve derecesi daha mükerremdir. Mute gazasında bizzat Resul-i Ekrem Efendimiz ashab-ı kiramını müstashiben avdet buyuran guzat-ı rebesi de Trablus muharebesinin hemen aynı gibidir. Asakir-i yar Abdullah bin Revaha Halid bin Velid gibi gerek fenn-i harb gerek metanet ve hamiyet-i diniyyenin birer timsal-i mücessemi bulunan guzat ve ümera-yı İslamiyyenin mevcudiyeti cihetinden Trablus muharebesine benzemez mi? Mute muharebesinde düşman ordusunun çokluğuyla bu defa ki mizin her halde düşmanınkine nisbetle azlığı; fakat Enverler Fethiler Neşetler Musalar Zafirler Edhemler gibi hamiyet-i mücesseme ve vatan aşıklarının orada olması cihetiyle şu iki muharebe hakīkaten biribirine benzetilebilir. Cenab-ı Hak cümlesinden ve cümlenizden razı olsun. Muharebeye giden guzat-ı İslamiyyeyi Resul-i Ekrem Efendimiz hazretleri teşyi’ avdette de istikbal buyururlardı. Bu adet-i müstahsene el’an memleketimizde caridir. Geçenki Yunan muharebesinde maskat-ı re’sim olan Bor kasabasının asakir-i redifesi toplandı. Ahali cümleten iki saatlik mesafeye kadar teşyi’ ettiler avdette de istikbal ettilerse de –Fahr-i kainat Efendimizin Mute muharebesinden avdet buyuran gazileri istikbalde Hazret-i Cafer’in şehadetine fevkalade esef-nak olup müşarun-ileyhi guzat-ı İslamiyye arasında görmediklerinden mahdumları Abdullah bin Cafer’in yüzüne baktıkça teessürlerini zapt edemeyerek çeşm-i münevver-i cenab-ı Risalet-penahilerinden eşk-i teessür dökdükleri gibi– vefat edenlere şehid olanlara ağlamışlardı. Benim için o günleri unutmak mümkün değildir. Hazret! Hasbe’z-zarure sizi istikbal bence mümkün değil. Mümkün olmadığından şu açık ma’ruzatımla gazanızı tebrik ve bir şey daha rica ederim. İs’afı kolay olduğundan diriğ buyurmayacağınıza eminim: Sebilürreşad ’ın üçüncü nüshasında darü’l-harbe nasıl gidebildiğinizi bu babda iktiham eylediğiniz meşakk u mezahimi takrir buyuruyorsunuz. Tatlı tatlı okudum. Hele Mute gazasının seyfullahı Hazret-i Halid kak eden Enver Paşa hakkındaki cümel-i takdirkaraneniz beni iftiharlara gıbtalara gark eyledi. Bu bahisleri okudukça mücahidine dualar eyledim. Nihayetinde birkaç mev’ıza daha takrir buyuracağınıza dair va’d-i fadılaneniz beni daha ziyade memnun etmişti. değil mi? Sebilürreşad ’da Enver Paşa hakkında Arab kardeşlerimiz tarafından tanazzum edilen kasaid-i beliğadan bir iki numune ile kari’lerinize birkaç mev’iza daha takrir buyurmanızı hamiyet-i müsellemenizden intizar ettiğimi beyan ve afv-ı alinizi rica ederim hazretim. Tetimme: Şu günler şanlı ordumuzun nevakısından biri olan “Tayyare filosu” teşkili hakkında lehü’l-hamd ahalimizde fevkalade şevk ve heves görülmektedir. Irad buyuracağınız mev’izalarda samiinden münasib bir ücret alınır da “Tayyare” ianesine verilirse defter-i hasenatınıza bir zamime-i faika daha ifa edilmiş olur. * * * Sebilürreşad – Bu sırada ilmi konferanslar da– siyasiyata geçilir mülahazasıyla– idare-i örfiyye tarafından men’ olunduğu cihetle hazretin vereceği kararlaştırılan büyük ve umumi konferanslar bi’z-zarure te’hir olunmuştur. Maahaza hazret bazı kulüblerde hususi konferanslar vermektedir. Şimdi de Ereğli ahali-i kiramı tarafından da’vet olunduğu cihetle oraya azimet etmişlerdir. İnşaallah avdetlerinde darü’l-harbe aid hatıratını takrir ve neşr buyuracaklardır. SEBILÜRREŞAD CERIDE-I MUHTEREMESI Muhterem muharririn-i kiram ayet-i celilesinin güzelce tefsirine ve bu emr-i celile ittibaan emr-i bil-ma’rufda bulunan bir kimsenin mes’ul olup olamayacağı hakkındaki mütalaa-i aliyyelerinin iş’arına himem-i aliyyelerini rica ve niyaz ile tarik-ı irşadda muvaffakiyatınızı eltaf-ı Huda’dan tazarru’ eylerim. Bakī nail-i selamet olasınız azizler. Sebilürreşad – İnşaallah sırası gelince bu ayet-i kerime de tefsir ve izah olunacaktır. ---- MATBUAT ---- manlı-İtalya muharebesine dair olan beyanatı: leri zikre şayan bir halde değildir. Yalnız bombaları tayyareleriyle Arab mücahidleri üzerine atmakla iktifa ediyorlar. Mezkur tayyarelerin dördü şu son günlerde mücahidlerin çadırları hizasına gelip on bir bomba atarak geri dönmüşlerdir. Bombaların te’sirinden ancak üç kişi yaralanmıştır. Bu gidişle kadar İtalyanlar tarafından mücahidlere hiçbir ehemmiyetli zarar ika’ edilmemiştir. Eğer İtalya böylelikle Trablus ile Bingazi’yi ele geçirmek istiyorsa ziyadesiyle yanılıyor. Mücahidler cesurane ve şeciane bir surette kızgın kurşuna göğüs gerip her gün yeni yeni muvaffakiyetler te’min ettikleri halde fil-hakīka korkmayıp mertlik iddiasında buluyorlarsa hasımlarına karşı göğüs germeleri icab eder. İtalyanların cebanet ve hezimetlerini gördükçe Arab mücahidlerinin şecaat ve metanetleri günden güne artmaktadır. İtalyanların bomba kullanmalarına gelince bu da külliyen muhalif-i insaniyyettir. Vatanlarını müdafaa etmek hissiyat-ı alicenabanesiyle mütehassis olan Arabları böyle hasis vesilelerle mağlub etmek zamanda alem-i medeniyyete layık bir kavim olmadıklarını riyle milli şarkılarını çağırıp İtalyanlara meydan okuyorlar. tenkīd etmekten şimdilik sarf-ı nazar ediyoruz. Ancak meydan-ı harbde göstermekte olduğu cebanetlerini yazmaya mecburuz. Bunu ketm etmekte ma’na yoktur. Sahifelerimizle kari’lerimize ve Avrupa efkar-ı umumiyyesine Türklerle Arabların hissiyatını tasvir ve ta’rif eyleriz. Bu hususda hasıl olan yanlış fikirleri tashih etmek vazifemizdir. Her halde Arab ve Türk kavimlerinin an’anatını bu faaliyet ve şecaatlerinden anlamak pek kolaydır. ŞUUN – Balası imza-yı hümayun-ı cenab-ı padişahi ile müveşşah Meclis-i Vükela mazbatasının suretidir: “Kanun-ı Esasi ve karar-ı vaki’ icabınca Nisan tarihinde açılması lazım gelen Meclis-i Meb’usan’ın tarih-i mezkura kadar ekseriyet hasıl olduğu halde huzur-ı hümayun-ı cenab-ı padişahiyle küşadı bil-istizan makrun-ı müsaade-i seniyye-i hazret-i tac-dari olmuş idi. İntihab olunan meb’usandan haylisinin Dersaadet’e vasıl oldukları ve tarih-i mezkura kadar geleceklerin yüzü tecavüz edeceği anlaşılmasına nazaran ekseriyet hasıl olamadığı takdirde dahi resm-i küşadın huzur-ı hümayun-ı mülukanede icrası merhun-ı re’y-i ali-i cenab-ı şehriyari bulunduğu tezekkür kılınmış olmağla katıbe-i ahvalde emr ü ferman hazret-i veliyyü’l-emr efendimizindir.” Rebiulahir - Nisan – Zat-ı şevket-simat-ı hazret-i şehriyarinin bugün ba’de’z-zuhr saat ikide saray-ı hümayundan hareketle Meb’usan Dairesi’ni teşrif-i şahaneleri mukarrerdir. – Bahçekapısı’ndaki Hamidiye Sebili’nin mahall-i mezkurdan kaldırılarak Zeyneb Sultan Cami’-i şerifi’nin bulunduğu mahalle nakledileceği haber alınmıştır. – Üsküp’te kain Sultan Murad Cami’-i şerifine cami’-i mezkur hatibi Ahmed Bican Efendi vedaatıyla lıhye-i saadet-i Hazret-i Peygamberi irsal edilmiştir. – Bağdad’da A’zamiye’de i’ta edilen müsaade üzerine inşası takarrur eden darülfünuna rüşdi ve i’dadi kısımları da idhal edileceğini rüşdiyenin birinci sınıfından lisan-ı Arabi’nin kavaidi edebiyatı velhasıl kaffe-i teferruatı tedrisat-ı diniyye ile beraber ta’lim olunacağını darülfünun leyli ve nehari olup sunuf-ı ‘aliyye kısmındaki tıp ve hukūk şu’belerinden başka ahkam-ı kaza dahi mevcud bulundurulacağını ve Hıtta-i Irakıyye niyabetlerine nüvvab kısmından me’zun olanlar ta’yin edileceklerini Bağdad gazeteleri yazıyor. – Bağdad-Kuveyt şimendüfer hattına müteallık tedkīkat-ı ibtidaiyyeyi ikmal etmek üzere Londra’ya i’zam olunan Hariciye Hukūk Müşaviri Reşid Bey vazifesini ifa eylemiştir. Binaenaleyh bu hafta zarfında muma-ileyhin İstanbul’a vüruduna intizar olunmaktadır. Londra Sefiri Tevfik Paşa Sir Edwar Grey ile müzakerat-ı kat’iyyeye girişmiştir. Müzakerat-ı mütekaddimenin müsaid bir surette ve hükumet-i Osmaniyye lehinde cereyan etmekte olduğu Avrupa mahafil-i siyasiyyesinde te’min edilmektedir. – Mekke Emiri hazretlerinin himemat-ı masrufesiyle Hıtta-i Hicaziyye’nin her tarafında emn ü asayiş gereği gibi hüküm-fermadır. Hükumet-i Osmaniyye me’murlarıyla Şerif hazretleri arasında vifak-ı tam mevcuddur. Kabail-i Hicaziyye’nin iltiması üzerine Emir hazretlerinin mahdumu Şerif Faysal Bey Cidde meb’usluğuna Bey de Mekke meb’usluğuna yeniden intihab olunmuştur. – el-Müeyyed gazetesinde okunduğuna göre Mekke Emiri hazretleri şürefadan bazılarıyla kendi mahdumu Şerif Faysal Bey’i maiyetindeki Bişe asakirinden bin nefer ile Kunfuda cihetlerine i’zam etmeye karar vermiştir. Bunlar Seyyid İdris’in aleyhinde kıyam eden Yemen kabailiyle kuva-yı Osmaniyye’ye iltihak edeceklerdir. Bu ana kadar Asir kabaili tarafından hükumet-i Osmaniyye’ye karşı tamamıyla itaat ve inkıyad asarı görülmüştür. Kabail-i mezkure Mekke Emiriyle beynlerinde mün’akid olan şerait-i uhuda harfiyen riayet eylemektedirler. Osmanlı-İtalyan Muharebesi: Atideki ma’lumat darü’l-harbde bulunan kumandanların tebliğ edilmiştir: – Bu sabah İtalyanların dokuz harp ve iki nakliye sefinesi Züvare önüne gelerek akşama kadar Züvare’yi topa tutmuşlardır. Sefain-i mezkure el-an Züvare önünde demir atmış bulunuyorlar. Şehir ile kışlanın birer kısmı ve bir cami’-i şerif düşmanın topçu ateşiyle tahrib edilmiştir. Nüfusca zayiat yoktur. – Züvare önündeki düşman sefain-i harbiyyesi bu sabah alaturka saat on birde tekrar bombardımana başlamıştır. Düşman gündüz dört ve sekizde iki defa karaya asker muvaffak olamamıştır. Düşman el-an bombardımana devam ediyor. Üç vapuru daha geldiğinden düşman sefaininin adedi on dörde baliğ olmuştur. Nüfusca zayiatımız yoktur. § İki günden beri sarfettiği mesaiye rağmen Züvare’ye asker ihracına muvaffak olamayan düşman sefain-i harbiyyesinden üçü Züvare’de kalarak sefain-i nakliyyesi Seyyidsaid’e hareketini müteakib Züvare’den oraya kuvve-i kafiyye-i – Dün Züvare’ye asker ihrac edemeyen düşman garb cihetine hareketle Seyyidsaid civarını topa tutmuş ve karaya bir mitralyöz ile bir mikdar asker çıkarmış ise de gönderilen kuvve-i imdadiyye tarafından ihracın devamına mümanaat edildiği gibi karaya çıkan asker ile düşman filosunun muvasalası kat’ edilmiştir. El-haletü hazihi düşmanın dokuz nakliye sefinesi Seyyidsaid’in garbında durmaktadır. Karaya çıkan düşmanın iltica ettiği Karvaya karakolunun tahribi ve Seyyidsaid’e karşı düşmanın vukū’ bulacak teşebbüsatının men’i için Züvare’den tekrar top ve kuvve-i muavine gönderilmiştir. – Evvelki gün şiddetle esen kıble ruzgarının husule getirdiği cesim kum savruntularından bil-istifade düşman Seyyidsaid ile Karvaya arasındaki hali araziye süvari ve piyadeden mürekkeb bir kuvvet çıkarmış ve bu kuvvetle Karvaya ve Bukmuş karakolhanelerinde tarafımızdan muhasara olunan müfrezelerini tahlis etmeye muvaffak olmuştur. – Bukmuş karakolundaki mahsurini kurtarmak üzere Seyyidsaid’in garbına çıkan düşmanın kısm-ı a’zamı tekrar gemilerine ilticaya mecbur edilmiştir. El-haletü hazihi düşmanın Bukmuş karakolunda bir mikdar piyadesi ve Karvaya şibh ceziresinde dahi cüz’i süvarisi mevcud olup bundan başka düşmanın karada askeri kalmamıştır. Mezkur mevaki’ üzerine kuvve-i kafiyye sevk edildiği ma’ruzdur. – Yirmi bir Mart’ta Kukhat istihkamatına çıkarılan devriyemiz üzerine düşmanın Lisama istihkamından şiddetli ateş icra ve aynı zamanda bir alay piyade ve bir batarya top ve bir mitralyöz bölüğünden mürekkeb bir müfrezesi cepheden ve yandan hareket eden piyade ve süvarimizin taarruzatına mukavemet edemeyerek firara mecbur olmuş ve üç hatt-ı müdafaası zapt olunarak birkaçı zabit olmak üzere yüzü mütecaviz telefata duçar edilmiştir ve bir çok eşya iğtinam olunmuştur. Düşmanın bir zırhlısı ateşe iştirak eylemiştir. Zayiatımız pek cüz’i olup zabitan efrad ve aşairin – Düvel-i Muazzama süferası Salı günü Asım Bey’in konağına münferiden azimetle sulh hakkında teşebbüsatta bulunmuşlardır. Vukū’ bulan tebligat müttehidü’l-mealdir. Süfera-yı ecnebiyye şifahen söyledikleri sözleri muhtevi olmak üzere ale’l-usul bir de kağıd bırakmışlardır. Bunun metni hakkında Babıali’ce ma’lumat verilmiyor. Yalnız muhteviyatının gayet dostane olduğu ve ne gibi şerait dairesinde akd-i sulh edebileceğimizin beyanı rica edildiği te’min olunmaktadır. Asım Bey bu istimzaca mukabeleten keyfiyetin Meclis-i Vükela’ca tezekkür edilerek ba’dehu bir cevap verileceğini beyan eylemiştir. Babıali’nin bir haftaya kadar cevap vereceği zannolunmaktadır. Bu teehhur verilecek cevabın mahiyeti hakkında tereddüd mevcud olmasından değil Meclis-i Meb’usan’ın küşadı keyfiyetinin araya girmesindendir. Hükumet-i Osmaniyye’nin vereceği cevap hakkında kimsenin şübhesi yoktur. – Seyyid Salih bin Yunus namında bir zat ahiren e l-Müeyyed matbaasına gidip Senusi hazretlerinin telamizinden olduğunu beyan ile atideki beyanatının mezkur gazeteye derc olunması için Senusi tarafından kendisine ta’limat-ı mahsusa gönderilmiş olduğunu söylemiştir: “Senusi hazretleri harp adamı değildir. Bütün müridleriyle Allah’a tevekkül ederek halka va’z u nasayih vermekle gerek Trablus ve Bingazi’de Senusi hazretlerini azminden niyetinden çevirip İtalyanlara meylettirmek için ihtiyar olunan fedakarlıkların müşarun-ileyh üzerine hiçbir te’siri olmamış ve olmayacaktır. Senusi’nin bütün nokta-i nazarı evamir-i İlahiyye’ye itaat etmektir. Binaenaleyh Trablusgarb’a hücum ve tecavüz eden İtalya’ya karşı dinen müdafaa etmeye me’murdur. Cihadı bu noktadan i’lan edip de meydan-ı harbe gitmeyi azmeden Senusi artık İtalyanların nukūd ve emval-i dünyeviyyelerine din ve vicdanını satamayacağından dolayı tasavvuratını kuvveden fiile getirmeye son derce cezm eylemiştir. Aynı zamanda Mısır hidiviyle validesine Prens Ömer Tosun Paşa’ya ve Hilal-i Ahmer Hey’eti reis-i umumisine ve bütün Mısırlılara Trablus mücahidleri hakkındaki ianat ve hıdemat-ı insaniyet-perveranelerinden dolayı teşekkürat-ı samimiyyesini beyan eder.” el-Müeyyed diyor ki: “Bu beyanatı bizi tebliğ eden zattan Senusi hazretlerinin bizzat meydan-ı harbe iştirak etmek fikrinde olup olmadığını istizah etmekliğimiz üzerine: “Senusi hazretleri ikamet ettiği Kufra mevkiinden çoktan beri hareket etmiştir. Cağbub mevkiine muvasalatından sonra orada muvakkat bir zaman için ihtiyar-ı ikamet edecektir. Ancak bütün maiyetini meydan-ı harbe gönderecektir” demiştir ve Cağbub mevkiinin Senusi tarafından bir merkez-i harbi ittihaz edileceğini de dermiyan eylemiştir. – Kumandan Edhem Paşa rahatsızlığını tedavi için Sellum tarikıyla Kahire’ye muvasalat ederek hakkında ihtiramat-ı fevkalade ibraz olunmuştur. Kahire a’yan ve erkanıyla mahall-i mezkur umum Hilal-i Ahmer Cem’iyyatı Reisi Seyyid Ali Yusuf tarafından Seyyid Ali Yusuf hazretleri müşarun-ileyhi akşam taamına da’vet eylemiştir. Müşarun-ileyh hazretlerinin gaybubeti esnasında vazifesi Nazım Bey tarafından ifa kılınacaktır. Müşarun-ileyhin Trablus ve Bingazi muharebatı hakkın­ daki nokta-i nazarı pek nik-binanedir. Kahire’de bulunan yerli ve ecnebi gazete muhabirlerine müşarun-ileyh be­ ya­ nat-ı atiyyede bulunmuştur: “Arablarla asakir-i Osmaniyye ellerinde mevcud olan mühimmat-ı harbiyyeyi kemal-i ihtiyatla” sarf eyledikleri halde İtalyanlar beyhude yere gülle ve fişeklerini her gün tüketmektedirler. İtalyanlar tarafından atılan mermilerin binde biri bile hedefe isabet etmediği ecnebi harp muhabirlerinin taht-ı tasdikindedir. “Harp balonları vasıtasıyla İtalyanlar sık sık üzerimize bomba ve dinamit yağdırıyorlar ise de hamd olsun bundan dolayı zayiatımız yoktur. Hatta geçenlerde bulunduğum çadır üzerine yağdırılan dinamitler başka mevakie sukūt etmişti. Bununla beraber Osmanlı askerleri tarafından Bingazi’de şu yakın zamanlarda İtalyanların bir harp balonu yere indirilmiştir. “Osmanlı-İtalya muharebesi devam edecektir. Çünkü mücahidlerimiz harpten hazzalıyorlar. Senusi hazretlerinin ahmal ve eskali Cağbub mevakiine vürud etmiştir. Yakında kendisinin de oraya muvasalatına intizar ediyoruz.” Edhem Paşa Serkomiserliğe mahsus olan otomobile rakiben vürudu akībinde Mısır’daki Osmanlı Komiserliği’ne gidip mülakat eylemiş olduğu matbuat-ı Mısriyye’ye istihbar olunmuştur. Müşarun-ileyh kesb-i afiyet ettikten sonra tekkar meydan-ı harbe avdet edecektir. – Muhammed el-Kübra’nın taht-ı kumandasında olarak Osmanlı ordusuna bin kadar Sudanlı vürud etmiş ve beraberlerinde bir çok deve at ve koyun getirmişlerdir. Bunlar dört aylık bir seyahat icra eylemişlerdir. Bundan başka Osmanlı ordusuna Gabes’den bin kişilik bir hey’et vürud etmiştir. – İtalya hükumeti Trablus’­ daki kuvve-i askeriyyesini şu son günlerde tezyid eylemiştir. dan-ı harbe gönderdiği gibi aynı zamanda Eritre’den ve Habeşlerden piyade asker tedarik eyleyip Trablus’a şeklinde yazılmıştır. direrek süvari vezaifiyle tavzif etmiştir. – Karadağ hududunun tahdidine me’mur olan erkan-ı harp miralaylarından Ali Rıza Bey ile Hariciye Nezareti me’murlarından Reşad Nuri Bey bu hafta zarfında Çetine’ye müteveccihen hareket etmişlerdir. Çetine’de tarafeyn delegeleri umumi bir ictima’ akd ederek ba’dehu hududa gelecekler ve öteden beri münazaun-fih olan çayırlar ile İşkodra gölü sahilindeki arazi üzerinde tahdid-i hudud ameliyatına mübaşeret edeceklerdir. – Kahire’ye tabi’ Hilvan kasabasında hidivin kardeşi Mehmed Ali Paşa hazretlerinin himayesi tahtında teşekkül eden iane komisyonu tarafından az bir müddet zarfında yedi yüz Mısır lirası toplandığını el-Müeyyed yazıyor. – el-Alem ’de okunduğuna göre asakir-i Mısriye miralaylarından Kahire Polis Mektebi Kumandanı Halil Hamdi Bey Trablus ve Bingazi muharebat ve müsademat-ı Osmaniyyesine iştirak etmeye kat’i surette karar vermiş ve ahmal ve eskalini meydan-ı harbe isal edecek develerin tedarikiyle iştigal etmekte bulunmuştur. – Dersaadet’te bulunan Nasyonalistler Reisi Mehmed Ferid Bey’le İsmail Hafız Efendi ve Ali Fehmi Bey haklarında Kahire müddei-i umumisi tarafından da’va ikamesine karar verilip karar-ı mezkurun tasdikı zımnında ol babdaki iddianame Adliye nazırı ile Reis-i Nuzzar’a – Kahire’nin Nil nehrinde tenezzüh kilerden elli kişi terk-i hayat eylemiştir. Mağrukīnin cümlesi Mısır ahalisinden olup içlerinde hiçbir ecnebinin olmadığı sonradan anlaşılmıştır. – Bugünlerde Petersburg’da Rus me’murin-i siyasiyyesiyle iktisadiyyunundan müteşekkil bir encümen tarafından Rusya’nın İran’daki vaz’iyet ve amali hakkında tedkīkat-ı amika icra edilmektedir. Şimdiki halde Rusya İran’da menafi’-i iktisadiyyesinin muhafazasından gayri hiçbir maksad ta’kīb etmek tarafdarı değilmiş. – Tahran ile İran’ın nikat-ı sairesinde bulunan Rusya me’murin-i siyasiyyesi tarafından lar vürud eylediğini Times yazıyor. – Tahran’dan Standard gazetesine Nisan-ı Efrenci’nin on sekizinde meb’usların ictimaına dair – Rusya bir tarafdan faaliyet gösteriyor. Bu hafta zarfında da İran’a yeniden dört tabur asker sevk eylediğini Avrupa ajansları bildirmektedirler. Bu halleriyle kalleri arasında bir münasebet olmayan Rusya’nın İran hakkındaki hüsn-i niyetine inanmak için insanın deli olması lazım gelir! – İran kabinesi tarafından Faizü’d-devle Horasan Ferman-ferma Kürdistan-ı İran Sipehdar Azerbaycan valiliklerine ta’yin olunmuşlardır. Salarüddevle’yi te’dib ve tenkil etmek için de bir mikdar asker sevk olunmuştur. – Tebriz kuva-yı askeriyyesi kumandanı E­ mir Haşmet hazretleri Rusların yolsuzluklarını görmeye tahammül edemeyerek Tebriz’den çıkmış ve yollarda tesadüf ettiği Rus askerleriyle pençeleşerek tahlis-i giriban etmiş ve Osmanlı hududu tarikıyla Dersaadet’e muvasalat eylemiştir. Müşarun-ileyhin hıdematı pek çoktur. – Times ’in beyanatına nazaran İran’daki Osmanlı şehbenderhaneleriyle tebaa-i Osmaniyye’nin hukūkuna Salarüddevle ve etbaı tarafından vukū’ bulan tecavüzatı Osmanlı hükumeti protesto ederek ahval-i mezkureye ani ve kat’i surette nihayet verilmesi lüzumunun manlı sefirine evamir-i lazıme i’ta olunmuştur. – Kirmanşah ve Hemedan’da fa’alane bir surette icra-yı mezalim-i guna gun etmekte olan Salarüddevle’ye karşı yeniden İran hükumeti tarafından kuva-yı askeriyye sevk edilmiştir. Hudud-ı Osmani’de bulunan bazı kabail tarafından Salarüddevle’ye – Son Rusya-İngiltere notasının İran hükumeti tarafından kabulünden beri Naibü’s-saltana Nasıru’l-mülk’ün mevkii pek ziyade kesb-i suubet etmiştir. Notanın kabulünden sonra İran mütehayyizanı ahz-ı mevki’ eylemişlerdir. Mezkur notanın kabul edilmesine rağmen Rus askerleri henüz Azerbaycan ve Horasan havalisinden çekilmemiş olması Nasıru’l-mülk aleyhine mevcud olan cereyanı teşdid eylemiştir. Bu cereyanları ihzar edenler İran’ın mücahidleriyle demokratlarıdır. İhtimal ki naib-i hükumet bu müşkilat üzerine isti’fasını verir ve Avrupa’ya çekilir. Zaten öteden beri müşarun-ileyh bu mevkii naz ü niyaz ile kabul ettiği rivayet ediliyor. Müşarun-ileyh çekilecek olursa yerine Serdar Esad’ın ta’yin edileceği zannolunmaktadır. – İran şah-ı mahluu Rusya’dan mufarakata karar vermiştir. Muhammed Ali’nin mu’temedlerinden biri birkaç günden beri Londra’da şah-ı mahlu’ ile maiyeti erkanı için münasib bir bina taharri etmekle meşgūldür. Muhammed Ali maiyetiyle birlikte Petersburg’da yerleşmesine Rus diplomatları tarafından mümanaat edilmesi üzerine Londra’ya azimete niyet etmiştir. – İngiltere hükumeti tarafından İran mes’elesi hakkında bir mavi kitap neşr olunmuştur. Mezkur kitapta İran’ın şu bir Ali ve etbaının İran’a avdetleri yüzünden husule gelen fenalıklar ve Amerika müşavirleriyle reisleri bulunan Mister Şuster Morgan’ın İran’da oynamış oldukları roller birer birer mevzu’-ı bahs edilmiştir. Hatta Asya-yı Vusta hakkındaki olduğu mezkur kitapta zikr olunmuştur. – Bundan üç sene ev­ vel Bulgaristan’da Mekatib-i İslamiyye Encümenleri tarafından bir cem’iyet teşkil olunmuştu. Her sene ta’til mevsiminde cem’iyet-i mezkure tarafından kongreler akd edilerek Bulgaristan Mekatib-i İslamiyesi’nin idare ve terakkīsine dair bazı mukarrerat ittihaz olunduğu gibi bu hafta zarfında mezkur kongre Filibe şehrinde ber-mu’tad in’ikad ederek mukarrerat-ı müfide ittihazına teşebbüs olunduğu Sofya gazetelerinde okunmuştur. – Atina’da in’ikad eden Müsteşrikīn Kongresi kemal-i muvaffakıyetle vazifesini ikmal edip şereflerine verilen ziyafetlere iştirak etmişlerdir. Üç sene sonra mezkur kongrenin Kahire’de ictima’ etmesine karar verilmiştir. – Sabık Japon Harbiye nazırının vefatı üzerine İmparator Mikado hazretleri Ondördüncü Fırka Kumandanı Ferik Baron Yozako Havara’yı Harbiye Nezareti’ne ta’yin eylemiştir. Müşarun-ileyh Erkan-ı Harb Mühendis Mektebi’nden neş’et etmiş ve senelerce Avrupa’da tetebbuat-ı askeriyye ile uğraşmış bir zattır. – Avrupa matbuatının beyanatına nazaran Nankin şehrini askerler yağma ettikten sonra kasabayı ihrak edip geri çekilmişlerdir! Şehir ateşler içinde cayır cayır yanmıştır. – Times gazetesinin istihbaratına nazaran Nankin’de bulunan müşavirlerin bundan sonra Pekin’e nakli Çin Hükumet-i Cumhuriyyesi’nce takarrur ettiği gibi aynı zamanda parlamentonun teşkili lüzumundan bahisle tarafından bir emirname ısdar olunmuştur. Mezkur meclisin Teşrinievvel-i Efrenci ayında teşekkül ve ictimaına karar verilmiştir. Çin intihabatı nüfus haysiyetiyle değil ancak eyalat ve vilayat taksimatı noktasından icra olunacak ve parlamento a’zası her dört senede bir defa değiştirilecektir. A’yan meclisi a’zası ise her altı senede tebdilen intihab edilecektir. – İngiltere hükumetinin Hin­ distan’daki vaz’iyeti pek garib ve şayan-ı münakaşa bir halde bulunmaktadır. Çünkü el-yevm Newfoundland müstemlekesinin mikdar-ı nüfusu Hindistan’a nisbetle binde bir raddesinde olmadığı gibi ticaretleri de yalnız Bombay şehrinin yüzde iki nisbetindedir. Hal böyle iken müstemleke-i mezkure de İngiltere Parlamentosu’na i’ta edilmekte olduğu halde bilakis nüfus-ı kesireye malik olan İngiltere hükumetine senevi milyarlarca menfaat te’min eden Hindistan kıt’a-i vesiası ahalisinin İngiltere Parlamentosu’nda hiçbir mümessili bulunmaması cidden calib-i nazar-ı dikkat ve şayan-ı istiğrabdır. Binaenaleyh bu hususdaki manianın ref’iyle Hindistan ahalisinin amal-i meşrua ve muhıkkalarının te’mini çaresine bakmak her İngilize farz ve vacibdir.” Baladaki mektuptan İngiltere’nin Hindistan’daki vaz’iyet-i siyasiyyesi –Muharririn-i meşhureden olup Bahçesarayı’nda münteşir Tercüman gazetesinin sahibi İsmail Gasprinski Bombay’dan Kahire’ye avdet etmiştir. Muma-ileyh Bombay’a azimetten maksadı usul-i savtiye ile huruf-ı Arabiyye’yi tederrüse mahsus mektepler te’sisine çalışmaktır. Nasıl ki Rusya’da bu gibi mektepler te’sis edilerek kıraatın teshiline ve tabakat-ı müslimin arasında maarifin neşrine hizmet edilmiştir. Müşarun-ileyh Bombay’da lisan-ı Arabi ve Türki’ye vakıf bir muallim bularak heca-i savti usulünü muma-ileyhe ta’lim eylemiştir. Bir müddet geçtikten sonra orada bu usul sıl olmuştur. Mektebin resm-i küşadı merasiminde Bombay Kadisı Muhammed Ali Han ve Ahbar-ı İslam nam gazetenin sahibi Kadi İsmail Sahib gibi erbab-ı maarif hazır bulunmuşlardır. mezkurenin ehemmiyetini izah eylediğinden hazırun kendisini ği vaad etmişlerdir. Bombay Gazette namındaki İngilizce gazete diyor ki: “İsmail Gasprinski Bey Rusya’da heca-yı savti usulüyle tedrise mahsus beş bin kadar mektep te’sisine muvaffak olmuştur. Bu usul sayesinde çocuklar kırk gün zarfında kıraat ve kitabete muktedir olmaktadırlar. Rusya’da ve ez-cümle Sibirya ve Türkistan ile Asya-yı Vusta’da mütemekkin olan müslümanlar bu usulden pek büyük faideler görmüşlerdir. fukara-yı etfalin ücret-i tedrisiyyesini kendisi der-uhde etmiş ve bundan başka mektebin kirasını orada tedrisat ile meşgūl olacak muallimlerin maaşını kitap ve edevat ve levazım-ı sairenin bedelini dahi kendi tarafından tesviye etmeyi taahhüd eylemiştir.” – Afganistan Emiri’nin Hindistan üzere bulunduğuna dair Reuter idaresi tarafından verilen havadisten bahseden Fossischen Zeitung gazetesi şu yolda “Afganistan Emiri memleketini İran’ın uğradığı akıbetten sıyanet etmeye [ ] çalışıyor. Müşarun-ileyhin teşebbüs-i vakii hükumat-ı İslamiyye arasında bir i’tilaf husule getirmek arzusunda bulunduğunu isbat etmektedir. Emir’in Afganistan’ın Hindistan-ı Şimali hududundaki dağlarda sakin kabile ile icra ettiği müzakerat ve arazi-i mezkureyi Afganistan’a ilhak etmek iddiasında bulunması; kendisinin lunduğu hakkındaki faraziyeyi muhıkk gösteriyor.” – Osmanischer Lloyd ’un Londra’dan aldığı hususi bir telgrafa göre valinin tazyiki neticesiyle Afganistan’da vasi’ bir isyan başgöstermiştir. Asker bir çok müsadematta inhizama uğramışlardır. Kabil’den kuvayı muavine sevk olunmuştur. – Fas’da Fransa himayesi teessüs ettiği memleket dahilinde efrad-ı ahali arasında intişar eylediği gibi ahali beyninde galeyan husule geldiği İngiltere matbuatı tarafından istihbar olunmuştur. Matbuat-ı mezkurenin beyanatına göre Fas’da henüz sükunet takarrur etmiş olmayıp teşevvüşat el-an bakī imiş. TENKĪD VE TAKRIZ MEDENIYET-I İSLAMIYYE TARIHI ’NIN ---- HATALARI ---- Şeyh Şibli en-Nu’mani makale-i intikadiyyesinin başına on beş satırlık bir dibace geçirdikten sonra Corci Zeydan’a hitaben diyor ki: Ey fazıl müellif ben senin lütfunu inkar edecek değilim. Evet eserinde ismimi yükseklere çıkarmış; beni sikadan sayarak sözlerimle istişhad etmiş; en hakīr en az tanılmışı olduğum halde adımı Hind ulemasının meşahiri sırasına geçirmişsin. Lakin bunların hepsine mukabil acaba şahsım medh olunuyor diye Arabların zemmedilmesine anmakta olduğun tezyif teşni’ oklarının nişanesi olmasına razı olabilir mi idim? Emeviler–başka bir şey için değil– sırf halis Arab olduklarından dolayı senin nazarında mahlukat-ı İlahiyyenin en şeriri en fenası oluyor; halka gadr ediyorlar; türlü türlü işkencelerde bulunuyorlar; ahalinin elindekini bitiriyorlar; zürriyeti öldürüyorlar. Tebaanın malını yağma her türlü muharrematı irtikab ediyorlar. Ka’be’yi yıkıyorlar; Kur’an’ı istihfaf ediyorlar öyle mi? Ben bu kadar isnadata karşı susabilir mi idim? İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılmasını kemal-i adaletine yerler gökler şehadet eden Ömer leri medh ederken bunların mefahiri sırasında diyorsun ki: Arabı kelb menzilesine indirdiler; el-Mansur Ka’be’yi düşürmek etmek maksadıyla avaidini kesti; El-Me’mun nüzul-ı Kur’an’ı etrafında tavaf yeri Mina Arafat mevki’leri ta’yin etti… Ben bunları sükut ile geçiştirebilir mi idim? Farz et ki bende millet din gayreti kalmamış da bir takım ecnebilerin yaptığı gibi bütün hissiyat-ı aliyyeden mahrum bir feylesof-ı sırf olmakla iftihar ediyorum; rıza gadab sürur gayz gibi duygulardan bi-haber yaşıyorum. Farz et ki nefsimi zulme tahammül etmeye olur olmaz şeyleri kabul edivermeye fena sözlere aldırmamaya iyiliği kötülükle kötülüğü sen zanneder misin ki durur da tarihin nasiyesini kirletmeye hakkı beyninden vurmaya batıla revac vermeye rivayatı bozmaya hakīkati çevirmeye nası hurafata alıştırmaya tahammül edebilirim? Ey fadıl-ı muhterem ne fena bir zanda bulunmuşsun! Düşünmemişsin ki insaniyet henüz boş değil: Kıyıda bucakta kalmışlar var; hak henüz yardımcılarından müdafi’lerinden büsbütün mahrum olmamış. * * * Müellifin aradığı gayet ümmet-i Arabiyye’yi tahkīr etmekten onun seyyiatını meydana koymaktan başka bir şey değildir. Lakin fitne ayaklandırmaktan korktuğu için mecra-yı kelamı değiştirmiş hakkı batıl kisvesinde göstermiştir. Müellif asr-ı İslam’ı üç devre taksim ediyor: Hulefa-yı Raşidin Emeviye Abbasiye devirleri. Birinci devirle üçüncü devri medh ediyor. Aşağıda görülecektir ki bu medih de zahiridir hakīkī değil İşte müellif evvela bizim ulularımız dinde imamlarımız olan Hulefa-yı Raşidin’i saniyen aleyhissalatü vesselam efendimizin amcazadeleri olup neşr-i medeniyette azamet-i şan ve şevkette medar-ı aldattıktan sonra madem ki Emevilerin böyle bir mevki’-i mümtaz-ı dinileri yoktur kimse çıkıp da onları müdafaada bulunmaz diyerek zavallılara pek fena hücum ediyor; isnad etmedik fenalık selb eylemedik iyilik bırakmıyor. Şayed bu hücum Emevilerin al-i Mervan’dan yahud Ümeyye sülalesinden olmalarından neş’et eylese idi biz onları müdafaa yahud himaye etmekten vareste kalırdık. Lakin zavallıların bütün kabahati başka milletle asla karışmamış halis Arab olmalarıdır. Nitekim müellif kitabının ikinci cildinde: “Emeviler Devlet-i Abbasiyye’den halis Arab olmaları “Sözün hülasası: Devlet-i Emeviye bir devlet-i Arabiyyedir ki esas maksadı saltanat ve tagallüb daiyesinden ibarettir” hükmünü veriyor. Müellif bu da’vayı isbat için sözü uzatıyor. İkinci cildde buna dair medsus olmak şartıyla biraz söyledikten sonra asıl dördüncü cildde bir fasl-ı mahsus açıyor işte şu “Arablar başkalarına karşı köle muamelesi ederlerdi. Camide arkalarına durup namaz kılarlarsa bunu Allah rızası “Mevaliyi azadlı köle yahud bunların nesli künyeden mahrum ederek yalnız isimleriyle yahud lakablarıyla çağırırlardı. Hem onlarla yan yana yürümezlerdi” “Derlerdi ki namazı ancak üç şey bozar: Eşek köpek bir de mevali” “Arap kendisini Arap olmayanların seyyidi addeder: Kendisinin siyadet başkalarının ise hizmet için yaratıldığı zannında bulunur.” “Arablar bünyelerine mizaclarına varıncaya kadar her şeylerinde sair milletlere karşı kendilerinde bir rüchan tevehhüm ederler. Hatta vücudlarına nüzul isabet etmez; Kureyş karılarından başkası altmış yaşında çocuk doğuramaz i’tikadını beslerler.” “Kaza gibi mühim manasıb-ı diniyyeden Arab’ın gayrisini men’ ettiler. Kazaya Arab’dan başkası ehil olamaz dediler. Cariyeden doğanları babası Kureyşi bile olsa hilafetten mahrum bıraktılar. “İsterse kabailin en aşağısından olsun bir Arap karısını Arabdan başkasına emir bile olsa yine vermezler.” “Muaviye zamanında Emeviler mevaliyi esir nev’inden sayarlardı. Bunlar çoğaldığı için Muaviye bu tekessürden devlet-i Arabiyeye gelecek tehlikeyi idrak ederek ya hepsini birden yahud bir kısmını öldürtmek istedi.” * * * Bilinmelidir ki efkar-ı batılasını te’yid için müellifin müteaddid usulleri vardır. Bunlardan biri bile bile yalan söylemektir nitekim göreceksiniz. Öbürü efradın birinden sadır olan bir hareketi bütün millete teşmil etmektir. Daha öbürü rivayete hıyanet kelimeleri tahrif eylemektir. Bunlardan başka muhadarat letaif gibi mevsuk olmayan me’hazlerle de istişhad eder. Şimdi bunların her birinden birer misal getirelim. Diyor ki: “Arablar başkalarının arkalarında durup da namaz kılarlarsa bunu Allah rızası için ihtiyar edilmiş bir tevazu’ sanırlar… Mevaliyi künyeden mahrum bırakırlar… Namazı üç şey bozar…” Acem Arap tarihine biraz vukūfu olanlar için mechul değildir ki Acemler zuhur-ı İslam’dan evvel Arabları tahkīr ederlerdi. Aleyhissalatü vesselam efendimizin mektubunu aldığı zaman Kisra yüzünü ekşiterek “Kölem bana mektup yazıyor!” demişti. Yezdicerd Kadisiye fatihi Saad ibni Vakkas’a yazdığı mektupta “Deve sütü içmekten kertenkele yemekten Araplar o hale geldiler ki Acem şahlarının tac ü tahtını istiyorlar. Yazıklar olsun sana ey dönek dünya!” demişti. Hire padişahları ise Acem şahlarının taht-ı himayesinde Sonra Cenab-ı Hak Arapları İslam ile müşerref edince Acemlerden intikam almaya onların tahakkümü altında yaşamamak fahr u nahveti kökünden kaldırdı. Aleyhissalatü vesselam efendimiz Haccetü’l-veda’daki son hutbesinde “Arabın Aceme Acemin Araba rüchanı yoktur. Hepiniz Adem’in evladısınız” buyurmuştu. Artık bundan sonra temayüz kalktı. Herkes müsavi oldu. Lakin bununla beraber her iki tarafa mensub olanların bir kısmında diğerine karşı bir hiss-i infial saklı olarak kaldı ki bu hal iki hizb-i mütekabilin hudusüne sebep oldu. Bunlardan biri Şuubiye’dir. Şuubiye Arabları tahkīr eden onlara her kusuru isnad eden fırkadır. Ebu Ubeyde müteaddid kitaplar vücuda getirmiştir ki bunlarda bütün kabail-i Arab’ın neseblerine ta’n etmiştir. Diğer fırka ise Arab asabiyetini güdenlerdir. Allame İbni Abdirabbih el-İkdü’l-Ferid ’inde her iki fırkanın hüccetlerini sözlerini cami’ olmak üzere bir bab ayırmıştır. Zaten Arabın asabiyetini isbat hususunda müellifin naklettiği sözlerin kısm-ı a’zamı el-İkdü’l-Ferid sahibinin bu babda yazmış olduklarıdır. Nitekim eserinin hamişinde müellif bunu tasrih etmiştir. Kitapları karıştıracak olursanız görürsünüz ki müellifin bütün Araba nisbet ettiği sözler ashab-ı asabiyye namıyla tanılmış bir şirzime-i hususiyyenin sözlerinden ibarettir. Zaten el-İkdü’l-Ferid sahibi bu sözleri naklederken babın başına “Arap ashab-ı asabiyyeti diyor ki” ibaresini yazmıştır. Pekala biliyorsunuz ki bu cemaat Arab’ın kaffesi yahud kısm-ı a’zamı olmak şöyle dursun yüzde biri bile değildir. Belki cem’iyet arasında gaib olup gidecek bir cemaat-i kalileden Bundan başka müellif bu kadarla iktifa etmiyor. Belki şahsı muayyen ismi ma’lum olan bir adamın sözünü bütün Araba isnad ediyor. İşte “Mevali arkasında namaz kılmazlardı kılsalar da bunu tevazu’ addederlerdi…” sözünü elİkdü’l-Ferid ’den nakl ediyor. el-İkdü’l-Ferid sahibi bu sözü bin Cübeyr’e nisbet etmişken müellif onu bütün Arab’ın hissiyatına tercüman gösteriyor. Bu sania yani hususi bir vak’ayı umumi şeklinde göstermek müellifin te’yid-i batıl çarh-ı müellefatının mihveridir. Sebilürreşad ’ın mazhar olduğu teveccüh-i ammeden istifade kaydına düşen bir takım din vatan haini kimseler bazı müvezzi’leri ıtma’ ile risalemizin içine mefsedetkarane bir takım evrak sıkıştırtarak tevzi’ ettirmiş oldukları istihbar olundu; muhterem kari’lerimizce bu kabil müfsidlikler anlaşılacağı tabii ise de ihtiyatlı bulunmak üzere beyan-ı ma’lumata lüzum görülmüştür. ! Dini ilmi edebi siyasi haftalık mecmua-i İslamiyyedir Sahib ve Müdir-i Mes’ul: H. Eşref Edib TEFSIR-İ ŞERIF ---- . . . ---- Tercümesi “Biz sana son derecede çok verdik. Öyle ise Tanrı’n için namaz kıl kurban kes. Asıl ebter sana buğz edenin kendisidir.” * * * Sure-i Kevser üç ayet olup Mekkidir. Sebeb-i nüzulü şudur: As bin Vail Ukbe bin Ebi Muayt Ebu Leheb gibi Kureyş müstehzileri ne zaman aleyhissalatu vesselam Efendimiz’in oğlunu irtihal etmiş görürlerse “Muhammed ebter kaldı” yani namını andıracak bir evlad bırakamadı derlerdi. Hem bunu Hazret-i Peygamber için büyük bir kusur sayarlardı da halkı şeriat-i mutahharasına ittiba’ eylemekten alıkoymak maksadıyle daima ileri sürerlerdi. Bundan başka müslümanların bidayetteki za’fı fakrı kılleti de birer medar-ı istihfaf idi. Evet bunları dinin hak olmadığına delil sayarlar; ilahi bir din servetlerin kuvvetlerin sinesinden fışkırır derlerdi. Zaten cehaletin hüküm sürdüğü zamanların zeminlerin hepsinde süfeha hakka hakīkate karşı aynı tavrı takınmıştır. Bu dediler kodular müslümanları hususiyle dine yeni girenleri incitiyordu. Bu sure-i celile erbab-ı imanı ferahlandırmak ashab-ı küfr ü tuğyanı mebhut bırakmak için nazil oldu. * * * “ Kevser” kelimesi kesretten mübalağa sigasıdır çokluğun gayesine varan şey demektir. “ Oğlu seferden gelen bir Arap karısına çocuğun ne getirdi? demişler. Pek çok demiş.” Kevser kelimesinden maksud ne olduğunda pek çok ihtilaf hasıl olmuş. Kimi aleyhissalatü vesselam Efendimiz’in kıyamete kadar payidar olan ashab ve etbaıdır demiş. Kimi Kur’an kimi İslam kimi tevhid kimi ilim kimi hikmet kimi menaim-i dünya ve ahiret olmak üzere tefsir etmiş. netteki nehir değil midir?” demişler. “O nehir de Cenab-ı Hakk’ın Peygamberimize verdiği çoğun içindedir.” cevabını vermiş. “ Ebter” ismi nesli kesilmiş ma’nasına kullanılıyor. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz’e buğz edenler onun şahs-ı mübarekine karşı bir şey söylemiyorlardı. Zira iddia-yı nübüvvetten evvelki tarihi de gösteriyor ki şahsı herkes nazarında muhterem herkes nazarında sevimli buğz ediyorlardı. Onun için küfür inad zulmetlerinde kaynayıp gittiler; bütün ma’nasıyle ebter oldular. Çünkü bu alemde hayırlı bir ad bırakmadılar. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz ise arkalarında muhalled bir şeriat na-mütenahi bir zürriyet yani koca bir ümmet bıraktılar. Sallallahu aleyhi ve sellem. ---- FIKIH VE FETAVA ---- raber şeriat-i İbrahimiyye’ye karşı büyük bir yabancılık izhar etmiyor; belki kendisinin millet-i Hanifiyye üzere müesses bir din-i kavim olduğunu ileri sürüyor; Hazret-i İbrahim’e mensub birçok ahkamı kabul millet-i Halile’yi yeni baştan karıştırılan esatir ve hurafattan tathir olunuyor; diğer taraftan en son devre-i tekamüle kadar paydar olabilmesi için metin la-yemut temeller üzerine bina olunarak ikmal ediliyordu. Halil’de mevcud bulunan bir çok ibadat ve merasim-i diniyyeyi kabul ile onları yavaş yavaş ihya ediyordu. Fahr-i Kainat Efendimiz ibtida ba’s buyurulduktan sonra nası tevhide da’vet etmek hususunda bütün mesailerini sarf etmekte bulunmuşlardı. Putperestliğin çirkinliği zahir olup tevhid kulub-ı nasda yer bulmaya başlayınca sırasıyla tedrici bir surette ibadat-ı İslamiyye vaz’ ve te’sis olunmaya başlamışidi. Salat savm zekat sadaka-i fıtır cemaat ezan ahkam-ı muamelat…hep bu yolda teessüs etmişlerdir. * * * Resul-i Ekrem Efendimiz hazretleri kable’l-ba’s Hazret-i Halil’e mensub bazı sünnet ve ibadetleri Kureyş ile beraber eder tavaf kılar umre getirirdi. Fakat İsaf ve Naileleri Lat ve Uzzaları işe karıştırmaz belki kavminin dahi gerek esna-yı hac ve umrede gerek sair vakitlerde onlara olan ta’zim ve akīdelerini ta’yīb ve takbih ederdi. Maamafih Risalet-meab Efendimiz hazretlerinin umur-ı hacda Kureyş’in ihdas ettikleri bazı merasime iştirak etmiş oldukları anlaşılıyor. resi esnasında olacak Fahr-i Kainat Efendimiz hazretlerine tebaiyetle arka sıra ihramda bulunan Ensar’dan Kutbe bin Amir radıyallahu anh de divarı üzerinden atlamayarak bir bostanın kapısından çıkar. Bu hal diğer sahabinin nazar-ı dikkatlerini celb eyler: Muhrim iken kapıdan çıkarak günahkar olduğu söylenir. Bunun üzerine Fahr-i Kainat Efendimizce Kutbe’den niçin böyle yaptığı sorulur. O da zat-ı Risalet-penahilerine peygamberimiz kendisinin ahmes Harem’e mensub olup muhrim iken kapıdan çıkmasına cevaz bulunduğunu söylerler. Kutbe de: –Ya Resulallah benim dinim senin dinindir; onun için ben sana ittiba’ edebilirim der. Bunun üzerine ayet-i kerimesi nazil olur. Bu haber sahih olduğuna göre ashab-ı kiramca hatta ol hazretce dahi altıncı sene-i hicriyye nihayetlerine doğru vukūa gelen Hudeybiye seferi esnasında şu ayet-i kerimenin nüzulüne kadar ehl-i Harem olmayan muhrimlerin kapılardan girip çıkmaları caiz olmadığı i’tikadının devam ettiği anlaşılıyor. * * * Ba’de’l-bi’set haccın mahzuriyetine dair bir delile tesadüf edilemiyor. Onun için her halde ibahat-i asliyyesi üzere belki meşruiyeti üzere bekası derkardır. Buna göre Fahr-i Kainat Efendimizin din-i mübin-i İslam’ı kabul eden ashab-ı kiramın fırsat buldukça hac etmiş ve umre getirmiş olmalarına kail olmak için bir mani’ görülemiyor. Nasıl ki Abdullah bin Abbas Cabir bin Abdillah radiyallahu anhüm hazeratı Fahr-i Kainat Efendimizin ikisi kable’l-hicret diğer biri de ba’de’l-hicret Medine-i Münevvere’den “Haccetü’l-veda’” olmak üzere üç defa hac etmiş olduklarını rivayet ediyorlar. Fakat kable’l-hicret kılınmış olduğu rivayet edilen haclar farz olarak mı yahud şeriat-i İslamiyyece hilafına delil kaim olmadığından sünnet-i Halil üzere nafile olarak mı kılınmıştır? Her ne kadar mervi ise de –tarih-i iftirazı hakkında söylenecek sözlerden anlaşılacağı üzere– hilafına bir çok deliller kaim olduğundan birinci şıkkı şayan-ı kabul değildir. Bu halde ikinci şıkkı taayyün ediyor demektir. Hicret-i seniyyeyi müteakib İslamiyet’in paydar olabilmesi mübinin en mühim esasları vaz’ olunmuştu. İslamiyet dahilen ve haricen kesb-i metanet ederek dost ve düşman karşısında gazavatta nezd-i nebevide camilerde birleştikleri gibi bir de Harem-i Şerif’de huzur-ı Beytullah’da dahi birleşmek yekdiğeriyle tanışmak istiyorlardı. Fahr-i Kainat Efendimiz hazretleri maiyetinde ashab-ı kiramdan bin dört yüz kadar kimse bulunduğu halde umre niyetiyle sefere çıktılar gönüllerinde fikr-i harb yok idi. Zaten yanlarında birer kılıçtan maada silahları da bulunmuyordu. Hedy olmak üzere yetmiş kadar deveyi beraber getiriyorlardı. Zü’l-huleyfe nam mevkie geldiklerinde ihrama girdiler. Kurbanlık develerinin örgüçlerinden sağ taraflarını kanatarak nişanlamış ve boyunlarına kılade takarak kendileri ile beraber sevk etmekte bulunmuşlardı. Hedy Arabların i’tikadınca her türlü taarruzdan masun olduğu gibi sahibinin dahi muhrim olduğuna delalet ederdi. Muhrim olan kimse bit-tabi’ muharib olamayacağı gibi şahsı dahi her türlü tecavüzlerden mümanaatlardan mahfuz olurdu. Asl-ı İslam Hudeybiye nam mevkiin halden ma’dud tarafına nüzul ettiler. Fakat Fahr-i Risalet hazretleri namazlarını Harem’e aid olan kısmında eda buyuruyorlardı. Hedylerini beraber sevk ettikleri halde mücerred umre niyetiyle muhrim olarak Ka’betullah’ı kasd eden İslamların rikin ehl-i İslam’ın Mekke’ye dahil olarak ifa-yı umre etmelerine mani’ oldular. Bunun üzerine sene-i atiyyede üç gün zarfında umre etmelerine mani’ olmamak şu üç gün zarfında Mescidü’l-haram’a müşrikinden kimse girmemek şartıyla… akd-i musalaha ettiler. Fakat bu musalaha İslamlar için ziyadesiyle ağır geldi: İhrama girmiş iken ifa-yı umre etmeden geriye dönmeyi bir türlü hazm edemiyorlardı. Ashab-ı kiram beyninde olan heyecan hayli güçlük ile bastırılabildi. Bu sene hac etmek kabil olamayınca şübhesiz ihramdan çıkarak Medine’ye avdet etmek iktiza ediyordu. Fakat ashab-ı kiram beyninde olan dedikodulara heyecana nihayet vermek üzere ashab-ı kirama kurbanlarını keserek halk ile ran olmadı. Bunun üzerine sahabiyattan Ümmü Seleme’nin yanına girerek emr-i nebevilerine karşı ashabda olan lakaydi ve heyecanı hikaye buyurdular. Ümmü Seleme de: “Ya Resulallah madem ki mes’elenin böyle olmasını arzu buyuruyorsunuz bu halde ashaba karşı bir söz sarf etmeye hacet yok kalkar kurbanınızı keser halk ile ihramdan çıkarsınız; onların da size ittiba’ edeceklerinde şübhe etmem” dediler. Bunun üzerine peygamberimiz kurbanlarını kesti halk ile ihramdan çıktılar. Hakīkaten herkes ol hazrete ittiba’ çıktılar. * * * Bu sefer esnasında hacca dair birinci defa olarak ayet-i kerimesi nazil oldu. Bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında İbni Ebi Hatim Saffan bin Ümeyye’den naklen diyor ki – Hudeybiye umresi esnasında olacak –: Üzerine cebe iktisa etmiş za’feran sürünmüş birisi nezd-i Risalet’e gelerek: – Ya Resulallah umrem hakkında ne buyuruyorsunuz? Demiş idi. Bunun üzerine ayet-i kerimesi nazil oldu. Nebi aleyhisselam da o zatı çağırarak: – Elbiseni çıkar iğtisal et.. buyurdular. Yine bu sefer esnasında: ayet-i kerimesi nazil olmuştur. Hudeybiye umresi esnasında Fahr-i Rusül Efendimize tesadüf ettim; başımda olan hevamdan ziyadesiyle müteezzi oluyordum; hatta ara sıra yüzüme iniyorlardı. Ol hazret bu hale muttali’ olunca: – Ya Kaab saçlarını kestirebilirsin… Buyurdular. Bunun üzerine ayet-i kerimesi nazil oldu. Zuhri’den naklen İbni Cerir’in rivayetine göre –yukarıda arz edilen sebeb üzerine– yine bu sefer esnasında ayet-i kerimesi nazil olarak Araplarca öteden beri hal-i ihramda ön kapısından girip çıkmanın bir bidat olduğu bildirilmiş bu hususda olan adat-ı cahiliyye lağv edilmiştir. Müfessirin-i kiramın ittifakları vechile: ayet-i kerimesi de Hudeybiye umresi esnasında nazil olmuştur. Zaten ayet-i kerimenin hükm-i ihsarı beyan etmekte bulunmasına nazaran dahi Hudeybiye’de nazil olduğuna kail olmak akla da hoş geliyor. * * * suretle yarıda kaldı. Fakat sene-i atiyyede her halde telafi-i mafat etmeleri muhakkak idi. Resul-i Ekrem ve ashab-ı kiram hazeratı kurbanlarını keserek bazıları halk bazıları taksir ile ihramdan çıkmayı müteakib Medine’ye avdet ettiler. Esna-yı avdette Sure-i Fetih nazil olmakla müslimin ziyadesiyle mesrur oldular. A’sabda olan gerginlikler tamamıyla zail oldu. Kulub-ı müslimine sekinet geldi… ---- FELSEFE ---- a’razın mahall-i mukavvimi olan cevherin bir emr-i ma’kūl ve hıyta-i ihsasatımız dahiline giren a’razın da kuva-yı müdrike-i beşeriyye ile kaim olduğunu bit-teyakkun havadis-i mahsusenin hey’et-i mecmuasından ibaret olan alem-i his ve şühuda “ene” denilen nefs-i natıkanın eşkal-i muhtelife-i Hatta bunlardan Hume ve Stuard Mill bu mebhasde her türlü faraziyat-ı ma-fevka’t-tabiayı ber-taraf ederek husul-i kabulüne lüzum görmemişler ve illet fikrinin ancak daire-i haiz-i ma’na olamayacağını söylemişlerdir. Bunların iddialarına göre alem-i harici ihsasatın vücud-ı ma’ileriyle tevali ve teakublarından ibarettir. Stuard Mill diyor ki: Bir şey’-i harici ihsasatımızdan biri vasıtasıyla bize karşı teayyün etmemiş bile olsa biz onun mevcudiyetine kail oluruz. Zira o şey’-i hariciyi teşkil eden na mani’ değildir. Daire-i şuurumuzdan hariç bir şeyin vücuduna kail olmak ihsasatın imkan-ı daimisine kail olmak demektir. Şu halde alem-i harici bizim vicdanımızla beni nev’imizin ve sahib-i his olan sair mahlukatın vicdanlarına tahakkuk eden “imkan-ı daimi-i ihsasat”dan başka bir şey değildir. Stuard’ın bu iddiasına karşı bir çok i’tirazat dermiyan olunuyor. Alemde henüz sahib-i his ve hayat mahlukat yok olması bu i’tirazların en kuvvetlilerinden biridir. Eşya-yı ha­ ri­ ciy­ yenin vücudu inkar edilemez. Çünkü onların mevcudiyetleri bizim idrakimize müftekır değildir. Hıyta-i idrak ve ih­ sasımız haricinde bir çok şeylerin mevcud hatta ihsasatımıza muvafık bir vücud ile teayyünlerini kabule bir mani’-i akli yokdur. Hıyta-i ihsasatımızdan hariç her hangi bir mevcud tıbkı ihsasatımız dahilindeki teayyün-i zatisiyle mevcud ve fe ile müteayyin olabilir. Fikriyyunun bu iddiaları şaibe-i ifrattan hali olmamakla beraber ehl-i vahdetin vücud-ı harici hakkındaki fikirlerini Ehl-i vahdetin bu babdaki fikirleri fikriyyun mesleğine salik olan hükemanın iddialarına tamamıyla mugayirdir. Çünkü ehl-i vahdet hiçbir zaman alem-i haricinin vücudunu nasına kail olmuyorlar ve alem her dakīka tecelli-i İlahi’ye mazhariyetle kaimdir; Cenab-ı Hak bir dakīka aleme ifaza-i vücud etmese alemden eser kalmaz zira alem zatına nazaran ma’dum Hakk’a nazaran mevcuddur diyorlar. Fakat onların bu sözü kat’a alem-i haricinin vücudunu inkar ma’nasını tazammun etmez. Bu sözün ma’nası eşya-yı ha­ riciyyede tahakkuk eden vücud bir nokta-i nazara göre vücud-ı diğer bir nokta-i nazara göre adem demektir. Ehl-i vahdetin şu fikirleri atideki misal ile bir dereceye kadar anlaşılabilir. Mesela hükema ecsamda tahakkuk eden a’razın sırf bizdeki ahval cümlesinden addediyorlar. Onların şu fikrine göre a’raz min vechin mevcud min vechin ma’dum demek olur. Yani idrakimize karşı teayyün eden bir cevherle idrakimizin ona tealluku neticesi olarak teayyün eden üçüncü bir mahiyet mesela “levn” denilen araz tahakkukunun şartlarına nazaran mevcud aksi surete göre ma’dum demektir. Halbuki araz-ı mahsus mevcuddur. Ona hiçbir zaman ma’dum denilemez. Fakat arazın vücudu mutlak değil belki şeraitinin göre mevcud diğer nokta-i nazara göre ma’dum hükmündedir. Çünkü şeraitinin ictimaından sonra tahakkuk eden bir araza asla ma’dum denemediği gibi bunun aksi de iddia edilemez. Yani araz hakkında tahakkuku şeraitinin ictimaına gayr-i mütevakkıf bir mahiyet-i müstakılledir denemez. Bu misali serd eylemekten maksadımız ehl-i vahdetin: “Eşya zatına nazaran ma’dum zat-ı uluhiyyete nazaran mev­ cuddur” sözünün tavzihinden başka bir şey değildir. Binaberin bu misalin aynen kabulü Cenab-ı Hakk’ın bir cevher alem-i haricinin de o cevherle kaim bir araz olduğunu kabul demek olur ki neticesinin nereye varacağı izahdan müstağnidir. Hülasa-i kelam fikriyyundan bazılarının i’tikadları vechile alem-i haricinin vücudu öyle ceffe’l-kalem inkar edilerek Cenab-ı Hak’tan müstağni olarak mevcud ve mütehakkak olduğu da kolay kolay kabul edilemez. Hatta müstağrak-ı bahr-ı vahdet olan Şeyh-i Ekber Hikmet-i Ulviyye faslında şöyle buyuruyor: [] Bosnevi merhum ibareyi şu suretle şerh ediyor: Allahu teala hazretleri bu muhtasar-ı şerifdeki insan-ı kamildir cemi’-i esma-i İlahiyeyi icad eyledi. Ve “Alem-i kebir-i munfasıl”da vaki’ olan şeyin ki insandan hariçtir hakaikını yanın hakayıkını ki ol eşya suretle insandan haricedir insanda nebat ve esnaf-ı hayvan insanda suveri ve eşhasıyla mevcud değildir. Ve lakin bunların hakayıkı onda mevcuddur ki hakayık ol suver için ervah ve nüfus-ı natıka gibidirler. duğu i’tibar üzere alem-i kebirin cemi’-i hakaik ve sıfatını camidir. Hazret-i alihiyyette mecmua olan cemi’ esma-i İlahiye ve sıfat-ı Rabbaniyye’yi ve alem-i kebirde cemi’ hakaik ve havassı Hak teala insan-ı kamilde cem’ etti. Ve insan-ı kamili Allahu teala alem için revh eyledi. Nefs-i natıkayı suret-i insaniyye için revh ettiği gibi ona ulvi ve süfliyi teshir eyledi. Suret-i camiasının kemalinden ötürü. Zira insan-ı kamilin sureti suret-i İlahiyyeyi ve suret-i alemi cami’dir. Suretin kemalinden ve cem’iyetinden ötürü semavat ve arz ve ervah-ı ulviyyeyi ve eşhas-ı süfliyyeyi ve alem-i ervahı ve alem-i şehadeti ve esma-i İlahiyye-i vücubiyye-i ulviyyeyi ve mezahir-i kevniyye-i imkaniyye-i süfliyyeyi ona teshir eyledi.” Şu ibareden anlaşılıyor ki hazret-i şeyh hakīkat-i insaniyyeden hariç bir alemin vücuduna o aleme aid hakaikın hakīkat-i insaniyyede indimacına kail oluyor. ---- TARIH ---- HAK VE HAKĪKAT Vahy-i Rabbani’nin Meratib-i Adidesi Vardır. – Kuvvet ve ihtizazda ’ e bir nevi’ çan sadasına şebih bir sada-yı mehib-i semai suretiyle vaki’ olan vahiydir. Aksam-ı vahiy içinde eşedd ü es’ab olan bu kısımdır. Zira nebi olan zat bunun te’sir ve ilcasıyla tabiat-ı beşeriyyeden mertebe-i melekiyyete uruc eder ve inkıta’-ı sada akībinde hitam-ı İlahi’yi kema yenbagī fehm ü hıfz eylerdi. Bu kısma aid izahat-ı mümkine cild-i evvel evahirinde i’ta olunmuştur. Çan sadasının şer’an mezmumiyeti ihtiva ettiği tanin kılıyor. Yalnız kuvvet ve ihtizazda teşbih maksuddur deniliyor. Çünkü ilm-i beyanda takarrur ettiği üzere mübeşşeh her vec­ hile müşebbehün-bihe mümasil olmak şart değildir. Bu suretle vahy-i İlahi vukūu hengamında –rivayet-i mevsuka göre– nezd-i Risalet-penahide hazır bulunan ashab-ı kiram arı vızıltısına şebih bir nevi’ sada his­ sederlermiş. Lakin bu hal sada-yı vakiin bizzat mazhar-ı hitab olan Resul-i Ekrem hakkında daha şedid ve mehib olmasına münafi değildir. Bazı erbab-ı tedkīk diyorlar ki: Cenab-ı Risalet-meab’a –mesail-i avisadan olup efrad-ı ümmete keşf ve izahı kabil olmayan– keyfiyet-i vahiyden sual vukū’ bulunca işitildiği esnada kendisinden bir ma’na tefehhümü mümkün olmayan işbu sada-yı mütedarik tetabu’ yin sıfat-ı celal ve übbehet-i kibriyaya iktiran halinde vürud ederek mehabet-i hitab-ı Sübhani’nin mecami’-i kalb-i şeriflerini alem-i gayba ittisal ile valih ü hayran kalmakta olmalarını ve müteakıben bir suret-i harikada kalb-i mübareklerine intikaş eden kelam-ı şerifi telakkī buyurmakta bulunmalarını tefhim ve tebyin buyurmuşlardır. – Cenab-ı Cibril’i altı yüz kanadı havi olan hey’et-i asliyyeleri üzerine görerek mazhar-ı vahy-i Rabbani olmaktır. Bu keyfiyetle vahiy telakkīsi yalnız iki defa vaki’ olmuştur. Onların biri yeryüzünde Cibril’in ufk-ı a’layı seddettiği diğeri de Leyle-i Mi’rac’da Sidretü’l-münteha’ya vusul buldukları hengamda vukū’ bulduğu Suretü’n-Necm evailinde musarrahtır. ---- . . . . ---- ayat-ı celilesi bir tefsir-i mevsuka göre bu mertebenin beyanını havidir. KILIÇ DİNİ Museviliğin ne olduğunu tedkīke mübaşeret ettiğimiz esnada Yahudilerin şarii olan zat-ı mükerremin yani Hazret-i Musa’nın tarih-i hayatına bir nazar-ı mücmel atmak lazımdır. Hazret-i Musa’nın tarih-i hayatı ile tebligat ve ta’limatı kendisine atf olunan Tevrat ’ın beş suhufunda mündemic olup Talmud ile Yosefus Oosephus’un asarında az çok Mısır hükümdarı Firavun müşaviri ve muahharan katl edilen Baur oğlu Belam’ın tavsiyesi üzerine Beni İsrail’in erkek çocuklarının doğunca katledilmesini emr etmişti Levi kabilesine mensub bir kadın bir erkek çocuk doğurdu Firavun’un me’murlarından üç ay sakladı. Artık saklamaya muktedir olamayınca onun için bir saz sandalcık yaptı; çamur ve zift ile sıvayıp çocuğu sazlara sararak nehrin kenarından suya bıraktı ve çocuğun hemşiresi ona ne olacağını anlamak için uzakta durdu. Gün sıcak ve sıkıntılı idi; hava da ağırdı. Bir çok ahali bayıltıcı sıcaktan kaçıp serinlemek üzere Nil’in serin sularına gelmişlerdi. Firavun’un kerimesi olan Basya da bu maksadla cariyeleriyle beraber geldi; suya girince sepeti görüp çocuğa acıyarak ölümden kurtardı. Ben onu sudan çıkardım diyerek “Musa” tesmiye etti. Musa Firavun’un kızı Basya’ya öz oğlu gibi ve kralın sarayına hakīkaten mensub bir çocuk gibi oldu. Musa as hükümdarın sarayında güzel bir delikanlı olarak büyüdü. Şahane giyinir ahalinin hürmetine mazhar olur her hususda hükümdar silsilesinden görünürdü.” Ve “İşte bu günlerde Musa büyüdüğü vakit çıkıp kardeşlerinin yanına gitti ve çektikleri yüke baktı ve Mısrilerden birinin kendi kardeşlerinden olan bir İbrani’yi dövdüğünü gördü. O tarafa baktı bu tarafa baktı; kimsenin olmadığını görünce Mısri’yi katl edip kumların içine sakladı. İkinci gün dışarı çıktığında; İbrani’nin diğerleriyle mücadele ettiğini gördü ve ona sordu: Sana ne haksızlık yaptı ki arkadaşını dövüyorsun? O cevap verdi ki: Seni bizim üstümüze amir ve hakim kim nasb etti? Beni de Mısırlı’yı öldürdüğün gibi öldürmek mi istiyorsun? Musa korktu ve şübhesiz bu iş meydana çıktı deyip Mısır’dan firar etti.” Talmud Musa as’nın hicretinden sonraki sergüzeştini ve Habeşistan ve Nube tarafından hükümdarlığını nakl eder. “Musa as nazar-ı İlahide makbul oldu askerlerini sadası ve harekatı ile teşci’ etti. Kalelere ordularla borular çalarak ve azim şevkler ile hücum etti. Şehir onun eline teslim olundu. Düşmanlarından bin yüz kişi muharebede katl olundu. “Musa as sonradan hükümdarlığı terk edip Medyen’de koyun gütmüş ve müteakiben ferman-ı İlahi ile bu memleketteki Beni İsrail’i esaretten halas için Mısır’da avdet eylemiştir. Zevcesiyle Mısır’a giderken yolda Musa as oğlunu sünnet etmek istemiş bunun üzerine zevcesi “Tahkīk sen benim için kanlı bir zevcsin!” demişti. Musa as Mısır’a girmiş ve makam-ı hükumette bulunan Firavun ile mülakat edip Beni İsrail’in esaretten azad edilmesini taleb eylemiştir. Bu teklif reddolunmakla Mısır ahalisi bir çok belaya ve mesaibe duçar oldu. “Harun’un eliyle Allah Mısır’ın sularını kana tahvil etti. Akar derelerden su çekenler kaplarına baktılar ki: İçindeki suları al kan olmuş. ancak kan ile doldurdular. Ekmek yapmak için su kullananlar hamurlarında kan karışmış buldular.” Bir çok belaya daha zuhur edip en nihayet ölüm musibeti meydana geldi. “Nihayet nısfu’l-leylde Cenab-ı Hak tahtında oturan Firavun’dan zindandaki esire kadar Mısır ülkesindeki ahalinin ilk çocuklarını ve bütün ilk doğan hayvanatı öldürdü. Firavun ve huddamı geceleyin uyandılar; ve ahalinin hepsi de kalktı. Mısır’da bir feryad-ı azim vardı; çünkü içinde ölü olmayan bir ev kalmamıştı.” Basye Firavun’un kızı Musa ile Harun’u aramaya çıktı. Onları meskenlerinde Cenab-ı Hakk’a teganni-i şükür ve mahmidette buldu. Musa’ya dedi ki: Bak seni kucağımda besledim; ta çocukluğundan beri kalbimden sevdim. Sen benim bu i’tina ve şefkatime nasıl mükafat ettin! Bana benim milletime babamın hanesine felaket ve mesaib getirdin! Musa cevap verdi: “Onlar Allah’ın sesini duymak istemiyorlar; bunun için bu mücazata mübtela oldular.” Saint Paul Kilisesi Serrahibi Milman nam zat Musevilerin Tarihi nam eserinde bu hadiseden bahsederken der ki: Bu gecenin dehşet ve vahşetini iyice tasavvur etmek için asıl Mısır ahalisinin ölüleri arkasından ettikleri figanlarla tanıldığını söylemeliyiz. Bir takım kadınlar perişan saçlarla feryad ederek öteye beriye koşuyorlar bir çok insanlar cenaze çıkan hanelerin etrafında toplanarak gürültü ediyorlardı; ve artık den yuvarlandıklarını ve ilk doğmuş olarak muhafaza edilen mukaddes hayvanatın harabi-i umumide helak olduklarını da te’min ederek bu felaketin mehabet ve dehşetini büsbütün tezyid etmektedir.” Bu son belaya nihayet Mısır hükümdarını Hazret-i Musa yi i’taya sevk eylemiştir. Şurası da unutulmamalıdır ki: Musevilerin hamursuzun birinci gününe tesadüf eden kurban bayramları işte bu hadisenin yad ve tezkiri için mevzu’ olup bu resm-i dininin safahatından biri de kuzu öldürüldükten sonra kanı bir kap dahiline akıtılacak ve sonra “bir demet roka otu Hojesop alıp kaptaki kanın içine daldıracaksın!” Lakin Firavun sonradan Beni İsrail’e müsaade ettiğine pişman olarak onları tekrar esaret altına getirmek üzere büyük bir ordu ile ta’kībe başladı. Bahr-i Ahmer’in suları Beni Firavun ile ordusu bunların arkasından bütün harp arabaları süvarileri ile beraber denizin ortasına kadar yürüdü. “Musa as ellerini denizin üzerine uzattı; ve sabah açılırken deniz kuvvetini iktisab etti; Mısriler ona karşı kaçtılar; ve Allah Mısrileri denizin ortasına attı. Sular geri çekildi. Muharebe arabalarını süvarileri ve Firavun’un bütün maiyetini kapattı. Bir kişi bile kalmadı.” “Beni İsrail deniz kıyısından Mısrilerin helak olduğunu seyrettiler.” * * * AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Yedi gün geçtiği halde Şah Gel avdet etmedi. Ahali: – Siz beş gün demiştiniz. Yedi gün mürur etti. Hala reisimiz gelmedi. Mutlaka onu esir ettiler diye şikayete başladılar. – Kabil değil yapamazlar. Gideyim bakayım diyerek hazırlanmaya kalkdımsa da: – Reisimiz gelinceye kadar bizim esirimizsiniz. Cevabını verdiler. Maiyetimde bulunan iki yüz kişiyi topladım. Ahali toplanıp yalın kılıç hücuma niyet etti. Bizimkilerin nısfına tüfenk atmaları ve nısfına da kılıçla müdafaada bulunmaları Bunu gören ahali kaçıp saklandı. Ben de onların develerinden Şah Gel’in gittiği tarafa yollandım. Özür dileyerek arkamdan koştular ve beraber Sistan’a kadar geldiler. Orada develerini iade edip kaleye girdim ve amcamdan Şah Gel hakkında izahat taleb ettim. Amcam: – Sistanilerin iki sergerdesi var. Biri Serdar Şerif Han ki Sistan süvarilerinin kumandanıdır. Diğeri Emir Alem Han süvarilerinin kumandanı Yusuf Han’ın oğludur ki Şah Gel’i esir eden de budur. Kendisine çok söyledim. Fakat sözümü dinlemedi dedi. Derhal onun nezdine gittim. Attan inmeyerek elimi uzattım ve: – Şah Gel nerededir diye sordum. Çadırdan mevkūf bulunduğunu anlayınca yanıma çağırdım ve bunu niçin esir ettiniz? dedim. – Emir Alem Han’a götürmek istiyorum cevabını verdi. – Onu size ben göndermiştim kendim de onun yerine kalmıştım. Şah Gel sizin tebaanız değildir ki emirinizin yanına götüreceksiniz. Hitab ve itabından sonra Şah Gel’i ve hizmetçisini süvarilerimden on kişiye terfikan memleketine yolladım. Üç gün tevakkuftan sonra Sistanlılar ile Sistan’a azimet ettik. İkinci günü Hilmend nehrinin kenarına geldik. Yusuf Han Hezara oğlu zadenin süvarilerindendir. Bazıları Şah Gel’in taifesini vurmak istemişler kalelerdeki ahali de toplanıp bunlarla cenge hazırlanmışlardı. Hezara süvarilerinin sergerdesine maiyetinin men’i hakkında haber gönderdim. Kaleler ahalisini de teskin için toplandıkları kaleye doğru yürüdüm. Kapalı bulunan kapıdan giremeyince adamlarımdan birini yolladım. Bunun üzerine rüesadan birkaçı kaleden çıkıp nezdime geldiler. Kendilerini: – Afgan olmanız i’tibarıyla sizi birader mertebesinde tutarım diyerek teskin ve tatmin ettim. Ba’dehu oradan hareket ederek iki gün ve iki gece bunların kaleleri arasından geçtik. Her kalede bize zad ü zahire verdikleri halde Sistanlılara vermiyorlardı. Biz de nevalemizi Sistanlılar ile taksime mecbur oluyorduk. Necar’a gelince oralı olan süvariler çekildiler. Kalanlar da Emir Alem Han’ı istikbalimize getirmek üzere gittiler. Serdar Şerif Han Şerifabad namındaki kalesinde iki gün bizi misafir etti. Üçüncü günü Emir Alem Han Nasırabad Sistan’ın kalesine gittik. Müşarun-ileyh istikbalimize çıkıp ihtiramatta bulundu. Amcamla beni kaleye götürüp ikram ve it’am ettikten sonra haric-i kalede yeni çadırlar kurdurdu ve maiyetimize bir mihmandar ta’yin etti. On iki gün emirin misafiri olduk. Sistan Gölü’ne müteveccihen hareket edeceğimiz sırada emir-i müşarun-ileyh gerek çadırların gerek bizim için hazırlanan sair eşyanın birlikte götürülmesini rica eyledi. Ba’de’t-teşekkür kabul etmeyecek olduksa da ısrar ve ibramı üzerine iki üç küçük çadır aldık. Ayrıca bin toman nakit de verdi. Paraları amcama verip: – Şimdiye kadar sizin masrafınızı te’diye ediyordum. Bunları alın artık benden de bir şey istemeyin dedim. Kendi yanımda Abdurrahim Han’ın hazinedarı tarafından getirilen paradan henüz iki yüz eşrefi vardı. Civarındaki ahalinin Hamun dediği Sistan Gölü’nden geçip Pendan’a vasıl ve Rane yolundan Deşt-i Lut’a dahil olarak Birçend’e geldik. Birçend[‘de] Emir Alem Han’ın iki oğlu bizi misafir ettiler valideleri de büyük bir ziyafet çekti. senesi Muharremi ibtidasında Birçend’e gelmiştik. On ikisinde İmam Ali Rıza radiyallahu anh hazretlerinin meşhed-i mukaddesine doğru yola çıkıp Sarayan şehrine vasıl olduk. Oranın suyu hem acı hem tuzlu olduğundan ahalisi yağmur suyuyla dolmak üzere havuzlar yapmışlar pişebilirse de kabil-i şürb bir halde değil idiler. Buraya geldiğimiz gibi amcam sıtmaya tutuldu ve hastalığı bir ay kadar uzadı. Bu müddet zarfında ikamete ve nakd-i mevcudumuzu sarfa mecbur olduğumuzdan parasız kaldık. Amcam devr-i nekahete girince kendisi için bir tahterevan tedariki fikrinde bulundum. Oralarda ağaç pek nadir olduğu için emelimin mümkün olamayacağını söyledi. Ora mescidinin müştemilatından dört direk kestim i’tiraza kalkışanlara da: HUTBE VE MEVAİZ . = . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Ali Şeyhü’l-Arab MEV’IZA Cenab-ı Vacibü’l-vücud mü’minlere cihad ile emrediyor. Cihad ki bizim diyanet-i İslamiyye’de ibadatın en efdalidir. Sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyurmuşlar ki: lamiyye indinde iki kısımdır: Farz-ı ayn farz-ı kifaye. Farz-ı ayn olan cihad cumhur-ı ulema nazarında memalik-i İslamiyyeden birine a’da tecavüz ederse o zaman cihad farz olur. Bugün bizim memleketimize küffar tecavüz etmiştir; cumhur-ı fukahanın kavline binaen cihad bugün mü’minlere farz-ı ayndır. Fakat bu feraizin hududu kaide-i tabiasına binaen tahdid edilmiştir. Farz-ı ayn olmak­ la bütün dünyadaki müslümanların meydan-ı cihadda isbat-ı vücud etmeleri lazım gelmez; belki mes’eleye alakası ve mıntıkaya kurbiyeti olan kimselere farz-ı ayndır. Onların mevcudu kifayet etmezse lüzumu mikdarında baid olanlara da farz-ı ayn olur. Bugün bizim memleketimize düşman tecavüz etmiştir. Bilhassa bu memleket düşmanın tama’ ettiği bu kıt’a bizim bir vilayetimizdir. Buraya düşmanın tasliti üzerine umum ehl-i İslam’ın zimmetine müdafaa vazifesi terettüb eder; şe­ riat bütün dünyadaki müslümanları bu babda alakadar görüyor; ve bütün efrad-ı ümmeti ifa-yı vazifeye bezl-i hamiyyete da’vet ediyor. Zira bu muharebe her ne kadar Trablusgarb’a münhasır gibi görünüyorsa da neticede bütün alem-i İslamiyyet ve olduğu siyasetin iki sözle hülasası: İslam’a son darbeyi bütün dehşetiyle vurmak ve ne yayıp yapıp İslamiyet’i ortadan kaldırmaktır. Bu fikri şeytan bunlara telkīn etmiş. Senelerden asırlardan beri bu siyaset devam etmektedir. Tamam biraz kendimizi toplamaya başlayacağımız sırada bir muharebe açarlar cenazemizi kaldırmaya hazırlanırlar. Bu da ihtimal onlarca son darbe idi. Afrika’da Müslümanlığın namını kaldırmak fikriyle bu işe giriştiler. Düşman zannetmişti ki biz Afrika’da gayet gafil gayet zaif son derece tedbirsiz tedariksiz bir halde bulunuyoruz. Bunun için yalnız bir nümayişle orasını zapt edecek bir tenezzüh-i askeri kağıd üzerindeki taksimatlara tevessül olunacaktı. Fakat Cenab-ı Kadir-i Mutlak adalet-i Sübhaniyyesi’ni gösterdi Kur’an-ı azamet-şanındaki va’d-i Rabbanisi’ni etti. Fakīriniz bizzat bu muharebeye iştirak ettim Trablusgarb’ın Bingazi mıntıkasına Derne cihetlerine gittim oradaki mücahidin-i kiramın ahval-i hazırasına dair oldukça kesb-i ıttıla’ eyledim. Her ne kadar orada tedarikat-ı harbiyye namına bizim bir şeyimiz yok ise de mü’minlerin kalbi gayet kavidir cihad son derece bizim matlubumuza muvafık cereyan ediyor cemaat-i müslimine oradaki müşahedatımı Cenab-ı Hakk’ın bu ni’met-i uzmasını tebşir etmeyi bir vazife addederim. Sağ olun. Ma’lumdur ki bu mes’ele bütün alem-i İslam’a aiddir. Hindistan ve Cava’da bile müslümanların hissiyat-ı ma’neviyyelerine dokundu. Cümlesi bu tecavüzün müslümanlar emrine imtisalen kise-i hamiyyetlerini açarak meydan-ı cihaddaki Müslüman kardeşlerin imdadına yetişmeye velev malen olsun şitab ettiler: Yalnız Mısır’daki ihvanımızın muavenetleri benim Mısır’dan mufarakatime kadar seksen altı bin liraya baliğ olmuştu. Erzak eşya ve sair bütün ihtiyacatı mücahidlere yetiştirdiler hükumetimiz de kendi hesabına levazım-ı harbiyyeyi oradaki ihvana yetiştirdi. Bu suretle oradaki mücahidler kemal-i ciddiyyetle kemal-i hamiyetle memleketi vatanı himaye ve müdafaa etmeye; farz olan cihadı edaya Allah’ın emrini yerine getirmeye uğraşıyorlar. Her ne kadar düşmanın kuvve-i maddiyyesi bizim kuvve-i maddiyyemize nisbetle pek büyük ise de yani onlara nisbetle bizim edevat-ı harbiyyemiz orada hiç yok gibi ise de mücahidin-i İslamiyye tarafındadır. Mağlubiyet de düşmanlar küffar tarafındadır. Bu da Allah’ın va’d-i Sübhanisi’dir. Allah va’dinde hulf etmez. Elbette Allah nusret edecektir o kimselere ki onlar Allah’a nusret ederler. Yani i’la-yı kelimetullah için muharebe edenlere Allah yolunda cihada gidenlere Allah yardım eder. Bir taraftan gönüllü giden hamiyetli zabitlerimiz şeci’ askerlerimiz diğer tarafdan ahali-i kiram dinin vatanın müdafaasına şitab etmişler gece gündüz Allah yolunda feda-yı can ederler. Allah da her vakit bunları galib ve muzaffer kılmaktadır. Ben kendi müşahedatımdan ma’lumat vereceğim ki zerre kadar mübalağa yalan ihtimali yoktur. Hazret burada müdhiş bir muharebeyi tasvir etti İşte bu sırf Cenab-ı Hakk’ın müslümanlara olan inayetidir. Al­ lah Sübhanehu ve teala hazretleri onların ne fıtratta olduklarını bilir. Onun için bundan bin üç yüz sene evvel buyurmuştur. Bu ayet-i kerimede tasvir olunduğu vechile hakīkaten duvarlar arkasından istihkamlar cum için o kadar çok adama ihtiyac yok. Düşmanın o azim kuvvetine karşı müslümanlar yirmide otuzda bir nisbetinde kuvvetle giderler yine düşmanı makhur ve perişan ederler. Bu harikulade bir haldir. İnsan buna kuvve-i beşer diyemez. Bu Cenab-ı Vacibü’l-vücud’un vaad buyurduğu nusret-i İlahiyye’dir. Bunu ne fen kabul eder ne akıl. SİYASİYAT Çanakkale bombardımanı Trablusgarb muharebesinin yeni bir devreye girmekte olduğuna bir sebeb ve delil-i kafi gibi addedilebilir. Ma’lum olduğu vechile İtalya Trablusgarb muharebesine giriştiği zaman hükumat-ı saireye muharebenin yalnız Trablus ve civarıyla tahdid edileceğine kat’iyyen tevsi’-i daire etmeyeceğine dair te’minat vermişti. Gerçi muharebenin sevahil-i Osmaniyye’ye tecavüzü şu te’minata taban tabana zıd olarak İtalya hükumetinin ahd ü misaklarına kat’iyyen emniyet edilemeyeceğine bir delil-i kafi teşkil ediyordu; lakin hükumet-i mezkure şu harekat-ı ahd-şikenanesi “su’-i tefhim” “donanma kumandanlarının hatası” suretinde te’vil be uzadıkça İtalya’nın Afrika’da giriftar olduğu müşkilat taaddüd ettikçe İtalya hükumetinin Trablusgarb’da acz ü zaafı gerek İtalya’da gerek başka yerlerde tezahür ediyordu. İtalya’nın muharebeyi başa çıkaramayacağına bilahare hasir ve nadim bir ric’at-ı fahişeye duçar olacağına dair herkeste bir kanaat-ı kat’iyye hasıl oluyordu. Bu ise İtalya için hariçte azim bir ar ve hicaba dahilde ise efkar-ı umumiyyenin son derece teheyyücüne sebeb oluyordu. Yedi aydan beri temadi eden Trablusgarb muharebesi mıyla mahvetti. İtalya Devleti’nin asla kıymet-i askeriyyesi olmadığı düvel-i muazzama sırasında bulunması bir su’-i tefehhüm neticesi olduğu tamamıyla aşikar oldu; dahilen ahali kendilerinin son derece fahiş bir surette hükumet tarafından aldatılmış olduğunu anlamaya başladı Trablusgarb seferi hükumetinin te’minatına rağmen bir askeri eğlence yerine müdhiş bir felaket hazırlayacağı nümayan oldu; İtalya efkar-ı umumiyyesinde bundan dolayı hükumet ve hanedan aleyhine müdhiş bir adem-i hoşnudi tezahür etti. İşte bu hoşnudsuzluğu def’ etmek için İtalya hükumeti mecnunane ve serseriyane bir surette bir takım blöflere şarlatanlıklara koyuldu alayiş ve nümayişler içinde Trablusgarb’ın meclis-i meb’usana kabul ettirdi. Şu şu’bede-bazlıkla İtalya hükumeti İtalya efkar-ı umumiyyesini bir müddet için tatmin ettiyse de kendisini düşmüş olduğu çah-ı zillete daha ziyade soktu. Zira bir gün gelip de İtalyanlar bütün hakīkati bütün üryanlığı ve dehşeti ile beraber göreceklerinde ve hükumet tarafından aldatılmış olduklarını anlayacaklarında şübhe edilemezdi. Halbuki İtalya hükumeti şu nümayiş ve alayişleri hakīkaten çıkmaz bir sokak içine sokmuş görecekti. Fil-hakīka da böyle oldu. İtalyanlar emr-i ilhakı alkışladılar nümayişler icra ettiler iseler de matbuat-ı ecnebiyye vasıtası ile olsun İtalya’nın Trablusgarb’da her gün yeni bir mağlubiyete duçar olduğunu İtalya hükumetinin Trablus’da yüz elli bin kişilik bir kuvvet bulundurmaya mecbur kaldığını maamafih İtalyanların ilk elde ettikleri yerden bir hatve bile ileri atamadıklarını öğreniyorlardı. Yavaş yavaş yeniden hükümraninin aleyhine galeyana başladı. Halbuki diğer tarafdan beyne’d-düvel tavassut da bir semere bir faide vermiyordu. Osmanlıların metanet ve azmi hak yolunda ibraz etmekte oldukları asar-ı şehamet ve fedakari bütün tavassutları ve tavassutları etrafında çevrilmekte olan blöfleri entrikaları tehdidleri akīm bırakıyordu. Demek ki İtalya hükumetinin vaz’iyyeti hakīkaten feci’ bir şekil ve renk almakta idi; dahilen efkar-ı umumiyyenin tazyikatı haricen ise adem-i muvaffakiyet hükumet-i mezkureyi me’yus ve nevmid bir hale sokmuştur. İşte Beyrut bombardımanı Çanakkale hücumu şu ye’s ve nevmidinin nı ile İtalya Hükumeti hükumat-ı saireyi müdahaleye ve harbe nihayet vermeye da’vet etti. Fakat buna cevap olarak hükumat-ı saire kendi hoşnudsuzluklarını ve vaz’iyyet-i bi-tarafiden kat’iyyen ayrılmayacaklarını İtalya’ya anlattılar. Fil-hakīka tavassut fikri hükumat-ı saire miyanında daha ziyade caygir oldu. Fakat şu fikir İtalya’nın farz ettiği şekilden tamamıyla başka başka bir renk ve şekil aldı. Hükumat-ı saire tavassuta ikdam ettiler. Lakin İtalya’nın ümid ettiği gibi Türkiye üzerine tazyik ve icbar icrası ile değil Roma Kabinesi nezdinde yaptıkları gibi Osmanlı Kabinesi’nden de akd-i sulh hakkında beslemekte olduğu efkarın istifsarıyla Hükumeti gerek efkar-ı umumiyye gerek Osmanlı hükumetinin akd-i sulh hakkında beslemekte oldukları hissiyatı pek ra’na biliyor. Osmanlılar müzakerat-ı sulhiyyeye girişmek ediyorlar. Şu taleb kabul edilmeyince Osmanlılar kat’iyyen sulha girişemezler. maya kendi iğbirar ve hiddetini ibraz etmek istediği içindir ki son vesileye müracaat etti ve son silahlarını kullanarak Çanakkale’ye hücum etti. Şu teşebbüs İtalya hükumetinin kat’iyyen bi-nihaye ve bi-payan bir hamakat bir sefahete giriftar olduğunu isbat etti. Çanakkale bombardımanı İtalya hükumetinin elinde son vesile-i tehdid ve taarruz idi. Bari bunu muhafaza etseydiler bari bombardımanın heybet-i mevhumesini kendileri bunu da israf ettiler. Sekiz yüz bin franka mal olan dört yüz mermi atarak yalnız bir beygir itlafından başka bir halt edemediler. şu kıymet Trablus’da tezahür etmiş olan kıymet-i berriyyeye hemen hemen müsavidir. Bütün Avrupa handeler ve istihzalar şehamet i’tidal ve uluvv-i cenablarını takdir etmekle beraber da küstah ve edebsiz bulunduklarını sermaye-i takbih ve tezmim ittihaz ediyor!.. Maamafih İtalya’nın daha bir ümidi var ki o da Boğazların kapanmasıyla Avrupa ticaret ve menafiine arız olacak zararlar! Düşmanın hücumuna karşı Osmanlılar bit-tabi’ Çanakkale Boğazı’nı seddettiler. Bu ise bir çok hükumatı ve bilhassa Rusya hükumetini mutazarrır edecektir. Binaberin bur olacaklarını ve bizi de akd-i sulha icbar edeceklerine ümid-vardır! Halbuki hükumet-i mezkurenin ümidi de boşa çıkıyor: Rusya’dan başka diğer hükumatın kaffesi İtalya’nın böyle blöfler ile Osmanlıları sulha icbar edemeyeceklerini müttehiden bir vaz’iyyet almıştır. Her ne kadar Rusya Hariciye Nazırı Sazanof Rusya’nın muharebe hakkında vaz’iyyet-i bi-tarafiden bir hususi i’tilaf bulunmadığını resmen söylediyse de yine müşarun-ileyhin irad etmiş olduğu bir cümle Rusya hükumetinin bize karşı efkarını gayet mübhem ve meşkuk bir tarzda göstermek için kafidir. Müşarun-ileyh demiş ki: “Çanakkale’nin seddi tul müddet devam ederse Rusya protesto edecektir!” demek ki Rusya bizden Çanakkale Boğazı’nın açılmasını taleb edecektir. Böyle bir taleb teklif-i ma-la-yutaktan başka bir şey olamaz. Teklif-i ma-la-yutak ise hiçbir vech ü suretle kabul edilemez. Boğaz’ı biz keyfimiz için seddetmedik ki! Onu bize seddettiren İtalya’dır. Boğaz’ın açılmasını bizden taleb edecek her hangi bir hükumet evvelce İtalya’nın Boğaz’a hücum etmeyeceğine kefalet etmelidir. Başka surette hareket Osmanlı-İtalyan muharebesinin bir muharebe-i umumiyye şeklini almasından başka bir netice veremez. Zira Boğazlar meselesinde bizim kadar ve belki bizden ziyade alakadar diğer hükumetler de mevcuddur. Rusya’nın bil-fiil işe müdahalesi ihtimalinde bunlar da bit-tabi’ seyirci vaz’iyyeti alarak la-kayd kalamazlar ya! Hülasa metanet ve sebatımızda ber-devam olalım. Gittikçe düşman şaşırıyor ve cereyan-ı ahval bizim lehimize çeviriliyor. ÇİN İNKILABI ve KOLCA VILAYETI MÜSLÜMANLARI Yirminci asrın en büyük vekayiinden biri Çin’de vukūa gelen inkılab-ı azim olduğu ma’lumdur. Çin’de vücud bulan bu inkılab-ı kebiri anlamak için Çin hükumetini teşkil eden anasırı bilmek lazımdır ki o anasır şunlardır: Mançu Karahıtay Moğol Şih İslam. Çin hükumetini teşkil eden bu anasırdan inkılabı vücuda getiren unsur Karahıtay unsurudur. Ekseriyet-i uzma bu unsurda olduğu gibi her şeye kabiliyet ve isti’dad iktisadi ve ictimai fikri ve ilmi tefevvuk ve teali bu unsurun elindedir. Bu unsur ihraz eyledikleri ekseriyet ve terakkiyat-ı medeniyyede haiz oldukları tefevvuk gibi avamil-i müessire ile millet-i hakime zimam-ı hükumet Mançuların ellerine geçmiş olduğundan o günden beri Karahıtaylar fırsat buldukça Mançular ile çarpışmaktan ve zimam-ı hükumeti tekrar ellerine almak için maddi ve ma’nevi çalışmaktan biran hali kalmıyorlardı. İşte bugün Çin’de vücuda gelen inkılab-ı kebir Karahıtayların o sa’y ü faaliyet-i mütemadiyye ve muttaritelerinin eseridir. Bu inkılab neticesinde Mançu sülale-i hükumetine nihayet verilmiş ve Çin’in her tarafında cumhuriyet i’lan edilmiştir. Fakat her yerde olduğu gibi Karahıtaylar da i’lan ettikleri bu cumhuriyetin Çin memalik-i vesiasında tatbikinde müşkilata ve hükumet tarafdarlarından tas’ibat ve mukavemata duçar olacakları şübhesiz olan avarız-ı inkılabiyyedendir. Bu arıza-i inkılabiyyeyi bu kere Çin’in Çungarya kıt’asında kain Kolca şehrinden aldığım bir mektup şu suretle tasvir ediyor: “Üç yüz yirmi yedi senesi yirmi beş Kanunievvel’i akşamı Kolca’daki Karahıtay cenerallerinden Yan Tunlin kendi cinsinden olup maiyetinde bulunan ve cumhuriyet i’lanı hususunda kendisi ile hem-fikir olan [yüz] yirmi altı neferiyle Mançu Hükumeti Kolca valisinin ikamet eylediği Gura şehrine gelmiş ve maiyetindeki yüz yirmi neferden bir kısmını şehrin haricinde bırakmış diğer kısmıyla şehre dahil olmuş o gece saat sekizde sur kapısını açtırarak evvelce verdiği parola üzerine surun haricinde bırakmış olduğu neferlerini şehrin içine almış ve burada verdiği emir üzerine askerin bir kısmı valinin ikametgahına diğer kısmı topçulara üçüncü bir kısmı sair hükumet tarafdarı askeri ve mülki me’murların alan hükumet tarafdarı askerler mülki ve askeri me’murlarıyla birlikte cumhuriyet askerlerine karşı harp açmışlardı. Bu gece muharebesi esnasında cumhuriyet askeri tarafından açılan top ateşinden valinin konağı ateş almış bu harik kargaşalığı içinde vali kaçarak gizlenmiş hükumet daireleri yağma edilmiş me’murinin kimisi kaçmış kimi katledilmiş topçu askerleri teslim olmuşlar idi. Bu gece muharebesinde cumhuriyet askerinden on dört hükumet askerinden iki yüz telefat olduğu maktul valinin konağında kasalar derununda bu kasalar derunundaki kaimelerden ateşin verdiği hararetten bir buçuk milyon mikdarı kül haline geldiği yarım milyon kadarının bir kısmının nısfı yanmış diğer kısmının ateşten sararmış bulunduğu bir halde meydan-ı tedavüle çıkarıldığı görüldü. Fakat bu kaimeleri Kolca’daki ve hariçteki Rus postaları ticarethaneleri ve bankaları almaktan imtina’ ediyorlar. Bu imtina’larına sebeb olarak Rus hududu haricinde böyle bir hale duçar olan Rus kaimelerini almak Rus hükumetince memnu’ bulunduğunu söylüyorlar. Neyse sadede gelelim. Kanunievvel’in yirmi altıncı günü sabahleyin vali kaçtığı gizlendiği yerden çıkarılarak kurşuna dizildi. Katib-i hususisi dahi çarşıda katledildi. Bunu gören hükumet ve asakiri teslim bayrağını açtılar. Bu resm-i teslim ve tesellümün icra edilmesini müteakib cumhuriyet askeri kumandanı Ceneral Yan Tunlin cumhuriyetin i’lan olunduğunu eski hükumetin sukūt ettiğini ahalinin kendi işleriyle meşgūl ve hükumet-i cumhuriyeye itaat etmelerinin lazım geldiğini yerli ve ecnebi herkesin canı malı ırzı hükumet-i cedidenin daman ve tekeffülü dahilinde tecavüzden masun olduğunu müş’ir bir beyanname neşr ve bu beyannamenin aynını Kolca’daki Rus konsolosuna tebliğ etti. Rus konsolosu dahi hükumetinden aldığı emir üzerine hükumet-i cedidenin beyannamesindeki vaz’iyyeti kabul eylediğini Yan Tunlin’e bildirdi. Ceneral Yan Tunlin baladaki vech ile ahaliye hitaben cumhuriyet beyannamesini i’lan ve teatiden sonra umur-ı hükumete vaz’-ı yed eyledi. Maktul valinin oturduğu Gura şehrinin birinci ve Kolca’yı ikinci cumhuriyet merkezi olduğunu birinci merkeze Çince Dadudu ikinci merkeze İrdudu namları verildiğini i’lan eyledi. Birinci merkezin riyasetine Karahıtay cinsinden Kolca ma’zul valisi ikinci merkezinin riyasetine ceneralin kendisi oturdu. Hükumet-i cumhuriyye bu suretle merkezleri işgal ve hükumeti teşkilden sonra askerlerin tensik ve tanzimine başladı. sinde idi. Bu yekun askerinin ekseriyetini hükumet-i müstebidde cinsinden bulunan Mançular ve hükumet tarafdarı olan Moğollar Şihler dönme müslümanlar teşkil ederdi. Bu defaki tensikat ve teşkilatta hükumet-i sabıka cinsinden ve tarafdaranından olan askerler kadrodan ihrac bunların noksanı Karahıtay’dan alınan askerler ile ikmal edildi. Ceneral Yan Tunlin teşkilat-ı askeriyyeyi bu şekilde tertib ve gün rivayet olunmakta olan ve hükumet tarafdarı bulunan askerlerin vüruduna intizar etmekte bunların def’ ve tenkili Kolca ve havalisinde dest-i galibiyyete geçirdiği iklil-i zaferi def’ ve tenkiline me’mur olduğu havalide dahi tetevvüc edeceğinde şübhe yoktur. Çünkü Kolca’da olduğu gibi bütün havalideki yerli müslümanlar hükumet tarafdarı iseler de hükümleri yoktur. Çünkü ekseriyet dan her yerde cumhuriyet askerinin galib geleceği ve cumhuriyetin tefevvük ve takarrur edeceği muhakkaktır. vaz’iyetlerinin unsur-ı asli-i cumhuriyet ve erkanı tarafından nazar-ı dikkate alınacağına ve mevki’-i ictimailerinin unsur-ı cumhuriyet ile birlikte tereffu’ ve tealisine hizmet ve hukūk-ı riyyeden büyük ümidler beslemektedirler. İslamlar bu ümidlerinin hayyiz-i fi’lde tecelli etmesini hükumet-i cumhuriyyenin kıymet hak hizmet-şinaslığından intizar etmekte oldukları gibi kendileri dahi bu ümid-i ali-i millinin kanun dahilinde istihsaline gayretten sa’y ü faaliyetten geri durmuyorlar. cumnuriyye ile birlikte hareket kanuna riayet ulum ve fünun ve sanayiin tahsiline gayret ticaret ve ziraatte terakkī dairelerinde ümid-i milli ve ictimailerine nail olacakları şübhesizdir. müslümanların vaz’iyyetleri bu merkezdedir.” Şurada nihayete eren mektubun hülasası bize Kolca’daki Çin inkılabı Karahıtayların bu hususdaki faaliyet-i mütemadiyyelerinin semeresi olduğunu ve bu hususda Karahıtay cenerali Yan Tunlin mühim bir rol oynadığını; yerli gayri müslimlerin istibdada ve müslümanların inkılaba tarafdar olduklarını ve inkılabın ekseriyeti teşkil eden İslamların muavenetleriyle vücuda geldiğini ve İslamlar bu inkılaba olan muavenetlerinin semeresini görmek için bir tarafdan hükumet-i inkılabiyye unsur ve erkanının kıymet ve hakşinaslığına ve tarsin ve hakk-ı ictimailerinin saha-i büruzda tecellisini bi-hakkın te’min edecek ilim ticaret sınaat ziraat gibi avamil-i müessiratın tahsil ve ta’mimine çalışmakta olduklarını gösterdiğini beyana hacet yoktur. Bu hülasanın Kolca İslamlarına aid olan kısmından kalbimiz azim bir ferah ve inbisat duyuyor. Çünkü bu hülasada Kolca İslamlarının sair kıt’alarda mütemekkin münevver fikirli İslamlar gibi artık inkılabın ne demek olduğunu derk eyledikleri ve inkılabdan istifade ve mevcudiyet-i milliyye ve hukūk-ı ictimaiyyelerini muhafaza etmek yollarını aradıkları ve bu hususda asrın muktezasına ve siyasetin icabına göre hareket etmekte oldukları incila-saz-ı uyun-ı iftiharımız oluyor. Çünkü bu gibi ilmi ictimai kanuni hareketlerin şahid-i mualla-yı emelin agūş-ı vehhac-ı intizara incizabına vesile-i garra olacağı kat’idir. Biz dahi bu büyük İslam mecelle-i aliye-i üsbu’iyesinde Kolcalı İslam kardeşlerimizin vukūa gelen re ancak ilmi iktisadi sınai ictimai kanuni hareketlerinde devam ve tezyid-i faaliyet etmelerini tavsiyeden başka bir söyleyeceğimiz yoktur. ---- MEKATIB ---- Seyyah-ı şehir Abdürreşid İbrahim Efendi hazretleriyle birlikte darü’l-harbe gidip orada kalan mekteb-i hukūk talebesinden Nazmi Efendi’den dün aldığımız bir mektuptur ki aynen derci münasib görülmüştür: Derne Garb Ordugahı’nda bulunuyoruz; lakin bugün diğer günlere benzemiyor: Orduda bir fevkaladelik yarın için bir hazırlık var. Nihayet bu şematet ile gece oldu. Kahraman zabitanımız şanlı askerlerimize: Yarın İtalyanların haddi bildirileceği ve büyük bir meydan muharebesinin icra edileceğini haber verdiler. Herkes tüfengini silmeye süngüsünü yağlamağa başladı. Böylelikle gece saat altıyı bulduğu halde bir türlü o kahramanlar uyku uyuyamıyor nasıl olsa da gündüz olsa diye düşünüyorlardı. Nihayet sabah olmazdan evvel düşmanın hain topları gürlemeye başladı. Hemen arslan ordumuz kahraman urbanımız silah başı olarak fevkalade bir süratle geceden baskına gitmiş olan kardeşlerimize mülakī olmak üzere hareket ettik. Ayaklarımız yere değmez bir halde koşmaya başlayarak üç saatlik bir mesafeyi yirmi beş dakīkada kat’ ile saff-ı harbe karib bir mahalde tevakkuf ettik. Sekiz bini mütecaviz olan alçak düşman bir takım Osmanlı askeri ile yüzü mütecaviz Arabın üzerine ateş ediyor ve süngü takmış ilerlemek istiyordu. Hain düşman yirmi beş nefer askerimizi bile yerinden kaldırmaya muvaffak olamadığı bir zamanda idi ki kumandan-ı muhteremimiz: “Hazır ol! Süngü tak! İleri!” emrini vermiş ve şanlı kanlı süngüler o saniyede düşmanın hain korkak kalbini delmeye başlamıştı. Düşmanın top mitralyöz ve tüfenkleriyle açtığı ateşe gerdiğimiz göğüsler öyle bir göğüsler idi ki dönmek onlar için imkan haricinde idi. Kanlı bir surette on üç saat devam eden bu muharebede tüfenk ve cephane bırakarak kahpeler gibi birbirinin üzerine düşerek kaçmaya başladı; biz de geriden süngülerimizle kurşunlarımızla onların sırtlarını deldik. Üzerime gülleler kurşunlar yağmaya başlayınca validem ve kardeşlerim hatırıma geldi. Lakin biraz sonra binlerce kahraman urbanın “Allahu Ekber Allahu Ekber” sadaları bana her şeyi unutturdu şühedamızın milletimizin intikamıyla titreyen süngümü düşmanın kalbgahına saplamaktan fevk-ı re’simizde dalgalanan hilal-i mübarekin azamet-i şanını Sa­ lib’e karşı göstermekten lisanlarımızdan yükselen Kelimetullahı ta Arş’a kadar i’ladan başka ne bir şey düşünebilir ne bir şey görebilirdim. Kulaklarım hitab-ı ceberutunu işitiyor gibiydi. Nazarımda cihanın ehemmiyeti kalmamıştı. Adım attıkça başka bir alemin alem-i şehadetin gulgule-i saadetini işitiyordum. Şanımızla kanımızla yürüdük ilerledik. Allah nusret verdi; galib geldik muzaffer olduk. Salibi paraladık yerine şanlı Hilal’i diktik… * * * Düşmanın kaçması ne kadar da hoş oluyor. Miskinler alçaklar! Medeniyet getireceklerdi. Kaçacak delik bulamıyorlar. O kadar perişan oldular ki bir daha ilerlemeleri imkan haricinde kaldı. Elhamdü lillah Cenab-ı Hak bize nusret veriyor. Bütün harp mıntıkalarında Salib Hilal’in taht-ı muhasarasındadır. Yalnız Derne’de on beş bini mütecaviz urban son sistem silahlarla müsellahdır. Her taraf böyle. Buradaki mücahidin-i Hiç kimse ölümden kaçmaz bilakis ölüm bizden kaçıyor. Muharebede bir gülle başımda bulunan askeri kalpağını uçurdu yine hiçbir şey olmadım. Abdürreşid Efendi hazretlerinin yolda bilhassa Araplara Müslümanlığımızı anlatmak hususunda büyük muavenetlerine mazhar olduğumuz o muhterem babamızın ellerinden öperim arkadaşım Cudi Efendi’ye selam ederim. Derne’de bir buçuk ay Tobruk’ta on beş gün kaldım. Şimdi de Defne’deyim. Yakında gelirim inşaallah. Ara sıra bizim gazeteye yazı yazan Tunuslu Şeyh Salih Efendi buradadır cümlenize selamlar ediyor. Asker arkadaşlardan Abdürreşid Efendi’ye ve cümlenize selamlar. ---- MATBUAT ---- OSMANLI-İTALYAN MUHAREBESI ---- VE ---- ---- MATBUAT-I CIHAN ---- – “İtalya’nın şu son bombardımanı o kadar gülünç ve ma’nasızdır ki cihan-ı medeniyyeti güldürmeye kendisine karşı bütün insanların a’mak-ı kalbinde uyanan işmi’zaz ve nefret hislerini tezyid etmekten başka bir şeye yaramamıştır.” – “Çanakkale Boğazı’na karşı vukū’ bulan derce kızdırıp asabiyetlerini tahrik edecek mahiyettedir. Bu rezaletlerden umum insanlarla müslümanların nefret etmeleri muhakkaktır.” – “İtalya’nın hükumet-i Osmaniyye hakkında ittihaz eylediği evza’-ı mütecavizaneye karşı Avrupa devletleriyle bilhassa İngiltere’nin sükutu en sonra manı olduğunu isbat etti. Fakat Osmanlılar İtalyanların bu son rezaletlerini de cünununa bağışlayacakları tabiidir.” – “İtalyan’ın cesaret-i mecnunanesi delileri bile güldürmüştür. İtalya emin olsun ki her yapacağı şeyde bir adem-i muvaffakiyyete tesadüf edecek ve en sonra kendi kuyusunu kendi eliyle kazacaktır. – Diyor ki: “İtalya gittikçe terbiye ve edebi tecavüz ediyor. Zannediyor ki böyle şarlatanlıklarla bir muvaffakiyet te’min edebilir. Düvel-i hamse süferasının cevap almalarına müsaade etmeksizin İtalya Çanakkale bombardımanına tasaddi etti. Bu ise sırf bir nümayiştir. Devlet-i Aliyye’yi İtalya hatırı için sulha icbar edebileceklerdir. Avrupa hükumetleri böyle nazik bir sırada muvazene-i düveliyyeyi ancak muhafaza edebilirler. İtalya aklını evvelinden başına toplamış olsaydı Trablus’a tecavüz etmez ve kendisini de bütün aleme karşı rezil ü rüsvay eylemezdi.” – “İskenderiye’de münteşir bu Fransızca gazete de İtalyanlara atıp tutmuş ve bu teşebbüsat-ı ahiresinin neticesiz kalacağını edillesiyle ityan eylemiştir. – Kahire’de intişar eden bu İngilizce gazete dahi; İtalya’yı pek ciddi bir surette tenkīd ederek en sonra İtalya Devleti bil-mecburiyye Avrupa hey’et-i düveliyesinden sukūt edeceğini ve bundan sonra hükumat-ı sagīre idadına dahil olmaya namzed bulunduğunu yazmıştır. – Kahire’de münteşir ve alem-i İslamiyet’te en büyük bir nüfuza malik olan yevmi el-Müeyyed gazetesi birkaç başmakalesini İtalya’nın harekat-ı mütecavizane-i ahiresine hasr ederek min külli’l-vücuh İtalya’yı haksız ve gaddar bir hükumet ve millet olmak üzere göstererek umum milel ve düvel-i mütemeddine ile bilhassa müslümanların bundan sonra İtalya ve İtalyanlarla hasım ve düşman olmaları lazım geldiğini beyan etmiştir. – İngiltere matbuatının en ehemmiyetleriyle bilumum İngiliz milletinin lisan-ı hali makamında olan Times gazetesi İtalya’nın hareket-i ahiresine dair neşrettiği bir makale-i mahsusada İtalyanları tecrübesizlik ve dirayetsizlikle bahisle her bir işin silah kuvvetiyle ileriye götürülemeyeceğini ve İngiltere hükumetinin bundan böyle bi-taraf kalamayacağını ve Adriyatik Denizi’yle Akdeniz’de bulunan sevahil-i Osmaniyye’ye karşı vukū’ buluan İtalya tecavüz ve taarruzatının doğrudan doğruya İngiltere menafiine taalluku olduğunu ve mezkur İtalya-Osmanlı muharebesinin zarar ve ziyanının muhariblerden ziyade bi-taraflara şamil bulunduğunu bir lisan-ı müessirle beyan etmiş ve hükumet-i Osmaniyye’yi kendisini müdafaa ettiğinden dolayı pek ma’zur görmüş olduğunu da ilave eyleyerek genç Türklerin hal-i hazırdaki faaliyetleriyle ıslahat-ı dahiliyye hususunda göstermekte oldukları ihtimamları medh eylemiştir. * * * – Matin gazetesi Çanakkale bombardımanını siyasi bir nümayiş suretinde telakkī ediyor. – L’Humanite gazetesi de taarruz-ı vaki’in Rusya çarının iştirakiyle irtikab edilmiş bir İtalyan şekavetkaranesinden ma’dud bulunduğunu beyan etmiştir. Mösyö Jores Rusya’nın oynadığı oyunun neden ibaret bulunduğunu sual ettikten sonra hükumet-i mezkurenin müdahalesi netayic-i meş’ume tevlid eyleyebileceğini ilaveten dermiyan ediyor ve diyor ki: “Fransa Rusya ile İngiltere’nin menafi’-i mütezaddesi arasına düşmek tehlikesine ma’ruzdur.” * * * Rus gazetelerinin beyanatına göre Rusya ile İtalya arasında bir i’tilaf mevcud bulunduğuna dair şayi’ olan havadis Rusya Hariciye Nezareti’nce tekzib edilmekte bulunmuştur. Rusya Hariciye Nezareti muhafaza-i bi-tarafi etmek arzusunda bulunan Rus hükumetinin İtalyan harekatından dolayı protestoda bulunmayacağı lakin Boğazların mesdudiyeti edeceğini beyan etmektedir. – Rus matbuat-ı mühimmesinden Reç gazetesi yazdığı bir makalede diyor ki: “Düvel-i muazzamanın teşebbüsüyle bombardımanın vukūu bir zamana tesadüf etmesi Rusya’nın İtalya’ya gizlice muavenette bulunduğu zannını tevlid eyliyor. Mösyö Sazanof buna dair umumi izahatta bulunmalıdır. Rusya kendi namının düşünülmemiş ve tehlikeli bir hareket-i tali’-cuyaneye teşrik edilmemesini taleb etmek hakkına bile maliktir.” * * * – “Gazetemize Berlin’den gönderilen bir telgrafda deniliyor ki: “İtalyanların Çanakkale medhalindeki istihkamlara icra ettikleri bombardımanın akīm kaldığı anlaşılıyor. Alman menafi­ rinde her halde nazar-ı dikkate alınacaktır. Türkiye’nin kendi müdafaası için ittihaz eylediği tedabiri geri almaya icbar edilemeyeceğini mevcud ahval gösteriyor. Fakat Babıali’nin aynı zamanda menafi’-i zatiyyesi dolayısıyla bombardımandan evvel mevcud şerait tahtında olarak Çanakkale’yi sefain-i beyne’l-milele küşad için her şeyi yapacağı tahmin edilebilir. İtalya’nın Rusya ile hem-ahenk olarak hareket eylediğine dair olan iddiaya gelince bunun asıl ve esasdan ari bulunduğu te’min edilmiştir.” – Çanakkale bombar[dı] manının adaların işgalini gizlemek maksadıyla icra edildiğini ve bombardımanın bir daha tekerrür eylemeyeceğini mezkur gazete de mevsuk bir menba’dan istihbar etmiştir. – Berliner Tageblatt diyor ki: “İtalyanların farfaralığı Preveze ile Yunan Denizi harekatını andırıyor.” – Bu gazete de izhar-ı endişe ederek Avrupa sulh ve müsalemetinin Rusya’nın mukarreratına tabi’ bulunduğunu beyan eylemektedir. – Bu usul dairesinde icra-yı harbin ve top ile oynamanın kariben hitam bulması kat’i olmadığını beyan eylemiştir. – “İtalyanların Adalar Denizi filosunun Cezair-i Bahr-i Sefid’de yeniden iğtişaşata sebeb olmayacağı ümid edilmek icab ettiğini” dermiyan ediyor. * * * Bilumum Avusturya matbuatı başta Neue Freie Presse gazetesi olduğu halde İtalya hareket-i ahiresinin her tarafda umumi bir hoşnudsuzluğu mucib olduğunu beyan etmektedirler. Binaenaleyh matbuat-ı mezkure tarafından; İtalya’nın Çanakkale bombardımanına kalkışmasını na-be-hengam telakkī edip İtalyanların pek mecnunane bir harekette bulunduklarını Avrupa hey’et-i düveliyyesi nazarında kendi kıymet ve haysiyetlerini gitgide böyle çocukluk ve çılgınlıklarla gaib edeceklerini de dermiyan eylemişlerdir. * * * Roma’da intişar eden Mesagerio gazetesi diyor ki: “Hareket-i ahire İtalyan serbesti-i hareketinin devletlerden hiç biri tarafından duçar-ı mevani’ olmayacağını gazetesi de şu satırları yazıyor: “Bir muharib sıfatıyla haiz olduğumuz hukūkun isti’malinden mütevellid bazı rahatsızlıklara düvel-i muazzama pek iyi tahammül edebilirler.” * * * Bulgaristan Matbuatı: Sofya’da intişar eden gazeteler Çanakkale bombardımanı hakkında atideki mütalaalarda bulunuyorlar: “Çanakkale bombardımanının burada husule getirdiği şiddetli teessürat bombardımanın alel-ade bir nümayişten anlaşılması üzerine büsbütün zail olmuştur. İtalyanların Çanakkale’den her halde geçeceklerine zahib olan Makedonya mahafili onların oradan geçemediklerini görünce aldandıklarını anlamışlardır. Çanakkale medhalindeki istihkamların bombardımanı gerek ahval-i harbiyye gerekse Balkan ahvali üzerinde hiçbir tebeddül husule getirmeyeceği fikri hal-i hazırda mahafil-i siyasiyyede galib gelmektedir.” Muharebeyi sevk ve idare eden esbab-ı ma’neviyye serlevhası altında Tanin refikimiz numaralı nüshasında şu mütalaatta bulunuyor: Trablus mücahidleri İtalya’nın yalnız memleketlerine Osmanlı[lı]ğa değil İslamiyet’e de taaddi ettiği fikrindedirler. Bunun için harbe münhasıran Osmanlılığın ve vatanın muhafazası için değil belki daha ziyade hissiyat-ı mukaddese-i diniyyenin sevkiyle atılıyorlar. Sahne-i harbde lisanları zikir ve tehlil ile meşgūl: Kalbleri din aşkı Allah ve Peygamber aşkı bütün mukaddesat aşkı ile meşbu’dur… Trablusgablılara Osmanlılık’tan bahs edince onlar “İslamiyeti Halife ve Sultan’ı” anlar… Trablusgarblılar hükumete belki Anadolu ahalisinden ziyade muti’dir denilebilir… Fakat bütün bu itaatlerinde teslimiyetinde Trablusgarblı herşeyden evvel “İslamiyet’i Halife ve Sultan’ı” düşünür ve o nama boyun eğer. İşte bu esbabın sevkiyledir ki Trablusgarb ahalisi İtalya’yı bütün mukaddesat-ı vicdaniyyesine Hilafet’e ve dine taaddi etmiş addediyor ve her şeyden evvel bu nam ve hesaba mücahedelerinde devam eyliyorlar. Yalnız Trablusgab ahalisi mi? Bütün Afrika memalik-i İslamiyyesi bütün alem-i İslamiyyet de aynı hisle mütehassis aynı te’sirle muztaribdir. Buna kanaat getirmek için Trablusgarb sahne-i harbine ve mücahidlere bakmak kafidir. Bugün orada düşmanla fedakarane çarpışan mücahidin arasında aylarca yollar kat’ ederek ve bir çok meşakkatler çekerek gelmiş bir çok İslam vardır… Fas ve İran’ın ahiren duçar olduğu akıbet-i elimeden Afganistan’ın olduğu hakkında Fossiche Zeitung gazetesi tarafından bazı ma’lumat verilmiş olduğunu ajans telgrafnameleri beyan eylemiş idi. Fossiche Zeitung gazetesinin posta ile varid olan son nüshasında bu babda tafsilat-ı atiyye görülmüştür: “Afganistan emiri eser-i intibah ve hareket gösteriyor. Müşarun-ileyh kainatta ve alem-i siyasette ne gibi ahval cereyan eylediği hakkında doğrudan doğruya ma’lumat almak kadar Afgan emiri İran’a İngiliz gözlüğüyle bakıyor idi. Emir artık bu gözlüğü kafi görmüyor. Asya’da ve bahusus Afganistan civarında son zamanlarda inkılabat-ı azime vukū’ buldu koca Çin Devleti cumhuriyete münkalib oldu. Tibet ile Moğolistan beyne’l-milel siyasetin anaforuna girmek üzere bulunuyor. İran bu siyasetin akıntısına büsbütün kapılmak üzere bulunduğundan mahv ü gark olmasına bir şey kalmamıştır. Binaenaleyh Afganistan’ın ahval ve vukūat-ı cihana layıkıyla vukūf kesb edip İran’ın arkasından çah-ı inkıraz ve mahva gitmemek için tedabir-i lazıme ittihaz eylemesinin vakti gelmiştir. Kalküta’dan Londra gazetelerine ciyyeye kesb-i ıttıla’ etmek üzere müstakıllen bir İstıtlaat Dairesi teşkil eylemiştir. Bu daire erkanı memalik-i Osmaniye ile Emirin biraderlerinden Nasrullah Han Asmar civarında sakin Mohmand kabailinin arazisini Afganistan’a ilhak için kabail-i mezkure rüesasıyla müzakeratta bulunmaktadır. senesinde İngiltere ile Rusya arasında Asya-yı Vusta hakkında akd olunan ve İran’ın bais-i felaketi olan muahede-i mezkure İran ve Afganistan’ın bekasına bir nihayet vermek maksadıyla akd edilmiştir. Muahede-i mezkurenin akdinde İran’ın asla re’y ve fikri alınmamış olduktan başka bu muahede birkaç hafta mukaddem cebren ve kahren İran hükumetine tasdik ettirilmiştir. Muahede-i mezkurede Afganistan hakkında dahi bir madde-i mühimme vardır. Şu kadar var ki bu maddenin tatbik edilişi İngiltere hükumeti tarafından madde-i mezkurenin Afganistan emirine kabul ve tasdik ettirilmesine ve emirin tasdiki İngiltere hükumeti tarafından Rusya hükumetine tebliğ olunmasına vabestedir. Bundan mukaddem madde-i mezkure mevki’-i fi’le konulamayacaktır. Afganistan emirinin bu maddeyi tasdik eylediği ve bunun İngiltere tarafından Rusya’ya tebliğ edildiği hakkında henüz kat’i ma’lumat alınamamıştır. Maa-haza bu tasdikin vaki’ olmuş olması pek muhtemeldir. Çünkü madde-i mezkurenin zahirisi Rusya ile larına münhasır gibidir. Zaten Afganistan emirinin Rusya mukavemette bulunması kabil değildir. Binaenaleyh emir bu maddeden evvelce endişe-nak olmamıştır. Fakat ahiren halde tedhiş eylemiştir. Rusya-İngiltere muahedesinin metninde hede-i mezkurede İran Devleti’nin tamamiyet-i mülkiyye ve de bu te’minatın kuru ve esassız bir şey olduğunu İran pek acı tecrübe eyledi. Şimdi Afganistan emiri memleketinin başına İran’a gelen felaketin gelmemesi esbabını istihzara çalışıyor. Emirin bu tedabiri kendisinin gayet akıl ve dur-endiş olduğunu irae ve si’nden her sene aldığı tahsisat-ı azimeye mukabil memalik-i ecnebiyyede sefir bulundurmamayı taahhüd eylemiştir. Şimdiye kadar Afganistan hükumeti memalik-i ecnebiyye la icra ediyor idi. Başka devletler dahi İngiltere vasıtasıyla Afganistan ile münasebat ve muamelatta bulunuyorlar. hariçte bir pencereye malik idi ki o dahi İngiliz hükumet-i Hindiyyesi idi. Yukarıda derc eylediğimiz telgrafname Afganistan hükumetinin mezkur hale bir nihayet verdiğini isbat eylemiştir. Tabii emir-i Afgan istihbarat için memalik-i ecnebiyyeye gayr-i resmi me’murlar gönderecektir. Afganistan emirinin istihbarat me’murlarını ilk İran ve Türkiye’ye göndermesi ziyadesiyle ma’nidardır.. Emirin bu kararı diğer memalik-i İslamiyye’nin efkarına kesb-i ıttıla’ etmek istediğine delalet etmektedir. Afganistan hükumetinin Hindistan-ı İngilizi hududundaki aşayirin arazisini Afganistan mülküne ilhak için müzakeratta bulunması emirin delalet etmektedir.” Fransa’da Ahval-i Hazıra-i İctimaiyye “Fransa’da fuhuş ve cinayet çoğalıyor kanunsuzluk ve bin-netice anarşi hüküm sürüyor. Hey’et-i udul ma’siyetkarane bir müsamaha ibrazıyla en müdhiş canileri tebriye ediyor meyhanelerin adedi artıyor nüfus tenakusda berdevam ahlaka mugayir ef’al ve harekat her sene birer nisbet-i hendesiye ile tekessür etmekte hülasa size en siyah ve dumanlı hükümler verdirebilecek ne kadar vekayi’ var ise Fransa’da hayreti mucib bir mebzuliyetle müşahede ediliyor!” ŞUUN MECLIS-I MEB’USAN-I OSMANI – Nisan’ın beşinci günü Meclis-i Umumi-i Osmani merasim-i mahsusa ve kemal-i ihtifal ile küşad edildi. Yeni meb’usan sadrazam ve hey’et-i vükela salona geldikten sonra zevali saat ikiyi dört geçe zat-ı hümayun-ı hazret-i Hilafet-penahi şehzadegan hazeratı serkatib ve serkarin ve teşrifat-ı umumiyye nazırları beyefendiler ve yaveran ile Meclis salonunu teşrif buyurdular. Serkatib beyefendi kırmızı atlas kese derununda bulunan nutk-ı hümayunu bit-telsim sadrazam paşaya tevdi’ etti. Müşarun-ileyh dahi ba’de’t-telsim gayet yüksek bir sesle zat-ı hazret-i padişahi namına atideki nutk-ı Muhterem a’yan ve meb’usan Her memlekette meşrutiyetin feyz-bahşa ve müsmir bir surette istikrar ve inkışafı kuvve-i teşriiyye ile kuvve-i icraiyye beyninde adl ü muvazenetin tesbit ve te’minine mevkūf bulunmasına ve bu ümniyenin husulüne sai olan hükumetle kuvve-i teşriiyye arasında ihtilaf vukū’ bulmasına mebni Kanun-ı Esasi mucebince Meclis-i Meb’usan’ın feshini irade etmiş idim. Yine Kanun-ı Esasi ile muayyen olan müddet zarfında intihabat-ı cedide icra edilerek bugün Meclis-i Milli’nin küşadına bi-lutfihi teala muvaffakıyet hasıl oldu bu münasebet-i hayriyye ile de Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena eder ve cümlenize beyan-ı hoş-amedi eylerim. Meşrutiyet-i idarenin ma-bihil-kavamı olan Kanun-ı Esasi’nin ihtiyacat-ı memlekete göre ikmal-i ta’dilatı birinci derecede ehem ve elzemdir. Meclisinizin evvel-emirde bu cihete sarf-ı ihtimam etmesini ve tevdi’ olunacak kavanin layihalarının sür’at-i tedkīk ve tasdikini ve bunların hin-i müzakeratında geçirilecek her dakīkanın hayat-ı millette pek kıymetdar olduğunun nazar-ı ehemmiyetten dur tutulmamasını hamiyet-i vataniyyenizden beklerim. Memlekette ticaret ve ziraat ve sınaatin bi-hakkın inkişafı emn ü asayişin takririne ve kavaid-i adl ü müsavatın tamamen tatbikine vabestedir. Bu maksadın fiilen te’mini zımnında dabir-i mukteziyyeyi bila-imhal mahallinde ittihaz ve tatbik eylemek üzere Dahiliye nazırımızın riyaseti tahtında Rumeli’ye bir hey’et-i mahsusa i’zam olunmuş ve hey’etçe takarrur eden ıslahat peyderpey tatbik edilmekte bulunmuştur. Sair vilayatımız ihtiyacatının dahi tedkīki arazi mesailinin halli ve aşairin iskanı için de ayrıca hey’etler i’zamı mukarrer bulunmuştur. Umur-ı nafiaca keşfiyat-ı ibtidaiyyesi icra kılınan ve Anadolu’ya bir hayat-ı cedide verecek olan Samsun-Sivas Erzincan-Erzurum ve Trabzon-Erzurum demiryolları hakkında müzakerat cereyan eylemekte olduğu gibi Anadolu hatlarını Sivas hututuna rabt edecek olan demiryolunun ehemmiyet-i azimesine mebni sür’atle inşası esbabı tedkīk edilmekte ve Manastır’dan Yunan hududuna Kumanova’dan Bulgar hududuna kadar da birer hatt-ı hadidi inşası için şirketlerle müzakerede bulunulmaktadır. Üsküb-Kalkandelen-Gostivar şimendüferinin de mukavelesi akd edilmiş olup meclisinize tevdi’ olunacaktır. Varidat-ı devlette sinin-i sabıkada olduğu gibi üç yüz yirmi yedi senesinde de pek mühim bir tezayüd vardır. Üç yüz yirmi sekiz senesi bütçesinin meclisinizce sürat-i mümkine Senelerden beri sefk-i dimaya sebeb olan Yemen mes’elesi oralardaki kuvve-i askeriyyemiz kumandanı ve erkan-ı harbiyemiz reisi İzzet Paşa’nın ittihaz eylediği tedabir-i askeriyye ve hakimane ile hüsn-i suretle hallolunarak hamden lillah sükun hasıl olmuş ve Asir cihetlerinde dahi iade-i sükun için tedabir-i askeriyye ittihaz olunmuştur. Sadık ve kıymetdar bir me’murumuz olan Sisam Beyi Kopas Efendi hakkındaki suikast mucib-i teessüfümüz olmuştur. Girit’de hukūk-ı hükümranimizin muhafazası esasında müttehid bulunduklarını ve bu esasa mugayir bir hareketin vukūuna müsaade etmeyeceklerini İngiltere Fransa ve Rusya devletleri bize te’min etmişlerdir. Hükumetimiz bu mes’elede teyakkuz ve tabassurla hareket etmekte olduğundan ahvalin kesb edeceği şekle göre tedabir ittihaz ve hukūkumuzun muhafazasında sebat edilecektir. Kuva-yı harbiyemizin terakkıyat-ı ahiresi mucib-i memnuniyyet bir halde olup bunun bir kat daha tekemmülü esbabına ruf olan mesai sulh ve asayişin muhafazasına ve hukūk-ı memleketin müdafaasına ma’tufdur. Siyasiyat-ı hariciyyemizde hükumetimizin ta’kīb ettiği hatt-ı hareket mu’tedil fakat metin olmak ve hukūkumuzun tamamen muhafazasıyla hukūk-ı ahara tecavüz etmemek esasına müstenid bulunmak i’tibarıyla düvel-i muazzama-i mütehabbe ve komşu hükumetlerle olan münasebat-ı siyasiyyemiz kema-kan samimi ve her tarafdan mütekabilen ib­ raz olunan measir-i i’tilaf ve müsalemet-perverane ile daha ziyade müsta’idd-i inkişaf ve inbisattır. Devletimizle İran Devleti beyninde muhtelifün-fih olan hudud mes’elesinin hallini arzu eylediğimizden esasat-ı ahdiyyenin tebyini suretiyle hukūk-ı tarafeyni te’min ve hududu suret-i kat’iyyede ta’yin eylemek üzere Osmanlı ve ve müzakerata ibtidar olundu. Müddet-i muayyene zarfında rak bazı nikat hakkında i’tilaf hasıl olamaz ise bunlar Lahey Mahkeme-i Tahkimiyyesi’ne ibraz edilecek ve bil-cümle düvel-i mütemeddine rical-i hukūkundan mürekkeb olan böyle bir mahkemenin vereceği karar bit-tabi’ ma’mulün-bih olacaktır. Bi-gayri hakkın ve uhud ve usul-i beyne’d-düvele mugayir olarak İtalya tarafından açılan harp her tarafdan gösterilen arzu-yı sulha rağmen devam ediyor. Biz de sulhu arzu ederiz. Ancak bu harbin sulh ile neticelenmesi hukūk-ı hükümranimizin fiilen ve tamamen idame ve ibkasıyla kabildir. Asakir-i berriyye ve bahriyyemizin ve mücahidin-i necibe-i Arap evladımızın hak-i pak-i vatanın müdafaa ve muhafazası hususunda ibraz etmekte oldukları azm ü besalet ki el-hak sezavar-ı takdirdir tarih-i askeri ve millimize şanlı bir sahife ilave etmiştir. Şehidlerimizin ervahına Fatihalar ve gazilerimize selam ve dualar ithaf ederim. Mevcudiyetlerini muhafaza ile selamet ve refahet-i umumiyyelerini te’min eden milletler bu saadete anasır-ı mürekkebelerinin at-i memleketin her şeyden akdem ve akdes tutulmasını ve müttehid bulunulmasını kemal-i ihlas ile cümleye tavsiye eylerim. Selamet-i mülk ü millet uğrunda masruf olacak mesainizin tevfikat-ı Sübhaniyye’ye mazhariyetini Cenab-ı Hak’tan niyaz ve Meclis-i Umumi’yi küşad ederim. Nutk-ı hümayun ikiyi yirmi geçe hitam buldu. Ba’dehu Nakībü’l-eşraf efendi hazretleri ve a’yandan Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretleri müteakıben dua eylediler. kiramının mükerrer alkışları arasında maiyet-i mülukaneleriyle hitam verildi. Ba’dehu zat-ı hazret-i mülukane maiyet-i seniyyelerinde zevat-ı müşarun-ileyhim hazeratı olduğu halde Tophane Meydanı’nda vaki’ Nusretiye Kasrı’nı teşrif buyurmuşlardır. Burada i’malat-ı harbiyye devairi muhafazasına me’mur tabur tarafından zat-ı hazret-i padişahiye taam numunesi takdim edilmiş ve ekmek makarna irmik helvasından ibaret olan taamlardan lutfen tenavül buyurularak efrada atiyye-i seniyye ihsan ve tabur kumandanına da mahzuziyet-i şahanelerini beyan buyurmuşlardır. § Veliahd-ı saltanat hazretleri nezleden muztarib oldukları cihetle merasime iştirak buyuramamışlardır. – İsmi okunan meb’us birer birer kürsi-i hitabet ö­ nüne gelerek “Zat-ı hazret-i padişahiye ve vatana hüsn-i suretle hizmet edeceğime ve Kanun-ı Esasi’ye ve uhdeme tevdi’ olunan vazifeye sadakatle hilafından mücanebet eyleyeceğime vallahi” tarzında yemin ediyordu. Yeminin tekrarına hacet olmadığına hakk-ı yemin ma’lum olduktan sonra işaretle kasem caiz olabileceğine dair Sadrazam Said Paşa’nın beyan-ı mütalaası ve Şeyhülislam efendinin tasdikı üzerine metnin tekrarına hacet görülmemiş mevcud meb’usanın esamisi okunarak her birinin kürsi-i hitabet önüne gelerek yalnız “Vallahi” demesiyle iktifa edilmiştir. Bundan sonra gelecekler meb’usan reisi huzurunda yemin edeceklerdir. – En müsinni Ahmed Mahir Efendi Kastamonu kürsi-i riyasete çıktı; en gençleri Hasan Ferhad Karesi Hakkı Baha Bursa Kazım İzmir Hakkı Sinop beyler de kitabet mevkiine geldiler. – Hakimiyet-i milliyyenin temessülgahı olan Meclis-i Ali’nin bugün yeniden küşadıyla hayat-ı Meşrutiyyet’in ikinci devre-i ictimaiyesi idrak edildiğinden dolayı Cenab-ı Hakk’a teşekkür olundu. Vatan-ı mukaddesin bir uzv-ı kıymetdarı olan Trablusgarb’da din ve vatan uğrunda feda-yı hayat eden mücahidin-i İslamiyyenin cümlesine meclis namına ihda-yı selam ve daima mansur ve muzaffer olmaları duası yek-zeban ve yek-vicdan olarak alkışlarla tekrar edildi. – Mevcud meb’usanın adedi olması hasebiyle ekseriyet-i mutlaka bulunmadığından mü­ zakereye imkan görülememiş müzakere ekseriyet husulüne ta’lik ile meclise hitam verilmiştir. Zat-ı hazret-i padişahi Cuma günü Hırka-i Saadet’i ziyaret ettiği esnada mahadim-i kiramı da maiyetinde bulunuyorlardı. – Yeni inşa edilen köprü yerine vaz’ edilip abirinin müruru te’min olunmuştur. – Kahire’den Secolo gazetesine iş’ar edildiğine nazaran Yemen’deki İdris; asakir-i Osmaniyenin cesaret ve şecaat-i fevkaladelerine karşı tab-aver-i mukavemet olamayarak birbirini mütevali iki defa hezimete duçar olmuştur. – Rusya sefir-i cedidi Mösyö Dökirs merasim-i mu’tade ile saray-ı hümayuna gidip huzur-ı padişahiye kabul ile i’timadnamesini takdim etmiştir. Hariciye Nazırı Asım Bey de hazır bulunuyordu. Sefir tarafından samimi bir nutuk irad edilmiş ve zat-ı hazret-i padişahi tarafından da bil-mukabele münasib cevap verilmiştir. – Zabitan-ı Osmaniyye’den bazılarının li-ecli’t-tahsil Fransa Tayyarecilik Mek­ tebi’ne i’zam olunacakları evvelce yazılmıştı. Alınan ma’lumat-ı mevsukaya nazaran şu son günlerde Harbiye Nezareti’nce Edirne İnşaat Komisyonu’na me’mur Kolağası Cemal ve Birinci Kolordu zabitanından Yüzbaşı Refik Feyzi Salim ve Mülazım-ı Sani Nuri Beyler ta’yin ve i’zam olunmuşlardır. Atideki ma’lumat darü’l-harbdeki kumandanların iş’arı üzerine Harbiye Nezareti’nden Osmanlı Ajansı’na tebliğ edilmiştir: – Mart’ın ’inci Cumartesi günü İtalyanlar Der­ ne’nin şark istihkamından top atışına başlayarak yüzü mütecaviz mermi endaht ve bu suretle civar arazide askerimizin adem-i mevcudiyyeti hakkında emniyet hasıl ettikten sonra bir alay piyade ve bir batarya ile mezkur istihkamın bir kilometre kadar ilerisine gitmişler ise de şark kuvveti ile garbdan bir küçük kuvvetimizin karşılarına gittiklerini görmeleri üzerine uzaktan derhal geri dönerek istihkamat hattına geri çekilmişlerdir. – İkinci Kolordu Kumandanlığı ile Bahr-i Sefid Mevki’-i Müstahkem Kumandanlığı’nın Harbiye Nezareti’ne manın sekiz zırhlısı Bahr-i Sefid Boğazı’nın medhalinde bulunan tabyalarımızı bombardıman etmeye başladıklarından tarafımızdan dahi müsteinen bi-tevfikihi teala mukabele edilmiştir. İşbu bombardıman saat ikiye kadar devam etti. Düşman Orhaniye tabyasına Kumkaleye Seddülbahir’e ki cem’an büyük çaplı mermi endaht etmiştir. Buna mukabil bizim Orhaniye tabyamızdan ve Ertuğrul’dan mermi atılmıştır. Düşmanın attığı mermilerden hiçbiri tabyalarımıza tesadüf etmemiş ve binaenaleyh asakir-i muharibemizden hiç birinin burnu bile kanamamıştır. Yalnız Orhaniye kışlasında bir koğuş yıkılmış ve bir de hayvan telef olmuştur. Kumkale ve Seddülbahir koğuşlarının birer köşelerine mermi isabet etmekle enkaz altında kalan gayr-i muharib bir nefer şehid ve biri de mecruh olmuştur. Düşman sefaini tabyalarımızın müessir ateşi altına girmeye cesaret edemeyerek on bin metre mesafeden ateş etmiştir. Ve tabyalarımıza hiçbir mermi isabet edememesine mukabil bizim tarafdan atılan mermiden tahminen beşi hedefe isabet eylemiştir. Esna-yı muharebede Ertuğrul tabyasından atılan bir mermi düşman sefain-i harbiyesinden birine tesadüf etmekle sefine-i mezkure hatt-ı muharebeyi terke mecbur olmuştur. Düşmanın şu tecavüz-i nagehanisi üzerine Bahr-i Sefid Boğazı’nda evvelce sefain-i ticariyyenin müruruna mahsusan torpilsiz bırakılmış olan geçit mahalline dahi torpil ilka edildiğinden mezkur boğaz i’lan-ı ahire kadar sefain-i ticariye Bu şiddetli bombardımana karşı müdafaa-i kahramananede bulunan ağır topçu askerlerimizin kuvve-i ma’neviyyesi fevkaladedir. Sunuf-ı saireden olan askerlerimiz de cenkleşmeye amadedir. Her tarafda ahali sakin ve heyecan mefkūddur. Düşman sefain-i harbiyyesi ateşi kestikten sonra Seddülbahir tabyasının arkasına doğru gitmiştir. – Sisam Emareti’nden Dahiliye Nezareti’ne yazıldığına göre Nisan’ın beşinci günü vasati saat beş buçukta yaptıktan sonra uzaklaşmış biraz sonra bir kruvazör ile beraber limana avdet eylemiştir. Kruvazör bir gune mutalebede bulunmaksızın ve kavaid-i hukūk-ı düvele riayet etmeksizin Osmanlı sancağı mütemevvic bulunan kışlayı topa tutmaya başlamıştır. Bu sırada limandaki İhsaniye Vapuru süvarisi tarafından baştankara edilip mürettebatı çıkarılmıştır. Torpidonun limana takarrubu üzerine kışla ve cephanelikteki asakir-i Osmaniyye sancağı müstashiben icab eden tedabiri almıştır. Kasabaya atılan mermilerden top anbarı mekari hayvanatı ahırı yanmış müzehanenin bir duvarıyla bir hane kamilen tahrib olunmuş ve ahaliden iki kişi yaralanmıştır. Bombardımandan üç saat sonra kruvazör ve torpido semt-i mechule müteveccihen limandan hareket etmişlerdir. – Alaçatı’daki telsiz telgraf aletine vukū’ bulan bombardımana dair mahallinden Dahiliye Nezareti’ne ber-vech-i ati ma’lumat varid olmuştur: “Nisan’ın yedinci Cumartesi günü alaturka saat üç buçukta “Alaçatı” nahiyesinin sekiz dakīkalık mesafe haricinde bulunan telsiz telgraf düşman filosundan bir torpido girerek keşfiyat icra etmiş ve bir müddet sonra üç bacalı “Pizza”zırhlısı sisteminde bir harp gemisi mezkur limanda torpidonun yanına demirleyerek saat beş buçukta her ikisi tarafından top atışına başlanarak doksan bir mermi atılmış ve bunlardan yalnız bir tanesi isabet ettirilebilmiştir. Halbuki hedef olan “Antelin” kulesi seksen beş metre irtifaında idi. Son merminin kulenin bir tarafına isabetinden sonra gemiler ateşi kesmiş ve on dakīka sonra tekrar ateşe başlayarak iki yüz on yedi mermi atmışlardır. Bu mermilerden birkaçı telgraf binasının şimal ve garb cihetlerinin saçaklarını kırabilmiştir. Şehrin hariç ve dahilinde cüz’i ve külli hiçbir zarar vaki’ olmadığı gibi nüfusca da zayiat yoktur. Ahalinin bombardıman esnasında ibraz eylediği metanet ve sükunet şayan-ı medhdir.” – Bu hafta zarfında müteaddid defalarda Meclis-i Vükela ictima’ ederek Osmanlı-İtalya harbi dolayısıyla düvel-i muazzamadan beşi tarafından geçen hafta Hariciye Nazırı Asım Bey nezdinde vaki’ olan sulh tavassutuna verilecek cevap hakkında uzun müddet müzakeratta bulunarak cevabi tebliğnamenin tanzimiyle meşgūl olmuşlardır. Bu babda alınan ma’lumata göre mezkur cevabnamede vaki’ olan tavassutlarından dolayı düvel-i müşarun-ileyhime beyan-ı memnuniyyet ve bi-gayri hakkın uhud ve usul-i beyne’d-düvele mugayir olarak İtalya tarafından açılan harbin bidayetinden bugüne kadar safahatı ta’dad edildikten sonra gösterilen arzu-yı umumiye rağmen harbin el’an devam etmekte olduğu ve harbin sulhen neticelenmesi hukūk-ı hükümrani-i Osmani’nin fiilen ve tamamen idame ve ifası esasıyla kabil olabileceği dermiyan ve devletlerin teşebbüsatının alacağı neticeye intizar edilmeksizin vakıanın semeredar olabilmesini işkal edeceği beyan olunmuştur. Hususat-ı mezkureyi ihtiva etmesi i’tibarıyla mufassal olan cevabname tasdik-i şahaneye iktiran edilmiş ve düvel-i muazzama süferasına Hariciye müsteşarı tarafından tebliğ olunmuştur. – olunan Çanakkale Boğazı’nın sefain-i ticariyyenin mürur ve uburuna küşade bulundurulması hakkında düvel-i muazzama süferasının Babıali nezdinde teşebbüsatta bulundukları bazı telgraf ajansları tarafından ihbar olunmuş idi. Bu mes’elede alakadar olan süferanın beyanatına nazaran mesdudiyet-i vakıa bir müdafaa-i meşruadan mütevellid olması caata lüzum görmemişlerdir. – Kablo ta’miri İtalyanlar tarafından duçar-ı tahrib olan Marmaris ile Rodos arasındaki kablonun ta’miratının ikmaliyle muhaveratın devamı te’min edildiği merciine keşide olunan telgrafnameden anlaşılmıştır. – İlk taarruzdan sonra düşman filosonun Çanakkale’ye yanaşamadığı ve kasabada dahi asayiş mükemmel olduğu mahallinden Harbiye Nezareti’ne vukū’ bulan iş’ardan anlaşılmıştır. – İtalyanların Akdeniz’de harekat-ı bahriyyede bulunması İmroz Limni Sakız ve Bozcaada’nın resmiyyede zannolunmaktadır. – Adalar’ın vesait-i istihbariyyesini teşkil eden kablo hattının düşman tarafından kat’ edilmesinden dolayı İzmir ve saire gibi sevahil-i Osmaniyye’ye uğrayan sefain-i ticariyye kaptan ve yolcularından ma’lumat – Bu hafta zarfında ictima’ eden Meclis-i Vükela’da Çanakkale Boğazı’nın sefain-i ticariyyeye küşadı mes’elesi mevzu’-ı bahs olmuş ise de bu babda henüz bir karar-ı kat’i ittihaz olunmamıştır. – Esnafın fırsattan istifade maksadıyla havayic-i zaruriyyeden olan ve Belediye Kanunu’na tabi’ bulunan eşyaya gali fiat ta’yin etmekte oldukları nazar-ı dikkate alınarak bu babdaki havayic-i zaruriyyenin en başlıcalarından bulunan yirmi dört kalem eşyaya fiat ta’­ yin edilip matbuat vasıtasıyla neşrettirilmiştir. – Rusya’nın Bahr-i Siyah filosunun amirali mezkur filonun hal-i seferberiye vaz’ edilmiş olduğuna dair deveran eden şayiayı suret-i kat’iyyede tekzib eylemiştir. Muma-ileyh İtalya’nın hareket-i bahriyyesi hükumet-i Osmaniyye’yi korkutacak derecede şiddetli olmadığı mütalaasını da dermiyan etmiştir. – Boğazlar’ın seddi menafi’-i beyne’l-milele muhalif olduğu cihetle Rusya hükumetinin Babıali nezdinde protestoda bulunacağına dair Petersburg’da bazı şayiat deveran etmekte olduğu şehr-i mezkurda suret-i hususiyyede tekzib edilmiştir. – Turhan Paşa Rusya Hariciye Nazırı Mösyö Sazanof ile mülakat eylemiş ve nazır-ı müşarun-ileyh Rusya’nın hissiyat-ı dostane perverde eylediğine dair te’minat-ı lazımede bulunmuştur. Boğazlar’ın seddi mes’elesine gelince: Bu muvakkat bir müddet için olduğu takdirde Rusya bir i’tiraz dermiyan etmeyecekmiş. – Trablus’dan gelen mektuplara nazaran tedkīkat icrası için harpten evvel Fizan’a azimet etmiş olan İtalyan Hey’et-i Fenniyyesi a’zası esna-yı rahda tevkīf edilerek Cebel-i Garbi’ye gönderilmiş ve orada hapsedilmişlerdir. – Senusi hazretleri tarafından güya on munu emreylediğini İtalyanlar işaa etmektedirler. Böyle bir şayiat-ı kazibe ile tağlit-ı ezhana müsaraat ediyorlar. Senusi hazretleri ise günden güne etbaını meydan-ı harbe gönderiyor. Kendisi de ordugah-ı Osmani’ye takarrub etmekte ve – İtalya ahval-i ictimaiyyesine vakıf olan ecnebi rical-i siyasiyyesinden birinin Fransız gazetelerden birinin muharririne beyan eylediğine göre Avrupa matbuatının Çanakkale taarruzuna karşı isti’mal eylemiş olduğu lisan İtalya’da pek fena bir te’sir husule getirecektir. İtalya efkar-ı umumiyyesi Çanakkale bombardımanından muvakkaten memnun olduktan sonra bunun Trablusgarb ve Bingazi hezimetlerine munzam olan yeni bir hezimet olduğunu öğrendikleri zaman şedid bir inkisar-ı hayale uğrayacaklarını ve İtalya hükumetinin harb-i hazırı bir netice-i haseneye yine mezkur diplomat söylemiştir. İtalya efkar-ı umumiyyesi bu suretle me’yus olduktan sonra hükumet aleyhine harekete başlayacak ve ahali tarafından vukū’ bulacak böyle bir aksü’l-amelin derecesini şimdilik kimse tahmin edememekte olduğunu da dermiyan eylemiştir. – Balkan gazetesinde okunduğuna göre Nisan akşamı Filibe’de feci’ bir cinayet irtikab edilmiştir. Filibe eşrafından Saib Efendi-zade Ali Bey ve Yahya Ağa-zade Ali Efendi Ümmiye’nin Ali feci’ bir surette katledilmiştir. Vak’a Filibe’de Filibe’nin en Kalabalık mevkiindeki kibar kahvehanelerinin birinde vukū’ bulmuştur. Esbab-ı cinayeti öğrenenler bunun evvelden müretteb bir şey olduğuna hiç şübhe etmezler. Hiç şübhe etmezler ki bu bir icra me’muruna verilmiş o da tiynetindeki şenaati ibraz eylemiştir. – İngiltere matbuatında okunduğuna nazaran Londra’daki Hindistan Cemaat-i İslamiyyesi Komitesi tarafından İtalya’nın Çanakkale Boğazı’na karşı vukū’ bulan hareket-i ahiresiyle Rusya’nın Meşhed’de İmam Rıza hazretlerinin merkad-i şerifini topa tutulmasından dolayı İngiltere Kralı’na şikayet-amiz bir muhtıra takdim eylemiş oldukları tahakkuk etmiştir. Mezkur muhtırada eğer İngiltere hükumeti mezkur iki mütecaviz devlet hakkında ciddi bir vaz’iyyet almayacak olursa bilumum Hindistan ahali-i İslamiyyesi’nin nefretini celbe sebebiyet vermiş olduğunu ve bu ise gerek hal-i hazırda ve gerek müstakbelde İngiltere için bais-i fevz ü felah olmayacağını ve ihtimal ki Hindistan’da bu yüzden İngiltere hükumeti büyük felaket ve müşkilata duçar olacağını mantıkī bir surette irad ve ifham eylemişlerdir. – El’an Tunus ve Cezair müslümanları arasında İtalyanlara karşı nefret ve husumet devam ediyor. Bir İtalyan kumpanyasına aid olan tramvaylara hala boykotaj yapılıyor. Fransa me’murlarının gösterdikleri şiddetle beraber bu mes’eleye bir türlü nihayet verilememiştir. Trablus ve Bingazi mücahidin-i İslamiyyesine gönderilmek üzere külli miktarda ianat-ı nakdiyye toplanmıştır. Mebaliğ-i mezkure peyderpey mahalline isal edilmektedir. Bu hiss-i nefret ve husumet ebedi ve daimi surette ları bu babda yemin ve kasem eylemişlerdir. – Yeniden Fas’da iğtişaşat hasıl olmağa başlamıştır. Fransızlar aleyhinde Fas kabaili tarafından tedabir-i fi’liyye ittihaz olunarak on iki Fransız zabitin itlafı mümkün olmuştur. Fas’daki Fransa me’mur-ı siyasisi telaşa düşüp kendi hükumetiyle muhaberata devam eylemektedir. Sultan Mulay Hafiz Darü’l-beyza mevkiine iltica etmek fikrinde iken Mösyö Renbolet ’in tavsiyesi üzerine bir bölük askerin taht-ı muhafazasında olarak sarayında kalmıştır. Fas’daki asakir-i asiyenin başında bulunan rüesa-yı mahalliyye Ceneral Dalye’ye arz-ı dehalet etmek üzere Tanca’ya muvasalat eylemişlerdir. Fas kabailinde asabiyet gittikçe had bir şekil almakta ve Mulay Hafiz’in Fransa metalibine ser-füru edip muahedenameyi imza ettiğinden dolayı memlekete ve millete büyük bir hıyanet icra etmiş olduğuna dair kanaat hasıl eylemektedirler. Fransa hükumetince iğtişaşat-ı mezkureye nihayet vermek zımnında tedabir-i mukteziyyeye tevessül edilmek üzeredir. – Salarüddevle Kirmanşah Rus ve İngiliz konsolosları tarafından dermiyan olunan teklifatı reddeyliyor. Makam-ı hükümdari üzerinde hukūk iddia etmekte olduğunu ahaliye i’lan ediyor. Kendisine iltihak eden rüesa-yı kabail ile bir taraftan da muhabere etmektedir. Hükumet-i tadır. Prens Fermanferma Kazak süvari kıtaatından mürekkeb bir müfreze ile Kazvin’den Hemedan’a hareket etmiştir. Merkūm Hemedan’da kendisine intizar eden diğer bin kişilik bir kuvvete iltihak edecektir. Kuvvetli bir Bahtiyari müfrezesi Zencan mevkiini işgal eylemiştir. – Geçen sene Meclis-i Meb’­ u­ san’dan ahz-ı me’zuniyyet eden İran Naibü’s-saltanası Avrupa’ya azimet ediyor. Müşarun-ileyhi İranlılar aleyhine icra eyledikleri nümayiş üzerine gücendirmişlerdir. Niyabet-i hü­ kumeti Demokratlar elde etmeye çalışmaktadırlar. Zaten bunun için bir çok kimseler ve meb’uslar çalışmışlardı. Serdar Esad da bu makam için ziyade çalışanlardandır. Fakat hal-i hazırdaki naib-i hükumet kadar alim ve fazıl bir kimse namzedler içinde yoktur. Bu Avrupa’ya giderse bir daha geri dönmeyecektir. – Meşhed’deki kad-i şerifi Ruslar tarafından bombardıman edildiği esnada ziyaretçilerinden yüz kişi kadar top güllelerinden müteessiren vefat etmişlerdir. Ruslar güya mezar-ı mezkura iltica eden eşkıyayı yahud şah-ı sabık tarafdaranını dağıtmak bahanesiyle bu fi’l-i mezmumu ihtiyar ettiklerini iddia ediyorlar. Profesör Brawn Manchester Guardian ’a yazdığı bir ma­ kalede Rusların tecavüzatını protesto ederek bil-iltizam bu fi’l-i makbuhun irtikab olunduğunu ityan ile Ruslar tarafından makbere-i mezkurede mevcud olup İran şahlarıyla ağniyaları tarafından mahall-i mezkura teberrüken ihda olunan mücevherat ve asar-ı atikanın yağma edildiğini ve Rus Kazakları atlarıyla mezkur mahall-i mübareke hücum olunduğunu dermiyan etmekle İngiltere hükumetinin nazar-ı dikkatini celb etmek istemiştir. Rusların bu tecavüzlerinden umum Şiilerin na-hoşnud olduklarını da profesör-i müşarun-ileyh beyan eylemiştir. – Salarüddevle aleyhinde gönderilen jandarma teşkilatı için şimdiye kadar vukū’ bulan sarfiyat hemen iki milyon rubleye baliğ olmuştur. – Tebriz şehri ve mülhakatı ahalisi valinin tebdilinden dolayı hal-i heyecandadır. Şehirde akd-i ictima’ eden ulema ve tüccar Şücaüddevle’nin tekrar vali ta’yin edilmesini taleb eylemiş ve iğtişaşata meydan vermemek maiyetinde Meraga’dan gönderilen üç yüz elli süvari askeri bulunduğu halde şehri dolaşarak ahaliyi teskin eylemiştir. – Sipehdar’ın avdetini ümid eden fedailer Tebriz’de toplanmaktadırlar. Salarüddevle maiyetindeki sekiz bin süvariyle Zencan şehrini işgal etmiştir. Meclelüssaltana Salarü’d-devle’nin korkusundan bir karyeye – Standard gazetesinde okunduğuna göre Tibet-Çin hududunda hasıl olan bir iğtişaş esnasında Tibetliler Çinlilerden pek çok kimseleri ele geçirip diri diri yakmışlardır. Ahiren bu halden haberdar olan Çinliler ise ahz-ı sar ve intikam için Tibetlilere hücumla bir çoğunu öldürdükten sonra ma’bedlerini de yakmışlardır. – Çin’e tabi’ Vansin şehrinde ahiren eski ve yeni askerler arasında gürültü hasıl olarak silaha sarılmaya mecbur olmuşlardır. Devamlı müsademelerden sonra her iki taraftan yüz kişi telef olduğu Standard gazetesinde okunmuştur. – Kolça’dan Petersburg’a huriyeti’yle kat’-ı rabıta ederek i’lan-ı istiklal eylemiştir. – Southampton’dan New York’a gitmekte olan İngiliz Titanik sefine-i cesimesi Efrenci Nisan’ın sekizinci Pazar günü akşamı saat onbiri kırk geçe Ternovo Adaları etrafında Bun Burnu civarında Kapdros’dan mil uzakta derece dakīka arz-ı şimali derece dakīka tul-i garbide vücudundan geç haberdar olan sabih bir buz kitlesine çarparak nısfu’l-leylden sonra saat ikiye yirmi geçe gark olmuştur. Battığı mahal metre derinliktedir. Telsiz telgrafla nısfu’l-leylde kazazede vapurdan dördünde mahall-i hadiseye yetişmiş hayattakiler kendisi tarafından kurtarılmıştır. Titanik’te yolcu taife var taifelerden ki cem’an kişi kurtulmuştur. Titanik şimdiye kadar inşa edilmiş olan sefain-i cesimenin en büyüğü idi. Tulü arzı umku da metre mevcud dritnotlardan en büyüklerinin iki misline muadildir. Bacalarından beheri içinden çifte hatlı bir tren pek kolayca geçebilecek derecede büyüktü. Geminin dümeni . ve bir demiri . kilo sikletinde idi. Geminin taksimat ve tezyinat-ı fevkaladesi ise hakīkaten her türlü tasvirin fevkinde idi. Titanik sefinesinin hamulesi . çuval kahve ve çaydan mürekkeb idi. Bundan başka sefinede yüz milyon değerinde elmas ve sair zinet taşları bulunmakta idi. Yolcuların eşyalarına yüz milyondan ziyade bir kıymet takdir olunmaktadır. Dalgalar arasında yedi milyon mektup zayi’ olmuştur. Hasarat milyon markı tecavüz etmektedir. Titanik’in batması pek feci’ olmuştur. Suların şiddetle nüfuzundan tulumbalar hareketten muattal kalmıştır. Elektrik dinamosu hareketten sakıt olduğundan lambalar birden bire sönmüş vapur zulmetler içinde kalmıştır. Çocuklarla kadınlar sefineden ayrıldıkları vakit hasıl olan manzara pek müdhiş olduğunu tahlis olunan yolcular anlatıyor. Avrupa ve Amerika’nın bir hayli büyük zevatı da mağrukīn miyanındadır. Bu kaza Avrupa ve Amerika’da pek büyük te’sir icra etmiştir binlerce insanlar matemler içindedir. TEFSIR-İ ŞERIF Tercümesi “Firavun’a gidiniz o çünkü azdı. Kendisine yumuşak söz söyleyiniz; belki aklını başına alır yahud içine korku gelir.” * * * Taha Sure-i şerifesinden naklettiğimiz şu ayetlerdeki hitab Musa ile Harun aleyhimesselamadır. Harun daha beliğ olduğu için evamir-i ilahiyyeyi tebliğ ederken kendisine refik edilmesini Hazret-i Musa Cenab-ı Hak’dan istemiş Kur’an’daki kıssaların her birinde büyük büyük ibretler vardır. İm’an ile bakarsak şu ikinci ayette iki azim nükte gö­ rürüz: Allah elbette Firavun’un tuğyandan vaz geçmeyece­ ğini aklını asla başına almayacağını bilirdi. Böyle iken peygamberlerine “Belki...” diye bir ümid veriyor. “Siz vazifenizi azm ile kuvvet-i kalb ile itminan ile ifaya bakınız. Evet resulün vazifesi yalnız tebliğdir. Siz bu tebliğin mübin olması onu düşünmeyiniz. Bunu düşünürseniz ye’s içinde kalırsınız ki o zaman vazife-i risaleti hakkıyle eda edemezsiniz” diyor. Demek ki hakkı hakīkati müdafaa edenler bütün dünya Firavun kesilse hiç fütur getirmeyecekler. timsali idi. Musa ile Harun ise birer peygamber idi. Uluhiyet da’vasına kalkışan Firavun’u yola getirmek için Cenab-ı Hak bu iki vücud-ı mübareki bin hüccet-i kahire ile gönderebilirdi. Öyle iken “Sert davranmayınız yumuşak söyleyiniz rıfk ile muamelede bulununuz” emrini veriyor. Maksad-ı edeceğimiz fikre karşı ufacık bir i’tiraz serd olunsa yumuşak söylemek şöyle dursun en sert en acı hücumlarla bile kanaat etmeyiz de ağız dolusu söveriz! Bazen en temiz bir hakikatı en murdar şütum ile kabul ettirmek isteriz! En pak en meşru bir maksada böyle en mülevves en rezil bir vasıta sad ta’kīb eden erazile yakışır birer silah olabilir. İşte bizi öldüren zaafa tefrikaya düşüren iki derd-i içtimai: Azimsizlik terbiyesizlik... Efrad-ı millet arasında haksız bir ye’sin ma’nasız bir bedbinliğin günden güne şiddetini artırmak şartıyle hüküm sürdüğünü görüyoruz. Mübeccel bir maksad uğrunda bütün mesaisini bütün mücahedatını heder olmuş gören bir adam bile ye’se düşmemelidir. Hele bizim me’yus olmaya hiç hakkımız yoktur; çünkü hiç çalışmadık. Şüphe yoktur ki ye’simiz bedbinliğimiz hep uğraşmamaya atalet içinde paslanıp gitmeye hak kazanmak içindir. Terbiyesizlik ise adeta müslümanların bir sıfat-ı kaşifesi olmuş! İşte milleti bu iki musibetten kurtarmak bütün efrad-ı milletin boynuna borçtur. ---- FIKIH VE FETAVA ---- Yedinci sene-i hicriyenin Zilka’desi idi; Fahr-i Kainat Efendimiz hazretleri Hudeybiye umresi için ihram edenlerden kimse kalmamak şartıyla tedarikat-ı seferiyyede bulunSahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib malarını emir buyurdular. Herkes hazırlandı. Hudeybiye vak’asında duçar-ı ihsar olmayanlardan dahi bir çok kimseler umreye iştirak edeceklerdi. Kadınlardan çoluk çocuktan başka maiyet-i Nebevi’de ashabdan iki bin kadar kimse umre niyetiyle yola çıktılar. Kafile-i müsliminin Mekke’ye takarrubunu görünce müşrikin Harem-i Şerif’i tahliye ile Kuaykıan tepelerine çıkarak kısmen Daru’n-nedve’nin bulundu yerde birikerek ehl-i İslamı temaşaya koyulmuşlardı. Aralarında Hazret-i Peygamber ve ashabının zaaf ve na-tüvaniye duçar olduklarından guya Yesrib’in himayesiyle ezilmiş bulunduklarından bahs ile kil ü kal edip duruyorlardı. Ehl-i İslam muhteşem kalabalıklarıyla Mekke’ye dahil oldular. Şuara-yı İslamiyyeden Abdullah bin Revaha kılıcını kuşanmış naka-i Nebevi’nin dizgininden tutmuş olduğu halde: Diye “recez” söyleyerek ilerliyordu. Hazret-i Ömer Abdullah’a: Bu ne oluyor nezd-i Nebevi’de şiir söylenir mi?... diye men’ etmek istedi ise de; ol hazret: – Ya Ömer Abdullah’a dokunma söylesin onun sözleri küffara oktan ziyade te’sir ediyor!.. buyurdular. Fahr-i Kainat efendimiz Mescid-i Şerif’e dahil olunca ıztıba’ etti; yani rida-yı şerifinin bir ucunu sağ koltuğu altından geçirerek sol omuzu üzerine attı. Bütün ashab-ı kiram da ol hazrete ittiba’ ettiler: Hepsinin sağ omuzları açık bulunuyordu. Artık tavafa başlayacaklardı. Fahr-i Kainat efendimiz ashabına esna-yı tavaf ve sa’yde müşrikine karşı neşat ve kuvvet ibraz etmelerini tavafın evvelki üç şavtında remel –yani adımlarını kısaltarak omuzlarını silkindirerek çalımlıca dan alel-ade meşy ile geçmelerini emir buyurdular. ... : : Sonra ol hazret Hacer-i Esved’i istilam –selamlamak– Bit-tabi’ ashab-ı kiram hazeratı da Resul-i Ekrem efendimize alel-ade meşy ile geçtiler. Çünkü Beyt-i Şerif aralarına hail olduğundan Kuaykıan ve Daru’n-nedve taraflarında bulunan müşrikin rükn-i Esved ile rükn-i Yemani beyninde bulunan müsliminin halini fark edemiyordu. Tavafın ikinci ve üçüncü şavtını da aynıyla birincisi gibi fakat kalan eşvat-ı erbaasını alel-ade meşy ile icra ettiler. Her şavtın ibtidasında da Hacer-i Esved istilam ediliyordu. Tavafı ikmal edince Safa ile Merve arasında da yedi defa sa’y ettiler. Meyleyn-i ahzareyn arasını da hervele ile yani süratle geçiyorlardı. Bu hervelenin dahi remel gibi müşrikine karşı bir nümayiş olmak üzere yapıldığı anlaşılıyordu. kaynaklarda şeklinde geçmektedir. Bu umre esnasında aleyhissalatü vesselam efendimiz Meymune bintü’l-Haris’i tezevvüc buyurdular. Fakat zifaf ve düğün ihramdan çıkarak “Serif” nam mevkie geldiklerinde Ehl-i İslam üç gün Mekke’de kaldıktan sonra dördüncü günün sabahı müşrikin tarafından Huveytıb bin Abdiluzza riyasetinde bir hey’et-i murahhasa gelerek Hudeybiye Musalahası’nın madde-i mahsusası iktizasınca Mekke’den çıkmaları söylendi. Fahr-i Kainat efendimizce düğün ve umuma karşı bir ziyafet tertib edecek kadar Mekke’de kalmaktan müşrikin için bir zarar melhuz olmadığı söylenmiş üzere karar verilmiş Serif nam mevki’de düğün yapıldıktan sonra Medine’ye avdet buyurulmuştur. * * * Yedinci sene-i hicriyede ifa edilen bu umre ehl-i siyer ashab-ı hadis arasında “Umretü’l-kaza” namıyla yad edilmektedir. Bu umre ya isminden anlaşıldığı üzere altıncı senesi müşrikinin ihsar ve mümanaatıyla yarıda kalan umrenin kazası oluyor; yahud kaza olmayarak yeni baştan bir umre demektir. İkinci ihtimale göre “Umretü’l-kaza” ta’birinde olan “kaza” kelimesi musalaha ma’nasını ifade eden “mukazat” kelimesinin mücerredi olup ’ nin me’haz-i iştikakı ve eda mukabili kazadan ibaret olmaz; belki Hudeybiye Musalahası’nın berekatından olarak ifa edilmiş müstakil bir umre olur. Abdullah bin Ömer radiyallahu anhüma dahi bu ciheti tercih ederek: diyor. tü’l-kısas” namı dahi verilmiştir. Nasıl ki İbni Abbas radiyallahu anhüma ayet-i kerimesinin yedinci sene-i hicriyye umresi esnasında nazil olduğunu rivayet ediyor. Maamafih umretü’l-kaza ta’biri hakkında olan bütün bu te’vil ve şahidlerin sıhhati yedinci sene umresi altıncı senesi ihsar sebebiyle fevt eden umrenin kazası olmak ihtimalini ref’ edemez. Bu halden umrenin dahi sair kurubat ve nevafil gibi şüru’ sebebiyle vücubuna kail olanların söz söylemesi için de meydan müsaid demektir. Onlar umretü’l-kısasın ihsar sebebiyle fevt olan haccın kazası olduğunu pekala iddia edebilirler. Şu kadar ki bunun zar ile bir delil taharri etmek mecburiyeti yüz gösterir... ---- FELSEFE ---- –Tasavvuf-ı İslami vahdet-i vücud mesleğinin rengin sünuhatıyla pirayedardır. Mevlana Cami’nin: kıt’asında ne kadar ulvi bir saniha mündemicdir. Mutasavvıfin-i İslamiye hamun-ı belayayı dolaşarak harim-i vuslata erişmek için tezkiye-i nefs tarikıyla fena fillah mertebesine çıkmaya çalışmışlar ve neva-yı firkat ve tazallümlerini: gibi sanihalarla ifşa eylemişlerdir. Ruhlarını meshur bırakan aşk-ı lahuti ile yalnız dünyayı değil naim-i cinanı bile unutmuşlar ve sermest-i garam olarak yaşamakla zevk-yab olmuşlardır. Meali Semnun-ı Muhib’e isnad edilen şu kıt’a ne güzeldir: Ekabir-i evliyadan Hasri diyor ki: yani sufi-i hakīkī riyazat ve mücahede evvelki hale avdet etmeyen ve bu yolda merahil-i muayyeneyi geçerek kendinde beka ba’de’l-fena sırrı tecelli ettikten sonra da bir daha fena-pezir olmayan zattır. Mevlana Cami şu rubai ile Hasri’nin bu sözünü pek parlak bir surette tasvir eylemiştir: Erbab-ı tasavvuf mesleklerinde gaye-i maksuda vusul esere istidlal yani tarik-ı limmiyi ve bazıları da eserden müessire intikal yani tarik-ı inniyi tercih eylemişlerdir. Müessirden esere intikal usulü pek az fennidir. Saat-ı hayatı vecd ü uzlete hasr etmek suretiyle gaye-i tekamüle vasıl olmak istemek her şeyi ve hatta kendini bile nabud menzilesine indirerek istiğrak-ı külli içinde inhilal edip gitmek na takarrub etmek demek olur ki bu usulün fenni metodlarla tabii bir hatt-ı iştiraki olamaz. Bu tarikın ifrat ve su’-i tefsirinden istifade etmek isteyenler tarafından; irfan ve hikmetin kuva-yı nazımesinden mahrum olan dimağlarda ika’ edilen tahribat-ı maddiyye ve ma’neviyye; pek acıklı halata sebebiyet vermiş ve vermekte bulunmuştur. Müslümanları tahrib eden meskenet ve atalet marazlarının menba’-ı intişarı mazinin çürümüş ve kemirilmiş enkaz-ı mütebakiyyesi kovuklarında müstakbele intikal eden bu gibi su’-i tefsir ve ifrattan mütevellid büzurattan başka bir şey değildir. Halkın atalet ve cehaletinden istifadeye yeltenen tufeyliler efrad-ı ümmetin teali-i efkarına hizmet edecekleri yerde; bu tarikı su’-i tefsir ederek; fıtraten mevcud olan cürsume-i zekanın adem-i inkişafına ve belki büsbütün sönüp mahv olmasına sebebiyet vermişlerdir. Pir-i muhterem Cüneyd-i Bağdadi’nin dediği gibi ilim ve bi-behre bulunan irşad müddeilerinin sevk edecekleri tarik gayya-yı sefalet ve felaketten başka ne olabilir?! savvufa istinaden ortaya attıkları hurafeler etrafa saçtıkları zehirler ibtidai dimağlarda pek müsaid bir zemin-i tahrib bulabilmişlerdir.? Baştan başa uyuşmuş bir iklim-i tar-mardan başka bir manzara arz etmeyen cihan-ı İslam’ın avamil-i inkıraz ve sefaletten en mühimmi maraz-ı atalet ve nadanidir. Bugün müstevli ve müzmin bir devreye girmiş olan bu hastalığın esbab-ı intişarı arasında vaktiyle saçılmış bu gibi sem-nak fikirleri de ta’dad etmek icab eder. Gazzali mutasavvıf geçinen ve fakat tasavvuftan bi-haber bulunan kimselerle de hayli çarpışmış tasavvuf-ı İslami’yi eserden müessire istidlal esası üzerine ibtina etmeye çalışmıştır. Gazzali eserden müessire hikmetinden olan bu usul daha çok fenni ve daha çok mantıkīdir. Hazret-i Ali’ye isnad edilen: kıt’asından müşarun-ileyhin de eserden müessire intikal usulünü tercih ve tavsiye ettiği anlaşılıyor. Cenab-ı Haydar’ın sanihat-ı fikriyyesinden muktebes o­ lan meal Celaleddin-i Rumi’nin şu kıt’asıyla da te’yid edilmektedir. Gazzali tasavvuf-ı İslami’ye iki suretle hizmet etmiştir: Evvela erbab-ı tasavvufa karşı tevcih edilmekte olan siham-ı ta’n ve şübheyi ber-taraf ederek tasavvuf-ı İslami’nin Kitap ve Sünnet’ten müstahrec olduğunu ve bab-ı şeriatten girilmedikçe şükufe-zar-ı hakīkate vusul mümkün olmayacağını göstermiş saniyen mutasavvıfinden geçinen ve fakat ahkam-ı aliyye-i şer’iyyeden bi-haber bulunan bir takım cühelanın an’anat-ı işrakiyye ile dimağları meşbu’ bir hale gelmiş olan türedilerin tasavvuf namına ortaya attıkları tamat ve şathiyatın reddiyle uğraşmış ve hadika-i tasavvufu kaplamış olan muzır filizleri zehirli yosunları söküp çıkarmaya çalışmıştır. Paye-i kemalleri: beyitleriyle tasvir edilen eazım-ı mutasavvıfin akīde ahlak ve a’mal ve siret hususunda Cenab-ı Risalet-penah hazretlerine mütabaat ederek derece derece kat’-ı merahil ile paye-i hakīkate teali eylemişlerdir. Bu muhterem zatlar şeriat-i Ahmediyye’yi iltizam ve de­ kayık-ı sünnet-i Nebeviyye’ye ihtimam sayesinde bahr-i tev­ hid ve irfanda lücce-i vecd ü istiğraka erişerek esrar-ı Rabbaniyye ve nefehat-ı Sübhaniyye ile leb-riz-i kemalat ol­ muşlardır. Cüneyd-i Bağdadi: “Eser-i risalete ıktifa etmeyenlere bar­ gah-ı rububiyyete musıl olan yollar kapalı kalır. Kur’an ve ehadisle tenevvür etmemiş olanlar tarik-ı tasavvufta muk­ teda-bih olamazlar” diyor. Eslaf-ı kiramın meslek-i tasavvufu ne suretle telakkī ve ta’kīb etmiş olduklarını bundan güzel tasvir edecek bir ifade bulunamaz. Pir-i tarikat bu sözleriyle hırka-puş-ı atalet olan cühelanın makam-ı irşada geçmeleri şöyle dursun bir hankahın kapıcısı bile olamayacaklarını i’lan eylemiştir. beytiyle mukabele etmiş olan ekabir-i urefadan Sırrı Sakati diyor ki: “Mutasavvıf nur-ı irfan ve ma’rifeti nur-ı vera’ ve takvasını ıtfa etmeyen ahkam-ı şer’iyye ve zahir-i Kitab’a mütenakız sözler sarfından tevakkī eden kat’-ı meratib ettikçe hetk-i maharimden ictinaba olan gayreti de o nisbette artan velhasıl takarrub ettikçe haşyeti tezayüd eden kimsedir.” Tasavvuf-ı İslami’de esas ilim ve takva istikamet ve mekarim-i ahlakıyye ile ittisaftan ibarettir. Kisve-i etkıyaya bürünerek keramat-füruşluk sevdasında bulunanlar ve ef’al ve sekenatlarını şer’-i mübine tevfik etmeyenler zümre-i ahyar miyanında değil şirzime-i eşrar arasında ta’dad olunmalıdırlar. GENÇLERDE MILLIYET HISSI ÖLÜYOR! Her milletin ati ve istikbal ümidi gençleridir. Vatan ve memleket terakkī ve tealisini gençlerin hamiyyet ve gayretinden kuvvet ve kudretinden intizar eyler. Çünkü gençlik hal değil atidir; gençlik hayal değil hakīkattir; gençlik ruhdur kuvvettir. Fakat bu hakīkat ruh ve kuvvet olan gençliğin yarım bir hakīkat mariz bir ruh nakıs bir kuvvet olmaması lazımdır. Gençlikte bütün vuzuhuyla zindegi metanet tezahür etmelidir. Gençlerimizde bu zindegi ve metanet mevcud mudur? Zindegi ve metanet her iki kuvvete de şamildir. Yani hem maddi hem ma’nevi; cisimde ruhda mevcudiyeti elzem kuvvet ve şiddet! Bunlar ancak milli bir seciyenin mevcudiyetiyle husul-pezir olabilir. Halbuki gençlerde milli seciyeyi hemen hemen göremiyoruz. Buna da en birinci sebeb “Levantenizm”dir. Memleketimizde asırlardan beri yerleşmiş ictimaiyatımızın her noktasına sokulmuş tedrici fakat müessir tahribat Levantenizm o kadar eski bir tarihe malik değildir. Levantinler ancak bir asırlık tarihe maliktirler. Levantenizm bir asıra az çok karib bir zamandan beri bu pak ve nezih memleketimizde meydana çıkmış garba olan temasımızın nisbetiyle mütenasib bir süratle intişara başlamıştır. Levantenizm nedir? Levantenizm garb adab ve muaşeretini fena bir surette taklid eden bozuk nesillerin ictimai hayat-ı rezile ve sefihelerine imtisal!.. şu makaleye mevzu’ olmuş. Gençlik üzerinde ne berbad ne derin izler cerhalar açmakta bulunduğunu beyana lüzum göstermiştir. diğer memleketlerimizin yine kendilerine aid mahallerinde nın kibar aleminin en mühim uzuvları gibi geçinirler. Ahlakı saf ve nezih bir müslümana pek çirkin görünen şekilleri kıyafetleri tavır ve hareketleriyle mümtaz bir hayat taşıdıklarını zerre kadar mevcud değildir. Çünkü ne bir milliyeti ne de bir vatanları vardır. Milliyetleri behimi bir insanlık vatanları Bu her türlü levsiyata müstaid olan levantenlerin gençlerimizi kendilerine celb ve cezb için öyle sahir ve cazib vasıtaları aletleri vardır ki… fakat hakīkī bir müslüman genci fikir ve ruhu ecdadının ulviyet ve hamaseti ile ırkının necib ve ali ahlak ve faziletleriyle perverişyab olmuş bir müslüman genci bu vasıtalara yanaşmak bu aletlere kapılmak değil o sefil ve rezil şekillere vasıtalara bütün gayz ve tehevvürünü fırlatmak ve bütün kuvvetiyle oradan tebaüd etmek ister. Riya hile sahtekarlık ahlaksızlık ve daha ahlakın mugayiri ne kadar seyyieler varsa hepsini toplamış olan bu Levantenleri taklide kalkışmak bir müslüman için ne acıdır ne zillettir!.. Bugün vatanımızın canımızın düşmanı olan korsan buralarda neş’e ve sürurdan bayılır. Harbi bombardımanı alel-ade bir yevmi şuun olmak üzere telakkī eder. Mukaleme musahabelerini yine kadınlar tuvaletler eğlenceler teşkil eder. Şimdi bu Levantenlerin bu sefil hareketlerini taklid ederek deruni bir haz duyan kendini bir garblı bir medeni telakkī eden zavallı gençlerimize yalnız acımak kifayet etmez. Onları bu düşmekte oldukları derin ve mülevves hufreden kurtarmaya çalışmalıdır. Gittikçe terakkī eden Levantenizm’e mani’ olmak lazımdır. Bir müslümanın; kendi dindaşı bir gencin Müslümanlık adetlerini Müslümanlık edeb ve rükünlerini istihfaf etmesini buna mukabil Levantenlerin maymunluklarını tebcil eylemesini işitmesi kadar bedbahtlık tasavvur olunur mu? Bu hal pek kesretli değilse de maatteessüf kesrete yakın bir mikdardadır. Müslümanlığın yükselmesi büyümesi için çırpınan çalışan bu mefkureyi yaşayan ve yaşatmak isteyen bir kısım gençlerimiz ne mertebe tebcil tes’ide layık ise… maymunları taklide özenen fikri ruhu hayalen garb mukallidliğinde bulunan diğer kısım gençlerimiz de o mertebe merhamete şayandır. bir hüviyet kuvvetli bir kitle halinde milli bir mevcudiyet göstermiyor. Bugün Paris gençlerinin vatanperverlikleri milliyetperverliklerini düşünmeli bir de bizim İstanbul’daki bu mukallid genç beylerimizin milliyetsizliklerini düşünmeli! Fakat o Paris’teki gençler arasında yabancı mahluklar milliyetsiz vatansız lavantenler mevcud değildir! Bütün müslüman an’anelerine adetlerine yabancı bir nazarla bakan milli fikirleri kanaatleri istihfaf eden müslüman metaına iltifat etmeyen bir gençten vatan ve millet Halbuki vatan; gençlerden pek çok şey bekliyor. Bütün yor. Çünkü vatanı yükseltecek Müslümanlığı büyültecek ve Osmanlılığı muhteşem ve muhterem nam ve ünvanına layık bir azamet ve kuvvet ile yaşatacak gençlerdir; bugünkü ve yarınki gençliktir. Milliyetini küçük gören kavmiyetini tezyif eden insanlar yaşamaya değil ölmeye mahkumdur. Japon gençlerini adetlerini öğrenen ve orada bir Avrupalı gibi yaşayan bir Japon memleketine avdette derhal kimonosunu giymekte ve Japon adetlerini yaşamakta ihmal etmez. O yalnız Avrupa’nın EDEBİYAT EBU’L-ALA’ MAARRI Anlaşılıyor ki şair-i hakim Lazkiye’de ruhban ile olan mubahesatını pek i’tina ile ta’kīb etmiş öyle ki bu vakıanın te’siri ölünceye kadar devam ederek bir türlü zihninden silinmemiş: Mesela feylesofun bir kasidesini okurken birden bire kiliseye rahibe şammasa kıssa zünnara cerr-i kelam ederek bunlarla ve bunların bir türlü aklının kavrayamadığı taalimiyle istihzaya başladığını görürsünüz. Şam taraflarında dolaştıktan sonra Bağdad’a gitmeye azm etti. Bağdad onun zamanında “medinetü’l-ilmi ve’l-felsefeti” “daru’l-hidayeti ve’l-hikmeti” idi. Risalelerinden birinde Bağdad’ı şöyle vasf ediyor: “Bağdad’da ilmi; Cemretü’l-Akabe’de çakıl taşından daha çok Hasıra’da sudan daha bol Cabire’de Hayma­ ni’den daha ucuz Yemame’de Ceride’den daha yakīn buldum.” Bağdad’a hikmet-i Yunaniyye ve felsefe-i Hindiyye’yi tederrüs etmek “Beytü’l-hikme”de bulunan bu asar-ı mütercemeden Yunan Roma Hind feylesoflarının fikirlerine vakıf olmak için gitmiş idi. Çünkü Harunü’r-Reşid Bağdad’da bir kütüphane te’sis ile her türlü kitapları toplamış halefleri cem’-i kütübde ve tercüme-i asarda devam ederek bu daru’l-kütüb alemin en mebrur en hayırlı kitaphaneleri sırasına geçmiştir. Bu devirde Bağdad’da “Bahaüddevle” kütüphanesi de var idi ki karn-ı rabi’-i hicri evahirinde te’sis olunmuştu; şehr-i mezkur ulema üdeba müteallimin fukaha muhaddisin ile dolu bulunuyor idi. İşte buna binaen Maarri Bağdad’a can attı ve senesinde dahil oldu. Bağdadlılar feylesofun şeref-i kudumünü haber alır almaz müştakane bir hüsn-i kabul gösterdiler; birer birer takım takım müşarun-ileyhin etrafına toplanıyorlardı. Çünkü sitı her tarafı tutmuştu. Bağdadlılar arasında bir buçuk seneyi tecavüz etmeyen bir müddet kaldı. Bu esnada Maarri’den ilim ve edeb telakkī olunuyordu; bir taraftan da ulum-ı felsefiyye ile meşgūl oluyordu gah efvahdan kısmen de kitaplardan ahz-ı felsefe ediyordu öyle ki koca Maarri felsefede pek yükseldi ve muasırininden bir çokları karşısında kendini gösterdi. Bağdad seferinden beklediği gayeyi te’min edince artık avdet etmek istedi. Fakat Bağdadlılar bunu hisseder etmez feylesofun fırakı kendilerine pek giran geldi hakimi meramından vazgeçirmek istediler mal ile gümüşler altınlar arri gibi bir feylesof böyle şeylere aldanamaz idi; Ebu’l-Ala Bağdad’a ihsan değil irfan istemek için gitmişti. Bağdadlıların ceblerinde değil sadrlarında olana muttali’ olmak için şedd-i rahl etmişti. Bağdad’ı altınına değil edebine tamaan ziyaret etmişti; bunun için kendine ne arz olunduysa emelinden vazgeçiremedi beldesine dönmek istiyordu. Dayısı Ebi Kasım’a gönderdiği mektuptan şu parça da feylesofun Bağdad’da kalmak için mala tergīb olunduğuna fakat kabul etmediğine delildir: “Benim Bağdad’dan ayrılmak istediğimi hissedince yüreklerini açdılar güzel güzel sözler söylediler kendileriyle beraber kalmamı arzu ettiklerini beyan ile kanaatin nehy ettiği i’tiyadımın hoş görmediği bazı tergībatta bulundular.” Nihayet sene-i hicriyyesi Ramazan’ının yirmi dördünde Bağdad’ı terk etti. Maarra’ya varınca validesinin vefat ettiğini anladı pek çok mahzun oldu gamlar kederler içinde kaldı; artık dehrin bir validesini de kendinden esirgediğini anlamıştı. Bu hadise Maarri’nin esbab-ı tezehhüdündendir dünyadan nefret etmişti. Bağdad’da şöyle bir macera olmuştu: Feylesof; Şerif Murtaza ile beraber bir mecma’-ı üdebada bulunuyordu. Şairlerin sözü oluyordu. Şerif: – Mütenebbi’nin şiirlerini sevmem dedi ve şairi çekiştirmeye başladı. Maarri: – “Hakkın yoktur şiiri şairin başka hiçbir şiiri olmasa yine kafidir” diye Mütenebi’yi müdafaa etti. Şerif bunu duyunca feylesofun meclisden ihrac edilmesini emretti. Muma-ileyhin bu kadar na-şinasane muamelesi ta’yib edildi. Fakat Şerif: – Bu adam bana sövüyor. Çünkü: demek istiyor. Yoksa Mütenebbi’nin dahi güzel kasideleri şiirleri varken bu kasidenin sadrını irad etmekten maksadı nedir?” dedi. ---- TARIH ---- KILIÇ DINI “Musa as ve Beni İsrail Allah’a bunu teganni ettiler. Ve dediler: Allah’a teganni edeceğim; çünkü: Şan ve celal ile muzaffer oldu; beygiri ve süvarisini denize attı” “Firavun’un arabalarını maiyetini ve kendisini denize attı; müntahab kumandanları da Bahr-i Ahmer’de boğuldular.” Bu mu’cizeyi müteakib Beni İsrail çöl içinden geçerek Refidin civarında çadır kurdular burada Amalika kavmi gelip onlarla cenk etti. Musa as Hazret-i Yuşa’a dedi ki: “Asker ayırıp git ve Amalika ile cenk et. Yarın ben cebelin zirvesinde elimde asa-yı İlahi duracağım” Yuşa’ as onun dediği gibi yaptı. Amalika ile muharebe etti ve Hazret-i Musa ve Harun cebelin zirvesine çıktılar Yuşa’ as Amalika’yı kılıç ağzı ile perişan etti. Musa as dedi ki: “Cenab-ı Hak Amalika Bundan sonra Beni İsrail Sina çöllerinde Dekalog yani Tevrat ’ın vesaya-yı aşeresi ve şeriat-i Museviyye’nin bir takım ahkamı Musa as tarafından tebliğ olundu. Ahkam-ı mezkureden bir parçası şudur: “Sen hayat için hayat göz mak için yakılacak. Yaralamaya karşı yaralanacak. Kavga Bu vesile ile şu noktayı da izah edelim ki: Yahudilerin kanun-ı ictimailerinin madde-i esasiyyesi olan “Safiyet-i aid merasim-i diniyyeden maada kavanin-i şedide-i siyasiyye ve cezaiyye ile de taht-ı te’mine alınmış idi. Fil-hakīka bu kavanin-i cezaiyyenin şiddeti nazar-ı dikkati calib bir noktaya kadar vasıl olmuştur; çünkü: Putperestlik müşriklik hem hükumetin selametine; hem de azamet-i İlahiyye’ye karşı iki katlı bir cinayet addolunurdu. Saadet-i milliyyenin vasıta-i istimrarı ancak iman-ı u­ mumi-i millinin tamamiyetinde meknuz bilinirdi. Tek bir şehirde hatta tek bir şahıs tarafından irtikab olunan kabahatler hevl-engiz ile bütün Beni İsrail diyarını mahv u harab etmek mahv u ref’i emrinde daima en büyük ve müdhiş mücazatlar şiddetler ihtiyar olunurdu. Şayed bir kasaba böyle bir fiil vahid-i hakīkī yerine kazib ma’budlar ikame etmiş oldukları tebeyyün ederse bütün sekene bila-istisna kılıçtan geçirilip hatta canlı hayvanat bile bırakılmaz idi. Bütün ganaim bir mahalle yığılarak ihrak şehir de hak ile yeksan edilir ilaveten böyle bir cürme binaen tahrib edilmiş şehri tekraren Bir şahsı “putperestlik” ile mahkum etmek üzere iki şahsın şehadeti kifayet ederdi; mahkum bir mevki’de umum Beni İsrail tarafından recm edilerek öldürülür ancak ilk taşları şahidler atar idi. Hazret-i Musa Cenab-ı Hak’la kelam için Tur’a çıkmıştı dedik. Ancak müşarun-ileyhin müddet-i gaybubeti uzadığından Beni İsrail altından bir buzağı heykeli yapıp onu kendilerine ma’bud ittihaz eylediler. Hazret-i Musa Tur-ı Sina’dan avdetinde ahalisini çıplak olarak bu put karşısında taabbüd ile meşgūl buldu. Bunun üzerine Musa as ordugahın önünde tevakkuf edip kimlerin Allahu teala tarafından olduğunu sordu ve “Kim Allah tarafından ise bana gelsin!” dedi. Bütün Levi kabilesi oğulları onun etrafına toplandılar. Musa as onlara dedi ki: “Beni İsrail’in Allahu müteali buyuruyor ki her biriniz kılıcını yanına taksın. Bütün ordugahda kapıdan kapıya girip çıkarak herkes biraderini herkes arkadaşını herkes komşusunu katl etsin” ve Levi oğulları Hazret-i Musa as oldu. Bundan sonra Sifrü’l-a’dad’da yani Tevrat ’ın dördüncü kitabı Beni İsrail’in sırf din namına Kenanileri tamamıyla katl ü i’dam şehirlerini mahv u tahrib ettiklerini Amurilerin hükümdarı Si’un ile ahalisini kılıç ağzı ile mahv eylediklerini görüyoruz. Beni İsrail onların arazisini kasabat ve biladını alıp burada tavattun ettiler. “Ve Musa as casus vazifesiyle Yazer’i gönderdi onlar da tesadüf ettikleri kasaba ve karyeleri zapt ahalisini tard ettiler. Sonra dönüp Başan tarikinden yukarı yürüdüler. Başan hükümdarı Og onlara karşı gitti. İdris’de muharebe ettiler.” Og mağlub oldu. Bu hususda kütüb-i mukaddese-i İsrailiyye’nin verdiği ma’lumat şöyledir: “Böylece onlar yani Beni İsrail onu yani hükümdar Og’u ve oğullarını ve ahalisini mahv ve i’dam ettiler ta ki onlardan sağ ferd kalmadı ve memleketlerini zapt ettiler…” Bu vekayiin aleti olarak Hazret-i Musa’nın muharebata asker sevkiyle nasıl cenk edip bütün Medyen nüfus-ı zükurunu ve Medyen hükümdarını katl eylediğini okuyoruz. Bu vak’ada Beni İsrail Medyen ahalisinin hep kadınları ile çocuklarını esir ediyorlar hayvanata varıncaya kadar her şeyi yağma eyliyorlar. Muharibler bu halde Hazret-i Musa as’ın huzuruna gelince müşarun-ileyh diyor ki: “Çocuklar erkek olanlarını ve evvelce bir erkek ile yatmış olan kadınları umumiyetle katl edin. Ancak kız çocukları ve evvelce bir erkekle yatmamış kadınları kendiniz için saklayın…” Nihayet Hazret-i Musa as kavmini esaret memleketinden yani Mısır’dan kurtardıktan ve kırk sene çölde dolaştırıp süt ve bal akan memleketin yani Arz-ı Mev’ud hududuna isal ettikten sonra bir çok tebligat-ı mühimme ve aliye-i diniyyede bulunuyor gözleri müebbeden kapanmadan bu cihanda Arz-ı Mev’ud’u bir kerecik görebilmek manzaraya nazır olduğu halde yüz yirmi yaşında lakin bütün kuva-yı fikriyye ve bedeniyyesine sahib teslim-i ruh eyliyor. “Şimdiye kadar kimse müşarun-ileyhin merkadinin nerede olduğunu öğrenememiştir.” Ben bir müslim olmak sıfatıyla Hazret-i Musa as’ın hüviyet ve icraatına muarız olmaktan tebriye-i nefs ederim. Zaten böyle bir kasda makruniyetim dahi gayr-i mümkindir. Ben bilakis müşarun-ileyhi bu cihana Cenab-ı Hak tarafından takdis eylerim. Benim bu fasılda göstermek istediğim ancak şudur ki: Okuduğumuza nazaran Hazret-i Musa din-i İlahi diye iman eylediği ahkam ve akaidi neşr ta’mim ve tesbit bazı müellifin; hususiyle hatta din-i Hıristiyaniyet’le perverişyab olmuş bir takımları nebi-i müşarun-ileyhin icraat-ı masturesi hakkında şiddetli bir lisan kullanmışlardır. Bu miyanda meşhur Thomas Paine Tomas-Peyn mütalaatını ber-vech-i ati beyan etmiştir. şeklinde yazılmıştır. “Kütüb-i mukaddesenin tasvirine göre bu ahval gaye-i tahayyülatımızın vasıl olabileceği derece müdhiş müellimdir. Şayed bu beyanat doğru addolunursa Hazret-i Musa as’nın din bahanesi ile muharebat-ı müteselsileyi ilk icad eyleyen ve hiçbir milletin tarihinde tesadüf olamayacak zulümleri din maskesi altında icra eden bir adam olması lazım gelir. Nitekim: Sifrü’l-a’dad’da beyan olunduğu üzere erkek çocukların ve bir evvelce erkekle yatmış kadınların katli bu nevi’ zulümlerdendir. Tekrar ederiz ki bu haberler doğru ise her hangi bir devr-i tarihide nam-ı beşeri tezlil eden zaleme katl ettiriyor kerimeleri bakireleri taarruzata ma’ruz kılıyor. AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- – Biz garib olduktan başka hastamız var. Allah’ın malını Allah’ın aciz bir kuluna muavenet etmek üzere kestim diyerek ladım oldukça bir sedye vücuda getirdim. Amcamı üstüne yatırdıktan sonra İsa Han türbesine azimen yola çıkdık ve Kariz-i Şehzade denilen mevkie geldik. Buranın suyu latif ve havası saf olup epeyce binalar da yapılmıştı. Birkaç gün bu imaratta oturduk. Hizmetçimiz olduğu halde amcamın yemeğini pişiriyor ve hizmetinde bulunuyordum. Amcazadem Serdar Server Han da beraberimizde olduğu halde pederinin kırk gün süren hastalığında iki defa babasının yanına gelmişti. Bense bu müddet zarfında yanından ayrılmadığıma ve kendisini oğlundan ziyade sevdiğime rağmen amcam yine beni pek sevmezdi. Bir gün amcama hediye olmak üzere bir mikdar zerdali getirmişlerdi. Sıtma nöbeti bir gün evvel kesilmiş ve tekrar başlaması muhtemel bulunmuş olduğundan perhiz etmesini tavsiye eyledim dinlemedi kemal-i iştiha ile zerdaliyi yemeye başladı. – Bu kadar vakittir gece uykularını feda ederek hizmetinizde bulundum. Bir parça iyileşmeniz üzerine benim de biraz rahat edeceğim sırada perhizi bozuyorsunuz yeniden hastalanacaksınız dedim. Sözüme kulak asmadı ve zerdaliyi tamamıyla göçürdü. Amcamın söz dinlemezliği hususiyle şu pis boğazlığı beni fena halde me’yus etti. Hususiyle kendisini tedavi için silahlarımı satışım da müteessir bırakmıştı. Artık duramadım tım ve bir gece içinde iki menzillik yol kat’ ettim. Bu kadar sürat iltizamımın sebebi yoldaşlarımın infakına kafi param bulunmadığı gibi gündüzün de havanın fevkalade sıcak olmaması Türbet’e vasıl olunca şahzadegandan birinin ikametgahında menzil ittihaz ettim. Amcam için de tedarikatta bulundum. Şahzade Tahran’a gitmiş olduğundan kendisiyle görüşemedik. Hacı Hasan Ali isminde aslen Heratlı olup birkaç senedir burada ticaretle kesb-i servet eylemiş bir zat nezdime geldi ve: – Yüz bin Kabil rupiyesine malikim iki üç yüz bin kıran da başkalarının parasını hamilim. Binaenaleyh masraf dedi. – Lütfunuza teşekkür etmekle beraber istikraza mütecasir olamam. Çünkü edeceğim borcu şimdilik tesviye eyleyebilecek bir halde değilim. Fakat müddet-i ikametimizde erzakımızla atlarımızın yiyeceğini sizden kabul edebilirim dedim. Altı gün sonra amcam geldi. Hacı Hasan onun masrafını da uhdesine aldı. Yoldaşlarımızın elbisesiyle at takımlarımız esna-yı seferde eskimişti. Hacı Hasan bunları tecdid etmek teklifinde bulundu. Amcam bu teklifi kabul eylediyse de ben reddettim. Çünkü tüccar bir adamın bize gösterdiği muhabbete iğtiraren üzerine bu kadar yüklenmek münasebetsiz olacaktı. Burada amcam perhizi bozduğu için tekrar hastalandı. On gün daha hizmetinde bulundum. Birkaç gün sonra –vürudumuzdan haberdar olan– Horasan valisi İran şahının emri mucebince amcam için bir tahtırevan ile dört re’s katır yolladı ve “Rahatsızlığınızı haber alan şah hazretleri sizi Meşhed’e isal etmek üzere tahtırevan Amcam bu iltifatı maat-teşekkür kabul ederek bir ay sonra Meşhed’e azimet ettik. Esna-yı ikametimizde Hacı Hasan’a yedi bin Toman borçlu olmuşduk ki bu mikdarın altı bini amcamın bini de benim tarafımdan alınmıştı. Hacı Hasan bu kadar insaniyetten maada bizi beş menzil ilerideki Selam Tepesi’ne kadar teşyi’ etmek nezaketinde de bulundu. Selam Tepesi’ne vasıl olup da İmam-ı Samin Ali Rıza radiyallahu anh hazretlerinin kubbe-i münevveresini görünce Fatiha-i Şerife kıraat ederek ruh-ı pür-fütuhuna ihda eyledim. Oradan hareketimizde karşımıza biri dört diğeri iki at koşulu müzeyyen iki araba çıktı ki bunlar şahın amcasıyla oğlunun malı olup astane-i mukaddese ve eyalet namına fından getirilmişti. Kitabın Farisi mütercimi Gulam Murtaza Han-ı Kandahari bu arabalardan biri Meşhed civarında vefat eden Şehzade Celalüddevle’nin diğeri şahın amcası ve Horasan valisi Şahzade Hamza Mirza Haşmetüddevle’nin olduğunu yazıyor. Hey’et-i müstakbile kemal-i ihtiram ile bizi alıp hususi olarak hazırlanmış bir daireye götürdüler. Üç gün hazret-i imamın misafiri ondan sonra da İran Devleti’nin mihmanı olduk. Şahın amcası Türkmenlerin teskini ile uğraşmak için azimet etmiş olduğu cihetle hin-i vürudumuzda kendisiyle görüşememiştik. On gün sonra avdet edince amcamla oğlunu beni ve hem-rahlarımızdan birkaç kişiyi akşam yemeğine da’vetle hakkımızda hürmet ve muhabbet gösterdi. Ertesi günü de kalkıp ziyaretimize geldi. Ben hazret-i imamın ziyaret-i merkadiyle müşerref olarak astan-ı mübarekine yüzümü gözümü sörüp gubar-ı mukaddesini dide-i cana sürme ittihaz etmiş ve lemean eden envar-ı feyza-feyz ile kalb-i pür-halecanımı teskin eylemiştim. ---- MAKALAT ---- ERNEST HEGEL’IN MAKALESINE REDDIYE – – Yirminci Asırda Zeka ceridesinin Mart tarihli ve numaralı nüshasında Ernest Hegel’in İslamiyet hakkındaki bir mütalaası tercüme ve neşr edilmiş ve ulema-yı İslam tarafından verilecek cevabların da yazılacağı ilaveten dermiyan edilmiş olduğunu gördüm. Mezkur cerideye cevablarımı göndermiş ise de umum ihvan-ı dinimize –aczimle beraber– hizmet etmeyi arzu ettiğimden ve en meşhur risale-i diniyyemiz olan Sebilürreşad ’ın bil-cümle İslamlarla muhabere ve rabıtası bulunduğunu bildiğimden cevablarımızın bir suretini de Sebilürreşad ’a takdim ediyorum. * * * Ernest Hegel’in mezkur makalesi baştan aşağı okunursa saf bir düşüncenin mahsulü olduğu görülür. Şu kadar var ki hakaik ve i’tikadat-ı İslamiyyeye noksan-ı vukūfu bazı hataların suduruna mahal vermiştir. Makalesinde iki cihet şayan-ı tenkīd ve muahezedir: Hazret-i Muhammed sav Nasturilerden teallüm eyledi Hazret-i Muhammed sav Allah’ı insan gibi tahayyül eyledi. Teşrih edelim: Ernest Hegel diyor ki: “Beş yüz yetmiş tarih-i miladisinde tevellüd eden Muhammed as daha genç yaşında iken kendi hemşehrilerinin taaddüd-i ilah mesleklerini reddederek Nasturilerden Hıristiyanlığın esaslarını ahza sa’y etti. Fakat bu esaslardan İsa’nın dahi tıbkı Musa gibi bir peygamber olduğu neticesini çıkardı yani onun uluhiyetine kani’ olmadı. Teslis nazariyesini hal-i hazırın i’tikadat-ı batıladan muarra bir mütefekkiri nasıl kabul ederse Muhammed as dahi öylece kabul eyledi; ve bunu ne bir esas-ı dini ile ne de akıl ve hikmet nazariyesiyle kabil-i tevfik bulmadı. Meryem-i Azra’ya tapmanın putperestlikten bir farkı olmadığını ve bunun pek beyhude bir şey olacağını beyan etti. Bu hususda ne kadar düşünüyorsa Allah’ı saf bir idrak içinde i’tikad etmeye o kadar muvaffak oluyordu. Vaz’ etmiş olduğu kat’i ve büyük esas şudur: “La farz etmeye mahal yoktur. Zeka ” Cevap: Evvela muhakkakat-ı kat’iyye-i tarihiyyedendir ki Ce­ nab-ı Peygamber sav bi’sete kadar hiçbir kimseden ilim teallüm etmemiştir. Hiçbir mektebe gitmemiş hiçbir hocadan tederrüs buyurmamışlardır. Hatta mübarek ellerine kalem alarak ba’de’l-bi’se bile li-hikmetin yazı yazmamışlardır. Küffar-ı Kureyş Hazret-i Peygamber’in gösterdiği dini adem-i kabulde pek ziyade inad ettiler tabiat-i insaniyyedeki muhafazakarlığın ilcasıyla büsbütün an’anatı terk etmek Kureyş’e pek ağır geldi risaleti inkardan başka çare bulamadılar; fakat nübüvvet iddia eden bu zat bir çok havarık Ezcümle o zaman beyne’l-Arab şiir pek ziyade terakkī etmiş müstemirre bulunan Kur’an-ı Kerim ayet ayet nazil oldukça belagat-i Kur’aniyye’den Kureyş şaşırdı ne diyeceklerini bulamadılar da “Muhammed bir kahindir… yok şairdir… yok mecnundur” gibi türlü türlü sözler söyledilerse de bir takım doğru düşünceli zevat dediler ki: “Ne kahindir ne şairdir; Muhammed’e mecnun demek reden öğreniyor bunları? Bu söylediği sözler pek ulvi sözler!..” Münazara ve münakaşa edemediklerini gördüler başka bir çare bulamayınca eza ve cefaya başladılar hatta katle kadar tasaddi ettiler nihayet Mekke’den Medine’ye hicret-i nebeviyye vaki’ oldu… Vekayiin bu suretle cereyanına tevatür derecesinde kat’iyyet vardır. Şimdi Cenab-ı Peygamber’in Nasturilerle düşüp kalktığını Kureyş görse idi yahud işitseydi demezler mi idi ki. “Sen fülan vakit Nasturilere gittin de öğrendin bunlar oradan alınmış sözlerdir.” Halbuki Kureyş’in sözleri içinde böyle bir söze tarihlerde tesadüf edilemiyor. “İhtimal var idi ama gayret-i diniyye ile bu gibi sözler tarihlerden kaldırılmıştır” denilemez. Çünkü ne kadar söylenmeyecek sözler varsa cümlesi yazılsın da reddi o kadar müşkil olmayan bu sözü tarihler yazmaktan istinkaf etsin… bunu akıl kabul etmez. Bil-farz din dostları bunu kabul etse bile o zaman da din düşmanları eksik değil idi hatta ekseriyet onlarda idi onların söylemeleri onların yazmaları lazım gelirdi. Çünkü yeniyi neşr etmek ne kadar güç ise eskiyi muhafaza o kadar kolaydır; binaenaleyh yeni bir fikir –hem de nasıl fikir?– onların i’tikadatını kökünden sarsacak bir fikir aleyhinde meydan gayet vasi’ idi. Hatta bir saat olsun Cenab-ı Peygamber’in Nasturilerle görüştüğü sabit olsaydı habbeyi kubbe yaparak on sene demekte hiç müşkilat çekmezlerdi. Hazret-i Peygamber Nasturileri nerede buldu da teallüm eyledi? Hazret-i Peygamber zamanında darülfünunlar fakülteler mektepler vardı diyecek bir kimse bulunamaz zannederim. “Nasturiler Mekke’ye gelip gizlice Hazret-i Peygamberi okuttular” demek pek garibdir. Bırak ki Nasturiler Mekke’ye adım atmadılar. Çünkü neden Cenab-ı Peygamberi bulup okutacaklar da diğer birkaç kişiyi daha halka-i tedrislerine almayacaklar? Nasturiler; Şam’dan İstanbul’dan Yunan’dan o vakte kadar bir kavim ile ihtilat etmemiş olan Araplara Mekke’ye ye melhuz olacaktır. Hiçbir menfaat olmadan neye gelsinler? Öyle ise Ebu Cehil gibi Velid bin Mugīre gibi sanadid ve ağniya-yı Kureyş’in evladlarını alıp okutmasınlar da neden anasız babasız bir yetim çocuğu tercih etsinler?.. Bundan ne me’mul ederlerdi?.. “İstikbalde büyük bir inkılabcı olacağını anladılar da menfaat-i müstakbele mülahazasıyla olmuştur” denilirse cevabında deriz ki: Pekala i’lan-ı nübüvvette tam mesailerinin semeresini iktıtaf edecekleri bir zamanda bu adamlar yer yarılıp da yere mi battılar? Bakıyoruz ki yine Cenab-ı Peygamberin etrafında Ebubekir Ömer Osman gibi Kureyşi zevat dönüp dolaşıyor vüzeralık vükelalık ve hilafet makamları onlara kalıyor. O mevhum zevat neye çıkıp da bu mes’elede bizim de hizmetimiz sebk etti diye bir hisse “Yok Hazret-i Peygamber Şam’a veya diğer memalike gidip tahsil etmiştir” denilirse yine muhakkakat-ı kat’iyye-i tarihiyyedendir ki Cenab-ı Peygamber bi’sete kadar Mekke’den ayrılmamıştır. Yalnız bir defa on iki yaşlarında iken amcaları Ebu Talib’in beraberlerinde kervan ile Şam’a azimet Bir defa da - yaşlarında yine ticaret maksadıyla bir kafile-i ticariyyeye iltihak ederek Yemen’e kadar gidip geldiler. Fakat gerek Yemen gerek Şam seferlerinde rahiblerden hiç kimse ile musahabe-i ilmiyyede bulunmadıkları hakayık-ı tarihiyyedendir. Zaten Şam’a azimetlerinde sinni küçüktü rahiblerden ahz-ı ulum-ı aliyye etmesi hakīkate de muvafık düşmez. Hem ne için daha büyükleri var iken rahib buna telkīn-i ulum edecekti. Bu kabil ali mevzu’lar için her halde sinnen ve aklen isti’dad lazım değil mi? Onun için bu seferler esnasında da ahz-ı ulum etmiş olduğu iddiası kat’iyyen hakīkate muvafık olamaz. Nasturiler Arabistan’a sene-i hicriyyesinde Mansur zamanında geldiler ki Abbasiler devrinde idi. Kostantıniyye etti. İslamların ulum ve fünuna olan rağbetlerine pek büyük numune teşkil eyleyen ve “Din-i İslam mani’-i terakkīdir” diyenlerin gözlerine batması lazım gelen bu vak’a tarihlerde gayet meşhurdur. Yüz otuz küsur sene sonra Nasturiler Bağdad’a –Mekke’ye değil– geldiler ilm-i hikmeti Arapça’ya tercüme ettiler Araplardan muallim yetişinceye kadar muallimlik ettiler mektepler açtılar yararlıkları dokundu. * * * Şübühatı kökünden sarsmak üzere biraz daha söyleyelim: Haydi cümlesini kabul edelim –maksadımız Peygamber İslamiyet’i Nasturilerden yani Hıristiyanlardan te­ allüm eyledi –Hegel’in dediği gibi– Hıristiyanlığı tasfiye etti İslamiyet namıyla bir din çıkardı diyelim. Halbuki Hıristiyaniyet mübayenet var: Müracaatsız hatırımıza gelebilenleri söyleyelim: ve teşriki nahi. gel kendisi de makalesinin sonlarında bu halden müteşekki bilmem şeytanın resmi azizlerin resmi; İslamiyet ise tasaviri şiddetle nahi. nızla iftihar olunur” diyerek taaddüd-i zevcatı tecviz ettiği halde; Hıristiyaniyet guya tezehhüd hülyasıyla taaddüd-i zevcatı tecviz etmemiş. haricine çıkınca kendilerine başka birer eş aramak üzere zevceyn beynini tefrika cevaz veriyor talakı kabul ediyor; Hıristiyanlık ise talakı kabul etmiyor. tokat vursalar diğerini de çevir kim vurduğunu sorma ve bakma gibi emirleri havi; İslamiyet sana zulm edenlere sen de mukabele et miskin olma cesur ol sizin bir kişiniz küffarın on kişisinden korkmasın gibi evamir-i şecaat-pesendane ve izzet-perverane ile mali. Bu kadar yeter Bunlar usulde ruhda olan ihtilaflardır ki tasfiyecilerin usulü değiştirmek ihtimali yoktur. Teferruatta ihtilaf edilebilir; fakat usul değişmez. Mesela Luter Hıristiyanlığı tasfiye etti Protestan mezhebini çıkardı; lakin usulüne muhalefet edemedi Protestanlık yine Hıristiyanlık’tan başka bir din değildir. Gelelim füruata burada pek çok ihtilaf var: huzurunda günahını i’tiraf ederek papasın avf etmesi var; değil hatta memnu’ olması Halık ile abd arasında hiçbir vasıtanın bulunmaması var. olunuyorlar; İslamiyet’te her insan hata eder insanlar beyninde hiçbir fark yok. fir olunmaz hiç kimsenin akıbeti bilinmez hatta kafire –şahsen– şu cehennemliktir demek caiz değildir” gibi kaideleri var. haram. kis mevcud. böyle mantıksızlık yok. Artık bunları saymak pek uzun bir şey… Bu hıristiyan olan Nasturiler Hazret-i Peygamber’e kendi dinlerinin büsbütün hilafını mı öğrettiler? Ve bu hilafı öğretmekle ne kazanmış oldular? Halbuki zamanımızdaki Cizvit misyoner papaslarının kendi dinlerini tervic için İslamiyet’in aleyhinde o kadar saçma sapan sözlerle çalıştıklarını görenler o zamanki papaslarla bu zamanki papasların arasında bu kadar ihtilafın bulunacağını kabulde pek çok tereddüd ederler. “Yok onlar yine Peygamber’e Hıristiyanlığı öğrettiler lakin bunları buldu” da denilemez. Çünkü senelerce teallüme bir dinin esaslarını ve fer’lerini değiştirmek sonra hiçbir tenakuz yapmadan yeni bir din te’sis etmek mümkinattan değildir. Bunu iddia edecek bir kimse bulunamaz. * * * Hülasa: Bu beyanatımızla isbat ettik ki Hazret-i Peygamber Nasrurilerle görüşmediği gibi görüşmek ihtimali de daire-i Asıl mu’cize nazm-ı Kur’an’dadır. Nasturiler nereden A­ rapça’yı öğrendiler de Kur’an gibi bir kitabı ta’lim edebilsinler ne kadar uzak!.. Ernest Hegel burasını çok yanlış anlamış. Bize bir sual daha teveccüh eder: Hazret-i Muhammed sa oradan öğrenmedi buradan okumadı kimse ile görüşmedi; pek iyi kendi kendine nasıl böyle mükemmel bir din çıkardı! Cevap: İşte asıl düşünülecek nokta burası ya! Sadakat-i peygamberi bununla sabittir. Hegel Peygamber’e muallim aramakla uğraşmasın beyhudedir bulamaz. Çünkü o muallim Allahu Zü’l-celal hazretleridir. Celle celalühu. SİYASİYAT Son hafta esnasında alem-i İslam’a aid iki mühim hadise vukū’ buldu. Bunlardan birisi Marakeş’te bir müddet evvel tahaddüs etmiş olan asar-ı ihtilaliyyenin tebeyyün-i mahiyetidir. Ma’lum olduğu vechile Marakeş’te Fransız zabitanının taht-ı idaresinde teşekkül etmiş olan kıtaat-ı askeriyye miyanında bir ihtilal zuhur etmişti. Efrad-ı zabitanı terk ve hatta bazılarını katl ederek Mulay Hafiz’in sarayına hücum etmiştiler. Yerli ahaliden de birçokları efrad-ı askeriyyeye karışarak şehri garet ve bir çok Avrupalıları katl etmiştiler. Fransa hükumet ve matbuatı evvelce şu hadisatın ehemmiyetten ari olduğunu ve sırf efradın vaktinde maaşatını almadıklarından dolayı tahaddüs etmiş bulunduğunu iddia ettiyse de hadisatın mahiyeti başka bir tarz ve şekilde olduğu bilahare tebeyyün etti. İhtilalin maaş için değil Fransızların Fas’ı istilalarından ve Mulay Hafiz’in de şu istilaya karşı almış olduğu vaz’iyet-i müsamahakaraneden mütevellid gayet mühim ve vahim vak’adan ibaret olduğu tahakkuk etmiştir. Gerek hükumat-ı ecnebiyye gerek akvam-ı İslamiyye arasında bulunan zimemdaran-ı umur İslam kitle-i nasını laşey addettiklerinde pek büyük hata irtikab ediyorlar. Bunlar şu yanlış zehaba kapılıp da kendi aralarında memalik ve akvam-ı İslamiyye’yi gayr-i zi-ruh eşya gibi alıp satıyorlar ve zannediyorlar ki İslam kitle-i nası bu gibi alım satımdan haberleri bile olmayacaktır. Halbuki hal ve evza’ böyle değildir. Akvam-ı İslamiyye her ne kadar cahil ve gafil iseler de şu son seneler esnasında hissedilecek derecede müteyakkız ve mütenebbih oldular. Her yerde az çok bir sınıf-ı mümtaze-i urefa teşekkül etmiştir. Bunlar Avrupalıların efkar ve amaline harekat ve ikdamatına oldukça vakıftırlar. Bunlarda bir hiss-i vatanperveri bir devlet millet kaygısı uyandı. Bununla beraber bunlar her yerde ve mensub oldukları kavmin lisanında matbuat-ı milliyyenin neşv ü nemasına bezl-i gayret ettiler. Bu münasebetle efkar-ı umumiyyenin hissiyat ve temayülat-ı milliyyenin eser-i tedvir ve temşiyeti bunların ellerine geçmiştir. Merbut bulundukları kavim ve devlete aid mesail hakkında günü gününe ahaliye ma’lumat veriyorlar. Ahalinin hissiyat ve efkarını tenvir ediyorlar. Arap ırk-ı necib ve şeciine mensub onbeş milyonluk ahaliyi muhtevi Marakeş devletinin bila-mukavemet Fransa’nın zir-i bar-ı himaye ve idaresine girmesi evvelce herkesi dilhun ve me’yus etmişti. Bu hal doğrusu Arap ve İslam hamiyeti Trablus urbanının bütün cihanı mütehayyir ve müteaccib eden asar-ı şecianeleri karşısında Marakeşlilerin şu zillet ve meskeneti hakīkaten ye’s-aver ve anlaşılamaz bir muamma gibi idi. Fakat şimdi iş anlaşılıyor. Mulay Hafiz’in irtikab etmiş olduğu cinayet ahali tarafından anlaşılınca Arap hun-ı hamiyyeti pür-cuş olmuştur. Sultanın sarayını muhasara eden ihtilalciler: “Biz Fransızlara değil sana devletimize milletimize hizmet etmek istiyoruz! Ve sen de Fransız tarafdarı olursan bu memlekette yaşayamayacaksın!” diye bağırıyorlarmış! İşte şu suretle başlamış olan ihtilal gittikçe tevessü’ etmektedir. Her yerde ahali hiddet ve şiddeti Mulay Hafiz’e ve Fransızlara karşı ibraz ediyor. Evet; Fransızlar kavidirler muktedirdirler vesait-i icbariyye ile şu ihtilali bastıracaklardır; fakat Fas ahalisinin de meyyit ve la-şey olmadığı tebeyyün etti. Bir millette asıl olan ruhdur diriliktir ölmeye hazırlıktır! Bu cihet sağlam ise o millet ölmez mahv olmaz bir gün gelir harabezarlar altından başını kaldırır ve yine eski mevkiini ahz eder. Behemehal Fransızlar zannettikleri kadar Marakeş’te kolay kolay yerleşemeyeceklerdir ve * * * Haftanın bize getirmiş olduğu ikinci vakıa-i mühimme doğrudan doğruya bize aiddir. Şu vakıa Rusya Hariciye Nazırı Sazanof’un Rus Duması muvacehesinde irad etmiş olduğu nutuktur. Şu nutkun muhteviyatı ve bize aid cihatı hakkında yevmi gazeteler o kadar mufassal ma’lumat verdiler ki artık biz bunlardan sarf-ı nazar edebiliriz. Bize düşen yegane vazife şu nutkun cihet-i ma’nevisini tahlil etmektir. Rusya’nın bizim bir düşman-ı tarihimiz olduğu bütün Osmanlılarca ma’lumdur zannederiz. Hilafet-i İslamiyye ve Saltanat-ı Osmaniyye en müdhiş darbeleri Rusya’dan yemiştir. Osmanlı Saltanatı’nın tarih-i tedennisi Rusya Devleti’nin tarih-i teşekkül ve terakkīsi ile tev’emdir. Deli Petro’dan beri biz şu anud ve bi-eman düşmanla çarpışarak geliyoruz. Fil-hakīka Rusya hükumeti kendisini Bizans İmparatorluğu’nun varis-i hakīkīsi addettiğinden bizi bitirmeye yerimize kaim olmaya azmetmiştir. Ayasofya ve Bosfor.. İşte Rusya Devleti’nin ta’kīb etmekte olduğu gaye-i emel! Tam re bizimle pençeleşiyor. Şu uzun müddet esnasında daima bizim kuva-yı maddiyyemizi bütün dikkat ve i’tinamızı işgal ve celb ettiği için biz kuva-yı ma’neviyyemizin inkişafı için ne fırsat ne de mühlet bulduk! değiştirir gibi bir vaz’iyet aldı. Biz de buna aldandık. Ve zannettik ki şu anud ve tarihi düşmanla aramızda anlaşmak bize karşı bir vaz’iyet-i müsaid-karane almaya sevk eden başka amillerdir. Bizde i’lan-ı Meşrutiyet zamanı Rusya ile Japonya arasındaki muharebenin hitamına tesadüf etti. Menkub mağlub dahilen ve haricen son derece perişan olmuş bir devletin bize karşı alacağı vaz’iyet zahiri dostluktan başka bir şey olamazdı. Fakat ta evvelden şu dostluğun muvakkat olduğuna az çok Rusya’yı tanıyanların kaffesi hükm edebilirlerdi. Rusya kendisini topladığı kuva-yı askeriyye ve umur-ı dahiliyyesini tanzim ettiği anda şu vaz’iyetini değiştireceğine şek edilemezdi. Ve hakīkaten de böyle oldu. Rusya hükumeti gavail-i hazıramızdan istifade ederek bizi mutazarrır edecek bizi ma’ruz-ı darbe edecek hiçbir vesileden imtina’ etmiyor. Tavassut fikrini ilk defa şu hükumet olamadığını görünce hemen Azerbaycan ve İran mes’elesini mes’elesinin halli Osmanlı ve İran murahhaslarından müteşekkil bir komisyona havale edildi komisyon tarafından halledilemeyecek noktalar kalırsa Lahey Sulh Mahkemesi’ne tevdi’ edileceği prensip olarak kabul edildi. Şimdi ise Rusya hükumeti bütün hükumat-ı saire miyanında önayak olarak Çanakkale Boğazı’nın açılmasını biz­ den taleb ediyor. İşin en garib ve aynı zamanda da en ma’nidar ciheti hemen Rusya’nın Dersaadet sefiri tarafından Babıali’ye Çanakkale Boğazı’na aid bir notanın tevdii günü Rusya Hariciye nazırının Petersburg’da meşhur nutkunu anda bile vukū’ bulmuştur. Eğer fil-hakīka Rusya hükumeti Çanakkale hakkında hüsn-i niyet perverde ediyorsa en basit bir mantık ve aklın icabınca mezkur nutkun i’tidal-perver ve mülayemetkar olması lazımdı. Halbuki nutk-ı mezkur son derece ceriha-bahş ve mütecavizanedir. Rusya Hariciye nazırı hiç utanmadan Duma kürsi-i hitabetinden İtalya’yı “uluvv-i cenablıkla efkar ve hissiyat-ı insaniyyetkarane” ile ta’rif ettiği halde; bize de Balkanlarda sakin ahali-i Hıristiyaniyye hakkında ma’delet-karane davranmamızı tavsiye etmiştir. Bit-tabi’ böyle bir nutuk bütün Osmanlılarda hiss-i nefret ve istikrah uyandırdı. Bütün matbuat-ı Osmaniyye Rusya Hariciye nazırını teeddübe da’vet etti. Ve Osmanlıların umur-ı dahiliyyesine müdahale etmek iddia-yı fuzulanesinde bulunmak yerine bize tavsiye ettiği ma’delet ve insafın hiç olmazsa bir hissesini kendi memleketinde yaşayan ve aynı derecede inleyen Hıristiyan ve müslümanlar hakkında bezl etmek lüzumunu ihtar eyledi. Bize karşı bu kadar vaz’iyet-i husumetkarane almış olan bir devletin notasına redden başka bit-tabi’ bir cevap verilemezdi. Nitekim hükumet-i Osmaniyye de böyle yaptı. Babıali kendi cevabında İtalya donanmasının Osmanlı sularında bulunduğu müddetçe boğazın sefain-i ticariyye için olsun açılması gayr-i kabil olacağını bir lisan-ı münasib ve lakin lisan-ı metin ile Rusya hükumetine anlattı. Biz bundan dolayı hükumetimizi bütün kalbimizle tebrik eder ve alkışlıyoruz. Her ne kadar Rusya hükumeti ilk muharebesini bizimle yapacağında şek ve şübhe edilemezse de muharebenin vakti zamanı gelmediğinde de tereddüd etmeyelim. Rusya intiharı tasmim etmiş olunmaksızın bizimle şu sırada muharebe edemez. Hükumet-i mezkure daha kuva-yı askeriyesini derece-i lazımede tanzim edemediğinden başka harekat-ı ihtilal-cuyaneyi de tamamıyla bastıramamıştır. Bilakis gerek vilayatta gerek payitahtta asar-ı ihtilal yeniden kesb-i şiddet etmektedir. Binaenaleyh Rusya’nın blöflerine külah kaptırtmayalım ve metin olalım! Geçen haftaki Sebilürreşad mecelle-i İslamiyyesinde İslamları Darülhilafe etrafında toplayan kuvvet Türklük mü meslekleri iktizası İslamiyet tarafdarı olmayabilir. Panturanizm’i ta’kīb etmekte kendilerine hak veriyor. Bu hususda biraz yanılıyor. Benim fikrime göre dinsiz olanlar da Panislamizm’i ta’kīb etmelidir. Panturanizm tarafdarı olabilmeleri nı tedvir ederken en evvela menfaatini göz önünde tutmalıdır. Avrupalılar bu esası hakkıyla anladıklarından dolayı kendi milletlerinin bekası ve terakkīsi neye mütevakkıf ise ne yapmak lazım geliyorsa icra ediyorlar. Her fedakarlığa katlanıyorlar. Din ortadan kalkınca bir milletin muhafaza-i mevcudiyyeti kabil olamayacağını pekala takdir etmişlerdir. Dinsiz olanları da alel-husus idare adamları icabında dindar görünmeye gayret ediyorlar. Askerlerinin dindar olmalarını bir şart-ı esasi ittihaz etmişlerdir. Askerliğin ruhu maddiyattan ziyade ma’neviyat olduğunu dinsiz bir askerin ma’neviyeti olamayacağını anlamışlar. Almanya imparatorunun ikide birde kudsiyetten dinden dem vurması hep bu sebebe mebnidir. Bugün bir Fransız bir Cezairliyi vatandaşlığa kabul etmez. Ona hukūk-ı medeniyye ve siyasiyye verilmesi tarafdarı olmaz. Çünkü o bir müslümandır. Ona hukūk vermek gurur-ı milli ve Salibisine dokanır. Diğer Avrupa hükumetlerinin de İslamlara bu suretle muamelede bulundukları her günkü asarıyla sabittir. Dünyanın her tarafına nüfuzlarını yaymak ve tahkim etmek için dini en büyük bir vasıta olarak kullanıyorlar. Misyonerler hey’etlerine milyonlarca para veriyorlar; bu fedakar adamlar Arabistan çöllerine kadar sokuluyorlar. Velhasıl millet menfaati neyi icab ediyorsa icrası için hiç tereddüd etmiyorlar. Türklük tarafdarları tabiatıyla İslamiyet tarafdarı olmaları lazımdır. Menfaat-i millet bundadır. Muhterem Ahmed Agayef Bey Türk Yurdu ’nun onuncu sayısında bu hususu pek güzel izah ediyor: “Bizim din aleyhine çıkan kavmiyet tarafdarlarımız kavmiyet ne olduğunu uzun uzadıya ariz ve amik mütalaa ve tedkīk etmemişlerdir. Kendi hissiyatlarında tarz-ı tefekkürlerinde aldanmışlardır. Bir kavmin dinini yani esas ruh ve hayatını inkar edenler o kavmin tarafdarı olamaz” diyor. Müfrit bir Nasyonalistlik Türkleri fikri ilmi sindeki müslüman anasır ile Türkler arasına bir uçurum kazmaktan başka bir şeye yaramaz. Yalnız Türklük tarafdarı olan bazı zevat diyorlar ki: “İslamiyet fikrini ta’kīb etmek kabil değildir. Anasır-ı müslimenin münevverü’l-fikr olanları milliyet cereyanları ta’kīb ediyorlar Türklere karşı bir adem-i emniyet bir adem-i hoşnudi besliyorlar; işte biz de bunları görerek İslamlık namına çalışmanın faidesiz olduğuna Türklük için çalışmanın elzem olduğuna kanaat hasıl ettik.” Ne kadar yanlış bir fikir! Bir hizb-i kalilin böyle bir fikir taşımasıyla hemen esastan tebaüd etmek ne kadar boştur. o fırka-i kalileye milliyet tarafdarlarına iltihak etmelerini Türklere ve hükumete karşı bir adem-i emniyyet hissi beslemelerini teshil ve ta’cil etmeye sebeb olur. Hilafet kuvvetinin Türklerde olması da bütün İslamlar vasi’ daha müfid meydan-ı faaliyyeti intihab etmelidir. Avrupa ve Amerikalıları ele alalım: Bunlar memalik-i Osmaniyye’nin her köşesine sokulmuşlar misyoner hey’etleri gece gündüz uğraşıyorlar köylere varıncaya kadar mektepler daru’s-sınaalar daru’ş-şifalar açıyorlar. Mesela bir köye gidiyor ziraat mektebi açıyor meccanen okutuyor hastaları meccanen bakıyor tedavi ediyor. Acaba bunların bu kadar fedakarlıklara mezahime katlanmalarına sebeb nedir? İnsaniyet saf-derunluk olur. Bu fedakarlıklara sebeb kendi nüfuz-ı siyasi iktisadi fikirlerini neşr ü takviye kendilerine muhib ve tarafdar celb etmekten başka bir şey değildir. Demek ki onlar elde edilmesi güç bir kuvvete malik olmak için bu kadar fedakarlıklar ihtiyar ediyorlar. O halde biz Türklere elde edilmesi için hiç emek sarfına ihtiyac olmayan mükemmel ve müessir bir kuvvet olan Hilafet kuvvetini hüsn-i isti’mal ve istifadeye gayret etmek elzem değil midir? Menfaat-i millet bunu icab etmez mi? Dini bir cereyan ta’kīb etmek yirminci asıra yakışmaz.. diyenlerin nazar-ı dikkatini celb ederim. Bu nikat-ı mühimmeden sarf-ı nazar diğer bir mühim nokta vardır ki İslamiyet cereyanının ta’kīb edilmesi lüzumunu pek aşikar bir surette gösterir. Bil-farz kendi aramızda tefrikayı mucib kavmiyet cereyanlarını ne kadar ta’kīb etmek mümkünse edelim yine Avrupalıların İslamlara karşı besledikleri fikr-i tecavüz ve tahakümlerinden kurtulamayız. Belki artmasına sebeb oluruz. Avrupalılar “Salib Hilal’e galib gelmelidir Hilal’in yerine kaim olmalıdır” fikrini asırlardan beri ta’kīb ettikleri gibi şimdi de o fikirlerinde sabittirler. bir İranlının başına gelenler bir Türkün de başına gelebilir. Türkleri bu hale getirmek için Avrupalıların bütün kuvvetleriyle çalıştıkları meydandadır. Bütün İslamlar aynı tehdid altında bulunuyorlar. O halde esaret-i iktisadiyye siyasiyyeden kurtulmaya gayret etmek her İslam ismini taşıyanın borcu değil midir? Kuvveti dağıtmak ve tefrikadan başka bir şeye yaramayan kavmiyet cereyanlarından vazgeçerek bütün kuvvetleri bir araya toplayan İslamiyet cereyanına bütün mevcudiyet ile sarılmak icab etmez mi? İşte bu noktalardan dolayı dinle alakası olmayanların da ittihad ve uhuvvet-i Bu muhakematın hep boş olduğunu biran için farz edelim; acaba Türklük cereyanı müsmir Panturanizm kabil bir şey midir?.. Türk diye kabul ettiğimiz İslamların kısm-ı a’zamı Rusya’da yaşıyorlar bunların hayatları Osmanlı Türklerine nazaran bütün bütün başkadır. Acaba bir Kazanlıya rebilir miyiz? Onun milliyet hissine müracaat ile “Sen Türksün!” denildiği zaman o biraz düşünür kendi kendine der ki: “Benim muhitim ile Osmanlı muhiti ayrı adat ve tabiatlarımız birbirine benzemez edebiyatımız ayrı lisan şivesinde fark var tarihlerimiz an’anatımız ayrı elhasıl kavmiyete aid her bir esasda bir ayrılık var; o halde ben niçin Türk olayım beni Türklüğe bağlayan hiçbir kuvvet göremiyorum ben her şeyden evvel Tatarım” diye düşünür. Din hissinden azade kavmiyet hissi onları böyle bir fikre sevk etmekte pek haklıdır. Fakat araya İslamiyet girince iş değişir; aynı adam der ki: “İslamlar her yerde esir ve mahkumdur. Her yerde hücuma ma’ruz kalıyorlar. İslamlar kardeş olduklarından birbirine zahir olmaya yardım etmeye borçludurlar. Esaretten kurtulmak kelimetullahı i’la etmek için hep müttehiden çalışmalıyız. Osmanlı Türkleri de İslamdır. Aynı zamanda ellerinde Hilafet de mevcud dünyada yegane bir İslam hükumetini muhafaza ediyorlar binaenaleyh onların bekası ve terakkīsi cihetle benim için her şeyden evvel mültezem ve mukaddes bir arzudur. Türkler benim en yakın kardeşimdir” diye muhakematı yürütür. Türklüğü de pek kolaylıkla kabul eder. O halde Panislamizm Panturanizm yapabilir. Yalnız Türklük hissi hiçbir şey yapamaz. Hülasa ittihad-ı İslam fikri ittihad-ı etrak doğurabilir. Fakat yalnız Türklük fikri hiçbir şey doğuramaz akīm kalmağa mahkumdur. Bu hakayıkı muhterem Yusuf Akçura Bey’in nazar-ı dikkatine arz ederim. Hamiş: İttihaddan maksad siyasi değildir. Bunun taht-ı sağlam olarak konabilir. GIRIT MES’ELESİ Ma’lumdur ki meşrutiyet ile idare olunan milletlerde bütçe müzakere olunurken kuvve-i icraiye müstakbelde ittihaz edeceği harekat-ı siyasiyyeyi millete anlatmak ve kuvve-i teşriiyyeyi nokta-i nazarını kabul ettirmek usulüne riayet eylemektedir. Duma Meclisi’nde ahiren Hariciye bütçesi müzakere olunurken Mösyö Sazanof tarafından ahkamına riayet olunan bu kaideye tevfikan irad edilen nutuk Osmanlılık aleminde olduğu gibi mahafil-i saire-i siyasiyyede dahi memnuniyet-bahş hiçbir te’sir hasıl etmemiştir; bilakis nutk-ı mezkurda Türkiye mütefekkirinini bir derya-yı tereddüde ket-i dostanede bulunduğundan şübhe ettirecek bir çok ithamat mevcuddur. Buralarını rical-i siyasiyyemiz düşünsün. Bizim mevzu’-ı bahs etmek istediğimiz madde Duma Meclisi’nde meb’us Miljokof nam zatın Girit hakkındaki beyanatıdır. Muma-ileyh diyor ki ““Girit mes’elesine gelince devletler Yunan Kralı’na bazı vaadlerde bulunmuşlardır” acaba şu vakıa bir meb’us hürriyet-i kelama malik olduğu için mütalaatını vicdanının telkīnatı dairesinde beyan edebilir. Fakat zannederiz ki böyle ince mesailde devletlerin mevkiini işkal edecek tefsiratta bulunmak kendi hükumetine hizmet değil zarardır. Mösyö Mijokof dahi bilir ki Yunan Kralı’na şayed düvel-i muazzama tarafından vaadler verilmiş ise bu vaadler hukūk-ı hükümrani-i Osmani’ye te’sir i’tibarıyla gayr-i kabil-i incazdır. Kezalik umur-ı müsellemedendir ki Devlet-i Osmaniyye Girit’i bir vedia olmak üzere düvel-i müstevdi’aya “muvakkaten” tevdi’ eylemiştir. Vediada tasarrufun gayr-i caiz bulunduğunu yalnız ilm-i hukūk değil siyasiyat dahi bir çok tecrübelerle kabul eylemiştir. Biz zannediyoruz ki hak ve adalete hizmet eden efkar-ı münevvere ashabı meb’us-ı muma-ileyhin şu tefsirat ve beyanatını kemal-i şiddetle reddedeceklerdir. Asıl şayan-ı teessüf nokta muma-ileyhin şu kısım beyanatında mevcuddur: Bu vaadlerin incazı için hal-i hazır “münasib” değildi. Fakat Girit mes’elesi hakkında bir adım geri gitmenin Rusya’nın an’anatına külliyen dehşetli muhalif olduğunu tasdik etmek lazım gelir. Şu acı sözlerle muma-ileyh Yunan muharebesi münasebetiyle pek ziyade zeban-zed olmaya başlayan “Salib’in girdiği yeri Hilal bir daha işgal etmez” düstur-ı taassubkarisini yeni baştan hatırlara getirmek istiyor. Biz buna bütün mevcudiyetimizle teessüf eyleriz. Eğer Rusya Hükumet-i muazzamasının an’anatını tedkīk edersek pek çok nikat-ı nazardan meb’us-ı muma-ileyhin şu beyanat-ı sakīmesine mükemmel tekzibler teşkil edecek herekat-ı merdane görürüz. Eğer bir adım geri gitmek hak ve adalet namına bir şeyn bir leke ise Rusya Hükumeti değil hiçbir devlet-i muazzama tarafından böyle bir hareketin irtikab olunmasını biz Osmanlılar ne teklif ve ne de kabule tenezzül eyleriz. Fakat hukūk-ı hükümranimizi mukaddes bir emanet olmak üzere muhafaza için müstevdi’ sıfatıyla bir vazife tahmil eylediğimiz düvel-i muazzama Girit vediasının tasarrufu hakkında –meb’us-ı muhterem tarafından beyan edildiği vechile– vaadler verecek kadar hudud-ı vidaati tecavüz ederlerse hak ve adalet namına biz Osmanlılar taarruza izzet-i nefs-i millimizi kıracak böyle bir tecavüze kat’iyyen tahammül edemeyiz. Artık bilinmeli ki saye-i meşrutiyyette mülkü için çarpan bir Osmanlı yüreği mevcuddur! ---- MATBUAT ---- MEMALIK-I İSLAMIYYE VE HÜKUMAT-I NASRANIYYE Haritaya şöyle bir göz gezdirecek ve Afrika-yı Garbi’nin müntehasından Çin Denizi’ne kadar bir hatt-ı muhtelit keşide edecek olursak görürüz ki memalik-i İslamiyye üzerine saldıran hükumatı-ı mütemeddine-i Nasraniyye’nin adedi dörde baliğ oluyor. İngiltere başta olmak üzere Fransa İtalya Rusya dğrudan doğruya akvam-ı müslime ile muharib bulunmaktadır. Bunun dördü aynı zamanda gizli bir Ehl-i Salib bayrağı altında müctemi’ oldukları gibi yine aynı zamanda da dördü Panislamizm yani “İttihad-ı İslam” politikası aleyhine sap yiyip saman savurmaktadırlar. Ya bize ne dersiniz? Teemmül eylemek lazım gelir ki Mehmed Ali vak’a-i ma’­ lumesinde bize imdad eden İngiltere bugün Mısır’da müstevli keza vak’a-i mezkurede bize muhalefetle beraber larına guya hami bu tarihlerde mevcudiyetinden bile gafil bulunan [İtalya] Trablusgarb ve Adalar’a mütecaviz henüz Cenubi Kafkasya’ya inmiş olan Ruslar şuun-ı İran’a müdahil Rusya’nın Besarabya taraflarında yerleşmesine nazar-ı haşyet ile bakan Avusturya Bosna ve Hersek’e sahib yumurtadan çıkmış civcive benzeyen Yunan gizli gizli Girit’e teşne zorla başımıza çıkardığımız Bulgaristan Trakya ve Makedonya mes’eleleriyle meşgūl. ALEM-I İSLAM VE AVRUPA Profesör Vambery “İslamlar ve Budalılar Arasında Mukarenet” namıyla Londra matbuatında neşr ettiği makalede diyor ki: “Avrupa bir çok zamanlardan beri Ehl-i Salib muharebesini andırır bir suretle bu tarzda alem-i İslam’a bir hücum yapmamıştı. “Bugün neşr-i medeniyyet bahanesiyle vukūa getirilen Fas İran Trablus facialarını göz önüne getirsek pek ra’na görürüz ki bunlar alem-i İslam’a karşı bütün şümul-i ma’nasıyla müretteb hücumlardır. “Birkaç senenin vukūatı tedkīk olunursa ta’kīb edilen politikanın bütün İslam hükumetlerini harac-güzar yaparak hürriyet-i mahsusalarını mahv eylemekten ibaret olduğu görülür.” Zaten Fas ve İran hükumetlerinin avakıb-ı müessifeleri nazar-ı i’tibara alınırsa bütün alem-i İslam’ı temsil eden hür bir hükumet-i İslamiye olarak Türkiye’yi görürüz ki o da Trablus harbiyle zedelenmek isteniyor. Alel-husus kapitülasyonlarla Türkiye’nin de serbesti-i harekatı tahdid edilmiş bulunuyor. Biz asabiyet-i diniyyeye karşı vukū’ bulan bu hücumların yavaş yavaş bir aks-i te’sir vücuda getirdiğini görüyoruz. Netice zannettiğimiz gibi değildir. Umum şarklılar vukūat alemini pek güzel seyr ve ta’kīb ediyorlar. Avrupa’nın Ehl-i Salib muharebatını andıran bu hücumlarına karşı mütenebbihane davranıyor. Mesela Türkistan’a karşı yarım asır evvel zi’ini beyan-ı memnuniyetle görüyor. Kezalik Çin bütçesinden ayrılan meblağla buğün camiler ta’mir ve inşa olunuyor. Bu gösteriyor ki Avrupa’nın şu cereyan-ı asabiyetkaranesi İslamlarla –Budileri yekdiğerine takrib ediyor. Zaten Şark insanları umumen bir samimiyet-i hayatiyye ler. Daha bazı beyanatta bulunduktan sonra Profesör Vambery lüzumsuz şeylerle Şarklıları dilgir etmenin istikmal için pek akılane bir politika olamayacağını atideki sözlerle İngiltere efkar-ı umumiyyesine arz ve ihtar eyliyor: “Beyhude ve faidesiz yere Asyalıları bize karşı gücendirmek ve onları heyecan ve zahmete duçar etmekle Şark ve Garb beyninde adavet tohumlarını ekmekte ma’na yoktur.” ŞUUN – Bu hafta içinde cülus-ı hümayun-ı hazret-i padişahi hasebiyle Dolmabahçe Sarayı’nda resm-i tebrikat rical-i devlet ve şehzadegan-ı ki­ ram hazeratı tarafından icra kılınmıştır. – Cülus-ı hümayun münasebetiyle hükümdaran hazeratıyla süfera-yı Saltanat-ı Seniyye tarafından telgraf vasıtasıyla arz-ı tebrikat olunmuştur. – Mabeyn-i Hümayun erkanı ve ben­ degan dahi ayrıca arz-ı tebrikat eylemişlerdir. – Hidiv-i Mısır Prens Abbas ve Emir-i Mekke-i Mükerreme Şerif Hüseyin Paşalar hezeratıyla vülat ve elviye-i müstakılle mutasarrıfları tarafından Mabeyn-i Hümayun’a telgraf keşide edilerek arz-ı tebrikat olunmuştur. – Saray-ı Hümayun’un ikinci kat salonunda küşad edilen defter-i mahsusa süfera-yı ecne­ biyye baştercümanlarıyla müessesat-ı maliyye direktörleri za vaz’ etmek suretiyle arz-ı tebrikat eylemişlerdir. – Zat-ı haz­ ret-i şehriyari tebrikatın hitamında bir müddet daire-i hümayunlarında istirahat buyurduktan sonra dört atlı bir saltanat arabasına rakiben maiyet-i seniyye asakir ve me’murin ile beraber Hürriyet-i Ebediyye Tepesi’ne azimet buyurmuşlardır. Veliahd-ı saltanatla sair şehzadegan-ı kiram dahi mevkib-i hümayunu ta’kīben mahall-i mezkura müteveccihen hareket eylemişlerdir. Mevkib-i hümayunun güzergahında bulunan mahallatta tecemmu’ eden binlerce halk metbu’-ı mufahhamlarını samim-i dilden alkışlamışlardır. Hür­ riyet-i Ebediyye Tepesi’ndeki manzara cidden şayan-ı takdir idi. Padişah efendimiz hazretlerinin Hürriyet-i Ebediyye Tepesi’ne muvasalatını müteakib vasi’ ve geniş meydanda ictima’ etmiş olan asakir-i muhtelife hep birden “Padişahım çok yaşa” duasını yad ve tekrar ve padişah hazretleri kıtaatı beray-ı muayene güzar eylediler. – Zat-ı hazret-i padi­ şahi ve maiyet-i mülukanelerinde veliahd ve rical-i devlet bulundukları halde kendilerine tahsis olunan çadıra teşrif bu­ yurduktan sonra zat-ı mülukanelerine mahsus sancak keşide kılınmıştır. Resm-i geçite iştirak eden Mekteb-i Harbiyye Bahriyye Tıbbiye-i Askeriyye Küçük Zabit Numune Taburu İtfaiye Taburu Müretteb İstanbul Fırkası Nişancı Alayı Küçük Zabit Mektebi Telgraf ve Telefon müfrezeleri İhtiyat Zabit Mektebi Jandarma Mektebi ve sair kıtaat-ı askeriyye kemal-i intizam ile resm-i geçide başlayıp umumun alkışlarına mazhar olmuşlardır. Resm-i geçide iştirak eden asakir kırk bin raddesinde idi. Asakir-i Osmaniyye’nin intizam ve terakkīsini bil-cümle süfera-yı ecnebiyye ile ataşemiliterleri tasdik ve takdir etmişlerdir. – Bu resm-i aliden mütevellid sürur-ı milliyi tetvic eden Birinci Ordu tayyaresinin halk üzerinde hasıl eylediği te’sir-i amik hakīkaten şayan-ı dikkat bir manzara nos’dan Hürriyet-i Ebediyye Tepesi’ne doğru kat’-ı mesafe etmiş ve cevv-i havada görünen küçük bir kartal kadar görünen mezkur tayyare tepe üzerinde üç defa devr icra eyledikten sonra uzaklaşıp Boğaziçi ve Sirkeci Babıali Divanyolu Bayezid istikametiyle tekrar geldiği yere gitmiştir. – Leyle-i mezkure bilumum Os­ manlılar için bir leyle-i sürur ıtlakına sezavardır. Ahali-i sadıka ta be-sabah cülus-ı hümayunun dördüncü sene-i devriyyesinin şeref-i alisine icra-yı şad-mani ve meserret eylemişlerdir. – İstanbul Divan-ı Harb-i Örfisi tarafından mahkum edilen mücrimin-i siyasiyyeden bazılarının afvına dair Komisyon-ı Mahsus tarafından tanzim olunan liste arz olunarak mucebince irade-i seniyye sadır olmuştur. – Tebeddül-i saltanat ve hacc-ı ekber vukūunda makam-ı mualla-yı Hilafet’e isali adet-i kadime-i müstahseneden olan Sitare-i şerife-i Ka’betullah’ı emir-i Mekke hazretleri tarafından zat-ı hazret-i Hilafet-penahi’ye takdim olunmak üzere Harem-i Şerif Müdürü Emin Efendi me’mur edilmiştir. Muma-ileyh bu hafta zarfında Selanik tarikiyle Sirkeci İstasyonu’na muvasalat edip şerif hazretlerinin biraderi Şerif Nasır Bey’le mahdumu Abdullah Bey tarafından istikbal olunarak emanet-i mübareke dört sandık derununda olduğu halde müşarun-ileyhim taraflarından Sirkeci’den istimbotla müşarun-ileyh Nasır Bey’in hanelerine nakl olunmuş ve Sitare-i şerifenin Dersaadet’e vusulü zat-ı hazret-i Hilafet-penahi’ye arz edilmiştir. Sitare-i şerife bugün ihtifalat-ı layıka ile Eba Eyyube’l-Ensari hazretlerinin türbe-i şerifelerine nakl olunacaktır. Sitare-i şerife türbe-i münevvere-i mezkurede bir hafta kadar umumun ziyaretine açık bırakılacak bir hafta sonra da yine ihtifalat-ı layıka ve ta’zimat-ı faika ile Eyüb’den Topkapı Saray-ı Hümayunu’na nakl edilip mevki’-i mahsus-ı ihtiramına vaz’ olunacaktır. – Edirne’de talebe-i ulumu bütün ulum ve fünun-ı asriyyeden behre-mend etmek üzere teşekkül eden komisyonun mesai-i aliyyesiyle Sultan Selim Medresesi’nde bir dershane küşad edilerek tarih coğrafya hesab ve sair fünun-ı lazıme tedrisine başlanmıştır. – Henüz otuz yedi yaşlarında bulunan Bursa efazıl-ı ulemasından Müderris Hoca Zahid Efendi hazretleri tarafından Nisan’ın altınca Cuma günü Ulu Cami’de on üç efendiye icazet verildiği Ertuğrul Gazetesi’ nde okunmuştur. Nisan’ın on dördüncü Cumartesi gecesi nısfu’l-leylde Şam’da büyük bir yangın vukūa gelerek en mühim şark pazar-ı nefaisi olan Şam Çarşısı kamilen yanmış kül olmuştur. Yangın saat devam etmiştir. Mecmu’ hasar - milyon frank raddesinde tahmin olunmuştur. Bunun yalnız üç milyonu sigortalı idi. Cenab-ı Hak bil-cümle memalik-i İslamiyye’yi afat-ı kevniyyeden muhafaza buyursun. – Haci David Kumpanyası’nın Amerika bandırasını hamil Teksas Vapuru Nisan sene ba’de’z-zuhr saat altıda men’-i mürur bataryasından atılan onu mütecaviz topa ehemmiyet vermeyip limandan çıkarken dış fener istikametindeki otomatik torpillerinden biriyle bil-müsademe gark olduğu ve yüz iki güverte ve altı kamara yolcusuyla otuz mürettebattan Nisan sene saat dokuza kadar altmış dokuz kişinin hayyen ve ikisi meyyiten kurtarıldığı ve kurtarılanlardan on beş kişi yaralı olup bunlardan ikisinin yarası ağır olduğu ve yolculardan elli kadar Arnavut ile kaptanın mecruh olarak kurtarıldığı Altıncı Fırka Kumandanlığı’ndan bildirilmiştir. – Sazanof’un şu son günlerdeki nutku bütün Avrupa mecalis-i resmiyye ve mahafil-i siyasiyyesinde mevzu’-ı bahs olduğu gibi hükumet-i Osmaniyye’nin de nazar-ı dikkatini celb etmiştir. Rusya Hükumeti Balkanların asayişini ihlal etmeyeceği istişmam ediliyor. Bunun sebebi Rusya’nın Devlet-i Aliyye’ye karşı perverde eylediği amal pek mübhem olarak Sazanof tarafından beyan olunmuştur. o kadar metin olmadığı tezahür etmiştir. Sazanof’un nutkunda sarahaten anlaşılan bir şey var ise Rusya ile İtalya beyninde bir samimiyetin hasıl bulunması keyfiyetidir. – Beyoğlu gazetelerinden birinin bir menba’-ı mevsuktan istihbar ettiğine göre Rusya Hükumeti Kars’a asker i’zamına yeniden başlamış kirinde mevcud olan noksanların telafisi maksadıyla olduğu ber-mu’tad Mösyö Sazanof tarafından hükumet-i Osmaniyye’nin Petersburg Sefiri Turhan Paşa’ya beyan olunmuştur. – İdris’in inhizamı ve adamlarının her taraftan taht-ı muhasaraya alındıkları tahakkuk etmiştir. Kaçanların bazıları sevahile doğru takarrub etmeye yelteniyorlarsa da kendilerini ihata eden asakirle hükumet-i Osmaniyye’ye izhar-ı sadakat ve hizmet etmekte olan urbandan bir türlü fırsat bulup tahlis-i giriban edemeyerek birer birir yakayı ele verip esir düşmektedirler. – Times gazetesinin beyanatına göre Girit müslümanlarına karşı ada hıristiyanları tarafından her gün vukū’ bulmakta olan tecavüzat derecesini aşmıştır. Bundan başka Yunan Meclis-i Meb’usanı’na a’za göndermek hakkında gerek Girit Hey’et-i İcraiyyesi el-an ısrar etmektedirler. Binaenaleyh bu mezalim ile yolsuzluklara nihayet vermek için düvel-i hamiyyenin fiilen tedabir-i acile Atideki ma’lumat darü’l-harbdeki kumandanların iş’arı üzerine Harbiye Nezareti’nden Osmanlı Ajansı’na tebliğ edilmiştir: – Guruvva ’daki düşman Nisan tarihinde mesafedeki tuzlanın kenarına doğru taarruz eylemiş ise de mukavemet-i şedidemiz üzerine perişan bir surette ve külliyetli telefat vererek firar etmiş ve hudud-ı müstahkemesine kadar ta’kīb edilmiştir. Dört saat devam eden bu muharebede şehidimiz ile yüz yirmi mecruh vardır. Bilahare düşman Seyyidsaid ile havalisine bombardıman etmiş ise de te’siri olmamıştır. – Dün gece Tobruk’taki müfrezelerimizden biri şırtmaya muvaffak olduğundan İtalyanlar üç saati mütecaviz bir müddet istihkamatdan ateş etmişlerdir. Bu esnada düşman istihkamdan çıkarak piyademize mahsus siperleri tarafından edilen ateş üzerine kırkı mütecaviz telefat vermiştir. gelmiş ve bir projektör tahrib olunmuştur. Zayiatımız iki şehid ve üç mecruhdan ibarettir. Kunfuda: – Hudeyde’den varid olan bir telgrafnamede da’ya gelerek kasabayı saatlerce bombardıman eylediği kasabanın ötesine berisine saçtığı vahşi mermilerle ekseri kadın ve çocuk olmak üzere on iki ma’sumu zümre-i şühedaya – Senusi kabilesi şeyhi Mısır bankalarından birisine İtalya aleyhine i’lan edilecek dini muharebeye sarf olunmak üzere ihtiyat akçesi olarak yedi yüz bin lira yatırmıştır. Şeyh hazretleri bizzat kendisinin elli bin Arap askeri ile Osmanlı askeri kumandası tahtında bulunmak üzere Trablus ve Bingazi’ye gelmekte olduğunu bildirmiştir. Sudan’dan bir kafile olmak üzere yedi bin gönüllü derviş Osmanlı askerine iltihak etmiştir. – Yemen’den varid olan haberler meserret-bahştır. Yemen’deki sadat-ı kiram ve ulema-yı izam hazeratıyla Menahib tarafından bütün Yemen ahali-i sadıkasına hitaben mühim bir beyanname neşr olunmuştur. Mısır’da neşr olunan bu beyannamede Trablusgarb’da a’da-yı din olan İtalyanların katl-i nüfus ve hetk-i haremat gibi irtikab ettikleri cinayat hele na-tüvan ihtiyarları aciz kadınları nevzad çocukları bir suret-i vahşiyanede öldürüp hanümanları söndürmek suretiyle icra eyledikleri fazayih birer birer ber-averde-i zeban olunduğu gibi o havalideki mücahidin ile harp kahramanlarının onlara şiddetle mukavemet etmekte ve kendilerini keskin kılıçlarıyla alevli ateşleriyle dağıtıp durmakta oldukları beyan edilmiş ve bilad-ı İslamiyye’deki bilumum ehl-i İslam’ın mallarıyla canlarıyla mücahidine muavenet eylemeleri lüzumu tavsiye ve te’kid olunmuştur. – İtalya hazine bonoları Avrupa piyasalarında gayet suubetle alınır satılır bir hale gelmiştir. İtalya’nın muvaffakiyetsizliği yüzünden ahval-i maliyye ve iktisadiyyesi günden güne inhitata doğru sürüklenmektedir. – Osmanlı eshamı kemal-i rağbetle Avrupa’nın bütün piyasalarında satılmaktadır. Maliyunun beyanlarına göre hükumet-i Osmaniyye muharebe yüzünden asla sarsılmamıştır. Gittikçe haysiyet ve i’tibarı tezayüd etmektedir. Memalik-i Osmaniyye’deki ahval-i iktisadiyye kema-kan hüsn-i suretle devam eylemektedir. – Papalık hazinesi taraf ve yolunu bulup İtalya Harbiye Nezareti’ne bir mikdar ianede bulunmuştur. Papaya ihtiyac gösteren bir Harbiye Nezareti’nin ahval-i iktisadiyyesinin ne olduğunu söylemek zaiddir! – Times gazetesinin ihbarına nazaran Bukmuş civarında bazı noktalar İtalyanlar tarafından işgal edilmiştir. İtalyanlar daha ileriye gitmek teşebbüsünde bulunmuşlarsa da urban tarafından tard edilmişlerdir. Karaya beş bin İtalyan piyade askeri altı batarya top ve bir mikdar süvari kıtaatı ihrac edilmiştir. Karaya ihrac edilmek üzere daha başkaca kıtaat henüz vapurlar içinde bulunmaktadırlar. – Çanakkale bombardımanında ğunu Osmanlı Harbiye Nezareti muharebe raporunda ve Osmanlı Telgraf Ajansı hususi telgraflarında i’lan etmişler limanında bir sefine-i harbiyyenin batmış olduğu sudan yukarı görünen direkleriyle bu kere suret-i resmiyyede tahakkuk etmiştir. Limni sahilinde elde edilen evraktan ve can kurtaran gibi eşya ve levazımat üzerindeki yazılardan bu sefinenin “Varez” namındaki zırhlı kruvazörü olduğu tahakkuk etmiştir. Diğer bir İtalyan zırhlısının da iki torpido tarafından cerredilerek İtalya’ya sevk edildiği Atina’dan verilen ma’lumattan anlaşıldığı cihetle mezkur Çanakkale bombardımanında Osmanlı topçusu tarafından atılan yirmi yedi mermiyle İtalyan’ın bir sefine-i harbiyyesinin gark ve birinin de sakat edildiği tebeyyün ediyor. İtalyanların tekzibi artık para edemeyecektir. – Napoli’den keşide edilen bir telgrafa göre bir İtalya askeri nakliye sefinesi Trablus’dan avdet eden askerleri hamilen Rediyodi Kalabra önünde karaya oturmuştur. İçindeki askerler yüzerek sahile çıkmışlardır. Bir kısmı boğulmuştur. Gemi mahv olmuştur. – Babıali Çanakkale Boğazı’nı uhud ve muvafakat-ı düveliyye muktezasınca açmayacaktır. Bundaki hakk-ı sarihini muhafaza edebilir. Avrupa tarafından hiçbir tazyik icra edilmeyecektir. Çünkü Babıali’nin mantıkī özürlerini kabul etmeye mecburdurlar. Avrupa matbuatını tedkīk eder isek bu noktayı gereği gibi anlayacağız. Tedabir-i tahaffuziyye tamamıyla tatbik olunmuştur. Hiçbir şeyden endişe etmek caiz değildir. Yalnız biz Osmanlılara elzem olan bir şey var ise hal-i hazırda dahilde müttehid ve müttefik yaşayıp gürültülere gavgalara muvakkat olsun nihayet vermektir. – Hamburg hububat tacirleri Çanakkale Boğazı’nın seddi icabatı olarak telakkī edilip edilmeyeceğini ve binaenaleyh mevcud konturatoların feshi mümkün olup olmadığını takdir için hemen bir komisyon teşkil edilmesi teklifi ile Ticaret Odası’na müracaat etmişlerdir. Nikolayef hububat tacirleri boğazın mesdudiyetini bir hal-i mecburi addederek vapurlar limanlarda hareketsiz kaldıkları müddetçe konturatoları fesh etmeyip – İtalya’ya “Trablus” namında bir tayyare ihdası için Trablus şehrinde bir iane defteri küşad edilmiş ve ma’hud Hasune haini bu teşebbüsü deruhde ederek İtalya idaresine tarafdar olan zenginlerin muavenetini taleb eylemiştir. – Harbe nihayet vermek lüzumunu hisseden Avrupa devletleri guya emsali vechile bir kongre akdi suretiyle her iki tarafı sulha icbar edeceklerdir. Rusya fırsattan – esnan-ı askeriyyesinden otuz bir bin kişinin taht-ı silaha alınması için İtalya hükumetince taht-ı karara alınmıştır. Guya kuvve-i mezkure Cezair-i Bahr-i Sefid’e gönderilmek için imiş! – Somal hakimi Şeyh Vedad hazretleri Benadir’de İtalyanlar üzerine hücum etmiş ihraz-ı muvaffakiyet buyurmuşlardır. İtalya sahilde ancak üç noktada mahsur kalmıştır. – Erdebil ve Halhal’dan alınan telgraflara nazaran oralarda anarşi gittikçe tevessü’ etmektedir. den endişe edilmekte bulunduğu bildirilmiştir. Erdebil’den – Yeni ta’yin olunan İngiltere sefiri Tahran’a muvasalat etmiş ve hakkında merasim-i ihtiramiyye ifa edilmiştir. – Salar ile maiyetindekiler Genzus taraflarında yağmacılığa devam etmektedirler. Zencan’da asilere karşı gönderilen Bahtiyariler bir suret-i seriada Genzus’a doğru ilerlemektedirler. – Naib-i hükumetin icraatı aleyhinde her vilayette nümayiş olunmakta ve icraatından ahali son derece na-hoşnud bulunmaktadırlar. Naib-i hükumet – Naib-i hükumet aleyhinde açılan cereyanlar üzerine müşarun-ileyh tedavi ve rahatsızlık bahanesiyle İran’ı terk edip Avrupa’ya azimet etmek fikrinde imiş. Müşarun-ileyhin muktedir ve ma’lumatlı bir zat olduğu ve Avrupa medeniyetini İran’a ya ve İngiltere hükumetleri tarafından beyan olunmaktadır. Halbuki naib-i hükumet Rusya nüfuzu altında bulunduğu cihetle Rusların medhine nail olmuştur. Müşarun-ileyhin ceriksizliği de ma’lumdur. İran’a medeniyeti idhal etmek için dadır. Bu zat Avrupa’ya gidecek olursa yerine Sipendar’ın ta’yin edileceği ekseriyetle tahmin olunmaktadır. – Diza kasabasında bir Rus asker firarisinin cesedi bulunduğu cihetle İranlılar tarafından katl edildiğine hükm olunmaktadır. Binaenaleyh Diza kasabası Rus askerleri tarafından topa tutulmuştur. Rusların bombardımanı esnasında kale duçar-ı hasar olmuştur. – Büyük müctehidlerden Seyyid Ali kabine aleyhinde tesvilatta bulunduğundan dolayı tevkīf edilmiştir. Kabine bu hareketiyle mevkiini pek ziyade tahkim etmek istemiştir. Ahali bunun üzerine heyecana gelip Ruslar aleyhinde fena sözler sarf ediyorlar. Ruslarla muharebe etmek için müctehidler İranileri teşvik ediyorlar. Ahval-i mahalliyye –İran’ın her tarafında– – Salarü’d-Devle Tahran’a gelmek üzere ilerliyor. İran hükumet-i hazırası Rusya’nın mukavemet-i askeriyyesini taleb ediyor. İngiltere hü­ ku­ meti İran’ın bu teşebbüsünü tasdik etmeyecektir. – Salarü’d-Devle aleyhinde hareket etmek üzere Prens Ferman-Ferma ile maiyeti yavaş yavaş Salarüddevle’nin bulunduğu mahalle yanaşmaktadır. Maiyeti pek az olduğundan bir şey yapamayacağı zan olunuyor. – Gittikçe Salarü’d-Devle’nin gururu artmaktadır. Evvelce beylik ile kani’ iken bilahare şahlığı iddia etmiştir. Daha sonraları –bugünlerde– kendi kendine Hami-i İslam lakabını –süsünü– vermiştir. – Mösyö Monar’ın maliyenin teftişi hususunda haiz bulunduğu salahiyet-i mahsusa pek ziyade duçar-ı tahdid olmuştur. Muma-ileyhin mevkii mütezelzil görünmektedir. İranlılar bu adamdan son derece müteneffir bulunmaktadırlar. Bilakis selefi bulunan Amerikalı Mister Şuster Morgan’ı perestiş edercesine severlerdi. İran maliye nazırıyla Belçikalı maliye müşaviri arasında müşkilat zuhur etmiştir. – İran-ı Cenubiye azimet etmekte bulunan İsveçli Binbaşı Tirsen Isfahan’ın şimalinde eşkıya tarafından duçar-ı tecavüz olmuştur. – İran naib-i hükumeti Nasırulmelik hazretleri Tahran’a zevcesiyle beraber yeni muvasalat eden İngiltere sefir-i cedidi Mister Valter Tarnly’i huzuruna merasim-i mu’tade kabul edip i’timadnamesini teslim almıştır. Her iki taraftan teati olunan nutuklardan olunmuştur. – Bil-cümle kabail Mulay Hafiz ve Fransa himayesi aleyhine silah be-dest olarak kıyam etmişlerdir. Maatteessüf Fransa turuk-ı muvasalayı kat’ ettiğinden alınan haberler pek nakısdır. Fransızlar duçar olmakta oldukları hezimetleri setr ü ihfa için hiçbir havadis vermiyorlar. Bununla beraber kariben gelecek olan mektublardan Fransanın hasarat-ı azimeye duçar olduğu anlaşılacaktır. – Sefain-i harbiyyeden bir nakliye sefinesi kuva-yı imdadiyyeyi hamil olarak Marsilya’dan Oran[?]’a müteveccihen hareket eylemiştir. Senegal müstemlekesinden sekiz yüz nişancı efrad-ı askeriyyesi Kazablanka’ya ihrac olunmuşlardır. Aynı zamanda Cezayir’den asker i’zamı suretiyle kuvve-i işgaliyyenin tezyidine karar verilmiştir. – Ahiren vukū’ bulan katliamları müteakib Fas’daki Musevilerin mevkii kesb-i vehamet eylediği şehr-i mezkurdan iş’ar olunmaktadır. Yüzlerce Musevi itlaf edilip haneleri ihrak olunmuştur. Ahali-i Museviyye büyük bir sefalet içerisinde açlıktan müteellim bulunmaktadır. Fransız me’murini tarafından muavenet hey’etleri teşkil edilmiştir. TENKĪD VE TAKRIZ Müellif diyor ki: Muaviye mevalinin çoğalması yüzünden devlet-i Arabiyye’ye gelecek tehlikeyi anladığı için hepsini yahud bir kısmını öldürmek için emir vermek istedi. “Cild sahife ” Muaviye’nin metn-i kelamı ise şöyledir: “Bana öyle geliyor ki bunlar Arab’a Arab’ın saltanatına karşı kıyam edecekler. Onun için yarısını öldürmek yarısını bırakmak fikrindeyim.” Görülüyor ki bu rivayet sahih olduğu takdirde bile Muaviye mevalinin ancak yarısını öldürmek fikrinde imiş. Halbuki müellif ibareye kendisinden söz ilave ederek Muaviye bunların hepsini öldürmek için emir vermek istedi diyor. Müellif: “Arablar felç hastalığına tutulmaz i’tikadında bulunuyorlardı.” diyor; bu iddiasına da kitabın hamişinde gösterdiği vechile Tabakatü’l-Etibba ’yı şahid gösteriyor. Huda bilir Tabakat ’ın ibaresine vakıf olsanız müellifin rivayatı bozmak hikayatı alt üst etmek hususundaki cür’etine karşı hayretler içinde kalırsınız. Tabakat sahibi Tabib ederken diyor ki: El-Mehdi’ye nüzül isabet etmiş. Yanına gelen hekimlerin içinde sahib-i tercüme İsa da var imiş. Demiş ki: “El-Mehdi bin el-Mansur bin Muhammed bin Ali bin Abdillah bin Abbas’a nüzül isabet etsin! Vallahi ne bunlara ne de bunların neslinden gelen bir kimseye ebediyen felç hastalığı gelemez; meğer ki Türk Çerkes karılarıyla çokca münasebette bulunmuş olsunlar.” Tabakat sahibi bu hikayeyi yazdıktan sonra Tabib Yusuf’dan naklen şu vak’ayı zikr ediyor: “El-Mehdi’nin oğlu bu hastalığın beni tutmasına ne diyeceksin bakalım?” demiş. Yusuf diyor ki: İbrahim’in şu sualinden Tabib İsa’nın el-Mehdi’ye söylemiş olduğu sözü hatırladığını; kendisindeki hastalığın mühlik olmamak lazım geleceğine kail olduğunu anladım. Dedim ki: Sizin bu hastalığı inkar etmenize sebeb göremiyorum. Zira valideniz Denbavendli idi. Denbavend Görülüyor ki Arabların felç hastalığından muafiyetleri hakkındaki zanları bilad-ı Arab’ın hararet-i ma’lumesinden neş’et ediyor; yoksa bu imtiyazın şerafet-i nesl ile hiç münasebeti yoktur. Hatta Tabib İsa’nın kalkıp da el-Mehdi’nin ecdadını saymasından bu imtiyazın aile-i Risalet-penahi’ye karmak doğru olamaz. Nitekim Halife el-Mehdi’nin oğlu İbrahim’e anasının Denbavendli olduğu söylenince kendisinin felce musab olduğunu hiç istiğrab etmemiş. Bakınız müellif hikayenin cereyanını nasıl değiştiriyor; bunun için nasıl bir silsile-i hıyanet yürütüyor! Kaldı ki bu söz Tabib İsa’nın sözüdür. Bu zatın ise Arap olup olmadığı ma’lum değildir. Zann-ı galibe göre Nasrani’dir. Hatta Arap olduğunu farz etsek mensubin takımından olduğu için müdahenekarlıkla halifeye bir kat daha sokulmak isteyeceği tabiidir. Artık böyle bir adamın sözü bütün Arabın sözü olabilir mi? Müellif: “Arabdan başkasını kaza gibi mühim manasıb-ı diniyyeden mahrum bıraktılar; kazaya Arabdan başkası elvermez dediler” diyor bu rivayeti de İbni Hallikan’a isnad ediyor. beyr’i esir ettiği vakit Said mevaliden olduğu için ona karşı biraderi [bir eda-yı] imtinan ile dedi ki: “Kufe’de Arabdan başka kimse olmadığı halde ben seni orada namaza imam nasb etmedim mi?” ki: “Ben sana Kufe kazasını tevcih etmek istediğim zaman Arablar şikayete başlayarak mansıb-ı kazaya Arabdan başkası elvermez demediler mi?” dur ki Kufe’de o aralık Arabdan başkası yoktu. Bir de tabiidir ki emr-i kaza milletin adatına hasaisına teamülüne tarz-ı muaşeretine tamamıyla muttali’ olan adamın karıdır. Başkası bu işi göremez. Said bin Cübeyr ise Arap değil idi. Eğer Kufelilerce bu adamın mevki’-i kazaya geçmesine karşı gösterilen mümanaat kendisinin mevaliden olmasından ileri gelseydi onun namaza imametini de kabul etmezlerdi. Zira Ebu Hanife mevaliden olduğu halde Emeviler zamanında kendisine kaza tevcih etmek istediler kabul eylemedi. Vak’a Müellif diyor ki: “İsterse Kureyş’den olsun cariyeden olanı mansıb-ı hilafetten mahrum bıraktılar.” Evet bu hal cariyeden olanları tahkīr için değil idi. Asmai diyor ki: Emeviler cariyeden doğanlara biat etmezlerdi. Bu ise halkın zannı gibi onları hakīr gördüklerinden değil ancak saltanatlarının zevali bir cariye elinde vukū’a gelecek zannını beslemelerinden dilmelik Zeyd ibni Ali’ye söylemiş olduğu “Sen cariyeden doğdun onun için hilafete salih değilsin” sözü ki müellif onunla istidlal ediyor. Zeyd buna cevaben “İsmail de cariyeden olma idi; halbuki Seyyidü’l-beşer Muhammed onun sülalesindendir” cevabını vermişti. Ma’lumdur ki İmam Zeyne’l-abidin’in oğlu olan Zeyd kadr u menzilet mecd ü asalet sıdk u emanet cihetiyle Hişam’a elbette faikdır. Kaldı ki iş böyle olsa idi ne Yezid ibni Velid ne de Mervan halife olamazdı. Çünkü her ikisi de cariyeden olma idi. Müellifin hıyanetlerinden bütün müellefatında tuttuğu usule ünvan olabilecek kadarını gösterdiğimiz için şimdi ruh-ı mes’eleyi tedkīk etmekliğimiz icab ediyor. Yani Arab olmayanlarla mevali müellifin iddiası vechile Emeviler zamanında hakīkaten köle muamelesi görecek kadar hakīr zelil mi idi? Yoksa Arabın mazhar-ı ihtiramı olacak bir mevki’-i şan ü şerefde mi bulunuyordu? TEŞEKKÜR Sebilürreşad ’ın daire-i intişarının tevsii hakkında muhterem kari’lerimizin pek samimi lütuflarına himmetlerine mazhar oluyoruz. Her birine ayrı ayrı teşekkür etmek istiyoruz fakat meşgūliyetten maatteessüf bu samimi emelimizin vazifemizin ifası mümkün olamıyor. Onun için bütün kari’lerimize alenen teşekkür eder bu teşvikat ve lütuflarına riayetle mukabele edeceğimizi arz eyleriz. TEFSIR-İ ŞERIF Tercümesi “O kimseler ki bizim uğrumuzda çalışmışlardır elbette kendilerine yollarımızı göstereceğiz; zaten hiç şüphe yoktur ki Allah iyilerle beraberdir.” * * * Bu ayet-i kerime ayet-i celilesiyle başlayan Ankebut Suresi’nin sonudur. Görülüyor ki mücahede mutlaktır; bir mef’ul ile mukayyed olarak irad buyurulmamıştır. Bir kayıt varsa o da Allah Sonra suretindeki va’d-i ilahi ne kat’idir! Demek maksad-ı hayr ile uğraşanlara Allah için çalışanlara tevfik hazırdır. Ayet-i kerime Allah’ın iyilerle beraber olduğunu da gayetkat’i bir lisan ile tebliğ ediyor. Elhasıl ayet-i kerime bize şunu bildiriyor ki: Hangi hayırlı maksada olursa olsun çalışanlar çabalayanlar; lakin Allah det yolunu mutlak bulacaklardır. Evet Allahu Zülcelal Feyyaz-ı Kerimdir; şan-ı azimi için – haşa– buhl mutasavver değildir. Ancak bir kere O’nun feyzini kabul edebilecek isti’dad hazırlamalı yani çalışmalı; sonra da Feyyaz’ın diriğ-i feyz etmeyeceğinden emin olarak hiç fütur getirmemelidir. İşte tevekkül diye pek azımızın anladığı yahud çoğumuzun anlamak istemediği mahiyet budur; yoksa “Armut piş; ağzıma düş!” gibi miskin temennilerin tevekkülle hiç münasebeti olamaz. Tevekkül demek insan için mesaisinin mücahedatının –evvelce iki üç haybet gözükse bile– mutlaka sonunda tevfika mazhar olacağına karşı gevşemez bir ümid sarsılmaz bir itminan beslemek demektir. Hayatı mücahede içinde geçenler için mev’ud olmadık ni’met; ma’nasız bir tevekkül ile atıl yaşayanların ise mahkum olmayacağı zillet yoktur. Fatır-ı Hakim’in kavanini ebedidir asla değişmez. Allah o kanunların hiç birinin hiç bir noktasını hiç bir mü’minin keyfi hatta bütün müslümanların hatır-ı şerifi için ta’dil etmez... Şuun hadisat Kur’an’daki hakīkatleri –o bizim bir türlü anlamak istemediğimiz hakīkatleri– olanca dehşetiyle ihtar edip durmakta iken nasıl oluyor da bir türlü gözümüzü açmıyoruz? Nasıl oluyor da meskenetler ataletler gayretsizlikler yona varan cemaat-i müsliminin nedir bugünkü hali? İslam sa’y dini mücahede mesleği şan ü şevket mecd ü azamet rehberi iken; o din-i mübine intisab da’vasını güden biz zavallılar dünyanın muhtelif iklimlerinde atıl batıl miskin zelil muhakkar mahkum iğrenç bir takım yığınlar canlı laşe yığınları teşkil ediyoruz! Mehmed Akif ---- FIKIH VE FETAVA ---- Hicret’in sekizinci senesi idi Mekke feth edilerek Ka’be-i Muazzama Mescid-i Haram esnamdan tathir edildi. Aleyhissalatü vesselam efendimiz Ka’be’yi gayr-i muhrim olarak Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib yedi defa tavaf eylediler. Hacer-i Esved’i elinde bulunan çevganı ile istilam ediyordu. Tavaf tamam olunca emr-i nebevi üzerine Ka’be dahi esnamdan tathir edilerek Hazret-i Bilal Ka’be’nin üzerine çıktı ezan okudu. Ba’dehu ol hazret maiyetinde Bilal Usame bin Zeyd Osman bin Talha bulunduğu halde Ka’be’ye dahil olarak kapıyı kapadılar. Hazret-i Bilal’in rivayetine göre aleyhissalatü vesselam efendimiz kapıya mukabil olan duvara üç zira’ kadar yaklaşarak oraya müteveccihen namaz kıldılar. İbni Abbas’ın dediğine göre bu sırada ayet-i kerimesi nazil oldu. Derun-ı Ka’be’de tekbir ve tehlil getirerek az çok gezindikten sonra kapı açıldı. Kureyş kapı önünde saf teşkil ederek haklarında nasıl muamele edeceğini düşünüp duruyorlardı. Aleyhissalatü vesselam efendimiz kapının iki tarafına elleriyle tutunarak gayet beliğ ve müessir bir hutbe Kureyş de afv-ı nebeviye mazhar oldular. Ba’dehu Mescid-i Haram’da oturarak Abdüddar evladından Osman bin Talha’yı çağırdı. ayet-i kerimesinden anlaşılan emr-i ilahiye imtisalen Ka’be’nin anahtarını teslim etti. Zaten Ka’be’nin perdedarlığı öteden beri Abdüddar evladında bulunuyordu. Feth-i Mekke günü de Ka’be’nin anahtarı ve hicabet perdedarlık vazifesi bu sülaleden Osman bin Talha’nın elinde idi. Ba’de’l-feth dahi bu vazife lağv edilmeyerek tekrar bu sülaleye tevdi’ olundu. * * * Feth-i Mekke’yi müteakib Huneyn seferi dahi hüsn-i hitama ererek emval-i ganaim taksim edilmişti. Sonra Zilka’de ayı içinde aleyhissalatü vesselam efendimiz bazı ashab ile Ci’rana nam mevki’den kalkarak umre niyetiyle muhrimen Mekke’ye dahil oldular. Umrelerini ikmal edince tekrar ordugahlarına gelerek Mekke’nin umur-ı idaresini Attab bin Esid’e umur-ı diniyyenin ta’lim cihetini de Muaz bin Cebel’e teslim ederek Zilka’de nihayetlerinde yahud Zilhicce’nin ibtidalarında Medine-i Münevvere’ye avdet buyurdular. Bu sene ehl-i İslam haccı Attab bin Esid ile birlikte ifa ettiler. Fakat İslamiyet’i henüz kabul edemeyen kabail-i Arab ve müşrikin ise kendi adat-ı cahiliyyeleri üzere icra etmek hususunda serbest bırakıldılar. * * * Hicret-i seniyyenin dokuzuncu senesi idi aleyhissalatü vesselam efendimiz birinci defa olmak üzere Hazret-i Ebubekir’i emir-i hac intihab buyurdular. Ebubekir ala rivayetin Medine-i Münevvere’den üç yüz kadar ehl-i İslam ile yola çıktılar. Ol hazret kendi mübarek eliyle yirmi deveyi hedy olmak üzere nişanlayarak ve boyunlarına kıladeler takarak Ebubekir ile beraber isal etti. Hazret-i Ebubekir kendisi için de beş hedy nişanlamıştı. Hüccac-ı müslimin Zülhuleyfe mevkiinde ihrama girdiler. Mekke’ye doğru ilerliyorlardı. Bu sıralarda Berae sure-i celilesi nazil oldu. Resul-i Ekrem yani ta devr-i Halili’den i’tibaren zi-kuvvet ve mütevelli-i Ka’be olanların ziyaret-i Beytullah ve ifa-yı hacdan mü’min ve müşrik hiçbir kimsenin men’ edilmemesi eşhur-ı haramda kimsenin hiçbir türlü taarruza duçar olmaması zımnında bir taamül mevcud idi. Bu halde bugün zi-kuvvet ve şevket olan ehl-i İslam’ın dahi ziyaret-i Ka’be ve eda-yı hacdan hiçbir kimseyi men’ etmemeleri iktiza edecekti. Umuma aid olan bu hak adeta bir muahede ile te’min edilmiş gibi idi. Nasıl ki feth-i Mekke’yi müteakib ol hazret bir çok bid’atleri fesh ettiği halde bu ciheti meskutün-anh bırakmışlardı. Fakat bundan böyle müşrikane icra edilecek tavaf ve sa’ylere bir çok bid’atler ile karışık olarak icra edilen haclara nihayet verilecek bir muhit-i mukaddes dahilinde Halık-ı Zü’l-celal olan Allah’ın ism-i pakleriyle beraber olan esnamın namları yad edilemeyecekti. Hazret-i Allah’ın Kur’an-ı Kerim ’de: diye hikaye buyurduğu üzere İbrahim ve İsmail aleyhisselamın ta o zamanlar mükellef oldukları vazife-i tathir ile bu defa da ol hazret me’mur oluyordu. Artık Ka’be-i Muazzama esnam ve evsandan her türlü asar-ı şirkten tathir hac sıfat-ı asliyyesine Bir de aleyhissalatü vesselam efendimizin bazı kabaile karşı hususi muahede ve mütarekeleri vardı ki ba’de’l-hicre akd edilmişti. İşte Berae sure-i celilesi birinci nevi’den olan muahede-i umumiyyenin fil-hal nakz edilip ancak tarih-i i’landan i’tibaren dört ay kadar bir müddet ihmal fakat muahede-i hususiyyelerin müddetlerine kadar riayet edilmek lazım geleceğini iş’ar ediyordu. Muahede-i umumiye erbabına göre o dört ay muahede-i hususiyyeleri olanlara göre o muayyen müddetleri bir düşünmek zamanı idi ki bu müddet zarfında ya İslamiyet’i kabul edecek yahud etmeyecek de İslamiyet’e hasm olduklarını alenen söyleyeceklerdi. ayet-i kerimesiyle bunların dahi demleri heder olacağı bildiriliyordu. İşte Berae sure-i celilesinin ahkam-ı münifesinden olarak bil-cümle müşrikine karşı olan muahede-i umumiyyenin nakzıyla iki türlü netice-i ameliyye meydana geliyordu: lunmasın tarih-i i’landan i’tibaren hiçbir müşrik hac edemeyecek adat-ı cahiliyye üzere hiçbir kimsenin Ka’be-i Muazzama’yı tavaf etmesine müsaade olunmayacak idi. Ancak muahede-i umumiyye tahtına dahil olanlar dört ayı muahede-i hususiyyeleri bulunanlar müddet-i muayenelerini müteakib İslamiyet’i kabul etmedikçe gerek eşhur-ı haram gerek sair aylarda mutlaka hasım telakkī olunup demleri heder edilecekti. tebliğ ve i’lan etmek üzere Hazret-i Ali ta’yin buyurularak. Nebiyy-i Ekrem efendimizin Adba adlı devesine rakib olarak yola çıktı. Kafile-i hüccac Arc yahud Zacnan nam mahalle vasıl olduklarında onlara erişti. Hazret-i Ebubekir: “Ya Ali! Emir olarak mı geliyorsun yahud me’mur olarak mı?..” diye sual etmesi üzerine Hazret-i Ali: “Emir değil me’mur olarak geldiğini” söyledi ve mes’eleyi de anlattı. Mekke’ye vasıl olunca tavaf ve sa’yi ol hazretten gördükleri vechile icra ettiler. Hazret-i Ebubekir aleyhissalatü vesselam efendimizden telakkī ettiği vechile erkan ve menasik-i haccı ta’lim ederek mevkıflarda hutbeler okuyordu. Hüccac-ı müslimin dahi Hazret-i Sıddik’a ittiba’ eyliyorlardı. Fakat müşrikin bu sene daha hac ve ef’alini kendi bildikleri gibi ifa ve icrada serbest olduklarından aba vü ecdadlarından tevarüs ettikleri adat-ı cahiliyye üzere eda ediyorlardı. Tevriye günü Mina’ya geldiler. Yevm-i arefenin sabahı olunca Hazret-i Ebubekir aleyhissalatü vesselam efendimizden aldığı ta’limat mucebince vakfe için Arafat’a gidileceğini söylemişlerdi. Fakat bazı kimseler kendilerinin ahmesi ve ehl-i Harem olduklarını binaenaleyh Arafat vakfesiyle mükellef olmadıklarını bu halin aba vü ecdaddan tevarüs eden adetlere muhalif olduğunu… ileri sürmeye başladılar. Bit-tabi’ Hazret-i Sıddik bu makūle sözlere kulak vermedi. Peygamberden telakkī ettiği evamir ve ta’limatı tamamıyla yerine getirdi. Hüccac-ı müslimin gerek ahmesi gerek gayr-i ahmesi bila-istisna Arafat vakfesinde hazır oldular. İşte bu suretle ihdas olunan o bidat ref’ edilmiş oldu. Hazret-i Ali yevm-i nahr günü Mina’da “Cemretü’l-akabe” mevkiinde ayak üzeri kalkarak yüksek ses ile Sure-i Tevbe’nin evvellerinden kırk kadar ayat-ı kerimeyi tilavet ettikten sonra fahr-i kainat efendimizden ahz ettiği vechile: ---- . . ---- Dilerek kafirin Cennet’e dahil olamayacağını bundan böyle müşrikin hac edemeyeceğini Resul-i Ekrem efendimiz nihayetlerine kadar ahidlerine riayet olunacağını i’lan etti. Hazret-i Ali merkezde bunları tebliğ ettiği gibi Hazret-i Sıddik’ın emriyle Ebu Hureyre ve diğer bazı ashab-ı kiram dahi hüccac beyninde yürüyerek bu ciheti umuma i’lan ediyorlardı. Bit-tabi’ bu hal müşrikinin hoşuna gitmemiş onları düşünmeye sevk etmişti. İslamiyet’i kabul etmedikçe fevz ü felaha erişmeyeceklerini yavaş yavaş takdir etmeye başlamışlardı. Fi’l-vaki’ çok geçmeden hepsi de şeref-i İslam ile müşerref oldular. ---- FELSEFE ---- VAHDET-I VÜCUD – – Madem ki söz buraya kadar geldi biraz da Şeyh-i Ekber’in alem hakkındaki fikrinden bahs edelim. Fusus Şerhi ’nden mahv ü isbat suretiyle buraya nakl edeceğimiz şu hülasadan anlaşılacağı vechile diğer ekabir-i sufiyye gibi Hazret-i Şeyh de alemin kendi nefsiyle ma’dum Hakk’ın vücuduyla mevcud olduğuna kaildir. Onun i’tikadına göre alem anat ile mütebeddil Cenab-ı Hak aleme daima mütecellidir. Tecelli-i evvelin aslına rücuuyla alem ma’dum tecelli-i saninin vukūuyla tekrar mevcud olur. Fakat tecelli-i saninin sür’at-i vukūundan dolayı her iki tecelli beynindeki münkasimde ma’dum tekrar mevcud olduğunun farkına varılmaz. Bu hakīkatten gafil olanlar alemi müstemirrü’l-vücud zan ederler. Halbuki: Cevher olsun araz olsun alemin hey’et-i mecmuası daima mütegayyir her mütegayyirin teayyünü de anat ile mütebbeddeldir. Hülasa-i kelam alem turfetü’l-aynda fani ve suret-i uhra ile hadistir. Eş’ariler mevcudattan yalnız a’razın anen fe anen tecdidine kaildirler. Zira onlar derler. Sofestailere gelince: Onlar alemin daha doğrusu suver-i mükevvenatın anen fe anen tecdidine kail olmakla beraber bu suverin menşei olan hakīkat-i ehadiyyenin vücuduna kail değildirler. Bina-berin suver-i eşya için zünnundan ibaret derler. İşte Sofestailer bu vechile gerek Cenab-ı Hakk’ın tecelliyat-ı gayr-i mütenahiyyesinden gafil oldular. Mütekellimin ve felasife vücud ile mütelebbis olan hakaikın tebeddülüne kail olmadıklarından Sofestaileri red ettiler. Onların bu reddi mavera-yı şuunda hakīkat-i vahide isbatı demektir. Halbuki bu mebhasde her iki fırka da min vechin musib min vechin muhattidir. Zira Sofestailer alemin tebeddülüne kail oldukları halde suver-i tebeddülatı kabul eden cevher-i ma’kūlün aynındaki ehadiyeti kabul etmediler. Suver-i mütehavvilenin maverasında bir hakīkat-i sabite vardır ki o asla mütegayyir ve mütebeddil değildir. Eğer Sofestailer bu cevher-i ma’kūlü kabul etmiş olaydılar mertebe-i tahkīka vasıl olurlardı. Kabul etmedikleri için hataya düştüler. Eş’arilerin hatasına gelince: Onlar araz daima müteceddeddir dedikleri halde alemin hey’et-i mecmuası a’razdan rettir. A’raz ise daime mütebeddildir. Binaenaleyh alem de daimü’t-tebeddüldür. Bu iki fırkanın fikirlerindeki isabete gelince: Sofestailer yukarıda söylendiği vechile alemin küllisi mütebeddildir demişlerdir. Bu fikirleri doğrudur. Fakat onlar “Cemi’-i suver-i alemi kabul eden cevher-i ma’kūlün aynındaki ehadiyete muttali’ olmadılar!” o cevher-i ma’kūl ancak o suretle zahir olur; o suretlerin hakaikı da ancak o cevherle taakkul edilir. İmdi Sofestailer suver-i alemi kabul eden hakīkat-i ehadiyyeden ve Hakk’ın tecelliyat-ı gayr-i mütenahiyye ile o suretlere tecellisinden gafil oldular ve alemin dediler. Eğer Sofestailer alemin tebeddülüne kail oldukları gibi o tebeddülün maverasında gayr-i mütebeddil bir hakīkatin vücuduna da kail olaydılar girive-i hataya düşmezler idi. Eş’arilere gelince: Onlar ecza-yı alemden bazısının a’razdan muası a’razdan ibarettir ve a’razdan hiçbirinin kendi nefsine nazaran vücudu yoktur. Binaenaleyh alem de kendi nefsine nazaran ma’dum demektir. Zaten alemde Cenab-ı Hakk’tan gayri kendi nefsiyle kaim hiçbir cevher yoktur. Kendi nefsiyle kaim olan ancak Cenab-ı Hak’tır. Eşya-yı saire kendi nefisleriyle değil belki Hakk’ın vücuduyla kaimdir. Eş’ariler bu hakīkatten zahil alemde Cenab-ı Hak’tan başka bir çok cevahirin vücuduna kail oldular. Onların isbat ettikleri bu cevherlerden hiçbirinin kendi nefsine nazaran vücudu yoktur. Hepsinin vücudu vücud-ı Hak ile kaimdir. Daha doğrusu Eş’arilerin cevher dedikleri şeyler vücud-ı Hakk’a nisbeten araz kabilindendir. Eğer Eşaire alemde Cenab-ı Hak’tan başka bir takım cevahirin vücuduna kail olmayıp yalnız cevher-i vahid isbat etmiş olaydılar tamamıyla fikirlerinde isabet etmiş olurlardı. Alemin a’razdan ibaret olduğu bahsine gelince mesela: Gerek Eş’ariler gerek sair erbab-ı nazar bir şeyi had yani ta’rif-i resmi ile ta’rif etseler muarrefi teşkil eden eczanın a’razdan ibaret olduğu tahakkuk eder. Bu vechile tahakkuk eden a’razın ise hiçbiri nefsiyle kaim değildir. Demek ki nefsiyle kaim bir takım olmayan şeylerin bir yere gelmelerinden nefsiyle kaim diğer bir şey tahakkuk ediyor. Zira hudud-ı zatiyye-i mahdudun ta’bir-i diğerle bir şeyi teşkil eden ecza o şeyin aynıdır. Burada a’raz şey’i mahdudun yani ta’rif-i resmi ile muarref olan cevherin eczasını teşkil ediyor ale’l-infirad tahakkukları olmayan bir takım şeylerin ictimaından bizzat mütehakkık olan bir şey’i diğer hasıl oluyor. Halbuki cevher denilen şey kendisini teşkil eden ecza üzerine amir-i zaid değildir. Yani esasen o a’raz-ı müctemiadan başka bir şey mevcud olup da o arazlar onun üzerine müretteb değildir. Cevheri teşkil eden a’raz o cevherin aynıdır. A’razdan hiçbirinin nefsinde tahakkuku yoktur. Böyle nefsinde tahakkuku olmayan bir takım şeylerin bir yere gelmesinden de nefsinde tahakkuku olan diğer bir şeyin husulü mümkün değildir. Binaenaleyh alemde cevher olsun araz olsun hiçbir şeyin hatta alemin nefsine nazaran vücudu yoktur. Şu sözlerden anlaşılıyor ki: Muhakkıkīn-i sufiyeden hiçbiri Cenab-ı Hak’tan başka bir şeyin vücud-ı hakīkī ile ittisafına kail değildir. Onlar lafz-ı vücud ile ancak Cenab-ı Hakk’ı murad ediyorlar. Fakat bundan evvelki makalelerde de kerrat ile söylendiği vechile onların vücuddan maksadları a’yanda kevn ile müfesser olan mefhum-ı külli değildir. Zira bu ma’na i’tibarıyla olan vücudun ma’na-yı uluhiyyeti mutazammın vücuda nisbeten asla ma’nası yoktur. Sufiye-i kiram hazeratı bu hakīkate fikir ve nazar tarikıyla değil ancak seyr-i süluk ile vasıl olmuşlardır. Onların bu babdaki mücahedat ve müşahedatına dair söz söylemek bizim haddimiz değildir. Zira o yol başka bir yoldur. Onun ne olduğunu anlamak bir mürşid-i kamilin damen-i irşadına sarılmakla müyesser olabilir. Şimdiye kadar vahdet-i vücud hakkında söylediğimiz perişan sözler bu mes’elenin hakīkati neden ibaret olduğuna dair bir fikr-i mücmel vermiştir zannederim. Bahsin esası bundan ibarettir. Teferruatı hakkında tafsilata girişmeyeceğimizi bundan evvelki makalelerin birinde zaten söylemiş idik. Muhakkıkīn-i sufiyyenin kaffesi bu asla tevessül etmişler bu bahsin usul ve füruuna dair binlerce eser yazmışlardır. Fakat hepsinin esası “vahdet-i vücud”dur. Bu bahis fikir ve nazar tarikıyla ta’mik edilecek olursa it’ab-ı zihinden başka bir şeyi intac etmez. Belki de gayeti Frenklerde olduğu gibi tefelsüfe varır. Fakat bir mü’min-i muvahhid göre kendisinde bir neş’e uyanır mücahedesi nisbetinde müşahedeye nail olur. Ferid – Arif-i Rabbani Süleyman edDarani diyor ki: “Feyz ve inkişaf tarikıyla mazhar olduğum tecelliyat ve sanihata kitap ve sünnet gibi iki şahid-i adil bulunduklarına kani’ olmadıkça; asla iltifat etmedim.” Zünnun-ı Mısri Cüneyd’in mütalaasını te’yiden diyor ki: “Muhabbet-i ef’al hususunda Habib-i Huda’ya iktida etmeleri evamir ve nevahi ve sünen-i peygamberiye kemal-i i’tina ile riayetkar bulunmaları gibi ahvalden ibarettir.” Uzema-yı meşayih-i kiram şer’-i mübine kemal-i ihtimamla riayetkar olmak ve garaimi vacibat gibi telakkī etmek sayesindedir ki nail oldukları meratibe i’tila edebilmişlerdir. Adab-ı şeriate ve esasat-ı diniyyeye müraat edilmedikçe makamat-ı hakīkate vusul müstahil olur. Cehl ü hırmandan başka bir sermayeleri olmayan bir takım derbederlerin ortaya attıkları tamat ve şathiyatın tasavvuf-ı Tufeyliyat-ı muzırra gibi ümmet-i İslamiyye’nin uruk-ı faaliyyetlerini istila ve milleti mahkum-ı atalet bir kitle-i camide haline getirenlerin erbab-ı tarikat miyanına sokulmaları ve onlar arasında sayılmaları; metin bir esas-ı hükmiye mübteni olan meslek-i tasavvufun şerefini haleldar etmiş ve belki badi-i inhitatı olmuştur. Ebu Said el-Harraz Şeriate muhalif tarikat batıldır hükmünü vererek şeriat ve tarikatin irfanen ahlaken fazileten paye-i melekiyyete uruc için iki cenah-ı istinad olduğuna Kalb-i insaninin ilhamat-ı aliyyeye mücella olabilmesi mesi lazım olduğunu Gazzali İhya ’da şu suretle anlatıyor: “Nefsin riyazet ve tezhibinden evvel hakayık-ı ulum tahsil ve teallüm edilmelidir. Cahil bir salikin kalbi faidesiz bir takım hayalat ile teşettüt edebilir ve nefsi uzun müddet o hayalata kapılır gider. Biçare salik düştüğü bu giriveden tahlis-i nefs edemeyerek kıymetdar ömrünü beyhude vehmiyat ile itlaf eder. pek çok kimseler bu yolda senelerce mahkum-ı evham ve hayalat olup kalmışlardır. Halbuki bu adamlar tarik-ı tasavvufa süluk etmezden evvel tahsil-i ilim etmiş olsalardı hal zemat-ı ilmiyeleriyle münevver olmuş görürlerdi. Tasavvufda gayeye vasıl olmak için her halde tarik-ı tahsil ta’kīb edilmelidir. Yalnız riyazat ve muvazabetle gayeye vasıl olmak zu’munda bulunan kimse nefsine zulm ve ömrünü beyhude yere iza’a etmiş olur. Böyle bir kimse aynıyla belki bir define bulurum ümidiyle tarik-ı kesb ü haraseti terk eden çalışmaksızın para kazanmak hülya-yı hamına düşen adama müşabihdir. Ta’lim etmeksizin mertebe-i beşeriyyete suud iddiasında bulunanlar her halde beyhude yere uğraşmış ve belki hazelana düşmüş olurlar. Halbuki tahsil-i ilmi müteakib riyazat ve tehzib-i nefse çalışılırsa husul-i inkişaf daha ziyade me’muldür. Gazzali sermaye-i irfandan mahrum bir takım zavallıların tasavvuf hülyasıyla gerek kendi nefislerine ve gerek hey’et-i İslamiyyeye verecekleri mazarratları uzun uzadıya tasvir ederek hakīkatin tecellisine pek çok himmet ve gayret etmiştir. Hazret-i üstad diyor ki: “İnsan tegaddi ve tenasül ettiği gibi nebatat da tegaddi ve tenasül eder. İnsanın bu hususda nebatattan farklı ol[ma] duğu gibi his ve hareket-i ihtiyariyye cihetiyle de hayvanattan farkı yoktur. Suret ve kamet hususunda ise bir heykel-i masnua benzetilebilir. “Şu halde insanın cemadat nebatat ve hayvanattan ma-bihi’t-temayüzü kendisinde hakayık-ı eşyaya kesb-i vukūf edebilmek hasiyetinin bulunmasından ibarettir. Nev’-i beşer haiz olduğu mümtaziyeti; yalnız ilim ve ma’rifete medyundur. Bir kimse a’za ve kuvasını ilim ve amele hasr ederse behimiyetten kurtularak melekiyete takarrub eder ve ancak o zaman insan-ı kamil ıtlakına liyakat kesb etmiş olur.” Gazzali ilim ve irfanla tenevvür etmiş olan eazımın tezkiye-i nefs sayesinde vasıl olabilecekleri gayeyi kalblerinde “Hakayık-ı ulumun mir’at-ı levh-i mahfuzdan mir’at-ı kalbe tecellisi bir ayineye tekabül eden suretin inikasıyla karşısında bulunan diğer ayinede intiba’ etmesine müşabihdir. “Bu ayineler arasındaki hicab bazen el ile izale edilir bazen de nesim-i sabanın hübubuyla zail olur.” “Bunun gibi nesim-i eltaf-ı Subhaniyye bazen kalb-i abddeki hicabı ref’ ederek levh-i mahfuzdaki hakayıkın kendisinde inkişafına müsaid olur. Hicab tereffu’ eder vera-i perde-i gaybdan huzemat-ı irfan lemean ederek kalb-i abdi nurlara müstağrak kılar. Fakat bu halet-i nuşin berk-i hatıf gibi ancak bir an için devam eder. Ve abd bu an-ı istiğraktan ayrılarak yine hal-i asliyyesine avdet eder.” Gazzali İhyau’l-ulum ’un diğer bir sahifesinde diyor ki: “Hiçbir kimse tahsil-i ilimden müstağni olamaz suedanın derece hususundaki tefavütleri ma’rifetlerinin tefavütüne göredir. İlim ve maarif mü’minleri lika-i Rabbani’ye vasıl edecek envar-ı tab-dardır. kavl-i şerifi ile bu nikata işaret buyurulmuştur.” Hazret-i İmam ma’rifet ve faziletle pirayedar olan salikinin vasıl olabilecekleri makamatın gaye-i kusvası “muhabbetullah” olacağını kendisine has bir üslub-ı nezih ile beyan ederek diyor ki: “İnsan her şeyden evvel kendi nefsini sever ve vücudunun adem-i helakini arzu eder. Çünkü tab’an sevilen şey muhib için mülayim olan şeydir. İnsana en mülayim olan şey ise kendi zatıdır. İnsanın ölümden nefret etmesi beka-yı hayatını istemesi şahsına olan fart-ı muhabbetinden neş’et eder. “Bazen ölümün istenilmesi sinin-i ıztırab ve alamın tevali etmesinden ileri gelir. Maamafih idrak ve muvazene-i akliyyesini gaib etmemiş olan hiçbir kimse telef-i nefse cür’et edemez. Çünkü kendini sever. İnsan; nefsinden sonra; malına evladına ekarib ve esdıkasına meveddet besler. “İnsan malını servet ü samanının sever. Çünkü zatının mes’ud yaşaması ve hayatının refah içinde geçmesi için mala ihtiyac olduğunu bilir. Şu halde servet ü saman kendi aynıları için sevilmezler belki insanın refah-ı şahsisine yaradıkları yine şahsına muhabbeti demektir. “Enva’-ı meşakkat ve felaketi çekmekle beraber insan evladına karşı samimi bir muhabbet besler. Çünkü kendisi fena-pezir olduktan sonra evladının kendi makamına kaim olacağını ve neslini idame edeceğini düşünür. “Görülüyor ki insanın evladına muhabbeti de yine bekayı nefse olan muhabbetinden ileri geliyor. İnsan kendi nefsini sevdiği için kendinden bir cüz’ gibi bilahare makamına kaim olacak evladına da bir muhabbet perverde eder. “İnsanlar tab’an kemale de muhabbet ederler. Hubb-ı ali bu nevi’ muhabbettir. Hüsn ü cemal ruha nuşin bir zevk-i temaşa bahş eder. Bu zevk ve lezzet ise mahbubdur. Suver-i cemileye muhabbet yalnız nefsin zevki için değildir. Ruh da bundan mütelezziz olur. Çünkü orada bir kemal görür. “Latif bir çemensaz içinde akan cuybarın temaşasından le dil-rüba manzaraları sever. Güzel bir yazı hoş bir sada tima’ından bir zevk alır. Ve bunları sever. Çünkü onlarda bir kemal görür. “Bir şeyin hüsnü ona layık ve onun için mümkün olan kemali cem’ etmiş olmasıyla hasıl olur. Bir şeyde kemalat-ı mümkinenin kaffesi mevcud ise o şey son derece güzel demektir. “Her türlü evsaf-ı kemaliyye ancak Zat-ı Akdes hakkında mutasavver olduğundan muhabbet-i hakīkıyyenin de ma’bud-ı cinan olan Fatır-ı Mutlak hazretlerine aid olması tabiidir. Mahbub-ı ezeli ve hakīkī ancak Zatı-ı Kibriya’dır. “Muhabbet-i ilahiyye alayık-ı dünyeviyyeden tecerrüd ve gayrullaha muhabbetten fariğ olmak sayesinde kazanılabilir.” Gazzali’nin adab ahlak ve tasavvuf hakkındaki tedkīkat ve beyanat-ı dahiyanesinin basit bir krokisini çizmek için pek çok sahifeler doldurmak icab eder. Buna ise planımız müsaid değildir. Şu mahdud satırlarla o büyük fazılın hayat-ı mesaisi tabii hakkıyla tasvir olunamaz. Hubbullah ve şevkullaha dair İhyau’l-ulum ’da rengin ve nezih sahifeler bulunabilir! Gazzali’nin erbab-ı felsefe ile olan münakaşatından İbni Rüşd’e tahsis edilecek sütunlarda bahs olunacaktır. EDEBİYAT EBU’L-ALA MAARRI Bir defa da yine Şerif Murtaza’nın huzuruna giderken feylesofun ayağı kaymıştı üzerine doğru düştüğü adam “Bu köpek kimdir?” dedi Maarri “Köpek köpeğin yetmiş ismini bilmeyendir” diye mukabele etti. Bu macera da Ebu’lAla’nın lügaviyyundan olduğuna delalet ediyor. Müşarun-ileyh pek hassas idi; bir defa bile duymuş olduğu esvatı hiç unutmaz derhal temyiz ederdi: Maarra’da bir cemiyet-i şuarada Mazeni ile beraber bulunmuş muma-ileyhin dinleyerek iltifatını fırlatmıştı. Mazeni filosofla “Irak”da tekrar buluştu huzurunda: Kıt’asını inşad eder etmez Maarri evvelce irad ettiği ’ a atfen cümle-i takdiriyyesiyle iltifat etti. Feylesof nur-ı basiretle yüzünü görmeden ismini işitmeden Mazeni’yi hemen tanımıştı. Ebu’l-Ala’nın kavmi arasında pek büyük bir mekanet ve sara etmişti; halk kasabayı kurtaramayacaklarını Salih’i def’ edemeyeceklerini anlayınca hemen Maarri’ye koştular tavassut icra etmesini rica ettiler. Feylesof rehberiyle beraber çıktı. Salih müşarun-ileyhe ikram etti ve maksadını sordu; Ebu’lala deyince Salih diyerek koca feylesofun memleketinden döndü gitti. Maarri; infiradı halktan uzak bulunmayı sever rüesa ile birlikte bulunmadan nefret eder ahaliyi de onlara takarrubdan nehy eylerdi şöyle derdi: Şarabdan istikrah eder şeriat men’ etmemiş bile olsa yine onu haram görür bu hususda şöyle derdi: “Maarri” Bağdad’dan avdet ettikten sonra evinde oturdu. Te’lif ta’lim ü nazm-ı şiir ile meşgūl oldu şiirlerinin mevzuu zühd ve hikmet idi. Müşarun-ileyhin bir çok musannefatı vardır. Bunlar hurub-ı Salibiyye dahiyesinde heder-i zalal olmuş ve ancak bugün ma’ruf olanlar kalabilmiştir. Ortadan kalkan müellefatından biri Kitabü’l-Eyke ve’lGusun ’dur. Divan-ı Mütenebbi ’yi ihtisar ederek Mu’ciz-i Ahmed tesmiye etmişti. Bihteri Divanı ’nı da tehzib ederek Abesü’l-Velid tesmiye eylemiş Ebi Temam Divanı ’nı ba’de’l-ihtisar tertib ettiği şerhe Zikri Habib namını vermiştir. Sektü’z-Zend Dav’ü’s-Sakt Risaletü’l-Gufran ve’l-Lüzumiyat cümle-i asarındandır. Maarri’nin Kur’an-ı Kerim ’i tanziren bir kitap yazdığını da söylerler; bu kitap için kendine demişler ki: “Vakıa beliğdir lakin Kur’an’daki halavet bunda yok” Guya feylesof da “Benim kitabım da dört yüz sene dillerde saykaldar olsun ondan sonra bakın ne olur?” demiş. Maarri’nin bugüne kadar muhafaza-i taravet eden bedi’ şiirleri hikmet-amiz sözleri vardır. Şiirlerinde diğer şairlerde çokluk tesadüf olunan medihler fahiş hücumlar pek az görülür. ---- TARIH ---- KILIÇ DINI Artık zat-ı şari’ ifa-yı vazife etmiş olduğundan muharib Hazret-i Yuşa’ Beni İsrail’in mevki’-i hakimiyyetine çıkıyor. Bütün kabail-i İsrailiyye en kat’i ve sarih ta’birat ile müşarun-ileyhe biat ediyorlar: Her ne ki emr ediyorsan yapacağız her nereye gönderirsen gideceğiz. Senin evamirine karşı kim ise i’dam olunacak. Yalnız kavi ve şeci’ ol.” Hazret-i Yuşa’ın ilk hareket-i askeriyyesi casus göndererek Ürdün nehrini geçeceği nokta kurbundaki en kuvvetli şehir olan Ceriko’nun ahvalini ve kuvvetini öğrenmek oldu. Casusların avdetinde emr-i muhasara için tedarikata başlanmış söylemek kafidir ki: “Onlar Beni İsrail şehri zabt ettiler ve öküzleri koyunları eşekleri kılıç ağzıyla katl ü i’dam ettiler..” Şehir dahi harabiyet-i ebediyyeye mahkum edilmiş ve tekrar i’mara teşebbüs edeceklere la’net olunmuş idi. Müteakib sefer-i askeride Beni İsrail bir ricat-i na-gehaniye ma’ruz kaldı: Üç bin kişi civardaki “Ey” şehrine hücum ettiği halde bir hayli zayiat ile püskürtüldü. Yuşa’ as bu vak’ayı maiyetindekilerden bazılarının irtikab etmiş oldukları bazı taksirata karşı bir mücazat-ı ilahiyye suretinde telakkī edip mücrimleri meydana çıkarmak için kur’aya müracaat eylemişti. Kur’a Ahan’a isabet etmiş o da fil-hakīka düşmanla harpte ele geçen her şeyin ihrakı lazım iken kendisinin ganaimden bir mikdarını nezdinde ihfa eylediğini i’tiraf etmiştir. “Bunun üzerine Yuşa’ as ve onunla beraber bütün Beni İsrail Ahan’ı oğullarını kerimelerini öküzlerini eşeklerini koyunlarını çadırlarını ve malik olduğu her şeyi aldılar. Onları Ahur vadisine götürdüler; burada Beni İsrail onları taşlarla recm ettiler ve ateşe yaktılar.” Bu müdhiş mücazatın tatbikinden sonra ilerleyip bir hud’a-i harbiyye sayesinde Ey şehrini zapt etti. “Ve Ey hükümdarını Beni İsrail sağ tutup Yuşa’ as’a getirdiler. Ey şehrinin bütün ahalisini muharebe meydanında ve sıkıştırdıkları badiyede katl edip bitirdiler. Bunlar kılıç ağzıyla bitince Beni İsrail Ey üzerine geldi ve kılıçla mahv etti. Öyle ki: Bugün katl olunanlar on iki bin kişi idi. Çünkü Yuşa’ as Ey ahalisini külliyen mahv edinceye kadar elini çekmedi. Ve Yuşa’ as Ey şehrini yaktı onu bir küme hatta bu vakte kadar bir harabe haline getirdi. Ey hükümdarını da bir ağaca astı. Sonra Yuşa’ as Beni İsrail’in Allah’ına bir ma’bed bina etti.” Hazret-i Musa’nın halkının bunu ta’kīb eden seferi beş hükümdar tarafından akd edilen bir ittifak aleyhine idi. Yuşa’ as kuva-yı müttefikayı mağlub edip Gibeon mevkiinde telefat-ı azime ile mahv eyledi. “Beş hükümdar” kaçtılar Makeda’da bir mağaraya saklandılar. Yuşa’ as mağaranın ağzına büyük taşların yuvarlanmasını emretti. ve bunların yanına nezaret için adamlar koydu. Dedi ki: Düşmanlarınızın ta’kībini bitirmedikçe durmayınız en arkada kalanı öldürünüz. Onları şehirlerine girmeye bırakmayınız! “Böylece Yuşa’ as ile Beni İsrail onları telefat-ı azime zını açınız ve şu beş hükümdarı dışarı bana getiriniz! Onlar yani Beni İsrail böyle yaptılar. Beş hükümdar Yuşa’ as’ın huzuruna getirilince o bütün Beni İsrail’i cem’ etti ve onunla beraber giden muhariblerin kumandanlarına dedi ki: Yakın geliniz ve ayaklarınızı bu hükümdarların boğazına koyunuz. Öyle yaptılar. Sonra Yuşa’ as bunları vurdu katl etti ve beş ağaç üzerine astı. şeklinde yazılmıştır. Bundan sonra Yuşa’ as Makkeda’ Libna Lakiş Eglon Hebron ve Debri şehirlerini zabt edip bunlardan her birini “kılıç ağzından geçirip içindeki canları külliyen ifna eyledi.” Ve “Böylece Yuşa’ bütün tepelerdeki şimaldeki vadideki ve sular yanındaki memleketleri zabt ve harab etti ve hükümdarlarından hiç kimseyi sağ bırakmayıp zabt ve ifna eyledi.” Bu vakte kadar şimaldeki hükumetler rüesası Beni İsrail’in harekatına karşı bir şey yapmamışlardı. Şimdi bunlar tufan-ı istila ve tahribin kendi üzerlerine doğru yuvarlanmaya başladığını görerek ne kadar mugayir-i siyaset bir tavır ve hareket ittihaz etmiş olduklarını derk eylediler ve Beni İsrail aleyhine kuvvetli bir ittifak vücuda getirdiler. Yuşa’ as bunları bir hücum-ı na-gehani ile perişan edip tek bir muharebe neticesinde bütün hıttayı ele getirdi; mağlubların beygirlerini mahv ve harp arabalarını tahrib etti. Bu harp yedi sene kadar imtidad etmiş ancak kısm-ı ahiri başlıca müstahkem şehirlerin muhasara ve zabtıyla işgal olunmuş idi. Bu müddet zarfında Kenani Amori Hitti Hivi Hargaşiyet Perizzi ve Yebusi namındaki beş kavim tamamen ezilmiş idi. Kitabü’l-Yuşa ’ın ’inci babında Beni İsrail’in seyf-i muzafferiyyeti altında can vermiş otuz bir hükümdarın taksime girişmişlerdi. Ancak şayan-ı dikkattir ki: Mevki’ kabail-i mukabili taksim olunmuş böylece umum Beni İsrail seferber ordu-yı daimi haline girmiştir. “Ve bundan sonra hadim-i ilahi olan Yuşa’ as –ki tecarib ve şecaat-ı askeriyyesi bu kadar memleketi feth eylemiş Muharririn-i meşhureden biri Kitabü’l-Yuşa’ ’da beyan olunan vekayi’-i tarihiyye hakkındaki fikrini şöyle icmal ediyor: “Kitabın mahiyetine bakılırsa pek haşyet-bahş pek za­ limanedir. Zulüm ve kıtalin bir tarih-i askerisidir; vekayi’-i mebsuta şiddet ve vahşetçe ilk kitabın muhteviyatına mümasil bulunuyor.” Mütercimi Ali Rıza Seyfi ---- MAKALAT ---- TEVHID VE İTTIHAD – – Muarizin-i tevhidi hayretlere velehlere düşüren o na-mütenahi füyuz-ı i’caz-ı Kur’an’dan biri ve belki birincisi dinen mezheben ırkan tab’an mizacen muhtelif bunca Şark ve Garb akvamının livaü’l-hamd-i tevhid altında lisanlarıyla kıyafetleriyle İslamiyet’e münafi olmayan bazı ahlaklarıyla toplanıp bünyan-ı mersus gibi metin gayr-i kabil-i tezelzül bir hey’et-i ictimaiyye-i diniyye bir millet-i la-hutiyye vücuda getirmeleri; bir gün evvel ma’bud diye huzurunda perestiş eyledikleri alihat-ı eşcar ve esnamı kemal-i nefret ve te kendilerine refakatten imtina’ edenler ile bütün revabıt-ı kavmiyye ve ırkiyyelerini bütün hukūk-ı karabet ve uhuvveti esasından kat’ ederek onlara müdhiş bir nazar-ı husumet ve adavetle bakmalarıdır. Bu mihr-i münir-i hakīkatin envar-ı i’cazı karşısında yarasa kuşlarını tanzir ediyor. Ma’luliyet-i vicdan ile ama-yı basiretle idrak-ı hakdan mahrum olduklarını ne bilsinler! Bir cami-i şerife giriyorlar; bakıyorlar ki Arap Türk Kürd Arnavud Çerkes Boşnak Pomak…ilh. her biri kıyafet-i milliyyesiyle sıralar saflar teşkil etmiş. Hiçbiri kıyafetine bakmıyor! Hiçbiri kavmiyetini hatırına getirmiyor. Hepsi bir kıbleye müteveccih! Hepsi bir imama muktedi! Hepsi bir Allah’a raki’ ve sacid. Daha o ka’be-i tevhidin kapısında libas-ı kavmiyetlerinden tecerrüd etmişler. Mücessem zi-hayat birer nur-ı iman olarak içeriye girmişler. Şaşıp kalmaya da hakları var ya! Şimdi bir de ma’bed-i teslisi nazar-ı teftişten geçirelim. Mesela: Bir Rum-Ortodoks kilisesi. Buna Bulgar aynı mezhebden garın öyle. Sırplardan oldukça mütenevvir bir zat ile görüşüyordum. Komşuları Bulgarlardan bahis açtı. Herifin siması bir levha-i nefret ve istikrah şeklini aldı. Buna hayret eder gibi göründüm. Bunun üzerine aramızda şu muhavere başladı: – Mösyö! Bulgarlara karşı niçin bu kadar hiddet ve nefret gösteriyorsunuz! – Onlar bizim ebedi düşmanımızdır. – Canım! İki unsur da bir Islav ırkından değil mi? – Evet! – Ya mezhebce bir gune mugayeretiniz var mı? – Hayır! – İkiniz de Ortodoks değil mi? – Evet! – Irk bir mezheb aynı olunca Sırp’ın Bulgar’dan Bulgar’ın Sırp’dan ne farkı kalır? Bulgar Sırp; Sırp Bulgar… Söz buraya müntehi olunca musahibim çıldırmış gibi birden bire yerinden fırladı kalktı. Mühtez bir sada-yı asabiyetle: – Rica ederim! Bana çingene diye hitab ediniz razıyım; fakat Bulgar demeyiniz! Ruhum “ Biz a’dayı tevhid arasına ferda-yı haşre kadar yanıp duracak bir ateş-i buğz u adavet ilka ettik. İşte onlar o ateş içinde yanıp kavruluyorlar.” müjde-i ilahisi önünde bir daha secde-i itmi’nana kapandı. Hıristiyanlık’ta kavmiyet ırk hatta o kavmiyetin o ırkın bir fasilesi bile mezhebe galebe ediyor. Bulgar Sırp Islav ve Ortodoks oldukları halde yekdiğerine ezeli düşman. Hele Rum bin kere Ortodoks olsa yine nafile! Sonra bunun Ortodoksa karşı bir de Katoliği Protestanı var. Aynı mezhebler arasında bir çok münferid i’tikadlar da var. Hıristiyan felsefe-i dinini okumalı da o tufan-ı ihtilafı o şekilden şekle giren emvac-ı i’tikadı görmeli! Fetihden evvel Papa Dördüncü Ojen İstanbul’a bir hey’et-i ruhbaniyye gönderir. Bunun vazifesi Şark ve Garb kiliselerini te’lif? etmek. İmparator Kostantin bu te’lifi memleketin selameti! namına pek arzu eder. Tarafeyn ruhanileri Ayasofya’da ictima’ ederler. Rumlarda bir velvele-i hiddet ve gazab kopar. Bazıları adeta cinnet derecesini bulur. Üstlerini başlarını yırtarak saçlarını sakallarını yolarak ma’bedden çıkarlar ve avazları çıktığı kadar: “Silindir şapkalı Katolik misyonerleri kilisemizde görmekten kavuklu Türkleri görmek bizim için bin kere ehvendir!!?” diye bağırırlar. Ruh-ı hakīkatten mahrum bir dinin mu’tekidleri işte böyle yüz bin parça olur. Hıristiyan ma’bedi Ortodoksa Katolike Protestana ayrıldığı gibi bir de Ruma Bulgara Sırpa ilh inkısam ediyor. Bizde ise din hakim-i mutlak sultan-ı muta’; Hanefisini Şafiisini Malikisini Hanbelisini sonra Arabını Türkünü Kürdüğü ilh bir camie sokar. “Allahu ekber! Allahu ekber” Zemzeme-i felah-averini işiten her müslüman ne ameldeki mezhebini ne de ırkını kavmiyetini düşünür. Derhal kalkar; darü’l-felaha koşar. Şerik-i saffına –kim olursa olsun– bir din kardeşi kendisi gibi bir musalli bir sacid nazarıyla bakarak yanına sokulur. Zahirde mütenevvi’ müteaddid fakat hakīkatte müttehid bir kitle-i tevhid ve temcid vücud bulur. Hayat-ı insaniyyet şeref-i medeniyyet namına bundan ulvi delil mi ister? Tac-dar-ı aşıkīn Cenab-ı Mevlana buyuruyorlar ki: Yüz elma yüz ayva bunları say! Sonra bir de bunları sık! Sularını bir kabın içine doldur. Haydi şimdi yüz elmayı yüz ayvayı bul da say. Hepsi kabın içinde gayr-i kabil-i inkısam ve tecezzi bir derya-yı ma’na! İşte camideki safların zahiri o ayvalar o elmalar onların hakīkati ruhu o ayvaların o elmaların kab içindeki sıkılmış suları: On kandili bir yere getiriniz! Surette –gerçi– her biri diğerinin gayri. Fakat nurlarının tefrik ve temyizi kabil mi? Aynı nur aynı ziya aynı mahiyet aynı hakīkat değil mi? Her kalb-i mü’min bir mişkat-ı tevhid; içindeki de aynı misbah-ı Bunu bir Arabın lisanından işittiğiniz gibi aynıyla –işte!– bir Arnavudun da hame-i tevhid-perestanesinden okursunuz! Hatta henüz bugün ihtida etmiş bir Fransızın bir İngilizin bir Almanın ağzından işiteceğiniz yine bu hakīkattir. Zemzem-i iman ile kalbini tathir eden her hangi bir muvahhidin söyleyeceği budur. Fakat Nasraniyet hakkında her hıristiyandan aynı i’tikadı beklemeyiniz! Çünkü her birinin İncil’ i başka! Binaenaleyh vicdanı i’tikadı ayini ma’bedi de başka! ! Şimdi sera ile Süreyya arasındaki bi-nihaye tefavüt anlaşıldı ya! DIN-I İSLAM MEDENIYET-I HAKĪKIYYENIN RUHUDUR Geçen makalemizde İslamiyet tulu’ ettiği zaman ru-yı zeminde medeniyet namına hiçbir şeyler olmadığını delail-i vazıha ile isbat etmiş medeniyet-i hakīkıyyeyi cihana neşr eden İslamiyet olduğunun izahını diğer makalemize bırakmıştık; binaenaleyh bu makalemizde İslam medeniyet-i sahihanın menbaı olduğunu umumi bir surette izah ve bu iddiamızı bizzat Avrupa ulemasının sözleriyle de işhad edeceğiz. Fakat şurasını da söylemek lazımdır ki Din-i İslam’ın menba’-ı medeniyyet olduğunu ecanibin sözleriyle din olduğunu bunlardan istidlal etmek değildir; çünkü bu hakīkat ma’lumdur bunu inkar etmek için derya-yı taassuba mükabereye dalmak lazımdır. Ancak bu suretle isbat-ı müddea etmekten yegane maksadımız kalblerinden perde-i taassubu kaldıran Avrupa ukalası nezdinde Kur’an’ın menba’-ı medeniyyet İslam’ın her zamanda her muhitte terakkīnin ruhu olduğuna kanaat-ı kamile hasıl olduğunu göstermektir. Bir de bu yolda yazacağımız makalelerde Avrupa mutaassıblarının ve onları körükörüne taklide yeltenenlerin dikkate alarak. İslamiyet onların anladıklarından pek müteali olduğunu isbat edeceğiz. Husema-yı İslam olanlar diyorlar ki: “İslam medeniyet kabil-i tatbik olamaz..” Gerek Avrupa ve gerek onları taklide heves edenlerin daima öne sürmek istedikleri i’tirazların birisi ve belki birincisi bu sözdür. Hatta İngiliz ricalinden Lord Cromer bundan birkaç sene mukaddem Mısır’da neşr etmiş olduğu kitabda bunu aynen tekrar etmiş bit-tabi’ layık olduğu cevabı almıştı. Va esefa ki memleketimizde bu fikre tarafdar olanlar günden güne tekessür etmektedir. Şimdi bakalım bu söz doğru mu değil mi? Din-i İslam Muhammed sav efendimiz hazretlerinin taraf-ı ilahiden getirmiş olduğu bir din-i semavidir; her yerde aklı kendisine bir refik-ı halis olarak tanımış medeniyet venetini uzatmıştır. İslam’dan evvelki rüesa-yı dinin evza’-ı gazubane ile ibadullah üzerine hücum ederek “Nur-ı aklı söndürünüz?! Çeşm-i basireti kör ediniz!! Akıl dine münafidir; hakayıkı görmek küfürdür” diye şiddetle sayhalar ettikleri esnada Resul-i hakim efendimiz “ Din ayn-ı akıldır aklı olmayanın dini de yoktur” diye nida ediyordu. Din-i İslam şan-ı insaniyyeti dereke-i süfla-yı behimiyyetten tabaka-i ulya-yı melekiyyete is’ad eyledi; bütün kabaili yekdiğerine kardeş cümlesini hukūk-ı medeniyyede müsavi olarak tanıdı. Cenab-ı Hakk’ın insanlara fıtri olarak hiçbir fark olmadığını ancak yekdiğerlerinden ilim ve takva ayet-i kerimesi hadis-işerifi bu hakīkati natıktır. İrtikab-ı sirkat eden bir kimseye karşı hadd-i sirkat icra edileceği zaman hadd-i sirkati iskat ettirmek için Hazret-i Üsame bin Zeyd’in şefaat-i peygamberiyi taleb etmesine karşı Cenab-ı Peygamber’in buyurması hukūk-ı medeniyyede bütün insanların müsavi olduklarını açık surette i’lan etmek değil mi? Din-i İslam insanları akīde-i şirk ve teksir-i ilahdan tahlis onlardan perde-i hurefatı izale akıllarından kuyud ve evhamı kesr eyledi onları fesad-ı ahlaktan kurtardı. Çünkü kadar vazıh bir surettedir ki: Edyan-ı saireden hiçbirisi bu hakīkati bu kadar açık i’vicacdan salim olarak meydana koyamamıştır. lukata müşabehetten tenzih eyledi; bu alemin –asar-ı sun’una delalet eden ilim kudret irade ve bunların emsali sıfat-ı aliyye ile muttasıf–bir halık-ı zi-şanı olduğunu halık ile mahluk arasında hiçbir nisbet olmayıp ancak halık onların mucidi ve onlar da ona rücu’ edici olduğunu edille-i vazıhı ile ---- . . . ---- Gerek vahdaniyet gerek sair evamir-i ilahiyye hususunda berahin-i akliyeyi kendisine rehber eden Din-i İslam; sinin-i vefireden beri insanlar üzerinde hüküm sürmekte olan zalam-ı cehaleti tard yerine envar-ı ulumu zer’; onların kararmış olan kalblerini nur-ı irfan ile tezyin eyledi. Bu dinin ekmiş olduğu medeniyet sayesindedir ki: Evvelce ma’sum kız çocuklarını diri diri mezara sokan katı kalblerde şefkat ve merhamet neşv ü nema buldu. Kalblerinin en ulvi köşesinde envar-ı hakayık lemean ediyor; akaid-i meş’ume ile kasvet-engiz bir hale gelen akılları arasında nur-ı hakīkat sabah yıldızı gibi parlıyordu. Bu hakayıkı ulema-yı Garb bile tasdik etmekte tereddüd etmiyorlar nasıl ki Di Kasteri[?] İslamiyet’ten bahs eylediği bir eserinde şöyle diyor: “İslam’ın alemden büyük bir kısmını kendisine cezb etmesi nefsin şanını i’la etmesiyledir; İslam zat-ı İlahiyyeyi beşerin sıfatının fevkınde bir sıfatta tasavvur ve onu günde beş defa icrasıyla mükellef olduğu namazda tezekkür etmesiyle şan-ı insaniyyeti i’la eylediği gibi nefsin ye suhuletli olan şeyleri müştemil olmasıyla da i’la etmiştir. tealim-i İslamiyye’nin gayet açık i’vicacdan salim bulunmasıdır. Onun için tabiate gayet mülayimdir. Bu öyle bir dindir ki: “Anlaşılmayacak esrardan müberradır…” va’ya Zengibar’dan Çin’e kadar intişar eyledi hala da Afrika’da vasfı kabil olmayan bir sür’at ile intişar ediyor görüyoruz ki: İslam ümem-i mütevahhişenin tehzib-i ahlakı onların terakkīsi için en muvafık bir dindir diyanet-i Mesihiyye giz şeylere akıllar ermiyor işte bu sebebdendir ki İslam’ın medeniyete pek büyük menafii hizmeti dokunduğu halde diyanet-i Mesihiyye’nin o kadar menfaati hizmeti görülmemiştir. Diyanet-i Muhammediyye girdiği kabilelerden evsana tapmayı insan eti yemeyi çocukları diri diri mezara gömmeyi mahv ü ibtal eylemiştir. Onlarda nezafet izzet-i nefs vakar cud-ı kerem gibi sıfat-ı fazıla yerleştirmiştir. “İslamlar misafirperverliği hemen farz gibi i’tikad ederlerdi. Cem’iyyat-ı beşeriyyenin mevcudiyetini rahnedar eyleyen müskirat kumar ve saire gibi bir takım fazayih bu dinin zuhuruyla sukūt etmeye başladı. Din-i İslam kadınlarda namus ve iffeti halaik-ı takvadan addeder ihsan ile tenasuhu vicdan ile uhuvveti ifşa ediyordu.” Din-i İslam o dindir ki: Avrupa akvamını Endülüs ve Salib muharebatına kadar puyan oldukları hakīkī cehaletten yürümekte oldukları girive-i izmihlalden tahlis eyledi; Avrupa akvamını dereke-i süfla-yı behimiyyetten zirve-i ba­ la-yı temeddüne isal onlara usul-i medeniyyeti ta’lim ey­ ledi. Eğer Muhammed sav gelmese idi şimdiye kadar Avrupa akvamı bahr-i umman cehaletin mühlik dalgaları arasında gark olur tayerat-ı evham ile mahv ü mün’adim olup giderdi. Zira onlar fikir ve muhakemeye dalanları ilim ve hikmetle meşgūl olanları dinsiz oluyor diye telakkī ederlerdi. Halbuki İslamiyet; tathir-i cism için mevadd-ı maraziyyeden hali yenabi’-i sahihadan cari bir madde-i mutahhara ne derecelerde lazım ise nefsin de kendisine arız olan evhamı izale edecek ikdar-ı vesveseden tahlisine hizmet eyleyecek bir kuvve-i muslihaya o derecelerde muhtac ve o kuvve-i muslihanın da tecarib-i sahiha ile sabit mahsüsat-ı akliyye ile müstedel olan ilim olduğunu i’lan ve zaruret-i ilmin zükur ve nisvana mütesaviyen şamil olduğunu beyan eyledi. evvel keşf ve i’lan eden zat Feylesof Dekart’dır ki on sekizinci asrın ricalinden bulunuyor. Hem de İslamiyet sayhat-ı şedide ile i’lan ediyordu ki: İlmin zaruret-i tahsili yalnız hayat-ı uhraya maksur değildir; o zaruret; hayat-ı hazırayı dahi tamamen muhittir zira i’mal-i hayatiyyenin kıvamı şuun-ı dünyeviyyenin salahı münhasıran hadis-i şerifi bunu natıkdır. Bakınız! Dervi ne diyor: “Avrupa zalam-ı cehalet içinde mahv ü nabud olup inlediği te’min-i hayat edecek ziya rı bir parçadan başka ziya görmediği bir zamanda idi ki: Ümmet-i İslamiyye tarafından pek şa’şaalı bir ziya tulu’ etti; ulum-ı felsefe sanayi’…! Bu ziya ile beraber intişar eyledi. Bu intişar içinde Bağdad Basra Semerkand Dımeşk Kayrevan Mısır Fars Gırnata Kurtuba merkez-i maarif olmuş Avrupa akvamı kurun-ı vüstada bu merakiz-i azimeden pek çok keşfiyyat ulum ve fünun iğtinam eylemiştir.” Sédillot da şu yolda idare-i kelam ediyor: “Hazret-i Muhammed sav zuhur edip müteferrik bir halde olan kabail-i Arabı tevhid onları bir maksad-ı ali uğrunda cem’ ettikden sonra bunlar bir millet-i muazzama halinde dünyaya karşı meydan okumaya başladı. Cenah-ı mülkünü Taç nehrinden Ganj nehrine –aksa-yı şarktan ta mağrib önlerine– kadar uzattı. Avrupa’da cehalet hüküm-ferma olduğu bir zamanda aktar-ı arzın her köşesine liva-yı medeniyeti rekz eyledi.” Kur’an-ı Kerim hakkında beyan-ı mütalaa ederken Gibbon diyor ki: “ Kur’an-ı Kerim ’in umur-ı uhreviyyeye tealluk eden usulden maada bil-cümle ahkam-ı cinaiyye ve medeniyye için de bir düstur-ı esasi nev’-i beşerin tanzim-i hayatı tertib-i şuunu için bir kanun-ı medeni olduğu bütün alemce müsellemdir…. Şeriat-i Muhammediyye’nin ahkamı en büyük sultanlardan en küçük efrada kadar kaffe-i efrad-ı beşere şamildir…..!” Yine İslamiyet beyan ediyordu ki: Fehm-i maani-i Kur’an vabeste-i izdiyad-ı irfandır. tergīb ve icbar hususundaki ihtimam ve ikdamı bu mertebelere baliğ oluyordu. Zaten Kur’an-ı Kerim ’in pek çok mebahisini anlamak da kaffe-i ulum ve fünunu tahsil etmeye vabeste olduğundan ziyatını felekiyatını kendi lisanlarına tercüme ve onlardaki hataları ıslah ediyorlardı. Amerikalı Draper diyor ki: “Hazret-i Muhammed sav dar-ı ahirete irtihal eyledikten sonra pek geçmeden Arablar kütüb-i Yunaniyye’nin en meşhurlarını lügatlerine tercüme etmeye başladılar; hatta din nokta-i nazarından i’tikad-ı ammeye mazarratı olan bir takım kasaidi bile ulemanın muttali’ olduğu Süryani lügatine tercüme ettiler.” Bu suretle müslümanlar ulumun kaffe-i şuabatında üs­ taz-ı kül olmuşlardı çünkü Kur’an-ı Kerim bunlar için bir saha-i cevelan idi her istediklerini onda buluyorlardı. Avrupa ulemasının keşfine henüz muvaffak oldukları bir çok hakīkatleri Kur’an haber veriyordu. Binaenaleyh İslamlar kudret-i fatıranın bahş etmiş olduğu bu geniş sahrada cevelan ederek dünyanın her tarafına medeniyet tohumunu serptiler. Şu halde “İslamiyet medeniyetle kabil-i te’lif değildir…!” demeye vicdan nasıl razı olur? “TÜRK HAKANI TAHTA ÇIKTIĞI GÜN…” Şu serlevhayı numaralı Türk Yurdu risalesinde okuduğum vakit birden bire ne demek istenildiğini –Osmanlıca layamadım. Sonra alt tarafında “Nisan’ın ’üncü günü….” bahs olunduğuna intikal ettim. Yazılarımızın sırf Türkçe olacak diye böyle anlaşılmaz ve çetrefil bir şive alıp gitmesine teessüf edip dururken Vefik Paşa merhumun Lehçe-i Osmani ’sini açıp “hakan” kelimesine bakmak hatırıma geldi. Bakdım. Paşa merhum o kelime için şu izahatı vermiş: “Hakan es. Çini’de Hohenk: Padişah ve şahenşah ma’nasına olmağla Türk ve Tatar ve Moğol hanları Çin imparatorlarına galebe edip müstakil oldukca bu ünvanı kullanmış ve hakan diye tahrif etmişlerdir. Kema saraha Abdullah Beyzavi. “Kaan” bunun tahrifle ta’ribidir. Türk ve Tatar’ın ulusları hanlarından sahib-i huruc olanlar bütün hakan telakkub etmiştir. Defter-i Hakani nişan-ı hakani hakan-ı Çin.” “Kaan” kelimesi için de Burhan-ı Katı’ Tercümesi şu ma’lumatı yazmış: “Kaan: Hemze Bir de “han” kelimesi hakkında tetebbuatta bulundum. Lehçe-i Osmani ’de “Han es. Çin’de haniğ ve eniğ ve oneğ: Mülk ma’nasına olmağla Tatar’dan evvel Çin’e müstevli olan etrak mülukü ol ünvanı takınmış ve her ulus büyüğüne han denmişdir” şerhini gördüm. Bundan sonra –tabiiyetiyle müftehir bulunduğum– Devlet-i Osmaniyye hükümdarlarının ünvanları arasında “Türk hakanı” ta’biri olup olmadığını düşündüm. Müessis-i devlet Osman Gazi hazretlerinin Konya padişahından alamet-i emaret olmak üzere gönderilen tabl ve alem üzerine resmen “bey”lik ve i’lan-ı istiklali müteakıb da “han”lık ünvanını aldığını bilahare Yıldırım Bayezid Han’a Mısır’daki halife-i Abbasi tarafından “Sultan-ı iklim-i Rum” lakabının verildiğini ve Sultan Selim-i Evvel’in nail-i hilafet olunca “halife” ünvanıyla tebcil kılındığını tahattur ettim. Vakıa halife-i müşarun-ileyhden sonra gelen ve ünvan-ı dinileri halife olup ünvan-ı siyasileri “sultan” ve “padişah” bulunan Osmanlı hükümdarlarının “Sultanü’l-berreyn ve hakanü’l-bahreyn” gibi ta’birat-ı teşrifiyye ile tavsif olunduklarını hatırladım ise de “Türk hakanı” ünvanını almış bir Osmanlı padişahı bilemediğim cihetle zat-ı şevket-simat-ı şehriyari için “Türk hakanı” denilmesinin hikmetini idrak eyleyemedim. Acaba bu terkibin ma’nası Osmanlı Türklerinin mi yoksa bilumum Türk unsurunun mu hükümdarı demekdir? Şıkk-ı evvele göre iki evli bir köyde bile ma’lum ve mütearif olan padişah lafz-ı muhteremine nisbeten –aslen Çince olup halis Türkçe olmayan– hakan kelimesinin garabetinden sarf-ı nazar edildiği halde “Türk hakanı” olan cenab-ı şevket-meab Türk olmayan müslim ve gayri müslim tebaa-i Osmaniyye’nin de hakanı değil mi? Şıkk-ı saniye nazaran ise hayal-perverane bir kasidecilik olmağla beraber siyasi mahzurları badi olmaz ez-cümle şimali dostumuzu huylandırmaz ve homurdandırmaz mı? Evet. Hilafet-penah efendimiz; bilumum Türklerin de bil-cümle Arabların da hatta tekmil akvam ve efrad-ı İslamiyye’nin de emir ve imamıdır. Lakin bu; siyaseten değil dinendir. Saltanaten değil hilafetendir. Biraz dikkat edilse ve kavmiyet gayretinde azcık insaf gösterilse de “Türk hakanının” denileceğine “Peygamberimizin vekili bulunan padişahımızın” deniverse acaba evvelkinden daha cem’iyetli olmaz ve dört yüzmilyon müslümanın kulub-ı müttehidesine heyecan-ı şükran getirmez mi? Asabiyet-i kavmiyye gayretkeşleri bilmelidirler ki ümmet-i Osmaniyye’nin çare-i felahı: Müslim olanlarının Müslümanlık gayri müslim bulunanlarının da Osmanlılık noktasında SAN’AT-I HAT San’at-ı hat sanayi’-i nefise-i İslamiyye’nin bir şu’be-i mühimmesidir. Bu bedi’ san’atın menşeiyle vazı’ ve mucidlerine ve icad ve ibda’ ettikleri hutut-ı mütenevvianın isimleriyle etvar ve dekayıkına dair hattatin-i Osmaniyye’den Ali Efendi’nin Menakıb-ı Hünerveran Tokadi Ahmed Derviş Efendi’nin Araisü’l-Hat Nefes-zade İbrahim Efendi’nin Gülzar-ı Savab Suyolcu-zade Necib Efendi’nin Devhatü’l-Küttab Müstakīm-zade Süleyman Efendi’nin Tuhfetü’l-Hattatin ve Silsiletü’l-Hattatin ve Köstendil Müftisi Şem’i Efendi’nin Tuhfetü’l-Hattatin isimlerindeki gayr-i matbu’ eserleriyle İrani Habib Efendi’nin Hat ve Hattatan duğu gibi Tarih-i İbni Haldun Mukaddime ’sinde ve İmam Ragıb Isfahani’nin Muhadaratü’l-Üdeba ’sının “Mimma cae fi’l-Kitabi ve’l-Kitabeti” bahsinde de mesrudat-ı vakıfane muharrerdir. Bunlardan başka kavaid-i hat ve kitabete dair Sultan Ali Meşhedi’nin Manzume-i Farisiyye ’siyle kıble ’ l-Kitap Şeyh Hamdullah Efendi merhumun Manzume-i Türkiyye ’sinde izahat-ı mukteziyye mukayyeddir. Bab-ı ilm-i Nebi Cenab-ı İmam-ı Ali de bu san’at-ı celileyi takdir ve tebcil zımnında ve ve buyurdukları gibi kıt’asıyla da te’yid-i maksad buyurmuşlardır. Ayat-ı celile-i Kur’aniyye’den ayet-i kerimesinin tefsirinde müfessirin-i izam hazeratı canibinden tefsirat-ı mütenevvia retleri de ’ dan maksat devat ’ den maksad kitabet ’ dan maksad hat olduğunu ityan etmişlerdir. İşte maddi ve ma’nevi kadri celi olan bu san’at-ı celilenin terakkī ve tealisine vakf-ı vücud ederek bu yolda hayret-bahş-ı ukūl elvah-ı kıymetdar vücuda getiren eslaf-ı kiramın velev muhtasar olsun teracim-i ahvalini bilmek ve her birinin bu dakīk san’atda ne gibi teceddüd ve bedialar gösterdiklerini öğrenmek lazıme-i kadr-daniden olduğu için o isre iktifa ederek bu yolda çalışmak da şübhesiz ki bizler için vacibe-i kadr-şinasidir. Eslaf-ı hattatinin “şeş-kalem” ta’bir ettikleri kufi sülüs nesih muhakkak reyhani tevki’ ve bunlara ilaveten ta’dad edilen ta’lik nesta’lik divani rik’a siyakat çep müselsel ve saire gibi kalemlerde mündemic san’at ve incelikleri tedkīk ve tefrik etmek erbabına ma’lum olduğu üzere herkese müyesser değildir. Bu sebebden sanayi’-i nefise-i İslamiyye şuabatından pek mühim bir şu’beyi teşkil eden “san’at-ı hat” şu’besinin ihya ve idamesi hususunda Müze-i Osmani Müdiriyeti’nin erbabından mürekkeb bir cem’iyet-i mütehassısa teşkili için mensub olduğu Maarif Nezareti’nden tahsisat-ı lazıme talebinde bulunmasını zamanın hulul ettiğine kail olan müştakīn ve mensubin-i ilm-i hat çar-çeşmle muntazırdır. Zira birkaç sene daha bu yolda iltizam ihmal edildiği takdirde bir tarafdan –zaten adedi pek mahdud olan– erbabı kalmayacağı cihetle muktezi mebaninin kudsiyet ve ulviyetiyle mütenasib yeni bir levha yazılamayacağı gibi bir tarafdan da adem-i zevk ve takdir dolayısıyla elde mevcud küçük büyük elvah-ı nefise harab olup gidecek ve şayed bunlardan bir tanesinin ta’mirine lüzum görünse o levha-i nefise bit-tabi’ san’at-ı hat dairesinde ta’mir edilemeyeceğinden mahva mahkum kalacaktır. Avrupa müzelerinin hat kısmını tedkīk eden Osmanlıların Hirefi Hayreddin Maraşi ve saire gibi üstade-i ilm-i hattın asarıyla beraben be-tahsis Osmanlı hattatları esatizesinden olan Şey Hamdullah’ın Karahisari’nin Damad Şükrullah’ın Hasan-ı Üsküdari’nin Halid-i Erzurumi’nin Derviş Ali’nin Hafız Osman’ın Yedikuleli Seyyid Abdullah’ın Eğrikapılı Hoca Rasim’in müteehhirinden İsmail Zühdü’nün Yesari’nin Rakım’ın Mahmud Celaleddin’in Mustafa İzzet’in Şefik Bey ve sairenin Kelam-ı Kadim murakkaat mi­ sillü asar-ı kıymetdarının ne kadar i’tinalarle muhafaza edildikleri elbette manzurları olmuştur. Bu san’at-ı dakīkaya gerek vukūf gerek tevarüs dolayısıyla yabancı olan garbiyyunun bile bu derece takdir-i kıymet etmeleri san’at namına şayan-ı tahsin olmakla beraber bizler için de mucib-i teemmül ve intibah olması lazım geleceği azade-i güvahdır. SİYASİYAT Avrupa’nın bile beklemediği ümid etmediği bir zamanda Çanakkale Boğazı’nın küşadına hükumet-i Osmaniyye tarafından müsaade edilmesi İtalya’yı son derece şaşırttı. İtalya Osmanlılar tarafından böyle cesurane ve aynı zamanda da alicenabane bir kararın vukū’ bulacağını kat’iyyen beklemiyordu. O zannediyordu ki biz bila-nihaye Boğaz’ın mesdud kalmasında ısrar edeceğiz ve bu münasebetle bi-tarafların menafi’-i maddiyyesini ızrar ederek Avrupa efkar-ı umumiyyesini kendi aleyhimize çevermekle İtalya’nın tervic-i makasıdına bir yol açacağız. Halbuki Babıali’nin Boğaz’ın küşadı hakkındaki kararı İtalya planlarının kaffesini zir u zeber etti. Osmanlıların şu cesareti düşmanı hiçe saymaları Avrupa’ya karşı azim bir nezaket göstermeleri Avrupa efkar-ı umumiyyesini hakkımızda sitayiş-karane bir vaz’iyet almaya sevk etti. Bugün bütün Avrupa müttehiden artık bi-tarfların muharebeye müdahaleleri için meydanda hiçbir sebeb kalmadığını kimsenin Babıali üzerine icra-yı tazyik hakkına malik olmadığını ikrar ve i’tiraf ediyor. Bilakis icra-yı tazyik lazım ise bunun da mahall-i hakīkīsi İtalya olduğu cümlece teslim edilmektedir. Şimdi hasir ve nadim düşman acaba ne gibi mezbuhane teşebbüslere atılacaktır? Şu suale karşı hatıra iki ihtimal geliyor. Fakat bunları söylemeden evvel şu noktayı ta’mik edelim İtalyanlar Trablusgarb sahasında –yani alel-umum Afrika-yı Osmani’de– her nevi’ icra-yı faaliyyet ve teşebbüsten muattal ve aciz kalmışlardır. lar arasına çekilip saklanıyorlar. İleriye doğru bir adım bile atamıyorlar. Bu hal İtalya efkar-ı umumiyyesini son derece tehyic ettiği gibi İtalya hükumetini de tamamen şaşırtmıştır. Zaten İtalya’nın Çanakkale Boğazı’na atılması ve bu münasebetle hükumat-ı sairenin cenah-ı müdahesine sığınması şu hal-i yeis ve na-ümidinin neticesi idi. Binaenaleyh İtalyanların yakın zamanlarda Trablusgarb sahasında ibraz-ı faaliyyet etmelerine ihtimal bile yoktur. Olsa olsa bunlar burada tedafüi bir vaz’iyet alarak endi mevki’lerinin muhafazası için bezl-i mesai edeceklerdir. İşte şu nokta şöylece teayyün ettikten sonra yukarıda arz etmiş olduğumuz tahminatın beyanına gelelim: Evvela İtalya’nın yeniden Çanakkale Boğazı’na atılması hatıra geliyor. Fakat zannetmeyiz ki İtalyanlar cesaretlerini bu dereceye vardırsınlar. İtalyanlar Çanakkale’yi tecrübe ettiler. Kalenin ne kadar muhkem gayr-i kabil-i zabt bir surette tahkim edilmiş olduğunu ne gibi arslanlar tarafından muhafaza edildiğini öğrendiler. İtalya filosunun onda dokuzuna feda etmeyi göze aldırmadıkça böyle bir teşebbüse girişemez! Fakat şu fedakarlığa tahammül etse neticede elde hiçbir şey edemeyeceği aşikar. Zira bir iki yıpranmış zedelenmiş zahire ve levazımatı tükenmiş iki üç harp sefinesi bedihidir. Bundan maada İtalya yeniden Çanakkale Boğazı üzerine atılır atılmaz boğazın bizim tarafımızdan seddedileceği tabiidir. Artık buna karşı Avrupa’nın ne kadar mutazarrır olursa olsun diyecek hiçbir sözü olamaz. Bedihidir ki o zaman Avrupa’nın bütün hiddet ve şiddeti İtalya’ya doğru çevirilir. Hatta şimdiden bile Avrupa matbuatı arasındaki en mühim cerideler böyle bir ihtimalin vukūunu derpiş-i nazar ederek merbut bulundukları hükumetlerden İtalya’yı bu gibi harekat-ı mecnuna[ne]den men’ etmek için lazım gelen teşebbüsatta bulunmalarını taleb ediyorlar. İtalya hükumeti elbette ki Avrupa’nın şu vaz’iyet ve ahval-i ruhiyyesini biliyor. Binaenaleyh düşmanın yeniden Çanakkale Boğazı üzerine hücum edeceği pek de muhtemel değildir. tazyik ve belki bazılarını işgal ve sevahil-i Osmaniyye’den bazı mevakii rahatsız etmektir. Şu ihtimal vekayi’-i ahire ile kesb-i hakīkat etmiştir. Düşmanın hakīkaten tevessül edebileceği başka bir vesile kalmamıştır. Fakat bununla da İtalya’nın bir şey kazanamaycağı bedihidir. Zira eğer İtalya’nın şu teşebbüsünden maksadı bizi tazyik ederek sulha istediği şerait üzere icbar etmek ise bit-tabi’ şu maksadına bununla da nail olamayacaktır. Zira Osmanlılar değil Cezayir-i Bahr-i Sefid’in işgali değil sevahil-i Osmaniyye’nin tazyikı hatta İstanbul’un bile bombardıman edilmesini göz önüne alarak muharebeye devam ediyorlar. İtalya sevahil-i Osmaniyye’ye asker ihrac etmeyince bütün kuvvetini bize karşı koyarak ve bizimle pençeleşerek ya kendisi veya biz mahv olmayınca bizi akd-i sulha icbar edemez. Fakat cebin alçak düşman bunu hiçbir zaman yapmayacaktır. Zira pek ra’na biliyor ki yaparsa mahv olacak biz değiliz kendisidir. Yok eğer maksadı Cezayir-i Bahr-i Sefid’i kendisine mal edinerek muhafaza ise buna da nail olamayacağı bedihidir. Zira şark sularındaki muvazene-i hazırayı muhafaze etmek mes’elesinde bizim kadar hatta bizden ziyade sair hükumat alakadardırlar; ez-cümle mesela İngilter. bozulmasına ve bizim gibi nisbeten zaif bir kuvvet-i bahriyyeye malk olan hükumetin yerine şark sularında İtalya gibi kavi bir hükumetin kaim olmasına ruy-ı rıza gösteremez. Bu da iki sebebten ileri gelir: Birisi maddi sırf İngiltere’nin menafi’-i zatiyye ve hayatiyyesine aiddir. İngiltere’nin en büyük ve en mühim müstemlekeleri Asya’dadır. Yalnız Hindistan İngiltere için bir menba’-ı hayat ve medar-ı maişettir. Devlet-i mezkurenin bütün haşmet ve azameti bütün dedir. İşte bunun içindir ki İngiltere bütün dikkat ve vaktini şu müstemlekelerin müdafaa ve muhafazasına sarf ediyor. Demek oluyor ki İngiltere siyaset-i hariciyyesinin hatt-ı istikametini tamamen şu müstemlekelerin vaz’iyet ve lüzum-ı hıfzı ta’yin ediyor. Halbuki şu müstemlekeleri İngiltere’ye rabt eden bütün yollar Osmanlılar elindedir. Şu yolların te’min-i selameti içindir ki İngiltere Cebel-i Tarık’a Girit’e Mısır’a Süveyş Kanalı’na atıldı. Ve yine şu yolları ve yollar üzerinde zapt edilmiş olan nikat-ı müstahfazayı müdafaa içindir ki İngiltere muhteşem bir donanma beslemek mecuriyetindedir. Demek ki İngiltere kendi menafi’-i zatiyye ve hayatiyyesi icabınca bile hiçbir zaman şu yollar üzerinde bahren kavi ve muktedir bir devletin bulunmasına ruy-ı rıza gösteremez. Bilhassa ki şu devlet İngiltere’nin rakīb-i canı olan Almanya’nın müttefiki İtalya olsun! Binaenaleyh İtalya’nın Cezayir-i Bahr-i Sefid’de yerleşmesi bizden ziyade İngiltere’nin menafi’-i hayatiyyesini halel-dar eder. Ta’bir-i diğer ile İtalya’nın şu cezayire malikiyeti mutasavver bile değildir. Böyle bir fikir İtalya ricalinin rüyasına bile giremez. Mes’elenin ma’nevi cihetine gelince; İngiltere Devleti yine aynı müstemlekelerde yüz milyondan ziyade tebaa-i hakimiyetini bütün Asya’da te’min etmiştir. Halbuki aynı tebaa-i İslamiyye’nin makam-ı mualla-yı Hilafet-i İslamiye ma’lumdur. Şu merbutiyetin derecesi ve mikdarı bilhassa Trablus muharebesi ile tecelli etti. Gerek Afrika’da ve gerek Asya’da sakin bu kadar akvam ve tavaif-i İslamiyye dakīka be-dakīka çehar-çeşm ile muharebenin teferruat ve tafsilatını bekleyerek her an Halife-i müsliminin nusret ve muzafferiyeti bulunuyorlar; bilhassa Hindistan müslümanları bunlar harp tima’lar mitingler tertib ederek hükumet-i metbualarından Halifelerine muavenet edilmesini temenni ettiler. Elbette ki niyat ve arzularını nazar-ı dikkate almak mecburiyetindedir. Elbette ki hükumet-i mezkure en ziyade güdümünde olduğu unsur-ı İslam’ın kalbini kırmaz ve temayülat-ı hissiyyatlarını okşamak ister. Ba-husus şu temayülat ve hissiyat yukarıda beyan ettiğimiz vechile kendi menafi’-i zatiyye ve icabat-ı hayatiyyesi ile de tevafuk ediyor. bulan bir istizaha cevaben erkan-ı hükumetten birisi “Şark sularında İngiltere menafinin halel-dar edilmesi mes’elesi hükumeti düşündürüyor” demiştir. Diğeri ise “Yüz milyondan ziyade tebaa-i İslamiyye’ye malik olan İngiltere hükumeti bir iş olamaz” diye beyanatta bulunmuştur. Ve yine bunun re menafinin Şark-ı Karib’de muhafazası için teşebbüsat-ı lazımede bulunmasını taleb ediyor. Bazıları ise şu teşebbüsatın şekil ve suretini de ta’yin ederek Roma’da icra-yı tazyik edilmesini ve Osmanlı sularının rahat bırakılması için dir ediyor. Ve anladığı içindir ki hükumat-ı saireye Cezayir-i Bahr-i Sefid’in işgali hakkında beyanatta bulunmak ve işgalin muvakkat olduğunu izah etmek mecburiyetini hissetmiştir. Hal böyle iken metanet ve azmimizde sabit ve cereyan-ı ahvale muntazır olalım… TAVZIH-İ HAKĪKAT – – Almanya ceraid-i mühimmesinden Kölnische Zeitung gazetesinde münderic ve Kandiye’den mersul bir mektup müsadif-i nazar-ı acizi oldu. Corci Broviç Paşa’nın vilayet müşavirliği evahirinde bir çok te’sirat ve ilcaat-ı siyasiyye Babıali tarafından biz-zarur tatbikine muvafakat buyurulan ve “mukarrerat-ı ahire” ünvanını almış olan tarz-ı idare-i cezirenin safahat-ı müellimesini burada mevzu’-ı bahs etmek ehemmiyet vererek kabul ve tatbikı için Babıali’yi teşvikten hali kalmamış olan devletlerin pek ziyade aldandıklarını isbat etti. Asakir-i Osmaniyye’nin ve daha doğrusu esas-ı idare-i devletin infikakına bir vesile ihzar eden bu vak’a-i siyasiyye senesinde cereyan etmekte iken Girit’de mevcud nüfus-ı İslamiyye –mektubda gösterildiği gibi– yetmiş dört binden ibaret değil resmi bir surette ahz olunan ma’lumat-ı mevsukaya göre “doksan altı” bini mütecaviz bulunuyordu. Mezkur mektubun muharriri o tarih-i meş’umdan bugüne kadar cereyan eden vekayii tahlil ederken bir çok hakayıkı dermiyan eyliyor ki bundan hissemize terettüb eden teşekkürü olarak kendisine verildiği muhakkak olan ma’lumatı tashih kaziyyesi dahi öylece bir borçtur. Evvela biz de muharrir ile beraber arz edelim ki Girit’de ahali-i müslime için o tarihden sonra hukūk-ı hayatiyye – bir çok mezalim ve i’tisafat ile– tahdid ve tazyik edilmiş olduğundan memalik-i saire-i Osmaniyye’ye iltica bir zaruret halini iktisab etmiştir. Zannetmeyiz ki pak bir maziye hamiyet ve fedakarlıkla meşhun bir hiss-i merbutiyyete sahib olan zavallı ahali-i müslimeyi bu ıztırar üzerine ihtiyar ettikleri tarik-ı ilticadan dolayı takbih ve muahaze edecek bir vatandaş bulunsun! O biçaregana mesaib-i gurbet meraret-i hayat kafidir. Canı ırzı malı ve mukaddesat namıyla ne mevcud ise cümlesi duçar-ı taarruz oldukları ve bu taarruzata karşı koyacak bir kuvvet bir kuvve-i idare acz içinde bulunarak –muharririn dediği gibi– onların feryad-ı istim­ dad­ karanesini istima’ ile mehakimde; zabıta ve sair aksam-ı ve faailiyet göstermediği halde ehl-i İslam’ı adem-i sebat ile muateb etmek insafsızlık olur. Mezkur mektubun bir fıkrasında “Hıristiyanlar Türkiye’nin boyunduruğu altında iken çektiklerinin intikamını şimdi müslümanlardan alıyorlar.” deniyor. Biz buna bütün mevcudiyetimizle i’tiraz eder ve deriz ki: Zulüm ve istibdad bütün memalik-i Osmaniyye’de canhıraş bir surette tedvir-ı çarh etmekte iken Girit’de hükumet-i Osmaniyye esasat-ı meşrutiyet dairesinde idare-i umur ediyor ve Giritlileri “Halepa” Kararnamesi ve mukarrerat-ı saire-i ahrarane ahkamıyla bir saadet-i ictimaiyye içinde yaşatmak teşebbüsatında kusur etmiyordu. Parlamenter hayatının küçük kıt’ada bir numunesini irae eden Girit Meclis-i Umumisi muntazaman muzik pençeleri altında inliyordu. Hakkul-insaf düşünülürse Girit liva-yı Osmani altında fiilen ve maddeten idare olunduğu müddetçe ahali-i mahalliyye devletten hükumetten lütuf şefkat ve semahat-i tebaa-perveriden başka bir şey görmediler. Her sene masarıf-ı müteferrika-i fevkaladeden maada on bin liradan aşağı düşmüş bütçe açığını dolduran bu Türkiye hükumeti değil mi idi? Fakat Girit hıristiyanları bu ni’meti bilmediler. Nankörlük ettiler. Şimdi de iddia edebiliriz ki o fi’l-i kabih-i had-na-şinasanelerinin ceza-yı sezasını cezirede müstevli sefalet-i iktisadiyye dolayısıyla çekiyorlar. Bugün muharririn beyanatına tamamıyla muhalif olarak iddia edeceğiz ki Girit hıristiyanları harekat-ı cinayetkaraneleriyle Türkiye’den çektiklerinin intikamını alıyorlar değil o Türkiye idaresi sayesinde ele geçirmiş oldukları kasr-ı müzeyyen ve muhteşem hürriyetin yine Türkiye’nin eser-i semahatiyle tarsin edilmiş olan temellerini bir feveran ve galeyan-ı mecnunane ile gülerek oynayarak yıkmaya çalışıyor ve epeyce de muvaffak oluyorlar! Yazık! ---- MEKATIB ---- AVRUPA’NIN NOKTA-I NAZARI ---- VE OSMANLILARIN MEVKII ---- Bahr-i Sefid Boğazı’nın İtalya filosu tarafından topa tutulduğundan sonra Alman gazetelerinin ekserisi neşriyat-ı atiyyede bulunup diyorlar ki: muharebe şu esnada ehemmiyetini gaib ederek Avrupa diplomatlarının oynadığı oyun perdesinin arkasında gizlendi. Balkan muharebesi alemi tahrike sebeb olacak dram sahnesi medhalini teşkil ettiğinden oyuna başlanacak zamanın takarrub ettiğini müdhiş bir ciddiyetle bize ihbar ve tebliğ ediyor. Bahr-i Sefid’e tahakküm için edilecek güreşlerin mukaddimesi demek olan mes’ele-i hazıra belki Avrupa-yı Vüsta hükumetleri ile Garbi hükumetleri şu nokta-i nazardan yine bu müdhiş Balkan kayaları üzerinde yekdiğerine tesadüf ederek değil yalnız Avrupa’da Asya’da bile satvet-i tahakkümlerini te’min için çarpışacaklardır. Tarafeynden birincisi Berlin ikincisi Londra’dır. Ruslar bugün hiçbir maniaya tesadüf etmeden Bahr-i Sefid’e girip çıkmak üzere kendileri için Boğazlar’ın açık bulundurulması arzusunu suret-i kat’iyyede takviyeye gayret ediyor. İngilizler ise ona karşı aynı ciddiyetle muhalefet ediyor. Almanlar komşusu bulunan Rusların arzusu ile İngilizlerin tehdidi arasında dümensiz gemi gibi yalpa vurmakta. Avusturya Selanik’e yan gözle bakarak Ruslara istinad ediyor. İtalyanlar Balkan barut fıçısının biran evvel iş’ali için suret-i mütemadiyyede uzaktan dinamitler atmakta. Fransızlar menfaat edebileceğini tefekkür ile beklemektedir. Osmanlıların hayatı Rusların Bahr-i Sefid iştihasına bir sedd-i azim çekmekle kaim olduğundan bu hususda İngilizlerin şimdiye kadar sarf eyledikleri sa’y u gayret semeresiz kalacak olur ise bu halde haiz-i nüfuz olacak olan Ruslar lıların zi-nüfuz ve sahib-i kudret olması İngilizlerden maada hiçbir devletin mucib-i menfaati değildir. Hilafet’in na-tüvan bulunması mevcudiyetini muhafazaya kudret-yab olama­ yacağından dini ve mezhebi Hilafet’e merbut ve İngilizlerin taht-ı idaresinde bulunan bir takım memalik-i İslamiyye’nin tahrikatına bais olacağı vareste-i iştibahdır. Zira Rusların hal-i hazıra gelinceye kadar mütemadiyen çalıştıkları Anadolu Mısır ve Hind gibi memalik-i İslamiyye’de isyana müşabih bir hareketin zuhuruyla Osmanlıların hayatına hitam verilecek ve bunun neticesi olarak başlarına açılan bir felaketin def’ine İngilizler suhuletle muvaffak olamayacaklarından tahakküm-i alem menzilesinden sukūt ve Ruslar da maksadlarına nail olacaklardır. Eğer Ruslar İtalyan ve Balkan hükumat-ı sağīresiyle Osmanlıları harekete gayr-i muktedir bir hale ifrağ edecek olur ise tarafeyninde Fransız ve Japonlar bulundukları halde bile acaba İngilizler bu müşkil işin üstesinden gelebilecekler mi? Acaba İngilizler böyle bir müşkilata duçar olurlar dirler? Avrupa dipyomatlarının fikirine kalır ise “Rus-Fransız-İtalyan ve Balkan hükumat-ı sağīresi”nden mürekkeb bir yorlar. Bu hal kesb-i hakīkat edecek olur ise ta’kīb ettiği yol edecek. İşte asıl o zamanda Osmanlıların hayatı ebediyen te’min edilmiş olacaktır. beyan olunan ve iki taraf teşkil eden tecemmu’-ı hükumatın husulü mümkün müdür? Eğer evet ile cevap verilecek olur eylemesi ve muvazenet-i hükumat ebediyen te’min edilmiş olur. Yalnız şu şartla ki eğer İngilizler hiçbir şerait vaz’ına lüzum görmeden Alman Avusturya ve Osmanlılar ile ittifak etsin şu kadar ki bununla mevcud olan tehlikelerin istikbalde büsbütün meydandan kalkacağına hüküm olunamaz. mevcud olan İttifak-ı Müselles’e bir de Ruslar dahil olacak olurlar ise her ne kadar bu dehalet siyasi ve iktisadi müttefiklere faide-bahş bir şey değil ise de yalnız Osmanlıların hayatı tezelzüle uğrayıp uğramayacağıdır?.. Viyana ve Petersburg’da Osmanlı yağmasına olan hahişin el-an üstü kapalı tutulmağa gayret olunuyor ise de an karib meydan-ı aleniyyete atılacakları hal ve mevkiin almış olduğu renkten kemal-i vuzuh ile anlaşılıyor. Rusların İttifak-ı Müselles’e doğrudan doğruya duhulü bir takım külfete dahi hacet kalmaksızın yalnız mes’ele-i mezkure üzerine yekdiğeriyle anlaşmak ile de kabil olabilir. Bunun husulüyle de Fransız Rus ittifak şu’lesi söner. Stuttgart’tan ŞUUN MECLIS-I MEB’USAN-I OSMANI HÜLASA-I MÜZAKERATI Evvela resm-i küşadın zabıtname hülasası okunduktan sonra resm-i küşadda bulunamadıklarından dolayı tahlifleri icra edilemeyen meb’uslar makam-ı riyaset önünden geçerek tarz-ı sabık vechile yemin ettiler. Her meb’us masasının üzerindeki zarfa intihab ettiği zatın ismini yazarak kutuya attı. Re’ye iştirak eden mevcud meb’usan idi. Netice-i tasnifde re’y ile Kastamonu Meb’usu Ahmed Mahir Efendi muvakkat reis intihab olundu. Bunu müteakib muvakkat reis vekilleri için re’y pusulaları toplanarak tasnife başlandı. Teşettüt-i araya mebni ekseriyet-i mutlaka hasıl olamadı. Yeniden re’yler toplanarak re’y ile İstanbul Meb’usu Artas Efendi muvakkat reis vekaletine intihab olundu. Trablusgarb Meb’usu Naci Bey Trablusgarblıların hamiyet ve fedakarlıklarından nutk-ı hümayunda sarf buyurulan cümle-i takdirkarinin mücahidin-i İslamiyye üzerindeki hüsn-i te’sirinden bahisle millet-i muazzama-i Osmaniyye’nin efkar ve ihtisasat-ı bergüzide-i vatanperveranesini temsil eden hey’et-i milliyyenin fatiha-i a’mali olmak üzere meydan-ı harbdeki mücahidin-i muhteremenin hararetle selamlanmasını teklif ve keyfiyetin derhal telgrafla tebliğ buyurulmasını taleb etti; umum tarafından kabul olundu. Bingazi Meb’usu Şetvan Bey de darü’l-cihaddaki İslam kumandanlarıyla muharebatın bidayetinden beri hissiyat-ı aliyye muavenat ve himemat-ı fevkalade ibraz eden Mısırlı ve Tunuslu kardeşlerimize de beyan-ı teşekkür edilmesini teklif etti bila-ifate-i vakt telgrafla tebliği kabul olundu. Ba’dehu la-ale’t-ta’yin her birinde birer meb’usun ismi yazılı olan yuvarlaklar masaya atılmak suretiyle meb’usanın şu’belere taksimatı icra olundu. Mevcud meb’usların mazbata-i intihabiyyeleri yuvarlaklar vasıtasıyla şuabata taksim olundu. OSMANLI-İTALYAN MUHAREBESI Atideki ma’lumat darü’l-cihaddaki İslam kumandanlarının sı’na tebliğ olunmuştur: Düşman bu sabah Humus kasabasının şarkında sahil boyunca bir huruc hareketi yapmış ise de gördüğü mukavemet-i şedide üzerine deniz kenarında ve kasabadan bir buçuk kilometre mesafede bulunan Libde Harabeleri’nden ileri geçememiştir. Bu muharebeye düşmanın ber-mu’tad bir sefine-i harbiyyesi dahi iştirak etmiştir. Muharebe düz bir hurmalık ve bahçe duvarları ile muhat bir mıntıkada cereyan etmiştir. Üç şehid ile üç mecruhumuza mukabil düşmana yetmişi mütecaviz telefat verdirilmiş olduğuna eminiz. § Şehr-i halin on dokuzuncu günü bir İtalyan tayyaresi Saniyeten beni ademe boma atmış bir nefer üç çocuk ve altı kişi mecruh olmuştur. § Aynı gün bir İtalyan kabil-i şevk u idare balonu Aziziye’deki Hilal-i Ahmer çadırları üzerine bomba atmış ve kişi cerihadar olmuştur. Düşman başka zayiat ika’ eyleyememiştir. Homs’da Libde Harabeleri’nden tecavüz eden düşman üzerine - Nisan gecesi bir baskın man bir hayli telefata duçar olduğu gibi kazma kürek cebehane dürbin gibi levazım-ı harbiyye iğtinam olunmuştur. Sabaha karşı kurulan bir pusuya düşen bir düşman bölüğü dahi hayli maktul bırakmıştır. Nisan’ın ’nci günü sabahı Fruva’da bulunan düşmanın dört tabur piyade ve iki mitralyozden mürekkeb bir müfrezesi cenuba doğru hareket etmiş ise de cebheden askerimizin mukavemeti hareketlerini tevkīf etmiş ve müteakıben vürud eden Fruva ve Acilat Zaviye gönüllüleri tarafından düşmanın sol cenahına vukū’ bulan hücum düşmanın firar suretiyle istihkamatına kadar ric’atini intac eylemiştir. Bu muharebede düşmanın pek çok zayiata duçar olduğu meydan-ı harbe de terk eylediği maktullerden ve kan izlerinden istidlal edilmektedir. Mezkur iki muharebedeki zayiatımız yirmi şehid ve yirmi yaralıdan ibarettir. Yevm-i mezkur sabahı Humus’da düşman bir kol ile şimalden cenuba ve diğer bir kol ile Humus’un garbına ve bir üçüncü kol ile sahildeki hurmalığa taarruz etmiş ve cebheden taarruz eden düşman taburu Zılleteyn müfrezesi tarafından müdafaa olunan tepeleri işgale muvaffak olamayarak donanmanın ve karadaki topların taht-ı himayesinde münhezimen ric’at etmekte iken geceden o tarafa yerleştirilen kuvvetli bir pusunun ateşi altında ikisi zabit olarak on beş maktul ve altı mecruh meydanda bırakarak firar eylemiştir. Garba taarruz eden düşman kuvveti ise gördüğü mukabele-i dilirane üzerine şehre çekilmiştir. Homs’un şarkına hurmalığa yürüyen düşman kuvvet maktul bırakarak firar etmiştir. birisi mecruh bile olmamıştır. Şehr-i halin ’inci gecesi Tobruk’ta ileri sokulan bir müfrezemiz bazı tertibat ile düşmanı şaşırtıp üç saat top ve mitralyoz ateşinden sonra istihkamattan pürtelaş dışarı çıkararak avcı siperleri işgal edilmiş ve gelen düşman bölüğü üzerine yandan icra ettikleri iyi bir ateşle kırkı mütecaviz telefat verdirilmiş ve iki mitralyöz ile projektörleri tahrib edilmiştir. Milisten bir şehid ile bir mecruh ve gönüllü askerlerden iki mecruh vardır. Düşmanın top ve tüfenk ateşi sabaha kadar devam etmiştir. Mart’ın yirminci günü akşamı Kunfuda’ya gelen bir düşman gemisi ertesi günü sabahdan akşama kadar Kunfuda mevaki’-i askeriyyesini topa tutmuştur. Bugün İtalyan gemisi yine bombardımana başladığı esnada eşkıya da bir kasabaya hücum ettiler. Merkumların hücumu şiddetle def’ edildiği gibi İtalyan mermileri de bir zarar iras edememiştir. Eşkıya müsademesinde askerimizden yalnız biri şehid ve üçü hafif surette mecruh olmuştur. Ayın yirmi beşinci günü düşman gemisi toplarını doğrudan doğruya Kunfuda kasabasına tevcih ederek bil-cümle emakin-i miriyyeyi ve üzerinde Hilal-i Ahmer bayrağı bulunan hastaneyi topa tutmuş ve sazdan ma’mul olup ariş denilen ahali hanelerinden yüzü mütecaviz haneyi Ayın yirmi yedisinde düşman tekrar bombardımana başlayıp hükumet konağıyla kasabaya pek çok mermi atmıştır. Düşmanın ateşinden asakir-i Osmaniyye kat’iyyen müteessir olmadı. Emakin-i miriyyece de vukū’ bulan hasarat ehemmiyetsizdir. Ancak husule gelen harikten o gün de kırk kadar ariş muhterik ve dördü çocuk ve altısı kadın olmak üzere ahaliden yirmi kişi mecruh olmuştur. Ayın yirmi altısında Kunfuda’ya kuvve-i kafiye-i ve Mart – Ayın yirmi dokuz ve otuz birinci günleri gemi tarafından tekrar hükumet konağıyla askeri anbarına ve gümrük dairesine ateş edilerek hükumetin kısm-ı fevkanisi ve anbar ile gümrük dairesi kısmen rahnedar edilmiştir. Burada bulunduğu müddet esnasında gemi efradı limandaki dört büyük senbugu cer ve diğer ikisini dahi gark ederek Mart’ın otuz birinci günü ale’s-sabah cenuba müteveccihen buradan gitmiştir. Bir hafta imtidad eden şu hadise-i müellime esnasında askerimizin eşkıyaya karşı gösterdiği besalet şayan-ı takdirdir. Sefine burada bulunduğu esnada endaht ettiği beş yüzü mütecaviz gülleden askerimize hiçbir hasar vaki’ olmamıştır. Şehirdeki sükun ve asayiş ber-devamdır. Nisan – Cumartesi sabahı gurubi saat onda düşmanın sefine-i harbiyyesi Rodos’u ihata ile kasabanın kurbundaki Trianda ve şarkındaki Faliraki körfezlerinde ahz-ı mevki’ etti. Ve saat iki buçukta Trianda körfezi üzerindek Mike sırtlarına gemilerden ateş etmeye başladı. Ve bu esnada Faliraki körfezine asker ihracına ibtidar etti. Aynı zamanda Rodos’un gerilerine dahi sefain-i harbiyyeden ateş edilmekte idi. Düşmanın Faliraki cihetine çıkardığı kuvvete karşı derhal hareket edildi. Sahile çıkarılan kuvvet harbiyyesinin ateşi himayesinde Uzgur karyesi cihetine teveccüh etmiş olduğundan o cihetten mukabelesine şitab edildi. Bütün sefain-i harbiyye tarafından düşmanın sahile çıkardığı topçu bataryaları top atışıyla himaye edilmekte idi. Bu sebebden düşmanın iki topçu zabiti ile bir hayli efradı sonra düşman sefain-i harbiyyesinin ateşi haricinde kalınmak üzere dahile doğru çekilinerek münasib bir mevki’ işgal edilmiştir. Yalnız bir mülazım ile birkaç nefer mecruhumuz vardır. Zaif ve hastegan ile perakende birkaç nefer şehirde bırakılmıştır. § Kuvve-i askeriyyemizin dahil-i cezirede sefain-i harbiyye ateşinden masun mahallere çekilmesi üzerine İtalyanların Rodos kasabasına asker çıkardıkları ve bombardımanın te’siriyle dağlara iltica eden ahalinin şehre avdetle inzibat ve asayiş-i beldenin zabıta vasıtasıyla muhafaza ettirildiği ma’ruzdur. Meclis-i Hass-ı Vükela tarafından Çanakkale Boğazı’nın küşadıyla limanımızda bulunan sefain-i ticariyye-i ecnebiyyenin mürur ve uburuna müsaade olunmuştur. Boğaz medhalinin uzun müddet mesdud kalması gerek ticaret-i Osmaniyye’ye ve gerek ecnebi sefain-i ticariyyesine mazarrat iras edeceği Babıali tarafından dikkate alınarak düşman donanması tarafından tekrar bir tecavüz vukūunda boğazın seddine hükumet-i Osmaniyye’nin hak ve selahiyeti haiz olması hasebiyle şimdilik boğazın sefain-i ticariyyeye mahsus olan geçidi üzerindeki torpillerin ref’i ile kema fi’s-sabık sefain-i mezkurenin müruruna müsaade olunmasına karar verilmiştir. Meclis-i Vükela’ca Boğaz medhalinin açılmasına dair verilen karar üzerine Harbiye ve Bahriye nezaretlerinden Kale-i Sultaniyye Kumandanlığı’na telgrafla evamir ve ta’limat-ı mukteziyye Hariciye Nezareti Boğaz’ın küşadı hakkındaki kararı beray-ı ma’lumat düvel-i ecnebiyye nezdinde bulunan süfera-yı Osmaniyye’ye telgrafla iş’ar ettiği gibi Dersaadet’deki sefarat-ı ecnebiyyeye dahi ber-vech-i ati i’ta-yı ma’lumat etmiştir: “Hükumet-i Seniyye’nin Çanakkale Boğazı’nı mesdudiyetinden evvelki şerait dairesinde yani sefain-i ticariyye için kılavuzluk icabatına tabi’ olmak mecburiyeti bakī kalmak üzere bi-taraf sefaine küşad etmeye karar verdiğini Hariciye Nezareti sefarat-ı ecnebiyyeye tebliğ eyler. Muayyen ve mahdud bir yolun açılması için maddeten lazım olan müddetin küşade bulunacaktır. Hükumet-i Seniyye’nin lüzum hisseolunduğu anda Boğaz’ı tamamen seddetmek hususundaki hakk-ı meşruunu tamamen muhafaza eylediği vareste-i tezkardır. Enver Bey’den Harbiye Nezareti’ne iş’ar olunduğuna nazaran meşayih-i urbandan Şeyh Savf mikdar-ı külli mücahidin ile birlikte Osmanlılara iltihak etmiştir. Sudan’dan binlerle süvariden mürekkeb ve Seyyid Ali eş-Şerif kumandası tahtında gelen bir kıt’a dahi kuva-yı Osmaniyye’ne inzimam eylemiştir. Bu kuvvet Tumbuktu ve Çad gölü cihetlerinde dört ay seyahat ederek Osmanlı ordugahına muvasalat etmişlerdir. Yine rüesa-yı meşayihden Muhammed el-Emin ile Muhammed Ahmed hazeratı kıt’alarının başında olarak Osmanlı ordugahına muvasalat eylemişlerdir. Tuarek kabilesi dahi elan sahne-i harbde bulunmaktadırlar. Baladaki meşayih Afrika urbanı nezdinde haiz-i nüfuz ve iktidar zevattır. Müşarun-ileyhimanın yalnız sahne-i harbde mevcudiyetleri Arabların kuvve-i ma’neviyyelerini tezyid ve takviye eylemeye kifayet eder. – el-Müeyyed gazetesine meydan-ı harb muhabirinden keşide olunan bir telgrafnamede Şeyh Senusi hazretleri maiyetindeki asakir-i kesire ile beraber Cağbub’a muvasalat buyurduğu iş’ar olunmuştur. Dün Rodos’dan alınan resmi telgraflara göre Rodos’daki İslam mücahidleri duçar etmişler bin de esir almışlardır. Ema­ nat-ı mukaddese üç kıt’adan ibaret olup biri “sitare-i şerife” Ka’be-i Muazzama örtüsüdür. Siyah ipek ibrişimden mensuc olup üzerinde yine siyah ipek ibrişim ve hatt-ı celi Emanat-ı mukaddeseden ikincisi sitare-i şerifenin vasatında “sırma kemer” olup üzerinde dairen ma-dar halis sırma ve gayet kalın bir hatt-ı celi ile Ka’betullah hakkında şeref-nazil olan ayatı-i kerime ile nam-ı nami-i hazret-i şehriyari muharrer ve menkūştur. Emanat-ı mukaddeseden üçüncüsü Hacerü’l-Esved’in gümüş zarfı olup cennet-mekan Sultan Abdülaziz Han’ın zaman-ı saltanatlarında tebdil edilmiş ve tamam kırk sekiz sene Hacerü’l-esved üzerinde bulunup bu kere de tebdil edilmiştir. Bu emanat-ı mukaddese her sene tebdil olunur ise de ba’de’t-tebdil payıtahta isali yalnız “Haccu’l-ekber” ve tebdil-i hilafet vukūuna münhasırdır. Bu defa dahi hacc-ı ekber vukūu hasebiyle Dersaadet’e getirilmiştir. Sitare-i şerife beray-ı ziyaret Hazret-i Eba Halid’e gönderilmiştir. Osmanischer Lloyd ’un Bağdad muhabiri Bağdad’da İmam-ı A’zam hazretlerinin cami’-i şerifi derununda bulunmakta olan A’zamiye Medresesi’nin suret-i ıslah ve tensikı hakkında bazı ma’lumat veriyor. Bu ma’lumatdan anlaşıldığına göre mektep rüşdi nacak ve birinci ve ikinci kısımda müddet-i tahsil dört ve üçüncüde altı sene olacaktır. Rüşdi i’dadi kısımlarında ecnebi lisanlarından maada bil-cümle ulum tedris olunacaktır. Tedrisat Arapça olacak ve Arap edebiyatı da rüşdi ve i’dadi sınıflarında okutturulacaktır. Farisi ve Türkçe’nin tederrüsü mecburi ve Urdu lisanı dahi ihtiyari olacaktır. Mektebin kısm-ı ali talebesi felsefe-i edyan tarih-i edyan hukūk-ı umumiyye kavaidi ve felsefe-i cedide ile bil-cümle ulum-ı diniyyeyi tederrüs edecekler ve mektepte bir matbaa bulunarak Arapça Türkçe ve Farisi lisanlarıyla aylık bir mecmua neşr olunacaktır. Mektep bir müdir-i umumi vasıtasıyla muavini ve katibler bulunacaklardır. Her şu’bede talebenin ef’alini ve tahsilin suret-i icrasını teftiş edecek bir mubassır bulunacaktır. Mektebin fen komisyonu müdir-i umumi rından ibaret olacaktır. Bu meclis her on beş günde ictima’ edecektir. Komisyon a’zası gayet muktedir zevatdan intihab edilerek vazifeleri kanun-ı mahsus ile ta’yin olunacaktır. Mezkur mektebin bir konferans salonu büyük bir kütübhanesi asar-ı atika müzesi kimyahanesi matbaası ve jimnastik salonu ve tenezzüh bahçeleri olacaktır. Mekteb-i mezkur me’zunları Irak’da hakimliğe veyahud rüşdi ve i’dadi mekteplerinde muallimliğe ta’yin olunacaklardır. Bilahare mektebe hukūk ve tıb tahsili için ayrıca birer dershane ilave edilerek burada tedrisat Türkçe icra edilecektir. Rumeli Hey’et-i Islahiyesi’nin ihya ettiği asar-ı vakfiyyeye yeni bir zamime olmak üzere bu kere Berat’da Sinan Bey Medresesi’nin mükemmelen ta’miri Sultan Bayezid Dede Oruç Yusuf Ağa Osman Çavuş cami’-i şeriflerinin ta’miri çin de kuruşun hemen irsal-i lüzumu Evkaf Nezareti’ne iş’ar olunmakla mebaliğ-i mezkurenin havalenameleri irsal kılınmıştır. Hava donanmalarının günden güne tekessür ve tekemmül etmesi hasebiyle her ciheti şamil bir hukūk-ı havaiyye kanununa ihtiyac-ı kat’i hasıl olduğunu ve Avrupa ilm-i hukūk mütehassıslarınca bu cihet düşünülmekte olması üzerine keyfiyet-i mezkure Fetvahane-i Ali’nin nazar-ı dikkatini celb ettiğinden kütüb-i fıkhiyyede tedkīkat icrasıyla ihtiyaca kafi hukūk-ı havaiyye kanunu tanzimine mübaşeret olunmuştur. Mekke-i Mükerreme Reisü’l-uleması ve Şafii Müftisi eş-Şeyh Mehmed Said Efendi doksan yaşında bulunduğu halde irtihal-i dar-ı beka eylemiştir. Rahmetullahi aleyh. Devlet-i Aliyye’ye hidemat-ı adide etmiş ve taraf-ı hazret-i padişahiden merhumun aile-i keder-didesine beyan-ı ta’ziye olunmuştur. Trablusgarb ve Bingazi ve civarından gelen muhacirlerin iskan ve iaşeleri muamelatını bu hafta zarfında ictima’ ederek; muhacirlere yevmiye tevziatında bulunmuştur. Hükumet-i Seniyye’nin bu lutfu umumun teşekkürünü mucib olmuştur. Girit müslümanlarına karşı anen fe-anen ada hıristiyanları tarafından icra olunan muamelat-ı na-reva düvel-i hamiyye –bilhassa İngiltere’nin nazar-ı dikkatini celb etmiştir. Bu yolsuzluklarla cinayat-ı mezkureye nihayet vermeye düvel-i hamiyyece takarrur etmiştir. Bundan sonra Girit kuvve-i icraiyyesini Avrupa devletleri konsolosları kontrol edeceklerdir. Yunanistan Parlamentosu’nda fından intihab olunan a’zaların vapura binip Pire’ye azim bulunduklarını istihbar eden düvel-i hamiyye vapuru tevkīf Cami’ü’l-ezher Darülfünunu talebesi arasında zuhur eden bir kargaşalık Mısır hükumeti tarafından teskin edilmiştir. Şimdiye kadar hizmet-i askeriyyeden muaf tutulmakta olan ilahiyat talebesinden sekizi kışlaya sevk edilerek kendilerine cebren elbise-i askeriyye iksa olunmuştur. Mısır nasyonalistleri olup el-yevm şehrimizde bulunan Muhammned Ferid Bey aleyhinde ikame edilen da’vanın rü’yeti hitam bulmuştur. Ferid Bey Mısır’da bulunmadığından gıyaben bir sene müddetle hapse mahkum edilmiştir. Muhammed Ferid Bey’den maada el-Alem ve el-Liva gazeteleri muharrirleri de üçer ay müddetle hapse mahkum edilerek hemen tevkīf olunmuşlardır. Mısır nasyonalistlerinin mürevvic-i efkarı olup Dersaadet’de neşr edilmekte olan Arabi ve Türki el-Hilalü’l-Osmani gazetesinin Mısır’a men’-i duhulü hakkında hükumet-i Mısriyye tarafından karar verilmiştir. Bu men’-i duhul kararı sırf Abdülaziz Çaviş’in mezkur gazeteye makale yazdığından münbais olmuştur. Kaşgar ahali-i İslamiyyesi tarafından Trablus mücahidin-i bin ruble –her biri on iki kuruştur– Rus postasıyla İktiham gazetesi idarehanesine gönderilmiştir. Mebaliğ-i mezkure Harbiye Nezareti’ne teslim olunmuştur. Fas: Fas’dan gelen muhtelif havadislere nazaran cereyan-ı hadisat karşısında muztar kalan Sultan Mulay Hafiz Rabat şehrine azimetine Fransızlar tarafından mümanaat gösterildiği takdirde terk-i saltanat eylemek tasavvurunda bulunuyormuş. Fransızlar tarafından müşarun-ileyhin azimetine muhalefet gösterilmeyeceği te’min kılınmıştır. Fransız matbuatı Mulay Hafiz’in cesaretini gaib etmekte olduğuna dair tiyattan mahrum olduklarını ve tarz-ı idareleriyle tabayi’ ve ahlak-ı İslamiyyeye adem-i vukūflarını söylüyormuş. Osmanischer Lloyd ’un Londra’dan aldığı hususi bir telgrafa göre kişiden mürekkeb bir Afgan pişdarı Acemistan’a dahil olmuştur. Bu vak’adan büyük mikyasda bir istila Hindistan’daki ahali-i sene tam . . nefere baliğ olmuştur. Tibet ahvali son günlerde pek ziyade kesb-i vehamet etmiştir. Leha şehrinde musademeler tevali ediyor. Tibetliler şimdiye kadar altı yüz telef vermişlerdir. Çinliler cenub havalisinde Tibetlilerden mühim bir kuvvet tarafından sıkıştırılmışlardır. Sond adalarındaki ehl-i İslam’ın adedi gittikçe tezayüd etmektedir. Kezalik ahali-i mezkure servet i’tibarıyla da pek seviye-i maddiyyesi gerek seviye-i ma’neviyyesi pek yüksek miyyenin taammümüne pek ziyade mani’ olmaktadır. Hele fünun-ı cedidenin İslam medreselerine duhulünden hükumet pek ziyade korkuyor. Bir de İslamları fena halde iz’ac eden hukūkça adem-i müsavattır. Cavalılar Felemenklilerin nazarında adeta insan ile hayvan arasında mutavassıt bir cinstir. Hükumet yerli rüesaya pek çok maaş rütbe ve nişan i’ta suretiyle ahaliye zulüm ve Cava’nın merkezi olan Batavya’dan maada sair büyük şehirlerde de Hükumet-i Seniyye’nin bir iki konsolosluk ihdası ve mezkur me’muriyetlere ulemadan bazı zevatın intihabı hüsn-i te’sir edeceğini oradan gelen bir zat söylemektedir. Manila’da açılan başşehbenderlik Filipin adaları ehl-i Tokyo’dan Ajans Royter’e bildirildiğine göre şimal sularında sayd-ı mahi mes’elesi dolayısıyla tahaddüs eden Rus-Japon ihtilafı üzerine üç Japon kruvazörü şimale müteveccihen hareket eylemiştir. Benadir’de yan askeri gecelerini pek büyük bir havf ve haşyetle geçirmektedirler. Şeyh Vedad hazretlerinin İtalyanlardan iğtinam eylediği emval hayli kıymetdardır. Müşarun-ileyh bu yakında bir çok esliha mühimmat ve hatta bir batarya sahra topuna malik olmuştur. Orada da muharebe Trablus gibi İtalyanlar aleyhinde temelli devam edecektir. TEFSIR-I ŞERIF Tercümesi “Ey insanlar bilmiş olunuz ki biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık sonra tanışabilmeniz için her birinizi asıllara kabilelere ayırdık; Allah’dan en ziyade korkanınız kim şınızı bilir.” * * * Beş vakit namazını aleyhissalatü vesselam Efendimiz’in arkasında kılar bu tertibi hiç bozmaz bir siyah köle varmış. Günün birinde Efendimiz bu köleyi mescidde göremeyerek nerede olduğunu sahibinden sormuş. “Hummadan yatıyor” cevabını alınca yoklamak için yanına kadar gitmiş. Aradan üç gün geçtikten sonra Resul-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri kölenin halini sordurup son nefese geldiğini öğrenince tekrar bulunduğu eve uğramış. Hastanın vefatını müteakib cenazesini kendileri yıkamış kendileri defin buyurmuş. Gerek Muhacirin gerek Ensar bu vak’ayı pek büyük bir şey olarak telakkī etmişler. İşte onun üzerine Sure-i Hucurat’a mensub olan şu ayet-i kerime nazil olmuş. Erkekle kadından maksad Adem ile Havva’dır; herkesin doğrudan doğruya kendi anası babasıdır diyen müfessirler de vardır. "Şu’ub" şa’bın cem’idir. Şa’b kelimesini “kütük” lafzıyla tercüme edebiliriz ki silsile hususunda Arapların saydığı altı tabakanın müntehasıdır. Bu tabakalar aşağıdan yukarıya doğru şu isimleri alır: Fasile fahz batn imare kabile şa’b... Şa’b hepsinin aslıdır. Yani kabile şa’bdan imare kabileden batn imareden fahz batından fasile fahzdan çıkıyor. Bunu bir misal ile göstermek lazım gelse deriz ki: Abbas fasiledir; Haşim fahzdır; Kusay batındır; Kureyş imaredir; Kinane kabiledir; Huzeyme şa’bdır. Ayet-i kerime sarahaten gösteriyor ki insanların asıllara kabilelere ayrılması nesebler yekdiğerine karışmamak; her şahsın hüviyeti ma’lum olmak içindir; yoksa babalarla dedelerle tefahur için değildir. Hasebin nesebin hiç bir kıymeti olmadığını bildiren ehadis-i kerime pek çoktur. Haccetü’l-veda’daki ihtar-ı Peygamberi ümmetin kıyamete kadar hatırından çıkmamalıdır. tebliğ-i ilahisi Kur’an’da; bunu müfessir olan hadis-i şeriflerin bir çoğu meydanda iken hala ma’ruf bir adamın ahfadından olmayı medar-ı temayüz bilenler var! Ulema-yı İslamiyyenin en büyüklerinden olan Kınalı-zade Ali Efendi merhum diyor ki: “İnsan hatta Peygamber sülalesinden olsa asalet da’vasıyla meydan-ı tefahura atılmamalıdır. Zira bu da’vayı isbat edebildiği takdirde bir şey kazanamayacak; çünkü bütün şan ve şeref cedd-i muhteremine aid olup kendi yabancı mevkiinde kalacak. Asaletini isbat edemediği surette ise fazla olarak bir de yalancılık rezilesini yüklenecek.” Ekabir-i ümmetten Mevlana Şah-ı Nakşibend’e: “Silsile-i nesebiniz nereye varır?” demişler. “Silsile-i nesebiyle kimse bir yere varamaz!” cevabını almışlar. ---- FIKIH VE FETAVA ---- ---- HAC ---- – – Bazı ehadis-i şerifeden Berae Sure-i celilesinin Hazret-i Ebubekir yola çıkmadan nazil olup bu cihetin tebliği dahi Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib ona havale edilmiş olduğu yevm-i Nahr günü Mina’da Hazret-i Ali’den maada Ebu Hüreyre ve rüfekasının Hazret-i Sıddik’in emriyle vazife-i tebliğiyyenin ifası cihetine iştirak etmiş oldukları anlaşılıyor. Fakat Buhari’nin Hazret-i Ebu Hüreyre’den naklen rivayet ettiği muhtelif hadislere kütüb-i siyer ve tevarihe tefsirlere bakılırsa Berae Sure-i celilesi nazil olmadan aleyhissalatü vesselam efendimizce bundan böyle müşriklerin hac etmemeleri üryanın Ka’be’yi tavaflarına müsaade edilmemesi ciheti tekarrur ederek tebliğ etmek üzere Sıddik radıyallahü anha tevdi’ ve onun da ancak şu cihetlerden tebliğini Ebu Hüreyre ve sair bazı sahabelere havale etmiş olduğu anlaşılır. Bu hale göre Berae Sure-i celilesi huccac-ı kiram ile yola çıktıkdan sonra nazil olmuş binaenaleyh Hazret-i Ali sure-i celilenin ibtidasından kırk kadar ayetin tilavetiyle havi olduğu ahkamın tebliğine sonradan me’mur edilmiş olduğu zihne tebadür eder. Hele Buhari’nin Humeyd bin Abdirrahman’a müstenid olarak muhtelif tarikler ile Hazret-i Ebu Hüreyre’den rivayet ettiği ber-vech-i ati hadis-i şerife bakılacak olursa bu cihet hakkında galebe-i zan te’min edebilecek nikat-ı latifeye tesadüf olunur: : . : : : : . disinin hac esnasında Nahr Günü Mina’da Hazret-i Ebu Bekir’in ba’s ve intihab etmesiyle: diye nida eden münadiler cümlesinden bulunduğunu Hazret-i Ali’nin de kendileriyle beraber bulunup fakat onun ehl-i Mina’ya karşı hem Berae sure-i celilesini tilavet hem de başka müezzinlerin nida ettiği iki maddeyi i’lan eylediğini hikaye buyuruyor. Bu hadis-i şerifin ravisi bulunan Humeyd bin Abdirrahman hazretleri dahi hadisi yarısında keserek Hazret-i Ebu Hureyre’nin ... diye söyleyeceği sözüne bir nevi’ mukaddime ve temhid olmak üzere kendi tarafından: diyerek Hazret-i Ali’nin ba-emr-i Risalet-penahi Berae Sure-i celilesini tilavet etmek üzere arkadan gönderilmiş olduğunu dermiyan ediyor. İşte şu hadis-i şerifin heyet-i mecmuasına dikkat edilecek olursa mantuk ve mefhumundan ber-vech-i ati ma’lumat elde edilir: Bu hac esnasında vazife-i i’lam ve i’lanın ifasına Ali ve Ebu Hüreyre radıyallahü anhümadan başka diğer zevat da Bu heyet –Hazret-i Ali müstesna olmak üzere– Hazret-i Sıddik tarafından intihab ve ba’s olunmuşlardır. Bu heyet Nahr Günü Mina’da ahaliye karşı diye nida etmişlerdir. Bu heyet Berae Sure-i celilesini tilavet ile me’mur olmamışlardır. Hazret-i Ali de bu heyet ile beraber bulunmuştur. Hazret-i Ali Medine’den huccac ile beraber çıkmış değil arkalarından gelmiştir. Hazret-i Ali bu vazifeyi Hazret-i Sıddik’in intihabıyla değil belki Risalet-meab efendimizin tensib ve emriyle ifa etmiştir. Hazret-i Ali bu heyet gibi ancak o iki maddenin i’lanı –ve havi olduğu ahkamın tebliği– ile muvazzaf olmuştur. Berae Sure-i celilesi huccac-ı müslimin yola çıktıkdan sonra nazil olmuştur. Bu halde netice olarak Hazret-i Risalet’ce vahy-i gayr-i metluv ile ba’dema müşriklerin hac etmemeleri üryanın Ka’be’yi tavaf etmelerine müsaade edilmemesi ciheti Sure-i Berae nazil olmadan kafile-i huccac hareket etmeden tekarrur ederek bunun i’lan ve ta’mimi de Hazret-i Sıddik’a tevdi’ olunmuş; onların hareketini müte’akib sure nazil olarak o mukarrerat-ı sabıkayı te’yid ettikden maada bir de uhuda dair ahkamı havi olduğundan her halde umuma karşı tilavet ve ahkamının i’lanı iktiza etmekle işte evvelkiler ile beraber bu cihetin ifası için de Hazret-i Ali me’mur edilmiştir denilebilir. * * * Hicret’in dokuzuncu senesi ifa edilen bu hac farz olarak mı yahud farz değil de meşruiyet-i kadimesi üzere bakī kaldığından sünnet-i seniyye-i Halile’ye ittibaan mı kılınmıştır? Ulema-yı muhtereme işte bu cihetlerin ta’yini hususunda ihtilaf etmişlerdir. Dikkat edilecek olursa bu ihtilaf haccın tarih-i iftirazı bir de dokuzuncu senesi haccının Zilka’de’de mi yahud Zilhicce’de mi ifa edilmiş olduğu hakkındaki retin onuncu seneleri ibtidasına doğru farz edilmiş yahud dokuzuncu sene Zilka’de’de kılınmış ise şüphesiz hacc-ı mebhusün-anhin farz olarak ifa edilmemiş olduğu anlaşılır. Çünkü teklif vukū’ bulmadan eda edilen haccın farz olarak kılınmış sayılması mümkün olmadığı gibi şeriat-i İslamiyyece farz olan hac da ancak Zilhicce’nin ilk onundaki muayyen günlerde icra edilir. Şu halde burada olan dokuzuncu sene haccının Zilka’de’de mi yoksa Zilhicce’de mi eda edilmiş olduğunu; saniyen haccın tarih-i iftirazı hakkında olan sözü muhtasaran olsun nazar-ı teftiş ve muhakemeden geçirmek Mücahid radıyallahü anh ve etba’ı bu haccın Zilhicce’de değil belki adet-i cahiliyye üzere nesi’ tarikiyle vakt-i aslisinden takdimen Zilka’de ayında icra edilmiş olduğunu dermiyan; bazıları da bunun Zilka’de’de değil belki Zilhicce ayında hac günlerinde kılınmış olduğunu rivayet ediyorlar. diseyi hikaye ve rivayetden ibarettir. Fakat öyle rivayetler ki birinin sıdkı diğerinin vehm ve hata olduğunu iktiza ediyor. Çünkü aynı hadisenin hem Zilka’de hem de Zilhicce’de vukūa gelmiş bulunmak ihtimali yoktur. Her halde birisinde vukūa gelmiş olacaktır. Ulema-yı müteahhirinden bazıları birinci rivayeti bazıları da ikinci rivayeti kabul etmişlerdir. Fakat bizce hiçbir tarafın esbab-ı tercihden olarak istinad ettiği delillere kesb-i vukūf müyesser olamadı. Yalnız İbni Kayyım El-Cevziyye hazretlerinin fil-cümle Mücahid tarafına meyl ederek: dediği görülüyor ki dokuzuncu sene haccının Zilka’de’de kılınmış bulunmasından daha farziyet teveccüh etmemiş ve binaenaleyh Peygamber hal ve şan-ı nebevilerine muvafık olduğu vechile farz olduğu seneden te’hir etmeyip onuncu senesi hitab teveccüh ettiği gibi ale’l-fevr eda etmiş olması lazım geliyor demektir. Güya dokuzuncu sene haccı Zilhicce’de kılınmış ola idi bunun farz olarak ifa edilmesi bu halde Peygamber’in dokuzuncu senede kılması iktiza eden haccı onuncu seneye te’hir etmiş olması lazım gelecekti. Bu şüphesiz şan-ı risalete pek de mülayim düşmez. İşte İbni Kayyım hazretleri şu mütalaaya göre dokuzuncu sene haccının Zilhicce’de değil belki Zilka’de’de eda edilmiş bulunduğu meydana çıkıyor demek dandadır. Çünkü dokuzuncu sene haccının mesela Zilhicce’de eda edilmiş bulunmasından farziyyete iktiranı iktiza etmez. Çünkü haccın şeriat-i İbrahimiyyece vakt-i aslisine avdet etmesi ve binaenaleyh dokuzuncu sene haccının o vakit eda edilmiş olmasıyla şeriat-i İslamiyyece vücubu arasında bir telazüm yoktur. Dokuzuncu sene haccının Zilka’de ayında eda edilmiş olduğuna dair Hazret-i Mücahid’in sözünü takviye edecek sağlamca hiçbir şeye tesadüf edilemediği halde Zilhicce ayında eda edilmiş bulunması hakkında ilim değilse bile kavi bir zan te’min edebilecek istinadgahlar bulmak kabildir. Sure-i Tevbe’nin [ .] ayet-i kerimesinde “yevmü’l-hacci’l-ekber”in “yevmü’n-nahr” ile tefsiri me’sur olmuş ve bu “yevm-i nahr”in de dokuzuncu senesi Hazret-i Ali’nin Mina’da me’muriyyetini ifa ettiği günün “yevm-i nahr” oluşuna nazaran o haccın Zilhicce’de eda edilmiş olduğuna kail olmak mümkündür. Çünkü “yevm-i nahr”in eyyam-ı Zilhicce’den olduğu ma’lumdur. Yine Berae sure-i celilesine [ . ayet] diye takbih edilirken diğer tarafdan haccın meşru’ olduğu vakitden mukaddem olarak nesi’ ile Zilka’de ayında edilmiş bulunmak ihtimali yoktur. Çünkü evvelce söylendiği üzere sure-i celile herhalde dokuzuncu sene haccından evvel nazil olmuştur. Şu halde müslimin hiçbir ma’zeret yok iken emr-i hac kendi ellerinde iken haclarını İslamiyetce [yasak] olan nesi’ üzerine bina etmeyecekleri şüphesizdir. ---- TARIH ---- KILIÇ DINI Hükkam ve Beni İsrail Hükkam asr-ı tarih-i Beni İsrail’in devre-i kahramanisidir; bu devre bir çok cesurane sergüzeştler bir takım ahval-i kahramanane-i şahsiyye meşhud olur. Hükkamı nam ve mevki’lerine is’ad eden meziyyat faaliyet-i şahsiyye cür’et ve hud’adan ibaret idi. Bu zevat bir hükumet-i azimenin kanuni rüesasından ziyade şeci’ müteşebbis ihtilalcilere usata müşabih bulunuyorlar. Bakılırsa İbrani hükkamının vazife ve salahiyetleri bir lüzum-ı şedid üzerine bir halet-i fevkaladeden dolayı kuva-yı milliyyenin mevki’-i riyasetine is’ad edilmiş bir askeri “diktatör”ünkine pek müşabih görünüyor. Bununla beraber “hükkam” dahi bir takım kavanin-i esasiyyeye tabi’ Hükkam devri esnasında dahi Beni İsrail tarafından “kı­ lıç” din-i millileri düşmanlarına karşı pek mühim bir a­ let-i tedafü’ ve taarruz addolunmakda devam etmiştir. Ki­ tabü’l-Hükkam’ ın ilk babında Bezek’de binlerce insanın katl ü i’dam olunduğunu hükümdar Adoni-Bezek’in esaretini onun Cenab-ı Mütealin “müntehab kulları” olan Beni İsrail tarafından nasıl bir suret-i müdhişede parçalandığını okuyoruz: “Ve Adoni Bezek kaçtı onlar yani Beni İsrail arkasından ta’kīb ettiler tuttular ellerinin ve ayaklarının baş parmaklarını kestiler; Kudüs’e getirdiler. Orada öldü” yine aynı kitabda aynı babın gerisinde Horma ve Betel şehirlerinin külliyen harab edildiği masturdur. Üçüncü babda Eklonlu Ahaz tarafından Muabilerin hükümdarının katli görülüyor. “Ve o zaman Muab’da takriben on bin kişi katl ettiler. Bir kimse kurtulmadı. Sonra Anat oğlu Şamgar var idi ki: Bir öküz öğendiresi ile Filistinlilerden altı yüz kişiyi öldürdü. Tarih-i cihanın en siyah ve en hainane hikayelerinden biri olan Yael’in katilliği hakkında ise burada fazla tafsilata meydanımız yoktur. Zaten diğer hikayeler gibi bu da o kadar meşhurdur ki: İ’ta-yı tafsilatı zaid addederiz . Bununla beraber hıristiyan rahiblerinden birinin eserinden şu satırları da nakl eyleyeceğim. “Evvela: Şark ahalisinin hukūk-ı mihman-perveriyi ve bu nama verdikleri vaad ve kefaleti ne derece mukaddes addeylediklerine nazar-ı dikkati celb ederim. Şayed arada bir lokma yemek yenilmiş ve ikram olunmuş ise bu tarafeynin yekdiğeri hakkında hiçbir fenalık yapmayacağı hususunda bir kefalet-i kudsiyye bir kasem makamına kaim olur. Hatta şarkda şöyle bir hikaye vardır: Bir haydud malına tamaan birini katl etmek üzere gece hanesine girmiş; sürünerek duvarları tutarak yürürken bir aralık elini ağzına sürünce parmağına tuz bulaşmış olduğunu diliyle hissetmiş; bunun üzerine tuzunu tattığı bir adama bir haneye hiyanet etmenin ne kadar azim bir vicdansızlık olduğunu düşünerek aldığı eşyayı terk ve efkarından sarf-ı nazar edip haneden çıkmış; muahharan hane sahibini bulup hayatının nasıl kurtulduğunu anlatmış i’tiraf-ı kusur etmiş.” Bu satırları tuz ekmek hakkının kudsiyyetini izah için aldık; ancak Yael’in hareketini büsbütün mahkum eyleyen cihet Sisera’nın hükümdarı ile onun zevci Ebr arasında zaten sulh ve müsalemetin mevcudiyetidir. Yael kocasının bir dostu sıfatıyla Sisera’yı kabul ederek “Giriniz efendim giriniz korkmayınız!” der ve yorgun muharib Yael’in elinden birkaç yudum süt içtikten sonra yatıp uyur. Ta’kīb eden facia-i haşyet-engiz ise ma’lumdur. Bu cinayet-i müdhişe için tasavvur olunabilecek yegane ma’zeret varsa o da muzaffer mahkum olacağına aid bir haşyet-i şedidenin birden bire Yael’i istila etmiş olmasıdır. Ancak böyle de olsa –bilhassa bu günlerde– bu kadının hareketini bir cinayet en kanlı bir cinayetden başka suretle telakkī edebilecek bir kalb tasavvur olunamaz. İmdi Kitabü’l-Hükkam ’ın beşinci babına gelecek olursanız Debora ile Barak’ın nagamatında şu cümleleri bulacaksınız: “Bütün kadınlardan ziyade Heber’in zevcesi Yael mukaddes olacak. Merkez-i Beni İsrail’deki kadınlardan fazla mübarek olacak” “Bütün düşmanların böyle mahv olsun Ya Rabbi! İşte bir nebiyyenin mazhar-ı vahy ü ilham bir kadının sözleri ve işte gerek Musevilerin gerek Hıristiyanların –hatta bugün bile– o “Gayr-i kabil-i idrak bir vücud” olan “Ruhü’l-Kuds”ün vahy ü ilhamı ile yazılmış asla yanılmaz “Kelamullah” i’tikad ettikleri Tevrat ve İncil lerinin bir kısmı! Gideon’un Vekayi’-i Harbiyyesi’ ni onun riyaseti tahtında ve “Ve Rabbin ve Gideon’un kılıcı yardımı ile” Medyanilerin hükümdarları olan Oreb ile Zeeb’i nasıl esir edip Oreb’i Oreb kayası üzerinde Zeeb’i Zeeb şarab baskısında katl ettiklerini Medyen’i ta’kīb eyleyerek Oreb ile Zeeb’in başlarını Gideon’a getirdiklerini de burada uzun uzadıya yazmayacağız ki Yeftah’ın devr-i hakimiyetinde Amorilerin Amon kabilesinin mahv ü itlafı. Ruh-ı ilahi kendisine hulul edince otuz kişiyi katl ve bunların elbisesini güya zevcesi addeylediği hilekar kadının başı altından olmak üzere sorduğu batıl suale cevap verdiğini zanneylediği birkaç kişiye mükafaten bahş eyleyen Şimşon’un şayan-ı hayret icraatı bilhassa bir himarın çene kemiği ile bin kişiyi katl etmesi gibi şeyler de bu kabildendir. “İşmoil” aleyhisselamın tarih-i Beni İsrail’de bir nokta-i muziyye gibi durur; onun zamanında millet-i İsrailiyye idare-i adile ve muktediranesi sayesinde sulh ü selamet ve saadetden müstefid olmuş ise de ihtiyarlığında mevki’-i iktidara gelmiş olan oğulları muhterem pederlerinin tarik-ı adilanesine gitmemişlerdir. Çünkü fazilet-i ahlakıyyeden mahrum usanarak ve tevzi’-i adalet ve muntazam bir kuvve-i askeriye temini için kavi intizam-perver bir usul-i idarenin lüzumuna kail olarak milletin başlı başına bir hükümdara malikiyyetini taleb etmişlerdir ve işte bu vechile dört yüz altmış sene devam edip bir takım esaretler ve iktisab-ı istiklal uğrunda hun-alud şiddetkar mübarezeler elvahı arz eyleyen hükkam devri de nihayet bulmuştur. Binaenaleyh nazar-ı tedkīkimizi şimdi hükumet-i İbraniyye’nin terakkī azamet ve inhitat devirlerine atf edelim. * * * makalesinin beşinci satırı ibtidası olan “Beni İsrail badiyeleri geçip Refidin … ilh.” kelimesinden bil-i’tibar . sayfanın birinci sütunundaki yirmi ikinci satırda cümle nihayeti olan “demeleri şayan-ı dikkattir”e kadar olan parça fazla bir müsvedde ve metnin nakıs maanisini ifade etmekde olup hasbe’l-beşeriyye yeni tercümeye karıştırılmış olduğundan taleb-i afv eyler ve fazla addedilmesini ihtar ederim. AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Şahın vüzerasından olup Asitane-i mukaddese tevliyetinde bulunan Debirü’l-Mülk beni hanesine da’vet etti. Gittim gayet samimi görüştük. Meşhed’de ikametimiz esnasında sıtmaya tutuldum ve on beş gün kadar mustarib oldum. Bilahare Cenab-ı Hak şifa ihsan buyurdu. – Acaba Şah hazretleri lütuf buyururlar da Derkiz’e Tajen Orkenç tarikiyle Türkistan’a azimetime müsaade ederler mi? dedim ve İran’ın serhaddi bulunan Derkiz’de vali Allahyar Han’a hitaben bir emirname ile bir kılavuz taleb ettim. Şahın amcası: – Size bu hususda cevap vermezden evvel arzunuzu şah hazretlerine arz edeyim dedi. Birkaç gün sonra vali tarafından bir me’mur geldi çaylar nargileler içilirken: – Matlubunuz Debirü’l-Mülük vasıtasıyla şaha arz edildi. Şah hazretleri talebinizi infaz eylemezden evvel Tahran’ı teşrif buyurmanızı ba’deh dilerseniz Türkistan’a azim olmanızı – Şimdilik şah hazretleriyle teşerrüf fikrinde değilim. Eğer başka tarafda nail-i maksud olamaz yani Afganistan’ı kurtaracak bir muavenet göremezsem o vakit hak-i pay-ı şahilerine huzuruna çıktıkdan sonra istimdad için başka bir devlete müracaatda bulunmak doğru bir hareket olmayacak ve yar u ağyar nazarında İran şahı Abdurrahman’a yardım etmekden aciz kalmış zannını uyandıracakdır cevabını verdim. müsaade eylediği ve beni evladı makamında tutup benim de İran’ı kendi memleketim gibi telakkī etmeme arzukeş olduğu haber verildi. Bir sergerde maiyyetinde on nefer süvari minnetdaranemin şah hazretlerine arzını temenni ettikden sonra Meşhed’den hareket ve altı gün sonra Derkiz’e muvasalat eyledim. Allahyar Han bin nefer süvari ile beni karşılayıp haric-i şehirde kain ab u havası latif bir bağı ikametime tahsis etdi. Kırk senelik ahbabım imiş gibi son derece ikram ve ihtiramda bulunup bir ay alıkoydu. Bu müddet zarfında Türkmen tüccarından bazıları bin deve yükü eşya-yı ticariyye ile Derkiz’e gelmişti. Allahyar Han bunları benim selametim için rehine olarak tevkīf etdi. Tajen serdarlarından Özbek Serdar Aziz Serdar Artuk Serdar isminde üç kişiyi de Orkenç’e kadar kılavuzluğumuza ta’yin eyledi. Derkiz’den hareketle Lutfabad Kale-i Hüsrev yolundan İbord’a gelinceye kadar da bin beş yüz süvari ile bizi teşyi’ eyledi. Bu yolu neşveli bir suretde kat’ ettik. Bir tarafdan Allahyar Han ile tatlı tatlı görüşüyor bir tarafdan da etrafda kesretle bulunan kuşları avlayıp taze kebablar pişiriyorduk. leyh avdet eylemekle beraber haber-i selametimizi kendisine kadar gittik. Sabahleyin Tajen Nehri kenarında vaki’ bir ormana vasıl olduk. Nehrin sahillerini serapa kavun karpuz bostanları işgal ediyordu. Buranın ahalisinin bir adeti varmış: Kavun karpuz zamanları buradaki bostanlara gelir ve yalnız kavun karpuz yemekle iktifa ederlermiş. Hayvanları da başka bir şey bulamadıkları için yeşil kamışla karınlarını doyururmuş. Erzak tedarik etmek ve bir hayvanın attığı çifteden mecruh olan ayağımı tedavi eylemek üzere burada beş gün ikamet ederek altıncı günü Orkenç’e müteveccihen yola çıktık. Kılavuzlarımızdan Artuk Serdar memleketine gitti. Aziz ve Özbek serdarlar ise beraber geliyordu. O gece tamamıyla yürüyüp ertesi günü öğleye iki saat kala bir kuyu başını menzil ittihaz ettik. Bu kuyunun suyu çok acı olmakla beraber bir gün orada kaldık. Üçüncü gün öğle üstü hareket ve ertesi sabaha kadar kat’-ı mesafe ettik. Dördüncü gün bir kuyu başına daha geldik ki bunun suyu evvelkinden acı ve bulanık idi. Fakat mecburen içtik. Hayvanlarımız da fevkalade yorgun düştükleri için altı gün orada kaldık. Ba’dehu yine yola çıktık ve geceleri gitmek gündüz sıcağında oturup Birgün bir Türkmen kafilesine rast geldik. Ehl-i kafile bizi görür görmez İranlı sandıkları için yollarını değiştirip gözden nihan oldular. Çünkü bu havalideki Türkmenler ile İraniler arasında son derece münaferet vardır. Her iki taraf cahil ulemanın teşvikat-ı cahilanesiyle yekdiğerini öldürmeye haristir. Cenab-ı Hak “Müminler birbirinin kardeşidir” buyurduğu halde bu müslümanlardan her biri sevk-i cehaletle diğerini müşriklerden daha bedter görür. İşte aralarındaki bu nifak dolayısıyla din düşmanları da müslimin üzerine galib geliyor. Bu büyük bir kusurdur. Fakat Müslümanlık’da değil biz müslümanlardadır. ---- MAKALAT ---- TEVHID VE İTTIHAD – – Sultan-ı iklim-i velayet Mesnevi -i tevhid ve ittihadlarında sanihat-ı feyz-ayatlarına devam ile buyuruyorlar ki: ! Yarı yaranının mü’mini ihvan-ı dininin ağūş-ı vefapenah-ı tir.! Ne bahtiyarlıkdır! Sen –ey mümtaz-ı hilkat! Ey uluvv-i fıtrat!– hayat-ı hayvaniden başka bir şerefi olmayan kalıbı bırak! Suret-perest olma! Ma’naya ruh-ı insaniyyete sarıl! Zira suretde tefrikalar tezadlar tenafürler tebağuzlar var. Suretde infialler ihtiraslar zaaflar inhitatlar sukūtlar esaretler onun her çektiği bela girdablarına felaket uçurumlarına gitmek diyorsun. Mü’min demek bütün ma’nasıyla insan demektir. Mü’minler gerçi suretde müteaddiddir. Fakat bu taaddüd sırf kalıba maksuddur. Bunun vahdet-i ma’neviyye ve hakīkiyyesi hiç de te’siri yokdur. Evet! Çünkü “Hepsinin imanı bir Allah’ı bir Kıblegahı sümme vechullahı bir” Görmez misin? Onlar cisminde müteaddid; lakin hepsinin ruhu bir; canı bir. Mü’minlerin –suretdeki taaddüd ve tegayürlerine rağmen– vahdet-i ma’neviyye ve hakīkiyyelerine nur-ı hurşidi misal olarak irad edebiliriz: Her haneye her birinin sofasına odalarına in’itaf eden bir nur badi-i nazarda müteaddid gibi görülür. Fakat vakta ki duvarları yıkar hailleri ortadan kaldırırsan zemin yek-pare bir ayine-i nur kesilir. Nur-ı hurşidin tecezzi ve inkısam şanından olmayan vahdet ve besatatini o dakīkada takdir edersin. İşte –ey akl-ı selim! Ey vicdan-ı hakim!– Mü’min-i kamiller de vahdet-i ma’neviyye ve hakīkiyyelerine hail gibi görünen pirahen-i unsuriyetlerinden silkinip çıkınca “ el-hadis!” Sitayiş-i celilinin bir timsal-i muşahhası olurlar. Onların vahdet-i ma’neviyyeleri nesil ve ırkın kavmiyet ve cinsiyetin tehalüf ve tegayüründen kat’a müteessir olmaz. Hak şerefine hakīkat namına hissiyat ve infialat-ı nefsaniyyemizden –bir an için– tecerrüd edelim de akl-ı selime yakışır bir suretde düşünelim: Nesil ve ırk nedir? Mü’min isek evvela cenab-ı Kur’an-ı hakime müracaat edelim! Allahu Zü’l-celal yahud veyahud buyurmuyor. diyor. Hakīkī ve ruhi kardeşliği mü’minlere kasr u tahsis ediyor. Nesil ve ırk bir katre ma’-i dafıkdan bir parça kan pıhtısından atılmaya üzerine bir yığın toprak çekilmeye mahkum bir na’ş-ı mütefessih ve müteaffinden başka nedir? Farz et ki bu cihangir bir padişah idi. Fakat nerede kaldı o malik-i rikab-ı ümem ünvanı? Nereye gitdi o dünyalara sığmayan sultani? Ne oldu buna ki şimdi ber-gurur naim? O murassa’ altın taht üzerinde murabba’-nişin-i azamet ü şevket olan bu muydu? Bu ise ya şimdi neden mezara gömülüyor? Niçin üzerine bir yığın toprak çekiliyor? Bu bir çuval etin kemiğin hakīkat-i insaniyye bahsinde bir medhali varsa o da teşhis ve ta’yine adi bir vasıta olmakdan sonra Bu padişah da olsa yine bir avuç toprak! Hakīkat-i insaniyye o mahiyeti ebediyyen vukūf-ı beşer haricinde kalan ruh-ı muazzam Arablık Türklük Kürdlük Onun –müsbet menfi olmak üzere– iki kaydı iki vasfı var: Mü’min gayr-i mü’min. Ta’bir-i diğerle: Said şakī. Kanuna karşı ef’al ve akvalinden mes’ul odur. Mükafat ve mücazat onadır. Kanun bir katili na’ş-ı camid halinde bulursa ne yapabilir? Tutabilirse aşk olsun! Bir hıristiyan Arab’a sorulsa: “Arablığınla Hıristiyanlığın arasında tahyir olunsan mutlak ikisinden birini terkde muztar kalsan hangisinden vazgeçersin?” Arablığına sarılıp da mezhebini terk edeceğini ümid eder misin? Ben Arnavud olmak i’tibariyle gayr-i müslim bir Arnavud’a böyle bir sual “Arnavudluğumdan bin vaz geçerim de yine mezhebimi terk etmem!” cevabını alıyorum. Ya ben Arnavudluğumu defne mahkum olan kalıbımı neden ruhuma dinime feda etmeyeyim? Ben daha firaş-ı mevtimde çene atmadan gözlerimi yummadan neslim ırkım benden yüz çeviriyor. Kefenimi biçmeye mezarımı kazımaya başlıyor. Arnavudluğun bana gösterdiği muhabbet ruhumun hakīkat-i insaniyyemin şerefine! Dinim; kalıbımın değil ruhumun. Onun malı! Onun berat-ı saadeti! Arnavudluğum kuru bir kalıbdan ibaret değil mi? İşte alsınlar! Ne yaparlarsa yapsınlar!! Halbuki mukaddes dinim beni iki yüz kanatlı kurun-ı ula fistanımla kebemle çarıklarımla kabul etdi. Ne Arnavudluğumdan vazgeçmekliğimi ne de kıyafet-i milliyyemden tecerrüd etmekliğimi teklif etdi. O bana: “Bütün envar-ı lahutisiyle çeşm-i basiretinin önünde lemean etmekde olan mihr-i tevhide inan! Bunu tasdik et!” dedi. Hiç güneş inkar olunur mu? Ziya-yı hurşidden Arnavudluğun Arnavudların hazz-ı hayatı nasib-i saadeti yok mu? Güneş bütün cihan-ı za-i envarı aynı. İşte ben bu hakīkat-ı vazıhayı –elhamdülillah!– anladım. Mihr-i tevhidi kemal-i ta’zim ile selamladım. Bizi şimdiye kadar yaşatan ve bundan sonra yaşatacak olan bu güneştir. Mihr-i tevhidden yüz çeviren ve yarasalar gibi karanlıklara kaçan her hangi bir kavmin vay haline! Kurdlar etrafımızı almış dişlerini gıcırdatıyorlar. Sürüden ayrılan koyunlar ecellerine koşuyor. Kurdlara canavarlara lokma olmağa gidiyor. Eğer hakīkaten mü’min isek bu da’vamız gerçek ise habbet yekdiğerimize fedakarane muavenettir. İşte ittihadın vücudunu isbat edecek bunlardır. Yoksa kuru laf para etmez. Ma’nasız sözün hiçbir hükmü hiçbir te’siri yokdur. Ekmek demekle karın doymaz. Ortada ekmekin vücudu lazım. Hülasa: Tevhid ittihad ile kaim Mehmed Fahreddin TRABLUSGARB MUHAREBESİ – AVRUPA VE İNTİBAH-I ALEM-İ İSLAM lami ve Osmaniye vukū’ bulan tecavüz-i vahşiyyanesi bugün yedi aydan ziyade bir müddet oluyor. Bu uzun müddet zarfında o iklim-i muallada İtalya vahşileri bir tarafdan hırsızlara çetelere korsanlara rahmet okutacak; vahşilere hunharlara canavarlara taş çıkaracak keyfiyat-ı mel’unaneler dınların vücuddan düşmüş ihtiyarların alillerin şifahanelerdeki hastaların ma’sum kanlarını heder ve iraka etmek muhadderatın ırzlarına geçmek ibadethaneleri harabe-zara çevirmek gibi mel’anetler ile iştigal ve iftihar ediyor. Diğer tarafdan memalik-i mahruse-i Osmaniyye’den nerede açık gayr-i müstahkem bir şehir bir ma’mure görürse orayı topa tutmak bombardıman etmek hastahaneleri yakmak gibi çılgınlıklarda alçaklıklarda zebun-küşlüklerde bulunuyor. Üçüncü bir tarafdan bütün alem-i İslam’ın din siyaset tabiat noktalarından istinadgahı kıblegahı müracaatgahı ruhu kalbi dimağı olan Hilafet-i uzma pay-ı taht-ı mukaddesine kelb-i akūra benzer vaz’iyet-i muhtelle ile saldırmak atılmak ısırmaya yeltenmek gibi mezbuhane miskinane akūrane çalımlar satıyorsa da bu çalımlarının o hücumlarının o tecavüzlerinin cezalarını aynı zamanda muhtelif feci’ suretlerde görmekde olduğu meşhud-ı uyun-ı şükran oluyor. Evet mağrur İtalya bugün bu tecavüz bu hücum ve taarruz-ı miskinanenin cezalarını muhtelif feci’ suretlerde çekiyor: Evvela Trablusgarb’da yedi aydan ziyade bir müddetden beri ma’nen kebir sureten sağīr muhterem bir fie-i kalile tarafından mağlub mahsur ve her dakīka denize dökülmeye mahkum olmak gibi bir vaz’iyyet-i elime içinde bulunuyor. Ne azab! Saniyen: Vahşi bombardımanlarıyla hücum eylediği mevki’lerde acı tebessüm acı istihza ve tahkīrlere hedef olmakda olduğunu görüyoruz. Ne zillet! Salisen: Taarruzuna yeltendiği pay-ı taht-ı mukaddes istihkamlarından hediye edilen gülleler ile hisse-i edebini aldığını muvazene-i akliyye ve kuva-yı maddiyesini gaib ettiğini haybete hüsran ve hezimete giriftar aleme karşı rezil ü rüsvay olduğunu müşahede ediyoruz. Ne meskenet! sual edilirse Trablusgarb’ın Neronlar memalikine ilhak ve su mal sahibi olan hükumet-i muazzama-i Osmaniyye ve Hilafet-i mukaddese-i İslamiyye’nin tasdikine iktiran ettirmek olduğu cevabını veriyor. Ne hamakat! Halbuki bu miskin ve sefil hükumet kendi memalikinden büyük bir kısmın harabezar bir halde olduğunu ve yüz binlerce ahalisinin cahil gayr-i medeni fakīr sefil bir vartada bulunduğunu ve kendinin dahi zahiri yaldızlı batını kof aç zelil cebin miskin bir hükumet olduğunu kimse bilmiyor zannediyor. Bu miskin hükumet birkaç sene mukaddem Habeşistan’a karşı vukū’ bulan aynı hareket-i bağıyyanesiyle Habeşlilerden ye­ diği dayağı Habeşistan çöllerine verdiği yüz binlerce kurban askerini neticede münhezim perişan makhur; mağlub ve bütün alem-i askeri önünde rezil ü rüsvay olarak Habeşistan’dan kaçarak Roma’da nefes aldığını unutuyor da an’anat-ı askeriyye ve milliyyesi yar u ağyar dillerinde destan olan şecaat ve mehabet-i askeriyyesiyle aleme şan veren namus ve şeref-i askeri ve millisini bidayet-i teşekkülünden bugüne kadar muhafaza eden hükumet-i muazzama-i Osmaniyye’nin bir mülk-i meşruuna Trablusgarb’ına tecavüzle harabe-zar miskin memalikine ilhakını i’lan etmek çılgınlığında bulunuyor. bu i’lan-ı uhud-şikenanesine karşı resmi Avrupa’nın seyirci la-kayd bir nazar ile bakmakda olduğu üç yüz milyonu mütecaviz bulunan bütün alem-i İslam’ın meşhud-ı nazar-ı telehhüfü olmaktadır. Çünkü alem-i İslam yirminci asr-ı medeniyyet hükumetlerinin yekdiğerlerine karşı ifasını taahhüd ettikleri hukūk uhud mukavelata ri’ayet edeceklerine ve bu uhud-ı düveliyeyi harekat-ı şekavetkaranesiyle yırtmak sulh ü silm-i cihanı ihlal etmek arzusunda bulunan İtalya hükumet-i şakiyyesini o harekat-ı bağıyyanesinden men’ ve salaha da’vet ile haddini bildireceklerine mutmain bulunuyorlardı. Fakat va esefa ki İslamların Avrupa’ya karşı olan bu itmi’nan ve hüsn-i zanlarının boşa çıktığını vukūat gösterdi. Çünkü İtalya’nın tecavüzlerini Avrupa’nın takdis ve ika’ eylediği cinayatını Salib namına tecviz ettiği görüldü. İtalya’nın bu tecavüz ve vahşetlerine karşı Avrupa’nın bu suretle hareketi bir takım esbab-ı kadime ve sevaik-ı hazıraya müstenid İtalya’nın tecavüz-i vakıı da aynı esbab ve sevaikden olduğu anlaşıldı. Evet; İtalya tecavüzünü ve Avrupa’nın bu tecavüz mukabilinde sükutunu tevlid eden esbab sevaik ve münasebat şunlar idi: ’de Fransa Tunus’u ’de lerdi. Fransa İngiltere İtalya hükumetleri mezkur iklimleri taht-ı işgallerine aldıkdan sonra ’da daire-i nüfuzlarında olan ekalimin hududunu ta’yin ve tahdidde ittifak etmişlerdi. ’de Mısır ve Fas hakkında İngiltere ve Fransa arasında ’de İran hakkında İngiltere ve Rusya beyninde ’de son olarak Almanya Fransa miyanında ittifaklar vücuda gelmişti. Vücuda gelen bu ittifaklarda İtalya şimdiki vaffak olmuş ve ma’lum olduğu vechile hemen bila-teehhur meydana atılmıştı. bu acı hakīkatlerden kat’iyen sabit oldu ki İtalya’nın Trablusgarb’a vaki’ olan tecavüzi ve akūrane hareketleriyle resmi Avrupa’nın bu babda ittihaz etmiş olduğu vaz’iyatın esbab ve sevaiki maddiyat ve ledünniyatı budur. Bunun için resmi Avrupa’nın bugün İtalya vahşetlerine karşı alacağı vaz’iyet sükutdur!!! Çünkü resmi Avrupa’nın dahi İtalya gibi yüzü kara ağzı kanlı eli kirli İtalya ile olan mukarrerat-ı sabıkasının bahşettiği İslam kıt’aları lokmalarıyla gözü dönük akıl ve fikri muhteldir! Elhamdülillah İtalya’nın bugünkü korsanlığı ve Avrupa’nın vaz’iyeti İslamları dalmış oldukları derin gaflet uykusundan uyandırmak resmi Avrupa ile İtalya arasındaki revabıt münasebat ve mukarrerata haberdar etmek gibi büyük hizmetlere vesile-i mübeccele olmuştur. Bu vesile-i mübeccelenin İslamlara bahşeylediği intibahdan İslamlar mukadderat-ı milliyye ve ictimaiyyelerine aid olan mezkur mukarrerat-ı düveliyyeyi Avrupa’ya kendi eliyle yıktırmak ve yaktırmak İtalyayı Trablusgarb’dan çıkarmak denize dökmek için makam-ı mualla-yı Hilafet ve muazzam Osmanlılar muavenetten geri durmamak feda-yı can etmek üzere ahd ü peyman etmişlerdir. Bugün İtalya muuharebesine karşı İslamlık Osmanlılık ve Hilafet namına bütün Afrika müslümanlarının harekat ve mühacemat-ı müttehide-i harika-nümaları Çin Hind Afgan Türkistan Buhara Hive hülasa bütün küre-i arz müslümanlarının bizzat ve bil-fi’l meşhud-ı basıra-i iftiharımız nazra-pira-yı uyun-ı ibtihacımız olmakda olan muavenat-ı maddiyye ve tezahürat-ı ma’neviyyeleri hep o ahd ü peyman-ı müttehide-i kahhareleri altında adalet ve intikam-ı ilahi ile an-karib ezilecek vahşetlerinin korsanlıklarının cinayetlerinin cezasını görecek muzmahil ve perişan olacak Avrupa dahi İslamların ve Osmanlıların mukadderatına aid olan mukarreratını İslamlar ve Osmanlıların ittihadda devam ve sebatları ilmi ve vicdani ve bi-hakkın medeni olan Avrupa’nın muavenet-i insaniyye muzaheret-i irfaniyye münasarat-ı medeniyyesiyle yırtacak ihrak edecek ve umum İslamlar edecekler feza-yı medeniyyet ve insaniyyette yükseldikçe yükselecekler sulh u silm-i cihanı muhafaza ve medeniyet-i hakīkiyyeyi neşr zaifleri himaye ve haklarına hürmet ve riayet edecekler ve ettireceklerdir. milli meşru’ ve ali emellerine nail olmak için intibahlarına ve Osmanlılar ile ittihadlarına vesile-i ulya olmuştur. İslamlarda vücud bulan bu intibah ve emel-i muallayı din ve ihtiyacın husule getirdiği bu ittihad bu vahdet-i aliyyeyi hiçbir kuvvetin men’ edemeyeceği İslamların bu intibahda devam Hilafet-i uzmayı haiz olan Osmanlılar ile ittihadlarında sebat metanet gösterdikçe bütün emellerine nail olacakları muhakkak ise de inkılab-ı Osmaninin amil ve nazımı olan Osmanlı müslümanlarının bu gaye-i emel-i İslam’ın dahi rehber ve nazımı olmaları bir fariza-i mühimme-i hayatiyye bilinmek lazımdır. Bu hakīkati yani bu gaye-i emel-i İslamiyi Celal Nuri Beyefendi kendilerine mahsus rengin ve muhteşem bir üs­ lub le tasvir buyurdular: “Acaba asırlarca devam eden bir devr-i hür­ riyetiyle beraber şeref ve namusunu da istirdad eden Devlet-i Osmaniyye’nin millet-i Osmaniyye’nin a­ lem-i İslam’ın Türklerin gaye ve nuhbe-i emeli ideali hede­ fi maksadı nedir? “Bu suale cevap vermek güç değildir. Biz idealimizi biliriz. Güzide-i al-i Osman Sultan Mehmed Han hazretlerinin taht-ı hükümranisinde bulunan bu devletin otuz milyonluk alem-i Osmaninin üç yüz elli milyonluk alem-i İslam’ın elli milyonluk Türk aleminin gaye-i emeli birdir: Azamet-i sabıkayı yet kuvvet i’tibariyle hakk-ı müsameratımızı istihsal ve isti’mal! Evet; bu gayeyi kabul etmeyecek kimse yoktur. Daha doğrusu Osmanlı Türk-İslam olmak bu gaye ile perverişyab olmak demektir… “Hey’et-i Osmaniye-i İslamiyye aşk ile kalb ve ruh ile bütün mevania iktiham ile böylece gaye-i emele doğru giderse –emin olunuz– onu rah-ı azminde muvazene-i umumiyye-i siyasiyyenin topları zırhlıları ne de Avrupa’nın su’-i niyyeti çevirebilir. Bu ideal ile bu mukaddes ve meşru’ emel ile millet-i Osmaniyyenin necabet-i cibilliyyesi havass-ı fıtriyyesi daha ziyade tecelli eder. Dost düşman karşılarında ne müttehid ne müterakkī bir kuvvet olduğunu anlarlar. Bazan maddi kuvvetin topun tüfengin yapamayacağını azm ü sebat yapar. Biz de maddeten olan noksanlarımızı ikmal edinceye kadar bu ma’nevi kuvvetin inkişafına çalışmalıyız. Hususiyle bu geçirdiğimiz zaman hengame-i harb bu hissin en ziyade tevessü’ edeceği bir devre-i imtihaniyyedir. Bu gaye her Osmanlının mayesinde mündemicdir. Onu inkişaf ettirmek ise hususiyle şu dakīkada en birinci vazife en mukaddes bir haktır.” Bu hakayıkın lazım gelenler tarafından nazar-ı dikkate alınacağına ümidimiz ber-kemaldir. SİYASİYAT ALEM-I İSLAM ve Almanya’nın Dersaadet Sefiri Baron Marşal’ın Almanya hükumeti tarafından celb edilerek Londra Sefareti’ne ta’yin edilmesini bütün matbuat-ı ecnebiyye ve mahafil-i siyasiyye Trablusgarb muharebesi ile alakadar addediyor. Müşarun-ileyh sefir cenabları el-yevm Kalsruhe’de Almanya müzakere ve müdavele-i efkar ederek Londra’da ta’kīb edeceği meslek hakkında ta’limat almaktadır. Şu ta’limatın esası Almanya ile İngiltere arasında bir zemin-i i’tilaf ve iştirak-i mesai tehiyyesinden ibaret olduğunu herkes tahmin ediyor. Bütün hayat-ı milel üzerine icra-yı te’sir edebilecek böyle bir mühim teşebbüs için Almanya işte en muktedir ve en zeki addedilen diplomatını me’mur ediyor. Şu teşebbüsün derece-i ehemmiyyetini takdir için şurasını söyleyelim ki bugün hayat-ı beyne’l-milelde müşahede edilen bütün tezelzülat ve tereddüdat ve sulh u müsalemet-i umumiyyeyi daimi bir tehlike altında bulunduran başlıca esbabın menşei Almanya ile İngiltere arasındaki rekabettir. Şimdiki Almanya Avrupa hükumetleri arasındaki en son teşekkül etmiş olan bir devlettir. Şu hükumet teşekkül ettiği zaman istimlak edilebilecek bütün hali kıt’alar veyahud kifayetsiz dirayetsiz sahibleri tarafından idare ve muhafaza edilemeyen bütün yerler daha evvel teşekkül etmiş olan diğer devletler tarafından zabt u gasb edilmişti. Halbuki bir tarafdan Almanya ahalisinin nüfusu diğer tarafdan Almanya ticaret ve sınaati dehşetli bir surette tezayüd ve terakkī etmekde idi. Ahalinin Almanya’da barınamayan fazlası bir zamanlar Amerika’ya doğru hicret ediyordu. Fakat bilahare Amerika kendi kapılarını Almanya muhacirlerine kapadı. nın fazlasını iskan ettirmek gerek mahsulat-ı ticariyye ve sınaiyesine mahrecler pazarlar bulmak için ne olursa olsun müstemlekat elde etmeye çalışmaya başladı. Karşısında henüz perişan olmak üzere bulunan birkaç hükumat-ı İslamiyye bulunuyordu. İşte Almanya hükumeti için en sağlam en kısa tarik şu hükumata doğru yürümek idi. Fakat burada müşarun-ileyhe karşı yine aynı alem-i İslam’ın bir çok nikatına malik ve mütebakīsine de çoktan beri göz dikmiş olan diğer hükumat çıkıverdi. Bunlardan en başlıcası İngiltere karşı gelmekte olan şu iki hükumet arasında bir gün müsademe vukū’ bulacağı muhakkaktır. müs­ temlekatını kuvve-i bahriyyesi ile muhafaza ve müdafaa ediyor. Kendisi ise müdhiş bir donanma tarafından müdafaa edilen birkaç adaların ictimaından müteşekkil bir devlet olduğu için başkaları tarafından gayr-i kabil-i hücum ve istiladır. Böyle bir devlete karşı çıkarak onunla rekabet etmek için Almanya’ya bilhassa donanmasını takviye etmek lazım idi. Fi’l-hakīka Almanya donanmasının takviyesine bütün kuvvet ve dikkati ile koyuldu bir çok fedakarlıklar sa­ yesinde az zaman içinde kuvve-i bahriyyesini İngiltere donanmasından sonra en yüksek bir mevkie terfi’ ettirdi. te bu münasebetle Almanya ile İngiltere arasında tezyid-i kuva-yı bahriyye üzerine bir müsabaka ve rekabet açıldı. Almanya’nın her yeni zırhlısına dretnotuna mukabeleten İngiltere Aynı zamanda Almanya İngiltere’nin alem-i İslam’daki nam ve şanını tenzil ettirerek onun yerini kendisi tutmak nı iltizam etti. Abdülhamid zamanında makam-ı Hilafet’e takarrub ederek Almanya imparatoru İstanbul’a kadar icra-yı seyahat etti. Şu seyahat esnasında yapılan darat ve edilen hassas ve mutantan nutuklar Almanya Devleti’nin alem-i İslam’da İngiltere’nin yerini tutmak istediği niyeti tamamıyla tezahür etti. Fi’l-hakīka hükumet-i müşarun-ileyha bu gibi daha diğer bazı harekat ve ef’al-i mahirane sayesinde alem-i İslam’da az bir zaman içinde bu makam-ı bülendi ahz etti. Almanya müslümanlarca en samimi en hakīkī dost addedilmeye başlandı. Lakin Almanya’nın şu son iki sene zarfında ibraz etmiş olduğu bazı harekat müslümanların kendisi hakkında beslemekte oldukları efkar ve hissiyata tevafuk etmedi. Mesela besti-i hareket bahşetti. Keza Merakeş mes’elesinde bir çok gürültü bir çok velvelelerden sonra Fransa ile i’tilaf ederek Fransa’dan almış olduğu müstemlekata mukabeleten Merakeş’in Fransa tarafından bel’ edilmesine mümaşat etti. Şu gibi hareketler elbette ki müslümanlara ve alem-i İslam’a dan birçokları devlet-i müşarun-ileyhanın hüsn-i niyyeti samimiyeti hakkında iştibah etmeye başladılar. Şimdi ise mes’ele alem-i İslam’da yalnız kalmış ve yalnız kendi mevki’ ve hayatını muhafaza edebilmiş olan saltanat-ı Osmaniyye etrafında çevriliyor. yir-i Bahr-i Sefid sularına atılması şu mes’elenin meydana çıkmasına sebeb olmuştur. Bahr-i Sefid muvazenesi mes’elesi ile en ziyade alakadar olan İngiltere hükumeti bit-tabi’ İtalya’nın şu yeni vaz’iyyetine karşı uzun bir müddet la-kayd kalamaz. Er geç işe müdahale etmek mecburiyetinde bulunacaktır. Fakat şu müdahale ne suretle icra edilecektir? Osmanlıların hayrına mı zararına mı? İşte şu mes’ele son derece meşkuk bir rida-yı mübhemiyyet altında kalmaktadır. Fi’l-hakīka İngiltere efkar-ı umumiyye ve mahafil-i siyasiyyesinde şu son zamanlarda bize doğru bir temayül müşahede edilmektedir. Fakat şu temayül henüz bir kat’iyyet bir şekl-i muayyen kesb edemedi. Behemehal Almanya için şu mes’eleyi anlamak üzerindeki rida-yı mübhemiyyeti kaldırmak mümkün ise surette iki hükumet arasında şu mes’eleden dolayı müdhiş bir mudarebenin zuhuru ağleb-i ihtimalatdandır. Fakat acaba Almanya ile İngiltere arasında i’tilaf ne gibi mahiyette olabilir? Osmanlıların aleyhine mi lehine mi? Bazıları aleyhimize olacağını iddia ediyorlar. Fakat biz buna ihtimal vermiyoruz. Bizim mahv u perişanimiz ne ğildir. Fi’l-hakīka İngiltere müstakbelen kavi ve muhteşem bir Devlet-i Osmaniyye’den mütevahhiştir. Fakat evvela hükumet-i mezkure burasını da unutmaz ki şimdilik bizim mevcudiyetimiz onun için elzemdir. Osmanlı Devleti bugün Rusya’nın cenuba ve garb-ı cenubiye yani Hindistan yollarına doğru yürümesine karşı bir sedd-i tabii teşkil ediyor. İstikbale gelince biz kendi ef’al ü harekatımızla kavi ve muktedir bir saltanat-ı Osmaniyye’nin İngiltere’nin şarkda tabii ve samimi bir dostu ve müttehidi olacağını isbat edeceğimizde şüphe etmiyoruz. Almanya’ya gelince şu hükumetin bütün şark hakkında beslemekte olduğu iktisadi ümidlerin husul-pezir olması bit-tabi’ Osmanlılığın beka ve devamına mütevakkıfdır. Yarın Osmanlılık yerine başka bir hükumet Almanya kadar müterakkī ticaret ve sanayi’ nokta-i nazarından o derece muktedir bir devlet kaim olursa bedihidir ki Almanya’nın bütün bu ümidlerden vazgeçmesi lazım gelecektir. Evet Almanya’ya Afrika’da bazı müstemlekatın verileceği söyleniliyor. Fakat Almanya pek ra’na biliyor ki henüz bedevi ve hatta vahşi bir hayat geçirmekte olan şu müstemlekat daha bir çok seneler Almanya hazinesine bar olmaktan başka bir ehemmiyeti haiz değildirler. Bu gibi müstemlekat için Almanya Asya gibi vasi’ ve tükenmez servet-i tabiiye malik olan kıt’a hakkında beslemekte olduğu ümidlerden el-yevm bile şu kıt’aya vaz’ etmiş olduğu mühim sermayelerden teşebbüsattan vazgeçmez! arasındaki i’tilaf tecrübelerine bir nazar-ı nik-bin ile bakıyoruz. Fakat bununla beraber vaz’iyyetin vahametini unutmamalıdır; bu sıra Osmanlı devlet ve diplomatları için en müteyakkız bulunmak lazım gelen bir zamandır!.. TAVZIH-I HAKĪKAT – – Mevzu’-ı bahsimiz olan Colniche Zeitung gazetesi nde münderic mektubun bir fıkrasında “Maamafih Girit hadd-i zatında gaib olmuş idi. Hukūk-ı hükümrani-i Osmani nokta-i nazarından bir tarafdan düvel-i hamiyye Fransa İngiltere ye’ye Girit’i rabt eden rabıtayı gevşeterek onu padişahın hayali bir rişte-i münasebeti derecesine kadar indirmişler diğer tarafdan Yunan hükumetiyle devamı mukarrer münasebet-i siyasiye ve esasiyyeyi te’min edici revabıt-ı metine te’sis eylemişlerdir” deniyor. Şu saf ve hakīkakate mukarin olan i’tirafa karşı muharririne beyan-ı teşekkür ederiz. Zira bu ifade-i kat’iyye bizi düvel-i müstevdeanın senesinden beri ta’kīb ettikleri hata-alud siyasetlerine karşı her türlü tenkīdatı yürütmeye salahiyetdar kılıyor. Ma’lumdur ki hakan-ı sabıkın Girit mes’elesine eser-i za’f olarak gösterdiği müsamaha düvel-i müstevdeayı gayet müsaid bir mevkie da Bahr-i Sefid’in muvazenesini Girit’in anahtarıyla te’min etmek hülyasına düşmüş ve hatta Girit mes’ele-i mühimmesinin merkez-i hallini Roma’ya getirmek ve binaenaleyh –İngiliz siyaset-i kadimesine karşı– hukūk-ı hükümrani-i Osmaniye Roma’dan icra-yı te’sirat etmeye bile muvaffak olmuş idi. Herkesin ma’lumudur ki alem-i siyasiyyatta en ziyade muvaffakiyeti te’min eden esbab “kuvvet”dir. Biz o sıralarda istibdadın zehr-alud te’sirat-ı menhusesiyle pek zaif düşmüş hatta devlet-i Osmaniyye’nin deva-yı hayatını bir takım süfli entrikaların hayyiz-ara-yı husul olmasına menut addetmiş başımızda yanan ateşleri görmeyerek Girit’de namus-ı millimizi ihtirasat-ı mütezadde-i siyasiyyesiyle gözlerine perde inmiş olan “hamiler”e tevdi’ etmiş idik. Bu halet-i feciaya koca bir devlet-i muazzamayı muztar kılanlara la’net yağdırmak vazife-i hamiyyettir zannederiz. Diğer tarafdan “müstevda’” sıfatını vermiş olduğumuzdan düvel-i muazzamanın Girit’de –ta’bir ma’zur görülsün– oynadıkları iki yüzlü komedyanın zehirli alkışlarını toplayan zavallı millet-i Osmaniyyenin pür-hiddet ü hışm ihtisasatını şurada şerh etmekten vazgeçemeyiz. Biz Girit’i bir “vedia” olmak üzere düvel-i muazzamaya teslim ettik. Vedianın bir emanet olduğunu ve binaenaleyh onda tasarruf caiz olmadığını erbab-ı hukūk gibi rical-i siyasiyyun dahi tasdik ederler. Şu halde mektubun muharriri tarafından vaki’ olan şı hiyanet ettiler. Gerdun bir asiyab-ı felaket-medar ise bu hıyanete sebeb olanların cezasını er geç verecektir. Zaten meşime-i siyasetin bu günlerde ne doğuracağını bilmiyoruz. Fakat eminiz ki Bahr-i Sefid muvazenesini –Girit’i vesile addederek– bozmak isteyenlere pek büyük bir ders-i te’dib hazırlıyor. Hatta iddia edebiliriz ki alem-i siyasiyyatta görünen muzlim bulutların merkez-i ittisaı Girit olacaktır. Düvel-i müstevdeanın tuttukları tarik-ı na-hemvarı şehrah-ı necat ve şeref addetmeye meyl eden Yunan komşumuz eğer rical-i siyasiyye-i meşhuresinin sertacı olan Trikopi’nin vasiyet-i ahiresini düşünerek ve “Girit Yunanistan için bir mezar-ı fena olacaktır” düstur-ı siyasisini üssü’l-esas-ı ha­ rekat ittihaz ederek Türkiye ile ciddi ve samimi bir siyaset ta’kīb etmiş ola idi encam-ı karda kendisi için inkisar-ı hayali mucib dolaşıklı bir yol tutmuş olmazdı. Biz Yunan Başvekili Venizelos’u şahsen tanır ve zeka ve dirayetini tasdik ederiz. Fakat siyasi-i müşarun-ileyhin –belki istemeyerek– fena pek fena bir akıbete müncer olacak bir siyasete alet olduğunu muhsin ikliminden ahz-ı zeka ve deha eden Yunan başvekili bilmelidir ki Girit Osmanlı memleketi kalmaz ise Yunanistan Düvel-i müstevdea Girit’i yed-i emanetlerine aldıkları zaman “hukūk-ı hükümrani-i Osmani’nin cezirede bekasını ve asayiş-i umuminin te’mini ile beraber unsur-ı İslam’ın muhafaza-i can ve ırz ve malına müteahhid” bulunduklarını resmen ve kat’iyyen Babıali’ye beyan ettiler. Acaba hedef-i hareket ile maksad-ı aslileri arasında tezahür eden tenakus ve mübayeneti te’lif iktidarını haiz hangi siyasi mevcuddur? Buradaki sualimizi Yunan başvekiline tevcih etmekten ihtiraz ederek deriz ki: Venizelos şan-ı zaferi Girit’in şevahık-ı mualla-yı siyasetinde arayacak yerde Osmanlılık aleminde ciddi ve pek samimi bir hayat-ı ahenkdar-ı iktisadiyyattan temenni ede idi pek çok isabet etmiş olur idi! RUSLAR – İRANILER MEŞHED BOMBARDIMANI Rusya Hükumeti senesinde İngiltere ile kendi beyninde akd eylediği i’tilaf mucebince İran-ı Şimali’de kendisine bir “mıntıka-i nüfuz” ayırmış ve İngiltere için dahi ayırmıştır. Rusya İran’ın eyalat ve vilayat-ı şimaliyyesini fi’len işgal etmek için İran hükumetine karşı anen fe-anen müşkilat icad etmekte kusur ve ihmal göstermemiştir. İran hükumet-i meşrutasıyla vatanperverlerini aciz bırakmak için bazuya vermiş ve İran meşrutiyetinin temerküz ve teessüsüne düşman olan sabık müstebid ve mürteci’leri İran aleyhinde daima teşvik ve terğīb etmiştir. Gah Rahim Han’ı gah Şücaüddevle Hamd Han’ı bazan Mehmed Ali ve avenesini lubu vechile kullanmış ve en sonra İran umur-ı maliyye ve Müşaviri Amerikalı Mister Şuster Morgan ile maiyetindeki refiklerini İran’da kuvveden fiile çıkarmak istediği amal ve menviyyatına muhıll ve muzır gördüğünden azilleriyle den beri İran’da bulundurmakta olduğu kuvve-i askeriyyesi vasıtasıyla mezalim-i guna-gun irtikab ederek meşrutiyetin tifa etmeyen Rusya ahiren Azarbeycan ve Tebriz vekayi’-i müellimesine sebebiyet verip yüzlerce ma’sum ve bi-günah evlad-ı vatanın i’damlarına teşebbüs ettikten sonra bakiyyetü’s-seyf kalan İran ahrarını hapis ve işkence ve nefy ü teb’id ile tahkīr ve tevhin eylemiştir. Kendi tarafdarı olan kimini vali kimini de mühim me’muriyetlere ta’yin etmiş ve si’ni mürteci’ kabine eliyle kapattırıp Bahtiyarileri para kuvvetiyle at eylemiştir. Rusya en sonra İran’ın Geylan Mazenderan Azerbaycan Kazvin eyalat ve vilayetlerini doğrudan doğruya kuvve-i askeriyyesiyle işgal etmiş ve İran ahrarını terk-i dar u diyar etmeye mecbur etmiştir. Daha sonraları Horasan ve Meşhed’i dahi zabt ve istila etmek için vaktinden evvel oralara kendi asakirini sevk ederek Yusuf Han-ı Herati ve Mehmed Han-ı Nişaburi gibi hainleri Meşhed’de iğtişaş çıkarmak için şah-ı mahlu’ ve amaline muvaffak olmuştur. Bilahare iğtişaşa sebeb olan eşkiyayı def’ ve tenkil etmek bahanesiyle seri’ atışlı topları vasıtasıyla bil-umum İslamların ziyaretgahı olan sekizinci ederek azim maddi ve ma’nevi hasarat ika’ına muvaffak olmuştur. Bu dilsuz hadise esnasında iki yüz biçare ve bi-günahın ölümüyle yüz kişinin yaralanmasına sebebiyet vermiştir. Akībinde kuvve-i askeriyesiyle İmam Rıza hazretlerinin mezar-ı mübarekine girip oraya Rusların top güllesinden masun kalmak için iltica etmiş olan zu’afa ve fukarayı haps ve tevkīf ettikten sonra kendi askerlerinin ester ve hayvanlarına Kembriç Darülfünunu lisan ve edebiyat-ı Farisi muallimi olan Profesör Edvar Brown cenablarının İngiltere’de münteşir Manchester Guardian gazetesine derc eylediği makaleye nazaran Rus zabitleri imamın mezar-ı şerifinde bulunan bütün İran şahlarıyla ekabir ve a’yanı tarafından nezr ve teberru’ edilen eşya-yı nefise ve asar-ı kadimeyi kamilen ele geçirip Petersburg Müzehanesi’ne göndermiştir. İmamın mezarlığında mevcud olan asar ve cevahir-i giran-baha ile Şah Abbas ve Safevi şahları devrinden kalma nefais-i eşya ve mefruşatı Ruslar gasb ettikten sonra imamın kütübhanesinde bulunan bil-cümle el yazması ve İran’ın en güzide ve meşhur hattatları tarafından senelerce emek sarf etmek suretiyle meydana getirilen müzehheb ve münakkaş kitapları da elde edip Rusya’ya yollamıştır. Bu fecayi’den sonra Ruslar asayişsizliğe sebebiyet veren şakīleri salıverip Meşhed polislerini vazifelerinden tecrid etmiştir. Ahiren Meşhed valisi bulunan Rüknüddevle’yi idaresizliğinden bahisle İran kabinesine azl ettirip yerine kendi taraftarları olan Neyyirüddevle’yi ta’yin ve Harakof namındaki bir Rusyalıyı Meşhed’in polis müdiriyetine nasb etmiştir. Londra’da münteşir Şark-ı Karib gazetesinin beyanatına göre imamın mezarına halde bazıları Rusya askerlerinin süngüleriyle diğerleri de diri olarak kuyulara atılmışlardır. Ruslar müdhiş ve mahuf güllelerinin isabetini te’min için toplarının bir kısmını mürtefi’ bir hanın damına çıkarıp yüz seksen ayrı mermi ve üç yüz elli ufak gülle imamın mezarına atıp mahall-i mezkurun bir kısmını kamilen tahrib ile diğer kısmını hasar-dide eylemişlerdir. Bombardımana Rebiülevvel’in dokuzuncu günü öğleden evvel başlanmış ve akşama kadar devam olunduktan sonra nihayet verilmiştir. Rusların tahribatından salim kalan yer yalnız mezar-ı şerifin minarelerinden ibarettir. Mezkur gazeteye Meşhed’deki muhabir-i mahsusu tarafından iş’ar olunduğuna bakılırsa Ruslar fitne ve fesadın mürettib ve müsebbibi olanları kamilen taltif ettikten sonra Meşhed’den çekilmelerini ihtar etmişlerdir. Vaktiyle Anadolu ve Arabistan ile İran’da tetebbuat-ı miyye ve fenniyye ve ictimaiyyede bulunmak üzere oralarda ataşemiliteri Major P . M. Sykes – ki hal-i hazırda devlet-i müşarun- ileyhanın Meşhed’deki General Konsolosu bulunuyor– A Tarvers La Perse namında te’lif ettiği eserde Meşhed şehriyle imam-ı müşarun-ileyhin mübarek merkadi hakkında gayet etraflı ma’lumat-ı mükemmele i’ta ederek diyor ki: “Peder cihetinden sülalesi Hazret-i Ali kerremallahu vechehu ve validesi ise Hazret-i Fatıma binti Nebi radıyallahü te’ala anhaya muttasıl olan Sekizinci İmam Rıza hazretlerinin mezar-ı şerifi Meşhed Kasabası’nın vasatında kain olup etraf-ı erbaası büyük ve geniş caddelerle ihata olunmuştur. Mezkur caddelerden züvvar imamın makberesine amed şüd edip namaz ve dualarıyla evkat-ı hamsede iştiğal ederler. Mezkur caddelerde vaktiyle dikilen gölgeli sal-hurde ağaçlar marrin ve abirinin istirahatini te’min ediyor. İmamın mezarını ziyaret için her sene bilad-ı baide-i İslamiyye’den Türk Arab Acem Afgan Hind Cava Tatar Özbek müslümanlarından altmış bin kişi Meşhed şehrine uğrayıp günlerce ikamet ederler. Mekke-i muazzama Kerbela Necef ziyaretgahlarından sonra bu mahall-i mübarek en mu’tena ve mukaddes emakin-i müberreke-i İslamiye’den ma’duddur. Mezarın bulunduğu mahallin etrafında geniş odalar ve revaklar inşa edilip gureba ve fukaranın ikametlerine tahsis olunmuştur. Bil-umum yeryüzündeki Şiiyyü’l-mezheb müslümanlar tarafından Hazret-i Rıza’ya hedaya ve nüzurat takdim olunmuş ve müşarun-ileyhin mezarı adeta bir İslami Müzehane haline kıymetli mücevherler içinde birkaç tane murassa’ tac dahi bulunmaktadır. Merkad-i mezkurun parmaklıklarıyla kapıları som altın ve gümüşten yapıldığı gibi içindeki mefruşatı da pek kadim ve değerlidir. Bundan başka imamın dört hazinesi olup içinde enva’ incilerle güzel ve kıymetli firuze ve mücevherler doludur. İran şahlarından olup Hindistan’a hücum ile avdetinde beraber getirdiği altın ve mücevheratı Nadir Şah kamilen imam hazretlerine vakf ve teberru’ etmek suretiyle dindarlığını isbat eylemiştir. İmamın mezarını kıymetli mermer ve musanna’ taşlar mezahim ve meşakk-ı fevkalade ile Meşhed’e nakl ettirilip icab eden yerlere vaz’ olunmuştur. Mezar-ı mezkurun inşasına vaktiyle İran’ın en birinci mi’marları tarafından i’tina ve dikkat olunmuş ve eserin meydana getirilmesine son derece himmet ve gayret edilmiştir. “İmamın mevkūfatı o kadar çoktur ki varidatı bir küçük Avrupa hükumetinin varidatına mukabildir. İmamın mezarı etrafında on altı medrese-i ilmiyye inşa edilerek daimi surette bin iki yüz talebe-i ulumun tahsil-i ulum-ı diniyye edebiyye mantıkıyye ve felsefiyye-i İslam ile iştigal eylemelerini teshil eylemiştir. İmamın mezarına bakan hademe ve me’murinin adedi üç bin kişiyi mütecaviz olup bunlara yiyecek giyecek ve maaş verilmektedir. Hasılı İran’da bulunan emlak ve akarın dörtte biri imama vakf edilmiş ve gece gündüz tevzi’ edilmekte bulunmuştur. İmamın umur-ı vakfiyyesine bakmak için icra-yı vazife ve hizmet eden ketebe ve muhasibler bir küçük hükumeti idare etmeye kifayet ederler.” Baladaki beyanattan Rusların ika’ ettikleri zarar ve hasarat-ı maddiyyenin mikdarı kolaylıkla tahmin edilebilir. Daha İran’ın nikat-ı şimaliyyesine gereği gibi yerleşemeyen Ruslar sellemehü’s-selam İranilerin ve umum müslümanların ziyaretgahını teşkil eden emakine karşı tecavüz edip bugün İslamları dilhun eylemişlerdir. Bu harekat-ı dürüştane ve hasmane ile İraniler Rusları nasıl sevebilsinler. Bilakis a’mak-ı kalblerinde Ruslar’a karşı derin bir hiss-i husumet ekildiğine şüphe yoktur. Me’abid ve mesacid ile rüesa-yı dinin mezarları her yerde ve her millet ve din nazarında masun bulunduğu halde Ruslar hiçbir şeye ehemmiyet vermeyerek Meşhed’deki İmam Rıza hazretlerinin merkad-i mübarekini toplarıyla bombardıman etmek suretiyle mahiyet-i garazkaranelerini derhal ortaya koymuşlardır. Bu hafta bahsederken sözünü Meşhed bombardımanına intikal ettirip Rusların harekat-ı ahirelerini edille ve berahin-i mantıkıyye larını lisan-ı ta’n u la’n ile yad eylemiştir. Şimdi munsıfane düşünelim Ruslar ne yüzle İranileri kendilerine ısındıracaklar ve ne hak ile bu fenalıkları yapıyorlar. olan Rusya’nın teşebbüsat-ı istilakaranesi bundan ibarettir. Hayret ibret! ---- MEKATIB ---- HAKĪKĪ MÜSLÜMANLIĞI AVRUPA’YA ---- TANITMANIN YOLUNU BULALIM ---- Alman Levante Vapur Şirketi tarafından Almanya ihracat-ı sınaiyyesinin tezayüdü kendi varidat-ı seneviyyesinin de tezayüdünü mucib olacağı mülahazasıyla bir buçuk sene mukaddem evvelce mahiye olmak üzere ve el-an on beş günde bir çıkarılan resimli Alman Levante gazetesi gerek şarkda ticaretle meşgūl vatandaşlarına gerek vatanında şarkla münasebat-ı ticariyyede bulunan ticarethanelere büyük bir menfaat te’min eylemektedir. Mündericatı şarkda revac bulacak emtianın reklamından maada ticaret için oralarda geçen meta’ın cins ve fiyatlarıyla terkibat-ı i’maliyyesini münakasaya çıkarılan eşyanın teferruatıyla usul-i teslimatı ve mahall-i müracaatlarını şark-ı karib körfez ve limanlarının idhalat ve ihracat istatistiklerini ticaret nokta-i nazarından vukūat-ı yevmiyye ve mühimmeyi muhtevidir. sında: Tetkīkat-ı Fünun-ı İslamiyye Namı tahtında Berlin’de bir cem’iyetin teşkil olunduğu ve hedef-i maksadı ise alem-i İslam’ın ahval-i mezhebiyye ve fikriyyesini hayat-ı ictimaiyye ve medeniyyesini tedkīk ile ta’kīb etmek ve elde ettiği ma’lumatı garb medeniyeti nazar-ı diyor ki: “Hal-i hazırda memalik-i İslamiyye’nin hemen her tarafında Avrupa milel-i medeniyyesinin nazar-ı dikkatini celb edecek surette bir faaliyette bulunulduğundan Almanlar da dahil oldukları halde garblıların kuvve-i faaliyyelerine ihzar olunan bu vasi’ arazide Avrupalılar daha ziyade sarf-ı mesai ederek içerilerine doğru sokulup garblıların oralarda lere muvaffakiyetle sokulabilmek için ancak ora ahvalinin künhüne vukūf-ı tam hasıl etmek ile olabilir. İşte şu teşekkül eden cem’iyet şark ahval-i hazıra ve sabıkası meraklılarının ta’mik-ı ma’lumatlarına bir menba’ teşkil ederek daire-i ma’lumatlarının tevsiine hizmet edecektir. Bu hususda memalik-i İslamiyye’de müddet-i medide mütemekkin ve ma’lumatın hakīkatine iştibah hasıl ettirmeyecek mu’temed sahib-i dirayetler tercih olunduğu cihetle bu gibi menba’lardan hayati ve fen elde edilen ma’lumat kitap şeklinde neşr edildikten maada daimi ve suret-i muntazamada konferanslar da verilerek cem’iyet a’zalarının tenvir-i efkarına çalışılacak cem’iyet varid olan suallere bir menba’-ı ahz-i ma’lumat olacak muntazam bir kütübhane teşkil edilerek hal-i hazırda edebiyat ve harekat-ı İslam’a dair neşr olunan kitaplar hususiyle İslam gazeteleri mündericatı cem’ olunarak a’zalarının müstefid olmasına sa’y ü gayret olunacaktır…” eylediğim Alman cem’iyetinin ta’kīb edeceği hatt-ı hareket her ne kadar bizim için henüz mechul ise her halde mucib-i laşıldığı üzere tercihan intihab ettikleri ahz-i ma’lumat menba’ları müddet-i medide İslamlar içerisinde mütemekkin yine Avrupalılar olduklarından bunların kendi hissiyatlarına mağlub olmadan bi-tarafane ma’lumat vermeleri kabil-i tasavvur mudur? Cümlenin ma’lumu olduğu üzere her hangi bir ferd nokta-i bi-tarafiyi iltizam azm-i kavisinde bulunsa bile yine hissiyat-ı milliyye ve mezhebiyyesine bila-ihtiyar mağlub olduğu tecrübe ile sabittir. Hergün yeni yeni hayret-amiz havadis okumak hevesinde bulunan yirminci asır garb ahalisinin iştihasına ne suretle galebe çalacağını şaşırmış olan Avrupa matbuatı verilen ma’lumatların ekserisini bila-tahkīk ve tedkīk bazılarını da yalan yanlış tab’ ettiklerinden kari’lerini alem-i İslam’ın kesb-i istihkak etmediği fikirlere düşürüyorlar. Bu kabilden olarak bu hafta intişar eden Vohen Şav resimli gazetesi İtalyanların topa tuttukları Bahr-i Sefid Boğazı medhali diye bizim İstanbul Boğazı’ndaki Rumeli Hisarı’nın resmini kari’lerine gösteriyor. İşte bunun içindir ki bizde de bu gibi cem’iyetler teşkil olunup da hakkımızda hakīkate gayr-i muvafık neşriyat yine kendi lisanlarıyla cerh olunarak neşr ettirilse alem-i İslam ve akvam-ı şarkiyye hakkında neşv ü nema bulmuş olan zanniyat birden bire solarak mahv olacağı gibi İslamiyet hakkında sağlam fikirler husule getirileceği şüpheden varestedir. Zaten tezelzüle ve tefrikaya giriftar olmuş olan fikr-i hıristiyani hakīkatin izharıyla tenvir olunacak olur ise İslamiyet’in istifadesini mucib olacağında kat’iyyen şüphe etmemelidir. TOKYO’DAN MEKTUB Mart nihayetinde bir gün Tokyo’da kain zadegan mektebinin yevm-i mahsusu münasebetiyle da’vet olunmuştum. Mektebe geldiğimde hey’et-i muallimin tarafından istikbal olunarak mektebin müdiri meşhur General Nuci cenablarının huzuruna kabul buyuruldum. On dakīka kadar kendileriyle sohbet ettim ellerimi sıkarak pederinize ayrıca arz-ı dular. Mektebin kayık yarışları başladı biz müşarun-ileyh general mezkurda veliahd hazretleri dahi teşrif buyurmuşlardı. Yarışı müteakib çay ziyafetinde herkes baş açık olduğu halde yalnız ben fes ile bulunuyordum. Veliahd hazretlerinin nazar-ı dikkatlerini celb etmişim gayet nazik bir zat olduğu zaten müşahede olunuyordu. Müşarun-ileyh hazretlerinin meclisden müfarakatleri esnasında General Nuci cenabları “Japon muhibbi bir genç Türk talebesi” diyerek beni veliahd hazretlerine takdim ettiler. Müşarun-ileyh cenabları yanıma gelerek iltifat buyurup: – Teşekkür ederim iki millet yakında biri birini daha yakından tanıyacaklar muhabbetimiz her iki taraftandır çalışınız!.. diyerek geçti. Ben de bir şey diyemedim. Nuci cenabları veliahdı teşyi’ ettikten sonra gülerek yanıma geldi. Veliahd size tekrar selam söyledi diyerek pek samimi bir iltifat ile sattan bil-istifade bir çok şeyler söylerdi gördün mü babalar feti devam etti bu kere ziyafet hususi idi. Mükellef adamlar gitmişti mamafih yine bir çok adamlar vardı. Esna-i ziyafette bir çok nutuklar irad olundu. Nutukların hulasası muharebe-i hazıra münasebetiyle Japonların hissiyatına ait olup hep bir ağızdan İtalyanlara izhar-ı nefret olunuyordu. Bilhassa mektebin ulum-ı ilahiyye muallimi Fransızca nutuk irad ederek gayet mufassal surette Avrupa vahşetinden bahsettikten sonra beyaz belaya karşı Japon ve müslümanların vazifelerinden ve bilahare an-karib Hilal hitam verdi. Bunu müteakib General Nuci cenablarının kayınbiraderi Vatanaba cenabları dahi iki milletin muhabbetinden bahsettikten sonra Ay ile Güneş yekdiğerine gayr-i müfarik ecram-ı semaviyyeden olduğunu söyledi. Ulum-ı diniyye muallimi İslamiyet’in ulviyyetinden bahsederek hamrın hürmeti esbabını gayet müessir surette izah eyledi. Hukūk muallimi İslamiyet’te hukūk-ı nisvanı medh etti. Şu suretle meclis saatlerce devam etti ben de oldukça göz yaşları döktüm. Artık ben bundan sonra fesim ile ne kadar iftihar edersem hakkım vardır zira bana bu iltifatlar fesim sayesinde oldu. ---- MAKAM-I MUALLA-YI HILAFET ---- VE KAŞGAR MÜSLÜMANLARI Geçen haftaki nüshamızda Türkistan-ı Çini’de kain Kaşgar müslümanlarının Trablusgarb Muharebesi için gönderdikleri meblağdan ve bu babda ibraz eyledikleri fütüvvet ve hamiyetlerinden bahsedilmiş idi. Bu defa dahi Kaşgar müslümanları a’yan ve eşraf ve ulemasından olup nam-ı muhteremleri matbaamızca ma’ruf bulunan bir zat-ı ali tarafından Enderun-ı hümayun Muallimi Kolcalı Abdülaziz Efendi’ye vurud eden bir mektubun sadedimize ait olan kısmını muhterem kari’lerimizin nazar-ı mütalaalarına vaz’ eyleriz. “Dersaadet’ten müfarakatimin sekizinci ayında Kaşgar’a vasıl oldum. Yolda uğradığım memleketler müslümanları tarafından büyük hürmetler samimiyetler ile istikbal olunuyor nev-cah efendimiz hazretlerinin sıhhat-i hümayunlarından ve hükumet-i meşruta-i seniyyelerinin vaz’iyyet-i hazırasından ve asakir-i Osmaniyye-i şahanelerinin ahval-i gazanferanelerinden mübahaseye tealluk ederdi. Bu abd-i aciz dahi lisanım döndüğü kadar Hilafet-penah şevket-meab Sultan Mehmed Reşad Han eyyedehullah efendimiz hazretlerinin büyüklüklerinin iktidarlarının merhametlerinin meratib-i samiyyesiyle Osmanlılar ile alem-i rinin derecat-ı aliyyesi her nevi’ sitayişin fevkinde olduğunu ve hükumet-i meşrutalarının meslek-i alisi dahi aynı fikir ve meslek ve iktidar-ı şahane daire-i bahiresinde cereyan etmekte bulunduğunu ve asakir-i nusret-measir-i mülukanelerinin devr-i sabıkdan parlak ve her türlü tekemmülat-ı askeriyye ile mücehhez olduklarını re’ye’l-ayn müşahedesiyle bahtiyar olduğumu zikrettikçe İslamlar tarafından bütün samimiyetle hulus ve sadakat yaşlarıyla Halife-i a’zam efendimiz hazretlerinin ömür ve afiyet-i cihan-kıymet-i şahanelerinin temadisine bütün umur ve efkar-ı hümayun-ı mülukanelerinin tevfikat-ı Sübhaniyyeye iktiranına ve hü­ ku­ met-i meşruta-i adilelerinin kaffe-i harekat-ı idariyye asakir-i müeyyedetün min indillah şahanelerinin her yerde mansur ve muzaffer olmalarına dualar tazarru’lar niyazlar bargah-ı icabet-i iktinah-ı ehadiyyete ref’ ediliyor idi. dualar sadakatler huluslar içinde lebriz-i sürur ve hubur olduğum halde yukarıda geçtiği gibi sekiz ayda Kaşgar’a vardım. Bütün Kaşgar ahalisi bu hakīr üstaz ve üstaz-zadelerinin Bu güzel memlekette dahi makam-ı Hilafet’ten yukarıdaki aynı sualler irad edilir aynı cevaplar verilir aynı samimi dualar tazarru’lar niyazlar dergah-ı azamet-iktinah-ı uluhiyyete arz ediliyor idi. ler iklimler müslümanlarının Hilafet-i ulya-yı İslamiyye ve hükumet-i muazzama-i Osmaniyye’ye karşı beslemekte oldukları rabıtaları böyle ali saf muhkem metin bir vaz’iyettedir. Hele İtalya korsanlarının Hilafet’in hak-i pakine vukū’ bulan vukū’ bulmakta olan tecavüzleri o vaz’iyet-i ma’neviyye-i Bu vesile-i mübeccele Kaşgar ve havalisi müslümanlarına Trablusgarb Muharebesi’ne iane namıyla bir iane defterinin küşadını ilham eylemiş ve beyne’l-İslam iane cem’ine mübaşeret edilmiştir. Cem’ edilmekte olan ianeden bu mektubu postaya verdiğim tarihe kadar teraküm eden dört bin rublesi posta ile gönderilmiştir . İane teraküm ettikçe peyderpey gönderilecektir. Bugün bütün Kaşgar ve havalisi müslümanlarının birinci vazifelerini Hilafet ve hükumetin beka ve muvaffakiyatına asakir ve mücahidin-i Osmaniyye’nin muzafferiyetlerine bütün mahafil-i aliyye-i ilmiyye ve hususiyyede dualarda bulunmak ikinci vazifelerini iane cem’ etmek gibi milli ali medeni dini iştigaller teşkil etmektedir. tecelli edeceği ve İtalya hükumet-i bağiyyesinin mahv muzmahil perişan olacağı kat’idir. Yaşasın Hilafet ve Osmanlılar mahv olsun İtalya. ŞUUN MECLIS-I MEB’USAN-I OSMANI HÜLASA-I MÜZAKERATI Zabt-ı sabık kıraet ve aynen kabul olunduktan sonra henüz gelip de tahlifi icra olunmayan zevatın tahlifi icra olundu. Titanik hadisesi münasebetiyle çekilen ta’ziyet telgrafnamesine beyan-ı teşekkürü havi Sir Edward Grey’dan mevrud telgrafname kıraet olunarak alkışlandı. Bazı vilayat-ı Osmaniyye’den galeyan-ı hissiyatı mübeyyin olarak gelen telgrafnameler kıraet olundu ve şiddetle alkışlandı. Mazbata-i intihabiyyelerin kıraetine başlandı. Reis mazbatalar aynı mealde olduğu için sade daire-i intihabiyesinin ve kendisinin ismi okunmak suretiyle geçiştirilmesini teklif etti. Bu mes’ele gürültüye sebebiyet verdi. Lehde aleyhde bir çok şeyler söylendi. Nihayet okunmasına karar verilerek yine kıraete başlandı. Lazistan Meb’usu Ziya Bey’in dünkü A’yan müzakeresinde Damat Ferid Paşa’nın intihabat hakkındaki beyanatının Meclis-i Meb’usan’a ve umum millete ait bir tahkīr olması edildi. Zabt-ı sabık kıraet ve aynen kabul olunduktan sonra henüz gelip de tahlifi icra olunmayan zevatın tahlifi icra olundu. Trablus ve Bingazi mücahidlerine beyan-ı teşekküratı havi çekilen telgrafa Enver Bey’den gelen atideki cevap okundu: Deraliyye’de Meclis-i Meb’usan Riyaset-i Aliyyesine: Burada vazifelerini ifadan başka bir şey yapmayan bizlere karşı muhterem Meclis-i Meb’usan’ımızın telgrafla izhar buyurduğu hüsn-i teveccüh ve i’timad bizi fevkalade müteşekkir kıldı. Bundan böyle de bu i’timad ve teveccühe layık olduğumuzu göstermeye çalışacağız. Yekvücud olarak mahv olacak veya düşmanımızı kamilen kahr u tedmir edeceğiz. En küçüğümüzden i’tibaren hepimiz şimdiye kadar bizi bırakmayan Allah’ın bundan sonra da bizlere muavenetinden eminiz. Enver § Ba’dehu mazbata-i intihabiyyelerin kıraetiyle iştigal o­ lundu. OSMANLI-İTALYA MUHAREBESI: Atideki ma’lumat darü’l-cihaddaki İslam kumandanlarının manlı Ajansı’na tebliğ edilmiştir: yirmi sekizinde karargah üzerine bomba atmıştır. Bir şehid üç mecruh vardır. Küçük bir müfrezemiz tarafından kurulan pusudan bir düşman taburu üzerine edilen ateşle mezkur tabur bir hayli zayiata duçar olarak karma karışık firar etmiş ve bu esnada düşmanın topçu ateşiyle tarafımızdan yalnız iki kişi mecruh olmuştur. Derne’de ta’lim etmekte bulunan iki bölük ateşin te’siriyle İtalyanlardan on iki kişi itlaf ve üç kişi cerh edilmiş ve bizden bir guna zayiat olmamıştır. Cezair-i Bahr-i Sefid Valisi Subhi Bey’le oranın tahrirat müdir ve defterdarını İtalyanlar esir edip sair üsera-yı Osmaniyye’nin bulundukları Kazerta’ya sevk ve isal eylemişlerdir. Müşarun-ileyh ailesine bir telgraf keşide edip sıhhatte bulunduğunu iş’ar etmiştir. Ecnebi harb muhabirlerinin tetebbuat-ı askeriyyeleri neticesinde İtalyanlar ancak bir buçuk aydan sonra Rodos’un her tarafını işgal edebilirler. Bu ise binlerce telefat vermek suretiyle mümkün olabilir. General Ameglio ise bu ana kadar ancak mevaki’-i sahiliyyeyi işgal edebilmiştir. Rodos Adası’ndaki ku­ va-yı Osmaniyye üç bin asakir-i muntazama ile iki bin müsellah ahaliden ibarettir. Zahireleri ise altı ay kadar kifayet eder. Şimdilik asakir-i mezkure adanın dahilinde bulunan dağlarla ormanlara çekilip ta’biye ve istihkamat inşasıyla iştigal etmektedirler. Trablus’daki asakirinden otuz binini tebdil etmek bahanesiyle bunların iki binini on altı sefine-i nakliyye vasıtasıyla Rodos’a sevk etmiştir. Hal-i hazırda bunlar Rodos’da bulunuyorlar. Asakir-i mezkurenin vurudundan sonra İtalyanlar kendi bayraklarını adadaki hükumet konağına alay-ı mahsus – General Amegliyo Rodos ve Astropalya ile bilahare işgal olunacak cezairi idareye me’mur olmuştur. Sakız Midilli Limni’yi işgal etmek için bir iki ay lazım geleceği zan olunur. Yeni saha-i harbe müteveccihen Tan Gazetesi’ nin mevsukan istihbar ettiğine nazaran Rodos’daki kuva-yı Osmaniye kişi ile dört cebel topu Lesbos’da kişi ve top; Sakız’da ise kişi ve dört top mevcud olup asakir-i mezkurenin sekiz yüzü Rumlardan ibarettir. Düşman donanması İzmir sevahilini topa tuttuğu gibi Cezair-i Bahr-i Sefid civarında bir vaz’-ı tehdidkarane ile dolaştığı ve Rodos Adası’na dahi asker çıkardığı cihetle atiyen icab eden mahallere teşmil edilmek üzere şimdilik Aydın Vilayeti dahilinde bulunan İtalya tebaasının hudud haricine çıkarılmasına karar verilmiştir. Teb’id edilecek olan İzmir’deki İtalyanların alakalarını kat’ etmek üzere kendilerine on beş gün mühlet verilmiştir. Rahibelerle papasların bu teb’id kararından istisnası mukarrerdir. Karar-ı mezkur Aydın valisiyle süfera-yı Osmaniyye’ye kişi tevkīf edilmişlerdir. Mevkūfin esir-i harb sıfatıyla askeri kışlasına sevk olunmuşlardır. nin zeka ve vazife perverliği sayesinde Trablus’dan İzmir’e muvasalat eden iki İtalya casusu elde edilmiştir. Casuslar üzerinde bir çok para ve evrak ve vesaikden başka Trablus’daki ve hüsn-i hal varakaları çıkmıştır. Binaenaleyh hükumet-i mahalliyye tarafından taht-ı tevkīfe alınıp tahkīkat-ı amikanın Osmanlı Ajansı’nın istihbaratına göre baladaki adaların bir İtalyan fırka-i bahriyesi tarafından işgal olunduğu ve karaya asker ihrac edildiği bildiriliyor. gayr-i müstahkem Osmanlı limanlarını bombardıman eylediği cihetle Hariciye Nezareti’nce düvel-i muazzama nezdinde protesto edilmiştir. Fakat faide ne?.. Jurnal De Berlin Ami di gazetesi İspetetator Cermanyus imzası tahtında olarak bir muahede-i hafiyyenin vücudunu ifşa etmiştir. Mezkur muahede mucebince İngiltere hükumeti Rodos Sakız ve Sisam adalarının İtalya tarafından işgalini kabul etmiştir. Buna mukabil İngiltere dahi Girit’in Suda Limanı’nı ta’vizat verilecekmiş! ki ta’arruzatına devam ederek ablukayı tevsi’ etmek istiyor. Bundan Osmanlılar mutazarrır olmayacaklardır. Yalnız Avrupa ticareti müteessir olabilir. Aden tüccarı mükerreren dan bahisle İngiltere’ye şikayet etmişlerdir. Hudeyde önünde dolaşan hükumeti Hudeyde ile berren posta muamelatını te’min etmiştir. Aden’den her gün muntazaman kervanlar hareket etmekte ve abluka edilen havali mahsulatını nakl eylemektedirler. Osmanlılar Aden’e gelerek münasebattan dahi hiçbir faide istihsal etmemişlerdir. Eritre müstemlekesi me’murini tarafından istikra edilip Seyyid İdris tarafdaranına beray-ı ta’mir Şeyh Said kurbunda tevakkufa mecbur kalmış ve sahilde zabıta vazifesi hükumet tarafından tamamen te’min edilmiş bulunulduğundan vapur derunundaki esliha ve mühimmatın kaffesi zabt olunmuştur. Kunfuda’yı bombardıman ettikleri esnada Koz mevkiinde bulunmakta olan Mekke emirinin üçüncü mahdumu Şerif Faysal Beyefendi ile taht-ı kumandasındasi şürefa-yı muktedire ve urban ve Binbaşı Çerkes Mahmud Bey kumandasında bulunup Mekke’den Nişancı Taburu zabitan ve efradı Ebha tarikini kat’ etmeye cüret eden İdris şakīsini kemal-i besaletle kahr u tedmir etmişlerdir. Ulema-yı Arab’dan ve Mekke emiri tarafından edilen nesaih-i müessire ile kabail yavaş yavaş şakī İdris’den tebaüd eylemektedir. Aden valisi İtalya’nın neşri­ yatına rağmen Mekke’ye her sene olduğu gibi bu sene dahi hüccacın gidebileceğini ahali-i İslamiyye’ye tebliğ etmiştir. Cidde’ye azimet etmek isteyen İslamların himayesi te’min edilmiştir. Muayene-i sıhhiyyeleri dahi ablukaya rağmen Kamaran’da vukū’ bulacaktır. Hazret-i Halid bin Zeyd Ebi Eyyub El-Ensari radıyallahü anhü’l-Bari türbe-i mübarekesinde vaz’-ı mevki’-i tekrim edilmiş olan beyt-i şerif-i muazzamın sitareleriyle Hacer-i Esved-i mukaddesin gümüşten ma’mul atik mahfazasının Topkapı Saray-ı hümayununa nakli merasim-i fevkalade-i ihtiramkari Topkapı Saray-ı hümayununu teşrif etmişlerdir. Maiyyet-i padişahide mehadim-i hazret-i padişahi şehzadegan-ı kiram lunuyorlardı. Şevket-meab efendimiz Dolmabahçe Sarayı rıhtımından Söğütlü yatına rakiben Sirkeci’ye muvasalat etmiş ve olunmuşlardır. Mevkib-i hümayun Babıali Caddesi Sultan Mahmud Türbesi Divan Yolu Ayasofya tarikiyle Topkapı Sarayı’na muvasalat ederek Hazine-i Hümayun kethüdasıyla Enderun-ı Hümayun efendileri tarafından istikbal edilmişlerdir. Zat-ı hazret-i padişahi maşiyen Bağdad Kasrı’na teşrif ve salat-ı zuhru müteakib bir müddet istirahat ettikten sonra Eba Eyyub Cami’-i şerifinden Topkapı Sarayı’na ve Arzhane’ye merasim-i mahsusa ile nakl edilen puşideyi maa encal ve maiyyet-i kiram ziyaret ettikden sonra tekrar teşrif buyurdukları tarikdan alay-ı vala ile Saray-ı hümayuna muavedet buyurmuşlardır. Sitare-i şerife merasiminde şeyhülislam evkaf nazırı Şerif Nasır Beyefendi Vak’anüvis Abdurrahman Şeref Beyefendi Harem-i Şerif Müdiri Mehmed Emin Efendi Hazine-i Hassa Müdürü ve Teşrifati Hasan Beyle Enderun-ı hümayun efendileri Zülüflü baltacılar ve dervişan ve dedegan gahlarda bulunan ahali zat-ı hazret-i padişahiyi selamladıkları gibi Babıali önünde de vükela-yı devlet tarafından zat-ı şahaneye arz-ı ihtiram olunması üzerine zat-ı şahane gerdune-i hümayunun tevakkufunu irade buyurarak vükela hazeratına iltifat buyurmuşlardır. Teşrif-i şahaneyi müteakib emanat-ı mukaddese dahi emanet-i celile hazinesine nakl olunmuştur. Mekke-i mükerreme reisü’l-ulemalığına ve Şafi’i Müftiliği’ne sadat-ı Aleviyye’den ve ulema-yı benamdan Seyyid Hüseyin El-Habeşi Efendi hazretleri nasb u ta’yin olunmuştur. Müşarun-ileyh hazretleri emsal ve akranı içinde ittika iffet istikametle kesb-i temeyyüz etmiş ve arzu-yı umumi ile taraf-ı emaretten ta’yin kılınmıştır. Bağdad Vilayeti’ne tabi’ Necef-i Eşref Kazası’nda Badkubeli Hacı Mirza Abdurrahim Belbele’nin zir-i idaresinde Murtazavi namında bir mektep te’sis ve küşad olunup talibine tahsil-i ulum ve fünun hakkında delalet-i hayr-hahanede bulunmaktadır. Bu gibi müesseselerle hamiyetli müessislerinin muvaffakiyyetini cenab-ı Hak’dan temenni eyleriz. Mekke-i Mükerreme’de şerif hazretlerinin himmetiyle donanma namına otuz bin lira iane cem’ olunduğu anlaşılmıştır. Müşarun-ileyhin bu himmet-i fevkaladesi şayan-ı teşekkürdür. Meclis-i Meb’usan’ın geçen devrenin maba’di mi yoksa yeni devrenin mebdei mi olduğu Meclis-i Vükelaca mevzu’-ı bahs ve müzakere olmuş ve neticede yeni meclisin yeni devre-i ictimaına ait olduğu esası kabul edilerek Meclis-i Meb’usan’ın devam-ı müzakeratı için müddet-i ictimaın bir zaman-ı münasibe kadar temdidi taht-ı karara alınmıştır. Selanik-Üsküb hattı üzerine Gevgili İstasyonu’nun seksen kilometre ve dokuz yüz metre ilerisinde kain bir taş köprü Bulgar çeteleri tarafından vaz’ edilen fitilli bir bombanın iş’ali üzerine harab olmuş ve Nisan’ın yirmi dördüncü günü akşamı alafranga saat dokuzda patlamıştır. Tahrib edilen köprü derhal ta’mir edilerek trenlerin ubur u müruru te’min olunmuştur. Hükumet ve kumpanya tarafından tezyid-i takayyüdat ve tedabir-i fevkalade vaki’ olacak yeni bir tecavüze karşı Dersaadet ve mülhakatında mütemekkin İtalyanların tardı mes’elesi hükumetimizce tezekkür edilmiştir. Tecavüz olunmadık neresi kaldı ki hükumet yeni tecavüzler daha bekliyor. Düşman-ı canımız olan bu hainleri artık memleketimizde görmeye müslümanların tahammülü kalmamıştır. Çanakkale Boğazı’nda tahte’l-bahr torpillerin ref’i esnasında torpillerin bir tanesi iştial etmiş ve önceden zayiat vuku’bulmamıştır. Yunan Başvekili Venizelos Giritlilere bir telgraf keşide ederek düvel-i hamiyyenin vesayasına Mösyö Venizelos’la İngiltere’nin Atina sefiri arasında vukū’ bulan bir mülakat üzerine Minerva Sefinesi dahilinde mevkūf bulunan Girit meb’uslarının serbest bırakılmaları te’min edilmiştir. Nasyonal Bank’da bulunan paralarını taleb etmektedirler. Asakir-i Osmaniyye’ye her türlü me’kulat ve levazımat bila-müşkilat gönderiliyor. ettikleri Düvel-i hamiyye hal-ı hazırda Girit mes’elesinin hallini muvafık gördüklerini ve statikonun muhafazasına azm etmiş olduklarını ve Girit meb’usları Yunan parlamentosuna duhule teşebbüs ettikleri takdirde cezireyi işgal ile umur-ı idareyi der’uhde eyleyeceklerini Girit hükumetine tebliğ etmişlerdir. nam mahalde bir suud tecrübesi eden Mülazım Deyzeris elli metrelik bir irtifa’dan tayyaresi ile birlikte sukūt ederek hemen telef olmuştur. Avusturya hükumetinin Bosna hududu civarında ihtiyatkarane davranmakta olduğu ve o civardaki askerine bir mikdar zam ettiği işitilmiştir. Avusturya gazetelerinin beyanatına bakılırsa Avusturya hükumeti her bir ihtimale karşı İtalya hududunda otuz bin asker bulundurmaktadır. Avusturya’nın bu hareketi Balkan muvazenesini ihlalden vikaye etmeye ma’tuf bulunuyor. Sabık Almanya Sefiri Baron Mareşal’in Almanya’nın Londra Sefiri Kont Meternik’in tekaüdü üzerine yerine ta’yin olunmuş ve kabulü için İngiltere’den istimzac olunmuştur. Times gazetesi Baron Mareşal’in yeni me’muriyetini tebrik ile Türkiye’de kendi devletine ifa ettiği hidematı bir makale ile ber-averde-i zeban-ı temcid eylemiştir. Almanya’nın İstanbul sefaretine ise Almanya’nın Yunanistan Sefiri Baron Vankenhaym ta’yin olunacaktır. Sırbistan hükumeti Mayıs ayında askeri manevralarını tensib etmiş olduğundan mezkur teşebbüs Avusturya hükumetinin endişesini tezyid etmiştir. Hemedan’da Salarüddevle namına harb eden Mücellilü’s-saltana ile vukū’ bulan bir muharebede hükumet asakiri mağlub olmuştur. Fermanferma kişi ile Hemedan’da bulunuyor. Hükumet Bahtiyariler ile birlikde Tahran polis ve zabtiye nazırı Yefrem Han’ı bir mikdar asker Maksim topu ile iğtişaşcılara karşı sevk etmiştir. Ahval-i umumiyye bu yüzden kesb-i vahamet etmiştir. Londra’dan gelen bir telgrafa nazaran Meşhed’deki İmam Rıza mezarının Ruslar tarafından bombardıman edilmesinden dolayı alem-i İslamiyet’te husule gelen heyecan İngiltere’de aks-i te’sir hasıl eylemiştir. Alem-i İslam Cem’iyeti Merkez-i Umumisi’ne vasıl olan telgrafnamede Hindistan müslümanlarının büyük mitingler akd ederek İslam ibadethanelerine siyasiyyunu bu mitingleri Hindlilerle alem-i İslamiyet’in ittihadına dair bir emare gibi elakki eylemektedir ki bu hal Evvelce İran arazisine dahil olan iki yüz Afgan süvarisine ilaveten bu kere de bir ikinci Afgan kuvve-i askeriyyesi Belucistan’ın hudud-ı cenubiyyesine yakın bir mevkie muvasalat etmiştir. Devlet-i Osmaniyye-İtalya Muharebesi Tunus ahval-i iktisadiyyesi üzerinde su’-i tesir husule getirmiştir. Tunus’da İtalyanlar İslamların gösterdikleri husumet üzerine Tunus’u terk ile Trablus’a hicret etmişlerdir. İtalyanların Tunus’dan çekilmeleri ile amele ücreti tezayüd etmiştir. Ahval gittikçe karışıyor. Fransız ordusu muattal ve me’yus bir haldedir. Bütün kabail ve aşayir isyan etmiştir. Mulay Hafiz’e karşı olan kin ve adavet umumidir. Fransa’nın himayesini kabul ile mevkiinden münhali’ addedilen sultanın yerine geçmek için sekiz kadar emir ve şerif lunmaması Fransız matbuatına rica olunmuştur. Maamafih Sosyalist gazeteleri ketm-i hakīkatde bir faide görmediklerinden muttali’ olabilecekleri havadisi neşr ediyorlar. Fas Sultanı Mulay Hafiz’in terk-i saltanat niyetinde bulunduğunu Fransız gazeteleri yazıyor. Matin gazetesinin beyanatına göre müşarun-ileyh Fransa’nın me’mur-ı siyasisi tarafından Rabat’a gitmesini men’ ettiği için sultan darılmıştır. Sultanın terk-i saltanat etmesinden dolayı Fransızlar endişe ediyorlar. Çünkü Fas kabailinin herhalde ileride büyük iğtişaşat çıkaracaklarına dair Fransa zimamdaranınca kanaat hasıl olmuştur. Rusya’nın Straroviç Zırhlısı’nın mürettebatı isyan etmişlerdir. Altmış taife tevkīf olunmuştur. dahil oldukları halde Moskova’da beş bin amele grev etmiştir. Kuvve-i inzibatiyye nümayişi men’ için bir tabib bir avukat ve birkaç talebe ile hayli kimseleri tevkīf etmiştir. Rusya Darülfünun talebesinin üzerine Avrupa’ya gönderilen telgraflar sansüre tabi’ tutulmuşlardır. Nümayişcilerle polis ve jandarmalar arasında hunrizane müsademeler vukū’ bulup ekserisi talebeden olmak üzere iki yüz seksen kişi maktul düşmüştür. Rusya’nın Kiev şehrinde Museviler aleyhine yeniden pek çok entrika çevrilmekte ve bunların tard ve itlafını ihzar etmek üzere bir takım teşebbüsat-ı mezmumeye tevessül olunmakta bulunduğu cihetle İngiltere’nin en meşhur ve muhterem ulema fudela siyasiyyun tüccar ve ruhbanıyla pek çok büyük gazete muharrir ve müdirleri tarafından bin imzayı muhtevi bir protestoname Times gazetesinde neşr olunmuştur. Mezkur protestonameye mümasil Almanya Avusturya Fransa Amerika şehirlerinde de neşr olunmuştur. Bu protestonamelerde Rusların zulüm ve i’tisafları mevzu’-ı bahs olmuştur. Rusya hükumetinin Kafkasya hududu civarında tahşidatını tevkīf eylediği merciine varid olan telgrafnameden anlaşılmıştır. Times’ den iktibas olunmuştur: Mister Morel Cenubi Afrika’da Nijer ahvaline dair mufassal bir konferans vermiş ve orada icra eylediği seyahat neticesinde elde etmiş bulunduğu resimleri sihirbaz vasıtasıyla huzzara irae ve ta’rif eylemiştir. Konferans Nijer vali-i lahıkı Sir Jirvard’ın riyaseti tahtında akd edilmişti. Pek çok huzzar ve müstemiin mevcud idi. Mister Morel sabık Nijer Valisi Sir Logard’ın hidematından sitayiş-amizane bir lisan ile bahsederek İngiltere Devleti’nin müşarun-ileyhin mesai ve himemat-ı idariyyesi sayesinde on milyon nüfusu muhtevi bulunan iki yüz elli bin murabba’ dönüm araziye malik olduğunu söyledikten sonra sözünü Nijer memleketinde bulunan akvam ve kabail-i İslamiyye’ye atf ettirmiş ve müslümanların müsavat ve uhuvvetle intizam ve medeniyete son derece riayetkar olduklarını beyan eylemiştir. Mister Morel Afrika’daki müslümanların ahval-i ruhiyye ve kemmel ve kafi derecede müslümanlara tedrisat ve ta’limat ahlakiyye ve ictimaiyye[de] bulunduğunu ve daima zaifin hukūkunu kavilere karşı müdafaa eylediğini ve bu sayede en hücra noktalarda yaşayan akvam-ı İslamiyye beyninde bir teavün-i ictimai ve medeni te’min ettiğini ve bunu bil-fiil kabail-i İslamiyye arasında müşahede eylemiş olduğunu söylemiştir. Mister Morel bu kadarla iktifa etmeyip Kur’an ve din-i mübin-i İslam’ın adeta muavenet-i ictimaiyye-i hazıra kanun ve mesleğine pek müşabih ve mümasil olduğunu ve bu ise tamamıyla müslümanların meşrutiyet ve meşveret usulü dairesinde yaşamalarını te’min eylediğini munsıfane ve takdirkarane bir lisan ile yad ve tezkar eylemiş ve İngiltere hükumeti tarafından da kabail-i mezkureye lutf ve nezaket asarı gösterilmesini ve ihtiyaclarını kafil bir kanunun neşr ü tedvinini taleb eylemiştir. ---- MATBUAT ---- Londra’da münteşir Egypt gazetesi İngiltere’nin meşhur siyasilerinden biriyle vukū’ bulan mülakatını yazıyor ve diyor ki: “Trablusgarb Muharebesi’nden evvel Avrupa İtalya’ya sevimli bir nazar ile bakıyordu. Trablusgarb Muharebesi’nde mücahidin-i Osmaniyye karşısında mağlub ve mahsur bir vaz’iyette kalması İtalyayı Avrupa’nın nazarından iskat etmiştir. “Çünkü Avrupa İtalya’nın hiçbir kıymet-i askeriyyeye malik olmadığını bu muharebede re’ye’l-ayn müşahede etmiştir. u cebanet ve bundan tevellüd eden harekat-ı mecnunaneleriyle kadınlar çocuklar hastalara karşı irtikab eyledikleri vahşet ve cinayet yalnız İtalya’nın değil Avrupa’nın dahi alem-i İslam üzerindeki nüfuz ve i’tibarına halel iras eylemiştir. “Bunun için İtalya bu gibi gayr-i meşru’ hareketleriyle Avrupa’nın i’tibarına halel verdiğinden siyaseten dahi Avrupa’nın nazarından düşmüştür. Binaenaleyh İtalya bu muharebeden hiçbir şey kazanamayacağını ve muharebenin kendisine tahmil eylediği ağır masraf yükü altında ezileceğini ve muharebeden haib ve hasir döneceğini ve her cihetten * * * el-Alem gazetesi yazıyor: “İtalya hükumet-i bağiyyesi ha­ rekat-ı mecnunanesini Çanakkale Boğazı’nda tatbik etmek gösterdi. Münhezim oldu. Boğazkesen önünde bir zırhlı sefinesini kurban verdikten sonra haib ve hasir döndü. Tarihe bakınız ki İtalya’nın Boğaz önünde duçar olduğu bu zillet ve meskenete bu güne kadar hiçbir hükumet giriftar olmamıştır. önünde dahi bahren sukūt etmiş ve Osmanlıların kıymet-i harbiyyelerinin bütün alem nazarında yüksek bir derecede tecellisine vesile olmuştur.” TENKĪD VE TAKRĪZ MEDENIYET-I İSLAMIYYE TARIHININ HATALARI Emeviler zamanında en büyük en mühim memleketler Mekke Medine Basra Kufe Yemen Mısır Şam Elcezire Horasan idi. Bu memleketlerin her birinde birer imam var Mekke Ata ibni Ebi Rebah Ebu Hanife’nin üstadı Yemen Tavus Şam Mekhul Mısır Yezid bin Ebi Habib Elcezire Meymun bin Mehran Horasan Dahhak bin Müzahim Basra İmam Hasan-ı Basri Kufe İbrahim-i Neha’i Bu adamların İbrahim-i Neha’i’den maadası kamilen mevaliden bir kısmı da cariye çocuğu idiler. İşte hem Arab olmadıkları hem cariye çocukları oldukları halde zamanlarında nasın ulusu idiler. Arablar kendilerine inkıyad eder hulefa-yı Emeviyye ise hürmette bulunurlar idi. Ata hü’l-harem idi. Fetvada kavl-i racih mesailde son söz kendisinin söylüyor: “İbrahim bin Amr ibni Keysan diyor ki Emeviler zamanında bir münadi çıkarırlardı ki Ata ibni Ebi Rebah’dan başkası nasa fetva veremez diye bağırırdı. Acaba halifelerin rızası olmaksızın böyle bir şey kabil midir? Tavus’a gelince vefatında cenazesine o kadar halk birikti ki namazını kılmak müşkil oldu. O aralık İbrahim ibni Hişam Mekke valisi bulunuyordu. Zabıtadan muavenet istedi. Cenazede Hazret-i Hasan’ın oğlu Abdullah da var idi. O da tabutun altına girdi. Namazını kılanlar arasında Halife Hişam bin Abdülmelik de mevcud idi. Tavus’un tercüme-i halini yazarken Allame büyük paye-i şeref olabilir mi? Mekhul-ı Şami ise ittiba’ olunan eimmenin biridir. Zühri: “Ulema dörttür: Fülan fülan bir de Mekhul” diyor. Yezid ibni Ebi Habib’e gelince halka fıkıh öğretmesi mesail-i şer’iyyede fetva vermesi için Ömer bin Abdülaziz’in Mısır’a göndermiş olduğu zat budur. İmam-ı Suyuti’nin Hüsnü’l-Muhadara’ sında musarrah olduğu vechile kendisi onların ilk muallimidir. Meymun bin Mehran faziletiyle siyadetiyle beraber Elcezire’de harac üzerine emir idi. İbni Kuteybe el-Ma’arif’ inde bunu tasrih etmiştir. Hasanü’l-Basri’ye gelince: Büyüklüğüne ait ne söyleye­ bilirseniz hiç tereddüd etmeyiniz söyleyiniz. Hakimler me­ likler serdarlar kendisine arz-ı ta’zim eder; sözü herkes tarafından nas gibi telakkī ediliyordu. Sehavi Irakī’nin Elfiyyetü’l-Hadis ’i şerhinde diyor ki: Hişam Zühri’ye “Ehl-i Mekkeyi kim idare ediyor?” diye sorup Ata cevabını alınca “Bu payeyi ne ile kazanmış?” demiş. Zühri “Diyanetle rivayetle” demiş. Bunun üzerine Hişam “Evet diyanet sahibi olanın riyaset hakkıdır.” i’tirafında bulunmuş. Sonra Hişam “Yemen’i Mısır’ı Elcezire’yi Horasan’ı Basra’yı Kufeyi kim idare ediyor?” diye sıra ile sorarak “Tavus Mekhul Yezid…ilh.” Cevaplarını aldıkça her ismin arkasından “Arap mıdır? Mevaliden midir?” sualini irad etmiş. Zühri hepsi için birer birer “Mevalidendir” diyerek nihayette İbrahim Enneha’i’nin Arap olduğunu söyleyince Hişam demiş ki; “Şimdi yüreğime azıcık su serpdin Vallahi mevali Arablara hakim olacak minberlere çıkıp hutbeler irad edecek de Arablar aşağıdan onları dinleyecek.” Tabiinin tarih-i İslam’daki mevkii pek yüksektir. Bunların başı Said bin Cübeyr’dir ki esved olduğu halde hüccac kendisini Kufe’de namaza imam nasb etti. Kufe ise o aralık Arab’ın dimağı müslümanlığın harimi idi. Artık bu kadar temhidattan sonra müellifin “Araplar mevali arkasında namaz kılmakdan istinkaf ederlerdi” tarzındaki da’vası doğru olabilir mi? İşte Sevri’nin üstazı olan Süleyman el-A’meş kendisi bir Acem köle olmakla beraber o derecelerde muazzez menakıbını Ali’nin mesavisini yazması için bir mektup göndermiş idi. A’meş mektubu alıp okuduktan sonra o sırada yanında bulunan bir keçiye yedirdi; getiren adama da “Hişam’a söyle ki: Mektubunun cevabı işte budur!” dedi. şiir ve edebde gayet büyük bir mevki’ sahibi olan bu zat siyah bir köle idi. Bununla beraber Emeviler kendisini önlerine geçirirler vezir ittihaz ederlerdi. olma idi. Halife Hişam bin Abdilmelik Medine’ye geldiği zaman bunu da’vet etti fakat Salim özür dileyip gelmediği etti. Halife hacdan avdetinde Salim’in hasta olduğunu işitip ziyaretine gitti; vefatında namazını kıldı. Sonra dedi ki: “Bilmem hangisine sevineyim? Hac ettiğime mi yoksa Salim’in namazında bulunabildiğime mi?” Eğer bu gibi vekayii saymaya kalkışacak olur isen söz usanç verecek derecede uzayacak. Bununla beraber şu saydıklarımızdan da anlaşılır ki: Mevali Emeviler zamanında şerefin rif’atin müntehasında idiler. Arablar bunlara karşı huzu’ derecesinde hürmet gösterirler kendilerine mukteda bilirlerdi. Artık müellifin “Mevali ile cariyeden olmalar Emeviler zamanında son derecede muhakkar idiler; hiçbir mevcudiyetleri yoktu; Arablarla Emeviler tarafından köle muamelesi görürlerdi” tarzındaki sözlerinin hükmü kalır mı? TEFSIR-İ ŞERIF Tercümesi “Allah yolunda öldürülenler için ölü demeyiniz; bilakis onlar diridir lakin siz farkında değilsiniz.” * * * Bu ayet-i kerime Sure-i Bakara’ya mensubdur. Al-i İmran Suresi’ne aid bir ayet-i celilede ise buyurulmuştur ki: “Bilakis onlar diridir nezd-i ilahide merzuk oluyorlar.” demektir. Ruhun bedenden ayrıldıktan sonra payidar olacağı erbab-ı yüksek daha mümtaz bir hayat olmak tabiidir. Şühedaya mevdu’ olan bu hayatın bu rızkın nasıl bir hayat nasıl bir rızık olması lazım geleceği hakkındaki sözler müteaddiddir. Şeyh Muhammed Abduh’a göre bu hayat bir hayat-ı gaybiyyedir ki ervah-ı şüheda ona mazhariyetle başka ruhlardan seçilecek; o hayat ile merzuk o hayat ile mütena’im olacak. Ancak ne o hayatın hakīkati ne de o rızkın mahiyeti bilinemeyeceği için bahsedilemez. Bunlar alem-i gayba aid o esrar-ı ilahiyyedendir ki vücuduna iman olunur alt tarafı Allahu Zü’l-celal’e bırakılır. Hakīkat hak yolunda Allah yolunda feda-yı can edenler elbette ervah-ı zekiyyeye mev’ud olan hayat-ı tayyibeye yüz bin kere layıktırlar. Dünya ahiretin bir tarlası değil mi? Burada ne ekilirse ötede o biçilmeyecek mi? O halde fi-sebilillah ölenlerin yani bu toprağa hayatını ekip kanıyla sulayanların ferda-yı cezada biçecekleri mahsul bir hayat-ı nur-a-nur-ı sermediden başka ne olabilir. Yığın yığın efrad-ı beşer hayatı kendilerince bir gaye bilerek onu elden bırakmamak için çok zamanlar insaniyyetin alnını karartacak kadar rezil maişetlere katlanır dururken; ne mutlu o yüksek fıtratlara o pak hilkatlere ki: Pek muazzez pek mukaddes bir gaye uğrunda hayatlarını naçiz bir vasıta gibi feda ediverirler! Sırası gelince hayatı istihfaf edemeyenler şühedaya mev’ud olan safa-yı cavidaniyi bulmak şöyle dursun yaşadıkları müddetçe kabil değil saadet yüzü göremezler. Servetler samanlar refahiyetler insan için hakīkī bir mes’udiyet te’min edemiyor. Bir ferd yahud bir cemaat için yaşamak nasıl olursa olsun yaşamak iştiyakı yegane emel sırasına geçerse; sefil rezil namussuz bir hayat şanlı bir ölüme tercih edilirse; o ferdin yahud o cemaatin kıyamete kadar nasiye-i hizlanı esaret zillet damgasından kurtulamaz. hakīkati ne müdhiş bir ibrettir. Eski şan ve şevketinden cüda düşeli secaya-yı kerimesinin bir çoğunu kaybeden... Hayır! Yanlış söylüyorum o secaya-yı kerimeye veda edeli şevket-i kadimesinden cüda düşen alem-i İslam’da hala bu seciyeyi bu hayatı hiçe saymak Allah yolunda feda edivermek seciyesini din-i mübinin bir emanet-i kübrası gibi sinesinde taşıyan cemaatler meğer eksik değil imiş. Allah’a yüz bin kere hamdler senalar olsun ki müslümanların yüreğindeki ruh-ı şehamet henüz ölmemiş. Biz bu ruhu öldürmemek için ne lazımsa diriğ etmemeliyiz. Zira dünyamız bu ruh ile; ahiretimiz ise dünyamız ile kaimdir. Hatta dünya ahiretten evveldir. dan ateşler yağdıran; müstahkem mevaki’ arkasından gece gündüz kurşunlar püsküren yüz binlerce düşmana karşı yalın kılıç yalın sine ile çıkan şanlı mücahidlerimiz meydanda duruyor. Biz bunlar için muvaffakiyet sair cemaat-i İslamiyye Mehmed Akif Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib ---- FIKIH VE FETAVA ---- ---- HAC ---- – – Haccın tarih-i iftirazı hakkında akval-i muhtelife vardır. Bazıları kable’l-hicre farz edilmiş olduğunu rivayet ediyorlar. Fakat bu rivayet asar-ı meşhureye ba’de’l-hicret farziyyeti hakkındaki kanaat-i cumhura muhalif olduğundan şüzuz kabilinden ma’duddur; binaenaleyh şayan-ı i’timad olamaz. duğuna zahib oluyor. İmam Vakıdi ve bazı ashab-ı hadisin rivayetine göre hicretin beşinci senesi Beni Sa’d tarafından nezd-i risalete hey’et-i murahhasanın reisi olarak gelen Zimam bin Sa’lebe’nin huzur-ı nebevide: demesinin ... diye tasdik-i nebeviye iktiran etmiş olması haccın beşinci senesi farz edilmiş olduğuna kail olanlarca delil makamına geçmiştir. Fakat bu hadisden yalnız beşinci senesi değil belki daha evvelce farz edilmiş olduğunu da anlamak mümkündür. Bir de Muhammed bin İshak sair erbab-ı siyer ve hadis Zimam bin Sa’lebe’nin nezd-i risalete “ammü’l-vüfud”da yani İslamiyet kuvvet bularak her tarafdan hey’etler irsal olunduğu zamanlarda binaenaleyh dokuzuncu senesi gelmiş olduğunu rivayet ediyorlar. Bu hade Zimam bin Sa’lebe hadisiyle haccın beşinci senesi farz edilmiş olduğuna kani’ olmak için yol kapanıyor demektir. Bazıları da haccın altıncı senesi Hudeybiye seferi esnasında nazil olan ayet-i kerimesiyle farz edilmiş olduğuna kail oluyorlar. Bu ciheti bilhassa Şafiiler iltizam ediyorlar. Hele bazı kurraca yerinde kıraeti bunlara ziyadesiyle yardım ediyor demektir. Fakat bu kıraetin şaz binaenaleyh gayr-i mu’teber bulunması hele yedinci senesi aleyhissalatü vesselam efendimizin ashabının hac için değil belki umre için hakkında söylenen sözler… Şafiiler gibi emr-i celilinden ve lügatin yardımıyla ba’de’ş-şüru’ vücub-ı itmam ma’nasını anlamanın daha mülayim olduğunu bildiriyor. Hanefiler de bu ciheti iltizam etmişlerdir. İşte şu mülahazaya göre haccın altıncı senesi dahi farz edilmemiş demektir. Bazıları yedinci senesi bazıları sekizinci senesi farz e­ dil­ miş olduğuna zahib olmuşlar ise de hiç birinin ma’kūl bir deliline tesadüf edilememiştir. Şu halde dokuzuncu ve o­ nuncu seneler kalıyor demektir. Fil-vaki’ meşhur erbab-ı tefsir ve siyerin sözlerine göre dokuzuncu senenin nihayetlerine doğru ayet-i kerimesi nazil olmuştur ki bunun vücub-ı hacca delaleti pek zahirdir. Hatta İmam Ahmed bin Hanbel hazretlerinin Hazret-i Ebu Hureyre’ye muttasıl olarak rivayet ettiğine göre: –Bu ayet-i kerime nazil olarak– hac farz olunca Fahr-i Kainat efendimiz umuma hitaben diye başlayarak bir hitabe irad buyurmuşlardır. haccın dokuzuncu senesi nihayetlerine doğru farz edilmiş olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh bu tarihe kadar icra edilen hiçbir haccın iskat-ı farzı için icra edilmeyip belki İslamiyetçe hilafına bir delil kaim olmadığından şeriat-i Haliliyye’de olan meşruiyet-i kadimesi üzere eda kılınmış olduğu söylenebilir. Zaten mezheb-i Hanefi’de şerayi’-i salifeden bir hükmün hilafına delil varid olmadıkça İslamiyetçe mu’teber olduğu ma’lumdur. Şu kadar var ki şerayi’-i salifenin bir çok hükümleri tahrifata ma’ruz kaldığından mu’teber olması için nass-ı ilahi veyahud hadis-i nebevide bila-inkar zikr ve kıssa edilmiş bulunması şarttır. Bu halde netice olarak dokuzuncu senesi haccının iskat-ı farz için kılınmamış olduğu meydana çıkıyor demektir. * * * Hicret-i seniyyenin onuncu senesi Zilka’de ayı hulul edince aleyhissalatü vesselam Efendimiz hazretleri bu sene hac ile mükellef olanların tedarikat-ı seferiyyede bulunmalarını kimse Medine-i Münevvere’de ictima’ etmişlerdi. Ol hazret ahkam-ı ihramı haccın vaciblerini ve sünnetlerini beyan ederek hutbe irad buyurdular.. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz Zilka’de’nin hitamına altı gün kala Perşembe yahud Cumartesi günü öğle namazını mescid-i şerifde dört rek’at olarak kıldıktan sonra mübarek saç ve sakallarını taradı; hoş rayihalı yağ sürdü. Miskli kokular isti’mal etti. Rida ve izarını giydi. Öğle ile ikindi arası arkasından sağından solundan gözün görebildiği yerler halk ile dolu bulunduğu halde ilerleniyorlardı… Hutbe irad buyurulduğuna öğle namazı kılındığına bakılacak olur ise yevm-i hareketin Perşembe değil Cumartesi günü olduğu anlaşılır. Çünkü Fahr-i Kainat efendimizin Cuma’dan maada günlerde ahaliyi cem’ ettirerek minberde hutbe irad buyurdukları ma’lum değildir. Şu halde ol hazretin Cuma günü ba’de’l-Cum’a hac hakkında irad-ı hutbeden sonra ferdası Cumartesi günü öğle namazını kılarak yola çıkmış oldukları müsteban olur.. Kafile Zülhuleyfe mevkiinde tevakkuf etti. Orada geceleyeceklerdi. Binaenaleyh yola çıktıkları günün ikindi akşam yatsı namazları da orada kılındı. Ferdası günün sabah namazı da kılındıktan sonra ol Hazret kurbanlık devesinin hörgücünü kanatarak nişanladı ve bir de kılade olmak üzere boynuna na’leyn taktı. Sonra ihrama mahsus olmak üzere gusl etti. Mübarek başını gaynın kesriyle gısl ile yıkadı. Miskli tib isti’mal etti. Rida ve izarını giydi. Öğle namazını kasr tarikiyle iki rek’at olarak kıldı. İşte namazını kıldığı şu yerde hacc-ı kırana yani hac ve umrenin ikisine birden niyet ve cehren diye telbiye eyledi. Ba’dehu nakasına bindi. Ashab-ı kiram aleyhissalatü vesselam Efendimiz’in telbiyesini işitiyor ve ol hazretin emriyle onlar da telbiyelerini yüksek sesle okuyorlardı. Bundan böyle yüksek mevki’lere çıktıkça yokuşlara indikçe… telbiye ediliyordu. Fakat ol Hazret ihlalinde bazen hac ve umrenin ikisini zikr ediyorlardı. İleride görüleceği vechile işte bu noktadan dolayıdır ki Hazret-i Peygamber’in şu ihramında karin veyahud mütemetti’ ve müfrid olduğu hakkında ihtilaf edilmiştir: Hac ve umreyi zikr ederek ihlalini işitenler ol Hazret’in karin olduğuna yalnız birisini zikr eylediğini görenler de ya müfrid yahud mütemetti’ olduğuna kail olmuşlardır. Fakat ashab-ı kiram hazeratı aleyhissalatü vesselam efendimizin tahyiri üzerine kendi arzularına göre bazıları müfrid bazıları karin yahud mütemetti’ olarak ihrama girmişlerdi.. Zülhuleyfe mevkiinde Hazret-i Ebubekir’in zevcesi Esma binti Umeys doğurmuştu. Ol Hazret onun gusl ederek ihrama girmesini emr etti.. Kafile-i hüccac Seref nam mevkie geldiklerinde Resul-i Ekrem efendimiz hedyleri bulunmayanların –ifrad yahud kıran değil de– umre niyyeti üzere bulunmaları daha iyi olacağını söyledi. Dikkat edilecek olursa bunun evvelki tahyiri bir dereceye kadar nakz ettiği görülür. Çünkü Mikat’ta iken ashab-ı kiramın istedikleri gibi ihram etmelerine müsaade edilmiş iken Seref mevkiinde umrenin mendubiyeti beyan buyuruluyordu. Bu halde hedyleri bulunmayanların ifrad ve kırandan ziyade mendubiyete riayeten umre tarafına meyl etmeleri daha mahbub olacaktı. Umre niyetiyle ihrama girmiş olan Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe şu Seref nam mevkie geldikde adeti görmeye başlamıştı. Peygamberimiz Efendimiz ona da tavaf ve sa’yden maada bil-cümle ef’al-i hacca iştirak edebileceğini söyledi. Kafile Zilhicce’nin dördüncü Pazar gecesi Zi-Tuva nam mahalde geceleyerek ol Hazret sabah namazını eda ettikten ve yıkandıktan sonra hareket eyledi. Gündüze karşı “Seniyyetü’l-ulya” ve şehrin yukarı tarafından Mekke-i Mükerreme’ye girildi. DÖRDÜNCÜ NÜSHADA MÜNDERIC SUALE GÖNDERILEN CEVAPLARIN İKINCISI: ] [ Müfti-i Kaza-i Savur Ahmed Hilmi ---- FELSEFE ---- ---- MUSAHABE ---- – – tevafuku şart-ı a’zamdır. Fikirler tevafuk etmedikçe şahseyn beyninde münasebet husulü mümkün değildir. Hem-dem-i muvafık bulmak hususundaki suubetin menşei de bu şerita-i müvanesetin kolay kolay elde edilememesidir. Nasılsa biz buna muvaffak olmuş kendimize bir yar-ı muvafık bulmuş refikimde bir müddetden beri beledi bir maraz halini alan “politika” hastalığına tutulmaya bir isti’dad gördüğümden bu maraz-ı elimin sirayetinden muhafaza-i nefse medar olacak bazı tedabir-i vakıyyeye tevessül etmesini kendisine halisane olan mahallere tekarrübde ısrar etti; nihayet olanca şiddetiyle bu maraz-ı müdhişe tutuldu. Marazın devr-i takrihı refikimin ahval-i umumiyyesince bir fevkaladelik göstermediyse de buhran devreleri cidden beni endişeye duçar etti. Sirayeti mikrop vasıtasıyla değil –esneme gibi– alaka tarikiyle olmasına nazaran cismaniden ziyade ruhani demek olan bu derd-i müz’icin indifaı edecek bazı telkīnatta bulunmak istedim; maatteessüf hiç te’siri olmadı. Hatta bu telkīnat ma’kus neticeler verdi. Yani refikim vesaya-yı dostanemden memnun olmak şöyle dursun üç beş aydan beri benimle büsbütün kat’-ı münasebet etti. İade-i münasebet hususunda ısrarın faydayı değil bilakis mazarratı mucib olacağını bildiğimden ben de kendisini aramaz oldum. Geçen gün bir de baktım ki bizim refik-ı muhterem çıka geldi ve ma-sebakdan nedameti mu’lin bir tavr-ı şetaretle cebr-i hatır tarikine süluk ederek gevrek kahkahalarla karışık yaldızlı cümleler sarf etmeye tab’a küşayiş verecek latifeler söylemeye başladı. Ben de mukabelede kusur etmedim. Fakat biçarenin şahsiyet-i maddiyyesinde gördüğüm azim bir tebeddül cidden nazar-ı dikkatimi celb eylemekten hali kalmıyor idi. “Ez-zahirü ünvanü’l-batın” kaidesinin pek az tehalluf ettiğine yahud hiç tehalluf etmediğine binaen refikimin şahsiyet-i ma’neviyyesinde de bir tehavvül vukū’una hükümde tereddüd etmedim. Lakin kendisini endişeye düşürmemek için asla bu tebeddülün esbab-ı mucibesini sormadım; zaten kendi kendine meydana çıkacak bir şeyde Refikim gayet cevval bir zekaya malik olduğundan edebiyatı sever felsefeden lezzet alır hele mübahesat-ı diniyyede ale’l-ekser ifrata varır. Fakat kaldırım siyasetine kat’iyyen temayül etmez idi. Bir zaman bilhassa şiire ziyadece bir sinden dun bulduğumdan bir gün kendisine şöyle ihtarda bulunmuş idim: Birader niçin daha nafi’ şeylerle iştigal etmiyorsun? Bazı şeyler vardır ki “alelade”si sahibi için hiçbir meziyet te’min etmez: Onlardan biri belki birincisi de şiirdir. le müstesna bir lutfuna mazhar olmayanlar sevk-i hevesle cebr-i tabiat vadisine süluk ederek şiir namına bazı eserler vücuda getirebilirler ise de eserlerinin kıymeti mahdud hele ömürleri pek azdır. Şiir vadisi herkesin bir kere başvurduğu bir vadidir. Ber aksü’l-amel ekseriya o vadiye süluk edenleri ric’ate mecbur eder. Şiirin a’lası bir şey aleladesi hiçtir. Alelade şiir söyleyenler en şayan-ı merhamet adamlardır. Hem senin gibi ezkiya-yı ümmetin kaffesi şiire heves edecek olursa ortada yalnız bir mevzu’ kalır ki o da kaht-ı rical yüzünden vatanın müstakbelen uğrayacağı beliyye-i müdhişe mazmunudur maazallah artık o şairler o zaman bol bol mersiye söylesinler! Refikim bu ihtarımın kendisi için tazammun ettiği haberi teslim ile beraber yine bildiğinden şaşmadı. Ben de pek ilerisine gitmedim. Bir aralık mebahis-i diniyyeyi ta’mik fikrinden sarf-ı nazar etmesi için de kendisine bazı vesayada bulunmuş idim. O cihet benim meadıma tealluk eder ondan asla feragat edemem dedi. Bundan dolayı ara sıra beynimizde dini mesaile dair bazı mübahesat cereyan eder idi. Vakıa politika hastalığı bunların kaffesini unutturmuş idi. Fakat bu unutmak muvakkat idi. Zira o gün beynimizde biraz afaki sohbet ceryan ettikten sonra refikim ciddi bir tavr ile şu sözleri söyledi: – Birader sen pek iyi bilirsin ki ben dinsiz olmadığım gibi dinsizleri de sevmem. Çünkü bütün meziyyat-ı insaniyyenin din ile kıyamına kail olanlardanım. Fakat bu günlerde ahval-i ma’neviyyemde garib bir tebeddül müşahede ediyorum. Vicdanımda dine dair iki muhtelif cereyan hasıl oldu. Ben bu cereyanlardan birine akli diğerine hissi diyeceğim. Sebeb-i tesmiyeyi şimdi anlarsın çünkü bizim akıl namını verdiğimiz kuvvetle düşündükçe din hususunda bir türlü kanaat-ı kamile hasıl edemiyorum; daha doğrusu dine düşündüğüm zaman da bir türlü kendimi dinden alamıyorum. Yani dinsiz olamıyorum. Bu iki kuvve-i muhalifenin arasında bir nokta-i istikrar bulmak benim için mümkün değil. Görüyorsun ya ne müşkil bir hal! Bunun sebebi nedir? Bu müşkilimi halledersen cidden beni memnun edersin. Bu tezebzüb benim huzurumu ihlal ediyor. – Sadakallahülazim. Birader sizin ahval-i ma’neviyyenizde vukūa gelen bu tebeddül siyasiyat ile çokça uğraşmanızın cümle-i asabiyyenize olsa gerek. – Canım sen de çocuk gibi söylüyorsun. Siyasiyat ile iştiğalin bu hal ile ne münasebeti olabilir? O başka bu başka! – Filhakīka öyle; fakat a’sab bir kere mütezelzil olunca ondan tevellüd edecek halatda intizam-ı mantıkī aranmaz. Hatta muvazenesi bozuk adamların efkarında görülen adem-i ıttıraddan kinaye olarak: Sap derken saman diyor derler. Afvınıza mağruren söylüyorum muvazenesizliğin man­ tığına mahsus kıyasatta ale’l-ekser mukaddime başka netice yine başkadır. İştigalat-ı siyasiyyeden dolayı muvazenesine halel gelen bir cümle-i asabiyyenin a’raz-ı tezelzülü –sizde görüldüğü vechile– bazan böyle dini bir şekilde de tezahür edebilir. Biraz istirahatle ta’b-ı zihniye nihayet verir – Anlaşılan sen bana deli nazarıyla bakıyorsun. – Estağfirullah; Yalnız sizi ta’b-ı zihniden muztarib gibi görüyorum. Niçin sözlerimden öyle ma’kus bir ma’na çıkarıyorsunuz? – Boş lakırdıları bırak da şu benim ukde-i hatırıma bir çare-i hall bul. – Sizin ukde-i hatırınıza çare-i hall olup olamayacağını bilemem.Yalnız yukarıda: Bizim akıl namı verdiğimiz kuvvet beni dinden teb’id his dediğimiz şey de dine takrib ediyor demiş idiniz. Bu münasebetle nefs-i natıkanın şu iki kuvveti hakkında müsaadenizle bazı mülahazat serd edeceğim. Fakat şu şart ile ki şayed söyleyeceğim sözlerdeki mantık da sizin mantıkınıza benzeyecek olursa birbirimizn kusuruna bakmayalım. Söz aramızda kalsın. Zira ahval-i hazıra bende de bu gibi mesail-i dakīka hakkında i’mal-i fikr edecek kudret bırakmadı. – Canım ne beis var? Gayeti bir mülahazadan ibaret değil mi? Doğru ise kabul değilse red ederim. Doğru olmadığından dolayı da asla sizi muaheze etmem. Hem yekdiğerimize karşı o kadar müşkil-pesend olursak uhuvvet-i hazıramıza veda’ etmek lazım gelir. – Pekala öyle ise ben de bu babdaki mütalaamı beyan edeyim: Hani hatırınıza geliyor mu? Bir zaman rüşdiye mekteplerinde okutulan ma’hud İsagoci Risalesi’ nde insanın diye başlayan bir ta’rifi vardır. Rahmetli hocamız bu ta’rif münasebetiyle bir gün bize şöyle fıkra anlatmış idi: Eflatun talebesine ders verdiği esnada insanı bu suretle ta’rif etmiş. Meşhur Diyojen de o gün kapıdan Eflatun takririne kulak misafiri oluyormuş bu ta’rifi işitince hemen gidip bir horoz bulmuş tüylerini yolmuş işte mualliminizin ta’rif ettiği insan budur diye horozu dershaneden Çocukluk bu ya bu fıkrayı işitince irade elimden gitti başladım kahkaha ile gülmeye hatta o kadar güldüm ki fes başımdan düştü. Eğer hoca efendi o zamanın hükmünce en mühim vesait-i ta’limiyyeden olan uzunca boylu kızılcık değneği ile bu hande-i ma’sumanenin lezzetini kaçırmamış olaydı belki dersin nihayetine kadar gülecek idim. Haydi gel bizde Eflatun’un şu ta’rifine bir nazire yapalım. olursa çatal çekice benzer bir mahlukdur. Başı ile boynu oldukça muntazam bir bal kabağı gibidir. Vücuduyla başındaki kıllar ihtimal ki devr-i tekamül-i hayvaninin bidayetinden beri tabiatin uğraşa uğraşa ancak bu kadar temizleyebildiği kılların bakiyyesidir. Cebhe denilen mesafelice sathın altında ğıya doğru bir tümsek iner ki nihayeti teneffüse ve bir nevi’ mayiin seyelanına mahsus iki delikle mücehhezdir. Ondan sonra ağız denilen bir yırık gelir. Bu yırığın içine gıdayı ezmeye mahsus küçük küçük kemik parçaları dizilmiştir. Erkeğin gövdesinde vazifesi olmayan lüzumsuz iki tomurcuğu unutmayalım. Gövdenin yukarıki kısmında sopaya benzer iki uzuv onların müntehasında da beş aded diğer uzv-ı müteferrik vardır. Vücudun aşağı kısmında orta çapda iki odun gibi diğer iki uzuv ile bunların nihayetine merbut ve parmak nev’inden beş uzv-ı müteferriki havi bir uzv-ı diğer görülür. Hülasa insan heyet-i mecmuası i’tibariyle daha pek çok tashihe muhtaç olan tekamül müsveddelerinden bir müsvedde olup kim bilir beyaz edilinceye kadar daha kaç bin sene geçecektir! – Aman birader sayıklıyor musun? Yoksa benimle eğleniyor musun? – Hayır ne sayıklıyorum ne de sizinle eğleniyorum. vetle bakıyorum. İnsanı o kuvvetin muktezası vechile ta’rif ve tasvir ediyorum. Aklı hissine galib bir müdakkik sıfatıyla bilirim? Bu ta’rifi daha insanın kısm-ı dahilisine teşmil etmedim. Eğer teşmil edeydim sahifeler dolar taşar idi. hissiyyeden tecrid ile tasvir demektir. İnsan bir de zatında tecelli eden mehasin-i zevkiyyeyi tahlil ve irae suretiyle tersim edilir. İnsanı o yolda tasvir edebilmek için tahlil bedayiinde en dakīk mehasin-i san’atı görebilecek duhat-ı san’atın hissiyle mütehassis onların gözüyle mücehhez olmalıdır. – Pekala bu iki tasvir-i mütehalifden ne çıkar? – Bu iki tasvir-i mütehalifden şu çıkar ki insan bir şeye baktığı zaman his gözünü tamamıyla kapayıp da yalnız nüfuz-ı nazarındaki isabet-i kat’iyyesine kail olduğu akıl gözüyle bakacak olursa mevcudatta tecelli eden bedayi’-i zevkiyyeden birini göremez dünyada hiçbir şeyden zevk-i bedayi’ namına lezzet alamaz. İşte sizin dine olan nazarınız da anlaşılan sırf akli bir gözle olsa gerek. Yalnız o nazar zevk-i sahih-i iman ile görülebilecek mehasin-i diniyyeyi görmenize mani’-i kavidir. Siz yalnız o gözle bakarsanız dini başka bir mahiyette görürsünüz bu görüşle de asla ona ısınamazsınız. Akıl daima her türlü mehasinden ari gibi gördüğü esasa nazır his de o esasda tecelli eden mehasinden müteessirdir. Mehasin-i eşyayı görebilmek için akıl hissin his de aklın nazımı mütemmimi olmalıdır. Hisse makrun olmayan akıl eğer ta’bir caiz ise bir kuvve-i yabisedir. Tamamıyla akla bigane olan his de cinnetin bir nev’idir. Akıl ile his daima birbirini ve ikmalinden sonraki tecellilerine kemal-i akli yahud akl-ı kamil denir. Bu aklın anasırı ale’l-ıtlak akıl namı verilen kuvvetle hisden ibaret olduğu halde ale’l-infirad onların birine benzemez ve hatta kendisine üçüncü bir mahiyet dedirtecek kadar onlardan his ve akıldan temeyyüz eder. Bu temeyyüzle vücuda getireceği asar da tamamıyla kendisini vücuda getiren anasırın ef’al ve asarına muhalif olur. Şu fikrimi izah ve hayvaninin ma-bihi’l-hayatı olan su iki hacim müvellidü’l-ma’ Müvellidü’l-ma’ mevadd-ı nebatiye ve mevadd-ı hayvaniye olup tabiatde mühim roller icra eder. Müvellidü’l-hamuza da vezaif-i sairesinden kat’-ı nazar bizdeki şu’le-i hayatı ikad ediyor. Şu halde hayatımızın rüknü demektir. Bu iki unsurun yukarıki nisbet üzere imtizacından üçüncü bir madde hasıl oluyor ki o da bildiğimiz sudur. Suyun kendisine mahsus bir vazifesi var ki bu vazife onu vücuda getiren iki unsur yani müvellidü’l-ma’ ile müvellidü’l-hamuza tarafından ale’l-infirad ifa edilemez. Bu vazifeyi ifa edebilmek için o olmasa idi bugün saha-i arzı tezyin eden devam-ı hayatı suya muhtaç olan sunuf-ı nebatat ve hayvanattan hiç biri vücuda gelemez idi. Bu bir misaldir tamamıyla mümesselin aynı olmak lazım gelmez; ancak yukarıki fikirleri bazı mertebe Din-i mübinin mehasin-i ulviyyesini görmek de semavi bir zevkin lahuti bir hissin nisbet-i adile-i ilahiyye üzere akla run bu suretle imtizacından üçüncü bir mahiyet hasıl olur ki onun vücuda getireceği asar kendisini teşkil eden akl-ı mahz dan ma’dud değildir. Zira akl-ı sahih-i Rahmani’nin cümle-i asarından olan mukaddesat-ı vicdaniyyenin ki ashabı nezdinde kıymeti pek büyüktür kaffesi o akl-ı sahif için birer kayd-ı fasid-i vehmanidir bir adamın işi yalnız o aklın tasarrufuna kalırsa vay onun haline! Bu aklın tasarrufu insana havsala-suz şenaatleri insaniyyetle kabil-i te’lif olmayan denaetleri bir emr-i tabii gibi gösterir. İnsan kendisiyle ana evlad kardeş teyze hala gibi meharimi beynindeki revabıt-ı mukaddesenin hetkinde asla bir mahzur görmez. Bu aklın tamamıyla hüküm-ferma olacağı devrenin hululünde kalb ve vicdanı tezyin eden mukaddesattan mütevellid rakīk nazik hisler birer birer körleşecek; cemaat-i insaniyyenin muaşeret hususunda köpek sürülerinden farkı kalmayacaktır! O zaman insan mukaddesat-ı vicdaniyyeden tecürrüdü i’tibariyle bir u’cube-i hilkat bir mecmua-i şenaat ve gılzat olacaktır. Öyle akla öyle olsun! Ondan tehassül edecek menafi’ ve lezaiz bir milyon kere yerin dibine girsin! Benim i’tikadıma kalırsa böyle bir aklın zevkinde de bir garabet olmak lazım gelecek onun nazarında pis ile temiz müsavi olacak. Çünkü ikisinin anasırı beyninde hiçbir fark-ı kimyevi yoktur. Azot her yerde azot karbon her yerde karbondur. Şu hale nazaran pislik ile temizlik anasır beynindeki deki ihtilafatdan münbais takdirat-ı vehmiyyeden başka bir şey değildir. Akıl bunu isbat ve kabul ettikten sonra zevkin reddetmeye asla hakkı yok demektir. – Birader hatırın kalmasın ama deminden beri amma mugallata amma safsata sarf ettin! – Hakkınız vardır. Bu da nokta-i nazara tarz-ı telakkīye aid bir tevcihdir. – Aklı kısım kısım ayırdın bunlara kendince birer nam verdin mukaddesatı yıktırdın; nihayet zevki de berbad ettin! Senin fikrine kalırsa mukadderat-ı insaniyyenin nazımı olan o nur-ı cihan-efruz ile’l-ebed inhisafa mahkum olacak demektir. Eğer herkes senin i’tikadın vechile hareket etse idi Avrupa bugün kurun-ı vusta vahşetinden kurtulamaz akıllara hayret veren asar-ı medeniyyeden biri vücuda gelemez – Ben size asar-ı medeniyyeyi vücuda getiren aklın faaliyetini ta’til ediniz demedim ki böyle bir söz söylüyorsunuz. Bahsimiz vicdana i’tikada aid bir mes’elenin tahlilinden tediğiniz kadar kullanınız. Hikmet-i tabiiyyeye tıbba çalışıp Edison gibi bir mucid Erlih gibi bir kaşif oldunuz da size niçin oldunuz mu dediler? Halbuki çok kimseler akıllarını bu vadilerde isti’mal etmiyorlar. Bütün kuva-yı zihniyyelerini mevcudiyet-i milliyemizin rükn-i rekini olan en mukaddes bir şeyin hedmine yed-i kudretin ikad ettiği bir nurun ıtfasına hasr ediyorlar. Fakat emin olsunlar ki Cenab-ı Hak onların bu mesaisine rağmen o nuru kıyamete kadar söndürmeyecektir. – Pekala ama faaliyetinde bir çok kuyudun zebunu olan aklın ne hayrı olur. Akıl tasarrufatında mutlak olmalı ki faaliyetinden muntazar olan fevaid-i maddiyye ve ma’neviyye husul bulabilsin! – Fevaid-i maddiyye hususunda bir şey diyemem; fakat fevaid-i ma’neviyye emrinde sizin i’tikadınız vechile aklın ıtlakından bir şey anlayamam. – Ne demek? Madem ki aklın kemali onun inkişafıyla kaimdir; Takyid ister maddi olsun ister ma’nevi bu inkişafa mani’ değil midir? – Orasını bilmem; fakat din hususunda akla lüzumundan fazla faaliyet verilirse aksi kaziyye tecelli eder. Yani akıl kemale değil bilakis zevale müteveccih olur. Bunun neticesi de hezeyana varır. – İşte anlayamadığım anlayamayacağım bir söz daha. – Size sorarım madem ki her şeyin izdiyad-ı faaliyyetinde ale’l-ıtlak bir feyz bir kemal görüyorsunuz şu halde mi’yar-ı sahih-i afiyyetiniz olan hararet-i gariziyyenizin niçin otuz yedi dereceden fazla bir dereceye irtikasından tehaşi ediyorsunuz? Neden onu da otuz dokuza kırka doğru çıkaracak esbaba tevessül etmiyorsunuz? Sizi daima otuz yediyi muhafazaya mecbur eden sebeb nedir? Çünkü afiyetiniz bununla kaimdir. Hararet üç derece daha yükselince başlarsınız mevcudu ma’dum ma’dumu mevcud görmeye! Hazine-i hafızanızda müddehar ve revabıt-ı mantıkiyye ile yekdiğerine merbut olan bir takım kelimatın mikraz-ı hezeyan ile şiraze-i irtibatı kesilir başlarsınız o kelimatı avuç avuç ortaya serpmeye vezinsiz kafiyesiz şiirler tanzim mübtedasız habersiz cümleler tertib etmeye! Hararetiniz otuz yedi raddesinde iken bu gibi ahvalin kaffesinden azade idiniz. Bakılırsa yine kendi cinsinden ona olmaması hatta afiyeti feyz-i hayatı arttırması lazım gelir idi. Halbuki bu tezayüdle emir ber-akis oldu. Hararet bir derece daha yükselecek olursa nur-ı hayatınız büsbütün sönecek yüzünüz dünyadan ahirete dönecek! İşte bu inkılab-ı azim topu topu üç derecenin te’sir-i füsun-sazıdır. Tıbkı bunun gibi afiyet-i ma’neviyye de sizin faaliyet-i akliyye namını verdiğiniz şeyin ba-husus i’tikadiyatta şer’-i şerif ile muayyen olan derece istikrarıyla kaimdir. Aklın o dereceden inhirafıyla derhal mizac-ı ma’neviyye inhiraf tari olur. Mizac-ı ma’neviyye inhiraf tari olunca onun a’raz-ı tabiiyyesinden olan nöbetler başlar. Kat’a vücudu olmayan mevhumat birer hakīkat-i sabite şeklini alarak marizin dimağ-ı fasidini tazyik eder. Bu tazyikı müteakib din-i mübin aleyhinde bir takım hezeyanlar birbirini vely eyler. Yazık ki bazı sade diller de bu herzelere bu hezeyanlara selim bir kafanın mahsul-i irfanı metin bir aklın zübde-i ictihadı nazarıyla bakıyorlar ve bu suretle dünya ve ahiretlerini berbad ediyorlar. Afiyet-i maddiyyeye tari olan haleli gösterecek bir mikyasü’l-harare mevcud olduğundan onun selametten inhirafı çabuk anlaşılıyor. Keşke elde afiyet-i ma’neviyyeye isabet eden haleli de gösterecek bir mikyas olaydı! O zaman din-i mübin hakkında akıl ve hikmet namına ortaya sürülen yavelerin hezeyan-ı mahmumdan başka bir şey olmadığı pek kolay anlaşılır idi. . Ferid EDEBİYAT ---- ZEMZEME-I LA-YETENAHIYYET ---- Sonbahar sakit ve penbe akşamıyla tabiati süslüyordu; hayat-ı medeniyyetin gürültülerinden uzak ve sahranın bir köşesine sığınmış inzivagahımdan çıktım; kısa ratıb çimenlerin üzerinde ilerledim… Rüzgar büsbütün durmuştu Şemsin ateşin büyük küresi garbda keskin ve muayyen muhitiyle ufkun al sinesine yaslanarak bulunduğum yerden geniş bir derya-pare ile ayrılmış arazi-i baide üzerinde dinleniyordu… Üstümdeki asuman önümdeki vesi’ deniz şark ve cenub ufuklarını hududlayan ali mehib dağlar nihayetleri sisler içinde gaib olup giden sahralar hasılı bütün tabiat-i muhita derin bir sükut-ı müştereke hürmetkar bir istiğrak-ı hayal-engiz içinde ateşli muhteşem güneşin erguvan eşi’a-i vapesinini bel’ ediyordu. Bilmem neden bu akşam bende de müstesna bir halet vardı. Muhitin bu asudegisinden azamet-i vakūrundan fikret-i nazik-terininden bana da büyük bir hisse ayrılmıştı. Sanki bu al güneşin gül ziyaları ta ruhumun dimağımın a’makına kadar girerek orasını da nurlandırıyor orada endişelerin ve bazı dikenli elemli şüphelerin saklanmak söylenmek okşuyordu. Müfekkiremde bir vüs’at nihayetini ihata ve muhakemeden aciz olduğum münevver bir vüs’at vardı. Vücudum maddiyetten onun kayıdlarından ağırlığından kurtuluyor gibi idi. Afak-ı besimeye baktıkça fikrimle nazarımla refakat ederek onları kendime iki şehbal-i esiri yaparak ta oralara uçmak yükselmek isterdim. Sema zerrin hututla münakkaş mailiği ve her şeyi hatta en büyük elemleri en siyah şüpheleri ruhumu da’vet eder gibi durur ve ben onun a’makına baktıkça na-mütenahiliği hisseder adeta görürdüm! İhtiyarsız gözlerimi yükseklere çevirdiğim zaman o saha-i esiri sanki milyonlarca gayet ince mai tüllerin tekasüfünden vücud bulmuş da şimdi onlar birbirini müteakib ve nihayetsiz derinliklere başlangıcı olmayan müebbed mesafelere doğru açılıyor daima açılıyor zannederdim! Heva-yı saf ile beraber onun zerratıyla memzuc olarak gönlüme şu güzel ve büyük kainata bu yeşil sahralara bu mai pür-vakar u azamet denize mai semaya besim ve nevazişkar güneşe sisli ve uzak kırlara dağlara ve kainatın bütün bu erkan-ı azamet ve heybeti muvacehesinde o kadar vazi’ lakin dil-nişin kalmış düşünen şu önümdeki solgun şukufeciğe ait yüreğimi çarptıracak kadar müessir derin bir muhabbet merbutiyet girer yayılırdı… Daire-i bedia-i ufku bir daha minnetdar mübtela aşina gözlerimle ve ruhumla seyrettim: Kainat! Sanki bir nokta-i nurani ki: Dest-i bediakar-ı kudret bir zinet olmak üzere adem-i mutlakın sahife-i deycur ve siyahı üzerine koymuş! Bir gülistan-ı fikret ki: Ziya şükufesi esir-i nesim hoş-revanı ve ruh her dem terane-saz-ı la-yetenahiyyet andelibidir! Bu müstesna akşamda işte böyle na-mütenahiyetlerden gelen derin bir zemzeme-i samit böyle pür-nur u ziya bir güzellik böyle munis himayetkar bir büyüklük vardı. Etrafımdaki her şeyi biliyor seviyor hürmet ediyordum. Oh şu arz-ı bedi’ ve mutarra ile şu pür-nur u nar olan ezeliyyet-peyma sema agūşunda fazıl sai ve mes’ud yaşamak Şark garb zemin asuman ayağımıza ruhumuza saçılmış hazain-i istifade ve saadetiyle nasıl muhteşem bi-nihaye önümde uzayıp gidiyordu. Derin bir huşu’ ve minnet içinde ta a’mak-ı mevcudiyyetimden titredim; la-yetenahiyetin zemzeme-i samiti kevserin bir müessiriyetle ruhuma dedi ki: “Güneşin doğduğu ve güneşin battığı yerler Allah’ındır. Hangi tarafa baksanız Allah’ın vech-i zatı o cihettedir. Allah vasi’ ve alimdir.”* TABUTUN İÇİNDEN Bir haile bir mevce-i nalan-ı terahhum Bir velvele bir seyl-i huruşan-ı teellüm Bir mersiye-i ye’s okuyan kitle-i sair… Baktım gidiyorlardı bütün haib ü hasir; Baktım gidiyorlardı bütün sakit ü sakin Simaları feryad ediyordu gibi lakin Bir sayha-i hamuş-ı elem yükseliyordu; Bir nale-i cangah-ı teessüf geliyordu… Bakdım da nasılsa o tevali-i hücuma Ben de kapılıp düştüm o girdab-ı gumuma: Bir mevkib-i mevt… Ortada sanduka-i tabut… Bir şehka-i nevmid… Fakat samit ü mebhut… Bir alem-i hiçiye bizi aldı götürdü; Herkes o zaman korkulu bir manzara gördü. Bir manzara… Yok manzara denmez buna –haşa!..– Kasvet veriyor ruhuma ettikçe temaşa: Her bir taşı bir nevha-i cansuz-i mücessem; Her bir ağacından geliyor bir acı matem; Afak-ı siyahından esen sarsar-ı sem-nak; Bir hufre kazılmış duruyor ortada muhiş; Etrafı kemiklerle dolu korkulu müdhiş… Kaç ailenin –kim bilir– ikbal ü ümidi Bu kabre gömüldü bu derin hufreye girdi. Vardık o derin hufrenin etrafına durduk Tabutu sükunet ile indirdik oturduk. [ Hiç duymadığım pek acı bir sayha-i şiven Bir nevha ki sessiz geliyor ah ediyordu; Bir vaz’-ı mehibane ile şöyle diyordu: “İbret size! Ey alem-i fanide kalanlar! Lezzat ü meserratını terk eyledi öldü Bu kabre bu matmure-i nisyana gömüldü. Köşkler yalılar tantanalar hep hiç imiş ah!.. Bir gün yed-i kahhar-ı kaza ademi nagah Dur eyler imiş sevdiği zevk aldığı şeyden Emval ü iyalinden o gafil yaşıyorken. Ölmek... O benim akl ü hayalimde değildi; Ezvak-ı hayatımdan uzak bir yere şimdi Bir mahbes-i tengiye beni terk edecekler; Sonra bırakıp da yapa yalnız gidecekler. Bir parça kefen… İşte bu hep mal ü menalim; Bi-kes ve garib kaldı yazık ehl ü iyalim; Dünyada benim kalmadı hiçbir şeyim eyvah!.. Ancak bana ümmid-i teselli büyük Allah...” Bir süngü gibi ruhuma saplandı bu sözler; Bir söz ki duyan taş bile olsa yine titrer. Bir öyle teessür ki daha fazlası olmaz; Bir öyle teessür ki sanırdım: Unutulmaz... Pür-hüzn ü telehhüf onu defn eyledik artık Geldik... O teessürleri hep orda bıraktık; Daldık yine derya-yı şuunatına dehrin Geçti acısı birden o te’sirin o zehrin. Ya Rab! Nedir insandaki bu gaflet ü nisyan?!. Bu gaflet ü nisyan ile aldanmada insan. Bir lutf-ı cemilin bize bu!.. Yoksa bu alem Baştan başa insanlara bir gam-geh-i matem Bir sahne-i pür-facia-i nekbet olurdu: Terk eyler idi çoktan evet hepsi bu yurdu EBU’L-ALA’ MAARRI Din insanın diğer insanlara kendi nefsine ve Cenab-ı Hakk’a karşı üzerine vacib olan –Cenab-ı Hakk’a mensub olmak şartıyla– tealimdir. Dinin bir vaz’-ı ilahi olması erbab-ı nazar arasında mevzu’-ı bahs olmuştur. Bir takımları derler ki: İnsan kendi maslahatını idrakten kasırdır; tarik-ı hayrı ancak kendine tebliğ-ı hakayık edecek bir mürşid-i ma’sumun delaletiyle tanır ve ona vasıl olabilir bu suretle insanlar Cenab-ı Hakk’a karşı ikame-i hüccet edemezler. Bazıları da: Akl-ı insanide bir kifayet görürler ve hidayetin tarik-ı yeganesi akıldır risalete gelince: O da’vada bulunanların siyadet ve zeamet için intihal ederek halkı istedikleri tarafa sevk etmek ve bu suretle devlet ve miknetlerini te’min eylemek üzere reng-i semaviyyetle telvin ettikleri bir nevi’ sınaatdir derler. Bu ikinci kısımda hem resulü hem mürseli inkar edenler de bulunur. Fakat biz tafsil-i mezahib sadedinde değiliz. Bizim mevzu’-ı bahsimiz şudur: Maarri; edyana kail olanlardan peygamberanı tasdik ederek kendi nefislerinde iddia ettikleri sıfatı –ki Allah’dan tebliğ-i ahkam etmiş olmaktır– bir hüküm verivermek kolay değildir bu mes’elede öyle havadan söz savrulamaz. Evet biz Maarri’nin aleyhine hüküm vermekle müşarun-ileyhi ne cennete sokmuş ne de çıkarmış olacağız. Fakat bizden beklenen feylesofun fikr-i mahzını keşf etmek ve bu hususda ne kendine ne de a’dasına tarafgir bulunmamaktır. Feylesofun din ve peygamberan hakkındaki sözlerini tetebbu’ edenler görürler ki bu hususda Maarri tezahürat-ı acibe göstermiştir: Bazan görürsünüz ki dinde rusuhuna ve kuvvet-i yakīna delalet edecek sözler söyler mürselini takdis eder şeraii tebcil eder. Bir de bakarsınız ki feylesof diğer bir sözüyle peygamberanı tekzib etmiş onların sema ile olan rişte-i ir­ ti­ batlarının maktu’ ve muhayyel olduğuna gönüllerinin is­ tediklerine göre söylediklerine ruy-ı kanaat göstermiştir. Bazan da feylesof şek ile yakīn arasında mütereddiddir; ne nefyi cezm eder ne isbata kaildir. Ben Ebu’l-Ala’yı sözlerinde nefy ü isbat gibi havass-ı ciddiyyet görünmemekten tenzih ettiğim gibi şek ettiklerinde bile şüpheleri olan “cemaat-i la-edriyye”ye mensub olmaktan da müteali görürüm; şöyle düşünürüm: Mesail-i lahutiyyede tefahhus-ı yakīn edenlerin akılları telatum-ı emvac içinde uğraşan bir sefineye benzetirim. Böyle akıllar bir seviyede duramaz; bazan fırtınaların te’siriyle göklere kadar yükselir bazı da denizin dibine kadar te isal eden bir delil bulunmaz. Böyle bir delile müeyyed bil-vahy olanlar muzaffer olabilir. Delil-i lahuti hendesenin ulum-ı riyaziyyenin reybi kabul etmeyen mukaddemat-ı mahsuse melmuse veya bedihiyyeye müntehi olan delillerine benzemez. Edille-i lahutiyye; ekseriyetle –vicdani olsun yahud zanni ve vehmi olsun– kazaya-yı müsellemeye gibi deliller arayan yahud buna kadir olduğunu zu’m eden ya fende mümarese peyda etmemiş bir cahildir yahud mantık meyen müsellem ile bedihiyi tanıyamayan zan ile yakīnde duçar-ı iştibah olan bir zavallıdır. Maarri de diğer feylesoflar gibi bir çok tereddüdlere şeklere uğramış imanlar itmi’nanlar küfürler arasında çırpınmış hayretten hayrete düşmüş nur ve zulmet içinde boğuşmuş bir feylesofdur. Felasife-i lahutun halleri budur; mes’elelerini böyle hallederler; kabil olsa da sahife-i dimağlarını açsak bu müsaraa-i efkarın mebhut bir temaşageri oluruz. Ancak Maarri ile diğer feylesoflar arasında bir fark vardır: Ebu’l-Ala’ her hatırına gelen şüpheyi kayd ederdi; hakka zafer-yab oldu mu tiğ-i şi’riyle batılı deler tekrar bir şüpheye uğradı mı yine bend-i eş’arıyla bağlar saklardı. Diğer feylesoflar böyle yapmazlardı hatırlarına gelen şeyleri zabt ve kayd etmezlerdi gelir giderdi. O halde feylesofun mütenakız ve mütereddid olduğu zannına düşen; erbab-ı nazarın felasifenin suret-i cevelan-ı efkarını bilmiyor demektir. Mes’eleyi bu suretle telakkī edince artık feylesofun nübüvvet hakkındaki bazı akval-i mudarebesini anlamak kolaylaşır; bu yolda bazı şiir [] lerini irad edeceğim ancak şurası bilinmelidir ki ben feylesofun hiçbir sözünü te’vil yahud gayr-i zahire haml edecek değilim; ben bu suret-i yapabilirim? İsbat ve nefy-i nübüvvet hakkında gördüğüm şiirlerini saklayacak da değilim; artık ben de halk da hükmümüzü ona göre verelim. ---- TARIH ---- KILIÇ DİNİ Saul yani Talut’un millet-i Museviyye hükümdarlığına ta’yini ile vazife-i hükümdariyi suret-i muntazamada ve geçtiği görülüyorsa da bir kere inan-ı idareyi kavrayınca ilk himmetini muntazam ve daimi bir ordunun te’sisine tevcih eylediğini anlıyoruz. Bir iki sene sonra Talut Amalika üzerine hücum edip bunları mağlub ediyor. “Ve Saul yani Talut Hüveyle’den Amalika’yı çıkardı… kralları Agag’ı esir aldı. Bütün ahalisini kılıç ağzıyla mahv etti. Lakin Saul ve Beni olan her şeyi öldürmediler. Ancak fena ve red edici olanları külliyen mahv eylediler..” Bununla beraber yine aynı kitabın aynı babında Agag’ın katl olunduğunu görüyoruz ki nebiyyullah olan İşmoil tarafından parçalandı. Bunu müteakib Filistinliler üzerine icra olunan bir sefer-i askeriye tesadüf olunuyor. Talut Cebea hısn-ı metinini fena silahlı kişi ile tutuyor ve bu tehlikeli mevki’den oğlu tarafından bir sa’y-i şeciane ile tahlis olunuyor. Bu cesur delikanlı yalnız silahdarı ile düşmanın karakol kulesi vazifesini onları öyle şaşırtıyor ki: İhtimal muhtelif kabilelerden müteşekkil olan Filistin ordusu birbirine karışıp girişiyorlar. Cebea Kalesi’nin üzerinden bunu müşahede eyleyen Talut Saul hemen aşağı hücum ederek ortada perişanlığı karışıklığı tezyid ediyor. Filistinliler her tarafa kaçışıyorlar; ormanlıklara etrafa saklanmış olan İsraililer ileri fırlayıp onları katl ve larından intikamını alan Talut vatanına avdetle orada bahtiyar ve muzafferiyyat-ı askeriyyesinin şöhretiyle muazzez ya­ şadı. Talut’un bu esfar-ı harbiyyesini müteakib Hazret-i Da­ vud as’ın namı zuhur ediyor ve Talut’un vefatında Beni rail’in hükümdarı oluyor. Devre-i şebabında Davud as hükümdar Talut’u maharet-i musikiyyesiyle mütelezziz etmek üzere saraya gönderilmişti. Ve bu esnalarda da Filistinliler büyük bir ordu ile İbraniler üzerine yürümüşlerdi. Beni ordu mukabil iki dağa konmuş arada bir vadi bulunmuştu. Ahval bu merkezde iken Gaz Şehri’nden bir Filistinli harikulade kuvvet ve cesamete malik Calut isminde birisi tepeden inip vadinin vasatına geldi. Biraz arkasından da müsellah bir güruh geliyordu. Tehdidkar bir vaz’ bülend bir sesle Beni İsrail ordusundan kimi olursa olsun karşı karşı mübarezeye da’vet etti. Ve bu muamele-i hakaretten sonra Filistin ordusuna avdet eyledi. Calut böylece kırk gün Beni İsrail’i mübarezeye da’vet etmiş idi; Bu hal Talut’u çok sıktı. Her defasında ordusunu harp nizamına koyar lakin Calut’un mevcudiyetinden harbe cesaret edemezdi. Davud evvela ordu ile beraber yoktu; sonradan geldi; Calut’u gördü ki: Koca Beni İsrail ordusunda kimse onunla tek başına mübarezeye cesaret edemediği için Beni İsrail’i korkaklık ile tahkīr etmekte idi. Bu hal Davud’u çok müteessir ettiğinden Calut’un bu da’vetini kabule karar verip fikrini Talut’a söyledi. Talut bu kadar mühim bir mes’elenin böyle tarafeynin kuvveti beyninde hiç nisbet görülmeyen bir mübarezeye havalesini muvafık-ı tedbir görmedi. Davud ise dedi ki “Bu küstah Filistinli’nin senin orduna karşı gösterdiği muamele Cenab-ı Hakk’a karşı da bir isyandır; binaenaleyh: Bu mübareze Calut ile Davud arasındaki bir müsabaka-i meharet değil belki Calut ile Beni İsrail’in Rabbi arasında bir imtihan olacaktır. Muzafferiyet benim kolumun kuvvetiyle değil ekseriya celalini isbat için en ali maksadları en aciz vasıtalarla vücuda getiren Kadir-i Mutlak’ın lutf-ı mahsusu sayesinde kazanılacaktır. Bu sözleri tedbirsizce ve ıssız bir i’timad-ı nefs­ den değil belki şu küstah öğünücüyü akval-i kafiranesinden dolayı mücazat için bir vasıta-i ilahiyye ittihaz olunacağıma dair i’tikad-ı kamilemden söylüyorum. Böylece Davud as hükümdarı ikna’ edip Beni İsrail’in mübariz-i müdafii seçildi. Calut’a karşı çıktı; sapana bir taş koyup attı; taş Calut’un beynine girip öldürdü. “Ölüm halinde olan Calut yüz üstü düşmüş yatarken Davud kılıncı kınından çekip merkūmun başını bedeninden ayırdı. Bu vak’a bütün Filistin ordusunu son derece korkuttu; Talut bundan istifade ederek üzerlerine kemal-i şiddetle hücum etti ve uzun mesafelere kadar kovaladı” Bu vak’ada maktulinin otuz bin ve mecruhinin iki misli olduğu ta’dad olunmuştur. Beni İsrail düşmanın ordugahını yağmalayıp sonra götürüp kılıncı dahi Cenab-ı Hakk’a takdim eyledi. “Ve Beni İsrail ile Davud as Filistinlilerin katliamından avdet ederken Beni İsrail’in bütün şehirlerinden kadınlar teganni ve raks ederek hükümdar Talut’u istikbale çıktılar. Ve meserret çalgılar ile gelerek kadınlar oynar iken birbirine cevap verdiler. Dediler ki: Talut kendi binlerini ve Davud kendi on binlerini katl etti.” Bir müddet sonra Talut Davud as’a kızını tezvic etmeyi teklif etti; bu nikahda Davud as’den cihaz ve masarıf-ı izdivaciyye taleb olunmuyordu; yalnız buna mukabil Filistinlilerden yüz kişinin gulfe yani sünnet derileri taleb olunuyordu. Binaenaleyh: Davud as kalkıp gitti Davud ile maiyyeti Filistinlilerden iki yüz kişi katl edip gulfelerini hükümdara takdim ettiler. Ve bütün macera-yı seferi nakl eylediler ki: Hükümdarın damadı olabilsin. Davud as mükafatı olarak Talut’un kerimesi Mişel’i aldı. Muahharan Talut Davud as’ı kıskanmağa başladığından ve öldürmek istediğinden Hazret-i Davud Beni İsrail diyarını terke mecbur oldu. Ve İşmoil suhufunun birincisinde ve yirmi yedinci babda Hazret-i Davud’un altı yüz adamıyla nasıl Gath Gaz Kabilesi Kralı Akiş tarafından mihman-perverane hüsn-i kabul gördüğü “O Davud as ve maiyyeti herkes ailesiyle hatta Davud as iki zevcesiyle Tsiklag denilen bir şehre yerleştirildi.” kendi vatanına karşı bir vaz’-ı hasmane almamak için en büyük müşkilata hedef olduğunu hissediyor; vakit geçtikçe Davud as ile maiyyeti iltica ettikleri memleket ahali-i asliyyesi aleyhinden çapul seferleri icrasına başladılar İşmoil’in ki: Davud as memleketi vurdu ne erkekleri ne kadınları sağ bıraktı ve bütün ganaimi alıp Akiş’e geldi. - . bend “Ve Akiş sordu: Bugün yolunuzu nereye sevk ettiniz? Davud as sahih olmayarak cevap verdi: Yahudiyenin cenubuna ve Ken’anilerin cenubuna karşı ve Davud belki aleyhimizde gelip şikayet ederler Gaz’a getirirler diye ne erkek ne kadın sağ bırakmamıştı; Akiş Davud as’a inandı.” Filistinilerin hükümdarı Beni İsrail ile harbi tazelemek için bir vesile elde ettiği zaman Davud as’ın müşkilat-ı vaz’iyyesi bir kat daha tezayüd etmişti; çünkü: Bütün kuvvetini yeni hükümdar-ı himayetkarının askerine iltihak üzere cem’ eylemesi resmen emr olunuyordu. Fil-hakīka mu’askerde linden yine Filistinilerin kıskançlığı ve adem-i emniyyeti yüzünden halas oldu. Ordudan böyle iştigal edilen Davud as ma’iyyeti ile Tsiklag şehrine döndü. Ancak anladı ki; kendilerinin bulunmadığı esnada Amalika kabilesi burasını muhasara edip şehri yakmış kül etmiş; şehirdeki emvali iğtinam eyleyerek hatta gerek Davud’un iki zevcesini gerek bütün maiyyetinin zevcelerini de esir götürmüştü. “Davud Cenab-ı Hakk’a kalbini tuttu. Başrahib Atyatar’a kendisince büyük libasını giydirmesini söyledi ve bu müşkil felaketli mevkiinden kurtulabilmek için hangi vasıtaya müracaat edebileceğini Cenab-ı Hak’tan taleb etti. Asıl mesele İbranilerin Amalika’yı yakaladıkları takdirde zevce ve çocuklarını tekrar almaya müsaade olunup olunmayacağı ve onlardan Amalika’nın ta’kībi ve onlar üzerine muzafferiyet merkezinde olan cevabını tebliğ etti. Davud bu cevabdan iktisab-ı sevk eyleyip onlara yetişti; bunların bir kısmı uyumuş bir kısmı sarhoş sızmış olduğundan müdafaaya gayr-i muktedir bir halde idiler. Davud as adamları ile bunları üzerine öyle şedid bir hücum etti ve öyle kılıçtan geçirdi ki. Amalika’dan yalnız dört yüz kişi sağ kaldı; bunlar da selametlerini binmiş oldukları develerinin sür’atine borçlu idiler. Nihayet ta’kīb zevalden geceye kadar devam ettikden sonra İbraniler zevcelerini ve çocuklarını ve Tsiklag muhasarasında Amalika’nın Bedbaht Talut’un akıbeti yakın idi. Kanlı Gilboa muharebesi’nde Filistini ve Beni İsrail silahları çatışıp netice-i ma’rekede katl olundu. Hükümdar son ye’s içinde kılıncının sapını yere koyup keskin tarafını vücuduna sapladı. Lakin kuvvetinin adem-i kifayesinden buna tamamıyla muvaffak olamadığından kılıcın sapına kadar vücuduna geçmesi hususunda bir Amalika delikanlısının muavenetine muhtac oldu. Beni İsrail’in ilk Kralı Talut İşmoil as’ın vefatından evvel on sekiz sene ve vefatından sonra yirmi iki sene icra-yı hükm ettikten sonra işte bu suretle terk-i hayat etmiştir. AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Kafile halkından olup da geri kalmış bulunan birkaç Türkmen’e yakınlarda bir kuyu olup olmadığını sordum. –Bu tarik ile giderseniz güneş doğarken bir kuyu başına vasıl olursunuz dediler. Ta’rif mucebince yola devam ettik. Güneş yükseldi sıcak ziyadeleşti hayvanlarımızda yürüyecek takat kalmadı bizim de hararetden dilimiz damağımız kurudu. Hala bir kuyu yahud başka bir su bulamadık. Naçar atlardan bir ikisini kestirdim bir damla olsun kanları akmadı. Yanımda bulunan bir limonu ağzıma sıktım. Biraz sonra da dilimi atımın diline dokundurdum. Zavallı hayvanın ağzında hiç rutubet hissedilmiyordu. O esnada cehennemin beden-i insanda mevcud olduğuna inandım. Çünkü susuzluktan ateş gibi yanıyordum. Şu halde akşama kadar gidip bir kuyu başına gelebildik. Fakat buraya benimle dört kişi vasıl olmuş öbür arkadaşlarımız yolda düşüp kalmıştı. – Biraz su içip teskin-i atş eyleyince yoldaşlarım hatırıma geldi. Biçarelerin felaketine ağladım. Ahal ahalisinden iştira ettiğim bir beygir sairlerine nisbeten az yorulmuştu. İki kırba su doldurtup ona yüklettirdim. Bu adama at izlerini gaib etmemesini tenbih ile beraber belki lazım olur diye bir de kıble-nüma verdim. Bereket versin ki gidip zavallı adamları beygirden düşmüş ve hareketten kalmış bir halde bulmuş. Ağızlarına biraz su döküp akıllarını başlarına getirdikten sonra alıp beraber gelmiş. Yedi gün bu kuyu başında kaldık. Yolda gördüğümüz Türkmen kervanı da buraya uğradı. Kervandakiler benim kim olduğumu öğrenince: – Biz sizi İrani sandık da susuzluktan helak olsunlar diye yoldan sapıtdık diyerek kabahatlerinden büyük bir özür serd ettiler. Mamafih erzakımız tükendiği cihetle dört gün bizi o menzilde beslediler talebimiz üzerine üç günlük de yiyecek sattılar. Bulunduğumuz yer ile Hive şehrinin arası beş günlük bir mesafe idi. O tarafa müteveccihen hareket ettik. Hive’ye muvasalatımızda belde haricinde ve ağaçlık bir mahalde konup adamlardan bir kaçını nevale tedarik etmek üzere şehre yolladım. Hive hanın me’murları bizim adamlara tesadüf ederek nevalenin kimin için alındığını sormuşlar onlar da “Emir Dost Muhammed Han’ın torunu ve Emir Muhammed Efdal Han’ın mahdumu bulunan efendimiz Serdar Abdurrahman Han için alıyoruz” demişler. Hive hanı bu haberi alınca vüzerasından birini nezdime gönderdi. Ve gece öyle münasebetsiz yerde rahatsız bir gece geçirmek layık değildir. Lütfen teşrif buyursunlar misafirimiz olsunlar” teklifinde bulundu. Kalktık şehre girince birkaç evi bize tahsis edip hepimizi misafir eylediler. rar vezirini yollayıp görüşmek emelinde olduğunu tebliğ etti. – Burada garib bir adamım kimse beni tanımaz. Han hazretleri zahmet buyurmasınlar. Ben kendilerini ziyarete giderim diyerek atıma bindim ve hanın ikametgahına gittim. Orada altmış aded top gördüm ki mukaddema hiçbir yerde bu kadar çok topun bir arada bulunduğunu görmemiştim. Bu topların idaresine me’mur olanların hepsi de Habeşi idi. Hanın sarayına yaklaşınca şerefime elli top atıldı. Han da piyade olarak istikbalime çıktı. Bil-musafaha el ele olduğumuz halde divan-ı hükumete çıktık. O vakit Türkçe bilmediğim betde bulunduk. Bana: – Sizi büyük biraderim mesabesinde tutarım. Çünkü: Pederim Muhammed Emin Han Belh’de bulunduğu sırada valid-i muhtereminizle gayet sevişirdi. Cenab-ı Hakk’a hamd ü senalar olsun ki şu suretle görüşebildik. Ne vakit arzu ederseniz Belh şehrinin fethi için size asker terfik eylerim dedi. Ve taht-ı hükmünde bulunan yedi şehirden ikisini de bana vermek istedi. Bu kadar ikram ve iltifata karşı ifa-yı teşekkür eyledikden sonra: – Birkaç gün sonra size hem bu hususda cevap veririm hem de hükumetinize faydası olacak bazı sözler söylerim diyerek müsaade istedim. Hanın yanından çıkınca delilimiz olan Nöker Han: – Han hazretleri sizin için kendi köşkünü hazırlattı. Rüfekanız da oraya götürüldü. Demesiyle biz de o tarafa teveccüh ettik. Bu köşk şehir haricinde bir bağ içinde olup gayet ruh-efza bir bina idi. – İki bin eşrefi altınına kadar emrinize te’diyatta bulunmaya me’zunum. Ne kadar lüzumu varsa emir buyurun takdim edeyim dedi. – Cenab-ı Hak han-ı keremkarı daim ve payidar buyursun. Bu kadar mürüvvete ne suretle teşekkür edeceğimi bilemiyorum. İki bin eşrefiyi alıp ne yapayım? Benim her günkü masrafım otuz kıranı geçmez cevabını verdim. ---- MAKALAT ---- ERNEST HEGEL’IN MAKALESINE REDDIYE – – Zeka ceridesinde münderic Hegel’in makalesine karşı tarafımızdan gönderilen reddiyeyi Sebilürreşad risale-i mu’teberesinde okuyan bazı ihvan-ı dinim tarafından gerek şifahen ve gerek tahriren vukū’ bulan tavsiyelerde bu mebhasin biraz daha tevsi’ olunması iltimas ve beyan ve zamanımızda bu gibi mebahis ve mesaile olan ihtiyacın pek şedid olduğu da hemen cümlesi tarafından dermiyan olunuyordu. Zaten maksadımız yalnız Hegel’e cevab vermek ve bu suretle onları müslüman yapmak değil bizim gençlerimizden hakīkati anlamak isteyen kısımlarına anlatmak olduğundan Din-i İslam’a lunmuşlar ve ulema-yı İslam tarafından mesaileri meşkur olsun ne gibi reddiyeler yazılmış bunları mütalaa ve tedkīk mak üzere Sebilürreşad ’a takdim etmeyi bir vazife-i diniyye addeyledim. sim etmek muvafık olur: Birinci kısım – Allah’a Peygamber’e Kuran-ı Kerim’e inanmış; ahkam-ı şer’iyye-i İslamiyyeye bütün mevcudiyetiyle rabt-ı kalb etmiş olanlardır. Bu kısmın şüpheleri yok ki delile ihtiyacları olsun. Binaenaleyh bu kısım hıyar-ı ümmete bu gibi mebahisin zaid olduğunu teslim etmekle beraber müntesib olduğu dinin ulviyetini anlayacağından faidesi de yok değildir. le iftihar ederler. Herif Allah’a inanmıyor ki Peygamber’e dir. Artık bu kısma söz söylemek zaid addolunabilir. Çünkü anlamazlar ve anlamak da istemezler. Üçüncü kısım – Hatırlarına bir parça tereddüd gelenlerdir ki: “Bunda her halde bir ma’na-yı hakīkat varsa da acaba nasıldır?” derler işte bunlar muhtac-ı irşaddırlar. Binaenaleyh böyle mesailde hissedar olabilecek birinci ve üçüncü kısım halkımızdır ki ekseriyet bunlardadır. İkinci kısım ekall-i kalildir. Bu gibi mebahisi zaid görenler de –ihtimal– bulunabilirse de sükutta zarar melhuz olmakla zararın izalesi cümle mü’minine vacib olur. Bir yarayı deşmek örtmekten daha faidelidir. Bu gibi mebahisin ortaya sürülmesi hakayıkın edyan-ı saireye benzemez. Edyan-ı saire: “Çok karıştırma altından çapan oğlu çıkar” kayd-ı ihtirazisi ile bağlıdırlar. Lakin İslamiyet: “Karıştır çünkü oğaladıkça rayiha-i latifesi anber gibi etraf-ı aleme intişar eder” levha-i celilesiyle müzeyyendir. Ahkam-ı İslamiyye böyledir ta’mik ve tedkīk edildikçe hakayıkı daha ziyade incila-pezir olur. * * * Hegel’in makale-i mebhusesi gayet mücmel ve muhtasar olmakla hangi tarafından tutulmak icab edeceği anlaşılmıyor. Çünkü ale’l-amya Hazret-i Muhammed as Nasturilerden teallüm eyledi deyip geçiyor. Artık her ihtimali tarafımızdan mezkuru red ahval-i münazarada makbul olmakla beraber matlub vechile müfid değildir. Bizim kavaid-i usuliyyemizdendir ki: “Mücmel veya müşterek olan bir kelam ya icmal eden zat tarafından tefsir edilir yahud karain-i saire ile bazı vücuhu tereşşuh eder de maksada vusul ancak bu suretle hasıl olur” bu mes’elede yine Fazıl-ı muhterem Ahmed Midhat Efendi hazretlerinin tercüme ve İslamiyet nokta-i nazarından tenkīd buyurdukları New York Darülfünunu muallimlerinden Draper’in Niza’-ı Cenab-ı Peygamber sallallahü aleyhi vesellem hakkındaki mütalaası görülürse Hegel’in makale-i mebhusası Draper’den hülasa edildiği zannı hasıl oluyor yahud Avrupa efkarının ekseriyetle bu noktada saplandıkları anlaşılır. Meb­ has-i mezkuru aynen iktibas edelim ki iki makale beynindeki münasebet daha ziyade tezahür etsin. Bu suretle biz de daha vasi’ bir mevzu’da tedkīkat icra etmiş oluruz. Draper diyor ki: “Tarih-i miladinin senesi mevsim-i sayfında bir Arab kervanı Şam’ın cenub tarafında Arabistan hududu üzerinde kain Busra kasabasına vasıl oldu bu kervan Mekke’den geliyor idi. Arabistan’ın zengin mahsulatıyla mahmul idi. Kervanın reisi olan Ebu Talib namındaki zat-ı mu’teber ve onun yeğeni olan on iki yaşındaki bir tıfl-ı mu’teber kasaba-i mezkurede kain Nasturi manastırı tarafından misafirperverane bir surette kabul olundular. Papaslar derhal öğrendiler ki bu genç misafirlerinin ismi Halibi ya Muhammed’dir ve Arabların mukaddes ma’bedi olan Ka’be muhafızının dahi yeğenidir. Bu papaslardan Bahira namında birisi Muhammed’i as içinde doğmuş olduğu putperestlikten ayırıp Nasturiliğe idhal için elinden geleni diriğ etmedi. Bu tıfl-ı nev-civan zeka-yı harikuladeden maada teallüme ba-husus edyana dair hususatın teallümüne dahi azim bir heves sahibi “Busra manastırında rahib Bahira Muhammed’i as ta’lim eyledi. Nasturi mezhebini kendisine öğretti. Nasturiler dahi nasıl duçar-ı zulm ü i’tisaf edildiklerini o nev-civan Arab Bahira’dan öğrendi. Şark kilisesinin putperestlik öğrenip bilahare Hazret-i İsa’dan İbnullah diye değil İbni Meryem diye bahs etmeye alıştı. Ba’dema o parlak mesleğinde bu alışıklığını asla gaib etmedi. Ta’limsiz ve fakat fa’al olan zihni yalnız efkar-ı diniyye ile değil belki muallimlerinin yani Busra rahiblerinin efkar-ı felsefeleriyle dahi amikan müteessir oldu. Çünkü bu papaslar Aristo’nun ulumuna vakıf olmak ile de iftihar ediyorlardı. Sonraki haller gösterdi ki o papaslar hakkında ne derecelerde teveccühü vardır. Bütün ömrünü o papasların mezhebini bit-tevsi’ neşre sarf eyledi ve o mezheb bir defa yerleştikten sonra kendi ahlafı o papasların mezheb-i ilmisini dahi şediden istishab ve himaye eylediler. Aristo’dan gelen efkarın kaffesini iltizam ve tervic ettiler. Muhammed as büyüdükte Suriye’ye başka seferler daha icra eyledi. Zan olunmaya müsaade vardır ki bu fırsatlarda dahi Busra manastırı ile misafirperver rahibleri unutulmadılar. Müşarun-ileyhin yani Hazret-i Peygamber’in bu memleket hakkında bir gizli ta’zimi var idi.” Niza’-ı İlm ve Din. makalesi bunun bir hülasası olduğu gün gibi aşikar oluyor. Tedkīk ve tenkīde başlamazdan evvel şurasını beyan edelim ki: Cenab-ı Peygamber sallalahü aleyhi vesellem efendimiz hazretlerine karşı hukema-yı garbın pek büyük hürmetleri vardır. Draper nam-ı peygamberiyi hürmetle yad ediyor. Ebu Talib’i de amm-i nebi olmak münasebetiyle zat-ı mu’teber diye tavsif ediyor. Felasife-i garbdan Hukūk-ı Beşer Mukavelenamesi’ ni yazan Lafayet hukūk-ı insaniyye hakkındaki mütalaatını uzun uzadıya şerh ve izah ettikden sonra yani insanlar tarağın dişleri gibi biri birine hukūken müsavidir hadis-i şerifini görünce hazret-i peygambere tevcih-i hitab ile diyor ki: “Ey Arab-ı ali-kadr şeref ve şan sana olsun ki adalet ve hakkaniyetin ta kendisini bulmuşsun.” Müsteşriklerden hangisinin asarı tetebbu’ edilse bunlarda daima şer’-i şerif-i Ahmedi’nin ta’dad-ı ma’alisine ve pek ulvi bir esas-ı hakimaneye müstenid olduğuna hasr-ı mütalaat edildiği görülür. Biz min-tarafillah ba’s olunmuş Peygamber-i Zişandır; binaenaleyh vahy-i ilahi ile esasat-ı diniyyeyi vaz’ etmiştir diyoruz. Onlar: “Ma-fevka’t-tabia bir kuvvetin isbatına ihtiyac yok. Peygamber dediğiniz akıllı bir zat idi. Hatta denilebilir ki a’kal-i nas idi” diyorlar. Halbuki teallümsüz bu kadar hakaik-ı mühimmeye vukūf kanun-ı tabiat haricinde olmakla buna “Nasturilerden öğrenmiş olmalı” demekten başka çare bulamıyorlar. Sonra kendi fikirleri üzerine bir takım te’vilat ve tesvilata girişiyorlar. Bu külfetlerin cümlesi revabıt-ı diniyyeyi ortadan kaldırmak için ihtiyar edilmiş şeylerdir gayeleri budur. Bir çokları “Bir dine inanmayı ihtiyar etsem müslüman olurum” diyerek din-i İslam’ın meziyyetini aleyhi veselleme karşı kat’iyyen bir hürmetsiz likleri yoktur. Çünkü bu zevatın ilim ve fazl ashabından oldukları kabil-i inkar değildir. Yalnız bazı cihetlerde haberleri olmadan hayat-ı Nasraniyye’nin te’siratına kapıldıkları ve bazı cihetlerde de kendi gayelerini te’min için vekayi’-i tarihiyyeyi –kasden– tahrifden çekinmedikleri vaki’dir. İşte biz de o cihetleri ariz u amik tedkīk ve tenkīd edeceğiz. SİYASİYAT ARNAVUDLUK VE HISSIYAT-I İSLAMIYYE Büyük küçük hiçbir kavim hakkında ale’l-ıtlak mülahazat-ı tenkīdiyye yürütmek doğru bir meslek değildir. Umumiyet üzere bir kavim hakkında su’-i zan besleyenler o kavim efradıyla münasebat ve temasda bulundukça zanlarını tebdil eyleyecek pek çok mehasin-i kavmiyyeye tesadüf eylerler. Ale’l-husus camia-i İslamiyyeye dahil olan akvam cinsiyet tefrikalarından azade kalmak iktiza edeceğinden Arnavudluk’daki efrad-ı İslamiyye hakkında diğer müslümanların hiss-i buğz u hiddet ile mütehassis olmalarını biz tasvib edemeyiz. Maamafih ar-ı temeddünden külliyen mahrum bir frenk devletinin tecavüzat-ı caniyanesine ma’ruz kaldığımız bir sırada Arnavudlardan bir kısmının silah be-dest-i isyan olarak devletimizin müşkilat-ı mevcudunu artırmaları bütün kulub-ı dikçe biz Arnavudların gönüllerini almak için onları kavm-i necib olmak üzere tavsif eyleriz ve bu tavsifimiz tamamıyla samimidir; zira o babda iltizam-ı riyaya hiç de ihtiyacımız yoktur. Fakat biz necabeti Fizan’ın ve Afrika-yı Şimali’deki kıtaat-ı mütecavirenin ta içerlerinden gelerek Trablus ve Bingazi’de liva-yı Hilafet’i müdafaa edenlerde daha ziyade buluyoruz. Arnavudlar saf-dil imişler de yerli ve yabancı bazı müfsidlerin telkīnat-ı iblis-pesendanelerine kapılıyorlarmış; bi­ na­ enaleyh bir kısmının silah-ı isyana sarılmaları ondan naşi masalar gerekdir. Hiss-i necib-i hamiyyetden mahrum mü­ nafıklar ile yabancı müfsidler memleketimizin sair cihetlerinde dahi eksik değildir. Fakat herhalde vatanperverlik hissi ahalimizi heyecan ve şurişi andırır ef’al-i isyaniyyeden men’ etmek iktiza eyler. Arnavudlar hatiat-ı idariyyeden pek muazzeb oluyorlarmış da hükumete karşı mukavemet-i müsellahayı bir çare-i yegane addediyorlarmış. İdaremizde hatalar vukū’ buluyorsa bunun te’siri vatanımızın cihat-ı sairesinde dahi hissedilir. Hamiyet ve vatanperverlik hatiat-ı idariyyenin tuğyan ve isyan Bugün memleketimizin payıtahta yakın ve terakkiyat-ı fikriyyesi bi’n-nisbe yolunda olan cihetlerini bir tarafa bırakalım Asya-yı Osmani’nin en uzak köşelerine gitseniz ahali aman bize mektepler yollar yaptırınız diye yalvarırlar. Halbuki Arnavudluk’da devletin mektep ve yol yaptırmak istemesini türlü türlü te’vile uğratarak o yoldaki teşebbüsatı fiilen men’e kalkışanlar oluyor; acınacak bir hal değil mi? Şüphesiz Arnavudların ehl-i idrak ve haysiyeti içinde çoktur. Bu hali cümlemiz de ye’s ve hüzn ile telakkī ederiz. Fakat ihvan-ı din arasında sefk-i dimaya sebeb olan terakkiyatımızı sekteye uğratan ağyara vesile-i müdahale veren ve ale’l-husus İtalya gibi bir düşman-ı dinin amal-i mütecavizanesini takviyeye medar olacak bir mahiyette bulunan isyan-ı hazır alem-i İslam’ı dilhun eder ve umumiyetle ta’yibe müstahak görünür. ALEM-İ İSLAM VE HARB-İ HAZIR ---- TRABLUSGARB CIHADI ---- VE MÖSYÖ HANOTO Geçen hafta bu sütunlarda İtalya’nın Trablusgarb’a vu­ kū’ bulan tecavüzü bu tecavüz dakīkasından beri ika’ etmek­ te olduğu cinayet ve vahşetleri Avrupa’nın bu hususdaki vaz’iyetlerini bütün alem-i İslam’ın intibahına vesile olduğunu bu intibah-ı İslam’ın asar-ı kudsiyye ve meşkuresi yar u ağyar nazarlarında muhtelif tecelliyat ve tezahürat ile kendini göstermekte bulunduğunu bu tecelliyat ve tezahürat-ı ezileceğini Avrupa’nın dahi İslamların mukadderatına dair çizdikleri mukarreratı yırtacaklarını beyan etmiş idim. İntibah-ı eden bu beyan-ı kemteri bu kere aktar-ı cihanda muhtelif lisanlarda neşr olunmakta olan bütün İslam ve Avrupa matbuatı tarafından te’yid edildiği görüldü. Bu cümleden olmak üzere Fransa meşahir-i siyasiyye ve kalemiyyesinden Mösyö Hanoto sadedimize dair Aklar Gazetesi’ nde yirmi bir Nisan-ı Efrenci’de İslam ve Harb-i Hazır ünvanıyla mufassal bir başmakale yazmıştır. Mösyö Hanoto öteden beri Din-i İslam ve alem-i İslam’ın aleyhinde ittihaz etmiş olduğu meslek efkar ve neşriyatıyla ma’ruf bir racül-i siyasi olduğundan makale-i rennane-i siyasiyyesini garbın bütün matbuatı tarafından büyük bir ehemmiyetle telakkī edilerek sahifelerine geçirilmiş ve mütalaalar beyan edilmiş Avrupa mahafil-i ilmiyye ve cem’iyyat-ı siyasiyyesinde mühim mühim olduğu kadar azim te’sirler husule getirmiştir. Mösyö Hanoto bu makalesinde vesaiki ile beyan ve bunun vahametini izah ve İslam kuvvetinin nazar-ı dikkat ve i’tibara alınmasını Avrupa’ya tavsiye yolunda makalesine şu sual suretiyle şüru’ ve devam ediyor: “Acaba! Niçin İtalya’nın her nevi’ tekamülat-ı harbiyye saidat-ı hevaiyyesi bu techizat-ı harbiyece kendinden dun ve Trablus’un her tarafına dağılmış bulunan beş altı bin Osmanlı askerine karşı fevz ü zafere nail olamıyor? Acaba niçin Trablus’un istihkamat-ı atika ve esvar-ı kadimesi İtalya’nın ateşler fışkıran bombalar yağdıran fevvarat-ı müdhişe-i harbiyyesi önünde sukūt etmiyor? Bu sualin cevabı pek basittir. O da bu muharebenin hissiyat ve atıfat-ı diniyye ile mezc edilmiş olmasıdır. Bunun için bu muharebe-i diniyyeye karşı galib olmak kat’iyyen mümkün değildir. rebe edeceğini zannetmiş ve bu muharebeye başlamış idi. Fakat karşısına Osmanlı ile İslam’ın çıktığını gördü. Çünkü be bin dokuz yüz dört ve beş senelerinde Avrupa’nın İslamiyet ve İslam hükumetleri aleyhinde ittihaz etmiş oldukları mukarrerat mukteziyatıyla vücuda geldiği cihetle bir Salib ve İslam muharebesine benziyordu. Bunun için İtalya karşısında Osmanlı ile İslam’ı gördü. İslam muharebesi ise hükumet ve devlet muharebesi değil din muharebesidir. İslam ne zaman din muharebesine başlar ve sell-i seyf-i din ederse bu muharebenin müdhiş bir harb-ı umumiye müncer olacağı muhakkaktır. Bu harb-i umumi Bahr-i Sefid sevahili nüfusuna belki bütün cihan nüfusuna nihayetsiz büyük adavet tohumlarını saçacağı bu adavet tohumlarının sulh ve silm-i cihanı zir ü zeber edeceği bütün ma’mureleri harabe-zara çevireceği bütün toprakları ve denizleri kan ile boyayacağı kat’idir. Bunun için Avrupa dalmış olduğu gurur ve gaflet uykusundan uyansın! Harp için kaldırmış oldukları bazularını asvat-ı halisanelerini ısga etsin! Evet ben öteden beri sulh ve silm-i cihan ve akvamın takarrürü için pek çok sarf-ı mesai ettim. Bu babdaki sa’ylerim taleblerim tekliflerim bir neticeye maktayım ve nihayete kadar çalışacağım. “Fakat Avrupa İslamiyet ve İslam hükumetlerine nihayet verecek son bir harb-i kat’inin İslamlara tatbikine yol arıyor. Avrupa İslamların zıddına olan böyle bir harb-i hail ile İslamların suhuletle mağlub olacaklarını zannediyorsa Avrupa bu zannında yanılıyor. Çünkü kalemin tersim ettiği hatlar mümkün değildir. “O halde ey Avrupa hükumetleri! Bu adüvv-i haili Avrupa mek mi istiyorsunuz? Eğer Avrupa iklimi haricinde İslamları sürmek istediğiniz bu mevki’ Küçük Asya yahud Orta Asya rın muavenetlerine muhtacsınız. Eğer bu mevki’ Afrika ise bu iklim de müstemlekenizdir. Eğer bu mevki’ Çin veyahud Hind ise bu iklimler ile dahi her tarafdan hem-hududsunuz. Bu suretler ile dahi İslamdan kurtulmak imkanı yoktur. “Bu halde bu mes’elenin halline yegane çare nedir? Evet mes’elenin halline yegane çare bin dokuz yüz üçte dediğim ve el-yevm demekte olduğum gibi İslam ile akd-i sulh etmek İslam kuvvetine nazar-ı hürmet ile bakmak bu kuvvetin hukūk-ı ictimaiyesine hürmet ve riayet eylemektir. “Bilmelidir ki Trablusgarb’da kendini göstermekte olan harekat ve icraatı genç Türkiye ve kadim Türkiye’nin irade ve nüfuzuna tabi’ değil ancak Kur’an nüfuzuna tabi’dir. müstakilleyi haiz olduğunu idrakte hata etmiş ve Türkiye’yi ru gibi mühlik bir anafora atmıştır. Şimdi İtalya hükumeti kendinin düştüğü bu haviyeye Avrupa’yı dahi sürüklemek man etmek Boğaz’ı zorlamak İstanbul’a girmek; Bahr-i Sefid’deki Osmanlı adalarını işgal eylemek; Her an müsteidd-i “Fakat İtalya’nın bu üç suretle hareketi kendine hiçbir muvaffakiyet te’min etmeyecektir. Evvela İstanbul’da Boğaz’da Selanik’te Rus İngiliz Avusturya gibi muhtelif hükumetlerin menfaatleri vardır. Bu hükumetler menfaatlerini na mani’ olacaklardır. Her ne kadar Boğaz ve İstanbul’a dair İtalya ile Rusya arasında bir i’tilaf olduğu şayi’ olmuş Bir de böyle bir i’tilaf neticesinde Rusya’nın Boğaz ve sevahiline hakim olmasına İngiltere’nin hiçbir suret-i tesviye ile müsaade etmeyeceği bedihidir. “Saniyen: Bahr-i Sefid’deki Osmanlı adalarının işgali salabet-i İslamiyye’nin inkisarına bais ve Trablusdaki harbin devamına mani’ olamayacak belki muharebenin şiddetini tezayüd ettirecektir. Yalnız Osmanlılık ve İslamlığın kalbi ve merkezi olan işgal ve iskatı salabet-i İslamiyye’nin inkisarına ve Trablus muharebesinin sukūtuna bais olacağı hatıra tebadür ediyor ise de bu işgal ve iskatın dahi imkan haricinde olduğu ma’lumdur. Çünkü İstanbul’u işgal ve sukūta mahkum edecek bir kuvvet farz-ı muhal olarak Boğaz’dan mürur ve Bosfor’a dahil olduğu takdirde her nevi’ techizatla mücehhez muallem fedakar beş yüz bin askeri karşısında bulacaktır. Bütün tekamülat-ı maddiyye ve ma’neviyyeyi haiz olan bu mehib müttehid kuvvetin düşman kuvvetine karşı nasıl hareket edeceğini ve vatanı ne gibi büyük bir hararet şiddet ve fedakarlık ile müdafaa edeceğini bu uğurda ölmek ve öldürmek usulüne vakıf olduğunu yakīnen bilirim. Böyle sıfat-ı fazıla ve mümtaze ile muttasıf bulunan bir kuvvetin karşısında bulunacak kuvvetlerin hüsran ve izmihlale uğrayacakları kat’idir. “Salisen: Balkanlarda bir kıvılcımın iş’ali müdhiş bir harb-i umuminin iştialine sebebiyet verecek ve bundan İtalya rıda bast ettiğim gibi denizler karalar kan ile boyanacaktır. Görülüyor ki muharebenin vaz’iyet-i hazırası aynı Titanik kazazedeganının vaz’iyet-i hazinesine benziyor. Muharebenin bu vaz’iyeti Avrupa’yı bütün alemi müdhiş felaketlere sürüklemek isti’dadını gösteriyor. Bu felaket-i umumiyyenin kemal-i ehemmiyyetle çaresine bakmak Avrupa’nın vazifesidir. Bunun yegane çaresi ise balada sebk ettiği vechile bütün efkar ve hissiyat harekat ve sekenatta İslamlar ile tev’em ve gayr-i mufarik olan Osmanlılar ile akd-i sulh etmek ve haklarına hürmet ve riayet göstermektir. Avrupa her hale rağmen bu vazife-i mühimmeyi ifada vesatet-i umumiyyeyi vikayede sür’at ibraz etmelidir. Yoksa tehlike-i umumiyyenin başgöstereceği muhakkaktır.” TAVZIH-I HAKĪKAT – – Mezkur Kölnische Zeitung gazetesindeki mektup muharriri diyor ki: “Girit’in yeni baştan Türkiye’nin kalem-rev-i hükumetine dahil olması düvel-i hamiyyeye ve daha bazı rakīblere karşı galebe ile tetvic olunacak bir muharebeye mütevekkıf binaenaleyh muhaldir.” Biz bu sathi mütalaaya karşı kemal-i i’tidal ile cevab vereceğiz ve muharririne diyeceğiz ki: –Kendi ikrarı vechile– bir çok fedakarlıklar ile feth etmiş olduğu bir memleketini Osmanlılar şu dakīkada elinden kaçmış farz etmiyor. Bilakis malını “vedia” suretiyle hayat-ı düveliyyede bir mevki’-i ihtiram ihraz etmiş olmaları bulunmayan düvel-i muazzamaya emanet etmiş bulunuyor. Düvel-i muazzamaya “gasıb” ünvanını vermeyi hatırımızdan bile geçirmiyoruz. Zira Bahr-i Sefid muvazenesi düvel-i müşarun-ileyhimden hiç birinin –İtalya düşmanımız haric olmak üzere– irtikab edemeyeceğine kanaat getirdiğimiz böyle bir muamele-i “gasb”ın vücud bulmasına külliyen mani’dir. Bahr-i Sefid havzasında müzehher bir istikbal-i hayaliye nail olmak sevdasına düşen “daha bazı rakībler”imize gelince: Onlar dahi emin olabilirler ki Girit hiçbir vakit hayat-ı siyasiyyelerini zehr-alud gıdalar ile ihlal etmekden geri durmayacak belki de sebeb-i izmihlallerini ihzara müstaid bir kabus-ı bela teşkil edecektir. Sahaif-i tarih bu babda onlara Eğer muharririn vaz’iyet-i zihniyyesi vechile ahvali mu­ hakeme etmek lazım gelse diplomasi aleminde oynatılan oyunların münfail bir mahiyeti haiz oldukları ve binaenaleyh “teahhüdat” ve “te’minat” gibi ta’biratın büsbütün boş ve kuru laf ü güzafdan başka bir şey olmadıkları neticesi hasıl olur. Halbuki ne alem-i İslam ve ne de hükumet-i Osmaniyye ahvali bu dereke-i sefilede görmek ve anlamak niyet ahde vefa hukūk-perverlik hak-peresti gibi hasais-i ulviyyeden mahrum bir Avrupa’nın bir siyaset-i umumiyyenin kat’iyyen beka bulamayacağına ve akıbet bu fezailin fıkdanından dolayı bad-ı sarsar-ı inkıraza tutulup hacalet deryasının ka’r-ı na-yabına düşeceğine kaniiz ve bu zihniyet Fransa Almanya muharebesi neticesinde “kuvvet”in derece-i te’siri tamamıyla zahir oldu. Bu te’sirat-ı müdhişe hakküm” belirdi. Fakat sonraları muhtelif avamil bu hututun o çehreye verdiği çirkinlikleri izaleye vesile oldu. Şu halde bila-perva iddia edebiliriz ki “Girit’ yeni baştan kalem-rev-i hükumetimize idhal etmek” için “düvel-i hamiyeye ve daha bazı rakīblere karşı” zafer ile mütetevvic bir muharebeye ihtiyacımız yok. Tahakkümü hak-şikenliği izale edecek avamili –diplomasi vasıtasıyla– silah-ı müdafaa olarak ele almak ve “hakk”ımızı Osmanlıcasına merdane cesurane ve gayet da milletimizde has olan metanet ve sebatımızı isti’mal eylemek sayesinde matlubumuza vediamızı istirdada muvaffak oluruz. Zira muharririn tahayyül edemediği bir çok kuvvetlerimiz –maddi ve ma’nevi– çıkaracağımız sada-yı iştikayı sımah-ı ibtisara isal edecektir. Kuteh-bin ve sathiyyatperestler için mülahazatımız belki bir hayal-i muhal olarak telakkī edilir. Fakat Avrupa’nın bir çok mehafil-i siyasiyyesinde dehan-ı hakīkati açıp alem-i İslam’ın hükumet-i Osmaniyye’nin hakk-ı hayata müstahak yince erbab-ı deha ve siyaset elbette hayal ile uğraşmazlar ve hakayık-ı ahvali inceden inceye ba’de’t-tedkīk lakırdı söylerler zannederiz. Biz vaz’iyet-i muhakememizin lainimizin Trablus’daki tecavüzünde aldığı hisse-i nekbet ve hacalet ile isbat ediyoruz. Bir avuç mücahidimizin orada nelere muvaffak olduğunu hakayıkı anlamak isteyenler de Kürsi-i millette muhterem reisin beyanatını burada zikretmek herkese hiss-i ihtiram ilka edecek bir ruha malik olduğunu aleme i’lan etmedi mi? Şu halde biz Bahr-i Sefid perisini –sevgili Girit’imizi– muharririn tahayyül ettiği gibi muharebeler muharririn düvel-i muazzamaya dolayısıyla isnad etmek mizi Bahr-i Sefid havzasındaki hayat-ı siyasiyemizi tehlikeden ve levs-i sukūt ve süfliyyetten kurtarmak kuvvetini haiz bulunuyoruz fikrindeyiz. Alem-i İslam’ı ve bütün an’anat-ı mefahiriyle Devlet-i Osmaniyye’yi pek yakından tetebbu’ ve tedkīk edenler tasdik eylerler ki nizam-ı alem “tegallüb” ile değil ancak “ahenk ve tevazün-i kuva” ile mümkündür. Bu dakīkaya ehemmiyeti nisbetinde atf-ı nazar-ı basiret etmek rical-i siyasiyyunun akdem-i vezaifindendir. RUSYA’DA MÜSLÜMANLARA ---- YAPILAN MEZALIM ---- Müslüman meb’uslardan mücahid-i muhterem Sadreddin Maksudof Efendi’nin Rusya Duma Meclisi’nde irad ettiği mühim nutkun bazı fıkraları: Ey muhterem a’za! Dahiliye nazırı şuunat-ı dahiliyyeden bahsetti. Ben bugün size müslümanların duçar olduğu mezalimi söyleyeceğim. Siz diyeceksiniz ki bu mezalim duçar oluyorlar. Ben bugün Rusya akvamının iştirak ettikleri mezalimi size şerh ve tafsil edeceğim: Her milletin takdis ve ihtiram edilecek üç şeyi vardır. Birisi lisanı ikincisi adatı üçüncüsü serbesti-i mekatibi her akıl hükumet bu üç şeyin aksinden tevakkī etmek lazım iken Rusya Hükumeti lisan ve edebiyatımız ve muhıkk adatımızı öldürüyor ve mekteplerimizi kapatıyor. Efendiler Biz bu dünyayı lisanımız vasıtasıyla öğrendik. Lisanımız sayesinde terbiye olduk. Her bir şeyi mekteplerimizde lisanımızla teallüm ettik. Edeb ve terbiyenin ma’nasını lisanımızın belagatinden öğrendik. Halbuki Rusya mukaddes lisanımıza taarruz ediyor. İslam kardeşlerimin duçar olduğu mezalimi söylemek için sizden müsaade isterim. İslam a’zalarından birisi kürsi-i hitabete çıktığı vakit ta’dad-ı mezalime tahammülü kalmaz sabrı tükenir. Ben bu gün şu kürsi-i hitabete çıktım rica ederim sözlerimi dikkat ve sükunetle dinleyiniz lakırdılarımı kesmeyiniz ve hususiyle hükumet fırkasından müsaade taleb ediyorum. Ben evvela İslamlar hakkında hükumetin ittihaz ettiği vesailini beyan edersem bir senede ta’dad etmeye izhar-ı acz ederim. Onun için bunlardan en ehemmiyetli ve en müellim olanlarını zikr edeceğim: Moskova’da Laroruski Camii’nde Türkçe muallimi Hasan Basri Efendi zabıtaca tutuldu hapse atıldı ve memleketi haricine nefy edildi. Molla Abdullah ve Molla Alim Can’ın evrakları teftiş olundu. Kitapları asarı müsadere edildi ve Fatka vilayetinde Bubi karyesinde haps olundu. Ve Ubeydullah ve Abdullah efendilerin ve dokuz müderrisin hanelerine hücum edilerek dini beş yüz cild kitapları müsadere edildi. Reis rica ederim hesabata boğmayınız diye i’tiraz etti. Reis efendi beyan-ı ma’lumat etmekliğime müsaade buyurmuyor. Halbuki ben vekayiin ehemmini zikr etmekle si taharri edildi ve yetmiş mektep kapatıldı bir çok gazete ve risaleler ta’til edildi. Türkistan’da Kokar şehrinde hükumetin emriyle yirmi mektep kapatıldı ve muallimleri tard ve Samarra vilayetinde Arsay karyesindeki mektep sed ve Pet­ ropavlaski’de meşhur Hasan Efendi Mektebi ve Kazan şehrinde mescid ittisalinde numaralı mektep sed ve mikdarı yirmiye baliğ olan muallimleri tard olundular ve Ufa vilayetinde Merala şehrinde Saadet Kütübhanesi ve Kazan şehrinde Evreng ve Karfof İslam matbaaları sed olundular. Reis efendi kısa söylemekliğimi arzu ediyorlar ben de en mühimlerini muhtasaran söylemekle iktifa eder ve derim ki Bakü şehrinde münteşir Güneş Hilal ve Ma’lumat gazeteleri ta’til ve Vakit gazetesi bir senede ruble ve Bakü’de Ma’lumat ve Sada gazeteleri de ceza-yı nakdiye duçar oldular. mezalimin bir kısmı bunlardır. ŞUUN MECLIS-I MEB’USAN-İ OSMANI Zabt-ı sabık kıraet ve aynen kabul olunduktan sonra henüz tahlif olunmayan meb’usların resm-i tahlifi icra olundu. Tasnif-i araya nezaret için kur’a ile beş zat intihab olunarak re’yler toplandı. Mecmu’-ı ara ekseriyet-i mutlaka idi. re’y ile Menteşe Meb’usu Halil Bey makam-ı riyasete intihab olundu. re’y ile Şam Meb’usu Mehmed Paşa birinci reis vekili re’y ile İstanbul Meb’usu Hallacyan Efendi ikinci reis vekili intihab olundu. Meb’usu Feyzi Bey Karesi Meb’usu Hasan Ferhad Bey Prizrin Meb’usu Tevfik Bey re’y ile Meclis-i Meb’usan kitabetlerine intihab olundular. Canik Meb’usu Hakkı Bey Serfice Meb’usu Gligor Efendi re’y ile idare me’murluklarına intihab olundular. § Ba’dehu reis tarafından bir nutuk irad edilerek ictimaa hitam verildi. Beşinci ictima’-ı umumi: Zabt-ı sabıkın kıraet ve aynen kabulünden sonra Sadaret’ten mevrud Kanun-ı Esasi’nin ve . maddelerinin ta’diline dair tezkire ile layiha-i kanuniyye okunarak Kanun-ı Esasi Encümeni’ne havale olundu. bütçesinin müsta’celen tedkīki hakkındaki tezkire okundu. . Maddeye mugayir olan . maddenin ilgası ve ile . maddelerin suver-i muaddeleleri ile esbab-ı mucibe layihası okunarak Kanun-ı Esasi Encümeni’ne havale olundu. Daha bazı tezkirelerin kıraetinden sonra emval-i gayr-i menkūle kanununun müsta’celiyet kararıyla kabulüne aid Sadaret’in tezkiresi okundu. Fakat müsta’celiyet kararı kabul olunmadı. Jandarmaların nefer çavuş onbaşıların maaş ve tekaüdleri hakkında Sadaret’ten gelen tezkire ile layiha-i kanuniyye ba’dehu Sadaret’in Trablusgarb Bingazi ahalisinin senesi mürettebat-ı umumiyyesinin akdine dair layiha-i ka­ nuniyyesi okundu. Bundan başka hükumetin bir çok hususata ve ez-cümle muvakkaten tatbik ettiği fevkalade kanunların tasdikine dair gönderdiği tezkireler de kıraet olunarak aid olduğu encümenlere havale olundu. Ba’dehu ariza-i cevabiyye müzakeresine başlandı. Bazı fıkraları ta’dil edildikten sonra hey’et-i umumiyyesi re’ye konarak kabul edildi. Ve beray-ı tashih encümene havale olundu. § Bazı meb’usların mazbataları kıraet ve kabul olunduktan sonra Trablusgarb Bingazi meb’uslarından Naci Ferhad Beyler ve Baruni Efendi’nin mücahidin miyanında bulunmaları hasebiyle me’zun addedilerek tahsisatlarının burada bulunan ailelelerine verilmesini teklif eden takrir okundu ve ekseriyetle kabul edildi. Bunun üzerine meydan-ı cihadda bulunan diğer meb’usların da me’zun addedilerek ailelerine tahsisat-ı muayyenelerinin verilmesi teklif edildi. Muvafık görülerek meclise hitam verildi. Osmanlı-İtalyan Muharebesi: Darü’l-cihaddaki İslam kumandanlarının iş’arı üzerine Harbiye Nezareti’nden Osmanlı Telgraf Ajansı’na tebliğ edilmiştir. Bugün Tobruk’ta inşaat-ı istihkamiyyede bulunmak üzere istihkamdan dışarı çıkan bir düşman bölüğü üzerine pusuda bulunan müfrezemiz tarafından ateş edilerek düşmana yirmi maktul ve otuz beş mecruh verdirilmiştir. Düşman bu ani ateşten fevkalade şaşırarak havaya ateş etmeye başlamıştır. Müfrezemiz zayiata duçar olmamıştır. Bugün sabahleyin düşmanın bir tayyaresi karargahımız üzerine gelerek bomba atmış ise de hiçbir te’siri görülmemiştir. Tayyare tüfenk ateşiyle edilen mukabele üzerine avdet etmiştir. Bugün keşf için yerli bir klavuzla çıkan düşman ve müfrezesi devriyemize tesadüf eylediğinden klavuzu terk ile firar etmiş klavuz bit-ta’kīb itlaf edilmiştir. Bugün düşmanın bir keşif kolu üzerine tarafımızdan edilen ateşten bir nefer katl edilmiş ve yine bugün sekiz süvariden mürekkeb bir keşif düşman kolundan iki nefer itlaf edilmiştir. Mezkur süvari keşif kolunun avdetinde düşmanın iki tabur piyade ve bir batarya topdan mürekkeb bir müfrezesi önde Burgayari denilen yerli çingenelerden bir otuz kişilik kuvvet olduğu halde Kara Yunus istikametinde edilen ateş üzerine İtalyanların iki taburu topçusuyla firar eylemiştir. Burgayariler üzerine müteaddid devriyelerimiz hücum ederek bunların bir haylisini itlaf eylemişlerdir. Esna-yı ta’kībde düşmanın on süvarisi katl edilmiştir. Garaibden olarak bu müsadematın hiç birinde telefatımız yoktur. Osmanlı Ajansı muharrirlerinden birinin Harbiye Nezareti’ne müracaatla gerek mikdar-ı üsera hakkında ve gerek muharebenin suret-i cereyanına dair aldığı ma’lumattır: Şöyle ki Rodos’da bulunan askerimizin mikdarı nizamiye ve redif ki cem’an kişilik bir tabur piyade ile Rodos Şehri’nin İtalyanlar tarafından işgali üzerine askerle beraber içerilere çekilen jandarmadan ibaret rimizin mahall-i ictimaı olan Zitos üzerine hareket etmişlerdir. Bu üç koldan birincisi General Amegliyo kumandasında olarak Rodos Şehri’nden hareket etti. Diğer iki kol sefain-i harbiyye himayesinde bulunan nakliye gemileriyle şark tarafından Maluna ve garb cihetinden Kanavarda mevki’lerine nakl edilerek yevm-i mezkur akşamı sahile çıkarılmış ve bu esnada Osmanlı askeri tarafından şiddetli mukavemete duçar olmuştur. Mezkur iki kol esasen Osmanlı taburunun hatt-ı ric’atini kat’ etmeye me’mur edilmiştir. Her biri kuvve-i Osmaniyye’nin - misli olan bu kuvvetler Zitos’a doğru mütekariben hareket etmişlerdir. O suretle ki Perşembe günü sabah erkenden Zitos ilerisinde Basnetida ve Mariçya mevki’lerindeki Osmanlı ileri karakolları düşman sefain-i harbiyyesi tarafından ateş altına alındıktan sonra yevm-i mezkurda öğleden evvel vasati saat ’da maru’z-zikr üç düşman kolu ile Osmanlı taburu beyninde muharebeye manlılar cebel topuna karşı İtalyanlar batarya yani sahra ve cebel topu koymuşlar idi. Şu ahval içinde muharebe Çarşamba günü akşama kadar devam ettiği gibi bütün gece tarafeynden ateş edilmiştir. Ertesi Perşembe sabahına karşı bir müddet ateş kesildikten sonra o gün saat ’da yine muharebeye başlanmış ve fakat Osmanlılar şiddetli topçu ateşi altında işgal ettikleri mevkii terk ede ede nihayet dereler içinde kalmakla her tarafda yette bilhassa dokuz on misli raddesinde bulunan bir düşmana karşı muharebenin imkansızlığı derkar olduğundan düşman tarafından vukū’ bulan teklifi merasim-i ihtiramiyye-i askeriyenin ifası ve zabitanın kılınçlarını taşımaya me’zuniyeti şartıyla Osmanlı taburu binbaşısı tarafından kabul edilmiştir. İtalyanların eline düşen üseramız jandarmalar mikdarı şehid olmadıkça askerimiz esir olmamıştır ki bu derece bir mukavemet tarih-i harbde enderdir. Bütün cihan-ı askeri tasdik eder ki böyle bir muharebe Osmanlı ordusu hususiyye Osmanlı askerinin çete muharebesi yapmasına mani’ olmuştur. düşman tarafından cezirenin işgalini müteakib kaza ve jandarma kaymakamlarıyla bidayet reisinin zırhlıya nakl edildiğini beyandan sonra şu ma’lumatı da ilave etmiştir: “… memurin-i saire de ailelerinden tefrik edilerek hükumet hapishanesine gönderildi. Bunların hanelerini Rumlar hükumetin hapishaneden zırhlıya nakli sırasında “Zito İtalyano!..” diye bağırdılar. Bit-tabi’ bu tezahürat-ı hainane bizi son derece dilhun etti. Ben de istimbotla Piza zırhlısına kaldırılan me’murin arasında idim. Zırhlıda on sekiz saat kaldık. Ben muallim olduğum için serbest bırakıldım. Diğerleri – Altı yüz bu kadar seneden beri rahat rahat servet toplayan bir çok ağır vazifelerden afv edilen bir takım imtiyazat ve ataya-yı sultaniyye ile cidden mümtaz bir mevkie is’ad edilen hülasa memleketin yalnız zevk ve saadetlerinden daima büyük hisseyi alan bir unsur içinde bu gibilerin kesretle bulunması ne büyük nankörlük ne büyük hiyanetdir. – Baykuşların sayha-i şeametine pek benzeyen “Zito İtalyano” sadasının kalblerimize hakk ettiği siyah satırlar hayat-ı milliyyemizin her vakfe-i ümidi zamanında bundan sonra olsun bir tanin-i ikaz bir bang-i intibahkari hasıl etmeyecekse hayf bizlere! Geçen gün Harbiye Nezareti’nde akd-i ictima’ etmiş olan Meclis-i Vükela zuafa şimendü[fer]lerde çalışan amele dullar ve ruhban müstesna olmak üzere on beş gün zarfında bütün İtalyanların memalik-i Osmaniyye’yi terk etmeleri lüzumunu taht-ı karara almıştır. el-Liva gazetesinde okunduğuna göre Yemen imamı hazretleri İdris’in İtalyanlarla i’tilaf edip Devlet-i aliyye’ye karşı müşkilat çıkarmasından ve iğtişaşata sebebiyet vermesinden dolayı son derece hiddet ve tehevvür göstermiştir. Din ve devletimizin düşman-ı bi-emanı bulunan hainanede bulunan İdris ile harb ve darbde bulunmak üzere bir çok muhariblerin i’zamı tekarrür etmiştir. Yemen İmamı Devlet-i Osmaniyye ile Hilafet-i İslamiyye’nin büyük bir hayır-hahı bulunuyor. Asabiyet-i diniyyesi şimdilik bunu iktiza etmiş olduğundan ileride hacet messederse daha vasi’ bir mikyasda İdris’in tenkil ve te’dibi için teşebbüsat-ı mukteziyyede bulunacağı şüphesizdir. Aynı zamanda müşarun-ileyh Yemen’deki bilcümle kabail ve aşaire hitaben bir beyanname neşr edip me’murin-i mahsusa ile tevziine mübaşeret eylemiştir. Mezkur beyannamede İdris’e iltihak edenlerin hain-i vatan ve millet sayılacakları ve ihanet edenlerin ise şiddetle ceza-dide olacakları bir lisan-ı tehdid ile yad ve tezkar edilmiştir. Ümid olunur ki bu beyannameyi okuyan Yemen aşayiri efradı İdris’in dam-ı iğfaline düşmezler. Aden’den Hudeyde’ye emval-i ticariyye nakl eden Vovkuk namında bir pur İngiliz tebaasında Kavuscu namında bir Mecusi’nin malı suzluklarıyla tecavüzü hakkında mufassal bir makale yazmış ve İtalya’nın harekat-ı na-revasını şiddeli bir lisan ile takbih eylemiştir. Girit ahvali pek vahimdir. Girit mes’elesinin suret-i kat’iyyede halli için Rusya Hükumeti tarafından perverde edilen arzulardan cesaret alan Girit meb’usları cezireye kat’iyyen avdet etmemek fikrinde olduklarını bildirmişlerdir. Atina’da Yunan vükelası fevkalade bir surette in’ikad edip mukarrerat-ı mühimme ittihaz etmek istiyorlarmış. Diğer beş Girit meb’usu Atina’ya gitmiş istikbal edilmişlerdir. Atina’da el-yevm bulunmakda olan Girit meb’uslarının adedi yirmi sekize baliğ imiş. Venizelos Atina’ya Korfu’dan muaveneti müteakib Girit meb’uslarına nasihat vermiş ise de meb’uslar el-an Yunan Meclisi’ne gireceklerini cevaben söylemişlerdir. Yunan Meclis-i Vükelası müzakeratta bulunmak ve bu işlere hatime çekmek üzere ictima’ etmişlermiş. Girit meb’usları ahiren Girit’den ahz ettileri ta’limat üzerine bir tavr-ı azmkarane ittihaz etmişler ise de Yunanistan hükumeti hin-i hacette kuvve-i müsellahaya müracaatla bunların Meclis’e duhulünü men’ etmek fikrindedir. Mısır kadi’l-kudatlığına Hükumet-i Seniyye tarafından ta’yin olunan Mehmed Nuri Efendi hazretleri Mısır’a muvasalat etmiştir. Gerek İskenderiye’de ve gerek Mısır’da müşarun-ileyhe karşı son derece izhar-ı hürmet edilmiş ve bir cemm-i gafir tarafından istikbal edilip ikametgahına tarafından me’murin-i mahsusa i’zam etmek suretiyle kendisine beyan-ı hoş-amedi edilmiştir. Mısır hükumetinin ahaliye karşı gösterdiği zulüm sebebiyle bir çok cinayetler vukū’ bulmakda idi. Bu cinayetlerin önünü almak için Mısır hükumeti üç sene mukaddem müstesna bir kanun tatbikine başlamış gibi cinayetler daha ziyade tevali etti. Adliye müsteşarının ki seneye nisbeten beş yüz üç cinayet fazla vukū’ bulmuş. Böyle bir kanundan behemehal bu gibi neticeler tevellüd edeceğini beyan etmiştir. Mısır’da en ziyade cinayet vukū’ bulan sene senesi olduğu halde kanun-ı mezkurun tatbiki olan bu üç senede cinayeler daha ziyade çoğalmıştır. Ahaliyi tazyik ile cinayetlerin önünü almak mümkün değil bunun önünü alabilecek ancak adalettir; ki o da meşrutiyet-i Kıbrıs’ın muhtelif noktalarında altmış bin kadar ahali – Proodos dostumuzun yalanlarıdır– ictima’ ederek hükumet-i hazıra aleyhinde ve müsta’fi Rum meb’uslarının siyaseti lehinde kararnameler imza etmişler ve adanın Yunanistan’a büyük bir miting yaparak ellerinde Yunan bandırası olduğu halde nümayişler yapmışlarmış. Lefkoşa’da dahi altmış kadar Yunan bandırasıyla on iki bin kişi toplanmış ve İngiliz komiserinin konağı önünde ilhak lehinde bulunmuşlardır. Times’ ın istihbaratına göre şimdilik İran Parlamentosu intihabatı te’hir edilmiştir. Hal-i hazırdaki gürültülerle intihabatın sağlam bir suretde cereyan edemeyeceğini hükumet anlamış ve intihabatın vakt-i aharda icrasını tensib eylemiştir. Kirman Vilayeti’nde iğtişaşat büyümüştür. Vali Emira’zam sükun ve asayişi te’min etmeye muvaffak olamayınca kendi nefsini kurtarmak ümidiyle mahall-i mezkurda kain İngiltere konsulatosuna iltica eylemiştir. Hükumet-i hazıra tarafından aşireti riyasetinden azl edilip yerine kardeşi Haykamüddevle’nin ta’yin edilmesinden na-hoşnud kalan Kaşkai kabilesi Reisi Savletüddevle memalik-i Osmaniyye ve hıtta-i Irakiyye’ye kendi etbaıyla beraber hicret ve göç etmek fikrinde bulunuyor. Arab kabaili tarafından duçar-ı hücum olan Benderabbas şehrine –Halic-i Fars sevahil-i İraniyyesindendir– müteveccihen azimete müheyya bir halde bulunması için Foks namında İngiliz kruvazörüne emir verilmiştir. İngiltere’nin Bersos Kruvazörü şimdiden Benderabbas’a nefer asker çıkarmıştır. Dünkü telgraflar bu askerin yine gemilere çekildiğini iş’ar ediyordu. Salarüddevle bir takım Kafkasya mültecileriyle ihtilalci guruhuna mensub Bahtiyarilerden sukun ve asayişe gayr-i muktedir olduğu için İran’ı ma’ruz bulunduğu tehlikeden tahlis etmeyi vazifesi cümlesinden addeyliyor! Salarüddevle İran’ın kısm-ı a’zamını elde ettiğini ve şimdi de her tarafta ahalinin hararetli hüsn-i kabulüne mazhariyetle Tahran üzerine yürümekte olduğunu beyandan sonra Avrupa hükumetlerinin bi-taraf kalmalarını ve böylece birkaç ay zarfında İran’da sükun ve intizamın teessüsünü mümkün kılmalarını taleb etmektedir. Afgan asakir-i hassası kemal-i muvaffakiyetle İran’da nüfuzunun sirayetinden pek ziyade korktuklarından emir-i namdar Habibullah Han hazretlerinin memleketlerini işgal etmelerini fevkalade sürur ve hubur ile telakkī etmektedirler. Darü’l-emanda Kabil’den alınan haberlere göre emirin rivayet edilmektedir. Afgan süvarileri Belucistan İran hududuna yollandıkları gibi Meşhed şehri hududuna da gitmişlerdir. ye tevessül etmiş olduğunu Times yazıyor. el-Liva gazetesindeki okunduğuna göre Bombay’da ticaret eden Kasım Muhammed İbrahim Efendi namında bir zat mücahidin-i Osmaniyye için ianat derc etmek üzere kendi riyaseti tahtında bir komisyon teşkiliyle kırk yedi bin altı yüz altmış yedi buçuk rubiye –bir rubiye altı kuruştur– iane cem’ine muvaffak olmuştur. Mebaliğ-i mezkureden beş bin rubiyesi evvelce Mübarek es-Sabah tarafından doğrudan doğruya Harbiye Nezareti’ne gönderilmiş ve mütebakīsi ahiren Mısır’da Ömer Tosun Paşa hazretlerinin riyasetleri altında teşekkül eden i’ane komisyonuna Mulay Hafiz Fransa’nın mahbusudur. Haremleriyle bile münasebatı Mösyö Renyo’nun taht-ı teftişinde cereyan ediyor. Rabat’a gitmek muma-ileyh için muhal haline gelmiştir. Varid olan haberlerden Mulay Hafiz’in himaye muahedesini ikrah-ı kalemi ile akd olunduğu anlaşılır. Hele emirin Maten muhabirine vukū’ bulan beyanatı bu babda hiç şüphe bırakmıyor. Bununla beraber Fas askeri hal-i kıyamdadır. Asakir-i işgaliyye daima dayak yiyor. Fransa şark hududu tehlikede bırakacak derecede Fas’a sevkiyat-ı askeriyede bulunmaktadır. General Liyon’a son derecede cebr ve şiddet göstermek lede’l-hace birkaç bin kişiyi katliam etmek suretiyle icraat yapmak üzere Paris’den evamir-i kat’iyye almıştır. Gerek Yunnan gerek Türkistan’da mu­ kīm ehl-i İslam Çin’de cumhuriyete zahir olmaktadırlar. Cumhuriyet-i cedide de müslümanların sair Çinliler ile hakk-ı müsavatını kabul ve hatta milli bayrağa bu müsavata bir işaret-i mahsusa olmak üzere bir renk ilave ettiklerinden ümid ederiz ki hıtta-i vesia-i mezkurede ehl-i İslam fimaba’d rahat ederler. Çin’de Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretlerinin la-ekall elli milyon sadık zahid muti’ ehl-i sün­ netten tebaa-i diniyyesi var. Acaba neden yeni cumhuriyet yor? Ve neden Pekin’de bir sefarethane Yunnan’da ve Türkistan’da şehbenderhaneler açmıyor; Hariciye nazırımızın nazar-ı dikkatini celbi kendimize vazife biliriz. Rusya’nın Kazan’dan Kafkasya hududuna asker sevk etmekte olduğu evvelce yazılmıştı. Alınan haberlere göre Kafkasya’da tahşidat devam etmekde olduğu gibi diğer tarafdan Odesa’da dahi tahşidat askeriyyesine büyük bir ehemmiyet atf edilmektedir. Petersburg’daki Osmanlı Sefiri Turhan Paşa’dan Hariciye Nezareti’ne gönderilen haberlere göre Rusya Hariciye Nazırı Mösyö Sazanof tarafından Rusya’nın tahşidat-ı askeriyyesinin hükumet-i Osmaniyye’ye karşı olmadığı te’min edilmiştir. sizlikten aç kalan İtalyan amelesi caddelerde nümayişler lerin seyr ü seferine mümanaat etmek teşebbüsünde bulunmuşlardır. Muhtel olan asayişi iade etmek üzere şitab eden bir sağalmeri[silik] müfrezesi ahali tarafından taşla istikbal edilmiştir. Nümayişçiler bir haneyi tahrib ederek bir polis me’murunu bıçak ile katl etmişlerdir. Müsademe esnasında bazı jandarma zabitanı mecruh olmuşlardır. Seyyid Abdullah el-Vedad hazretleri adamlarının başında olduğu halde istilasına karar verdiği Eritre İtalyan müstemlekesine doğru gitmektedir. Bununla beraber Seyyid Abdülvedad hazretleri Aden’den gönderilen ri cihetle hareket-i vakıasında müşkilata ma’ruz kalmakda hususi ma’lumat dahi bu havadisi te’yid ediyormuş. TEFSIR-İ ŞERIF Tercümesi “Hem Allah’a hem onun Peygamber’ine muti’ olunuz; birbirinizle uğraşmayınız yoksa korkaklaşır kuvvetten de düşersiniz; bir de sabrediniz zira şüphe yoktur ki Allah sabredenlerle beraberdir.” * * * Müslümanlar hüsran-ı mübinden kurtulmak isterlerse; yani dünyada sefil ahirette rezil olmayalım derlerse; kendileri hareket ittihaz eylemekten başka çare yoktur. Şimdiye kadar gelip geçen akvam-i İslamiyyenin tarihi üzerinde kısacık bir nazar gezdirecek olursak Furkan-ı Hakim’in natık olduğu şu hakīkati te’yid edecek na-mütenahi sayfalar hem pek acı pek kanlı sayfalar görürüz! Evet hiç bir cemaat-i İslamiyye yoktur ki Allah’a itaat etsin; Peygamber’in gösterdiği yola gitsin; efradı arasında sın. Sonra hiç bir cemaat-i İslamiyye yoktur ki evamir-i vermesin; ahadı birbirine düşsün de o yine izmihlal uçurumlarına yuvarlanmasın. Müslümanların kaynayıp gittiği uçurumlar hep tefrika yü­ zünden açılmış; o tefrikayı ise bütün azgınlıklar o evamir-i Şeriat-i Garra-yı Ahmediyye’nin ahkamı insanları yalnız ahirete hazırlamaz; onlara dünyada insanca yaşamanın nasıl olacağını hem nasıl kabil olabileceğini gösterir. Vaz’ eylediği kanunlar ise kavanin-i fıtratın aynıdır: Bu alem-i hilkat durdukça bir noktasının bile değişmesine imkan yoktur. “Tenazu’” birbiriyle uğraşmak; tefrikalar ihtilaflar içinde çalkanmak ma’nasınadır. Efradı birbiriyle boğuşan millet harice karşı mevcudiyetini muhafaza edebilecek maddi kuvvetler tedarikine ne vakit ne imkan bulamayacağı gibi alemde hiç bir şeyle telafisi kabil olamayan kuvve-i ma’neviyyeden de mahrum olur ki bu en müdhiş bir hüsrandır. nehy-i ilahisi en sarih en kat’i bir tarzda gösteriyor ki: İttihaddan ayrılan birbirleriyle uğraşan milletler evvela şecaat metanet i’timad-ı nefs gibi seciyelerden cüda düşüyor; sonra da satvetine şevketine Ayet-i kerimedeki “rih” kuvvet devlet azamet ma’nalarınadır. Ekabir-i müfessirin kelimeyi hep o suretle tefsir buyurmuşlardır. Yaşamak isteyen millet için ittihadın lüzumu bedihiyat-ı evveliyyedendir. Öyle efradı birbirine kaynamış hey’et-i mecmuası bir bünyan-ı mersus vücuda getirmiş olan cemaatler düşmanın topuyla tüfengiyle kolay kolay devrilmezler. “Kal’a içinden fetholunur” sözü ne büyük bir hakīkattir! Müslümanlar için bu hakīkatten gafil olacak zaman değildir. Hariçteki düşmanı bırakıp da dahilde birbirleriyle uğraşmasınlar. Mevcudiyetlerine birer birer hatime çekilen hükumat-i İslamiyyenin halinden olsun ibret alsınlar ki inkırazlarına sebep hep aralarındaki tefrika idi başka bir şey değildi. Ayet-i celiledeki “sabr” her türlü şedaide göğüs germek; hiç bir düşman hiç bir tehlike karşısında metaneti elden bırakmamak ma’nalarınadır; yoksa miskin miskin oturmak mezellete mahkumiyete katlanıp durmak demek değildir. Tevekkül gibi sabır da bazıları tarafından yanlış telakkī edilmekte olduğu için şu ihtara lüzum gördük. Mehmed Akif Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib ---- FIKIH VE FETAVA ---- Hac ve Ka’be – – Kuşluk zamanları idi Resul-i Ekrem Efendimiz hazretleri doğru Harem-i Şerif’e gelerek Bab-ı Beni Şeybe’den Mescidü’l-Haram’a dahil oldular. Ka’be-i Muazzama’yı müşahede edince diye dua eylediler. Bazı rivayetlere göre nazar-ı nebevileri Beyt-i Şerif’e vaki’ olunca mübarek ellerini kaldırarak tekbir getirdikten sonra: dediği menkūldür. Ba’dehu Ka’be-i Muazzama’ya doğru yürüdüler. Hacer-i Esved hizasına gelince ellerini kaldırmayarak onu selamladılar. Burada tahiyyetü’l-mescid namazı kıldığı tavafa el kaldırarak tekbir ile başladığı mevsuk değildir. Sonra Ka’be-i Mükerreme’yi soluna alarak tavafa bed’ ettiler. Fakat tavaf ederken Ka’be’nin kapısı önünde arkasında oluk altında muayyen bir zikir ile dua etmiş oldukları mertebe-i sübuta vasıl olmamıştır.. Yalnız Rükn-i Yemani ile Hacer-i Esved arasında dedikleri rivayet olunmuştur. Tavafa başlamadan evvel ıztıba’ etmiş yani rida-yı şerifinin bir ucunu sağ koltuğu altından alarak sol omuzu üzerine atmış idi. Evvelki üç şavtı remel ile yani sür’atli ve çalımlı adımlar ile mübarek omuzlarını silkerek icra buyurdular. Kalan dört şavtında ise remel edilmedi. Tavafın bazı şavtında Hacer-i Esved’in hizasına gelince ellerinde olan çevgan ettirerek onları bazen bila-vasıta Hacer’in kendisini takbil buyururlardı. Rükn-i Yemani’yi istislam buyurdukları mervi Aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri o zamanlar Beyt-i Şerif’in yakınlarında bulunan “Makam-ı İbrahim”in arka taraflarına gelerek: ayet-i kerimesini tilavet buyurduktan sonra birincide Fatiha-i Şerife’ye diğer İhlas surelerini zam ederek iki rek’at tavaf namazı kıldılar. Ba’dehu Hacer-i Esved’i selamlayarak Harem-i Şerif’in Safa’ya açılan kapısından harice çıktı ve Safa’ya geldiler; ayet-i kerimesini tilavet ettikten sonra diyerek tepeye suud buyurdular. Artık görünmekte olan Beyt-i Şerif’e yerine teveccüh ile tekbir getirerek: diye Allah’ı tevhid ettikten sonra: diyerek tazarru’ ve niyaz eylediler. Tekrar üç kere tehlili müteakib dua ettikten sonra tepeden leyn-i ahdarayn ile tahdid edilmiş olan vadiden hervele ile yani sa’y ve sür’at ile geçerek Merve’ye geldiler. Burada da tepeye çıkarak Safa’da olduğu gibi dua ettiler. Sa’yin birinci şavtı böylece tamam oldu. Merve’den Safa’ya gelerek ikinci şavtı da ilave ettiler. Safa’dan tekrar Merve’ye… rivayet olunduğuna göre esna-yı sa’yde: diyerek dua ediyorlardı. Fakat çok geçmeden oralara ahali doldu. Herkes ol hazretin yanına sokulmakla mübarek yüzlerini görmek istiyordu. Öyle oldu ki artık yayan olarak sa’y kabil değildi. Bunun üzerine deveye bindiler. Yedi şavt olmak üzere sa’yi Merve’de ikmal buyurdular. Ba’dehu aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri hedyleri bulunmayan ashab-ı kiramın halk veyahud taksir hedyleri bulunanlar ihramlarında devam binaenaleyh karin veyahud müfrid olacaklardı. Hedyleri bulunmayanlar mahsub olacak; fakat hac için ayrıca ihram etmeleri iktiza edecekti. Netice i’tibarıyla bunlar da mütemetti’ oluyorlardı. Görülüyor ki hüccac-ı kiram iki kısma ayrılıyorlar. Bir kısmı ki hedyleri bulunup karin yahud müfrid olanlardır; diğer kısmı ise hedyleri bulunmayıp mütemetti’ olanlardır. Birinciler çıkacaklardı. Halbuki Mikat’ta ihrama girerken ancak umre niyetiyle mahrum olanlar pek azdı. Ashab-ı kiramın kısm-ı a’zamı ya karin yahud müfrid olarak ihrama girmişlerdi. Şu hale göre bu ekseriyetin birinci tavaf ve sa’yi müteakib ihramdan çıkmak hatırlarına bile gelmiyordu. Zaten Arablar arasında öteden beri devam eden i’tikada göre hac aylarında umre getirmek en büyük maasiden ma’dud bulunuyordu. Halbuki aleyhissalatü vesselam efendimizin emrine ittibaan bu defa tavaf ve sa’yi müteakib ihramdan çıkıldığı surette şübhesiz hac ayında umre etmiş bulunmaları lazım geliyordu. lüzumunu bildiren emr-i nebevi birden bire anlaşılamadı. Bazı kimseler tarafından –”Biz nasıl ihramdan çıkabiliriz bu yapılamaz; çünkü biz mütemetti’ olarak değil müfrid olarak karşı gelmek olmazdı; emr-i nebevinin kat’i olduğu anlaşıldı; hedyleri bulunmayanların hepsi ihramdan çıktılar. Bu esnalarda ashab-ı kiramdan Süraka bin Malik aleyhissalatü vesselam efendimize fesh ve ihlalin –yani Mikat’ta lüzumu bu seneye mi mahsus yahud hedyleri bulunmayanlar bundan böyle hep temettu’ mu edecekler?” diye sual etti. Ol hazret de bu hükmün ebedlere kadar hep böyle devam edeceğini bildirdiler. Fahr-i kainat efendimizden maada Ebubekir Ömer Ali Talha Zübeyr bin Avvam’ın hedyleri bulunduğundan ihramları üzere kaldılar. Fakat ümmehat-ı mü’minin ve Hazreti Fatıma ise sair ashab-ı kiram gibi ihramdan çıktılar. Hazreti Aişe özrüne mebni tavaf ve sa’y edemediğinden bit-tabi’ Hüccac-ı kiram Pazar Pazartesi Salı Çarşamba günleri Mekke’de kaldılar. Bu müddet zarfında namazlarını kasr ediyorlardı. Perşembe gününe tesadüf eden yevm-i terviyenin kuşluk zamanları gelince ihramlarından çıkmış olanların hepsi şehir haricinde yerli yerlerinde ihrama girdiler. Kafile Mina’ya doğru hareket etti. Bu Cuma gecesini Mina’da geçirecekleri ferdası Cuma günü güneş az çok irtifa’ peyda edince “Dabb” nam yolu ta’kīb ile “Arafat”a gidildi. Esna-yı rahda ashabdan bazıları tekbir getiriyor bazıları telbiye ediyordu. Arafat kurbunda “Nemre” nam mahalle eriştiklerinde ol hazret zat-ı nebevilerine mahsus olmak üzere kurulan çadırlarını görünce orada tevakkuf buyurdular. FEMINIZM MES’ELESI – – Teslis; tevhid-i ilahinin musalaha değil bir an mütareke kabul etmez ebedi düşmanıdır. Teslisin İslamiyet aleyhinde beslediği ateş-i kin ve husumetini medeniyetin yirminci asır terakkī ve tekamülü değil a beş yüz yirminci asrı da söndüremez. Suret değişir siret değişmez. Siz kurun-ı vustada papaların Salib ordularını nasıl techiz ettiklerini nasıl yanar dağlar gibi feveran ettirerek İslamiyet üzerine yığdıklarını bilseniz! Bilseniz Sen Piyer’in hayru’l-halefleri?! nasıl İslamiyet aleyhinde ne hatıra hayale gelmedik bühtanlar iftiralar uydururlar ne şeni’ manzumeler ne faci’ destanlar tertib ettirerek fedakar evladları misyoner lisanıyla garbın en hücra köylerinde okuturlardı! O manzumeleri görmeli o destanları okumalı ki insan Hıristiyanlığın İslamiyet aleyhindeki adavetinin ne kadar şiddetli ne derece gayr-i kabil-i teskin olduğuna dair bir fikr-i sahih edinsin. Teslis; mihr-i tevhidin İspanya’da ihtilal ateşleri kan denizleri içinde üful ettiğini görmekle kendisince pek mukaddes bir id-i ekber muzafferiyeti idrak etti. Fakat bu Allah güneşinin Domaniç dağları üzerinde tekrar tulu’ ederek Avrupa afak-ı muzlimine neşr-i envar-ı füyuzata başladığını görünce yine telaşa düştü. Yine gözleri sulanmaya kalbi titremeye vücudu ürpermeye başladı. Söner mi püf demekle mihr tevhid-i İlahi’dir Cihan bir sarsar-ı kahr olsa da vallahi vahidir. Mekanı cennet olsun! Saika-i kahr-ı İlahi Bayezid-i Evvel’in Papa Beşinci Martin’e gönderdiği “Geleceğim! Sana göstereceğim! Bekle ey düşman-ı tevhid!” haberi Vatikan sarayıyla beraber Roma’yı bütün İtalya şibh ceziresini zelzele-i kıyamete tutulmuşa döndürdü. Papa korkusundan bayılıp yerlere yuvarlandı. Çünkü tepesine inmeye hazırlanan Yıldırım idi! Vakta ki Osmanlı seyf-i cihangiri niyam-ı füturuna girdi o garbı tiril tiril titreten sayha-i şirinin ardı kesildi. Evet arslan yaralanıp sırtı üzerine düşünce meydan yine tilkiye kaldı. Arslan yaralandı ayaktan düştü; fakat madem ki ölmedi öldürülemedi; mutlak bunun vücudu kaldırılmak garb için bir fariza idi. Avrupalılar ve bilhassa Vatikan sarayı amik bir tefekküre daldılar. Bir çare buldular; pek dehşetli: Osmanlıların safvet-i Tedrici tesmim ameliyatıyla ruh-ı şehamet ve hamasetini öldürmek. İşte bu çare Osmanlı vatanının her tarafında medeniyet ma’rifet namına mektepler daru’n-nedveler te’sis etmek. Avrupalılar pek dur-endiş pek saburdur. Bu emre gayet ihtiyatkarane teşebbüs ettiler. Adımlarını senelerle ölçtüler. Nihayet temeli kurdular. Bina-yı mefsedete başladılar. Ben bir mekteb-i alide tahsil ederken Marsilyalı olan Fransızca muallimim ders esnasında –münasebet düşsün düşmesin mutlak– İslamiyet aleyhinde müstehziyane iki damla zehir saçacaktı. Bu zehir damlalarını kalbimize dökmedikçe rahat edemezdi. Ben yetim bir çocuk olduğum ve tahsil için can verdiğim halde dayanamadım. Kemal-i nefret ve istikrah ile mektebi terkte muztar kaldım. asırlık mahsul-i mesaisi! Şimdi mekteplerinde teslis dersleri salib ibadetleri bütün bütün aleni! Bidayette hatta otuz üç sene evvel böyle değildi. Cesaretlerini bu kadar ileriye götürmüyorlar ihtiyatkarlığı henüz elden bırakmıyorlardı. Mekteplerinde bila-lüzum ma’bed-i teslis bulundurmak ve nihayet İslam yavrucuklarını cebren sokup ayin-i ruhaniye rine bir Salib çizmekten ruhumuzu zehirlemekten başka ne yetişmiş nur topu gibi iki kerimesi mürebbiyelerinden aldıkları terbiye ve misyoner mektebinde ettikleri tahsilin netice-i medeniyyet-! perveranesiyle aşiyane-i pederi terk ederler. Zavallı peder ciğerparelerinin ardına düşer. Belgrad’da bir otelde bulur. Avdetlerini hüngür hüngür ağlayarak rica eder. Mümkün değil bu ateşin yaşlar matmazellerin kalbine te’sir etmez. “Biz Paris’e gidiyoruz. Siz bizi İstanbul için değil Paris ettirdiniz!” cevabından başka bir söz alamaz. Sırp hükumetine müracaat eder. Sinn-i rüşde vasıl olan evlad için Sırp kanununda cebr olmadığı cevabıyla haiben ve hasiran döner. Zavallı peder! Bedbaht valide! Biz bu vicdansız haileyi –hayat bahasına hafiyyen aldığımız– Avrupa ceridelerinde okuduğumuz dakīkada intiza’-ı ruh işkenceleri içinde kıvranıyorduk. Rical-i İslam’dan birinin nende diğerinin de sazende olması ne müdhiş bir felaket-i diniyye ve milliyedir! Hele Avrupa matbuatının bu feci’ rezaleti taaccüb hayret muslu hassasü’l-kalb bir müslüman için büyük bir saadet addolunur. Fransız Konsoloshanesi vasıtasıyla abone olduğum üsbui Paris Postası “Genç İslam kızları çarşafları atıp Paris’imiz agūş-ı saadetine koşuyorlar. Kaçan kaçana! Abdülhamid telaş içinde. Şeyhi Ebu’l-hüda İslam kadınlarının Hıristiyan aileleriyle görüşmekten men’ edilmesi lüzumunu tavsiye ediyor. Geçmiş ola!” sözleri hançer gibi yüreğime batmıştı. Hala o meş’um satırları unutamıyorum. Artık şimdi kadınlarımızın sütre-i hürriyyetlerine nikab-ı name-i Meşhihat-penahi i’lan olununca “feministler”in si­ nirlenmelerine o pederane o hayır-hahane o şeriat-perverane beyannameye lisan-ı tenkīd ve ta’rizi uzatmalarına hiç de hayret olunmasın! Şeref-i diyanet namus-ı milliyyet namına mukabelede muztar kalan ehl-i imanı taassubla irtica’ ile itham etmeleri de çok görülmesin! Biz bu bedbaht kardeşlerimize kızmayız. Bilakis acırız. Çünkü aldıkları terbiyenin gördükleri tahsilin semeresini iktitaf ediyoruz. Vaktiyle bu karga alaylarına vatanımızda yuva yaptırılmamış olaydı şimdi bu felaket bizden çok uzak kalırdı. Memleketin ma’rifete fenne hayat kadar muhtac olduğunu takdir etmedikten maada bilakis küfür addederek mekteplerin teessüsüne mani’ olanların ve buna mukabil misyonerlere karşı hissizlikte gayretsizlikte cansız mezar taşlarını tanzir edenlerin ferda-yı kıyametteki şiddet-i mes’uliyyetleri görülecek. Ba’sü ba’de’l-mevte imanı olanlar bunu şübhesiz bilirler. * * * EDEBİYAT Küçük bir cüsse fani bir beden gayet fütur-alud Muhakkar bir sinekten müşteki şekvası na-mahdud Nizar ü bi-tehammül bir vücud-i meskenet-meşhud… Dayanmaz germ ü serde mahv olur açlık susuzluktan Bakılsa: Acz ü za’fın bir mücessem şeklidir insan. Doğar naçar ağlar; hal ü tavrı pek melal-aver; Gezer piş ü pesinde türlü nekbetler musibetler; Bu hal-i ye’s ü gamla az zaman imrar-ı ömr eyler; Olur bir pir-i fani: Titriyor eller bükülmüş bel; Kalır metruk-ı mazi tarik-i müştak-ı müstakbel. Bu haliyle sanırsın sen onu şayan-ı istihkar; Fakat bir de bakarsın: Pek kavi gayet metanet-kar… O aciz sandığın kollarda bir dehşetli kuvvet var; O dest-i ra’şedarın taht-ı teshirinde dünyalar… Nedir bilmem?! Beşerde pek hafi bir sırr-ı hilkat var. O aciz na-tüvan cismiyle müstahkar vücuduyla Yorulmaz hiç… Cihanın uğraşır bud ü ne-buduyla; Alır bir hazz-ı lezzet faciat-ı gam-füzuduyla; Duyar bir neşve dehrin iltifat-ı bi-sebatından; Usanmaz alemin şu gir u dar-ı hadisatından Nigahı semt-i ulvi-i kemale mün’atıf … Durmaz Koşar; ruhunda var bir ateş-i gayret ki durdurmaz; Eder şehbal-i fikri mavera-yı arşa dek pervaz; Hemen yükselmek ister göklere… Durmak nedir bilmez Sema-yı mecde yükseldikçe artar hırsı eksilmez. O ister her ne varsa anlaşılsın kalmasın mübhem: Nedir hilkat nedir sırr-ı mead ü mebde’-i alem Onun içün pek ağırdır pek büyük züldür “Hayır bilmem!” Nesin sen?! Ey beşer! Sende büyük bir kabiliyyet var Bakılsa fil-hakīka sende bir başka meziyyet var Savaik yağdırırsın yerlere semt-i semadan sen; Hevaya kaldırırsın dağları bir hamlede yerden; Senin ruhun büyüktür çünkü yerlerden ve göklerden Bilirsen kendini hatta meleklerden de alisin Onun’çün daima sen böyle meyyal-i tealisin Avalim mündemicdir sende; sen gerçi küçüksün pek Fakat kadrin büyüktür cevher-i hasiyyetin yüksek Senin mahiyyet-i fıtriyyenin icabı yükselmek… Hemen koş durma uğraş kadrini bil ey beşer! Yüksel Yetişmez erdiğin evc-i kemalata senin bir el. Bu halinle sana layık mıdır biganelik söyle Çalış hep ukde-i mahiyyet-i eşyayı halleyle Açılsın mübhemiyyetler deha-yı tab-darınla; Ziya-yı fıtnatınla olsun estar-ı serair-i çak. Sana bahş eylemiştir Halik’ın bir akl-ı pür-idrak Sana bahş eylemiştir Halık’ın bir fikri ateş-nak EBU’L-ALA’ MAARRI Ebu’l-Ala’ el-Maarri diyor ki: Feylesofu; bu şiirinde alemdar-ı musaddikīn pişdar-ı mü’minin olarak görüyoruz; hatta o dereceyi bile geçmiştir; peygamberlerin düşmanlarını eline geçirip kafalarını koparmak bu kadarla da iktifa etmiyor yalnız mürselini tasdik ve müdafaa eden bir cemaat içinde bulunmakla da kani’ olmuyor; dünyada en iyi amel en güzel fiil onların emrettikleri füru’-ı sarahatle i’lan ediyor. Bu yolda şöyle söylüyor: Feylesof bu şiirleriyle karşımıza mescidden kalbi korkularla dolu lisanı dua ve sena ile meşgūl bir mü’min-i samimi gibi çıkıyor. Maarri diyanetce bu mertebede kalsaydı bile yine “yevmü’llah”da bu bir hüccet olabilirdi. Lakin Maarri bu hususda yükselmiş seyr ilallah etmiş ibadat-ı Huda’da adımlarını sıklaştırmış Hakk’a pek ziyade yaklaşmıştır; öyle ki koca feylesof mertebe-i duata vasıl olmuş Allah’ın emrettiğini emir nehy ettiğini nehy eylemiştir. Halkı ibadete tergīb etmiş onlardan nefl ü farzı istemiştir şöyle diyor: Halkı peygamberlerin gösterdikleri yola gitmediklerinden dolayı tevbih etmiş ve şöyle haykırmıştır: Biz buraya kadar feylesofu; en iyi bir musaddık ve mu’terif buluyoruz. Fakat diğer nevi’ şiirlerini okuyunca feylesofun ceyş-i yakīninin inhizama başladığını bedr-i imanının guruba meyl ettiğini yahud görünmeyecek surette mahak derecesine geldiğini görürüz. İşte onlardan bir tanesi: Nihayet şöyle bağırıyor: Bize feylesof hakkında ilk şübhe beytinden giriyor. Çünkü burada feylesof ebediyet ve beka-yı aleme kail gibi görünüyor; halbuki enbiya zeval ve fenasına kaildirler. Ancak ufak bir tasarruf ile bu mes’elenin halli kolaydır. Müsamahakar bir mü’min böyle bir beyitle bir iman-ı sabit ve yakīn-i kadimi yıkmaz. Bu beyitleri geçelim biraz da şunlara göz gezdirelim: Bunda da feylesofu cevabdan aciz bırakacak bir şey yok. Daha doğrusu şair dönse de “Ben bu şiirimle Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’in sünen-i seniyyelerinden birini ihya etmiş oldum bir hadis-i nebeviyi nazm ettim: dese bizi ifham etmiş olur; zannederim ki bu sözüne mukabele Buraya kadar feylesof kendini müdafaa edebilir. Fakat bir kere ithamnamesinde: Dediği okunursa reddetmek cevap vermek zorlaşır. Yalnız şu kadar söyleyebilir: “Şerai’den maksadım zuama ve rüesadır. Herkes gibi ben de mecazen söyledim. Mecazımın karinesi; rüesa-yı dinin ebna-yı beşeri kurtlara tahvil ve baba ile oğul arasını tefrik insanları bir takım şuub ve kabaile taksim ile beynlerinde Biz de kalbimizde hak için bir zaviye-i hürmet ve tekrim tahsis eyledikse feylesofu bu te’viline göre tasdik eyler ve onunla beraber: deriz. Artık bu kabilden bir töhmet daha teveccüh ederse feylesof için –yukarıda yaptığı gibi– “Mecazen söyledim istiare ettim” demek kolaylaşır. Mesela sen şöyle de: Söylüyorsan bu sözünle dini ta’yib ediyorsun; desek bunu reddetmek cevap vermek ona pek kolay gelir. Mütercimi ---- TARIH ---- KILIÇ DINI Gilboa muharebesinin haberi Davud as’e sür’atle vasıl olmuştu; Davud as yalnız Beni İsrail’in mağlubiyetinden dolayı değil hükümdar Talut’un ve oğlu Yonatan’ın vefatı nunla beraber vaktini feryad ü figan ile israf etmeyip birden bire Hebron’da isbat-ı vücud etti ve Yehuda Sıbtı tarafından alkışlarla istikbal olunarak boş kalan tahta is’ad olundu. Lakin Beni İsrail’in diğer kabaili Sıbtları hükümdar olarak Talut’un yegane sağ kalan oğlu İşboş’u kral intihab ettiklerinden bir muharebe-i dahiliyye zuhur iki sene devam etti. Bu muharebelerden birinde Hazreti Davud’un hadimleri düşmanlarından üç yüz altmış kişi katl ettiler ve mağlub tarafın kumandanı Davud’un hadimleri reisine nida etti ki: “Kılıç böyle ile’n-nihaye yiyecek midir? kesecek midir?” “İmdi Talut hanedanı ile Davud hanedanı arasında uzun bir harp var idi; lakin Davud gittikçe gittikçe kuvvetlendi Talut gittikçe gittikçe zaifledi.” Bir müddet sonra hükümdar-ı rakīb İşboşet su’-i kasd ile katl olundu. Şimdi otuz yaşında olan Davud as’un iktidar ve meşrebi Beni İsrail kabilelerinin bütün kıskançlıklarına rekabetlerine galebe eylemişti. Bütün millet onu hükümdarları tanıyıp kuvve-i mecmualarını sancağı altında tevhid ettiler Beni İsrail’in en cesur kumandanları Hazreti Davud as’a yalnız namından ürkerek kendi hududları dahiline çekilmiş olan Filistiniler her cihette mağlub oldular. Davud as de “Cenab-ı Hakk’ın ona emrettiği vechile Senta Caba’dan Azer’e gelinceye kadar” onları kılıçtan geçirdi. Müteakıben Davud as Beni İsrail içinde silah taşımaya muktedir olan bütün efradın harp için mücehhez merkez-i hükumet olan Hebron şehrine gelmelerini emretmişti. Bundan sonraki vekayii doğrudan doğruya kelime kelime Yusuf Yasef–Josephus’dan nakl edelim. “Baladaki emre imtisalen –Hebron’da– evvelki hükümdarın vefatında kendilerinin Davud as tarafdarı olduklarını yüz kişi ictima’ etti. Bunların hepsi müsellah idi. Şem’un kabilesinden yedi bin yüz Levi kabilesinden dört bin yedi yüz Bünyamin kabilesinden sade dört bin Efrim kabilesinden yirmi bin sekiz yüz kişi gelmiş ve Efrayimliler cüssece cesaretçe şayan-ı hayret adamlar bulunmuştu.” Manasse kabilesi on sekiz bin İsakar kabilesi yirmi bin Zebulun kabilesi elli bin geldiler. Bu elli bin kişi bütün kabile olup hepsi Cad kabilesi gibi kılıç mızrak kalkan ve tolga ile müsellah idiler. Naftali ordusu bin nefer cesaret ve maharetle mütemayiz zabitleri kumandasında azim bir kalabalık teşkil etmekte idiler Dan kabilesi de yirmi yedi bin kişi Aşer kabilesi kırk bin kişi geldiler; Ruben-Rubil ve Cad kabilelerinden ve Manasse kabilesinin Ürdün nehri ötesindeki nısfından yüz yirmi bin kişi vardı; bunlar kalkan kılıç mızrak ve tolga ile müsellah idiler. Bu halden müsteban olur ki: Kılıç bütün kabileler yani kabail-i Beni İsrail içinde suret-i umumiyyede isti’mal olunan bir silah idi. Mikdarı ta’dad olunan bu asakir Hebron’a gelirken beraberlerinde külliyetli mikdarda hububat şarab ve levazım-ı saire getirmişlerdi. Bunlar hep birden Davud as’u hükümdarları tanıdılar ve kendisine her hususda bey’at ettiler. Davud as kemal-i seha ile ahaliye üç gün in’am ve ikram ettikten sonra asakir-i mevcudenin başına geçip o zaman Ken’aniler’den Ceyusiler elinde bulunan Kudüs şehri üzerine hücum eyledi. Yahudilerin Kudüs önünde görünmelerine karşı Kudüslüler muhacimlerle istihza olmak üzere aralarındaki topal ve a’ma ahaliyi Kudüs surlarının üstüne çıkarmışlar bu kadar hakīr ve zaif düşmana karşı başka türlü müdafaa[ya] hacet olmadığını söylemişler idi. Bu hakaretten ziyade müteessir olan Davud as şehir üzerine hemen hücuma karar vermiş fil-hakīka surlarının gayr-i kabili’t-teshir olduğu zehabıyla bu tedbirsizlikte bulunan düşmanlarına kabahatlerini göstermiştir. Davud as müntahab bir fırkanın riyasetinde ilerleyip şedid ve umumi bir hücum ile aşağı kasabayı ele geçirmiştir. Mamafih: İç kale hala bir müdafaa-i şeciane ibraz ediyor zabt edemediği halde şöhret-i askeriyyesinin zedeleneceğini düşünen Hazreti Davud hücumda ibraz-ı şecaat edeceklere mükafat-ı nakdiyye vaad etmiş surun üzerine ilk evvel çıkarak orada sebat edebilecek kumandanlara ordunun başkumandanlığını vaad eylemişti. Bunun üzerine İbrani ordusunda kumandandan son nefere kadar azim bir şevk ve gayret hasıl olup herkes adeta şecaat mu’cizeleri göstermeye başladı. Ancak bizce ilk defa suud saadeti Yoab namında birine nasib olmuş o da nu’man Davud asdan va’dinin incazını taleb etmiştir. Beni İsrail böylece küme küme şehre girdiklerinden Ceyusiler bila-şart teslim olmuşlardı. Davud as şehrin istihkamatını ve ebniye-i sairesini ta’mim ve termim edip şehrin i’mal ettiği aksamına da “Davud’un Şehri” namını hükumetini buraya nakl ettiğinden Kudüs müşarun-ileyhin müddet-i saltanatınca Beni İsrail’in merkez-i saltanatı oldu.” Davud as’un ikinci işi din-i millinin şeref ve ihtişam-ı lazımı ile tesbit ve takriri oldu. Bunun için müşarun-ileyh daimi yerli bir ma’bed te’sisini düşünmüş bu hususda Natan peygamberin re’yine müracaat etmiştir. Peygamber evvela bu maksad-ı takva-perestaneyi çok takdir ettiyse de biraz sonra emr-i İlahi ile Davud as’un bu azim teşebbüs-i milliden vazgeçmesi ve onun şan ve şerefini varis-i tahtı olacak oğluna terk eylemesi lazım geleceğini ihbar etti. Şimdi bu men’ ve reddin hikmet-i İlahiyyesi olarak ve kelam-ı İlahi meziyetiyle ileri sürülen şu aşağıki satırları kariin-i mütefekkirinin bilhassa nazar-ı dikkatine vaz’ eylemeyi vazife addederim: “Sen kanı bol bol döktün ve azim muharebeler yaptın. Sen benim gözümün önünde o kadar çok döktüğün Ve yine bu miyanda Hazreti Davud’un son sinin-i hayatında hadis olduğunu Yahudilerin elindeki Tevrat ’ın Ahd-i Atik ’in haber verdiği vekayi’-i müheyyiceye aid birkaç söz daha söylemez isem tedkīkini taahhüd eylediğim mebhasi noksan bırakmış olurum. Mütercimi AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Hazinedar ertesi günü tekrar gelip bin eşrefi getirdi ve: – Her gün bu kadar meblağın hak-i payinize takdimini han emretti dedi. Beş gün sonra vezir-i memleket ziyaretime gelip hana vereceğim cevap ile nasihatler hakkında istizahda bulundu. – Rical-i devlet fikrimi kabul ederse han hazretleri kendi mahremlerinden birkaç zat ile beni Rusya hükumetine sefir göndersin. Gidip iki hükumet arasında bir muahede tanzim edelim. Yoksa günün birinde Rusların Ürgenç havalisine geleceklerini kendilerini muhafaza için istihdam ettiğiniz asakir-i ma’dudenin Rusya gibi kavi bir hükumete karşı durmayacaklarını anlıyorum dedim. Vezir gitti ve bu hususda müşavirleriyle müzakere etti. Hiveliler o zamana kadar bir devlet-i muazzamanın derece-i kuvvet ve satvetini görmemiş olduklarından fikrimi tasvib etmediler ve : – Ruslar Ürgenç civarına gelirlerse kendi mezarlarını kazmış olurlar cevabını verdiler. Vezir nezdime avdetle han ve bazı rical-i hükumetin tedbirimi takdir ettiklerini lakin ahalinin pek bala-pervazane mütalaada bulunduklarını haber verdi. – Öyle ise bu kadar cahil ve ahval-i alemde bu derece akıl bir halk arasında ikamet edilemez dedim. Vezir: – Han hazretleri mürur-ı zaman ile fikrinizin doğruluğunu anlayacak olan halkın nasihatinizden müteneffi’ olması – Hanın bu teklifi şayan-ı teşekkür olmakla beraber ahalinin hakkımda hasedini mucib olacağı cihetle kabil-i icra değildir. Bence en iyisi buradan kalkıp Buhara’ya gitmektir. Cevabını verdim. Son sözüm üzerine vezir mükedder olarak: – Buhara emiri hakkınızda lazım gelen ihtiramatta bulunmaz sanırım. Nitekim oradaki rufekanıza doğru dürüst yevmiyelerini vermediği gibi amca-zadeniz İshak Hanı da nezaret altında bulunduruyor. Siz gitmekten sarf-ı nazar buyurun. Ben gayret eder oradaki yoldaşlarınızı da getirtirim dediyse de; – Buhara’ya mutlaka gitmem lazım orada görülecek işlerim var. Siz lutfedin de azimetim için handan müsaade alın. Cevabını verince: – Öyle ise yarın tekrar ziyaretinize gelirim diyerek gitti. Vezir ertesi günü gelip: – Han hazretleri mufarakatinizi arzu etmiyorlarsa da ısrar buyurduğunuz takdirde azimetinize mani’ olmayacaklardır. Fakat iki gün sabrediniz ki esbab-ı sefer tehiyye olunsun dedi. Üçüncü günü de han tarafından erzak yüklü yüz elli deve dık demek için müşarun-ileyhin nezdine gittim. Azimetimden dolayı fevkalade teessüf gösterdi. Nihayet yola çıktık ve beş gün içinde Ceyhun kenarına vasıl olarak –halen Rusya hükumetinin taht-ı tasarrufunda bulunan– Gor ve Şorab hududundan geçtik. Yedi gün sonra da Buhara muzafatından olan Karagöl’e muvasalat eyledik. Burada iken –Buhara’da bulunan– amca-zade İshak Han ile yoldaşlarımdan tahassür ve iştiyakı havi birer mektup aldım. Üç gün sonra Buhara’ya girdik ki emir Rusların emrine tebaan Emir Sehrab Big ile harp etmek için Hisar ve Kalab’a azimet eylemişti. Harbin sebebi de Sehrab Big’in Rus tabiiyetini kabul etmemesi idi. Buhara emiri ile eskiden aşinalığımız olduğu cihetle kendisine bir mektup yazdım. Buhara’ya geldiğimi bildirip avdetinize kadar bekleyim mi yoksa nezdinize geleyim mi? diye sordum. Yanıma gel cevabını gönderdi. Bunun üzerine Hive hanının verdiği eşrefileri tebdil ettirip develeri sattırdıktan sonra lazım olan eşyayı tedarik ederek beş yüz kişi olduğu köleleri de azad ettim. Yolculumuz on gün kadar sürmüştü ki yüksekçe bir mevki’de Buhara emirinin çadırları kurulmak için düzeltilmiş bir yere geldik. Burası kandan çamur haline gelmişti. Emirin galebesine şükrane olarak bir çok öküz kurban edilmiş sandım ve: – Niçin öküzleri uzakta kesmediler? diye oradaki ahaliye sordum. Meğerse o kan hun-i insan imiş ki on beş gün evvel Hisar kalesi feth olunup bin tane esir alınmış ve emriyle burada gözlerinin önünde hepsi katledilmiş. Bu haberden müteessir olarak: – Acaba üsera bir kabahatte mi bulunmuştu? sualini irad ettim ve: – Emir yüzlerce adamı bila-sebeb öldürüverir! cevabını aldım. Kendi kendime düşündüm ki müslümanların hükümdarları Allah’dan ve Allah’ın dininden bu kadar gafil bulunuyor kendileri de mahlukat-ı Huda’yı esir ederek bila-kusur katlediyor. Buhara emiri ise ahkam-ı İlahiyye ve şeriat-i nebeviyyeye len ulemaya gelince vazife-i diniyyelerini ifa etmiyorlar. İşte bu sebebler dolayısıyla da Ruslar Türkistan’ı taht-ı istilaya alıyorlar. Buhara ahalisinin dindarlıktaki şöhretine rağmen şeriate muhalif hareket etmelerine ve cehl ü gururlarından yekdiğeri aleyhine düşmelerine bunun neticesi olarak da a’da-yı dinin intifa’ ve istifadesine meydan açmalarına fevkalade müteessir oldum. Na-hak yere katledilen zavallı esirler için de hüngür hüngür ağladım. Maiyetimden birkaç kişiye tenbih ederek meydandaki kanları toprakla örttürüp orasını kabristan şekline koydurdum. Ba’dehu kemal-i ye’sle Hisar’a müteveccihen hareket ettim.–maba’di var– ---- CELAL-ZADE SALIH EFENDI ---- Fudala-yı üdeba ve müverrihin-i Osmaniyye’den bir zat olup tercüme-i hali Sıratımüstakīm ’in ’inci numaralı nüshasında muharrer Celal-zade Koca Nişancı Mustafa Bey’in küçük biraderidir. Allame-i Rum İbni Kemal ve Muallim-i Sultani Hayreddin Efendi gibi efazıldan tahsilini ba’de’l-ikmal tedrise başlayıp fakiyetten sonra meslek-i kazaya salik olarak Haleb Şam Mısır’da ifa-yı vezaif-i şer’iyye eyledi. İstanbul’a avdetini müteakib inziva ve tekaüdü ihtiyar ederek Nişancı’da bina ettiği hanesinde te’lif-i asarla dem-güzar oldu. Ve “Kabr-i Salih cennet ola ya İlah” mısraının delaleti olan tarihinde fena kılındı. Merhum ilim ve fazl ile ma’ruf olduğu gibi cud ü seha ile de mevsuf gerek akraba ve taallukatından gerek civarı mahallatından bir hayli muhtacine muaveneti canına minnet bilen eshiya-yı ümmetten idi. Asarı: Tercüme-i Cami’u’l-Hikayat ve Lami’u’r-Rivayat : Asl-ı eser Cemaleddin Muhammed Avfi’nin Vezir-i a’zam Nizamülmülk namına yazdığı Farisiyyü’l-ibare tarihi ve ahlakī bir eser-i mu’teberi olup gerek aslı gerek tercümesi Tarih-i Mısr-ı Cedid: Meşahir ve müverrihin-i Arab’dan Takiyyüddin Ahmed-i Makrizi’in sadece Hıtat-ı Makrizi ismiyle ma’ruf olan El-Mevaiz ve’l-İ’tibar bi-Zikri’l-Hıtat ve’l-Asar ’ını me’haz edinerek yazmıştır ki bir nüshası Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü dolabında vardır. Kitabü’l-Muhtasar fi Ahvali’l-Beşer : Allame Suyuti’nin Hüsnü’l-Hazıratü fi Ahbari Mısri’l-Kahire ’siyle sair asar-ı mu’tebereden iltikat suretiyle yazmıştır ki Mısır asar-ı atikasına dair bir hayli ma’lumat-ı nafia mündericdir. Tarih-i Budun : Budin yani Budapeşte: Bir nüshası Revan Köşkü dolabında vardır. Fetihname-i Rados : Bir nüshası Viyana’da kütübhane-i Divan : Tarz-ı ma’lum üzere olup bir nüshası Ayasofya Kütübhanesi’nde mevcuddur. Manzume-i Leyla vü Mecnun : Birbirini müteakib vefat eden iki mahdumunun te’siriyle yazdığı için suzişli parçaları havidir. Haşiye ala Şerhi Miftah Haşiye ala Şerhi Mevakıf Haşiye ala Sadru’ş-Şeria Haşiye ala Islah ve İzah Menakıb-ı Firuz Ağa Münşeat Evahir-i ömründe gözlerine ama tari olduğu halde müstahzaratından ve mutayebatıyla nevadir ve müfakehatını cem’ ve tertibe başlamış ise de itmamına ömrü vefa etmemiştir. Gazel-i ati zaman-ı şeyhuhetinde nazm ettiği eş’arındandır ki ahval-i ruhiyyesini musavvir olmak i’tibarıyla derc edildi: Ahir oldu ömr çün geçti heva şimden girü Neyleyem el verdiğin dünya bana şimden girü Ben cihan sevdalarından çekdim el ey müddei Ser be-ser gavga-yı dehri al sana şimden girü Pirlik hengamı geldi gitti eyyam-ı şebab Su gibi dil tıfli akmaz her yana şimden girü Tair-i kudsi-i ruh andı tecerrüd alemin Cife-i dünya gamı düşmez ana şimden girü Bir gün agah olmadın düş gibi geçti ma-meza Saliha halin nolur bari ana şimden girü Bursalı SİYASİYAT ŞARK VE GARB – – Medeniyetçe tarz-ı tefekkür ve maişetçe yekdiğerine tamamıyla mütehalif iki alemin arasında bulunan İstanbul’dan atılan sathi bir nazarda şark ile garbın vaz’iyet-i mütekabilesi tebeyyün eder: Garb müdhiş bir kartal gibi şarkın üzerine saldırmak ve kanadlarını gererek pençesini sıkarak minkarını açarak şarkı iki taraftan tazyik etmektedir. Cenubda Arabistan’dan başlamış Basra Körfezi’ni Belücistan’ı Hindistan’ı Tungin Siyam’ı… Şimalde Kafkasya’yı Türkistan’ı ve Sibirya’yı pençe-i kahr u taaddisi altında ezmektedir. Fakat şeklinde yazılmıştır. şu yırtıcı kan içici hayvanın dide-i tama’ ve hırsı bu gibi şikarlar ile ıtma’ edilemez. Kesici gözlerini daima ileri dikmiş daima yeni şikarlar yeni kurbanlar arıyor ve mütemadiyen cenub ve şimalden merkeze doğru yürümektedir! Merkezdekiler ise bugün yalnız iki unsurdan ibarettir: Unsur-ı çalamak bunların da yurdlarında baykuş öttürmek istiyor! Ne kadar müdhiş ve dil-suz bir levha! Küre-i arzda yaşayan beşeriyetin kısm-ı a’zamını teşkil eden şu merkez hakīkaten avcı tarafından ta’kīb edilen bir şikar kuşu gibi mütevahhiş mütezelzil mütereddid bir halde çabalıyor el ayak vuruyor kendisini çalılıktan çalılığa önüne gelen siperin arkasına atıyor kendisi için bir çare-i halas bir me’va bir me’men arıyor! Fakat bi-rahm ü insaf zalim kartal ta’kībinde devam ediyor bir an bile fırsat mühlet vermiyor! Zavallı ölümler kanlar içinde çabalarken katil kuş kanlı pençesi maını ıtma’ ve teskin edecek yerde gözlerini bir kan çalasına döndürüyor; kan katl tahrib şevk ve hevesini daha teşdid ediyor! dır. Şikarlarına karşı bir vaz’iyet-i mütehakkimane alarak sada-yı mevt-averi ile diyor ki: “Dur! Kurtaramazsın! Seni benim pençe-i kahr u tedmirimden hiçbir şey istihlas edemez! İltica etmekte olduğun hürriyet mütevessil bulunduğun meşrutiyet sendeki şevk ve heves-i hayat teceddüd.. Abesdir! Hürriyet meşrutiyet hayat benim içindir! Senin nasibin zillet meskenet mevttir! Evet; hürriyet hayat benim içindir yalnız benim içindir! Şu hakkı bana bahşeden şu yıldırım gibi feza-yı asumaniyi kat’ eden kanatlarım şu kılınç gibi canları yakan pençem şu ok gibi sineleri parçalayan minkarımdır! Sende ne var? Sen henüz bal ü per açmak istiyorsun! Fakat bilmiş ol ki kanatlarımı besleyen şu pençeyi tağdiye eden sensin senin kanın canındır! Sen olmazsan ben yaşayamam! Senin kanındır benim ruhumu perverişyab eden! İkimiz birlikte yaşayamayız! Sen öleceksin ki ben hayat bulayım!!” Evet; Asya sema-yı na-mütenahisinden Asya sularının akıntılarından dağlarının zirvesinden ovalarının içinden tanin-endaz olan sadalarının kaffesi şu müdhiş sada-yı mevttir! Kartal her yere saldırmış! Ne din bilir ne kavmiyet; ne cins tanır ne ırk! Önüne gelen ve az çok ibraz-ı hayat eden asar-ı hareket gösteren bütün akvam ve mileli parçalayıp bitirmek istiyor. Alem-i İslam’dan sonra Çin alemi de kendisini kurtarmak etti. Dahilen uzun ve azim bir buhran ve inkılab geçirdikten sonra bilahare işlerini tanzim ve usul-i meşrutiyeti kabul ve tatbik eder gibi gözüktü. Meğer ki bi-eman kartal pusuda mak istediğini Çin’de de aynı şekil ve surette aynı vesaite müracaat ederek yapmak fikrinde olduğunu gösterdi. Çin bir çok müşkilattan sonra idare-i cumhuriyye vaz’ ederek kendisi için bir hükumet bir reis intihab etti. Buhran yavaş yavaş sükuna tebeddül etmeye başladı. Fakat bu Avrupa’nın memleketin can bulup alat-ı hazıra-i mübareze ile mücehhez olarak meydan-ı gir ü dar-ı hayata atılması Avrupa için pek de menfaatdar bir iş değildi zaten ta öteden beri Avrupa kendisini “Irk-ı asfer” “ittihad-ı İslam” tehlikesi dediği guya iki azim ve mühlik cereyanlar karşısında görüyordu ve şu cereyanların önünü almaya çalışıyordu. Alem-i İslam ile Avrupa’nın muamelesi ma’lumdur. “Irk-ı asfere” gelince Japonya’dan almış olduğu ders kendisini mutabassır ve müteyakkız etti. Asya’nın ta orta göbeğinde yeni ve daha müd­ hiş daha cesim aded-i nüfusca bütün Avrupa’dan azim yeni bir Japonya’nın teşekkülüne elbette ki ruy-ı muvafakat göstermezdi. Avrupa ulum ve fünunu ile alat-ı tahribiyyesi birgün ser-ber-zanu-yı itaat olacağı muhakkak idi. Yeniden şarktan garba doğru akın tufanlarının açılacağı aşikar idi. Ve şu akınlar şu seylab evvel be-evvel Rusya’yı istila edecekti. kendisini toplamak asarını gösterir göstermez hemen müd­ hiş kartal kanatlarını gererek pençesini minkarını açarak önüne dikildi! Kendini toplayamazsın! dedi. Çin buhran ve inkılab içinde olduğu müddetçe kartal uzaktan hatta bir vaz’iyet-i müsaadetkarane alarak seyrediyordu. Çin’in inkılab tufanları içinde yaşayacağını zannederek onun mürde cesedini bekliyordu. Fakat Çin inkılab dalgalarının hemen üzerine atıldı! Çin’e hücum ederek şu zavallı memleketi de İran gibi berbad ettirmek istiyorlar. Ve bunun için her yerde yaptıkları gibi en ziyade şu memleketin seyyiat-ı sabıkasından nekais-ı ahlakıyye ve ictimaiyyesinden istifade etmek istiyorlar. Cenubda ne iğva ederek Tibetlileri guya istiklaliyet Çin’den ayrılmak kendi başlarına bir hükumet teşkil etmek sevdasına salmıştır. Şimalde Rusya Moğolistan’ı aynı vesait ile kendi makasıd-ı mahsusası için alet ederek tahrik ve teşvik ediyor. Daha diğer eyalat ve vilayatta Amerika Fransızlar Almanlar aynı rolü oynuyorlar. Eşraf ve rüesa-yı mahalliyye sırf kendi menafi’-i hasiselerini te’min için ecanibin tahrikat ve teşvikatı üzerine cahil ahaliyi hükumet aleyhine kıyam ettiriyorlar ve hatta bazı yerlerde mesela Moğolistan’da ve Tibet’te ecanibin müdahalesine tevessül ettiriyorlar. Zaten şu hilelerin kaffesini müdahale için yaptırıyorlar. İşte hem-civarlık münasebeti ile menafi’-i milliyyelerinin haleldar olduğunu bahane ederek hemen müdahaleye mübaderet ediyorlar. Bu suretledir ki el-yevm Çin’in payitahtı bulunan Pekin’de yukarıda zikr ettiğimiz hükumetlerin kaffesi birer müfreze-i askeriyye bulunduruyorlar ve yeni teşekkül etmiş olan Çin hükumetinin önüne hergün türlü mümanaatlar ve kuva-yı berriyye ve bahriyyesini tertib etmek için bir istikraz-ı dahili yapmak istiyor. Hemen ortaya atılıyorlar ve ahalinin fakr u ihtiyac içinde olduğunu bir çok yerlerde varidat-ı mahalliyyenin kendi indlerinde merhun bulunduğunu bahane ederek istikrazın yapılmasına mümanaat ediyorlar. Aynı zamanda da kendileri Çin’e para vermek için müheyya olduklarını söylüyorlar. Çin hükumeti kabul ediyor. Fakat hemen cümlesi müttehiden istikraza mukabil Çin umur-ı maliyyesi üzerine hükumat-ı mezkure tarafından bir kontrol de tertib-i umur için sarf edilmesini taleb ediyorlar. Hülasa alem-i İslam’ın başına gelmiş olan bütün bela ve musibetler bugün de “ırk-ı asfer” alemi başına getirilmektedir! Bütün şark bir pençe-i kahr u hıyanet içinde eziliyor. Bir milyar yüz milyon ahali dört yüz yirmi beş milyon ahalinin dest-i zülm ve teaddisinde esir ve zebun kalmıştır! Garb şarka bir tahakküm-i galib ile diyor ki: “Sana eman vermeyeceğim!” acaba şark ne cevap veriyor? TAVZIH-I HAKĪKAT − − Mevzu’-ı bahsimiz olan gazetelerdeki mektubun muharriri gavamız-ı ahvali tedkīk edemeyen efkar-ı umumiyye-i cihanı reh-i rasttan şaşırtacak bir takım Yunan muhteriatı mahz-ı hakīkat olarak kabul etmekle unsur-ı İslam’ı –farkına varmaksızın­ – nezahetten külliyen ari bir suretle rencide-i hatır ediyor. Muma-ileyh diyor ki: “Giritli müslim komşusu hıristiyan gibi Rumdur. Arap olanların adedi pek az ve hele Türkler hiç mesabesinde olup isti’mal olunan lisan ise Rumca’dır” Memalik-i Osmaniyye’nin her tarafından koşup bir seyl-i huruşan gibi Bahr-i Sefid perisini –Girit’i– emvac-ı mülatama-i hamasetleri altında yirmi beş sene müddetle yuvarlayarak akıbet kendilerine ram eden mücahidin-i İslamiyyeden ba’de’l-feth olsun cezirede ihtiyar-ı ikamet edenleri ketm etmek ve ceffe’l-kalem Girit sükkanını mecmuan Rum addetmek bedahet-i tarihiyyeye karşı taami ve hakīkat-i ahvale de münafidir. Alem-i ensal-i ümem mütehassıslarınca ma’lum olduğu üzere Girit Ceziresi Osmanlı gazanferlerin pa-yı celadetine ru-mal olmadan mukaddem orada Rumlar değil “Venedikliler” bulunuyordu. Rumlar ile Venedikliler arasında ırk cinsiyet kavmiyet milliyet i’tibarıyla müşabehet ve münasebet aramak fikrimizce pek büyük bir hata-yı ilmidir. Şu halde “Girit feth olunduğu zaman ahalisi Rumlar ile meskun idi” manlılık şanından olan ulüvv-ı cenab esna-yı fethde Girit’de asar-ı mübeccelesini göstermemiş olsa idi ahali-i kadime-i mağlubesi bulunan Venediklilerin cümlesi ya kılıçtan geçirilir yahud memleketten tard edilirdi. Fakat Bahr-i Sefid’de azamet ve celadetini düşmanlarına tasdik ettirmiş olan Osmanlı Devleti böyle bir zül irtikab etmedi. Vakt-i zaferde zaif ve mağlub olanlara karşı merhamet şefkat ve insaniyet göstermek ve Osmanlılık aleminin mefahir ve an’anat-ı mübeccelesi mukteziyatındandır. bulunan Girit hıristiyanlarının Venedikli ecdadı zıll-i himaye ve re’fet-i Osmaniyye altında Girit’de kalmışlar ve Devlet-i Aliyye’nin tabiiyetine girmişlerdir. Bu mes’ele hakkında dur [ü] dıraz bast-ı makal lüzumsuzdur. Zira bürhan-ı katı’ tarihdir. Asıl unsur-ı İslamı dilgir edecek madde kendilerine isnad olunan Rumluktur. Esasa girişmeden evvel şurasını arz edelim ki biz “Rum” ta’birinden kavmiyet cinsiyet i’tibarıyla hissiyat ve adatı ve gaye-i hayaliyyesi nokta-i vahidede birleşmiş bir kitle ma’nasını deriz ki Girit’in sekene-i kadimesi bile Rum değil iken fatihlerine Rumluk isnadı mantıksızlık olmaz mı? Kezalik sille-i mağlubiyyeti yedikten sonra sekene-i kadimeden rıza ve dilhahlarıyla ihtida ederek Din-i İslam ile müşerref olan ve adedi her halde pek büyük bir yekune baliğ olmayan ahali-i kadimeyi mahza Türk Arap Kürd Arnavud olmadığı yani Girit’e gelip tavattun etmiş olan gazenferan ı’dadına dahil bulunmadığı için Rum addetmek akıl ve hikmete muvafık düşer mi? İstıtrad kabilinden olan şu iki suale cevap mektup muharririni şerm-sar edecek derecede vazıhdır. Burasını kayd ettikten sonra asıl nokta-i nazara gelelim: Girit ahalisi evvela zaman-ı fetihde mağlub olan bir kitledir saniyen: Esna-yı fetihde memleketin güzelliğine kuvve-i etmiş mücahidin-i İslamiyye’den salisen: Bilahare cezireye haricden gelip ihtiyar-ı ikamet etmiş kimselerden ibarettir. Bunlardan başka faraziye mutasavver değildir. Balada arz olunduğu üzere rızasıyla ihtida etmiş olsun olmasın Girit’in ahali-i kadimesini teşkil eden Venedikliler ile Rumluk arasında hiçbir vech-i şibh mevcud değildir. Binaenaleyh bunlara Rumiyyü’l-asıldır denemez. Mücahidin-i İslamiyye’den cezirede tavattun etmiş olanlara gelince onlar Türk Arap Kürd Gürcü Tatar Arnavud olabilirler. Fakat Rum değildirler. Bir çok makalat ile mukaddema bu babda tafsilat vermiş olduğumuzdan tekrarına lüzum görmeyerek deriz ki şu iddiamızı sicillat-ı resmiyye ve berevat-ı sultaniyye ve müteaddid şecerenameler ile isbata hazırız. Fetihden sonra haricden gelip ihtiyar-ı ikamet edenlerin mikdarı pek azdır. Zira Girit’in o feyyaz toprakları öyle bir Rum kitle-i azimesinin süknasını te’min edecek derecede vasi’ değildir. Bu zümreye dahil olanların cümlesini Rum addetmek galiz bir hata olur. Zira onlar miyanında Arap Bingazi taraflarından Türk Konya Kastamonu’dan Arnavud Yanya rettir İngiliz hata etmiyorsak üç ailedir ve daha başka cinsiyet ve kavmiyet ve tabiiyetlere mensub zevat mevcuddur. Bunlara nasıl Rum denilebilir? Lisan bahsine gelince: Girit’de Arabi Farisi Latin İtalyan ve Rum lisanlarının garib ve kaba ihtilatatından mürekkeb bir lisan ile tekellüm edilmektedir. Bu lisana Rumca demek lisan-ı Rumi’ye bir hakarettir. Zira Rumca başka Girit’de konuşulan lisan da başkadır. Buna “Giritlice” demek muvafık-ı insaf olur. Bugün Rumca’yı bilen bir zat “Giritlice”yi ne tamamıyla anlayabilir ve ne de konuşmaya muvaffak olabilir. Bu hakīkat meydanda ve isbatı pek kolay iken muharrir-i mektubun Esasen Rumca olmayan bir lisan ile tekellüm eden bir halkı “Rum” deyip işin içinden çıkmak zannederiz ki efkar-ı umumiyye-i cihanın bu gibi hakayık-ı basitayı görecek bir seviyeden dun oluğunu farz ederek icale-i kalem demek olur ki böyle bir cesaret-i gayr-i makbuleyi muharrir-i mektuba Yefrem Han Hemedan’da Salarüddevle’nin etba’ ve şürekasından olan Mücellilüssultan’a galebe ettikten sonra çadırına muavedetle hükumete bu hususda bir telgraf yazmakta hayat etmiştir. Kurşun Yefrem Han’ın ağzından girip beynini parçalamıştır. Times gazetesinin Tahran’daki muhabirinin beyanat ve ictihadatına nazaran Yefrem Han’ın katliyle Taşnaksütyun Komitesi’nin ihtilafat-ı dahiliyyesi beyninde bir münasebet varmış. Hatırlarda olsa gerektir ki Mayıs-ı Efrenci tarihinde zamana kadar Yefrem Han İran’ın en birinci kumandanı sıfatıyla her gürültü ve muharebede vazifesini kemal-i şecaat ve cesaretle ifa edip hiçbir zaman İran istiklali aleyhinde bulunmamıştır. Şu son zamanlarda Rusya’nın ültimatomunu kabul etmek için Yefrem Han İran kabinesine nasihat etmiş ve ültimatomun kabulünden sonra ecnebilerin muhafaza edileceğine dair hükumetine söz vermiştir. Yefrem Han bu ana kadar bütün musadematta ihraz-ı muzafferiyyet ve muvaffakiyyet edip hiçbir muharebeyi gaib eylememiştir. İranilerin bu adama karşı son derece hürmet ve riayetleri vardır. Nitekim haber-i vefatı derhal bütün hüzn ü keder eylemiştir. Tahran’da meşrutiyet istihsalinden beri Yefrem Han polis ve jandarma nezaretini deruhde etmiş ve bu vazifede kalmıştır. Şu son zamanlarda Ruslar müşarun-ileyhden son derece memnun gibi görünüyorlardı. Taşnaksutyun Cem’iyyeti İran istiklalinin daima lehinde çalışmağı tasmim ettiklerinden Rusya ve İngiltere’nin lerin asıl ve esaslarını tedkīk edecek olursak bunlar vaktiyle anlayacağız. Vaktiyle İran hükümdarlarıyla Ermeniler beyninde Ermenistan’da büyük muharebeler ve kanlı vekayi’ zuhur etmiştir. Ermeni lisanıyla da Farisi lisanı beyninde bir çok münasebat-ı lugaviyyenin mevcud bulunmasına bakılırsa her iki kavmin Arya kavmine şiddetli surette mine’l-kadim mensub oldukları anlaşılır. kat ekseriyet suretiyle Ermeniler İran-ı Cenubi’nin Isfahan şehrinde ve bir saat kadar uzak bulunan Culfa kasabasıyla Azerbaycan Reşt ve Geylan’da ikamet ve temekkün ederler. Taşnaksutyun Komitesi’nin İran meşrutiyetine zahir olması boş ve ma’nasız değildir. Ermeniler İran’da –ati için– büyük bir ümid beslemektedirler. İran’da bir çok arazi ile emlak sahibi olan Ermeniler daima İran’da büyük ve vasi’ çapta menafi’-i iktisadiyye elde etmeye muvaffak olmuşlardır. Anadolu’da olduğu gibi İran’da da Ermeniler umur-ı sarrafiyye ve ticariyye ve saire ile iştigal etmekte olduklarından şerik addediyorlar. Ermeniler Meşrutiyet’den sonra İran’ın Geylan Reşt ve Mazenderan vilayetlerinde bir çok yerler tedarik edince Ruslar buna nazar-ı na-hoşnudi ile bakmaya başlamışlardır. Çünkü Kafkasya’daki Ermeniler daima Rusya’ya karşı muhalifane bir vaz’iyette davrandıklarından Rusya bunları tecziye etmeye kalkışınca bunlar kolay kolay Rusya hududunu aşıp İran’a gidebilir ve Rusların mezaliminden bu suretle tahlis-i giribana muvaffak olurlar. İran’a geçen Ermeniler oradaki hem-cinsleri tarafından hüsn-i kabule mazhar olur ve kemal-i refahla imrar-ı hayat ederler. Binaenaleyh Taşnaksutyun Komitesi İran’da büyük bir rol oynayabilmek için kendi komitelerine mensub en cesur ve faal a’zaları İran’a sokup büyük bir nüfuz-ı maddi ve ma’nevi tahsiline karar vermişlerdi. Yefrem Han ise mezkur komitenin en değerli bir a’zası olmak üzere tanınmış ve bu ana kadar kendi milletdaşları uğrunda azim fedakarlıklar fak olmuştur. Bu rolleri layıkıyla ifa edebilmek için zaten İran inkılabı ve meşrutiyeti gibi güzel bahaneler elde mevcud iken artık durulur mu? İran şah-ı sabık-ı mahluu Muhammed Ali İran Meclis-i Millisi’ni topa tuttuktan sonra Yefrem sene-i Miladisi’nde Reşt’e giderken Taşnaksütyun Komitesi’nin evamirini telakkī etmeye başlamıştır. Aldığı evamiri harfiyen tatbik edip Kafkasya’dan bir takım ihtilalci ve inkılabcı Ermenileri İran’a da’vet ederek bir tarafdan onları komitenin parasıyla teslih etmiş ve diğer tarafdan da Muhammed Ali’nin zulüm ve istibdadından iğrenen İranlıları da kıyama teşvik ve Reşt’te bir çok emlak ve akara malik ve nüfuz-ı külli sahibi olan Sipehdar’ı da ikna’ ederek milli bir ordu teşkiline teşebbüsle zahiren Sipehdar’ın ve batınen kendi kumandası tahtında mezkur ordu ile Tahran’a yürümüş ve Muhammed Ali’yi Rusya Sefareti’ne iltica etmeye mecbur etmiştir. O tarihden i’tibaren Yefrem İran’ın en nüfuzlu bir kumandanı olarak tanınmıştır. Yefrem Han cidden değerli ve ciddi bir inkılabcı ve muharib idi. Bu adamın kulaklarına top ve tüfenk gülleleri adeta bir ninni gibi geliyordu. Dağlarda ormanlarda gezmeyi pusu tutmayı harp u darb etmeyi fevkalade bir haz telakkī ediyordu. İran’a bu adamın ettiği hidematı hiçbir titriyorlardı. Rusya’nın teşvik ve tergībiyle Muhammed Ali hempalarıyla beraber tekrar İran’a girince İran Hükumeti Yefrem Han ile Bahtiyarilere müracaat etmiş ve az bir kuvvetle Muhammed Ali’nin maiyyetinde bulunan Türkmen kabaili efradını tarumar ve perişan ederek kumandanları olan Erşedüddevle’yi esir edip i’dam ettikten sonra Muhammed Ali artık bir iş görmeye muvaffak olamayarak daima serseriler gibi ormanlarda dağlarda gezmeye mecbur ve muztar kalmıştır. başlayınca yine Yefrem Han ile Bahtiyarilerden mürekkeb bir kuvvet İran hükumeti tarafından namzed ve ta’yin olunarak Salar’a karşı i’zam edilmiş ve az zaman içinde Salar’ın etrafındaki evbaşları mahv ü istisal edip kendisini müterrisiyle hudud haricine kadar firara mecbur eylemişlerdi. Bu son zamanlarda Taşnaksutyun Komitesi’nin Ninova’daki merkezi tarafından Rusya ve İngiltere’nin İran’daki harekat-ı istilakaranelerine karşı bi-taraf kalmak ciheti tercih edilmiş ve keyfiyet Yefrem Han’a iş’ar edilmişti. Mezkur komitenin Tahran’daki şu’besi –ki Yefrem Han’ın riyaseti altında bulunuyordu– de merkezin nokta-i nazarını tasdik ve tensib eylemişti. Ancak bu son zamanlarda tekrar Salarüddevle’nin Kirmanşah ve Hemedan’da etba’ ve avanesiyle beraber yeniden türediklerini ve biçare bi-günah ve ma’sum ahalinin mal ve canlarına tasallut edip enva’-ı mezalim-i hun-rizanede bulunduklarını gören Yefrem Han İran hükumetinin teklifini kabul edip kendi mensub olduğu komitenin kararına muhalefet etmiş ve Hemedan’a doğru dört nala koşmuş gitmiştir. Evvelce gönderilen Fermanferma’yı mağlub ve kendisinden yedi aded top zabt eden Salarüddevle’nin pişdarı olan Mücellilüssultan’ın maiyyetindekilerine Yefrem büyük bir darbe vurup üç yüz kişiyi itlaf ile evvelce zabt ettikleri topları da istirdada muvaffak olmuş ve fakat en sonra canını da üstüne koymuştur. Bana kalırsa Yefrem’i yine Ruslar telef etmeye sebebiyet vermişlerdir. Çünkü Yefrem ile avane ve etbaının İran’da kök salıp dal budak teşkil etmelerine Rusya iyi bir nazarla bakamazdı. Bunlar İran’da kesb-i kuvvet ettikçe Kafkazya ve Rusya’daki Ermenilerin iktisab-ı kuvvet etmelerini te’min edeceğini bilen Rusya er geç Yefrem’in vücudunu ortadan kaldırmayı kendisine bir vazife bildiğinden ve fakat Yefrem’i Amerikalı Mister Şuster Morgan gibi bir tekme ile azl ile ğını bilirdi. Binaenaleyh İran kabine-i hazırasını –ki Rusya’nın tavh-ı benanıdır– kandırıp Yefrem’i Salar’a karşı i’zam ettirmeye çalışmıştır. Bu işte Rusya her cihetçe karlı çıkacağını güzelce takdir ve iki şerrin birinden tahlis-i giriban edeceğini evvelinden tahmin etmiştir. Şöyle ki Yefrem’in muvaffakiyeti takdirinde kendi tarafdarı olan İran hükumet-i hazırasını Salar’dan kurtaracağını ve olmadığı takdirde Yefrem’i Salar’a öldürtmekte kendisi için büyük bir muvaffakiyet te’min etmiş olacağını düşünmüş ve bu tasavvurunu da kuvveden fiile çıkarmıştır. bu da Yefrem’in doğrudan doğruya meydan-ı musademede veyahud çadırında bir Rusyalı veya Rus tarafdarı tarafından öldürüldüğü keyfiyetidir. şaibeden tahlis için İran rical-i sabıkasından Sani’uddevle milletine memleketine ciddi bir hizmette bulunmak üzere her şeyden evvel İran umur-ı maliyye ve iktisadiyyesinin büyük bir istikraz akd etmek için bir takım Amerika müessesat-ı maliyyesiyle doğrudan doğruya muhabere ederek Amerika bankerlerinden bir hey’eti maliye nazırı bulunmak haysiyetiyle İran’a celb edip tam muvaffak olacağı sıralarda Rusya’nın nazar-ı dikkatini celb etmiş ve bir gün Tahran’daki rem katlinde olduğu gibi– iki mechul el tarafından zavallı Rusya tarafından katle me’mur oldukları tebeyyün etmiş ise de Rusya hükumeti Tahran’daki sefirleri vasıtasıyla canileri miş ve orada canilere bol bol mükafat verdikten sonra sellemehü’s-selam tahliye etmiştir. Bu gibi cinayat-ı siyasiyye ve atiyen işe yarayacak rical-i muktediresini kurtlara parçalattırmıştır. Yefrem’i öldürmek zaten Rusların ehass-ı amali olduğundan bu vesile ile hem Ermenilere ve dolayısıyla Taşnaksutyun Cem’iyeti’ne hem de aynı zamanda İranilere büyük bir darbe vurdurmayı tasavvur ettiği delail-i akliyye ve mantıkiyye Yefrem vaktiyle Rusya ve Kafkasya’da Rusların mezalimi aleyhinde Ruslara karşı mukabelede bulunmuş ve müteaddid surette Rusları ızrar eylemiştir. Bunun üzerine müddet-i medide Ruslar tarafından haps ve tevkīf edildiği gibi bir aralık da Sibirya’ya nefy ü teb’id edilmişti. Memalik-i Osmaniyye’de devr-i sabıkta vukū’ bulan Ermeni mesailinde de Yefrem kendi milletine karşı fedakarlıkta bulunmuştur. Yefrem Han duvarcı bir Ermeninin oğlu olup gençliğini Kafkasya ve Türkiye’de ihtilalcilikle imrar etmiştir. Yefrem şeklinde yazılmıştır. ğinden bilumum İranilerce mazhar-ı hürmet ve i’tibar olmuş ve evvelce İran’a hizmet etmiş olan Neriman Han ve Prens Mülküm Han’dan ziyade bir sit ü avaze-i şöhret kazanmaya muvaffak olmuştur. Müşarun-ileyhin itlafından dolayı İranileri hüngür hüngür ağlatmıştır. Yefrem Han’ı tezkiye için Times gazetesinin Tahran’daki muhabir-i mahsusunun şu beyanatı kafi olup herkese müşarun-ileyh hakkında dakīk bir fikir verebilir. Times muhabiri diyor ki “Müddet-i hayatımda memleketlerinin saadeti için uğraşan bir çok büyük inkılabcı ve ketine sadık ve cesur hiçbir kimseye tesadüf etmemişidim” Yefrem’in vefatından sonra kendisine hem-ayar olan Keri Han yerine ta’yin olunmuştur ki bu da arkadaşı gibi büyük bir değer ve mahiyete maliktir. Hülasa İran işlerinde daima Rusların parmağını aramak lazım gelince Yefrem kaziyye-i mevtinde de Rusya’nın parmağı olduğuna bence hiç şübhe yoktur. AFGANISTAN HÜKUMET-I İSLAMIYYESI Hükumat-i İslamiyye içinde kendi şeref ve istiklalini muhafaza etmekle beraber memleketinin milletinin terakkī ve saadetini te’mine muvaffak olan yegane hükumet Afganistan’dır. Afgan kavmi memleketlerinin ahval-i tabiiyye ve coğrafiyyeleri noktasından cesur ve yiğit bulunurlar. Afganlıların kalblerinde havf ve korku denilen şey yoktur. Salabet-i diniyyeleriyle şuunat-i diniyye ve mezhebiyeye olan temessükleri de darbü’l-mesel olmuştur. Afganistan tarihini tedkīk ve mütalaa edenler bu kavm-i celilü’l-kadrin mezaya-yı adidelerini hiçbir vakit inkar edemezler. Vaktiyle İran padişahı bulunan Şah Sultan Hüseyin hazretlerinin elinden taht u tacını alan Afganlar büyük bir şecaat ve kahramanlık göstermişler ve en sonra İran tarihinin medar-ı iftiharı olan Bader Şah –yahud ta’bir-i aharla Tahmasb Kulu Han– ın himemat-ı ber-güzidesiyle Afganiler İran toprağından çıkarılıp kendi yerlerine yurtlarına muavedet eylemişlerdir. Bu vesile beraber Hindistan üzerine hücum etmiş ve Hind İmparatorluğu’nu bil-cümle Hindistan hükkam ve vülatıyla kendisine muti’ ve ferman-berdar eylemiştir. Nadir’in Hindistan’dan aldığı emval-i ganaim o kadar çok ve giran-baha şeylerden yordu. Nadir’in eline geçen Taht-ı Tavus –yedi çeşid cevahirle tarsi’ edilmiş olduğu cihetle bu nam ile yad edilmiştir– dünyanın en büyük kırmızı yakutlarından ma’dud bulunan derya-yı nur ganaim-i mezkure içinde bulunuyordu. Mezkur yakut-pareler çift olup ikincisi yüz sene evvel Hindistan’daki muharebat esnasında bir İngiliz askerinin eline geçmiş ve bilahare hüsn-i rızasıyla bir meblağ mukabilinde İngiltere hükümdarına ihda edilmiştir. Bu iki semin ve nadirü’l-cins taşlar el-yevm biri Tahran’da İran hazine-i şahisinde diğeri Yine vaktiyle Afgan ümerasından Ahmed Şah kendi as­ keriyle İran toprağına geçerek Kazvin’e kadar yürüyüp bütün vilayat-ı İraniyeyi zapt ve istila eylemişlerdi. Fakat Afgan ahalisini hab-ı gafletten uyandırıp kendilerine hakīkī refah ve ni’met bahş eden hükümdar merhum Abdurrahman Han Emareti’ni deruhde ettiği sıralarda müşarun-ileyhin kahr ve gazabına uğramış ve Rusya’ya gitmeye mecbur olmuşidi. Rusya ordusunda ulum-ı askeriyye ile Rus lisanını hakkıyla tahsil eden Abdurrahman Han amcasının vefatından sonra Kabil şehrine dört nal koşarak gelmiş ve tac-ı emareti başına koymuştu. Afganistan memleketiyle Afgan kavmi o günden i’tibaren kesb-i saadet ve refah eylemeye başlamış ve her türlü niam-ı la-tuhsa-yı ilahiye mazhar olagelmiştir. Abdurrahman Han her şeyden evvel Afganistan’da küçük bir ordu teşkil ve tensikine mübaderetle cesur Afganlıları meşk ve ta’lim-i askeri ile alıştırıp müsellah ve mücehhez bir hale ifrağ eylemiştir. Böylelikle kendisini komşuları bulunan Rusya ile ahiren Hindistan’ı Rusya’nın hecematından muhafaza ve sıyanet etmek üzere kendisine İngiltere hükumeti tarafından maaş ve tahsisat bağlandığı gibi senevi bir mikdar da silah ve malzeme-i askeriyye bahş edilmiştir. Tahsisat-ı mezkure git gide artmış ve el-yevm senevi yedi yüz bin İngiliz lirasında karar kılmıştır. Uykusunu rahat ve asayişini kendi milletinin teali ve terakkīsine hasr eden emir-i müşarun-ileyh bu kadarla iktifa etmeyerek ahiren Kabil Darü’l-emareti’nde bir silah fabrikası celb ve te’sis ile silah i’mali için Almanya’dan kontrato mucebince usta ve muallimler celbiyle silah i’maline teşebbüs ederek on sekiz sene evvel günde otuz tane tüfenk i’maline muvaffak olmuştur. O zaman içinde Afgan ustaları Almanlardan bu hususa dair olan san’atı ve maharetleri öğrendikten sonra Almanlara yol verilmiş ve Afganlar kendi başlarına esliha yapmaya başlamışlardır. Merhum emir milletini bu noktadan müstefid ve müstağni ettikten sonra para darbına mahsus diğer bir makine celb ederek akçe darbına mübaşeret edip Afganistan umur-ı lik-i Afganiyye’de tek bir ibtidai mektebi mevcud değil iken yine Emir Abdurrahman Han merhumun gayret ve faaliyeti sayesinde Afganistan’ın her tarafında mekatib-i ibtidaiyye küşadıyla Afganların ta’lim ve terbiyelerine müsaraat olunmuş ve az vakit içinde bir tabaka-i münevvere ile unsur-ı faziletin Afganistan’da nümayan olmasına hizmet etmiştir. Böylelikle Afganistan Emareti ve ahalisi yevmen fe-yevmen ketlerinin şuunat-ı siyasiyye ve istiklaliyyesini muhafazaya gayret etmeyi vazife edinip şan ve şereflerinin tezyidi esbabını kuvvet ettiğini görünce bu millete karşı hürmeti artmış ve onlara her türlü yardım ve muavenette bulunmaktan çekinmemiştir. Bir aralık İngiliz kraliçesi bulunan müteveffa Viktorya Afgan emirini beray-ı seyahat ve tenezzüh Londra’ya da’vet etmesi üzerine her ne esbaba mebni ise Abdurrahman Han beyan-ı ma’zeret edip kendi küçük oğlu Nasrullah Han’ı bil-vekale İngiltere’ye göndermiştir. distan hududundan istikbal edip hususi bir trenle Bombay limanına isal ve orada bir İngiliz harp gemisine bil-irkab Londra’ya göndermişlerdir. Nasrullah Han maiyetiyle beraber İngiltere’ye muvasalat ettikten sonra Kraliçe tarafından ihtiramat-ı mu’tade ile kabul olunup hakkında emsalsiz bir surette bezl-i atıfet ve eğlence yerlerini görmeye yeltenmeyerek ancak İngiliz daru’s-sınaalarıyla müessesat-ı ilmiyye ve fenniyyesini ziyaret eyleyerek iktisab-ı feyz ve behre ettikten sonra Afganistan’a aynı merasim-i mahsusa ile muavedet etmiştir. Han’a hitaben: “İngiliz nişanlarından hangisini ister isen derhal verilmesini emrederim” demesi üzerine genç prens: “Biz duacılara en ziyade elzem olan şey silah ve paradır ancak bununla Hindistan’ı her türlü düşman taarruzundan muhafaza ve sıyanet edebiliriz” cevabını vermiş ve kraliçe dahi kendilerine verilen tahsisatın tezyid edeceğini vaad ve Abdurrahman Han hazretleriyle İngiltere hükumeti beyninde meveddet ve vifak daimi surette cari olmuş ve fakat bir aralık Kabil’deki İngiliz sefirinin huşuneti üzerine tehavvüle uğramış ve akībinde sefirin Kabil’den ihracıyla İngilizlere karşı i’lan-ı harb olunmuştur. Beş altı hafta kadar devam eden mudarebat ve musademat neticesinde maddi ve ma’nevi hasarata duçar olarak kendi hadlerini tanıyıp emir Abdurrahman Han Avrupa medeniyeti namına kendi memleketi dahilinde yalnız Avrupa sanayi’ ve hırfetlerini neşr ve ta’mim edip sair Avrupa’nın örf ve adatına asla takarrub etmemiştir. Hatta Avrupa seyyahlarıyla İngiliz misyonerlerini kırk günden ziyade Afganistan’da ikamet etmeye müsaade etmediğini İngilizler bizzat i’tiraf ve şikayet etmişler lememiştir. Şurada ufak ve tuhaf bir hikayeyi istıtrad kabilinden nakl etmeyi ve Afganistan emir-i sabıkı merhum Abdurrahman hakkında bir fikr-i mahsus vermeyi vecibeden addediyorum. tasaddi etmişler ise de muvaffak olamamışlardır. Bunun üzerine hile ve desiseye müracaat etmeye karar vererek bir gün emire misyonerler tarafından Kabil Darü’l-emaresi’nde yeni ali bir mektebin açılacağını ve bu mektepte Afgan çocuklarının leyli ve nehari olarak meccanen kayd ve kabul edileceklerini ve bu sayede Afganistan nesl-i atisinin tahsil-i umumisi yazıp göndermiş ve emirin müsaadesini istihsale müsaraat eylemeye çalışmıştır. Emir Abdurrahman Han cevaben valiye azim teşekkürler ederek bu hususdaki hüsn-i niyyet ve teveccühünden emin olduğunu ve fakat Afganistan ahalisinin asabiyet-i diniyye ve gılzat-ı ahlakıyyelerinden bahsederek misyonerlerin Kabil’e gelmelerinin münasib olmadığını beyan etmiş ve ancak bu fikrin kuvveden fiile çıkarılmasına kendisi bizzat emaret namına teşebbüs etmeye amade ve müheyya olduğunu ve bu ümniyenin husulü için tahsisi lazım gelen mebaliğin doğrudan doğruya kendisine gönderilmesi lüzumunu dermiyan eylemesi üzerine İngilizlerce emirin aldanacak bir zat olmadığı fikri hasıl olarak bir daha bu gibi latifelerden sarf-ı nazar etmeye karar vermişlerdir. rem kari’lere bu memleket hakkında ma’lumat-ı mufassala vereceğimi vaad ederim. ---- MEKATIB ---- GÖRÜNÜŞÜ Daily Telegraph Acentesi uzun makalelerle Avrupa’nın hal-i hazır seyasisini İngiliz imbiğinden geçerek taktir edip Avrupa’nın mevkii şu son günlerde daha ziyade fenalaştığını kadar mucib-i endişe bir vak’a ise de Avrupa’nın mevkiini tezelzüle uğratacak hassaya malik değildir. Belki bu zelzelenin kökü Rusların iki taraflı kullandıkları politikanın altında aranmalıdır. Ruslar bir tarafdan İtalya’yı İttifak-ı Müselles’den ayırmak diğer tarafdan Çanakkale Boğazı’nın Rus harp gemilerine küşade edilmesi ile Şimali Anadolu’da daire-i nüfuzlarını tevsi’ etmek arzusundadırlar. İtalya’yı İttifak-ı Müselles’den ayırmak arzusu doğrudan doğruya Almanya aleyhinde olduğu gibi Çanakkale Boğazı’ndan harp gemilerini serbestçe imrar edebilmeleri de yalnız Almanya’nın muavenat-i siyasiyye ve fiiliyyesiyle kabildir. Binaenaleyh Rusların siyasetlerini pek beceriksiz surette yürütmüş olmaları bilumum karışıklıkların ve yekdiğere adem-i i’timad ile mucib-i vesvese hallerin ikaına sebeb olmuştur. Maamafih Rusların muharebe-i hazırada İtalya menfaatini tenibane ve mütereddidane hareketi Rusların Petersburg Fransız sefirine karşı adem-i hoşnudilerini ibraz eylemelerini tevlid eylemiştir. Almanlar Anadolu’da Suriye’de ve Ceziretü’l-arab’daki mevki’ ve vaz’iyyetlerini tertib ve tanzim etmek zamanının takarrub ettiğini tefekkür ile Osmanlıların arkasından Rus­ larla birleşmek emeli geçen sene her nasılsa duçar-ı if­ şaat olarak hükümden sakıt olmuş idiyse de Almanların Babıali’ye karşı takınmış olduğu Osmanlı dostluğu maskesi artık o zamandan beri yırtılmış idi. Baron von Marshall’ın meslek takınmak ve artık Babıali’ye riayeti ber-taraf ederek kurmuş oldukları proğramlarını mevki’-i icraya vaz’ eylemek Almanlar ile Rusların Dersaadet sefirlerini geri çağırmaları yekdiğeriyle hem-fikir ve hem-menfaat olduklarını irae etmez mi? Yine bu iki devlet iktisadi nokta-i nazarından Memalik-i Osmaniyye’nin beynlerinde taksim olunması için İngilizlerin dahi muvafakatini istihsal edebilmek arzusuyla Çanakkale Boğazı’nın lüzumsuz ve neticesiz yere topa tutulmasını ve binaenaleyh seddine Osmanlıları mecbur bırakarak bu sebeble çevirmek fikrine istinaden yapılmış olduğunu göstermez mi? Bundan maada Berlin’de Sefir Goschen’in aleyhine icra olunan tahrikat sefir-i müşarun-ileyhin geriye çağırılması Alman ricali tarafından arzu olunduğunu ima etmez mi? Aynı zamanda Rusların Petersburg Fransız sefiri aleyhine edilen protesto ile ehemmiyetini izdiyad fikrimize takviyet vermez mi? hazır-ı siyasiden Avrupa üzerinde kesif bulut kütlelerinin cevelan etmekte olduğu anlaşılıyor. Hava ister bulutlu ister açık olsun. Her fırtınaya ve her boraya mukavemet edebilmekliğimiz sırın ittihadıyla bir kitle haline girmekliğimiz lazımdır. Burada mektep çocuklarının kitaplarındaki ufacık bir hikayeyi hatırlatmak ister; halet-i nez’de bulunan ihtiyar bir adam vefatının takarrub ettiğini anlayınca tabiat ve fikirce yekdiğerinin zıddı olan üç oğlunu yatağı başına çağırarak yekdiğerine merbut üç değnek parçasını kırmalarını emreder. Her ne kadar üçü de olanca kuvvetlerini sarf ederler ise de bir türlü kırmaya muvaffak olamazlar. Ba’dehu ihtiyar peder o üç değneği yekdiğerine rabt eden bağları çözerek bu defa da her birisine birer değnek vererek kırmalarını emreder. Oğullarının her biri kemal-i suhuletle verilen değnekleri kırarlar. Bunu gören peder oğullarına: “Görüyorsunuz ki halet-i nez’de bulunuyor ve çok geçmeden vefat edeceğim. Bunun için hayatımda nasıl birlikte imrar-ı hayat ve sa’y ü gayrette devam ediyorsanız vefatımdan sonra da ayrılmayıp şu merbut üç değnek gibi yekdiğerinize merbut kalınız ki sizi perişan ve berbad etmeye hiçbir kuvvet muktedir olamasın. Şayed yekdiğerinizden ayrılır müteferrik surette hareket edecek olur iseniz hemen her zaif bile sizi birden bire mahv ü perişan edebilir…” diye mükemmel bir vasiyette bulunur. Bunun için her nerede ve hangi bir şey üzerine olur ise olsun ettiği gibi hiçbir şey de böyle bir kitleye karşı bir mazarrat AMERIKA’DA MÜSLÜMAN DÜŞMANLARI Şimali Amerika’da San Fransisko şehrinden Üsküdarlı Ali Enver Efendi Manastır’da münteşir Neyyir-i Hakīkat gazetesine yazıyor: Amerika’dayım İslamiyet’in feyzlerini buradan daha iyi görüyorum. Senelerden beri Avrupa’da Amerika’da dolaşıyorum. Fakat ittihad-ı İslam menfaatlerini buralardan daha fikirler anlatıyor ki ittihad-ı İslam pek muvafık ve müsaiddir. Osmanlı-İtalya muharebesi başladı. Bu İslamiyet’e Osmanlılığa hücum için mükemmel bir silah bir fırsat! Osmanlılık “William Randolph Hearst” isminde garazkar bir milyoner var. Bu herifin New York’da Chicago’da Boston Philadelphia San Francisco Los Angeles’de Examiner isminde daha bir çok şehirlerde bir çok gazeteleri var. İşte bizim için en fena yazan bu adamdır. Diyor ki: “İtalyanlar Trablus’a Hıristiyanlık medeniyet götürüyorlar İtalyanlar Kudüs-i Şerif’i de alıp Papa’ya hediye edecekler. Osmanlıları Avrupa haritasından değil alem-i medeniyyetten silecekler.” Bu gazete hem tavsiye eyliyor ki: Medeni Amerikalılar siyahlara nasıl muamele ediyorsa mahv edilecek Osmanlılara da o yolda muamele lazım gelir. Amerika’da siyahlar insan değildir. Onlar için kanun ayrıdır. Bir beyaz kadın ile bir siyah erkek evlenemez. Eğer bir evlenmek vaki’ olur ise o siyah erkek cayır cayır yakıldığı vaki’dir. Ben isterim ki böyle müslüman düşmanı gazetelerin neşriyatı tercüme edilerek Türkçe Arapça velhasıl bütün şı adaveti kat kat ziyadeleşsin! Hiç mutaassıb olmayan ve Avrupa Amerika’nın enva’-ı hayatında sürünmüş olan ben kendime nefsime bakmayarak işte böyle istiyorum. Ve her zaman böyle isteyeceğim. New York’ta Chicago’da İtalyanlar William Randolph Hearst’in şerefine ziyafetler verdiler. Bu ziyafetlerde mezkur şehrin mayorları belediye reisleri med’uv idi. Daha pek çok resmi adamlar vardı. Osmanlılık İslamlık aleyhine nutuklar irad olundu. Asıldı kesildi biçildi. Ama hep lafla alkışlar Amerika semalarını doldurdu. Panama’ya hala hiçbir Osmanlı bırakmıyorlar sürüyorlar. Yalnız Panama’da değil Jamaika’da da böyle!.. Bunu bütün Amerika cihanı biliyor. Bizim memleketimizde Amerikalılar en büyük müsaadelere mazhar olsunlar kollarını bizden ziyade sallaya sallaya gezsinler de biz Amerika’da makhur zelil yaşayalım; koğulalım artık bunlara tahammül kalmadı. ---- MATBUAT ---- “AVRUPALILAŞMAK?” mak” lüzumunu ileri sürüyor. Hatta Cuma günkü başmakalesini bu mes’eleye tahsis etmişidi. Makaleyi okuyanlar görmüşlerdir ki bizim için yegane çare-i selamet varsa yoksa “Avrupalılaşmak” imiş. Pekala; ancak şimdiye kadar meydana atılan vesaya gibi bu tavsiye de gayet umumi gayet mübhemdir. Zaten ictimai siyasi iktisadi mütalaalarıyla halkı irşad etmek memleketi kurtarmak da’vasında bulunan zevatın bizce en büyük kusuru böyle umumiyatçılıktır. Müstahsillerin mikdarını çoğaltalım köprüler yapalım kanallar açalım halkın seviye-i irfanını yükseltelim yalnızlık politikasından vazgeçelim.. gibi umumi sözler birer tedbir gibi meydana atılır; lakin o müstahsillerin kemmiyeti nasıl çoğalır? Kanallar nereden ne ile açılır? Halkın seviye-i irfanı hangi tarik ile daha çabuk daha emin bir surette yükselir? yukarıki umumiyat zümresindendir. Avrupalılaşmak ne demektir? Bu gayete vusul için nereden başlayacağız; hangi yoldan gideceğiz? Mevcuddan neleri bırakacağız yeniden neleri alacağız? Bunlar etrafıyla hem de açıkça anlatılmalıdır ki yegane medar-ı necatımız olmak üzere önümüze sürülen bu vasıtaya tevessül bizim için ne dereceye kadar kabildir öğrenelim de ona göre davranalım. Şayed alacağımız şimdiden vaad ederiz. Tarih tekerrürdür diyen adam her kim ise pek acı fakat hiç şaşmaz bir hakīkate tercüman olmuş. Beş asır evvel Fatih Sultan Mehmed’in ordusu İstanbul’u kuşattığı zaman şehrin içindekiler ne halde bulunmuşsa bugün de memleketin şimdiki sekenesi aynı halde bulunuyor! Haydi diyelim ki avam yanıbaşındaki tehlikeyi göremeyecek kadar gafil bulunsun; ya milletin havassından üdebasından hükemasından geçinmek isteyenlere de ne oldu ki düşünecek başka derd kalmamış gibi müslüman hanımlarının kıyafetiyle tarz-ı maişetiyle meşgūl oluyorlar? Müslümanlardaki aile hayatını değiştirmek herkesin harim-i beytini herkese açık bulundurmak erkeklerin sefahetine sefaletine zavallı kadınları da teşrik eylemek gibi arzuların tahakkuk edeceği zamanı mümkün olduğu kadar çabuk getirmek istiyorlar? Bize kalırsa o devri biran evvel getirmek için çalışmaya hiç lüzum yok. Zira bu gidişle o kendi kendine hem pek yakın bir zamanda gelecektir. Meğer ki Allah bu ümmete hiç olmazsa en basit hakīkatleri görebilecek kadar basiret vere! ŞUUN Cava Hüccacı – Cidde’den gazetemize yazılıyor: Bin üç yüz otuz hacının ilk kafile-i şeref-averini teşkil eyleyen altmış altı Cava hüccac-ı muhteremi İngiliz bandıralı Proz namındaki vapurla Nisan sene tarihinde kemal-i afiyetle Cidde’ye muvasalat eylediler muazzez Cavalı kardeşlerimiz birkaç güne kadar Mekke-i Mükerreme’ye hareket edeceklerdir. Darü’l-cihaddaki İslam kumandanlarının iş’arı üzerine Harbiye Nezareti’nden Osmanlı Telgraf Ajansı’na tebliğ olunmuştur: Tunus kurbundaki Suva nam mahalde bulunan düşman Mayıs tarihinde beş tabur piyade iki cebel topuyla iki mitralyözden mürekkeb bir kuvvetle cenubda memlahalar arasındaki Beni Eytam geçidi istikametinde taarruz etmiş ise de geçit pişgahında bir buçuk saat kadar devam eden şiddetli bir muharebeden sonra bir hayli cephane kazma kürek ve portatif çadır ve şapkalar bırakarak firar suretinde ric’ate mecbur edilmiş ve kendi istihkamatına kadar ta’kīb olunmuştur. Sekiz şehid yirmi kadar mecruhumuz vardır. – Bu sabah Furuva’da bulunan düşman şark bölük mitralyözden mürekkeb bir müfreze ile huruc hareketi askerimizle muharebeye tutuşmuş ve beş buçuk saat kadar devam eden muharebeden sonra ric’at ile istihkamata kadar ta’kīb olunarak telefat-ı külliyyeye duçar edilmiştir. Zayiatımız üç şehid ile altı mecruhdan ibarettir. – Nisan’ın dokuzuncu gecesi düşmanın garb dan istihkamat etrafına yerleştirilen lağım bombalarından adedi mahallerinden çıkarılarak telleriyle beraber ordugaha getirilmiştir. – Bugün bir piyade taburu ve bir süvari alayıyla üç sahra bataryasından ve bir mikdar Eritre askerinden mürekkeb bir düşman müfrezesi dört cihetten huruca cesaret eylediğinden devriyelerimiz tarafından mukabelesine mübaderetle üç saat kadar devam eden ateş muharebesinden sonra düşman telefat-ı külliyyeye duçar olarak firar etmiş ve yoktur. – Bugün Debab önüne gelen bir İtalyan harp sefinesi mevki’-i mezkuru bombardıman etmiştir. Mitralyözlerle mücehhez iki çatana sahile tekarrüble asker üzerine ateş etmiş ise de gördüğü mukabele üzerine oradan tebaüd etmiştir. Buradaki sevahilin abluka haricinde olmasına rağmen erzak yüklü bir senbuk düşman tarafından batırılmıştır. Nüfusca zayiatımız yoktur. – İzmir vilayetinden Dahiliye Nezareti’ne varid olan telgrafnamede İstanköy ve Sömbeki adalarının İtalyanlar tarafından taht-ı işgale alındığı bildirilmiştir. Mezkur adalarda kuvve-i müdafaa mevcud olmadığından İtalyanlar duçar-ı mukavemet olmamışlardır ve me’murin-i mahalliyyeyi esir eylemişlerdir. – el-Müeyyed gazetesine ihbar olunduğuna nazaran meydan-ı harbde bulunan mücahidin-i Osmaniyye düşman üzerine na-gehani hücum etmeyi tasavvur ve tasmim ediyorlar. Mücahidin İtalyanları kamilen tenkil ve memleketi vücudlarından tathir etmeye karar verdikleri gibi bu muharebeden dönmeyeceklerine ya gazi ya şehid olup avdet edeceklerine müştereken ahd ü kasem etmişlerdir. – İki yüz kadar yerli Bingazi’den firar ve Osmanlı ordugahına iltica ve iltihak etmiştir. Bu biçareler açlıktan son derece bizar bir halde bulunmaktadırlar. İçlerinde bir çok kadın ve çocuk dahi bulunmaktadır. Kumandan Aziz Bey bunları kemal-i lutf u insaniyetle kabul edip kendilerine birkaç koyun kesilmesini emretmiş ve bu vesile ile Padişah’a hayır dualar celbine muvaffakiyet elvermiştir. el-Alem gazetesinde okunduğuna göre Robanito Kumpanyası’na mensub bir İtalya vapuru yedi yüz Eritre askerini hamil bulunduğu halde İskenderiye’ye muvasalat etmiştir. Bunların çoğu elsiz kolsuz ayaksız mecruh ve ma’lul ve muattal bir vücuda maliktirler. Asakir-i mezkure Bahr-i Ahmer’deki Eritre müstemlekesine –kendi vatanlarına– isal edileceklerdir. Vapurun dan diğer bir vapurun da mecruhin ve ma’lulini hamilen Trablus’dan çıkmak üzere bulunduğu anlaşılmıştır. İtalya yalancıları bunları emval-i hasise-i dünyeviyye ile ıtma’ edip Trablus’a götürmüşlerdi. Fakat ahiren bunların Trablus’da bir şey yapamadıklarını görünce tekrar memleketlerine sevk etmeye başlamıştır. Çe faide ki zavallılar mükemmel a’zalı olarak Trablus’a gittikten sonra şimdi yarım ve çarpık a’zalı dönüyorlar. – Urla Tapu Kitabeti’nde hırsızlık edip mahkum olan ve şimdi Rodos’da İtalyanlara casusluk eden “Altındiş” namındaki Aksaraylı İsmail Hakkı mel’unu asker elbisesi giyip zabit şapkasıyla İtalya kumandanının maiyyetinde ester-süvar harbe iştirak etmiştir. – İtalyanlar Rodos’da ma’sumu – Rodos’da bulunan lunan bir Osmanlı askeri İtalyanlardan seksen nefer ve bir zabit vurup fişengi kalmayınca süngü ile düşman üzerine yürümüş ve o esnada şehid düşmüştür. Mezkur İtalyan zabiti de bu “Osmanlı askerini görenler hayrette kaldı” diyor. – el-Liva gazetesi Tunus’da münteşir el-Hakīka gazetesinden naklen atideki fıkrayı derc etmiştir: Meşayih-i Arap ile Enver Bey beyninde bir meclis-i meşveret teşkil edilip mukarrerat-ı atiyyenin ittihazına karar verilmiş ve bu babda bir ahidname kaleme alınmıştır: On beş yaşından yetmiş yaşına kadar olan Bingazi ve Trablus urbanı ahd ü peyman ediyorlar – Muharebeye güçleri olmayan pek genç ve ihtiyar kimseler mücahidine aid olan erzak ve malzemenin muhafazasıyla mükelleftirler – Mücahidler meydan-ı muharebeye kendi silah erzak ve mevaşileriyle gitmeyi taahhüd ederler – Her on mücahidin yemeğini yatağını hazırlamak için bir hizmetçi istihdam edilecektir – Kabail-i müctemia hükumet tarafından tahsis olunan mahalde çadır kurup zabitlerin evamirine itaat ve harekatına hidler hiçbir harekette bulunmayacaklardır. Buna muhalefet edenler ise mücahidin miyanından men’ ve tard edilecektir – Meydan-ı muharebeye en yakın bulunan kabail tarafından mücahidinin ahmal ve eskali sevk ve nakl edilecektir – hükumet-i Osmaniyye Roma Bankası’ndan zabt ve müsadere eylediği emvali icab-ı halinde mücahidine tevzi’ edecektir. Bu ahidname on dört maddeden ibarettir ki diğer yedi maddesi pek hafi olduğu için derc edilememiştir. Ahidnamenin tahrir ve temhirinden sonra bütün kabail-i urban namus din ve şerefleri üzerine yemin etmişlerdir. – İtalya’nın pek çok şehrinde ihtilal zuhur etmektedir. İşsiz ameleler isyan edeceklerinden bahisle tehdidatta bulunmaktadırlar. Cenubi İtalya’nın pek çok yerinde kaht u gala icra-yı hüküm etmektedir. Anarşistler bir isyan icrası için Sosyalistler ile i’tilaf etmekte olup eğer – Trablus’da telef olan asakirin aileleri namına derc edilen ianat mikdarı milyon franga baliğ olmaktadır. Tayyare filosu için iki milyon Türkiye’den teb’id olunan İtalyanlar için de bin frank iane toplanmıştır. – Sosyalist bir İtalyan nefer katil Kral’ın emriyle bu kadar kanlar dökülmekte olduğundan bahisle teessüfler etmekte olduğunu alenen söylemekten çekinmemiştir. – İngiltere Başvekili Mister Asquith ile Bahriye Nazırı Lord Churchill Malta’ya azimet ederek İngiltere’nin Mısır me’mur-ı siyasisi Lord Kitchener ile cezire-i mezkurede ictima’ etmişlerdir. Alınan ma’lumat-ı mevsukaya nazaran İngiltere hükumeti Bahr-i Sefid muvazenesine dair bu kere bir proje tanzim etmiştir ki bu ictima’ mezkur projenin ne suretle tatbik edileceğinin ta’yinine ma’tuftur. Mezkur projede Mısır’daki İngiliz askerinin tezyid-i mikdarı rık’dan maada Malta ceziresinin donanma için bir ikinci merkez ittihaz edilmesi ve bu kabil hususatın dahil olduğu ayrıca istihbar olunmuştur. – Girit’de münteşir İstikbal gazetesinde okunduğuna göre Girit’in Hanya şehrinde “Fodors – Rabıta-i Milliyye” namıyla bir cem’iyet-i hususiyye-i Hıristiyaniyye vardır. Hatt-ı hareketi tarihde ma’ruf Ehl-i Salib cem’iyet-i İseviyye’sinin hatt-ı hareketine mutabıktır. Efradı daima nişan ta’limiyle iştigal ediyor. Bu cem’iyyet efradı geçen Pazar günü Hanya şehri haricindeki Trokor köyüne giderek nişan ta’limleri icra etmiş ba’dehu müctemian ve müsellahan şehre dönmüştür. Girit’i karıştıran bu cem’iyettir. Bu cem’iyetin esliha-i harbiyye ve Ehl-i Salib iş’arıyla lebaleb dolu bir daire-i mahsusası da vardır. Bu cem’iyette bir çok etibba ve ekabir vardır. Eğer Yunanistan Osmanlılar ile muharebe eder ve Memalik-i Osmaniyye’nin mukasemesine başlanırsa bu cem’iyet efradı harbin birinci hattında bulunacaklarmış! Fas’da ihtilal Fransızların asıp kesmelerine i’damlarına rağmen el’an devam ediyor. Şu son günlerde altmış kişiyi Fransızlar i’dam ettikleri halde cesur Faslılar üzerine bir gune te’sir bahş etmemiştir. Mutaassıb ve dindar ahali vatanına milletine hain olan Mulay Hafiz yerine şürefadan bir zatın emarete intihabına teşebbüs etmişlerdir. Fas kabaili Fransızların memleketlerini yurtlarını zabt ve tasarruf etmeye muvafakat etmek istemiyorlar. Fransızlar ise ahaliden zabt ettikleri emlakı iade etmedikleri gibi bu babdaki şikayatı dinlememek için de karar vermişlerdir. Bu politika ile asıl Faslılar Fransızlara ısanamayacakları aşikardır. Enva’-ı mezalim Fransızlar tarafından nazarında min külli’l-vücuh isbat etmektedirler. – Afitab gazetesinin beyanına nazaran Salarüddevle’nin en muktedir erkan-ı askeriyyesinden esir edilerek İran Hükumeti asakiri tarafından i’dam olunmuştur. – Keri namında bir Ermeni Efrem Han’ın yerine ta’yin olunmuştur. Bu zat Salarüddevle asakirini duçar-ı hezimet etmiştir. – Times ’in beyanına göre İran’ın ihtiyacat-ı hazırasına sarf olunmak üzere sabıkı vechile İngiltere-Rusya tarafından bir mikdar paranın avans olarak i’tası takarrur etmiştir. Hal-i hazırda İngiltere kendi hissesine düşen mikdarı bizzat verecek ise de Rusya’nınki böyle değildir. Rusya’nın hissesini Fransa ve Hollanda bankaları tesviye edeceklerdir. Bu vesile ile Fransa’nın İran’daki menafi’-i iktisadiyyesi de bir dereceye kadar te’min edilmiş olacaktır. İhtimal atideki ikrazatta Fransa’ya da bir sehm terettüb eder. Şimdiki avansın mikdarı yüz bin liradan ibarettir. – Naibü’s-saltana Avrupa’ya seyahatini üç hafta te’hir etmiştir. – Bağdad’da münteşir er-Riyaz gazetesinde okunduğuna göre iki İngiliz harp gemisi Kuveyt’e muvasalat etmiş ve içinde bulunan İngiliz askerinden yüz yirmi nefer müsellah oldukları halde üç kayıkla karaya çıkmışlardır. Asakir-i mezkurenin başında kumandanları bulunuyordu. Bu askerler sahilde bulunan Kuveyt şeyhi tarafından beray-ı istikbal gönderilen eşhas tarafından mazhar-ı ihtiram olmuşlardır. Asakir-i mezkurenin önünde bulunan muzıka bandosu tarafından İngiliz marşları çalınmış ve bu minval ile şeyhin kasrına gidilmiştir. Şeyh İngilizleri hüsn-i kabul ve ikram ettikten sonra askerin kumandanı ayağa kalkarak İngiltere hükumetinin medayihini yad ile tebaa-perver olduğu beyan eyledikten sonra hamil olduğu Hind yıldızı nişanının kumandora rütbesini geçen sene Muhammere Hakimi Haral Han’a yapıldığı gibi Şeyh Mübarek’in göğsüne takmıştır. Bunun üzerine İngiliz harp gemilerinden kırk bir pare top endaht edilmiş ve şeyh topçuları tarafından da mukabeleten o kadar top endaht olunmuştur. – el-Müeyyed gazetesinde okunduğuna nazaran Edinburg Darülfünunu’na misyonerlerin tevhid-i a’mal ve vezaif eylemelerine dair Profesör Schlather tarafından mufassal bir takrir takdim olunmuştur. İngiltere’de intişar eden Alem-i İslam mecmuası bu takrirlerin suretini neşretmiştir. Buradan anlaşıldığına göre misyonerlerin Çin’de Hind’de Japonya’da Afrika’da ve Madagaskar ve sair havali-i cihanda bulunan cem’iyetlerine aid raporlar Hıristiyanlığı neşr ü ta’mim hususunda bu son senelerde son derece muvaffakiyet görüldüğünü natık sunda memalik-i İslamiyye’de dahi misyonerlere mümanaat edilmekte imiş! Profesörün nokta-i nazarına bakılırsa bütün misyonerler cem’iyyatının tevhid-i meslek ve mesai eylemeleri lazım imiş. Böylelikle daha vasi’ bir surette vezaif-i mevdualarına devam edebileceklermiş!. – Kabil’de münteşir Siracü’l-ahbar gazetesinde okunmuştur: Afganistan Emiri Habibullah Han hazretleri huzurunda geçen Rebiüssani ayının beşinci gününde Afgan asakir-i muntazaması tarafından bir resm-i geçit icra edilmiştir. Afgan ordusunun mükemmeliyetiyle intizamı huzzarın mazhar-ı takdiri olmuştur. Resm-i geçidi müteakib emir hazretleri orduya hitaben Farisiyyü’l-ibare bir nutuk irad ederek cümlesinden beyan-ı memnuniyyet etmiş ve demiştir ki: “Afgan hükumetiyle milletinin şan ve şerefiyle mukadderat-ı atiyyesi sizin gibi cesur ve bahadırların süngülerinin ucuna bağlıdır. Bit-tabi’ vezaif-i askeriyyenize gönül bağlayıp kendi istiklal ve haysiyetinizi alem nazarında muhafaza etmeye gayret ederseniz.” Nutuktan sonra emir hazretleri ümera ve zabitanını kendi bulunduğu çadıra da’vetle birer birer taltif etmiş ve o esnadaki muhavereler pek teklifsizce cereyan etmiştir. Emir hazretlerinin nevaziş ve muamelatından bütün Afganistan ordusu son derece müteşekkir ve minnetdar kalmışlardır. Askerler emir hazretlerini muhterem ve sevgili peder ünvanıyla yad ediyorlar. – Afganistan’ın Kafiristan eyaletindeki Musevilerin çoğu şeref-i İslam ile teşerrüf edip nur-ı hidayeti iktibasa muvaffak olmuşlardır. Emir hazretleri tarafından bunların çocuklarına – çocuğa– bir bab mektep küşad etmiş ve bugünlerde bizzat imtihanlarında çocukları birer birer taltif buyurmuşlardır. TENKĪD VE TAKRIZ MEDENIYET-I İSLAMIYYE TARIHI ’NIN HATALARI Müellifin gözettiği yegane maksad zihinlere şunu yerleştirmektir ki: Ümmet-i Arabiyye halis Arap kaldığı müddetçe zulüm katı yüreklilik kan dökmek gibi her nevi’ fenalığı nefsinde cem’ etmiştir. Şu kadar var ki müellif bunu açıktan açığa söyleyemediğinden hile tarikine sapmış telkīn edeceği fikri dışı yaldızlı cümleler altında saklamıştır. İşte asr-ı İslam’ı üç devre taksim ile Hulefa-yı Raşidin’in siyasetini takdir etmesi bu cümledendir. Ancak bu siyaseti medh ile beraber sonunda diyor ki: “Maamafih Hulefa-yı Raşidin’in siyaseti hey’et-i umumiyyesi kün icabatına muvafık değildi. Bu siyaset olsa olsa bir hilafet-i diniyyedir ki tedviri bir asırda ictimaı nadiren görülen ricalin vücuduna mütevakkıfdır. Ulum-ı ictimaiyye erbabı o devr-i fevkaladenin haricindeki zamanlar için bu siyaseti diniyyenin bir idare-i siyasiyyeye inkılabı zaruri idi.” Müellif Hulefa-yı Raşidin tarafından tutulan siyasetin başkaları için numune-i imtisal olamayacağını bunun bir basiler devrine gelince bunu medh ediyor. Lakin bu medih Devlet-i Abbasiyye’nin Devlet-i Arabiyye olması i’tibarıyla değil belki maddesi tarzı nizamı nokta-i nazarından bir hükumet-i Farisiyye olduğundandır. Nitekim kendisi de bunu tasrih ediyor: “Her ne kadar Abbasiler [Arab] devri dahilinde ise de yine biz bu asra bir asr-ı Farisi dedik. Zira Devlet-i Abbasiyye halifeleri lisanı diyaneti i’tibarıyla bir devlet-i Arabiyye ise de siyaseti idaresi haysiyetiyle bir hükumet-i Farisiyye’dir. Çünkü bu hükumete muin olanlar şevketini te’yid edenler Acemlerdi. Bundan başka idaresine intizam verenler şuununu tedvir eyleyenler yine onlardı. Vüzerası ümerası katipleri hacibleri hep Acemlerden idi” Müellif eserinin birkaç yerinde halis bir devlet-i Arabiyye’nin ancak Devlet-i Emeviyye olduğunu söylemiştir: “Sözün hülasası Devlet-i Emeviyye bir devlet-i Arabiyye’dir.” “Araplar Emeviye zamanında bedevilikleriyle kabalıklarıyla kalmışlardı. Halifeler evladlarını lisanı iyi öğrenmek bedavet adatını tahsil etmek için badiyeye gönderirlerdi.” Müellif artık Hulefa-yı Raşidin’in hilafeti kanun-ı tabiata muvafık olmadığını Devlet-i Abbasiyye bir devlet-i Farisiyye olup Arabiyetini muhafaza eden hükumetin ancak Devlet-i Emeviyye’den ibaret bulunduğunu isbat ettikten sonra müstakil ünvanlar altında Emevilerin fenalıklarını saymaya başlıyor ki bir kısmı şunlardır: Dini ehl-i dini istihfaf; Kur’anı Haremeyni tahkīr; gadr şiddet; çocukları öldürmek; ilh. Hem bu ünvanların altına sıkıştırdığı sözlerde iftirayı yalanı tahrifi hadd-i ma’rufu geçecek dereceye vardırıyor. Şimdi bunlardan bir nebze bahs edeceğiz. * * * Müellif bu ünvan altında diyor ki: Abdülmelik’e gelince o şer’a muhalif bile olsa yine şiddet tegallüb tarafdarı idi. Zaten hilafete geldiği zamandan ederler ki: Kendisine halifeliğini tebşir ettiği zaman Mushaf okumakta “Seninle son musahabetimizdir – yahud– işte bir daha görüşmemek üzere ayrılıyoruz” demiş. Artık iş böyle olduktan sonra Haccac’ın Ka’be’yi mancınığa tutmak. İbni Zübeyr’i öldürerek başını Ka’be içinde kendi eliyle kesmek gibi harekatını hoş görmesi elbette istib’ad olunamaz. İşte bu vak’ada kıtal üç gün devam etti. Beyt-i İlahi tanıdıkları Ka’be’yi yıktılar; taşlarıyla astarı arasında ateş yaktılar” Vak’ayı mücmelen hikaye edelim: İbni Zübeyr hilafet da’vasıyla meydana çıkarak Haremeyn’i Irak’ı zapt etti. Şam’ı almasına da az bir şey kaldı. Bir taraftan nüfuzu günden güne ilerliyordu. Karşısında da Emeviler var idi ki bunlar Şam’ı merkez ittihaz etmişlerdi. Abdülmelik hilafete gelince Haccac’ı İbni Zübeyr’e gönderdi. İbni Zübeyr’in Mekke’ye Mancınığı da İbni Zübeyr’in yaptırmış olduğu ilaveye doğru çevirdi. Nitekim tafsili aşağıda görülecektir.” Tarihe az çok vukūfu olanlar bilirler ki Haccac İbni Zübeyr’i öldürmek istiyordu. mancınığı oraya çevirmekte muztar kaldı. Bununla beraber doğrudan doğruya Ka’be’ye atmaktan sakınarak İbni Zübeyr’in yaptırmış olduğu ilaveyi hedef ittihaz etti. Bakınız müellif hikayeyi nasıl değiştiriyor da Kur’an’ı Haremeyn’i tahkīr ünvanı altında bir bab açıyor; sonra; Abdülmelik diye Kur’an’ı elinden attı Haccac’a Ka’be’yi taşa tutup yıkmak astarı arasında ateş yakmak gibi emirler verdi diyor. Şimdi müellifin sözlerini gören şöyle bir zanda bulunur daha doğrusu şuna yakīnen hükm eder ki Abdülmelik halife olur olmaz dini Kur’an’ı istihfaf ile işe başlamış; bunu kendisine gaye ittihaz etmiş. İbni Zübeyr’in katli ise ya Ka’be’yi müdafaa etmesinden yahud bu katilde de Harem-i Şerif’e karşı bir nevi’ hakaret bulunmasından imiş. TEFSIR-İ ŞERIF Tercümesi “Ey iman eden kimseler yapamayacağınız bir şeyi niçin söylüyorsunuz? Sizin böyle yapamayacağınız işi söylemeniz parçaları birbirine kaynamış yekpare binayı andırır saflar halinde fi-sebilillah gaza ederler.” * * * Bu ayat-ı kerime ayet-i celilesiyle başlayan Saff Suresi’ne mensubdur. Sebeb-i nüzulü bazılarınca şöyledir: Müslümanlar daha cihad farz olunmazdan evvel “Nezd-i ilahide en makbul amel hangisidir? Bilsek de o uğurda malımızı canımızı feda ediversek.” demişler. Yahud Cenab-ı Hak Şüheda-yı Bedir’in nail olduğu sevabı haber verince “Bir cihad olursa biz de olanca vüs’umuzu sarf ederiz.” ahdinde bulunmuşlar; Uhud Gazvesi’nde ise sözlerini yerine getirmedikleri Bazılarınca da böyledir: Adamın biri muharebede öldürmemiş saplamamış vurmamış sebat göstermemiş iken “Öldürdüm sapladım vurdum sebat ettim.” dermiş. Binaenaleyh tekdir ona raci’ imiş. Bir takımlarına göre Suheyb’in öldürdüğü müşrikin katlini kendisine maletmek isteyen a­ dam hakkında; diğerlerinin re’yince de münafıklar için inzal buyurulmuş. “Makt” bir adamdan çirkin bir iş zuhurunu görüp o adama buğz eylemektir. Araplar “Şu heriften ne kadar hoşlanmam bilir misin?” yerinde olarak: derler. Bu ibarede makt kelimesi lafzen teaccüb sigası üzerine geldiği gibi Zemahşeri’ye göre ayet-i kerimedeki de ma’nen yani sigası üzerine gelmemek şartıyle fi’l-i teaccübdür. Hakīkat azıcık düşünülürse görülür ki: Sözünü tutmamak ahdini yerine getirmemek kadar sevimsiz bununla beraber mühlik bir i’tiyad olamaz. Efradı bu nakīsa ile ma’lul olan cemaat için helakten kurtuluş yoktur.” “ İki yüz laf yarım işin yerini tutmaz!” diyen Firdevsi ne açık bir hikmet söylemiştir! Hazret-i Osman’ın hilafeti zamanında valilerden biri ilk defa olarak hutbe irad etmek üzere minbere çıkmış; lakin bir türlü Elhamdülillahın arkasını getirememiş. Nihayet “Ey cemaat-i müslimin görüyorsunuz ben öyle natuk bir adam değilim. Yalnız kavval bir emirden ziyade faal bir emire muhtac olduğunuzu unutmayınız” diyerek minberden inmiş. Bunu işiten meşhur Ahnef “Vallahi şu minbere bu kadar beliğ bir hatib çıktığını görmedim.” demiş. Acaba müslümanları birbirine bağlayan rabıta ne derecelerde muhkem olmalıdır ki düşmanlarına karşı bünyan-ı mersus denecek kadar metin saflar vücuda getirebilsinler? Şu vak’a-i tarihiyye işte o rabıtayı bize gösteriyor. Huzeyfetü’l-Adevi diyor ki: Yermük Vak’ası günü kimi zi-ruh yatan kimi bi-ruh serilen ecsad-ı müslimin arasında amcamın oğlunu arıyordum. Yanımda azıcık su vardı. Şayed henüz ölmemişse hem bir dum. Nihayet kendisini baygın bir halde buldum. “Su ister misin?” dedim. Gözleriyle “Evet” cevabını verdi. Lakin bu sırada öte taraftan bir inilti işitildi. Amca-zadem suyu ona götürmemi işaret etti. Gittim baktım ki Hişam bin el-As imiş. Tam ağzına bir iki yudum su vereceğim anda biraz arkadan bir inilti daha duyuldu. Bu sefer de Hişam suyu içmekten Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib sin geldiği yere gittim lakin biçareyi ölmüş buldum. Hemen koşarak Hişam’ın yanına geldim baktım ki ölmüş; amca-zademe koştum. O da ölmüş. MÜDAFAAT-I DINİYYE HAK VE HAKĪKAT Mele’-i a’lada salavat-ı hamse ve diğer feraiz-i mühimmeye aid Cenab-ı Cibril’in diğer bir suret-i melekiyyede görünerek tavassut eylediği vahiydir. Çünkü melek-i müşarun-ileyh melaike-i saire gibi nasıl ki suret-i beşeriyyede zuhur iktidarını haiz oluyorsa diğer bir melek suretinde zahir olmaya da muktedirdir. Kendi suretinde zuhuru yalnız iki defaya münhasırdır. Müşahede vaki’ olmayarak bila-vasıta kelam-ı Sübhani’yi işitmek tarikiyle olan vahiydir. Hazret-i Musa’ya “Tuva” ve “Tur”da vukū’ bulan mükaleme-i Rabbaniyye bu cümledendir. Husus-ı mezkure ve ayet-i celileleri delalet etmektedir. Envarü’t - Tenzil ’de mervi olduğu üzere Cenab-ı Musa’ya hitab-ı ilahi vukū’ bulunca mütekellimin kim olduğunu sormuş cevab-ı cemilini almış idi. Fakat kelam-ı mesmuun gayr-i Rahmani olmak ihtimali varid-i hatır-ı mübarekleri olmakla tedkīk-i hale lüzum görerek der-akab fark etti ki kelam-ı şerif-i mezkur kelimat-ı saire gibi cihet-i vahideden gelmiyor ve yalnız kulakla işitiliyor. Belki cemi’-i cihattan gelerek bütün havasla işitiliyor. İşte bu harika ile anladı ve yakīnen bildi ki şeref-yab-ı semaı olduğu kelam-ı celil Rahman-ı bi-adil hazretlerinin kelam-ı Sübhanisi’dir ihtimal-i diğer kat’iyyen münselibdir. Beydavi merhum rivayet-i mezkureyi derc ettikten sonra ber-vech-i ati tedkīk-i makam ediyor: Rivayet-i vakıa şehadet ediyor ki Hazret-i Kelim o esnada alem-i beşeriyyet ma-fevkine irtika ile kelam-ı Rabbani’yi bila-vasıta telakkī-i ruhani suretiyle telakkī etmiş kelam-ı Celil bütün vücuduna temessül ile hiss-i müşterek denilen kuvve-i idrakiyyesine vaki’ bir cihete ve yalnız kuvve-i samiaya ihtisas etmemiştir. E[elif] H[he]. Vallahu a’lem. Müşahede-i Sübhaniyye esnasında teklim-i ilahi şeref-sunuhu ile olan vahy-i samidir. Bu kısmın leyle-i Mi’rac’da Seyyidü’l-mürselin Efendimiz hazretlerine Mes’ele hilafiye olup mahallinde tahkīk olunmuştur. Beydavi rahimehullah diyor ki: Kelam-ı Sübhani hadd-i zatında temevvücat-ı müteakıbeye mütevakkıf huruf-ı mebaniden müterekkib bulunmadığı cihetle işitilmesi tedric suretiyle olamaz. Belki harik-ı ade tarikıyla ani oluyor binaenaleyh kelam-ı hafi addolunarak “vahy” mefhum-ı küllisinde dahil kılınır nazm-ı şerifinin havi olduğu aksam-ı vahyde münderic bulunuyor. Müfessir-i müşarun-ileyhin bu tevcihi kelam-ı zati-i Süb­ hani’nin doğrudan doğruya imkan-ı mesmu’iyyetine zahib olan ulema-yı Eş’ariyye mezhebine muvafıktır. Amma ulema-yı Matüridiye nezdinde mesmu’ olan nefs-i sıfat-ı kelam olmayıp belki onun tealluku ile hadis olan elfaz-ı mahsusadır. Bu mezhebe göre kelam-ı mesmua “vahy” ıtlak edilmesi sema’-ı vakıın enbiya ile melaikeye ihtisası i’tibarıyladır diye tevcih olunur. Kur’an-ı Kerim’de İblis ve saire hakkında mezkur olan muhatabat-ı ilahiyye melaike vasıtasıyla vukū’ bulmuştur. Bizzat değildir. Kelam-ı zati-i ilahinin imkan-ı mesmuiyyetini mezheb-i Eşa’ireye tahsisimiz kavl-i meşhure göredir. Şeyh Kemal ibni el-Hümam aleyhi’r-rahme Müsayere nam te’liflerinde Matüridiye indinde savttan ari bulunan kelam-ı zatinin semaı muhal olduğunu tasrih ve sem’ ta’biri idrak-i asvata mevzu’ [ ] olup savt kabilinden olmayan şeylere rü’yet ve sair nevi’ idrakat tealluk edebilir diye tercih etmiştir. Taftazani de: Ebu Mansur hazretlerinin muhtarı budur diyor Lakin şarih-i fazıl diyor ki: Levn ve keyfiyetten münezzeh olan zat-ı Bari tealanın rü’yeti harik-ı ade tarikıyla vaki’ olacağı gibi kavl-i tahkīke göre tarik-ı mezkur ile savt u harfden ari kelam-ı Bari de mesmu’ olabilir. Sem’ kuvve-i samia ile husul bulan idrakten ibarettir. İdrak-i mezkur bi-kudreti’llah savtın gayrısına da tealluk edebilir. Bina-berin Matüridiye ile Eşa’ir’e beyninde ihtilaf imkanda olmayıp vukū’-ı sema’da caridir. Demek isteriz ki Hazret-i Musa as bil-ittifak Kelimu’llah’dır defaatle kelam-ı Sübhani’yi işitmiş oldukları Kur’an-ı Kerim’de musarrahtır. Fakat acaba bizzat bi-tarikı’l-ade kelam-ı zati-i ilahiyi mi yoksa sıfat-ı kelamın tealluku sünnet fırkaları arasında ca-yı ihtilaf bu noktadır. Eimme-i Eşa’ir’e şıkk-ı evvele kail oluyorlar ki Beydavi merhum da –anifen beyan olunduğu üzere– kendisinin salik bulunduğu bu mezhebe bina-yı kelam ile tevcih-i meram etmişlerdir. Mi’rac gecesinde Cenab-ı Risalet-penah hakkında vukuuna kail olduğumuz kelam-ı Sübhani de inayet-i ilahiyye ile böylece Matüridiye: Hayır! Cenab-ı Hakk’ı dünya gözüyle gören olmadığı gibi kelam-ı zati-i Sübhanisi’ni işiten de yoktur Hazret-i Musa’nın hitab-ı ilahiyi havi olan elfaz ve kelimat-ı kudsiyyeyi bila-vasıta telakkī etmiş olması Kelimullah tesmiye buyurulmasında kafidir diyorlar. Külliyatü Ebil-Beka ’daki beyan-ı ati mebhasimizi tenvire yardım edeceğinden –bazı tavzihat ilavesiyle– şuraya derc olunuyor: nazm-ı celili nev’-i beşer hakkında teklim-i ilahi ıtlak olunabilen ahvali üç surete hasr ediyor: Bila-vasıta vaki’ olandır bu mükaleme muha-ileyhin kendisine hitab olunan zat-ı şerifin kelam-ı zati-i kadimden idrakine meşiyyet-i Rabbaniyye tealluk eden mikdarı idrak etmesinden ibarettir. O zat bu idrakin hakīkatini kalb-i pakinde ilm-i zaruri hasıl olmasına binaen cezm ü teyakkun eder. Bu nevi’de ne mübellağ ne de elfaz tavassut etmediğinden asla vasıta-i tebliğ bulunmuyor. Ulemadan bir cemaatin re’yine göre leyle-i Mi’rac’daki halet-i Muhammediyye bu kabīldendir. Beydavi’nin tasrih eylediği üzere mükaleme-i ilahiyyenin bu nev’i müşafehe suretiyle olacağı gibi gaibane tarzda dahi olabilir. Hazret-i Musa’nın mazhar buyurulduğu mükaleme bu nevi’den olduğu takdirde gaibane kısmından olur. Leyle-i Mi’rac’da Resul-i Ekrem Efendimiz hazretlerine rü’yetu’llah isbat eden ulema-yı kirama göre mükaleme-i vakıa kısm-ı evvelde dahil olur. Şecere-i mübareke gibi bazı ecsamla kaim elfaz-ı mesmua icadı vasıtasıyla olan mükaleme-i Sübhaniyye’dir. Hazret-i Musa’nın “Tuva” namı verilen vadi-i mukaddesde mazhar kılındığı mükaleme bu nevi’dir. İşte Ebu’l-Beka merhum da bu mes’elede Matüridiye mezhebini Bir melek irsaliyle vukūa gelen tebliğ-i Süb­ hani’dir ki enbiya-yı izamın ağleb-i ahvali bundan ibaretti. Melaike-i kiramın mazhar oldukları mükalemat-ı Rabbaniy­ ye hep nev’-i evveldendir. Mükalemenin nev’-i evveline mu­ ma-ileyhin gayrisi muttali’ olamaz hin-i vukū’da iştirak edemez. Ama nev’-i sanide ihtisas yoktur diğer kimseler de nazm-ı celilinde mezkur mikat-ı Musevi’de Hazret-i Musa’ya murafakat eden seb’in-i muhtarin de sema’-ı kelam-ı ilahide diyerek ciharen rü’yet-i ilahiyye talebinde bulundulardı. Nev’-i saliste melek-i vahyin nebiyy-i muma-ileyhe müşarik bulunması emr-i zaruridir. HEGEL’IN MAKALESI MÜNASEBETIYLE – – Bu Nasturilerin kimler olduğunu da anlayalım çünkü bu suretle hem kariin-i kiramımızda Nasturiler hakkında husulü tabii olan merakı izale etmiş oluruz hem de menazırımızın kaffe-i delailini ortaya koyarak onun da serbesti-i müdafaasını te’min etmiş bulunuruz. Zira hasmın sözlerinin bazılarını mes’eleye tealluku olduğu halde zikr u beyan etmemek haksızlık olmakla beraber ketm-i hakīkat demektir ki izhar-ı hakk u hakīkatten ibaret olan bizim maksadımızla bu hal kabil-i tevfik değildir. Her şeyi bila-noksan aleyhimize de olsa husulü de tabii olmakla bu gibi mülahazat bizi Nasturiler hakkında biraz fazlaca ma’lumat vermek mecburiyetinde bulundurdu. * * * “Nasturiliğin mucib ve müessisi tarih-i Miladisi’nde İmparator Kostantin tarafından Nasturiyus’dur. Kostantin Hıristiyanlığı kabul ettiği zaman putperestlik de memzuc bir halde Hıristiyanlık’ta kaldı. Her mahal despotlarının da Hıristiyanlığı kabul eden ahali-i mahalliyyeyi eski dinleri olan putperetlikten men’ etmemek menfaatlerine muvafık geliyordu. Evvelki taabbüd ettikleri putların yerine şimdi eb ibn Meryem’in suretleri vaz’ olunmuş Bu asrın kilise ve hatta siyasi tarihi üç büyük belde-i merkeziyyenin arasındaki mücadele üzerine müessestir. Nasturiyus zat-ı uluhiyyete insan şekli isnad olunması esasını reddederek buna adeta şan-ı celil-i uluhiyyet hakkında mezhebine ziyadesiyle meyyal idi denilebilir ki Nasturyus kilisenin hikmet-perver olan fırkası riyasetinde bulunuyordu. Bu esnada Nasturyus ile İskenderiye Patriki Sen Siril arasında bir münazaa peyda oldu: Siril Nasraniyet’e bir çok putperestlik usulünü katan fırkanın reisi olup Hazret-i Meryem’i ümmullah olmak üzere bit-ta’yin ona mahsus bir taabbüd usulünü te’sis ettirmek azminde idi. Nasturyus dahi bunu men’ ettirmek cezm-i kat’isine düştüğünden Kostantiniyye Başkilisesi’nde irad ettiği bir nutukta kadim ve kayyum ve ala külli şey’in kadir olan Allah-ı Vahid-i Zü’l-Celal’in kaffe-i sıfatını ta’yin ederek: “Böyle bir zat-ı ecll ü a’la valideye muhtac ve müftekır olur mu?” dedi. Sair vaazlarında ve kitaplarında dahi Nasturyus isbat eyledi ki Hazret-i Meryem’e “ümmüllah” tesmiye olunmamalıdır belki Hazret-i İsa’nın sıfat-i insaniyyesi hasebiyle validesi tesmiye olunmalıdır. Allah doğmaz ve doğurmaz. Bunun üzerine İskenderiye papasları tarafından edilen tahrikat ile bütün papaslarla beraber İstanbul papasları dahi “Vay reis-i ruhanimizin yaptığı nedir? Hazret-i Meryem’i uluhiyetten çıkarıyor” diyerek gayret-i ümmullah ile silahlandılar memlekette bir arbededir koptu. Kostantin ne olduğunu anlayamıyordu. Asayiş-i memleket dehşetli surette muhtel oldu. Nihayet bunların önüne silah ile geçmek mümkin ve muvafık olamayacağını görünce bu mes’eleye bir karar vermek üzere “Efes” nam-ı diğer “İznik” şehrinde bir konsil yani meclis-i umumi-i rehabin cem’ine mecbur oldu. Kısm-ı a’zamı Yunanlı olan iki yüz elliyi mütecaviz piskopos maiyetlerindeki rahibleriyle meclisde bulundular. Siril konsile ayak takımı sınıfından bir cemm-i gafir ile gitti meclisin riyasetini kendi yed-i iğtisabına alarak henüz Suriye papasları gelmeksizin imparatorun emirnamesini okudu galabe-i kamileyi ihraz için yalnız bir gün kifayet eyledi. Biçare Nasturyus tarafından i’tilaf için edilen teklifatı kamilen reddederek Nasturyus’un kaleme almış olduğu ifadenamesinin bile okunmasını men’ ile onu istima’sız olarak reddetti. Ondan sonra Suriyeli papaslar yetişip gelerek karar-ı vaki’ aleyhinde protesto için ictima’ eyledilerse de Siril’in işaretine tabi’ olan ayak takımı ma’rifetiyle Saint Jean kilisesi derununda bir kanlı arbede çıkarak saray-ı yus biraz sonra Mısır’ın hücra bir mahalline nefy olundu ve tarafdarlarına bir çok ezalar edildi. Lakin Nasturyus’un bir mağlubiyet ve menkubiyet-i şahsiyyesi kendi mezhebini mahv edemedi tarafdaranı Nastur’un mezhebini etrafa neşretmeye sa’y ettiler. Nasturilerden bir çoğu Fırat kenarlarına kadar hicretle Keldani kilisesini te’sis ettiler başka taraflarda da kiliseleri vardı. Niza’-ı İlim ü Din’ den hülasa.” * * * Zavallı Nasturyus hakīkati çok güzel anladığı halde maatteessüf dinleyen olmamış işte Cenab-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin mülakat buyurdukları aşağıda ber-tafsil izah edeceğimiz Bahira ve Nastura nam rahibler bu mezheb saliklerinden ve şer’-i İsa’nın hakīkatine vakıf olanlarından idiler. Bu izahattan anlaşılıyor ki putperestlik Nasraniyet’e sonradan girmiş teslis sonradan olmuş bir takım tasavir ve hayalat sonradan meydan bulmuş. Öyle ise şimdiki Nasraniyet soyula soyula altından bir tevhidin çıktığını galiba göreceğiz. Bu da İslamiyet’in doğru bir din olduğuna şehadet eder. Bideat-ı Nasraniyye Din-i Nasara’ya gire gire temellerine varıncaya kadar sarsmış Hazret-i İsa’nın vaz’ ettiği esastan eser bile kalmamış. Bu halde demek oluyor ki hal-i hazır-ı Nasraniyyet’te ele alınacak bir şeyler bulunamıyor. Bunu Draper diyor amma bilmem kilise erbabı tasdik ederler mi? ! Temenni olunur ki Draper bunu tahkimü’l-hal ale’l-mazi kabilinden istishab yapıp da İslamiyet’te bulunan mezayadan Nasturiliği keşf etmek gibi bir tarikı ihtiyar etmiş olmasın maamafih vak’anın bu suretle cereyan ettiği tarihlerde dahi mezkurdur. * * * Draper’in bu beyanatı ehl-i İslam’ın Nasraniyet hakkındaki Nasturilik’te tevhid mevcud İslamiyet’te de var; Nasturyus Allah doğmaz ve doğurmaz demiş Hazret-i Muhammed sav diyor; Hazret-i Muhammed’in sav Bahira ile görüştüğü de mervi Amma suret-i mülakat başka türlü imiş nasıl olursa olsun her halde Hazret-i Muhammed sav ondan Nasturiliği teallüm etmiştir… Draper böyle diyor. Halbuki bu muhakeme yanlıştır. Zira Nasturi Mezhebi’nin bazı esasatı İslamiyet’te mevcud ise bunu Cenab-ı Peygamber’in Nasturiliği teallümünde aramamalı hakīkatin vahid olmasında aramalı. Çünkü hak teaddüd etmez. Bir misal ile tenvir-i meram edelim: Mesela bir memlekette üç yapsalar elbette yine on beş edecek. Neticeler yekdiğerine müsavi olduğu için denilebilir mi ki: Madem ikisi de on beş olmuş sonra bulunan behemehal evvelkinden öğrenmiştir? Elbette denilemez. Çünkü evvel bulan nasıl buldu ise sonra bulan neden o suretle bulamasın? Nasturilerin Hazret-i İsa’nın mezheb ve din-i hakīkīsine oldukça vakıf bulundukları anlaşılıyor. Hazret-i İsa’nın ahz-ı ulum ettiği menba’ ne ise –ki bizim i’tikadımıza göre de Allahu Zü’l-celal’dir– Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve selemin dahi o menba’dan ahz-ı ulum etmesi neden mümkin olmasın? Öyle ise yani amir ve muallim-i hakīkī Allahu Zü’l-celal ve’l-Kemal olunca telakkī olunan ma’lumat arasında elbette muhalefetin bulunmaması lazım gelir. * * * Peki amma ibadat ve muamelattaki ihtilafa ne diyeceğiz? Hazret-i İsa bir türlü demiş Hazret-i Muhammed bir türlü; madem ki menba’lar birdir oradaki muhalefet neden neş’et ediyor? Cenab-ı Hak bir defa bir türlü diğer defa diğer türlü ibadet ile emir buyursun nasıl olur? diye edilecek bir istizaha karşı ati’l-beyan bazı izahatın i’tasına lüzum görülür: Alel-umum edyan iki rükn-i esasi üzerine istinad eder: Biri ahkam-ı asliyye yani i’tikadat diğeri ahkam-ı fer’iyye yani ameliyattır. Her hangi bir dine intisabı murad eden bir kimsenin önüne şu iki kısım sürülür denir ki: Şunlara inanacaksın şunlarla da amel edeceksin. Dinleri böyle iki parçaya bölünce mes’ele kolaylaşır ahkam-ı usuliyye yani i’tikadat; asla tebeddül etmez İslamiyet beyan etmiş ise şeriat-i İseviyye ve Museviyye’de ve şer’-i Çünkü iki nokta beynine ancak bir hatt-ı müstakīm vasl olunabilir diğer hatlar müstakīm iseler hep o hat üzerinden geçerler ikisi birbirine uymadı mı mutlaka biri müstakīm değildir. Edyanın i’tikadat kısmı nesih ve tebdili kabul etmez çünkü nesih ve tebdili kabul etse kizb ala’llah lazım gelir. Allahu azimü’ş-şan zat-ı uluhiyyetini defaat-ı müteaddidede muhtelifen tavsif etmesi bir kere “üç Allah varız” bir kere de “bir Allahım” demesi lazım gelir ki bu mümkin değildir. Nesh yalnız ameliyatta olabilir. ---- FIKIH VE FETAVA ---- Hac − Fahr-i kainat sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz arefe gününün vakt-i zevali hulul edince Nemre nam mahalden Kasva adlı devesine binerek Batn-ı Vadi’ye geldiler. İşte burada tevakkuf ile adedleri yüz bini tecavüz eden hüccac-ı kirama hitaben gayet uzun bir hutbe irad buyurdular. Bu hutbede kavaid-i İslamiyye’nin en mühim esaslarını takrir olundu. Sonra kan can mal ırz… gibi bütün milletlerce kud­ siyeti sabit olan şeylerin hürmetini insanların hayat-ı iktisadiyyelerini mahv ile refah ve saadet-i umumiyyeyi tedrici bir surette izale eden bir nevi’ hırsızlık ve gasb demek olan ribanın haram olduğunu beyan eylediler. Ba’dehu kadınları erkeklere tavsiye ederek daima onlara karşı lütufkar ve iyi muamelede bulunmalarını hukūk-ı zevciyyete tamamıyla riayet edilmesini emir buyurdular. Bir de hiçbir zaman Hazret-i Kur’an’dan ayrılmamalarını daima Kitabullah’a i’tisam eylemelerini tavsiye ile buna i’tisam edildiği surette ebeden duçar-ı dalalet olmayacaklarını haber verdiler… Sonra hüccac-ı kirama hitaben: Bir diyeceğiniz var mı hakkımda nasıl şehadet edersiniz?... gibi bir sual irad etmesi üzerine ashab-ı kiram hep bir ağızdan: – Ya Resulallah risalet ve nübüvveti tebliğ emaneti te’diye ümmeti irşad buyurduğuna şehadet ederiz… dediler. Ol hazret de üç defa “Ya Rab şahid ol!” dedikten sonra hutbeyi işitenlerin işitmeyenlere tebliğ etmelerini tavsiye ile hutbe tamama ermişti. Ba’dehu Hazret-i Bilal’e ezan okumak ve kamet getirmek ile emr eylediler. Öğle ve ikindi namazları kasr tarikıyla bir ezan iki kamet di. Ehl-i Mekke dahi kasr ve cem’e iştirak etmişlerdi. O gün yevm-i Cuma olmakla beraber Cuma namazı kılınmadı. Aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri namazdan fariğ olunca nakasına binerek Arafat mevkiine geldiler. Dağın eteğinde büyük sahraların yanında tevakkuf buyurdular. Develeri üzerinde bulundukları halde Cebel-i Müşat’ı önlerine alarak kıbleye teveccüh ile dua ve niyaza başladılar. Ashab-ı kiram dahi ba-emri Risalet-penahi Nemre havalisinden Arz-ı Urene’den kalkarak Arafat’a gelmişlerdi. Ol hazret Arafat’ın her yeri mevkıf olduğunu i’lan ettirdiler. Yevm-i arefe duasının en hayırlı bu dua olduğunu da bildirmişlerdi. Herkes yerinde vakfe ediyor; dua ile meşgūl oluyorlardı. Fahr-i kainat Efendimiz hazretleri mübarek ellerini göğüslerine kadar kaldırmış oldukları halde büyük bir dikkat üzerine Hazret-ı Allah’a karşı tazarru’ ve niyazda bulunarak diyorlardı ki: Bu babda İmam Ahmed ibni Hanbel’in Taberani’nin rivayetleriyle daha başka dualar da menkūl olmuştur. Arafat vakfesi esnasında: ayet-i kerimesi nazil oldu. Bir de ehl-i Necid’den bazı kimseler nezd-i risalete gelerek hac hakkında sualler irad ettiler. Ol hazret de “Hac Arafe vakfesinden ibarettir; yevm-i nahrın fecri tulu’ etmeden vakfe edebilenler hacca erişmiş sayılırlar” buyurdular. Yine bu vakfe esnasında hüccac-ı kiramdan bir zat hayvanından düşerek vefat eyledi. Emr-i nebeviye tevfikan su ve sidr ile gasl edildi; fakat yüzü başı için hoş kokular isti’mal etmeksizin üzerinde bulunan ihramlara sarılarak defn edildi. Gurub-ı şemsi müteakib mağrib tarafındaki sarılık gaib olunca Arafat’tan Müzdelife’ye gidilecekti. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz bindiği devesine Hazret-i Üsame’yi de almış dizgini bizzat kendisi tutarak yavaş yavaş ilerliyor ashaba da sekinet tavsiye buyuruyorlardı. Az çok açıldıktan sonra dizgini bir mikdar boşaltmış orta bir yürüyüş ile gitmeye başlamışlardı. Kalabalık olmayan açıklıklarda dizgini daha ziyade boşaltır fakat yokuşlarda nakayı kendi ihtiyarına bırakırlardı. Esna-yı rahda inerek su döktükten sonra hafifce abdest aldılar. Bunu gören Hazret-i Üsame’nin “Ya Resulallah namaz mı?..” demesi üzerine ol hazret de: Namaz kılınacak yer ileridedir… buyurdular. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz yol üzerinde hep telbiye ediyorlardı. Müzdelife mevkiine erişince namaz için abdest aldılar. Emr-i nebevi ile ezan okundu; kamet getirildi. Ba’dehu ol hazret daha kafile erişmeden akşam namazını eda eylediler. Bu sırada kafile de geldi. Resul-ı Ekrem Efendimiz bu arada başka bir namaz kılmadan onların akşam kılmalarını beklediler. Ba’dehu birlikte olarak ezansız yalnız kamet ile yatsı namazı da kılındı. Geceyi burada geçireceklerdi. Zuafanın kafile hareket etmeden ortalık galabalık olmadan gece üstü Mina’ya gitmelerine müsaade edilmiş fakat güneş tulu’ etmedikçe remy-i cemre edemeyeceklerdi. Fahr-i kainat Efendimiz bu geceyi sabaha kadar uyku ile geçirdiler. Yevm-i nahrın fecri tulu’ edince hemen erkenden sabah namazını kıldılar. Ba’dehu rakib olarak Meş’ar-i Haram’a geldiler. Burası mevkıf tulu’una az bir vakit kalıncaya kadar zikir ve tehlil tekbir ve tazarru’ ile meşgūl Hazret-ı Allah’a karşı bütün dikkat ve samimiyetleriyle dua ve niyazda bulundular.. Yerli yerinde vakfede durdular. Zaten Resul-i Ekrem Efendimiz bütün Müzdelife’nin mevkıf olduğunu haber vermişlerdi. Bu esnada ashabdan Urve bin Mudar et-Tai namında bir zat huzur-ı nebeviye gelerek: “Ya Resulallah Tay taraflarından geliyorum; hacca erişebilmek için kendim rahilem ziyadesiyle yorulduk. Maamafih iktiza eden yerlerin hepsinde tevakkuf ederek vakfeleri icra eyledim. Şu halde bu sene haccına erişmiş sayılır mıyım?” dedi. Bunun üzerine Fahr-i kainat Efendimiz: “Evet Arafe vakfesini gündüz yahud geceleyin beraber vakfede bulunan kimsenin haccı tamam sayılır…” buyurdular. Sonra Müzdelife’den kalktılar. Mina’ya gidiliyordu. Re­ sul-i Ekrem Efendimiz bu defa devesine Fazl bin Abbas’ı almış; Üsame ise Kureyş arasında gidiyordu. Fazl yolda deveden biyy-i muhterem Efendimiz taşları mübarek avucuna alarak tozlarını sildi; ashabına: “– İşte böyleleriyle remy-i cemerat edersiniz. Fakat sakınınız zinhar dinde gulüv ve taşkınlık göstermeyiniz; zira ümem-i salife dinlerinde taşkınlık göstermeleri yüzünden duçar-ı helak oldular… diyordu. Ol haz­ retin bütün yol boyunca tebliyeye devam buyurdukları görülüyordu. Bu sıralarda Has’amiler’den güzel bir kadın huzur-ı nebeviye gelerek: – “Ya Resulallah pederim ziyadesiyle ihtiyar olduğundan şedd-i rahle tahammülü yoktur. Onun için haccını ifa edemiyor; bu hususda ne buyurulur? demiş idi. Fakat deve üzerinde Hazret-i Peygamber’in yanında olan Fazl ibni Abbas ile kadın arasında nazarlar teati edilmekte olduğu görüldü. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz mübarek elleriyle genç Fazl’ın yüzünü diğer tarafa çevirdikten sonra kadına: Pederin için hac kılmaklığın lazım gelir… buyurdular. Bunu müteakib diğer bir kadın da rahile üzerinde duramayacak bir halde ihtiyar olan validesinin haccından sual etmesine karşı ol hazret de: –Validenin birisine borcu olursa te’diye edersin değil mi? demesi ve kadından evet cevabını alması üzerine: – “O halde validenin Allah’a karşı olan borcunu da eda etmeklik iktiza eder…” demişlerdi. ---- FELSEFE ---- Şarkın agūş-ı pür-ismetinde perverişyab-ı kemal olmuş nice zengin dimağlar nevvar zekalar vardır ki ahlafın kadir na-şinaslıkları yüzünden isimleri unutulmuş eserleri kuşe-i nisyane atılmış mesailerinden ilim ve fenne olan hidemat-ı ber-güzidelerinden haberdar olmak şöyle dursun alem-i İslam’da bu gibi eazımın gelip geçtiklerine bile ihtimal verilemeyecek derecelerde gaflet gösterilmiştir. Maatteessüf bu sehabe-i gaflet el’an pişgah-ı tedkīkimizde bir sütre-i kesife halinde payidardır. Garbda yetişen ve ulum fünuna az çok bir hizmeti sebk eden zevat namına yer yer rekz olunan abideler neşr olunan kitaplar nazar-ı i’tibara alınırsa la-kaydimizin derecesi belki takdir olunabilir. Bugünkü iflas-ı ilmi ve ictimaimizin esbabı taharri olunurken ta’mik-ı nazar edilirse uruk-ı hayatımızı atıl bırakmış olan la-kaydinin bu hususda da pek mühim bir müessir olduğuna hükmetmemek kabil olamaz. Erbab-ı kemalin mezaya-yı aliyyesini takdir ve layık oldukları dere­ ce­ de tebcil edebilmek için kemalat-ı ilmiyyeden az çok nasibedar olmak icab eder. Bir Arap edibinin dediği gibi cibah-ı ilim ü ma’rifet – maddeten fena-yab olsalar bile– hakīkatte bir hayat-ı cavidaniye mazhardırlar. Fakat bu hayat-ı ebediyi tecelli ettirecek onların ahlafıdır. Şark senelerden beri galiz bir kabus-ı cehalet ve zillet altında uyuşa uyuşa o derece bihuş o kadar atıl bir hale gelmiştir ki bugünkü şarklıların bir vakitler asırlarca cihana huzemat-ı irfan ve medeniyet neşr etmiş olan eazımın ensali olduklarına bi-hakkın iştibah olunabilir. Meskenet o dereceyi bulmuştur ki bir şarklının kudret-i iradiyye ve fikriyyeye malik olup olmadığında bile insanın tereddüd edeceği geliyor. İslam’ın ikad ettikleri meş’ale-i irfan ahlaf den yeniye pek çok şeyler daha keşf olunabilir. Bir mütefennin veya bir kaşif hiçbir zaman kendisinden evvel geçen ulemanın asarından istiğna gösteremez. Ensal-i evveliyyeden ilim ve fenne hizmet eden eazımın kitaplarından mesailerinden istifade sayesindedir ki günden güne bir çok şeyler keşf olunuyor iklim-i fennin menatık-ı mechulesine kadar isal-i fikr edilerek bir çok hakīkatlerin izahına muvaffakiyet hasıl oluyor. Bir keşif veya bir ihtira’ –ne kadar ehemmiyetsiz olursa olsun– binlerce zevatın muhassala-i zekaları eseri olduğundan şübhe etmemelidir. Kaşif veya muhteriin muvaffakiyeti o zekaların asarını terkib ve te’lif ederek muhassalayı ta’yin etmekten başka bir şey değildir. Müslümanlar birkaç asırdan beri derin bir gaflet uykusuna dalarak eslafın mesai-i ilmiyye ve fenniyyelerini tedkīk ve tevsi’den istiğna göstermeleri neticesindedir ki bugünkü girdab-ı sefalete sukūt etmişlerdir. Maarif-i şarkıyyenin hakīkī varisleri biz olduğumuz halde bu hakka malik olmak liyakatini gösteremediğimizden mütebahhirin-i eslafın semere-i mesailerini garblılara kaptırdık ve bunun netice-i müessifesi olarak cihan-ı İslam baştan başa bir feyfa-yı cehl ü sefalet halini aldı. Biz bu derin uykuda iken Avrupalılar şarkın en izbe köşelerine kadar nüfuz ederek buldukları kıymetdar kitapları yığın yığın memleketlerine nakl ve münderecatlarından bi-hakkın istifade ederek emin ve metin hatvelerle şeh-rah-ı terakkīde ilerlediler. Bugün bizi valih ü hayran bırakan a­ sar-i medeniyyenin temel taşları işte bu suretle atılmış oldu. Alem-i İslam’da pek çok dahiler yetişmiş olduğu halde –mahdud birkaç zat müstesna olmak üzere– iştihar eden zevat pek azdır. Halbuki o ma’ruf simalar derecesinde dehayı felsefi ve iktidar-ı ilmiye malik pek çok eazım gelip geçmiştir. Bunların bir çoğu te’lif-i asardan ziyade neşr-i uluma hasr-ı vücud etmiş olduklarından sit-i faziletleri –ara yerde geçen devr-i fetret sebebiyle– ahlafa kadar intikal edememiştir. Onbirinci asr-ı miladide ber-hayat olan Ebu’l-Hasen Said bin Hibetullah bin el-Hüseyin ahlafın kadr [na-]şinaslığı daha doğrusu ilm ü irfana rağbetsizliği yüzünden layık olduğu derece-i iştihara nail olamayan bu nadir zekalardandır. Müşarun-ileyh Irak’ın en meşhur etibbasından idi. Müddet-i hayatının kısm-ı küllisini tetebbuat-ı felsefiyyeye hasr eylemişti. Zamanının en büyük mütefekkirlerinden ma’duddur. Kütüb-i felsefiyye mütalaasından o kadar zevk-yab olurmuş ki bazen saatlerce bila-aram tetebbuata dalar. Geceleri ta-be-sabah tefekkürat-ı amika içinde puyan olurmuş. Onbirinci asr-ı miladinin nısf-ı ahirinde hükümran olan leyhe karşı fevkalade bir hürmet-perverde ederlermiş. Bu iki hükümdarın devre-i saltanatlarına aid olan şa’şaa-i ilmiyye Said’in neşr ettiği huzemat-ı maarif sayesinde revnak-ı tammını iktisab eylemiştir. Said Bimaristan-ı Adudi’nin en meşhur etibbasından idi. Burada ameli ve nazari tedrisat-ı tıbbiyyede bulunmuş ve dershane-i irfanında pek çok eazım perverişyab-ı kemal olmuştur. Müellefat-ı tıbbiyyesinden el-Muğni fi’t-Tıb ünvanlı meşhur eser Paris Kütüphanesi’nde mevcud ve ve numaralarda mukayyed ve mahfuzdur. el-Muğni fi’t-Tıb tıbb-ı tatbikīye aid bir cetvel-i icmal gibidir. Daha doğrusu el-Muğni tertib-i edviyye ve bünye-i bın bir nüshası da Budleyn Bodléienne Kütüphanesi’nde mevcuddur. el-Muğni dört kısma ayrılmıştır: Birinci kısımda alel-umum hastalıklardan ikinci kısımda esbab-ı emrazdan ve üçüncüde hastalıkları teşhise medar olan a’raz ve alaim-i mütenevviadan dördüncü kısımda ise emraz-ı muhtelifenin tarz-ı tedavisinden bahs olunmuştur. Müellif bu eserini Halife Muktedi Biemrillah namına ithaf eylemiş olduğu mukaddimesinden anlaşılıyor. Said’in Telhisü’n-Nizami namında kıymetdar bir eseri daha vardır. İbni Ebu Usaybi’a tarafından müşarun-ileyhin müellefatına dair verilen ma’lu[ma]ta nazaran dokuz kadar te’lif-i güzini olduğu teayyün ediyorsa da Keşfü’z-Zünun sahibi İbni Useybi’a’nın cetveline alaim ve esbab-ı emrazdan bahis bir kitap daha ilave etmektedir. Said neşr-i asardan ziyade tedrisatla meşgūl olmuştur. Dershane-i feyyazında yetişen zevat miyanında pek çok eazım isimlerine tesadüf olunuyor. Hibetullah’ın dest-i terbiyyetinde nü’d-devle Ebu’l-Berekat gibi meşahiri ta’dad edebiliriz. Said Hicret’in ’ıncı senesinde mehd-ara-yı alem-i nasut olmuş ve tarihinde cihan-ı faniye ebediyen veda’ eylemiştir. Asar-ı meşhuresi ber-vech-i atidir: ­ ve Ta’didiha. Said saat-ı hayatını ta’lim ve tedrise hasr etmiş olduğundan fazilet-i ilmiyyesiyle münasib asar neşr ü te’lifine vakit bulamamıştır. Müşarun-ileyhin kudret-i ilmiyyesi müellefat-ı mevcudesinden mümkin olamaz. Çünkü bu büyük dahinin kudret-i ilmiyyesini bi-hakkın takdir ettirecek büyük bir kitabı yoktur. Tilmizlerinin yazdıkları asara nazarandır ki Said’in paye-i bülend-irfanına karşı hayretle memzuc sitayişler ediyoruz. Esasen Said’i ahlafa tanıttıran eserlerinden ziyade yetiştirdiği ma’ruf simalardır. FEMINIZM MES’ELESI − Bizden bir cem’iyet-i ilmiyyenin vücudunu farz ediniz! Kormayınız! Vebali –ümena-yı ümmet kabul etmezse– benim boynuma olsun. Mesela: Bu gayur bu hami-i şeriat bu naşir-i envar-ı diyanet cem’iyet mevatın-ı mağsube-i İslamiyye’den Kafkasya Kırım Cezayir… kişverlerinden birine gidip etfal-i müslimin namına sırf bir mektep küşadına teşebbüs ediyor. Acaba muvaffak olabilirler mi? Muvaffakiyet mi dediniz? İşte bu korkunç farz ve tahayyülün vebaline katlanamam. Çünkü mevkūfiyet tard ve ihrac muhakkak. Evvela orada bir hey’et-i muazzama-i ruhbaniyye var. Bu hey’et uyumaz. Öyle kahvelerde mastaba-nişin-i atalet olarak esnemekle uyuklamakla bi-sud laklakiyat ile ümena-yı ümmet nigehban-ı diyanet geçinmez. Böyle bir cem’iyet-i pür-gazab kiliselere koşar. Müdhiş çanlara sarılarak memleketi sağır eder. Ahaliye mitingler yaptırır. Hükumete protestolar yağdırır. Artık cem’iyet-i ilmiyye olsun da orada bir dakīka tevakkuf edebilsin! Bedbaht İslamiyet! İşte şuracıkta burnumuzun dibinde daha dünkü Bulgaristan bütün ma’na-yı ciğer-suzuyla zavallı biçare müslüman köylerinde mekteplerimizi bi-muhaba seddederek yerlerine Bulgar mektepleri açıyor. Kur’an-ı Kerim ilm-i hal bile okutmuyor. Kara yazılı müslüman çocuklarını adeta cebren ve kahren Nasraniyet’e irtidada sürüklüyor. Sonra da Makedonya’da Memalik-i Osmaniyye’de kemal-i faaliyyetle çalışmakta sür’at-i berkiyye ile terakkī etmekte olan o muhteşem Bulgar mektepleri o muazzam Bulgar darülfünunları için “Türkiye mekteplerimizi seddediyor; Bulgar unsurunu Türkleştirmeye çalışıyor?!” diye şeytanların bile hatır ve hayaline gelmeyecek Yüzüncü asr-ı insaniyyetin vahşi engizisyonu o kanlı çehresini sahte bir nikab-i medeniyyet altında gizleyerek dilsiz gözsüz silahsız hamisiz İslamiyet’e bütün gayz-ı akūranesiyle saldırmakta paralatmakta devam edip gidiyor. O kendi nokta-i nazarınca pek büyük en mukaddes bir vazife ifa ediyor. Diyor ki: “Bir millet bir ailedir. Vatanı da onun –iştirak kabul etmez!– hanesidir. Onun için de –velev vehmen– hayatının tehlikede kaldığını görmek istemez. Hayatını tehdid eden yabancı bir unsurdan tek bir ferdin bile bulunmasına rıza ve muvafakatini intihar cinnet addeder. Binaenaleyh ailesi halkı içindeki muzır unsurları şu üç tedbirden biriyle mutlaka yok eder: Dinini tebdil suretiyle ruhunu bel’. Olamazsa tard bu da olamadığı halde mezara gömer!” İşte onun nokta-i nazarı! İşte onun bir harfini bile tebdil ve tağyir etmemeye huzur-ı Salib’de diz çökerek ettiği yemini! Ahd ü misakı! Yemin ederim ki eğer İslamiyet Allah dini hak yolu olmasaydı daha kurun-ı vüstada tufan dalgaları gibi üzerine yığılıp gelen Papa ordularına Salib yanar dağlarına bir Kılıç Arslan’la bir Selahaddin-i Eyyubi ile mümkün değil mukavemet edemez mahv olur biterdi. Siz İngiltere’ye kadar zahmet ediniz de cenab-ı Selahaddin’in şemşirinden saçılan yıldırımlardan nasıl tilki gibi kaçtığını Arslan Yürekli! Şarl’ın mezarından sorunuz! Orada salahu’l-milleti ve’d-dinin nam-ı celadet ve azametini daha yad ederken mezarın titremeye başladığını göreceksiniz. Seni ey din-i hak takdir eden vicdan azdır az. Yüzün zir-i nikabından gören çeşman azdır az. Asıl hayret bu kim surette herkes ibni Adem’dir Hakīkatte fakat matlub olan insan azdır az Görürsün Mushaf’ın huffazını alemde pek çoktur Velakin aşina-yı ma’ni-i Kur’an azdır az Cehalettir cehalet ademi teb’id eden haktan Ona lazım olan gencine-i irfan azdır az Bu taksim-i ezel alude-i esrar-ı hikmettir Bu idrak-i beşer fevkınde kalmış bir meşiyyettir. Ne hayret ne garabet ne musibettir ki biz müslümanlarda hal bunun –tamamen değil belki– muzaafan aksine: Bizde misyoner denilen insan kıyafetli bu İslamiyet ve insaniyet düşmanlarına hane-i vatanın kapıları ardına kadar açılır! Kudumleri şerefine ezhar-ı ta’zimat ve tekrimat arz ve takdim kılınır. Kara tali’li yavrucaklar bizzat pederleri tarafından götürülerek bir vaz’iyet-i müstemendane ile o vicdan ve Bunlar o yadigarlardır ki kendi muhitleri içinde kendi cemaatleri arasında yapmadık fuhş u rezalet bırakmadılar. Nihayet Fransa hükumeti bunları memleketten tard ve ihracda muztar kaldı. Hatta Papa’yı ma’bud-ı a’zam derecesinde sayan İspanyalılar bile bu şeyatin-i mer’iyyeden bunların hatır ve hayale gelmedik mefsedet ve mel’anetlerinden yaka silktiler ve Fransa’yı taklide mecbur oldular. İşte bizde medeniyet terakkī ve tekamül namına bir imdad-ı gaybi derecesinde mazhar-ı tevkīr olan dindaşlarından yüz bulamayan kendi memleketlerinden koğulan silindir şapkalı altın salibli uzun tırnaklı Papa evladları hakkında; dinine vatanına milliyetine ateşin bir sevda ile merbut bulunan fazıl bir mütefekkir hakīkī bir mü’min kemal-i teessürle anlatıyor: Misyoner darü’n-nedvelerine devam eden bedbaht çocuklarımızdan sekiz yaşlarında biri mektep kilisesine girmekten ve –haşa!– Cenab-ı Mesih aleyhissalatü vesselam efendimiz nam-ı ma’sumuna merkuz heykelin ayağını öpmekten retle ısrar eder. Misyoner kızar. Çocuğu izinsiz bırakır. Çocuk sınıf başısından sebebini sorar. Hareket-i vakıasından dolayı cezaya mahkum olduğu cevabını alır. Bir takrib oradan sıvışır evine gelir. Mektebe bir daha gitmeyeceğini ve eğer pederi rak söyler. Validesi sorar; macerayı dinler. Mes’ele pederine akseder. Osmanlı sinyörü çocuğunu çağırır; istintaka başlar: – Bir daha mektebe gitmeyeceğini madam söyledi sebebi?.. – Kat’iyyen bey baba kat’iyyen! – Sebebini soruyorum; niçin? – Şiddetle ağlayarak Beni hıristiyan yapmak istiyorsanız bu işkenceye ne hacet! Kiliseye götürün! Huzurunuzda resmen vaftiz ettirip ismimi değiştirin olsun bitsin! Nisaiyyun beylere rica ederim; söylesinler? İnsanı hayvandan tefrik eden meziyet nedir? Hakīkat nedir? Bedahet nedir? Bu müdhiş cinayet nedir? Bir insan öldürülür. Katil ya i’dam yahud on beş sene küreğe konulur. Niçin? Maktul için ise o bir daha ebediyen avdet etmemek üzere gitti. Katilin i’damıyla hayatı alınıp maktule verilmez. Bunda koca bir milletin mukaddes olan hayatını sıyanet vazife-i mühimmesi vardır. Kısasda sizin için hayat vardır düstur-ı Kur’anisi bu beliğ hikmeti natıktır. Halbuki bu ma’sumun tahsil-i ma’rifet iktisab-ı envar-i medeniyyet namına katolik misyonerine teslimi tanassura kat hunharane bin kat vahşiyane bir cinayettir. Çocuk ölüp mezara girmiyor; belki ruhu öldürülüyor vücudu o maktule canlı bir mezar oluyor. İnsanın hakīkī ruhu diyanet ve onun atf-ı müradifi olan milliyetidir. Milliyet bir şeceredir. Efrad-ı millet de onun yemişleridir. Şecere-i milliyyet yaşadıkça esmarı mütevali ve la-yenkatı’dır. Fakat o şecere kökünden baltalanınca ne dal kalır ne budak; ne yaprak ne yemiş. İnsaf edelim! Bu o kadar nazari bir felsefe değildir. Ah… İnsan bu hevl-engiz muhavereyi göz önüne getirince sanki beyni üstünde yüz bin yıldırım birden patlıyor. Ruhu bu lagar bu bunak vücud-ı beşeriyyete nefretler yağdırıyor. Kaçacak yer arıyor. Şimdi sekiz yaşındaki bir ma’sumun mülhem olduğu şu büyük sözlerine şu hakimane cevabına bakınız! Bu mülzim bu müskit intak-ı hakka mazhariyet çocuğun ne ulvi bir ruha ne ateşin bir zekaya malik olduğuna şehadet eder. Pederinin bu beliğ ilzam ve ifhamdan ne kadar hacil ne kadar zelil olduğunu mu sormak istiyorsunuz? Orasını bilmem. Şu kadar derim ki eğer bu herifte akıl namına bir zerreciği olaydı zaten ciğerparesini hayru’l-halefini kendi eliyle götürüp de cellad-ı milliyyete teslim etmezdi. Bu zavallı deliden ziyade bin kat ziyade şayan-ı merhamet! Çünkü deliye aklı veda’ etmiş. Bu garib mahluk ise lüzum ve ihtiyac görmemiş aklına yol vermiş. Cinneti hiddete gelmiş hasmını koğmuş! Hiç yaşar mı böyle milliyet olur mu payidar? Milletin efradı tedricen ederken intihar. Vicdan-ı selim diyor ki: Evvela bu misyonerlere vatanımızda mektep inşasına kat’iyyen müsaade olunmayacaktı. Bu; birinci cinayet. Bunun vahamet-i encamını zamanının uleması der-piş ederek meydan-ı hamiyyete atılacak ve medarisin ıslahını hükumetten isteyecekti. Evet evet: Avrupa’dan celb olunan muallimler talebe-i ulumun en zeki en faal dimağlarını karşılarında bulacaklar ve fünun-ı cedideyi onlara tedris edeceklerdi. Bunlar da mekatib-i İslamiyye’nin mürebbileri muhterem hocaları veliyyü’n-ni’met-i idrak ve allimin birer muhteşem darülfünun şeklini alacaktı. Maarif Nezareti Bab-ı Meşihat’in bir şu’besi olacak ibtidai rüşdi cını medaris-i İslamiyye’den te’min edecekti. Vücud-ı şeriatin dimağı olmak iddiasında bulunanlar daima istikbale giden beşeriyetin hayatı teceddüd ve terakkīden tekamül ve tealiden ibaret olduğunu düşünecekler. Bir çocuğun ilk doğduğu gündeki basit ve iki katre sütten ibaret olan ihtiyac-ı hayatıyla yirmi sene sonraki yığın yığın ihtiyacat-ı mütenevviasının bir olmadığını ve bunun te’mini için büyük bir cidal sa’y ve amel meydanına atılmak mecburiyet-i kat’iyyesini takdir edeceklerdi. Allah’ın; ibadı üzerine nigehbanları kanadlarını germiş melekü’s-sıyaneleri mürebbileri mürşidleri olduklarını fiilen gösterecekler ve ümmeti kendilerine minnetdar edeceklerdi. hadis-i celilü’ş-şanının ma’nayı münifi bu demek değilse nedir? Allah; ibadının nesini ulemaya emanet ediyor? Yalnız nikahını talakını cenazesinin merasim-i tedfini mi? Şeriat bir sıfattır; mevsuf ile kaimdir. Müteşerri’ olmazsa şeriat kalır mı? Misyonerler gelir bi-perva çocuklarımızın vicdanını zehirlerlerse şeriati sinesinde taşıyacak onu istikbale götürecek yaşatacak kim kalır? Kurdlar içimize dalmış dişili erkekli koyunları kuzularıyla beraber muttasıl kapıp duruyorlar. Koyunlar daima azalmakta eksilmekte. Kırk sene evvel camilerde sufuf-ı cemaat ne kadardı şimdi ne kadar? Çobanlık böyle koyunları kurdlara kapdırmak mıdır? Emanet böyle mi muhafaza olunur? Emanete –hususiyle böyle bir emanet-i kübraya– hıyanetin ziyaın cezası – – – – – nedir? Ziyaı halinde kanuna karşı mes’ul olmak ta’zir ve tekdir görmek. Haps olunmak korkusundan dünya emaneti üzerine gözlerimizi fal taşı gibi açar ve kemal-i i’tina ve ihtimam acil uhrevi emanete gelince iş değişir. Nazarlarda ehemmiyeti kalplerde endişesi korkusu azalır. Mukteza-yı iman bu mudur? “ Erbab-ı hıyanet duçar-ı hacalet ve rezalet olmak mes’ul tutulmak ve mücazat görmek korkusuyla insanlardan gizlenmeye hıyanetlerini ört bas etmeye çalışırlar da Allah’dan utanmazlar. Kahr u gazabından hiç de korkmazlar. Halbuki Allah onlarla beraberdir. Kendilerine şah damarlarından daha yakındır. Güya sütre-i hıyanet delil-i beraet ve ma’sumiyetleri olmak üzere Allah’ın kat’iyyen razi olmadığı yalanları uydurur aleme iftiralar bühtanlar icad ederken Allah onları görüyor olan ilm-i ezelisi onların bütün a’mal ve ef’al-i cinaiyyelerini muhittir. Bir zerre gayb olmaz ve olamaz”. Biz sırtımıza yüklendiğimiz bu emanet-i kübrayı muhafaza etmedik. Bu milletin hayat-ı tayyibe-i diniyye ve milliyyesini din ve şeraitimizin en müdhiş düşmanları olan papaslara misyonerlere mürebbilere mürebbiyelere bıraktık. Azim cinayet işledik. Şu halde bari mütesemmimlere karşı o kadar gazubane ve mütehevvirane çıkışmayalım. Hıyanetin hepsini onlara isnad ve tahmile kendimizi serir-i ma’sumiyyete çıkarmaya çalışmayalım. Cinayeti aramızda taksim edelim. Birbirimize yaklaşalım. Musafaha edelim. Barışmağa Onlar da bu milletin efradı bu sevgili mader-i vatanın evladıdır. Güneşe karşı ilelebed göz yummak sada-yı hakk u hakīkate kulak tıkamak için misyonerlere namusları üzerine söz vermediler ya! Emin olalım ki bu memleketin selameti bakıyor. Yekdiğerini dinsizlikle taassubla köhne-perestlikle göstereceksin değil mi? Mehmed Fahreddin EDEBİYAT Ey unsur-ı necibin bir dürr-i şah-varı Sensin bugün şuaı enzarı ibtisarın Senden doğarsa çok mu encüm kadar maali Yarmış ufukları hep seyf-i kaza-medarın Dönmez o seyf-i hasim şehrah-ı adl-i haktan Fevka’r-ruus o şu’le bir necm-i haledarın Seyfinle hem saramet faslu’l-hitab-ı nutkun Bir şu’le-i dehadır vakkad olan nigahın Ma’tuftur Huda’ya her medd-i intizarın Yoktur mehafetin hiç baziçe-i vegadan Hunabe-i şehadet reyhane-i baharın Hamun u deşt-i harbin sensin sıracı el-hak Yoktur hubutun asla memdud iken menarın Bast-ı cenah ederler sükkan-ı sermediyyet Oldukça cebhe-fersa ensar-ı bi-şümarın Meydan-ı kerr u ferrde galtan olan nevasi Mihrab-ı mecd ü necdet minberleri kibarın En nuhbe-i hamiyyet ey seyyid-i hamaset Nisyan-pezir olur mu amal-ı intisarın Sensin mücahidinin bir ferd-i bi-adili Bir ferd isen de sensin külliyyeti vekarın Ma’şuka-i fuadın a’da-yı dini ezmek Şehdane-i celadet her ferd-i cansiparın Seyf-i cihad elinde meslul iken dema-dem Şadan olur muhakkak ervahı Çar-Yar’ın Tarraka-i adüvden lerzan değil urukun Anterlerin tanini guya ki guş-darın Mutlak ölüm girizan piş-i mehabetinden Ser-pençe-i rızada seyf-i kaza-nisarın Darü’l-cihada sinen bir me’men-i rızadır Destar-ı hun-disarın iklil-i iştiharın Bir hatifi nidadır sem’inde mevc uran ses Guya telatum eyler fevka’l-feza şiarın Mermileri adunun bir seyl-i sail amma Tufan-ı hun u ateş bir mevc-i dil-şikarın Mahz-ı belagatindir iblağ-ı emr-i ma’ruf Merza seciyyelerdir eş’arı abdarın Hutben lisan-ı gaybın bir nefha-i revanı Hassan ile Lebid’i sensin bu kar-zarın Sadr-ı güzin-i İslam cebhende muntabı’dır Ayn-ı şifasıdır o enzar-ı i’tibarın Var ol şehametinle ey şeyh-i pak-siret Güldeste-i tahiyyat oldukça yadigarın Bir haşyet-i mücessem olsun aduvv-i na-kam Yardıkça deşt-zarı tekbir-i zar-zarın EBU’L-ALA MAARRI Mesela Maarri’ye sen şöyle diyorsun: Ve bu sözünle dini ta’yib etmiş oluyorsun desen cevap vermekte duçar-ı işkal olmaz. Ebyat-ı sabıkaya göz yumalım fakat şu beyitleri de kolay kolay onlara ilhak edebilir miyiz? Evet bunlarda da müsamahakar davranalım feylesofun buradaki maksadı şu: Beytindeki ma’nayı okşuyor diyelim; hakīkat de budur Sözünü kabul edince: Fikrini de telakkī bil-kabul etmek icab eder. Şimdi siz diyeceksiniz ki: “Söylediklerini anladık. Lakin sen sözünde durmadın. Şartımızı hudud-ı tedkīki unuttun mu? Feylesofun hiçbir adin nerede? Bu; vaadde durmamak ahdi bozmak değil midir? Hani bütün mezahibi teşni’ ettiği bütün dinlerle alay ettiği sarih beyitleri nerede? Niçin bize: ..! Gibi sözlerini zikr etmiyorsun? “Menasik-i haccı” takbih ettiği şu: Şiirini niçin kale almıyorsun? Feylesofun: Dediğinden haberin yok mu? Ben de derim ki: “Vallahi ben şimdiye kadar takdim ettiğim beyitleri; yalnız onları ortaya koymuş olmak için ileriye sürmüş değilim; saydığınız kabilden beyitleri de ortadan kaldırmak hesaba koymamış olmak için te’hir etmedim bunları sona koymaktan maksadım bütün söylediğiniz takımdan sözlerini toplayarak bir arada irad etmektir. İşte yazıyorum: Bir daha: .! Maarri bu sözleriyle her şeyi tasrih etmiş oluyor. Feylesofun acı tatlı fikir ve mezhebini tamamıyla şerh edeceğine kani’ olduğum ne sözü varsa naklettim; şimdi ilk sözlerine bakarak imanına hükm etmek caiz ise son sözlerini yine kulak vermeyerek geçmek de layık değildir. Hatta içimizden biri buna razi olsa bile zannetmem ki Maarri razi olmuş olsun. Çünkü feylesof; bu sözleri bu yüzden kendine teveccüh edecek mes’uliyetin derecesini takdir ederek söylemiştir; eğer sözlerinin mes’uliyetini deruhde etmemek istemiş olsaydı hiç söylemezdi Lüzumiyyat ’ını cem’ ederken bunları hiç bulundurmazdı; çünkü şiirlerini bizzat cem’ ve tertib eylemiştir. Biri çıkar da “Bu şiirlerin öldükten sonra kitapları arasına sıkıştırılarak Maarri’ye nisbet edilmiş olmak ihtimali vardır.” diyebilir; fakat bu sözün sahif olması şöyle dursun tıbaatın zuhurundan evvel yazılan bütün kitaplardan emniyeti kaldırmak gibi mühim bir işkali de vardır. Bu emniyetsizliğe kail olursak büsbütün şaşırır kalırız. Ben derim ki: “Bu söz pek çürüktür. Çünkü hadi feylesofun bu sözleri söylemediğine diğer biri tarafından tertib olunan bazı sözlerin Maarri’ye nisbet olunduğuna cevaz verelim. Fakat düşünelim bu adam niçin başkasına nisbet etmiyor da feylesofa ediyor niçin bu sözler yalnız ona isnad olunuyor? Şübhe yok onun sözüyle kendine nisbet olunan söz arasında bir müşabehet var ki bu nisbete cesaret ediliyor. Yoksa bir mazmun-ı felsefiyi bir şaire nisbet etmek nasıl ma’kūl olur bu nisbetin ne ma’nası olur? Ona isnad edileceğine İbni Sina onların felsefi sözleri arasında revacı te’min edilir. Böyle yapmak pamuktan bir libas üzerine dibac-ı hüsrevaniden yama vurmaya benzer. Hasılı bu şiirlerin Maarri’nin olmadığını söyleyerek ona intisar etmek daiyesinde bulunanlara rağmen bizim bu ihtimali tasdika hiçte meylimiz yoktur. Maarri’yi bu yolda müdafaaya kalkışmak; arkadaşına iyilik etmeye kalkıp da yolunu şaşırarak fenalık yapan cahil bir dostun hareketine benzer. Böyle bir tarz-ı himaye tutanlar kadar da hiç kimse feylesofun şan ve şerefini tenkil etmiş haysiyetini düşürmüş olmaz. ---- TARIH ---- KILIÇ DİNİ “İşte bundan sonra Davud as Filistinlileri kahr u mah­ kum etti. Davud Filistinlilerin elinden Mezka Muhah’ı aldı ve Moab kabilesini kahretti; onları yere atarak bir ip ile ölçüp mahvetti. Ve onları hesab ile kesti; böylece Moab kabilesi onun hadimi tabii oldular ona hediyeler getirdiler. Davud Fırat nehri sahilinde hududunu kurtarmaya giderken Tsuba kralı Rehub’un oğlu Hadadezer’i de kahretti; ondan bin muharebe arabası yedi yüz süvari yirmi bin piyade aldı. Davud bu muharebe arabalarının hayvanlarının ard ayaklarının sinirlerini keserek işten bıraktı; yalnız kendisi için yüz harp arabası alıkoydu. Ve Şam’ın Suriyelileri Hadadezer’i kesti. Davud Şam Suriyesi’ne muhafız koydu Suriyeliler Davud’un tabii olup hediyeler haraç getirdiler…… “Ve Edom’a muhafızlar koydu bütün Edomiler de Davud’un tebaası oldular..” Tarih-i Beni İsrail yani kütüb-i mukaddeseden ma’dud ’in birincisinin altıncı babında Hazret-i Davud’un daha bir çok icraat-ı muharibanesi içlerinde bilhassa Amoniler dahil olmak üzere katl olunan nüfus-ı azimeye ve “harp arabalarında kavga eden yedi bin Suriyeli ile kırk bin piyade Suriyelinin ve kumandanları Şafat’ın katline” aid ma’lumat vardır. “Ve öyle oldu ki sene nihayetine erince yani padişahların harbe gitmek mevsimi geçince Yoab yani Kudüs’ün zabtına sebeb olan ve Davud as’un askerine kumandan nasb olunan orduyu sevk edip Beni Amon’un memalikini harab Rabba’yı muhasara zabt ve tahrib etti. Ve Davud as onların kralının tacını başından alıp bir ağırlığı talan altın olduğunu tarttı. Ve bundan başka tacın üzerinde kıymetdar taşlar var idi. Bu tac Davud as’un başına vaz’ olundu. Şehirden de o kadar ganaim getirilmiş idi. Ve şehirden ahalisini de alıp getirdi; onları destereler ile demir oklarla ve şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. baltalarla kesip parçaladı. Davud bunu yalnız onlara değil bütün Beni Amon Amoniler şehirleri ahalisine yaptı. Ve bundan sonra Cerz’de Filistinlilerle harp çıktı. Bunda Haskat olan Sippekay Sipay’ı katletti; bu Sipay Devler Goller cinsinden olduğundan onlara tabi’ oldu. “Ve yine Filistinilerle harp çıktı Elhanan Gat kabilesinden Calut’un biraderi Lahmı’yı katletti. Lakin yine Gat’ta muharebe var idi. Orada azimü’l-cüsse biri çıktı ki: El ve ayak parmaklarının mecmuu yirmi dört idi: Yani her elinde altı ve her ayağında altı idi. O da Gol ta’bir-i amiyanesince Dev oğullarından idi. Ancak Beni İsrail’e karşı mağrur ve hakaretkar olunca Şimei’nin oğlu Yonatan Davud aleyhisselamın biraderi onu katletti. Bunlar Gat’ta Gol Dev olarak doğmuşlardı ve Davud as’un ve tebaasının eliyle katl olundular.” Bu mebhasi bitirmek için en muvafık hareket Milme’nin Hazret-i Davud’un son safahat-ı hayatiyyesi bu sahib-i şevket satırları buraya nakl etmek ile olabilir: “Zaman-ı intikali yaklaştığı zaman Davud oğlunu şeriat-i Museviyye’ye kavanin-i ilahiyyeye ıktifa ile emretti. Buna ve müsabakatla teftiş etmesini vasiyet etmişti. Onun fikrince Yoab şeci’ ve sadık olmakla beraber hiç sükunet bulmayan tul-ı amali hasisa-i teşebbüskarisi ve düşmanlarının iraka-i deminde gösterdiği kayıtsızlık nokta-i nazarından tehlikeli bir adam olabilirdi. Hazret-i Süleyman’ın Yoab’ı ilk maksad-ı hıyanetkarisinin tezahüründe bila-merhamet katl etmesi lazım geliyordu. Şimei de şayed en cüz’i bir alamet-i gayr-i hoşnudi gösterirse katl olunacaktı. İşte bu vechile veraset-i hükümdari ve beka-yı şeriat ve kanun ve din-i milliyyetin şeref-i daimini taht-ı emniyyete aldıktan sonra cidden banisi addolunabileceği bir hükumet-i şevket-medarı kırk sene cihetce dahili nifaklarla zedelenen her tarafı muzaffer düşmanlarla mahdud ve merkez-i hükumetsiz hemen hemen şeklinde yazılmıştır. ordusuz ve kabaili arasında cihet-i camia gayr-i mevcud bir kraliyetin riyasetine gelmiş idi. Halbuki: Vefatında ortada bir müellef müttehid bir hükumet bıraktı ki: Eb’adı Mısır hududundan Lübnan Cibali eteklerine Fırat Nehri’nden Bahr-i Sefid sevahiline imtidad ediyordu. Davud as Filistinlilerin kudret ve şevketini mahv bütün civardaki hükümdarlıkları ya kendisine tabi’ veyahud tebaasıyla beraber harita-i alemden hakkeylemiş idi. Bu miyanede Tir yani Su şehr-i azimiyle de esaslı daimi bir zaman nevbetle kabailden yirmi beş bin genç silah altında bulundurularak müdafaa-i milliyye kuvvet-i daimesi te’sis olunmuştu. Bu ordunun kumandanları umumiyetle sahib-i liyakat ve tecrübe olup o zamanın usul-i harbinde pek mühim havas ile yani cür’et şecaat-i şahsiyye ve azim kuvvet ve cesamet-i bedeniyye ile mümtaz idiler. Bu kahramanlar bize Şarlman’ın ve Kral Artur’un masallarındaki şövalyeleri kavi zırhlılarına mukabil Beni İsrail kumandanları harikulade kuva-yı medeniyyeye bedeniyye olabilir mi asla yılmaz bir ısrar ve mukarenet-i fikriyyeye sahib idiler. Davud as’un aile hususatı da diğer hükümdaran-ı şarkiyyeninkine müşabihdir. Harbe giriştiği vakitler asrının ve memleketinin adeti olduğu vechile gayet şedid surette düşmanlarından ahz-ı intikam ederdi..” Hazret-i Davud’un devre-i hükumetinin nihayete erişmesi rebleri büyük bir inkılab arz ediyor idi. Bu ana kadar Beni bir mahiyette değil idi ve her İsraili için her taraftan zuhuru melhuz olan tecavüzat ve tedafuata karşı silah ile mukabele eylemek üzere asker olmak bir vazife-i esasiyye idi. Ancak nihayet arz-ı Ken’an kabza-i teshire geçince İsraililer içinde san’at ve temeddün esasları tevessüe başlamış Hazret-i Davud’un halefi devr-i hükumetinde harpten ziyade sulh ve müsalemete atf u i’tina edilmiştir. AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Buhara emiri birkaç zabit maiyetinde olarak istikbale bin kişi göndermişti. Benim için hazırladıkları menzile kondum. Üç gün sonra emir tarafından bir me’mur gelip beni mülakat rin bin teneke nakd ile birkaç top kumaştan ibaret olan hediyesi geldi. Bir iki gün daha oturduktan sonra Semerkand’a azimet ettim. Ruslar tarafından mansub olan Semerkand hakimi hakkımda hürmet ve riayet gösterip gerek benim gerek maiyetim bulundu. Birkaç gün sonra Rusların Türkistan vali-i umumisi beni Taşkend’e da’vet etti. Masarıf-ı seferi de Semerkand hükumeti tahammül eyleyerek beni yola çıkardı. Taşkend’e vusulümde kemal-i muhabbet ve ihtiram ile istikbal olundum. Vürudumun ertesi günü vali-i umuminin da’vetnamesi geldi. Gidip görüştüm. Fevkalade ihtiramkarane davrandı ve beni gece yarısına kadar alıkoydu. Avrupalıların merasim-i ülfeti hoşuma gitti. Bunlar misafirlerini büyük bir salonda kabul ediyorlardı. Misafirler odadan odaya gezip birbiriyle konuşuyorlar sıgara içip meyve yiyorlardı. Nısfu’l-leylde menzilimize avdet ettik. Ertesi günü vali ziyaretime geldi. Kapıdan karşıladım. Hal hatır soruştuktan sonra kendisine murassa’ bir kılıç ile altı tane Keşmir şalı ve iki top kemha kumaşı verdim. İki saat oturup gitti. Ertesi günü Ceneral Ali Hanef beni sabah yemeğine da’vet etti. O günü musahabetle geçirdik. Birkaç gün zarfında diğer ceneraller tarafından da çağırılıp icabet eyledim. Bu esnada Rusların büyük paskalyası – ki Huda-zadelerinin doğduğu güne müsadif bayramdır– geldi. Vali muaviniyle arabasını gönderip beni ikametgahına da’vet etti. Birlikte gittik. Vali bizi kaimen kabul eyleyerek bir salona götürdü. Bundan ümera ve ekabir kadınları ve çocuklarıyla orada idiler. Meşru’ ve gayr-i meşru’ içkilerin hepsinden vardı. Huzzar gece yarısına kadar yiyip içmekten el çekmediler... Nısfu’l-leyl olunca Hristos Hristos diyerek birbirlerini öpmeye başladılar. Sahib-i haneden izin alıp menzilimize geldik. Üç gün sonra vali yine arabasıyla muavinini yollayıp beni yapılacak askeri merasime çağırdı. Gidip gördük ertesi günü vali muavini gelip: – Vali sizinle görüşmek istiyor dedi. Birlikte gittik. Çaylar – İmparator hazretleri telgrafla istifsar-ı hatırınızda bulunuyorlar dedi. Teşekkür ettim. Ba’dehu: – Bir de görüşülmek üzere Petersburg’u teşrifinizi arzu ediyorlar. Muvafakat buyurur musunuz? sualinde bulundu. – İmparatorun memleketini şimdiki halde kendime melce’ zat-ı haşmet-penahilerine arz eylemek içindir. Petersburg’a azimet bahsine gelince yarın ma’lumat veririm dedim. Avdetimde arkadaşlarımı çağırıp bu hususda fikirlerini sordum. – Sizi salıvermeyiz. Çünkü sizsiz edemeyiz. Dediler. – Rusya’daki benim gibi bir çok firari bulunduğu halde da’vetini kabul edip gitmek lazım gelir. Diye kendilerini iknaa çalıştımsa da muvaffak olamadım. Ertesi günü valinin nezdine gittim. Çay ve cıgara içildikten sonra: – İmparatorunuz hakkımda fevkalade nezaket gösterip beni Petersburg’a da’vet eylemiş buna tekrar tekrar teşekkür ederim. Fakat ben Rus memalikine yeni gelmiş bir adamım ki maiyetimde beş yüz kişi vardır. Bir çok seyr ü seferde bulunup muhtac-ı istirahat bir hale gelmiş olan bu adamlara mesken tedarik ve istirahatlerini te’min eyledikten sonra imparatorun da’vetine icabet edebilirim dedim. Vali: – Pek güzel şimdi bir telgraf çekip cevabınızı imparator hazretlerine arz ederim dedi. umuminin nezdine götürdü. Vali: – İmparator hazretleri mütalaanızı tasvib buyurmuşlar ve zat-ı fahametiniz için Semerkand yahud Taşkend’de bir ni de irade etmişler dedi. – Ben imparator cenablarına iltica etmiş bir adamım. Hakkımda ne arzu ederlerse kabulümdür cevabını verdim. Tekrar: – İmparator hazretleri sergerdelerinizden bazılarıyla zat-ı fahimanenizin tasvirini istemişler deyince: – Hazırım dedim. Ertesi günü vali muavini beni fotoğrafcı dükkanına götürdü. Fakat bizim arkadaşlar: – Resmini çıkartan gavur olur! diyerek fotoğraflarını aldırmadılar. O vakte kadar yoldaşlarımı oldukça münevverü’l-fikr sanırdım. Meğerse aldanmışım. Muavin: – Rufekanız niçin resim çıkarmadılar? sualinde bulundu. – Bunlar hiçbir taifenin sergerdesi değil ancak benim yol arkadaşlarımdır. Binaenaleyh bir sıfat-ı resmiyyeleri yoktur ki resimleri imparator hazretlerine takdim olunsun cevabını verdim. Muavin: – Çok akıl bir zatsınız. Hakīkaten imparator hazretleri bu adamların mansıbı nedir? diye sorsalardı verecek cevap bulamayacaktık dedi. Bundan sonra hiçbir hususda arkadaşlarım ile istişare etmedim. Zira iki defa teklifimi reddeylemişlerdi. Kendilerinin ma’lumat ve tedbirlerine de beni valinin ikametgahına götürdü. Gece yarısına kadar oturup eğlendik. Bu esnada Semerkand’a gitmek için validen hitaben bir mektup bana verdi. Ertesi günü gidip vali ile veda’ eyledikten sonra geldiğim tarik ile Semerkand’a azimet eyledim. Hamil olduğum mektubu Ceneral Abramof’a verdim. Ceneral: – Taşkend valisinden aldığım emir mucebince zat-ı fahametinize beğendiğiniz bir menzil iştira olunacaktır dedi. Adamlardan birini dolaştırıp verdiği ma’lumat üzerine cenerale mektup yazdım. Ve: “Dervaze-i Kalenderhane” civarında kain olup Buhara emirinin emlakinden bulunan arşın vüs’atinde bir bağ hoşuma gitti dedim. Burası latif ve abdar bir mahal olmakla beraber emlak-ı hükumetten bulunduğu cihetle iştirası için para sarf edilmeyecekti dedi. Birkaç gün sonra oraya taşındım. Amca-zadem İshak Han ile yoldaşlarım için de şehir dahilinde birer ev kiraladım. delerimden bazıları birkaç gün sonra benden izin istediler. Bazıları da bila-istizan savuştular. Yalnız kendi adamlarım maiyetimde kalıp sadıkane hizmetten ayrılmadılar. SİYASİYAT ---- FAS VE TRABLUS ---- Fas ahvali kimse tarafından beklenilemeyen tasavvur edilemeyen bir şekil almaktadır. Bütün Marakeş bir buhran ve heyecan-ı azim içinde alevlenmektedir. Afrika-yı Şimali’yi kendi aralarında masa başında taksim ederken miyonlarca ahaliyi koyun sürüsü gibi farz ederek bila-mukavemet kasap bıçağı üzerine koyacaklarını tahmin edenler kendi hesablarında aldandılar. Marakeş müslümanları ölmeden evvel kendilerinin ber-hayat olduklarını isbata kalkıştılar. Memleketin millinin imhası Fransızlara pek bahalı bir fiata mal olacağını göstermek fikrinde olduklarını irae etmektedirler. Fransızlar pür telaş pür heyecan şu seylab-ı hayatın nerden geldiğini hangi menba’dan feyz aldığını ta’yin edemeyerek şaşırmıştırlar. Onlar ile beraber memleketi kendi menafi’-i zatiyyeleri kendi istirahat-i şahsiyyeleri için feda eden zimem-daran-ı umur da titriyorlar kesb-i istihkak etmiş oldukları cezaları görmeden sahne-i girudardan çekilmek istiyorlar. Memleketi bila-mukavemet ve yalnız kendi menafi’-i şahsiyyesini te’min ederek ecanibe teslim etmiş olan Fas sultanı şimdi hiddet ve şiddet karşısında kendisini gaib ederek isti’fa etmek istiyormuş. Lakin buna ne Fransız ne de Faslılar razi olmuyorlar. Her iki taraf da müşarun-ileyh hakkında hiss-i nefret ve istikrah ile mütehassis olarak kendisi ile hesablarını görmek istiyorlar. Fakat bundan evvel tarafeyn kendi aralarındaki hesablarını bitirmek fikrindedirler. Cereyan-ı ahval Fransızların Marakeşliler tarafından kat’iyyen böyle bir mukavemete duçar olduklarına muntazır olmadıklarını ve binaenaleyh Marakeş’de şu mukavemete karşı gelecek ve kifayet edecek kuvvete malik bulunmadıklarını gösteriyor. Halbuki el-yevm bütün Fas’ın hemen kaffe-i nikatında Fransızlara karşı Faslılar tarafından bir hücum-ı umumi icra edilmektedir ve bir çok yerlerde Fransızlar taht-ı muhasarada bulunmaktadırlar hatta bir aralık Fransız başkumandanının ve Fransa murahhasının Marakeşliler tarafından katledildiği şayiası intişar etti. Fransa’da tahmin edildiğine binaen şu kıyamı yatıştırmak için la-ekal yüz bin kişilik orduya ihtiyac messediyorlarmış! Hülasa Marakeş’de hal ve vaz’iyet birden bire az bir zaman içinde son derece vahim bir şekil aldı! Hatta Fransa matbuatının bir kısmı Marakeş’in Fransa’nın başına bir bela kesileceğini şu memleketin istilası senelerce muharebenin devamına mebaliğ-i külliyyenin sarfına mütevakkıf olacağını tahmin ediyorlar. Kim bilir belki Marakeş’ten şu hal el-Cezayir’e Tunus’a da sirayet eder ve bütün Afrika-yı Şimali vasi’ bir meydan-ı cihad kesilir. Fransızlar şu felaketten dolayı kimseyi tahtie etmemelidirler. kendilerine verdikleri esnada bir de şu yerlerin asıl sahib ve maliklerini nazara almalı idiler. Ta öteden beri alem-i İslam rette tedkīk ve tahkīk etmiş olan bir çok ulemaya müsteşrikīne malik olan Fransa hükumeti biraz ihtiyatkarane davranmalıydı; Afrika’nın diğer kabail-i vahşiyyesi yerine koymamalıydı; Fransa bilmeliydi ki alem-i İslam’da –şu alem ne kadar münevvim mütedenni gözüküyorsa da– bir ruh bir hayat bir medeniyet bir an’ane-i tarihiyye vardır. Müslümanlar nim vahşi diğer akvama teşbih edilemez. Onlara karşı biraz münevverü’l-efkar Fransızların bile ihtaratına ve tenbihatına rağmen bunları nazar-ı dikkate almadı ve işte bugün şu hatasının cezasını çekiyor. * * * tüğünden bununla beraber Fransa kadar iktidar-ı siyasi mali ve askeriye de malik olmadığından daha ziyade cezaya ma’ruz kalmıştır. Bugün İtalya hükumeti kendini tamamen gaib etmiştir ne yapacağını ne söyleyeceğini bile ta’yin edemiyor. Hükumet-i mezkurenin Adaları işgalden maksadı Avrupa hükumetlerini işe müdahale ettirerek bir konferans vasıtası ile nail-i meram olmaktı. Lakin diğer tasavvuratında olduğu gibi bu kere de aldandı. Hükumat-ı sairenin etvar ve harekatının nazım-ı hakīkīsi elbetteki İtalya değildir. Hükumat-ı mezkurenin konferansı İtalya’nın arzusu vech ile tertib etmek için bizi böyle bir konferansa iştirak etmeye icbar etmeleri lazım gelirdi. Ta’bir-i ahar ile müttehiden bize karşı çıkmaları icab ederdi. Evvela böyle bir iş daire-i imkandan hariçtir saniyen Avrupa’yı kendi eli ile ateşten İtalya mevcud değildir. Binaenaleyh konferans mes’elesi bir aralık hararetle müzakere edildiyse de şimdi saha-i münakaşadan çıkmak üzeredir her yerden kimsenin konferans tarafdarı olmadığına dair te’minat geliyor hatta Rusya hükumeti bile konferans tarafdarlığından istinkaf ettiğini resmen i’lan etti. Demeli ki konferans şayiaları sırf bir tecrübe balonu olarak net-i Osmaniyye’ye karşı şu balon da mukavemet edemeyerek mahv oldu. Bu İtalya diplomasisi İtalya ordusunun Trablusgarb’daki ma’ruz kalmış olduğu ricat ve hezimetten daha müdhiş bir mağlubiyettir. Zira evvela bu kadar masarıfa mal olmuş olan Adalar seferi de neticesiz kalıyor; saniyen İtalya dan maada şu sefer İtalya’yı son derece nazik ve müşkil bir vaz’iyet içinde bırakmıştır. Hükumet-i mezkure şu seferi mahafil-i siyasiyyede deveran etmekte olan karinü’l-vüsuk bir rivayete binaen İngiltere ve Fransa hükumetleri İtalya hükumetine diğer büyük adaları işgal edemeyeceğine aid bir nota vermişlerdir. Zaten İtalya kendisi de işgal etmiş olduğu Adalar’da kalamaycağını pek ra’na biliyor. Demek meye başladılar. İtalya başnazırı İngiliz gazetesi Daily Chronicle muharririyle icra etmiş olduğu bir muhaverede demiş ki: “Osmanlılar Trablus’un İtalya’ya ilhakı hakkında ısdar edilmiş olan emirname-i kraliye lüzumundan fazla ehemmiyet verdiler. Bizim maksadımız ilhaktan ziyade hakimiyettir. Zira biz yerlilerin hukūk ve imtiyazatına adat ve kavaid-i milliyyelerine ve sultanın hilafetine riayet etmek fikrindeyiz!..” Bu ne demektir? Sersemleme ve bilhassa diplomasi sersemlemesi olduğu için şu sözlerin ma’na-yı hakīkīsini anlamak biraz güçtür. Fakat şu cümlenin irae etmekte olduğu ahval-i ruhiyye ile iki ay evvelki ahval-i ruhiyye arasındaki fark-ı azimi ta’yin etmek pek de güç bir şey değildir. Zaten sır haline vaz’ edebilecek şerait-i sulhiyyenin kabule hazır bulunduğunu ima eder Roma’dan bir çok havadis teraşşuh etmeye başladı. İtalya başnazırının mübhem kelimatı da bu ma’nayı anlattırıyor. Fakat mahafil-i Osmaniyye’de böyle bir fikre yanaşabilecek bir racül-i devlet bile tasavvur etmiyoruz. Düşman bize karşı bütün vesait-i tazyikıyyesini tecrübe etti. Beslemekte olduğu bütün ümidlerin boşa çıktığını gördü. Düvel-i muazzama ne bize karşı icra-yı tazyikata ne de konferans akdine yanaştılar. Balkanlarda sulh ve müsalemet damadılar değil bizimle hoş geçinmek fikrinde olduklarını beyan ettiler el-yevm bile Viyana’da Avusturya imparatoru ve Rusya aleyhine gayet ma’nidar bir nümayiş icra edilmektedir. Rusya sustu. Fransa ve İngiltere’de efkar-ı umumiyye tamamıyla İtalya’nın aleyhine çevrilmiştir. Avusturya ve Almanya gayet na-müsaid olan şu vaz’iyet-i umumiyyeye karşı İtalya hükumeti şaşırmıştır. Bir taraftan bize sulh teklif ediyor diğer taraftan İzmir’e asker çıkararak bizi karada muharebe etmekle tehdid ediyor. Fakat şu tehdidi yaparken bile kendi kendini istihza ediyor zira pek ra’na biliyor ki bütün Osmanlıların da yegane arzusu düşmanla karada karşı karşıya gelmektir. Bizim yegane ta’kīb edeceğimiz meslek devam ve sebattır. Biz devam ettikçe düşman kendini gaib edecektir ve bilahare hakkımızı teslimden başka bir çare olmadığını kendisi de ikrar edecektir. ---- MEKATIB ---- GIRIT’DEN YÜKSELEN BIR ENIN-I HITAB Efendim her halde Cenab-ı Hakk’ın hıfz-ı Samedanisi’nde olmanız duasıyla selam-ı vefire ve tahiyyat-ı kesiremizi takdim ederiz. Vatan millet ve devleti seven ve müdafaa edenlerden olduğunuzu üç seneden beri okumakta olduğumuz mev’iza ve makalelerinizden pek ra’na anlıyoruz. Makaleleriniz burada daha çok te’sir yapıyor ve hele biz Girit’in bağrı pare pare müslümanlarına dair sözleriniz cümlemize gözyaşları akıttırıyor. Şühedamızın analarını kadınlarını evladlarını hüngür hüngür ağlatıyor. Bizim İslam askeri ecnebiler tarafından çıkarıldığı günden beri neler çekdiğimizin siz binde birini bilmezsiniz. Girit a’da-yı din vahşilerinin biz eli bağlı müslümanlara yapmakta oldukları kıtal ve cinayetlerinin birkaç tasavirini güç hal ile bin türlü korku ile hafiyyen alabildik bunları bu kere bütün Osmanlılık derdik ve bir nüshasının size gönderilmesini rica ettik. Size de rica ederiz ki bunun üzerine bir makale yazınız. Bütün felaketleri bütün dindaşlarımıza bildirsinler. Biz silsile-i felaketleri hep donanmasızlık yüzünden çekiyoruz. Donanmanın kadr u kıymetini bilmeyenler gelsinler de bizden ve Trablusgarblılardan ve bugünlerde İtalya’nın dest-i işgaline düşen Adalar’dan sorsunlar. Bu kadar binlerce müslümanlar yanıp kavruluyorlar berbad ve perişan oluyorlar. Oradaki ehl-i iman ehl-i insaf acaba bu zavallı din kardeşlerinin gayr-i müdafi Adalar’da ve Trablus’da başlarına gelen felaketlere ne kadar yanıp yakılıyor. Biz hep bu kadar zulümleri ancak müslüman olduğumuzdan ötürü çekiyoruz. Ehl-i salib muhiti içindeyiz. Bizi sinekler gibi öldürüyorlar ve seslerimizi çıkartmıyorlar. Bu millet bu ehl-i din ve iman acaba Almanların ve Yunanistan’ın gayret-i milliyyelerini ve donanmalarını büyütmek için vermekte oldukları ianat-ı cesimelerini nazar-ı i’tibara almazlar mı? Bir millet bir hükumet bir devlet ne ile kaimdir. Kuvvet Bakınız geçenlerde Yunanistan’ın Avarof zırhlısıyla iki aded torpidosu İskenderiye’ye gittiler. Mısır toprağında ne kadar Yunanlı ve Rum varsa hepsi koştular geldiler. Harp gemilerini ziyaret ederek güvertelerini üç yüz bin . Mısır altınıyla gark ettiler. Yunanlıların bu kadar büyük gayret-i milliyet-perverileri bize ibret olmasın mı? İşte bunlar yine bir zırhlı parası yaptılar demektir. Hele buradaki Rumlar Atina’ya ne kadar çok bahriye ianesi gönderiyorlar. İlhak Biz bunları görüyor ve kederler içinde yanıp kavruluyoruz. Sekiz aydan beri Trablus’da daima şanlı muzafferiyetler kazanıyoruz. Bu kadar müslümanlar din ve vatan uğrunda şehid oluyorlar. Yine donanmasızlık yüzünden bunca kazançlarımız Tayyarelerin kadrini Trabluslular ne kadar acı anladılar ki bugünkü halleriyle beraber yine can ve mallarıyla çalışıyorlar ve ateşler arasında tayyare ianesine bin üç yüz yirmi altın birden veriyorlar. Donanmasızlığın ve tayyaresizliğin acısını düşmanların ayakları altında ezilen bi-tab ve bi-penah kalan müslümanlar çekiyor Allah sizlere ne tattırsın ve ne de çekdirsin. Biz Girit müslümanları bu esir halimizle beraber gece gündüz donanma-yı Osmani için çalışmaktayız. Şimdiye kadar kırk beş bin Fransız altını ianemiz toplandı. Sizin o Hak kelamı olan makalelerinize dört el ile sarıldık çalışıyoruz. Bu kadar varidatımıza karşı çaresiz masrafımız topu topu üç yüz seksen franktan ibarettir. Ramazan-ı Şerif yaklaşıyor. müslümanların adeti zekatlarını Ramazan’dan az evvel sadaka-i fıtralarını da Ramazan’da verirler. Amma şimdi caiz mi? Değil. Bu adet olmuş. Bu gayr-i caiz olduğunu bize tamamıyla makalelerinizle anlattığınız adetleri bırakalım. Allah nereye buyurduysa oraya verelim. Olmaz mı? Bize hac ve zekatından evvel Allah’ın acil emri kuvvet ve donanmaya bu paraları hep birden versek bir günde donanmamıza acaba kaç tane zırhlı katardık? Biz bütün Girildi müslümanlar kadınlarımızla çocuklarımızla size ricalar ederiz siz yazınız ve teşvikat-ı müessire-i kat’iyyeden ayrılmayınız. Devam ediniz. Makaleleriniz rahmet-i Hak’tır. Biz buna inandık ve iman getirdik efendim. Girit ---- MATBUAT ---- LORD KITCHENER’IN MISIR HAKKINDAKI ---- RAPORU VE ---- ---- HARB-I HAZIRA DAIR BEYANATI ---- Times ’ten: senesine dair olan mufassal raporu dün akşam İngiltere Hariciye Nezareti tarafından neşir ve tevzi’ olunmuştur. Müşarun-ileyhin bu raporu pek mufassal olup hıtta-i Mısriyye’nin ahval-i ziraiyye iktisadiyye ve siyasiyyesiyle maarifi mecalis-i umumiyyesi mehakim ve umur-ı askeriyyesi ve hususat-ı sairesi mevzu’-ı bahs olmuştur. Lord Kitchener bu münasebetle hıtta-i Mısriyye ile hem-hudud ve mücavir bulunan Trablus ve Bingazi muharebesi hakkında da bazı beyanatta bulunmuştur. Lord Kitchener raporunda harb-ı hazır hakkında şu suretle “Me’muren Mısır’a muvasalatımı müteakib İtalya Hükumeti na-gehani bir surette Devlet-i Osmaniyye’ye karşı i’lan-ı harb ve Trablus’a Bingazi’ye hücum eylemişti. Bu keyfiyet bütün alem-i İslam ve bilhassa Mısır müslümanları üzerine büyük bir te’sir hasıl ettiği gibi Mısır’ın hayat-ı asudegisini de rette heyecana getirmiştir. Bu heyecanın tezayüdüne başlıca hizmet edenler miyanında Mısır’daki gayr-i mes’ul bazı gazeteler gösterilebilir. Gazeteler tarafından efkar-ı umumiyye tehyic edildiği için derhal muharebe etmekte olan komşuları hakkında Mısır’ın hemen her tarafında ianat derc edilmiş ve buna bütün ahali zükur ve inas büyük küçük umumen harbe ve Dersaadet’e irsal olunduğu gibi ayrıca meydan-ı harbe zahire ve saire gönderilmeye başlamış ve peyderpey Hilal-i Ahmer Cem’iyyatı da teşekkül ederek müteaddid doktorlarla eczacılar ve bunlara lazım gelen edviye ve malzeme tedarik edilip sevk olunmuştur. Harbin i’lanını müteakib Hükumet-i Mısriyye bi-taraflığını faza etmekte hükumet-i mezkure me’murları tarafından her türlü sitayişe layık bir eser-i dirayet gösterilmiştir. Mısırlıların bu hususdaki heyecanları tabii bir şey idi. Diyaneten müşterek olduğu gibi hıtta-i Mısriyye ile doğrudan doğruya mücavir ve mülasık bulunan Bingazi ve Trablus urbanına karşı İtalyanlar tarafından gösterilen muamelat-ı heyecana duçar olmakta ma’zur idiler. Öteden beri Mısır ile Bingazi arasında karadan çölden muvasalat ve münakalat-ı ticariyye cari olduğundan her iki unsur birbirine maddeten diyaneten ve ticareten büyük metin bir bağ ile pek sıkı ve kavi bir surette merbutturlar. Her ne hal ise balada tafsil edilen heyecan bu son günlerde şiddet ve ehemmiyetini bir dereceye kadar tahfif etmiş ve evvelki galeyanlar mübeddel-i sükun ve i’tidal olmaya başlamıştır. DERNE MEB’USUNUN BEYANATI el-Müeyyed gazetesinden: Gerek Yemen’de ve gerek Derne’de fevkalade yararlıklar gösteren Binbaşı Abdülkadir Ganay Bey Trablus’dan Mısır’a gelmiş ve buradan İstanbul’a azimet etmiştir. Bu zat Yemen’deki müsademat esnasında büyük bir eser-i şecaat ve cesaret göstermiş ve meşhur Sinanpaşa mevkiini aylarca müdafaa ve muhafazaya muvaffak olmuş ve bilahare Kumandan İzzet Paşa imdadına yetişmesiyle muhasaradan kurtulmuştur. İtalyanların Trablus’a hücumları üzerine Abdülkadir Bey’le Mısırlı Aziz Ali Bey beraberce Yemen’den kara tarikıyla Mısır’a ve buradan meydan-ı harbe gidip kendi vatanı olan Bingazi’ye muvasalat ettikten sonra oranın en büyük ve kalabalık kabailinden ma’dud olan Beraasa kabilesi kumandanlığını deruhde ederek musademat-ı kesireye iştirak eylemiş ve cümlesinde de galib ve muzaffer olmuştur. Bundan başka bu gayur mücahid bütün kabail beyninde ları ve su’-i niyyeti hakkında urbanı ikaz etmiş ve düşmana karşı şiddetle mukavemet lüzumunu telkīn etmiştir. Müşarun-ileyhin beyanatına nazaran meydan-ı harbde mevcud olan bilumum Arap ve Türk mücahidleri kılıç ve Kur’an üzerine müdafaa ve muharebeye devam etmek üzere ahd ü peyman ettikleri gibi Huda-nekerde Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’yi Avrupa devletleri sulha mecbur etseler bile Trablus mücahidlerinin İtalya amaline ser-füru etmeyip Trablus mücahidleri İtalyanları Trablus’un her noktasından koğmadıkça silahlarını ellerinden bırakmayacaklardır. Meydan-ı harbde bulunan Osmanlı zabitanıyla askerleri de hin-i hacette askerlikten isti’fa edip Arap kardeşleriyle beraber düşmana karşı sebat edeceklerine dair yemin etmişlerdir. Mücahidinin malik oldukları erzak ve eslihaya dair olan sualimize “Hamd olsun mücahidlerimiz her şeye mebzulen malik bulunuyorlar –hiçbir şeye muhtac değillerdir– harb-i hazır on sene devam edecek olsa bile yine mücahidlerimiz hiçbir vech ile sıkıntı çekmeyeceklerdir” cevabını vermiştir. Pazartesi günü sabahı İshakpaşa’da büyük bir yangın zuhur ederek yatsıya kadar saat devam etmiştir. Etrafdaki mahallelere de sirayet ederek hane dükkan cami mektep hamam türbe medrese yanıp kül olduktan sonra ancak söndürülebilmiştir. Bazı vefat ve mecruhlar da vardır. Cenab-ı Hak bil-cümle memalik-i Osmaniyye’yi afat ve mesaib-i kevniyyeden muhafaza buyursun. Her sene Birinci Kosova Muharebesi muzafferiyetinin yevm-i tahakkuku olan yedi yüz doksan bir senesi Haziran’ın on altıncı günü Meşhed’de ictima’ edilmesi hususuna Meclis-i Vükela kararıyla irade-i seniyye şeref-tealluk etmiştir. OSMANLI-İTALYAN MUHAREBESI: Atideki ma’lumat darü’l-cihaddaki İslam kumandanlarının tebliğ edilmiştir: Humus’da düşman istihkamatına karib mahalde bulunan bir pusuda edilen ateşle düşman devriyesinden rini kaldırmaya gelen müfreze de üç maktul bırakarak firar etmiştir. Muahharan düşman bir bölük sevkiyle cesetleri kaldırmış ve şiddetli top ateşine rağmen küçük müfrezemiz salimen avdet eylemiştir. Bükmüş cihetinde düşmanın beş tabur piyade bir batarya top ve bir takım mitralyözden mürekkeb kuvveti diğeri askerimizi ihata için şark-ı cenubiye doğru ilerlemiştir. Düşman kollarının ileri kollarımıza tesadüf ile muharebeye başlanması akībinde kısm-ı küllimiz muharebeye yetişmiş ve süvarimiz düşman ihata kolunu yanına alarak hücuma kıyam eylemiştir. Bunun üzerine düşman bidayette mecbur-ı ricat olmuş ise de bu ricat bilahare münkalib-i hezimet olmuştur. Düşmandan bir hayli kazma kürek ve külliyetli mikdarda fişenk iğtinam edildi. Müsademe ve ricatte düşmanın hayli telefatı vardır. Piyade ve topçu muharebesi dört saat imtidad etmiştir. Zayiatımız beş şehid ve yirmi üç mecruhdan Merciinden varid olan ma’lumata nazaran Bingazi’de İtalyanların bir tabur piyade bir alay süvari bir sahra bataryası ve bir zenci müfrezesi garba doğru ilerledikleri sırada devriyelerimiz tarafından görülerek müsademeye firara mecbur olmuştur. Düşman istihkamata kadar ta’kīb olunmuş ve güzergahda müteaddid ecsad ile süvari ve piyade şapkaları zenci sarıkları bulunmuştur. Müfrezelerimiz düşmanın müstahkem hututuna kadar ilerleyerek bir çok telgraf ve telefon telleri iğtinam eylemişlerdir. Bu müsademede telefatımız yoktur. Bingazi’de düşmanın kabil-i sevk bir balonu ordugahımıza kadar yaklaşmış ise de askerimiz tarafından açılan topçu ateşinden ürkerek avdet etmiştir. Düşmanın daha evvel çıkardığı tayyare Bingazi ordugahına birkaç bomba atmış ise de iras-ı zarar edememiştir. Açlıktan ve ahalisinin bir kısmı firar ile ordugaha iltihak etmiştir. Bir küçük müfrezemiz düşmanın Futman istihkamına sokularak bir düşman süvari bölüğüne edilen ateşten süvari Derne’de bir zabit keşif kolu istihkamata kadar erkenden istihkamattan çıkan iki bölük üzerine ateş ederek düşmana yirmi kadar maktul ve o kadar da mecruh verdirmiştir. Bunun üzerine düşman firar etmiştir. Kezalik leyl-i mezkurda sahil cihetine gönderilen bir müfrezemiz sabahleyin yol inşası için çıkan düşman piyadesi üzerine icra ettiği ateşle düşmanı duçar-ı telefat ettirmiştir. Tobruk’ta düşmanın yeni inşa etmekte olduğu pusudan bir düşman bölüğü üzerine ateş edilmesiyle bir çavuş ve dört düşman neferi maktulen telef olmuş ve bunun üzerine mezkur bölük perişan bir halde firar eylemiştir. Müfrezemiz avdette düşmanın kulesinde nöbet bekleyen iki düşman neferini dahi kurşunla itlaf etmiştir. Zayiatımız yoktur. Tobruk’ta ileri sevk olunan bir müfrezemiz düşman tarafından hafr olunan avcı siperlerinde pusu kurarak geceyi orada geçirmiş ve sabah erkenden bir yerli kılavuzu ta’kīben düşmanın bir zabit kumandasında yirmi kişilik bir müfrezesi ve bunun gerisinde emniyet tertibatını alan üç tabur piyadesiyle iki cebel bataryası Tobruk’tan çıkarak müfreze üzerine ateş edilerek zabit cerh ve altı düşman neferi katledilmiş ve müfrezenin bakiyye-i efradı bir müddet yere yattıktan sonra zabitlerini terk ile sürünerek çekilmeye başlamıştır. Müteakiben istihkamattan başlayan top ve mitralyöz ateşinin himayesinde düşmanın gerideki taburları küçük müfrezemizi ihata etmeye teşebbüs etmişlerse de vürud eden kuvve-i imdadiyye düşmana yetmişten ziyade maktul verdirerek onu ber-mu’tad firara mecbur etmiştir. Zayiatımız cüz’idir. [ ] Yemen: Ebuzühre mevkiini topa tutarak Havsa’da üç mescid ve bir haneyi hafif ve Ebuzühre’de iki hane ile bir cami’-i şerifi kamilen tahrib eylemiş ve bir kadın ile iki çocuk ve beş hayvan itlaf etmişlerdir. Havsa esbab-ı müdafaayı kat’iyyen gayr-i caiz olduğu gibi burada asker dahi yoktur. Nisan tarihli emr-i nezaret-penahilerine melfuf İtalya Hariciye Nezareti’nin tahriratında Lhayye ve Meyzi ve emsali kasabatın asla bombardıman edilmediği hakkındaki müddeiyatın na-be-ca olduğu şu vak’a ile de sabit olmaktadır. Düşmanın bir torpido ve kruvazörü Kuşadası’na üç çeryek mesafede vaki’ Ilıca Divansu mevki’lerine doksan üç aded gülle atmıştır. MA’LUMAT-I MÜTEFERRIKA: Mısır gazetelerinde okunduğuna göre bizzat Senusi Şeyhi Seyyid Ahmed eş-Şerif hazretleri tarafından meydan-ı harbde bulunan mücahidin-i İslamiyye’ye iltihak etmek üzere gönderilen mücahidlerin ilk kafilesi Cağbub’a muvasalat etmiştir. Osmanlı Ordugahı Umum Kumandanlığı tarafından mücahidin-i mezkurenin istikbali için Cağbub’a bir hey’et-i mahsusa i’zam olunmuştur. el-Alem gazetesinde okunduğuna göre aileleriyle maan darü’l-harbde bulunan mücahidin-i İslamiyye etfalinin ta’lim ve tahsillerine hadim olmak ve etfal-i mezkurenin ni’met-i ma’rifetten istifazalarını te’min etmek üzere karargah-ı askeride mekatib-i ibtidaiyye küşad olunmuştur. Mezkur mektepte otuz kadar talebe tahsil el-Liva’ gazetesinde okunduğuna göre Bingazi ve Derne kuvvetleri umum kumandanı mücahid-i muhterem Enver Bey tarafından yerlilerden mürekkeb olmak üzere bir muhafızin fırkası teşkiline tensikatı hitam bulmuş bu fırka mensubini askeri vezaif ve ta’limlerde rüsuh ve meleke iktisabına başlamışlardır. – el-Müeyyed gazetesinde okunduğuna göre meydan-ı harbde şeref-i İslam ile teşerrüf eden ve Osman el-Mehdi ismiyle yad olunan bir İngiliz zabiti hibb-i İslamiyyet bir zat idi. Osmanlı mücahidininin şecaat ve hamasetlerini musavvir hayli fotoğrafı ahz etmişti. Bingazi’deki İtalyanlar mücahidin-i Osmaniyye karşısına çıkıp harp etmenin müşkilatını anladıkları için ilk safa cebren Bingazi yerli ahalisini sevk ediyor. Bu zavallıları bil-iltizam pençe-i mevte atıyorlar. Mücahidin-i Osmaniyye bu bedbaht hainlerden kişiyi cerh ve onbir kişiyi de itlaf eylemişlerdir. Duyun-ı Umumiyye’de müstahdem bulunup İstanbul’dan teb’id olunan olmak üzere de . kuruş tevzi’ olunmuştur. Duyun-ı Umumiyye Meclis-i İdaresi’nin maaşları bin kuruşa kadar olan İtalyan tebaası me’murlarına dört ve binden yukarı maaş alanlara iki ve üç maaş nisbetinde tazminat verilmesine karar verildiği müstahberdir. Osmanlıların düşman-ı menfuru olan İtalyanlara karşı Osmanlı Duyun-ı Umumiyye ruz! ki harekat-ı bahriyyelerini tahdid eyleyeceklerini ve şimdiye kadar işgal eyledikleri cezirelerden maada sair adaları te’minen beyan edilmektedir. Düvel-i muazzama kabineleri beyninde Osmanlı-İtalyan muharebesi hakkında bir konferans akdi için bir müddetten beri müzakerat cereyan etmekte olduğu ma’lumdur. Alınan ma’lumata nazaran kabinelerce konferansa esas ittihaz edilecek mevad hakkında i’tilaf hasıl olamamış İngiltere hükumeti diğer bazı devletlerce ta’yin edilmek istenilen esası şayan-ı kabul görmediği için konferans teşebbüsü adem-i muvaffakiyetle neticelenmiştir. Girit meb’uslarının Yunan Meclisi’ne sokulmalarına meydan verilmeyip mümanaat edilmiştir. Meb’uslar ilhah ettikçe Venizelos kendilerine Yunan hükumetinin kararında sabit olduğunu bildirmiştir. Venizelos’un fikrine iştirak etmeyen Adliye nazırı isti’fa etmiş ve isti’fası kabul olunmuştur. Yunan Meclisi’nin resm-i küşadı esnasında sükun ve asayişin muhafaza olunması zımnında zabıtaca tedabir-i şedide ittihaz olunmuştur. cinayat-ı siyasiyye ile fakr u sefalete dayanamayan müslümanlar ne yapacaklarını şaşırmışlardır. Biçareler su bahasına mallarını satıp gidiyorlar. Bize kalırsa bunlar hiç olmazsa emlak ve akarlarını satmamalıdırlar. Bundan birkaç sene evvel mülklerini satıp da İzmir’e göçenlerden birkaç kişi Girit’e dönerek boş geziyorlar. El-yevm Girit’de en kıymetli emlak ve akarat ve ticaret ve sanayiin bir kısm-ı mühimmi unsur-ı ko ale’l-ekser Osmanlı asakirine tecavüz ile hududu muhafazaya me’mur olan Osmanlı askerine tecavüzde bulunmakta nezdinde i’tiraz eylemiştir. Geçende eşkıyası yeniden hududu tecavüz eylemişler ve asakir-i Osmaniyye ile aralarında bir müsademe vukūa gelmişti. Fakat asakir-i Osmaniyye kuva-yı imdadiyye aldıklarından çeteyi teb’id mümkün olmuştur. Osmanlı tarafından üç şehid olmuştur. Mes’uliyetlerin tebyini için tahkīkat – Bağdad Başkarperdazlığı’ndan varid olan bir kıt’a telgrafnamede İran asakirinin Kirmanşah’a muzafferen dahil olarak Salarüddevle firar Davud Han-ı Gülher ağır surette mecruh ve büyük oğluyla yüz nefer rüesa ve eşirra maktul oldukları ve diğer bir oğlu dahi külliyetli eşirra ile esir edilerek Tahran’a sevk edilmiştir. Berliner Tageblatt gazetesine Tahran’dan iş’ar olunduğuna göre Salarüddevle Kirmanşah’da Rusya Konsoloshanesi’ne Genç şah önümüzdeki Sonbahar esnasında suret-i gayr-i resmiyyede Avrupa payitahtlarını dolaşacakmıştır. Reşt’te zuhur eden müdhiş bir harikde beş yüz mağaza ile kervan deposu muhterik olmuştur. Hasarat kırk milyon mark raddesinde tahmin ediliyor. Müteaddid kimseler telef olmuştur. Fas: El-an Fas ahali ve kabail-i İslamiyyesiyle mütecaviz ve gasıb Fransız asakiri beyninde müsademat-ı hun-rizane devam etmektedir. Fransızlardan bir çok telef ve cerh edilmiştir. Ceneral Livokay ne yapacağını şaşırmış ve Fransa’dan mecbur olmuştur. Ahali sultanı resmen memleketin başı olmak üzere tanımadıklarını ve ilelebed vatanlarına tecavüz edenlere karşı muharebe edeceklerini bir beyanname ile biyye kendi konsülatolarına korkularından iltica ve tahassun etmişlerdir. Fransızlar yeniden Fas’a kuvve-i askeriyye göndermişlerdir. Her taraftan cihad ve kan sesleri yükselmekte ortalık büyük bir daru’l-melhameye benzemektedir. – Hal-i hazırda Malta Ceziresi’nde bulunmakta olan kuvve-i askeriyye ile Mısır’daki İngiliz ordusu takviye olunduktan sonra Malta’ya diğer mahalden asakir gönderilecektir. Kıbrıs’da ahali-i İslamiyye ile Hıristiyanlar arasında vukū’ bulan müsademede beş kişinin telef ve altmış kişinin mecruh olduğuna dair bir şayia deveran eyliyor. Berlin Cem’iyyet-i İslamiyyesi tarafından gönderilen be­ yannamedir: ---- . . . . . . . . ---- * * * MEDENIYET-I İSLAMIYYE TARIHI ’NIN HATALARI Vak’anın tafsili şöyledir: İbni Zübeyr Haremeyn’e sahib olunca Emevileri Medine’den çıkardı. Mervan ile oğlu Abdülmelik de hasta olduğu halde o miyanda çıktı. Sonra İbni Zübeyr’den bir takım hareketler sadır oldu ki halkı aleyhine çevirdi. İşte Beni Haşim üzerine hücum etmesi onlara karşı buğz ve adavet göstermesi bu cümledendir. Hatta bir kere hutbede tasliyeyi terk etti. Sebebini sordular: “Hazret-i Peygamber’in al ve ehli içinde fenaları var. İşitirlerse burunları kabarır da onun için..” cevabını verdi. Kezalik Ka’be’yi yıkması da halka pek fena te’sir etti. Çünkü alışılmamış bir hareket idi. Hatta aleyhissalatü vesselam Efendimiz Ka’be’ye Hatim’i beyr’in bu gibi hareketlerini vesile ittihaz ederek halkı onun aleyhine çevirdi. Belki İbni Zübeyr şu harekatında muztar Eğer İbni Zübeyr’i ma’zur görecek isek Abdülmelik ma’zur görülmeye daha layıktır. Zira ilk başlayan İbni Zübeyr’dir. Mes’uliyet ise daima ilk başlayana raci’dir. Şu sözlerden anlaşılıyor ki Abdülmelik Ka’be-i Muazzama’nın kadrini şerifini tenzil etmek istemedi. Ancak İbni Zübeyr’i öldürmekte muztar kaldığı için öbür vak’alar istemeyerek zuhura geldi. Haccac’ın mancınıkları kurduğu zaman asıl Ka’be’ye çevirmeyerek sebebdendir. Allame el-Beşşari Ahsenü’t-Tekasim ismindeki eserinde bunu sarahaten söylüyor. Bundan başka fıkıhda bir mes’ele vardır ki bagīlerin Ka’be’ye tahassunları kendilerini katilden kurtaramaz. Nitekim Fetih vak’asında Hazret-i Peygamber bunlardan birini astar-ı Ka’be’ye yapışmış olmakla beraber yine öldürtmüştü. İbni Zübeyr ise Şamlılarca bağy ile huruc ani’d-din ile müttehem idi. Eğer Haccac’ın maksadı Harem-i Şerif’e hakaret olsa idi Ma’lumdur ki Haccac’ın ta’mir etmiş olduğu Ka’be hala İslam’ın Ka’be’si hala bütün müslümanların kıblesidir. Abdülmelik’in Kur’an’a demesine gelince evvel bütün zamanını ibadetle geçirir dünyaya aid hiçbir şeyle uğraşmaz idi. Nafi’ “Medine’de Abdülmelik’ten daha abid daha zahid kimse görmedim.” diyor. İbni Ömer’e “Senden sonra fetva için kime müracaat edelim?” demişler. “Mervan’ın oğluna” cevabını vermiş. TEFSIR-I ŞERIF Tercümesi “İnsanın önünde arkasında dolaşan melekler vardır ki Allah’ın emriyle onu siyanette bulunurlar; şu muhakkaktır ki bir kavim kendisinde olan secaya-yı kerimeyi bozmadıkça Allah onun saadetini bozmaz; bir kere de Cenab-ı Hak bir kavmin felaketini isterse def’ine çare olmayacağı gibi kendileri için ondan başka sahip de yoktur.” * * * Ayet-i celile Sure-i Ra’d’a mensubdur. Ayetteki kafile-i melaikdir. Bazıları melaike-i siyanetin hatta bütün ecsam-ı latifenin vücudunu inkar ediyorlar. Şayed bunlar alem-i hilkati baştan başa dolaşmış; fıtratın bütün zevahirine bütün serairine mahrem olabilmiş iseler ona diyeceğimiz yok! Heyhat beşerin nazar-ı ittilaına her an yeni bir cihan açılır dururken idrakimizin ihatası haricinde hem şu gördüğümüz hilkat-i kesifenin fevkınde bir silsile-i mahlukat daha olacağı acaba hangi delile istinaden inkar edilebilir? Gelelim ayet-i kerimenin diğer kısmına. Cenab-ı Hakk’ın gerek ferdler gerek cemaatler üzerinde cari bir takım ka­ va­ nin-i ezeliyyesi vardır ki bir hikmet-i baliga üzerine mevzu’ olan o kanunlar asla değişmez. İşte suretindeki tebliğ-i beliğ de kıyamete kadar mer’iyetini muhafaza edecek bir kanun-ı fıtrattır. Ayat-ı muhkeme-i Kur’aniyye bize gösteriyor ki milletlerin arş-ı izzetten esfelü’s-safilin-i mahkumiyyete yuvarlanması; nihayet mevcudiyetlerine başkaları tarafından hatime çekilmesi hep o kanunların çizmiş olduğu sebil-i fıtratı bırakmalarından dud-i ilahiyyenin haricine çıkmayanlar için böyle bir akıbet tasavvur olunamaz. Zaten tarihin tekerrürden başka bir şey olmaması da kavanin-i fıtratın istisna kabul eylememesindendir. Uzaklara gitmeye hacet yok! İşte efradı üç yüz elli milyona varan ümmet-i İslamiyye gözümüzün önünde duruyor. Bir hizb-i kalil iken harikalar gösteren; cihana hakim olan bu ümmet şu kesretiyle beraber şimdi cihanın mahkumu bulunuyor! Bu ne musibettir? Bu ne felakettir? Acaba bu sukūtun sebebi bu inhitatın illeti ne olabilir? Cenab-ı Hakk’ın bize karşı bir çok mevaidi vardı. Acaba onlar hakkındaki Maazallah. Biz bu felaketlerin bu hüsranların esbabını hep kendimizde aramalı; hep kendi nefsimizi muhasebe altına almalıyız. O zaman görürüz ki biz kendi ceza-yı amelimizi çekmekteyiz. Evet şehameti himmeti sa’yi sıdkı istikameti tığımız için öyle şanlı bir maziden böyle zelil bir hale geldik. Ayet-i celilenin kısmına gelince “Cenab-ı Hak bir kavmin felaketini isterse” demek yukarıdan beri verilen izahata göre o kavim kendi muamelatıyla kendi harekatıyle felakete istihkak gösterirse demektir. Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib ---- FIKIH VE FETAVA ---- Hac – – Resul-i ekrem efendimiz hazretleri Batn-ı Muhassir denilen yere gelince oradan süratlice geçiverdiler. Nahr gününün güneşi tulu’ etti. Artık Cemretü’l-Akabe’ye gelmişlerdi. Beyt-i Şerif’i soluna Mina’yı sağına alarak rakib oldukları halde Cemre’ye müteveccihen ardı sıra yedi taş ile orasını taşladılar. Her taşı attıkça tekbir getiriyorlar fakat artık telbiye edilmiyordu. Remy-i cemre esnasında Üsame ile Bilal radıyallahu anhümadan biri naka-i Nebevi’nin dizginini tutuyor diğeri de ol hazreti güneşten muhafaza ediyordu. Sonra Mina’da Mescid-i Hayf kurbünde zat-ı Nebevilerine mahsus olmak üzere hazırlanan yere gelerek yüksek ses ile gayet beliğ bir hutbe irad buyurdular. Bu hutbeyi Mina’da bulunan hüccac-ı kiramın hepsi de işitiyordu. Hutbede yevm-i nahrın fazileti Mekke-i Mükerreme’nin mahremiyeti Kitabullah’a da’vet eden ümeraya itaatin lüzumu beyan buyuruluyordu. Bundan sonra küfre meyl olunuyordu.. “Me’muldür ki bir daha hac edemem bundan böyle şu yerlerde görüşmek mümkün olamaz… Fakat Rabbinize tutunuz emirlerinize itaat ediniz…” dedikten sonra nasa veda’ ile işitenlerin işitmeyenlere eriştirmesini tavsiye buyurdular. Burada ef’al-i hacca dair bazı sualler irad olundu. Mesela remy-i cimardan evvel tıraşın ve zebhin hükümleri sorulmuş; ol hazret tarafından “beis yok” manasında olan cevabı alınmış idi. Abdullah bin Ömer burada sorulan suallerden hepsinin ile iade edilmiş olduklarını rivayet ediyorlar. Üsame bin Şüreyk diyor ki: Esna-yı hacda ol Hazret’e türlü türlü sualler soruluyor “menasik arasında takdim te’hirler yaptım…” deniliyor; fakat Peygamber aleyhi’s-selam da “beis yok günah müslümanların ırzına tecavüz eden zalimler içindir…” buyuruyorlardı. Sonra aleyhissalatü vesselam efendimiz Mina Pazarı’nın vasatında kain olan menhara –kurban boğazlanacak yere– geldiler. Kendi mübarek elleriyle altmış üç deve zebh ettikten sonra yüze baliğ olmak üzere otuz yedisi de Hazret-i Ali eliyle kesildi. Ba’dehu emr-i Nebevi üzerine kurbanların etleri derileri hepsi Hazret-i Ali tarafından fukaraya tevzi’ olundu. Hatta zebh hususunda yardımları dokunanların ücretleri dahi kurbanlardan değil ceyb-i Nebevi’den tesviye olundu. Bunları müteakib bila-istisna Mina’nın her yerinde kurban kesilebileceğini hatta Mekke’ye inilecek yolların hepsi de mahall-i nahr olduğunu i’lan buyurdular. Sonra ashabdan Ma’mer bin Abdillah namında bir berber çağrıldı. Ol Hazret’in işareti üzerine ibtida mübarek başının sağ tarafı tıraş edilerek saç taneleri birer ikişer orada bulunan ashab beyninde tevzi’ olundu. Sol tarafın saçları da Ebu Talha’ya verildi. Mübarek tırnakları kesilerek onlar da yere düşürülmedi ashab-ı kiram tarafından alındı. Ba’dehu Mekke-i Mükerreme’ye inerek henüz zeval bulmamış tavafa “tavaf-ı ziyaret” ve “tavaf-ı ifaza” ve “tavaf-ı sadr” namları verilir. Aleyhissalatü vesselam efendimiz ya kesret-i da az çok ağrı bulunduğundan hülasa her halde bir ma’zerete mebni bu tavafı rakiben icra buyurmuşlardır. Sonra Zemzem-i şerif kapısı yanına gelerek takdim olunan sudan kaimen içtiler. Ba’dehu Mina’ya avdet buyuruldu. Öğle namazının Mekke’de mi yahud Mina’ya avdet ettikten sonra mı eda edilmiş bulunduğu hakkında ihtilaf olunmuştur. Hazret-i Aişe ile Cabir bin Abdillah birinci şıkkı Abdullah bin Ömer hazretleri ise ikincisini iltizam buyurmuşlardır. O gece Mina’da geçirildi. Ertesi yani eyyam-ı nahrın Hayf kurbünde olan Cemre-i Ula’ya geldiler. Her defasında tekbir getirerek yedi taş attılar. İnişe doğru azıcık ilerleyerek kıbleye müteveccih bulundukları ve ellerini kaldırdıkları halde hemen Sure-i Bakara kadar uzun bir dua yaptılar. Sonra Cemre-i Vüsta’ya gelerek orasını da birincide olduğu gibi taşladılar. Soldan vadinin vasatına doğru birkaç adım ilerleyerek kıbleye karşı durdukları halde hemen birinciye yakın uzunca dua ettiler. Sonra Cemretü’l-Akabe’ye gelerek Beyt-i Şerif’i soluna Mina’yı sağına almış bulunduğu halde orasını da usulü vechile taşladılar. Fakat bu cemreyi müteakib dua edilmedi. Zaten ol Hazret ale’l-ekser duayı akīb-i Eyyam-ı teşrikin ortalarında –yevm-i nahrın ikinci gününde olacak– Mina’da ikinci defa olmak üzere bir hutbe olacak: sure-i celilesi nazil olarak ashab-ı kiramca bu haccın hakīkaten “Haccetü’l-veda’” olduğu tahmin edilmiş idi. Aleyhissalatü vesselam efendimiz Cumartesi Pazar Pazartesi günleri Mina’da kaldılar. Bu günlerde minval-i sabık üzere remy-i cemerat edildi. Salı gününün zevaline kadar dahi orada kalarak son remy-i cimarı müteakib “Muhassab” nam mahalle geldiler. Kafile-i Nebevi’den evvel hareket eden Ebu Rafi’ bit-tesadüf burasını beğenerek ol Hazret için çadır kurmuşlardı. Peygamber öğle ikindi akşam yatsı namazlarını kıldılar. Bu sıralarda Ümmü’l-Mü’minin Hazret-i Aişe ayrıca bir umre getirmek için müsa’ade edilmesini ol Hazret’ten istirham eyledi. Peygamber efendimiz paklığa erdikten sonra Arafe vakfesini müteakib icra ettiği tavaf ve sa’yin hac de’l-ihram niyet ettikleri umrenin adeti sebebiyle icra edilememesinden gönüllerinde bir ukde bulunduğunu dermiyan edince biraderi Abdurrahman bin Ebi Bekr ile “Ten’im” denilen yerden ihrama girerek umre getirmelerine izin verildi. Umrelerini geceleyin ikmal ederek nezd-i risalete avdet ettiler. Aleyhissalatü vesselam efendimiz: “İşte bu umre evvelce ma’zeretten dolayı getiremediğin umrenin makamına kaim oldu.” buyurdular. Peygamber efendimiz hazretleri yatsı namazından sonra azıcık uyuyarak istirahat etmiş bulunduklarından Hazret-i Aişe ve Abdurrahman’ın avdetlerini müteakib Mekke’ye vedaı icra buyurdular. Ba’dehu sabah namazını Harem-i Şerif’de eda ile Mekke-i Mükerreme’nin aşağı taraflarından çıkarak Medine-i Münevvere’ye müteveccihen hareket edildi. Nebi-i muhterem efendimiz hazretleri şu onuncu sene haccı esnasında ümmetine karşı veda’ ettiğinden buna “Haccetü’l-Veda’’” namı verilmiştir. Hakīkaten haccı müteakib ol hazret çok yaşamayıp irtihal-i dar-ı beka buyurmuşlardır; bu hac da son hacları olmuştur. Erbab-ı tefsir ve siyerin rivayetlerine göre Sure-i Maide’nin evvelleri dahi bu sefer esnasında ya gelirken Mekke muştur. Sure-i Maide’nin birinci ve ikinci ayetleri –ki . dan ki Beyhaki’nin tahricine göre Esma bint-i Yezid bu surenin evvellerinin Mina’da nüzulünü rivayet eder. ... ayet-i kerimesinin de Arafat’ta nüzulü hemen derece-i şöhrete vasıl olmuştur. İhtimal ki bu sure-i celilenin hepsi Haccetü’l-Veda’ seferi esnasında nazil olmuş olsun. Zaten bu hususu te’yid edebilecek bazı haberler de varid olmuştur. ---- FELSEFE ---- eden feyyaz dimağlar arasında İbni Cezle’nin de bulunduğunu söylemiştik. ve muallim-i irfanı hakkında hürmet ve tebcil-i ammeyi celbe muvaffak olmuştur. Kitabü’l-Hükema ve Ebu’l-Ferec müşarun-ileyhin namını “Ebu Ali Yahya bin İsa” suretinde kayd ediyorlarsa da sair teracim-i ahval kitaplarında “Ebu’l-Hasen Ali bin İsa bin Cezle el-Katib el-Bağdadi” tarzında mukayyed olduğu görülüyor. Tarih-i ulumda ise büyük dahi İbni Cezle ünvanıyla iştihar eylemiştir. İbni Cezle On dördüncü asr-ı miladinin ibtidalarında Bağdad’da mehd-ara-yı alem-i şühud olmuştur. Katib Çelebi merhum tarih-i vefatının on birinci asr-ı miladinin nihayetlerine yani Hicret’in ’üncü senesine müsadif olduğunu beyan ediyor. Şu halde bir tarafta necm-i ma’rifet uful ederken diğer tarafta da alem-i İslam felaket-nisar bir kabus altına giriyordu. Fil-hakīka Kudüs-i Şerif’in Ehl-i Salib tarafından ilk işgali tarihi bu zamana tesadüf ederler. Kitabü’l-Hükema mü’ellifi ile Ebu’l-Ferec olduğunu iddia ediyorlar. Fakat; İbni Cezle’nin tarihinde makam-ı hilafeti ihraz eden Muktedi Biemrillah namına bir çok asar ithaf etmiş olduğuna bakılırsa Katib Çelebi’nin beyan ettiği tarihin hakīkate daha ziyade mukarin olduğunu kabul etmek icab eder. Müşarun-ileyhin Paris Kütübhanesi’nde mahfuz Minhac nam eserinin nihayetine derc edilmiş olan tercüme-i halinde senesi Şa’ban’ında vefat etmiş olduğu tasrih edilmiştir. Hıristiyan mekteplerinde ikmal-i tahsil ettikten sonra Said’in dershane-i irfanına mülazemete başlamış ve tıb tahsiline koyulmuştur. Kendisinin harika-nüma zeka ve faaliyeti üstadının feyyaz-ı huzemat-ı irfanı sayesinde az müddette rüfekasına gıbta-bahş olacak bir iktidar-i ilmi bir şöhret-i tıbbi kazanmış ve nihayet Bağdad’ın en hazık etibbası sırasına geçmiştir. ederek o esnada Bağdad’da mantık ve felsefede parlak bir şöhret sahibi olan Reisü’l-Mu’tezilin Ebu Ali’nin derslerine mülazemeten başladı. Hikemiyat tahsilinde ilerledikçe; İbni Cezle’nin dimağı derin endişeler tufan-engiz şübheler altında eziliyor sarsılıyordu. Felsefe ve mantıkın metin ve na-kabil-i indiras berahini karşısında kendisine aba-i kenise tarafından öteden beri din namına telkīn edilen şeylerin vehmiyat-ı adiyye derekesine düştüklerini hakīkat kisvesi altında öğretilen safsataların huzemat-ı şemse ma’ruz buz tabakası gibi eriyip zail olduklarını görmüş bu andan i’tibaren Hıristiyanlığa olan i’timad-ı kalbisi yavaş yavaş sarsılmaya başlamıştı. Artık pederinin akīdesine iman edemiyordu. Asil bir azm vicdani bir meyl ile ahkam-ı İslamiyyenin tedkīkine koyuldu. Hikmet-i aliyye ve fünun-ı müsbete ile hakaik-ı İslamiyye arasındaki kat’iyyet-i tevafuk kendisini hayran bırakıyor din-i Ahmedi’nin sadegi ve ulviyetine karşı kalbi bir aşk duyuyordu. Tetebbuatına devam ettikçe incizab-ı vicdanisi de o nisbette kesb-i şiddet ediyordu. eyledi. Hengam-ı tederrüsde Ebu Ali ile mühim mübahaselerde zihnine hutur edebilen şübheleri serd ederek medid münakaşalardan fariğ olmuyordu. Ebu Ali’nin kuvve-i iknaiyyesi kat’i bürhanları; İslamiyet’in ulviyetine ve akıl ve fenne muvafık bir din-i hakīkī olduğuna dair; kendisinde la-yetezelzel bir kanaat-i vicdaniyye samimi bir tasdik-i dimaği hasıl eyledi. Nihayet İbni Cezle fikir ve vicdanına mukavemet edemedi. İslamiyet’i kabul ederek ihtida eylediğini i’landan çekinmedi. ulviyetini münkirine karşı müdafaaya hasr eylemiştir. Yazdığı kitaplarda İslamiyet’ten başka hiçbir dinin fen ve felsefe ile kabil-i te’lif olamayacağını mütefennin bir hakim-i din namına Müslümanlık’tan başka bir şey kabul edemeyeceğini kat’i ve mantıkī delillerle isbata çalışmıştır. Pek güzel bildiği Hıristiyanlığa karşı bi-eman hücumlarda bulunmaktan çekinmemiş aba-i keniseiyyenin vehmiyatını tehekküm-amiz ifadelerle çürütmüş eski dindaşlarını şefik bir kardeş sıfatıyla hakīkati kabule da’vetten bir an fariğ ol[ma]mıştır. Rahib Elyas namında bir hıristiyan alimine hitaben yazdığı kitapta akīde-i Nasraniyye’yi bi-eman bürhanlarla tenkīd etmiş İslamiyet’in ulviyetini rengin ve kat’i ifadelerle tasrihe çalışmış ve her iki dinin ahkam-ı esasiyyesini mütefennin bir hakim sıfatıyla mukayese ederek hükm-i kat’iyi vermiştir. Tarih-i Hicri’nin ’ıncı senesinde ikmal ettiği bu kitapta İbni Cezle ne gibi mukavemet-suz berahin-i akliyye sevkiyle ihtida etmiş olduğunu İslamiyet’in cazib ve hikmet-amiz ulviyet ve sadeliğine karşı kendisinde ne suretle vicdani bir aşk hasıl olduğunu fikr-i hikmet ve turuk-ı mantıkiyye önünde Hıristiyanlığın hiçbir mukavemet gösteremediği halde İslamiyet’in nasıl i’tila arz ettiğini uzun uzadıya teşrih eylemiştir. fizyoloji ilm-i teşrih ve fenn-i tıbda teferrüd etmiş eazımdandır. Felsefe ve edyana aid pek derin tedkīkatta bulunmuş ve mütefennin bir feylesof için İslamiyet’ten başka bir din kabulü mümkün olamayacağına ilmen kanaat hasıl etmiştir. Teslis ile esasat-ı fenniyyenin te’lifi mümkün olamayacağını Hıristiyanlığın Roma ve Yunan-ı kadim hurafeleriyle büsbütün karıştırılmış olduğunu Hazret-i İsa’nın telkīnatıyla aba-i keniseiyyenin turrehatı arasında hiçbir münasebet bulunmadığını kat’i ifadelerle tasrihten çekinmemiştir. HÜVIYET-I MILLIYYE Bir milletin hüviyeti yani asl-ı sabiti her türlü müessirat-ı hariciyyenin te’sirinden azade bir mahiyet-i müstakılle olmayıp an’anat adat mu’tekadat ve saire gibi bir takım müessirat-ı kaviyyenin hülasa-i mütemessilesidir. Bu hakīkat bütün erbab-ı ukūlün kabul ettikleri bir düstur-ı kat’idir. Her kavmin asar-ı medeniyyesi de hüviyet-i milliyyesine has olan isti’dad-ı kaminin suver ve eşkal-i barizesidir. Nevi’leri mahiyetleri ne olursa olsun akvam-ı muhtelife tarafından vücuda getirilen eserlerin kaffesi onların şahsiyetlerine has olan bir damgayı haizdir. Mesela her hangi bir san’atın uslubundaki hususiyet-i barize onu vücuda getiren kavmin şahsiyetini o eserin aheng-i umumisinde –fakat eserin mahiyetine mütemessil bir surette– tecelli ettirir. Bu şahsiyeti görmek hususunda melekesi olan bir göz nazra-i ulada onu temyiz eder; eserde kavmin sima-yı umumi ve hususisini daha doğrusu ruhunun zevkinin bi-tarikı’t-tenasüh o esere intikalini onda tecellisini görür. Mesela Mısır’ın ehramında kavaim-i musavveresinde Romalılarla Yunanlıların Asurilerle Keldanilerin asar-ı metruke ve mebani-i müşeyyedelerinde o milletlerin simayı umumi ve hususilerinin vasf-ı müştereki olan heyula-yı hassı görmek mümkündür. Milletlerin şahsiyetleri ani olarak hasıl olmuş bir şey değildir. Bu şahsiyet edvar-ı maziyye tezgahlarından çıkan halefen an-selef intikal eden bir miras-ı umumidir. O şahsiyet daima o devirlere has olan ahval ve etvarı birlikte getirir. Bu da bir kavmin hasais-i eslafa tevarüsünü intac eder. Hasais-i eslafa tevarüsün en kavi bir müessir olduğundan kinaye olmak üzere: “Diriler ölülerin tercümanıdır” denilmiştir. Benim fikrime kalırsa diriler ölülerin birer mezar-ı seyyarıdır demek daha muvafık olur. Akvam üzerinde hükm-i anifini icradan hali kalmayan bu müessirat-ı kaviyye ve müteselsilenin hükümden iskatına kalkışmak muhali imkana takrib ile uğraşmaktan başka bir şey değildir ki neticesi hızlana müeddidir. Zira enfüsi olsun afakī olsun hadisatı yekdiğerine rabt eden silsile-i müessirat onun fekkine kıyam suretiyle vukū’ bulan isyanı şiddetle tedmir eder. El-yevm bütün milletlerin kuvvetine ser-füru etmeye mecbur oldukları bu müessirata karşı bizim de baş eğmekliğimiz zaruridir. Hal böyle iken bu müessiratın def’aten izalesi mümkün olduğuna kail olmak biraz değil gereği gibi saf-derunluktan daha doğrusu şuun-ı aleme vukūfsuzluktan başka bir şeyle tefsir olunamaz. Çünkü onlar pek kuvvetli pek dehşetli bir takım amillerdir. Bu avamilin istihkarı hüviyet-i milliyyenin hüviyyat-ı saire tarafından ifna ve temsiliyle neticelenir. Bir milletin hüviyet-i milliyyesinin milel-i sairenin hüviyatında temsil edilmesine razı olacak kadar eser-i semahat göstermesi en kısa bir ta’bir ile intihar demektir. Bu intihara yanaşmayan hüviyet-i milliyyesinin tatarruk-ı halelden muhafazası şartıyla tekamüle yol açmak isteyen bir kavim o hüviyetin anasır-ı mükevvine ve müşekkilesi demek olan yukarıki müessiratı hiçbir zaman nazar-ı dikkatten dur tutmaz. Onların muhafazasını akdem-i vecaib ehemm-i vezaif addeder. Zira bir milletin kendi hüviyetini hüviyyat-ı sairede ifnaya rıza göstermesi hüner değil hamakattir. Hüner hüviyyat-ı sairenin feyizli filizlerini kendi şecere-i hüviyyetine aşılayarak onun semeratını iktıtaf etmektir. Bu dakīkayı üss-i hareket takım füru’-ı nabite ile tezyin etmiş kemale eriştirmiş olur. Şahsın sıfat-ı galibesi ondaki sair sıfatlara hakim olduğu gibi bir milletin hüviyeti de istiklalini muhafaza nokta-i nazarından adeta hüviyyat-ı saireye hakim olmalı hakim olmaya çalışmalıdır. Çünkü cihan akil ve me’kulden ibarettir. Aks-i kaziyye hüviyet-i milliyyenin başka hüviyetler tarafından bel’ ve temsil edilmesini intac eder. Bir kavim ki kendisini muhafaza-i hüviyyet kaydından vareste görür; artık onun tur. Çünkü o mevcudiyet-i müstakillesini fedaya razı olmuş kendisini bir gıda gibi başkalarının dide-i iştihasına arz etmiş demektir. Onun için yapacak bir şey varsa o da gözünün kestirdiği bir hüviyet-i hakimeye teslim-i nefs etmekten ibarettir. Zira kasiru’l-himme olan kendi hüviyetinin istiklaliyle izmihlali beyninde bir fark görecek kadar nazar-ı nafize izzet-i nefise malik olmayan bir millet için en salim tarik budur. tinin anasır-ı müşekkilesi olan avamilin mizacını kollamaktan bu suretle tekamülüne bir şekl-i istiklal vermekten gafil olmaz. O şarkın büsbütün garb garbın da tamamıyla şark olamayacağını şarka mahsus olan bir şeyin garbda müstaid olduğu kemali bulamayacağını; mesela aktar-ı kutbiyyede hurma ağacının yaşayamayacağını bilir. Bununla beraber şarkın da kendisine has bir nehc-i tekamülü olduğunu asla unutmaz. Daima o yoldan gidip garbın gıda-yı medeniyyetini şarkın şera’it-i hayatiyyesine göre ta’dil ve temsil eder. Şu umumi sözlerden hususi bir netice çıkarmak lazım gelirse o da bizim daima adamıza an’anatımıza mu’tekadatımıza sadık kalmaklığımızı tavsiyeden ibarettir. Zira bunlar bina-yı mevcudiyetimizin birer taşı mesabesindedir. Onlardan birini çekip çıkarmak o binaya bir rahne açmak demektir. Vakıa onun yerine başka bir taş koymak mümkündür. Fakat bu suretle devam edilecek olursa ortada bir bina kalır fakat kalan bina her halde bizim bina-yı mevcudumuz değildir. Bu mütalaayı şahıs i’tibarıyla da tekrar edelim. Mesela bugün bir Müslüman bir Osmanlı maddi ma’nevi kaffe-i mahsusat-ı hayatını bir Avrupalının tarz-ı hayatına benzetecek olursa acaba müslüman ve Osmanlı olarak temeddün mü etmiş olur? Yoksa Avrupa’ya bir Avrupalı daha kazandırmış mı olur? Her Osmanlı mahsusat-ı milliyyesinin kaffesini Avrupalıların mahsusat-ı milliyyeleriyle mübadeleye kıyam edecek olursa ortada bir millet kalır ki o da her halde Osmanlı milleti değildir. Bu suretle hareketin neticesi de mevzu’-ı bahsimiz olan hüviyet-i milliyyenin muhafaza-i istiklali değil tesri’-i izmihlali demektir. Eğer biz bugün her türlü mahsusat-ı milliyyemizden tecerrüdle büsbütün Avrupalılaşacak olur isek emin olalım ki Frenklerin en aşağı bir tabakasını teşkil ederiz. Çünkü şark mahsulüyüz büsbütün garbı temsil edemeyiz. Fena bir mukallid derekesinde kalıp fenaya mahkum oluruz. Hüviyet-i milliyyemizi muhafaza şartıyla tarik-i tekamülde devam ede bilmekliğimiz için metin akılların doğru fikirlerin yolumuzu tenvir bizi irşad etmesine muhtacız. Yoksa son mevkıfı –velevki Avrupa medeniyet-i şa’şaa-barı olsun– her şeyin zevahirinden ibaret olan ondan öteye geçmeyen ukūl-i heyulaniyye her zaman bize serabı ab gösterecek ve hiçbir vakit bizi vadi-i selamete götüremeyecektir. Eğer biz hüviyet-i milliyyemizin hüviyyat-ı saire tarafından yapdırıp bize mahsus olan şeylerin kaffesini onunla damgalamalıyız. Yoksa milliyetimizle onun mahsusatını istihkara yeltenmek gibi çıkmaz bir yola sapacak olursak akibetimiz pek vahim pek muzlim olur. Hakīkaten memleketimizde öyle garib adamlar görülüyor ki istihsana şayan olan birçok mahsusatımızı hiçbir fikre hiçbir muhakemeye müstenid olmaksızın istihcan ediyorlar. Onları sırf memleketimize ihtisasından dolayı tezyiften lezzet alıyorlar. Sonra bir Avrupalı onlardan birini istihsan etti mi derhal bunlar da tebdil-i fikir ediyorlar Bahisde yer tutacak bir misal değilse de serd etmeden geçemeyeceğim; adi misaller bazı kere pek mühim hakīkatlerin tefhimine medar olur. Mesela bundan evvel Avrupa’da terbiye görüp vatana avdet edenler ez-kaza sofrada yoğurt görecek olsalar yoğurta bedavet yadigarı bir gıda-yı metruk nazarıyla bakarak hala sofralarda bulundurulmasına taaccüb ederler idi. Bilahare yoğurt Avrupalıların takdirine istihsanına mazhar oldu. Bu suretle bugün en muhteşem sofralarda kendisi için bir mevki’ te’min etti. Evvelce yoğurtu zem edenler Avrupa’nın bu teveccühünden sonra yoğurtun meddahı kesildiler. mek mi bilemem! Bu bir misaldir ki çok şeylerde emsaline tesadüf olunur. Bir kavim ki takdirinde temyizinde muhafaza-i istiklal melekesinin takririne lüzum görmez; elbette hüviyet-i milliyyesine sahib olamaz. Hüviyet-i milliyyesine sahib olmayan bir millet de er geç zevale mahkum olur. Eğer biz bir millet bir müstakil hüviyet olmak üzere yaşamak istiyor isek garbın mümesseli değil mümessili olmalıyız! Garbın kaffe-i measirini yoluyla iktibas ederek memleketimizi müstaid olduğu terakkīye isale çalışmalıyız. Fakat şarklı olduğumuzu da asla hatırdan çıkarmamalıyız. Mahsusat-ı milliyyemizi istihcan değil bil-aks istihsan etmeliyiz. Memleketimize “bonjur”dan ziyade amele gömleği lazım olduğunu bilmeliyiz. Gümrüklerimizden piyanodan ziyade alat-ı ziraiyye ve sınaiyye geçmesini temenni etmeliyiz. Gustav le Bon bir eserinde diyor ki: “Devr-i hilkatten beri birbirini vely eden medeniyetler hakkında icra olunan tedkīkat gösteriyor ki bu medeniyetler terakkīlerinde birkaç düsturun delaletine iktıda etmişlerdir. “Milletlerin tarihleri yalnız medeniyetlerine rehber olan bu düsturlara hasr edilmiş olaydı o tarihler pek muhtasar olur idi. “Eğer bu medeniyet bir asır zarfında sınayi’ ulum edebiyat felsefe vadilerinde rehber olacak iki üç düstur keşf edecek olursa o medeniyete pek parlak bir medeniyet nazarıyla bakılabilir.” Gustav le Bon’un bu sözü hakīkaten pek büyük bir düsturdur. Eslafımız zamanlarının muktezasına göre kabul ettikleri düsturlarla altı asırdan beri hüviyet-i milliyyelerini muhafaza etmişler. O vedia-i mukaddese şimdi bizim yed-i emanetimizdedir. Biz de onun muhafazası şartıyla tarik-ı tekamülde delaletine iktıda edecek çok değil iki üç düstura muhtacız. Bu düsturlar ya vardır ya yoktur. Fakat varsa onları bize gösterecek yoksa vaz’ edecek dahiyi nerde bulmalı? FEMINIZM MES’ELESI – – Şimdi biz nisaiyyun beylerden –eğer bu vatan-ı İslam’a zerre kadar muhabbet duygusu besliyorlar efradından bulundukları bu millete zerre kadar acıyor felaketleri musibetleri zerre kadar vicdanlarını sızlatıyorsa– akıl ve mantık namına biraz insaf biraz meyl-i i’tiraf isteriz. Bu talebimiz vicdani olduğu kadar şer’idir. Bilmem bu kadarcık bir lütfu da bizden diriğ ederler mi? Biz –tarafeyn– üç yüz milyonluk koca bir alem-i İslam’ın mahkeme-i vicdanı huzurunda iddia-yı hak ve hakīkat etmekte olduğumuzu göz önüne getirirsek verilecek hükmün ne kadar ağır ne kadar gayr-ı kabil-i istinaf ve temyiz bir hükm-i kat’i olacağını elbette takdir ederiz. Bu mahkeme-i ma’neviyye bütün mehakim-i nizamiyye ve örfiyyenin fevkinde bir divan-ı alidir. Bunun hükmü damgadır. Eğer diriğ ederlerse kendileri bilirler. Biz –ulemayı mütefekkirin– o divan-ı aliye alnımız açık olarak gidiyor ve misyoner şakirdlerinin düştükleri müdhiş uçurumu gösteriyoruz. “Etmedim her batıla bir hakk tasavvur bir zaman Nisaiyyun beyler iyi bilmelidirler ki bu memleketin dimağına hakim olan vücudunu idare eden hasılı: Bu memleketi bütün füyuz-ı ma’nasıyla yaşatan ve ila maşaallah yaşatacak olan yegane kuvvet sultan-i İslamiyyet şahen-şah-ı Hila­ fet’tir. Nisaiyyun beyler kat’iyyen inanmalı ve kanaat-i tamme hasıl etmelidirler ki bu kuvveti o dimağdan çekip alabilecek yerine başka bir kuvvet koyabilecek yabancı bir hakime nasb edebilecek bir dest-i ahenin bir şir-pençe ! tasavvur olunamaz. O emelin ne elem-efruz ne hıred-suz bir muhal-endermuhal olduğu hala ruhu o duzah-ı lehib içinde yanmakta olan Papa İkinci Pie’den sorulmalıdır. Şarkda kadınlık hayattan muazzez olan namus ile müsavi ve belki tev’emdir. Namus; iffet ve ismet demektir. Namus gizli bir şey demektir. Kadınlık da Cenab-ı Hakk’ın envar-ı letafetinden nefha-i ismetinden mahluktur. Namusun kadrini bilen erkek kadınlığın iffet ve ismetini izzet ve hürmetini muhafaza uğrunda ölmeyi kendine en büyük şereflerden biri addeder. Şarkın o matla’-ı hurşid-i İslamiyyet ve insaniyyetin na­ zar-ı hakiminde kadınlığın mevki’-i şerefi işte bu kadar bala-terindir. O lisan-ı hikmet diyor ki: “Kadınlık; vücud-ı beşeriyyetin kısm-ı mesturudur. Çünkü namusudur. Binaenaleyh namusun setr ve ihfası lazımdır.” ma’neviyete iltifat eder. Onun ruh-ı feyyazı nasuti değil lahutidir. Sırf maddi bir hayat onun nazarında pek süflidir. Halik-i yeganesine arz-ı ubudiyyet ve mahlukiyyet etmek mek tükenmek bilmeyen hevesat ve şehevatına esir olmak farkı var?” Yemek içmek huzuzat-ı şehevaniyye beyninde koşmak olduktan sonra –evet! Pek doğru! Ne farkı var? [ Kamer /] Lisan-i İslamiyyet öyle müstağrak-ı şehvet olmuş bi-çareye diyor ki: ! her-i hakīkatiyle insandır. İnsanın hayvandan ma-bihi’l-imtiyazı budur. Yüksel ki yerin bu yer değildir Dünyaya geliş hüner değildir Yüksel ki cihan sefil ü dundur Rağbet ona adeta cünundur. lahutisi! İşte İslamiyet’in vicdan-ı ulvisi! Ey insan! Ey zavallı fani! Hiç düşünmez misin? Hiç aklına getirmez misin? Seni bu derd alemine gönderen bu sefil topraklara indiren bu mudik-i unsuriye –gayr-ı ihtiyari bir teslimiyet-i ebkemane ile– habs eden kimdir? O ne kuvvetdir o ne kudrettir on ne meşiyyettir ki seni hükmüne ram etmiş. Gelişin de gayr-ı ihtiyari gidişin de. Sen bu belalı bu musibet-engiz müsaferet-i çend-ruza niçin razı oldun? Bu hayal-i sür’at-i berkiyyesiyle geçen ve nihayet bir torba etten kemikten başka bir eser mütefessih müteaffin bir eser bırakmayan hayatın her türlü kahrını bin bir çeşit azabını işkencesini –hem garibdir ki seve seve!– neden çekiyorsun? Yalnız yemek içmek yalnız aklına gelen her zevkin her safanın her sefahetin esiri olmak için mi? Bir kerecik insanlığına rücu’ etmek bir kerecik akibetini düşünmek senin için değil mi? Aman ya Rabbi! Bir insanın gözü olup da görmemesi kulağı olup da işitmemesi kalbi olup da duymaması serir-i Bunların vasf-ı şanı! Bunların berat-ı hızlan ve hüsranı! Eyvah… Esfel-i safilin-i hayvaniyyete sukūt etmek! Efsus… namında yazdığı tarihinin birinci cildinin ellinci sahifesinde mühim bir bahs-i felsefi açıyor. Kendine has ateşin bir hame-i beyan ile söylediği sözlerin karşısında şark hem iftihar ediyor hem de girye-i teessür döküyor. Hakīkat! İnsan için mensub olduğu milletin büyüklüğünü mu’tekidi bulunduğu dinin kudsiyetini hasmının lisanından dinlemek kaleminden okumak kadar bir hazz-ı azim bir zevk-i naim tasavvur olunamaz. Senin hazineler değer bir cevherin olsa fakat kıymetini bilmiyor adi bir çakıl taşından çıkıp da elindeki o cevherin milyonlar milyarlar değerinde olduğunu söylese nasılsın? Cevher yalnız maddi mi olur? Kıymet yalnız maddiyata mı münhasır asıl kıymet ma’neviyetindir. Çünkü maddiyyatın şerefi ma’neviyat ile kaimdir. Madde kuvvetle yaşar. Senin kıymetin ma’neviyetinledir ruhunladır değil mi? La Martin’in birkaç sahife süren bu bahsini harfiyyen tercüme ve nakle hacet yoktur. İsteyen o sahifeleri okur. Ben burada müşarun-ileyhin i’tirafat-ı hak-guyanesini şu birkaç sözle anlatmaya çalışacağım. ---- TARIH ---- KILIÇ DINI Hazret-i Süleyman as yirmi yaşında tahta çıktı. İlk icraatından birisi kendi biraderi Adoniya’yı hassa askerinin kumandanı Benaya vasıtasıyla i’dam ettirmek oldu. Bunu müteakib pederinin ser-askeri Yoab’ın ve Şimei denilen adamın başlarını pederinin vasiyeti mucebince kestirdi. Hazret-i Süleyman sulh ve müsalemeti harbe tercih etmek ve pek muhteşem bir saray takımı tertib etmiş olmakla beraber Kudüs şehrinin istihkamatını surlarını ta’mir tevsi’ ve takviye eylemişti. Ordu hakkında da aynı i’tinayı sarf ediyordu. “Muharebe arabaları pek çok idi ve bu arabaların beygirleri süvariden ibaret olup bunlardan bini nefs-i Kudüs’de ve mütebakīsi civar karyelerde bulunurdu…” Hazret-i Süleyman Suriye’ye doğru uzanan çölün medhalini elde ettikten sonra buraya müstahkem Tamadora kasabasını an Beni İsrail hükümdarına itaat göstermeyen bazı Ken’ani kabail vardı. Nihayet Hazret-i Süleyman bunları da mağlub edip her sene kendisine muayyen bir mikdar esir vermeye cebr etmiş idi. Bu üsera Beni İsrail arazisini sürerler ve sair hidemat-ı şakkada istihdam olunurlardı. Beni İsrail kendilerini –bu kadar akvamı daire-i itaate almış olduklarından dolayı– bir mertebe-i mümtazede addeylediklerinden üseraya mahsus olan hidemat-ı süfliyye ile iştigali haysiyet ve şereflerine bir leke addederlerdi. Beni İsrail’in meşgūl oldukları başlıca işler silah ta’limleri askeri idmanlar beygir ve harb arabalarını kullanmak idi. Ken’aniler ale’d-devam çalıştırılır ve yalnız bunların ifa-yı vazife etmelerine nezaret için müfettiş istihdam olunurdu. Hazret-i Süleyman sene hüküm-ferma olduktan sonra vefat etmiş ve onun vefatıyla Yahudi Kraliyeti’nin şevket ve şeklinde yazılmıştır. Hazret-i Süleyman’ın yerine oğlu Rehoboam makam-ı saltanata geçmiş idi. Lakin bu genç tarafından ahalinin kendisine gönderdiği hey’et-i murahhasaya verilen düşüncesizce bir cevap üzerine esbat-ı İsrailiyyeden onu müttefikan Hazret-i Süleyman’ın oğlu Kudüs’e firara mecbur oldu. Asi kabail Rehoboam’ın tahsildarını dahi taşa tutarak katl etmişlerdi. Yalnız Yehuda sıbtı ile Bünyamin sıbtı Rehoboam’ın milli mahv olmuş bulunduğundan bundan sonra bunların vekayiini biri Yahudi diğeri Beni İsrail kraliyetleri tesmiye olunan iki hükumet tarihinde ta’kīb etmekliğimiz lazım gelir. Rehoboam yüz seksen bin kişiden ibaret bir ordu cem’ ederek asi olan on kabile Beni İsrail’e karşı harbe girişmek fikrine düşmüş ise de Şemaya Peygamber’in müdahalesi ile bu teşebbüs bir müddet için geri kalmış Rehoboam kendi memalikini tahkim ile iştigal eylemiştir. Rehoboam sene hükumet ettikten sonra yerine oğlu Abiya çıkmış biraz sonra da İsrailiyye kralı büyük bir ordu ile onun aleyhine hareket etmiştir. İki hükumet ordusu Efraim Cebeli civarında birbirine müsadif oldular. “Yahudiye hükümdarı Abiya’nın maiyyetinde . kişi asakir-i cesureden mürekkeb bir kuvvet vardı. Yeroboam’ın da onun karşısına koyduğu hepsi cengaver . kişi idi.” “Ve İsrailoğulları Beni Yehuda önünden kaçdılar; Cenab-ı Hak onları İsrailileri Beni Yehuda’nın eline teslim etti. Abiya ile maiyyeti onlardan birçok kişi katl ettiler. İsrailiyyeden . bin müntehab cengaver düştü.” Bu muzafferiyet-i azimeyi ta’rif sadedinde Josephus der ki: “Yahudiyeliler işaret verilinceye kadar duaya vakf-ı nefs ettiler; işaret verilince bülend avaz ile düşmana hücum edip onları mağlub eylediler ve ne Yunan ne akvam-ı vahşiyye tarihlerinde görülmemiş suret-i müdhişede çok adam katl ettiler. Beytel ve İzen ve en iyi tahkim edilmiş şehirleri zabt ve yağma olundu…” Dört senelik kısa bir devre-i hükumetten sonra Abiya vefat etti. Yerine oğlu Asa geldi; bu sahib-i akl ve dindar bir hükümdar olup “gerek diniyat ve gerek ahlakıyatta tamamıyla evamir-i ilahiyyeye göre hareket etti. Yehuda kabilesine mensub mızrak ve kalkanlarla müsellah . seçme askeri vardı. Bünyamin kabilesinden de . tir-endaza malikti…” Asa’nın tahta kuudundan on sene sonra memleketi Nube hükümdarı tarafından istila olundu. Lakin Asa müstevlilerin üzerine kemal-i şiddetle hücum ederek onları telefat-ı azime Biraz da İsrailiyye Krallığı’na atf-ı nazar edersek Yeroboam’a da vefatında yerine ancak iki sene hükumet eden oğlu Nadab’ın çıkdığını görürüz. Nadab iki sene hükumetten sonra indirilip bir suret-i hainanede katl edilmiş bütün ailesi Baaşa tarafından da kılıçtan geçirilmiştir. Baaşa ba’dehu kadar sene icra-yı hükumet etti. Baaşa’dan sonra oğlu Elah hükümdar oldu. İki sene icra-yı hükumet edip saray kethüdası Artsa ile serhoş olurken yine saraya mensub Zimri tarafından öldürüldü. Katil tahta çıktı. “Zimri tahta çıkınca Baaşa ailesini tamamıyla katl etti ve ne hısımlarından ne de dostlarından sağ bir erkek bırakmadı.” Lakin pek az sonra Zimri kendisini Omri isminde diğer bir taht ve tac talibi karşısında bulmuştu. Omri Zimri’yi Ta’berza şehrinde muhasara etti. Zimri nihayet şehrin zabt olunduğunu görünce hemen İsrailiyye hükümdarlarına mahsus saraya gitmiş ona ateş vererek kendi de alevler içinde terk-i hayat eylemiştir. Omri İsrailiyye tahtına kuud on iki sene icra-yı hükumet etti. Yerine oğlu Ahab geldi. Bu hükümdar Sayda Sidon kralının zalime ve şedidü’t-tab’ kızı Cebel’i tezvic etmiş idi. Bu kadının nüfuzu ile Sidonluların ma’budu olan Baal yani güneş ma’bedleri Beni İsrail memalikinde inşa ve takdis edilmeye başlanmış putperestlik mezhebi İsraililerin din-i kadim ve millilerini adeta taht-ı tehlikeye koymuş idi. Enbiya-i ğaralara saklanmak sayesinde tahlis-i hayat ettiler. Maamafih din-i ecdadın bu ceri ve müteşebbis müdafi’leri hükümdarın ihtiyar ettiği bu harekat-ı meş’umeye karşı bütün kuvvetleriyle isyan ettiler. Nihayet İlya dahi mübarezeye nin denaetlerine karşı ihraz-ı galebe ve zafer eylediler. İlya Hükümdar Ahab’ın huzuruna ilk çıkışında mezheb-i millinin böyle terki aleyhine şiddetle idare-i lisan etmiş ve bu hareketin nice acı felaket-engiz kurak seneler suretinde cezası çekileceğini söylemişti.” ---- AFGANISTAN ---- ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Semerkand’da ikametim esnasındaki zuhur eden vekayii tamamıyla yazmak lazım gelse şu risale hiçbir vakit hitama reside olmaz. Binaenaleyh o vekayi’den milletim hakkında faidesi olabilenleri tahrir ile iktifa edeceğim. Bir Rus memleketi olan bu şehirde on bir sene geçirdim. Ekser evkatımı ata binmek ve ava gitmekle imrar ederdim. Ahırımda on re’s binek atı ve on re’s mekari hayvanı mevşeklindedir. şeklindedir. cud olduğu gibi atmaca şahin gibi şikari kuşlarım da vardı. Kuyruktan dolma tüfenklerle mücehhez beş yüz süvari bulunuyordu ki bunların neferatına beşer rupiye ve zabitanına daha fazla aylık veriyordum. Masrafım ziyade olduğu için oldukça zaruret çekiyordum. Rusların bana tahsis ettiği mebaliğ gayr-ı kafi idi. Bununla beraber yine memnun idim. Çünkü onlardan bir şey talebine hakkım yoktu. Rus me’murlarıyla görüşürken tahsisat hakkında lakırdı açıldı mı derhal bunun kifayetinden hatta bila-istihkak verilmiş olmasından bahs eder: – Bana gösterdiğiniz şefkat derecesinde Cenab-ı Hak devletinizi payidar buyursun derdim. Resmi günlerde Ceneral Abramof ile diğerleri beni evlerine çağırırlar ve fevkalade ihtiramda bulunurlardı. Bilhassa Ceneral Abramof pek ziyade meveddet ve samimiyet gösterirdi. Ne vakit para yahud başka bir şeye ihtiyac hasıl olsa nazırım Abdullah Han’ı –ki merhum Abdurrahim Han’ın oğlu olup şimdi Katagan ve Bedehşan hakimidir– kendisine gönderir ve bir mülakat taleb ederek maksadımı beyan eylerdim. Hülasa bana karşı ihtiramkarane davranırlar ve kavanin-i hükumetten müstesna tutarlardı. Ne vakit istesem görüşmeye giderdim. Onlar da arzu ettikleri gibi bana gelirlerdi. Her ayın on beş gününü şehirde mütebakīsini de av kand’da bu suretle geçti. Yalnız mükedder olduğum bir şey vardı ki o da esir olan validem ve haremim ile oğlum Abdullah’ın ne olduklarına dair ma’lumatım yoktu. Semerkand’a gelişimin ikinci senesi Afganlar ile Ruslar arasında bir mukarenet husule gelmeye ve Alişir Han ile Rus Devleti beyninde bir meveddet peyda olmaya başladı. Bunun esbabını öğrendim. Belh Hakimi Muhammed Alim Han Buhara Emiri Muzaffer Han vasıtasıyla Ceneral Abramof’a ve Türkistan valisine mektublar yollamış onlar da fırsattan bil-istifade cevaplar yazmışlar. Bidayeten gayet gizli tutulan bu haller bilahare şüyu’ bularak gazetelere yazıldı. Semerkand’a geldiğim esnada Bedehşan beyinin kerimesiyle tezevvüc etmiştim. İkinci sal-i izdivacımda Cenab-ı Hak bir erkek evlad ihsan buyurdu. İsmini Habibullah koydum ki hala büyük oğlum olması dolayısıyla veliahdimdir. Halen Afgan emiri olan Habibullah Han hazretleri Ondan rullah [ ] tesmiye ettim. Bunlardan maada iki erkek ve bir kız evladım olduysa da küçükken irtihal eylediler. Birkaç sene sonra Rus Devleti Şehr-i Sebz üzerine asker gönderiyordu. Ceneral Abramof bana: – Maiyyetinizi alıp siz de askerimizle gitseniz iyi olur teklifinde bulundu. – Bidayeten de gerek valiye gerek size söylemiştim ki ben Rus Devleti’nin hizmet ve me’muriyetini kabul edemem. İsterseniz Şehr-i Sebz’in ümera ve ekabirini teşvik edeyim. Şeraitinizi kabul eyleyerek musalaha yapsınlar dedim. Ceneral –İş musalaha derecesini geçti ve i’lan-ı harb edildi deyince: – O halde beni ma’zur görünüz askerinizle kat’iyyen gidemem cevabını verdim. Bir de Semerkandlıların bir şuriş çıkarmaları ihtimaline binaen kendimi muhafaza için üç yüz tüfenk ile mikdar-ı kafi fişenk istedim. Ceneral buna müsaade etti. Ben de maiyyetimi silahlandırdım. hareket etti. Ahaliyi tehdid için askerinizi Karşı yolundan Şehr-i Sebz’e gönderin diye Buhara emirine de emir verildi. Ruslar dört defa Şehr-i Sebz’in kal’asına hücum ettikleri halde şehri alamadılar. Bu hücumlar esnasında Ceneral Abramof hafifce yaralandı. Beş bin neferden ibaret bulunan asakir-i muhacimeden iki bin kadarı da mecruh ve maktul oldu. Ruslar bu inhizam üzerine ahaliden altı günlük bir mütareke taleb ettiler ve nakz-ı ahd eylemeyeceklerine dair söz verdiler. Zavallı ahali bu muazzam devletin ahdini sabit zannıyla teklifine razı oldu ve kal’adaki iki bin müdafi’den bini Buhara emirinin geleceği yolda kalmış olan evlad ü Ruslar kal’adaki kuvvetin azaldığını görünce gece yarısı bir hücum yaptılar. Kal’adaki bin kişi merdane döğüşerek muhacimleri evvela püskürttülerse de muahharan kancıkcasına şehri almalarına mani’ olamadılar. Şehr-i Sebz ümerası üç yüz kişi ile Kuhistan yolundan Katagan’a kaçtı. Rus cenerali de beldeyi Buhara me’murlarına teslim eyledikten sonra avdet eyledi. Semerkand’a vürudunda ziyaretine gittim. Hafifce yaralı bir dürbin verecek oldu. Halbuki bunlar Şehr-i Sebz’den aldıkları ganaimden idi. Kabul etmedim ve: –Bizim dinimizde müslümanlardan yağma edilen bir malın kabulü caiz değildir diyerek gösterdikleri ahd-şikenliğe canım sıkıldığı cihetle sözü kısa kesip kalktım. SİYASİYAT TAASSUB-I CAHILANE KIMDEDIR? Harb-i hazır münasebeti ile İtalya muhibbi bir kısım matbuat-ı ecnebiyye Tan gazetesi başta olduğu halde müslümanların taassub-ı cahilane-i diniyyelerinden bahis açmışlardır. Bu pek eski ve bu gibi hallerde ale’l-ade kullanılmış bir silahdır. Yapılan haydudluğu yağmagerliği hak hakkaniyet kavanin ve adat-ı mevcude ile tebriye etmeye muvaffak olunamadığı esnada son silah ve istinadgah olarak müslümanlara taassub-ı cahilane isnadına müracaat edilmiştir. Zira işbu silaha müracaat edenler silahın pek keskin ve müessir olduğunu pek ra’na biliyorlar. Bunlar pekala biliyorlar ki bir Avrupalı ne kadar hür ve serbest olursa olsun ne kadar din hakkında lakayd ve laübali ve hatta mütemadiyen “ateye” yani dinsiz din düşmanı bulunursa bulunsun yine bahis Müslümanlık’tan İslamiyet’ten açıldığı zaman kalbinin en derin umkunda en hafi köşelerinde Müslümanlığa edilecektir. Bugünkü Avrupa ne kadar alim ve danişmend ne kadar Hıristiyanlık’tan tecerrüd etmiş olsa bile İslamiyet hakkında tamamıyla bi-taraf olamaz. Mutlak kendisinde kendi kalb ve dimağında bir Ehl-i Salib enkazı asarı bulunacaktır. Arslan Yürekli Richard’ın Salahaddin’e karşı beslemiş olduğu hissiyat ve efkardan bir kısmını olsun muhafaza etmiş olacaktır. Bu hali biz her günkü müşahedatımız tecrübelerimizle görmekte hissetmekteyiz. Zaten de başka türlü olamaz. Asırlarca devam etmiş olan bir tarihin izleri eserleri kolay kolay silinmez mahv edilemez. İslamiyet ta bidayet-i zuhurundan beri karşısına Avrupa’yı çıkmış bulmuştur. İbtida şu husumet şu adavet müslümanların Roma ve Bizans ile uğraşmasında temerküz etti. Madem ki yıpranmış izmihlale ve inkıraza doğru sürüklenmekte olan şu imparatorluklar salabet-i İslamiyyeye karşı müdavemet ve mukavemet edemeyerek mahv u na-bud oldular bunların yerini tutmuş olan Avrupa hükumetleri İslamiyet’e karşı ayn-ı tarik-ı adavet ve husumeti ta’kīb etmeye devam ettiler. Hatta kin ve adavet-i lerin bir zaman birleşmeleri ittihad ve ittifak etmeleri için en büyük en müessir amil yerine geçti. İslam ve Müslümanlık namı gelince bunlar kendi aralarında ihtilaf ve husumeti unutarak kuva-yı müttehideleri ile İslamiyet aleyhine hücum etmeyi vazife-i vicdaniyye kabilinden addediyorlardı. İşte bunun içindir ki bir Pierre L ’Ermite’in bir Papa’nın propagandaları neticesinde onuncu asrın evahirinde bütün Avrupa’yı müttehiden İslamiyet’e karşı yürümekte olduğunu görüyoruz. Tarihte “Hurub-ı Salib” namıyla meşhur olan şu devr-i taassub tam üç yüz elli sene imtidad ediyor. Bin-netice Avrupa mağlub oluyor. Lakin yorulmuyor bıkmıyor hiss-i kin ve adavet daima kalbini sızlatıyor yakıyor. can-güdaz bir sada-yı nefrin ve feryad ile karşılanıyor. Bütün Avrupa şu hadisenin intikamını almayı kendisi için bir vazife-i diniyye addediyor. İşte o günden bugüne gelinceye kadar almış olan Osmanlılar Avrupa hücumatını def’ etmeye sarf-ı himmet ve dikkat etmek mecburiyetindedirler. Elbette ki bin seneden beri devam etmekte olan şu kadar uzun bir tarih-i kin ve husumet kolay kolay unutulmaz. Bugün bile dince en la-kayd en laübali olan ve ilimce en yüksek makamları ihraz etmiş olan zevatın kalb ve dimağlarının mahfi köşelerinde Pierre L ’Ermite’ler gizlenmiştir. Müsaid zamanlar esnasında şu kalb ve dimağlar kurcalanırken Pierre ’Ermite’ler uyanıyor kendilerini gösteriyor. Biz şu müddeiyatımızı isbat için Avrupa edebiyatından en meşhur ulemanın asarından ve hatta bütün Avrupa’ya dinsiz ve Hıristiyanlık düşmanı tanınmış zevatın te’lifatından birçok deliller irad edebilirdik; fakat makalemizin hacmi bu gibi tafsilata müsaid olmadığından biz kendi muhitimizde herkesçe müşahede ve tahkīk edilebilecek birkaç delail ile Bugün hiçbir Avrupa milleti yoktur ki Osmanlılık içinde müteaddid ve muhtelif dini propaganda hey’etlerine Mission religieuse malik olmasın. Şu hey’etleri hükumat-ı mezkure buraya resmen gönderiyorlar resmen iaşe ediyorlar ve resmen himaye ediyorlar. Bunun için hatta bütçelerinde hususi tahsisatlar ta’yin ediliyor. Hatta Katolik dinini kendi banı Fransa’dan nefy etmiş olan Fransızlar herkesten ziyade memalik-i Osmaniyye’ye propaganda hey’etleri gönderiyorlar herkesten ziyade Cizvitler için para sarf ediyorlar. Kendileri için reva görmedikleri metaı bizim için bol bol sarf ediyorlar!! İki ecnebi konsolosu tarafından neşr edilmiş olan Suriye’de Arz-ı Filistin’de ve Şarkda Hükumatın Vaz’iyyeti nam eser-i mühimde şu propaganda hey’etleri ve onların faaliyeti hakkında verilmiş olan ma’lumattan anlaşılıyor ki el-yevm memalik-i Osmaniyye’de elliyi mütecaviz propaganda hey’etleri icra-yı faaliyyet ediyorlar. Bunlara mensub ruhban ve keşişlerin adedi birkaç bine baliğdir. Te’sis etmiş oldukları mekatibe gelince beş bini mütecavizdir. Şu mekteplerde ta’lim ve tedris edilen etfalin mikdarı ise yüz binlere varıyor ki bu mikdardan yüzde ellisi İslam evladıdır. Şimdi soruyoruz: Acaba bütün küre-i arzda bir hükumet-i Hıristiyaniyye bulunur mu ki kendi içine İslam hükumeti tarafından resmen gönderilen ve resmen himaye edilen bir ediniz?! Bugün bir ecnebi İslam kalkıp da Rusya’ya el-Cezayir’e Tunus’a Hindistan’a Mısır’a ve sair bilad-ı İslamiyyeye gittiği halde etrafını bir alay polis me’murları hafiyeler atılıyor ma’nen de işkencelere ukūbata duçar oluyor. Hele bir fikr-i dini için gelmiş olduğu anlaşılırsa istihlas-i giriban etmesi bile kabil olamaz. Halbuki bizde gözümüz önünde yüzlerce Hıristiyan propaganda hey’etleri binlerce mekteplerinde ma’bedgahlarında viyatımızı bütün kuvvetleri ile bozmaya bezl-i mesai ediyorlar. Mekteplerde İslam çocukları Hıristiyan ayininin icrasına mecbur ediyorlar. Ahkam-ı şer’iyye-i İslamiyye ilm-i hal elsine-i İslamiyye asla ta’lim ve tedris edilmiyor!! Biz bunların hepsine katlanıyoruz sabır ve tahammül ediyoruz ve yalnız şimdi değil kavi muhteşem Avrupa’yı önümüzde titrettiğimiz zamanlarda ediyorduk. Zira din-i İslam fıtri tabii akli ve mantıkī bir din olduğu için hiçbir şeyden korkmuyor muhtevi olduğu hakaika güveniyor ve binaenaleyh başka dinler hakkında başka ayinler hakkında husumet adavet beslemeye asla lüzum görmüyor. Tebaa-i hıristiyaniyyeye gelince Avrupa hükumatının taht-ı idaresinde bulunan İslamların halleri ile hükumat-ı İslamiyyenin taht-ı idaresinde bulunan hıristiyanların ahvali mukabele edildikte Avrupa’nın kızarması mahcub olması yerlerin altına girmesi lazımdır. Zira tebaa-i İslamiyyenin her nevi’ hukūk-ı medeniyye ve siyasiyyeden mahrum oldukları halde Hilafet-i muazzama-i İslamiyye içinde hıristiyanların hukūk-ı medeniyye ve siyasiyyece İslamlardan asla farkları yoktur. Bugün İngiltere Fransa Almanya parlamentolarında nümune için olsun bir tane İslam meb’usu daire-i resmiyyelerinde bir tane İslam me’muru bulunmadığı halde Osmanlı Meclis-i Meb’usanı ve A’yanı içinde bütün akvam-ı Hıristiyaniyyenin aded-i nüfusu nisbetinde meb’usları ve a’yanı bulunmakla beraber hey’et-i vükela devair-i resmiyyede de birçok hıristiyan bulunduğu ma’lumdur. Bundan maada hükumat-ı Hıristiyaniyye taht-i idaresinde bulunan müslümanlar hiçbir yerde teşkilat-ı hususiyyeye malik olmadıkları esnada memalik-i İslamiyye’de teba’a-i gayr-ı müslime teşkilat-ı hususiyyeye malik ve ayrı ayrı cemaat teşkil ederek kendilerine mahsus umur-ı diniyye ve maarifde tamamıyla müstakil ve bahtiyardırlar! Bu da ta öteden beri İslamiyet’in beşeriyete bahş etmiş olduğu bir fazilet bir ni’met neticesidir. Bu noktayı daha mufassal tedkīk etmek isteyenler kendisi Hıristiyan dinine mensub olan Corci Zeydan’ın Medeniyet-i hiçbir hıristiyan hükumetinin taht-ı idaresinde tebaa-i Hıristiyaniyye hilafet-i İslamiyye dairesinde nail olmuş bulundukları hukūk ve imtiyazata malik olmamışlardır. Eğer bugün Osmanlı tebaa-i Hıristiyaniyyesinin hali mesela Rusya ve Almanya’daki Hıristiyan Lehlerin hali ile mukabele edilirse şeref ve faziletin hangi tarafta olduğu anlaşılır! Tan ve emsali gazeteler vahşetten ve taassubdan dem vurmasınlar. Bugün bütün beşeriyet Avrupa’nın zulüm ve teaddisi altında inliyor eziliyor. Avrupa ruhbanlarının dailerinin dini propagandistlerinin şarka sokmak istedikleri İncil ve Tevrat arkasında daima hun-riz hançerler yakıcı ateşler saklanılıyor. Bari utanacak yerde iddia-yı fazilet etmesinler! ---- HILAL VE SALIB ---- Avrupa medenileştikçe akvam-ı Asyaiyye ile İslam aleyhindeki kin ve adavetleri artıyor. Hükumat-ı İslamiyyenin tahdid ve taksimini Avrupalılar bir vazife-i dini ve vicdani addederek memalik-i İslamiyyenin siyaseten iktisaden kendi nüfuz ve tagallübleri altına girmesi için çalışmaktan bir an hali kalmamışlardır. Otuz seneden beri alem-i Nasraniyyet her vesile ile fırsat düştükçe hükumat-ı İslamiyyeyi zarar ve ziyana sokmayı servetlerini mallarını istiklallerini ellerinden gasb etmeyi adet edinmiştir. Berlin Kongresi Londra ve muş bir ağdan başka bir şey değildir. Koca bir dünyanın rub’unu teşkil eden Hindistan’ı Cezayir ve Tunus’u Mısır’ı Hive ve Türkistan’ı Afrika’nın en bü­ yük arazisini zabt ve istila eden İngiltere Fransa Rusya Almanya ve sair düvel-i Mesihiyye bu kadarla kanaat etmeyip en sonra İran ile Fas kıtaat-ı İslamiyyesinin de gasb ve teshirine karar vererek bu hususta her türlü entrikayı çevirip müteaddid fesad dolablarını kurdular. Osmanlı-Yunan Muharebesi neticesinde Devlet-i Aliyye tarafından kılıç ve muzafferiyet hakkı olan araziyi temellük etmeye “salibin girdiği yere hilal giremez” kaziyye-i sofistaiyye ve gayr-ı mantıkıyyesi ile mümanaat gösterdiler. Yeniden hab-ı giran-ı gafletten henüz uyanmaya başlayıp da Avrupa’nın meşrutiyet-i idare tarzını kabul eden Devlet-i Osmaniyye ve İran hükumetine karşı türlü türlü müşkilat ve Hersek’in Avusturya idaresine zam ve ilhakına Girit’in muhtar ve mümtaz bir hükumet-i milliyye-i Mesihiyye şekline girmesine göz göre yardım ettiler. Biçare İran bunca fedakarlıklar neticesinde binlerce değerli genç ve mütefekkirininin kanları bahasına aldığı meşrutiyeti Rusya ve İngiltere çok görerek Muhammed Ali’yi tahrik ve teşvik ile İran Millet Meclisi’ni ona topa tutturup vükela-yı milletin bir kısmını kılıçtan geçirerek bir kısmını da çil yavrusu gibi dağıttılar. İran meşrutiyetperverleri tekrar var kuvveti bazuya verip milli bir ordu tanzim ve teşkil ile Tahran üzerine yürüyüp Muhammed Ali’yi hal’ ettikten sonra hükumet-i meşruta ve milliyenin yeniden teşkiline muvaffak olunca Rusya hükumeti enva’-ı fitne ve fesad ile İran’ın kendi aşairini öz evladını kıyam ve isyana tahrik ile İran hükumetine enva’-ı müşkilat ve aksam-ı felaketleri hazırladı. Bir yandan İran’ın cihet-i şimaliyyesinde bulunan Recim Han’ı Türkmenleri Şahsevenleri cenubunda kain Kaşkai ve gayret ettikten maada diğer taraftan Muhammed Ali’yi Şuaussaltana’yı Erşedüddevle ve Salarüddevle ile Mücellilüssultan’ı tuğyan etmeye Rusya hükumeti gereği gibi çalıştı. İran’ın umur-ı maliyyesini ıslaha gayret eden Saniuddevle’yi kendi tebaasına öldürtüp Amerika’dan celb edilen maliye müşavirlerini de koğdurdu. Bilahare bir iki ültimatom ve nota ile metalibini İran hükumet-i zaife ve mağlubesine kahr u tezvir-i hainane ile kabul ettirerek koca Azerbaycan’ın işgaliyle yüzlerce vatanperveranı ulema-yı kiram ve sadat-ı izamı celladane bir surette İranilerin matemli bir gününde –Muharrem’in onunda– darağacına çekip zavallı adamların hayatlarına hatime verdi. Bu kadarla da iktifa etmeyip en sonra umum müslümanların Ali bin Musa er-Rıza hazretlerinin Meşhed’deki merkad-i mübarekini de –ki umum müslümanların ziyaretgahını teşkil ediyor– topa tutup sinin-i vefireden beri müslümanlar tarafından oraya nüzurat ve hedaya kabilinden olarak takdim kılınan asar-ı nadire ve giran-baha ile kütüb-i nefiseyi elegeçirip Petersburg’a göndererek kendi müzesinin tezyinine hizmet etmiştir. Terakkī ve teali şeh-rahına doğru ilerlemekte olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’ye külle yevmin çeşit çeşit müşkilat-ı dahiliyye ve hariciyye ihdasıyla bütün anasır-ı Osmaniyye arasında nifak ve şikak tohumlarını saçarak gah Arnavudları gah Yemenlileri kıyam ve isyana tahrik ile hükumeti kendi umur-ı dahiliyyesiyle meşgūl edip terakkīden alıkoydular. En sonra bunlardan da bir faide göremeyince İtalya hü­ kumetini Trablusgarb ve Bingazi’yi zabt ve temellüke sevk eylediler. Avrupa bunu yapmakta böyle davranmakta kendi nokta-i nazarından ma’zur ve haklı idi. Çünkü alem-i İslamiy­ yet’te görünmeye başlayan nur-ı hidayet ve intibah müslümanları seyr-i seri’-i fevka’l-ade ile semt-i maksuda savb-ı matluba çekip götürdüğünü gören düvel-i Mesihiy­ ye daha işin başlangıcında mukaddimesinde düvel ve hü­ kumat-ı İslamiyyenin amal ve tasavvurat-ı aliyyesine ma­ ni’ ve haylulet icadıyla müslümanları azm ü tasmimlerinden alıkomayacak olurlarsa nihayetü’l-emrde hiçbir şey yapmaya muktedir olamayacaklarını iyiden iyiye biliyorlardı. Binaenaleyh sonra Fas hükumet-i İslamiyyesi’ni zabt ve taksim eylemeyi farz ve vacib bildiler. Buna mukabil Fransa hükumeti İngiltere’nin Mısır’daki hukūkunu Rusya da Almanya’nın İran’daki menafi’-i ticariyyesini kabul ve tasdik etmek suretiyle kozlarını paylaşıp bu yağlı lokmaların kemiklerini de İspanya ve İtalya devletlerine terk eylemek istediler. Devlet-i Osmaniyye ile mücahidin-i rini tahmin etmeyen Avrupa hükumatı İtalyanların Afrika-yı Osmani’deki mağlubiyetlerini görünce izhar-ı hayret etmeye başladılar. Fuzulane bir surette Trablus’u ve Bingazi’yi kendi memalikine zam ve ilhak eden İtalya ilk defa Devlet-i Osmaniyye’ye tazminat vermekle harbin hitam bulacağını tahmin ediyorken bilahare evdeki pazarın çarşıya uymadığını anlayınca Osmanlıları sulha yanaştırmak için en hassas bir noktaya ilişip Avrupalıların müdahalesini da’vet etmeye teşebbüs etti. Çanakkale Boğazı’nın kapanıp açılmasından devlete bir ziyan erişmeyince ve Times ’in ta’bir ve iddiasınca bi-taraf olanların muhariblerden ziyade zarar ve ziyana duçar olduklarını gören İtalya Rusya’nın ima ve işaresiyle müttefiklerinin tasvib ve tensibleriyle Adalar Denizi’ne harekat-ı harbiyyeyi nakil ve tahvil edip Rodos’u muhasara ve işgal eyledi. Akibinde tavassutlar konferanslar kongreler akdi lüzumuna dair olan nakarat birbirini mütevali Avrupa matbuat sahaifini işgal etti. Rusya hükumeti ise Japonya Muharebesi’nde gaib ettiği şeyleri İran ve Osmanlı hükumetlerinden telafi etmeye kendisince karar vermiş olmalıdır ki bir aralık Osmanlı hududuna kendi askerini tahşid etmiş ve bu vesile ile hükumet-i Osmaniyye’yi Saviçbulak ve sair arazi-i İslamiyyeyi yed-i zabta geçirmek ve ötede İtalya’nın metalibini bir takrib ile kabul ettirmek Rusya zannediyordu ki kendi fikrine Avrupa devletlerini konacaktır. Bi’n-netice yanlış yola salik olduğunu İngiltere ve Fransa’nın adem-i muvafakatlarıyla Avusturya ve Almanya’nın tehaşileriyle anlayıverdi. İngiltere ve Fransa hükumetleri bundan ziyade Devlet-i Osmaniyye’yi icbar etmek dayattırmak gibi ısrar ve ibramların neticesini vahim telakkī ettiklerinden tabiatıyla gevşek –bi-taraf– davranmayı kendi menfaatleri uğrunda tercih eylediler. Zira fazla tazyik neticesinde yeryüzünde bulunan bil-cümle müslümanların bi-zar olacaklarını ve dolayısıyla bir Hilal ve Salib muharebesine yol ve sebebiyet verileceğini güzelce biliyorlar. Nitekim bugünkü günde Afrika’daki müslümanların maa iyal ü evlad İtalyanlara karşı muharebe etmekte oldukları halde Fas kabail-i İslamiyyesinin de bir yandan Fransızlar aleyhinde sell-i seyf-i celadet ettiklerine bakılırsa Avrupa devletlerinin ısrar ve taannüdleri neticesinde mesail-i hazıranın pek fena bir şekil ve kılığa gireceğine şübhe etmemelidir. Şimdilik biz müslümanlar için her şeyden elzem ve vacib olan bir şey var ise o da hakīkī bir sabır ve ittihaddır. Huda-nekerde na-çar ve muztar kalacak olursak o zaman muhaberat ve müzakerat-ı diplomatikiyyeden ziyade bütün münazaat ve müşagabatı keskin kılıç halledecektir. FAS AHVALİ Avrupa merakiz-i mühimmesinden vürud etmekte olan telgraf haberleri Fas ahvalinin gittikçe ehemmiyet kesb etmekte olduğunu mutazammındır. Bu telgrafların mahmul olduğu haberlere göre Faslılar Fransızlar aleyhinde kıyam etmiş ve şiddetli muharebelere başlamışlardır. Bu muharebe yavaş yavaş yağmaya başlayarak bulutların her tarafı kaplayıp da kesilmeyen yağmur gibi Fas ikliminin her tarafına sirayet etmiş ve cidden büyük ma’rekelere vak’alara melhamelere mukaddime olacak bir vaz’iyet almıştır. Faslılar Abdülhafiz’in dinine vatanına milletine karşı caiz gördüğü zimam-ı idaresini yedine geçirmek isteyen ırkan ruhen hissen ve fikren maddeten ve ma’nen muhalif olan ecnebi bir hükumetin esiri gibi zir-i mahkumiyetinde kalmaklığı sızlara karşı bu dehşet-nak muharebe ateşini açmışlardı. Fas kabail ve aşairi hain Abdülhafiz’in Fas namına kabul eylediği Fransız himayesini hiçbir vakit asla tanımayacakları sine hiçbir zaman muvafakat etmeyecekleri ve bunun için Fransızlara karşı açtıkları bu muharebede sebat ve devam edecekleri şüphesizdir. Çünkü Faslılar Fransızların Cezayir’e duhulünden bugüne kadar Cezayirlilerin Fransızlara olan sadakat ve fedakarlıklarına rağmen haklarında tatbik etmekte olduğu mezalim ve taaddiyatın tahammül-suz nümunelerini bilmez değillerdir. Evet Faslılar biliyorlar ki komşuları ırk ve dindaşları olan Cezayirliler Fransızlara cansiperane hizmet etmişlerdi. Fransa’nın her hangi tarafla muharebesi oldu ise ibtida Cezayir’den asker tertib edilir ve o tarafa sevk olunur idi. Bu asker ise Fransa için gittiği yerde hem şecaat-i fıtriyyelerini gayret-i mahsusalarını isbat eylemişler idi hatta Almanya muharebesinde ibtidaki Weissenburg Vak’ası’nda nice bin Cezayir canları Fransa’nın namus ve hukūkunu muhafaza muharebesi yok gibi idi. Bugün de böyledir. Hakīkat böyle olduğu halde Cezayirlilerin bu kadar sadakat ve fedakarlıkları mukabilinde Fransa’dan ne mükafat gördüler? Vaktiyle Cezayirliler Dayılar’ı idaresinde Hilafet-i Muazzama-i Osmaniyye’nin rızasına mugayir olarak gördükleri zulüm ve taaddiden kurtulamadılar da Fransızların ellerine geçtiklerinde adaletlere mi gark oldular? Mal namus ırzlarını emniyet ve refah-ı halde mi buldular? Memleketlerinde hiç olmaz ise bir nahiye müdürlüğü şöyle dursun canlarını telef edercesine içinde bulundukları askerliklerinde yüzbaşılık rütbesini ihraz edebilmek kadar hukūk mu kazandılar? Hiçbir şey… Nihayet İmparator Napolyon’un sükūtundan sonra teşekkül eden hey’et tarafından Cezayir’in müstesna bir halde tutulmayıp da asaleten Fransa’nın bulunduğu derecede müsavat üzere idaresi resmen gazeteler ile neşr edilmekle güya i’lan-ı adalet olundu. Fakat ne oldu? Cezayir’in üç eyalete taksimiyle her birinin ikişer meb’usu olmak ve teferruat-ı müessesatının icrasıyla yalnız Musevileri o derece-i müsavata mazhar edilerek müslümanlar bu hukūk-ı telef eden Museviler imiş de Cezayir’de bedevilik ile rast geldiği yerleri gasb u garet eyleyen müslümanlar imiş! mezalimi Faslılar bütün çıplaklığı ile bildiklerinden ve iki seneden beri bu mezalimin aynı kendilerine tatbik edilmekte olduğunu gördüklerinden Fransa himayesine asla razı olmayacakları ve hain-i vatan ve İslam Abdülhafiz’in imza eylediği himayenameyi Fransa’ya yırttırmak ve mukadderat-ı milliyyelerini kendileri idare ve istiklal-i ictimailerini muhafaza etmek için Fransa’ya karşı açtıkları muharebelerinde devam ve bu hususta müdafaası için bütün varlıklarını feda edecekleri pek tabiidir. Bu makaleyi yazmakta olduğum esnada şark ve garbın bütün büyük matbuatıyla beraber alem-i İslam’ın en büyük mecelle-i ilmiyye ve siyasiyyesi olan mu’teber Sebilürreşad ’ın bu muhterem sütunlarında vicdani büyük bir te’sir ve teellüm ile okuduğum şu “Fas’ta ihtilal Fransızların asıp kesmelerine i’damlarına rağmen el-an devam ediyor. Şu son günlerde altmış kişiyi Fransızlar i’dam ettikleri halde cesur Faslılar üzerine bir gune te’sir bahş etmemiştir. Mutaassıb ve dindar ahali vatanına milletine hain olan Mulay Hafiz yerine şürefadan bir zatın emarete intihabına teşebbüs etmişlerdir. Fas kabaili Fransızların memleketlerini yurdlarını zabt u tasarruf etmeye muvafakat etmek istemiyorlar. Fransızlar ise ahaliden zabt ettikleri emlaki iade etmedikleri gibi bu babdaki şikayatı dinlememek için de karar vermişlerdir. Bu politika ile asıl Faslılar Fransızlara ısınamayacakları aşikardır. Enva’-ı mezalim Fransızlar tarafından icra edilmekte ve medeni bir kavim olmadıklarını Faslılar nazarında min külli’l-vücuh isbat etmektedirler.” Sududundaki telehhüf ve teellüm-alud muhrik sözler biçare Fas mazlumlarının meslek-i hazırlarında pay-endaz-ı mukavemet olacaklarına delil ve bürhandır. Faslılar kendilerini bir ecnebi hükumetin taht-ı esaretinde görmek ve mezalimini çekmek istemediklerinden istiklal-i millilerini müdafaa için silaha sarılmışlardır. Fransızlar Fas gibi Cezayir’de Afrika’da Asya’da her nam ile istila eyledikleri fakat Faslılar o adaletten zerre kadar nasibedar olmamışlardır. Nihayet bunu anlayan Faslılar şimdi ortaya atılmışlar uğraşıyorlar. Fakat muvaffak olabilecekler mi? Burasını işlerin bundan sonra kesb edeceği suret-i hal gösterecektir. Eğer Faslılar şu hareket-i ihtilaliyye ve muharebe-i milliyyelerini yalnız istiklallerini iade etmek ve ele geçirmeye hasr edip de yekdiğerlerinin ittifak ve ittihadından ayrılmazlar her hal ve hareketlerini yolunda tutarak yeni sultanın emri haricine çıkmazlar ve muharebenin bütün metaib ve mezahimini iktihamda sebat ve metanet gösterirlerse nail-i emel olabilirler. Ancak aralarında ittifak olmayarak her kabile kendi başına birer heva-yı ihtilale düşer de bir kısmı muharebede sebat ve mukavemet göstermek tarafını iltizam diğer kısmı dahi Fransızların eslihalarına altın ve hilelerine kapılmak tarafını cekleri emsaliyle müberhen olan ahval-i mücerrebedendir. Belki böyle müteferrik bir surette hareketleri bundan sonra bütün bütün perişan ve sefalete duçar olmalarını intac edecektir ki Fransızların dahili erbab-ı ihtilale bir kere galib gelmesiyle bunların bu sırada hareket-i ihtilaliyyede bulunmamış olan müslümanların nihayet derece tenkillerine i’tina ve dikkat eyleyeceği müsellem bir keyfiyettir. Muharebenin Faslılar nokta-i nazarınca olan suver ve eşkali budur. Fransızlara gelince bunu ikinci bir makalede tedkīk ederiz. ---- MEKATIB ---- NIL’DE SALIB VE HILAL Medeniyeti insaniyeti yalnız kendilerine mahsus bir tabiat-ı saniyye addeden ve bu isti’dada malikiyet ancak mezheb-i Hıristiyaniyyenin ilkaat-ı ruhaniyyesinden olduğu ze­ habına düşen taassubu ise –lisan-ı Osmani’deki ma’nasıyla– alem-i İslam’ın kılıç ile kazandıkları mezhebleri iktizasından olduğu iddiasında bulunan millet-i Hıristiyaniyyenin kisve-i ruhbaniyyesine bürünmüş bir zat artık medeniyetin evc-i balasına varmaya ramak kalmış dedikleri bu yirminci asırda medeniyet ve insaniyet namını adeta tahkīr edercesine bazı neşriyatta bulunuyor. Eğer medeniyet ve insaniyetin ma’na-yı hakīkīsi bizim anladığımız gibi “Cenab-ı Hakk’ın beşere ihsan buyurduğu fezail-i evsaf-ı ruhaniyye ve kalbiyye hüsn-i hal ve refah ile sanayi’ ve ticaretin semere-i hal-i hazırından bi-hakkın istifade etmek üzere hal-i asayişte yaşamak” demek olmayıp “alem-i beşeri ve mezhebleri yekdiğerine karşı kıyam ettirip boğazlaştırmak” demek ise ona alem-i İslam’ın hiçbir diyeceği kalmaz. Hazret-i İsa as ashabına: “Dünyanın her köşesine gidiniz namıma her kavme telkīn ediniz size ne emr ettim ise onları öğretiniz. Size eza ve cefa olunur belki seriniz vücudunuzdan cüda olunur lakin bunların hepsine benim için tahammül ediniz” dediğini millet-i Hıristiyaniyyenin yanlış tefsir etmiş oldukları anlaşılıyor. Zira bugün memleketimizdeki rahat ve huzuru selb eden kimlerdir? Memleketimizde din muharebesine ibtida eden kimdir? Trablus Muharebesi bir din muharebesi olduğunu İtalyanlar aleni söyledikleri gibi resimlerle dahi aleme gösteriyorlar. Madem ki bizim medeni olmadığımızı ve Avrupa’ya pek karib bulunmadığımızdan ona eşedd-i ihtiyacımızı iddia ediyorlar; hiç olmaz dik ediyorlar da niçin rah-ı terakkīde önümüze bir sedd-i azim çekiyorlar? Bugün aleyhimize kıyam eden hükumet Katolik milletine mensub olduğundan Katoliklik ile Protestanlık beyninde mevcud olan zıddiyet-i azimeye ve Protestanlığın bidayet-i intişarında Protestan mezhebini kabul eden biçarelerden binlercesini Katoliklerin cayır cayır ateşte yakdıklarına rağmen bugün en büyük ve sahib-i nüfuz Protestan milletlerinin İtalya vahşetine karşı nazar-ı la-kaydi ile bi-hareket durmaları acaba neye mübtenidir? Kıyam İslam aleyhine olduğu için her ne kadar doğrudan doğruya iltizam değilse de ma’nen muavenet demek olduğunu ima etmez mi? İşte bu halin medeniyetten mi yoksa bize atf olunan mutaassıblığın fazla mikdarda kendilerinde bulunduğundan mı tevellüd ettiğini kariin-i kiramın hükmüne terk eylerim. Biz bugün bu adaletsizlikleri Avrupa’nın İslam aleyhindeki bu hareketleri yalnız kayd ile iktifa ederiz. Bir gün gelecek elbet bunların hesabı görülecektir. Ben temenni ederim ki bugün bütün Avrupa memalikinde dolaşan müslümanlar boş yere vakit geçirmeyip aleyhimizde kurulan bütün entrikaları tedkīk ederek görsünler ve vatandaşlarımızın enzar-ı tarafında bulundurdukları adamları vasıtasıyla her gün ahval-i ve mufassal haberler aldıkları halde biz Avrupa’da bulunan vatandaşlar dindaşlar neden aleyhimizde çevrilen entrikalardan yekdiğerimizi haberdar etmeyelim? Fakat vatandaşlarımız da bu yazdıklarımızı kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı daha. Bu kısa fakat ma’nası çok sözleri okuyarak derin derin düşünmeli ve buna karşı ne yapmak lazımsa hiçbir fedakarlıktan çekinmeyerek yapmalı. Mısır ve Nil-i ulya cihetlerine seyahat eden Neomark’da Forstenfeld’de ruhbaniyet ile meşgūl Kudüs Protestan Medresesi Ulum-ı Atika Meclisi a’zasından Doktor Feylesof Julius Bomer’in sene-i Efrenciyye’sinde: “Nil’de Salib ve Hilal” Namıyla te’lif eylediği kitabı: “ Salib Hilal Salib ve Hilal Muharebede” namlarıyla üç kısma taksim eder ve mukaddimesine de şu yolda başlar: “ Temmuz’unda hemen üçüncü defa olarak memalik-i Osmaniyye’de meşrutiyet i’lan olundu. Bununla da henüz nihayetinin neye müncer olacağı şimdiden tahmin ve takdir olunamayacak bir takım karışıklıkların vücud bulmasına sebeb olduğu gibi el-an kağıd üzerinde memalik-i Osmaniyye’nin bir cüz’ü addolunan halbuki otuz bu kadar seneden beri İngilizlerin taht-ı idaresinde bulunan Mısır kıt’ası da alemin nazar-ı dikkatini kendi üzerine celb eyliyor. Kıt’a-i mezkure henüz Türkiye’nin idaresi tahtında iken bulunduğu hal ile şimdiki hali kıyas edilecek olursa fark hemen gece meşrutiyetle idarenin Mısırlılara şümulü yok mudur? Genç Mısırlılar Cenevre’de tecemmu’ ederek: Türkiye’nin cihat-ı sairesinde icra olunan teşekkülat ve teceddüdat tebaa-i Osmaniyyeden bulunduğumuz için bizim de hakkımızdır… diyerek Genç Türklerin bu kadar senelerden beri Paris’de meşrutiyet için tertib ettikleri planlar üzerinde terk ettikleri olanca kuvvetleriyle çalışıyorlar. Maamafih Genç Mısrilerin hareketleri evvel ve ahir nail-i emel ve maksad olacaklarına hiç şübhe bırakmaz ise de; istikbalde Mısır kıt’ası üzerine söylenecek kat’i sözü acaba Hilal mi yoksa Salib mi söyleyecek olduğu en ziyade şayan-ı ehemmiyyet bir sual olduğundan Avrupa medeni garb devletleri hususiyle alem-i Hıristiyani buna ziyadesiyle hisse-mend olduklarından nazar-ı bi-kaydi ra müteallik mezhebleri yekdiğeriyle kıyas birbirlerine karşı olan rekabeti nazar-ı dikkate alarak her şeyin ta balasından ka’rına kadar olan ahvali ayne’l-yakīn müşahede ile layık olan hükmü vermeli! Bununla beraber alem-i İslam ile Hıristiyanlık henüz vakti muayyen olmayan bir zamanda mahal mahal yekdiğerleriyle suret-i ciddiyyede çarpışacaklarını kimse hatırdan çıkarmamalıdır. Düşecek zar ne Vüsta Afrika’da ne de Hind’de olmayıp yalnız Mısır’dadır. Burada kimin menfaatine zar düşer ise onunla alem-i İslam’ın bekasına veya adem-i bekasına hüküm verilmiş olur. “Onun içindir ki hıristiyanlar daima gözlerini açık bulundurarak Mısır’a atf etmelidir. İslam ile Hıristiyanlık beyninde vukūu ihzar olunmakta olan bu kat’i son muharebeye hisse-mend olunuz. Hıristiyanlığa dilsiz bir şahid olmayınız. El birliğiyle icraata sarılınız. İslamı mağlub etmeye yardım ediniz. Herkes kendi hissesine isabet edeni yapsın!..” Zavallı İslamların mahvına uğraşan Hıristiyaniyet’in yekdiğerine karşı olan teşvikatından ibret alalım da onların ihzar etmekte oldukları hücumlarına karşı bir kütle-i vahide halinde kendimizi ve din-i mukaddesimizi müdafaa etmek sa’y ü gayret etsin. Cenab-ı Hak adildir. Başkası için kazdığı kuyuya insan kendi düşer. HAYAT-I AKVAM-I İSLAMİYYE BOSNA MÜSLÜMANLARI senesinin ilkbaharı esnasında Bosna müntesibin-i müslüman kardeşlerimizin nazargah-ı ıttılaına arz etmek isterim. Evvela bunu mucib olan esbabı bir mukaddime ile izah edeyim: Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından istilası üzerine hükumet-i müşarun-ileyha –bütün umura vaz’-ı yed ettiği gibi– evkaf-ı İslamiyyeyi dahi nezareti altına almış ve istediği gibi yirmi sekiz sene kullanmıştır. Memleketimiz müslümanlarının intibahı üzerine hükumetten vukū’ bulan mütalebatı miyanında evkaf ve maarif-i İslamiyyenin istiklali mes’elesi mühim bir mevki’ işgal ediyordu. On sene kadar devam eden mücahede neticesinde müslümanlar evkaf ve maarif-i İslamiyye muhtariyetine nail oldular. Bu muhtariyetin hududu İslam ve hükumet murahhasları arasında vukū’ bulan ictima’larda kabul edilen “Evkaf ve Maarif-i İslamiyye Muhtariyeti Nizamnamesi” ile ta’yin edilmiştir. Tabiidir ki bu muvaffakiyet bütün müslümanları derece-i nihayede memnun etmiştir. Bununla müslümanlar artık isbat-ı rüşd ederek kendi mallarına vaz’-ı yed etmiş oluyorlar. Umur-ı evkaf ve maarifin tedviri için iki hey’et-i müntehabe maliyyesi hakkında mukarreratta bulunur diğeri ise mukarreratı şer’-i şerife muvafık bulduğu halde kabul ve maarif-i ba’de’l-müzakere ittihaz eder. Umur-ı maliyyenin tedviri vazifesiyle mükellef olan hey’­ et her sancaktan gönderilen dörder meb’ustan teşekkül e­ der. İkinci hey’et ise her kazanın tabi’ oldukları sancağa gönderecekleri iki murahhastan teşekkül eden hey’etin Saraybosna’ya gönderecekleri ilmiyeye mensub iki murahhas nazaran on iki alimden teşekkül eden bu hey’ete “Hacegan Meclisi” denilir. Bu son meclis reisü’l-ulema ile dört refikini müfti umur-ı maliyyeyi tedvir eden hey’etin a’za-yı tabiiyyesi addedilirler. Her iki meclis Reisü’l-ulemanın riyaseti altında Evkafın umur-ı maliyyesi Meclis-i Evkaf’ın intihab ettiği hey’et-i idare tarafından rü’yet edilir. Hey’et-i İdare’ye riyaset eden zat Evkaf Müdiri namı altında tedvir-i umur eder. Bizdeki teşkilat-ı ilmiyye hakkında şu muhtasar ma’­ lu­ mat­ tan sonra iki hey’etin münasebat-ı mütekabilesini ted­ kīk edelim: Birinci intihabatta mevki’-i iktidara geçen bu iki hey’et arasında daha ibtida-yı faaliyyette ihtilaf hasıl olmaya başlamıştır. olduğu üç müftiliğe –evvelkilerin vefatına mebni– diğerlerini ta’yin etmemesinden ileri geliyordu. Tabaka-i münevverenin bu tekasüle hiddet etmeleri ber-vech-i zir esbabdan neş’et ediyordu: Reisü’l-ulema bir müftilik mahalli açılınca üç ay zarfında diğer birisini makam-ı iftaya ta’yine Muhtariyet Nizamnamesi’nin madde-i mahsusası mucebince mecburdur. Hükumet her ne kadar bu nizamnamenin kafili sıfatıyla reisi buna milliyyelerini te’hire uğratabildiğinden hiç ses çıkarmıyordu. Her müftinin Nizamname’nin mevadd-ı mahsusasıyla muayyen vezaifi vardır. Makam-ı mezkurda eğer ondan mes’ul edilecek zevat bulunmazlarsa umur-ı mezkurenin son derecede mutazarrır olacakları muhakkaktır. bulmuştur. Ehemmiyetine mebni onu bir parça mufassal olarak izah edeceğim: Bosna’nın birçok taraflarında vakfın hali emlaki vardır. Vakıf bu mahallerden hiçbir faide görmediği halde hükumete bunlar için ağır vergiler vermek mecburiyetinde bulunuyor. Halbuki o mahallere binalar edadan sonra– % ila varidat te’min ederlerdi. İşte bu te muhalifdir” diyerek ibraz-ı muhalefet ettiler. Maa-haza bu mes’ele Fetvahane’den istifta edilerek terakkīperverlerin arzusu vechile halledilmiştir. Yukarıdaki müftilerin adem-i ta’yini mes’elesinde reisin de bir takım esbab-ı indiyyesi vardır. Çünkü bu üç mevki’ açık kaldıkça onları gaye-i amal edinen ulema –menfaatleri muktezası olarak– reise hoş görünmeye ona –velev vicdanlarına muhalif olsun– tarafdar olmaya mecburdurlar. Reis de bil-mukabele müftileri ta’yin etmeyerek bunu emel edinen ulemayı kendisine karşı beyne’l-havf ve’r-reca bir hale koymayı menfaati iktizasından addedeceği şüphesizdir. Fakat bu esbabın vatanperverane olmadığını yukarıdaki satırları okuyanların derhal kabul edecekleri bence muhakkaktır. Üçüncü ihtilaf nisvanın tarz-ı terbiyyesi mes’elesinde zuhur etmiştir. Yegane bu mes’elede Reisü’l-ulema’yı haklı görüyorum. Bu mes’elede kuteh-bin terakkīperverler son derece saçmaladılar. İlmiyyenin irticaı hakkında uzun ve müheyyiç makaleler neşr ettiler. Makalelerinde her ne kadar o kadar açığa çıkamıyor idiyseler de hususi mahfillerde hacelerin memleketten tard edilmeyince terakkīnin adem-i imkanından bahs ediyorlardı. Cehaletlerinden Otuz Bir Martı tertib edenlerin ilmiyye olduğunu zannederek makalelerine “İkinci Bir Otuz Bir Mart” namlarını verdiler. Bereket versin ki idare-i örfiyyenin ikamesi ellerinde değildi yoksa zavallı hacelerin hali hakīkaten yaman olurdu. Zükur ve nisvan mekteplerinin proğramlarını tertib için toplanan hey’et mantıkī cevaplar vermekten geri kalmadı gir oldu. Reisü’l-ulema’ya her taraftan hem-fikir bulunduğuna dair yüzlerce telgraflar vürud etti. Ataletinden dolayı enzar-ı ammeden sükūta başlayan Reisü’l-ulema bu mes’ele sayesinde oldukça te’min-i mevki’ etmeye başladı. Bugüne kadar birisi İlmiye Cem’iyeti’nin teşkilinden bahs etmiş olsaydı herkes gülerdi. Fakat bu tecavüzler Bosna müntesibin-i ilmiyyesinin intibahına sebeb oldu. Bu tecavüzleri bir hafta geçmemiş idi ki gazetelerde bütün meslekdaşlar cem’iyet-i mezkurenin teşkili Terakkīperveran mehafilinde bu haber hayret ve istihfafı mu­ cib oldu: “Ya! Haceler de adam olacakmış!” avazeleri her yerde işitiliyordu. Zavallı ilmiye müşkil bir mevki’de hayr-hahide imtiyazlı olmak iddiasında bulunuyorlar. Acizleri de meslekdaşların bu ictimaında bulundu. Hey’et-i mü­ rettibenin tanzim ettiği proğram huzzar önünde okundu. Proğramın esası meslekdaşların terfih-i ahvali hayat-ı ma-vudı’a lehine sarfı için cem’iyetin sarf-ı dikkat etmesi gibi mevadd-ı mühimmeyi havidir. Burada tesadüf ettiğim bir halet-i ruhiyyeyi kayd etmekten kendimi alamıyorum. Mezkur ictima’da isbat-ı vücud kabul etmemek istediler. Fakat hüviyet varakamı göstererek zorla kendimi kabul ettirdim. Bu vak’ada feslilere karşı bir adem-i emniyyet bir ma’na-yı iğbirar istişmam ediliyor. Ma’lum ya! Her yerde hükmü cari bir kaide vardır: “Her amel aksü’l-ameli mucib olur” İşte benim başıma gelen bu vak’ayı ancak bu surette tefsir edebiliriz. Az kaldı bu aksü’l-amel kaidesinin kurbanı ben olacaktım. Program teferruatta bazı mevaddın tebdili ile huzzar tarafından kabul edildi. Hey’et-i mürettibeye hükumete tasdik ettirmek vazifesi verildi. Proğram maddesinin ne raddeye geldiğini bilemem. Yalnız diyebilirim ki cem’iyet rüşeym halindedir. Temenni ederim ki inkişafat-ı lazımesini idrak için mahir ellere tevdi’ edilsin. Fakat ne çare ki alem-i İslam’ın bir maraz-ı ruhisi var korkarım ki bizim Bosna Cem’iyet-i mıza ric’at ederiz. Bu müdhiş bir hastalıktır. Akıllı geçinenlerimizin dir. Bir millet ne kadar hamiyet-mend olursa kendisinde fikr-i ta’kīb olmadıktan sonra hiçbir hareketi muvaffakiyetle neticelenmez. Bu hastalık ale’l-husus ilmiye sınıfında had bir dereceyi bulmuştur. Zavallı hacelerin her fikr-i teşebbüs ve ta’kībi nemnak medrese odalarının mütefessih havasında çürüyüp gidiyor. Onlardan bazıları mükemmel bir alim çıkıyorlarsa da nazari bir adem olmaktan öteye gidemiyorlar. Bu maddi asırda ise nazariyatın para etmediği cihanın ma’lumudur. Temenni ederim ki cem’iyet-i mezkurenin hey’et-i idaresinde ameli bir adem bulunsun da cem’iyetten beklenilen faide hasıl olsun. Bir de en ziyade şayan-ı dikkat olan cihet müstakbel hacelerin cesaret-i medeniyyeye sahib olarak yetiştirilmeleridir. budur. Mesela: Şöhret-i şayia ashabı tarafından serd edilen ma’nasız bir fikir genç meslekdaşlar tarafından duçar-ı i’tiraz olursa simalarda bir adem-i hoşnudi nümayan olur. Öyle ulema ister ki kendi fikrini bila-perva herkese karşı söylemek cesaretinde bulunabileceği gibi en muhalif bir fikri dinlemek hürriyetperverliğinde de bulunsun. Maa’t-teessüf bu cihetler pek nakısdır. Fakat bundan me’yus olmak iktiza etmez. Bu rında İslamiyet dairesinde hürriyetperver ve azim ve cesaret sahibi birkaç alime tesadüf ettim. Makalemin baş tarafında söylediğim iki hadise-i mühimmenin birisi işte Cem’iyet-i İlmiyye’nin teşkili mes’elesidir. Zannedersem bunu ehemmiyetli telakkī etmekte siz de benim ile hem-fikirsiniz. Benim fikrimce alem-i İslam’ın mütenasibdir. Bu cem’iyet vakıa bir lüzum-ı tedafüi üzerine teşkil olunmuştur. Fakat bir cem’iyetin müntesiblerini muvaffakiyetle müdafaa edebilmesi için esliha-i cedide lüzumu ona herkesin muhtac olduğu fikri girer. Bu tenebbüh meslektaşlara ta’mim-i maarif lüzumunu ve bu sahada seldikten sonra ötesi kolaydır. Onlar o zaman alem-i İslam’ın rehber-i terakkī ve necatı olurlar. Bütün parlak temenniler hamiyet-mendane emeller ancak onların faaliyetleri sayesinde tahakkuk eder. ŞUUN OSMANLI-İTALYAN MUHAREBESI Atideki ma’lumat Darü’l-cihaddaki İslam kumandanlarının tebliğ edilmiştir: Mayıs’ın on sekizinde İtalyanlar Bükmüş cihetinden mevakiimizin cenub ve şark-ı cenubi cihetlerini ya top ve bir takım mitralyöz ile taarruza teşebbüslerinde küllimizden derhal gönderilen piyade ve süvari kuvveti harbe mekle düşman bidayette firar eylemiş ve bilahare bu firar bir ric’at-i münhezimeye inkılab etmiştir. Düşman firarında edevat-ı istihkamiyye ve külliyetli fişenk terk etmiştir. Dört saat imtidad eden piyade ve topçu muharebesinde İtalyanlar külliyetli telefat vermişlerdir. Bizim zayiatımız beş şehid ve yirmi üç mecruhdan ibarettir. Mayıs’ın yedisinde dahi düşman istihkamatına karib kurulan pusulardan düşman devriyesinden iki kişi itlaf ve üç ferdi cerh edilmiştir. Maktulini kaldırmaya gelen müfrezeye de üç telef daha verdirilerek bir cesed kaldırmalarına mahal vermeden kaçırılmışlardır. Muahharan düşman top ateşi himayesinde olarak bir bölük asker sevk ile cesedleri kaldırabilmişlerdir. Mücahidinimiz bu ateşe rağmen selametle avdete muvaffak olmuşlardır. Mayıs’ın ’inci gecesinde Humus’da şehir düşmanın matbahından bil-cümle edevat-ı tabhiyye ile erzakı almış ve diğer bir müfreze düşmanın bir telefon hattını kamilen kaldırmış ve üçüncü bir müfreze dahi düşman istihkamının tel örgülerini kat’ ve develerle ordugahımıza kadar nakl eylemiştir. Mayıs’ın ’ünde Humus’da bir keşf-i taarruzi O gün düşman istihkamına hücum olunarak mezkur istihkam zabt ve kişi itlaf ve külliyetli cephane ve bir mikdar esliha iğtinam olunmuştur. Mayıs’ın ’inde düşman mezkur istihkamı akşama kadar devam eden muharebe neticesinde istihkamı tekrar terkle kısmen şehre ve kısmen Merkab tepesine firar etmiştir. bah bir buçuk fırkalık bir kuvvetle Zanzur’un tahkim edilmiş olan cebhesine ve bir fırka ile dahi cihet-i şarkiyyesine taarruz eylemişlerdir. Muharebeye filo ve istihkamatın cesim topları ile iki batarya cebel ve dört batarya seyyar top iştirak ederek harb yedi buçuk saat bila-fasıla devam eylemiştir. Sol cenahımızın düşman filosu tarafından şiddetli surette bombardıman edilmesi mezkur cenahımızın terk-i mevki’ etmesini icab ettirmiş ise de hatt-ı müdafaamızın diğer aksamı cephaneleri tükeninceye kadar kahramanane bir surette müdafaada bulunarak ve nihayet boğaz boğaza gelinceye kadar terk-i mevki’ eylememişlerdir. Fakat düşmanın adeden olan tefevvuk-ı azimi karşısında bilahare geri çekilmeye mecburiyet hasıl olmuştur. Hey’et-i umumiyyesi i’tibarıyla bu harb son derece hunrizane bir surette cereyan etmiştir. Ve esna-yı harbde mücahidinin irae eylediği sebat ve metanet ve şecaat her türlü tasvir ve tasavvurun fevkinde bulunmuştur. Düşmanın telefatı be-heme-hal bini mütecaviz olup bizim tarafdaki şühedanın adedi ise yüz elli ve mecruhinin üç yüz ve küsurdur. Süvari Yüzbaşısı Abdullah Efendi bu muharebede rütbe-i şehadeti ihraz eylemiştir. Urbanı hükumet-i Osmaniyye aleyhine tahrik eylemek üzere İtalyanların vapurla Susa’ya çıkardıkları Muhammed Ebu Abdülcelil yaklanarak avdet eylemediği cihetle düşman Mayıs’ın on sekizinde Seyyidü’l-Merasin’e bir torpido geçer göndermiş idi. Mezkur torpido geçer ertesi günü bir sandal indirerek sahile yaklaşmak istemiş ise de müfreze-i askeriyyemiz tarafından ateş edilmiş ve binaenaleyh akşama kadar sahili top ateşiyle döğmüştür. Torpido geçer Mayıs’ın yirmisinde Susa’ya gelerek orada top mermisi atmış ise de yalnız bir yel değirmeninden başka tahribat icra edememiştir. Mayıs’ın ’inci günü Bingazi’de kişilik bir müfrezemiz ileri hat istihkamını geçerek istihkamı geriye rabt eden telefon hattını kat’ eder ve en gerideki Sabiri pusu tertib eyler ba’dehu müfreze kumandanıyla refiki yalnız başlarına ilerleyerek birinci hat tel örgüsünü sökerler ve rında İtalya efrad-ı askeriyyesini uykuda bulurlar. Ve üçünün silahlarını ellerinden almalarıyla cümlesi gözlerini açarlar ve karşılarında mücahidinimizi ateşe müheyya bir vaz’iyette görmeleriyle korkup bila-mukavemet firar etmeye başlarlar. Bunun üzerine bizimkiler de kahramanane iğtinam ettikleri silahlarla salimen avdet ederler. Ertesi günü bütün düşman tarafından bütün Bingazi ormanlıkları süvarimiz üzerine bir buçuk saat kadar top ateşi açılmış ve Mayıs’ın ’üncü günü dahi bir balon çıkarılıp altı bomba atılmış ise de hiçbir zarar olmamıştır. Ordugah-ı Osmani’den Mayıs’ın on üçüncü gecesi Tobruk ilerisine gönderilen bir müfreze geceyi düşmanın avcı siperlerinde pusu suretiyle imrar ederek sabahleyin saat onda bir Arab kulavuzunu ta’kīben ilerlemeye başlayan bir zabit kumandasındaki yirmi kişilik avcı ve onu ta’kīben emniyet tertibatıyla üç tabur piyade ve iki cebel bataryası ve mitralyöze karşı vaz’iyet-i lazımeyi ahz ederek avcının takarrubunda mükerreren edilen yaylım ateşinden zabit mecruh olmuş ve altı nefer maktul düşmüştür. Düşmanın diğer neferatı tüfenklerini bırakarak ve sürünerek çekilmeye mecbur olmuşlardır. Bunun üzerine gerideki kısm-ı külli istihkamattan atılan top ve mitralyöz ateşinin himayesinde olarak küçük müfrezemizi ihata teşebbüsünde bulunmuş ise de müfrezemiz tarafından vaki’ olan ve bir buçuk saat imtidad eden mukabele-i şedide üzerine düşmana yetmişten ziyade maktul ve bir o kadar da mecruh verdirilerek ve o sırada muavenete şitab eden asker ve milis efradın himmetleriyle de düşmana savlet ve hücum olunarak verdiği zayiat-ı külliyyeden zaten kuvve-i ma’neviyyesi kırılmış olan düşman münhezimen firara mecbur olmuştur. Bazı ganaimi hamilen vürud eden guzatta zayiat olmadığı görülmüştür. Trablusgarb Meb’usu mücahid-i muhterem Süleyman elBaruni Efendi’nin Haziran tarihiyle Düheybat’tan Osmanlı Meclis-i Meb’usanı’na çekdiği telgraftır: “Düşmanımızın bir gün olsun muzaffer olduğuna veya olacağına zahib olmayarak avn-i Bari ile daima makhur olacağına i’timad edelim. Düşman Kasr-ı Gümüş’ten büyük bir kuvvetle altı defadır huruc ettiği berri ve bahri toplarla baran-ı bela gibi mermiler yağdırdığı halde hamd olsun her defasında münhezimen ric’at etti. Hazır bulunduğum Mayıs sene muharebesinde asakir ve mücahidinin hayret-bahş-ı ukūl ve mefahir-i Osmaniyyeyi te’yid edecek azm ü sebatını görmekle ve Füruva’dan Zanzor’a kadar sevahil karakollarını devrimde dahi şan ve şevket-i Osmaniyyeyi dinin hamiyet ve hamaset-i vatanperverane ile meşbu’ ve mütevekkil olduklarını müşahede ile kariru’l-ayn-ı mübahat ve mefharet oldum. Muhterem arkadaşlarım önünüzde bir gün vardır ki o günde ya alem-i insaniyyeti mesrur veya mahzun bırakacaksınız. O günde millet-i Osmaniyyeyi ya evc-i kemal-i şevkete ıs’ad yahud ifna-yı hayat edeceksiniz. O günde ittihaz edilecek hatt-ı hareket ya muhasamaya hatime verecek veyahud maazallah taksime fatiha olacaktır. Arkadaşlar! Bizi terk etmeyiniz. Selamet-i millet namına canımızı hayatımızı feda etmekteki azm ü sebatımız bir kitle-i mücahidinin yed-i hamiyyet ve salabetine mevdu’ bir gayretten ibaret olduğunu nazar-ı ibretten dur tutmayalım ... va’d-i celiline i’timad edelim. Düşman tecavüzat-ı zalimanesine nihayet vermezse sevahildeki erzak ve cephaneler dahile nakl ve İtalyanlar tard ve darbe-i şedide vurulduğu halde kahr u iflastan ve düvel-i muazzama sınıfından sükūttan başka ne netice verecektir? Hasıl olan i’timadımıza halel verecek bir musalahaya rıza gösterdiğiniz takdirde hür olan ümmetlere şark alemine ve bil-hassa alem-i İslam’a karşı ne yüzünüz kalacaktır? Kella sümme kella… İşte bu sene devre-i ictimaiyyesinden bunu taleb ve istirhamdan başka bir şey istemeyiz. Terk edilsek bile cennet-mekan Sultan Osman ve Fatih’in ma’neviyatına istinaden liva-yı muhteşemleri altında avn-i Hak’la düşmanımızı kahr u tenkil veya son nefese kadar uğraşarak şeref-i şehadeti tahsil edeceğiz. Vilayetimiz sair memalik-i mahruse-i Osmaniyyeye nisbetle min külli’l-vücuh müftekır iken hamden li’llah oldu. İnşaallah bilahare de olacaktır. Düşman gece ve gündüz cehennem-asa binlerce mermi yağdırdığı halde karaya ayak atmaya bile muvaffak olamadı. Takririni takdim ettim Trablusgarb’da bulunan erkan-ı harbiyye binbaşılarından mücahid-i muhterem Enver Bey’in hidemat-ı cansiperanesine mebni rütbesinin kaimmakamlığa terfii irade-i seniyyeye iktiran etmekle mahalline Harbiye Nezareti’nden ba-telgraf iş’ar olunmuştur. Tayyare ianesi olarak Trablus ordumuzun Derne karargahında bulunan ümera ve zabitan ve meşayih ve urban-ı muhtereme tarafından İngiliz ve Fransız ve Osmanlı lirasıyla bir buçuk mecidiye ihda ve mebaliğ-i mezkurenin Harbiye Nezareti’ne irsal kılındığı Derne Mutasarrıf ve Umum Kumandanı mücahid-i muhterem Enver Bey tarafından Muavenet-i Milliyye Cem’iyyeti merkezine bildirilmiştir. Anadolu refikımize gelen bir mektubda beyan olunduğuna göre Rodos’da Uzgur Muharebesi’nde yaşında bir İslam delikanlısı mücahidinin evvel sınıfında bulunuyordu. Birden bire düşman şiddetli bir top ve mitralyöz ateşi açmış ve önde epeyce ilerlemiş olan delikanlı mitralyözlerin kurşunların ateşi içinde kalmış barut dumanları içinde görünmez olmuştu. Koca kahraman bundan korkup şaşıracağı yerde bilakis bulunduğu mevkii bırakmamış ve mütemadiyen kurşun atarak sabaha kadar muharebe etmiştir. Vazifesine eskisi gibi –hem zamm-ı maaşla– devam etmek üzere İtalyanlar tarafından vaki’ olan teklifi kabul etmeyen Rodos Rüsumat Müdiriyeti Hey’eti ile bazı me’murlar Hidiviyet’in Saidiye vapuruyla şehrimize gelmişlerdir. Rodos’un işgalinden beri üç haftalık gümrük hasılatı on beş bin franga baliğ olarak Rodos Maliye Sandığı’na teslim olunmuştur. Trab­ lus’ta sahil eşrafından Hasan bin Herzes’in haremi hemşiresi refakatlerinde altı kadın olduğu halde şehir dahilinde Salıpazarı’ndan geçerken İtalyan neferleri yanlarına gelerek mestur bulunan yüzlerini açmalarını ve kendilerine teslim olmalarını söylerler. İffetleri duçar-ı hakaret olan zavallı kadınlar tekliflerini reddederler. İtalyanlar bu mukavemete ateşle mukabele ederek Hasan bin Herzes’in haremi ve hemşiresiyle Mahmud ez-Zinari’nin ailesini şehid ve diğer beş kadını cerh ederler. § Şeyh Busayr’a ziyaret için gelen on beş kadına yine ruada bulunurlar. Muhafaza-i namus kaydıyla muhalefette bulunanlar süngü darbeleri altında feda-yı hayat ederler ki bunlardan birisi Trablusgarb tüccar-ı mu’teberesinden Hacı Miftah Efendi’nin zevcesi Halime Hanım’dır. § İhtirasat-ı behimiyyelerinin teskini maksadıyla yapılan bu cinayetler İtalyanların reda’et-i ahlakıyyesini gösterir. Namus ve hürriyetlerini müdafaa eden zavallı halk İtalyanların nazarında gayr-ı kabil-i afv görülmüş ve kıyafet-i milliyyeyi labis olmak da İtalyanların nazarında mucib-i i’dam bir hareket addedilmiş bu sıralarda bila-tefrik kime tesadüf etmişlerse kimi ellerine geçirmişler ise feci’ bir surette i’dam eylemişlerdir. § Sahil ve Müneyşe taraflarında İtalyanların kurban-ı mezalimi olan ma’sumların bir cedveli yevmi gazetelerde neşr olunmuştur. Trablusgarb’dan gönderilen bu cedvelde gösterildiği üzere birçok kadınlar zalim vahşi İtalyanlar tarafından zebh edildiği gibi birçokları da fi’l-i şeni’ icra edildikten sonra koyunlar gibi kesilmiştir. Bu kadar mezalim ve vahşeti yaptırtan Avrupa medeniyet-i sefilesi artık insafa gelsin de İslamı bu kadar ezmesin ezdirmesin. Yoksa cihan kana boyanacaktır. § Osmanlı Ajansı Derne ahalisinden iki kişinin İtalyanlar tarafından i’dam edildiğini Haziran tarihiyle istihbar e­ diyor. Bunlardan biri bila-müsaade-i mahsusa girdiğinden diğeri İtalyanların yerlilerden teşkiline çalıştıkları alaya dahil olmaktan ve kendisine cebren giydirilmek istenilen İtalyan üniformasını yırtmasından dolayı i’dam edilmiştir. Bu ikincisine formasını telebbüs etmesi tekrar teklif edilmiş ise de hakīkī kahraman Derneli hem-mezhebi üzerine ateş etmekten ise ölmeyi tercih edeceğini bila-perva söylemiştir. Bunun üzerine biçare Derneli İtalyanlar tarafından bila-rahm i’dam edilmiştir. § Rodos’tan Anadolu refikımıza Mayıs tarihli bir mektubla yazıldığına göre İstinaf Başkatibi Ali Efendi’nin elleri ayakları zincirle bağlanıp arkasına demirler sarılıp altı gün altı gece işkence edildiği halde askerleri zabtiyeleri köylerde alenen katl eden Rumlar serbest geziyor. Müebbed kürek cezasına mahkum bir Arab zindanda hastalandığı haber verilmesi üzerine doktor gelir muayeneden sonra İngiliz tozu bağlar iki yüzü mütecaviz mevkūflar huzurunda odanın birisine yalnız habs eder gider. § Milel-i saireye bahren gelip gitmek için müsaade edildiği halde İslamlara gelip gitmek memnu’dur. Çend gün mukaddem herkes işiyle meşgūl olsun bağlarına serbest gidip gelsinler diye vali tarafından i’lanlar ta’lik edildiği halde noktaları geçmek kırık kapılarını kapamak memnu’dur. Zindan nöbetcilerinden bir zebani kapılar açıldıkta birkaç yüz mevkūfa karşı sizi asacağız keseceğiz gibi her gün yaptığı Osmanlı askeri Pesitos civarında namındaki Rum köyüne gider. Arhangelos köyüne [giden] asker susuzluktan yanmış idi. Orada bulunan köylerde içecek su isterler. Köylüler kadınların silahlardan korktuklarını ve silahlarını bıraktıkları takdirde su ve yiyecek vereceklerini te’min ederler. Biçare askerler sırf kadınları korkutmamak lunan köylüden birkaçı hemen tüfenklere sarılırlar ve Kerbela Vak’asını andıran bir vak’a-i dil-suz zuhur eder. Beş asker kendilerine hücum eden yirmi otuz köylü ile kasatura şehid olurlar!.. İbret! Şehid olan askerin silahlarını Orhangelos muhtarı Pazar günü şehre getirip İtalya kumandanına teslim etmek suretiyle vazife-i ubudiyyetini ifa etmiştir. § Rodos’un düşman tarafından işgali haberini alan birçok köyler ahalisi jandarma karakolları üzerine hücum ederek asker ve jandarmaları şehid eylemişlerdir. Kastilos’da jandarma onbaşısı Giritli Ali Derviş bu kudurmuş halkın gazabına kurban olmuştur. Katavya’da Bornovalı Abdülvahhab Resmolu Süvari Neferi Hüseyin dahi Yorgi Moşki Estergofonaki Yani Hancaki ve Nikola Çindaki isminde dört alçak yerli Rum tarafından şehid edilmişlerdir. Rodos’tan Tan gazetesine yazılan bir mektubda Hıristiyan ahali tarafından İtalyanlara gösterilen suret-i kabulden bahs edilerek Rodos’daki bil-cümle Rum kiliselerinde ayin-i ruhani Vekili Kristof kabul etmiş ve ada ahali-i hıristiyaniyyesinin gösterdiği muavenetinden dolayı kendisine tekrar teşekkür etmiştir. Ceneral Ameglio mekatibde bulunan fukara talebe arasında tevzi’ edilmek üzere metrepolide bin frank tevdi’ eylemiş ve fakīr ailelerin bir listesi tanzim edilmesini de metrepolidden taleb etmiştir. Ceneral Ameglio mezkur ailelere Osmanlılardan alınan erzakı tevzi’ ettirecektir. Rahib Kristofi Rumların günün birinde Türkiye’nin eline düşmekten endişe etmekte olduklarını Ceneral Ameglio’ya bildirdiğinden ceneral Kristofi’yi te’min etmiş ve İtalya’nın kendileri için her halde muhtariyeti istihsale çalışacağını beyan ederek bu keyfiyetin İtalya’ya terettüb eden bir vazife-i ahlakıyye olduğunu ve İtalya’nın bunu takdir ile son dereceye kadar ifa edeceğini dermiyan etmiştir. ğu ifa eden millet ve hükümeti aleyhinde enva’-ı tezviratta bulunan Altındiş lakabıyla ma’ruf Aksaraylı İsmail Hakkı haini Rumların şikayeti üzerine İtalyanlar tarafından bir semt-i mechule teb’id edilmiştir. darma zabitanından ve mahkuminden Kürd Ahmed Hamdi nam şahıs müdafaa-i vatan için gönüllü kayd edilmiş olan hamiyetperveranı İtalyanlara gösterir ve toplatırken birçok rezaletlerle beraber soygunculukta da bulunmuştur. Aleyhindeki şikayetler tevali eylediğinden Ceneral Ameglio’nun emriyle habs edilmiş ve İtalya’ya sürülmüştür. Dikensiz gül olmadığı gibi aralarında hain bulunmayan millet de olmaz. Bunun bir misal-i müstekreh ve menfuru Hüseyin Vecihi Bey’in hizmetcisi Hüseyin Çavuş isminde bir heriftir. Bu herif Bayındır’dan Yerebatanlar’dan imiş. Bu hafiyenin sivil elbisesi kıravatını tecdid ederek şık bastonunun ucuyla İtalyanlara gösterdiği mazlumlar toplanıp zindana atılmaktadır. Sabık Encümen-i Maarif mümeyyizlerinden İhsan Bey isminde bir menfi istid’asının tervic edildiğini görünce çarşılarda “Yaşasın İtalya” bağırmış ve “İtalya Devleti’nin adaletini mensub olduğum gazetelerde neşr eyleyeceğim” yollu herzelerle İslamları dilgir eylemiştir. Devr-i istibdadın yadigarı olan bu herif Vapuru’na bindiği halde suret-i mahsusada Ceneral Ameglio’nun yaveri Hasan Çavuş’la karaya çıkmıştır. Bir şayiaya göre merkūm İhsan serkomiser ta’yin edilmek üzere vapurdan celb edilmiş. düncü sene-i devriyyesi i’lanı münasebetiyle geçen Pazar günü İtalyanlar şenlikler resm-i geçidler yapmışlardır. Ada içlerinde bulunan İtalyanlar resm-i geçide iştirak eylemişlerdir. Ceneral Ameglio bir beyanname neşriyle İtalyanların lediye Riyaseti’ne ibkaen Pavlidi’yi ta’yin etmekle beraber müşavir ünvanıyla Antilo Prici isminde bir İtalyanı yerleştirmişlerdir. Belediye Reisi Sava Pavlidi dahi beyannameler neşr ederek ahaliyi İtalyanların şenliğine iştirak eylemelerini tavsiye ve teşvik etmiştir. Girit’de münteşir met-i icraiyyesi Yunan kralı namına sadakat yemini vermemiş olan Hanya Sancağı Mutasarrıfı Naib-zade Ali ve Hanya Rüsumat me’murlarından Kavur-zade Ali beylerle Hanya Mutasarrıflığı mübaşirlerinden Kurakaki İbrahim Efendi ismindeki me’murin-i İslamiyyeyi bila-sebeb azl ederek yerlerine Yunan kralı namına sadakat yemini vermiş me’murin-i saireyi nasb eyledikleri ma’lumdur. Me’murin-i İslamiyye hakkında düvel-i hamiyye tarafından Girit Hükumet-i icraiyyesine bir nota verilerek bunun Girit statükosuna ve hukūk-ı müktesebe-i İslamiyyeye mugayir bulunmuş olmakla Girit hükumet-i icraiyyesinin düvel-i hamiyyenin mukarreratına ittiba’-ı hürmet etmesi lazım geldiği ve Yunan kralı namına yemin vermiş olanların kasemleri ke-en-lem-yekün hükmünde bulunduğu beyan olunmuştur. Hanya’dan Yunan gazetelerine çekilen bir telgrafnamede dahi bu ma’lumat-ı resmiyye te’kid olunarak me’murin-i ma’zule-i İslamiyyenin me’muriyetlerine iadeleri mes’elesinin bu notada muharrer bulunduğu zikr ediliyorsa da yerli Rum gazetelerinin resmi olmak üzere neşr eyledikleri ilavelerde “me’muriyete iade” kaydı görülmemiş olmakla ceride-i resmiyyenin intişarına kadar bu nota tercümesinden sarf-ı nazar edildi. Hudud-ı Osmani’de bir müddetten beri tahşidat-ı askeriyyede bulunmakta olan Rusya hükumetinin tahşidat-ı mezkureye nihayet verdiği yazılmıştı. Tahşidat-ı vakıa netayicinden alınan ma’lumata göre Rusya Hükumeti şimdiye kadar Kazan’dan ve sair ordularından Kafkasya hududu ile İran hududu civarına iki yüz bin asker sevk etmiştir. TEFSIR-I ŞERIF Tercümesi “Müslümanlar birbirinin kardeşinden başka bir şey değildir; onun için iki kardeşinizin arasını bulunuz Allah’tan da korkunuz ki rahmetine nail olabilesiniz.” * * * Ayet-i Celile Sure-i Hucurat’a mensubdur. Zemahşeri diyor ki: “ yahud suretinde kıraetler olmakla beraber kelime tesniye sigasıyla da olsa kafidir. Zira aralarında dargınlık zuhur eden kimseler en aşağı iki kişi olur. Azlığı barıştırmak lazım olunca çokluğun arasını bulmak elbette daha ziyade lazımdır. Çünkü iki adamın bozuşması yüzünden husule gelecek fenalık hiç bir zaman cemaatin yekdiğerine darılmasından meydan alacak fesada benzemez. den murad Evs ile Hazrec kabileleridir diyenler de vardır.” Evet hakīkī müslümanlar birbirine kardeş nazarıyla bakarlar. Zaten aradaki rabıta bu kuvvette olmazsa Müslümanlık kuru bir ünvandan ibaret demektir. Azıcık dikkat olunursa görülür ki: Şeriat-i mutahharanın hemen bütün ahkamı uhuvvet vahdet esasını tahkim eylemektedir. Namazlar haclar zekatlar şehadetler oruçlar aynı kıbleye teveccühler hep müslümanları birbirine bağlayacak vasıtalardır. Resul-i Ekrem salallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri: “Müslümanların haline aldırmayan müslüman değildir.” buyuruyorlar. Şu hadis-i şerife göre hakīkī müslümanların mikdarını anlayabilmek için nüfus-ı hazıradan ne dehşetli bir yekun indirmek lazım gelecek! Bizler “Hiç bir müslümanın vücuduna bir diken batmaz ki onun acısını kendimde duymuş olmayayım” diyen bir Peygamber’in ümmeti iken cihan-ı İslam’ı kırıp geçiren felaketlerden haberimiz bile olmuyor! Evet zelzeleden musab olan İtalyanların imdadına koştuğumuz sırada binlerce müslüman Hindli tufanlar içinde boğuluyordu. Zavallıların elini tutmak şöyle dursun bedava bir teessür gösterebilmek Biz müslümanlar başka milletlere benzemeyiz. Din rabıtasını ya kalmaz daha dünyada iken çekeriz... Nitekim çekiyoruz! Din-i mübin kavmiyet cinsiyet gibi insanları birbirinden uzaklaştıran esbabı aradan kaldırarak dünyanın muhtelif noktalarındaki cemaatleri birleştirmiş iken biz kalkıyoruz da aynı toprakta yaşayan cemaat-i İslamiyyeyi kavmiyet hissiyle parçalamak istiyoruz! Ey cemaat-i müslimin bilmiş olunuz ki Müslümanlık’ta kavmiyet yoktur. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz hazretleri “Kavmiyet gayreti güdenler bizden değildir.” buyurmuştur. Şayed kiminiz Araplığına kiminiz Arnavutluğuna kiminiz Türklüğüne kiminiz Kürtlüğüne sarılacak sizi rabıtaların en metini ile birleştirmiş olan din kardeşliğini bir tarafa bırakacak iseniz neuzubillah hepimiz MÜDAFAAT-I DINİYYE HAK VE HAKĪKAT – – Tekmilemiz burada tamam oldu. Şimdi –Dozy Cevdet– müftereyatının ta’kībine başlıyoruz. Biri dışımızdan diğeri Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib lerek ikrar-ı müevvel tarzında şu ifadeyi dermiyan ediyorlar: “Bu anda Muhammed hüsn-i i’tikad üzere idi. Bundan asla şübhe edilemez. Kendisi keşiflerine ve me’muriyet-i kudsiyyesine muhkem ve samimi olarak i’tikad ediyorlardı. Adi bir yalancı milyonlarca insanların kabul ettiği ve bir ayin-i cihani olan bir din te’sis etmeye muktedir olamazdı. Metin ve samimi bir itminana malik olmaksızın Muhammed sav on seneden ziyade bir müddet kendisini bekleyen tahkīrat ve mehalike karşı koyamazdı.” Eser-i ma’hudun havi olduğu isnadat içinde bir aded olsun doğruya şebih söz bulmaya uğraşanlar var ise yalnız bu ifadeyi misal gösterebilirler. Halbuki ber-mukteza-yı garaz le uzağa atılmıştır. Kayd dediğimiz şey de en baştaki “bu anda” ta’biri olacağı emr-i aşikardır. Nasıl ki ’ıncı sahifede burada ima ile geçtiği isnad-ı batılı ber-vech-i sarahat dermiyan etmişti. Naklini buraya te’hir etmiş olduğum oradaki “Bundan şu netice çıkar ki Muhammed hayatının son devrinde mürseliyetine hala inanıyor mu idi yoksa inanmıyor mu idi? Bunu bilmek muhaldir. Bunu nefy eden deliller mevcud olduğu gibi tasdik eden deliller de mevcuddur ve bu iki delail kuvvetçe hemen hemen yekdiğerine müsavidir.” görünerek böyle bir takım entrikalar yürütmek istiyorlar. En doğru söz kıyas olunan i’tiraf-ı nifak-perveraneleri de büyük bir tecavüz olduğu az mülahaza ile meydan-ı alaniyyete çıkıyor. Cür’etin zirve-i balasına irtika ile sultan-ı zi-şan-ı enbiya efendimiz hazretlerine haşa ve kella irtidad rücu’ ani’l-i’tikad isnadına kadar varıyorlar. Kendi risaletinin hak olduğunu evvelce bilir ve suret-i samimanede i’tikad ediyormuş da sonra devr-i ahir-i hayatlarına doğru bundan rücu’la “haşa sümme haşa” sahtekarlığa başlamışlar. Bu müfterilerin şenaat-i mezbureleri taife-i Yehud’un müşahede etmiş oldukları mu’cizat-ı celilelerini sihre haml ederek Hazret-i Davud as ile Hazret-i Süleyman’ın küfr ü irtidadlarına kail olmaları gibi şenaatin en fahiş nev’inden olduğu hüveydadır. Bir defa ortaya koydukları mantıksızlığa bakınız da hayran olunuz. Bu herifler –baladaki i’tiraflarına nazaran– milyonlarla mukaddes ve ali müessis-i vala-şanının hin-i te’sisinde yalancı olmak imkanını zihinlerine kabul ettiremedikleri halde muzafferiyet-i kamile ihrazına muvaffak buyurulduktan sonra kendisinin yalancı olduğuna mu’tekid bulunabileceğini vicdanlarına sığdırıyorlar. Her amil bil-bedahe i’tiraf eder ki bundan saçma bir tenakuz olamaz. Nasıl ki bu zamana kadar böyle bir söz tefevvühü ferd-i vahidden rivayet edilmiş değildir. Zerre kadar idrak ve iz’ana malik olan bir insan tarafından tasavvur olunabilir mi ki hin-i te’sis ve tebliğinde muhik ve sadık bulunan ve mahza bu sayede mazhar-ı tevfikat-ı Samedaniyye buyurulan aynı zat aynı mes’elede muahharan kazib ve mubtil olsun. Müddei ve iddiada asla tebeddül vaki’ olmadığı halde sıdk ile kizb ictima’ edebilsin. Eğer şu ictimaı caiz gören şahıs i’tikad-ı tenakuzdan ari addolunursa kıyamete kadar dünyada tenakuza misal bulmak doğrudur. Yalan da her zaman yalandır. Mürur-ı zamanın sıdk ve kizb tahakkukunda te’siri olur mu? “Bunu nefy eden deliller mevcud olduğu gibi tasdik eden deliller de mevcuddur. Bu iki nev’ delail kuvvetçe hemen hemen yekdiğerine mümasildir. Binaen-aleyh ta’yin-i hakīkat muhaldir.” gibi garazkarane sözlerle bu hakīkat-i kat’iyye haleldar olabilir mi? Bir hükmün sübutuna delalet eden delil meydanda dururken yine o hükmün intifasına dall olacak başka bir delil bulunsun yekdiğerine mukabil deliller müteaddid hem de kuvvetçe mütemasil bulunsun da bundan dolayı ta’yin-i hakīkat muhalat-ı akliyyeden addolunsun? Hiç bu kadar mantıksızlık olur mu? Sübut-ı hakīkate Peyamber-i zi-şan efendimizin irtikab-ı kizbden ari ve mukaddes bulunmasına dall olan müfterilerce bile şayan-ı i’timad görülen deliller yukarıki kelamlarında musarrahdır. Bunun hilafına delalet edecek delail değil bir tanecik delil göstermek imkanı yoktur. “Bunu nefy eden deliller mevcud olduğu gibi tasdik eden deliller de mevcuddur.” diye tesvid-i evrak kolay bir şeydir; ancak hilaf-ı hakīkate dall delil-i vahid ikamesinden aciz kalınırsa o vakit muharrir bi-hakkın müfterilik sıfatını iktisab etmez mi. Sübutu müteyakkın olan bir şeyin zevali şek ile tevehhüm ile değil ancak bürhan-ı kat’i ile bilineceği halde burada muris-i şek olacak edna bir sebeb iraesi bile kabil değildir. Resul-i Ekrem efendimiz hazretlerinin muvaffakiyet-i tamme ihraz buyurmuş oldukları zamana kadar mülhidler nazarında dahi kat’iyyü’s-sübut olan iman ve i’tikadlarından muahharan rücu’ eylediklerini te’yid edecek hiç olmazsa iham eyleyecek bir kavl veya öyle bir fiil ortaya konulmalı ki iddia-yı garazkaranelerini tervic etmek kabil olabilsin. Halbuki böyle bir iddiaya asla yanaşamıyorlar. Bu ciheti bil-külliyye mühmel bırakıyorlar da yalnız isnad ve iftira HEGEL’IN MAKALESI MÜNASEBETIYLE “TEALLÜM-I NEBI” IDDIASINA REDDIYYE – – Lügaten: Bir şeyi kaldırıp da onun yerine başka bir şey koymaya denir; ıstılah-ı usuliyyunda: Bir hükm-i şer’inin hilafı üzerine delil-i şer’i-i müterahinin delalet etmesine denir. Neshin mahalli ahkam-ı fer’iyyedir. Ahkam-ı i’tikadiyyede vekayia dair ahbarda ahkam-ı hissiyyede ahkam-ı akliyyede tevkīt ve te’yid kaydıyla mukayyed olan ahkam-ı ameliyyede nesih cereyan etmez. Zira i’tikadatın bir zamanda başka diğer zamanda başka türlü olması kezalik ahbar ve tevarih-i selefin ve umur-ı müstakbelenin bir peygambere başka diğerine başka türlü haber verilmesi mümkün olamaz. Çünkü o zaman kizb ala’llah lazım gelir ki batıldır. Ahkam-ı hissiyye ve akliyyede ise neshe ihtiyac yoktur. Çünkü gözle görünüyor. Mesela “ateş muhriktir” buna bir nesih varid olup da “ateş muhrik değildir” denilemez. Mahall-i nesh hükm-i şer’i-i fer’idir. Nesih aklen ve naklen caizdir: Aklen caizdir; zira Eş’ariyye ve amme-i ehl-i hadis mezhebinde olduğu gibi eğer menafi’-i ibad ahkam-ı şer’iyyeye lah dilediğini yapar istediği gibi tasarruf eder hiçbir hikmete ve maslahata bakmaksızın vaz’ ettiği ahkamı tebdil ve tağyir eyler. Eğer mezheb-i cumhurda olduğu gibi menafi’-i ibad ahkam-ı şer’iyyeye illet ve bais ise evkatın ihtilafıyla mesalih-i mesalih-i ibadın tahallüf edeceğini biz bilemez isek de habir ve kadir olan Cenab-ı Bari’nin ilmi bunu muhit olduğundan bu nokta-i nazardan ahkam-ı şer’iyyenin tebeddül ve tağayyürü caiz olur. Nasıl ki emzice ve ezmana göre başka başka edviye isti’mali bir hikmete müstenid ise bi-hasebi’z-zaman mesalih-i ibadın ihtilafıyla mütenasib bir surette vaz’-ı ahkam dahi öylece hikmete müsteniddir. Nesih naklen de caizdir: Ahavatla istimta’ Adem aleyhi’s-selam zamanında helal idi sonra bu hüküm nesh edildi. Hitan Hazret-i İbrahim şeriatinde caiz iken Musa aleyhi’s-selam şeriatinde vacib oldu. Uhteyn beynini cem’ şer’-i Ya’kūb aleyhi’s-selamda caiz idi. Sonra şeriat-i Ahmediyye’de mefsuh oldu. Bazı akvam-ı gayr-ı münşeria neshi kabul etmezler. Mesela ulema-yı İseviyye neshi kabul ettikleri halde ulema-yı Yehud neshi kabul etmiyorlar. Aklen ve naklen delil irad ediyorlar. Diyorlar ki: Nesh ya bir hikmete mebnidir ya değildir. Eğer zuhur-ı hikmete mebni ise Bari tealaya bed’ ve cehl lazım gelir. Çünkü insanların böyle bir hükme muhtac olacaklarını da Allah bilmiyordu da bir zaman sonra dediğinden rücu’ etti demek olur. Ve eğer zuhur hikmete mebni değil ise nesh abes olur. Biz deriz ki: Nesh elbette bir hikmete müsteniddir. Cenab-ı Bari o hükmün ne zamana kadar cari olacağını ve ondan sonra ne gibi mesalihin zuhuruyla ne gibi ahkamın lüzum ve vücudunu da biliyordu. Evvelki ahkamın neshi ibada karşı o hükmün hitamını beyandır. Yoksa rücu’ değildir. Mesalih-i ibadın bu babdaki ihtilafını zaten ilm-i Bari muhit olduğundan beda ve cehl de lazım gelmez çünkü ilm-i ilahinin teceddüdü muhaldir. Haricde o hükmün tebeddülünü bais bir hikmet ve menfaat mevcud olduğundan işbu nesh abes de olmaz; çünkü haricde hükmün tebeddülünü mucib bir menfaat mevcud ve sabittir. Eğer böyle bir menfaat mevcud olmasaydı o vakit nesh abes olurdu. Edille-i nakliyyeleri ise şaibe-i tahriften masun olmayan Tevrat’ larına raci’dir. Bizce ehemmiyeti yoktur. Draper’in beyanatına göre de teallüm-i Peygamberi mü­ nakaşasına ibtidar edelim: Buraya kadar olanlar mukaddimattan ibaret idi. Asıl mes’eleye şimdi girişiyoruz. Dikkat buyurulsun ki: Biz Hegel lince Hegel de hatıra gelmelidir. Hegel’in makalesi mücmel verilen cevaplar Hegel’e dahi cevaptır. Bahira ile olan mülakat-ı Nebi mes’elesinde Draper’in beyanatı üç noktadan redde şayandır. Birincisi: Suret-i mülakattır ki Draper’in dediği gibi değildir. İkincisi: Draper “Bahira’nın telkīnatından Hazret-i Peygamber müteessir oldu” diyor ki bu da yanlış. Üçüncüsü: “Hazret-i Peygamber’in başka defalar da Suriye’ye seyahati olduğu zannolunabilir” diyor ki burası da tarafımızdan izah olunacaktır. Bahira ile Mülakat-ı Nebi: Ebu Talib beray-ı ticaret kervan ile Şam’a azim ettikleri zaman on iki yaşlarında bulunan Fahr-i alem efendimizi pek ziyade sevdiklerinden yanından ayırmayarak maiyyetlerine aldılar Şam’a karib Busra denilen mevki’de nazil oldular. Çünkü orası mahall-i nüzul-i kervan idi. Buraya yakın bir savmaa var idi – Nasturiler kilisesi olmak üzere mervidir– Orada rahib bulunan Bahira İncil ’de ve sair kütüb-i mukaddesede beyan edildiği cihetle bir peygamber-i zi-şanın meb’us olacağını ve o peygamberin hal ve şanını ve alametlerini de bilirdi. Hazret-i Fahr-i alemin mübarek vücud-ı saadetleri güneşten müteessir olmamak için kable’n-nübüvve başları üzerinde bir bulut parçası bulunduğu da mervidir. Kable’n-nübüvve olan harikalara ıstılah-ı ehl-i siyerde “irhas” Daima tedkīkatta bulunan Bahira kervanın vüruduyla bazı havarıkın zuhurunu görünce merak etti o kervanı ziyafete da’vet etti onlar da gittiler Hazret-i Peygamber’i ufarak oldukları için ziyafete almadılar yükler develer yanında bıraktılar. Bahira gördü ki maksudu hasıl olmadı gelen züv­ vara sual etti: –Arkadaşlarınızdan başka kimse kaldı mı?.. – Hayır dediler yalnız küçük bir çocuk yükler nezdinde kalmıştır… Her halde o tıfl-ı nazik-terin de bulunmasını Bahira şiddetle rica etmesi üzerine Hazret-i Peygamber’i de gidip getirdiler. Beraber yemek yediler Bahira daima tedkīkatta bulunuyordu: Hazret-i Peygamber nasıl yemek yiyor ne suretle hareket ediyor her halini nazar-ı tedkīkten geçiriyordu. Nihayet: –Bu kimin çocuğudur? diye sordu. Ebu Talib: – Benim çocuğumdur. Bahira: –Yok dedi bu bir dürr-i yetim olmak yakışır. O zaman Ebu Talib: –Evet birader-zademdir benim yanımda büyüdüğü için oğlum diyorum… cevabında bulundu. Tahminat ve keşfiyyatının hep muvafık çıkdığını gören Bahira Fahr-i Alem’in ketf-i saadetlerine bakmak arzusunu izhar ile müsaade talebinde bulundu. Müsaade ber’in iki omuzu arasında keklik yumurtası kadar berat benini –ki mühr-i nübüvvettir– görünce telsim ile yüzünü gözünü sürdü ve ağlamaya başladı oradaki halk hepsi şaşırdılar papasın indinde Muhammed’in ne kıymeti var diye taaccüb ettiler. Bahira: –Bi’seti İncil -i şerifde kat’iyyen tasrih ve tebşir olunan hatemü’l-enbiya bu tıfl-ı şerif olacaktır bu beşairi ulema-yı Yehud da bilirler Şam’da ise onlar hem çok hem nüfuzludurlar zarar iras etmeleri ihtimali vardır. Emvalinizi burada satınız da Şam’a gitmeyiniz… diye misafirlerine nasihatta bulundu. Gayet samimane olan bu nasihat kervan halkına da te’sir etti hüsn-i suretle telakkī ve kabul ettiler Mekke’ye döndüler bu vak’ayı Mekke’de işaa ettiler. Bu vak’a hemen herkesin ma’lumu oldu çünkü Şam’a gitmek üzere çıkan bir kervanın Şam’a gitmeden geriye avdetleri hilaf-ı adet idi. Herkes sebebini soruyor onlar da anlatıyorlardı. “Teallüm” namıyla hiçbir rivayet mevcud değildir. Mülakatın bu suretle cereyanı hakkında bizim birçok şevahidimiz mevcuddur. İnşaallah gelecek makalemizde bunları ta’dad ederiz. ---- FELSEFE ---- hir bir hakim idi. Bütün müddet-i hayatında beşeriyetin alamına karşı ağlamış felaket-i umumiyyeden ruhen hissedar olmuştur. Hem-cinsinden birinin alam ve ıztırabatına deva-saz bir bedbahtın tehvin-i ihtiyacatına muvaffak olduğu zamanı hayatının en mes’ud bir anı gibi telakkī ederdi. Tali’in merhametsiz pençeleri altında inleyen biçarelerin imdadına koşar felaketlerini tahfife çalışır bu uğurda malen bedenen hiçbir fedakarlıktan geri kalmazdı. Halife Muktedi Biemrillah’ın mazhar-ı teveccühü olduğu gibi tababetteki ihtisası cihetiyle de pek ziyade şöhret kazandığından bu sayede oldukça mühim bir servet iktisab eylemişti. Fakat İbni Cezle rahatı gibi servetini hatta hayatını beşeriyete vakf etmiş necib simalardandır. Hanesi adeta bir daru’l-aceze halinde idi. Nerede bi-kes bir hasta aciz bir bedbaht duyarsa balin-i felaketine koşar rahat ve huzurunu bırakır o biçarenin tedavisine koyulur lazım gelen mualecatı kendi parasıyla alır başka ihtiyaclarını da tesviye eder münşerih ve fahur bir kalb müsterih ve zafer-dar bir vicdanla hanesine avdet ederdi. Mağdurini pençe-i i’tisaftan tahlise çalışır muzlim ve mechul bir girdab-ı sefalete doğru atılan bi-kes yetim çocukları toplar cismen ruhen tedavilerine çalışır okutturur ve onlara ümid-bahş ve nuşin bir istikbal hazırlardı. şeriyete hizmet etmek istemiş pek kıymetdar asarı cami’ olan zengin kütübhanesini Ebu Hanife Camii’ne teberru’ eylemiştir. Müşarun-ileyh meşhur hattatinden olduğu cihetle vakf ettiği kitaplardan birçoğunu kendi eliyle istinsah eylemişti. rist-nüvisler tarafından Kitabü’l-İşarat fi Telhisi’l-İbarat ve Risaletün fi Medhi’t-Tıbbi ve Muvafakatihi’ş-Şer’ namında teviyatına dair –maa’t-teessüf– hiçbir ma’lumat verilmiyor. Yesta’miluhu’l-İnsan ünvanlı te’lif-i güziniyle Takvimü’l-Ebdan namında kitab-ı eşheridir. Takvimü’l-Ebdan ’ın yazma bir nüshası Cezayir’de Kostantin Kütübhanesi’nde mevcud olduğu müsteşrikīnin cümle-i beyanatındandır. Minhacü’l-Beyan ’da; nebatat edviye ve mevadd-ı saire-i tıbbiyyenin isimleri elif-ba sırasıyla derc edilmiş ve hizalarında bunlara dair ma’lumat-ı lazıme verilmiştir. Minhac adeta tıbbi bir ansiklopedidir. Kitap büyük sahifede takriben üç yüz altmış yapraktan mürekkeb olup Paris Kütübhanesi’nde bir nüshası mevcuddur. Minhac ’ın oldukça uzun olan mukaddimesinde müellif edviye hakkında pek mühim ma’lumat-ı umumiyye verdiği gibi kitabı te’lif ederken ne gibi eserlere müracaat etmiş olduğunu da ayrıca zikr etmiştir. Minhac ’ın o vakitlerde yazılmış olan asar-ı tıbbiyyenin kaffesine faik olduğu müsteşrikīnin taht-ı i’tirafındadır. Minhac ’ın kıymet-i ilmiyyesi eserin bilahare meşhur İbni Baytar tarafından tedkīk ve tenkīd edilmesinden de anlaşılabilir. rek noksan cihetlerini ıslah eylemiştir. Minhac ’ın bir nüshası Paris Kütübhanesi’nde mevcud olup ’inci numarada mukayyeddir. lı kitabı Minhac ’dan ziyade meşhur ve kıymetdardır. Takvimü’l-Ebdan cami’ klasik bir eserdir. Şarkta bu yolda yazılmış asar için Takvim nümune ittihaz edilmiştir. Ebu’l-Fida gibi bir mütebahhir bile Takvimü’l-Buldan namındaki coğrafya kitabında İbni Cezle’yi taklidden kendini alamamıştır. Takvimü’l-Ebdan ’ın bir nüshası Paris Kütübhanesi’nde mevcud ve ’üncü numarada mahfuzdur. Kitap takriben sahifeden mürekkeb ve kırk dört tabloyu muhtevidir. Her tablo iki sahife işgal etmektedir. Birinci sahifede marazın ismi maraza duçar olan kimsenin mizacına göre tarz-ı te’siri hastanın sinni ve yaşadığı muhitin esbab ve alaimi izah edilmiş olduğu gibi hastalığa karşı edilen hastalığın tarz-ı tedavisi beyan olunmuştur. Sahifelerin umumiyye verilmiştir. Takvimü’l-Ebdan ’da ilk evvel humma hastalıklarından bahs edilmiş ba’dehu emraz-ı cildiyyeye karhalara ve sümuma dair ma’lumat-ı lazıme verilmiş ve nihayet baştan ayağa kadar bil-cümle a’za ve echizeye mahsus hastalıklar yegan yegan serd ü beyan olunmuştur. Kitabın sonlarına doğru teşhis-i emraza dair pek mühim ma’lumat verilmiştir. İbni Cezle bu eserinde emraz-ı nisaiyye hakkında da tedkīkata girişmiş ve ihtinak-ı rahm hysterie hastalığından da bahs eylemiştir. Kitapta bunlardan başka haml ve vaz’-ı hamle dair de ma’lumat-ı nafia mündericdir. Paris Kütübhanesi’nde mahfuz olan Minhacü’l-Beyan ’ın nihayetine; muhtelif menabi’den iktitaf edilmek suretiyle; müellifin bir de tercüme-i hali derc edilmiştir. Burada İbni Cezle’nin ba’de’l-ihtida Hıristiyanlığa karşı birçok reddiyyeler yazarak Tevrat ve İncil ’in ne suretle tahrif edilmiş olduklarını gösterdiği ve iddiasını gayr-ı kabil-i cerh bürhanlarla lisan-ı sitayişle tezkar edilmektedir. olan Faraklit Paracliteden maksad Hazret-i Muhammed as olduğu halde hıristiyanların bu hakīkati ketm etmekte olduklarını iddia ve işaadan çekinmemiştir. İbni Cezle’nin Takvimü’l-Ebdan ’ı şu “ Tacuim egritudinum et morborum fere omnium corporis humani cum curis eorundem. Buhu hylyha byn gezla autore ” ünvanı altında Latince’ye tercüme edilerek tarihinde Strasburg’da tab’ ve neşr edilmiştir. ---- BIR MILLETI SEFALETE SAIK KUVVETLER VE ---- ---- KURTARACAK ELLER ---- Bedbaht vatan tabiatın bi-payan hazain-i servetini sine-i hafasında taşıdığı halde agūşunda yaşayan evladlarının yine sefalet içinde didindiklerini felaket kovuklarında süründüklerini ihtiyac altında ezilip mahv olduklarını görüyor her gün bağrına saplanan bi-eman bir hançerin yeni açdığı bir ceriha-i ıztırab ile inlemekten kurtulamıyor. Münbit vahalara behişti ovalara müsmir buk’alara ve’l-hasıl çalışkan bir milleti evc-i saadete isal edecek feyyaz bir toprağa latif bir iklime malik olan bir milletin; hazineler da kıvranması ne acıklı bir levha-i fecia-nümadır. Bir halde ki havanın ciyadeti iklimin letafeti suların safiyeti olmasa memleket bu kıt’a-i behişti belki bütün ma’nasıyla bir mezaristan-ı sefalet manzarası gösterecek!... Huda-dad füyuzattan bile istifade edemeyen daha doğrusu etmek zahmetine katlanmayan bir ırk inkırazın akūr dişleriyle parçalanmaya mahkumdur. Faal ellerde bir hadika-i saadet olabilecek feyyaz bir iklimi miskinler yuvasına döndüren kavimler; yaşamak hakkından mahrum olduklarını kendi fiilleriyle isbat etmiş olurlar. Esasen kanun-ı hilkat de bunların esbab-ı inkırazını teshil ve ta’cil eder. Hayat bir mücadeleden ibaret olduğu gibi namus-ı fıtrat da bu mücadelede; her türlü esbab-ı galebeyi hakk-ı hayata en ziyade müstahak olanlara bahş ve tehyie etmekle mükellefdir. Bu gayet tabii ve binlerce vak’alarla müsbet bir hakīkattir. Muhit ve zamanın ilcaat ve ihtiyacatına karşı mukabele ve temerrüd gösterenler bi-eman kuvvetler altında ezilir mahv olurlar. Çünkü kanun-ı hilkate karşı durulmaz ve durulamaz. Taşkın seylabeler önlerine gelen mevanii sökerler yıkarlar. Hiçbir şey onların cereyanına hail olamaz. Tarih-i kainat ve tarihçe-i beşeriyetin bu hususta arz ettikleri ibret-nüma sahifelerden bir hisse-i intibah alınamazsa Milletler ma’şerlerin ma’şerler de ferdlerin ictima’ından hasıl olmuştur. Ferdler ne kadar zinde ve faal bir seciye iktisab eder ne kadar asil bir terbiye ile perverişyab olurlarsa teşkil etttikleri cem’iyet de o kadar rasin ve o kadar payidar esaslara müstenid olur ve o nisbette asar-ı terakkī ve tekamül gösterebilir. Ferdler ayrı ayrı birer kuvvet gibi telakkī edilebileceğinden hey’et-i umumiyyenin meydana getireceği asarın azamet ve vefreti de tabii o kuvvetlerin terekkübünden husule gelen muhassala şiddet-i faaliyyetiyle mütenasib bulunur. Fenn-i mihanik bize isbat ediyor ki: Şiddetleri sıfıra müsavi olan kuvanın muhassalası da sıfır olduğu gibi bir noktaya ma’kusen te’sir eden kuvvetlerin gösterecekleri eser ancak onların beynlerindeki fazla muadil bulunur. Kuvvetler aynı cihetten te’sir ederlerse şiddet-i muhassala da onların mecmuuna müsavi olur. Bu kanun-ı riyaziyi ictimaiyyata tatbik edersek şu netice çıkar. Bir milletin medeni ictimai ve ahlakī fiiliyyat-ı zahiresi o milleti teşkil eden ferdin kudret-i fikriyye ve bedeniyyeleri mecmu’-ı cebrisine müsavi bir kuvvetin bir muhassalanın mevlududur. Ferdler kavi ve zinde olur ve muayyen bir gayeye müteveccihen şah-rah-ı terakkīde emin ve seri’ hatvelerle muttasıl ilerler. Fakat ferdler başka başka amale merbut kalır ve ayrı gayeler ta’kībine veya bütün bütün atalete koyulurlarsa millet ve o milletin zat-nüması representant olan hükumet de gittiği yolda sendelemeye başlar kuva-yı muhalifenin te’siriyle muttasıl tebdil-i istikamet etmekte muztar kalır veya büsbütün atıl ve aciz düşer. Bu derekeye sukūt eden bir milletin gaye-i maksuda erişmesi müteassir ve belki müteazzirdir. Şu halde bir milletin ma’ruz kaldığı sefalet ve inkıraz mes’uliyetini –zahir-i hale bakarak– birkaç şahsın duş-ı müttehemine yükletmek veya en son batna hasr etmekten ise silsile-i ecdadı dahi muhit olmak üzere umum efrad-ı millete teşmil etmek daha doğru bir hüküm olmaz mı? Bir adamın vücudca sağlam ve tüvana bulunduğuna dair hey’et-i tıbbiyyeden bir tasdikname alabilmesi bedenini terkib eden ensice ve bil-cümle a’za ve echizenin sağlam ve her türlü afetten salim ve ifa-yı vazifeye sai olduğunun etibba nazarında suret-i kat’iyyede tahakkuk etmesine vabestedir. Çünkü huceyrat-ı bedeniyyeden birinin atıl ve mariz kalması huceyrat-ı sairenin de hakkıyla ifa-yı vazife etmesine mani’ olur. Bu arıza tedricen bütün vücudu istila ederek şahs-ı mezkurun bi-tab bir halde hasta düşmesini intac eder. Hıfzu’s-sıhhanın echize-i bedeniyyeden her birinin muhafaza-i sıhhatlerine i’tina edilmesine dair uzun uzadıya vesayada bulunması ayrı ayrı tedbirler göstermesi bu hikmete mübtenidir. Bir milletin zat-nüması olan hükumet bir şahsa teşbih edilirse ma’şerler o şahsın a’zası ve ferdler de huceyrat-ı bedeniyyesi yerini tutarlar. A’za ve huceyrat ne kadar sağlam olurlarsa olsunlar bedenden ayrı bulundukları takdirde – kendilerine isal-i hayat edecek olan seyyale-i demeviyyeden mahrum kalacakları cihetle– alaim-i hayat gösteremez ve az müddet zarfında tefessüh ve tahallül ederek mahv olurlar. Aynı hal bir hükumeti terkib eden cemaatler ve ferdler seyyale-i hayatı tezyid etmek için ferdleri fikri ve cismi marazlardan vikaye etmeye çalışmalıdır. Garblılar şark muhitini atalet-bahş ve şarklıları da sefalete karşı hamul ve sabur olmakla itham ederler. Gözleri inkişaf-ı hakīkate mani’ olacak derecede gışave-i ağraz ile kapalı olan satıh-binler sefalet-i hazıra esbabını dine haml etmek bile istiyorlar. Secaya-yı kavmiyye ve hayat-ı ictimai-i milliyyeyi bilmeyen edemeyen bir garblının şarkta icra ettiği kısa bir seyahat neticesinde böyle bir kanaat hasıl etmesi mucib-i istiğrab görülmemelidir. Çünkü muhit içinde yaşayan şarklılardan bazılarının da –ihtimal ki garblılardan mülhem olarak– tedkīk ve tetebbu’ zahmetine katlanmaksızın aynı hükmü vermekte isti’cal ettikleri müşahede olunuyor. Acaba hakīkat-i hal şu müddeayata muvafık mı? Bizi miskin ve atıl bırakan muhit ve mu’tekadat-ı diniyyemiz midir? Böyle ise ümid-i felah mefkūd demek olmaz mı?!. Fakat şayan-ı şükrandır ki; bu iddianın adem-i isabeti delil iradına lüzum göstermeyecek derecede zahir ve hakīkat pek aşikardır. Muhit ve mu’tekadatın ahval-i ruhiyyeye olan derin te’sirlerini kimse inkar edemez. Mes’ele bu te’sirin ne suretle vukūa gelmiş olduğunu ta’yin etmektedir. Acaba bu derin te’sir iddia edildiği surette mi vaki’ olmuş!? Bir hükm-i kat’i vermeden evvel ahval-i hazıra teessüratından tecerrüdle maziye irca’-ı nazar ve sahaif-i tarihiyyeye atf-ı basar etmelidir. Tarih medeniyet-i hazıraya mehd-i evvelin olarak şarkı gösterdiği gibi İslamiyet’i de bunun mürebbi-i zi-irfanı suretinde takdim ediyor. Muhit-i meşrık muattal olsaydı sinesinde ne Cemşidler ne Daralar ne Astropaller ne Asuriler ne Keldaniler ne Buhtunnasarlar ne Fenikeliler ne Ebu Ubeydeler ne Amr bin el-Aslar ne İbni Vakkaslar ne Abdülmelikler ne Harun-ı Reşidler ne Celaleddinler ne Mahmud-ı Gazneviler ne Alparslanlar ne Melikşahlar nihayet ne Murad-ı Evveller ne Timurlar ne Selimler ne Fatihler ve ne de Nadir Şahlar yetiştiremezdi. dad’da Semerkand’da Şam’da Endülüs’de Kudüs’de Kayrevan’da Mısır’da İstanbul’da o kadar abidat-ı muhallede o kadar mebani ve müessesat-ı medeniyye o derece eser-i terakkī görülmez bugün bizi menazır-ı bedia-nümaları karşısında vakfegir-i hayret eden asar-ı medeniyye ve sınaiyyeden hiçbir şey müşahede olunamazdı. Müslümanlar arasında bir Farabi bir el-Kindi bir İbni Sina bir İbni Musa bir Gazzali bir Razi bir İbni Rüşd bir şemezdi. Riyaziyat ve tabiiyattan fıkıh ve felsefeden edebiyat ve bahis olarak şark kütübhanelerini dolduran bir kısmı da kadir-na-şinaslık ve teseyyübümüzle garb kütübhanelerine kadar kaçırılan mücelledat-ı nefise ulema-i İslamiyyenin eser-i hame-i dehası değil midir? Müslümanlar ilmi ve fenni birçok keşfiyatın medeni ve sınai mütenevvi’ muhtereatın berat-ı şeref-bahşını taşımıyorlar mı? Din mani’-i terakkī olsaydı acaba Bağdad medeniyetini Kurtuba haşmetini Kahire saltanatını Semerkand ma’rifetini sanaatını tasvir için tarih binlerce sahifeler yazmaya mecbur olur muydu? Dest-i bi-insaf-ı zamanın bile tahrib edemediği abidat ve müessesat-ı muhallede karşısında tarih-i ulum ve tarih-i medeniyyet gibi zi-hayat iki şahid huzurunda hala İslamiyet’in mani’-i terakkī olduğu iddiasında musır olmak garaz ve cehaletten başka neye haml olunabilir? Asırlarca bar-ı istibdad ve mezalim altında ezile ezile kendi hayatlarından bile bi-zar olacak bir hale gelmiş olan şarklıların esbab-ı inkıraz ve sefaletlerini tarz-ı idareleriyle hayat-ı ictimailerinde aramalıdır. Kaşane-i istibdadın en emin istinadgahı cehalettir. Müstebid halkda hissiyat-ı necibeyi mahv kudret-i fikriyyeyi ifna kuvve-i mümeyyizeyi itlaf ettiği gündür ki erike-i istiklalini te’yid ve la-yüs’el sıfatını bir kitle haline geçer müstebidin ihtirasat ve hevesatına karşı –sanki hipnotize edilmiş gibi– bila-i’tiraz hamul ve sabur Ferman-ferma olmak isteyen müstebid tebaasını bi-şuur u irade bir alet gibi kullanmak için onlarda kuvve-i müfekkireyi çalışır. Bu sayede arzu ettiği zaman o hislere müracaatla atıl kümeyi bir seyl-i huruşan haline getirir. Cahil halkta kaba hislerin nemalanması taassub suretinde tecelli eder. Hissiyat-ı diniyyeyi alet-i mefsedet edebilmek; herkes nazarında hakayık-ı şer’iyyenin adem-i inkişafına mütevakkıf olduğundan müstebid; hakīkī erbab-ı irfanı mahv u icla ve bir sürü ceheleyi din uluları makamına ıs’ada çalışmaktan geri kalmaz. Bunlar vasıtasıyla her emrini her arzusunu bir hükm-i şer’i şeklinde halka telkīn ettirir. Tek tük mevcud olan efkar-ı münevvere ashabının irşadatına meydan vermemek fikriyle millette hayat-ı ictimaiyi mahv ederek yerine hayat-ı ferdiyeti ikame eder. Bu gibi tahribat saikasıyla millette terbiye-i asliyye zevalpezir olmaya başlar hayat-ı aile ve hayat-ı ictimaiyye intizamsızlığa duçar olur. Terbiye-i fikriyye ya büsbütün muattal kalır veya yanlış gayelere teveccüh eder. Muhiti kaplayan sehabe-i cehalet gittikçe kararır. Karardıkça kesb-i kesafet ederek bir kabus-ı bela gibi dimağları uyuşturur. A’sabı duçar-ı rehavet eder efrad-ı milleti hayat-ı behimiyyeye alıştırır. Hayat-ı fikri uyuşunca bit-tab’ hayat-ı behimiyye uyanır azar hududu aşar ve ferdleri seri’ ve tehlikeli hatvelerle felaket ve sefalete doğru sürükler. Ferdlerde faaliyet-i dimagıyye ve adaliyyenin mahkum-ı inhizal olması hey’et-i ictimaiyyeyi de sarsar tahrib eder. Millet her gün daha titrek bir hatve ile daha acıklı bir safhaya [ ] dahil olur: İnhizamdan sefalete sefaletten inkıraza yuvarlanır ve nihayet dest-i bi-insaf-ı zaman günün birinde tarihin solgun bir yaprağına la-kaydane hükm-i bieman-ı lekette fedakar bir kuvve-i mübeccele taht-ı istibdadı devirebilirse memleket uçurum başında tevkīf edilmiş olur. Fakat bu muvaffakiyetle tehlikenin büsbütün önü alınmış olmaz. Hatta yeniden yeniye bir takım hadisat-ı meş’umenin sernüma-yı zuhur olmasına meydan bile açılmış olur. Bu gibi buhran zamanlarında milletleri müdhiş sukūtlardan kurtarmak kurtarabilmek mu’cize-nüma dehalara polad ellere la-yetezelzel ve samimi hamiyetlere mütevakkıfdır. tekamül tevlid edecek kuvvet; ferdlere muayyen gayeye müteveccih metin ve asil bir terbiye-i fikriyye vermek onları ferdiyetten kurtararak hayat-ı medeni ve ictimaiye alıştırmak dini ve ahlakī terbiye-i ibtidaiyyelerine i’tina göstermek sayesinde te’min edilebilir. Bu gayeye doğru mümkün mertebe ilerlemek için her köyde hıfzu’s-sıhhaya muvafık bulunduğumuz asrın ihtiyacıyla mütenasib ibtidai mektepleri her kasabada –ihtiyac-ı mahalliye göre– mektep tarzında muhtelif meslek ve san’at evleri büyük şehirlerde sanaat ziraat ve ticaret meşher ve medreseleri açmak ve buralarda vazife-i tedris ve idareyi münevver faal dimağlara ihtiyac-ı memleketi takdir etmiş vatanın sefalet-i hazırasıyla kalbi cerihadar olmuş metin ve fedakar ellere tevdi’ etmek icab eder. Köylere varıncaya kadar her yerde pek mebzul olan evkaf-ı İslamiyye ma-vudi’a-lehine yani müslümanların dini ve hayati ihtiyaclarına tahsis edilirse hükumete bar olmaksızın şu ta’dad olunan müesseseler meydana getirilebilir. Bunun Nesl-i ati için bu gibi istihzaratta bulunmakla beraber nesl-i hazırı da tenvire çalışmaktan geri kalmamalıdır. Siyasi cereyanların fevkinde olmak üzere münevver gayur ve hamiyetli zevattan mürekkeb bir hey’et-i tenviriyye-i milliyye teşkil edilmeli ve bu hey’etin her vilayet ve liva merkezlerinde birer şu’beleri bulunmalıdır. Hey’et ve şu’beler senede birkaç defa memleketin muhtelif taraflarına seyahatler tertib ederek gezdikleri mahallerde ahaliye va’z u nasihat ve konferans vermeye mahalli maarif ve teşvik-i sanayi’ hey’etleri teşkil etmeye ahaliyi mektep ve medreselerin atalete olan inhimakin önünü almaya sa’y etmelidir. Hey’et a’zasından sahib-i irfan ve fedakar fudalayı köylere kadar göndererek bi-çare kitlenin anlayacakları bir lisan ve lede’l-icab hislerini tehy[i]c edecek ifadelerle maarif sanayi’ ve ziraate teşviki mutazammın atalet ve meskenetin mezmumiyetini mübeyyin va’z u nasihatlar verdirmek köylüleri hayat-ı faaleye sevk ve tahrik etmek ahlakan mezmum olan ve milletin uruk-ı hayatiyyesini kurutan temayüllerin önünü almaya çalışmak halkı memleketin menabi’-i hayatiyyesini teşkil eden ziraat ticaret ve sanaat gibi semere-bahş mesaiye sevk etmek ve lede’l-icab bu hususta kendilerine teshilat-ı lazıme göstermek ulema kıyafetine sokularak cerad-ı münteşire gibi etrafa dağılan ve saçtıkları zehirlerle halkı atalet ve uyuşukluğa sevk eden cahil derbederlerin himmesini erbab-ı ilm ü fazilete tevdi’ etmek gibi tedbirlerle bu hususta az çok faideli netayic istihsali mümkündür. Daima der-hatır etmelidir ki millet-i İslamiyyeyi kurtaracak dimağlar atalet ve sefalet-i hazırayı izale edecek çelik eller asr-ı hazıra layık darü’l-mualliminlerle meslek ve san’at evleri ticaret ve ziraat mektepleridir. EDEBİYAT Biz ebced hesabıyla tarih çıkarmanın ma’nasızlığına ka­ nı te’min için hem ma’nidar hem külfetsiz olmak şartıyla bulunan tarihleri beğenmemek de elimizden gelmez. Mesela ekabir-i milletten Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin biri veladetini diğeri irtihalini bildiren “aşk” “kemal-i aşk” kelimeleri terkib-i celili gibi. Ebedi ziyaı Osmanlı edebiyatı için hakīkaten büyük bir hasar olan şair-i mağfur Eşref hakkında risalemiz hey’et-i tahririyyesinden Tahirü’l-Mevlevi Bey tarafından bulunan atideki terkib-i tarihi de o cümledendir: Taliku’l-lisan-ı Eşref nüktedan Ki çun o sühan-ver niyayed besi. Gözetmezdi asla o ateş-zeban Hakīkat cihadında piş ü pesi. Sataşmazdı erbab-ı namusa hiç Yaşatmazdı asude bir na-kesi. Birer yıldırımdır ki alçaklara O hiç susmayan ağzı susdurdu hak… Fakat yad-ı millette hala sesi. Huda eylesin ruh-ı mağfuruna Tenezzüh-sera gülşen-i akdesi. Şehadetle pervazını gösterir: “Şehid-i gaza-yı heca” cümlesi. EBU’L-ALA MAARRI ---- ENBIYA VE EDYAN HAKKINDAKI FIKRI ---- Benim fikrime göre bu sözlerin iki türlüsünü de söylemiştir. Evvelce de söylediğim gibi Maarri diğer felasife-i lahutun tarz-ı tefekküründen haric bir yol tutmuş değildir. O da onlar gibi düşünmüş onlar gibi istintac etmiş onlar gibi tasdik onlar gibi tekzib etmiş delilin arkasından koşmuş onunla beraber dönmüş dolaşmıştır. Feylesofun şiirleri arasındaki tertibi bileydik en son fikrine en yeni mezhebine vakıf olmuş olurduk. Lakin tarihleri mechuldür. O halde “feylesof bu sözünden dönmüştür yok ona kail olmuştur.” gibi hükümlere aklı başında hiçbir kimse razı olamaz. Bizim için yalnız bir yol vardır. O da: Feylesof asar-ı kudreti tetebbu’ ederken ölmüştür demektir. Ebu Osman el-Cahız ve saire de nazar ederken fakat Hakk’a vasıl olmadan ölen; mutian ölmüş demektir; çünkü nazarın vücubu ve bu hususta bezl-i cehd hakkındaki emr-i ilahiye imtisal ederek ölmüştür. Hak teala herkese ancak vüs’ü mertebesinde teklif eder. tasrihinde bulunuyorlar. Şimdi şu cihet kaldı. Biri çıkar da şöyle diyebilir: “Hakk-ı sariha karşı bu tereddüd ne huzur-ı yakīnde bu şek mevzi’-i hidayette bu hayret ne? Bu ne nihayetsiz sapıtganlık? Bu hal aklın zaifliğine fikrin durgunluğuna nazarın kısalığına delalet etmez mi? Herkesin mazhar-ı hidayet olduğu mesailde hayretlere duçar olmak alemin yakīn kesb ettiği umurda şekten kurtulamamak lığına bir delil değil midir? Maarri’ye herkesin tuttuğu yolu tutmak bu vesveselerden yakayı sıyırmak evla değil mi idi?” Ben ona derim ki: “Azizim biraz yavaş ol akīdeler satılmak üzere ortaya atılmış kıymeti eline geçen herkesin alabileceği bir kumaş değildir. Onlar sema-yı irfanda pervaz eden ervah-ı kerimedir. vaffak olunca artık yüreği rahat eder. Bir türlü inanamadığı bel bağlayamadığı yahud şek ettiği şeyleri kalbine sokmaya kalkışırsa böbreği ile tıhalı arasında bir derde uğrayıp da bütün ömrünce süren hiçbir ilaç kar etmeyen bir hastalığa tutulan bir adama benzemiş olur. Bu derdin sair a’zaya da sirayet ederek hareketten alıkoyması da hesabda vardır. Nazar edip araştırıp da hakka vasıl olmayan yahud niyyeti fena olmadığı halde ayağı batıla doğru kayan adam takliden hakkı kabul eden adamdan hayırlıdır. Çünkü: Taklid; hakta olduğu gibi batılda da olabilir zararlı şeylerde hasıl olduğu gibi nafi’ şeylerde de bulunabilir. O pek büyük bir zarardır hayvan taklidde ma’zur olabilir fakat insan için na-hoştur.” Maarri; bütün bu sayıp döktüğümüz efkarını kurun-ı vüstada zulüm ve istibdad hürriyet-i akıldan mahrumiyet din namına hükümranlık günlerinde tasrih ediyor. O günlerde ki vezirler ya camid bir fakih ya bir budala olurlardı. O günlerde ki; bir adamın ağzından çıkacak bir kelime yirmi bin kişiyi fazla bir o kadarı da mecd ü şerefe sevk edebilirdi. Hürriyet-i diniyye hürriyet-i matbuat hüriyet-i neşriyyat hüriyet-i i’tikad ve nazar yok. Ukūl ve efkar zincirlerle bağlı bir kelime bir adamın hayatına mal olabilir kendi öldükten sonra ailesi de hisse-mend-i felaketi olur. Hasılı en karanlık günlerde… Maarri bu sözleri öyle bir zamanda söyledi hiçbir zalimin korkusu hiçbir hakimin heybeti fikrini açıkça söylemesine mani’ olamadı. Yüksek sesle bağırdı fikrini cehren i’lan etti. Halbuki kimsesiz bir adamdı. Ne bir hanedan-ı hükümdariye mensub ne bir padişahın veziri idi. Hakime rüşvet olarak verilecek malı yoktu. İnde’l-hace metris gibi kullanmak üzere büyüklerle uğraşan şiirleri de yoktu. Bunları iki meclisin içinde yazdı. Ev ve göz. Senede otuz dinara baliğ bir geliri var idi bütün ma-meleki bundan ibaret idi. O bir çekirge bir maymun kadar fakīr ve hakīr idi. Fakat bunların hiç biri kanaat-i fikriyye ve i’tikadiyyesini serbestçe söylemeye mani’ olamadı. ---- TARIH ---- KILIÇ DINI Bu söz doğru çıktı. “Kuraklık o kadar devam etti ki: Efraim ve Zebulun sıbtlarına mahsus münbit yeşil vadiler ve ovalar hararetin susuzluğun te’siriyle kavruldu kaldı. Pınarlar kuyular ve nehirler kurudu. Hükümdarların zatına mahsus beygirleri ve inekleri doyurmaya kafi ot kalmadı.” Bu esnada İlya nagehan hükümdar Ahab’ın huzuruna çıkıp her iki dinin hangisi hak olduğunu bir mu’cize tecellisi suretiyle aleni umumi bir tecrübeye koymağı teklif etti. Vak’a o yüksek Karmel Dağı üzerinde cereyan etti. Ba’al’e taabbüd eden putperest ruhanilerden kişi toplanmış nuyordu. Bütün ahali toplanmış kemal-i merakla neticeye ban veya takdime semai bir ateşle yanarsa o tarafın dini “din-i hak” addolunmak takarrür etmişti. Ba’al kahinleri rical-i ruhaniyyesi kurbanlarını intihab edip mevki’-i mahsusuna koydular. Tulu’-ı şemsten gurub-ı şemse kadar hep bir ağızdan dualar ilahiler okuyarak takdimesinin yanması sakit ve kurban halet-i asliyyesinde kaldı. Sonra İlya kendi mihrabını kurdu ve etrafına su ile memlu bir hendek yaptı. Nezrini mihraba koyup Cenab-ı Hakk’a kısa bir dua etti. Cevap geldi. Şedid bir gök gürültüsü işitildi ve büyük bir şimşek çakıp mihrabdaki takdimeyi yaktı hendekteki suyu kuruttu. Beni İsrail bu mu’cize karşısında hem mütehayyir ve hem mu’tekıd Kadir-i Mutlak’a karşı yüz üstü düşüp onu yegane ilah-ı hayy ü hakīkī tanıdılar. “İlyas bunun üzerine dört yüz elli yalancı peygamberin katlini emr etti ve ahali meserret içinde dağıldılar.” Bu vak’adan birkaç sene sonra Samiriye’de Ahab Suriye ve Şam kralı ve onun müttefikleri krallar tarafından muhasara edildi. Lakin İsraililerin hükümdarı düşmanı perişan etti. Hücum esnasında düşmanın kısm-ı a’zamı şarabla serhoş olmuş ve silahsız bulunmuşlardı. Bunlardan bazıları döğüşerek kurtuldu lakin arkalarından yetişilip tutulanlar katl olundu. Düşman perişan kuvvetlerini toplayarak Afeke şehri civarındaki bir sahrada ordu kurmuş idi. Ahab da Suriyelilerin karşısına ordu kurdu arada mürur eden fasıla-i zamanda Beni İsrail’i ve peygamberlerinden biri Ahab Şiddetli bir muharebe vukū’ bulup Suriyeliler bozuldular. Muzaffer İsraililer tarafından “birçokları esna-yı ta’kībte öl­ dürüldüler bazıları da kendi muharebe arabaları ve arkadaşları tarafından helak edildiler bir takımları da parçalandılar. Firarilerden birazı yegane mevki’-i tahaffuzları olan Afeke şehrine kaçabildi. Yapılan hesaba nazaran bu şehrin surları dibinde . kişi defn edilmiş olup muharebede telef olanların mikdarı ise . kişi tahmin olunuyor.” meti bir devr-i sulh ve refah geçiriyordu. Kırk bir sene süren bir devre-i hükumetten sonra Asa’nın oğlu Yehoşafat tahtına geçmiş idi. Yeni hükümdar da pederinin akılane ve takva-perestane hareketine ıktifa edip memleketlerini tahkim etti. Kuvvetli bir ordu bulundurdu. Ve oğlu Yehoram ile Azalya’yı evlendirip İsrailiye hükumeti ile bir ittifak vücuda getirdi. “Bu esnalarda Moabiler Amoniler ve kabail-i Arabiyye para ile kesiru’l-mikdar asker tedarik edip Kudüs’ten takriben mil uzaktaki En-gedi şehri üzerine yürüyerek Yehoşafat geçtiklerini görünce milletini toplayıp ibadetgahın Mescid-i Aksa önünde durdu ve düşman üzerine kendilerine bahş-ı galebe eylemesi için Cenab-ı Hakk’tan dua etti. Josephus der ki: Bu hareket binanın yani ma’bedin Mescid-i Aksa’nın te muvafık idi. Her büyük tehlikenin zuhurunda Beni İsrail buraya toplanıp yek-dil ve yek-lisan Cenab-ı Hak’tan kendilerine bahş ettiği emanet-i mütevarisenin düşmana karşı muhafazasını istirham ederlerdi. Yehoşafat’ın istirhamatına gözyaşları da refakat edip bütün ahali hatta kadınlarla çocuklar bile bu duaya iştirak ediyorlardı. Bu dua esnasında Cehazil isminde bir nebi-i Beni İsrail onlara dualarının kabul olunduğunu ve Cenab-ı Hakk’ın kendilerine bahş-i muzafferiyet ettiğini haber verdi. Bu nebi yarın hemen düşman üzerine hareket olunmasını ve düşmanlarını Kudüs ile En-gedi kasabası arasında Sis denilen tepede ordu kurmuş bulacaklarını tavsiye etti. Burada Beni İsrail sadece seyirci gibi dururken Cenab-ı Hak onların yerine muharebeyi edecek Nebi bu beşareti verince Yehoşafat ile bütün mevcud ahali-i İsrailiyye yerlere kapanarak Levilerin –yani rüesa-yı diniyyenin– aheng-i ubudiyyet ve şükranları yükselirken Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena etmişlerdir. Ertesi günü hükümdar erkenden kalktı. Tekova şehrinin yakınındaki sahraya götürerek peygamberine i’timad ve böylece Cenab-ı Hakk’a istinad etmelerini söyledi. Ve sanki yevm-i zaferde gitmelerini ve Levilerle nakiblerin onları ta’kīb eylemelerini emr etti. Yahudiler bu emre itaaten ve bu tertib-i muhteşem rine öyle azim bir havf ü haşyet geldi ki yek-diğerine hücum ettiler ve son derece bir şiddetle kavga ederek hepsi kendi silahlarının kurbanı oldular. Yehoşafat vadiye baktığı zaman onun ölülerle mestur olduğunu gördü. Kendi tarafından bir katre kan dökülmeksizin kazanılan bu muzafferiyet-i azime pek hoşuna giderek askerine ganaimin herkese aid olarak yağmasını emr etti. Ganaim o kadar ziyade idi ki sade meydan-ı harbden kaldırmak için üç gün sarf olundu. Dördüncü günü Yahudiler Baraçya vadisinde toplandılar ve hükümdara kudretinin merhametkarane isti’malinden dolayı arz-ı teşekkür ettiler. İşte bu vak’aya sahne-i vukū’ olduğu için vadiye Vadi-i Ni’met ismi verilmiş ve bugüne kadar bakī kalmıştır. “Ba’dehu ordu Kudüs’e gelmiş burada nezirler kurbanlar verilmiş günlerce şenlikler ziyafetler yapılmıştır. Bu şayan-ı hayret muzafferiyet akvam-ı mütecavire üzerinde Yehoşafat’ın emsalsiz derecede doğru bir adam olduğuna binaenaleyh Rab tarafından suret-i mahsusada mazhar-ı şefaat bulunduğuna aid bir te’sir hasıl etmiş idi.” Yehoşafat vefat edince oğlu Yehoram pederinin tahtına calis olduğundan aynı zamanda gerek İsrailiyye gerek Yahudiyye Devleti’nin hükümdarlarının isimleri beyninde müsavat hasıl olmuştu. Ancak Yehuda’nın hükümdarı olan Yehoram tahtına çıkar çıkmaz icraatına kardeşlerini ve pederinin en sevdiği dostlarını i’dam ile başlamış nam ve şöhretini lekedar edecek her türlü ahvalde bulunmuştur. Nihayet bu kanlı hükümdar müstekreh bir ölüm ile ölmüştür. Tebaasının o kadar nefretini celb etmiş idi ki cesedi hükümdarana mahsus makbereye defn olunmadı. İsrailiyye hükümdarı olan Yehoram ise Ramoz Cebel-i Ad şehrini muhasara edip esna-yı hücumda yaralanmış yarasına baktırmak üzere Yizreel’e çekilmişti. Yahudiyye’nin yeni hükümdarı Ahazya gelip onu burada ziyaret etti. mandanı Yehu belde-i mahsusayı hücum ile feth etmiş ordu da onu hükümdar olarak alkışlamıştı. Bunun üzerine mütegallib yani Yehu Yizreel üstüne yürüyüp Yehoram ile Ahazya’yı tuttu ikisini de katl etti. Hilekar Yehu kanlı lakin muzafferane icraatına devam ediyordu. Bunun emriyle maktul kralın validesi olan Cezebel Ahab’ın yetmiş oğluyla müteallikatı Ahazya’nın kırk iki efrad-ı ailesi Tir yani Sur şehrinin Ba’al rüesa-yı putperestanının cümlesi katl edilip Ba’al ma’bedi dahi tahrib olunmuştur. Yahudiyye hükumetinin boş kalan tahtı Yuaş tarafından si Atalya dahi katl edilmişti. “Bu işi yapmaya me’mur olan zabitlere şayet Atalya’yı kurtarmaya teşebbüs eden olursa onların da hemen öldürülmesi emr edilmişti.” Bu emrin ifasından sonra yeni hükümdar Mescid-i Aksa’ya gidip muvacehe-i umumiyyede “vezaif-i mezhebiyyenin nakl olundığı vechile– inyıkad-ı tam göstereceğine” yemin etti. Bu resm-i tahliften sonra ahali müctemian Ba’al Ma’bedi’ne giderek binayı hak ile yeksan eylediler ve bu esnada Matan isminde bir putperest rahibini de katl ettiler. şeklindedir. Gerek Yahudiyye gerek İsrailiyye hükumetlerinde yek-diğerini müteakib birkaç hükümdar geldi geçti. Lakin Yahudiyye ve Ahazia’nın İsrailiyye hükümdarı olduğu devre geçeceğiz ki bu esnada İsrailiyye hükumetinin nihayeti artık sür’atle yaklaşıyordu. Çünkü Asuriye Devleti kralı Salamanzar Samiriyye üzerine yürümüş üç sene devam eden anudane bir muhasara ve müdafaa neticesinde şehri teslim alarak senedir bil-istiklal mevcud olan İsrailiyye hükumetine nihayet vermiştir. İsrailiyye hükümdarı esir olunmuş Beni İsrail ise vatanlarından nefy ü icla olunmuştu. İşte bu tarihten i’tibarendir ki: Tarih Beni İsrail’in on iki sıbtından tının izini –muayyen müstakil bir millet olmak üzere– gaib ediyor. AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Şehr-i Sebz’in ümerası Hokand’a geldiği gibi oranın hanı bunları tutup Taşkend’e gönderdi. Yoldaşlarıyla mallarını da nefsi için zabt ve tevkīf eyledi. Beyler on sekiz ay Taşkend’de mahbus kaldılar. Sonra mahbesten çıkarılıp bir mikdar aylığa nail oldular. Mir Baba Big ile Mir Sohrab Big biraderleri ve arkadaşlarıyla senesine kadar Taşkend’de mevkūf kaldı. Buhara emiri de bunların ehl ü ıyalini yanlarına yolladı. Bu vak’adan iki sene sonra Rus askeri Ürgenc üzerine yürümek için hazırlanmıştı. Taşkend valisi askerle Cezek’e gelip beni de çağırttı. Araba ile iki gün sonra mülakī oldum. Ale’l-mu’tad ikram ve ihtiram gösterdi ve esna-yı musahabette: – Acaba maiyyetinizle beraber Ürgenc’e kadar bana refakat buyurur musunuz? Teşrif edecek olursanız levazım-ı seferiyyenizi ikmal ederiz dedi. – Arkadaşlarımın sizinle gelmek için hazırlanabilmesi bir aya mütevakkıfdır. Siz ise burada dört günden ziyade duramazsınız. Diğer cihetten bu harbiniz müslümanlarla olacaktır. Biz ise onlarla hem-din ve hem-mezhebiz. Şeriatımız bizi ihvan-ı dinimizle çarpışmaktan men’ etmiştir. Bundan maada ben askersiz ve satvetsiz bir adamım. Refakatimle Rus ordusunun heybeti artmayacağı gibi bulunmayışımla da askerinizin kuvveti eksilmez cevabını verdim. – Nasıl arzu ederseniz öyle olsun. Birlikte gelmeye mecbur değilsiniz dedi. – Şimdiki halde hükumetinizin taht-ı himayesinde bulunuyorum. Eğer benim arzumu arıyorsanız ata binmek ve ava gitmektedir. Zira geçirdiğim sademat dolayısıyla artık muharebeden teneffür ediyorum diyerek işi latifeye döktüm. – Kendi çadırımın yanında sizin için iki çadır kurdurdum dedi. Teşekkür ettim. Fi’l-vaki’ imparatorun amca-zadesi kadem fasıla ile bizim için iki çadır ikame edilmişti. Vali her gün beş altı defa benimle görüşmeye geliyordu. Yirmi gün sonra beni çağırtıp: – Askerimiz Afganistan’a yürümek için hazırdır. Siz de gitmek ister misiniz? sualinde bulundu. – Eğer Afganistan’ı Rusya namına teshir etmek fikrinde bana vermek emeliyle gidiyorsanız nafile zahmet çekmeyiniz. Bin nefer nizamiye piyadesi ve bin nefer nizamiye süvarisi la ve ata binip ava gitmekle meşgūlüm. Binaenaleyh Semerkand’da kalmak benim için müreccahdır. Şu da var ki siz bu kadar az askerle Afganistan üzerine yürüyemezsiniz. Çünkü Afganlıların ne kadar şeci’ olduklarını ve Ürgenc ahalisi gibi olmadıklarını pek iyi bilirsiniz. Şübhesiz ki maksadınız başkadır cevabını verdim. Mütercimi SİYASİYAT TECELLIYAT-I İSLAMIYYE Son haftanın vekayi’-i mühimmesi arasında en calib-i dikkat olanlar Afganistan emiri hazretlerinin Osmanlı Sadr-ı a’zamı Said Paşa hazretlerine yazmış olduğu mektubu ve Fransa Başnazırı Mösyö Poincara’nın nutkudur. Şu iki vakı’a yek-diğerine ihtilaf-ı menabi’ ve bu’d-ı me­ safeye rağmen gayet sıkı bir rabıta-i ma’neviyye ile mer­ butturlar. Her ikisi ayn-ı mevzua aid aynı amil-i si­ yasinin neticesi ve aynı ahval-i ruhiyyenin müvellididirler. Gerek Mösyö Poincara’nın nutku gerek emir-i Afgan hazretlerinin mektubu harb-i hazıra aiddir. Nutkun esasını ruhunu lamiyet’tir. Mösyö Poincara harb-i hazır hakkında demiş ki: “İtalya-Osmanlı Muharebesi ahval-i hazıra-i umumiyye üzerine te’sirat-ı mühimme icra ediyorsa da Fransa Hükumeti ta muharebenin evvelinden beri ahz etmiş olduğu vaz’iyet-i bi-tarafaneden inhiraf etmeyecektir. El-yevm Fransa ile Osmanlı hükumeti arasında iki milleti yek-diğerine ta öteden beri rabt etmekte olan ve an’anat-ı tarihiyye sırasına geçmiş bulunan alaka-i dostane ber-devamdır. Zaten Fransa başka surette hareket bile edemez. Zira Fransa muazzam bir hükumet-i sinin efkar ve hissiyatını nazar-ı dikkate almak ve Hilafet-i veddetkarane ta’kīb etmek mecburiyetindedir!” Fi’l-hakīka Mösyö Poincara nutkunun sonunda İtalya ile de Fransa arasında revabıt-ı i’tilafkaranenin mevcud olduğunu söylemişse de ne dost kelimesini isti’mal etmiş ne de Fransızların hissiyat ve efkarı hakkında bir işarette bulunmuştur. Bütün Avrupa matbuatı Fransız matbuatı da başta olduğu halde Mösyö Poincara’nın nutkunda Osmanlılar hakkında daha ziyade meveddet ve samimiyet ibraz edilmiş olduğunu i’tiraf ve teslim ediyor. Birkaç müddet bundan evvel İngiltere Hariciye nazırının da aynı mealde ve belki aynı kelimat ile irad etmiş olduğu nutku da biz bu sahifelerde tedkīk ve tahlil ettik ve dedik ki: yiş-i İslamiyyede bulunmuş oldukları iddia edilebilir! Ne garib tesadüf! Mösyö Poincara’nın nutku hemen Emir-i Afgan hazretlerinin sadr-ı a’zam paşa hazretlerine yazmış olduğu mektubun İstanbul’a muvasalatı ile müteradif oldu. Hamiyetperver emir hazretleri mektubunda mücahidin-i ya başlamış olduğunu ve şu teşebbüsün inşaallah mühim neticeler vereceğini ve ilk hisse-i iane olarak altı bin İngiliz lirası irsal buyurmuş olduğunu haber vermekle beraber alçakçasına Osmanlılar üzerine atılmış olan İtalya hakkında da nefret ve istikrahını alenen beyan buyurmuşlardır! El-hak emir hazretlerinin şu hamiyet ve gayret-i İslamiyyeleri bütün Osmanlıları ve onlar ile beraber bütün alem-i lerinin ve gayur merd Afganilerin ianat-ı nakdiyyelerinden ziyade nakdine-i giran-baha-yı hissiyyat ve efkar-ı İslamiyyeleri bais-i sebeb-i meserret ve ümid olacaktır. Zaten İslamiyet ve müslümanlar yalnız şu gibi metanet-i hissiyye ve salabet-i fikriyye sayesinde te’min-i hayat edebilirler. Görünüyor ki şanlı emir hazretleri peder-i büzürgvarları cennet-mekan Abdurrahman Han hazretlerinin vasiyetine sadık kalmışlardır. Bilahare kitap şeklinde neşr edilmiş olan şu vasiyetnamede merhum ve mağfur Abdurrahman Han hazretleri namdar oğluna bil-hassa üç şey vasiyyet ediyor: Rusya’dan kiyyenin sıyanetine dikkat etmek! Fil-hakīka bütün akvam-ı İslamiyye arasında Afganiler bekaret-i fıtriyyelerini ve metanet-i ahlakiyyelerini en ziyade muhafaza edebilmişlerdir. Aded-i nüfusu sekiz milyondan ci’dir. Ruslar ile hem-hudud oldukları halde Rusya ile hiçbir münasebatta ve hatta münasebat-ı siyasiyye ve ticariyyede bile bulunmuyor. Bütün Afganistan Rus tebaası ve ticareti olan bir tedafüi ve tecavüzi ittihad mevcuddur. Ve bu yüzdendir ki Afganistan İngiltere’den senevi bir mikdar-i külli para alıyor. Medeniyet-i garbiyyenin faideli cihetleri tedrici bir surette memlekete sokulmaktadır. Ve en ziyade umur-ı askeriyyenin tanzimine mekatib-i askeriyyenin tertibine kaç gazete neşr edilmeye başladı. Afganistan Hindistan için bir siper vazifesini ifa ediyor. Kısm-ı a’zamı dağıstan olan şu memleket başkalarının istilası için son derece na-müsa’id zaten ahalisi gayet reşid ve cenk-cu olduğu için Hindistan yollarının kaffesine hakimdir. Hindistan için cihet-i şimaliden bir kal’a-i ahenin vazifesini ifa ediyor. hazretleri bu kerre Makam-ı Hilafet’e olan derece-i merbutiyyetini nazara almayarak kalbinden nebean eden hissiyat ve efkarını aleme bildirdi. Yalnız kendi efkar ve hissiyatını değil başında bulunduğu bütün kavmin bütün memleketin hissiyat ve efkarını ibraz etti. Bu feyz ve bereket-i İslamiyyenin yeni bir teccellisi yeni bir nümunesidir. Harb-i hazır şu tecelliyatın nebeanına sebebiyet vermiştir. Bütün Afrika ve Asya müslümanları bugün aynı fikirler ile mütefekkir aynı hissiyat ile mütehassisdirler. El-yevm cümlesinin nazarı Osmanlılığa harb-i hazıra doğru atf edilmiş suzan bir intizar ile herkes buradan haber bekliyor. Onlarca yüzlerce milyon tebaa-i İslamiyyeye malik olan devletler elbette ki şu hal-i intizarı nazar-ı dikkate almak mecburiyetindedirler. İşte Poincara’nın Sir Edward Grey’ın hazretlerini tahrir-i mektuba sevk eden aynı kuvvet Mösyö Poincara’yı Sir Edward Grey’i de irad-ı nutka sevk ediyor. Vahdet-i İslamiyye terkibinden tevahhuş edenler biraz şu nokta hakkında sarf-ı dikkat ve fikr etsinler! Dünyada hiçbir ahmak ve budala bulunmaz ki şu terkibin sır-ı İslamiyyenin bir idare bir hükumet altında toplanarak bir vahdet-i siyasiyye teşkil etmeleri tarzında anlasın! Aklı başında muvazenesi yerinde olan kimsenin hayaline bile böyle bir tasavvur hutur etmez. Fakat terkibin ifade ettiği ma’na bir vahdet-i ma’neviyyedir ki bi’z-zat mevcuddur ve cümlemiz onun takviye te’yid ve tevsiine çalışmakla muvazzafdır. Bu dinimizin esası olduğu gibi hayatımızın da rüknüdür. Yalnız şu rüknün sayesinde yaşayacağız hayat bulacağız Trablusgarb Muharebesi şu hakīkati bütün vuzuh ve sarahati ile meydana attı. Muharebenin evvelinde kim cesaret ederek bilahare nail olduğumuz muvaffakiyetleri hayaline bile getirebilirdi? İşbu muvaffakiyetlerin azamet ve mahiyet-i hakīkiyyesini layıkınca takdir etmek için Trablus’u biran için olsun adaların bulunduğu şerait içinde farz ediniz! Acaba o zaman teslimden başka bir çaremiz olur muydu? Teslim etmeseydik bile düşman bil-fiil ilhak edecekti. Zira donanmaya adem-i malikiyyetimizden dolayı kendimiz müdafaa edemeyeceğimiz gibi diğer hükumat da şu ilhaka mümanaat etmezlerdi. Halbuki adalarda şerait bizim için daha muvafıkdır. Zira burada hiç olmazsa hükumat-ı sairenin menafi’-i külliyyesi ihlal ediliyor. te’min eden bir ser-çeşme-i hayatı kurutmayalım. Bütün kuvvetimizle şu ser-çeşmenin daha ziyade feyz-bahş olmasına çalışalım. Mürur-ı dühur ile aramıza sokulmuş olan ve bütün mesaib ve belayanın sebeb-i mühimmi olan ve el-yevm de bir dereceye kadar bakī kalan bazı ihtilafatın ber-taraf edilmesine çalışalım. İslamiyet safiyet-i evveliyyesine ric’at ettiği ve bütün müslümanlar aynı ser-çeşmeden kalben ve dimağan kesb-i hayat ettikleri gün yani kalb ve dimağlarımız aynı hissiyat ve efkar ile memlu oldukları gün müslümanlar kendilerini kendi hayat şeref izzet ve namuslarını te’min etmiş olacaklardır. Bugün bu hakīkati ma’neviyyat-ı bize söyletiyor. Hiç olmazsa bu münasebetle mütenebbih ve müteyakkız olalım! OSMANLI-İRAN İTTİFAKI Bir iki aydan beri Avrupa matbuatı yine sık sık “ittihad-ı hakīkat ve mahiyet neşriyata devam ettikleri görülmektedir. Her nerede müslümanlar arasında bir intibah ve tenevvür görürlerse derhal onu ittihad-ı İslam’a haml ve te’vil edip bunun da amil ve müessirini Osmanlı ve İran bet’te Türkistan-ı Rusi’de Rusya aleyhinde hasıl olan asar-ı na-hoşnudi ve dolayısıyla kıyam ve isyanları müslümanların müttefik ve müttehid olduklarına veyahud olmak istediklerine tefsir edip kendi zulüm ve tuğyanlarını hiç kale almak memalik-i İslamiyye ile müslümanlara karşı ittihaz etmekte olduğu vaz’iyet-i gaddarane ve mütecavizaneden memnun olmayan ve olamayan müslümanlar bit-tabi’ eser-i hayat göstermeye mecburdurlar. Bir müslüman gönül rızasıyla hiçbir vakitte izzet-i nefsini ayak altına aldırmaz. Geçenlerde Duma Meclisi a’za-yı müslimesinden Sadreddin Maksudof’un Duma’daki nutkunda açıktan açığa Rusya’nın mezalim-i guna-gunu birer birer ta’dad edildiği halde yine Rusya bildiğinden şaşmayıp yeniden Türkistan-ı Rusi’nin şark-ı cenubisinde kain Panka eyalet-i İslamiyyesindeki bil-cümle mekatib-i hususiyyeyi cebren kapattırıp tedrisata nihayet vermiştir. Rusya müslümanları bir esirden daha fena bir nazarla bakmaya alışmış ve vesile düştükçe hukūk-ı sariha ve meksubelerine hatime vermeyi i’tiyad etmiştir. Gün geçmiyor ki Rusya hükumetinin emriyle çarın iradesiyle müslümanların cami’ mektep ve sair müessesat-ı diniyyeleri kapanmasın. Bu hal ile müslümanlar Rusya’ya ne suretle arz-ı itaat ve El-yevm beray-ı kisb ü ticaret o taraflara gitmek isteyen otuz iki Osmanlı Bakü’de felek-zede ve sergerdan bir halde kalmışlardır. Petersburg’daki Osmanlı Sefiri Turhan Paşa’nın müracaat-ı mütevaliyyesine rağmen Sazanof bunların ubur ve mürurlarına müsaade vermemiştir. O taraflara giden her Osmanlıyı Rusya sellemehü’s-selam mutlak propagandacı ve ittihad-ı İslam tarafdarı kabul ve telakkī ediyor. Rusya bu hususta mantık edille ve berahin mes’eleyi düşünecek olursa İslamların kıyam ve feveranını sırf su’-i idare ve huşunetinden münbais olduğunu pek güzel teyakkun ve idrak edebilir. Propagandaya tervice ne hacet zulüm ve adavet İslamları Rusya’nın aleyhine tabiatıyla bulundurmuştur. Rusların Balkan şibh ceziresindeki teşvikat ve telkīnat-ı mu’tadesi neticesi olarak ikide birde alevlenip vasi’ ve sari bir hal kesb eden ifsadatı tuğyan ve isyanı söndürmekten Hükumet-i Osmaniyye vakt ü zaman bulmuş mu ki Rusya’nın taht-ı sin? Eğer Osmanlılar bu gibi küçüklüklere entrikalara talib olmuş olsaydılar bugün Rusya’nın her türlü tedabir ve teşeddüdatına rağmen yine istediklerini yapabilirlerdi. Fakat umur-ı dahiliyyesiyle bir taraftan diğer taraftan memalik-i Osmaniyye’nin mütemmimi ve cüz’-i la-yenfekki makamında bulunan Trablus’la Bingazi’ye tecavüz eden hak-na-şinas nan Osmanlılar bu gibi şeyleri düşünmeye vakit ve fırsatları yoktur. Rusya yine şımarmaya kudurmaya başlamış olmalıdır ki günden güne Devlet-i Osmaniyye’ye müşkilat ika’ ve icad etmeyi düşünüp bizi düşmanımıza göz göre vahi ve bi-ma’na bahanelerle mağlub etmek istiyor. Eğer Rusya Hükumet-i Osmaniyye’ye karşı bir kin ve adavet hissi beslemiyorsa Kafkasya ve İran hududunda bir çeyrek milyon asakirini niçin tahşid ve ihzar eylemiştir? Demek oluyor ki Rusya’nın bizim hakkımızdaki tasavvurat ve tahayyülatı muslihane ve müsalemet-perverane bir halde değildir. Çarikof’un mu’tedil mesleğini beğenmeyip de onun azli cihetini Fakat Rusya eski kaviyyü’ş-şekime Rus Devleti olmadığı gibi Osmanlı Hükumeti de sabık –kendi ta’birlerince– hasta ve nahif hükumet değildir. Donanma noktasından Rusya Osmanlı kuvve-i berriyyesi de Rusya’nınkinden daha aşağı değildir. Rusya şunu bilmelidir ki eğer Devlet-i Aliyye gereği gibi müsalemet-perver bir meslek ta’kīb etmeye mail ve arzu-keş bulunmasaydı çoktan Rusya’yı şaşırtacak surette Rusların başına bir çok belaları musallat ederdi. Uzağa gitmeye hacet var mı? Şurada burnumuzun dibinde koca İran Devleti’yle Rusya’nın mezalim-i seffakane ve dürüştanesinden bi-zar olan on beş milyon İranlı kardeşlerimiz duruyor ki bizimle onlar arasında dini kavmi ve milli bir karabet mevcuddur. Osmanlılar ile İranlılar arasında bir müşkilat ve mezahime tesadüf edilmeyeceği aşikardır. Ni’met-i hürriyyet ve meşrutiyyetin istihsali neticesinde hab-ı giran-ı gafletten uyanan Osmanlılarla İranlılar beyninde Ali-Ömer kavgası çoktan mürtefi’ ve zail olmuş ve eski taassub-ı amiyaneden eser bile kalmamıştır. Buna da lüzum yoktur Osmanlılarla İraniler beyninde dini bir ittihadın ehemmiyeti kalmıştır. Siyaset ve menafi’-i sariha-i tarafeyn ve zatü’l-beyn noktasından kavi ve metin ittihad ve ittifakın husulü kolay ve asandır. Memalik-i Osmaniyye ile cesim İran ülkesi arasında bir hatt-ı fasıl olmadığı gibi Ararat dağından ta Basra körfezine ve oraya dökülen Karun nehrine kadar hudud ve sınırımız muttasıl ve mülasık bulunuyor. Her iki kavim ve unsur-ı necibin ulema ve mütefekkirleri tarafeynin menafi’-i siyasiyye ve atiyyesini düşünüyorlar. Bundan bir an hali ve gafil değillerdir. Azıcık bir himmet ve fedakarlık neticesinde bu iki devlet millet-i müttehid ve müttefik olur ve dolayısıyla bütün akvam-ı İslamiyyeyi mazhar-ı saadet edebilirler. Muhterem vatanperver İranilerin boykotajına karşı sabır ve metanetini elden bırakan Rusya o zaman ne yapabilir. Japon muharebesinde gaib ettiği şeyleri İran’da telafiye kalkışan Rusya kendisine hazır lop zannettiği mıntıka-i nüfuzdan bir eser bakī kalacak mı? İngiltere Devleti her ne kadar Rusya ile İran umuru hakkında İ’tilafnamesi mucebince mü’telif görünüyorsa böyle bir zuhurata karşı ister istemez Rusya’nın güzel siyah gözleri için muğber etmez ve edemez. Fransa’ya gelince o da İngiltere gibi birçok tebaa-i İslamiyyeye malik bir devlet-i azime bulunmak haysiyetiyle bi-taraf kalmayı tercih edecektir. Ben burada kendi hissiyatımdan bahs ediyorum. Kimse beni böyle düşündüğüm için men’ edemeyeceğini iyiden teşebbüsata tevessül etmediğinden dolayı şiddetle intikad eder ve bütün vicdanımla kusur ettiğini alenen söylerim. Bu müddeamı edille ve berahin-i kat’iyye ve emsaliyle isbat ediyorum. Bugün Fransa-İngiltere-Rusya bir taraftan Almanya-Avusturya-İtalya diğer taraftan hepsi de Hıristiyan oldukları halde akd-i i’tilaf ve ittihad ettikleri halde biz bir Osmanlı-İran Yeter ki bu dediğim ittifak şerait-i mütekabile ve menafi’-i meşrua dairesinde hasıl olsun bizi bundan hiçbir Avrupa hükumeti men’ edemez. Edecek olursa o zaman kendimizi himaye ve müdafaa etmeye elbette düşünür ve çaresini de bulabiliriz. Zaten er geç buna mecburuz. Şimdiden böyle bir emrin husulüne çalışmayacak olursak atiyen pişman olacağız. Rusya İran’ın inkırazına çalışıyor. İran’da askerini doldurmuş ve Rus-perest bir takım mürteci’ ve müstebid hainleri kabul ettirmiştir. Bir sene daha sonra görülecektir ki Rusya Mavera-i İran şimendüfer imtiyazını koparmış ve işe de başlamış bulunmuştur. Bu şimendüferin bir başı Astana diğer ucu da Gova’dır ve Karaçi olacaktır. Aynı zamanda mezkur şimendiferin bir şu’besini Tahran’dan Hanekin’e ve oradan Bağdad şimendüferine rabt ve ilsak edeceğini şimdiden tasavvur ediyor. Bundan başka İngiltere Devleti de kendi tüccarını teşvik edip bir sendika teşkil etmelerini emr etmiş ve bu hafta zarfında bir İran-ı Cenubi şimendüferin imtiyazını mezkur sendika namına İran kabinesinden kendi Tahran’daki sefiri vasıtasıyla taleb eylemiştir. Küçük demir ağı Hürmüz’den –Basra’nın ta yakınındadır– başlayıp Karun Nehri hizasını ta’kīben Bender-i Nasıri Ahvaz Şuşter Diskul Hürremabad’a kadar müntehi olacaktır. Bu şimendüferin güzergahında öyle kadim maabid ve asar-ı atika vardır ki bir kıymeti muhtevidir. İran’ın bütün bu künuz-ı mesturesine miras-ı pedermande gibi konmak isteyen İngiltere’yi oradan sonra kim çıkaracak? Rusya’ya Mavera-i İran şimendüferini temdid ettikten sonra –ki en ziyade beş sene zarfında bitecektir– kim ne söyleyebilecektir. Bir tarafımızda Rusya diğer cihetimizde İngiltere gibi iki kaviyyü’ş-şekime ve kahir devlet yerleşip kökleşince askerimizi bir buçuk milyona iblağ etmeye ister istemez mecbur bulunacağız. Hal-i hazırdaki istikrazlarla iktisadiyyatımızın zaaf ve inhilaline bakılırsa bu kadar askeri nasıl besleyebiliriz? Eyvah! Yazıklar olsun! Biz müslümanlar ne zaman adam olup adam gibi düşüneceğiz? Bir gün gelecek pişman olacağız fakat acaba pişmanlık para edecek mi?! Uyanalım ağır uykudan ebediyyen uyanmaya kalkmaya çalışalım! Zira yeter. ---- MEKATIB ---- ÇIN MÜSLÜMANLARININ HATALARI ---- VE ---- HÜKUMET-I OSMANIYYE’NIN ÇIN’DEKI VEZAIFI Her ne kadar alem-i İslam için bugün bir taraftan Trablusgarb’ı ve onun istikbalini düşünmek büyük bir emr-i vaki’ mes’elesinden dahi büsbütün gafil olamazlar. Çinliler cemahir-i müttefika suretinde idare olunur bir devlet vücuda getirmek hülyasında bulunmakla ne kadar büyük hatalar irtikab ettiler ise Moğolistan zadeganı da o derece hataya düştüler. Her ne kadar bil-istiklal kendi beynlerinde meşveret meclisleriyle idare olunmak fikrine hizmet eder gibi olsalar da hakīkatte Rusya’nın ribka-i esaretine girmek suretiyle istikballerine hatime çektiler. Çin İslamları ise zann-ı aciziye göre daha büyük hata lar. Kendi zadeganlarından birini de han olarak i’lan ettiler. Burada Çin ahvaline vakıf zevat-ı muhteremeden bazı kimselerin fikrine göre bu hareketlerin neticesi olarak Çin ülkesinde inkısama bir yol açılmış bulunduğu zannolunuyor. Şimdi merkez-i cumhuriyyet bu ayrılmış parçalarını arayacak kendini tahkīm eder etmez onları terbiye fikrine zahib olacak o zaman işte o han olanların yahud hanlığa tabi’ olanların başlarına belalar kopacak. Zira merkez-i cumhuriyyetin i’timadını da gayb ettikleri cihetle müslümanların büyük felakete duçar olmak ihtimalleri hatıra gelir. Şimdiye kadar cumhuriyet tarafdaranı İslamlara i’timad nazarıyla bakarak büyük mansıblara müslümanları ta’yin etmekte idiler. Rivayete göre Harbiye nazırı Avrupa’ya tahsil cah mansıb hülyası bi-çare Çin müslümanlarını bu hale giriftar etti. Bu cehaletin neticesi onları daha büyük belalara ilka etmek ihtimali melhuz olduğu cihetle tahlis çarelerini düşünmek vazifesinde eb-i müşfikleri olan Makam-ı Hilafet-i Uzma’ya da bir hisse çıkar zannına zahib olanlar da var. Trablugarb gailesi arasında olsa bile cüz’i bir fırsat bulup da Osmanlı Hükumet-i Muazzaması Aksa-yı Şark mes’elesini de hatıra getirip gayr-ı resmi vaizler namıyla olsun birkaç muktedir ve müdebbir adamlar gönderilebilse idi hiç şübhesiz ki Çin müslümanları için büyük bir muavenet ile beraber şark namına da bir şeref olurdu. Aynı zamanda istikbalde Çin müslümanları hukūkuna aid bazı mütalebatta bulunmakta Türkiye’nin hakk-ı meşruu olduğuna kani’ olanlar da var. Bunlar yalnız gayr-ı resmi değil gizli ve hafi olsa bile faide ve menfaatten hali olmazdı. Çin Hükumeti de İslamlar ile münasebatta bulunmaya zaten arzu-keştir. Bu sayede Çin Devlet-i hazırasıyla kesb-i münasebet olunursa istikbalde müdahale meydanları dahi açılabilirdi. Japonya ile münasebet tesri’ olunduğu takdirde Avrupa hükumet-i mütemeddinesi karşısında bir de şark kuvveti başgöstermek suretiyle muvazenet-i siyasiyyeye doğru büyük bir hatve atılmış olur Asya akvamı beyninde te’sisi mümkün olabilecek ittifak ve i’tilafların temeli kurulmuş bulunurdu. El-yevm Osmanlı emtia-i nefisesi Çin’e İngiltere ve Alman bandırası tahtında idhal olunuyor ve onların namına Osmanlı malı satılıyor. Eğer Osmanlı münasebat-ı siyasiyyesi buralara resmen girerse doğrudan doğruya Osmanlı şan ve şerefi olurdu. Mısır pamukları Japonya’da niçin İngiliz namıyla satılsın? diyerek teessüf eden zevat bulunuyor. HAYAT-I AKVAM-I İSLAMİYYE BOSNA MÜSLÜMANLARI − Birinci makaledeki yazılarımla iki hey’et arasındaki ihtilafları ve onlardan [ ] birisinin mucib olduğu hadiseyi muhtasaran arz ettim. Şimdi diğer ihtilaflarla onların mucib olduğu ikinci hadiseyi beyan edeyim: Dördüncü nokta-i ihtilaf zirde yazacağım mes’ele-i mühimmeden zuhur etmiştir: Bizim memlekette iki nevi’ mektepler vardır: Bunlardan birincisi her milletin otonomisi idaresinde bulunan mekatib-i hususiyye-i ibtidaiyye ikincisi muhtelifü’d-derece resmi mekteplerdir. Riyaset-i ilmiyye bu mekteplerde okunacak ders kitaplarını tertib ve muallimleri hükumete tavsiye etmek vazifesiyle mükelleftir. Ale’l-husus bu cihet resmi i’dadiye mekteplerinde son derece mühimdir. Zira bu mekteplerdeki İslam gençleri eğer hakīkī bir terbiye-i diniyye altında tutulmazlarsa istikbal-i İslam için muzır bir surette yetiştirilmeleri bir vazifede tekasül ile ataletin son derecesini göstermiştir. Daha ufak bir hata lazım idi ki efkar-ı umumiyyede adem-i memnuniyyet tam ma’nasıyla tezahür etsin. Son hata pek de evvelkilerden geri kalmaz.. Reisü’l-ulemaya bir şey hakkında şikayet için gelen hey’eti muma-ileyh kabul etmek istemiyor ve murahhasları vasıtasıyla bütün hey’eti bir reisü’l-ulemanın ağzına yakışmayan elfaz-ı galiza ile tahkīr ediyor. nomisine müteallik olduğunu söyleyerek red eder. Mes’ele Hacegan Meclisi’ne havale edilir. Meclis-i mezkur dört kişiye karşı on altı re’y ile reis ve da’vet eder. Bakalım reis kendiliğinden isti’fa ederek hey’eti daha yüksek makamlara şikayete mecbur etmeyecek mi? Eğer bütün hatalarını bir dereceye kadar unutturmak isterse çekileceği muhakkaktır. Ümid etmeyiz ki muma-ileyh kendisine adem-i emniyyet beyan eden bir milletin riyaset-i mütalebatına muvafakat etmesin. Bu artık hata olmaktan çıkarak umur-ı milliyyemize başkalarının karışmasını mucib olacak bir cürm bir cinayet halini kesb eder. İhbarını vaad ettiğim ikinci hadise-i mühimme budur. Ehemmiyetini de arz edeyim: Bu son hadisede her ne kadar zahiren fırka cereyanları halledilmiyorsa da o surette tefsir edilebilmek mahiyetini haizdir. Reis aleyhinde mahkemeye müracaat eden hey’etin ekserisi ekseriyet fırkası efradındandır. Halbuki reisü’l-ulema fırka-i mezkurenin ileri gelenleri ile iyi geçinemiyor. Binaen-aleyh mes’ele pek çapraşık idi korkuluyordu ki sakın Hacegan Meclisi meslek gayretini güderek reisin bu kadar hataya ve kusurlarına karşı ona beyan-ı i’timad etmesinler. olacağını daha karar verilmeden iddia ediyorlardı. Ve’l-hasıl Hacegan Meclisi’nin bu mes’ele hakkındaki mukarreratına –gerek tarafdar gerek aleyhdar– herkes son derecede muntazır idi. Mukarrerat yukarıda beyan ettiğim gibi zuhur edince İlmiye’nin her gayretten ziyade gayret-i diniyye ve milliyyesi bulunduğu tezahür etti. İlmiye’nin riyasetinde ona layık olacak olmayan bir adama –ne kadar şöhret-i kazibesi olursa olsun– adem-i emniyyet beyan edeceği anlaşıldı. Bu vak’a İlmiye’nin mevkiinin ehemmiyetini takdir etmeye başladığına büyük bir delildir. Arzu ederim ki İlmiye yalnız kendi reis-i na-layıklarına karşı değil –milletin büyüğü geçinen liyakatsiz ve hamiyetsiz kesanın aleyhinde dahi avaze-i şikayetlerini lüzumu halinde– ref’ etsinler. Bunları yazarken Bosna’nın Hacegan Meclisi’ne aşağıdaki hitabta bulunmaktan kendimi alamadım: “Yaşayınız millet-i İslamiyye sizin ancak bu nevi’ gayretlerinizle te’min-i ka ve meslek gayretinin fevkinde bulunmalıdır.” Bir de mahkemeye müracaat eden hey’ete birkaç söz söyleyeyim: “Biraderler! Bu müracaatınız hamiyet-i İslamiyyeye münafidir. Çünkü bu kadar sene mücahede sayesinde nail olduğumuz muhtariyete yabancıların müdahalesine sebebiyet veriyorsunuz. Bu mes’ele zuhur eder etmez Hacegan Meclisi a’za-yı muhteremesini da’vet etmeli ve bu işe hükumeti müdahale ettirmemeli idiniz. Buna sebeb olarak sizdeki fırka gayretini gösterebilirim. Siyaseten aleyh­ darı olduğunuz bir adamı enzar-ı umumiyyeden iskat için mahkemeye müracaat ederek muhtari işlerimize hükumetin müdahalesini mucib olmak zannetmem ki hamiyetle kabil-i tevfik olabilsin.” ŞUUN OSMANLI-İTALYAN MUHAREBESI Atideki ma’lumat Darü’l-cihaddaki İslam kumandanlarının Ajansı’na tebliğ edilmiştir. Humus cihetindeki asakir ve mücahidinimiz tarafından fecr zamanında şarktan iki kol ile Lide harabelerine bir hücum icra olunmuş ve muharebe pek kanlı ve şerefli bir surette yedi saat devam etmiştir. Mezkur harabede düşmanın iki büyük istihkamının dairen ma dar sekiz sıra tel örgüsüyle muhat olmasına lağım top tüfenk mitralyöz ateşlerinin pek şiddetli te’siratına rağmen şeci’ ve fedakar mücahidinimiz bu gibi mevani’-i fer’iyyeyi makas ve bıçaklar kurtulmamak şartıyla cümlesini itlaf ve istihkamın müdafi’lerine aid cesim İtalyan bandırasıyla bil-umum tüfenklerini yükler ile cephane ve müteaddid dürbin ve emsali eşya-yı askeriyyeyi iğtinam ve istihkamdaki iki topu da tahrib etmişlerdir. Bu istihkamların zabtı esnasında ikinci kol deniz kenarına kadar ilerleyerek düşmanın hurmalıklar arasındaki mıntıka dir. Bu ihtiyatın bakiyyetü’s-süyufu diğer bir istihkama iltica suretiyle ancak canlarını kurtarabilmişlerdir. Mevani’-i fer’iyyenin tahribiyle uzun bir zaman uğraşıldığı esnada şehirde ve Merkab tepesinde bulunan düşman ihtiyat-ı umumisi Lide’nin muavenetine şitab etmiş ise de istikamet-i hareketine evvelce ta’yin edilen mücahidinimiz tarafından açılan ateşle tamam yedi defa ric’ate icbar edilmiş ve bu saha-i cenk ü vega dahi düşmanın maktulleriyle dolmuştur. Seydibarak ve Merkab mevki’leri ve Humus şehri bataryalar masından dolayı oralarda kalmak mümkün olmadığından erzak deposu ve cephanelik kamilen ihrak ve avdet olunmuştur. Düşmanın bu muharebede biri yüzbaşı olarak takriben on yedi zabit ve bin neferi mütecaviz telefatı vukū’ bulmuştur. Bizim yüz kadar şehid ve iki yüz kadar mecruhumuz vardır. Mülazım-ı Evvel Ali Faik Efendi şüheda miyanındadır. Düşmanın gösterdiği mukavemet-i şedideye rağmen kitabe-i şan ü şerefine bir sahife-i celadet daha ilave etmiştir. Haziran-ı Rumi’nin üçüncü günü Misrata’nın Kasr-ı Ahmed İskelesi önüne altı harb ve dört nakliye sefinesiyle gelen düşman icra ettiği bombardımanı müteakib oradaki muhafızlar ile bir saat kadar şiddetli muharebeden sonra civardaki Buşair mevkiine asker çıkarmıştır. Tarafımızdan tertibat-ı lazımeye tevessül edildi. Mayıs’ın ’ıncı günü düşmanın dört beş yüz kişilik bir kuvvetiyle müsademe edildi. Mezkur kuvvete ateşine mukavemet edemeyerek bir hayli maktul ve eşya terkiyle firar etti. Bu müsademelerde zayiatımız yoktur. Mayıs’ta bir düşman tayyaresi iki bomba atmış ise de zayi’at olmamıştır. Derne’de Mayıs’ın ’inci günü ale’s-sabah suud eden düşman tayyaresinden ordugahımız civarına atılan bombalardan hiçbir zarar görülmemiştir. Mezkur tayyare piyade ve mitralyözlerimiz tarafından edilen ateş ve toplarımızla endaht olunan şarapneller üzerine mecbur-ı ric’at edilmiş ve şarapnellerimizden birinin te’siriyle tayyarenin sakatlanarak Derne vadisine sukūt ettiği istihbar kılınmıştır. Hükumet-i Osmaniyye ile İngiltere hükumeti beyninde Kuveyt-Basra mes’elesi hakkında cereyan eden müzakeratın kariben hitam bulacak ve onbeş yirmi güne kadar İngiltere hükumeti Babıali’ye suret-i resmiyyede ve tahriri bir cevap gönderecektir. İstihbarata nazaran Devlet-i Osmaniyye Kuveyt hakkındaki protokolün muhafazası hususunda İngiltere hükumetiyle hem-efkardır. Mezkur protokolde gerek hükumet-i Osmaniyye’nin gerek İngiltere hükumetinin Kuveyt’e asker çıkarmayacakları musarrahdır. Kuveyt’in suret-i idaresine gelince burası da Cebel-i Lübnan’daki idare şeklinde bir idare-i hususiyyeye mazhar olacaktır. Bağdad şimendüferinin nokta-i intihaiyyesi hakkında şu suretle ittifak hasıl olmuştur. Basra Körfezi’ne kadar temdidi tasavvur olunan hattın inşasından kısmen sarf-ı nazar olunmuş mezkur hattın yalnız Basra’ya kadar temdidi karargir olmuştur. Girit’de münteşir İstikbal gazetesinde okunduğuna göre düvel-i hamiyye Girit’in tahribatına karşı olmak üzere ihracata vaz’ edilmiş olan yüzde üç resmin temdid-i dercine ve ada umur-ı maliyyesinin taht-ı teftişe alınacağına dair Girit hükumetine yeni notalar vereceklerdir. Teftiş mes’elesi Girit Rumlarının menfaatperest siyasiyyununu düşündürüyor. Yunanistan Hükumeti bir konferans in’ikadı ihtimalini nazar-ı i’tibara alarak Girit mes’elesinin tesviyesini de konferans proğramına idhal için düvel-i muazzama ile müzakerata girişmiştir. Eğer bu teklif esas i’tibarıyla kabul edilecek olursa Yunanistan Teşrinievvel’e ta’lik edilmiş olan Yunan parlamentosunun küşadında Girit meb’uslarını kat’iyyen red edecektir. Kıbrıs’da münteşir Vatan gazetesinden: “ senelik Osmanlı ve senelik İngiliz idaresinin tarik-i medeniyyete isale muvaffak olamadığı bir kısım Kıbrıs Rumlarının hayli senelerden beri İslamı az olan köylerde görülmekte olan muamelat-ı vahşiyyanelerinin geçen Mayıs’ın ’inci günü Limason’da gayet büyük mikyasta ve adeta katl-i am şeklinde bir nümunesi zuhura gelmiştir. Osmanlıların ve İngilizlerin nesayih ve tedabir-i medeniyyelerinden ziyade Yunan müşevviklerine kulak vermek leke olabilecek olan vak’a-i mezkureyi meydana getirmişlerdir. Yunan müşevvikleri tahayyül ettikleri imtiyazatın istihsali etmek tehdidini Lefkoşa’da İslamları mes’ul ettirmek tarikiyle sakin ahalinin takriben üçte biri İslam ve ikisi Rum olduğundan Rumlar tarafından bir hücum tertibine dahi cesaret edemedikleri cihetle takriben beşte biri İslam ve dördü Rum olan Limason kasabasına panayır münasebetiyle gelen iki o kadar daha Rumlardan bil-istifade ahz u i’talarıyla meşgūl olan bi-çare İslam ahalisinin üzerine dehşetli bir hücum tertib ile icrasına başlamışlardır. Kıbrıs Rumlarının terakkī ve temeddün edip kendi kendilerini kesb-i istihkak ettikleri iddiasıyla İngilizlerin şimdiki idaresine artık tahammül edemeyeceklerini ve kendileri Afrika vahşileri olmadıklarını beyan eden Rum ser-amedanından birkaç kişilerin hin-i hücumda ictima’ eden haydudların başında hücumu teşvik ve teşci’ etmelerine nazaran terakkī ve temeddünden neyi murad ettikleri tamamıyla anlaşılmış ve hakīkaten bir kısım Rumların Afrika vahşileri gibi olmayıp dünyada misli bulunmayan vahşilerden olduklarını fiilen bir hiss-i hayvani ile hareket ederler. Limason vahşileri ise ları cihetle Afrika vahşilerini gölgede bırakmışlardır. Limason menabi’-i muhtelifesinden vürud eden ma’­ lu­ mat şu zemindedir: Geçen Pazartesi günü öğleden sonra vasati saat üç buçuk raddelerinde Limason kasabasında birkaç köylü İslam bir Hıristiyan arabasıyla gezmekte iken bir Rum kahvehanesinde oturan Rumlar tarafından üzerlerine şişe teneke taş ve saire atılarak içlerinden birisi başından cerh ve araba durmaya mecbur edilir. Araba durunca başlarının çaresini aramak üzere İslamlar arabadan inerler ve bu hakaretin esbabını Rumlardan sorup taarruzatın önünü almak isterlerse de kırk elli raddesinde bulunan Rumlar İslamları piyade olarak görünce hepsi birden hücum ile bunları abluka ve darb etmeye teşebbüs ederler. Tehlikenin büyümüş olduğu ve hiç tanımadıkları hıristiyanlar tarafından dayak altında ezileceklerini hisseden İslamlardan Piskopi karyeli Ahmed Emir Hüseyin bıçağını çıkarıp müdafaa-i nefse çalışır. Hücum kesb-i şiddet eder. Bunun üzerine Ahmed üç dört Rumu hafif surette cerh ederek hatt-ı muhasarayı yarıp kurtulur. Diğer dört arkadaşı dahi İslam çarşısına iltica ve polise ihbar-i keyfiyyet eder. Bu esnada sallanmakta olan kilise çanının topladığı kasabalı ve köylü beş altı bin raddelerinde Rumlar birkaç Rum ser-amedanının aleni surette teşvikiyle çarşılarda birkaç yüz raddelerinde bulunan İslamların üzerlerine dükkanlarına “Yaşasın Yunanistan! Yaşasın ilhak!” sadalarıyla hücum ederler. Hücumu men’a çalışan İngiliz mevki’ kumandanıyla Yüzbaşı Mehmed Efendi dahi darb olunur. Hücum devam eder. Ellerinde taşlar sopalar bıçaklar revolverler ile müsellah olan Rumlar çarşıda ve işinde gücünde hiçbir şeyden haberdar olmayan İslamlardan erkek kadın çocuk her kimi rast gelirlerse darb ve cerh ve İslam dükkanlarını tahrib ederek yollarına devam ederler. Üç kola ayrılan muhacimlerden takriben iki bin raddelerinde olan bir kol Komiseryat yolundan İslam mahallesine gitmeye başlar. Mevki’ kumandanıyla Yüzbaşı Mehmed Efendi sekiz on süvari ile yetişerek bunları men’a çalışırsa da bu hey’et zabıtaya dahi hücum ederler. Süvarileri kumandanı taşlar ve değnekler ile darb ederler. Mehmed Efendi’yi attan düşürürler. Mehmed Efendi tekrar atına binerek arkadaşlarıyla birlikte gayet cesurane savletler icrasıyla hücumu men’a devam eder. Bu suretle hayli müddet uğraşılarak büyük müşkilatla Diğer iki kol ve buradan avdet edenler İslam dükkanlarını sıradan tutarlar sokaklarda ve dükkanlarda rast geldiklerini darb ve cerh ettikten sonra dükkanların mefruşat ve kapı ve pencerelerini yıkılabilen kırılabilen yerlerini tahrib ederek yola devam ederler. Dükkanları müteakib panayır münasebetiyle ötede beride olan İslam satıcılarına hücum edip darb ve cerh ettikten sonra sattıkları eşyayı yemişlerini ve paralarını yağma ederler. Zabıta hey’etinin kuvveti muhacimlere nisbetle yüzde bir raddelerinde bile olmadığından tedabir-i şedideye müracaat olunamayarak yalnız havaya silah atılmakla vahşetler iki saat kadar devam ettikten sonra gerek hey’et-i zabıtanın gayret ve fedakarlığı ve gerek Polamidya’da bulunan seksen kadar İngiliz asakirinin akşam üzeri yetişmesi tahribat ve cinayattan artık yorulmuş olan muhacimleri kendi mahallelerine avdet ettirmiştir. Gazetemizin bu sahifesini tab’ ettiğimiz sırada gelen haberlere nazaran iki taraftan üç maktul ve tehlikeli mecruh olduğu anlaşılmaktadır. Hafif mecruhların mikdarı henüz ma’lum değildir. Bu tafsilatı i’ta eden Kıbrıs gazetesi Rum ahalinin hunharane muhacematı esnasında müteferrik olmak üzere ne mühim fecialar irtikab ettiklerini de uzun uzadıya yazıyor. Biz bunların naklinden sarf-ı nazar ediyoruz. Yalnız öteden beri Rum ahali ile meskun adalar ahalisinde meşhur olan halet-i ruhiyyenin iç yüzü ne kadar kötü olduğuna dair bu vak’anın da şehadetini Avrupa alem-i medeniyyetinin nazar-ı dikkatine arz ederiz. Şarkiyye namıyla olup Van ile Musul arasında altı nahiyeyi arasında münazaun-fih olduğu ma’lumdur. Rusya Hükumeti bu arazinin Osmanlı askeri tarafından işgal olunduğunu ve bunu Rus hududunun hükumet-i Osmaniyye tarafından tehdidi makamında telakkī ettiğini Babıali’ye bildirmiş ve bunun üzerine hükumet mülkiye müfettişlerinden Ali Seydi Bey’i beray-ı tahkīkat mahalline i’zam etmişti. Muma-ileyh tahkīkatını ikmal etmiş ve Dersaadet’e avdetle raporunu Dahiliye Nezareti’ne takdim eylemiştir. Alınan ma’lumata nazaran bu raporda mes’elenin bir su’-i tefehhümden ibaret olduğu anlaşılarak tarafeyn beyninde lenin İran tahdid-i hududu mes’elesine de aidiyeti olması cihetiyle Tahdid-i Hudud Muhtelit Komisyonu’na gönderilmiştir. Geçenlerde Osmanlı-İran hududu üzerinde vukūa gelen bir hadiseden dolayı Tahran Sefiri Emin Bey tarafından İran hükumetinin nazar-ı dikkati celb edilmişti. Bu mes’ele hakkında tahkīkat icra edilmiş ve İranlıların Osmanlı hududunu tecavüz ettikleri anlaşılarak müsebbiblerinin tecziyeleri taleb edilmiştir. tahkīk etmek üzere hududa azimetle ahiren avdet eyleyen Ali Seydi Bey tanzim ettiği diğer raporu Harbiye Nezareti’ne takdim eylemiştir. Tan gazetesine Petersburg’dan vaki’ olan iş’ara nazaran Urumiye’ye aid olup Osmanlı-İran Muhtelit Komisyonu tarafından tahdid-i hudud mesailine dair cereyan eden müzakerat hiçbir netice vermemiştir. Osmanlı murahhasları iddia edildiğine göre pek az ihtilafkar görünüyorlar imiş. Osmanlı murahhasları hududun eski şeklini ta’yin eden bir haritayı taleb etmekte müstenid harita bulunmadığını iddia ediyor. Mesned-i celil-i Sadaret-i Uzma’ya Rebi’ulahir sene tarihiyle Afganistan emiri hazretleri canibinden irsal olunan Farisiyyü’l-ibare mektubun tercümesi suretidir: “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin sadr-ı a’zamı bulunan muhibb-i aziz ve mihribanımız Mehmed Said Paşa zade kadruhu hazretlerine İstanbul harik-zedeganından melce’ ve me’vasız kalanlar için muhibb-i İslam ve İslamiyan olan senaverleri tarafından i’ta olunan bin aded İngiliz lirasının vusulünü ve muma-ileyhimin teşekküratını mutazammın Zilhicce sene tarihli mektub-i muhabbet-uslubları dest-i senaveriye vasıl ve badi-i meserret-i hatır olmuştur. Meblağ-ı mezburun ber-vech-i dil-hah sarf edildiğinden dolayı Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena eder ve bil-münasebe şurasını da beyan eylerim ki senaverleri rabıta-i cinsiyyet ve milliyyet hasebiyle efrad-ı millet-i İslamiyyeden her ferd hakkında fevka’l-ade muhabbet-perverde eylemekte bulunduğumdan daima onların meserretleriyle dilşad ve mihnetleriyle gamnak olmaktayım. Ecza-yı memalik-i Osmaniyyeden olan Trablusgarb ahalisine karşı İtalyanlar tarafından bi-muhaba bir takım tecavüzat-ı hunharane ika’ edildiği peyderpey varid olan haberlerden anlaşılmış ve bundan dolayı dil-i meveddet-menzil-i senaveranemde hasıl olan galeyanın ne merkezde olduğu Afganistan’da münteşir Siracü’l-Ahbar gazetesinde elbette manzur-ı sami-i fahimaneleri buyurulmuştur. Bunun te’siri mes’ele faysal-pezir oluncaya kadar kalbimden zail olmayacaktır. Binaenaleyh Trablusluların felaketlerine bil-iştirak şüheda-yı salihinin eytamına muavenet ve mecruhin-i mücahidinin hatırlarını tatyib maksadıyla bu kere iane defterleri tertib olunmuş ve Afganilerden her ferdin kendi arzusu ve vüs’-i iktidarı nisbetinde edilmiştir. İnşaallah Afganiler bu teşebbüsü kemal-i şevk ve hahişle hüsn-i hitama isal edeceklerdir. Lehü’l-hamd Afganistan pek vasi’ bir memleket olmak hasebiyle ianenin cem’ ve tahsili bir az zamana muhacdır. Şimdilik cem’ edilen altı bin İngiliz lirası Bombay Osmanlı Başşehbenderi Cafer Bey vasıtasıyla huzur-ı samilerine irsal olunduğu gibi ba’dema cem’ edilecek mebaliğ dahi peyderpey gönderilecektir. Hemen Cenab-ı Hak hüsn-i muvaffakiyyet ihsan buyursun.” Hüccaca Karşı – Avam Kamarası’nda Mösyö Fots Mekke ve Medine’ye azimet edecek olan hüccac-ı müslimine taarruz etmemek üzere İtalya’nın bir guna taahhüdatta bulunup bulunmadığını Hariciye nazırından sual eylemiş ve taarruz vukūunda İngiliz tabiiyetinde bulunan İslamların müte’essir olacaklarını beyan eylemiştir. İtalya’nın hüccacı hamil bulunan sefain-i nakliyyeye karşı müsamahakarane bulunacağını ve İtalya tarafından ittihazına tevessül olunacak olan tedabirin hüccacın müruruna mani’ olacak mahiyeti haiz olmayacağı ümidinde bulunduğunu Sir Edward Grey cevaben beyan eylemiştir. Tebriz vali-i umumisi nezdinde ulema-i belde tarafından akd edilen bir ictima’da müslümanlara hitaben evamir-i diniyyeye ve örf ve asayiş-i memlekete riayet vesayasını mutazammın bir beyanname neşri taht-ı karara alınmıştır. Times ’in istitlaatına nazaran kabinede Bahtiyariler unsurunun çok bulunmasından naşi adem-i memnuniyyetini izhar etmek üzere Hariciye nazırı mamıştır. Son haberlere göre Muhteşemü’s-Saltana müsta’fi Vüsuku’d-Devle yerine Hariciye nazırı ta’yin olunmuş ve hal-i hazırdaki İran kabinesi tamamıyla Rus tarafdarı bulunmuştur. – İran Naib-i Hükumeti Nasıru’l-Mülk geçen Salı günü Avrupa’ya müteveccihen hareket etmiş ve müşarun-ileyhi salimen hudud haricine kadar isal için elli İran jandarması terfik edilmiştir. Etrafına bin kadar adam cem’ etmiş bulunan Salarüddevle Firuzabad cihetlerine gitmiştir. Tahran Hükumeti iğtişaşa meydan vermemek için tedabir-i lazımeyi El-yevm Ferman-ferma Kirmanşah’da Kürdistan ve Luristan İran valisi sıfatıyla bulunuyor. Ekser Kürd rüesası muma-ileyhe arz-ı mutavaat eylemişlerdir. Hükumet asakiri küçük bir kuvvet ile Kirmanşah civarında tahassun eden Salarüddevle’yi elegeçirebilmek üzere Kirmanşah’da kalacaklardır. Hükumet asileri bu defa suret-i kat’iyyede tenkil eylemiştir. Şahsevenler’le Rusya asakiri arasında müsademat vukūa geldiği Rus hududundan iş’ar edilmektedir. Rusların mağlub edildiği rivayet olunmaktadır. Bombay’dan Times ’a iş’ar olunmuştur: Afgan hududunda bulunan mevsuku’l-kelim bir muhabirin iş’aratına nazaran Host kabaili el-an hal-i duğu gibi Afgan asakiri tarafından mühim bir muvaffakiyet emirinin adem-i faaliyyeti nakliyat için lazım gelen yolların alatın fıkdanından münbaisdir. Gaznin’de asilerin ihraz-ı muvaffakiyyet ettikleri söylenmektedir. Afganistan emiri hazretleri ki ittihad-ı İslam tarafdarıdır müslümanlarla darb u harb etmeyi pek arzu etmiyor. Emirin niyeti asileri sulh ve müsalemet dairesinde ikna’ etmektir. Bu hususta me’yus olursa o zaman silahla asilerin te’dibini deruhde edecektir. Gazai kabilesine mensub olan usatın silahları pek mükemmeldir. Afganistan asakirinin kendi hem-cinslerine karşı muharebe edip dahildeki ihtilalleri söndürebilecekleri henüz ma’lum değildir. Asakir-i muntazama geride bulunup asilere karşı muharebe etmek için gayr-ı muntazam askerler öne sevk olunmuşlardır. Kabil’den alınan havadise bakılırsa Emir kabail-i asiyye ile bir muahede akd etmekle ihtilale nihayet vermek tarafdarı görünüyor. Bu halde mücazatsız kalan ihtilalciler en sonra başka fenalıklara da sebebiyet vereceklerdir. Times ’da münderic bulunduğuna nazaran Host şehrindeki kabail-i asiyye mahall-i mezkur valisinin azlini taleb etmeleriyle Emir hazretleri mes’ullerinin is’af buyurması üzerine isyana nihayet vermişlerdir. Mezkur kabail-i asiyyeye icra-yı nesayih-i mü’essire danı Ceneral Abdülaziz Han bir nutuk irad etmiş ve demiştir ki: “Emir hazretleri sizi teslih etmekten maksadları silahlarınızı kendinize İslam İslam’a karşı su’-i kasd etmek için değildir.” Bunun üzerine bütün asiler arz-ı inkıyad ve teslimiyyet ederek meydan-ı harb ü vegadan dağılmışlardır. Daily Telegraph ’a Petersburg’daki muhabiri tarafından iş’ar olunmuştur: Petersburg’a vasıl olan havadise nazaran Rusya’nın şark-ı cenubisinde kain Tatar gençleri arasında hükumet-i Osmaniyye ve Panislamizm amali lehinde bir propagandacılar cem’iyeti keşf edilmiştir. Kazan’a tabi’ ve Patka kasabasında derdest edilen mezkur propagandacılardan ekserisinin isticvablarına dair hükumet tarafından evamir-i resmiyye ısdar edilmiş ve aynı zamanda o havalide bulunan bütün mekatib-i hususiyye-i Kaşgar’dan Petersburg’a telgrafla linde bulunuyorlar. Kaşgar şehrinin en nüfuzlu ekabirinden birisi katl edilmiştir. Bu zat siyaseten ahali üzerinde büyük bir nüfuza malik idi. Me’murin-i hükumet ortalıkta hasıl olan kargaşalıktan ürkmüşler üç gün üç gece teskin-i fesad için bila-aram çalışmış iseler de muvaffak olamamışlardır. Şuriş ve iğtişaş Parkand Kargalık Goma ve Hoten vilayetlerine de sirayet etmiştir. Ahali bütün devair-i hükumeti zabt ederek idare-i umuru ele geçirmişlerdir. Ahali milis askerleri teşkil ederek her tarafa yayılmışlardır. Geçen Haziran-ı Efrencinin ikisinde vaktiyle ahali tarafından intihab olunan Maralbaş valisi de yine ahali tarafından katl edilmiştir. Hoten’deki me’murin-i hükumet kamilen kaçmışlardır. Rusya Hükumeti Kaşgar’a Ka­ zak ve piyade askerlerinden bir mikdar kuvvet sevk ederek husule gelen iğtişaşı teskin etmek istiyor. Çin ihtilalcileri beyninde münakaşa ve ihtilaf hasıl olmuştur. Kaşgar’da her ne kadar ufak fakat yağmalar vukū’ bulmuş ise de şayan-ı ehemmiyyet değildir. Kaşgar’dan Petersburg’a gelen haberlerden ahvalin gittikçe fenalaşmakta olduğu anlaşılıyor. Aksu’da Çinlilerin avam takımına mensub pek çok kimse türeyerek milis halinde bir kitle teşkil edip kasabanın idaresini ele almaya çalışıyorlar. Rusya Hükumeti tarafından gönderilen kuvve-i askeriyye Kaşgar’a muvasalat etmiş ve me’murin-i hükumeti itlaf edenleri asmışlardır. Sila’dan Times gazetesine iş’ar olunduğuna göre Hindistan’ın yeni makarr-ı hükumeti olan Dehli şehrinin diğer bir mahalle nakli takarrur ederek daha güzel vasi’ ve düz bir ovada yeniden inşası kararlaştırılmıştır. Bu mahallin manzarası gayet latif olmakla beraber suyu da pek mebzul imiş. Hindli Seyyid Emir Ali hazretlerinin eser-i himmeti olan Trablusgarb’daki İngiliz Hilal Cem’iyeti için Hindistan ağniya ve ahali-i müslimesi tarafından verilen iane mecmuu beş bin yüz otuz dört İngiliz lirasıyla on üç şiline baliğ olmuştur. Fas ahvali gittikçe fena renk kesb ediyor. Fransızlar peyderpey Marakeş’e asker ve erzak ile mühimmat sevk ve el-yevm Fas’ta elli bin Fransız askeri bulunmaktadır. Bununla beraber Fransızlar hiçbir hatırı sayılacak muvaffakiyet ihraz etmemişlerdir. Tebaa-i ecnebiyyeye tabi’ olan Avrupalılar korku ve meskenetlerinden hep kendi konsolatolarına iltica eylemişlerdir. Fransa cenerallerinden Marakeş’e suret-i fevka’l-ade ve salahiyet-i tamme ile gönderilen Ceneral Liyokay pusulayı şaşırmış ve ne yapacağına dair hayran kalmışlar. Mulay Hafiz’i kaçırmamak için onu muhafaza eden Fransızların maksadı onun nüfuz-ı mevhumu sayesinde iş görmektir. Halbuki bil-umum Fas kabaili müşarun-ileyhi hain-i vatan telakkī ettiklerinden ona hiçbir hürmet ve alakaları kalmamıştır. Daimi surette Fransız asakirine karşı sell-i seyf-i cihad eden Fas kabail-i İslamiyyesi hemen her tarafı sararak Fransızları pek fena surette düşündürmektedirler. Faslıların maksadı Mulay Hafiz’i hal’ ettikten sonra an-asıl Mekke şürefasından olup müddet-i medideden beri Fas’ta neşr-i envar-ı ilm ü ma’rifet eden abid zahid Seyyid Abdullah’ı Fas Sultanlığı’na intihab ve iclas etmektir. Fransa Hükumeti Fransa matbuatına icra ettiği resmi bir tebliğname mucebince Fas’taki Fransız asakirinin muvaffakiyetsizliğinden bir şey yazmamaları lüzumu tavsiye olunmuştur. Lakin Marakeş’te bulunan İngiliz matbuatı muhabirleri buna havale-i sem’-i i’tibar etmeyerek gördükleri ve işittikleri hakayıkı mensub oldukları gazetelere bildiriyorlar. Times gazetesinin bu babda yazdığı bir başmakalede Fransa hükumetinin nazar-ı dikkatini celb ederek kemal-i ehemmiyyet ve şiddetle münazaata nihayet vermek için TENKĪD VE TAKRIZ MEDENIYET-I İSLAMIYYE TARIHI ’NIN ---- HATALARI ---- lik’tir” derdi. İmam-ı Şa’bi ise “Abdülmelik bin Mervan’dan başka kiminle görüştüm ise kendimi ona faik buldum.” demişti. Bu sözlerin hepsini allame Suyuti Tarihu’l-Hulefa ’sında zikr ediyor. İşte Kur’an okuduğu bir sırada kendisine hilafeti haber verilen Abdülmelik işin ehemmiyet-i azimesini düşündü. Bu kadar ağır bir yükün başka işlerden el çekilmedikçe kaldırılamayacağını anladı da kemal-i tahassüründen elindeki Kur’an’a hitaben “Bu seninle son sohbetimizdir.” dedi. Yani şimdiye kadar olduğu gibi artık bundan böyle de sırf ibadetle tilavet-i Kur’an ile meşgūl olmak kabil olamayacağını söyledi. Görülüyor ki bu söz mutlaka dini tahkīr yolunda söylenmiş değildir. Zaten hilafetinden sonra da Abdülmelik’in feraiz ile sünen ile iştigalini görüyoruz. Evet namaz kılıyor oruç tutuyor hacca gidiyor. Ya’kūbi Tarih ’inde diyor ki: senelerinde Hicaz’a Haccac’ı gönderdi. ’de Abdülmelik kendisi gitti. senelerinde Hazret-i Osman’ın oğlu Eban’ı gönderdi. Ka’be’ye kumaş tahkīr etmek isteyen bir adamın karı mıdır? Müellif diyor ki: “İbni Zübeyr’in başını Ka’be’nin içinde kendi eliyle kesti” Cild Sahife . Müellif bu rivayeti el-Ikdü’l-Ferid ’den alıyor. Zaten bu gibi vak’alarda bu gibi asar ile istişhad kendisinin mu’tadı olan hilelerden biridir. Bilirsiniz ki İbni Zübeyr’in katli hadisesi Taberi İbnü’l-Esir gibi söylediğine i’timad olunur bütün müverrihlerce me’haz tanılır kütüb-i tarihiyyenin kaffesinde mezkurdur. Lakin vak’a bu kitaplarda müellifin istediği tarzda tasvir edilmiş olmadığı için hiç birisini kale almayarak muhazarat sınıfından bir kitaba sarılıyor ki bu gibi kitaplara elde başka bir me’haz bulunmaz usule de muhalif düşmezse müracaat edilebilir. İşte gerek Taberi’de gerek diğer mu’teber tarihlerde musarrah olduğu vechile İbni Zübeyr Hacun’da erbab-ı tuğyandan birisi tarafından öldürülmüştür yoksa başı Ka’be’de kesilmiş değildir. Müellif diyor ki: “Ka’be’yi yıkdılar” Yukarıda söyledik ki Ka’be Haccac’ın hedefi değildi. Haccac mancınıkları İbni Zübeyr’in ilave etmiş olduğu kısma çevirmiş bu ilave ise asıl Ka’be’ye muttasıl olduğu için atılan taşlardan bir kısmı da Ka’be’ye isabet etmiş idi. Haccac kıtali bitirdikten sonra ilk emrini Mescid-i Haram’ı taşlardan kanlardan temizlemek için verdi. İbnü’l-Esir bunu sarahaten söylüyor. Pekala Mescid-i Haram’ı sildirip süpürtmek Velid’in küfrüne mushafı okla nişan alıp parça parça ettiğine sonra; ! Beyitlerini söylemesine gelince müellif bu rivayeti Agan i’den alıyor. Vak’a Agani hurafatındandır. Ma’lumdur ki Agani sahibi şiidir. Emevilere buğz etmeyi onları küçük düşürmeyi kendisine din ittihaz eder. Beyitlerin üzerinde ise tevlid damgası gözüküp duruyor. Edebiyat ile azıcık münasebeti olanlar şu uslub-ı nazmın asla eskilere aid olmayıp müvellidin malı olduğunu kolayca anlarlar. TEFSIR-I ŞERIF ---- . . . ---- Tercümesi “Şairlerin arkasından ancak sapıklar gider. Görmüyor musun ki onlar her vadide dolaşıyorlar. Hem yapmadıkları şeyleri söylüyorlar. Yalnız iman ederek a’mal-i salihada bulunanlarla Allah’ı sık sık hatırlayanlar; bir de zulüm gördükten sonra intikam alanlar için söz yoktur. Zulmedenler ise nasıl bir akıbete uğradıklarını anlayacaklardır” * * * Bu ayat-ı kerime ---- . ... ---- hitabıyle başlayan Sure-i Şuara’nın başındadır. Hakīkat her vadiye dalıp çıkan; yalancılıktan başka sermaye-i san’atı olmayan; mevzu’ tükendikçe ötekinin berikinin namusuna hücum eden; herkesin harim-i serairini açmak kafiye uğrunda bin hakīkati bin hikmeti kurban ediveren; bir nükte hatırı için hatıra gelmeyecek rezaile agūş açan bu serserilerin etrafında daima bir sürü kopuk dolaşır ki bunlar o herze-vekillerin kustukları hezeyanları ni’met iğtinam eder gibi iltikam ederler de gezdikleri yerlere saçıp dururlar! çıları mensub oldukları millet için birer musibettirler. Evet bunların mikdarı hüsran-ı ictimainin en sağlam ayarıdır. Din namına ahlak-ı fazıla namına Allah korkusu namına kalbinde hiç bir his taşımayan; zulme haksızlığa karşı ansamimi’r-ruh cuşa huruşa gelmeyen şairler hangi cemaatte mebzul ise Allah o cemaatin belasını verecek değil vermiş demektir. Öyle ya evvela bir milletin ruhu edebiyatında eş’arında görülür. Ruh-ı ictimaisi yüksek olan bir milletin sinesinde bu gibi esafil türese de üreyemez. Saniyen efrad-ı milletin terbiye-i ictimaiyyesini yükseltmek; ulvi bununla beraber sağlam fikirleri beliğ bir beyanın te’sir-i sahiriyle kalblerde his haline getirmek ancak şairlerin vazifesidir. Bu vazifenin ihmali milletin izmihlalidir. Şeriat-i garra-yı İslamiyye şiirin temizini makbul murdarını medhul görür. Aleyhissalatu vesselam Efendimiz hazretleri Ashab-ı Kiram içindeki şairlerin neşaidini dinledikten başka devr-i cahiliyyette yetişmiş söz erlerini de şiirlerinin kıymetine göre takdir buyururlardı. Hamasetteki mevkii erişilemeyecek kadar yüksek olan Antere kendilerinin ani’l-gıyab mazhar-ı istihsanı olan bir şair-i bahtiyar idi. Hazret-i Ömer’in hafızasındaki şiirler biter tükenir gibi değil idi. Hatta Hazret-i Abbas “Ali derecesinde kudret-i ilmiyyesi Ömer kadar mahfuzat-ı şi’riyyesi olan adam görmedim.” derdi. hususi hem umumidir. Yani şair hücuma taarruza uğrayan şahs-ı ma’sumunun intikamını alacağı gibi zulüm gören ebna-yı milletini de seyf-i lisanıyla müdafaa edecektir. nazm-ı celili Kelamullah’ın en mehib en şedid parçalarındandır. Teessüf olunur ki onu aslındaki ruh-ı şiddete dair bir fikir verebilecek surette olsun lisanımıza nakletmek kabil değildir. Hazret-i Ebubekir ahidnamesinin sonunda bu ayet-i celileyi irad eylemiştir. Cevdet Paşa merhum Kısas-ı Enbiya ’sında o ahidnameyi tercüme etmiştir ki biz aslını Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib niyle yazıyoruz: ---- . . . . . . . ---- Mehmed Akif MÜDAFAAT-I DINİYYE HAK VE HAKĪKAT Server-i Enbiya aleyhi eşrefü’t-tehaya Efendimiz tevarüd eden evamir-i Rabbaniyyeye tevfik-ı hareketle evvela kendi aşiret ve akrabasından bed’ ile da’vet ü irşadını bütün akvam-ı Araba Hicaz ve Tihame ve Yemen ahalisine ta’mim buyurduktan sonra bil-cümle müluk-i dünyaya etraf u afak-ı aleme da’vetnameler neşr ü irsaline de bezl-i inayet ve kaffe-i efrad-ı beşeriyyenin nail-i hidayet olmalarına sarf-ı himmet buyurdular ve mazhar oldukları fütuhat-ı celile ve muzafferiyat-ı mütevaliyye üzerine adl ü ihsandan inhırafla ahlak u ef’al-i pesendide-i ma’rufelerinde zerre kadar tebeddül görülmemiş huzuzat-ı acileye meyl ile meslek-i müttehazleri bulunan zühd ü ittikadan kıl kadar ayrılmamışlardır. Belki niam-i Sübhaniyye teradüf eyledikçe tevazu’ ve semahatleri artar a’dasına galib geldikçe afv u keremle muamele buyururlardı. –cild-i evvel’de sebk eylediği üzere– hiçbir vakit zinet ü ihtişama servet ü saman ihrazına rağbet buyurmadıkları gibi salahıyet-i kamileleri dahilinde bulunan yet etmeyerek ümmetin intihabına terk ü tevdi’ buyurmuşlardı. Bu haller hep taraf-ı Sübhaniden telakkī eyledikleri evamire müraat-ı kamilede bulunarak haşyet-i ilahiyye ve menfaat-i hususiyye gözetmediklerini vazıhan ve kat’iyyen garazkarlar şu bast u beyan olunan hakaik-ı kat’iyye haricine çıkarak ne diyebilirler? Bunların acz ü garazlarını bir kat daha meydan-ı vuzuha ibraz etmek için biraz da teferruata atf-ı enzar ile ahkam-ı şer’iyye ve etvar-ı Muhammediyyeyi tedkīk edelim: Bu garazkarlar ibtida-yı İslam’da meşru’ olmayan cihad hakkında muahharan emr-i Rabbani şeref-vürud etmesi üzerine Nebiyy-i Zi-şan Efendimiz hazretleri lede’l-icab küffar ve münafıkīn ile mukatele ederek onları makhur u perişan eylemiş olmasına mı güceniyorlar? Yoksa bidayet-i emrde mubah olduğu halde müskirat-ı habise hakkında ahiren hürmet-i kat’iyye i’lan buyurulmasını mı beğenmiyorlar? Yahud Mekke-i Mükerreme’den izn-i ilahiye binaen muhaceret ü mufarakat buyurmuşken bir müddet sonra gelip o belde-i mübarekeyi müşriklerden pak memalik-i İslamiyyeye aliyyeye ibtina kılınan teaddüd-i zevce talak zıhar nafaka… hudud-ı şer’iyye ve sair ahkam-ı terhibiyye tecviz ü te’sis etmiş olmasına mı an-cehlin ta’riz etmeye yelteniyorlar? Halbuki bu te’sisatın kaffesi bu te’aliyatın herbiri Din-i Mübin-i İslam’ın tekemmüle doğru birer hatvesi ileride din-i umumi olacağı bütün ukala-yı enam ve erbab-ı basair-i akvam nazarında emr-i muhakkak addolunan Şer’-i Enver-i Ahmedi’nin tezayüd-i intizamını intac eden feyzli birer mukaddimesi olduğu ca-yı iştibah olmayan hakaik-ı kat’iyyedendir Tafsilat-ı kamileye dest-res olmak arzu eden kariin Beyyinat-ı Ahmediyye nam eserimize müracaat eylesinler. Sultan-ı Enbiya aleyhi ekmelü’t-tehaya Efendimiz’in mebde’-i risaletlerinden irtihal-i hümayunlarına kadar her türlü müşkilata sine germeleri bütün şüce’an ve bahadıranın tevakkuf ve tezelzüle uğradıkları hengam-ı şiddette tevatürat-ı kat’iyye ile vasıl-ı rütbe-i bedahettir. Bu ise mahza Dergah-ı Sübhani’ye iltica [ve] istinadı nazm-ı celili ile mübeşşer buyurulduğu va’d-i Rabbaniye tevekkül ve i’timadı sayesindedir. Din ve imanında zerrece şübhesi olan kimse Cenab-ı Risalet-meab’ın mazhar buyuruldukları bu tevekkül [ve] i’timadın binde birini haiz olamaz. Dozy de; “Metin ve samimi bir itminana malik olmaksızın Muhammed on seneden ziyade bir müddet kendisini bekleyen tahkīrat u mehalike karşı koyamazdı.” diyerek bil-mecburiye bu hakīkati i’tiraf ettiği halde mehalik ü muhatarat vaşıyor. En büyük muhatarat u şedaidin ba’de’l-hicre cihad ü kıtal ile iştigal ve Yahudilerle onlardan dönme münafıklar tarafından icra olunan enva’-ı mekr ü mefsedete ashab-ı kiramını iğva için işaa ettikleri türlü türlü fitne vü mekidete karşı lazımü’l-ittihaz tedbir-i ahval hengamında çehre-nüma olduğunu hiç kale almıyor. İşte bu noktada dahi kanun-ı mantıkīden fersah fersah uzaklaşmış bulunuyor. Evet; madem ki –inkara mecal olmadığı vechile– ibtida-yı İslam’da za’f-ı kuvvet hengamında beray-ı tahammül kuvvetli bir çoğalarak dahil ü haricde ihtilal ü muhacemeler tekessür ü tezayüd edince iman ü i’tikad kuvvet ü metanetine daha ziyade lüzum görülmesi evleviyet tarikıyla sabit oluyor. ---- FIKIH VE FETAVA ---- Hac – – Ta’kīb etmekte bulunduğumuz silsile-i tarihiyyede hacca dair nazil olan ayetlerin varid olan hadislerin bazıları sıraları yerleri geldikçe zikredildi. Fakat hac hakkında şeref-varid oldukları açıkça ma’lum olan bazı ayetlerin hadislerin tarih-i nüzul ü vürudları bizce perde-i meşkukiyyet yahud tamamıyle mechuliyyet altında kaldığından silsilede işgal edecekleri yerler boş kaldı. İşte bu boşluğun doldurulması ahkam-ı haccın ve bu babda ashab ve müctehidin-i kiramca vukūa gelen ihtilafların hakkıyle anlaşılabilmesi için hacca dair nazil ü varid olan ayet ve hadislerin mühimlerini ayrıca dercetmeyi elzem addediyorum. * * * Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de Ka’be-i Muazzama’nın buyurduktan sonra erbabına haccın vücubunu ifade için: diyerek ba’­ de’lvücub terk-i hac edenler hakkında da: buyuruyorlar. Enes radıyallahu anh rivayet ediyorlar ki: Hac farz kılınınca Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz hazretleri hutbesinde; buyurmuşlardı. Bunun üzerine ashabdan birisi kalkarak; –Ya Resulallah her sene mi? dedi fakat sükut ile karşılandı. Bu sual üç defa tekerrür edince ol hazret; diyerek haccın farz-ı ömri olduğuna ayet-i kerimesinin muhtevi olduğu tehdide ma’ruzıyetten bir nevi’ tahziri mutazammın olarak; buyurdular. * * * Hazret-ı Allah esna-yı hacda ticaret ve sair teşebbüsat ile taleb-i rızk etmekte bir beis bulunmadığını beyan ile: buyurdular. Fahr-i Kainat Efendimiz hazretleri kadinin esna-yı hacda bir bedel mukabilinde kendisini diğerinin hizmetinde bulundurmasına müsaade ediyordu. Ashabdan birinin huzur-ı nebeviye gelerek; “Biz hüccacı kira ile Mekke’ye naklediyoruz. Bundan dolayı bazı kimseler haclarımızın adem-i sıhhatine kail oluyorlar. Bu hususta ne dersiniz Ya Resulallah?” demesi üzerine Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz sükut etmişlerdi. Fakat çok geçmeden; ayet-i kerimesi nazil olarak sail çağırıldı hacları sahih olacağı tebşir buyuruldu. * * * Kur’an-ı Kerim’de Arafat’tan kalkarak Müzdelife’ye gelince Meş’ar-ı Haram yakınlarında Allahu teala’nın zikredilmesi hakkında; ayet-i kerimesi nazil olmuştur. Sonra Müzdelife’den Mina’ya gelmek hususunda da; ayet-i kerimesi görülüyor. Bazı rivayetlere göre bu ayet Ahmesilik iddiasında bulunarak Arafat vakfesini binaenaleyh ondan ifazayı terkeden Kureyş ve emsali hakkında nüzul etmiştir. Bu hale göre ayetten Müzdelife ifazasını değil belki Arafat ifazasını anlamak iktiza eder. Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe’den mervidir ki bütün kabail-i Arab Arafe günü Arafat vakfesinde hazır bulunur yalnız Kureyş ve etbaı Harem-i Şerif dahilinde bulunan Müzdelife vakfesiyle iktifa ediyorlardı. İşte bunun üzerine; ayet-i kerimesi nazil olarak o adet-i cahiliyye ref’ edilmiştir. Ma’lum olduğu üzere Arablar zaman-ı cahiliyyette menasik-i haccı ikmal ettikten sonra Mina’da ictima’ eder; her kabile herkes dilinin döndüğü kadar mensur u manzum olarak aba vü ecdadının hatırını yad ederlerdi. Din-i Mübin-i ayet-i kerimesi nazil olmuştur. * * * Müteaddid tarikler ile vürud eden asar-ı muhtelifeden müsteban olduğuna göre bazı ashab-ı kiram tavaf hakkında nüzul eden ayet-i kerimede sa’yin meskutün-anh bırakılmasıyla beraber eski adat-ı cahiliyyelerine teşebbüh olacağını der-hatır ederek Safa ile Merve arasında sa’y eylemek hususunda duçar-ı şübhe olmuşlardı. ayet-i kerimesi nazil olmuştur. Bu ayetten Safa ile Merve’nin menasik-i hac umre edenler için bunlar arasında sa’y ü tavafın meşruiyeti anlaşılıyor. ayet-i kerimesinde; cümlesinden sa’yin fiili gibi terki cihetinde de bir cenah olmayacağını düşünerek bu ciheti teyzesi Hazret-i Aişe’ye arzetmiş idi. Fakat Ümmü’l-mü’minin Urve’nin mütalaasını tasvib etmedi ve dedi ki: “Bu mes’elenin senin anladığın gibi olması için ayet-i kerimenin; suretinde nüzulü lazım gelirdi.” dedi. Bunu müteakıb ayet-i kerimenin sebeb-i nüzulünü beyandan sonra sözlerini; cümleleriyle bitirdiler. Bu hadis-i şerife göre sa’yin ancak ibahat derecesindeki bir meşruiyet ile kalmayıp herhalde mesnuniyet yahud vücub gibi taraf-ı fi’li racih bulunan bir meşruiyet ile muttasıf olduğu anlaşılıyor. Zaten ayet-i kerimede Safa ile Merve’nin “şeairillah”dan ma’dud olması da buna delalet eder. FEMİNİSTLERİN NAZARGAH-I İNSAFINA – – “Türkler devletlerini tamamıyle –La Martine– La Martine dünyanın üç büyük dini olan Museviyet viyet ve İslamiyet’e Şark’ın mehd-i zuhur olmasındaki hikmeti vicdanından soruyor ve şu cevabı alıyor: “Şark mat­ la’-ı envar-ı füyuzat-ı ilahiyye ve mehbit-ı ilhamat-ı Rab­ baniyyedir. Cenab-ı Hak nısf-ı küre-i şarkinin bu saf muhitını bu latif afakını ma’kes-i envar-ı hicabı buyurmuş. liyyesinin kısm-ı a’zamını akvam-ı şarkıyyeye insanların bu büyük kardeşlerine tahsis kılmış. Biz garblılar bundaki esbab-ı hafiyyeyi Cenab-ı Hak’tan suale hakkımız yoktur haddimiz değildir. Cenab-ı Hak re’yinde muhtar iradesinde müstakıldir. “Şark insanlarını ve bilhassa Arabları feyyaz bir akl ü idrak cevval bir zeka ile mağbutu’l-enam ve mahsudü’l-akvam buluruz. “Arablar; bulutsuz berrak yıldızları şa’şaadar bir semayı laciverdi altında külfet-i maişetten azade sakin ü sakit bir hayat-ı sade içinde yaşarlar. Maddiyattan ziyade ma’neviyata “Ancak dide-i basiretle görülebilen ma’nevi cihanlar lahuti kişverler keşfederler. Arabların bu ulviyet-i tefekkürleri bu azamet-i tasavvurları “ilm-i hey’et-i ruh” ıtlakına sezadır. “Ruhen avalim-i ulviyyeye i’tila cihan-ı melekutu seyr ü şeklinde yazılmıştır. temaşa cüstcu-yı kibriya tahmid-i Huda temcid-i nu’ut ü esma Arablara has bir fazilet-i hılkat bir keramet-i fıtrattır. “Biz barid bir iklim içinde kesif bulutlarla mestur bir tabaka-i semaviyye altında derd-i maişetle la-yenkatı’ çalışmaya ve ta’b-ı cismanimizi teskin etmek için fazlaca uyumaya mecburuz. İşte bu müşkil tarz-ı hayat bizi ma’neviyat ve tefekkürattan men’ ediyor. “Maddiyat içinde boğulmuş bi-tab bir ruh kisve-i nasutiyyetinden silkinip avalim-i lahutiyyeye pervaz edemezse ma’zurdur. “Biz garblılar bu ali-fikret kavme sakın nazar-ı istihfaf ile bakmayalım! Zira Cenab-ı Halik-ı kainatı bize onlar keşfettiler.” kamilinin bu –milyonda bir– akl-ı ma’ali-perverinin şarka ve akvam-ı şarkıyyeye ve bilhassa Arablara dair ruhundan tereşşuh eden mütalaat-ı hakimane ve i’tirafat-ı hak-perestanesi! Zerre kadar hisse idrake vicdana malik bir insan –hususıyle satırlık söz ne büyük bir kitab-ı hikmet ne müessir ne intibah-aver bir ders-i ibrettir! cihan-ı hakīkat olan bu sözler Fransa’nın Loire eyaletinde Macon şehrinde doğmuş İslamiyet’e gayr-i kabil-i teskin bir ateş-i gayz u husumetle yanmakta olan katolik mezhebi üzerine terbiye görmüş bir La Martine’in kaleminden dökülüyor. La Martine diyor ki: “Les Turcs doivent leur Empire tout entier au Prophète arabe.” “Türkler devletlerini tamamıyla Zat-ı Sıfat-ı Risalet-penahi’ye medyundur.” Bu devlet ve saltanatını Cenab-ı Resul-i Haşimi’ye iktidaları ihtidaları İslamiyetleri sayesinde kazandılar. Türklerin hayat-ı millileri ruh-ı istiklalleri İslamiyet’tir. Türkler İslamiyet’in kadrini bilsinler; İslamiyet’e daima mü’min ve sadık kalsınlar! Hazret-i Risalet-penahi’ye medyundur” demekle bu neticeyi murad ediyor. “L ’Islamisme et la Turquie sont un même fait.” “İslamiyet’le Türkiye aynı şeyden bir hakīkatten ibarettir.” Yani; İslamiyet Türkiye’den ayrılmaz! Türkiye denilince bila-tevakkuf İslamiyet hatıra gelir. Türklük bir vücud ise yaşamaz; derhal ölür gider. Ne kadar doğru bir söz! Hatta bakınız: Herhangi bir mü’min ve mu’tekıd Arnavud’a; “Sen nesin?” diye sorsanız alacağınız cevab; “Turkyam elhamdülillah!” yani; “Türküm elhamdülillah!”dan ibaret olur. Arnavud’un “Türküm” demekten maksadı şübhesizdir ki İslamiyet’tir; din-i tevhid ve Kur’an’dır. Yoksa sırf milliyet noktasından olsa bedihidir ki Arnavud Türk değildir. Milliyet ve kavmiyet i’tibarıyle Türk başka Arnavud yine başka. miyet’tir; hiç başka bir şey değildir. Koca La Martine Türkiye’nin ruh-ı milliyyetini ne güzel ne kadar vakıfane tedkīk etmiş! İki kelime ile ne büyük bir hakīkat ifham ediyor! Müslüman nam-ı celilü’l-kadrini taşıyan herhangi bir insan hiçbir şey bilmese de insaniyetin akl-ı selimin nerede olduğuna dair bir Fransızdan “insaniyet sizde akl-ı selim sizde medeniyet-i ma’neviyye ve hakīkıyye sizde” i’tiraflarını dinlese yine kalbinde dinine milletine bir meyl-i muhabbet hisseder. Vicdanından bir sada-yı ta’zim bir zemzeme-i tekrim duyar; ona koşar ona sarılır. Onunla muhatabı olan Fransıza karşı iftihar eder. Sübhanallah! Garb Şark’ın insaniyetine ma’neviyetine ruh-ı hakīkat-i insaniyye olan İslamiyet’ine aşık! Şark da Garb’ın medeniyet-i maddiyyesine na’ş-ı müzehhebine heykel-i bi-ruhuna veba-yı ahlakīsine taun-ı ictimaisine meftun! Sanki mübadele-i edyan! Efsus!... Hakīkat hayale kurban! Mücerred şevket ü satvet-i İslamiyye korkusundan yarım ağızla; “Amenna! Biz de iman ettik müslümanız!” diyen ve kalbinden şiddetli bir kin çılgın bir husumet besleyen münafıklar akl-ı selim ile istihza eden o sefihler o ahmaklar o eblehlerdir ki ne kadar zerrin-i hidayetle kala-yı! dalalet satın aldılar! Gözleri önünde Ka’be-i saadete götüren gayet geniş bir sebilü’r-reşadı bırakıp felaket uçurumlarına müntehi olan bir reh-i na-refteye girdiler. Onlar bilmiş olsunlar ki bu sevk-ı şeytanide umdukları kazanç meta’-ı hızlan u husrandan ibarettir. Onlar zümre-i mühtedinden değildirler. Onlar sevad-ı a’zamdan o muhterem cemaatten ayrıldılar; bir fi’e-i zelile bir şirzime-i dalle olarak derk-i esfel-i cahime sukūt ettiler. Sure-i Celile-i Bakara ayet Garb’a temas etmek Garb medeniyetinden iktibas-ı fikr-i terakkī ve tekamül eylemek şerefini! kendilerine mal eden nisaiyyun beylerden sorabilir miyiz? “Stuart Mill”lerin “Tourgeon”ların[?] “Émile Faguet”lerin felsefelerini fart-ı hahişle okudukları kadar niçin “La Martine”lerin “Lavalle”lerin “Comte Henry de Castries”lerin te’lifat-ı hakimanelerini mütalaaya biraz da bunlardan istifazaya tenezzül etmiyorlar? Yoksa bunlar İslamiyet’in medeniyet-i hakīkıyye-i Kur’­ an’ın tarafdarı sena-hanı oldukları için mi? Lütfen söylesinler! Muhterem Comte Henry cenablarının nedir? Fakat bilmem gördüler okudular mı? O her harfi bir cevher-i giran-baha ıtlakına seza olan kitab-ı müstetab İslamiyet’i ve müessis-i celilü’l-kadrini ne kadar bi-tarafane ne kadar munsıfane ne kadar alimane müdafaa ediyor! te Henry bir Fransız iken lisan-ı Arabı mükemmelen tahsil etmiş kim bilir kütüb-i diniyyemizden kaç yüz cild kitab-ı tefsir hadis fıkıh okumuş nihayet o güzelim eserini vücuda getirmiş! Nisaiyyun beyler müslüman olduklarını iddia eyledikleri halde acaba Comte Henry kadar lisan-ı Arabın tahsiline kütüb-i diniyyelerinin tetebbuuna güzel güzel eserler tahririne niçin bir lüzum hatta bir meyl-i vicdani hissetmiyorlar? Hiç olmazsa niçin “ İslam ” ve emsali İslamiyet lehinde yazılmış asarı tercümeye ve mihr-i münir-i İslamiyyet’in – güneş gibi vasıtaya muhtac olmaksızın– nasıl Garb’ın afak-ı vicdanı üzerinde neşr-i envar-ı füyuz-ı ma’neviyye etmekte olduğunu millet-i İsamiyyeye göstermeye tenezzül etmiyorlar? Comte Henry’ler Muhammed Webb’ler Abdullah Quilliam’lar gelseler de bu sualleri bizzat yüzlerine karşı himmet ü gayret bile ediyorlar; eğer Doktor Dozy gibi bir Nesl-i atimizi zehirleyecek İslamiyet’ten tebrid ü tenfir edecek –fazıl bir Hollanda kalemiyle derin bir im’an-ı nazarla yazılmış!?– hezeyanlar denaetler olursa!.. Fakat bu; din-i fıtridir kanun-ı insaniyyettir düstur-ı medeniyyettir. Bütün cihan halkı bütün şeyatin-i ins ü cin Doktor Dozy’ye yardım etse yine o Allah güneşini söndürmeye muktedir olamaz. Tesemmüme müstaid ve birkaç ma’lulü’l-vicdan birkaç mefkūdü’l-iman o hezeyannameyi hırz-ı can etmekle İslamiyet bitmez Müslümanlık ölmez! – O İslamiyet düşmanları Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar ve bütün kuvvetleriyle çalışıyorlar; fakat beyhude! Allah nurunu –onların bütün mesailerine rağmen–bir kat daha füruzan etmekte hurşid-i İslamiyyet’e daha ziyade tab u fer vermekte. Velev ki münkirlerinin hoşuna gitmemiş velev ki onlar gayz u tehevvürleri içinde çıldırmış kudurmuş; zerre kadar ehemmiyetleri yok!” Cenab-ı Hak bir Dozy’ye mukabil –yine ettirir; erbab-ı akl ü vicdan nazarında Dozy’yi avenesiyle beraber teşhir ü terzil ettirir. sözü dinlememek için şeytan ile ahd ü misak eyledikten sonra gözleri önünde bin güneş doğsa yine cihan karanlık nur-ı hakīkatin bir zerresi yok!!.. Ağrıklı bir göz hiç güneşin nurunu ister mi? Hastalıklı bir ağıza ab-ı kevser bile yine acı gelir yine suratını ekşittirir. Sen isterse –bir değil– bin ayet oku bin hüccet getir bin ke­ re sustur; yine nafile!.. Zat-ı Akdes-i Cenab-ı Risalet-penah-ı A’zami Kur’an-ı Hakim’i tertil ü tilavet buyururken müşrikler kulaklarını tıkarlar ve kemal-i nefret ü istikrah ile arkalarını çevirip kaçarlardı. Ebatil-i hurafat ve esatir-i vehmiyyata ise –bilakis– can verirler dinlemeye doyamazlardı. ekseriyet teşkil edegelmişlerdir. İşleri güçleri mütemadiyen hak ile erbab-ı hak ile çarpışmak ma’bude-i butlanlarına onları da cebren ve fikren secde ettirmek… Maksadlarına vusul için dünyada ne kadar fenalık ne kadar cinayet varsa bunlara mubah hele tezvir iftira bühtan şetm ü tahkīr bunların adetleridir. Fakat beyhude mesai! Fakat hüsrana hizlana sai! Nisvan-ı İslam’ın hukūk ve mevki’-i şerefi fariza-i tesettürü mesail-i ictimaiyye-i İslamiyyenin en mühimlerinden biridir. Nisvan denilince yalnız bir veya birkaç Osmanlı madam­ ları madmazelleri murad olunmuyor. Nisvan lafzı bütün cihan-i İslamiyyet’in harim-i namusuna bütün muhadde­ ratına şamil bir kelimedir. Müslüman vardır ki zevcesinden kerimesinden hemşiresinden velev nisvan lafzının zımni delaletiyle bahsine kat’iyyen tahammül edemez zerre kadar bile dayanamaz. Herkes hür değil mi? Hukūk-ı şahsıyyesine tamamıyle malik değil mi? Onun harim-i zevciyyeti kendisine hayatından muazzezdir; kimsenin dil uzatmasına kail olmaz olamaz! Hatta ben içimizde bu fıtratta namusuna gayur zevcesinin sokağa çıkmasından hiç de hazzetmez ağyar tarafından görülüp enzar-ı şehvet altında ezilmesini istemez koluna takıp gezmez hıristiyanlar da bilirim. Binaenaleyh böyle son derece mühim ve nazik bir mes’ele-i ictimaiyyeden bahisde fevkalade ihtiyatla davranmak kimsenin kablini kırmamak kendisinden dil-gir ü müteneffir etmemek lazım gelir zannederim. Şübhesizdir ki bu kanun-ı ictimaın en mühim maddelerinden birini teşkil eder. Bu hakīkati takdir etmeyip de ulu orta nisvan-ı İslam’dan sahayif-i matbuat üzerinde bahsetmek adeta herkesin –sellemehü’s-selam– evine dalmak ailesi içine girmek demektir. Buna en lakayd bir hissiz bir gayretsiz de olsa yine dayanamaz yine bir istizan-ı dühul ister. Stuart Mill’ler Tourgeon’lar Émile Faguet’ler ve daha bilmem kimler Paris’te nim-üryan sokakta rast gele hoşlarına giden gençlere nazikane kollarını takdim eden ve her leyl-i sefahetlerini bir agūş-ı şehvette geçiren iffet-i mücesseme? madamlara mahcub? madmazellere meleklerden ma’sum hurilerden mukaddes birer alihetü’r-ruh birer ma’bude-i nefs olduklarını söyleyebilirler. Ruhan ve bedenen aklen ve zekaen ve binaenaleyh hukūkan erkeklerin kat kat fevkınde olduklarını anlatabilirler. Hatta kadınların muhteşem arabalarını erkeklere çektirebilirler. Hatta kadınlardan bir meclis-i meb’usan bir kabine bir ordu da teşkil edebilirler. Kendi memleketlerinde kendi muhitlerinde ne gelip de nisvan-ı İslam’dan bahsedemezler; herkesin evine dalıp da kadınlarını seyredemezler; Garb nisvanını taklid etmeleri derslerini veremezler! ---- MAKALAT ---- BARBAROS’UN MEVLİDİNDE BİR GECE Midilli Şeffaf ve hazin bir gece. Mehtab bütün letafeti bütün şefkatiyle Akdeniz’in haşarı bir çocuk ihtilacıyla koşuşan hırçın dalgalarını okşamak istiyormuş gibi huzemat-ı nevvaresine gark ediyor. Kuşlar yuvalarına mevaşi inlerine insanlar evlerine çe­ kilmişler! Hiçbir zi-ruh ses yok. Yalnız ara sıra bi-eman hü­ cum­ larla sahili yalayan telatum-ı emvacın hasıl ettiği inilti kal’a duvarlarından aksederek mağmum bir uğultu gibi sı­ ma­ hı tahriş ve a’sabda bir seyyale-i hiras-engiz tevlid ediyor. Midilli’nin Paşa Köşkü denilen ve limana hakim bulunan yüksek bir mahallinde oturarak gecenin şu yalnızlığı arasında dalgaların yosunlu kal’a duvarlarında mün’akis olan ve bir harhara-i vapesini andıran hazin ve müellim uğultusunu dinliyordum. A’sabım bu gamgame-i dil-hıraşın taht-ı te’sirinde pür­ heyecan pişgah-ı nazarıma musadif olan yıkık burç tavr-ı samitiyle sanki bana mazinin inşirah-bahş ve müellim şu­ unatıyla karışık bir silsile-i vukūat okuyordu. Her taraf sakit ü mağmum… Denizde ne bir kürek fışıltısı sahilde ne bir zi-ruh hışıltısı hiçbir şey işitilmiyordu. Ahval-i hazıranın te’sirat-ı buhran-engizi altında ezilen a’sabımda bu yalnızlığın tevlid ettiği lerze-i hirasla titredim. O anda azgın bir heyecanla Anadolu kıyılarından kopup gelen dalgalar önümdeki kayalara çarparak beni ikaz etti. Bu gulgule-i emvac arasında mader-vatanın ümid-bahş-ı selam ü tesliyesini duyar gibi oluyordum. Gözlerim feyyaz mehtabın nevvar şuaatıyla yaldızlanmış olan o zümürrüdin sahillere kadar akıp gitti. Anadolu’nun nim seçilebilen bu sahillerindeki yosunlu kayalarda ümid-bahş bir hitabe-i imdad okur gibi oldum. Kalbimdeki yeis zail yerine ümid ü inşirah kaim oldu. Bir halde ki ufkun arkasında vakit vakit açılıp kapanan ve şübhesiz sefil düşman gemilerine mahsus aid bulunan projektör ziyaları bile artık sükunumu ihlal edemiyordu. Bulunduğum yerde oturdum kaldım. Bilmem ne kadar zaman geçmiş. Projektörler artık görünmez olmuştu. Ben yine tefekküratıma dalmıştım: Akdeniz’in saha-i şarkīsini sefil düşmana bi-havf u bi-kayd bir cevelangah haline getiren acz-i hazırın geçmiş sebeblerine karşı kalbimin en derin huceyratından bir tufan-ı gayz u nefret kopuyordu. Bahr-ı Sefid’i bir malikane haline getirmiş olan büyük Barbaros’un mevlidinden Roma korsanlarının muhteris cakalarına karşı pür-acz ü fütur seyirci kalmak zilletini düşündükçe akūr bir arzu-yı intikam yüreğimi kemiriyor mevcudiyetimi sarsıyordu. Maziye dokuz yüz tarihlerine doğru irca’-ı fikr ettim: Yine bu kal’a yerinde daha rasin ve daha mukavemetli olan şu yıkık burç yine bu mevkiinde büyücek bir şalopenin üzerinde birbirinden farklı polad vücudlu iki gencin şimdiki larını görür gibi oluyordum. Baba Oruç’la Hayreddin bu iki nadire-i fıtrat Akdeniz’in bu iki hakim-i şa’şaadarı mehdara-yı vücud oldukları Midilli’nin dört asır sonra hecemat-ı kahramananeleri karşısında tiril tiril titreyen sefil İtalyanlar tarafından tehdid edileceğini acaba hatırına bile getirirler miydi?!.. Hayreddin tarihinde bu adada saatlerce vakfe-gir-i tefekkür olduğum şu noktadan altı-yedi saat mesafede vakı’ bir köyde doğmuştu. Kahraman kardeşi kendisini de hakīkī bir deniz arslanı olmak üzere terbiye etmiş birlikte Akdeniz’in şark sularını cevelangah-ı şehametleri haline getirmişlerdi. Barbaroslar’ın gittiçe artan cesaret ve ikbaline bir müddet sonra Adalar Denizi dar gelmeye başlamış gemilerini Bahr-ı Sefid’in diğer mahallerine Afrika sahillerine kadar sevke mecbur kalmışlardı. Oralarda kendilerini bir vazife-i diniyye karşısında buldular: Saltanat hırsını birbirlerinin kanını içmekle teskine çalışan Beni Hafs hükumeti inkıraz çukuruna yuvarlanmaya başlamış kendisiyle birlikte Berberistan’ın bedbaht İslamlarını da Salib’in ribka-i esaretine sürüklemişti. Hayreddin yılgınlık bilmez bir azim lerze-bahş bir şehametle Cezayir’i kurtarmış Beni Hafs enkazı üzerinde bir beylik te’sisine muvaffak olmuştu. Barbaros üssü’l-harekatını şarktan cenuba Adalar’dan Cezayir ve Tunus sahillerine nakletmek lüzumunu hissetmiş artık Akdeniz baştan başa Hayreddin’in havza-i hakimiyyetine girmişti. Ne İspanyol gemileri ne Fransız donanması ne İtalya Sicilya ve ne de Venedik ve Ceneviz korsanları Barbaros’un havf u dehşetinden sığındıkları limanlardan dışarıya çıkamaz olmuşlardı. Barbaros Cezayir Beyliği’nde kaldığı on dokuz sene zarfında mütemadiyen nagehani hücumlarla limanlara iltica eden düşman donanmalarını mahvetmiş Avrupa-yı Cenubi sevahilini baştan başa titretmişti. Vakta ki Sultan Selim Mısır’ı zabt ve hil’at-i beyza-yı Hilafet’i setle ittihad-ı İslam gaye-i mübeccelini ta’kībe başladı aynı hisle mütehassis olan ve Avrupa muhitiyle fazla temas neticesi olarak cihan-ı Nasraniyyet’in alem-i İslamiyyet’e karşı perverde ettiği amal ü ihtirası daha yakından takdir eden Hayreddin derhal Sultan Selim’e arz-ı itaat ve hizmete şitab eyledi. Kadir-şinas büyük Selim tarafından hizmeti mazhar-ı takdir olarak kendisi paşalıkla taltif olundu. Hayreddin Endülüs’de vukūa gelen facialara yakından muttali’ olmuştu: Endülüs İslamları iltica ettikleri Ferdinand-İsabella orduları tarafından tahkīr edilmiş bir kısmı parçalanmış kimisi kesilmiş bakıyyetü’s-süyuf perişan bir halde sahillerde sığınmışlardı. Hayreddin’in gemileri bu tali’-zedelerden bulabildiklerini Afrika sahillerine nakle muvaffak olmuşlardı. Musa bin El-Gazan daha evvel: Umulur mu baka bu devlette. vaveylasıyla dindaşlarını ittihada da’vet etmiş aldığı cevab-ı la-kaydi karşısında eşkabe-i nevmidi dökmüş enin-i ye’sle vatanını dindaşlarını kurtarmaya çalışmış fakat ittihadsızlıkla hakk-ı bekalarını gaib etmiş olan İslamları o müdhiş Hayreddin karşısında cereyan eden Endülüs fecayiini görerek işiterek atiyi istidlal ve ittihad-ı İslam lüzumunu hissettiğinden büyük Selim’in muhteşem siyasetini candan alkışlamıştı. Barbaros’un hiçbir mecburiyeti olmadığı halde istiklalini feda ederek Sultan Selim’e arz-ı hizmete koşması esbabını bu gibi ulvi fikirlerde aramalıdır. Osmanlı tarih-i şehametinin pür-hamaset bu sahifeleri birer birer gözümün önünden geçiyordu. Pederinin ta’kīb ettiği siyaset-i basiret-karaneyi bırakarak o devir için pür-şa’şaa ve şan fakat neticesiz ve belki ati için muzır harblerle uğraşan büyük Selim’in oğlu ve muhteşem halefi Sultan Süleyman tarihinde Hayreddin’i bi-hakkın şeref-bahş olduğu Kapudan-ı derya makamına is’ad eylemişti. Barbaros’un Donanma-yı Osmani Kumandanlığı’nı işgal ettiği on sene kuvve-i bahriyyemizin en parlak en şanlı muvaffakıyetlerle tetevvüc ettiği bir devir idi. O vakit ki Avrupa’nın en mükemmel donanması olup “Deniz Kurdu” diye meşhur Andrea Doria’nın idaresinde bulunan Venedik donanması bile Barbaros’un savletlerine tab-aver-i mukavemet olamayarak Preveze önünde mahv ü perişan olmuştu. Mağlub Andrea’nın bugünkü halefleri tarafından Barbaros’un evladlarına karşı gösterilen şantajlar mevlidine beslenen lerde sahillerde icra edilen nümayişler evet nesl-i hazır için pek acı olan felaketler o muhterem simaların halefi olmaya na-müstahak sefillerin seyyiat-ı istibdadı değil midir?!.. Şarlken’in tecavüzüne karşı südde-i Süleyman’a iltica eden Fransa Kralı François’nın imdadına koşan Nice’i zabt ve Şarlken donanmasını perişan eden Hayreddin’in bugünkü evladları François ahfadından muhafaza-i muvazenet ümidi dilenecek kadar aciz bir mevkie sükūt etmiş bulunuyorlar! Ne müdhiş sükūt ne feci’ ihtiyac!.. Bütün bu hatırat altında dimağım yanıyor vücudum bir humma-yı acz ü ye’sin tevlid ettiği buhranlar içinde tutuşuyordu. Bu esnada Marmara sahillerinden kopup geldiğini zannettiğim nesim-i saba sanki Barbaros’un makbere-i ebedisinden mehd-i sabavetine bir peyam-ı tesliyet ü ümid getirmişti. Düşündüm ki; zulm ü istibdad ile muvakkaten uyuşmuş olsa bile milletteki seyyale-i hayat yine Selimlerin Hayreddinlerin kanı değil midir?!.. Bu kan bir gün yine şehametini asliyetini gösterecek bugünkü acz ü ye’si yarınki şan u şerefin esaslarını hazırlayacaktır. Barbarosların Turgutların evladları necm ü hilali yarın yine Akdeniz’in ufuklarında mevcelendirecekler. Milletin sinesinde kaynayan hun-ı hamiyyet ü hamaset Bahr-ı Sefid’i yer yer Osmanlı bayraklarıyla donatacak. Evet; millette azm ü ittihad olunca bunların hepsi olacak! Çünkü; Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır Bir vakitler donanmalarının yelkenlerini ipekten direklerini gümüşten yapabilecek kadar semih olan Osmanlı evladları bugünde mevcudiyet-i milliyyemizi kurtaracak donanmamızın böyle öksüz kalmasına şübhe yok ki rıza gösteremezler. Vatanını dinini namusunu düşünen bakir adalarımızın behişti sahillerimizin düşmanın pay-ı hakareti altında ezilmesine yürekleri dayanamayan vatandaşlar; donanma için veriniz donanma için fedakarlıktan çekinmeyiniz! Veriniz ki karada harikalar gösteren ordumuz gibi bahriyemiz de denizlerde barikalar yağdırsın! Midilli “İHTİFAL-İ EDEBI” HAKKINDA ---- BAZI MUTALAAT ---- Ecille-i rical-i Mevleviyye ve ser-amedan-ı şuara-yı Osmaniyyeden “Şeyh Mehmed Es’ad Galib Dede” merhumun sene-i devriyye-i irtihali münasebetiyle Receb’in ’nci günü müşarun-ileyhin medfen-i mağfireti önünde “bir ihtifal-i ali-i edebi” icrasına karar verildiği Hak Gazetesi’nin Haziran tarihli ve numaralı nüshasında yazılıyor ve bu ressem bir makale ile anlatılıyordu. Bu mufassal makalenin; ağlamak mı yoksa gülmek mi icab ettiği pek de kestirilemeyen teşebbüsat-ı garibemize bir lahika-i acibe olan mealini hazin ve istiğrab-akin bir tavır ile düşündüm. Galib Dede merhumun şahsiyet-i şairanesinden maada bir de hüviyet-i dervişanesi bulunduğu ve ihtifal-i mutasavver o hüviyet ile kat’iyyen münasebet olmayacak derecede olduğu cihetle gerek Mevlevi meşayih-ı kiramı gerek o tarik-ı celilin salikan-ı irfan-ittisamı tarafından bu hususta bazı mütalaat serdedileceği ümidiyle beklemeye başladım. ralı nüshasında “Bir Muharrir” imzalı makaleden ve; “Diyorlar ki; şebab-ı mütefekkiremize siyasiyatın gird-bad-ı levs ü ihtirası fevkınde bir saha-i şiir ü san’at açmak emelindeyiz.” Bizim de bu söze karşı vereceğimiz cevap şudur: “Eğer şu aralık mümkünse…” tarzında diğer bir nokta-i nazardan yürütülen muhakemeden başka beyan edilmiş bir fikir göremediğim söylemek istedim: “Yad-ı eazım milletin ruhunda hiss-i vatanperveraneyi takviye edeceği” mütalaasıyla bu ihtifal-i edebinin icrasına lüzum görülmüş. Eğer usul ve teamül-i milli de nazar-ı dikkate alınarak o daire dahilinde hareket edilecek olsa idi teşebbüs-i vakı’ hakīkaten şayan-ı şükran olacaktı. Fakat o teamülden tegafül ve bir tekke dahilinde ale’lhusus Şarih-i Mesnevi İsmail Ankaravi gibi kibar-ı evliyaullahtan bir zat-ı mükerremin merkad-i mukaddesi pişgahında yapılacak merasimin nasıl olması lazım geldiğinde tecahül gösterilmiş olduğundan mürettibleri teşekkürden ziyade teessüfe kesb-i istihkak eylemiştir. Biz müslümanların yad-ı eazım hakkında müstahsen ve mu’tad bir usulümüz vardır ki büyük ve muhterem bildiğimiz zevat-ı merhumenin tezkar-ı namı için mevlidler hatimler okutup sevab-ı mev’udunu ruhlarına hediye eyleyerek haklarında dualar ederiz. Hele mevlevihanelerde her beş vakit namazı müteakıb dedegahın türbe-i şerife pişgahına giderek derununda med­ fun bulunan meşayih-ı kiramın ruhuna Fatiha okuması ve bu suretle ekabir-i eslafı yad ü tezkar ederek haklarında hissiyat-ı ta’zim-karane perverde eylemesi Tarik-ı Celil-i Mevlevi’nin müstahsenat-ı müteyemminesindendir. Şu i’tiyadımızı hatırladıktan ve Galib Dede merhumun da bir Mevlevi şeyhi olduğunu burada tekrar ettikten sonra yad-ı namı için tertib olunan merasimin nasıl yapılmak istenildiğini “Bu ihtifal-i mübeccele iştirak eden zevata varaka-i da’vetiyye verileceği cihetle dergah-ı şerif-i mezkur dairesinde varakayı ibraz edenler girebilecektir. Receb’in yirmi yedinci Cuma günü vakt-i zuhr ezanı saat dördü otuz sekiz geçe hulul etmiş olacağından med’uvvin-i kiram saat dörtte mahall-i merasimde isbat-ı vücud edeceklerdir. Resm-i ihtifale siyah boyun bağı takmaları ayrıca rica olunacaktır. Hey’et toplandıktan sonra ihtifal hey’eti tarafından vukū’ bulan meşayih-ı muhtereme-i Mevleviyye saniyen hazır bulunacak zevat nam-ı bülendine izafetle ihtifal icra olunan Şeyh Galib merhumun medfun bulunduğu türbe önünde krokide gösterilen tertib üzere ahz-i mevki’ edeceklerdir. “Hey’et tamamıyla teşekkül ve ahz-i mevki’ ettikten sonra Hak hey’et-i tahririyyesinden Köprülü-zade Mehmed Fuad Bey Şark’ın bu büyük ve müteceddid şairlerinin hayatı ve asar-ı şi’riyyesi ve meslek-i edebisi ve kendisinden sonra nesillere “Bunu müteakıb Mekteb-i Mülkiyye müdavimlerinden Akif Efendi şairin enfes-i asarından olan Hüsn ü Aşkı ’ndan ve asar-ı saire-i şi’riyyesinden bazı parçalar okuyacaktır. “Bundan sonra son neslin Üstad-ı Muazzamı dahi-i edebiyyat Abdülhak Hamid Beyefendi’nin şeyh-i müşarun-ileyh hakkındaki ihtisasat-ı edebiyyesine dair irsal buyurulan mektup Ahmed Hikmet Bey tarafından okunacaktır. Ba’dehu usul ü adab-ı Mevleviyye üzere dergah-ı mezkur postnişini efendi hazretleri tarafından bir gülbank keşidesiyle Şu merasim Avrupa eazımından mesela “Panteon”da medfun olan Fransız meşahirinden birinin ziyaret-i mezarı “Yalnız kabre konulacak çelenk unutulmuş.” i’tirazına kalkışacaklardan maada şakk-ı şefe edecek bulunmazdı. Lakin Garb’dan Şark’a Paris’ten İstanbul’a Panteon’dan Galata Mevlevihanesi’ne mesela Victor Hugo’nun medfeninden Şeyh Galib’in merkadine tahvil-i nazar edilince şayan-ı tatbik ve kabil-i icra olmadığı görülür. Çünkü bizde kabir ziyaretine açık yahud koyu renkli elbise da nutuklar mektuplar şiirler okunmaz; ancak ayat-ı kerime ve salavat-ı şerife kıraet olunur dua edilir. mesi ve frenk usul-i ihtifali ile müslüman ve Mevlevi tarz-ı teemmül etmesi ve Receb Paşa merhumun cenazesi top arabasına yükletilmek istenildiği sırada efvah-ı İslamdan yükselen sada-yı i’tirazı olsun tenezzülen hatıra getirmesi lazım gelir. Biz zannederiz ki o hey’et miyanında hakīkī bir Mevlevi bulunsa idi. Dede merhumun fezaili için dergah-ı şerifte bir Mevlid okutturulmasını mukabeleden sonra gunude-i gufran olduğu türbe pişgahında bir dua ettirilmesini ondan sonra ya Darülfünun’un kürsi-i tedrisinde veyahud başka bir mahallin mevki’-i hıtabetinde meziyyat-ı şairanesinin teşrih u tavzihi zımnında nutuklar mektuplar ve saire kıraet olunmasını teklif ederdi. Hele ötekinden berikinden toplanacak iane ile puşidesinin tecdidine rıza göstermez ve nihayet iki yüz kuruşla mübayaa olunabilecek birkaç arşın çuhanın tedarikine Galata Mevlevihanesi’nin vakfı müsaid değilse ihvan-ı Mevleviyyenin vereceği beş on kuruşla alınabilir. “Siz zahmet buyurmayın!” diyerek bir hayat-ı müstağniyane geçirmiş olan Şeyh Galib’i vefatından sonra keşkül-küşa-yı sual olmak zilletine düşürmezdi. Şimdilik bu kadar kafi ve; Tahirü’l-Mevlevi SİYASİYAT Geçende “Arnavudluk ve Hissiyat-ı İslamiyye” ünvanlı makaleyi yazan meşhur İslam muharrir-i siyasisi tarafından ba’dema bu kısımda “Mülahazat-ı Mütenevvia” ünvanı altında ahval-i mühimme-i dahiliyye ve hariciyye hakkında mülahazat-ı siyasiyye yazılacaktır. MÜLAHAZAT-I MÜTENEVVİA Memleketimizde ve ale’l-husus payitahtta menafi’-i devlete muzır ve efkar-ı ahad-ı nası müheyyic her gün birçok havadis dağıtılıyor. Bu husustaki neşr-i ekazib vasıta-i kalemden ziyade ağızdan ağıza geçirilmekle vukū’ buluyor. Akl-ı selim sahibi olan her Osmanlı menabi’-i ağyardan gelen ve terakkıyat-ı vatan-perverane emrinde gösterilmesi lazım olan cehd-i Osmaniyyeti sektedar eden bu rivayatı layikıyla tedkīk eder ve onunla tabii müteessir olmaz. Lakin sade-dilan-ı nasın bunları işite işite me’yus olması vehme düşmesi mümkündür. Mehalik-i mülk ü millete dair olan bu rivayatın menba’larını ekseriya Beyoğlu’nda Galata’da aramak iktiza eyler. Naşirleri arasında Osmanlı sıfatını haiz bed-tinetler de az değildir. Bizdeki ahlak düşkünleri para mukabilinde hangi denaeti irtikabdan çekinirler ki? Bazı devletlerin tahsisat-ı seneviyye-i hafiyyelerinin mikdarı hakkında geçende elimize geçen bir eseri mütalaa eyledik. Bundan anladığımıza göre büyük devletler arasında Rusya ile çük devletleri de az faaliyet göstermiyorlar. Hele Yunan bu hususta kendisine hizmet edecek pek çok huddama maliktir. Rusya’nın senede sarf ettiği tahsisat . liradır. İtalya mahrum-ı şeref-i muzafferiyyet olan İtalya i’mal-i hiyel-i siyasiyye hususunda elbette pek ileri gitmiştir ve Avrupa matbuatına ve havadis acentelerine hayliden hayli icra-yı nüfuz eylemektedir. Galiba işine gelecek surette bir sulh akdine pek muhtac olduğundan İtalya bugünlerde Avrupa gazeteleri vasıtasıyla hayli kabadayılık çalımı satmakta olduğu gibi memleketimizde dahi rivayat-ı kazibe dağıtmak ve halkımızın vehm ü heyecanını uyandırmak için mezkur yüz yirmi bin liralık tahsisat-ı hafiyyeden mühim bir mikdarını buralarda sarf etmekte bulunmuş olsa gerektir. Memleketimizde havadis-i hariciyye neşrine delalet eden ve isimlerinin zikrine burada lüzum görülmeyen birkaç telgraf acentesi dahi hiç de kendi vatan ve devletimizin lehinde tefsir olunamayacak eşkalde havadis ısdar eylemektedirler. Mısır’da vakar ve nef’-i Osmaniyyeti muhıl havadis veren ecnebi acentelerinin rivayatının ihvan-ı Mısriyyenin guş-ı ıttılaına erişmesine vesatat eden Mısır gazetelerini ta’yib ederdik. Halbuki bizim kendi gazetelerimiz bile mezkur acentelerin birer garaz-ı muzmer üzerine Avrupa’dan ahz ve kendilerine tevdi’ eyledikleri havadisi gelişi güzel dercedip gitmektedirler. Bize layık olan bu gibi havadisten külliyyen tecahül etmek ve neşrlerine rağbet etmemek değil mi? § Sabah ile Tanin geçenlerde ecnebi müşavirleri istihdamı mes’elesini ciddiyetle tazelediler. Bu işi uyandırmak teşebbüsü acaba ibtida Londra’da mı yoksa İstanbul’da mı vukū’a geldi? Bu iki gazete dahi ecnebi müşavirleri istihdamından maksad yalnız İngiliz müşavir bulunduğunu sarahaten yazdılar. Tanin gazetesi İngiliz müşavirleri istihdamıyla terecek bir tarzda idare-i lisan eyledi. Muharrir-i aciz Tanin gazetesinin gayret-i vatan-perveranesini takdir edenlerdenim. Fakat mezkur gazetenin la-yuhtiliğine kat’iyyen kani’ olamam. Biz müşavir getirecek isek sırf kendi ihtiyacımız ni bununla mezcetmek ister isek emin olalım ki bu tarz-ı mülahazamızı öğrenen İngilizler bıyık altından bize gülerler. Şübhesiz İngilizlerin muhadeneti bizce pek kıymetdardır. Fakat onu te’min edecek vesait başkadır. Bunu bir tedbir-i liğimiz lazımdır. Londra’daki sefaretimiz bu muhadeneti istihsalin esbabı ne ise taharri ile der-i devlete bildirmelidir; bildirmiyorsa Londra sefareti devr-i meşrutiyyetin faaliyet-i hamiyyet-mendane ve faalanesine layık bir surette tasfiyeye muhtac olduğunu irae etmiş olur. cında olduğumuzu cümlemiz takdir eyleriz. Lakin ecnebi me’murlar istihdamı gayet nazik bir mes’ele olduğundan etrafıyla düşünülmelidir. Şark’ta ecnebi me’murları büyük hizmetler gösterebildikleri gibi Şark’ın ahval-i siyasiyyesinin sık sık mağruz-ı tehavvül olmasından dolayı hakimiyet-i mahalliyye için bir unsur-ı hatar teşkil eylemeleri dahi muhtemelattandır. Müteveffa Hıdiv İsmail Paşa Mısır’ın şuabat-ı idariyyesine tesri’-i icra-yı ıslahat emeliyle ecnebi me’murları doldurduktan sonra bu yüzden birçok belalara giriftar oldu. Getirdiği adamlar arasında birçok kısmet kovalayıcılar zuhur eyledi. Bunlar Hıdiviyet Mısır’ına değil ecnebi mısırına çalıştılar. Acaba biz ecnebi me’murlarını ehl-i hıbre suretinde bila-vasıta mı yoksa tarik-ı resmi ile ve müzakere-i düveliyye bahseden gazetelerimizin tarz-ı beyanına dikkat olunur ise bu ikinci tarik ile me’mur celb olunmak istenildiği anlaşılıyor. Pekala! Varsın gelsinler; biz hizmet-i ehl-i hüner ve tecrübeye pek muhtacız. Fakat şurasını unutmamalıyız ki mesela bir İngiliz me’muru Mısır’da gösterdiği semeredar faaliyeti burada pek kolay gösteremez; meğer ki devleti tarafından mütemadiyen iltizam oluna! Bu ise müdahaleyi da’vet tehlikesinden azade kalamaz. Ecnebi müşavirler Mısır’da amir-i mutlaktırlar; nuzzar ve me’murin-i mahalliyye onların evamirine ittibaa muztardırlar. Onların arzuları vechile hareket etmeyen nuzzar ve me’murin-i Mısriyye Cromer gibi Kitchener gibi İngiliz politika me’murlarının serzenişi üzerine hükumet-i Mısriyyece derhal tahtie ve belki azl ediliyorlar. Memleketimizde ise ahval değişir. Bu memleket ila-ma-şaallah istiklal-i siyasisine malik kalmak ister. İmdi; İngiliz me’murin-i idariyye ve zabtiyyesi istihdamından hasıl olacak fevaidi idrak etmekle beraber mes’elenin tefekkürat-ı amikadan sonra mevki’-i tatbika konulmasına tarafdarız. Dahiliye Nazırı Hacı Adil Beyefendi hazretleri ahiren Rumeli’de devr ü teftiş buyurdukları sırada maiyyetlerinde İngiliz müşavirin-i maliyyemizden Mösyö Greivis dahi bulunmuştur. Şübhesiz bu muktedir ve tecrübe-i Şarkıyye sahibi İngiliz kendilerine müşavir mes’elesi hakkında beyanat-ı müfidede bulunmuştur. Namus ve liyakati müsellem olan Mösyö Greivis bilmeyiz ki ecnebi müşavirler istihdamının Memalik-i Osmaniyye’ye edebilecekleri hıdematın Balkan Komitesi Erkan-ı Siyasiyyesi’nin nokta-i nazarından mı yoksa sırf menafi’-i milliyye-i Osmaniyye nokta-i nazarından mı vücubuna kaildir? Hacı Adil Beyefendi hazretleri Tanin muhbirlerinden biriyle bu hususta ettiği bir mülakatta me’murin-i zabtiyye ve idariyye-i ecnebiyye istihdamının Rumeli’ye münhasır kalmayıp Suriye ve Anadolu’nun Vilayat-ı Şarki’sine de teşmil edileceğini beyan buyurmuşlardır. Gönlümüz Suriye’nin hiç de araya sokulmamasını arzu ederdi. Hele Suriye’ye gidecek ecnebi me’muru İngiliz tabiiyyetinde bulunup da Mısır’da tecrübe-i idariyye görmüş zevattan ise –velev ki müstesna bir kudret-i idariyyeye malik bulunsun– onun Anadolu’nun Vilayat-ı Şarkıyye’sini tahsisan zikre gelince: Bu da Kıbrıs Muahedesi’nin akdini müteakıb tasavvur olunan bir tedbiri hatırımıza getirdi. Devlet-i Osmaniyye Kıbrıs Ceziresi’ni İngiltere idaresine tevdi’ eylemeye mukabil İngiltere Devleti Asya’daki hudud-ı Osmaniyyeye Rusya’dan gelebilecek tecavüze karşı devletimize muavenet eylemeyi taht-ı taahhüde almış idi. Diğer taraftan dahi hükumet-i Osmaniyye kesretle Ermeni sakin olan vilayat-ı Osmaniyyede ıslahat-ı esasiyye icrasını müteahhid bulunmuş müteveffa Lord Beaconsfield bu ıslahatın icrasını tarassud zımnında Vilayat-ı Şarkıyye’ye konsolosluk ve sair ünvanlarla birçok İngiliz zabiti ta’yini gibi bir tedbir ittihaz eylemiş Gladstone Rusya tarafdarlığından dolayı mıdır yoksa başka bir maksadla mıdır her ne ise Vilayat-ı Şarkıyye’mizde bu zubbat-ı İngiliziyye istihdamı tedbirinden sarf-ı nazar eylemişti. Biz mes’elenin bu tarihçesini vermeye lüzum hissettik. Çünkü hal-i hazırda o babda İngiltere ile olan müzakeratın hüsn-i icrasınca tenvir-i ezhana medar olur ümidindeyiz. Mes’elenin ehemmiyeti derkar olduğundan Hacı Adil Beyefendi hazretleri kendi vatandaşları arasında bu gibi şeyleri hem Osmanlı ve İngiliz nokta-i nazarından tetebbu’ etmiş zevat bulurlar ise onlarla istişarede tereddüd buyurmazlar ümidindeyiz. § Hutaba-yı ümmetin çok kere ikaz-ı efrada hadim sözler söyledikleri herkesçe ma’lumdur. Lakin biz bir devr-i faaliyyette yaşıyoruz. İmdi; Meclis-i Meb’usan’ımızın hutabadan ziyade iş ehli yetiştirmesini ümid ederiz. Meclis-i Meb’usan’da bazan öyle hatibler zuhur ediyor ki eğer dedikleri olmazsa vatan alt üst olacakmış gibi bir tarz-ı heyecan bir zat; “şöyle olmazsa böyle yapılmazsa bu devlet mahvolacak.” yolunda laflar sarf eyledi. Hakk-ı kelama malik olan bir zatın hürriyet-i beyanına mani’ olmayı hürriyeti seven hiçbir Osmanlı arzu eylemez. Lakin muvacehe-i ammede söylenen sözler evvelce layıkıyla ölçülüp biçildikten sonra söylenmelidir. Devletin tehlikesine ve ma’ruz-ı inkıraz olduğuna kail olan bir adamın o yolda düşünmesine karşı hiçbir şey söylemek istemeyiz. Maamafih Meclis’in matbuata akseden ve yar u ağyara arz olunan nutuklarında vatanını cidden seven ve milletinin terakkıyat ve teali-i istikbaliyyesi hakkında kanaat-ı kamile-i vicdaniyyesi bulunan üç yüze yakın meb’usların hissiyatını cerihadar edecek bu gibi sözleri müstahakk-ı ta’yib görürüz. Gazetelerde okunan tafsilatına nazaran “devlet batar” ta’birinin isti’maline birçok meb’uslar kızmışlar mu’terizane söylenmişler. Ba’dema o yolda söz sarfedecek meb’uslar bulunursa ümid ederiz ki makam-ı riyaset onu derhal iskat eder ve kailine sözünü geri aldırır. Reis-i cedid hazretlerinin müsellem olan hamiyet ve kiyasetinden me’mul olan şey de budur. BAĞDAD VE MAVERA-YI İRAN HATLARI siyye ve ictimaiyye miyanında en mühimlerinden birisi de şimendüferlerdir. Bu şimendüferin siyasiyyat ve ictimaiyyat nokta-i nazarından derece-i ehemmiyyeti tayyedeceği mesafenin vüs’ati ile mütenasibdir. Şu hakīkat o kadar vazıhtır ki isbata bile muhtac değildir. Şimendüferler bir kıt’adan diğer kıt’aya bir memleketten diğer memlekete yalnız emval-i ticariyye yahud misafirler taşımıyorlar. Aynı zamanda bir kıt’anın bir memleketin emtia-i ma’neviyye ve ruhiyyesini taşıyorlar. Şimendüferler ile berabar lisanlar da edebiyat da yeni siyasi ve ictimai cereyanlar da mezahib ve edyan da seyr ü sefer ediyorlar. Evvelce yekdiğerlerinden uzun uzun mesafeler ile ayrılmak yekdiğerine bigane kalmak yekdiğerlerinin lisan adab i’tiyadat akaid-i diniyyesinden bil-külliyye bi-haber olan binaenaleyh yekdiğerleri hakkında bazı efkar-ı batılada hissiyat-ı lakaydanêde bulunmuş olan insanlar şimendüferler sayesinde yekdiğerlerine takarrub ederler lisanlarını adab u i’tiyadatını öğrenirler aralarında birçok yeni alakalar peyda ederler. miyet-i azimesi derkardır. Mezkur şimendüfer evvela Garb ve Şark alakası nokta-i nazarından büyük bir ehemmiyeti haizdir. Saniyen Memalik-i Osmaniyye’nin kıtaat-ı muhtelifesini yekdiğerine rabtedecektir. Binaenaleyh Osmanlılıkça da azim bir ehemmiyeti haizdir. El-yevm Basra’dan veyahud Bağdad’dan Darülhilafe’ye vürud için haftalar ve bazan da aylar lazımdır. Bağdad Şimendüferi inşa edildikten sonra haftalar aylar günlere inecektir. Yalnız bunun askeri ve siyasi nokta-i nazarından ehemmiyetini düşününüz. Bugün hudud-ı şarkıyyemizde bir muharebe vukū’ bulsa İstanbul’dan veyahud Haleb’den imdada varmak için hayat-ı milliyyemizde ehemmiyeti takdir edilemeyecek vakitlerin ziyaı karşısında bulunmak mecburiyetindeyiz. Keza Irak’ta mesela yarın bir hadise-i mühimme serzede-i zuhur ederse hükumetin mahall-i hadiseye varması için uzun uzadıya vakitler lazımdır. Bundan maada kıtaat-ı şarkıyyenin yekdiğerinden uzun uzun mesafeler ile ayrılmış olduğundan vahdet-i milliyyemiz bi-hakkın te’min edilememiştir. Bugün her kıt’ada sakin ahali ahval-i ruhıyye seviye-i irfaniyye adat teşkil etmektedir. Aralarındaki revabıt-ı ma’neviyye pek az pek sathidir. Bu ise siyasiyyat ve ictimaiyyatça bir ehemmiyet-i mahsusayı haiz olan uhuvvet-i milliyyemizi haleldar ediyor. Şu noksanı izale edebilecek avamil arasında en mühimmi yine Bağdad Şimendüferi olacaktır. Asr-ı hazırda şimendüferler vahdet-i milliyyenin en müessir amillerindendir. İstanbul’da bugün neşredilen bir gazete bir mecmua yeni tab’ edilmiş bir kitap yeni zuhur etmiş bir fikir memleketin şimendüferler vasıtası ile her tarafına yayılırsa aşikardır ki hissiyat ve efkar-ı milliyyenin tevhidine lisanının intişar ve ta’mimine daha ziyade hizmet etmiş olur. Keza memleketin kıtaat-ı muhtelifesi içinde yangın zelzele gibi bir afet vukū’ bularak diğer kıtaatta sakin ahali kazazede ahalinin yardımına muavenetine sür’atle yetişirse elbette ki vahdet-i milliyye daha ziyade te’min edilmiş olur. Zira derd ve eleme iştirak meserret ve şadumaniye refakat vahdet-i milliyyenin ruhu ve esasıdır. mendüferi havidir. Biz öyle muhassenat-ı maddiyyeyi me­ nafi’-i ticariyye-i iktisadiyye ve ziraiyyeyi nazar-ı dikkate al­ mıyoruz. Fakat Bağdad Şimendüferi bunların kaffesinin fevkınde bulunan diğer bir ehemmiyeti de haizdir ki bilhassa bu hususa nazar-ı dikkati celbetmek isterim: O da İslamiyet nok­ ta-i nazarından haiz olduğu ehemmiyettir. Bugün Makam-ı Hilafet’le Şark Alem-i İslam’ı arasında re­ vabıt-ı maddiyye ma’dum gibidir. Ne milel ve akvam-ı lamiyye Hilafet’i biliyor onunla git-geldedir ve ne de Ma­ kam-ı Hilafet İslam akvam ve milelini bilir ve onlar ile amed-refttedir. Hac mevsimi gayet mahdud olan tüccarlar Hilafet’le aynı alemin vücudunu teşkil eden diğer kıtaat-ı gibidir. Maatteessüf birçok sebebler dolayısı ile hatta şu hac mevsiminde ve tüccarlardan bile gönlün istediği kadar istifade te’min edilemiyor. Halbuki Bağdad Şimendüferleri Şark müslümanlarını yekdiğerlerine maddeten rabtederek adeta bir aile şekline det esnasında Kafkasya’yı ve İran’ı dolaşıp yine İstanbul’a avdet edebilecektir. Yine aynı müddet içinde Hindistan’ı seyredebilir. Zira büyük şimendüferlerin haiz bulundukları faziletten birisi de hemen kendi etraflarında birçok küçük hatlar vücuda getirmektir. Bağdad Şimendüferi itmam edilir edilmez hemen muktezıyat-ı tabiiyyesi neticesi olarak etrafında birçok diğer hutut da vücud-pezir olacaktır. seri’ bir surette bütün Şark alem-i İslamı ile rabıta ve alaka-i maddiyyede bulunabile cektir. Bunun ise netayic-i azimesi derkardır. Akvam-i İslamiyye arasına mürur-ı dühur fehhümler izale edilecektir. Yekdiğerini daha yakından görerek bilerek yekdiğerinin adat-ı mahsusalarına elsine ve fezail-i ahlakıyyelerine hürmet peyda edeceklerdir. Rabıta-i ma’neviyye yeniden ve bil-fiil hayat bulacaktır. Makam-ı Hilafet ise kendi te’sirat-ı ma’neviyyesini doğrudan doğruya teaddideyi te’yid edecek Bağdad Şimendüferi’ne rekabet etmek ve belki de hatt-ı mezkuru muattal bırakabilmek üzere Ruslar tarafından bir Mavera-yı İran Hattı tasavvur edilmektedir. Rusların planlarınca şu hat Odessa’dan başlayarak Kafkasya tarikı ile Bakü Denizi’nin cihet-i cenubisinden geçerek Sistan ve Belucistan’dan doğru Hindistan’a inecektir. Şu hat Hindistan’ı bila-fasıla Londra ile birleştirecektir. Moskofların hesabınca şu Mavera-yı İran Hattı üzerine Hindistan ile İngiltere arasındaki mesafe Bağdad Hattı üzerindeki mesafeden daha kısa olduğu için Şark ile Garb arasında açılacak alaka ve rabıtanın kısm-ı a’zamını guya birinci hat celb edecektir. Ruslar hatt-ı mezkura büyük bir ehemmiyet veriyorlar ve bütün kuvvetleri ile hayyiz-i husule gelmesine çalışıyorlar. Rus Hükumeti tarafından tertib edilmiş olan bir komisyon-ı mahsus hatt-ı mezkur hakkında uzun uzadıya tedkīkat ve mütalaatta bulunmuş bilahare takdim etmiş olduğu raporda hattın inşa edilmesine karar vermiştir. Bunun üzerine Rus hey’et-i vükelası da mes’eleyi müzakere ederek raporu tasdik eylemiştir. Fakat Rusya yalnız başına şöyle azim ve yüzlerce milyon paranın sarfını istilzam edecek bir hattın inşasını deruhde edemez. Diğerlerinin paraca muavenetine ve iştirakine muhtacdır. sa mahafilinde şu iki hükumeti de tasavvur ettikleri teşebbüse bila-i’tiraz iştirak etmeye hazırdırlar. Bilhassa ki mes’elede Almanya’ya da rekabet etmek Almanya’nın bu teşebbüsünü akīm bırakmak ciheti de vardır. Fakat İngilizlerin vaz’iyeti böyle değildir. İngiltere hükumeti teşebbüse iştirak etmeden evvel mes’eleyi uzun uzadıya mütalaa ve tedkīk etmek mecburiyetindedir. Zira filhakīka teşebbüs-i mezkur İngiltere’nin rakībi bulunan Almanya’ya Ruslar tarafından tehlike altına koyabilir. Rusya’nın kuva-yı askeriyye ve bahriyyesini tanzim ü takviye ettikten sonra yeniden İngiltere’ye karşı Asya’da Almanya’dan daha müdhiş bir rakīb olmak hakkını kim te’min edebilir? Bu gibi tebeddülat tarihde az mı vukū’ bulmuştur? Zaten İngiltere ta öteden beri Hindistan’ı yalnız Rus tecavüzüne karşı müdafaa etmek mecburiyetinde değil midir? İran’da hemen hemen hakimiyet-i mutlakasını te’min etmiş olan Ruslar sa acaba atide Hindistan’ın selamet ve bekasını kim te’min edebilir? İşte şu suallerdir ki İngiltere hükumetini Mavera-yı tereddüdler sayesindedir ki hatt-ı mezkur henüz kuvveden fiile çıkamıyor. Fakat Ruslar bütün kuvvetleri ile çalışıyorlar. Bilahare muvaffak olacakları ma’lum değil ise de herşeyde ve her ti şu mes’elede de aynı tarika salik olduğunu gösterdi. Bu münasebetle bizim bir an evvel İngiltere ile görüşüp uyuşmamızın derece-i ehemmiyyeti tebeyyün ediyor. Şu lüzumu rical-i devletimiz elbetteki takdir etmişlerdir. ---- FRANSA VE FAS ---- Evvelki hafta bu sahifelerde Fas ve Fransız ahvalinin Faslılarca olan suver ve eşkalini yazmış ve Fransızlar nokta-i nazarınca olan etvar ve vaz’iyyatını ikinci bir makalede ted­ kīk ve tahlil edeceğimizi vaad eylemiş idik. Bugün o vaadin Fransa hükumeti Fas iklimi hakkında öteden beri beslemekte olduğu fikrine resmi Avrupa’nın müzaheret ü muavenetiyle hain-i vatan ve millet Abdülhafiz’ın hıyanet ve ihanetiyle geçen senenin on bir Mayıs’ından beri guya nail olmuş bir vaz’iyette bulunuyor idi. Fransa hükumeti medeniyet-i müşa’şaasının ve i’lan eylediği ve uğrunda milyonlarca kanlar milyarlarca paralar döktüğü Hukūk-ı Beşer Beyannamesi’nin hilafına olarak Fas’ta kazandığı bu mevkiini Cezayir’de tatbik etmekte olduğu mezaliminin aynıyla tahkim eylemeye çalışmak gibi vahi bir meslek ittihaz etmiş leğine karşı Faslılar şu suretler ile mukabele eyledikleri ve eylemekte oldukları görüldü: Geçen Nisan ve Mayıs içlerinde evvela Abdülhafiz saltanattan Sultanı i’lan edilmiştir. Saniyen; Beni Verain Kabilesi Mevleye sahiline tecemmu’ ile nehrin öbür yakasında olan Fransa askerine hücum eylemiş payitaht olan Fas şehri ahalisi ayaklanmış şehir kumandanının sarayına hücum edilmiş kumandan katl ve emvali yağma edilmiştir. Şehrin etrafı kabail ve aşayir efradından yirmi bin kişilik bir kuvvet tarafından ihata edilmiş şehir muhasara altına alınmıştır. Salisen; Taviret Garkuy’deki Fransa askeriyle BeniVain Kabilesi arasında harp ateşi açılmış yeni sultan tarafından Fransızlara karşı cihad-ı mukaddes i’lan ve umum Faslılar bu cihada da’vet edilmiştir. Yeni Sultan tarafından Fransızlara karşı i’lan olunan bu Cihad-ı Mukaddes Beyannamesi’nin bazı parçaları Paris’te münteşir Matin gazetesinin son nüshalarının birinde şu suretle tasvir edildiği manzurumuz olmuştur: “Hak Teala Hazretleri’ne imandan sonra en güzel ve makbul olan amel muharebedir. Şimdi Fransızlara karşı muharebe farzdır. Hatta kadınların ve etfalin dahi bu muharebeye iştirak etmeleri vacibdir. Ey Fas iklimi müslümanları! Eslafınızın namusunu muhafaza ediniz ve onlar gibi düşmandan vatanı muhafaza şehrinde her gün binlerce müslüman kanını dökmektedir. Ne duruyorsunuz ve ne için eslafınız gibi hareket etmiyorsunuz?” Matin gazetesi bu cihad-ı mukaddes beyannamesinin o cümlelerini bu tarz ve şekl ile nakil ve tercümesini müteakıb diyor ki: “Fas’ın her tarafında Fransızlar aleyhinde şiddetli bir heyecan fevkalade bir kıyam ve galeyan hüküm-fermadır. Fas’taki Fransa kuvvetinin mevkii büyük bir hatar büyük bir tehlike ve vahamet ile muhattır. Fransa’nın bu vahametli mevki’den kendini tahlis ve Fas’taki emel ve gayesini te’min ü tahkim edebilmesi büyük pek büyük masraflara ciddi seri’ kat’i tedbirlere muhtacdır…” Matin gazetesinin Fransa’nın Fas’taki hal ve mevkiinin vahametini bu suretle i’tirafı nazar-ı dikkati celbedecek bir mahiyeti haizdir. Çünkü Matin gazetesinin i’tirafı vechile Fransa’nın Fas’taki hal ve mevki’-i hazırı gayet hatar-naktir. Fransa’nın bu mevki’-i mühlikten kendini tahlis ile ideal ve hedefine nail olabilmesi hazineler sarfından ciddi seri’ kat’i tedbirlere müracaattan başka uzun vakitlere mütevakkıftır. Bu uzun vakitlerin ise Fransa’ya müsaid çıkacağı gayet meşkuktur. Çünkü evvela; Fas iklimi kabail ve aşayiri Cezayir ve ahalisine makīs değildir. Fransa Fas’a nazaran Cezayir gibi küçük bir yeri elde etmek için yedi milyar frank sarf etmiş elli bin kurban vermiş ve yalnız mücahid-i a’zam merhum Emir Abdülkadir ve hamiyetli maiyyeti ile kırk sene uğraşmıştır. Halbuki Fas iklimi Cezayir’den birkaç defa büyüktür. Yed-i Kudret’ten masnu’ tabii istihkamları vefirdir. Kabail ve aşairi Cezayir’in sekiz misli nisbetindedir. Bu ahval ise Fransa amalinin tecellisine mani’ ve burada sarf edeceği sa’y ve guşişlerinin bir semere vermeyeceğine delildir. Saniyen; Afrika müslümanlarının hal-i hazırdaki vaz’iyetleri Cezayir’in istilası zamanındaki vaz’iyete müşabih değildir. O zamanda Afrika kabail ve aşairi arasında nifak ve münaferet hükümran idi. Ecnebilerin nişanlarına altınlarına hilelerine kapılmak aldanmak ile ecnebi menfaati mahvına badi ecnebi menfaatine hadim yekdiğeriyle olan muharebeleri istiklallerinin ziyaına bais olduğunu re’ye’layn müşahede eylediklerinden ecnebilere karşı müttefik ve müttehid olmuşlardır. Afrikalıların bu ittihadları dahi Fransızların Fas’ta bir şey kazanamayacaklarına burhandır. Salisen; Trablusgarb Fas Muharebeleri’ne kadar alem-i Fransa ilm ü irfanına Fransa hakşinaslığına büyük i’timadları var idi. Bunun sebeb-i yeganesi ise ancak Fransa hükumet-i fahimesinin Fransa millet-i necibe ve irfaniyyesinin Hilafet-i Celile-i İslamiyye ve hükumet-i mufahhame-i Osmaniyyeye karşı öteden beri muhafazasına çalıştığı ve riayetine i’tina eylediği bütün alem-i İslam tarafından nazar-ı memnuniyyetle görülen münasebat-ı veddiyye tezahürat-ı vifakıyye muavenat-ı maddiyye ve ma’neviyyesi gibi an’anat-ı kadime-i mübeccele-i tarihiyyesi idi. Alem-i Dersaadet muhterem ceneral konsolosu ve katibleri ile iki sene mukaddem Eyüb’de bir kulüpte şeref-vukū’ bulan bir mülakatımda muhterem zevat huzurunda beyan ile nazar-ı dikkatlerini celbetmiş ve Tan Gazetesi’nden de şikayet eylemiş lerini ızhar ve Tan ’ın hilafet ve İslam aleyhindeki neşriyatına hükumetin iştiraki olmadığını maamafih bunun dahi nazar-ı dikkate alınacağını vaad buyurmuşlardı. Fakat Trablusgarb mes’ele-i hazırasında Tan Gaulois Figaro Paris Journal Matin gibi Paris gazetelerinin Hilafet ve İslam aleyhindeki neşriyatı ve Fransa hükumetinin böyle bir zamanda Fas’ta tatbik etmekte olduğu muamelat vaz’iyyat ve icraatı Fransa hükumetinden Afrikalılar ile beraber bütün alem-i İslam’ın dil-gir ve dil-hun olmasına ve Fransa’nın alem-i İslam nazarındaki o mevki’-i bülendinden sukūt etmesine ve bunun nefret derecesine varmasına sebeb olmuştur. Afrikalılar ve alem-i İslam istintac ediyor ki: Fransa’nın Hilafet’e ve Afrika’ya karşı olan bu vaz’iyeti Fransa’nın cihan-ı ilm ü irfandaki o mevki’-i bülend ve müstesnasına rağmen Avrupa mutaassıblarından bir takım amal-i hasise kurbanlarının bir nevi’ hukūk-ı düvelden olmak üzere tanıdıkları “Hilalin tasarruf eylediği kıt’aların tedricen Salib’in havze-i temellüküne garib ve kanun-ı acibine tabi’ olmak ve mevki’-i tatbika koymaktan başka bir şey değildir. Faslıların bugünkü Fransa aleyhindeki kıyamları bu istintacdan dikkate almamış ve Fas’a vaz’-ı yed etmek gibi azim mühlik bir hatada bulunmuştur. Binaenaleyh Fransa hükumeti hatasını tashih ve Fas’tan keff-i yed etmesi ve bu suretle efkar-ı umumiyye-i İslamiyyeyi kendi lehine çevirmesi ve bu harbden evvelki mevkiini kazanması lazımdır. Alem-i İslam efkarının Fransa’nın lehine dönmesi Fransa için birkaç Fas iklimine muadil olacağını beyana hacet yoktur. Yok Fransa hükumeti bu hakayıkı görmek istemez ve hatasında devamdan geri kalmaz ise pek yorgun düştükten başka neticede hiçbir şey de kazanamayacaktır. AFGANİSTAN MÜSLÜMANLARI Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’den sonra hükumat-ı İslamiyyenin en müterakkī ve mükemmeli Afganistan Hükumet-i Celile-i İslamiyyesi olduğu asar-ı bahire tecelliyat-ı hazırasıyla meşhud ve nümayandır. Afganistan’ın teali ve terakkīsine en evvel hizmet edip milletini şehrah-ı saadet ve vadi-i tekemmüle sevk ve isal eden zat cennet-mekan Emir Abdurrahman Han-ı mağfur idi. Müşarun-ileyh hazretleri vefatından sonra veliahdı Afganistan hükümdar-ı müstakbeline –bir vasiyetname– bir düsturu’l-amel bırakıp mucebince amel ve hareket olunmasını ekiden vasiyet ü tavsiye eylemiş ve halef-i alisi Siracü’l-mille ve’d-din Emir Habibullah Han hazretleri de peder-i ali-kadrinin vasiyetini harfiyyen ta’kīb ü tatbik ederek kendi tebaasının refah ve saadetlerini ezmine-i sabıkadan yüz kat ziyade te’min eylemiştir. Afganistan’ın tarz-ı idaresiyle umur-ı maliyye ve iktisadiyyesini yoluna koyduktan sonra Habibullah Han hazretleri umur-ı askeriyyeyi ahsen vech üzere tensik ve tekmile hasr-ı mesai ederek az zaman içinde Afganistan’ı hal-i seferberide ettiği gibi her bir ihtimale karşı hin-i hacette kendi askerine lazım gelecek levazımat ve eşyanın da Kabil Darü’l-Emaresi’nde sistemde bulunan alat ve edevatını Kabil’e celb ile icab eden mütefennin mühendis ve ustaları da muayyen bir zaman Birkaç sene sonra Afgan ustaları celb edilen mühendis ve muallimlerinden sanayi’-i lazımeyi ahz u iktibas ettikten sonra Avrupalılara izin ve ruhsat verilip yerlerine yerli ustalar dikilmiş ve bu suretle Afgan askerine lazım olan bütün mevadd ü eşyanın i’maline mübaşeret olunmuş ve memleket zarfında Kabil şehrinde intişar eden haftalık Siracu’l-Ahbar –ki Farisi lisan-ı azbü’l-beyanıyla mükemmel bir matbaa-i emiriyyede tab’ ve temsil edilmektedir– gazetesinde okunduğuna nazaran el-yevm emir hazretleri tarafından te’sis olunan İslami ve yerli fabrikalarda atideki hıref ve sanayi’ kemal-i nefaset ve metanetle i’mal edilmekte bulunduğunu mübahat ile derc-i sütun-ı mefharet eylemiştir. Kabil darü’s-sınaalarında i’mal olunan eşya ve mevad ber-vech-i atidir: Esliha-i Nariyye: Küçük sahra topları önden dolar Büyük toplar arkadan dolar Zodfir Graben top ve tüfenkleri üç çeşit Henry Martin tüfenkleri piyade ve süvarilere mahsus sistemli tüfenkler süvari ve piyade için Yandan dolan tüfenkler parça tüfenkler parçalı tüfenkler Çifte tüfenkler av için Esliha-i Cariha: Zabitana mahsus kılıçlar altın gümüş nikel yaldızlı Süvari asakirine mahsus kılıçlar halis demirden Tüfenklere mahsus süngüler Askere mahsus kılıç kama harbe hançer bıçak kalemtıraş Gülle ve Fişenkler: Büyük top gülleleri Küçük top gülleleri Schneider ve Maxim gülleleri Tüfenk için her türlü fişenk Phius kısmından fişenkler Adi fişenk Dumanlı dumansız barut Şarapnel gülleleri Sanayi’-i Saire-i Muhtelife: Askeri ve mülki bayraklar ki mihrab ve minber alametini haizdir Her çeşit askeri çadırlar Çadırlara mahsus edevat-ı saire Askeri ayakkabların envaı yerli derilerden ma’mul Askeri eldivenler Her nevi’ muzıka alatı sarı ma’denden Askeri meşk ve ta’lim ve jimnastik aletlerin envaı Zabitana ve efrada mahsus enva’-ı kalpaklar Zabitana mahsus durbinler Demirciliğe aid her nevi’ sanayi ve alat ve edevat Dülgerlik marangozluk doğramacılık sanayii Saraçlık Pirinççilik Kuyumculuk Bakırcılık Boyacılığın envaı Nakkaşlık Ressamlık Na’lbandcılık baytarlık Meskukat darb ve i’mali Simkeşlik Meşinden yapılan her türlü çanta ve askere lazım edevat Örmecilik Dokumacılık Halıcılık Kilimcilik Sırmacılık Haccari ve mi’mari Litografi Tipografi Zinkografi Hakkaklik her türlü taş ve ma’den üzerine Oymacılık her türlü taş ve ma’den üzerine Mobilyacılık Çorapçılık Dişçilik Ma’denden sun’i diş yapmak Dökmecilik Billurculuk Balada gösterilen bütün eşya el-yevm Kabil’de Emir hazretleri tarafından müceddeden inşa ve te’sis olunan büyük fabrikalarda Afganistan kerestelerinden müslüman usta çırak ve ameleler vasıtasıyla “buhar” ile i’mal olunur. Mezkur makineler şehir haricinde en güzel bir mevki’de te’sis edilip makinelerin kolaylıkla tedviri için son sistem motorlarla müteharriktir. Mezkur fabrikaların nezaret-i umumisi “Liva” Muhammed Server Han’a Emir hazretleri tarafından tevdi’ ve tefviz olunduğu gibi müdiriyet-i umumiyyesine de Mühendis Muhammed Rıza Beğ Han ta’yin olunmuştur. Fabrikalar her gün kemal-i faaliyyetle on saat işlemekte ve Afganistan’ın askeriyle ahalisine lazım gelen eşyayı i’mal etmektedir. Mezkur fabrikalara izin ve ruhsat-ı mahsusa ile girilir. Yabancı ve gayr-i müslime hiçbir zaman müsaade edilmemektedir. Fabrikaların esrarı tamamıyla me’murları tarafından muhafaza ediliyor. Balada gösterilen sanayi’ ve hıref tamamıyla Avrupa’nın hal-i hazırda i’mal ettiği alat ve edevata müşabih ve mümasil bir haldedir. Bunlardan başka Emir hazretleri tarafından Avrupa’dan daha başka yeni fabrikaların celbi takarrur etmiş ve daha sair hıref ve sanayii öğrenmek için Avrupa’ya müslümanlardan birçok genç dindar talebeler i’zam kılınmıştır. Altı bin senelik an’anata şan ve şöhrete malik olan İran Devleti hanlık ve elkab ile uğraşıp vatan ve memleketin menafi’-i maddiyye ve ma’neviyyesini ağraz ve amale feda ettiler. Memleketin İran’ın istiklalini Rusya’ya sattılar. İran mak lazım gelirse berikilerin mahv ü inkıraza yüz tuttuklarını ötekilerin ise çoktan beri hab-ı gafletten uyanıp şuunat-ı mülkiyye ve vataniyyelerinin ıslahına bezl-i gayret etmekte oldukları kolayca anlaşılıyor. mayan Afganistan Hükumet-i İslamiyyesi el-yevm Rusya ve edebilmek iktidarına malik olduğu halde İran hükumeti büsbütün bitmiş mahv ü harab olmuş Rusya ve İngiltere’nin bütün tahakküm ve tehekkümatına sürud etmekte bulunmuştur. Hasılı bir şahıs bir milleti batırır bir adam bir ümmeti evc-i a’laya çıkarır. Mulay Hafiz utanmayarak dinini milletini memleketini Fransızlara satar; Afganistan emir-i dirayet-mendi bir avuç Afganlıyı i’la ve ihya eder. BULGARİSTAN MÜSLÜMANLARI UMUR-I MAARİF Bulgaristan müslümanları birkaç seneden beri kendi mekteplerine muallim yetiştirmek üzere bir “Müslüman Darü’l-muallimini” küşadını hükumetlerinden taleb ediyorlardı. Onların bu talebi daha “Malinof” kabinesi zamanında kabul edilmiş ve bir komisyon-ı mahsus tarafından ta’limatı ve programı ihzar olunmuş ise de bunun icrası mümkün olmamış idi. Bugün “Geshof” hükumeti müslümanların bu emelini icra ediyor. Artık mektebin ta’limatını hükumetin ceride-i resmiyyesi i’lan etti. İrade-i kraliye iktiran ettiği görüldü. Ta’limat-ı mezkure ber-vech-i atidir: Birinci Madde– Bulgaristan mekatib-i ibtidaiyye-i İslamiyyesine muallim yetiştirmek üzere Şumnu’da bir Pedagoji Mektebi Darü’l-muallimin açılacaktır. Bu mektepte ulum-ı diniyye dersinin tedrisi başmüftinin teftişine tabi’ bulunacaktır. Müfti-i müşarun-ileyh bu husustaki mütalaatını mektep müdirine bildirecektir. havi bulunacaktır. Üçüncü Madde– Mekteb-i mezkurun birinci sınıfına kaydolunmak isteyenler Bulgaristan dahil ve haricinde bir rüşdiye mektebini ikmal etmiş bulunmalı veyahud Bulgar mekatib-i rüşdiyye-i resmiyyesinin ikinci sınıfını ikmal eylemiş olmalıdırlar. Bulgaristan haricinde rüşdiye tahsili görenler Bulgaristan tabiiyetinde bulunmak ve dühul imtihanı vermek mecburiyetindedirler. Mülahaza: El-yevm Bulgaristan mekatib-i İslamiyyesinde muallimlik vazifesiyle meşgūl bulunanlar Bulgar lisanı hesab ulum-ı tabiiyye tarih ve coğrafya derslerinden Bulgar mekatib-i rüşdiyyesinin ikinci sınıfında okunduğu kadar ve Türkçe’den mekatib-i rüşdiyye-i İslamiyyede tedris olunduğu kadar sahib-i ma’lumat bulunduklarını isbat ettikleri takdirde Şumnu Daru’l-muallimini’nin birinci sınıfına kabul olunabilirler. Dördüncü Madde– Bu mektebin birinci sınıfına yirmi yaşını tecavüz edenler kabul olunmazlar. Mülahaza: El-yevm muallim bulunanlardan otuz yaşına kadar olanlar mekteb-i mezkurun birinci sınıfına kabul edilebilirler. Beşinci Madde– Dühul imtihanı hey’et-i ta’limiyye tarafından müntehab beş kişilik bir imtihan hey’eti huzurunda Altıncı Madde– Bulgaristan müslümanları için hükumet tarafından açılan bu darü’l-muallimin Bulgar Mekatib-i Taliyyesi Nizamnamesi’ne tevfikan idare olunacaktır. Mülahaza: Mezkur nizamnameden müslümanların a­ dat-ı diniyyelerine muhalif bulunan maddeler mülga addedilir. Yedinci Madde– Şumnu Darü’l-muallimini’nde atideki dersler okutulacaktır: Ulum-ı Diniyye-i İslamiyye Lisan-ı Türki Bulgar Lisanı Hesab Hendese Pedagoji Terbiye usul-i tedrisiyyenin esasat-ı umumiyyesi her dersin tarz-ı tedrisine dair usuller ve bu hususta lüzumu olan tatbikat Coğrafya Ma’lumat-ı Medeniyye Tarih-i Tabii Resim Musikī Keman ve Jimnastik. Sekizinci Madde– Dersler tercihan Bulgar lisanı üzerine tedris olunacaktır. Ulum-ı Diniyye-i İslamiyye ve Lisan-ı Türki Türkçe olarak tedris edilecektir. Dokuzuncu Madde– Şumnu Darü’l-muallimini muallimleri Bulgaristan Maarif Nezareti tarafından Maarif Nizamname-i Umumisi’ne ittibaen ta’yin edileceklerdir. Lisan-ı Türki ve Ulum-ı Diniyye-i İslamiyye için mütehassıs muallimler ta’yin olunacaktır. Onuncu Madde– Pedagojiye aid tatbikat mahalli İslam mekteb-i ibtidaisinden birinde veyahud mahalli Bulgar mekteb-i ibtidaisinde icra edilir. Onbirinci Madde– Bu mektebin iki sınıfını da ikmal edenler Türkçe ve Bulgarca’dan hem tahriri hem de şifahi Ulum-ı Diniyye-i İslamiyye Pedagoji Tarih-i Vatan Coğrafya ve Hesab derslerinden ise yalnız şifahi imtihan vermeye mecburdurlar. Bu imtihanlar Pedagoji mekteplerinde tatbik edilmekte olan Ruus İmtihanları Nizamnamesi’ne tevfikan ve başmüfti tarafından gönderilecek murahhas hazır bulunduğu halde icra edilecektir. Onikinci Madde– Şumnu İslam Darü’l-muallimini’ni ikmal edenler Bulgaristan mekatib-i ibtidaiyyesine talib olan muallimlerin kaffesine müraccah bulunacaklardır. Bu mekatib müfettişleri bu gibi muallimlerin ta’yinini teshil etmekle beraber kendilerine daha münasib maaş verilmesi için mekatib encümenleri nezdinde teşebbüsatta bulunacaklardır. Mülahaza: Bulgar Pedagoji veyahud i’dadilerini ikmal eden müslüman gençleri dahi bu husustaki hakk-ı rüchana malik bulunacaklardır. ---- MATBUAT ---- LORD KİTCHENER VE HIDIV Londra’da münteşir The Egypt gazetesi yazıyor: Lord Kitchener Mısır’da eslafına muhalif bir hatt-ı hareket ta’kīb ediyor. Müşarun-ileyh Hıdiv Abbas Paşa ile görüşerek doğrudan doğruya kabul ile evamir-i mahsusa veriyor. Mısır mülhakatı devr ü teftiş ile köylülerin şikayatını bizzat istima’ ve ona göre müdirlere evamir ve nevahi i’ta ediyor. İstasyonlara uğradığı zaman ahali kendisini büyük bir tantana ile kabul ediyorlar. Hidive karşı bile gösterilmeyen nümayişleri ahali ve fellahin lorda ibraz ediyorlar. Hidivin Mısır’da yalnız kuru bir isim ve şöhreti kalmıştır. Yoksa zimam-ı umur-ı hükumet tamamıyla lordun elindedir. Kitchener kendi politikasıyla amalini tervic için hidivin menafi’-i şahsiyye ve hususiyyesine dokunmayarak Mısır evkafından icra ettiği müdahalatı görmemezlikten geliyor. Hidiv ise bu kadar bir salahiyete iktifa ederek bütün evkatını kendi umur-ı hususiyye ve ziraiyyesiyle imrar ederek yazın mu’tadı vechile İstanbul’a ve Avrupa’ya seyahatler yaparak kendi işine bakıyor. Hidivin vazifesi milletin ümmetin net etmek ve kimsenin şikayetine mahal bırakmamak ise de Mısır’da tarz-ı idare ve zimam-ı umur büsbütün başka bir renk kesb eylemiştir. Her kim İngilizlerle ve onlara pey-rev olanlarla hoş geçinip onlara dalkavukluk ederse sellemehüsselam her istediğine nail olur. Böyle yapmayanlar ise ebediyyen mahrum kalmaya mahkumdurlar. Hidivin Mısır’daki mensubini ise o kadar çoktur ki bunlar sabahtan akşama kadar kahvehaneleri dolaşıyor şunun bunun ahval-i şahsiyye ve hususiyyesini tedkīk ediyor ve Nasyonalistlere mensub olup olmadıklarını anlamaya çalışıyorlar. Mısır ahval-i iktisadiyyesi günden güne fenalaşmaktadır. Zavallı fellahların elinde bir şey kalmamaya başlamıştır. Enva’-ı hıyel ve desayis-i iktisadiyye ile muhtekirler bankalar ve buna yardım ve müsaade edenler zavallı fellahinin servetini sülük gibi emiyorlar. Mısır mahkemelerine gelince onlar da İngilizlerle hidivin elinde kör bir alet gibi kalmışlardır. Hidivin aleyhdarlarıyla Mısır Nasyonalistleri her gün birer bahane ve suretle habs ü nefy ve işkence ediliyorlar. Matbuat Kanunu tamamıyla hükumet-i hidiviyyenin keyfine ta’dil edilmiş olup ufacık bir tenkīd veya i’tirazda bulunan gazeteler –hususıyle Nasyonalistlerin mürevvic-i fikirleri olanları– kapatmak için sudan bir bahane kafidir.” ---- MEKATIB ---- KAŞGAR AHVALİ Kaşgar’dan Kolçalı Abdülaziz Efendi hazretlerine ahiren vürud eden bir mektubun sadede dair kısmından alınmıştır: Kaşgar Urumçi ve havalisinde ahval muztaribdir. Hükumet-i sabıka tarafdaranı ile hükumet-i cumhuriyye askeri çarpışmaktadır. Kaşgar ve Urumçi ve tabii olan cümle vilayetlerdeki hükumet-i sabıka erkan ve kumandanları katl ve emvali yağma edilmiştir. Yağma şehirlere dahi sirayet etmiş tır. Ticaret ve san’at durgundur. Rus ticareti Rusya’nın himayesi ve tedabir-i askeriyyesi ile zarardan mahfuzdur. süs edememesinden perişan bir haldedir. Vaktiyle Kaşgar ve havalisinde hükumet-i Osmaniyye canib-i alisinden şehbenderlikler te’sis olunmuş olsa idi böyle bir zamanda büyük ler te’min etmekten hali kalmaz idi. Ne ise yine İslamların ümidi muhterem Osmanlılardadır. Hükumet-i Osmaniyyenin bura İslamlarının kendine karşı beslemekte oldukları hissiyat-ı safiyyelerini nazar-ı dikkate alması ve şehbenderlik mes’elesine atf-ı nazar eylemesi derkardır. Trablusgarb iane-i harbiyyesi devam etmektedir. Teraküm ettikçe pey-derpey gönderilecektir. Cenab-ı Hak İslamiyet ve Hilafet’i daim ve düşman İtalya’yı kahretsin! Kaşgar AFRİKA CİHADI: Senusi Hazretlerinin Mektubu – Taraf-ı eşref-i hazret-i Hilafet-penahi’den Şeyh Ahmed es-Senusi Efendi hazretlerine Mutasarrıfı ve Kuva-yı Umumiyye Kumandanı Enver Beyefendi tarafından gönderilen tahrirata şeyh-i müşarun-ileyh hazretleri canibinden irsal olunan tahriratın el-Alem gazetesinde aynen neşrolunan suretidir: . . . . . . § el-Alem gazetesi işbu cevabnameyi derc eyledikten sonra bununla birlikte darü’l-harbdeki muhabirinden aldığı bir mektuba atfen Şeyh Ahmed es-Senusi Efendi hazretleri darü’l-harbe gelirken Cağbub mevkiine muvasalat eylediği vakit Enver Beyefendi tarafından ihtifalat-ı layıka ile istikbali ve hakkında vecibe-i ihtiramın ifası zımnında mevki’-i mezkura zabitandan mürekkeb bir hey’etin gönderildiğini ve bu hey’etin miyanında Derne Kaymakamı ile Bingazi Erkan-ı Harbiyyesi’ne me’mur Nuri ve Doktor Abdülgani Zahid Beyler’in dahi bulunduğunu yazıyor. Tunus’tan Times ’a iş’ar olunduğuna göre İngiliz Hilal-i Ahmer Hey’eti’nin ikinci kafilesi iki doktorla altı erkek hasta bakıcı ve altmış hastayı Tunus’a vürud etmiştir. Bunlara Binbaşı Vickson Johnson riyaset ediyor. Lazım gelen edviye ve levazımat-ı tıbbiyyenin etmesi takarrur etmiştir. Hey’et reisi yerli Arablardan olmak üzere bir doktorla birkaç hademeyi buradan tedarik etmek fiile çıkaramamıştır. Rusya hükumeti Osmanlı hududuna gönderdiği Kazak askerinden başka Osmanlı ve İran hududlarına yeni sevkıyatta bulunmaya karar vermiştir. Asakir-i mezkure piyade ve süvari yirmi binden otuz bine kadar olup bunların kısm-ı a’zamı hudud karakollarını takviye edecek ve diğer kısmı da karargahlarda İran ve Osmanlı hududları civarında ihtiyat olarak bulundurulacaklarmış. Yine aynı muhabirin ifadesine göre Osmanlı Sefiri Turhan Paşa’ya bu babda verilecek cevapta tahşidat-ı askeriyyenin Osmanlı ve İran hududunda teşevvüşat vukūundan ve İran hükumet-i hazırasını iskat beyan edilecekmiş. Ceneral Limbritis ile Sifakianakis hey’et-i icraiyye a’zalığını kabul etmemişlerdir. A’zadan diğer üçünün de isti’fa etmeleri kaviyyen melhuzdur. Düvel-i hamiyye konsolosları tarafından me’muriyetlerinden bi-gayri hakkın çıkarılan İslam me’murlarının tekrar vazifeleri başına aldırılmaları hakkında Girit hükumet-i icraiyyesine bir müzekkire gönderilmiştir. Agari ’den bildirildiğine göre akd-i ittihad etmiş bulunan Şahsevenler’le Kocabeyli Serdarlı münasebat-ı daimede bulunmaktadırlar. Bütün bu kabileler Ruslarla son dakīkaya kadar mücahede etmeye ve en nihayet himayesine iltica eylemeye karar vermişlerdir. Mezkur kabileler vukū’ bulacak mücadelelerde serbestçe hareket etmek maksadıyla mal ve mülklerini satmaktadırlar. Viyana’da bulunan Na­ vi Avusturya ve Fransa kaplıcalarından birine gidecektir. Mu­ ma-ileyhin katibi Musa Han İran’da sükun ve asayişin hate çıkması ahvalin iyiliğine delalet etmekte bulunduğunu söylemiştir. Musa Han şah-ı mahluun her türlü müddeayattan sarf-ı nazar ederek Odessa’da sükun ve müsalemet dairesinde dermiyan eylemiştir. Şimdiye kadar nifak-ı daimi içinde yekdiğeriyle çarpışan Şahseven kabailinden bir çoğu ahiren hep birlikte Rusya aleyhine yürümek üzere te’lif-i beyn edip Ruslarla müsadematta bulunduklarından dolayı Tebriz muhaberatı münkatı’ olmaya başlamıştır. Kabil’de münteşir “ Siracu’l-Ahbar ” gazetesinde okunduğuna göre Afgan emiri hazretlerinin “Dil-güşa Sarayı” karşısında yeniden büyük bir saat kulesi inşa olunarak şehrin tezyiniyle ahali-i mahalliyyenin ya hizmet edilmiştir. Mezkur kulenin irtifaı yüz İngiliz kademi olup genişliği de ona göredir. Saat ise İngiltere’de suret-i mahsusada ta’yin-i evkat-i hamse-i mefruza için büyük bir tarafından yerine vaz’ olunmuştur. Kabil şehrinin diğer bir noktasında da yakında diğer küçük bir saat kulesinin nasbı takarrur etmiş ve işe de mübaşeret olunmuştur. Times gazetesinde okunduğuna nazaran Hind vali-i umumisi malik olduğu salahiyet-i tamme mucebince Hindistan vilayatının adem-i merkeziyyet usulüyle idare olunması hakkındaki fikrini bu babda İngiltere Parlamentosu’yla Avam Kamarası’nda keyfiyet-i mezkure pek derin bir surette mevzu’-ı bahs edilmiş ve usul-i mezkurun tatbikında bir mahzur görülmemesi üzerine Hindistan başvalisine muktezasına bakılmak üzere tarz-ı idaresinde şu günlerde külli tebeddülatın vukūuna intizar ediliyor ise de Hind umur-ı maliyyesinin bu kaideden müstesna olup külliye-i nükūd ve varidatın Hind hükumet-i merkeziyyesinde toplanması karar-gir olmuştur. Bombay’dan Times ’a iş’ar olunduğuna göre Bombay’da kolera hastalığı zuhur etmiş ve binlerce telefata sebebiyet vermiştir. Ölenlerin ikisi Avrupalılardan olduğu tahakkuk etmiş ve ona göre hükumet tarafından tedabir-i müsta’cele ittihaz olunmaya başlamıştır. Fransa’nın Fas Sefiri Mösyö Reniyo Paris’e muvasalatta gazetelere Fas hakkında pek nikbinane beyanatta bulunmuştur. Maamafih muma-ileyhin beyanat-ı vakıasının tahakkuk etmemekte olduğu görülüyor. Fransız harekat-ı askeriyyesini ta’kīb eden gazete muhabirleri yerlilerin her tarafta ictima’ etmekte olduklarını ve şehre karşı her an bir hücum vukūunu intizar edilmekte olduğunu Fas süvarileri Fransızların harekat-ı askeriyyesini tarassud ve her tarafta ızhar-ı husumet etmektedirler. Fransız asakiri bazı şübheli mahallerde karargah kurmuşlardır. Bazı kabail rüesası Fransızların kendi arazileri dahilinden çekilmeleri şartıyla Fransa hükumetine arz-ı mutavaat edeceklerini beyan etmişlerdir. Bu tarz-ı inkıyad ise Fransız me’murini tarafından kabul edilmemiştir. Çin başvekili katledileceğinden korktuğu için Pekin’e evdet etmemek kararını vermiştir. Muma-ileyh meclis-i a’yanın kendi aleyhinde vakı’ olan hücumlarından bizar olduğunu söylemiştir. Bu sebeble meclis-i milli başvekili müsta’fi addederek yerine hariciye nazırını ta’yin eylemiştir. Kanton’da ecnebiler mahallesinde vukū’ bulan bir musademede kırk altı Çinli katledilmiştir. Almanya’nın Çin’deki tebaasının menafiini muhafaza Mokdan’da bir liva mikdarında olan kıt’a-i askeriyye meyanında iğtişaş zuhur etmiştir. Bütün gece askerler bila-inkıta’ silah atmışlardır. Birçok banka ve mücevherat mağazaları yağma ve ihrak edilmiştir. Yüzlerce hane tahrib ile ihtilalciler ecnebilerin mal ve canlarını sıyanet etmişlerdir. Kadın ve çocuklar İngiltere konsulatosuna bulunuyor. Şehrin kapılarına Çin asakiri ikame edilmiştir. Binlerce seneden beri kahr-ı te’min-i hürriyyet ve te’sis-i cumhuriyyet eylediler. Hıtta-i Çin’de anasır-ı muhtelifenin en mühimlerinden biri olan İslamlar dahi bu inkılabdan istifadeye azm eylemişler ve unsur-ı bulunmuşlardır. Orenburg’da münteşir “ Vakit ” Gazetesi’nin beyanına nazaran bütün Çin İslamları müttefikan bir muhtıra tertib edip Pekin’deki hükumet-i merkeziyyeye takdim eylemişlerdir. Muhtıranın havi olduğu maddeler ber-vech-i ati beyan olunur: Birinci madde: Çin hükumetinin payitahtında umum Çin İslamlarının umur ve ihtiyacat-i diniyyesine nezaret etmek üzere bir şeyhülislamlık mansıbı te’sis edilmelidir. Şeyhülislamın taht-ı idaresinde bir meclis-i mahsus-ı şer’i ile evkaf idaresi ve bir ders vekili ve bir fetva emini bulunmalıdır. Umum Çin’de kadi müfti şeyh mütevelli gibi me’murin şeyhülislam tarafından ta’yin ve azl edilmelidir. Şeyhülislam bütün Çin ahali-i İslamiyyesi tarafından intihab olunmalıdır. Sekene-i İslamiyyesi olan her vilayetin merkezinde bir hakim-i şer’i bulunmalıdır. bahşedilmeli ve umur-ı diniyyelerini idarede İslamlara serbesti-i tam i’ta edilmelidir. Üçüncü madde: Me’murin-i şer’iyye ve talebe-i ulum hizmet-i askeriyyeden muaf tutulmalıdır. Dördüncü madde: İslamlara istedikleri yerde mektep medrese cami’ tekke te’sis etmek hakkı verilmelidir. Beşinci madde: Mektep ve medrese ve cevami’ için iane cem’ etmek hususunda müsaade i’ta edilmelidir. Altıncı madde: Evkaf-ı İslamiyyeye hükumet tarafından emlak-i hususiyye gibi muamele olunmamalı ve evkaf Mecusilerin ibadethaneleri gibi vergiden muaf tutulmalıdır. Evkafın umuru ve şerait-ı vakıf Pekin’deki Evkaf İdaresi tarafından Yedinci madde: Hükumet tarafından Mecusi ruhanilere bahşedilen ve edilecek olan her türlü müsaedattan İslamların dahi müstefid olmasına müsaade olunmalıdır. Çin Hükumeti tarafından mecusi ruhanilerine maaş tahsis edildiği vakitte aynı mikdarda İslam me’murin-i şer’iyyesine dahi maaş ta’yin edilmelidir. Sekizinci madde: Elbise ve kıyafet-i atikanın tebdili hakkında hükumet tarafından neşredilecek evamire Çinli İslamlar mecbur tutulmamalıdır. Dokuzuncu madde: İslamların memalik-i hariciyyeye seyahatine mümanaat edilmez. Fariza-i haccı ifa için canib-i Hicaz’a giden İslamlara teshilat gösterilmek üzere Çin ile Hicaz arasındaki büyük benderlerde Çin konsoloshanesi te’sis edilmelidir. Çin’de Osmanlı Sefareti ve Osmanlı konsolosları ve Memalik-i Osmaniyye’de Çin Sefareti ve konsolosları te’sisi için Çin hükumeti ile Osmanlı hükumeti arasında bir muahede-i mahsusa akdedilmelidir. Pasaport müddeti altı aydan bir seneye temdid edilmelidir. Onuncu madde: Çin Parlamentosu’na ve sair müessesata meb’us ve vekil intihabında İslamlar ile Çinlilerin hukūku müsavi olmalıdır. Onbirinci madde: Her türlü hukūkta İslamlar ile Çinliler müsavi olmalıdırlar. Onikinci madde: Matbaa kütübhane umumi kıraethane te’sisinde ve kitap ve gazete ve risale-i mevkūte neşrinde Onüçüncü madde: İslamlara devair-i hükumette isti’dad ve ehliyetleriyle mütenasib me’muriyet verilmelidir. Ondördüncü madde: Çin hükumeti Çin mekatibine vereceği tahsisat derecesinde İslam mekteplerine dahi tahsisat Onbeşinci madde: Mekatib-i resmiyyeye Çin İslamları etfali dahi kabul edilmelidir. Avrupa ve Amerika mekatibine hükumet hesabına İslam talebe dahi gönderilmelidir. Onaltıncı madde: Hizmet-i askeriyyeye alınan Çin İslamlarının bulunmalarına müsaade edilmelidir. Onyedinci madde: Kışlalarda cami’ te’sis edilmelidir. İslam zabitanın terfi’-i rütbe hususundaki hukūku Çinli zabitana muadil olmalıdır. Onsekizinci madde: İslam askerlerine her sene Ramazan-ı Şerif’te hanelerine avdet için izin verilmelidir. Çin’deki İslamların mikdarı Çin hükumetinin resmi istatistikine nazaran elli beş milyondur. İslamlar kendilerinin mikdarını yetmiş milyon olduğunu iddia ediyorlar. Elli beş milyon kan halis Çinlidir. Bunlara “Dungan” tesmiye edilmektedir. Elli beş milyondan on milyonu lisan-ı Türki ile mütekellim olup Türk ırkına mensubdur. Dunganların ekserisi Çince okuyup yazmaya muktedir olduğundan Çin Hükumeti nezdinde sözleri nafizdir. Çin Hükumet-i Cumhuriyyesi tarafından yeni bir bandıra kabul olunduğu ma’lumdur. Bu bandıra beyaz kırmızı siyah yeşil ve sarı olarak beş renktedir. Beyaz renk İslam unsuruna kırmızı halis Çin unsuruna siyah Mançu unsuru­ na yeşil Tibet unsuruna sarı Moğol unsuruna nişanedir. TENKĪD VE TAKRIZ MEDENIYET-I İSLAMIYYE TARIHI ’NIN ---- HATALARI ---- Lakin rivayatta merci’ tanılan kibar-ı muhaddisin ile böyle yerlerde sözleri sened ittihaz olunan zevat bu gibi şayiaları dekası doğru değildir. Ancak sarhoşluk bir de oğlancılıkla Bundan başka bir mes’ele daha var ki o da Velid’in katili bir halife-i Emevi olmasıdır. Artık hal böyle iken bütün Emevi halifelerine dini tahkīr şenaati nasıl isnad olunabilir? Kaldı ki Agani sahibi tarafından Kur’an’ı tahkīr ile ittiham edilen Velid hakkında el-Akdü’l-Ferid müellifi bir vak’a hikaye ediyor ki o Velid’in Kur’an’ı ta’zim nası hıfza tergīb eylediğini gösteriyor: “Beni-Mahzum’dan birisi Velid’e giderek diğer birindeki alacağının tahsil ettirilmesini istirham etmiş. Velid; “Pekala! Eğer buna müstahak isen mes’ulünü yır!” deyince; “Yanıma sokul!” diyerek zavallının başındaki sarığını elindeki sopa ile çıkarıp bir temiz döğdükten sonra yanındakilerinden birine; “Şu kafiri götür; Kur’an okumadıkça başından ayrılma!” emrini vermiş. Diğer bir alacaklı da aynı suale ma’ruz olup; “Evet!” cevabını verince Velid kendisine bir aşır Enfal bir aşr Beraet surelerinden okutmuş. Adamcağız aşırları okuyunca halife; “Hakkı ihkak ederiz; çünkü sen buna ehilsin!” demiş.” Görüyorsunuz ki Velid Kur’an okuyamayanı kafir addediyor. Halbuki müellif Velid’i kafir yapıyor. Lakin müellif tarafından gerek Haccac ile Halid el-Kasri’nin olmak üzere zikrolunan sözlere gerek bu ikisinin hilafeti nübüvvete tafdil etmeleri gibi maskaralıklara gelince bir kere bu gibi akvalin kısm-ı a’zamı el-Akdü’l-Ferid ’den alınmıştır ki o da muhazarat kitaplarındandır. Saniyen biz ne Haccac’ı ne de Halid’i müdafaa mecburiyetinde değiliz. Çünkü ikisi de ümmetin erazilindendir. Maamafih Abbasiler zamanında aranırsa bunlar gibi mülhidler ne kadar çoktur! ed-Damiğ ismiyle bir de kitap yazdı! Abbasiler müellife göre bu gibi heriflerin cinayetlerinden mes’ul değil ise Emeviler de öyle olmak lazım gelir. Arz-ı Batha’da tulu’ eden neyyir-i İslamiyyet az zamanda şa’şaadar huzematıyle Türkistan’ın bi-payan ovalarını Endülüs’ün şükufedar hadikalarını Afrika’nın çorak feyfalarını nur-ı irfan ve medeniyyete garketmiş vaktiyle birbirlerinin düşman-ı canı olan akvamı samimi bir mevveddetle tev’em kardeşler gibi agūş-ı şefkate almış muharib devletleri barıştırmış kardeş yapmış muvahhidin arasında umumi bir rabıta-i meveddet te’sisine muvaffak olmuştu. Rey’den Kahire’ye Bağdad’dan Marakeş’e Tuleytula’dan Şam’a koşan ekabir-i ulema buralarda meskun mü’minleri birbirlerine tanıttırmak için sarf-ı mesaiden geri kalmamışlar ve müslümanlar arasındaki inkıta’-na-pezir rabıtanın teşyidine çalışmışlardı. Vaktaki kabus-ı cehalet kesif ve ezici sıkletiyle alem-i İslam’ı tazyika başladı muhteris erbab-ı istibdad millet-i den i’tibaren cihan-ı İslam kalın ve müdhiş sedlerle birbirlerinden ayrıldılar. Evvelce seyahatler icrası fedakarlıklar ihtiyarıyle müslümanları birbirlerine tanıttıran eazım-ı ulemadan kimseler kalmadı. Cehalet arttıkça arttı. Bir halde ki samimi birer kardeş oldukları Furkan-ı Mübin’de te’yid edilen müslümanlar birbirlerinin düşman-ı canı kesildiler. Alem-i İslam’daki bu iftirak ve teşettüt uruk-ı mevcudiyyeti hun-i taassubla mali olan Garb’ın Şark’a hücumunu Ehl-i Salib bayraklarının Kudüs-i Şerif burcları üzerinde telatumunu intac etmek gibi feci’ bir akıbete müncer oldu. Hiç unutulmaması halden istikbale tevcih ettirmeye arzu ediyoruz. Alem-i İslam’ı ayıran kesif manialar bugün de bertaraf olmamıştır. Ma’nen Makam-ı Mualla-yı Hılafet’e merbut olan milyonlarca muvahhidinin ahvalinden maatteessüf hiç de haberdar değiliz. ... fermanı müslümanların birbirleriyle tanışmaları bilişmeleri yekdiğerlerinin alam ve meserretinden hissedar olmaları lüzumunu ihtar ettiği halde va-esefa ki biz yine hab-ı giran-ı lakaydiden başımızı kaldırmak etrafımıza göz gezdirmek muhitimizde cereyan eden ahvalden ihzar edilen tertibattan haberdar olmak lüzumunu hissedemiyoruz. Fakat bu derin uykunun neticesi pek dehhaş bir bi-dari ile gayedar olmayacak mı? Acaba uyku sersemliği ile o vakit gösterilecek telaşların faidesi olabilecek mi?.. Cihan-ı İslami’nin teali-i fikrisine çalışmayı bir vazife-i mukaddese bir gaye-i muayyene addeden şimdiye kadar bu uğurda her türlü fedakarlıkları ihtiyardan çekinmeyen Sebilürreşad bütçesinin kifayetsizliğine bakmayarak bu maksad-ı ulviye doğru bir hatve daha atmaya azmetmiş tevfikat-ı kibriyaya istinaden büyük ve masraflı bir işe girişmiştir: Hindistan Türkistan Türkmenistan Buhara Çin Romanya Bulgaristan… gibi memleketlerde yaşayan dindaşların ahval-i ictimaiyye ve terakkıyat-ı fikriyyelerinden haberdar olmak müslümanlar arasındaki rabıta-i uhuvvet ve diniyyeyi takviye etmek hülasa müslümanları birbirine tanıttırmak üzere birçok masraf ihtiyarıyla Merkez-i Hilafet’ten pek uzak bulunan bu memleketlere muhbirler i’zamına karar vermiştir. Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib Şark ve garb lisanlarına vakıf ilm ü iktidarı namus u fa­ zileti bütün erbab-ı matbuatça müsellem olan ve “S[sin]. M.T[te].” imzasıyla müfid makaleler neşreden Basralı Seyyid Mehmed Tevfik Beyefendi önümüzdeki hafta içinde Hindistan’a müteveccihen hareket ediyor. İki haftaya kadar diğer muhbirlerimiz dahi inşaallah hareket edeceklerdir. Birkaç hafta sonra varid olacak mektuplarda muhterem kari’lerimizin alem-i İslam hakkında pek mühim haberler okuyacaklarını şimdiden te’min ve tebşir ederiz. Bu gaye-i mekaddese yolunda erbab-ı hamiyyet ve diyanetin maddi ve ma’nevi müzaheret ve muavenetlerine mazhar olacağımıza emin bulunduğumuzdan müslümanlarla meskun kıtaat ve memalik-i saireye de pey-der-pey muhbirler i’zamına çalışacağız. Saik-ı vicdanimiz ferman-ı celilidir. Biz hiçbir fedakarlıktan çekinmeyeceğimiz gibi her türlü müşkilatı da iktihama gayret edeceğiz. ferman-ı celiline ram olan her mü’minin Sebilürreşad ’ın neşr ü ta’mimine gayretle maddeten ve ma’nen mesaimize iştirak edeceğine emniyetimiz ber-kemaldir. Ve hüve’l-Muvaffık! ---- FIKIH VE FETAVA ---- Hac – – Şuru’ olunan hac ve umrenin bütün menasik ü şeraiti ile emr-i celili varid olmuştur. Bir de ihsar yahud bu ma’zerete mebni esna-yı ihramda halk yahud temettu’ sebebleriyle lazım gelen demlerin kurbanların sadaka ve orucun nevi’ ve keyfiyetlerini beyan ederek; ayet-i kerimesi nazil olmuştur. ettiği hadis-i şerifde Abdullah bin Ömer radıyallahu anhüma hazretleri Halife Abdullah bin ez-Zübeyr üzerine Haccac’ın hücum ettiği fitneli bir senede umre niyetiyle yola çıkmış girdi. Ve dedi ki: “Beyt-i Şerif’e erişebilir isem tavaf ederim; yok mani’ olurlar ise Hudeybiye senesinde Peygamber’in yaptığını yaparım.” buyurdular. yetine göre Abdullah bin Ömer hazretleri; “Hacca gidip de sünnet-i seniyye-i peygamberiye iktidaen –muktedir olduğu surette– tavaf ve sa’y ile ihramdan çıkar kurbanını keser kurbanlık bulamaz ise oruç tutar; haccını da sene-i atiyyede Bir de hatırlardadır ki bu babda Ka’b bin Ucre’nin hadis-ı şerifi mürur etmiş idi. Peygamber Efendimiz muhrim de üç gün oruç tut; yahud altı fakīri doyur; yahud bir koyun zebhedersin!” buyurmuşlardı. İşte bu hadis-i şeriften ayet-i kerimede ma’zerete mebni muhrimin halkından dolayı lazım gelen fidyenin envaından ma’dud savmın üç gün oruçtan sadakanın altı fakīri it’am eylemekten ve nüsükün de bir koyun zebh etmekten ibaret oldukları anlaşılır. * * * Hac aylarını haccın vaktini beyan zımnında; ve esna-yı hacda “refes” yani cima’ ve devaisinin “füsuk” yani hudud-ı şer’iyyeden hurucun cidal ve mücadelenin memnuiyetlerini i’lan için de; ve bir de hüccac-ı kiramı ef’al-i hayriyyeye tergīb eden ve vücub-ı hac için zad ve rahıle şart olduğunu bildiren; ayet-i kerimesi nazil olmuştur. [ ] İbni Ömer ra derdi ki: “Hac ayları Şevval Zilka’de Zilhicce’nin on günlerinden eşhur-ı hacda ihrama girilir. Çünkü sünnet böyledir!” buyururlardı. Peygamber Efendimiz sonra Hazret-i Ebubekir es-Sıddik Zilhicce’nin onuncu gününe müsadif birinci nahr gününü de; “yevmü’l-hacci’l-ekber” namıyla yad ederlerdi. Fahr-i Kainat Efendimiz hazretleri umre için senenin bütün aylarında ihrama girilebileceğini söylerlerdi. rak rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Fahr-i Kainat Efendimiz; “Refes ve füsuk irtikab etmeyerek şu Beyt-i Muazzam’ı hacceden kimse anasının doğurduğu gündeki gibi –günahsız– olur.” buyurdular. Sahih-i Buhari ’de mervi olduğuna göre ehl-i Yemen; “Biz Allah’a tevekkül ediyoruz!” diyerek hazırlıksız havaic-i seferiyye tedarik etmeksizin hac niyetiyle yola çıkarlar fakat Mekke-i Mükerreme’ye gelince öteye beriye sokularak tese’ül etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. İşte bunun üzerine; ayet-i kerimesi nazil olmuştur. * * * Hazret-i Allah hac esnasında memnu’ ve mahzur olan şeylerin bazılarını bildirmek için ibtida; ayet-i kerimesiyle mukaddime yaptıktan ihram halinde büyük küçük şikarın saydından imtina’ mehafetullahın delili gibi telakkī olunarak buna göre muti’ ile asi yekdiğerinden temeyyüz edeceğini beyandan sonra; buyuruyor. Bu ayet-i kerime muhrimin katl-i sayd eylemesi cihetini fiili nehy ediyor. Bir de katl-i saydı irtikab edenler bulunursa ceza olmak üzere katlettikleri hayvanın mislini tedarik ederek zebh yahud miskinleri doyurmaları yahud oruç tutmaları lüzumunu bildiriyor. Fahr-i Kainat Efendimiz hazretleri av hayvanlarının katlinden men’ eder ve; “Katledildiği surette naziriyle tazmin etmek lazım gelir.” buyururlardı. İbni Abbas radıyallahu anhüma der ki: “ ayet-i kerimesi nazil olduktan sonra Peygamber Efendimiz sırtlana koçun geyiğe koyunun tavşana dişi keçinin Arab tavşanına dört aylık dişi keçi yavrusunun mesil ve nazir olabileceklerini beyan buyuruyorlardı.” Fahr-i Kainat Efendimiz hazretleri muhrimin av eti yemesini men’ eder. Yalnız av bizzat yahud bil-vasıta mani’li bulunmaksızın avlanmış ise bunun etini yemekte bir beis olmadığını dermiyan ederlerdi. Hazret-i Enes’in rivayet ettiğine göre bir hac seferi esnasında Resul-i Ekrem Efendimiz’e av eti takdim olundu. Ol hazret de kabul etmeyerek onu reddetmiş idi. Fakat onu takdim eden kimsenin yüzünde bir tegayyür görülünce Cenab-ı Risalet muhrim olduğunu söyleyerek gelir. derlerdi. Hazret-i Ömer güvercin öldürenlerin tasadduk etmeleriyle hükmederdi. Risalet-meab Efendimiz hazretleri av eti hakkında sual eden muhrimlere; avlanması için sizin tarafdan delalet yahud emr edildi mi? der “Yok…” cevabını alırsa; yiyebilirsiniz zira avları kendi tarafınızdan yahud –işaret ve emrinizle– sizin için avlanmadıkça muhrim olduğunuz halde helal olur. buyururlardı. * * * Cenab-ı Allah hacc-ı şerifin fazl ü şerefine işaret zımnında nebiyy-i muhteremi Hazret-i Halil’in bina-yı Ka’be’yi müteakıb nası hac ve ziyarete da’vet ile me’mur olması ve bir de nasın da etraf-ı şettadan uzaklardan piyade rükban olarak şu da’vete icabet edecekleri hakkında vaad buyurduklarını hikayeten; diyor. Hele hacc-ı şerifin ictimai hayati siyasi… menafi’-i dünyeviyyeyi Hazret-ı Allah’ın zikri mesakin ve fukaranın şerafetinin yüksekliğini bildirmek için; buyurmuşlardır. Bir de bütün menasik-i hac ikmal edilerek sonra erkan-ı hacdan olan tavaf-ı ziyaretin icrasını emrederek; evamir-i celilesi nüzul etmiştir. * * * Risalet-meab Efendimiz hazretleri muhrim olanlara gömlek sarık bornos don zağferanlı vers bir nevi’ boyalı ot’li elbise mest giymeyiniz der. Fakat ayaklara giyilecek larını topuk altlarından keserek giyilebileceğini söylerlerdi. Resul-i Ekrem Efendimiz hazretleri ihramda bulunan kadınları yüzlerine perde asmalarından ellerine eldiven üzerlerine zağferanlı ve resimli esvab giymekten men’ eder dirirlerdi. Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe der ki: “Bir hac seferi esnasında biz muhrim olarak Resul-i Ekrem’in maiyyetinde bulunuyorduk. Gelip geçmekte bulunan rükban yanımıza yaklaşınca Peygamber birimizin feracesini alarak yüzlerimize kapayıverdi. Onlar bizden uzaklaşınca yüzlerimizi açardık…” Peygamber Efendimiz bilmeyerek gömleğini çıkarmadan Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz icabına göre mesela hararetten dolayı gölgelenmeye müsaade eder de başın örtülmesini caiz görmezlerdi. Nebiyy-i Muhterem Efendimiz hazretleri bir ma’zeret bulunmadıkça muhrimin silah takınmasını men’ buyururlardı… MÜDAFAAT-I DINİYYE HEGEL’İN MAKALESİ MÜNASEBETİYLE “TEALLÜM-İ NEBI” İDDİASINA REDDİYE Efendimiz’in alamatı beyan olunduğu muhakkaktır. Şimdiki ’ncı Babları’nda beyan olunan Hazret-i Isa’nın; “Benden sonra Faraklit ta’bir-i Yunanisi Paraklitos daha doğrusu Periklitos ki ma’nası Ahmed ism-i şerifine muadildir gelecektir; ona ittiba’ ediniz!” kavl-i şerifi zi-hayat bir şahid-i adildir. Keza Tevrat lar’da bir kurtarıcı geleceği de musarrahdır. Zebur ’da a’mal-i rusüller’de beşair-i Muhammediyye beyan edilmiştir. Nasturilerin ise Hazret-i Isa’nın ulumuna vakıf bulundukları münazırlarımızın beyanatı ile evvelce sabit oldu. Hal-i hazırda mevcud olmayan İncil ’de kim bilir daha nice tafsilat mevcud idi. Yontula yontula bu kadar kalan İncil lerde evsaf u alamat-ı peygamberi mevcud olunca asıl İncil ’de daha ziyade bulunacağı evleviyetle sabit olur. Nasturilerin ulum-ı Iseviyyenin hakīkī varisleri olduğu teslim edilince alamat-ı peygamberiye de vakıf olacakları ve buna muntazır bulunacakları tabiidir. lerle değil daima geleceklerle uğraşırlardı. “Bakalım kim ne keşfetmiş kimin dediği çıkıyor?” diye umur-ı müstakbeleden haber vermek evvelleri adeta moda hükmünü almıştı. Hükümdarlar yapacakları herşeyi müneccimlere danışmadan yapmazlar idi. Kehene sahere pek çoktu. Bu da tarihlerle sabittir. Bi’set zamanında umum efkarda bir peygamberin vüruduna intizar var idi. Bu mes’eleler de ileride izah ve isbat olunacaktır. Bahira’da dahi böyle bir merak bulunması meclis-i sohbetine çağırması delalet eder ki Hazret-i Peygamber’de –her ne suretle olursa olsun– her halde bir takım havarik görmüş olacaktır. meden avdet etmesi yolda her halde fevka’l-ade bir vak’anın hudusuna delalet eder. devam etmediği de anlaşılır. Çünkü ticaret için yola çıkan bir kervan çok zamanlar kalamazdı. Umur-ı ticariyyede vaktin kıymeti eskiden de takdir olunmaz değildi. Hazret-i Peygamber’i de orada bırakamazlardı. Çünkü hem ufak bir çocuk idi hem de Ebi Talib Hazret-i Peygamber’i çok severdi. Birader-zadesini yanından ayırıp bir papasa bırakması ihtimal dahilinde değildir. mizde beyan ettiğimiz gibi böyle bir rivayet tarihlerde asla mevcud değildir. Çünkü Fahr-i Alem Efendimiz’in günü gününe tercüme-i hal-i saadet-iştimalleri tahrir edilmiştir. Ta doğduğu günden ahireti teşriflerine kadar ne suretle ömürgüzar oldukları mukayyed olduğu gibi fi’l-i Resul’e tebeiyyeti eazz-i makasıd addeden ashab-ı kiram Fahr-i Alem’in geceleri ne suretle geçirdiğini ne suretle yattığını nasıl guslettiğini en ufak teferruatına varıncaya kadar her fiili tahkīk ve tedkīk ile onlara tebeiyyet ederler ve o tebeiyyeti kendilerine şeref bilirlerdi. Bu tedkīkat ba’de’n-nübüvve olduğu gibi kable’n-nübüvve dahi ol Efdal-i Mahlukat’ın her hal ü şanı bila-inkıta’ mükemmelen yazılmıştır. Validesinden ne zaman doğduğu hatta doğarken ne gibi havarik zuhur ettiği hangi süt validelerde ne kadar müddetlerle emzirildiği çocukluğunun gençliğinin bi’sete kadar nasıl geçtiği nereleri seyahat edip kimlerle görüştüğü ve ne sohbet ettiği ne kadar at kılıç zırh mızrak ve saire isti’mal ettiği hususatına varıncaya kadar cümlesi birer birer sebt ü tahrir edilmiştir. Bu haberler içinde bazı ravilerin ihtilafı varsa o ihtilaflar dahi mahvedilmemiştir. Hadis rivayet eden zevat dahi şayan-ı vüsuk ve i’timad kimselerdir. Ehadisden Kütüb-i Sitte’nin ne suretle meydana geldiğini onlara vakıf olanlar bilirler. Yüz binlerle ehadisi cami’ olan mezkur altı kitap tarih-i Ahmedi’yi o kadar mükemmeliyetle havidir ki ondan mükemmel bir tarih yazmak cidden ve hakīkaten kabil olamaz. Siyer-i Şerife-i Ahmediyye böylece yazılmıştır. Halbuki teallüme dair hiçbir rivayet yoktur. Eğer hakīkaten teallüm olsaydı bunu saklamakta ne ma’na olabilirdi? Küçük iken biri tarafından bir parça ta’lim edilen bir zat artık sonra peygamber olmaz mı imiş? Hazret-i İbrahim’in oğlu İsmail ve aleyhimüsselam hazeratı pederlerinden ahz-ı ulum ettikleri halde yine peygamber idiler. Sadakat-i peygamberiye bizim delilimiz yalnız bu mes’ele değildir ki bundan o kadar tevahhuş edilsin; bundan maada yüzlerle delail mevcuddur. * * * Mülakat-ı Nebi beyan ettiğimiz suretle cereyan ettiği muhakkak olmağla beraber bil-farz ve’t-takdir Draper’in dediği gibi olsa bile evvela Draper ve Hegel ve daha bu fikre kail olanlardan sorarız ki: On iki yaşında olan –ki bu da onların müsellemidir– bir tıfl-ı mübarek ne kadar harikulade bir zekaya malik olsa dahi birkaç saat hatta birkaç günler içinde ne öğrenebilir? Hikemiyat ve felsefiyatı hakaik-ı kevniyyeyi Şark Kilisesi’nin ahvalini Nasturilerin duçar-ı mezalim olduklarını Hazret-i İsa’nın ibnullah değil ibn-i Meryem olduğunu Aristo felsefesini on iki yaşında bir çocuğun bir görüşte teallüm etmesi doğrusu hiçbir akıl tarafından dermiyan olunamaz! Mülakat-ı mezkure vukūa geldiği zaman Peygamberimiz Efendimiz hazretleri henüz on iki yaşlarında idiler. Hatta Ravzatü’l-Ahbab’ın kütüb-i kadime-i siyerden alıp kaydeylediğine göre ömr-i şeriflerinden tamam on iki sene iki ay on gün geçmiş idi. Böyle bir ma’sum ile Hıristiyanlık’ın ilk mezheb-i tevhidinden ve sonraki teslisinden bu kadar mühim şeylerden bahse girişilebilir mi? Ba-husus yanlarında koca bir kervan halkı mevcud ve hazır olduğu halde bil-farz ve’t-takdir öyle bir mübahase edilmiş olsa onlara mechul kalır mı idi? O bahis dahi bilahare ağızdan ağıza raviden raviye intikal ederek siyer-i şerife kitaplarına kadar vasıl ve dahil olmaz mı idi? Bahira ile Resulullah Efendimiz arasındaki mülakatın Avrupalıların dediği vech ve surette vukūa gelmiş olmasına sabavet-i Muhammediyye’nin mani’ olacağı da tabiidir. * * * Fahr-i Alem Efendimiz kırk yaşında iken risalet şerefiyle meb’us oldu. Çünkü akl-i insan kırk yaşında kemale gelmiş addolunur. Yirmi üç sene de bazı rivayetlerde yirmi iki sene altı ayda hep vahy-i ilahi nazil oluyordu. Demek oluyor ki kırk yaşından sonra yirmi üç sene zarfında min-tarafillah ta’lim-i peygamberi vakı’ oldu. Allahu Zü’l-Celal Hazretleri –li-hikmetin– yirmi üç senede peygamberini öğrettiği halde Nasturi Rahibi Bahira bir görüşte bunları öğretmesi mümkünattan değildir; bunu iddia pek garib düşür. * * * Daha garibi şurasıdır ki Cenab-i Peygamber’in kırk yaşında Bahira ile mülakat ettiği de sabit. On iki ile kırk yaşları arasında yirmi sekiz senelik bir müddet-i tavile mevcud. On iki yaşında ta’lim edilen bir ilmi yirmi sekiz sene sonra Hazret-i Peygamber’in iddia etmesi ve o teallümün semeresi olarak mükemmel bir din meydana çıkarması ağrebü’l-garaibdir. Garb efkarının afvlarına mağruran bu teallüm mes’elesine kail olanlarına deriz ki: “Bu sözleri yazarken galiba bütün mantık ve insafı ayaklar altına aldınız!” H. Mahmud Şevket FEMİNİZM MES’ELESİ MÜNASEBETİYLE – – Kolera mikropları gibi vücud-ı millimizin –müstaid buldukları– uzuvlarına üşüşerek semlerini telkīha çalışan misyonerlerin mahiyet-i caniyanelerine yine kendileri –madamlarıyla beraber– şahid-i zi-hayat iken Avrupa’nın o sefih filozoflarının o zen-dost hakimlerinin ma’budeleri namına şarab masası önünde hayvani bir aşk ve sevda ra’şeleri içinde yazmış oldukları ve kendilerinin –yani: nisaiyyun beylerin– derin bir im’an-ı nazar u hikmetle okuyup ateşin bir hararet-i tebcil ile alkışladıkları hukūk-ı mukaddese ve mevki’-i bala-terin-i nisvan desatirini koca bir kitle-i Osmaniyyeye yirmi milyonluk bir hey’et-i ictimaiyyeye kabul ettirmeye müfrit bir gayret-i temeddünle! çıldırasıya bir sevda-yı terakkī ve tekamül! ile çalışmaları hele serbesti-i vicdan ve hürriyet-i kelama istinaden merdane karşılarına çıkan ve nazariyat-ı ma-fevka’l-idraklerini! bütün üryanlığıyla bütün çirkinliğiyle meydana koyan İslamiyet ve Osmaniyet müdafi’lerini vahşi bir taassubla itham ve tehdid-i irtica’ ile kaybettiklerine delalet etmez mi? Misyonerler bu zavallıları o kadar teshir o derece san ancak bunlar imiş! Şu kadar milyon müslüman nazarlarında bir sürü hayvan! Yirmi milyon müslüman İngilizlerden Fransızlardan hat­ ta iki yüz senelik hasm-ı galib ve mütehakkimimiz olan Ruslardan daha bala-pervazane bir lisan-ı gurur bir tavr-ı azametle; “Barbar müslümanlar! Vahşi Türkler! Geliniz; siz de Papa’nın takdis etmiş olduğu bu asır-dide şarab-ı medeniyyetten tik akl ü idrakimiz evc-i a’la-yı hayvaniyyete terakkī ve teali etti. Birleşelim; hepimiz Avrupalılaşalım. Pencerelerimize bir muzlim kurun-ı ula yadigarı bir vahşi taassub ve cehalet perdesi olan kafesleri kıralım. Kadınlarımızı esaret çuvallarından çıkaralım; hukūk ve mevki’-i nisvanilerini verelim. Onlar da insanlıklarını anlasınlar; müsamerelere tiyatrolara balolara gitsinler. Dekolte? olarak gençlerle sine-saf dansetsinler. Avrupalılaşmaz kadınlarımıza bu mukaddes hukūk-ı medeniyye!lerini vermezsek mahvımız muhakkaktır.” diyorlar. Evet; bi-muhaba söylüyorlar. İslamiyet’ten lüman olduklarına beyan-ı nedametten de çekinmiyorlar. Bunlara kızmak bunlara hiddet etmek beyhude. Çünkü dalalet-i akla duçar olmuşlar. Akılları vicdanları çarpılmış ruhları misyonerlerin zehirli dersleriyle tesemmüm etmiş ölmüş. Bunlara acımalı! Bunlara ağlamalı! Bunları dar-ı şifaya göndermeli! Dalalet-i aklın masruiyet-i vicdanın şiddetine bakınız ki bunlardan fazıl bir madam filozof bir kontes on ay evvel İstanbul gazetelerinden biriyle neşrettiği –mahfuzum olan– “Avrupa’ya Talibat İ’zamı?” serlevhalı makalesinin doksanıncı satırında; “Ahlak ve adab-ı milliyye… gibi sözler hepsi vahi ve bir mecburiyet saikasıyla icad olunmuş mahzurlardır.” diyor?! Doğrusu ben bu na-şinide sözler karşısında medid bir sekte-i veleh ü hayret içinde kaldım. Bir aralık düşünmek veyahud –olabilir ya– hiç de anlayamayacağım derin bir felsefesi var! Heyhat!.. Filozof kontes cenabları ne düşünmeye yoktur. Buna mevhum ve muhayyel bir vücud veren vahşi bir taassub çılgın bir cehalettir.” diye kesip atmış. Fazılanın bu cümleyi ta’kīb eden sözlerini dinleyelim! Diyor ki: “Doğruyu bila-perva söyleyeceğiz. Biz memlekette sahib-i kuvvet vahşi bir taassubun tahrik edilmesinden korkuyoruz. Fakat bu tehaşi mübhemdir; acaba mani’-i azmimiz olacak kadar haiz-i te’sir midir? Haiz-i te’sir olduğu meydanda hiçbir şey yapamadığımızla sabit. Fakat haiz-i kuvvet midir? sahih yok! Filhakīka bir kısım halkımızın cahil ve mutaassıb olduğu kabil-i inkar değil. Onların esir-i tahakkümü olduğu taassub ve yanlış akīdeleri Din-i Celilimiz’in ahkam-ı nezihe ve münifesini telkīn ile izaleye gayret edelim. Onlar da anlasınlar ki diyar-ı Garb’da bile kadınların iktisab-ı hüner ve ma’rifet eylemesine dinimiz mani’ değil bilakis amirdir….” Görüyorsunuz ya fazıl madam söylüyor: Memlekette vahşi bir taassubun tahrikinden korkmasalar Garb desatir-i medeniyyesini bir kanun şeklinde derhal tatbika başlayacaklar. adab ve ahlak-ı milliyye olmadığını anlatmaya çalışacaklar. Kabul ettiremezlerse mutaassıb mürteci’ diye darağacına çekecekler. İşte bu çılgınlığın hezeyan devirleri! Filozof kontes; “Ahlak ve adab-ı milliyye gibi sözler vabını daha evvelce hazırlamış. Makalesinin yirmi birinci satırında diyor ki: “Bir İslam hanımının –saika-i zaruretle– Avrupa’da mazhar-ı ta’lim ve terbiye olması neden kabul olunmuyor? Bunun için araştırılıp nihayet icad olunan yegane mahzur “adab u ahlak-ı milliyyenin müsaid olmadığı” gibi mübhem bir kelimedir. Bilmem dikkat olunuyor mu? “Adab-ı diniyye” denilecek kadar cür’etkarlık gösterilmiyor. Şimdi ben sorarım; adab ve ahlak-ı milliyye dediğiniz şeyler nedir? Bunun hudud-ı mahiyyetini bana vuzuh ile ta’yin eder misiniz? İ’tikadatına sadık ahkam-ı diniyyesinin bütün şeraitına riayetkar olan bir İslam hanımının dinimizin kendisine bahşettiği hakk-ı serbesti-i tahsiliye istinaden saika-i zaruretle Avrupa’da ikmal-i tahsile talib olması adab ve ahlak-ı milliyyeye münafi midir? Ulema-yı dine müracaat edelim; bakalım bu mes’eleyi nasıl hallediyorlar?” Söyleyiniz fazıla söyleyiniz: Siz “ahlak ve adabı” “Bir mecburiyet saikasıyla kuvve-i vahimenin daha doğrusu vahşi bir mutaassıbın barbar bir cehaletin cebr ü tazyikıyla dedikten sonra istediğinizi söyleyiniz! Hem hiç de ulema-yı dine müracaat ve istiğna etmeden saika-i zaruretle zaruret-i temeddün ve tekamül ile Avrupa’yı teşrif ediniz! Vaktiyle hududa kadar gizlice kaçıyor ve oradan kurun-ı ulanın sizi soktuğu esaret çuvalları içinden birer “dekolte” madmazel madam olarak fırlayıp çıkıyor ve Paris’e can atıyordunuz. Şimdi serbest olarak gidebilirsiniz. Korkmayınız; size vahşi taassub barbar cehalet bir şey yapmaz! Arayıp sormaz! Hatta hepiniz gitseniz o memnun bile olur. Çünkü rahat kalır. Geniş bir nefes-i selamet alır. Keşki hepiniz erkeklerinizle Avrupa’ya göç etseniz. Rica ederiz; misyonerlerden okuduğunuz derslerle bizim dinimizden bahsetmeyiniz. Çünkü bizde öyle ahlaksız bi-edeb bir din yok! Bizim dinimiz din-i ahlak u adabdır! Din tecessüm etse envar-ı ulviyyetten bir vücud-ı ahlak u adab şeklinde görünür. Siz Din-i İslam’ı bilmez ve bilemezsiniz. O isti’dadınızı misyonerler daha sinn-i sabavetinizde tesmime başlamışlar. Sizin ruhunuzu öldürmüşler. Bir hıristiyanın isti’dad-ı ihtidası vardır fakat sizin sözleriniz bir istihfaf ve istihza değilse bilmelisiniz ki ulemayı din size Kur’an-ı Mübin’i gösterecek. O Lamartine’in “Le Coran est un livre dont chaque lettre est devenue loi.” diye şan-ı kudsiyyetini i’tiraf ettiği– nazım-ı kavanin-i insaniyyeti menba’-ı desatir-i medeniyyeti gösterecekler Sure-i Celile-i Nur’da mü’minenin görünebileceği maharimini ta’dad ve ta’yin eden ayet-i celilede ... ... hüccet-i katıasıyla cevap verecekler. Bu sizin hiç de hoşunuza gitmeyecek yüzünüz ekşiyecek. Çünkü bu hükm-i ilahi sizi Avrupa’ya gitmekten değil hatta nisvan-ı gayr-i müslimeye görünmekten bile şiddetle men’ eder. Bu ferman-ı ilahi diyor ki: “Müslüman kadınları ancak kendi mü’mine muvahhide hemşirelerine görünebilirler. Gayr-i mü’minlere görünmelerini yani onlarla görüşmelerini men’ ederim.” Zira nisvan-ı gayr-i müslime ima’-i mü’minatın küfr ü irtidadına erkeklerinden bin ziyade haristır. Onları baştan dinden çıkarırlar. Onları diyar-ı Salib’e Paris’e kaçırırlar… Bu cümle-i celilede “Nisa’” nazm-ı mukaddesinin –yine kendilerine raci’ olan– “hünne” zamirine izafeti ihtisas içindir umum için değil. Muhadderatımızın nisvan-ı gayr-i müslime ile ihtilatı hanelerine Fransız İngiliz Alman mürebbiyeleri kabul etmeleri netice-i feciası değil midir ki kızları Paris’e firara başladılar. ri gibi sıfat-ı celile-i İslamiyye ile muttasıf nisvan-ı tevhide görünmelerinin cevazına ve nisvan-ı teslisten kaçmalarının vücubuna bir hüccet-i fi’liyyedir. Avrupa’ya gidip de ne yapacaksınız? Fenn-i kıbale çocuk bakmak usul ve kavaidini teallüm ü tahsil edeceksiniz öyle mi? Din-i Celil-i İslam mü’minelerine bundan fazlasını fenn-i tıbbı da tahsil ve hem-nev’lerine hizmeti emrediyor. Fakat –afv buyurunuz madam cenabları!– “Avrupa’ya gitsinler.” demiyor. Hatta erkeklere de dinlerini tamamıyle öğretmeden diyanet ve milliyetlerini şiddetli bir muhabbetle muhafaza iktidarını kesbetmeden gitmelerine kat’iyyen razi olmuyor. eder. Din olmazsa millet de olmaz. Liva’ü’l-Hamd-i Hılafet-i Muhammediyye altında Arabları –bunca butun ve kabailiyle– Türkleri Arnavudları Kürdleri Çerkesleri Boşnakları Pomakları ilh. toplayıp bir millet-i muazzama vücuda getiren yaşatan İslamiyet’ten Kur’an-ı Kerim’den başka nedir; gösteriniz! İslamiyet’in kalblerde zaafı Osmanlı vücud-ı milliyyetini teşkil eden bu kavmiyetleri mizacları muhtelif a’zada yekdiğerine yan bakmaya birbirinden ayrılmaya başlar. Nitekim sizin gibi misyonerlerden ders-i medeniyyet alan bir takım adı müslüman Arnavudlar İslamiyet’i –aynı sizin dediğiniz gibi– Arnavud için muzır görüyorlar Türklere dişlerini gıcırdatıyorlar. “Biz akvam-ı garbiyyedeniz; Şark yoktur.” diyorlar. Bir buçuk milyon Arnavud müslümanını beş asırdan beri et-tırnak oldukları Türklük’ten yani İslamiyet’ten ayırmaya Avusturya’ya Karadağ’a Sırba Bulgara Yunana taksim ve ihda? etmeye çalışıyorlar. Siz misyoner şakird ve şakirdeleri Türkler arasında [ne] iseniz bunlar da Arnavud müslümanları arasında odur. Zavallı madam! Siz daha din ve millet milliyet ne olduğunu bilmiyorsunuz! Bir millet nasıl teşekkül eder müessirat-ı asliyye ve fer’iyyesi nedir hiç de haberiniz yok. Sonra da ilm-i muvaneset-i beşerden felsefesinden dem vurmaya kalkışmışsınız! Biliyorsunuz ya ben size meram anlatmak ümidiyle hitab etmiyorum. Zira siz o ümidi; “Ahlak ve a­ dab-ı milliyye gibi sözler hepsi vahi…” düstur-ı edibane? ve nezihaneniz?le öldürdünüz! Size hiç de gücenmem; si­ zi böyle misyonerlere zehirleten ebeveyninize la’net-han olurum. İşte sizin isminizi o inkar ettiğiniz kanun-ı ahlak u adaba riayeten zikretmiyorum. Şimdi isterseniz siz kendinizi bir kere daha teşhir edebilirsiniz! Bütün ma’nasıyla çıldırmak isteyen bunlara iltihak edebilir. Zira hürriyeti kayd ü bend eden akıldır. O bağ çözüldü mü hürriyet de hürdür hürr-i mutlaktır. Yularsız azgın gayr-i kabil-i zabt bir hayvandır. Ne ahlak tanır ne adab ne din ne kitap ne ar ne hicab! Dünya kadar geniş bir saha-i medeniyyet ister ki arzu ettiği gibi sıçrayarak çifte atarak koşsun dolaşsın; nihayet çatlasın leşiyle bir çukuru doldursun. artık onun gemsiz çenesini zabtedecek ancak “ölüm”ün pençe-i kahharıdır. Ölüm ne Garb medeniyeti dinler ne de filozoflarının şefaatlerini kabul eder. Müdhiş tırnaklarıyla ruh-ı habisini lime lime ederek çıkar[ır] Malik-i cahime teslim eder. Ah!... Biz veba-yı cehaletten kurtulmadan taun-ı medeniyyete terakkī ve teali maraz-ı frengisine tutulduk. Bizi yaşatacak yegane ruh İslamiyet! O sultan-ı cem’iyyet o rehber-i selamet o mürşid-i saadet iken onu unuttuk bıraktık arkamıza attık. Bizim erkeklerimizin amiri o kadınlarımızın da hakimi hamisi o. Cenab-ı Kur’an-ı Hakim’e karşı erkek kim oluyor ki kadını himayeye memleketimizde bir de Nisaiyyun Fırkası teşkiline cür’et etsin? Biz medeniyet-i ma’neviyye ve ahlakıyyede nasıl Garb medeniyetini taklid ederiz? Nasıl onların kendi mahsul-i evham ve hayalatı olan felsefelerini elimize alır okur sonra da tatbikata kalkışırız? Allah bunlara akıl ve insaf versin! Versin de şu Garb medeniyyet-i ma’neviyyesinin ne muhrib bir taun-ı insaniyyet olduğunu anlasınlar tevbe ve istiğfar etsinler. Biz de görelim kendilerine elimizi uzatalım çekip bağrımıza basalım; “Kuzum vahşi mutaassıb biz değil sizsiniz. Vahşi mutaassıb odur ki söz dinlemez akıl ve mantık kabul etmez. Göz önünde olan canlı felaketleri görmez. Mutlak dediğim olsun diye şeytan gibi inad ve inadında ısrar eder. Bizi terakkī ve teali ettirecek ancak ve ancak Kur’an-ı Hakim’dir. Sizin aklınız varsa şu makalemi nazar-ı iz’an ve insafa alır Hakk’a Kur’an’a rucu’ edersiniz. Yoksa Allah; din haini millet canisi vahşi mutaassıb barbar cahil kim ise bilir ve fikreder. İşte bu defalık da size bu kadar. ---- AFGANISTAN ---- ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Son bahar mevsimine kadar bir harekette bulunmadılar. “Kabil’e asker gönderelim mi göndermeyelim mi?” diye müzakere ile vakit geçirdiler. Bu esnada dehşetli bir taun zuhur edip Rus ordusunu kırdı geçirdi. Askerler korkularından bırakıp savuşmaya başladılar. Vali de Taşkend’e azimet fikrinde bulundu. Bana veda’ ettiği sırada evvelki mütalaamı – Gördünüz mü? Bu kadar hazırlıktan sonra Afganistan’a gitmediniz dedim. * * * Kış sonlarına ve bahar ibtidalarına doğru Emir Şir Ali Han’ın İngilizlere muhalif davranıp Ruslarla arasının iyileştiği ve Hokand ulemasıyla ahalisinin bir ihtilal çıkarması üzerine hanın infisal eylediği işitildi. Biraz sonra ulemadan elli ümeradan iki yüz kişi bazı şerait mukabilinde mezhebdaşları aleyhine Ruslarla ittifak etti. Şerait-ı mukarrere ne idi bilmiyorum. Bu ulema ve ümera haffaf esnafından birinin kıyafetini tebdil ederek “Fulad Han” tesmiye eylediler. Hokand emirinin bu isimde bir amca-zadesi vardı. Ruslar emir-i sabık Musa Han’ın Fulad Han namında bir oğlu olduğunu işitmişlerse de şahsen görmemişlerdi. Binaenaleyh hilekar herifler; “Hudayar Han Hokand Vilayeti’ni Ruslara verecek!” diye ahaliyi iğfal ettikleri gibi; “Hokandlılar Hudayar Han’ı azlederek amca-zadesi Fulad Han’ı emarete ta’yin eylemek istiyorlar.” tarzında Ruslara da külah geçirmek fikrinde bulundular. Filvakı’ bir sürü cehelenin ictimaıyla Hudayar Han infisal ederek yerine sahte Fulad Han geçti. Fakat neticesinde memleket de emaret de istiklal de elden gitti. Çünkü Ruslar ber-mu’tad vaadlerinin hilafına olarak şehri zabtettiler ve ümera ve eşraftan birçoklarını öldürdükten sonra “Üçüncü Şehir” namıyla yeni bir belde te’sis eylediler ki bu belde latif ve ma’mur olup hala Rusların taht-ı tasarrufundadır. § Biraz da Şir Ali Han tarafına imale-i nazar eyleyerek o sıradaki ahvalinden bahsedelim: Müşarun-ileyh birçok mükatebeden sonra Rusların kendisine ebedi bir dost olacağını zannederek İngiliz me’murlarıyla muhasamaya başladı. Ve İngiltere kraliçesinden ru-gerdan olup Rusya imparatoruna teveccüh gösterdi. Şir Ali Han bir pazarda müşterisi olmayan metaın diğer pazarda da para etmeyeceğini anlayacak kadar idrak sahibi değildi. Buna binaen bir tarafa bi-vefalık ızharıyla kendini edemeyeceği taahhüdata girişti. Ez-cümle Rusların Hindistan’a yürümeleri için Afganistan’dan geçmelerine ve temdid eyleyecekleri telgraf hututunu muhafaza etmeye söz verdiği gibi Rusların Hindistan’a doğru bir şimendüfer yapmalarına ses çıkarmayacak ve bil-ittifak İngilizler ile muharebe edecekti. Buna mukabil Ruslar da Sind Nehri kenarında kain olup Afgan hükümdarlarının mülkü iken İngiltere’nin zabtına geçmiş olan vilayatı ba’de’l-feth kendisine iade! eyleyecekti. Bu şerait kararlaşınca Rus Kazakları Hind’e gidip çapulculuk edecekleri ümidiyle sevindiler. Lakin İngiliz ordusu ile Şir Ali Han’ın askeri Dera Husrev ve Nivar Kötel denilen Kuh-ı Şotorkerden’de birleşince emirin askeri ta’lim görmemiş olduğu için İngilizlerin muallem efradına karşı duramayıp bozuldu; Şir Ali Han da –birkaç hafta evvel ailesini yolladığı– Belh’e kaçmak suretiyle yakasını kurtardı. Belh’e vürudunda –mahbesde bulunan– oğlu Ya’kūb Han’ı ıtlak ederek Kabil hükumetine ta’yin eyledi. reye ibtidar etti ve neticede Şalküt Hayber Kerem Peşenk sefirinin de Kabil’de ikameti takarrur etti. Bu esnada Şir Ali Han Belh’de oturup delicesine söyleniyor ve: – Madem ki Afganlılar İngilizlere karşı bana yardım etmediler Rusya’ya gidip Kazakları getireceğim Afgan kadınlarını onlara bahşeyleyeceğim” diyordu. Biraz sonra yani Saferi’nde müşarun-ileyh Belh’de vefat ederek asker ve ahalinin rızası hilafına Kabil sergerdeleri tarafından Ya’kūb Han makam-ı emarete geçirildi. rek her işe burnunu sokması ahaliyi tenfir eylemeye başlamıştı. Nihayet galeyana gelerek gidip sefiri öldürdüler. ---- MAKALAT ---- Her yerde ba-husus bizim gibi keşfiyat-ı ilmiyye ve muhtereat-ı medeniyyeden pek az hissedar olan memleketlerde vazife-i tenviriyyenin ehemmiyet ve fevaidini izah etmeye lüzum bile yoktur zannederim. Mücavirimiz bulunan akvam irfanlarıyla hırfet ve san’­ atlarıyla bu kadar ileri gitmiş bir memleketin uruk-ı hayatiyyesi demek olan yolları şimendüferleri ve merakib-i bahriyyeleriyle vatanlarının en hücra en izbe köşelerine kadar nurlar ma’rifetler saçmakta bulunmuş oldukları halde yine her sene muayyen zamanlarda köylere kasabalara zirai sınai hey’et-i ilmiyyeler göndermekten muhtereat-ı fenniyyeden köylüleri haberdar edecek meşherler açmaktan müstağni olamıyorlar. Bir milleti yaşatacak menabi’-i hayatiyye ticaret ziraat ve sanaat gibi mübeccel mesleklerdir. ne kadar ileri götürülürse efrad-ı millet ve onun neticesi olarak o memleket de o derece refah ve saadete mazhar olur. çürüten saikler bertaraf edilmezse efrad bil-mecburiye yanlış gayeler ta’kībine koyulur ve siyasiyat ve ihtirasatın agūş-ı sefiline atılırlar. Neticede memlekette sükun ve asayiş muhtell olur. Daima atalet-i ırkıyye sefalet-i milliyyeyi intac eder. En feyyaz topraklara en müsaid ticaret limanlarına malik olan vatanımızın ahval-i ziraiyye ve ticariyyesine idhalat ve ihracatına aid istatistik cedvelleri tedkīk edilirse insanın tüyleri ürperir. O müdhiş rakamlar huzurunda bila-ihtiyar; “Ne olacağız?” sual-i mahufunu irad etmeden kendini alamaz. Meriç Vadisi Elcezire ve Asya-yı Suğra gibi her biri birçok memleketlere zahire anbarı vazifesini ifa edebilecek kadar münbit ve feyzdar bi-payan topraklara malik olan Türkiye’nin haricden hububat celbine mecbur kaldığı hakīkati karşısında istikbali düşünen her vatanperver titremelidir. Memleketimizde ahval-i ziraiyyenin ne halde olduğunu anlamak için Anadolu içlerine kadar gitmeye lüzum bile yoktur. Kuvve-i inbatiyye ve i’tidal-i iklimisi ile müştehir bulunan sa kalbi parçalayan pek elim hakayıka kesb-i ıttıla’ edilebilir. Hıfzu’s-sıhhaya adem-i riayet noksani-i tegaddi fart-ı atalet ve sefalet gibi bi-eman esbab taht-ı te’sirinde ırkın inhizale toprakların akamete mahkum münbit vahaların çoraklığa feyzdar ovaların sıtma ve emraz-ı muhtelife ocağı olan bir bataklık haline girmiş oldukları görünür. Frenklere; “Il est fort comme un Turc!” Bir Türk kadar tüvana! tarzında bir darb-ı mesel irad ettiren eski Türklerin bu günkü hafidleri cılız zaif bünyeli çarpık kambur bir hale geldikleri hayatın en cevval devirlerinde bile bi-tabi-i sefaletin ezici pençeleri altında zebun kalmaktan kurtulamamış oldukları pek ayan müşahede olunur. Bu müdhiş hakīkatler karşısında lerzedar-ı teellüm olmamak insan için mümkün olamaz. Halbuki bu gençler dinç tüvana polad kemikli metin adaleli tenasüb-i a’zaya malik birer kahraman olmaya namzed idiler. Veraset ve ilca-yı muhit bunu iktiza ederdi. Vaktiyle ma’mur u abadan olan milyonlarca insanları besleyecek kadar feyz-bar ve münbit bulunan bu topraklarda bugün vahşi otlardan hüdayi-nabit dikenlerden başka bir şey görülmüyor. Arazinin kısm-ı küllisi bu suretle muattal kalmış olmakla beraber köylülerin büsbütün ziraati ihmal etmiş olduklarına hükmetmek de doğru olamaz. Biçare köylü ve bilhassa köylü kadını saat-i hayatını tamamen arazisinin zer’ine hasretmiş gibidir. Gece gündüz bu uğurda çalışır çabalar fakat va esefa ki mesaisinin binde biri nisbetinde müstefid olmak saadetinden daima mahrum kalır. O muttasıl didinir çabalar parçalanır uğraşır; fakat hiçbir vakit yoksulluktan sefaletten ihtiyacdan kurtulamaz. Köylü daima borçludur. Her sene daha elde etmeden evvel mahsulünün bir kısmını satmak mecburiyetindedir. Muhtekirlerin bir baziçesi daha doğrusu muti’ bir bendesidir. Tefeci bu biçareyi istediği gibi sağar. İnsaf ve merhamet denilen mezayadan soyulmuş olan bu muhtekir İblis-pesend hud’alar sayesinde pençe-i kanuna çarpmaktan da emin olduğundan faiz-i mürekkeb ve yüzde yüz hesabıyla zavallı köylüye birkaç kuruş verir. Cahil köylüyü sefahet ve nün münbit bir tarlası mahsuldar bir bahçesi veya oldukça muntazam bir hanesi vardır. Muhtekir bu haneyi o araziyi gözüne kestirmiş olduğundan iç etmek emelindedir. Arazinin muattal veya son derece az istifade-bahş bir hale gelmesi köylü o kadar didindiği halde mesaisinin ancak yüzde biri nisbetinde istifade etmesi usul-i ziraate adem-i vukūfdan bu gibi muhtekirlerin insafsızlığından uruk-ı hayatiyyemizi istila eden atalet ve lakaydiden alat-ı ziraiyye-i cedideden istifade etmek lüzumunu takdir edememekten hülasa cehalet-i mutlakadan neş’et etmekte olduğu şübhesizdir. Cihanın her köşesinde usul-i ziraat büsbütün değişmiş melerini te’min edecek la-yüad alat ü edevat ihtira’ edilmiş olduğu halde bunların kaffesinden bi-haber bulunan biçare köylü hala kurun-ı ulaya mahsus tarz-ı kadimden ayrılamamıştır. Çünkü bu yeni ihtiraattan haberdar değildir. Haberdar olanlar da ne suretle isti’mal edileceklerini tatbiklerinden ne kadar çok faide göreceklerini bilmezler ve bilemezler. Bir tek öküz tedarikine bile müsaid olmayan fakr-ı hali bu aletlerin iştirasına bir mania teşkil eder. Köylünün sa’y ü gayretini mümkün olduğu kadar semeredar ettirecek onda hayat-ı faalenin inkişafına hadim olacak şey erbab-ı fen ve mütehassısinin ameli bir surette vukū’ bulacak telkīnatlarıdır. Ahalisi layıkı derecede tenevvür etmemiş olan memleketlerde vazife-i tenviriyyeyi yalnız hükumete bırakmak doğru bir hareket olamaz. Efrad-ı milletten fikren irfanen sınaaten müterakkī olan zevat da vicdanen bu vazife-i mühimme Vazifenin kudsiyetini takdir eden zevat ittihad ederek el birliğiyle ifa-yı tenvire gayret ederlerse ika’ edilecek te’sir hasıl olacak netice de bittabi’ daha derin ve daha ziyade semeredar olur. Bize şu satırları yazdıran saik Selanik gazetelerinde gördüğümüz bir i’landır. Bu i’landa Selanik’te neşredilmekte olan “ Ziraat gazetesi yazıcıları ve bilgiçlerinin” Anadolu’ya vukū’ bulacak seyahat-i fenniyyelerinden bahs olunuyor. Seyahatin gazetelerde i’lan ve tasvir edildiği vechile vukū’ bulacağında tereddüd edemediğimizden bilmediğimiz tanımak şerefine mazhar olamadığımız bu hamiyetli vatandaşların teşebbüsatını gıyaben alkışlamaktan kendimizi alamadık. Erbab-ı vukūf ve ihtisastan mürekkeb bir hey’etin Anadolu arazisi üzerinde vukū’ bulacak seyahat ve tedkīklerinden pek nafi’ neticeler istihsal edileceğini ümid etmekte haklıyız. Selanik Midhat Paşa Sanayi’ Mektebi son sınıf efendilerinin de bu seyahate iştirak edecekleri beyan olunuyor ki bu husus hey’etin maksad-ı mübeccelini bir kat daha Anadolu’da çalışmaya namzed olan bu gençlerin bir kısmı demirci ve bir kısmı da makinist imişler. Cism-i vatanın birer faal uzuvları olan bu gençlerin görgü ve san’atlarından memleketin ne kadar müstefid olacağını tasvire lüzum görmem. Hey’et a’za-yı kiramı Selanik’ten başlayarak İzmir Bursa Konya Ankara Kastamonu Sivas Samsun ve Sinop’a uğradıktan sonra İstanbul tarikıyla Selanik’e avdet edecekler Hey’etin uğradığı yerlerde hüsn-i kabule mazhar olacakları tabiidir. Temenni edelim ki; ahalimiz hey’etin konferanslarından ameli tecarib ve telkīnatından mümkün olduğu kadar çok lüzum ve fevaidini takdir suret-i isti’mallerini öğrenerek tedariklerine çalışsınlar. Seyahat hey’etinin ahaliye göstermek ve gözleri önünde şunlardan ibarettir: Tohum temizlemek için kalbur makinesi Çiğ sütün yağını ayırır makine Günde yüz yetmiş kile mısır daneler makine Tereyağını ayırır makine Tereyağı kalıbları ve yeni yol yayık Kirizme yapmak için rodosak? pulluğu Tırmık Ruzgarsız yerlerde harman savurmak için makine Bağlara ve ağaçlara ilaç serpmek için tulumba Bağlara kükürt serpmek için yeni yol körük Türlü türlü artezyen burguları Harman makine modeli Ruzgarla işler tulumba modeli Akar suları kendi kendine yukarıya çıkarır su terazisi modeli Kemik kıran makine Pancar ve yeşillik doğrar makinesi Kırma makinesi Sağlam toprak ve ma’den aramak için burgular Köylülerimizin kullanabilecekleri çorap makinesi Dondurma makinesi ve saire. Hey’et i’lanında diyor ki: “Gezdiğimiz yerlerde Avrupalıların gibi beraberimizde bulunan sinematoğraf makinesiyle gezdirilemeyecek derecelerde büyük ve ağır olan islimli ve gazlı makinelerin nasıl işledikleri ve çiftçilikte ne kadar faideler ve kolaylıklar yaptıkları yüz elli kulaç derinden kendi kendine toprak üstüne çıkan burgu sularını çıkarmaya mahsus makineleri ve bu makinelerin geçtikleri toprakların nasıl olduğunu şimdiye kadar açılıp kendi kendine akmakta olan artezyen kuyularını gece yeni makinelerle çalışan çiftçileri göstereceğiz.” Ahaliye icab eden vesaya ve tedabir-i fenniyyeyi telkīn çiftçiliğe aid alat ve muhtereat-ı cedideden bazılarının nasıl tereceklerini vaad ve i’lan eden bu muhterem hey’etin muvaffakıyatını temenni eyleriz. ---- CEVABIM ---- Galib Dede merhum hakkında yapılacak “ihtifal-i edebi”ye dair geçen hafta yazdığım mütalaat üzerine Hak gazetesinin Pazartesi günkü nüshasında bir buçuk sütuna istinad etmiş bir yığın yazı gördüm. Tulumbacı kahvehanelerinin peykelerinden değil küplü meyhanelerin tezgah başlarından fırlatılan sada-yı hezeyanı andıran bu hurufat kümesine cevap vermek mecburiyetinde bulunduğum için hitabatım daire-i nezaheti biraz tecavüz edecek olursa hoş görülmesini kariin-i kiramdan istirham eyledikten sonra muarızıma tevcih-i kelam ile derim ki: Ey Şahabeddin Süleyman Efendi! verileceğini bekliyorsam da bunun mantıkī bir kalemden çıkıp erbab-ı mütalaayı ikna’ edemezse bile ilzama olsun muvaffak olabileceğini zannediyordum. Meğer aldanmışım. Çünkü karşıma bahada hafif yükte ağır olan makaleniz çıktı. Ne ise madem ki me’mulümün hilafına –Razakı-zade’nin Şeyh Küşteri meydanına çıkışı gibi– “hele sizler hele sizler!” yavesiyle meydan-ı mukabeleye atıldınız. Bari sizinle olsun bir-iki satırlık müşafehede bulanalım. Fikr-i alinizce bazı mürai herifler varmış ki intifa’ ve iştihar hevesiyle din bayrağının altına iltica eder ve her türlü teceddüdatı her türlü mukaddesatı öldürmek istermiş. Selim-i Salis’in bu kıymetdar bu büyük padişah-ı müteceddidin! başladığı teceddüdünü kıranlar dört senelik hayat-ı meşrutiyyetimizde vücuda getirilmek istenilen herşeye mani’ olanlar bunlarmış ki muhatab-ı muatebeniz de onlardanmış! Müsaadenizle söyleyeyim ki bu hususta da mu’tadınız vechile bir “çıkmaz sokak”a sapmışsınız. Çünkü modası çoktan geçmiş bir usul-i ittiba’ ile bana “mürteci’” demek istemişsiniz ki lehü’l-hamd ve’l-minne artık bu gibi lü müstekreh dolmaları yine kaillerinin dehan-ı ihtirasından başka yutacak kalmadı. A mon bon Bey! Bizim mani’ olduğumuz teceddüdat ve mukaddesat ne ise bir danecik olsun nümune gösterebilir misiniz? O “teceddüdat” dediğiniz şeyler bazı züppelerimizin tırnaklarını uzatıp saçlarını koyuvermesi bıyıklarını dibinden kırpıp yüzüne pudra ve krem-pertev sürmesi ve yeni açılmış kız mekteplerindeki bir takım ma’sumelere balolarda oynanan dans dersleri verilmesi mi demektir? “Mukaddesat” ta’bir ettiğiniz meta’lar da sizin seviciliğe dair yazdığınız Çıkmaz Sokak ’la Zambak Sevmek San’atı ve saire ve saire gibi fezahatnameler midir ki biz mürteci’ler onların intişarına mümanaat için kalen ve kalemen çalışmışız da menfaat bulacağız şöhret kazanacağız diye “küçük beyinlere mahdud nazarlara tahakküm için” uğraşmışız? Ma’lumunuz olsun ki bizde menfaat hissi ve şöhret hevesi bulunsa idi acz ü noksanımıza rağmen bilerek bilmeyerek hatta tedkīk ve tetebbua lüzum görmeyerek bir Edebiyat-i Osmaniyye Tarihi yazacak ve mekteplere kabul ettirecek kadar cür’et-i cehalet gösterirdik. Lütfen i’tiraf buyurur musunuz ki bunu yapan biz miyiz yoksa siz misiniz? ruhiyyem görünüyor ve avam-firib mütalaatımla bariz hakīkatleri kırmak ezmek istiyormuşum! Evet; o yazılarda halet-i ruhiyyem görünüyor ve avamdan değil ehassu’l-havas denebilecek birçok zevat-ı irfansimatın mazhar-ı takdiri oluyor ki bu takdiri şifahen ve tahriran telakkī etmekle müftehirim. Acaba bütün bu zatlar avamdan küçük beyinli ve mahdud nazarlı da yalnız zat-ı aliniz mi havastan koca kafalı ve durbin bakışlısınız? Şu halde en bariz hak[īkat]leri kırmak ezmek isteyen ben mi oluyorum bana cevap vermeye kalkışanlar mı? Galib Dede’nin hüviyet-i dervişanesiyle yapacağınız ihtifalin neden yakışık almayacağını soruyorsunuz. Geçenki makalemde yazmıştım; tekrar edeyim ve daha açık söyleyeyim ki Galib Dede bir Mevlevi şeyhidir. Bir mevlevihane dahilinde ale’l-husus hazret-i şarih gibi bilumum ehl-i tarikatçe mükerrem ve muhterem tanılan bir zat-ı şerifin ayak ucunda medfundur. Öyle bir mevki’-i mübarekte frenkçe merasim icra etmek dinen hürmetsizlik tarikaten edebsizlik sayılır da onun için! İnşaallah anlayabildiniz? Bizde kabir ziyaretine açık veyahud koyu elbise ile değil abdestle ve temiz kisve ile gidilir. deyişime i’tirazan; “Koyu elbise ile gitmek bu ihtifal-i güzinde bulunmak abdeste mani’ midir?” diye soruyorsunuz. Ben de size sorayım: “Açık yahud koyu elbise ile kabir ziyaretine gitmek abdeste mani’ olmadığı halde niçin elbisenin koyu renklisi ve boyun bağının siyahını tahsis ettiniz?” Çünkü frenkler böyle yapar; çünkü onlara benzemek çünkü usul ve teamül-i millimizi değiştirmek çünkü “şeytani zeka”ların “sade-nazar olanları iğfal” ile ayırabilecekleri “maksad-ı mukaddes”i bu suretle meydana getirmek lazım değil mi? “Şebeke-i kelimat”ıma tutulan ve “efkar-ı basita”ma mahkum olanlara karşı bu maksadı; “Ey zavallı büyük kelimelerle kalbleri çalınan saf-diller; bundan maksad yalnız intizamdan mütevellid şekl-i bediiyi muhafaza etmektir! Yalnız bu kadar!” tefsiriyle anlatıyorsunuz. Bari ben de o saf-dillere bir hitab edeyim: – Ey Şehabeddin Süleyman Efendi’nin lütf-ı izahına uğrayıp da maksad-ı mukaddesin neden ibaret olduğunu öğrenenler! Allah aşkına şu muakkad ibareden ne anladınız?” Büyüklerin huzuruna çıkılırken düğmelerin iliklendiği gibi Osmanlı şairlerinin en büyüklerinden bulunan Galib Dede’nin huzur-ı merkadine giderken de “bu şekl-i vakūr ve necibe ihtiyac var”mış. “Niçin Hüsn ü Aşk mübdi’-i dahisinin makbere-i ebed-metbuuna giderken bir vaz’-ı ihtiram” alınmamalı olanlar da kendine mahsus resmi elbise” ile gelecekler”miş. Yalnız büyük zevatın huzuruna değil büyük ve kibarana makamata bile girerken bir vaz’-ı ihtiram alınmak lazımdır. Bunu edeb ve terbiye ne demek olduğunu idrak eyleyen her ferd i’tiraf eder. Fakat o vaz’-ı ihtiramın yerine göre olması da lazım gelmez mi? Mesela zat-ı aliniz şeyhülislam efendi hazretlerinin huzuruna çıksanız bir ecnebi sefiri yanına giriyormuşsunuz gibi reverans mı yaparsınız yoksa teamülümüz neyi icab ederse onu ifaya şitaban mı olursunuz? Siz bir müslüman olmanız haysiyetiyle mesela Ayasofya Camii’ne girerken ayakkablarınızı çıkarmaya mecbursunuz; hiçbir vakit potinlerinizin üstüne terlik giymezsiniz. Fakat alafranga bir mecliste potinlerinizi çıkarmaya kalkışsanız sizi merasim-na-şinaslıkla itham eyleyerek adeta müsteskıl addederler. Demek ki her yerin kendine mahsus bir edebi varmış ki onun hilafına hareket bi-edeblik sayılırmış. Galib Dede’nin –ne demek olduğunu bir türlü anlayamadığım– “makbere-i ebed-metbuu” acaba resmi bir balo mahalli midir ki oraya gidebilmek için öyle şekl-i vakūr ve necibe ihtiyac hasıl olsun? Sonra da ütülü dar pantolonla tek düğmeli bonjour giyilmesinden husule gelecek şeklin neden “vakūr” ve “necib” sıfatlarını alması icab ediyor? Pantolonun darlığı dolayısıyla esasen frak azmanı bir setre olmasından mı? “Ya mantık namına dimağınızda küçük bir zerreye malik değilsiniz demek zerrenin de büyüğü küçüğü oluyormuş! yahud her şeyi inkar ile ma’hud emel-i iştiharınızı ta’kībe karar vermişsinizdir.” diyorsunuz. Cher ami! “Mantık” kelimesinden kasdeylediğiniz ma’na-yı şerif! sizin yazıların hükmü ise hamden sümme-hamden küçük bir zerresine değil hatta hiç-ender-hiçine malik olmamakla iftihar ederim. Emel-i iştihar muakkıbı olsa idim ne yapacağımı da yukarıda söyledim. “Yalnız ithaf-ı dua etmek ma’neviyatı te’min etmek” bu ihtifalin gaye-i maddiyyesi ise hiss-i vatanperveraneyi yad-ı eazımla takviye eylemek imiş. Ay efendim! Acaba herşeyi inkara kalkışan ben miyim zat-ı edibaneniz mi? Muhlisiniz yad-ı eazım-ı hiss-i vatanperveraneyi takviye etmez; “Galib Dede’nin kabrinde ihtifal yapılmasın!” iddiasında mı bulundum; yoksa; “Bu ihtifal vatanperverane vatanın usul ve teamülü vechile yapılsın” mı dedim. “Galib Dede’yi makbere-i mübareke ve mübeccelesi karşısında zikr-i hayr etmek günah” değildir. Günah olan bir şey varsa o da müslümanlıkta bid’at-i seyyie telakkī edilecek el çırpıntıları ve alkış sadaları ile bir medfen-i muhteremin sükut-ı mehibini ihlal eylemektir. “Ölülerinizi hayır ile zikrediniz” buyurulmuştur. Fakat; “Ölülerinizin mezarı başına toplanın da şaklabanlık ediniz” buyurulmamıştır. ayet-i kerimesinin Türkçe tefsirine bakarsanız epeyce ma’lumat-ı diniyye almış olursunuz. İhtifal-i mürettebinizin fenalığını dilim döndükçe söylemekten çekinmeyeceğim gibi “ma’luliyet-i dimağıyye”me hükmetmek lutfunuza karşı da zat-ı alinize akıl hakim ve dahi ünvanlarını vermekten çekinmeyeceğim ki erbab-ı ukūle göre ikimizin de isabet edememiş olduğumuz anlaşılacaktır. “Hey’et-i ihtifaliyye arasında hakīkī bir Mevlevi bulunsaydı.” deyişime cevaben bazı zevatı ta’dad ile sözümü nakzetmek ve tertib-i vakıın Tarik-ı Mevlevi erkanından bazılarının tensibiyle olduğunu söylemek istiyorsunuz. Ben yine iddia ederim ki hakīkī bir mevlevi Mevleviliğe muhalif bulunan bu merasimi kat’iyyen tensib ve tasvib eylemez. Benim kadar ve belki daha kavi bir mevlevi olduğunu ve benim kadar bilip anladığını söylediğiniz Ziya Bey Galib Dede’nin kabrinde dervişana merasim yapılmasının müteşebbisi olabilir. Galata mevlevi şeyhi efendi hazretleri de dervişane olacağı zannıyla bu merasimin icrasına muvafakat eder ve bu suretle Çelebi Efendi hazretlerinden istizan olunur; fakat Ziya Bey dediğiniz gibi bir mesnevihan ise; beyt-i Mesnevi ’sinin medlul-i ma’nevisini hatırlayacağı cihetle böyle münasebetsiz bir teşebbüste ön ayak olmasına – muma-ileyhe– hüsn-i zan etmiş olmak için ihtimal veremem. Şeyh efendi hazretlerine gelince: Tarik-ı Mevlevi’nin turuk-ı saireye nisbetle adab u erkanını saklayabilmiş olması müntesiblerinin muhafazakarlığı sayesinde olduğunu ve; “Hatır kalsın da yol kalmasın” ta’birinin mevleviler arasında zeban-zed ve mer’i bulunduğunu pekala bildiklerinden ne böyle usul-i tarika muhalif frenkçe bir ihtifalin icrası için Çelebi Efendi hazretlerinden istizan ederler ne de müşarun-ileyh hazretleri hasbe’l-makam böyle bir müsaadede bulunurlar. Nitekim de böyle olmuş ve Galata Dergahı Postnişini Efendi hazretleri işin rızası ve ma’lumatı hilafına olarak böyle bir renk aldığına müteessifen ihtifalin men’i yahud tebdili hakkında teşebbüste bulunmuştur. Diğer bir mevlevi şeyh-i fazılı da yine bu iş hakkında bana gönderdiği bir tezkirede; “Resm-i ihtifalin bir tarz-ı efrenc-perestaneye tahvilini gazetelerde görünce fakīriniz de sizin gibi müteessir olmaktan ve; demekten kendimi alamadığımdan dergahca adem-i iştiraki münasib görüyorum. Elden ne gelir ağlamadan başka bu hale?...” diyor ki ihvan-ı Mevleviyyenin ihtifal-ı ma’hudunuz hakkındaki fikrine delil-i vazıh teşkil eder. Hele şu son cümleniz onlar ne kadar fena ne meş’um gülüyorlar biliyor musunuz?.. Onlarda sima-yı ruhunuzu okudum gördüm: “Şeyh Galib’i vefatından sonra keşkül-küşa-yı sual olmak zilletine düşürmek”!!! “Ya Rabbi; ne galiz düşünce!.. Biz ona ihtiramlarımızı ta’zimatımızı takdim ediyoruz. Bu vesile ile aramızda topladığımız naçiz hediyelerle ve yine naçizane ve dehasına ihtiramkar çuhasını tecdid etmek istiyoruz.” diyorsunuz. Ben de; “Ya Rabbi ne rekik ifade! A beyim; siz Galib Dede’nin sandukasındaki puşidenin tecdidine kalkışacağınıza tarz-ı tefekkür ve şive-i tahririnizi tashiha çalışsanız daha ziyade me’cur ve Galib Dede’nin ruhunu asıl bu suretle şad etmiş olursunuz.” dedikten sonra: O cümlede sima-yı ruhumu görebilecek kadar ruh-aşina olsa idiniz o kelimatın fena ve meş’um güldüğünü değil Osmanlılar arasında Osmanlılık adabından bu kadar gafil ve frenk adatına bu derece mütemail kimseler bulunduğuna müteessifen kan ağladığını müşahede ederdiniz. Efendi! Siz Şair Şeyh Galib’in yad-ı namı için dergah haricinde aklınıza geleni yapınız. Lakin Mevlevi Şeyhi Galib Dede’yi biz mevlevilere bırakınız! Buyuran Cenab-ı Hudavendigar’ın bir mürid-i istiğna-şiarı duka-i mübarekesini –tekrar edeyim– dilenci keşkülüne çe­ virmeyiniz ve huzur-ı ma’nevisindeki sükut-ı muhteremi hengame-girane bir takım hay u huy ile ihlale teşebbüs ederek dergah-ı şerif dahilini panayır yerine benzetmeyiniz! Atalardan kalma bir darb-ı meselimiz vardır: “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz!” derler. Bir de şu sözlere cevap verecek olursanız edeb ve terbiye dahilinde yazınız ki benden de o suretle mukabele görmüş olasınız! Tahirü’l-Mevlevi Mazlum dindaşım! Şehidlerin kanı yetimlerin göz yaşlarıyla yazılmış olan enin hitabınızı gözlerimi rü’yetten beri eden bir girye-i tufannümun O gıyabi iltifatnamenizin her tarafı bir duzahi şerare olup ruhuma yapıştı. Emin olunuz ki Osmanlı vatanında Hilafet-i Mukaddese-i gözü sizin için sızlamayan bir müslüman kalbi sizin için kanamayan bir muvahhid vicdanı sizin için inlemeyen hakīkī bir Osmanlı ruhu yoktur. Osmanlı yurdunda hangi memleket hangi şehir hangi köy tasavvur olunabilir ki Girit’de bir şehidi bir kurbanı olmasın? Bugün sine-puş-ı matem olmuş anaların beytü’l-hazenlerinde eşk-i sefalet dökmekte olan genç dulların sefil nim-üryan kalmış yetimlerin bir çoğu; “Oğlum Girit şühedasındandır!. Zevcim Girit kurbanlarındandır! Babam Girit’de şehid oldu!” diyorlar; daima Girit’i yad ediyorlar. Girit vird-i zebanları; Girit vesile-i girye ve hicranları. Girit’in derdi vatan derdi vatan matemidir; Vatanın yaresidir o vatanın merhemidir. Girit olmazsa vatan yaresine var mı deva? Meğer Allah’dan ola derdine bir başka şifa. Acıklı mektubunuzu okurken bedbaht Endülüs Devlet-i kalb-i İslamiyyet’i titreten son şehik-ı feryadı Osmanlılardan dir. Girit’in sadık! Osmanlı? Rumları Endülüs vahşetlerini bütün ma’na-yı feci’ ve hevl-engiziyle tanzir ettiler. Gırnata feryadnamesinin hafızamda menkūş bazı ebyatını tercüme ve nakl ediyorum: Selam ey padişah-ı Al-i Osmani Selam ey mefharet-i cümle emiran Selam ey mülkü vasi’ ceyşi bi-had Selam ey nusret-i Hak’la müeyyed Selam ey hadimi Din-i Mübin’in Melazı yeryüzünde mü’mininin Selam ey seyf-i meslul-i ilahi Veren a’da-yı İslam’a tebahi Senin kahr-ı celal ü satvetinden Cihanda bulmasınlar gayrı me’men Meğer kim saye-i alem-penahın Meğer olsun o meşmul-i nigahın Ne hoşdur pay-ı tahtın ey mufahham Seza dense Stanbul kutb-ı alem Onun feth-i celili id-i ekber Sahih olsa gerek kavl-i Peyamber Cihan-ı şirki titretti temelden Haber gelmiş gibi semt-i ecelden Salibiyyunu aldı öyle dehşet Ki kopdu sandılar gerçek kıyamet Sarardı çehreler emvata döndü Hayatın zevk u şevki hepsi söndü Selam erbab-ı ilm ü ma’rifetten Selam ashab-ı re’y ü meşveretten Ki gurbet ellerinde Endülüs’de Felaketler içinde hep yeisde Muhatı üç tarafdan bahr-i Rum’un Ümidi sende kalmışdır umumun Selam eyler sana heştade salan Ki düşmen pençesinde el-aman-han Şuyuh-ı memleketti tac-ı serdi Nazarlarda aziz ü mu’teberdi Bugün baziçe-i zulm ü sitemler Ki ta’rifinden aciz kalemler Bugün madrub u merkub-i salibi Bugün işkencelerde en meşibi Selam olsun benat-ı seyyidattan Lisan-ı salihat u kanitattan Yazık ruhsar-ı ısmetler ki soldu Yazık namus u ırz yağması oldu Yazık eyvah… Neler gördü bu gözler Hicabından erir namuslu yüzler Büyut-ı müslimine daldı a’da Kırıp ebvabı zalim bi-muhaba O dem kopmuş gibi yevm-i kıyamet O dem cinnet o dem ölmek saadet O feryad u o vaveyla-yı nisvan O istimdadlara ağlardı şeytan Tutulmuş saçlarından ellerinden Çekilmekde veya kim bellerinden Ne ebkar u ne a’ras u ne zevcat Sürüklendi olundu cümle garat Beşikler içre kaldı şir-harlar Ciğerler parçaladı girye-barlar Kitabullah ferş oldu zemine Bu savletler nedir Ya Rabbi dine Buna sabr-ı hıred-suzun ne hikmet Bu en vahşice bir müdhiş cinayet Bu Nasraniyyet’in şan-ı cediri Olunca ehl-i İslam’ın emiri Selam eyler size bedbaht acaiz Kıyam ve meşyden efsus aciz Bu ceddat-ı Arabda zulüm-dide Ne zulm amma ki öyle na-şenide Yedirdi bunlara Ehl-i Tesavir Tokatlar tekmelerle lahm-ı hınzir Ah!.. Biz ne çektik ve el-an ne çekmekte isek hep cehaletimizden yaşamayı bilmediğimizden hakk-ı hayatı muhafaza edemediğimizden çekiyoruz. Din kemal-i ehemmiyyetle mütedeyyinlerine mu’tekıdlerine mü’minlerine hıfz-ı hayatı hıfz-ı namusu hıfz-ı vatanı hıfz-ı istiklali hıfz-ı şevket ü iclali emreder. Mücerred hıfz-ı hayat için; cümle-i celile-i dasına lütfen müsaade ederken “ Allah emr-i dinde sizin üzerinize zerre kadar bile bir darlık yapmadı. Din sizin için kat’iyyen çenber-i tazyik değildir.” Yaşamak hayatınızı namusunuzu istiklalinizi muhafaza etmek için en dar görünen yolları sizin selametiniz için genişletir en vasi’ cadde şekline kor. Din size rahmettir musibet değil; saadettir felaket değil! Sakın muztar kaldığınız demlerde; “Din müsaade etmiyor.” diye Allah’a iftira etmeyiniz! İşte ben şayed düşman kılıcını üzerinize çeker de sizi küfre ikrah ve icbar ederse iman-ı lafzinizin fedasına kadar nevverdir iman-ı lafzinin fedasında bir beis yoktur. derken erkan-ı İslam diye ibadat-ı maliyyeyi hac ve zekatı kurbanı sadaka-i fıtrı hayata tercih etmek nasıl olur? İşte biz Kur’an-ı Kerim’den haberimiz olmadığına hikmet-i Kur’an’ı anlamadığımıza kurban oluyoruz. Bir mü’minin felaketi bütün cihan-ı İslam’ın felaketidir. En küçük bir uzvun kat’ı bütün vücudun parçalanmasıdır. Müslümanlar bir vücuddur. Emin olalım ki İtalya’yı bize i’dad-ı kuvvet emr-i aciline nazar-ı lakaydi ile bakmaklığımızın cezası olarak Allah musallat etti. Allah buyuruyor: “ Emrime muhalefet edenler kendilerine –dünyada– müdhiş fitne isabetinden düşman kılıcı ile katl-i amm olmaktan zencir-i esaretine düşmekten –ahirette de– hail bir azab-ı elime ma’ruz kalmaktan hazer etsinler!” dar pahalıya mal olduğunu gözlerimizle görmekteyiz. cümle-i celilesine dikkat olunsun ne kadar ma’nidardır! Dünyada Allah’ın emrine muhalefet yüzünden düşman istilasına katl-i ammına zencir-i esaretine düşenler ahiretin cennetiyle ümidvar olmasınlar ki beyhudedir. Zira; Yani; dünyada düşman yumruğu düşman tekmesi altında zelil olarak yaşayanlar ahirette aziz olarak haşrolunmazlar. Çünkü o zilletin o meskenetin baisi emr-i ilahiye muhalefet idi. O muhalefetin cezası ahirette daha müdhiştir. Asıl mes’uliyet ordadır. “Niçin Allah’ın fermanına itaat etmedin de dinini Kur’an’ını namusunu düşmanlarına çiğnettin? Buyur şimdi mahbes-i ateşine!” denecek! “ Dünyada kör olan ahirette kör ve tarik-ı selameti gaybetmişlerin en bedbahtıdır.” Dünyada Hakk’ı görmeyen yahud Hak’tan teami eden ahirette kör olarak haşrolunacak. “ Ya Rab! Beni niçin kör olarak haşrettin? Halbuki ben dünyada görürdüm kör değildim.” “ Dünyada sana ayat-ı ilahiyyemiz geldiği okunduğu vakit sen bize karşı nasıl yaptın nasıl göz yumdun arka çevirdin ise işte biz de bugün seni kör olarak haşrediyor seni cahim-i hırman ve hüsrana atıyoruz!” Allah emrine itaat ve inkıyad istiyor; “Ben neyi istersem onu yapınız!” diyor. Eğer biz i’dad-ı kuvvet emr-i aciline karşı bu lakaydide bu teamide devam ve ısrar edersek yarın İtalya Harbi bitmeden Moskof hücumu başgösterir. Zaten hazırlanmakta gün saymakta vakt-i merhununu beklemekte. Bu da –şübhe etmeyelim ki– pek yakındır. Karadeniz donanmasını ikmale geceli gündüzlü çalışıyor. Sonra Yunan Girit ve –şimdi de– Adalar için bir id-i ekber-i ilhaka hazırlanıyor. Allah i’dad-ı kuvvet ayet-i celilesinde; “ İ’dad-ı kuvveti yalnız hal-i harbde bulunduğunuzdan ünvanınıza [udvanınıza] hasretmeyiniz. Bunlardan başka a’da-yı istikbaliniz için de acilen i’dad-ı kuvvete geceli gündüzlü çalışınız!” buyuruyor. Bize donanma lazım; şimendüferler haralar tersaneler havuzlar tayyareler hepsi acilen lazım. Bunlar tamamen makbul değil. Bu fetva-yı ilahidir; kimsenin tasdikına muhtac değildir. Biz Allah’ın emrini tanısak bir günde bütün istitaat-ı nakdiyye ve maliyyemizi meydan-ı itaat ve inkıyada yığarız. İtalya derhal harbe hitam verir. Tazminat bile alınır. Çünkü bir milletin milyonlarla liralık şahid-i diyanetini delil-i hamiyyetini meydanda yığılmış görür. Mehmed Fahreddin MÜSLÜMANIN MÜSLÜMANLA ALIŞ VERİŞ ETMESİ Bilemiyorum; bütün insanlar da böyle midir? Biz Osmanlı müslümanlarında belki de bütün dünya müslümanlarında ciddiyet-i idrak ile na-kabil-i te’lif tuhaf bir hal vardır. Dikkat edilmiş olacak ki bizde herşey söylenir her mevzu’ hakkında uzun uzadıya bir tafsilat verilebilir herkes her mevzu’ hakkında allame kesilebilir. Fakat düşünülür dikkat edilirse bütün bu sözlerin hatta epeyce yaşlı başlı hatta şöhrete de malik olanların hatta alim fazıl geçinenlerden bir çoklarının ağızlarından çıkan sözler tahlil ve tedkīk edilecek olursa inanarak anlaşılmış olarak söylenmemiş olduğu derhal meydana çıkar. Bizim şu halimizi gören bazı seyyahlar tarihin anlayamadığı zamanlarda bizden ayrılmış olan kardeşler bizi yalancılık yahud riyakarlık ile tavsif ediyorlar. Ben burada şayan-ı hicab olan şu halimizin sebebini taharri edecek değilim. Bu hal nereden neş’et ederse etsin adı gerek yalancılık gerek riyakarlık olsun her halde buna güzel bir sıfat denilemeyecek olduğuna kaniim… * * * Dillerimizde mecmualarımızda her yerde müslümanların kardeş olduklarını söyler; ayet-i celilesini duruyoruz. Fakat müslümanların kardeş olmaları ne demek olduğunu zannederim hatırlarımıza bile getirdiğimiz yoktur. Şübhesizdir ki; “Müslüman müslümanın kardeşidir” cümlesinden karabet-i nesebiyye ma’nasını anlayacak değiliz. Bundan her halde karabet-i kalbiyye uhuvvet-i ruhiyye ma’nasını anlamaklığımız lazım gelir. İşte burada biraz tevakkuf ederek az-çok bir mukayese yapalım: Biz kardeşlikten karabet-i nesebiyye ma’nasını pekala anlarız. Mesela bir kardeşimizin biraderimizin sair akrabamızın venet etmek lüzumunu hissederiz. Hülasa kalbimiz onlara karşı daima büyük bir rikkat duyar. Kardeş kelimesi söylenir söylenmez bütün bu ma’nalar hemen birden zihne tebadür eder. Kardeşlikten karabet-i diniyye ma’nası alınırsa bunun ne kadar gevşek ne kadar te’sirsiz bir şey olduğu derhal meydana çıkar. Adeta öyle ki bizim “müslüman kardeşimiz” dediğimiz sözde kardeş kelimesinin hiç de ma’nası yok gibidir. Bu kardeşlik üzerine hiçbir türlü hüküm terettüb etmez. Şimdiye kadar bunun hiçbir türlü asar-ı hayriyyesini görmeye muvaffak olduğum yoktur. * * * Bizden dine millete en ziyade merbut bulunması ayet-i celilesinin bütün ma’nasını anlaması lazım gelen birisi mesela hoca talebe-i ulum … hayatı maişeti şusu din kardeşi bir bakkalı bırakır da uzakta da olursa yabancı bir dükkana gider fazla verecek olursa da onun ile alışveriş eder. Yeni bir elbise yeni bir şey almak isteyen bir müslümanın Şamlılar Balmumcu-zadeler Karakaşlar Dülbendci Muhyiddinler… var iken Tiring’e Stein’a Mayer’e Heiden’e… gitmek hatırlarına bile gelmemeli idi. Bir müslüman parasıyla kendisi gibi bir müslümandan tedarik edebileceği bir şeyi iyice düşünülecek olursa her halde düşmanı olduğunu anlayacağı bir kimseye kat’iyyen müracaat etmemeli idi. Karamürsel Hereke Feshane… fabrikalarının sağlam latif çuhaları kumaşları ve fesleri… mevcud iken Lui İngiliz Alman… çuha ve kumaşlarına kat’iyyen iltifat etmemeli idi. Yanı başımızda mesela Terzi Mehmed Bahaeddin Mehmed Arif Ahmedler var iken bilmem kimlere müracaat ederek yüz suyu dökmemeli idi. Yine mesela Tabib Orhan Tahsinler Galib Atalar Es’adlar Akıl Muhtarlar Arif Hikmetler Besimler Feyziler Dişçi Hüdaverdiler… var iken bilmem nereli heriflere dönüp bile bakmamalı idi… kelimesinin ma’nası anlaşılarak söylenmekte bulunduğuna kani’ olurdum. Şübhesizdir ki kardeşlik ve bunun asarı umur-ı muamelatta tarik-ı hayatta görülmek lazım gelir. Bilmelidir ki düşmana verilen bir para kar kendi aleyhimizde kullanılmak için verilen en müdhiş bir silahtır. Emin olmalıdır ki düşmanlarımıza en büyük cesaret veren şübhesiz bizden onlara geçen paralardır. Emin olmalıdır ki düşmanlarımızdan çekdiğimiz bütün belalar hep bizim kendi paralarımız vasıtasıyla gelmektedir… Fakat biz bu cihetleri hala anlayamıyoruz. Elimize beş on para düştü mü hemen bir yolunu bulup da düşmanlarımızın zalim ellerine sıkıştırıyoruz. Bizde öyle yanlış bir i’tikad hasıl olmuştur ki guya müslüman olmayanların yabancıların herşeyleri iyidir. Fakat bugün bu i’tikadın yanlış olduğunu Hamdolsun birinci sınıf birçok ticarethanelerimiz mahir doktorlarımız bir dereceye kadar bize kifayet eder san’atkarlarımız yok değildir. Evet; ihtiyac suretinde bir müslüman yabancılara da müracaat edebilir fakat böyle bir ihtiyac zaruret mevcud değil iken kardeşi bırakıp da yabancı kapılarında sürünmek her halde büyük bir hamiyetsizlik aşikar bir alçaklıktır… Geçenlerde rufekamdan ikide birde müslüman müslümanın kardeşi olduğundan bahseden muhterem bir zatın ailesi a’zasından birisine epeyce tehlikelice bir hastalık gelir. şehrimiz piyasasında yalancı bir şöhrete malik yabancı bir tabibe müracaat eder fakat hastasının daha ziyade fena olduğunu görür. İşin tehlikeye yaklaştığını gören muhibbim ümmet-i Muhammediyyeden birinin tasviyesiyle mesleğinde hele kadınlar hastalığı hususunda maharet ve hazakati acizlerince de müsellem olan Haseki Nisa Hastahanesi etibba-yı muhteremesinden Orhan Tahsin Bey’e müracaat eyler. Muhterem müslüman tabibi hastalığı teşhis etmek hususunda hiç de güçlük çekmez. Zavallı hastayı hatta yüzde doksan ölüme mahkum olan çocuğunu da kurtarır. Ve bir de o yabancı doktor tarafından verilen reçetenin pek ziyade yanlış hatta hastayı bütün bütüne ölüme yaklaştıracak unsurları havi bulunduğunu da ayrıca meydana koyar. İşte bu suretle refik-ı muhteremim müessir bir ders-i ibret alır; Orhan Tahsin Bey’e karşı da medyun-ı şükran kalır. * * * Sıratımüstakīm sonra Sebilürreşad ’da “İslam Ticarethaneleri” ünvanıyla bir sahife açılmıştı. Fakat maatteessüf bunun sonu gelmedi. Risale bu hususta vazifesini etmiyor gibi geliyor. Biz vaktiyle bu teşebbüsü ziyadesiyle alkışlamış bütün rufeka bu teşebbüsten dolayı sevinmiş idik. Zannederim bu hamiyeti takdir edemediler. Ümid ediyorum ki Sebilürreşad gibi külliyetli mikdarda intişar eden bütün kari’leri de şübhesiz hamiyetli müslümanlar olan bir mecmuada i’lan olunmanın her halde büyük bir faidesi olacağı şübhesizdir. Maamafih fikr-i aciziye göre Sebilürreşad bu hususta az-çok fedakarlık etmelidir. Meşahir-i etibba-yı İslamiyyeyi İslam ticarethanelerini kari’lerine birer defa tanıttırmalı. Sonra alışa alışa i’lanlar da yavaş yavaş vürud etmeye başlardı. Yukarıda söylendiği üzere dostum Allah’ın yardımıyla etibba-yı hazikadan Orhan Tahsin Beyefendi sayesinde büyük bir tehlike atlatmaya muvaffak olmuştu. İşte mahza bunun şükranesi olmak üzere bizim alemde pek de ma’ruf olmayan bir surette iyilik yapmak düşünüldü idi: Gönderilen şu meblağ mukabilinde idarece hazakatleri müsellem beş müslüman tabibinin kariin-i İslamiyyeye tanıttırılması ve leffen takdim olunan beş adrese teberru’ tarikıyla Sebilürreşad risalelerinin irsali istirham olunur. Ricamızın lütfen is’af buyurulacağından eminiz. Selamün aleyküm. SEBILÜRREŞAD Herşeyden evvel işbu mektup veya makale sahibi zatın hissiyat-ı ali-cenabanesiyle hamiyet-i İslamiyyesini takdir eder ve tavsiyelerinin hüsn-i ifasına çalışacağımızı kaviyyen vaad eyleriz. Zaten biz Sebilürreşad ’a konulacak olan cek olan kağıd mürettibiye tab’iyye ve sair masarıfın te’miniyle aşığı olsaydık bize pek çok getirilen ecnebilerin i’lanlarını derc ve neşr etmek suretiyle bu ümniyemize nail olurduk. Çe faide ki müslüman müteşebbis tüccar ve esnafımız bu fedakarlığımızı takdir etmiyorlar. Yoksa biz onların i’lanatını pek ucuz ve rekabet kabul etmez bir surette ceridemize derc eder idik. Bundan başka Sebilürreşad ’ı ileride yirmi dört sahifeyi muhtevi olmak üzere tevsi’ etmek istiyoruz ki bu dört sahifeyi kamilen İslam ticaretgahlarına hasretmek niyetindeyiz. Muhterem müslüman kardeşimizin risalemize karşı olan teveccühlerine bütün samimiyet-i kalbimizle teşekkürler ederiz. Melfuf adreslere bu haftadan i’tibaren altışar aylık abone kaydolunup irsalata başlanmıştır. Tabiblerin i’lanlarını da gelecek nüshadan i’tibaren i’lan edeceğiz. * * * Garib tesadüf; baladaki mektubu aldığımız sırada atideki mektubu da aldık: SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESI Muhterem Efendim Bendeniz Sebilürreşad risale-i güzidesine aboneliyim. Maamafih neşr-i maarif-i İslamiyyeye bir muavenet-i naçizanem olmak üzere kuruş ba-posta gönderdim. Bunlarla münasib göreceğiniz tarafa altı ay müddetle risale-i mezkureyi göndermenizi istirham eylerim. Cenab-ı Hak müsaade ederse velev murane olsun ileride de bu babda emrinize amade olacağımı arzeylerim. [ yardımlaşın] nass-ı celili bizim mahz-ı mübeşşir-i saadetimizdir. Bakī ihtiram. Bu muhterem vicdanlı asker Sebilürreşad ’ı aşık-ı irfan bir müslümana hediye suretiyle gönderilmesini tavsiye ediyor ve parasının kendi ceyb-i hamiyyetinden tesviye edileceğini bildiriyor ki bu teşebbüs ve tasavvuru cidden sezavar-ı takdirdir. Sebilürreşad bu muhterem kardeşimize de samimi teşekküratını takdim eder. Sebilürreşad idaresi birçok müstahıkkīn-i de bu tevziat hadd-i zatında mahdud bulunacağı tabiidir. Çünkü bizim yapacağımız fedakarlıklar başka cihetlerdedir. Bütçemiz müsaid olsaydı daha pekçok müstahıkkīne mesela bütün İslam medreselerine cerideyi meccanen gönderip memleketin hakīkī ve saf evladlarının tenvir ve intibahına hizmet ederdik. Ne çare ki mümkün olamıyor. Maamafih Sebilürreşad ’ın ettiği fedakarlığı zannedersek muhterem kari’lerimiz şübhesiz takdir buyururlar. Görülüyor ki ceridemizin mündericatına tab’ına nefasetine min-külli’l-vücuh nun etmek için bu ana kadar hiçbir Osmanlı gazetesi tarafından yapılmayan fedakarlıkları da ihtiyar etmekten çekinmeyerek Hindistan’a suret-i mahsusada hey’et-i tahririyyemizin en değerli bir a’zasını bile göndermektedir. Muhterem Hüseyin Bey kardeşimizin arzu-yı alilerini yerine getirmek için Daruşşafaka-i İslamiyye’ye ilk nüshadan derilmiştir. SİYASİYAT MÜLAHAZAT-I MÜTENEVVIA Trafalgar kahramanı meşhur Amiral Nelson muharebede gemicilerine askerlerine şöyle bir hıtabda bulunmuştu: “İngiltere her İngilizin kendi vazife-i vataniyyesini ifa eylemesini bekler” Bu sözün te’siri Trafalgar Muharebesi’ni kazandırdı. Bu sözün hala da İngilizler arasında düstur-ı ef’al olarak hükmünü sürdüğü şu zamanda herkes kendisine isabet eden vazife-i vataniyyeyi ifa eylemiş olsa bir buhran-ı siyasi tehlikesi ihdasına dair olan kaffe-i tedabir-i bedhahane hükümsüz kalır. Emr-i terakkī ve temeddünde çekilen müşkilat-ı manianın başlıca sebebi her tarafça icra-yı vazife hususunda gösterilen terahi ve teseyyübdür. Amiral Nelson’un bir asır mukaddem melhuza ve merviyyeden hiç de korkumuz kalmaz. Hakīkaten biz tehlikeden pek mi korkuyoruz? Evet; hatta tehlike rivayatından bile ürküyoruz; kendimiz korktuğumuz gibi ihvan-ı vataniyyemizden önümüze rast gelenleri de korkutmaya çalışıyoruz. Tabii bu halden en ziyade müstefid olanlar ağyar-ı hariciyye-i vataniyyemizdir. Mayası tehlikeler içinde yoğurulmuş tehlike içinde idame-i cak böyle bir halet-i ruhiyyeye tutulmuşuz. Vatanperverlik vazife-i merdanesi olsa olsa dilimizde bulunuyor. Hissiyat-ı kalbiyyeyi keşfedebilen ashab-ı tedkīk kalblerimizde hevesat-ı zatiyyenin ihtirasat-ı nefsaniyyenin ma-fevka’t-tabia şey bulamaz. Bu makūle emraz-ı ma’neviyye te’siratından haylice masun bir sınıfımız vardı ki dünyada bakī kalabilen da; sınıf-ı askeri! Onun şecaat derecesinde kıymetdar olan nizam-perestliğinin hamiyet-perverliğinin –velevki kısmen olsun– duçar-ı halel olmaması matlub-ı ümmet iken şu harb zamanında böyle bir halel rivayatını işitmekle de muazzeb oluyoruz. Sevin İtalya sevin! Sana yakışan anarşi ve şuriş ef’ali bizde daha evvel ihdas olunmak isteniliyor! Bed-tinetler arasına saçtırdığın paraların ne kadar da te’sir-i müsahhiranesi var imiş? § Trablusgarb Harbi’nin bidayetinden beri düvel-i ecnebiyye tabiiyyetinde bulunan müslümanlardan mağdurin-i harb aileleri veya Hilal-i Ahmer namına birçok ianat geldi. O müslümanların tabi’ oldukları devletlerin buradaki sefaretlerine mensub tercümanları tarafından mebaliğ-ı ianeyi havi çeklerin Sadaret Müsteşarlığı ile diğer bir-iki daire-i resmiyyeye tevdi’ edildiğini gazetelerde gördük. Kezalik mikdar-ı ianatı havi listeleri yine gazetelerde okuduk. Cem’ ve derc-i ianat hususunda her memlekete mahsus takyidat-ı nizamiyye bulunmamış olsa hiç şübhe yoktur ki Devlet-i Osmaniyye’nin tedarikat-ı esbab-ı tedafüiyyesine medar olmak üzere birçok ianat daha gelebilirdi. Her iyiliğe mukabelede bulunmak lüzumu aşikardır. Biz ne gibi mukabelede bulunuyoruz? Memalik-i saire-i İslamiyyeden mezkur ianeleri gönderenlerin isimlerini yalnız gazetelerimize dercetmek kafi değildir. İaneyi verenlerin veya gönderenlerin hüviyetleri tamamıyla bilinmek ve mümkün olduğu kadar kendileriyle muhabereye girişilip her defaki iane mukabilinde madalya ile kıymet-i maddiyye veya ma’neviyyesi bulunan hedaya ile kendilerine mukabele-i cemile-karane gösterilmek iktiza eyler. Paraları aldıktan sonra nezaket-i siyasiyye vecaibini ihmal eylemek pek çirkin ve hatta pek muzır bir kusurdur. Yardımcıları küstürmeyelim § Mümtaz bir ehl-i kesb sınıfı türemedikçe ahlak-ı siyasiyyemizde layıklı bir salah vukūa geleceğine kani’ değilim. Bizde tacir sınıfı terbiye-i addolunan nice erbab-ı kesbe tesadüf olunageldiği gibi gerek tabakat-ı asiliyyeden gerek sunuf-ı resmiyyeden kesb ü ticarete süluk edenler de bulunur. Evet; ehl-i kesb ü ticaretin terakkī ve tezayüdü ahlak-ı siyasiyyemizin salahına çok yardım eder. Mütemadi sa’y ü emek sarfıyla kendisini ve ailesini zillet-i ihtiyac ve tebeiyyetten kurtarmak fikre bir istiklal-i meşru’ bahşeyler. Mümtaz bir sınıf-ı kesbisi olmayan bir memlekette hirfet ve sınaatin idaresi ne kadar da himayet-i resmiyyeye mazhar olsa yine layıkıyla inşirah bulamaz. Bugün bizde eşhasın birbirine i’timadı hemen yok gibidir. Devr-i sabıkın seyyiat-ı tecessüsiyyesi her gönülde su’-i telakkī su’-i zan ve su’-i niyyet hislerinin kökleşmesine sebeb olmuş. Bir adam için kuvve-i i’timadiyyesi zaif bulunmak fena bir haldir. Fakat i’timadı da’vet ve iktisab edememek daha fena bir haldir. Kesb-i ticari ve sınaide terakkī la-cerem eşhas arasında hiss-i rekabet uyandırır. Rekabet de gıbta ile karıştırılmamak lazım gelir. Gıbta ile eşhas yekdiğerine karşı mennaün li’l-hayr kesilirler. Nitekim bu redaet-i ictimaiyyenin revacından dolayı mutazarrır olup gitmektedir. Rekabet kaba-yı kesbiyyenin iştirakini intac eyleyebilir. Ve binaenaleyh sermaye vücuda getirir. Büyük kar ve temettu’ işlerinin toplu sermayeler ile husul bulduğu dahi ma’lumdur. İmdi müslümanlar kesbde teşrik-i mesaiye de muhtacdırlar. Bizde müslümanlar ekseriyetle ya amele veya çiftçi takımındandırlar veya devlet hizmetine girmişlerdir. Ashab-ı emlak bile rütbe ve me’muriyet yakalamak hevesinden tenzih-i nefs edememişlerdir. Bu hal ahlak-ı siyasiyyemizi pek bozmuş hala da bozuyor. Küçük büyük binlerce kimseler kise-i devletten ayda bir –veya mümkünse birkaç– maaş çıkarabilmek dan dolayı olmak gerektir ki içimizde kafi mikdarda hakīkī rical-i umur-ı resmiyye de yetişmemiş; zoraki racül-i devlet peyda olmaz. Hem de bu husustaki hiss-i istirkab na-bi-nane bir gurur sahte tavırlılık çılgınca bir heves-i tekaddüm gibi halat-ı mezmume dahi tevlid eylemiştir. Bizde kar u kisbe süluk edenler fil-vakı’ bir müddetten beri görünmeye başladı. Fakat ihtiyacatımızı nısfen olsun onlardan tedarik edebileceğimiz zaman maatteessüf henüz ashabında daima bir hal-i rehavet ve bataet meşhuddur. Azdan başlayıp bir gayret-i mütemerridane ile tevsi’-i muamele edebilmek için lazım gelen şevk bizim müslüman ehl-i kesbinin halinde görülemiyor. Hele tanzim-i umura iktiza-yı zamana göre teceddüde tanzim-i ticaretgaha taharet-i telebbüse tatyib ve cezb-i müşteri için elzem olan nezaket ve cemileye riayet bizimkilerde pek az görünüyor. İnsan ufak bir sipariş için bir frenk ehl-i kesbine müracaat etse –sahib-i maarif ve irfan olmakla beraber– muamelatı vasi’ ve gani olan o ehl-i kesb müşterisi muvacehesinde adeta bir terbiye-i huddamane ile ve bin zahmet ihtiyarıyle hareket eder. Muhaberesinde dahi o yolda bir tarz isti’mal eyler. “Alacaksan al almayacaksan def’ ol!” tarzında muamele etmek bizim erbab-ı kesbden bir çoğunun halini andırır. Yazıklar olsun! § A’sar-ı kadimeden beri cehl müslümanın müslümana karşı harbetmesindeki adem-i cevazın şuyuuna mani’ olmuştur. Bilmem ki uhuvvet-i beyne’l-akvam hakkındaki ahkam-ı ma’kūle-i İslamiyye daha ne zamana kadar idrak edilemeyecek? Ma’lumdur ki İtalyanlar Musavva’ı yed-i temellüke geçirdikten sonra Habeşliler ile muharebeye girişmişler idi. Adowa Muharebesi’ndeki hezimetleri üzerine Musavva’ ve havalisi ahali-i den beş yüz kadarı Habeşlilerin eline esir düşünce Necaşi-i Habeşi bu yerli neferatı hem-cinsine hıyanetle itham eyledi ve elleriyle ayaklarını cezaen kat’ ettirdi. İtalyanlar muharebe-i hazırada dahi bu yerlilerden mürekkeb birçok kıtaat-ı askeriyyeyi Trablus ve Bingazi’ye sevkeylediler ki el-yevm muharebatta en ziyade ileri sürülen asker bu Eritreli neferattır. Bunlar arasında bir müslüman devlete karşı harb edildiğinin farkına varıp da asar-ı na-hoşnudi irae eyleyenler bulunduğunu mukaddema Avrupa gazetelerinde okumuş idik. Lakin asakir-i mezkurenin kısm-ı küllisi cehl-i tam içinde bulunduğundan tin alem-i İslam’daki mevkiini idrak eyleyemezler. Siyaset-i hariciyyemizde dur-binlik gösteren me’murlarımız kafi derecede bulunsa idi daha mezkur yerli askerlerin mevakı’-i harbiyyeye sevkinden evvel memleketlerine nasıhlar gönderilir ve ahval izah olunabilirdi. Mebadi-i harbde bu husus için Musavva’ taraflarına gönderilebilecek ezkiya-yı müslimin bulunabileceği Mısır’da bulunan mevkii mühim bir me’murumuza mes’ele takdir olunamamıştır. Yazıklar olsun! OSMANLI – İTALYA MUHAREBESİ ---- VE ---- ALEM-İ İSLAM’DA TE’SIRATI Muharebe-i hazıranın umum küre-i arz ahalisine az çok şümul ve tealluku olduğuna şübhe yoktur. Bunlardan bazıları doğrudan doğruya alakadar bulunuyorlar. Bu alakadaranın bir kısmı Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’ye ve pek az kısmı da İtalya’ya merbutturlar. Muharebeden evvel İtalya hükumeti bütün yeryüzünde yaşayan akvam ve anasır-ı İslamiyye nazarında zararsız ve fakat iktisab-ı servet ü miknet etmeye meyyal bir kavim ve hükumet olduğu cihetle muhterem bir mevki’ ihraz etmişti. Bu yüzden müslümanlar tarafından İtalya’ya oldukça menfaatler te’min ediliyordu. Mesela Hindistan’da İtalya ticareti şu son seneler zarfında revac bulmuş ve kesb-i ehemmiyyet eylemişti. İtalya’nın makarnalarından mermer taşlarına varıncaya kadar pek çok ma’mulat ve mahsulatı Hindistan’da nail-i şöhret ve rağbet olmuştu. İplik ipek ve sair İtalya mahsulat-ı arzıyye ve ticariyyesi Hindistan’da kesretle sarf ve istihlak olunuyordu. no” Kumpanyası tarafından her hafta Bombay’a bir İtalyan vapuru göndermeye ve orada bir acentahane te’sisine de muvaffak olmuşlardı. Bu vapurlar İngiliz posta ve yük vapurlarıyla sair İngiliz kumpanyalarına mensub olan vapurlara rekabet etmeye başlayınca İngilizler asar-ı hiddet göstermek diri olduğundan İngilizlerce İtalyanlara dokunulmadı. Bu yüz bin lira safi kar te’min ediyordu. Bombay’da ve bilumum Hindistan’da İtalyanların karı çoğalmaya başladıktan sonra Hindistan’da İtalyan tebaasının adedi de çoğalmış ve Hindistan’ın hiçbir noktasında bir tek konsolosu yok iken ahiren Hindistan’ın sevahil-i cenubiyyesini teşkil eden Bombay Madras Rangun Kalküta gibi mevaki’de İtalya hükumeti tarafından görülen lüzum üzerine birer konsolos dahi ta’yin ve sevk olunmuştur. İtalya bu gidişle birkaç sene sonra Hindistan’da dehşetli bir nüfuz te’min edebilirdi. Lakin sersem mağrur İtalya hükumeti kurbağa gibi yetişip manda olmak arzusunu ta’kīb ederek birden bire büyümek ve imparatorluk teşkil etmek sevda-yı ham ve hayal-i batılına düşerek Afrika-yı Osmani’yi zabt u istila hevesiyle Devlet-i Osmaniyye ve dolayısıyla bütün milel-i İslamiyye hakīkī can düşmanı etti. Trablus’ta ve Bingazi’de hiçbir halt edemediği gibi müslümanlarla olan ticaretini de gaib edip evdeki pirinçten de oldu. Hindliler İtalyanlara karşı o kadar müteheyyic ve müteneffir oldular ki sırtlarına giydikleri caketlerin astarlarını –ki İtalya ma’mulatından bulunuyordu– yırtıp yere atıverdiler. İtalya gemilerine yolcu yük verilmemeye başlandı. İtalya sefain-i ticariyyesi tenezzühe çıkmış gibi Palermo’dan Bombay’a boş gelir gider oldular. Hülasa İtalya’nın makarnalarına mermer taşlarına birer yılan ve heykel-i desise ve tezvir gibi bakıldı. Hindistan’daki karara tercih edip tekrar kendi mel’un memleketlerine def’ olup gittiler. hemen beş milyon İngiliz lirasını tecavüz ediyor ki bu meblağ sırf kar olarak fakīr ve sefil İtalyanlara Hind müslümanları tarafından te’min olunuyordu. yenin her tarafına külliyetle sevkeyledikleri emtia-i ticariyyeye büyük bir darbe vuruldu. İran’da Mısır’da Tunus ve Cezair’de bütün Afrika’daki menafi’-i iktisadiyye [ ] ve ticariyyelerine hatime çekildi. Cezair’deki müslümanlar İtalyan kumpanyasına mensub olan tramvaylara karşı boykotaj ü tazyik icrasına kalkıştıysa hiçbir neticeye müncer olmaksızın en sonra müslümanların dediği ve istediği oldu. gönderilip menafi’-i azime te’min olunduğu halde muharebe-i hazıra yüzünden İtalya’nın bu metaı da kesada uğrayıp yerine Hindistan’dan çivit celbedilmeye başladı. Zengibar’da Ümid Burnu’nda da müslümanlar tarafından muştur. vasıtasıyla İtalya emtiasının isti’maline bir “tahrim fetvası” verilmemesi bilhassa İranilere tavsiye edilmiştir. Bunlardan başka İtalya umum müslümanları kendisine ebedi surette düşman etmeye çalıştı. Öyle ki bir daha bir müslümanla İtalya’nın arası ısınmaz. İtalya Devlet-i Osmaniyye’ye tecavüz etmeyi kolay ve ehemmiyetsiz bir şey zannediyordu. Giolitti Kabinesi bedbaht İtalyanları aldattı. Halbuki i’lan-ı harb akībinde çok geçmeksizin Makam-ı Mualla-yı Hilafet’in bilumum küre-i arzda bulunan İslam üzerindeki şiddet-i nüfuz ve te’sirini gereği gibi gördü. Her taraftan eli boş bir halde dönen İtalya her ne yaptıysa meramına muvaffak olamadı ve peşiman oldu. Fakat bu peşimanlık geçmiş ok yaydan çıkmıştır. kiye İtalya fukarasının penahı melcei idi. Şimdi bu matrudlara Hülasa İtalya Hükumeti Giolitti’yi assa da yaksa da kendi zararını telafi edemeyecektir. İngilizler İtalya’nın boş kafalığına gülüp dişlerini gösteriyorlar. Çünkü zir-i himayelerinde o kadar müslüman vardır ki bundan başka bir politika ta’kīb edemezler. Bu iki büyük ve kaviyyü’ş-şekime Avrupa devletleri bi-taraf kaldıkça İttifak-ı Müselles erkanı bir şey yapamazlar. ŞUUN Daru’l-cihaddaki İslam kumandanlarının iş’arı üzerine Harbiye Nezareti’nden Osmanlı Ajansı’na tebliğ edilmiştir: Haziran’ın ’inci günü düşman Seydisaid civarındaki muhariblerimiz üzerine faik bir kuvvetle huruc hareketi icra ederek hayli mesafe kazanmış ise de yedi saat imtidad eden şiddetli bir muharebeden sonra makhuran mecbur-ı ric’at edilmiş ve denize kadar ta’kīb olunmuştur. Düşmanın telefatı külliyetli olup bizden yüz elli şehid iki yüz mecruh vukū’ bulmuştur. § Haziran’ın on beşinci günü vukū’ bulan ric’atte ve sahil-i bahre kadar ta’kībde düşmanın meydan-ı muharebede ve yolda terkeylediği ecsad-ı maktulenin adedi beş yüzü mütecavizdir. Ancak düşman ertesi Haziran’ın on altıncı günü yeniden üç alay piyade ile tecdid-i tecavüzat eyledi. Bukamis’la[?] üç kilometre şarkına vaz’ eylediği büyük çaplı topların ateşi ve denizden dahi iki kruvazörün bombardımanı te’siratıyla sahil kurbunda olan Seyyidsaid’in terkine mecburiyet hasıl oldu. Bu sene mektepten çıkan Mülazım Said Subhi Efendi bu muharebede şehid oldu. Şüheda ve mecruhinimizin mikdar-ı sahihi henüz ma’lum değildir. Muharebelerimiz Seyyidsaid’in cenubunda mevakı’-i lazımeyi işgal eylemişlerdir. el-Alem ’de okunduğuna nazaran meydan-ı harbde te’sis olunan mekatib-i ibtidaiyyenin imtihanlarına mübaşeret olunup talebeler üç ay zarfındaki tahsillerinden hitam olmasıyla Enver Bey tarafından tevzi’-i mükafat merasimi icra edilmiştir. Enver Bey ali bir ihtifal esnasında mükafatları kendi eliyle isbat-ı ehliyyet ve liyakat eden mücahidin evladına teslim etmiştir. İhtifal-i mezkurda bil-cümle zabitan ve meşayih ve rüesa-yı kabail ve mücahidin hazır bulunuyorlardı. Talebe Arabca ve Türkçe lisanlarıyla neşide manzumeler okumuşlardır. el-Alem gazetesinde okunduğuna göre Hindistan-ı Vusta’nın meşhur Aligede[?] şehrinin gönüllü olarak meydan-ı harbe gitmiştir. Bu zat Hindistan’ın sıyla herşeyi hazırlayıp yola çıkmıştır. Beray-ı ziyaret Kerbela’ya gelen Şii Mezhebi’ne salik Hind ve Cenubi İran müslümanlarının arasında tehaddüs edecek münazaaların hall ü faslı için İngiltere hükumeti Samarra kasabasındaki konsoloshanesinde bir mahkeme küşad etmiştir. Ora ahalisi şehirlerinde bile bir ecnebi hükumetin mahkeme küşadına tahammül edemeyerek mahkemenin lağvettirilmesi bulunmuşlardır. Vali-i Vilayet Cemal Bey yalnız mahkeme kapısındaki serlevhayı indirebilmiş ve ahaliye karşı teşkil edilen mahkemenin bir ehemmiyet-i resmiyyesi olmadığını ve levhayı kaldırdığına dair bir beyanname neşrederek ahaliyi tatmin etmeye çalışmıştır. Hükumet-i seniyye Memalik-i Osmaniyye’de devr-i meşrutiyyette böyle mahkemelerin teşkiline iğmaz-ı ayn edecek olursa imtiyazat-ı ecnebiyyenin daha ziyade tevsiine meydan verecek ve böyle diğer ecnebi devletlerin Mekke ve Kudüs’te mahkemeler küşadına yol açmış olacaktır. Kıbrıs Fevkalade Komiseri’nin talebi üzerine Kıbrıs kuvayı zabıtasını takviyeten Mısır’dan celb olunan bir bölük İngiliz askeri Lefkoşa’da bir hafta [ikamet] edecektir. Mezkur kuva-yı askeriyye ile Mısır’dan on dört sandık mühimmat nakledilerek başkomiserliğe teslim olunmuştur. lundukları müddetçe te’min-i idaresi hakkında sarfedilecek mebaliğ Kıbrıs maliyesine tahmil olunacaktır. Bu babda sarf olunacak mebaliğın on bin liraya baliğ olacağı tahmin ediliyor. Her sene olduğu gibi bu sene de İngiltere Kralı George hazretlerinin yevm-i veladetinde Abidin meydanı’nda icra edilen merasimde Mısır Reisü’n-Nüzzarı Mehmed Said Paşa Lord Kitchener’ın Kahire’de bulunmaması üzerine kendisine vekalet eden diğer bir İngiliz ceneralini tebrik etmiştir. Daima Osmanlılık’a karşı büyük bir samimiyeti olduğunu tarafından yevm-i veladet günü “Büyük Salib” nişanı i’ta kılınmıştır. – İngiltere hükumeti Mısır-Sudan Şimendüfer Hattı’nı Fransız Sudan Hattı’yla birleştirmek niyetinde iken bu kere ilsaktan mukaddem Darfur Sultanı Ali bin Dinar hazretlerinin zir-i idaresindeki memleketi yed-i zabta geçirmek ondan sonra şimendüfer hattını rabtetmek arzusundadır. Bu memleketi zir-i idaresine almak için Mısır askerinin tahşidine devam etmek üzere bulunuyor. Bu İslam’a İslam’ı kırdırmaktan başka bir şey değildir. Darfur sultanı ve Şeyh Senusi hazretleriyle Vudmara[?] ve Vaday sultanlarıyla müttefik olduğundan bu muharebe küçük bir muharebe olmayacaktır. Vudmara[?] Sultanı dörtbeş sene sıra ile Fransa hükumetiyle muharebe etmiş ve her defasında muzaffer olmuştur. el-Liva’ gazetesinde okunduğuna göre Aden dahilinde müstakil bir emarete malik olup İngilizler tarafından kendisine “sir” lakabı verilen Lahic emiri hazretleri beray-ı tenezzüh Mısır’a gelerek Yemen eşrafı Seyyid Ubeyd bin Bilal hazretlerine misafir olmuşlardır. Müşarun-ileyhin Kahire’ye muvasalatları üzerine Hıdiviyet-i Mısriyye ile İngilizler tarafından hakkında merasim-i ihtiramiyye ifa kılındığı gibi Osmanlı Komiserliği tarafından da beyan-ı hoş-amedi zımnında bir me’mur-ı mahsus i’zam edilmiştir. Bulgaristan’da Maarif-i İslamiyye – Sofya gazetelerinde okunduğuna göre mah-ı halin ’inci günü Bulgaristan Muallimin-i İslamiyye Cem’iyeti Eskicuma kasabasında bir kongre akdedecektir. Bundan yedi sene evvel teşekkül etmiş ve şimdiye kadar Bulgaristan Maarif-i İslamiyyesi’ne pek güzide hizmetlerde bulunmuş olan bu cem’iyetin yedinci defa olmak üzere in’ikad edecek olan kongresinde gerek mekatib-i İslamiyyenin ihtiyacat-ı maddiyye ve maliyyesine ve gerek en yeni usul ve asara aid gayet faideli konferanslar verilecektir. Bu kongrelerin ehemmiyetini takdire başlayan Bulgaristan Mekatib-i İslamiyye encümenlerin onlara iştirak edecek muallimlere harc-ı rah vermekte oldukları gibi Bulgaristan hükumeti de kongreye gidecek muallimler için şimendüfer ücretinden yüzde elli tenzilat icra etmektedir. Aynı zamanda bu muallimin kongreleri ahali-i İslamiyyeyi cihet-i maarife teşvik ve tergīb eylemektedir. el-Alem gazetesinde okunduğuna nazaran Londra Cem’iyet-i İslamiyyesi Haziran efrenci tarihinde Mirza Abbas Ali Bey’in riyaseti tahtında zinde mevcud nukūd ve masarifat-ı hesab tedkīk edilmiş ve yüz elli kişiden ibaret bulunan huzzarın kararıyla yeniden cem’iyete reis ve hey’et-i idare intihab olunmuştur. Hindli Kaymakam Seyyid Hasan riyaset-i daime intihabatında ihraz-ı ekseriyyet etmiştir. bil-cümle akvam ve milel arasında kavi bir rabıta-i meveddet ve uhuvvet te’sisini müslümanlarla Avrupalılar beyninde de bir meveddet istihsaline müslümanlarla İslamiyet’in hukūkunu ciddi surette müdafaa etmeye müslümanları tahsil ve ta’lime teşvik ve memalik-i İslamiyyede maarifin terakkī ve tealisine çalışmaya İngiltere’de bulunan müslümanlara maddeten ve ma’nen muavenette bulunmaya ve şeair-i diniyyenin icrası için bir cami’-i şerif ve ta’til zamanlarını tetebbu’ ve mütalaa ile geçirmek için Londra’da bulunan müslümanlara bir mütalaahane inşasına ve müslümanlara mahsus olmak üzere bir mezaristan ihdasına ve müslümanların adem-i terakkīleri esbabının taharrisiyle ona göre bir çare-i hakīkıyye keşfine dair mukarrerat ittihaz olunmuştur. Londra’da tahsilde bulunan Mısırlı talebe tarafından İngiltere’ye muvasalat eden hidiv-i Mısır hazretlerine atideki telgrafname yazılmıştır: Windsor Castle Kasrı’nda bulunan hidiv-i Mısır hazretlerine: Ahalisini seven bir melike vacib olan muamele misilli kudumunuzu “terhib-i” hoş-amedilik ifa ederiz. Lakin bi’d-defeat taleb ettiğimiz hakkımızı “meşrutiyet”i bize iade etmedikçe size hiçbir ihlası rü’yada hatırımızdan geçirmeyiz. Kudumunuzu size “hoş-amedi”yi ifa etmeyi düşünen her Mısırlıyı kendi efradı miyanına cem’iyetimiz kabul etmez. Novoye Vremya gazetesinin beyanatına göre Salarüddevle etbaıyla Burucerd tarafına doğru hareket etmiştir. Bize kalırsa bu havadisin kayd-ı ihtiyatla telakkī edilmesi lazım gelir. Şuş­ ter şehri Muhammere hakiminin mıntıkası dahilinde bulunduğundan orayı Bahtiyariler kendi yaylaları için zabtına kal­ kışmışlardır. Bu münasebetle Bahtiyariler’le Muhammere hakimi arasında muharebe başlamış ve harbin kesb-i vüs’at edeceği İran hükumetince kanaat hasıl olması üzerine Bahtiyariler’in Şuşter’den çıkmaları için Tahran kabinesi tarafından evamir-i mahsusa verilmiş ve bu suretle kavgaya hatime verilmiştir. Rusya’dan Hindistan’a kadar İran tarikıyle çekilecek olan şimendüferin umur-ı maliyye ve fenniyyesine bakmak üzere Fransa-İngiltere-Rusya hükumetleri tarafından Paris’te bir komitenin teşekkülüne teşebbüs olunmuş ve Fransa sabık rical-i siyasiyyesinden olan Mösyö Rinder’in[?] riyaseti tahtında bir hey’et teşekkül etmiştir. Bu hey’et dahilinde her üç memleket müessesat-ı maliyyesinden birer murahhas gönderilmiştir. Fakat Times ’ın ifadesine bakılırsa Hindistan’ın atisinden emin bulunmadıkça muvafakat etmeyecektir. Mulay Hafiz makarr-ı hükumeti terkedip savuştu. Fransızlar toplarını makarr-ı hükumete ve musallat olan dağ ve tepelerin zirvelerine yerleştirmişlerdir. Ufacık bir hareket akībinde Fransızlar şehri hak ile yeksan etmeye muktedirdirler. Muharebe vergisi veya tazminatı Ceneral Lyautey tarafından lemiştir. Bu suretle ahalinin gönlünü elde etmek istemiştir. Kabail-i asiyye zahiren dağılmış gibi görünüyorlar ise de batınen Marakeş Emareti’ne namzed olan Şerif’in etrafına toplanmakta ve tekrar Fransızlara karşı muharebe etmek TEFSIR-I ŞERIF Tercümesi “Ey iman eden kimseler Allah ile Peygamber’in size hayat verecek da’vetine icabet ediniz; hem iyi biliniz ki Allah sun ki sizler onun huzurunda toplanacaksınız.” * * * Ayet-i kerime ... hitabıyle başlayan Enfal Suresi’ne mensubdur. Müslümanlara hayat verecek da’veti ilme cihada yahud şehadete kasr etmek muvafık değildir. Zira evamir-i ilahiyyenin kaffesi ya doğrudan doğruya yahud dolayısıyle bizi ölümden kurtaracak; hakīkī sermedi bir hayat ile yaşatacak mahiyettedir. Edasına mecbur olduğumuz feraizden namaz gibi oruç gibi faidesi yalnız o emri yerine getirenlerin şahsına münhasır görünen bedeni ibadetlerde bile bütün cemaat-i İslamiyye huzu’-i kamil içinde kılınan namazları şöyle dursun; ahad-ı cem’iyyetin yalnız erkan-ı zaruriyyeye riayet ederek ifa edecekleri dini hareketler bile tabiidir ki kendilerini fuhuştan münkerattan rezailden kısmen olsun alıkoyar. Şu hesaba göre efradı namaz kılan milletin ahlak-ı umumiyyesi mazbut olur. Sonra efrad-ı milletin muayyen zamanlarda aynı ma’­ bedlere giderek hep birden aynı kıbleye dönmeleri; Cenab-ı Hakk’a aynı lisan-ı huşu’ aynı etvar-ı huzu’ ile yalvarmaları bunların arasındaki rabıtayı alabildiğine tahkim eder. Şu basit hikmetleri sayıp dökmekten maksadımız evamir-i lerimiz için başka yollardan tedariki telafisi kabil olmayacak kadar büyük nasibe-i felah olduğunu söylemektir. Şimdi ayet-i kerimeden riyazi bir kat’iyetle şu hakīkat anlaşılıyor ki: Biz müslümanlar dünyada mevcudiyetimizi kurtaracak; ukbada selametimizi te’min edecek; hasılı bize her ma’nasıyle hayat verecek olan şer’-i mübine sarılmazsak hüsranımız helakimiz muhakkaktır. Üç yüz elli milyonluk insan yığını nasıl oluyor da sağlam bir eser-i hayat gösteremiyor? Nasıl oluyor da hergün binlerce efradının hakk-ı mevcudiyyetine hatime çekiliyor? Bunu bilmeyecek ne var! İslam ki din-i fıtridir; onun ahkam-ı bülendine isyan fıtratın la-yetegayyer kanunlarına karşı isyandır. Bunun cezası ise dünyada haybet ukbada hizlandır. Ey ma’şer-i müslimin evamir-i ilahiyyeyi dinlememekte biraz daha devam ederseniz büsbütün mahvolursunuz. Allah size “İlim öğrenin kuvvet hazırlayın çalışın adaleti düstur ittihaz edin birbirinize muavenette bulunun hakkı tanıyın tefrikadan sakının.” dedikçe Siz bilakis cehle revac verdiniz; meskenete düştünüz; atalete kapıldınız; zulmü adet edindiniz; birbirinizin gözünü oymaya kalkıştınız; haktan yüz çevirdiniz; na-mütenahi fırkalara ayrıldınız... Artık bu tuttuğunuz yolu bırakınız. Çünkü o sizi izmihlal uçurumuna doğru götürüyor. Şeriatın gösterdiği şahrah-ı felahı tutunuz. Zira sizi kurtaracak ancak odur. Mehmed Akif Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib MÜDAFAAT-I DINİYYE HAK VE HAKİKAT – – Nail-i hidayet olmadığı halde haiz-i insaf bulunmasına binaen Tarih-i Temeddün-i İslami sahibi Corci Zeydan Efendi nevbet-i kelam bu fasla gelince işin içine fesad ve telbis katmayarak bak ne güzel söylüyor. Kitab-ı mezkurun tercümesinden aynen naklediyoruz; dikkatle mütalaa olunsun: “Bu mevki’de biraz durup da –tarihçe tetebbuat icrasından sonra– da’vet-i İslamiyye hakkında zihnimizde tecessüm eden mütalaatı beyan etmek lüzumunu hissediyoruz. Gayr-i müslim bazı muharrirler Hazret-i Muhammed’in sav ancak riyaset ve teferrüd sevdasını menafi’-i dünyeviyyeye meyl ü rağbet saikasıyle iddia-yı nübüvvet ettiğine zahib oluyorlar. Biz ise bu zehabın husulünü tecviz eder bir sebeb göremiyoruz. Zuhur-ı İslamiyyet tarihi açıktan açığa gösteriyor ki Hazret-i Muhammed ancak kemal-i sıdk u ihlas ile herkesi Din-i mürsel olduğuna halkı İslamiyet’e da’vet için evamir-i ilahiyye telakkī etmiş bulunduğuna metin bir i’tikad ile kani’ olarak i’lan-ı da’vet eyledi. Öyle olmasa idi kendisi hakkında reva görülen bunca mukavemete enva’-ı cefaya kabil değil tahammül edemezdi. Nebiyy-i [zi]-şan ızhar-ı da’vet etmeden evvel Mekke’de bilcümle ahali nezdinde büyük bir mevki’-i hürmet ve muhabbete malik idi. Kendi akraba ve teallukatı da umumen kendisini seviyor ve ihtiramda bulunuyorlardı. Kendisi dahi Hazret-i Hadice’nin serveti ve icra ettiği muamelat-ı ticariyye sayesinde müreffehen yaşamak sildi. Hakkında her türlü işkence ve hakaret reva görüldü. Hatta akrabaları olduklarından dolayı bütün Beni Haşim’e meye alış-verişte bulunmamasına müttefikan karar verildi. Ve bu ittifak bir sahifeye yazılarak Ka’be’nin dahiline asıldı. Beni Haşim bu tazyikattan dolayı dağlara iltica etmeye ve üç sene mütemadiyen dağ aralıklarında yaşamaya mecbur oldular. Bu müddet zarfında ancak gizli olarak Mekke’ye girebilirlerdi. Hazret-i Peygamber’in amcası Ebu Talib’in himayesi altında bulunmak sayesinde ancak bu sebat ve metaneti gösterebildiğini iddia etmek de bizim mütalaatımızı nakzedemez. Zira görüyoruz ki Hazret-i Risalet-penah amcasının vefatından sonra daha ziyade sebat ve metanet gösterdi. Halbuki o sırada halk Hazret-i Muhammed’e daha ziyade kin ve husumet göstermeye başlamışlardı..… Eziyetleri o dereceye vardı ki artık Hazret-i Nebi dayanamayarak kendisine zahir olacak kimseler bulmak ümidiyle Taif’e çekildi. Burada dahi aynı nefret ve tahkīri gördü. Mekke’ye avdet etti. Fakat fikrinden teşebbüsatından vaz’ geçmedi……… Mekke’de ise kendi kavmini evvelkinden ziyade kendisine hasm-ı can kesilmiş buldu. Hazret-i Peygamber’in bu ahvali cidden şayan-ı dikkattir. Çünkü gördüğü ahval ve muamelat üzerine ta’kīb ettiği da’vetten vazgeçe idi herkesten –açıktan açığa kendisine söyledikleri gibi– muhabbet ve hürmet ve ikram göreceği muhakkak idi. Fakat Nebiyy-i zi-şan bunların hiç birine ehemmiyet vermedi. Şu halde Hazret-i Risalet-penah neşrine teşebbüs ettiği da’vetin sıdk u sıhhatine ve Cenab-ı Hak tarafından bu risalet ile mükellef olduğuna son derece metin bir i’tikadla kani’ ve mutmain olmasaydı bunca eziyetlere ve hakaretlere tahammül edemez vazgeçerdi.” müslim bulundukları halde terbiyeleri iktizasınca İslamiyet söylemekten geri durmuyorlar. Nasıl ki biz de kendisine diğer bir milletin da’va-yı intisabda bulunduğu hiçbir nebiye hürmetsizlik etmiyoruz. Dinen bununla me’mur olduğumuz gibi terbiyemiz de bunu muktezidir. * * * “Iman imanı celbeder.” Bu mukaddime burada merkūm Dozy’nin kaleminden bila-ihtiyar sadır olmuştur. Çünkü ifade-i salifede Sultan-ı Enbiya Efendimiz’in gayet metin ve samimi bir i’tikada malik bulundukları i’tiraf edilmiş ve hak ve hakīkatin tezahürü emr-i zaruri olduğu kabil-i iştibah olmayan mevaddan bulunmuş olmasına binaen mukaddime-i mezkure bir netice-i tabiiyye olarak meydana çıkıyor. Fakat bunu yazan kalem bunun ihtiva ettiği hakīkati idrak etmiş olsaydı burada durur maba’di olan isnadatı dermiyan etmekten ar eder utanır idi. Halbuki hakīkat-i ma’ruzaya mübayeneti aşikar bulunan şu sözler de yine o kalemden fırlamıştır: “Muhammed efrad-ı ailesi ve ahibbası üzerinde bunun tecrübesini yaptı. İlk evvel zevcesini tecrübe etti. Bu dakīkadan i’tibaren Hadice bir melekü’s-sıyane gibi zevcinin etrafında bulundu. Onunla istihza edenlere karşı tesliye tasallutattan muztarib olduğu zaman cesaret ilham mütezelzil olduğu vakit takviye ederdi.” Tecrübe kimin karıdır? Ol kimsenin ki kendiliğinden bir şey ihtira’ eder de onun neticesi ne olacağını bilmek ister. Yoksa tuttuğu işin encamına mutmain akıbet-i haline emin olan zatın teşebbüsatı tecrübe dairesine girmek mutasavver değildir. Bunda şübhe yok! Şimdi bunlar madem ki Resul-i Ekrem Efendimiz’in risalet-i celileleri Cenab-ı Hallak-ı Zü’lCelal tarafından olmasına iman ve itminanı emr-i kat’i olduğunu –kendi taraflarından istihrac olunan esbabdan dolayı– i’tirafa mecbur oluyorlar bu i’tirafları akībinde ol hazrete “tecrübe”ye kıyam fiilini isnad etmeleri garazkarane bir tenakuz olmasında iştibah olunur mu? HEGEL’IN MAKALESI MÜNASEBETIYLE “TEALLÜM-I NEBI” İDDIASINA REDDIYE – – Cenab-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yirmi beş yaşlarında iken Şam-ı Şerif’e ikinci bir seyahatleri daha vardır ki bu seyahatte “Nastura” denilen rahib ile mülakat etmişlerdi. Draper bu seyahatten asla bahsetmemiştir. Bütün kuvve-i iknaiyyesini Bahira ile mülakat mes’elesine sarfetmiş Cenab-ı Peygamber’in on iki yaşında bulunduğunu nememiştir. Asıl mühim olan bu mülakat hakkında yalnız; “Muhammed as büyüdükde Suriye’ye başka seferler daha dahi Busra Manastırı ile misafirperver rahibleri unutulmadılar.” Draper’in şu ibaresi im’an ile tedkīk olunursa görülür ki teallüm-i nebi hakkında söylenen sözler hep zan kabilinden şeylerdir. Halbuki bin üç yüz sene evvel olan bir vak’a hakkında; “Şöyle zannolunabilir.” demek torbaya girer sözlerden değildir. Erişmediğimiz bir zamanın ahvalini tedkīk ve tenkīd etmenin tarikı asar ile istidlaldir tarihlerle isbattır. Biz birçok delillerle isbat-ı müddea ediyoruz. Her vak’ayı senesi ayı günü ile söylüyoruz. Fakat görülüyor ki muarızlarımızın da’vaları da’va bila-delildir kuru bir iddiadır. Eğer siyer-i nebi suret-i sathiyyede olsun nazar-ı tedkīkten geçirilmiş olsaydı Nasturiler hakkında teallüm-i nebiye edilecek isnad şu zikredeceğimiz “Nastura” mes’elesine daha ziyade yakışık alırdı. İşte biz i’lan ediyoruz ki: “Ey Peygamber’e muallim aramakla uğraşanlar! Teallüm-i Nebi’yi mi istiyorsunuz? Bir iftirayı ediniz ki biraz yakışsın! Cenab-ı Peygamber “Nastura” nam rahib ile de mülakat etti bu zaman ahz-ı ulum etmek ihtimali vardır. İşte böyle söyleyiniz! Yoksa; “On iki yaşında bir çocuk iken Hazret-i Muhammed ahz-ı ulum etti.” demek pek uygun olmaz! Bahira ile mülakatta hadaset-i sinn-i nebevi teallüme mani’ idi. Burada o dahi yok! Tam teallüm edeceksin; yirmi beş yaşında bir delikanlı birçok şeyler öğrenebilir.” Görüyor musunuz İslamiyet’i? Bin üç yüz sene evvel nasıl tahaddi etti ise bugün de o revnak ve letafetini muhafaza ediyor. Çünkü bizim şübhemiz yok İslamiyet’te gizli kapaklı şeyler bulunmaz. * * * Şimdi suret-i mülakatı beyan edelim de müdafaatımızı sonra dermiyan ederiz: Nastura ile mülakat-ı nebi: Vakt-i saadetten evvel Mekke ahalisi ekseriyet üzere ticaret ticaretle meşgūl idiler. En mühim menabi’-i ticaretleri eyyam-ı mahsusada Mekke-i Mükerreme’ye gelen hüccac ile kaim idi. Ka’be-i Muazzama Mekke-i Mükerreme ahalisinin medar-ı maişetlerini teşkil eyliyordu. Ka’be olmasaydı her türlü kuvve-i inbatiyyeden mahrum olan o vadide yaşamak vardır– makam-ı hac ittihaz edilmiş olduğu için etrafdan pek çok halk ziyarete geldiklerinden Mekke Hicaz’ın en meşhur şehri olup her sene evkat-ı muayyenede ictima’ eden hacılar sayesinde bir merkez-i ticaret kesilmişti. Muayyen zamanlarda panayırlar küşad edilir bütün kabail oraya gelirdi. Pek çok ahz ü i’talar ederler ve bundan müstefid olurlardı. Kureyşiler her sene beray-ı ticaret iki seyahatte bulunurlardı. Biri kışın Yemen’e digeri yazın Şam’a vukū’ bulurdu. Bu sebebden Mekke-i Mükerreme Yemen ile Şam arasında muvasalat-ı ticariyyenin merkezi idi. dul kalmış Hadice namında gayet zengin bir hatun var idi Hazret-i Hadicetü’l-Kübra validemiz radıyallahu anh a bazı zevata karda müşterek olmak şartıyla sermaye verirdi Buna akd-i mudarabe derler. Bazı kimseler tarafından Hazret-i Hadice’ye; “Muhammedü’l-Emin’e –Çünkü bi’setten evvel Hazret-i Peygamber böylece telkīb olunurdu.– bir mikdar sermaye versen hayli kar ve menfaat görürdün. Çünkü hem akıldir hem sadıktır.” diye edilen ihtar üzerine Hazret-i Hadice Fahr-i Alem Efendimiz’e külli sermaye verdi. Bu sebeble Resul-i Ekrem Efendimiz yirmi dördüncü sene-i viladetinin Zilhiccesi hitamına on dört gün kalarak Hazret-i Hadice’nin Meysere nam gulamı ile akrabasından Huzeyme bin Hakim nam zatın refakatinde kervan ile azim-i Şam olmuşlardı. Azimetlerinden akdem Hazret-i Hadice ra gulamı Meysere’ye; “Sakın Hazret-i Muhammed’in emrine muhalefet etme; re’y-i rezinlerine tabi’ ol” diye emretmiş Resul-i Ekrem’in amcaları da kafile ricaline kendisini gözetmelerine dair tavsiyelerde bulunmuşlardı. Suriye’ye muvasalatlarınde Busra civarına kondular. Resul-i Ekrem hazretleri orada bir ağaç altında bulundukları hengamda mukaddema Ebu Talib ile olan seferlerinde mülakī oldukları Bahira’nın savmaasından bu kere Nastura nam rahib gelerek evvelki seferlerinden dolayı tanıdığı Meysere’ye ağaç altında bulunan Cenab-ı Peygamber’in ismini hangi kabileye mensub olduğunu ve bazı ahvalini sual ettikten sonra; “Alamatından istidlal edildiğine göre ahir zaman peygamberi bu zat olacaktır” dedi Şam’a gitmekten vazgeçirdi. Emvali orada sattılar. Bazı kitaplarda vak’a-i mülakat şu suretle yazılmıştır: Rahib-i muma-ileyh zaten hin-i kudumlarında re’s-i saadet üzerinde sayeban olan beyaz bulut paresini görmüş ve merak etmişti. Sonra tahkīkı neticesinde aldığı ma’lumat mübareklerine vardı. Kemal-i ihtiram ile mübarek başını ve dizlerini öperek alamat-ı celilesi kütüb-i semaviyyede mastur ahir zamanda zuhuru mev’ud Nebiyy-i zi-şan olduğuna şehadet iman ve tasdika mübaderet eyledi. Mühr-i nübüvveti müşahede ile bir kat daha mazhar-ı feyz ü saadet olmasıyçün ketf-i saadetin keşfi niyazında bulundu. Nur-ı rahşan-ı hatemi de görünce itminan-ı tam hasıl ederek kelime-i şehadet getirdi. Havran Panayırı’nda birkaç gün zarfında getirdikleri şeyleri tamamen satıp alacaklarını da aldılar pek çok ticaret ettiler. Yine kafile ile avdet buyurdular. Hatta gelirken birçok havarik meşhud oldu. Artık onların tafsili çizdiğimiz planın haricinde kalır. Tafsilat arzu edenler kütüb-i müdevveneye müracaat ederler. MÜLAHAZAT-I MÜTENEVVIA – Taşrada seyahat edenler pek iyi bilirler ki çöl halinde bulunan veya tahrib-i eşcar cinayetinden dolayı çöl haline getirilmiş olan yerler şöyle dursun eşcarı çok suyu bol havası sağlam toprağı umur-ı sekeneye tesadüf olunur. Baka-yı devlet için en çok hadim olan bir unsur ümmetin tezayüdü hakkında hiçbir tarafta alaim-i muknia görülemez. İstilaya ma’ruz kalan memleketlerin muhacirleriyle bazı yerlerin imla olunmasını tezayüd-i nüfusa delil addeylemek de doğru değildir. “Müslümanları kırıp tüketen” halin askerlik olduğu hakkında pek çok söz ce bu sözlerin de hakīkati tasvir etmedikleri kanaat-i kamile bana kuvvet-bahş olabileceğinden ıslah ve takviye-i neslin esbabından addedilmek lazım gelir. Taşradan cılız cılız gelen birçok kur’a neferatının tezkire alıp döndükleri zaman idman-ı bedeni ve intizam-ı maişet dolayısıyla gürbüz delikanlı şeklinde göründükleri çok kere işitilir. Hele şimdi askere devr-i sabıka kıyas kabul etmeyecek derecede iyi bakıldığı kabil-i inkar değildir. Nüfusun adem-i tezayüdüne en büyük sebebin vefeyat-ı sıbyan olduğu her müdakkıkın taht-ı tasdikındadır. Validelerin cehlinden dolayı ziya’-ı cenin maddesinin kesret-i vukūunu dahi bizdeki noksani-i nüfusun esbabından addedenler vardır. Sıbyanın kuşpalazı gibi basur gibi bronşit ve verem gibi emraz dolayısıyla ne derecede ma’ruz-ı helak olageldiklerini ta’yin etmek etibbaya aid bir mes’eledir. Biz sıbyanın nasıl yetişeceğinden bahsedelim. Bir frenk kadını; “Nev’-i beşer anaları yavruya bakmak için kedi veya kuş analarının malik oldukları hüsn-i takayyüde maatteessüf malik değildirler.” demiş ve bu sözüyle validelerin çocuk yetiştirmek hususundaki cehl ü teseyyüblerine telmihda bulunmuştu. Birçok valideler kendi giydikleri kumaşa kendi yedikleri taama çocuklarının cisim ve mi’delerinin dahi mütehammil olacağına zahibdirler. Daha garibi kendi hastalıklarını tedavi eden ilacların çocuklarının iltiyamını da mucib zannederler. Avutmak üzere çocukların ağzına verilen ve her iki dakīkada bir kere yere düşüp mikroplu tozları ağza nakleyleyen boş emziklerden bir türlü vazgeçmezler. Gebelik alaiminin zuhuru üzerine ve lohusalık halinin tamamıyla zevalinden mukaddem alelade işlemeye çalışmaya mecbur kalan bedbaht valideler dahi ıslah ve tezyid-i nesl emrine pek de yarayamazlar. Ziyası az havası mefsud sokakları dar odaları bodrum gibi nemli yerlerde sağlam cisim gösterişli cüsse sahibi çocuklar yetişebilmesi adeta keramete tevakkuf eder. Köyler sahralar gibi havası ziyası yolunda olan yerlerde dahi sükna için lazım olan şerait-ı taharet ve nezafet bulunmazsa hayat-ı sıbyan yine ma’ruz-ı hatar kalır. Nüfus mes’elesi bizim için en büyük bir mes’ele-i hayat ve memat bulunduğundan vefeyat-ı sıbyanın esbabını ted­ kīk ve vesait-ı maniasını taharriye her milletten zi­ ya­ de muhtacız. Bunu da tamamıyla hükumetin daire-i fa­ aliyyetine bırakmayalım da bu hususta kendi kendimize bak­ maya alışalım. Bilenler ve yapabilenler bilmeyenlere ve kudreti olmayanlara yardım etmelidir. Çünkü hayat-ı mütemeddine maani-i şamilesi ile teavünü muktezidir. § Hayat-ı ictimaiyyenin medeniyet-i hazıra mukteziyatına göre tanzim ve ıslahı en etraflı surette müessiri telkīnat-ı va’ziyye olmak gerektir. Muhafaza-i hayat-ı sıbyana dair olsun veya hıfz-ı sıhhat-i ammeye müteallik bulunsun veya halkın fikr-i teşebbüsünü uyandıracak hiss-i faaliyyetini cuşa getirecek velhasıl beynelmilel müsabaka-i temeddünde ilerlemesini teshil edecek hususat hakkında olsun va’z u irşadın halk üzerinde bir te’sir-i keramet-averi bulunur. Suver-i dirin-i dindaranenin hılafında olarak vukūa gelmiş olan teşebbüsat-ı teceddüdiyye ve temeddüniyyenin mahkum-ı akamet olageldiğine dair pek çok misaller gösterilebilir. Dürus-ı temeddüniyye ve ahlakıyye ve terakkıyyeyi ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife ile takviye ederek nasa va’z suretinde ve bir lisan-ı saf u sadegi üzere vermek lüzumunu ince düşünelim. Zannımca böyle bir va’zın te’sirat-ı hasenesi yüz ceride makalatından daha seri’ daha vüs’atli olur. İslam’a olan adavet-i mevruselerinden dolayı çok kere tenkīd ve ta’yib eylediğimiz –hem de bi-hakkın eylediğimiz– ruhban-ı garbiyyeden bir kısmının o gibi hususatta mensub oldukları kavimlere ettikleri hıdemat-ı dün-karanesine pek büyük medarı bulunmuş olduğunu da bil-münasebe yada bir mecburiyet-i munsıfane hisseyleriz. Fazıl mütefennin hazık hünerver heyeat-ı irşadiyye teşkiliyle halka telkīnat-ı medeniyyede bulunmak üzere taşraya gönderilmesi tedbirine himmet edenlerimiz bulunmayacak mı acaba? Yazık ki hala bizde va’z u irşad gibi bir emr-i nazik “dünyanın öküzün boynuzunda durduğunu” halka anlatmaya uğraşan esatir-guyanın uhde-i cehlinde kalıp gitmektedir. § Geçen gün yevmi gazeteler Galata’da bir makarna fabrikasının makinesinin patladığını ve bunun gürültüsünü silah seslerine teşbih eden halkın dükkanları kapayıp pür-telaş öteye beriye sığınmak veya tarz-ı tekzibde muhtasarca yazıp geçtiler. Mes’elenin bir de cihet-i ahlakīsi vardı ki ondan bahseden olmadı. Bu şehir hamiyetsizlerin bolluğu cihetinden dünyanın en büyük beldelerinin kat kat fevkındedir. İstediğimiz maaşı bulamaz umduğumuz me’muriyeti alamaz veya bir suretle menfaat-i şahsiyye ve hatta hasisemizin sekteye uğradığını görürsek hükumetimizin dünyanın en fena hükumeti olduğunu ötede beride söylemekten devletimizin mahkum-ı zeval bulunduğu mülahaza-i bedhahanesini mütemadiyen tefevvühten kat’iyyen haya eylemeyiz. Kendi içimizde bulunan bu makūle ahlak düşkünlerine muhtelif din ve cinsten olan ve Memalik-i Osmaniyye hakkında salim ve samimi vatanperverlik beslemeyen bir alay haşeratı ilave eder ve yabancı müfsid ve casuslarının teşebbüsat-ı tehyiciyye ve tedhişiyyesini nazar-ı dikkate alırsak mülk ü milletin herc ü mercini mucib vukūata büyük bir kısm-ı nasın dide-i intizar dikmesine taaccüb eylememekliğimiz lazım gelir. Ezhan-ı amme kıtal ve ısyan felaket ve tuğyan havadisiyle dolduruluyor; her gün fenalık bekleniyor. Kendi kendisini bu derece bedbahtlığa mahkum eden başka bir memleket daha bulunmasa gerektir. Meşrutiyet bu memlekete ilim ve mantığa müstenid bir hiss-i siyaset bahşetmemiş de adi bir politikacılık hevesi vermiş. Politikacıların türrehat-ı muzırrasından dolayıdır ki efkar-ı nas daima müsemmem bir halde. Velev ki silahlar atılsın ve hatta beş-on kişi de telef olsun her halde ceraid-i ağyarın muhabirlerini ihtilal ve kıtal “müjde”si gösterenler ne kadar da namerd ne kadar da cebin adamlar kapılanlarımız bu vatana ihanet ediyorlar demektir. Hakīkaten meydanda tehlike olsa bizdeki ashab-ı cebanet bilmem ki daha ne derecede ızhar-ı havf u telaş ederlerdi. Hakīkī Osmanlı hatar-ı muhakkak karşısında bile muvazenesini şaşırmamalı metanete malik olmalıdır. An-ı hatarda şematet-i havf u heyecan daha ziyade mucib-i felaket olur; sükunet ve mekanet-i merdane ise çok kere dafi’-i beladır. nush-ı kerimi de buna işarettir. ---- FELSEFE ---- ---- MADDIYYUN VE MESLEKLERI ---- – – Bugün Müslümanlık alemini güzelce tedkīk edecek olursak derhal kendimizi iki müdhiş cereyan karşısında bulacağız. Hem de nasıl buluş? Gafilane sanki böyle bir cereyanın mevcudiyetinden bi-haberiz veyahud bu cereyanların Müslümanlık alemine hiç taalluku yokmuş! Halbuki bu iki cereyan nefsü’l-emirde pek mühim olduğu gibi millet-i İslamiyye dan hiç birisi Müslümanlığın maddi ve ma’nevi terakkīsini tesri’ etmiyor. Belki her ikisi de alem-i İslam’ın –maazallah– Bunlardan birisi; fikr-i sakīmini düstur-ı hareket ittihaz ederek hiçbir hususta maziden kat’-ı alaka etmek caiz olmadığını öne sürenlerdir. Bunlara karşı bir mütefekkir bir sahib-i hamiyyet bir hakīkī müslüman çıkıp da ihtiyacat-ı zamaniyyeyi anlatacak olursa derhal ayağa kalkıp; “Ne demek? Bizim bu kadar senedir aba vü ecdadımızdan gördüğümüz şeyi terkettirerek aba vü ecdadımızın kıyameti koparırlar. Diğeri ise bu fikrin külliyyen hilafınadır. Onlar maziden tamamen kat’-ı alaka olunmasını an’anat-ı diniyye ve sair hususatın hiç ehemmiyeti olmadığı iddia-yı batılını öne sürüyorlar. Bu babda nokta-i nazarlarına biraz muhalif görünen her sahib-i hamiyyete hiçbir zaman millet-i İslamiyye’nin terakkīsinden başka emeli olmayan sahib-i vicdana karşı fırlatacakları en büyük mermi –kendilerinin de ma’nasını bilmedikleri– “mutaassıb!” lafzıdır. Şu iki fikr-i sakīmden herhangi birisinin neşv ü nema bulması memleketimiz için cidden mucib-i felakettir. Bu iki sınıfa sathi bir nazar ile bakacak olursak nazarlarımızda layih olacak şey bunlardan birisinin müdafi’-i din diğerinin de naşir-i ilhad olmasıdır. Maa-haza biraz dikkat edilecek olursa görülür ki bu iki sınıftan hiç birisinin hakayık-ı edyan hakkında zerre kadar ma’lumatları yoktur. Zira birisi diyerek dini pek basit bir surette anlıyor aba vü ecdadından kalma olan herşeyin doğruluğunu bir Halik’a kulları irşad etmek için Sani’-i Teala tarafından gönderilmiş bir peygambere bir “din”e adem-i ihtiyac iddiasında bulunduklarından beşeriyetin bir “din” ile mütedeyyin olup olmaması lüzumunu –velev ki basit bir surette olsun– tedkīk etmek zahmetinde bile bulunmuyorlar. Bunların “din” hakkında bildikleri bir şey varsa o da; “Din mani’-i terakkīdir!” kelam-ı na-ma’kūlüdür. Birinci sınıfın maksadları ma’lum; gizli kapaklı bir şeyleri olmadığı için şimdilik bunlara dair bir şey söylemeyeceğiz. Çünkü tedrici bir surette bunların zihinleri ulum ve maarifle tenevvür ettikçe dimağlarında yerleşen yanlış fikirler kabil-i Fakat ikinci sınıf böyle değildir; ulum ve fünun ile zihinlerindeki yanlış i’tikadların silinmesi şöyle dursun bilakis neşv ü nema bulmaya çalışıyor. “Tabiiyyun-dinsiz” namını alan bu güruh-ı dalle ve mudılle günden güne tekessür etmekte ve her tarafa dal budak salmaktadır. Zira hiçbir memleket yok ki orada bunlardan birkaç kişi bulunmasın! Şurası şayan-ı teessüf ki müslümanların bu cereyan-ı müdhişe bu dinsizlik mezheb-i batılına karşı nazar-ı istihfaf ile bakmaları lazım gelir iken en ziyade müslümanlar arasında neşv ü nema buluyor; mahiyetini gayesini bilmedikleri bu mezheb-i batılı tervice çalışanlar en ziyade müslümanlar oluyorlar. Bunların iddiasınca beşeriyeti gaye-i saadete erdirecek olan “dinsizlik” imiş! İnsanlar her türlü kuyudat-ı diniyyeden tecerrüd etmedikçe terakkī edemezler imiş! Binaenaleyh müslümanlar eğer terakkī etmek isterler ise i’tikadat-ı diniyyeyi terketmek lazım imiş! Çünkü el-yevm mevcud olan “din”lerin en yenisi Din-i İslam olduğu halde o bile bin üç yüz senelik bir kıdeme malik olduğundan bu kadar kadim zamanlarda tatbik edilmek üzere vaz’ edilen bir kanun? şimdi kabil-i tatbik değilmiş! Bunların iddiasınca “dinsizlik” pek yenidir. Onun için beşeriyeti saadete! eriştirecek olan bu mezheb-i cediddir. Bunların bu iddialarının batıl ve binaenaleyh ta’kīb ettikleri gayeden pek çoklarının bi-haber olduğunu meydana koymak için evvela ber-vech-i ati birkaç sual irad etmek lazımdır ki bunlara verilecek cevaplar ile hakīkat tezahür etsin. “Dinsiz”liğin mahiyeti nedir? Ne zaman zuhur etmiştir? Bu fırkanın insanlar arasında neşretmeye çalıştığı –kendi medeniyyeti takviye medeniyetin terakkīsine büyük bir hizmet ederek başka cihete tecavüz etmemek mi? Yoksa daha başka maksadları da var mı? Bunların tervicine çalıştıkları mezheb mutlak “din”in erkanına mugayir mi? Yoksa hiçbir suretle mugayir-i “din” değil mi? Alem-i medeniyyet ve hey’et-i ictimaiyye-i beşeriyyede “din”in bahşettiği asar ve fevaid ile bu mezheb-i cedidin te’min edeceği faide beynindeki nisbet nedir? Eğer bu tarikat –dinsizlik– evvelden beri mevcud bir mezheb idiyse niçin şimdiye kadar vasi’ bir mikyasta tevessü’ etmedi? Niçin bu mezheb-i kadimi neşretmeye sai olan mürşidler? kendilerini göstermiyorlar da gizli duruyorlar? Eğer yeni bir mezheb ise bunu ihdas ve kabul etmekten gaye ve faide nedir? Eğer şu suallere tafsilen cevap verecek olursak “dinsizliğin” mahiyeti bütün üryanlığı ile meydana çıkacaktır. Fakat biz o tafsilatı makalat-ı atiyyeye bırakalım da şimdi münhasıran birkaç şey söyleyelim: “Dinsizlik”in mahiyeti hakīkati mechul bir “tabiate” arz-ı perestiş etmektir. Bunların bulundukları mesleğe gelince: Bu yeni bir mezheb değil belki kable’l-milad üçüncü ve dördüncü asırda Yunanistan’da zuhur eden ve o zamanlar “Dehriyyin” namını alan mezheb-i kadimdir. Bunların ta’kīb ettikleri maksad bil-cümle edyan-ı mevcudeyi mahv ederek tekalif-i şer’iyyeyi iskat ve muharrematı ve “emval”de iştirak ve ibaha esaslarını vaz’ ve bin-netice temhid-i mebani-i fısk u ilhad ve neşr-i asar-ı fesaddır. Bunlar şu maksad-ı hainaneye erişmek için pek çok çalıştılar ve hala da çalışıyorlar. Bunun için müteaddid namlar dönüp durdular. Fakat hangi milletin içinde bulundular ise onların ahlakını ifsad ettiler. Halbuki kendileri muslih-i alemiz Hangi müdekkık bu tarika süluk edenlerin makasıdı etrafında cevelan ederse onun için inkişaf eder ki bunların serdettikleri mukaddemat medeniyet-i hakīkıyyeyi ifsad hey’et-i ictimaiyye-i beşeriyyenin esasını bozmak zir ü zeber etmekten başka hiçbir şeye yaramaz. Çünkü –atiyen izah olunacağı üzere– hey’et-i ictimaiyye-i beşeriyyenin nizam ve intizam üzere devamını te’min eden mutlaka “din” olduğu şübhe kabul etmeyen hakīkatlerdendir. Evet; “din”siz usul-i temeddün hiçbir vakit kavi ve muhkem olamaz! Halbuki bu mesleğe süluk edenler için birinci vazife edyan-ı mevcudeyi i’dam dini akīdelerin hepsini atmak mezar-ı ademe göndermektir. Yirmi dört asırdan beri mevcud olduğu halde bu mesleğin şayi’ olmaması ve saliklerinin mebgūz olmalarının esbabına gelince: İnsanları fıtraten me’luf oldukları nizam-ı ictimai – ki kudret-i fatıranın asar-ı hikmet-i bahiresindendir– onların meydana koydukları usul-i vahiyye üzerine daimi surette galebe etmesinden ileri gelmiştir. İşte ancak bu esrar-i ilahiyye sayesindedir ki nüfus-ı beşer bunların mahz-ı hakīkat olmak üzere öne sürdükleri şeyleri mahvetmeye kıyam ediyor. Bundan dolayı bunlarda daimi bir sebat görülmemiş bunlar için bir dai bir mürşid kalkıp da doğrudan doğruya bu mezhebi neşretmeye me’mur olmamıştır; hiçbir vakit de olmayacaktır. KILIÇ DINI mevti aldığı esnada Yahudiye hükumetinin tahtında Yahudilerin en akıl ve en iyi hükümdarlarından biri olan Ezekiya var idi ve tahta İsrailiye hükumetinin inkıraz-ı kamilinden altı sene evvel kadar çıkmış idi. Muma-ileyh zaten tahta çıktığı zamandan i’tibaren din-i millinin takviyesine ça­ lışmaya başlamıştı. “Ali yerleri yıktı tesaviri bütleri kırdı. Ufak ormanları kesti. Hazret-i Musa’nın yaptığı pirinç yılanı kırdı. Çünkü o vakte kadar Beni-İsrail onun üstüne tütsü yakarlardı. O yalnız Beni-İsrail’in Allahı’na güveniyordu. Ve Allah onunla idi. Nereye teveccüh ettiyse muvaffak oldu. Asuriye hükümdarına karşı arz-ı mukavemet edip hizmet etmedi. Filistinileri Gaz[ze]’ye kadar ve daha ileriye –nöbetçilerin hisarlarından siperli şehre kadar sürdü.” Kütüb-i Mukaddese şöyle naklediyor: “Bu hükümdarlardan ve tertibattan sonra Asuriye Hükümdarı Sennacherib gelip Yahudiye diyarına girdi. Müstahkem şehirler karşısında ordusunu kurdu ve kazanmanın yolunu düşündü. Ezekiya Sennacherib’in geldiğini ve Kudüs’e karşı muharebe edeceğini anlayınca ümerasını ekabirini toplayıp şehrin haricindeki su menabiini kurutmak tedbirini arz eyledi. Onlar da tasvib eylediler. Böylece birçok ahali toplayıp su menabiini kurutmaya ve ortadan geçen derenin sularını kat’ etmeye teşebbüs ettiler. Diyordu ki: “Niçin Asuriye kralı gelip de çok su bulsun? Bundan başka şehrin duvarlarını kuvvetleştirip kuleler yapıldı. Yahudiye hükümdarı dış tarafda da bir sur yaparak Kudüs’deki Millo’yu ta’mir etti. Birçok kalkanlar mızraklar yaptı. Ahalinin üstüne muharebe kumandanları nasbedip Kudüs Kapısı Sokağı’nda topladı. Ve onlara kemal-i i’tidal ile metin ve şeci’ olmalarını Asuriye kralından ve maiyyetindeki kalabalıktan ye’s getirmemelerini tavsiye etti. “Çünkü bizimle olanlar onunla olanlardan daha çok olacaktır. Onunla lahm ve şahmdan mürekkeb bir kol var bizim ile ecdadımızın Rabbi muharebe etmek üzere bulunuyor…” dedi. Müteakıben Sennacherib’in ordusunun nasıl bir suret-i kaddese’de tasvir olunmuştur. Hezekiah Ezekiya yirmi dokuz senelik bir devre-i hükumet nihayetinde vefat etti. Herkes kendisine muhabbet ve hürmet etmiş olduklarından çok müteessir oldu. Yerine oğlu Manasse çıktı. Lakin hun-riz bir adam olduğundan “şehre ma’sumların kanı yayıldı. Enbiyanın şahsiyet-i mukaddeseleri duçar-ı taarruz oldu. Hatta İşaya İsaiah Peygamberin bir testere ile biçmek suretiyle katli bu hükümdar-ı zalimin hareketi idi…” Manasse elli beş sene hükumet etmiş yerine geçen oğlu Amun da iki sene sonra kendi huddamı tarafından katlolunmuştur. Bunu müteakıb Amun’un katilleri de i’dam ile mücazat olunarak yerine o zaman henüz sekiz yaşında olan oğlu Yuşiya Josiah kaim oldu. Bu hükümdar henüz pek genç iken büyük bir asabiyet-i milliyye merbutıyyet-i dünyeviyye gösterdi. On iki yaşında babasının tekrar te’sis etmiş olduğu putperest ma’bedlerini tahrib ecdadının merasim-i mezhebiyyesini iade etti ve otuz yaşında iken Mısırlılarla ettiği bir muharebede maktul oldu. Bundan sonra birkaç hükümdar daha geldi. Nihayet Zedekya’nın Zedekiah devr-i hükumetinde Babil Hükümdarı Buhtunnasr Babil hükümdarı Kudüs şehrini zabt yağma ve ihrak ettiği gibi hükümdarları şehrine götürmüştür. Yahudilerin tarihi işte böylece birden munkatı’ oluyor. Bu eserimizin geçen sahifelerinde müracaat etmiş olduğum bir müverrih Beni-İsrail ve Hıristiyaniyet Kütüb-i Mukaddesesi’nden ma’dud bulunan Ahd-i Atik aksamından Chronicle ’ler ile Hükümdarların Kitabı hakkında diyor ki: “Bu sahifelerde su’-i kasdlardan hıyanet i’dam ve muharebelerin ta’dadından başka tarihe benzer bir şey yoktur. Museviler bir kavl-i diniye istinaden memleketlerini kendilerine mal ettikleri Ken’aniler hakkında daima tatbika alıştıkları zulümleri yağmaları nihayet birbiri hakkında da tatbik eylemişlerdir. Dikkat olunursa Yahudilerin hükümdarlarından hemen nısfını mütecavizi maktulen vefat etmiş olduğu görülür; bununla da iktifa olunmayıp hükümdarın maktulün bütün familyası ve eviddası i’dam olunduğu… Halbuki: Bu suretle tahta çıkan hükümdarın birkaç ay sonra hemen aynı akıbete duçar olduğu ekseriya görülür. “ Hükümdarların Kitabı ’nın ’uncu Babı’nda adedi yetmişe baliğ çocuk başlarıyla dolu olan iki sepetin şehir kapısında nasıl teşhir olunduğu mezkurdur. Bunlar Hükümdar Ahab’ın çocuklarının başı olup Yehu’nun Allah’ın adamı olan Elisa tarafından Beni-İsrail’e hükümdar-ı meşru’ olmak üzere takdis edildiği de söyleniyor. Hükümdar Menahem’in devri vekayiinde de –ki bu hükümdar yalnız bir ay hükumet edebilen Şalom’u katletmişti– Tipsa şehrini kapılarını kendisine açmadığı için mahv ü harab eylediğini ve gebe kadınların karınlarının yarılmasını emrettiğini görüyoruz. Bu halde kadim İbranileri nasıl bir millet diye tavsif etmek lazım geliyor?..”*** ---- AFGANISTAN ---- ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Bazılar; “Bu cinayet Mehmed Ya’kūb Han’ın istisvabıyla oldu.” derler. Bazıları da; “Ya’kūb Han’ı emaretten mahrum etmek için Veliahd Abdullah Han’ın validesi Davudşah Han’a üç bin eşrefi verdi; o da ahaliyi teşvik eyleyerek İngiliz sefirini öldürttü.” iddiasında bulunurlar. Bu Davudşah Han Galicai taife-i safilesinden olup o sırada sipehsalar idi. Çocukluğunda Despez’de çobanlık etmiş yirmi yaşında Kabil’e gelip istihdama başlanmıştı. Sir Louis Cavagnari’nin katli üzerine ifa-yı tahkīkat ve sında olarak Kabil’e geldi. Ya’kūb Han istikballerine koştu habsettiler; ba’dehu Hindistan’a gönderip Kabil ile Kandehar’a mutasarrıf oldular. § Şir Ali Han’ın Ruslar nezdine yolladığı murahhaslar şunlardı: Serdar Şir Ali Han-ı Kandehari Kadi-i Peşaveri Müfti Şah Muhammed Münşi Muhammed Hasan ve merhum Emir Dost Muhammed Han’ın bendeganından bazılarıyla ümera-yı askeriyyeden birkaç zat. Bunlar Semerkand’a geldikleri esnada Şir Ali Han Belh’de kalıp Rus askerinin vürudunu bekliyor Rus valisi de Şir Ali Han Semerkand’a gelecek diye menzil tedarik ve tertibiyle meşgūl oluyordu. Evvelce söylenildiği üzere Şir Ali Han vefat ederek bu tedbirler bi-sud kalınca vekayi’-i cariyye hakkında ma’lumat alabilmek için Taşkend’e gittim. Ya’kūb Han Rus valisine bir mektup yazıp; “Pederimle akdolunan muahedatın kaffesini emirin mektubunu Petersburg’a yollamıştı. Emirin; “Abdurrahman’ı Semerkand’dan teb’id ederseniz minnetdar olacağım; çünkü ondan emin değilim” mealinde diğer bir mektubu üzerine de Rusların bana olan nazar-ı teveccühleri değişmişti. Ben bu tebeddülü anlamamış görünüyor ve her gün teferrücle dem-güzar oluyordum. Vakta ki Taşkend’e geldim Şir Ali Han’ın benden evvel vürud etmiş olan murahhasları hakkında tahkīkat ifası için casuslar ta’yin ederek bazı ma’lumat aldım. Bunlar Rus askerine muavenet zımnında bazı şerait dermiyan etmişlerdi ki Serdar Şir Ali Han Kandehar Vilayeti’ni Ruslara verecek Münşi Hasan Kabil’deki Kızılbaş ve Hezarileri Rusların itaatine idhal eyleyecek Müfti Şah Muhammed bütün Galicaileri Kadi-i Peşaveri de Peşaver Suvat Bacur’daki tekmil tavaifi taht-ı inkıyada getirecekti. Bunları öğrenince Semerkand’a avdet ettim. Benden sonra murahhaslar da oraya geldi. * * * Biraz da –Semerkand’da kendilerini himaye eylediğim– amcazadelerim Serdar Muhammed Server Han ile Serdar Aziz ve Serdar Muhammed İshak hanlardan bahsedeyim: Murahhasların vürudu üzerine Serdar Muhammed Server Han benim tarafımdan Şir Ali Han-ı Kandehari’ye bir mektup yazdığını söyleyerek tahtim için mührümü istemişti: – Şir Ali Han-ı Kandehari ile emsalinin yüzünü görmek mişler diyerek mührümü vermedim. Server Han: – Şir Ali Han-ı Kandehari Kelam-ı Kadim üzerine yemin etti. dedi. Güldüm ve; – Kur’an ’a inanmayan heriflerin mushafa yeminlerinden ne çıkar? cevabını verdim. Server Han gösterdiğim delail-i adideye rağmen mührümü istemekte ısrar etti. Ziyadesiyle canım sıkıldığı için; – Bu türlü eşhas ile münasebette bulunmak arzu etmem. Onlara gidecek bir mektubu da elimle mühürlemem. Al; ne yaparsan yap diyerek mührümü fırlattım. Server Han mektubu tahtim eyledikten sonra Kadi Can Muhammed vedaatiyle Şir Ali Han-ı Kandehari’ye gönderdi. Bu herif de ünvanı kadi olmakla beraber dinsiz bir hain halde kalbi kömür gibi kararmıştı. Şir Ali Han aldığı mektubu okur okumaz Semerkand ceneraline o da Taşkend Valisi Ceneral Kaufmann’a yollamış. Beş gün geçip de Kadi Can Muhammed gelmeyince Serdar Server Han’a; – Mektubu mühürlemesini istemediğim halde ısrarınla beni belaya uğrattın dedim. Altıncı günü ata binip dolaşmaya çıkmıştık. Adamlarımdan biri arkamızdan yetişti: – Semerkand hakimi bir tercüman ile geldi; sizi görmek ALTIPARMAK MEHMED EFENDİ Elsine-i selase edebiyatına vakıf fuzala-yı üdebadan bir zat olup Üsküplüdür. Memleketinde “Çıkrıkçızade” ve “Altıparmak” şöhretiyle be-nam olmuşsa da ahiren ikinci şöhretiyle teşehhür etmiştir. Nüzhet-i Cihan mukaddimesinde be-Altıparmak” yazdığı da ikinci şıkkı te’yid ediyor. Ulum-ı aliyye ve ‘aliyye tahsilini vatanında ikmalden sonra meslek-i kadim-i tasavvufa da intisab lüzumunu derpiş ederek Üsküp Kal’ası’nda defin-i hak Tarikat-i Bayramiyye ricalinden Şeyh Ca’fer Efendi’ye bey’atle gaye-i tasavvuf olan tasfiye-i vicdana da muvaffak oldu. Ba’dehu İstanbul’a gelerek bir müddet bugün de meşher-i ilm ü fazilet bulunan Fatih Cami’-i Şerifi’nde hadis tefsir tedrisiyle neşr-i fazilet ve iktisab-ı şöhret eyledi. Daha sonra “Mısır”a rıhletle buradaki tedrisiyle de kadr-şinas ulema-yı Arabın enzar-ı takdirlerine mazhar olarak ifa-yı hacc-ı şerif için canib-i Hicaz’a azimet ve ba’de edai’l-hac yine Mısır’a avdetle ke’l-evvel ulum-ı ‘aliyye tedrisiyle meşgūl olup tarihinde irtihal-i dar-ı beka etti. Cenazesi bir cemm-i gafir tarafından kaldırılarak “Suk-ı Gar”da bina-kerdesi olan mescid haziresine defnedildi. Asar-ı fazılanesi: Altıparmak : Meşahir-i ulemadan Molla Miskin’in bir mukaddime dört rükün bir hatime üzere müretteb siyer-i enbiya ve siret-i Cenab-ı Mustafa’dan bahis Ma’aricü’n-Nübüvveti fi-Ma’arici’l-Fütüvveti ismindeki Farisiyyü’l-ibare eser-i meşhurunun tercümesi olup matbu’dur. Bu eser Koca Nişancı Mustafa Bey tarafından da Dela’ilü’n-Nübüvveti’l-Muhammedi ve Şema’ilü’l-Fütüvveti’l-Ahmedi ismiyle tercüme olunmuştur. Tercüme-i Nigaristan-ı Gıfari : “Gıfari” şöhretiyle benam Ahmed bin Muhammed el-Kazvini’nin tarih-i İslam yü’l-ibare eser-i ma’rufunun tercümesi olup ismi Nüzhet-i Cihan ve Nadire-i Devran ’dır ki şayan-ı istifade asardandır. Nüshaları İstanbul kütübhanelerinin bazılarıyla kütübhane-i acizide vardır. Nigaristan-ı Gıfari fuzala-yı Osmaniyyeden şair-i meşhur Şeyhülislam Yahya Efendi tarafından da tercüme olunmuştur. Fuhul-i ulemadan Muinüddin İsferaini’nin de Ebi Said Bahadır Han-ı Cengizi namına Nigaristan isminde Farisiyyü’l-ibare bir te’lifi olduğu gibi Allame-i Rum Tercüme-i Sittin li-Cami’i’l-Besatin : Asl-ı eser Hüccetü’l-İslam te’lif-i makbulü olup tercümenin bir nüshası Köprülü Kütübhanesi’nde mevcuddur. Kaşifü’l-Ulum ve Fatihu’l-Fünun : Şerhu Telhi­ sı’l-Ma’­ ani tercümesi olup bir nüshası Kütübhane-i Umumi’de vardır. Bu tercümenin mukaddimesindeki; “Nice resail-i dakīka tasnif ettim.” ibaresinden anlaşıldığı üzere sahib-i tercümenin ta’dad ettiğimiz asarından başka da eserleri olduğu anlaşılıyor. Teracim-i ahval kitaplarımızın bazılarında meşhur Mutavvel ’i de tercüme ettiği muharrerse de manzur-ı acizi olmamıştır. Nüzhet-i Cihan mukaddimesindeki eş’arından: Kar u barı akılin daim hata-puş olmadır Ayb-bin olmak revadır Servera cahillere Dide-i insaf ile nazır olan ehl-i kemal Nisbet etmez şeyn ü aybı bir nefes kamillere HUTBE VE MEVAİZ ---- HUTBE ---- Ali Şeyh Reha-kar ve Ulvi Teşebbüsler: BURSA’DA DARÜŞŞAFAKA TE’SISİ MÜNASEBETİYLE Yevmi gazetelerin Haziran tarihli nüshalarını gözden geçirenler şübhesiz şuunat-ı yevmiyye arasında şu birkaç satırlık yazıları okumuşlardır: “Dersaadet Cem’iyet-i Tedrisiyye-i İslamiyyesi tarafından Bursa’da bir darüşşafaka mektebi te’sisine teşebbüs edilmiştir. İşbu mektebe alınacak talebeye ameli ziraat ve baytar dersleriyle ulum-ı diniyye okutturulacak ve mektepten me’zun olacak efendiler köylere muallim ta’yin edileceklerdir.” Münevver ve nevvar bir cem’iyetin bir hey’et-i mübeccelenin sakin ve sakit vakūr adımlarla mefkuresine doğru yürümekte olduğunu tebşir eden bu birkaç satırlık yazı şüb­ he etmem ki benim gibi birçok kimselerin de kalblerini çırpındırmış pek çok ruhları nuşin ümidlere düşürmüştür. Hay u huy-ı siyasiyyat arasına karışan bu yazıları ben atide vukūa getirecek daha parlak ve muazzam teşebbüsatın azade-i alayiş bir başlangıcı gibi telakkī etmek istiyor ve öyle olmasını bütün kalbimle ümid bütün varlığımla temenni ediyorum. Bu diyar-ı tarumarda dört seneden beri parlak i’lanlar şa’şaalı resm-i ibtidalarla birçok teşebbüsata girişildi. Fakat aradan vakit geçtikçe evvelki hahişler söndü geçici hevesler hararetini gaib etti. Ortaya hiçbir eser konulamadıktan maada bu gibi hayırlı işlere teşebbüs edeceklerin Şark’ta hayat-ı ferdiyyet o kadar kökleşmiştir ki bunun derin cüzurunu söküp çıkarmak müt’ib ve medid birçok mesai sarfına tevakkuf eder. Bu sebebe mebnidir ki asil ve metin bir terbiye-i fikriyye verilmedikçe nesl-i atiyi de cem’iyet hayatıyla ünsiyet peyda ettirmek müşkil olacaktır. Beş-on münevver gencin bir araya gelerek büyük bir heves ve hahişle başladıkları herhangi bir teşebbüsün neticedar olamaması cem’iyet hayatına olan temayülün suri daha doğrusu taklidi olmasından bilakis ferdiyetin daha çok nafiz ve daha çok hakim bulunmasından neş’et etmektedir. Baştan başa bir feyfa-yı nadani olan koca bir iklimin tenviri atıl ve sefalet-zede bir milletin kurtarılması öyle geçici hevesler ferdi teşebbüslerle hiçbir vakit mümkün olamaz. Azim ve basiretkar nevvar dimağlardan müteşekkil cem’­ feyi tahammül edebilirler ve etmelidirler. Kitlenin bi-eman ihtiyaclar altında ezildiğini akūr yoksullukların merhametsiz dişleri arasında kemirildiğini görüp dururken azimkar bir hahişle nafi’ ve müsmir teşebbüsata girişileceğine siyasiyat ve ihtirasatın gavga-yı bi-suduna atılanlar ayıldıkları zaman pek feci’ bir manzara karşısında bulunacaklarını acaba hiç düşünmüyorlar mı? Hatıra getirmek istemiyorlar mı ki bu manzara-i fecia-nüma karşısında kendileri de tab-aver-i tahammül olamayarak eriyecekler biteceklerdir. Bugün cihan-ı İslam baştan başa cehalet atalet gibi sakīl iki kabus altında eziliyor. Bu iki müdhiş kurt hun-aşam dişleriyle müslümanların uruk-ı zindegisini parçalıyor kemiriyor; menabi’-i hayatiyyesini emiyor kurutuyor. Bütün bu hali bilen gören feci’ akıbeti takdir eden münevver dimağlar ise ihtirasat ve siyasiyatın serab-ı nuşini arkasında koşmaktan kendilerini alamıyorlar. Şahsi emellerden gayr-i meşru’ hırslardan sıyrılarak kıy­ metdar zamanlarını dindaşlarının kardeşlerinin tenvir-i dimağīsine atalet ve sefaletten kurtarılmasına hasretmek lüzum-ı mübremini hissedemiyorlar. Acaba öksüz evladlarının müsmir bir terbiye almasına bir sahra-yı nadani olan memlekette nurlu çiçekli vahalar semeredar ve feyzli san’athaneler te’sisine çalışmak zamanı hala gelmedi mi? Cem’iyet-i Tedrisiyye-i İslamiyye şu büyük ve Huda-pesend teşebbüsü ile mütefekkirin-i milleti ağniya-yı ümmeti meydan-ı faaliyyet ve semahate da’vet ediyor. Her türlü şahsi ve siyasi ihtiraslardan tecerrüd ederek sırf ilmi ve ictimai bir gaye ta’kībi için saha-i cihada atılmak arzusuyla titreyen kalbler birleşir metin ve azimkar kollar tevhid-i mesai ederlerse az zaman içinde hayret-bahş muvaffakıyetler tecelli edeceğine şübhe etmemelidir. Darüşşafaka buna bir misal-i paydar değil midir? Milletin hatıra-i terem zevatın himmetleriyle teessüs eden “Darüşşafaka” bu vatana pek çok kıymetdar vücudlar yetiştirmiştir. Pençe-i biinsaf-ı sefalet altında sarsar-ı bi-eman-i ihtiyac karşısında ezilmeye ebediyyen sönmeye ma’ruz nice zekalar ne kadar ma’sum dimağlar bu dar-ı şefekatin zir-i sakf-ı irfan-nisarına sığınarak iktisab-ı kemal etmiş vatana nafi’ ve kıymetdar birer vücud olarak yetişmişlerdir. Salih Zeki Emin Ferid ve Hüseyin Remzi Beyler gibi milletin medar-ı iftiharı olan sahib-i fazilet mütefenninler İsmail Safa Ahmed Rasim Beyler gibi nezih edibler bu dar-ı feyzin millete yadigar-ı kemalat-nüması değil midirler? Bursa’da te’sisi mutasavver olan darüşşafakanın da mem­lekete büyük kardeşi gibi faziletkar gençler yetiştirme­ sini temenni edelim. Cem’iyet-i Tedrisiyye te’sis edilecek bu yeni mektebin programını muhit ve ihtiyacat-ı mahalliyyeyi nazar-ı i’tibara alarak tanzim edeceğinde şübhe yoktur. Esasen gazetelerdeki yazılar da bunu te’yid ediyor. Cem’iyet-i Tedrisiyye’nin bu mübeccel ve peyamber-pesend teşebbüsü[nü] alkışlar ve muvaffakıyetini temenni ederiz. Bu mühim teşebbüs kalbleri saadet-i milliyye temennisi şübhesiz alkışlarla istikbal edilecektir. Fakat mütefekkirin-i millet mütemevvilin-i ümmet bu hayırlı teşebbüsü yalnız alkışlamakla mı iktifa etmelidir? Bu gibi mühim teşebbüsata fikren malen ibraz-ı muavenet etmek her müslümanın vezaif-i vicdaniyyesinden değil midir? Bu yolda atılacak hatveler sarfedilecek gayret ve servetlerin ferman-ı celili ahkamında dahil olduğuna tereddüd edilebilir mi? Nazargah-ı hayretimize her gün yeni bir harika-i fenniyye vaz’ eden garblılar vatanlarını bu gibi heye’at-ı kiramın teşebbüsat-ı azim-karanesiyle kurtarmışlardır. Avrupa’nın Amerika’nın neş’e-dar ufuklarını ruh-nüvaz ve şetaret-engiz zevklerini bırakarak Arabistan’ın ekalim-i yabisesine koşan oralarda mektepler san’athaneler te’sis ile temdin namı altında bedevilere zerk-ı efkara çalışan hey’etlerin misyoner cem’iyyetlerinin bizim zararımıza olan azim ve faaliyetlerinden olsun yazık ki bir hisse-i intibah alamıyoruz. Cem’iyet-i Tedrisiyye-i İslamiyye bugün yalnız Bursa’da değil Memalik-i Osmaniyye’nin her tarafında darüşşafakalar darüleytamlar açmalı değil midir? Memleketin en yüksek en necib simalarından müteşekkil olan hey’et-i muhtereme bu ümniye Bugün Bursa’da i’la edilmek istenilen bünyad-ı ma’rifete yarın Konya’da Manastır’da Erzurum’da Bağdad’da Şam’da da birer kaşane-i irfan terfik etmeyi kim bilir ne kadar düşünmüşler ne kadar arzu etmişlerdir? Fakat… Evet; fakat ne çare ki yar yok yar-ı mededkar yok!.. Biz herşeyi hükumetten beklemek hastalığından kurtulamaz gömmeliyiz. Her yerde her memlekette bu gibi ilmi sınai zirai ictimai ve temdini teşebbüslere daima ahalinin münevver sınıfı rehber olur; hükumetler de bu hey’etlerin mesaisini teshile hizmet ve muavenet ederler. Her türlü ihtirasat ve amal-i siyasiyye fevkınde olmak üzere lüzum-ı teşkilini Sebilürreşad ’ın geçen nüshalarından birinde arzetmiş olduğum “hey’et-i tenviriyye-i milliyye”ler edecek hey’etlerdir. Efrad-ı milleti hasis ve sefil temayüllerden nefret-engiz ve adi ihtiraslardan kurtararak müsmir ve feyzdar bir saha-i faaliyyete sevkedecek olan hey’et-i tenviriyyeler halkta cem’iyet fikrinin tenmiyesini ferdiyet meylinin azalmasını te’min edeceklerdir. Ancak o vakit muhiti kaplayan kabus-ı atalet dağılarak milletin pişgah-ı azmine vasi’ bir saha-i faaliyyet açılır. Zinde ve münevver gençler bu saha-i faaliyyette metin ve seri’ adımlarla evc-i terakkī ve tekamüle doğru kat’-ı mesafe ederek geçtikleri uğradıkları yerleri huzemat-ı irfanlarıyla nur-ı ma’rifete garkederler. Bursa Darüşşafakası’na alınacak yetim ve bi-kes çocuklar bu dar-ı feyzin agūş-ı irfanında perverişyab-ı kemal olduktan sonra feyyaz dimağları metin bazularıyla milleti kurtarmaya bi-kes köylülere nevvar ve azimkar birer veli-i müşfik olmaya koşacaklardır. Ne ulvi teşebbüs ne mübeccel netice!.. Cem’iyet-i Tedrisiyye-i İslamiyye’nin bu feyyaz ve müsmir teşebbüste muvaffak olmasını teshil ve temenni etmek bu uğurda her türlü fedakarlıktan çekinmemek bütün müslümanlar için bir vazife-i mukaddese bir vazife-i hamiyyettir. NİSAİYYUNDAN CEVAD SAMİ BEY’E AÇIK CEVAP Beyefendi! Mayıs sene tarihli mektubunuzu aldım. Cevabını makalemin hitamına ta’lik ettim. İstediğiniz tarzda cevap veremediğime müteessifim. Mes’ele şahsi değil. Bütün bir millet-i muhterem vücud-ı dini ve millinin –ırkan Arnavud olduğum halde– cazibe-i i’caz-ı tevhid ile –elhamdülillah ala-ni’meti’liman ve’l-İslam– bir uzv-ı zi-hayatı bulunuyorum. Vazifenin takdiri ise her türlü derece-i takdirin fevkındedir. Makaleme amik bir teessür-i vicdan ile –muvakkaten– hitam verdim. “ Sebilürreşad Mecmuası’nda iki haftadan beri “Bizde Nisaiyyun Nasıl Türedi?” ünvanlı makaleler yazıyorsunuz. Tarz-ı tahririnizden gayet alim Estağfirullah! ve dindar bir zat… olduğunuz anlaşılıyor.” diye büyük bir teveccühle söze başlarken; “Lakin ilmin şart-ı evveli la-yuhtiliğe kalkışmamaktır. “Ben ne söylersem ayn-ı hikmet muvafık-ı şeriat’tir! Benim fikrimi kabul etmeyen dinsiz hain-i millettir.” diye ortaya atılmak alim bir adama yakışır mı?” cümle-i istidrakiyyesiyle ve ma’nidar bir istifham-ı tevbihi ile o büyük teveccühünüzü geriye alıyorsunuz. Görülüyor ya!; bu pek açık bir tenakuzdur. Evvela ilmin hem de vasf-ı gayet ve kemaliyle –tebcil sonra da tevbih ve techil?! “İlmin şart-ı evveli la-yuhtiliğe kalkışmamaktır...ilh.” demek; “Sen cahilsin henüz ilim ne demek olduğunu bilmiyorsun. Bilsen la-yuhtiliğe kalkışmaz da’va-yı enaniyyet etmezsin.” ta’birinin üslub-i diğeridir. Hame-i irfanınız nasıl oldu da daha ilk satırlarda böyle bir tenakuza düştü? Elbette bunu sormaya hakkım vardır. Fakat müsaade edin de cevabını ben vereyim: Hakaik-ı bedihiyyeyi ihtiva eden o makaleyi siz tasdik ve belki takdir edecektiniz. İlk kelimat-ı teveccüh-karaneniz buna delildir. Bu sözlerde bir gayr-i ihtiyarilik gizleniyor. Çe faide ki içine düşmüş olduğunuz muhit fikrinizi bulandırdı; hissinizi boğdu şaşırttı; sizi elim bir tenakuza düşürdü. Sizin bu mütenakız sözleriniz ayniyle bir hastanın tabibine: Siz mesleğinizde fevkalade mütehassıs ve hazakat-i kamile teşhis-ı maraz ve usul-i tedaviden bi-haber denecek kadar cahilsiniz. Çünkü vermek istediğiniz ilac fenn-i tıbba muvafık değil. Siz onu kendi vahimenizin tazyikıyle tertib ettiniz. Bir de şimdi; “Benim bu ilacım son derece muvafık-ı fendir fevkalade müessirdir; içmezseniz ölümünüz muhakkaktır.” da’va-yı hod-kamanesinde bulunuyorsunuz. İçmediğim halde beni “Ölümünüz muhakkaktır” diye tehdid ediyorsunuz. Bu bir tabib-i hazık ve mütehassısa yakışır mı?” demesine benzer. Zavallı hasta! Bu teşbih-i beliğ –ihtimal ki– sizin hoşnuza gitmez. Fakat Azizim! Alim; tabib-i ruhanidir. O ruha arız olan emraz-ı ma’neviyyeyi tedavi eder. Cismani hastalıkların ba-husus emraz-ı dahiliyyenin tedavisi –sorunuz!– bir tabibi ne kadar yorar! Evvela marazı teşhis etmek sonra onun ilacını bulmak mikdar-ı fennisini ta’yin etmek ne kadar belini büker! Cüz’i bir sehv ufacık bir hata hastayı ölüme kendisini de kanunun pençe-i intikamına teslim eder. Emraz-ı cismaniyyenin teşhis ve tedavisi bu kadar güç tabib için bir namus hatta hayat mes’elesi olursa ya ruhani hastalıklar!.. Hummadan müdhiş vebadan taundan mühlik bir maraz-ı uzv[un] hastalığından haberi yok. Şiddetle in’ikar ve afiyette olduğunu muannidane iddia ve iddiasında ısrar ediyor. Tabibine –hazakatini tasdik ve teslim ettiği halde yine– cehalet etmeyenleri misyoner şakirdi namıyla tevsim ediyorsunuz?” diye muahaze ederek vahşet ve nefretle memzuc nazarlar fırlatıyor. Bir hasta için en büyük musibet marazını inkar etmesi tabibini gayz u tehevvürle koğmasıdır. Bir tabib için de en müşkilü’l-iktiham derd en vicdan-suz azab böyle bir hastanın tedavisine me’mur olmasıdır. Biçare tabib tedavi etsin; nasıl?.. Çekilip gitsin; mümkün mü? Hastasını nasıl göz göre [göre] ölüme terketsin? yorum. Belki gözle görülen el ile tutulan hakayık-ı mahsuse-i bedihiyyeden bahsediyor ve kanun-ı ilahi olan Cenab-ı Kur’an -ı Hakim’in –acizane– terceman-ı ahkam-ı evamir ve nevahisi olmaya çalışıyorum. Emin olmalısınız ki bir tabib sehv ü hatadan ne kadar korkar bir mahi-i hayat sıfat-ı katilesiyle kanunun pençe-i kahrına düşmekten ne kadar titrerse Allah ve kıyamet gününe o dehşetli günün mahkeme-i kübrasına şiddet-i hesabına hevl-i azabına kalben ve ruhan inanan bir mü’min alim ondan yüz bin kat ziyade lerze-nak-i havf u haşyet olur. Lisan-ı akdes-i Cenab-ı Peyamber-i a’zamiden olmak üzere rivayet olunur ki: “ Eğer insan öldükten sonra duçar olacağı ahvali bilse yediği her lokmayı içtiği her yudum suyu gözyaşlarıyla ıslatır ve sinesini döğer; içine zehir olur gider. Fakat ahval-i maba’de’l-mevti bilmez de zevk u safa içinde kemal-i huzur u rahatle bol bol yer içer; zavallı gafil!” Cami’-i Sağīr İmam-ı Süyuti’nin Burada kanunun pençe-i adaletinden tahlis-i giribana timas kabil; orada muhal ender-muhal. el-Yevmü’l-ahir öyle hevl-engiz öyle hıred-suz bir gündür ki insan ef’al-i cinaiyye-i dünyeviyyesini bütün kuvvetiyle inkar etmek isterken aleyhindeki şahidleri yine kendisinde görür. Görür ki lisanı elleri ayakları aleyhine şehadet eder. İşte Kur’an -ı Hakim; Sure-i Celile-i Nur Ellerin ayakların nutku istib’ad mı olunuyor? Dil namına bir et parçasına meziyet-i nutku veren Cenab-ı Kadir ale’l-ıtlak neden o meziyeti ele ayağa göze kulağa veremesin? Sen insan iken sadayı sinematografa alır sahibini ufacık bir kutu içinde gizlemiş kadar bir harika-i iktidar gösterirsin de seni yaratan Allahu Ekber neden eli ve ayağı söyletemesin? Sen şu ayet-i celilede terakib-i münifesinin nazm-ı mukaddesi üzerine atfına dikkat et. Bu atıf diyor ki: “Allah’ın indinde el ve ayağın lisandan bir farkı yoktur. Lisanı söylettiği gibi el ve ayağı da söyletir.” Akıl için bunda istib’ad edecek zerre kadar bile bir garabet yoktur. Bilakis pek tabiidir. Ma-ba’de’l-mevte inanmayanlar omuz silkerek istihfaf ve istihza ile gülenler ölümü de inkar edemezler ya! Nihayet günün birinde o dehhaş pençe-i mevtin tırnakları arasına düşeceklerini ister Kıymetli canları o nazenin o “çıt kırıldım?!” vücudlarının her zerresinden ayrı ayrı çekilip alınır kıvrım kıvrım kıvrandırır inim inim inletirken aileleri evladları akrabaları döşekleri etrafında hıçkırıklarla hüngür hüngür ağlar yaka yırtar saç yolarken yine omuzlarını silkerek istihfaf ve istihzalarla safa???ya karşı ebediyyen yumarken yine omuzlarını silkerek Sure-i Celile-i Vakıa [ - ] nazm-ı ezelisinin meal-i pür-melalidir. Şimdilik bize ölümün i’tiraf-ı can-sitanı kafidir. Üst tarafını da gördükleri vakit lütfen?! ikrara tenezzül ederler. rı yazan ömründe bir misyoner görmemiş hiçbir ecnebi mekte­ binde tahsil etmemiştir. Elhamdülillah müslümanım ve sa­ labet-i diniyyem yerindedir.” demek salabet-i diniyye sa­ hibi yani: Dininize pek kavi pek muhib pek sevdazede hakīkī bir müslümansınız. Oh… ne a’la! Buna ben de; “Elhamdülillah!” derim. Fakat bilirsiniz ki bu bir da’vadır; sıhhati delilden müstağni değildir. Madem ki salabet-i diniyye sahibisiniz madem ki dininizi tebcil ve takdis ediyorsunuz o halde sevdavi bir aşk-ı iman ile sevdiğiniz dine bigane kalan Türklük’e İslamiyet’e yan gözle bakan milliyetinizi diyanetinizi sevmeyen misyoner şakirdleriyle nasıl oluyor da birleşiyorsunuz? Bir taraftan misyoner şakirdliğinden ecnebi mektebinden tahsilden teberri ederken yine nasıl onlarla akd-i rabıta ediyor nasıl fikirlerini muvafık-ı akl ü hikmet buluyorsunuz? Doğrusu bu sözlerinizde de –darılmayınız!– sarahate karib bir tenakuz görüyorum. Hem; “Elhamdülillah müslümanım ve salabet-i diniyyem yerindedir.” demek hem de; “Biz mani’-i temeddün ve terakkī olan İslamiyet’­ ten kurtulup da Avrupalılaşmadıkça kabil değil adam olmayız?!” hezeyanlarını savuran misyoner şakirdlerine dest-i muhadenet ve musafatı uzatmak bilmem nasıl mümkün olabilir? Ahibbanızdan biri çıksa da veliyyü’n-ni’met-i vücudunuz aleyhinde tefevvühat-ı lisaniyyede bulunsa yüzü­ nüze karşı pederinizi tahkīr etse ne yaparsınız? Kalbiniz cerihadar olmaz vicdanınız kanamaz mı? Artık miyanenizde dostluk uhuvvet kalır mı? Farz-ı muhal olarak kırılmasanız dostluğunuzu muhafaza etseniz pederiniz de bu çirkin hadiseden haberdar olsa size ne der ne nazarla bakar? Beyefendi! Bahsimizde tecavüz gören pederinizden yüz bin kere sevgili olmak lazım gelen dininizdir. Dinini gerçekten seven onun dostuna dost düşmanına düşmandır. Salib Hilal’i sevmiyor; nerede galebe çalarsa vahşiyane ve akūrane ayakları altında eziyor. Bu hal ile Hilal Salib’e nasıl dest-i meveddetini uzatır? Diyorsunuz ki: “Fakat milletimi vatanımı sevdiğim devletimizin bekasını tehlikeye koyacağına yakīn hasıl eylediğim tinin öz milliyetini teşkil eden İslamiyet’tir. İslamiyet aradan çekilince milliyet de vedaı çeker. Bu hakīkati makalemde de söyledim. Hal-i esef-iştimalleri devletimizin bekasını tehlikeye koyacağına yakīn hasıl ettiğiniz kadınlarla kimleri murad ediyorsunuz? Misyoner şakirdlerini mi? O İslamiyet’ten müsta’fi madamları Müslümanlık’tan mütecerrid kontesleri mi? “Ahlak ve adab-ı milliyye vahşi bir taassubun akūr bir cehaletin mahsul-i evham ve hayalatıdır. İnsanın fazileti ahlaksızlıktır…” diyen filozof misleri mi? Bunlar gerçekten devletimizin bekasını tehlikeye koyacaklarına hiç şübheniz olmasın. Türkistan’dan Buhara’dan Cezayir’den Tunus’tan Rusya’dan gelen din kardeşlerimiz yüzleri kulaklarının –elmas küpelerini göstermek için– ardına kadar açık tuvaletli saçları meydanda kolları dirseklerine kadar çırçıplak gerdenleri memeleriyle beraber gayet ince ve seyrek bir tüy tül altında en namuskar insanların bile cazib-i enzar-ı şehveti guya çarşaf diye kullandıkları –nisvan-ı gayr-i müslimenin bile hiddet ve hicab ile yüzlerini çevirdikleri– inadına dar kösteklenmiş kısrak gibi ayağıyla sıçratan eşkal-i tabiiyyesiyle gösteren bir İslam kadınından başka herşeye benzeyen bu garib mahlukları görünce; “Aman ya Rabbi! Bizim dört yüz milyonluk alem-i İslam’ın kıblegah-ı Hilafet-i Mukaddesesi diye selamet ve saadetine gece gündüz gözyaşları dökerek dua ettiğimiz yer burası mı? İstanbul’un muhadderat-ı İslamiyyesi bu nisvan-ı firenge taş çıkartan u’cubeler mi? Bir daha bunlar için ağlamak hayır dua etmek mi? Tevbeler olsun ya Rabbi!” nedametleriyle elleriyle yüzlerini kapayarak kaçıyorlar. Memleketlerinde bu gördükleri manazır-ı vakahat ve rezaleti anlatıyorlar alem-i İslam’ı merkez-i Hilafet-i Muhammediyye’den alehissalatü vesselam bu yegane devlet-i Kur’an iyyeden soğutuyorlar. Anadolu içlerinden gelip de Kadıköyü’ndeki hayasızlıkları aşüftelikleri… gören müslümancıklar ağlayarak la’netler okuyarak dönüyorlar. Sonra dahili düşmanlarımız müslüman köylerine gidiyorlar; o saf yürekli köylü dayılara; “İstanbul Avrupa medeniyetini kabul etti. Hele kibarları hanelerinde kaçı göçü kaldırdı. Yakında kadınları evlerinden kafesleri sırtlarından çarşafları bütün bütün atacaklar; sizin kadınlardan da kaldıracaklar. Türkiye Avrupalılaşacak; erkekleri kadınlarıyla kol kola gezecekler?!” diyorlar. Zavallı köylüler; “Ya… Demek hepimizi gavurlaştıracaklar ha? Demek dinimizi hepten kaldıracaklar; öyle mi?” diye müfsidlerin yüzlerine şaşkın bakakalıyorlar. Bütün bu tezvirat-ı mel’unaneyi inkılaba ve inkılabiyyuna azv ü isnad ederek ehl-i imanı bu güzelim inkılabımızdan tebrid ve tenfire çalışıyorlar. Arnavudluk’a da serpilen fesad tohumları miyanında en irisi yine bu madam ve madmazellerin eşkal-i frenk-perestaneleri İslamiyet’ten teberrileri oluyor! Daima inkılabiyyunu ittihad-ı ümmet müessislerini dinsizlikle enzar-ı umumiyye-i İslamiyyede teşhire ittihad-ı kılabiyyunun ise bu misyoner şakirdleriyle zerre kadar bile alaka ve münasebeti olmak şöyle dursun bilakis onlardan son derece müteneffir. Dinsizlere tevcih-i reviyyet yeni çıkdı Evvel yok idi işbu rivayet yeni çıkdı Milliyyeti nisyan ederek her işimizde Efkar-ı Freng’e tebaiyyet yeni çıkdı Hasbihal-i teessür-iştimaliyle –daha altmış sene evvel– bunlardan acı acı şikayet eden milletin natıka-i irfanı terceman-ı vicdanı dimağ-ı hükumeti nasıye-i bülend-i fazileti merhum Ziya Paşa inkılab-ı Osmaninin ilk müessislerinden değil mi? O zaman ruh-ı milliyyetimizin bu misyonerlerden ne kadar nefret ve istikrah ettiğine; “Türkler cahil ve mutaassıbdır. Terakkīlerine İslamiyet mani’-i yeganedir.” gibi merhum-ı müşarun-ileyh hazretlerinin Terkib-i Bend i’ndeki şu beyitlerden daha vazıh delil mi olur? Efsus ki müslümanlar ekseriyetle bu elim hakīkati bilmedikleri için bütün fenalıkları bi-gayri hakkın mukaddes inkılabımıza muhterem ni’metini ni’met-i hürriyyet ve hakimiyyetini ayaklar altına alıyorlar; pek azim küfran-ı ni’met ediyorlar. İnsan buna nasıl kahretmez? Nasıl dil-hun olmaz? Uğruna feda-yı can ettiğimiz ve bi’d-defaat ölümle kucaklaşarak i’dam olunmak vartalarını geçirdiğimiz mukaddes inkılabımızın birkaç südü bozuk masru’u’l-vicdan mesmumü’r-ruh misyoner şakird ve şakirdeleri yüzünden lekelenmesine zerre kadar vicdan ve imanı iz’an ve irfanı olan nasıl tahammül eder? nuz cem’iyetin himayesiyle müftehir ve mübahi bulunduğu kadınların –kendi ta’biriniz vechile– hal-i esef-iştimalleri! Öyle bir hal-i felaket-meal ki gerçekten devletimizin bakasını tehdid ediyor. Kangrenleşmiş bir uzuv gibi vücud-ı milleti kemiriyor. Siz kendi dilinizle sözünüzle tutuluyorsunuz. Eğer gerçekten dininize aşık milletinize muhib vatanınıza meftun bakınız! Devletimizin bekasını tehlikeye koymak isti’dadını gösteren unsur-ı nisvan ahlak ve adab-ı milliyyeyi vahşi bir cinnetle inkar eden bu mürebbiye-perverdeleri bu misyoner şakirdelere mi yoksa Din-i Celil-i İslam üzerine terbiye olunmuş hakīkī muhadderat-ı ahavat ve mesturat-ı zevcat ve benatımız mı? Biz –ulema-yı mütefekkirin– nisvanımızın hal-i hazırından beyan-ı hoşnudi ediyoruz zannolunmasın. Cenab-ı Kur’an -ı Hakim’in kadınlarımıza te’min ettiği hukūk ve vezaif-i ictimaiyye ve medeniyyeden bir çoğu zalam-ı cehalet essifiz. Bu hukūku aramak meydana çıkarmak sahibesine vermek herkesten evvel ulemanın vazifesidir. Çünkü mes’uliyet-i ma’neviyyenin en ağır kısmı ulemanın boynundadır. Fakat bir ailenin erkeği cahil olursa kadınına ne kalır? Mürebbi-i evvel erkektir kadın değil. Asırlardan beri sürüklenip gelen bir silsile-i cehaletin kesilecek halkası kadınlık değil erkekliktir. Asr-ı mes’ud-ı Cenab-ı Risalet-penah-ı a’zamide alehissalatü vesselam fevc fevc dahil-i daire-i İslamiyyet olan Arabların erkekleri okutulurdu. Onlar da gider evlerinde kadınlarını kızlarını okuturlardı. Halife-i Sani Hazret-i Faruk-ı Ekrem radıyallahu anh evlad-ı sahabeye hitaben söyledikleri şu; “ Ey evlad-ı ashab! İhtiyarlamadan din ve dünya ilminde tefakkuha çalışınız. Veliyy-i ni’met-i İslamiyyet ve insaniyyetimiz sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin ashab-ı güzini ihtiyarlıklarıyla beraber ilm-i dine çalıştılar.” söz ne kadar ma’nidardır! O bahtiyar sabıkīn-i İslam’ın bölük bölük takım takım huzur-ı akdes-i cenab-ı rahmeten li’l-alemine alehissalatü vesselam gelerek kemal-i ta’zim ü tekrim ile arz-ı ihtidaları nail oldukları beyaz belleri bükülmüş o muhterem o fedakar ihtiyarların mektep çocuklarını tanzir eden tahsilleri göz önüne getirilsin. Acaba bu –maziye aid– manzaraya ağlamayacak göz de göz müdür? Öyle göz hiç olmasın daha ehven! yakamızı kurtarıp hayatın agūş-ı saadetine atıldık. Heyhat!.. Giribanımız yine cehaletin pençe-i bi-emanında; sürüklüyor yine o mezara sokmaya çalışıyor. Nerde inkılab! İnkılab dimağda ruhda olursa işte ona hakīkī inkılab denir. On Temmuz’dan sonra bazı yerlerde Cem’iyet Kulübü esnaf-ı memlekete gece dersleri açtı. Eğer ciddi tutulmuş ve bütün muhit-ı vatana ta’mim edilmiş olaydı ne kadar güzel olacaktı. Biri geldi a’mayı uçurumun kenarından aldı caddenin ortasına getirdi iki hatve atmadan Mart’ta bir hain geldi; “Yolu sapıtmışsın uçuruma doğru gidiyorsun” diye müdhiş bir girdab-ı irticaa sevketmek istedi. Bu zavallının selametini isteyen gözlerini açar. Biz daha ferda-yı inkılabımızda başımızı ellerimizin içine alıp derin derin düşünecektik. Hayat-ı millimizi tehdid eden hatta bazısı ruhumuza kadar sokulan anasır-ı muzırrayı zehirli mikropları tedabir-i hakimane ile vücud-ı millimizden çekip alacak idik. İşte bu mikropların en semdarı en mühliki mürebbiler misyonerlerdir. Bunlar şecere-i milliyyetimizin körpe dallarını zehirliyorlar. Milletimizi bel’ ve mahv edecek yabancı milliyetler telkīh ediyorlar. Bu kadar bedihi bu kadar tehlikeli bir muzır unsurun içimizde bırakılması maksad-ı semdar mikroplar hala muzaaf bir faaliyetle çalışıyorlar hala etfal-i İslam’ı zehirleyip duruyorlar. Ya o bedbaht çocukların pederlerine ne demeli? Anasır-ı gayr-i müslimeden kavmiyetlerine gösterdikleri ifrat-ı muhabbetlerinden çocuklarının terbiyeleri üzerine nasıl titremekte yabancı? bir terbiyeden ne kadar sakınmakta bize karşı ne vaz’iyetler almakta olduklarından olsun ibret almıyorlar! Bir Rum çocuğu bir Bulgar yavrusu evvela kendi lisanını kendi kavmiyetini öğreniyor; dimağı Rumluk’la Bulgarlık’la işba’ ediliyor. Bu şaşkın babalar ise bilakis ciğerparelerini mürebbilere misyonerlere teslim ruhlarını Fransızlık’la Almanlık’la İngilizlik’le tesmim ediyorlar. Artık akıl olsun da bunlardan hayr u meymenet dine milliyete muhabbet vatana aşk u sevda beklesin! Evet; beklesin: Hem de yetişmiş gelinlik kızlarının Paris’e firarlarını beklesin! Ne söylüyorsunuz Allah aşkına?! Bunlar bu faci’ hakīkatler benim zade-i fikrim mahsul-i hayalim mi? Lütfen makalemi –fakat bi-tarafane bir i’tidal-i vicdan ile– bir daha mütalaa ediniz! Makalem her satırı hatta her harfi üzerine eşk-i teessür dökülmeye layık bir levha-i hakīkattir. Siz azimini istikbal daha faci’ bir surette gösterecektir. GALİB DEDE İÇİN YAPILAN Hak gazetesinin Cumartesi günkü nüshasında “Baykuş” serlevhalı ve “Şehabeddin Süleyman” imzalı yine bir buçuk sütun yazı münderic idi. mealini andıran ve baykuş feryadını – kerahet-i edasına göre– avaz-ı bülbül sandıran bu nağmeler! Geçen hafta yazdığım cevabın guya cevabı olmak üzere karalanılmış. Tahirü’l-Mevlevi ile Şehabeddin Süleyman Efendi’yi bilenler kendilerini pek iyi tanıdıkları cihetle zat-ı mes’eleye taalluku olmayan ve sırf şahsıma tecavüzden ibaret bulunan o türrehata mukabele etmeyeceğim. Çünkü o yazılara mukabele etmek yazanın seviyesine inmek olacağı gibi Nasreddin Hoca’ya sibahat dersi vermek tarzında muarızımın; “Sizi Sebilürreşad ’ın ta’kīb ettiği gaye-i güzin ve mübarek düşecek. Yalnız Şehabeddin Efendi’nin; “Baykuş bu hafta yine öttü… Bu sada-yı meş’um biraz sussa en mukaddes hislerin en necib arzuların tezahüratı için bir sabah-ı nevin bir sabah-ı güzin doğsa…” diye acıklı çığlıklar koparmasının sebebini izah edeyim: Ma’lum ya; Şeyh Galib merhum için bir ihtifal-i edebi yapılacağı Hak gazetesiyle i’lan edilmiş ve nasıl yapılacağına dair bir de program neşrolunmuştu. Vadisinde tertib edilmiş olan bu frenkçe merasimin bir Osmanlı payitahtında ve bir İslam ibadethanesinde kabil ve şayan-ı icra olmadığına dair ilk makaleyi ben yazdım. Cevap verdiler ve teşebbüslerini müdafaa değil bana tecavüz ettiler. Bit-tabi’ ben de sertçe mukabelede bulundum. Bunun üzerine son makale yazıldı ve; “Bu sada-yı meş’um biraz sussa” temennisi ızhar edildi. Çünkü bu müretteb ihtifali yapamayacaklarını –dediğim gibi– müslüman mahallesinde salyangoz satamayacaklarını anladılar. Kaşane-i hülyaları yıkıldı saha-i emelleri harab ü türab oldu. Tabii benim nida-yı ikazımı baykuş sadası telakkī ettiler. Ne ziyanı var? Hazret-i Bilal’in Ka’be üstünde okuduğu ezanı duymamak “Müretteb ihtifallerini yapamayacaklar.” dedim. Evet; yapamayacaklar. Zira Receb’in yirmi yedinci Cuma günü Galata Mevlevihanesi her hafta ve her günkü gibi züvvara küşade bulunacak. Gelenlerden kimse bilet ve da’vetname sormayacak. Her ferd kisve-i mu’tadesiyle gelip dergaha girebilecek. Öğle ezanı okununca Cuma namazı kılınacak namazdan sonra mevlid-i şerif okunacak. Veladet Bahri’ni müteakıb Şeyh Galib’in; Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim Hak’dan bize sultan-ı müeyyedsin efendim Na’tı inşad edilecek. Ba’dehu mukabele icra edilerek hitamında –taraf-ı şahaneden ihsan buyurulup– mihrab dahiline konulmuş olan sitare-i şerife alınacak tekbirat ve ta’zimat ile türbeye gidilip hazret-i şarihin sandukası üzerine konulacak. Ondan sonra da türbe pişgahında bir dua kıraeti ve bir gülbank keşidesi ile bu ihtifal-i mukaddese nihayet verilecektir. Bu tertibatı Çelebi efendi hazretlerinin; Eylül sene Post-nişin-i Dergah-ı Hazret-i Mevlana Veled-i Hazret Telgrafnamesi ve Galata Mevlevihanesi post-nişini efendi hazretlerinin ifadesi vechile maa’ş-şükran i’lana mübaderet ediyorum. tamadığım maksad merasimin bu suretle yapılması ve hissiyat-ı vatanperveraneyi takviye için yapılacak ihtifalin vatandaki usul ve teamüle muvafık olması idi. Fe-lillahi’l-hamdü ve’l-minne. ne artık münakaşata hitam verilmesi lazım gelirse de Baykuşname !nin alt tarafındaki “Bir ikaz-ı necib”i yazan “muhibban-ı Mevleviyye’den Üsküdarlı Şeyh Ebu’l-Hasan Hüsnü en-Nakşıbendi el-Halidi” Efendi’nin bu kahve döğücünün hınk deyicisi olan ibnü’z-zaman aziz hazretlerinin nutk-ı şeriflerinde! mi’de bulandıracak bazı cihetler bulunduğu rine iğtiraran ber-vech-i ati bazı ma’ruzata ictisar ediyorum: Ünvanı irfanından büyük efendim! Hasbe’l-meslek bilmeniz lazım gelir ki: Gaye-i tarikat saha-i ma’rifettir. Derecat-ı ma’rifetin ibtidası da insanın nefsini bilmesi yani haddini tecavüz etmeyecek derecede mertebe ve mikdarını öğrenmesidir. Maatteessüf görüyorum ki nazarınız bu ibtidai dereceye de vasıl olamamış ve erenler mikdarınızın haricindeki işlere karışmaya ve aklınızın ereceği ermeyeceği şeylerden bahse çalışmaya kalkışmışsınız. Bilmem kimlere hulus çakmak için benim mütalaatımın sırf taassubdan ileri geldiğini söylüyor ve menakıb-ı evliyayı okuyup okumadığımı soruyorsunuz? Evliya-yı kiram hazeratının bazı menakıb-ı celilesini acizane okumuş olduğumu ez-cümle tarik-ı haceganın ecille-i ricalinden bulunan “Abdülhalik Gocduvani” hazretlerinin; “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol” irşad-ı arifanesini ziver-i hafıza eylediğimi söylemekle isbat ederim. Şahım! Ehl-i ihlas olması lazım gelen erbab-ı tarikata huluskarlık yakışmaz. Meşayih-ı izamın vazifesi: Li-maksadin hakīkati tağyir etmek değil levme-i laimden bile çekinmeyerek hasbeten lillah irşadat-ı halisanede bulunmaktır. Yazık ki nazarınız bu hususta ehlullahın meşreb-i hudasına değil “Şeyh Necdi”nin meslek-i hevasına ittiba’ ile “müfti-i macin”lik ediyorsunuz. İhtifal-i sabık edebi hakkındaki mes­ned ve müttekanız sağlam olmadığı için sizi ve peyre­ vanınızı çürük tahtaya ayak bastırmış. Buhara ahalisinin “Şah-ı Nakşibend” hazretlerini ziyaret için müzeyyen elbise ve siyah bayraklar ile “Kasr-ı Arifan”a gitmeleri Cenab-ı “Ahmed el-Bedevi”nin türbe-i şerifesi civarında toplananların da azim cem’iyetler tertib etmeleri Galib Dede için yapılması tasavvur edilen alafranga merasime sened olabilir mi? Sanihatınız galiba istiğrak esnasında zuhur etmiş. Bilirsiniz ki bunlara “şathiyyat” derler ve zahir-binanı mezlaka-i neye öyle yapmadınız? Nev-niyaz dervişanınızdan yahud daha sizi layıkıyla tanımamış olanlardan tenk-havsala bulunanların yolunu vuracağının ve kendilerine; dedireceğini düşünmediniz mi? Bir de; “Hakīkī kelimesiyle Mevleviliği hizb-i cedid hizb-i atik namıyla ikiye mi taksim etmek istiyor” sualinde bulunuyorsunuz. Ben de zat-ı reşadetinize sorayım: Şimdi de mürşidlik ve müftilikten politikacılığa mı heves ettiniz? Vazgeçiniz imanım! Politikacılığın örf-i avamda müdahinlik ma’nasına geldiğini düşününüz. Müdahene etmek Türkçesi kavuk sallamak sizin gibi kisve-i evliya labislerine ve üç tarikatten makam-ı irşad calislerine yaraşmaz. Siz hizb-i cedid ile hizb-i atikdan bahsedeceğinize kuşe-i ferağınızda bir hizb Kur’an okuyup vatan ve milletin selametine dua ediniz ki asıl vazifenizi ifa eylemiş olasınız. “Bir zamanlar aynı asar-ı taassubla mürşid-i ali-himem Şeyh Nazif kolu diye mecazi ve hakīkī sözleriyle Mevleviliği Aman erenler! Arzı bilmez la-haladan la-meladan bahseder Susturun söyletmeyin sufiyi bi-ca söylüyor! Ve; Değil kerametini şeyhi almayın hiçe; Bakın da ibret alın mürşidin dalalinden! diyeceğim geliyor. Mevlevilik’i ikiye ayırmak isteyen kimlerdir? Şeyh Nazif kolu ne demektir? Vakıa biz Şeyh Nazif Efendi’yi göremedik. Lakin müşarun-ileyhin zamanına yetişenler hala mevcud. Bize inanmazsanız onlara sorup tashih-i akīde eyleyiniz ki Mevlevilik’in öyle dalı budağı kolu bacağı yoktur. Dosdoğru bir meslek-i irfandır ki altı yüz bu kadar seneden beri o tarik-ı ma’rifette zuhur eden ekmelin zerrat-ı müncezibe gibi Şems-i Mevlana’nın şua’-i hak-iltimaında mahv ü müstehlek olup kalmıştır. Yalnız sizi yanıltan bir saçma vardır ki tebdilü’ş-şekl li-ecli’l-ekl vadisinde dolaşan bazı serseriler tarafından çıkarılmış “Şemsilik” “Veledilik” i’tibar-ı merdududur. Guya Şemsiler meşreb-i aşkı Velediler meslek-i zühdü Hakīkatte ise Sultan Veled hazretleri Cenab-ı Şems-i Tebrizi’nin de halifesi olduğu cihetle Şemsilik ile Veledilik Mevlevilik’ten başka bir şey değildir. kinize tenezzülden müteali bulunan mebahise karışmaktan şitab ediniz ki nazarınıza; demesinler. Bakī: Nüshan maraz-ı aşka ilac eylemedi hiç; Ey şeyh-i keramat-füruş! Ez de suyunu iç! Hakk ’ın Pazar günkü nüshasında da; “Dedegan-ı Mevleviyye’den on beş kişi namına Ali Rıza Dede” ve “Yenişehirli Şair Avni Bey hafidi muhibban-ı Mevleviyye’den Hüseyin Avni” ünvan ve imzalarıyla iki varaka vardı. Ali Rıza Dede ile Hüseyin Avni Bey re’y ve mütalaalarında serbest bulundukları için yalnız kendi namlarıyla vekalet ettikleri zevat hesabına söz söyleyebilirler. Lakin birinin; “Tahirü’l-Mevlevi’nin Mevleviler namına haksız ve bi-lüzum tecavüzüne iştirak edecek hiçbir Mevlevinin bulunmadığını kemal-i cesaretle ityan” etmesi diğerinin de; “bu gibi gayr-i mantıkī i’tirazatın Mevlevilik’in şahsiyet-i ma’neviyyesi ile hiçbir münasebeti olamayacağı” iddiasında bulunması asıl gayr-i mantıkī ve şayan-ı taaccüb görülecek efkar-ı müteceddidaneden olsa gerektir. MÜHLİK BİR MARAZ Tarih-i İslam ariz u amik bir surette tedkīk edilirse akvam-ı mühlikin iftirak ve ihtilaftan ibaret olduğu tebeyyün eder. Şu marazın asar ve tezahüratını ta bidayet-i İslamiyyet’te müşahede eylemek kabildir. Hazret-i Resul-i Ekrem’in vefatı günü bile şu müdhiş maraz kendisini gösterdi. Eyyam-ı cehalete has ve ruh-ı İslamiyyet’e taban tabana zıd olan şu hal İslamiyet’in vasıta-i zuhuru olan Zat-ı Mübarek’in vefatı dakīkasında bile tecelli eylemeye başladı. Fakat ruh-ı Nebevi ile müteneffis ve hakayık-ı İslamiyye’yi hamil bulunan birkaç zat-ı meali-sıfatın himmetleri sayesinde eyyam-ı cehalet hissiyatı bu kere de mağlub edildi. Makam-ı Mualla-yı Hilafet’e lerinde; “İslamiyet’i kabil-i zeval olan cesed-i mübarek-i Muhammedi’den addedenler için İslamiyet artık bitti yoktur. Fakat İslamiyet’i beşeriyetin saadetini mütekeffil bir silsile-i hakayık-ı asumaniden addedenler için İslamiyet ebediyyen bakīdir ve işte biz şu İslamiyet’i ibka ve neşr vazifesi ile mükellefiz.” siyakında beyan-ı efkar etmişlerdi. Filhakīka İslamiyet’in başında tezelzül ve tereddüd-i napezir bir kuvve-i hakime-i ma’kūle ve meşrua ile bütün gaye-i mukaddeseye doğru sevkeden Ebubekr-i Sıddik Ö­ mer ibni Hattab radıyallahu anhüm gibi muktedir zevat bulundukça tarih-i beşeriyyette emsali na-mesbuk ve hakīkaten mu’cize-nüma bir faaliyet bir iktidar ibraz eyledi. Zira hayat-ı ictimaiyye milliyeti mütehalif u mütezad ve iradat u temayülat-ı şahsiyyeye malik olan milyonlarca nüfusun ictima’ ederek bir kitle-i vahide teşkil etmeleri için en birinci şart en umde esas nizam ve intizama riayet etme­ leridir. Nizam ve intizamı te’min için de iki kuvve mevcuddur. Birisi kuvve-i kahire-i kanun diğeri ise vicdan-ı milli! Evvelkisi bir kuvvet-i maddiyyedir ki hudud-ı tabiiyyesinden çıkmak temayülatında bulunan iradat-ı şahsiyyeleri derhal hudud-ı mezkure dairesine sevkeder. İkincisi ise bir kuvvet-i ma’neviyyedir ki insanları kendi temayülat arzu ve irade-i şahsiyyelerini bir maksad ve gaye-i aliyyenin istihsali için menfaat-i umumiyye yolunda feda etmeye sevkeyler. biz şu iki kuvvetin de aynı derece hakim olduğunu görüyoruz. Yukarıda arzettiğimiz gibi vefat-ı Nebevi’yi müteakıb eyyam-ı cehalete mahsus ahval ve alamat kendilerini göstermeye başladılar. Zuhur-ı İslamiyyet’e kadar müteferrik ve müteharib kabail-i vahşiyyeden ibaret olan Arablar İslamiyet sayesinde bir kitle-i vahide bir millet-i muktedire şekline girmekteler iken vefat-ı Nebevi münasebeti ile eski hal ve evza’ yine başgöstermek isti’dadında bulundu. Rüesa-yı kabail eski vaz’iyetlerini ahzetmek arzusunda bulundular; ötede beride kıyama isyana şüru’ ettiler. İslamiyet’ten bile haric oldular. Medine’de Ensar ile Muhacirler arasına hilafet mes’elesi münasebeti ile sokulmuş olan niza’ u şikak da şu ahval-i umumiyyenin başka bir tecelli bir tezahüründen du. ni İslamiyet’e vakfetmiş olanların kaffesi hemen tehlikenin azametini derkederek bütün kuvvetleri ile izalesine koyuldular. Evvel be-evvel Faruk-ı A’zam’ın ittihad-ı ara ile intihabıyla vicdan-ı milliyi taşıyanlar içinde ihtilaf ve şikak bertaraf edildi. Şimdi sıra kuvve-i kahire-i kanuna geldi. Ebubekr-i Sıddik Ömer bin Hattab zamanlarında kavaninin bütün efrad-ı ümmet hakkında siyyanen ne derecede şiddetle tatbik edildiği cümlece ma’lumdur. İşte bu münasebetle şiraze-i vahdeti bozmak temayülatında bulunan ve sırf eyyam-ı cehalete mahsus olan iradat-ı ferdiyyeler daire-i ma’kūleye sevkedilerek tarih-i İslamiyyet en zerrin sahifelerini şu iki halife-i zi-şanın eyyamında haiz oldu. Fakat eyyam-ı cehalet ruhu henüz bütün bütün mahv ü nabud edilememişti; hava-yı nesimide geziyordu kendisi Osman ibni Affan radıyallahu anh hazretleri tarafından ibraz edilen ufak bir za’f-ı mizac temayülat ve iradat-ı şahsiyyeler tu. Bu hal Ali ibni Ebi Talib hazretleri zamanında daha ziyade kesb-i şiddet etti. Cemel Sıffin Nehrevan muharebeleri ve faciadar sahifeleridir. Havaricin zuhuru Kerbela vakıa-i müdhişesi Yezid ve Haccac ibni Yusuf gibi hakimlerin sahne-i men bozulduğunu ve bir herc ü merc-i umuminin anarşinin kaim olduğunu gösteriyor. Ali ibni Ebi Talib’in katili olan İbni Mülcem’den kerimesi Hazret-i Zeyneb; “Babam halifeyi niçin öldürdün?” diye sordukda katil; “Ben halifeyi öldürmedim Ali’yi öldürdüm; el-hükmü lillah!” diye cevap verdi.” Bugünkü Avrupa anarşistleri başka bir şey söylemiyorlar. Anarşi cari ve hükümran olan bir yerde ne vicdan-ı millinin ne de kavaninin tatbikına meydan kalmaz. Anarşiye karşı konulacak yegane kuvvet bir herc ü merc-i umumi içinde yekdiğerleri ile çarpışmalarına karşı yegane çıkabilecek kuvvet yine bir irade-i vahide-i kahire olabilir. Beni Ümeyye ve Beni Abbasiyye zamanları hakīkat-i halde İslamiyet’in esas ve erkan-ı hükumet hakkında vaz’ etmiş olduğu kavaide tamamen muhalif olan bir usul-i istibdadın te’sisinden başka bir şey değildi ve bu da çaresiz idi. Üstad-ı fazıl Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretlerinin Sıratımüstakīm sahayifinde tarih-i İslamiyyet’e aid neşretmiş olduğu tetebbuatta buyuruluyor ki: “Arablardan birisi Haccac Ebu Yusuf’a: Sen Faruk-ı A’zam zamanına yetiştin; adaletini gördün. Niçin o halife-i zi-şana imtisal etmezsin? demiş. Buna cevaben Haccac da demiş ki: “Faruk-ı A’zam zamanında Eba Zer vardı; sen Eba Zer ol da ben de Ömer olayım!” Şu ufak cümle tam bir hikmet-i hükumettir! İbni Mülcemlerdir ki Yezidleri doğuruyor. İstibdad anarşi… yekdiğerlerinin şerik ve refik-i gayr-i mufarıkıdır. Anarşi olan yerde mutlak istibdad olur ve istibdad hakim olduğu mahalde mutlak anarşi vücud bulur. Tarih-i İslamiyyet’i tedkīk ediniz; zahiren kavi muktedir bir hükumet-i müstebiddenin mevcudiyetine rağmen batınen umumi bir herc ü merci bir adem-i intizamın hükümranlığını görürsünüz. Rüesa kabail akvam ale’d-devam yekdiğerleri ile çarpışmaktadır. Daima bir seylab-ı hunindir ki akıyor. Hatta düşmana karşı gönderilen asakir-i İslamiyye arasında şu halet-i ruhiyye berdevam olarak rüesa arasında istirkab kanlı facialar çarpışmalar hiçbir zaman eksik değildir. rette sükūtuna başlıca sebeb de şu ahval-i ruhiyye olmuştur. Endülüs’te İslamiyet’in suret-i inkırazını Hindistan’da hükumet-i İslamiyyenin sukūtunu Afrika-yı Şimali’de Asya-yı Garbi’de bu kadar İslam saltanatlarının tarih-i izmihlalini der-hatır ediniz; hep aynı sebebi aynı hali görürsünüz. Biz müslümanlar ihtirasat infialat temayülat-ı şahsiyyemizi menafi’-i umumiyyeye feda etmek hassasına malik değiliz. Bizim en büyük en mühlik hastalığımız marazımız da bundan muz zilletler musibetler bile bizi ikaz edemiyor. Manastır vakıa-i elimesi bugün her bir müslümanı ta ruh-ı kalbinden cerihadar etmelidir. Biz şu vakıanın mübaşirleri tarafından dermiyan edilen müddeayat ve mütalebatın mahiyeti hakkında beyan-ı efkar etmeyeceğiz. Bunların hak olduğunu teslim e[t]sek bile yine şu hakkın istirdadı sahib-i vicdan bir sahib-i iz’an bulunduğunu bile tasavvur etmiyoruz. Eğer bugün ser-i karda Abdülhamid bile bulunsaydı ve memleketin içinde bulunduğu gavail ve müşkilatla beraber bir de böyle bir gaile ika’ etmiş olsaydılar biz bila-tereddüd şu gaileyi ika’ edenleri –kim olursa olsun– hamiyetsizlikle vasfederdik! Zira bugün bütün Osmanlıların bütün müslümanların üzerine yegane bir vazife tahmil edilmiştir ki o da karşımıza çıkmış olan bizim mevcudiyet-i milliyye ve diniyyemize bile hitam vermek niyetini beslemekte bulunan düşmanla müttehiden ve müttefikan pençeleşmekten şu düşmanı bertaraf edinceye kadar herşeye sabr u tahammül etmeliyiz. Bizde bir vicdan-ı milli İslamiyet’in şu son nişanesi olan Hilafet-i Osmaniyye’yi muhafaza etmek kaygusu var ise –böyle hareket etmeliyiz. Bugün hesab vakti değildir. Katil katile bile el vererek düşman-ı umumiye karşı çıkmalıdır. Zira maazallah düşman galebe çalarsa düşman vatanı makhur ve menkub ederse bugün is’af ettireceğimiz müddeayat ve mutalebattan bile hiçbir behre ve semere göremeyiz! Halbuki işte mevsimsiz vakitsiz yapılmış olan şu gibi harekattır ki düşman için en ziyade medar-ı zafer ve galebe olabilir! Şu gibi harekattan sakınalım ki göklerde ervah-ı enbiya kan ağlıyor!! DARÜLHILAFE’DE SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESI’NE Ma’ruz-ı daileridir ki; Matbuat-ı Osmaniyye ve İslamiyye arasında mündericat-ı ciddiyyesiyle kesb-i temeyyüz ve zir-i idare-i fazılanelerinde ferideleri bilumum üsera arkadaşlarımla mutalaa olunmak arzu edildiğinden lütfen irsal buyurulmasıyla bir derece hal-i esaretten mütevellid ye’s ü kederlerimizin ref’ ve tatminine himmet ve inayet buyurulmasını temenni eder ve bu vesile Haziran Kampanya nam kasabada kışlada mukīm üsera-yı Osmaniyyeden Çekmeceli Komiser Muavini * * * SEBILÜRREŞAD Ceridemiz hakkındaki teveccühat-ı aliyyelerine teşekkürler ederiz. Risalemiz maal-iftihar takdim olunmuştur; ba’dema da gönderilecektir. Muhterem kardeş teremi es-Seyyid Ahmed el-Kebsi hazretlerine gönderilen mektubun aynen tercümesidir: Birader-i azizim Yahya el-Kebsi; selam ve tahiyyattan sonra: Ma’lum-ı alileri olduğu vechile ecnebiler daima ahali-i mutia-i İslamiyyeyi iğva ve iğfale sai ve enva’-ı hiyel ü desayis isti’malinden gayr-i halidir. Bazı müslümanlarımız dahi bu iğfalata kapılarak yekdiğerine karşı ika’-ı zarar etmekte ve ahiren gelecek mazarratın derecesini hesab ve ta’yin eyleyememekte ve düşmanın bundan istifade ederek bugün cümlesini mahv ü perişan eyleyeceğini teyakkun edememektedirler. Bu halin İslamiyet’in mahvını intac eyleyeceğini tahattur edemedikleri gibi bu hareketleriyle düşmanın muvaffakiyetine hizmet etmekte olduklarını da anlayamamaktadırlar. Her sahib-i akl ü iz’an edna bir mülahaza ile vukū’ bulan kaffe-i harekatın bir desise-i ecnebiyye mahsulü olduğunu ve bütün ecnebiler müslümanların aleyhinde yekdiğerine hafiyyen ve celiyyen muavenet etmekte bulunduklarını görmemek ve bunun netayic-i vahimesini anlamamak kabil değildir. me’kulat ve melbusatta ve ifadat ve beyanat ve harekatta taklid etmekte ve bunlardan muavenet ve müzaheret görmekte ve ahali-i İslamiyye arasında ika’-ı şikak u fesad eyleyecek beyanatta bulunmaktadırlar. Ne olurdu bu gibi adamlar ahkam-ı diniyyeden olan teavün ve tenasur kavaidine riayet ve aralarında vukūa gelmekte olan niza’ ve şikakı bertaraf etmiş ola idiler. Efkar-ı umumiyye-i İslamiyye te’sirat-ı hariciyye neticesi olarak Meclis-i Meb’usan’da teşekkül eden fırkaların birbirine karşı aldıkları vaz’iyetten fevkalade müteessir ve müteellimdir. Hele müntahibler biz meb’usan-ı kiramı zarar-ı ammı ye ve i’mar-ı Memalik-i Osmaniyye’yi tezyid edecek olan Seyyid İdris’e gelince: Bunun ahval ve harekatı vaktiyle size yazılmış ve bir kısmı evrak-ı havadisle neşredilmiş olduğundan tafsilatına hacet yoktur. Yemen Kıt’ası mülk-i mevrus-ı Osmanidir. Burada hakimiyet-i İslamiyye-i Osmaniyye emsalinin bi-inayetillah taarruzundan masundur. Seyyid Dahyani el-Kasımi’ye gelince: Bunun kaffe-i bilad ve kılaı ve hatta Ümm-i Leyla namındaki hısn-ı hasini zabtedilmiş ve kendisi Asir’e firar eylemiştir. HABEŞISTAN MÜSLÜMANLARI Mesafenin uzaklığı muvasalatın suubeti sebebiyle Habeşistan’daki müslüman kardeşlerimizin ahvalinden hemen bi-haber kalmışız; Habeşistan’ın ahvaline nizamatına usul-i san Efendi’nin burada bulunmasından bil-istifade el-Hilal muharriri muma-ileyhin ma’lumatına müracaat ile atideki ma’lumatı istihsal etmiştir. İşbu ma’lumattan Habeşistan müslümanlarının ahvaline kari’lerimizin bir dereceye kadar vukūf hasıl edeceğini me’mul ederiz. * * * Habeşistan üç kısma münkasemdir. Kısım İkinci Menelik’in maskat-ı re’si ve Habeşistan’ın makarr-ı idaresi “Emhara”dır; . Kısım “Cala” . Kısım “Necra”dır. tiyan valiler vardır. Müslüman valilerin birisi es-Sultan Muhammed Davud Ebu-Cafar’dır. Bunun makarr-ı hükumeti Cala kısmında kain Cama’dır. İşbu sultan yakın bir zamana kadar istiklal ve hürriyet-i tammeye malik idi. Ahiren Habeşistan’a inkıyada mecbur edildi ise de şimdiye kadar hakim olduğu vilayetin umur-ı dahiliyyesine müteallik hususatta tasarrufat-ı mutlakayı haiz bir çok imtiyazatı hala bakīdir. ahalisinin cümlesi müslümandır. Bu memleketlerde akıl dirayet ve salabet-i iman ve diyanet ile ma’ruf birçok ulema ve mütefekkirin-i İslamiyye vardır. Kuvve-i harbiyyesi bin mukatildir. Bunların bini Menelik’in bini de kendisinindir. Adisababa’ya vergisini vermek üzere gelir ve bir ay Ababa’da ve sair valilere nazaran pek muhterem ve ali makamı vardır. altın haşalarla müzeyyen olan birçok at ve esterlerden ve evani-i zehebiyyeden başka bin kıyye altındır. Diğer iki müslüman vali Emhara kısmında ikamet ederler. Bunlardan birisi Deva Valisi Deccac Ahmed’dir. Bunun hakim olduğu vilayet ahalisi umumen müslüman olup içlerinde bir hıristiyan bile yoktur. birçok salihin olup Mısır’daki Cami’-i Ezher gibi medarisde tahsil-i ulum için bütün Habeşistan ahali-i müslimesi her taraftan bu vilayete gelirler. Müslümanlardan Habeşistan’da bulunan üçüncü vali Heleboko Vilayeti’nin hakimi bulunan Deccac Bro nam zattır. İşbu vilayet ahalisi müslim ile hıristiyandan ibaret ise de müslümanların adedi daha ziyadedir. Vali-i muma-ileyh dindarlıkla ve ulemaya fevka’l-had muhabbet ve i’tibar ile meşhur ve ma’ruftur. Ulemaya pekçok iltifat ve ikram eder ve ulemanın terfih-i halleri için arazisinden birçok vasi’ ve mahsuldar yerlerini ulemaya sarfolunmak üzere vakfetmiş bir zattır. Kuvve-i harbiyyesi yetmiş bin askerden ibarettir. Hıristiyan valilerin taht-ı idaresinde bulunan diğer vilayetlerin bir kısmı sırf hıristiyan Habeşilerle ve diğer kısımları da müslüman ve hıristiyanlarla meskundur. Darü’l-cihaddaki İslam kumandanlarının iş’arı üzerine Harbiye Nezareti’nden Osmanlı Telgraf Ajansı’na tebliğ edilmiştir: Haziran’ın ’inci günü sabahı düşmanın bir alay piyadesiyle bir mitralyöz müfrezesi Seyyidsaid Tepesi’nden sahil-i bahrı ta’kīben mezkur tepenin takriben beş kilometre şarkında vakı’ Seyyidali Tepesi’ne doğru ilerlemiş ve mezkur tepeye İtalya bayrağını rekz ile oraları da işgal eylemiş ise de düşmanın Seyyidsaid’de icra ettiği şiddetli top ateşine rağmen muhariblerimiz tarafından vukū’ bulan hücum-ı dilirane üzerine düşman rekz ettiği bayrağı indirerek Seyyidsaid’e kadar mecbur-ı ric’at olmuştur. Düşmanın külliyetli telefatı vardır. Şehid ve mecruhinimizin mikdarı henüz ma’lum değilse de lehü’l-hamd pek azdır. Harbiye Nezareti’nden Osmanlı Telgraf Ajansı’na tebliğ edilmiştir: “Haziran’ın ’ünde Seyyid müfrezemize ateş etmiş ise de edilen mukabele üzerine eşkıya-yı merkūme tenkil edilmiştir. Bu musademede eşkıya top isti’mal etmiş iseler de iki kıt’a topları isti’malden iskat edilmiştir. Mütemerrid bulunan Batariye Kabilesi dehalet etti. Beni Beşir’den daha dört karye taleb-i eman etmiştir.” Bağdad’da münteşir er-Riyaz gazetesinde okunduğuna göre Basra Şiilerinin himmetiyle İslami bir mekteb-i alinin te’sisine mübaşeret olunmuştur. Bu müessesenin te’sisiyle içinde lazım olan muallimin ve alat ü edevatının istikmali için Basra’daki Şiiyyü’l-mezheblerin alimi Şeyh İbrahim hazretlerinin riyaseti tahtında bir encümen teşekkül etmiş ve yine Basra’daki ileri gelen Şiilerden Musa el-Atıyye tarafından müesseseye sarfolunmak üzere mebaliğ-ı külliyye ihda olunmuştur. Müslümanlar aleyhinde entrika çevirmekten bir an hali kalmayan Yunanlılar ahiren Kıbrıs’taki fecayia sebebiyet vererek birçok müslüman ma’sumlarının kanını akıtmışlardır. Müslümanların ma’sumiyeti İngilizlerce tebeyyün etmiş olmakla beraber mes’eleyi kemal-i bi-tarafi ile tahkīk ve tedkīk etmek üzere Londra’dan bir hey’et-i tahkīkıyyenin Kıbrıs’a i’zamına karar verildiği gibi aynı zamanda ihlale uğrayan asayişin iadesi zımnında da Mısır’daki İngiliz asakirinden yüz neferin Kıbrıs’a Londra’ya muvasalat eden hidiv-i Mısır “Windsor Castle”da İngiliz kral ve kraliçesine üç gün misafir olarak şerefine müteaddid ziyafetler keşide edilmiş ve Londra Osmanlı sefiri de mezkur ziyafetlere da’vet olunmuştur. Kahire matbuatında okunduğuna nazaran Mısır’da müstahdem İtalyan polisler tarafından hidiv Lord Kitchener reis-i nüzzarın hayatlarına hatime çekmek üzere teşekkül eden bir cem’iyet-i hafiyye keşfedilmiş ve Nasyonalistlere mensub üç genç tevkīf olunmuştur. Bu babda Mısır müddei-i umumisiyle dahiliye müsteşarı Kahire Emniyet-i Umumiyyesi müdirinden mürekkeb bir komisyon teşekkül edip tahkīkata faaliyetle devam olunmaktadır. Tevkīf olunanların mesakini taharri edilip birçok evrak ve mekatib dahi elde edilmiştir. Etrafa dahi tahkīkat-ı hafiyye icrası için me’murin-i mahsusa i’zam olunmuş ve bu mes’ele gereği gibi hükumet-i Mısriyyeyi işgale vesile olmuştur. Bize kalırsa Mısır Nasyonalistlerinin Osmanlı-İtalya Muharebesi’nde İtalyanlar aleyhinde ittihaz ettikleri vaz’iyetten memnun olmayan Mısır’daki İtalyan polisleri tarafından mes’ele intikam için tertib ve tasni’ olunmuş olsa gerektir. Çünkü hidiv ile Lord Kitchener’ın Mısır’da bulunmadıkları bir sırada Mısır Nasyonalistleri böyle bir vahi fiile iştirak etmeyecekleri bedihidir. Lenkeran kazası dahilinde iki yüz Şahseven bir Rus hudud karakolunu muhasara etmişler ve şiddetli bir müsademeden sonra hücum def’ edilmiştir. Rus asakirinden biri telef ve diğer biri mecruh olmuştur. Musademat esnasında Şahsevenler’in duçar oldukları zayiat mikdarı mechuldür. Şahsevenler’in Ruslar aleyhine kıyamla onlara karşı vatanlarını müdafaa edip mukatelata teşebbüs eylemeleri keyfiyeti –Rus tarafdarı o­ lan– İran kabine-i hazırası tarafından şiddetle takbih edilmiş germi ile müsademata devam ile Ruslara hemen her gün telefat vermektedirler. Rusların Tebriz’deki son vaz’iyet ve mezalimlerinden firar ile Dersaadet’e gelen Tebriz mücahidleri tekrar İran’a gidip Şahsevenler’le beraber Ruslara karşı vatanlarını müdafaaya karar vermişlerdir. Kirmanşah’da mağlub olan Salarüddevle Muhammere’de bulunup büyük bir nüfuz-ı kuvvete malik olan “Serdar-ı İran Erfa”ın nezdine gelerek istimdad talebinde bulunduğu rivayet olunmuştur. ler’den hoşnud olmayan Serdar Erfa’ henüz Salarüddevle’ye muavenet edip etmeyeceğine dair bir vaad olunmamıştır. Haziran-ı efrencinin yirmi birinden beri Fas ahvali yine kesb-i vehamet etmiş ve ahali ve kabailin heyecanı artmaya başlamıştır. Galavi’nin Mulay Hafiz tarafından vali ta’yin olunduğuna dair olan fermanın kıraetinden sonra ahali Avrupalılara karşı ibraz-ı gayz u husumete ve ecnebilere taşlarla hücuma başlamışlardır. Mülazım Heining’in kumandası altında bulunan yerli asakir tarafından galeyanın teskinine muvaffakiyet elvermiştir! Sultanlık da’vasında bulunan zat kendi tarafdaranıyla beraber sabık Marakeş valisinin tarafını hasmaneye devam eylemektedir. Ceneral Guro ve Ceneral Dalbiez’ye kabail-i asiyye tarafından arz-ı mutavaat ve beyza’ya gitmiştir. Tunus’ta Times gazetesine harb-i örfi tarafından geçen Teşrin-i Sani-i efrenci ayında vukū’ bulan harekat-ı ihtilaliyyenin müşevviklerinin muhakemesi müstantıklar tarafından zabtedilmişti. Muhakeme neticesinde otuz beş kişinin ithamlarına karar verilmiştir ki bunların yedisi i’dama diğerleri muhtelif habs ve pıranga cezalarına mahkum edilmişlerdir. Habs cezalarına mahkum olanlardan biri müebbed küreğe diğeri de yirmi senelik pırangaya mahkum olmuşlardır. Otuz altı kişinin de ma’sumiyetleri tahakkuk ettiğinden tahliyelerine karar verilmiştir. Kalküta’da münteşir Farisi “ Hablü’l­ Me­ tin ” gazetesinde okunduğuna nazaran Hindistan’ın “Lek­ nehu” şehrindeki Şiiyyü’l-mezheb Hindlilerin komitesi bütün Hindistan’daki Şiileri büyük bir konferansa iştirak mezkur kongre ahiren in’ıkad ederek Rusya’nın Meşhed dıman ettiğinden dolayı alenen ızhar-ı nefret eyleyip mukarrerat-ı atiyyenin ittihazına karar vermişlerdir: Rusya’nın Meşhed’de bulundurmakta olduğu asakirin geri aldırılmasına Bombardıman esnasında hasara uğrayan imamın mezarının Ruslar tarafından ta’mir ve termimine Rusya’nın İran’da harekat-ı zalimane ve mütecavizanesinin tahdidine Baladaki metaliblerinin is’afı zımnında Hindistan başvalisi vasıtasıyla İngiltere hükumeti nezdinde müracaat-ı resmiyyede bulunulmasına Mezarın bombardıman edildiği Rebiussani ayında her sene matem icrasıyla Rus mezaliminin tezkar ve tekrar edilmesine Baladaki mukarrerat ekseriyet-i mutlaka ile kabul edilmiş ve icra-yı icabına tevessül olunmuştur. Farisi Hablü’l-Metin gazetesinde okunduğuna nazaran geçen Cu­ madessani ayının on beşinde İran Hilal-i Ahmer hey’eti Kalküta’da kain Medical Külcher Caddesi’nde İranilerin en ileri gelen fuzalasından Gulam Hüseyin Arif hazretlerinin riyaseti altında in’ıkad edip mukarrerat-ı atiyyenin ittihazına karar verilmiştir: Meydan-ı harbde Afrika-yı Osmani bulunan mücahidin-i Doktor Abdullah el-Me’mun es-Sühreverdi’nin reis olarak ta’yinine Hey’ete lazım olan alat ü edevat ile eczaların mübayaasıyla Hey’etin salimen meydan-ı harbe muvasaleti için İngiltere hükumeti tarafından icab eden tedabirin ittihazı zımnında Hindistan hükumetine müracaat olunmasına. TEFSIR-I ŞERIF ---- . . ---- Tercümesi “İkindiye kasem ederim ki insan muhakkak ziyandadır. Ancak imanı olan kimselerle a’mal-i salihada bulunanlar; bir de birbirlerine hakkı tavsiye edenler birbirlerine sabrı tavsiye edenler ziyanda değildir.” * * * Kitabullah’ın her suresi her ayeti tasavvurların fevkinde beliğ olmakla beraber bu parçalardan bir kısmı diğerinden daha yüksek bir seviye-i belagattadır. Seyyid Şerif: ! diyor. Yani “Hakim-i Zülcelal’in kelamında bile -ki vahy-i münzeldir- nasıl olur da Tebbet Suresi ayetine muadil olabilir!” gelen bir harika-i nazımdır. “Kur’an namına yalnız bu sure nazil olsaydı bizim için kafi idi. Evet insanlar bu sureyi ihata edebilselerdi başkasına hacet kalmazdı.” dermiş. Ashab-ı kiram efendilerimizin ikisi bir yere geldi mi biri diğerine bu sureyi okumadan o da evvelkine selam vermeden ayrılmazlarmış. Sahabenin şu adeti teberrük içindir zannedenler yanılıyorlar. Zira onların bu sure-i güzini okumaktan maksadları yı karşısındakinin hatırına getirmek idi. Ta ki arkadaşında bir vasiyet-i hayr varsa kendisine celbedebilsin. Asr ya zamanın ma’lum olan bir cüz’üdür ki o da mütekellimin rin adediyle takdir olunsun da mesela yüz yıl densin isterse hiç mikdarı ta’yin edilmesin. Yahud öğle ile akşam arasındaki vakt-i ma’rufdur. Burada iki ma’nadan hangisi ihtiyar olunsa doğrudur. Çünkü her ikisi nezd-i ilahide cay-ı kasem olabilir. Ve’d-Duha Suresi’ni tefsir ederken de söylemiştik alem-i hilkatteki eşyadan yahud şüun-ı kainattan birine yemin etmek Kur’an-ı Kerim’de cari olan adetullah muktezasıdır. Bundaki maksad ise o kasem olunan şeye ezelde mevdu’ hikmeti insanlara ihtar etmektir; ta ki ondan bir nev’i şer tevehhüm edilmiş ise tashih-i i’tikad olunsun. Mesela insanlar bulundukları asrı daima zemmederler; kendi kusurlarını hep o biçarenin boynuna yüklerler! Bütün evsaf-ı kerimeyi de yetişemedikleri asırlarla beraber gitmiş sanırlar. Hak tarafından asrın namına kasem edilmesiyle meydana çıkıveriyor. Demek kabahat asırda değil asrı hüsn-i isti’mal edemeyen Asr’a “ikindi” ma’nasını verirsek yine aynı netice çıkar. Zira vaktiyle Arapların işsiz takımı gündüzün bu devresini pek faidesiz şeylerle geçirmek mu’tadında oldukları cağı vehmi yerleşmişti. Artık yeri gökleri yaratan Allahu Zü’l-celal tutar da bu zamana kasem ederse kadri ne derecelerde yüksek olacağı derhal anlaşılır. Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib Husr “dalal helak noksan” ma’nalarınadır. Evet sure-i celilede istisna edilenlerin haricinde ne kadar insan varsa hepsi hüsran içindedir. Evvela imanı ele alalım bakalım; bu feyizden nasibi olmayanların hüsrandan azade kalması mümkün mü imiş değil mi imiş: Vakıa insanların esbab-ı saadet bildikleri vesaiti elde edenler için –dinsizlere göre zaten bu hayatın maba’di olmadığından– hüsran yoktur gibi gelir; ama azıcık düşünülürse hakīkatin büsbütün başka olduğu görülür. Çünkü insan yalnız müessirat-ı tabiiyyeye karşı cismaniyetini barındırmak ihtiyacında değildir. Ma’neviyatını hücum-ı te hisseder. Zira elbette insan hayvan gibi olamaz. Şimdi biraz da Dini Felsefi Musahabeler ’in maalesef leyelim. Bakınız imandan nasib alamayanları nasıl tasvir ediyor: “Dinsiz bir adam gayet karanlık bir gecede fırtınaya tutulmuş yelkensiz dümensiz safrasız gemi gibi bu umman-ı havadisin emvac-ı müdhişesi arasında çalkanır durur. Nihayet sahil-i selamete ermeden dehşetli bir kayaya çarpıp parça parça olur. Eğer dinsiz olmak ezvak-ı mümkine-i beşeriyyeden istenildiği kadar nasib almak maksadına müstenid ise emin olmalı ki Cenab-ı Hak asla buna meydan vermez; su’-i i’tikad ashabının dimağından isti’dad-ı telezzüz hassasını derhal nez’ eder. Din gittiği dakīkada insanın gözüne bir siyah gözlük takılır; dünya insanın nazarında bir zindan-ı bela kesilir; bütün mevcudatı simsiyah görmeye başlar. Afak bir kemend-i ateşin gibi boğazına geçmek için dakīka be dakīka darlaşır. Kalb her türlü mezaya-yı insaniyyeden tearri eder. Dinsiz ailesi efradına kendisini me’kel ittihaz etmiş bir alay mahlukat-ı muzırra nazarıyle bakar; beni nev’ine karşı hiç bir muhabbet hiç bir şefkat hissetmez.. Buhran-ı küfr ü Nevmi azab yakazası endişe-i bi-hesab olur. Kuşların negamat-ı can-fezası gıriv-i matem ezhar-ı nevbaharın hande-i Nereye baksa çin-i cebin la’n ü nefrin görür. Bütün mevcudatın kendisine diş gıcırdatmakta olduğuna hükmeder. nazarında bir levha-i matemi-reng-i bela kesilir. Onun için fazilet bir lafz-ı bi-ma’na; vicdan kayd-ı tahzir-i büleha; muhabbet bir maraz; şefkat ukūl-ı kasıra mahsusatından vehmi bir arazdır. Din gidince bünyan-ı fezail yıkılır; hissiyat-ı mübeccele namına kalbde dimağda ne varsa hepsi birer birer çekilir. Saha-i kalb bomboş tamtakır kalır. O sahayı tenvir eden ne kadar şu’le varsa hepsi söner. Onun yerine payanı olmayan bir meydan; göz gözü görmeyen bir zindan kaim olur. O zindanın her tarafından mübhem muvahhiş müdhiş sadalar aksetmeye başlar. hennemdir. Orada insanın dimağına istila eden efkar-ı müd­ hişe-i muzlime de o cehennemin ateşin taziyaneli zebanileridir. Cenab-ı Hak dinsizlere azab-ı ekberin nümunesini burada bu suretle gösterir. Bu buhran-ı akli ve asabinin neticesi ne olmak lazım geleceği herkesin ma’lumudur...” MÜDAFAAT-I DINİYYE HAK VE HAKĪKAT “Müteakıben kızları imana geldiler. Amcası oğlu Ali de onlara iltihak etti. Ali on yaşında bir çocuk idi. Bir kaht senesinde amcasının bar-ı maişetini tahfif için onu kendi evine almıştı. Bunu müteakıben köle Zeyd geldi. Zeyd hala köle miydi yoksa Muhammed azad edip evlad etmiş miydi burası layıkıyla ma’lum değildir.” Keraim-i seniyyenin iman etmelerini zikretmek zaiddir. Onlar zaten peder-i zi-şanları terbiyesi tahtında yaşamakta oldukları cihetle putlara tapmış değillerdi. Risalet haberini tasdikte tereddüd etmeyecekleri de emr-i aşikardır. Binaberin ekser-i kütüb-i siyerde husus-ı mezkur meskutün-anh bırakılmış dine da’vet buyuruldukları beyan edilmemiştir. tezevvüc etmiş olup diğerleri hep sağīre idi. Hatta Hazret-i Fatıma ra henüz dünyaya gelmişti. Müşarun-ileyhinne hazeratının menakıb-ı aliyyeleri cild-i evvelde icmal olunmuştur. Hazret-i Ali kerremallahu vechehu Efendimiz’in de hane-i saadet-aşiyane-i peygamberide terbiye görerek ibadet-i asnamdan masun kaldıkları halde kabul-i İslamiyyet’leri mevzu’-ı bahs oluyor. Çünkü sinn-i büluğa ermeyen çocuk pederine tabi’ addolunur. Müşarun-ileyhin pederi Ebu Talib kendisinin Din-i Hakk’a da’vet buyurulup icabet eylediğini ulema-yı siyer tasrih ediyorlar. Hazret-i Ali Efendimiz’in suret-i ihtidaları da şayan-ı tezkardır. Şöyle ki: Suretü’l-Müddessir’in balada mezkur evaili şeref-nüzul ederek Sultan-ı Enbiya Efendimiz hazretlerine mansıb-ı risalet ihsan ü inayet buyurulan Pazartesi günü akşam vaktine doğru zevce-i mükerremeleri Hazret-i Hadice yanlarına gelip hıtam-ı salat akībinde istifsar-ı keyfiyyet eyledi. Cevaben; “Bu ibadet Cenab-ı Hakk’ın Zat-ı Uluhiyyeti buyurduğu Din-i Hakk’ın ahkam-ı celilesi cümlesindendir. Ya Ali! Seni de şerik ve şebihten mukaddes olan Ma’bud-ı Zü’l-Celali’mize ibadet ve Lat ve Uzza gibi alihe-i batılaya perestişten tevakkī ve münacebet etmeye da’vet ederim.” buyuruldu. Ali ra: “Bu da’veti henüz işitmiş olduğumdan müsaade buyurun da biraz düşüneyim bir kere de pederimle yır! Bu sırrı kimseye açmaya izin vermem! Eğer muvafakat etmezsen bari ketmeyle” buyurdular. Hazret-i Ali o gece kendi kendine mülahaza ve tefekkür sayesinde mazhar-ı hidayet olup ertesi Salı günü tekrar huzur-ı Risalet-penahi’ye duhul ile saadet-i ezeliyyesini ibraz etti ve bu hal ü hareketini bir müddet gizli tuttu. Pederi muttali’ olup sebat etmesine muvafakat ettikten sonra i’lan eyledi. Hazret-i müşarun-ileyh bu sırada sinn-i temyize baliğ olmuştu ki bu sinde bulunan sabinin iman ve İslam’ı ittifakan sahihtir. Ama sinn-i büluğa vasıl olmadıkça terk-i iman sebebiyle muahaze olunmaz. Rivayet olunduğuna göre Ebu Talib bir gün mahdumunu Resul-i Ekrem hazretleriyle namaz kılarken görüp kendisine: “Bu ne haldir?” demiş Ali hazretleri de: “Başka bir şey değil! Ben Cenab-ı Bari’ye ve Nebiyy-i Zi-şanı’na iman ettim. İbadette de kendisine iştirak ediyorum.” cevabını vermiş olmağla pederi: “Pekala! Demek seni hayr-ı azime delalet etmiş; iktidada devam et!” diye takdir ve tahsin etmiş Efendimiz’in sağ canibinde salat ederken gördükde diger oğlu Cenab-ı Ca’fer’e hıtaben: “Ne durursun sen de amca-zadenin diğer canibini vasl eyle!” demişti. Ca’fer ra da pek ziyade müştak bulunduğu Din-i Hakk’ı kabul ile Resul-i Ekrem’in sol canibine kavuştu eda-yı salata müsaraat etti. Maamafih Ebu Talib hazretleri: “Birader-zademin söylediği sözlerin hak olduğunu biliyorum. Eğer Kureyş kadınları beni ta’yib edecek olmasalardı ben de kendisine mütabaat ederim.” diyerek din-i kadimi olan putperestlikten ayrılmaya muvaffak olamamıştır. Dozy’nin “Köle Zeyd” dediği zat Kur’an-ı Kerim ’de ism-i şerifi mezkur Zeyd bin Harise radıyallahu anhdır. Müşarun-ileyh küçük yaşında validesiyle beraber Beni Tayy kabilesinden bulunan dayılarını ziyarete giderken gasb olunarak Suk-ı Ukaz’da bey’ ve Cenab-ı Hadice’nin birader-zadesi Hakim bin Hizam ra tarafından iştira ve müşarun-ileyhaya de Hadice Validemiz onu Risalet-penah Efendimiz’e hibe eyledi. Efendimiz de kabul ile der-akab azad zeki ve zarif bir gulam olmasına mebni kendisini evlad ittihaz buyurdu. Hengam-ı bi’set-i mübarekede Hazret-i Ali Efendimiz’in tasdik-ı risalete müsaraati üzerine almış bulunduğu terbiye-i hasene sayesinde Cenab-ı Zeyd bila-da’vet tasdika mübaderet etmişti. Burası ca-yı tereddüd olmadığı gibi Dozy’nin tereddüdüne rağmen kıssa-i i’takın kable’n-nübüvve vukūu da mahall-i iştibah değildir. olmağla kable’l-İslam cari olan usul-i Araba tevfikan Hicr-i Ka’be’de müctemi’ bulunan ekabir-i Kureyş’in işhad oldukları bir vak’a-i ma’lumedir. – Cenab-ı Zeyd’in gaybubetinden sonra pederi Harise firakıyla müteessir olarak hayli eş’ar inşad etmiş ve pek çok ağlamış idi. Muahharan oğlunun nezd-i Risalet-penahi’de olduğunu istihbar edip biraderi Ka’b’ı istishabla Mekke’ye gitmiş ve hane-i saadette oğlu ile buluşmuş Müteakıben fidye verip tahlisi için istirhamda bulunması üzerine Resul-i Ekrem hazretleri; “Fidye vermenize hacet yok. Ben kendisini muhayyer bırakıyorum. Eğer sizi isterse beraber gidiniz; beni tercih edip de burada kalmak isterse bütün dünyayı verecek olsanız kabul etmem” buyurdular. Bu sözü işitince onlar pek sevindiler. Fakat lede’t-tahyir Zeyd’in gözleri sulanıp Resul-i Ekrem’e hitaben: “Ben sizin üzerinize hiç kimseyi tercih edemem. Benim babam da siz amcam da sizsiniz..” demesi üzerine hayrette kaldılar. Fikrini tahvil için müteessir edecek ne söyledilerse faidesini göremediler. Binaenaleyh mezburların hatırlarını tatyib için Cenab-ı Risalet-meab Zeyd’i yanına alarak mahfil-i Kureyş’e isal ile kendisini oğul ittihaz ettiğini bir daha i’lan buyurdu. Harise HEGEL’IN MAKALESI MÜNASEBETIYLE “TEALLÜM-I NEBI” İDDIASINA REDDIYE – – mıştı. Hatta bu Bahira ve Nastura nam rahibleri bazı ulema ashabdan saymışlar fakat esah olan ashab-ı Resul’den addedilmemeleridir. Çünkü ashab; diye ta’rif olunur ki bir kimsenin ashabdan ma’dud olmasıyçün mü’min olduğu halde Peygamber’i görmesi yahud –a’malarda dahil olmak için– Peygamber’in onu görmesi lazımdır ve imanında sabit olarak vefat etmesi de sahabetin şeraitindendir. Halbuki bu muhterem rahibler bi’sete erişmemişler Şeriat-i Ahmediyye ile mükellef olamamışlardır. Bizce onlar ehl-i fetretin naci kısmına dahil mü’min ve muvahhidlerdir. Fakat yine inkar edilemez ki nail oldukları şeref ve saadet az değildir. Allah onlara rahmet eylesin. * * * Görülüyor ki burada daha ta’lim ve teallüm namıyla hiçbir rivayet mevcud değildir. Teallüm olmadığını biz Bahirames’elesinde olduğu gibi bunda dahi biraz muhakeme ile tedkīk-ı mes’ele ederek anlarız: Bahira’ya halef olan bu Nastura vefat eden Bahira’nın şakirdi veya şeriki olmak ihtimali yok değildir. Çünkü evvelleri şimdiki gibi mükemmel müesseseler her yerde daru’l-maarifler bulunmadığı için hacenin vefatında oğlu varsa oğluna yok ise veya ehil değilse yine o medreseden veya kiliseden yetişen diğer birine o vazife tevdi’ olunurdu. Bu usule şimdi bile riayet edildiği vardır. Cenab-ı Peygamber’in Bahira ile mülakata müncer olan evvelki seyahati ile bu seyahatleri arasında on üç senelik bir zaman geçmiş idi. Bahira’nın ne zaman vefat ettiğini bilmiyoruz. Yalnız Nastura ve Bahira’nın şakirdi veya şeriki olmak suretlerinde kat’i bir surette şu neticeye dest-res oluruz ki; Bahira Hazret-i Peygamber’e mülakī olduğunu Nastura’ya herhalde söylemiştir. Çünkü nebiyy-i muntazara mülakat hadise-i azimedir. Nastura dahi o merak ile daima tedkīkat ve taharriyatta bulunurdu. Nihayet arzu ettiği şerefe nail oldu. Yok eğer Nastura Bahira’yı görmediyse yani ikisi görüşemeyip Bahira’nın vefatıyla Nastura ahar mahalden celb olunduysa o vakit deriz ki; Bahira nasıl istidlal ettiyse Nastura dahi öylece istidlal etmiştir. Çünkü Kütüb-i Mukaddese’de ba-husus İncil -i Şerif’te bir peygamberin ba’s olunacağı mübeşşer ve o peygamberin evsaf ve alamatı mübeyyen Kervan halkı yanlarında olmakla beraber Hazret-i Hadice’nin tenbihiyle Meysere ve Huzeyme dahi Cenab-ı Peygamber’in yanından ayrılmamışlardır. Keza Cenab-ı Peygamber’in amcaları Hazret-i Peygamber’e göz kulak olmaları rından Cenab-ı Peygamber’in –bil-farz– gaybubetini herkes görecekti. Aramaya başlayacaklar bir telaş olacak ve bu Mekke’de şayi’ olacaktı. Ticaret için ba-husus diğer bir kimsenin emvalini satıp ticaretinde iştirak maksadıyla yola çıkan bir zat işini gücünü terkedip de “teallüm” ile uğraşması baidü’l-ihtimaldir. Hem de Cenab-ı Peygamber’in sadakati buna mani’dir. Deruhte ettiği vazifeyi ifa etmemek başka şeylerle meşgūl olmak emaneti yerine getirmemek demektir. Halbuki ahde vefa Arabların en büyük meziyetlerinden olduğu tarihlerle sabittir. Hazret-i Hadice’nin Peygamber’e muahharan zevce olması da vazifesini hüsn-i ifa ettiğine en büyük delildir. Eğer orada bulundukları müddet Nastura ile baş başa vurup da ders okumuş olsaydı Meysere Huzeyme elbette bunu Hazret-i Hadice’ye söyleyeceklerdi. Hazret-i Hadice ra o zaman zevceliğe iltifat değil verdiği sermayeyi bile geri alması lazım gelirdi. Başkasının emvali ile gittiği için pekçok kalmadıklarını da anlarız. Çünkü aharın malını satmak için gidip de aylarla orada kalmak bu da mümkün değildir. Kütüb-i siyerle de sabittir ki bizim pek mevsuk kitaplarımızdandır. Başka defalar yalnızca da Hazret-i Peygamber Busra’ya gidip tahsil edemezdi. Çünkü Busra denilen mahal Şam’ın kilometre cenubunda Kudüs’ün kilometre şimal-i şarkīsinde kaindir. Busra ile Mekke arasında bin küsur kilometre vardır ki yalnız bir adamın Mekke’den kalkıp da Busra’ya gitmesi ihtimali yoktur. Çünkü yollar emin değildi. Şimdi bile hüccac kafilelerle gitmek ve aylarla yol yürümek ihtiyacından vareste olamazken o vakitler böyle bir tasavvur haric ez-imkan olacağı tabiidir. Hülasa kat’iyyen emin olmamalıdır ki bu ta’lim ve teallüm mes’elesi Avrupalılar için o zamanki ahvalin hakayıkını bilmeksizin iltizam olunmuş zaif bir da’va olup bu da’valarıyla nazar-ı tarihde hiçbir hak kazanamazlar. O yoldaki da’valar zunun ve evham hükmünde kalır ciddi adamlar nezdinde lihaza-i ehemmiyyeti celbedemez. MADDİYYUN VE MESLEKLERİ −− Hey’et-i ictimaiyye-i beşeriyyeye mazarrat-ı azimesi derkar olan bu maddiyyun fikrinin zamanımız mütefelsiflerinin zu’m-ı batılları gibi yeni bir şey olmadığına dair geçen makalemizde muhtasaran bazı izahat vermiştik. Şimdi de bu ciheti daha etraflı bir surette izah etmek isteriz. Bu hususta gani Şeyh Muhammed Abduh Gazzali Fahreddin Razi bu babda te’lif olunan asar-ı fazılanedir. Tedkīkat-ı tarihiyye isbat ediyor ki; Yunan hükeması kable’l-Milad üçüncü ve üördüncü asırlar’da iki fırkaya ayrılmışlardı. Bunlardan birisi; –kainatı idare etmek için– levahık ve avarız-ı cismaniyyeden münezzeh levaziminde mahsusata muhalif madde ve müddetten mücerred bir zatın vücuduna kail idi. Bu fırkaya göre; mevcudat-ı maddiyye ve mücerredenin kaffesi bir mevcud-ı mücerrede müntehi ve o mevcud-ı mücerred her cihetten vahdet ile muttasıf zatı te’lif ve terkibden müberra zatında terkib tasavvuru aklen muhal vücudu hakīkatinin aynı hakīkati de vücudundan başka bir şey değildi. Binaenaleyh kainatın mübdii mucid-i hakīkīsi masdar-ı evveli bu idi. Bu fırka hukema-i “müteellihin” uluhiyeti kabul eden hükema diye şöhret bulmuştur. Bu fırkanın başlıca rüesası şunlar idi: Pythagoras Sokrates Platon Aristoteles. maada ne varsa hepsini nefy ederek mevcudatın havass-ı hams ile görülen şeylere mahsus olup bundan ileri geçmeyeceğine kail oldular. Bundan dolayı bunlara “maddiyyun” namı verildi. Bunlar kainatta madde ve maddiyattan başka bir şey olmadığına kail olmaları ve binaenaleyh Sani’-i Teala’yı inkar etmeleriyle beraber diğer bir cihet vardı ki bunları hakīkaten düşündürüyordu o da maddelerin zahir ve hassalarındaki ihtilaf! Şimdi de bu cihete atf-ı nazar ettiler. Bu ihtilafın menşeini aramaya başladılar. Pek çok tefekkürden sonra bunların kudeması bu ihtilafın menşeini tabiata nisbet ettiler. Binaen­ aleyh maddenin zahirinde hassasında ru-nüma olan bu kadar Fransızlar indinde “naturalisme” yahud “materialisme” diye şöhret bulmuştur. Birincisi tabiiyyun ikincisi maddiyyun demektir. Bu fırka marru’z-zikr usule i’timad ettikten sonra bu kadar kevakibin mevalid-i selasenin –ma’deniyat hayvanat nebatat– ne suretle vücud bulduğunu tedkīk ve bu hususta muhtelif fikirlere ayrıldılar. Bunlardan bazıları dediler ki: “Bu feza-yı na-mütenahiyi hede etmekte olduğumuz intizam-ı bedi’ üzere bulunması ancak bir ittifak bir tesadüf neticesidir. Bunların cümlesi tesadüfi olarak vücuda gelivermiştir. Yoksa –mütedeyyinlerin dediği gibi– bir Vacibü’l-Vücud’un eser-i kudreti değildir. Binaenaleyh nizam ve intizam üzere müşahede etmekte olduğumuz kainat için bir mucid bir mübdi’ taharri etmeye lüzum yoktur.” Bunların fikirlerindeki za’fiyet fehimlerindeki sehafet butlanı pek zahir olan bu varta-i helake yuvarladı. Zira bu fikre zahib olmak için tercih bila-müreccahı tecviz etmek lazımdır. Halbuki tercih bila-müreccah muhalat-ı evveliyyedendir. Bu mezhebin reisi Democrates’tır. Diğer bir fırka da şöyle düşünüyordu: “Ecram-ı semaviyye ve arzıyyenin bu hey’et üzere vücudu ezelidir. Silsile-i nebatat ve hayvanat için bir ibtida olmadığı gibi bir nihayet de mutasavver değildir. Böyle gelmiş böyle devam edip gidecektir.” Çünkü bu fırka hikmetlerini yeni esas üzerine bina ediyorlar idi. Biri ademden hiçbir şeyin zuhur etmeyeceği diğeri de kainatın tanzimi için bir illet-i nazımenin lüzumu. Birinci esasın neticesi olarak diyorlardı ki: “Kainatı terkib eden anasır-ı mütenevvia ezelde mevcud idi.” İkinci esasın neticesi olarak da; “Asl-ı kadimin vücudu anasır-ı muhtelifeyi terkib etmiştir.” diyorlar ve bu suretle “Kümun ve Büruz” usulüne kail oluyorlardı. Bu usule göre kaffe-i eşya asl-ı kadimin ibda’ ettiği cism-i evvelde kamin gizli idi. Bilahare nevi’ ve sıfat ve mikdar [ve] şekil i’tibariyle cism-i evvelden büruz zuhur eyledi. Mesela; silsile-i nebatatı elimize alacak olursak görürüz ki bir dane tohumda bir başak nebatat mündemic ve o neba­ tatın her birisinde yine gizli bir tohum onda da bir başak olup ila-gayri’n-nihaye devam edip gidiyor. Bu usul nebatat hakkında tatbik olunduğu gibi silsile-i hayvanata da tatbik olunuyordu. Mesela; cerasim-i hayvaniyyeden her bir cürsumede tammü’t-terkib bir hayvan-ı kamin olduğu gibi onda da başka cürsumeler ve yine bu cürsumelerde hayvan-ı ahar vardı. İşte bu suretle bir daneden bir başağın bir yumurtadan bir kuşun meydana gelmesi hal-i kümundan hal-i büruza ta’bir-i ahar ile kuvveden fiile çıkması demek idi. Eşyanın büruzdan kümuna çekilmesi de maad idi. Binaenaleyh bu fırkanın zu’m-ı batıllarına göre gerek nebatat ve gerek hayvanat için ne bidayet ve ne de nihayet olmayıp ecram-ı semaviyye ve arzıyyenin kaffesi ezeli ve ebedidir. Bir Mucid ve bir Halik-ı Zi-şan’dan müstağnidir. Vücud-ı asli hiçbir vakit tegayyür kabul etmez. Zahirdeki tehavvül ve tegayyür o vücud-ı gayr-i mütegayyir-i aslinin terkib ve tefrikından ibarettir. Zira bir cisim anasırında bulunmayan bir sıfatı ba’de’t-terkib haiz olabilir. Şeker su ile fahmdan hasıl olmuştur. Halbuki halaveti ne suda bulunur ne de fahmda. Bunlara tabiiyyun-ı cedide namı verilmiştir. Empedokles Anaksagoras Democrates Leucippus K.M tabiiyyun-ı cedidedendir. Tabi­ hiyyü’l-butlan olmasında hiç şübhe yoktur. Çünkü böyle bir fikre zahib olmak mikdar-ı mütenahi içinde makadir-i gayr-i mütenahiyyenin bulunmasını tecviz etmek demektir. Halbuki mütenahinin gayr-i mütenahiye zarf olması aklen mantıkan muhaldir. TA’LIM VE TERBİYE MES’ELESİ Hazret-i Ali Çocuklarına asil bir terbiye-i fikriyye verebilen bir millet tanı bi-havf u endişe ahlafına terk ve tevdi’ edebilir. Nesl-i atinin teali-i fikri ve ahlakīsini mühmel bırakan kavimler ise evladlarını korkunç ve zalam-engiz bir uçuruma doğru salıvermiş olurlar. Bit-tabi’ bu gençler kendileriyle beraber vatanı da gayya-yı felaket ü izmihlale sürükler götürürler. Hayat-ı milletle pek derinden alakadar olan ta’lim ve terbiye mes’elesi zannederim hiçbir memlekette bizde olduğu kadar ihmal edilmiş değildir. Düne kadar zir-i hakimiyyetimizde yaşayan Bulgarlar bile muntazam mektepleri müretteb programları muktedir ve usul-şinas muallimleriyle yüzümüzü kızarttıracak harikalar terakkī ve tekamüller gösterdikleri halde bizde el-an bir hareket-i müsmire müşahede olunamamasını bilmem neye hamletmemelidir? Sille-i intibah-bahş-ı zaman bile uruk ve a’sabımızı donduran lakaydiden bizi ikaz edemiyor. Ne yaman uyku! Ne havf-engiz gaflet!... * * * Ta’lim ve terbiye ne demektir? Çocuklarımızı nasıl ve ne suretle terbiye edeceğiz? Onlara ne gibi şeyler okutacağız? Bunları niçin okutacağız? Nasıl ve nerede okutacağız? Kimler okutacak? Ta’lim ve tedrisden gaye ne olacak? Çocuklarımızı ta’lim ve terbiyeye başlamadan evvel kendi kendimize irad etmekliğimiz icab eden şu suallerin ecvibe-i mukniasını bulmak ta’yin etmek çocuk cidal-gah-ı maişete atılıncaya kadar muayyen olan bu istikametten inhiraf etmemeye çalışmak icab eder. Her milletin tarz-ı ictimaisi ile tarz-ı terbiyyesi arasında yakın bir rabıta pek derin bir alaka vardır. Terbiye ne esasa göre ta’kīb olunursa hayat-ı cem’iyyet de tedricen o şekli alır. Yalnız bu noktanın düşünülmesi ta’lim ve terbiyenin ehemmiyetini isbata kafidir. Bugün terbiye edilen bir nesil yarın terbiye etmekle mükellef olacaktır. Bugünkü çocuklar yarın mukadderat-ı milleti ellerine alacaklardır. Şu halde biz bugün evladlarımızı ne suretle terbiye edersek yarının o hale gireceğine hiç şübhe etmemelidir. Ta’lim ve terbiye beşeriyet kadar kadim insanlar kadar ma’ruz-ı tehavvüldür. Hatta pedagoji fenninin usul ve kavaidini mübeyyin kitaplar henüz neşr ü te’lif edilmemiş olduğu zamanlarda yani beşeriyetin edvar-ı evveliyyesinde bile bil-fi’l ta’lim ve terbiyeye devam olunduğu şübhesizdir. Her kavmin her ırkın en büyük mütefekkirlerinden en sade-dil efradına kadar herkes kendi idrak ü ihtiyacatına göre bir usul bir tarz dahilinde çocuklarını terbiye etmeye çalışmışlardır. Hal-i vahşette puyan olan bedbaht yamyamlar bile evladlarına adat ve teamülat-ı vahşiyyelerini öğretmek anlatmak lüzumunu takdir etmişlerdir. Ebeveynin tarz-ı hareketi çocuğun ahval-i ruhiyyesine pek derin te’sirat bırakır. Pedagoji kavaidini tanzim ederken ebeveynin tarz ve hareketleri behemehal nazar-ı i’tibara alınmalıdır. Aksi halde usul ve kavaid-i terbiyye denilen şeyleri nereden istihrac edebiliriz? Usul mèthode bil-fi’l işe girişmiş olan zevatın ef’al ve Bu usullerin çok kere bir gaye gözetilmeksizin ve belki farkına varılmaksızın tatbik edilmiş oldukları şübhesizdir. Fakat mütefekkirin bu münferid usulleri mütenevvi’ örf ve an’aneleri tedkīk ve te’lif ederek “ta’lim ve terbiye” nam-ı umumisi altında vasi’ bir fen te’sis edebilmişlerdir. Ta’lim ve terbiye ile muvazzaf olan zat pedagoji fennine vakıf olursa mesaisi daha ziyade semeredar olur. Fenn-i terbiye esasatına vakıf olan bir pederin evladı şübhe yok ki daha agūş-ı maderde büyük bir isti’dad-ı tekamül gösterebilir. Nazariyat tatbikatla tetvic edilmedikçe parlak muvaffakıyetler beklemek abestir. Herbart ve Pistaloji gibi ma’ruf pedagoji alimleri aynı zamanda birer pratikçi birer muallim etmiş ve bil-fi’l meşgūl bulundukları bu san’atın prensiplerini ta’yine çalışmışlardı. Fenn-i terbiye tecrübelerden yeni yeni hadiselerden doğmuş örfler an’aneler üzerine müesses bulunmuştur. Şu halde evvela vak’aları hadiseleri tedkīk etmek; teamülleri örfleri an’aneleri toplamak ve neticede bunlara istinaden usul ve kanunları vaz’a çalışmak iktiza eder. Fenn-i terbiye hakkında öteden beri kabul ve tatbik edilmiş olan usullere bugün yeni bir şey ilave edilemez. Fakat bize kadar intikal eden ve mahsul-i tetebbu’ ve tecarib olan meslekler arasından iyi ve daha ziyade faide-bahş olanlarını ayırmak gibi esaslı bir hatve-i terakkī atmak mümkündür. Her devirde her iklimde ta’lim ve terbiye ile iştigal edilmiş olduğundan ta’kīb edilen usuller şahıstan şahısa nesilden nesile göre duçar-ı tehavvül olmuşlardır. Bu derece mütehavvil usuller miyanında faide-bahş olanları bulunacağı gibi muzır ve faidesiz bulunanları da pek çok olabilir. Hayat-ı cismani için tenasül ne kadar mühim bir vazife aynı ehemmiyeti haizdir. Bir millet teali ve tekamülünü te’min eden avamil-i esasiyyeyi bizzat terbiyede bulur. Hayat-ı ictimaide müşterek olan efrad-ı milletten her şahıs diğerlerinin tarz-ı terbiyyesine az-çok bir te’sir ikaından hali kalmaz. Örf an’ane te’sir-i muhit tevarüs ve muvaneset usul-i terbiyyeye en ziyade müessir olan avamilden sayılırlar. Bir aile reisi kendi efrad-ı ailesinin tarz-ı terbiyyesinde zi-nüfuz bir hakim olduğu gibi bir milleti idare edenler de o millet efradının terbiye ve secayasında az-çok tehavvülat husule getirebilirler. Bir millete nisbet edilen ef’al ve harekatın –ki haiz olduğu terbiyeye göre tecelli eder– efrad arasındaki te’sirat-ı mütekabilenin muhassala-i fa’alesi netayici olduğunda şübhe edilmemelidir. Şu halde bir milletin harici tezahüratına karşı kuva-yı mürekkebe olan efrad-ı milletten her şahıs mevki’-i ictimaisi nisbetinde mes’ul olması icab eder. Ta’lim ve terbiye ile meşgūl olan her ferd –bu vazifeyi ne gibi bir ünvan altında ifa ederse etsin– deruhde ettiği işin ehemmiyet ve azametini bir an bile unutmamalıdır. Evlad ü ahfadımızın hayat-ı müstakbelelerini taht-ı emniyyette bulundurmak bir gün kendilerine terkedeceğimiz mevakii işgal ettikleri zaman ihtiyacat-ı maddiyyeden mümkün mertebe azade kalmalarını te’min etmek için gayret ve fa’aliyetimizle iddihar-ı servet ü samana çalışırız. Çocuklarımıza ciddi bir terbiye veremez isek bütün bu sa’y ü gayretimiz heder olmuş olmaz mı? Esaslı bir terbiye veremediğimiz varisler atılacakları mücadele-i hayatta kolayca mağlub olarak bırakacağımız servet-i maddiyyeyi de mahv ü telef etmeyecekler mi? Fakat çocuklarımızın ciddi ve esaslı bir ta’lim ahlakī ve nezih bir terbiye almalarına çalışır ve bu yolda fedakarlıktan çekinmez isek emin olalım ki bu uğurda sarfedeceğimiz mebaliğin on parası bile beyhude yere telef edilmiş olmaz. Kazancımızdan çocuklarımızın ta’lim ve terbiyesine hasredeceğimiz bu mebaliğı onların dimağlarında ma-dame’lhayat payidar olacak bir irad tedarikine hasretmiş olacağız. Ancak müsmir ahlakī bir ta’lim ve terbiye vermek suretiyledir ki evladlarımıza –ahfadımıza da aynen tevarüs ve onların da refah ve saadetlerini müteselsilen te’min edebilecek– bir miras-ı la-yüfna bırakmış oluruz. Şübhe yoktur ki ciddi ve esaslı bir terbiye tahtında perverişyab-ı kemal olacak bir genç reh-güzar-ı hayatta tesadüf edeceği mevani’ ve müşkilatı daha ziyade bir metanetle ziyade bir sühuletle tedarik etmeye kudret-yab olur. Bu yolda bir terbiyeden mahrum kalan bedbahtlar ise pederlerinden ederek ma’nen ve maddeten iflas eder sefalet ve felaketin merhametsiz pençeleri altında kahr olur gidirler. Terbiye mes’ele-i muğlakasının karanlık noktalarını tenvir pek ziyade alakadar olduğunu daima der-hatır etmelidir. M. Şemseddin EBU’L-ALA MAARRI Arabın Ebu’l-Ala’sı –mesleksizlikte– Acemin Hayyam’ına pek benzer. Evet şimdi Hazret-i Peygamber’e salavat getiren Hayyam birazdan Allah’a dil uzatmak hatta vücud-ı Bari’den şübheye düşmek derekelerine indiği gibi Ebu’l-Ala da bugün abid zahid görünürken yarın bütün edyana karşı en hürmetsiz bir lisan ile yürür. Bir rubaisinde; “Ya Rabbi! Haydi benim günahlarımı afvettin diyelim. Lakin halktan gizli kalmasını istediğim o rezailin sence ma’lum olması benim gösteren Hayyam diğer bir rubaisinde Allah’a; “İşlediğim fenalıkları cezasız bırakmazsan seninle aramızda ne fark ka­ lır?” sual-i mülevvesini irad edecek mertebelerde edebsizlik etmiştir. Aynı sözleri aynı hareketleri Ebu’l-Ala’da da görürsünüz. Eserlerinin yarısı diğer yarısıyla mükemmel bir tezad teşkil eden Ebu’l-Ala şayed müellefatını bizzat tertib etmiş olmasa idi; “Şair fikren birçok tavırlar bir çok inkılablar geçirmiş” diyerek kendisinin ya ilhadına ya imanına karar verebilirdik. Lakin bütün asar-ı münteşiresi kendi mahsul-i tertibidir. Onun için eğer mülhid idiyse imanına hükmettirecek muvahhid ise kendisine mülhid dedirtecek parçaları neşretmemeli idi. Riyaziyyundan bir zat-ı muhteremin dediği gibi: “Bu din ya vahiddir yahud sıfır. Her halde kesr olmasına imkan yoktur.” Lakin şu iki şair din için ne vahid diyebilmişler ne sıfır; hatta ne de kesr! Bizim fikrimize kalırsa bu adamların her ikisi orta halli birer şair imiş. Yüksek tabakadaki san’atdaşlarının mertebesine yükselmek için kabiliyetlerini kafi görmemişler. İlhadiyat vadisinde ise işlenmemiş birçok nükteler mazmunlar görmüşler. “Haydi. Seleflerimizin meşru’ bir maksad gözeterek el uzatmadığı şu maaniyi nazmetmek suretiyle umuma muhalif lakin yeni bir çığır açalım.” demişler. Bunun üzerine bir kısım halk nazarında zındık diğer bir hizibe göre Eserleri im’an ile okunacak olursa görülür ki: Ebu’lAla’nın olanca felsefesi başkalarının düşünemeyeceği değil ancak söyleyemeyeceği şeyleri bi-perva söyleyivermesidir. Yoksa ne mülhid göründüğü zaman ileri sürdüğü şübheler yıkılmayacak kadar sağlamdır ne de muvahhidliği devrelerindeki sanihaları çıkılmayacak gibi yüksektir. Başlarında Cenab-ı Ali olmak üzere binlerce hakim-i ali-nazar yetiştiren alem-i İslam hamdolsun Ebu’l-Alalara Hayyamlara feylesof ünvan-ı mübeccelini verecek kadar Bahse nihayet vermek için deriz ki: Söz Hazret-i Kemal’in sözüdür: “Onları bu türrehata sevkeden ya kafiyedir ya mazmun!.. Kale’llahu Teala: Yekulune ma-la yef’alun.” ÇALIŞMAK Çalışmak nizam-ı intizamı tabiatin; Odur en büyük kanunu düstur-ı hilkatin. Bakarsan görürsün yerde gökte ne varsa hep Birer şahid-i hamuşudur bu hakīkatin. Çalışmak hayatın maye-i pür-füyuzudur Odur ruh-ı mevcudiyyeti her saadetin. Hayatı seversen durma terket ataleti Çalış çünkü yoktur farkı mevt ve ataletin. “Küllen nümiddü ha’ulai ve ha’ula...” Hitab-ı celili o kitab-ı hidayetin Bizi sevk için kafi kemal-i fazilete – Düşünsek eğer ma’nasını biz o ayetin– Çalışmak hususunda muvahhidle mülhidi Müsavi tutar Mevla ve zaten adaletin Budur muktezası… Sa’y eden müşrik olsa da Olur hakimi atıl olan kavm ü milletin. Maksadımız Sebilürreşad ’ı alem-i İslam’ın en mühim ve en ziyade nafi’ bir mecmuası haline getirmekten ibaret olduğundan noksanlarını tedricen ikmale çalışacağımızı vaad etmiştik. Fil-hakīka ciddi mecmualar kari’lerine şuabat-ı ulumdan her birine dair ma’lumat-ı lazıme verebilmelidir. Siyasiyatın mücadelat-ı bi-sudundan usanan dimağlar ciddi mecmualarda ruhlarını tenşit fikirlerini i’la edecek mebahis ararlar. Huceyrat-ı dimağıyyenin fa’aliyet-i fizyolojiyyeleri daimi olduğundan zihin hiçbir zaman meşgaleden azade kalamaz. Öğrenmek anlamak beşeriyetin en derin ihtiyaclarındandır. Bu ihtiyac altında kıvranan dimağ muhtac olduğu şeyleri kafi derecede alabilmelidir. Sebilürreşad tefsir hadis felsefe ictimaiyat terbiye e­ de­ biyat siyasiyat iktisadiyat ilh… gibi ciddi ve mükemmel bir mecmuanın havza-i tedkīkıne girebilecek mebahisi cami’ olduğu halde günden güne bedayi’-i harika-nümasıyla herkesi beht ü hayrete düşüren fenden bahsetmemesi kari’lerini fennin en son muhtereatından haberdar edememesi bir noksan teşkil ediyordu. Kariin-i muhteremenin gösterdikleri rağbet icra ettikleri teşvik bize bir de Kısm-ı Fenni açarak bu noksanı bertaraf etmek lüzumunu hissettirdi. Sebilürreşad ’da fenne de ayrıca bir kısım tahsis bazı sebük-magzanın fen ile dinin kabil-i te’lif olamayacakları hakkındaki bi-esas kanaatlerini çürütmek hakaik-ı müsbete-i fenniyyenin Din-i Mübin-i Ahmedi’yi te’yid etmekte olduğunu göstermek gibi bir maksad-ı ulviye müsteniddir. Kısm-ı Fenni’ye tabiiyata mebahis-i hayatiyyeye fizyolojiye hıfzussıhhaya tabakatu’l-arza… dair mebahis-i mühimme dercedilecektir. Fennin yeni yeni keşfiyat ve muhtereatından mühim ve faideli tatbikatından bahsolunacak ve nazariyat-ı fenniyye hakkında lazım geldiği kadar izahat verilecektir. Fikr-i fenden mahrum olanlarda kudret-i tenkīdiyye bulunamaz. Dimağları fenni esaslarla da tenevvür eden erbab-ı diyanet öğrendikleri yarım yamalak bazı mukaddemata sözlerindeki kıymetsizliği pek kolay takdir edebilirler fenni larla hasmı ilzam ve iskat edebilirler. Hayat-ı maddiyye ile alakadar olan mebahis-i fenniyyenin mechul kalması mücadelat-ı maişet için elzem olan tevazün-i kuvayı ihlal eder. Hayat-ı ma’neviyyenin te’alisi hayat-ı maddiyyenin zindegi ve tekemmülüne mütevakkıftır. Bunlardan yalnız birisiyle cidalgah-ı hayatta te’min-i muzafferiyyet mümkün olamaz. Hakayık-ı diniyyeyi kat’i vukūfla beraber saha-i fennin menatık-ı mesturesine nüfuz edildikçe insanın ma’neviyatı teali akīdesi rüsuh peyda eder. Kendi vücudundan a’za ve echizesinin vezaif ve bünyelerinden haberdar olmayan muhitini muhitinde bulunan eşyayı bunlar arasındaki re­ vabıtı bilemeyen bir kimse mechul ve muzlim bir diyara düş­ müş aciz bir gurbet-zedeye benzer. Nerede bir tehlike hangi tarafta bir melce’-i selamet bulunduğunu bilemez; mütereddid kalır. Faidesiz yere öteye beriye koşar ve hiçbir zaman mühlik ve hatar-nak bir vartaya düşmekten emin olamaz. Fen bize hayat-ı maddiyyede zaferyab olmak esbabını bünye ve teşkilatını teşrihini echizenin vezaifini öğretir. Nasıl ve ne suretle muhafaza-i sıhhate muvaffak olacağımızı gösterir. Nerede bulunduğumuzu muhitimizde ne gibi şeyler olduğunu bunlarla bizim aramızdaki rabıta ve münasebetleri gösterir. Ber-hayat olduğumuz müddetçe zebunu bulunduğumuz kuva-yı tabiiyye hakkında bize bir fikir verir. Silsile-i cemadat ve nebatat ve hayvanata dair netice-i istikrasının neden ibaret olduğunu anlatır. Üzerinde yaşadığımız seyyarenin alem-i şemsle olan münasebetini irae eder. Velhasıl fen bizi ve muhitimizi tanıttırarak nazm-ı mübini ile ıttılaına me’mur olduğumuz hakayıka vukūf peyda etmemize hizmet eder. KILIÇ DINİ Babil esareti yetmiş sene devam etti. Gerek bu müddet ve gerek birçok felaketlere ma’ruz bulundukları daha uzun edvar-ı müteakıbe-i perişani esnasında Yahudiler diğer akvamdan büsbütün ayrı kaldıkları gibi din ve mezheblerinin kavanin ve ahkam-ı esasiyyesi de değişmemiş gibi idi. Nihayet kadim Babil hükumeti munkarız olup Asuriye tahtı İran hükümdarı Keyhüsrev’in yed-i zabtına geçti ve yetmiş senelik esaret devresi hıtama erdi. Keyhüsrev Babil’i zabtettiği zaman Yahudilerin vatan-ı aslilerine iadesini irae eylediğinden kişi hemen Zeru Babil kumandasında bundan etmeyip menfalarında kalmış idi ki “Ester’in Kitabı”nda naklolunan vak’anın işte bu vakitlere aid olması lazım gelir. Esas-ı vak’ayı şöyle hulasa edebiliriz: tezvic etmişti. Rical-i hükumet arasında ise kraliçenin amca-zadesi olan Mordehai isminde bir Yahudi ile Haman namında bir de çapkın ecnebi vardı. Haman hükümdara vezir nasbolundu. Lakin rakībi olan Mordehai’dan açıkça ahz-ı ezmek istedi. Nihayet bütün imparatorluk eyalatı dahilinde Yahudilerin katli için hükümdardan bir takım iftiralarla ferman ler dahilinde Yahudiye diyarı dahil idi. Yahudiler son derece korkmuşlar yegane ümidlerini Mordehai’a bağlamışlardı. Ester Mordehai tarafından ta’limata tevfikan krala pek ziyade lebatını ifa eyleyeceğine hatta hükumetinin yarısını bile vereceğine dair söz almıştı. Ba’dehu kraldan milletdaşlarının afvını taleb edip onları felaket-i müdhişeden kurtardı. Müteakıben Haman’ın müfteriliği fenalığı da anlaşılarak duçar-ı müzacat edildi. Yani Haman darağacına asılmış Mordehai onun yerine mansıb-ı vezarete geçmişti. Bütün valilere yazılan fermanlarda evvelki fermanın nakzedildiği Yahudilere –hatta– istikamet ve sadakatlerinden dolayı hüsn-i muamele gösterilmesi i’lam olunmuştu. Bundan sonrasını Josephus’un kendi lisanıyla ta’rif eyleyelim: “Kendi haklarındaki fermanın neşrinden sonra “Sousa” Yahudileri düşmanlarından beş yüz kişiyi katlettiler. Hükümdar bu vak’adan Ester’i haberdar edip daha başka bir matlubu olup olmadığını ve varsa is’af eyleyeceğini sordukta Ester Haman’ın on oğlunun da darağacına çekilmesini ve Yahudilere istedikleri gibi düşmanlarından intikam almak üzere bir gün daha müsaade edilmesini taleb etti. Hükümdar razi oldu. Ertesi günü ’e yakın adam daha “Sousa”da öldürüldü. Bunlarla beraber bütün havza-i hükumetteki maktulin Babili ve Asuri kişiye baliğ oldu. “Sousa”daki ’üncü günü vukūa geldi ve her katl-i ammı ta’kīb eden günlerde Yahudiler bayram ve şenlik yaparlardı. Mordehai’ın emriyle bu günler senevi bayram suretinde ve “purim” yani “muhafaza bayramı” namıyla eyyam-ı mukaddeseden addolundu…” Bu hadise hakkında Mr. Milman yazdığı Yahudilerin Tarihi ’nde diyor ki: “Bu şayan-ı hayret halas-ı nefs ve mevcudiyyetin hatırası Yahudiler tarafından el-an takdis ve ta’ziz olunur. Bu bayramın “purim” tesmiyesi Haman’ın Yahudileri mahvetmek üzere “pur” yani piyangoya müracaat etmiş olmasındandır. Bu bayram günü kadın ve erkek her Yahudi sinagogda bulunmaya mecburdur. Burada Ester’in kitabı okunur [Haman’ın adı] her geçtikçe umum hazırun ellerini çırpıp ayaklarını yere vurarak; “Hatırası mahvolsun!” diye bağırırlar…” Ardeşir’in İran tahtına kuūdunun yedinci senesinde bir çok Yahudilerin Üzeyir as kumandasında Kudüs’e hicreti vukūa geldi. ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Server Han’a; – Ektiğiniz tohumun semeresi! diyerek döndüm. Fakat o gelmekte teallül gösterdi. Eve avdet ve merasim-i mizbaniyi ifa eyledikten sonra hakim; – Vali sizinle Taşkend’de mülakat etmek arzu ediyor dedi. – Yarın öğleye iki saat kala yola çıkarım cevabını verdim. – Hayır; ale’l-acele azimetiniz matlubdur dedi. Ben de cevab-ı red verdim. Hakim kalkıp gittikten sonra amca-zadelerimi çağırtıp gaybubetimde ne yapmaları lazım geldiğini kendilerine söyledim ve; – Beni mahbusen Taşkend’e götüreceklerdir. Siz Belh tarafına kaçınız ve Türkistan’a gidip oradaki asakir ve reaya ile müzakereye girişiniz dedim. Ba’dehu ora ahalisine hitaben: “Amca-zadelerimi tarafınıza yolladım. Kendilerine edeceğiniz hizmet ve muavenet bana edilmiş gibi olacaktır.” mealinde birkaç beyanname yazdım. Mühürlerimden bir danesini –hin-i hacette isti’mal etmeleri için– onlara teslim ettim. Yol masrafı olmak üzere de dört bin Kabil rubyesi verdim ki bu paraları iki ay evvel valinin bana verdiği on beş bin manattan saklamıştım. Bu işleri gördükten sonra hareme girdim. Gece yarısı Semerkand hakimi yanında mütercimiyle üç yüz Kazak ve iki yüz polis olduğu halde eve gelmiş beni uyandırmalarını adamlarıma emretmiş. Harem kapısı vurulunca dışarıya çıktım. Hakim; – Benimle geleceksiniz; vali sizi pek acele görmek istiyor dedi. – Beni esir edeceğinizi bilse idim ilk teklifinizde kendiliğimden gelirdim cevabını verip resmi libasımı giydim ve yanıma Feramurz Han ile Can Muhammed Han’ı –ki bunlardan biri hala Herat sipehsaları diğeri de Kabil hazinedarıdır– alıp evden çıktım. Kazaklar yalın kılıç oldukları halde etrafımı sardılar; polisler de önümden yürümeye başladılar. Bu alay ile Ceneral – Beni niçin istediniz? diye sordum. – Sizi Ceneral Kaufman istemiş. Taşkend’de görüştüğünüz vakit sebeb-i da’vetini anlarsınız cevabını verdi. – Acaba ne kusur etmiştim ki gece yarısı müsellahan evime girip beni buraya getirdiler? dedim. Bu sözüm üzerine Ceneral Ivanof hakimi muahazeye başladı. O da; – Fazla kuvvetle gitmeye mecbur oldum. Çünkü Abdurrahman Han’ın maiyyetinde bulunan müsellah adamların mümanaat etmek ihtimali vardı dedi. Ceneral; – Gece yarısı gittiğiniz için pek yanlış hareket etmişsiniz ta’zirinde bulundu. Hakim de: – Gece yarısı beni gönderdiğiniz için asıl yanlış hareket eden sizsiniz tarzında mukabele etti. Bunlar yekdiğerini levm ü teşyi’ ederken ben sakitane dinliyordum. Bir müddet atıştıktan sonra Ceneral bana tevcih-i hitab ile; – Yarın öğleye bir saat kala hazır bulunacağınızı vaad ederseniz şimdi ikametgahınıza gidiniz. Ben araba ile bir adam gönderir sizi Taşkend’e yollarım dedi. Eve avdetimde bağ kapısının kilitli bulunduğunu gördüm. Yanımdaki adamlara emredip kapıyı açtırdım. İçeri girince baktım amca-zadelerim ile sair adamlarım asude bir uykuya dalıp gitmişler. Yalnız iyalim ile çocuklarım bir de Pervane Han ile Kurban Ali Han –ki biri şimdi Kabil’de sipehsalar muavini diğeri de hazinedarımdır– uyanık olup benim için ağlıyorlardı. Evladım gibi kendilerini perverde ettiğim kimselerden gördüğüm şu tavr-ı lakaydi beni müteessir bıraktı. Me’yusane hareme girip evlad ü iyalimi tesliye ettim. Ve gaybubetimde ne yapmaları lazım geldiğine dair ta’limatta da bulundum. Ba’dehu yarınki sefer için hazırlanmaya başladım. Ertesi günü mev’ud araba geldi. Pervane Han ile muahharan süvari binbaşısı ta’yin ettiğin Nizamüddin Han’ı yanıma alıp arabaya rakiben vali muavininin evine gittim. Muavin kağıt yazmakla meşgūl idi. Onun bu meşgūliyetini ganimet bilerek; – Bu gece uyumadım. Müsaadeniz olursa biraz istirahat edeyim dedim ve muvafakatleri üzerine yatıp iki buçuk saat kadar uyudum. Ba’dehu hareket ettik. Mahbus olduğumu göstermek için bindiğim arabayı Şir Ali Han-ı Kandehari’nin evinin önünden geçirdiler. Fena halde canım sıkıldı. Dünya gözümün önüne simsiyah kesildi. Arabadan atlamak ve ölünceye kadar düşmanlarımdan birkaçını haklamak istedim. Lakin hiddetimi zabtederek kendi kendime; –Bu iş deliliktir. Erbab-ı ukūl sabr u sebat ile nail-i me’mul olur dedim. Maamafih şu hal-i buhran iki saat kadar sürdü. Ondan sonra kendimi toplayıp lakaydane bir vaz’ aldım. ve evvelce bana verdikleri eve dahil oldum. Burası bağlı bahçeli ahırlı arabalıklı bir kaşane idi ki inşası için yüz bin manat sarfedilmişti. Her sene dört defa buraya gelir ve teferrüc ederdim. Lakin şimdiki halim eskisi gibi olmadığı için Beni getirenler bırakıp gittiği ve aradan iki-üç gün geçtiği halde Rus me’murlarından bir haber gelmedi. Ondan sonra biri gelip; –Vali sizi istiyor dedi. Birlikte arabaya binip valinin nezdine gittik. Her vakitki gibi ihtiramkarane istikbal ederek yanı başına oturttu ve yolculuğumuzun nasıl geçtiğini sordu. NİSAİYYUNDAN CEVAD SAMI BEY’E AÇIK CEVAP Diyorsunuz ki; “Kadınların elini yüzünü setretmemesine hatta hakim olabilmesine Din-i Mübin-i İslam cevaz vermiş bir takım i’tiyadat-ı kadimenin nezr doğrusu nez’ eylediği hukūku istirdada uğraşanlara misyoner şakirdi din düşmanı demeye nasıl diliniz varıyor?” Afvedersiniz beyefendi ama mektubunuzu teşkil eden fıkralar tenakuzda yekdiğeriyle rekabet ediyor. Bu mektup değil adeta bir mecmua-i tenakuz! A canım! Birkaç satır evvel misyoner şakirdlerinden teberri eden siz değil misiniz? Madem ki salabet-i diniyye sahibi bir mü’min-i tammü’l-i’tikadsınız niçin kuşkulanıyor neden sözü üzerinize alıyorsunuz? Hem ben makalemde bu aşikardır– teberriniz ma’nasız kalmaz mı? Ya sonra o ağız dolusu; “Elhamdülillah müslümanım ve salabet-i diniyyem yerindedir.” da’vasını ne yapalım? Farzedelim ki teberri etmiyorsunuz fakat Türklük’ten nefret İslamiyet’ten mübaadet eden kimselere ne nam verilir? Bu gibilere nasıl müslüman denilebilir? Denildiği takdirde İslamiyet’le şeriat-i mukaddesemizle –haşa!– istihfaf ve istihza edilmiş olmaz mı? Eğer İslamiyet mücerred bir ism-i bi-ma’na ile olsa gayr-i müslimler içinde İslam ismi taşıyan birçok kimselerin de ehl-i imandan addolunmaları lazım gelmez mi? Gazi “Mihal” Bey merhum ismini değiştirmeye pek de lüzum görmemiş. Yalnız kalben ve ruhan hakīkī bir mü’min-i tammü’l-i’tikad olmakla iktifa etmiş. Gazi Sultan Osman hazretleriyle uleması da ses çıkarmamış. viyet için –ma’nasından mücerred– bir alemdir. Dini imha eyliyor amma ki Muhyiddin adı Muhribu’d-din olsa ahradır bırak şu müfsidi Şimdi bu uzun tırnaklı mösyölerin bu pudralı şık kontların Din-i Celil-i Tevhid namına nisvan-ı İslam’ın müdafi’-i hukūku geçinmeleri matbuat sütunları üzerinde Avrupa filozoflarının desatir-i felsefiyyeleriyle ihticaca kalkışmaları cami’ içinde ayin yahud kilisede ibadete benzemiyor mu? Delileri bile saatlerce güldürecek cinnet-i medeniyyet! Nisvan-ı İslam’ın hukūk-ı meşrualarını aramak ancak öz müslümanların hakīkī mü’minlerin vazifesidir. Fakat –insaf ediniz insaf!..– şimdi vatanın geçirmekte olduğu şu buhranlı şu keder-engiz dakīkalar hukūk-ı nisvanı aramak zamanı mıdır? Bir tarafını ateş sarmış cihat-ı sairesinden de ateşlenerek haküstere çevrilmek tehlikesinde kalmış olan bir hane uğraşırlar yoksa el birliği can birliğiyle ateşi söndürmeye mi çalışırlar? Vatan derdini hayat-ı namus namus-ı dini ve milli endişesini yine öz mü’minler çekerler. Vatanın yaralarını kendi gözyaşlarıyla damarlarında cevelan eden hun-ı hamiyyetleriyle yıkamaya ancak onlar koşarlar. Bu “novateur bien-aime”lere gelince onların Fransız kalbleri İngiliz gönülleri Alman yürekleri öyle vatan-ı İslam derdini çekmekten namus-ı dini ve milli endişesiyle titremekten Şark ve Garb arası kadar uzak. Nelerine lazım. Onlara var mı tiyatrolar. Onlara var mı balolar. Onlara var mı madamlarıyla madmazelleriyle danslar valsler. Onlara var mı vur patlasın çal oynasınlar. Onlara var mı Hıristiyanlık’ı takdisen tırnak uzatmaklar yüzlerine pudra sürüp bıyıklı madam olmakla iftiharlar. Bunların maksadı meydan-ı vuzuhda: Kadınları kurun-ı ula çuvallarından o vahşi hararlarından çıkarmak! Zaten ademi vücudundan bin kat ehven olan o müstekreh o iğrenç o ismet-şiken tesettürü?! de madamlarından madmazellerinden çekip atmak bu mülevves bu fuhş-alud me­ deniyeti hukūk ve mevki’-i nisvan namına cebren ve kahran bütün muhadderat-ı İslamiyyeye teşmil etmek! Trablusgarb’da Adalar’da bedbaht nisvan-ı müselmanın peçelerini çarşaflarını yırtıp üryan bırakmakta olan a’da-yı dine nazire yapmak. O halde İtalyanları neden tel’in ediyor niçin ceridelerimizle; “Vahşi İtalyanlar kadınlarımızın peçelerini çarşaflarını yırtıp atıyorlar!” diye bağırıyoruz? lar içimizde! Cenab-ı Kur’an -ı Hakim kadınlarımızın ellerini yüzlerini tesettürden istisna etmiyor. Veliyyü’n-ni’met-i dimiz hazretleri gerçi tahsis ve istisna buyurmuşlar fakat bu da ancak namaz haline münhasır. Tesettürün hikmet-i teşriini piş-i nazar-ı teemmüle alalım. Tesettürden maksad; kadının hürriyetini namus ve ismetini şeref ve haysiyetini enzar-ı ağyardan tecavüz-i eşirradan muhafaza değil mi? Güzellik çirkinlik kadının neresinde tecelli eder? Görücüler; elden ayaktan boydan hasılı her şeyden evvel simaya bakarlar değil mi? Çehre güzelse oldu bitti. Hatta bazı pek güzel sima bulunur ki sıska çelimsiz tenasübden mahrum bir vücud onun sayesinde bahtiyar olur. Sima çirkin oldu mu görücüler kahve içmeye bile lüzum görmezler. İsterse en münasib en şuh-kad bir vücud olsun! Kadınlığın bütün ma’na-yı cazibedarı bütün medlul-i fitne-engizi sima üzerinde titrer. Güzellik denilen sayyad-ı ruh şikarını kaşla göz arasında avlar. Elmas altın ve emsali cansız ahcar ve ma’deniyat mücerred zinet namına kadının üzerinde bulunduğu için setri farzolsun da kadınlığın bütün ma’na-yı dil-aşubu olan yüzün o levha-i füsunkarın setri neden farzolmasın? Yüz açıldıktan sonra varsın o elmaslar o altınlar da görünsün!! Yüz açık iken elmaslara altınlara kim bakar? En çirkin bir kadın dınların tezeyyün ve tecemmülü kendilerini erkeklere beğendirmek ruhlarını kapmaktan başka ne içindir? Kendini bilen aklı başında namuslu hiçbir müslüman kadını tasavşeklinde yazılmıştır. vur olunamaz ki zevcinin hakk-ı meşruu olan bu tezeyyün ve tecemmülü bu ihtişam-ı niseviyyeyi na-mahremlere göstermek fitneler fesadlar uyandırmak için sokaklara düşsün! Hülasa beyefendi yüz tesettürü farz olan a’zanın birincisidir. Bu hakīkat-i bedihidir. Tekrar ederim: Yüz açık olduktan sonra sırtındaki çarşafın hiçbir hükmü kalmaz! O gayr-i mütesettire demektir. Farzediniz ki adeten mütesettire imiş. Bizim dinimiz adet değil ayn-ı hakīkat mahz-ı hikmettir. Geçen sene yine bu sahifeler üzerinde tesettür-i nisvan namına yazdığım mufassal bir makalede bu hakīkatleri bu hikmetleri zikretmiştim. O makaleyi isterseniz görünüz. Kadının validelik çağını geçirdiğinden yüzü buruşup saçları ağardıktan sonra çarşafını atmaya me’zun olduğunu maamafih tesettür yine hayırlı olacağını ayet-i celile ile isbat etmiştim. Kadının gençliğinde validelik deminde tesettürle me’mur olması altmışını geçtikten sonra ondan azade kalması ne büyük bir hikmettir. Murad-ı ilahi mü’minlerin Kadınların hakim olabilmeleri ayrıca bir bahis teşkil edecek kadar uzundur. Binaenaleyh bunu cevabımın üçüncü kısmına ta’lika mecbur oldum. MÜLAHAZAT-I MÜTENEVVİA Yeni meb’usandan beklenilen meslek-i faaliyyet hakkındaki alaim bilmem ki lis-i hazırın dört senelik ömr-i teşriini itmam edebilmesi için sözden ziyade iş çıkarması lazım gelir. Bu babda cihan-dide bazı a’za tarafından edilen telkīnat-ı refakatkari ile beraber maraz-ı hitabetin yine az-çok hükmünü sürdüğü anlaşılmaktadır. Kendi hürriyet-i meşruasının kadrini bilen başkalarının hürriyet-i meşruasına ta’riz etmeyi halel getirmeyi hatırından bile geçirmez. Biz de kimsenin meşru’ surette vukū’ bulan hürriyet-i kelamına –hatta fiilen muktedir bile olsak– ilişmeyi hatırımıza getirmeyiz. Fakat kelamın Meclis’in hey’et-i umumiyyesince tezekkür olunan kaffe-i mevad hakkında kürsi-i hitabete çıkıp da laf atmak suretinde isti’malinde de bir isabet göremeyiz. Bilmem ki taşradaki devair-i intihabiyye kendi meb’uslarından iş çıkarmaya yardımdan ziyade laf çıkarmaya çalışmak mı bekliyorlar? Meclis-i Meb’usan’da en ziyade sarf-ı mesai olunacak yer Hey’et-i Umumiyye salonu olmayıp encümen odaları bulunduğu ma’lumdur. Fakat bir encümen faaliyet ve sür’at-i muameleye ne kadar himmet ederse etsin çıkaracağı işlerin her maddesi ve hatta her noktası Hey’et-i Umumiyye hitabetleri sebebiyle duçar-ı ta’vik olur takılıp kalırsa encümenlerin faaliyet-i seriasından muntazar olan faide-i ameliyye dahi hükümden düşer. Bir encümenin müzakeresi o encümende a’za olmayan meb’uslar için dahi açık bulunduğu usulüne nazaran acaba Hey’et-i Umumiyye’nin birçok kıymetdar saatlerini işgal eden mülahazat-ı hatibanenin bir kısmı da encümenlere gidilerek sarfolunsa memleket için daha hayırlı olmaz mı? Hele bir encümenin a’zasından bulunup da o encümenin kaffe-i müzakeratında hazır bulunmayan ve fakat encümenin çıkardığı iş Hey’et-i Umumiyye’ye gelince dehan-ı tenkīdi açan meb’usları nasıl ma’zur görmeli bilemem! Acaba Hey’et-i Umumiyye’de hazır bulunan gazete muhbirleri encümenlere de da’vet olunsa da mensub oldukları gazetelere; “Filan yerin meb’us-ı muhteremi filan encümende şöyle söyledi böyle mülahazatta bulundu.” diye yazsalar hey’et-i umumiyyede icra-yı hükm eden maraz-ı hitabete bir çare teşkil eder mi? Yalnız Meclis-i Meb’usan’ımızda değil kaffe-i mecalisimizde dahi nazariyata pek ziyade dalmak ihtimali vardır. Bütün mecalisimizde ehl-i hibreden olmayanlar bile refiklarını muhtac-ı ikaz ve ta’lim mi farzederler nedir tatvile girişiyorlar. Bizde delaili münakkah surette tertib ve sual veya cevabı vuzu’ [vuzuh!] üzere taksir eylemek kudreti maatteessüf pek azdır. Hele re’yimiz de ekalliyette kalınca gösterdiğimiz huşunet-ı hal ü kal kolayca ma’zur görülür kusurlarımızdan değildir. Kendi fikrimizin ulviyet ve tefevvukuna ne kadar da kailiz! Hissiyatımıza ne kadar da mağlub adamlar imişiz! § Hoşnudsuzluk herkeste ve her yerde hoşnudsuzluk! Mes’udiyet denilen şey’i bulmak herkesin kendi elinde olduğunu iddia eden ecanib gelip de halimize dikkat etseler kim bilir bu memleket halkını ne kadar acz ü meskenetle itham ederlerdi. İstihkakının fevkındeki makamatı bulanlar mikdar-ı sa’yinden ziyade ni’met elde edenler de halden müşteki hüsn-i taliin cilvesine nail olanlar da bedbahtan-ı ümmet kadar me’yus. Hatta müşahede-i şahsıyyeye binaen diyebilirim ki; birer fırsatla evvelce yükünü tutup da şimdi Avrupa’nın en rahat yerlerinde ve sıhhat-i tamme ile yaşayabilenlerimizde dahi hissiyat-ı me’yusane galibdir. Acaba avaze-i şikayatı koparan kafile-i me’yusana memleketin mukadderatını tanzim eylemek vazifesi verilse vaz’-ı mes’udiyyete imkan bulunur mu idi? Biz zannetmeyiz. Tenbellik fesad-ı ictimai vazife-na-şinaslık bu me’yusiyet-i miskinanenin esbabındandır. Ezhan-ı amme fenalık beklemeye o kadar maildir ki bu memleketin düşmanı olanlar en aykırı bir rivayet-i musibet işaa etseler hemen binlerce kimseler üzerinde sahirane bir nüfuz-i ikna’ icra eyleyebilirler. Bazı kimseler latife tarzıyla bu hali memleketin ab u hevasının te’sirine isnad ederler. Buradaki cemaat-ı ecnebiyye memleketin ab u hevasını pek a’la pek müferrih bulmuş olmak gerektir ki daima işleriyle meşgūl oluyorlar hayattan da zevk alıyorlar. Onlarda bir cem’iyet-i medeniyyeye layık surette bir aile hayatı bulunuyor; ekserisinde zevk-ı irfani var fen ve san’ate hasr-ı heves etmek isti’dadı var. Edebiyat-ı mütenevviadan sanayi’-i nefiseden asar-ı atikadan da zevk alırlar. Ya biz bedbahtlar? Daima çenemiz sarkmış yüzümüz ekşimiş pür-asabiyet bir musibete dide-duz-ı intizar olup kalmışız. Başka memleketlerin bazı aksamında dahi şuriş ü isyan zuhur edebilir başka memleketlerde de mevkii ve şahsı mühim bir nazır isti’fa ederek müşkilat-ı muvakkate zuhur eyleyebilir başka memleketlerde de beş-on veya birkaç yüz asker metalib-i tehdidkaraneye cür’et edebilirler. Lakin memleket herc ü merc olacakmış gibi nas telaşa düşmez hadisat bir vaz’-ı merdane ile telakkī olunur heyecan da ne kadar büyük olursa olsun az bir zaman zarfında zail olur gider. § Esası Türk kavmine mensub bir hanedan-ı zi-kadr ü kudret tarafından kurulmuş olmakla beraber bu devlet hiçbir vakitte bir Türk devleti şekl-i muhtassında hüküm sürmemiştir. Liva-yı Osmani altına giren akvam-ı müslime-i mütenevvianın nazar-ı saltanatta daima müsavat-ı mevkii bulunmuştur ki bu da nüfuz-ı sindedir. Hal böyle iken Osmaniyeti teşkil eden tavaif-i nasın tezasından olarak bazı mertebe ayrılık gayrılık alaimi zuhura gelmeye başlamıştır. Bir zamanlar Suriyeli gayr-i müslim ba­ zı politikacılar –ber-mukteza-yı menfaat-i şahsiyye– bir mes’ele-i millet-i Arabiyye ihdasıyla ötede beride uğraşarak ecanib lehinde Osmaniyet’in vahdet-i siyasiyyesine bir darbe vurmak istemişlerdi. Fakat beyne’l-İslam teyakkuz-ı medeni husulü üzerine Arab’ın Türk’ten ve Türk’ün Arab’dan ayrı olarak vakar ve şeref-i istiklal ile idame-i hayat-ı milliyye e­ demeyeceği ve Türklerden evvel Arabların mahkum-ı düvel-i ecnebiyye olacağı hakīkati her tarafta anlaşılmaya başladı. Bugün maatteessüf tefrika ifsadatına en ziyade ma’ruz kalan bir taife-i Osmaniyye vardır ki o da Arnavud kavmidir. Meclis-i Meb’usan’ı –kavanin ve bütçe ile mütemadiyen uğraşmaya mecbur olduğu şu sırada– istizah vesilelerinden dolayı politika müzakerat-ı muzırrasıyla iştigale sevk için çok çalışan Cenubi Arnavudluk meb’uslarından birinin geçende kürsi-i meclisden; “Arnavudlar hükumet-i Osmaniyye’den me’yus kalırlar ise başlarının çaresine bakabilecekleri” yolunda bir laf fırlattığını gazetelerde görmüş idik. Devlet-i Osmaniyye’de makamat-ı mühimme ibraz eylemiş ve alem-i Osmaniyyet’te birer suretle temeyyüz etmiş birçok Arnavud zevat zuhur eylediğini tarih bize gösteriyor ki ufak bir kavimden bu kadar kesretli efradın nail-i ikbal ve temeyyüz olmak için meydan bulabilmesi sırf vahdet-i milliyye-i İslamiyye kaidesinin netayic-i munzamme ve ulviyyesindendir. Yoksa bu hali zekavet ve ma’rifet şecaat ve gayret gibi evsafta Arnavud ırkına mensub olanların Türk ve Kürd ve Arab’a faik bulunduklarına atfetmek pek batıl bir saadet ve ikbale nail olabilirler mi? Asla ve kat’a! Evvel emirde zamanımızda efradı kalil olan milletler için muhafaza-i istiklal-i siyasi fırsatı kamilen zail olup gitmektedir. Hatta Garbi Avrupa’nın Norveç Danimarka Hollanda gibi pek müterakkī ve mütemeddin olan memalik-i sağīresi ahalisi bile büyük devletlerin Şark’ı –vesait-ı ma’lume ile tedricen– parçalayıp taht-ı hükme al­ dıktan sonra nöbetin kendilerine geleceği ve her halde büyük devletlerin milel-i müstakılle-i sağīreyi yutmak iştihasında bulundukları endişesiyle şimdiden muazzeb olmaya başlamışlardır. Arnavud kavmine mensub bir takım haris ve mağrur politikacılar da munsıfane düşünürler ise i’tiraf ederler ki Devlet-i Osmaniyye’den –velevki kısmen olsun– iftiraka sevkolunmak istenilen Arnavudluk’un akıbeti ecnebinin mahkum-ı ribka-i mutavaati olmaktır. Büyük Garb devletlerinin taht-ı hükümlerine geçen küçük ve gayr-i müterakkī milletler efradının “stoaian” hukūkundan hukūk-ı mütesaviyye-i vatandaşaneden mahrum olduklarını ve ale’l-husus müslüman iseler “indigène” halini iktisab eyleyip yerli raiyye vaz’iyet-i süfliyyesine düştüklerini anlayamayanlarımızın haline melekler ağlar şeytanlar sevinir. § Münasebat-ı hariciyyemiz hakkında Sadr-ı a’zam Paşa hazretlerinin Meclis-i Meb’usan’da söyledikleri sözleri gazetelerde okuduk. Bir-iki noktası hakkında nazar-ı dikkati celbetmek isteriz. Fransız sermayedaranının Anadolu’da yapacakları demiryollarından Bahr-ı Siyah havzasına aid olan kısmın madde-i nüfuz salahiyet-i meşrua ve muzırrasından dolayı duçar-ı ukde olmakta imiş. Fransız sermayedaranının evvel-i emirde bu mıntıka-i nüfuz mes’elesinin tesviyesini taleb eylemeleri şübhe yoktur ki Rusya’nın Paris’te icra eylediği diplomasi nüfuzu sayesindedir. Hükumetin bu babdaki hüsn-i niyyet ve gayretinden eminiz. Lakin Rusya nüfuzu karşısında hükumetimiz menfaat-i devleti Paris’te hangi vasıta-i muktedire-i siyasiyye ile tervic edebilecek? Fransa’daki diplomasi vesaitimizin adem-i kifayetine hala kanaat gelmedi mi? Bağdad ve Basra havalisi demiryollarına aid müzakeratın tesviyesine dahi hükumetin Londra’da tavsit eylediği makamı da Sadr-ı a’zam hazretleri beyan ve hatta o ların emr-i mühimm-i mezkurun tesviyesi için karşılarında bulunacak hamiyetli faal mütefennin dur-bin ve fetanet-i siyasiyye sahibi İngiliz me’murlarını tasavvur ettikçe pazarlıktan ne kadar muvaffakıyetle çıkabileceğimizi de düşünüyor ve doğrusu me’yusiyet hisseyliyoruz. Hükumet-i hazıra menafi’-i hariciyyemizi te’min hususunda gayr-i münker olan mesaisinin mazhar-ı muvaffakıyyet olması için evvel-i emirde haricde bulunan alat ve vesaitin tecdid veya ıslahına himmet eylemelidir. BALTIK MÜLAKATINDAN SONRA Etrafında birçok kīl ü kaller müheyyic şayialar deveran eden Almanya imparatoru ile Rusya imparatorunun arasında Baltık Denizi üzerindeki mülakatları oldu bitti. Mülakattan sonra tebliğ edilmiş olan beyanname-i resmi bize evvelden de bildiğimiz ve bin kere rical-i siyasiyye ağızlarından medi. Beyanname-i mezkurede harb-i hazır meskutün-anh geçiştirilmekle beraber Rusya ile Almanya devletlerinin arasında Balkanlar’da istatükonun lüzum-ı muhafazasına sulh u müsalemetin ihlaline meydan verilemeyeceğine ve vaz’iyet-i beyne’l-mileliyyede mucib-i endişe hiçbir mes’ele-i mühimmenin mevcud olmadığına aid nikat-ı nazarlarının tevafuk ettiği söyleniliyor. Demek ki mülakat-ı mezkure zannedildiği kadar asar-ı mühimmeyi tevlid edemedi. Zaten böyle olacağı mesail-i siyasiyye ve ictimaiyye ile tevaggul edenler için ta evvelden muayyen idi. Zira içinde yaşadığımız asır artık iki hükümdarın yekdiğeri ile görüşerek milletlerin mukadderatını ta’yin edebilmelerine müsaid ve muhtemil değildir. Asr-ı mezkurda umur-ı siyasiyye ve ictimaiyye üzerine hükümdarların Şu amil de milletlerin kendileri ve onların menafi’-i hayatiyyeleridir. El-yevm bütün Avrupa içinde bir devlet yoktur ki umur-ı memleket yalnız bir zatın veyahud bir hey’et-i mümtazenin yed-i iktidarında temerküz etmiş olsun. Her yerde memleketi idare eden ya doğrudan doğruya millet kendisi veyahud milletin temayülat ve iradesini nazar-ı dikkate almak mecburiyetinde bulunan bir sınıf-ı ahalidir. Hatta Rusya’da bile şu kaide bir dereceye kadar hüküm-fermadır. Binaenaleyh zamanımızda hükümdarların veyahud nazırların mülakatları eski ehemmiyetini gaib etmiştir. Hükümdarlar veyahud nazırlar kendi aralarında görüşerek kabul etmiş oldukları kararların icrası için mutlak millet tarafından tasvib edilmesi lazımdır. bir halde bulunduran ve her dakīka sulh-ı umuminin ihlali karşısında saklayan Osmanlı–İtalyan Muharebesi hakkında meskutün-anh geçiştirilmiştir. Zira hükümdaran-ı müşarun-ileyhimanın efkar ve temayülatı ne olursa olsun onu mevki’-i bilhassa onlara tebeiyyet edecek bir Osmanlı veyahud İtalya milleti olmalıdır. Halbuki hükümdarlar da pek a’la biliyorla ki; evvela mensub oldukları milletlerin menafi’-i zatiyyesine mütehalif bir harekette bulunamazlar ve bulunsalar bile ne Osmanlılık’ta ne de İtalya’da kendilerine tebaiyyet edecek bir millet görmeyeceklerdir. Fil-hakīka devr-i sabık Avrupa hükümdarlarını başka teamüle başka an’anelere alıştırmıştı. Bunlar istedikleri zaman zebun ve cebin bir hükumet vasıtası ile kararlarını arzuları dairesinde icra ettiriyorlardı: Memleketin bir uzvunu kopararak diğerine bahşediyorlardı yahud en mukaddes hukūkunu pay-mal ediyorlardı; işten bi-haber millet ses bile çıkarmıyordu. Fakat bugün hal ve mevki’ Osmanlılık’ta başka bir renk ahzetmiştir. Bugün bütün Avrupa ve hükümdarlarınca pek a’la ma’lumdur ki; Osmanlı milletine menafi’-i zatiyye ve şeref-i nefs-i millisine muhalif herhangi bir kararı yutturacak hiçbir hükumet hiçbir hey’et-i vükela mutasavver bile değildir. İşte bunun içindir ki; hükümdarlar isteseydiler bile millet-i Osmaniyye’nin temayülat-ı müşterekesine karşı hiçbir karar kabul edemezlerdi. Meğer ki milleti cebren ve kuvve-i müsellaha ile kararlarına tebeiyyet ettirmeye tasmim etmiş olsunlar! Fakat o zaman da bunlar arkalarında kendilerini takviye edecek bir millet bulurlar mıydı? Bugün başkaları için kan akıttıracak paralar sarfederek harbin iktiza ettiği birçok fedakarlıklara tahammül ederek ateşten kestane çıkartacak yeryüzünde bir millet bile bulunmaz! Binaenaleyh hükümdaranın harb-i hazır hakkında hiçbir karar ittihaz etmemeleri ve hatta tevassut müdahale konferans gibi vesaitten bile harf-i vahid bahsetmemeleri gerek kendi milletleri menafii nokta-i nazarından gerek Osmanlılık nokta-i nazarından pek musib olmuştur. Evet; İtalya için mülakatın böylece neticelenmesi pek acı bir darbe-i ma’nevidir. Onlar mülakat-ı mezkureden birçok şeyler bekliyorlardı. Ümidlerinin kaffesi boşa çıktı ve bugün İtalya nim-resmi ceridesi haibane bir surette; “İtalya’nın kendi seyf-i celadetinden başka istinad edecek hiçbir temennisi yoktur.” diye kendisine tesliyet veriyor!! Ve keza mülakat esnasında tereşşuh etmiş ve mülakattan sonra deveran etmekte bulunan diğer bir takım şayiat da boş lakırdıdan ibaret olduğu aşikardır. Ez-cümle mesela İngiltere ve Fransa tarafından Trablus’un İtalya’ya ilhakı tasdik edilmekte olduğu şayiası! Ta öteden beri İtalya tarafgirliği ile müştehir olmuş Tan Gazetesi tarafından meydana atılmış olan şu şayia o kadar muhalif-i akl ü mantıktır ki mahiyet ru olduğunu bile farzetsek yine her nevi’ ehemmiyetten ari olduğuna kailiz. Zira Trablus’un İtalya’ya ilhakını değil yalnız Fransa ve İngiltere bütün dünya tasdik etmiş olsa bunun ne gibi bir netice-i ameliyyeyi havi olduğunu biz kestiremiyoruz. Madem ki biz muharebede devama Trablusgarb’ı son dereceye kadar müdafaaya azmetmişiz ve bilhassa madem ki Trablusgarb mücahidleri hükumet-i Osmaniyye’nin irade ve meyline rağmen bile mücahedat-ı Huda-pesendanelerinde ber-devamdırlar İngiltere ve Fransa’nın emr-i ilhakı tasdik edip etmemelerinin ne ehemmiyeti olabilir? Acaba muhteremeyi teslime icbar mı edecekler? Böyle bir haydudluğu yapabilecek bir Fransa ve İngiltere’yi biz tasavvur bile edemiyoruz! Daha birkaç hafta bundan akdem İngiltere ve Fransa hariciye nazırlarının meb’usan-ı millet muvacehesinde Hala Mösyö Poincaré’nin Fransa Meclis-i Meb’usanı’nda ve Sir Edward Grey’in İngiltere Meb’usanı’nda; “Memleketimiz Osmanlı İmparatorluğu’na tarihi bir an’ane-i meveddet rabıtası ile merbuttur. Bundan maada Hılafet-i İslamiyye’ye gayet sıkı ve ma’nevi rabıtalar ile bağlı olan milyonlarca ahali-i müslimeyi havidir. Binaenaleyh bu dostluğu ihlal ve milyonlarca tebaa-i İslamiyyenin hissiyat-ı dindaranelerini tahriş edebilecek Osmanlılık’a karşı hiçbir harekette bulunamayız.” demiş olduklarını hala işitiyoruz. Nasıl olur da birkaç gün sonra aynı ricalin başında bulundukları hükumetler birden bire bütün Osmanlıları ve bütün alem-i İslam’ı cerihadar edebilecek bir hareket-i gayr-i meşruada bulunsunlar? Biz daha şayianın hadd-i zatındaki boşluğu İngiltere Sefid üzerinde ahz-i mevki’ etmesinin ne derecede muhalif olduğunu sükutle geçiriyoruz. Görünüyor ki bu gibi şayiaları Osmanlı efkar-ı umumiyyesini iğfal ve tehyic etmek niyeti ile meydana atanlar bizim herşeye kapılacağımızı herşeyden müteessir olacağımızı zannediyorlar! Fakat abes! Biz şayianın doğru olduğunu bile kabul ederek her bir ehemmiyetten ari olduğuna eminiz. Bu gibi şeyler ile İtalya’nın hiçbir şey kazanmayacağına Osmanlı efkar-ı umumiyyesinde iras-ı tezelzül edemeyeceğine emin olmalıdır. Biz haricden asla tevahhuş etmiyoruz. Haricdeki ahval ve evza’ silsile-i havadis öyle bir şekil ve mahiyet kesbediyor ki bizim mesail-i hariciyyeye pek de ehemmiyet vermemize meydan bırakmıyor. Osmanlılık etrafında toplanmış olan müteaddid mütehalif ve mütezad menfaatler Osmanlılık’ın hal-i tezelzülünde öyle çarpışmalar mahiyetini haizdir ki.. ve şu çarpışmalar Avrupa’nın sulh ve müsalemet-i umumiyyesini öyle müdhiş bir surette ihlal edecek bir mahiyettedir ki menafi’-i mezkurenin yegane çare-i tevazünü yine Osmanlı Fakat bizi en ziyade düşündüren ahval-i dahiliyyemizdir. dahildeki buhranlar ve halecanlardır. Eğer biz hakīkaten şu memleketi yaşatmak azminde isek eğer biz şu memleketi kendi elimiz ile bitirmek cinayet ve hıyanet-i azimesini irtikab eylemek kasdında değilsek ah eğer bizde hamiyet-i hakīkıyyeden zerre kadar eser var ise… biz ne yapılmak lazım ağlanacak kadar perişan halden istihlas edelim! Vaz’iyetimizin vahamet ve ehemmiyetini takdir edelim Trablus’da Osmanlılık İslamiyet yolunda canlarını kanlarını isar eden mücahidinden utanalım ve cümlemiz kendi nefsimize galebe çalarak mücahede-i azime niyeti ile yekdiğerimize karşı fedakarlıklarda bulunalım! Osmanlılar! Unutmayınız ki üç yüz küsur milyonluk İslamiyet bütün nazarlarını bize dikmişlerdir. Ve el-an ebvab-ı asuman açılmış bütün ervah ve enfas-ı mukaddese bizi seyr ü temaşa ediyor!! Ahmed Agayef MÜSLÜMAN MALLARINA RAĞBET Geçen haftaki Sebilürreşad ceridesinde “Müslümanın Müslümandan Alış-Verişi” namıyla bir makale mündericdi. Evet; diyebilirm ki biz İslamlara İslamdan alış-veriş etmek farz derecesinde lazım bir şeydir. İslamlar istiklal-i iktisadi ve ticariye malik değildir. Cihet-i iktisadide Avrupa zencirlerine gittikçe daha kuvvetli bağlanıyor. İstiklal-i iktisadisiz istiklal-i siyasi boş bir hayaldir. Zaten Avrupa istila ordularının pişdar kolları iktisad ordularıdır; maliyyunu erbab-ı sanaiidir. Her memlekette bu usulü tatbik ettiler ve ediyorlar. Bugünkü günde Çin istiklaline darbe vurmak maksadıyle milyon liralık istikrazı teklif ettiler. Çin hükumeti istikraz şeraitının Çin istiklali nokta-i nazarından muzır ve mühlik olduğunu teyakkun ederek istikrazı reddetti. Muhafaza-i vatan net-i mütekabileleri o nisbette elzem bir şeydir. Hükumet bu hususta gümrüklerde himaye usulünü kapitülasyonlardan dolayı tatbik edemiyor. Dahilde de erbab-ı sanai’ himaye ve teşvik edilemiyor. Bu mühim vazifeyi ifa İslamların uhde-i hamiyyetlerine mevdu’ bir keyfiyettir. Avrupalılar müterakkī ve kuvvetli oldukları halde ahalisi bu hususta muavenette bulunuyorlar. Bir İngiliz İngilizden bir Yunanlı Yunanlıdan alış-veriş ediyor. Yalnız kabil olmadığı takdirde bir ecnebiye müracaat ediyor. Yalnız bununla kalmıyor menafi’-i dahiliyyeyi himaye için gümrüklerde yüksek ta’rifeler tatbik ediyorlar. Bursa’yı ziyaretimde İslam müesseselerinin atisi nokta-i nazarından bende bir ümid hasıl oldu. Az bir rağbetle İslam müesseselerinin terakkī edeceği pek aşikar bir keyfiyettir. Bu münasebetle iki müesseseyi İslamlara takdim etmeyi vecibeden addederim. Birisi “Mensucat Fabrikası Anonim Şirketi”dir ki İttihad ve Terakkī Klübü a’zalarının gayretiyle teşekkül etmiş bin lira sermayeli bir şirkettir. Fabrikanın dahilini gezdim. El ğer tezgahlar da motor ile işliyor. Ma’mulatı havlu ve ipek ma’mulatından ibarettir. Pek zarif ve metin çarşaflar boyun bağları mendiller ve saire yapıyorlar. Ahalinin rağbeti ile çabuk terakkī edecek bir müessesedir. Garibi şurasında ki şirketin işleri sağlam olduğu halde Bursa ahalisi hisse senedatına rağbet etmiyorlarmış. Evet bir dereceye kadar haklı; çünkü şimdiye kadar hisse senedatı ne demek olduğunu görmemiş ve bilmemişlerdir. İnsan bilmediği bir şeyden ictinab edeceği tabiidir. Diğer müessese de “Makaronya Fabrikası”dır. Sahibleri taza biraderlerdir. Teessüsü daha henüz bir sene olmamış. Fabrikada kuvve-i mihanikiyye olarak mebzuliyetinden su kullanılıyor. Yirmi dört nev’i makarna yapıyorlar. Halis irmik unundan yapılıyor. İtalya ve Avrupa makarnalarına faik olduğu isti’mal edenlerce mücerrebdir. Makarnalar sütlü-şekerli ve adi olmak üzere iki nevi’dir. Makarnalar muntazam ve temiz kutulara konarak satılıyor. Niçin böyle saf temiz ve ucuz makarnalar varken ecnebi makarnalarına rağbet edelim. Her İslam bakkalları bu makaronyayı satmalıdır. Bursa’ya gelen züvvara bu iki müesseseyi ziyaret etmelerini kemal-i ehemmiyyetle tavsiye ederim. SEBILÜRREŞAD Biz bu mektubu okuduktan sonra Dersaadet’te bulunan Lastikçi biraderlere müracaat ederek şu mühim ve müsmir teşebbüs hakkında kendilerinden izahat istedik. Aldığımız ma’lumat bize pek ziyade emniyet-bahş göründü. Her taraftan gösterilen rağbetin günden güne arttığını büyük bir meserretle öğrendik. Bir İslam müessesesi mahsulatının şu suretle revac kazanmasını memnuniyetle telakkī etmeyecek hiçbir müslüman bulunamaz. Lastikçi biraderlerin Yeni Postahane karşısındaki mağazalarında makarnaların envaına aid nümuneler bulunuyormuş. Arzu edenler gidip görebilirler. Bize verilen ma’lumat ve te’minattan Bursa Makarna Fabrikası’nın mahsulatının hem nefaset ve hem fiatça ecnebi makarnalarına kat kat faik olduğuna kanaat hasıl ettik. Ecnebi makarnaları üç buçuk kuruşa satıldığı halde Bursa Fabrikası’nın çıkardığı makarnalar nefasetçe onlara faik olmakla beraber üç kuruşa satılmakta olduğunu öğrendik ve Dersaadet mağazalarından birçoğu tarafından fabrikaya sipariş verildiğini memnuniyetle haber aldık. Halis ve letafetine fevka’l-ade i’tina edilerek ve hususi kutular derununda toz-toprak ve muzır cürsumelerden muhafaza edilmekte olan müslüman mallarına rağbet gösterilmesini muhterem kari’lerimize tavsiye ve sair mahallerde bulunan bu gibi İslam müesseseleri hakkında bize ma’lumat verilmesini istirham eyleriz. Vereceğimiz paralar memleketimizde bir dindaşımızın kesesine girecek biz de ehven fiatla nefis makarna yiyeceğiz. Bundan iyi ne olur? Mensucat müessesesi hisse senedatına rağbet gösterilmemesi bu gibi şeylere alışılmadığından neş’et ettiği şübhesizdir. Fakat müessese emniyet ve i’timad-ı milleti kazanacak surette teşebbüsatında azm ü samimiyetle devam ederse halkın bir müddet sonra sevine sevine hisse senedlerini almaya koşacaklarına emin olmalıdır. DARÜLHILAFE’DE SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESI’NE Muhterem Efendim Bu günler yine meserret-aver haberler aldık. Şu cümleden Hindistan’da Kelküta şehrinde vakı’ “Nedvetü’l-Ulema” Cem’iyeti katibi ulema-yı be-namdan Şeyh Nu’man-ı Şibli cenabları mezkur cem’iyetin Hindistan’a gelip Din-i İslam’ı ta’lim edecek birinci Japon için tahsil müddetince her ay rupiye yani takriben kuruş kadar bir maaş ta’yin ettiğini bize ihbar ve öyle bir Japon gencinin Hindistan’a § Riyasetinde Ali Efendi Heyki bulunan Cem’iyet-i İslamiyye Eylül ibtidasından i’tibaren meccanen konferanslar vermeye başlayacaktır. Bu hususta şimdiden teşebbüsata başlandı. Konferanslar Din-i İslam’a dair olacaktır. § Hakeza bu günler Hasan Efendi Hatano’nun İslam ve Müslim nam eseri Japonca intişar üzeredir. İslamiyet hakkında en mükemmel ve birinci eserdir. Her ne kadar burada epey vakitten beri bazı İslamlar bulunmuş ise de maalesef İslam’a aid pek az haber ve ma’lumat vermişler. Saniyen misyonerlerin te’siri ile bu İslamların mesaisi de semeresiz kalmıştı. Şimdi artık kendi kendine heveskarlar çoğalıyor. Hususan gençler ve asker takımı arasında ehl-i merak daha çok görünüyor. AKSA-YI ŞARK’TA İSLAMIYET Manastır’da Neyyir-i Hakīkat refikımıza Amerika’dan yazılıyor: Kariben buradan Aksa-yı Şark’a bir seyahat icra edeceğimden oralar hakkında şimdiden tedkīkat yaptım. Beni Aksa-yı Şark tedkīkatı içinde en ziyade işgal eden İslamiyet’in hal ve mevkii oldu. Japonya’nın Tokyo şehrinde Muhammed Bereketullah Efendi –ki Hindistanlıdır ve kendisini Londra’da Uhuvvet-i ternity Uhuvvet-i İslamiyye ünvanı altında bir gazete neşrediyor. Çin’de keza China Times isminde İngilizce bir gazete neşrediliyor. Tokyo’da münteşir Uhuvvet-i İslamiyye vaktiyle Paris’te neşredilen Meşveret cesametinde olup son nüshalarının birinde ahiren İslam olan bir Japonyalı baron ile kızının ve kayınbiraderinin resimleri vardı. Baronun ismi Baron Ali Kintaro Hiki’dir. Bu aile Japon tarihinde meşhurdur. Diğerleri Hasan Hatano Efendi Fatıma Hatano Hanım’lardır. Hasan Hatano Efendi Kanunisanisi’nden aylık bir magazin neşretmeye başladı. Masarıfını kendi veriyor. “Asya Gıkay” namındaki Asya cem’iyeti de intişar-ı İslam kı’-i mahsusada ahaliye vaazlar veriyor. Hasan ve Muhammed Bereketullah Efendiler birçok Japon asilzadeganından tebrik dua-yı muvaffakıyyet va’d-i muavenet mektubları almışlardır. Bu mektubların sureti Japonya İslam gazeteleriyle neşrolunmuştur. Pekin’de intişar eden China Times gazetesinde şunları okudum: Pekin ahali-i İslamiyyesi büyük bir miting akdetmişlerdir. Dünkü Cuma günü “Niyuçiye” Cami’-i Şerifi’nde Halifesi Mehmed Reşad ve Trablusgarb’da İtalya ile harbeden asakir-i müslime için muvaffakıyet dua etmişlerdir. Pekin Müftisi Abdurahman Efendi minberde bir nutuk muazzamaya teessüfler eyledikten sonra atideki telgrafı Çin İslam ahalisinin kalbi Size Aksa-yı Şark İslamiyeti hakkında şu kadar ma’lumat verdikten sonra sözümü keser ve ati-i taliin bize her halde güleceğinden pek ümidvarım. Şark’ın ucundan parlayacak bir şa’şaa-i İslamiyyet bir gün ahval-i alemde başka ruzgarların esmesine sebeb olacaktır. Hülyalarda yuvarlanmıyor rüyorum. Çünkü bunda İslamiyet milliyet mes’elesi var… Onun için çok derinden görüyorum… MÜSLÜMANLARIN ŞANLI BAYRAM GÜNLERI Garyan’dan “ Köylü ” refikımıza yazılan bir mektubda son Humus muzafferiyeti hakkında şayan-ı iftihar bazı tafsilat verildikten sonra beyanat-ı atiyye ile mektuba nihayet veriliyor: Doğru bir hesaba göre şu on gün zarfında düşmanın yalnız buralarda yirmi bin kadar telefatı vardır. Bu gidişe göre düşmanın artık burada barınması mümkün değildir. Garyan’da Cebel’de Zaviye Humus’da el-hasıl her yerde kemal-i muvaffakıyetle cebehanemiz yapılıyor. Askerimiz hatta kapsül dahi yapmaya muvaffak oldu. Dahilde barut pek çoktur ve pek güzel barut i’mal ediliyor. Şimdi de top mermisi yapılmaya teşebbüs olunuyor. İtalyanların ve­ sait-ı harbiyyesi ne kadar mükemmel olursa olsun bu arslan millet ile başa çıkamazlar. İşte böyle böyle bir gün kemal-i rezaletle bu sefiller vatanımızdan çıkacaktır. Düşman Osmanlıların hakīkaten pek müdafi’ ve cesur olduklarını kendi Ajans Stephens’i ile tasdik ediyor. Zanzur’un Ma’muresi’ndeki yüz yirmi kişilik bir kuvvetimizin sekiz saat fasılasız ve korkusuz sebat ve müdafaası ve düşmanın beş tabur askeri birden herçi bad-a-bad diyerek “hurra hurra” sadalarıyla bu yüz yirmi kişilik kuvvetimize hücumları ve büyük bir zayiatla dönerek yine “hurra” deyip de cebehanemizin yoksuzluğu yüzünden tepeyi bin müşkilat ile zabtetmeleri onların hayretlerini mucib olmuş imiş. Zavallılar; bilmiyorlar ki bir neferimiz bine karşıdır. Ve onların karagöz perdelerinden çıkmalarına intizar ediyor… Artık düşmanın mahvolacak günleridir. Düşman istediği kadar Adalar’da dursun. İnşaallah bir gün olur oraları da ona mezaristan olur. Zaten daha Adalar’ın intikamı zamanı gelmedi. Doğrusu şu mücahidinin ibraz ettikleri şecaat ve fedakarlık tarihde yaldız ile değil elmas ile yazılmalıdır. Bu muazzam millette korku yoktur. Din ve vatanından başka bir şey düşünmüyor. Ailesini millet te’min etmiş. Hele gelen li. dedikçe ağlıyorlar. Kadınlar bile galeyana gelerek düşman üzerine gidiyorlar kendi evladlarını teşci’ ediyorlar. Bu zaferli günler Osmanlıların müslümanların büyük bayramıdır. “Biz şan ve şeref isteriz; ecdadımızın kemiklerini düşmanın kirli çizmeleri altında ezdirmeyiz” diyorlar. şeklinde yazılmıştır. UYAN EY MİLLET! Ey Millet! Uyan! Maziden tarihten ibret al! Çünkü vakit pek kısa ve mahdud. Artık el ele veriniz. Şa’şaa-i İslamiyyet’in yegane enkaz-ı an’anatı olan bu hükumeti elinizle ateşe yuvarlamayınız. Mülkünüz feyzdardır. Onun her bir zerre-i türabı altında birer kenz-i mes’adet var. Beyhude yere çağlayan suların her damlası size ebedi saadetler mutantan ve müzehheb ali hayatlar ihzar edebilir. yemizi pek büyük bir sevinç ve mefharet ile okuyor. Adeta adaveti titreye titreye bekliyorlar. Çünkü filoların orduların topların tayyarelerin iktisab edemediği bir muvaffakıyeti sizin dedikodunuz onlara bahşeder. Onlar artık Trablus’ta bir adım ileri gidemeyeceklerine kani’ oldular. Fakat gavail-i dahiliyyemiz düşmanı muzaffer edebilir. İşte İtalya ve Avrupa mağlubiyetimizi bu yüzden bekliyorlar. Top ile tüfenkle bize daima makhur olacaklarını çoktan idrak ettiler. Ey ateşin hamiyetli Millet! Kalbini parçalayacak bir silahı kendi elinle düşmana vermeyi şan u şerefine yakıştırabiliyor musun? Düşmanın milyonlar birçok genç ve kıymetdar canlar mukabilinde nail olmadığı bir muzafferiyeti kendi elinle takdim ederken titremiyor musun? Uyan! Senden başka hamisi nigehbanı kalmayan öksüz Yüksel! Ortalığı toplarının velveledar kesafetleri içinde de yalnız muzaffer mütemevvic Hilal’inin başını yukarıya kaldır. Onun cebhe-i tab-naki daima yükselsin! Çünkü biz seni öteden beri maaliyat için şan u şeref için ölmek için mahluk bir kahraman biliyoruz. Menafii çiğne ez ve sema-yı ulviyyete kadar yüksel!.. el-Hilalü’l-Osmani el-Alem gazetesine Bingazi’den yazıldığına göre İtalyanlar Bingazi’de yakında hükumet-i Osmaniyye ile musalaha edeceklerini i’lan eylediklerinden bugün bütün Senusi zaviyeleri meşayihi ile rüesa-yı Urban Bingazi Ordugahı’nda ictima’ ederek İtalya’nın Trablus toprağına müdahale etmelerini intac edebilecek hiçbir sulha ruy-ı muvafakat göstermeyeceklerini ve kendi memleketlerinin Osmanlılığına halel verecek hiçbir hal kabul etmeyeceklerini beyan ile ile’n-nihaye harbe devam edeceklerine ve başka bir suret-i halle kat’iyyen razi olmayacaklarına ahdetmişlerdir. Osmanlı zabitleri bu hususta bunlarla tamamen müttefiktirler. Bununla beraber İtalya hükumeti yerliler tarafından kabul olunmayan bir muahededen faide hasıl olmayacağını ve Osmanlı hükumetinin de Arabların rızasına makrun olmayan bir muahedeyi imzaya yanaşmayacağını pek güzel bilmektedir. Trablusgarb’dan gelen haberlere göre Zanzur Muharebesi’nden sonra düşman tarafından evvelce zabtolunduğu yazılan Ma’mure ve Seyyidabdülcelil mevki’leri üzerine Cebel kahramanlarından Şeyh Sasi Hizam Efendi’nin kumandası altındaki mücahidinimiz tarafından bir gece baskınında düşman münhezim edilerek mezkur mevki’ler istirdad edilmiştir. Ve İtalyanlar bu müsademede her zaman olduğu gibi pek ziyade bozularak darma dağınık bir surette firara başlamış ve firar esnasında pek çok esliha ve mühimmat terkeylemişlerdir. Bundan sonra askerlemiz Kırkkarış üzerine de yürümek istemişlerse de sabahın takarrubu üzerine yalnız Zanzur takviye edilerek geriye dönülmüştür. Düşmanın bu son günlerde zayiatı pekçok yekunlara baliğ oluyor. Askerimizin kuvve-i ma’neviyyesi pek iyi olup cebehane ve esliha ise mebzuldür. Garyan Zaviye Humus ve diğer mevakı’de daimi surette cebehane ve barut ve hatta top mermileri i’mal edilmektedir. Trablusgarb’dan merci’-i alisine varid olan ma’lumat-ı resmiyyeye nazaran İtalyanlar vahşetlerini kuyuları tesmim etmek derecesine kadar dest edilen bir casusun elinde mevadd-ı semmiyyeyi havi bir şişe bulunmuştur. Casus isticvabında Rikadü’l-lin’de bir kuyuyu tesmim ettiğini ve bütün kuyuları tesmim me’muriyetiyle başka diğer iki casusun da Bunume taraflarındaki kuyuları zehirlemek üzere hareket eylediklerini de beyan eylemiştir. § Anadolu gazetesine yazıldığına göre vapurlarda işleyip aile besleyen ve altındaki kayıktan başka hiçbir şeye malik olmayan İslam sandalcılar vapurlara yolcu taşımaktan men’ edilmişlerdir. Zaten İstanköy’de sandalcıların kaffesi İslam ki olduğu anlaşılmıştır. § İstanköy eşrafından Hacı Mustafa Bey’den bilinemeyen bir sebebe mebni yüz lira ceza-yı nakdi ahzedilmiştir. § Altı seneden beri hükumet-i seniyye canibinden Rodos’un Kum Burnu’nda Osmaniye Mahallesi’nde dul ve bi-vaye Girit muhadderat-ı İslamiyyesine mahsus inşa olunan Dulhane’de ikamet etmekte olan aceze-i nisa bu kere ettirilecektir. § Şehir haricinde vakı’ İslam kabristanlarında mevtanın defni taht-ı memnuiyyete alındığından bahisle fima-ba’d kasabadan uzak bir mahalde defnedilmeleri hakkında İtalya hükumeti tarafından mahkeme-i şer’iyyeye tebligat icra kılınmıştır. Zat-ı hazret-i hilafet-penahi Cuma namazını ba’de’l-eda saray-ı hümayunlarına muavedet esnasında Bulgaristan ve Rumeli’nin mevakı’-i muhtelifesinden hac için gelen müslümanların cami’-i şerif kapısı karşısında ahz-ı mevki’ ettikleri manzur-ı şahane buyurularak Seryaver Salih Paşa’yı i’zam ile; “Kendilerini burada gördüğümden dolayı memnun oldum. Sıhhat ve afiytle ifa-yı hac ve selametle memleketlerine avdet etmelerini eltaf-ı Sübhaniyye’den temenni ederim. Selamımı tebliğ ediniz” buyurmuşlardır. Salih Paşa hüccac-ı kiramın yanlarına gelerek zat-ı hazret-i padişahinin fermanlarını tebliğ ve hüccac-ı kiram deavat-ı hazret-i hilafet-penahiyi tekrar etmişlerdir. me’murin-i ilmiyyeye göre maaşları pek ziyade dun olan liva müfti ve müsevvidlerinin maaşatına sınıflarına göre yüzer kuruş ilave edilerek maaşlarının üçer yüz kuruşa iblağı ve Şam-ı Şerif’te Maliki müftisine altı yüz kuruş maaş tahsisi karargir olmuştur. Şuhur-ı selase münasebetiyle taşrada icra-yı va’z u nasihat edecek ulema-yı kiram ve talebe-i ulum efendilerin satvet-i Osmaniyyenin idamesi zımnında tezyidine eşedd-i ihtiyac bulunan kuva-yı bahriyyemizin derece-i matlubeye isali için küşad edilen Donanma muhteremeyi teşvikat ve tergībatta bulunmaları ve kendilerinin ahlak-ı hasene ile ittisaf ve sünen-i seniyyeye ittiba’ ederek bila-lüzum kahvehanelerde izaa-i evkatten ve nazar-ı halkta mucib-i şeyn olacak ahvalden ictinab eylemeleri ve siyasiyyatla iştigal etmeyerek adab ve şeair-i İslamiyyeyi hüsn-i telkīne gayret etmeleri lüzumunun ulema ve talebe-i muma-ileyhime lisan-ı münasib ile tefhimi hususu Makam-ı Meşihat’ten hükkam-ı şer’a ta’mimen tebliğ edilmiştir. Cevami’-i şerifenin ve Evkaf Nezareti’ne merbut sair müessesat-ı hayriyyenin tahtında veya fevkinde veya harim ve müştemilatında bulunan ve her nasılsa gayrin uhdesine geçerek ba-sened-i hakani tasarruf edilmekte olan mahallerin menafi’-i umumiyye namına olduğuna dair ayrıca karar istihsaline ihtiyac gösterilmeyerek istimlak edilebilmesi ve istimlak olunacak mahallin ta’yin-i bedel ve müteferriatında İstimlak Kanunu’na tevfik-ı muamele olunması zımnında tanzim olunup Meclis-i Meb’usan ve A’yan’ın tasdikine iktiran eden kanun hakkında irade-i seniyye-i padişahi şeref-sadır olmuştur. Mısır: Mısır’da su’-i kasd töhmetiyle tevkīf olunan eşhas hakkında tahkīkat kemal-i ehemmiyyetle ta’mik olunarak ahiren mahalli matbuat kaleminden tebliğ edilen resmi beyannamede böyle bir suikasd tertibiyle bir delil ve emareye dest-res olunamadığı gibi tevkīf olunan eşhasa isnad olunan fiilde alakadar ve zi-medhal bir şerik dahi bulunamadığı beyan edilmiştir. Sofya’dan Balkan Gazetesi ’ne yazıldığına göre Sofya ahali-i İslamiyye ve ma’rufesinden olup bir müddetten beri Sofya’da berberlik san’atıyla meşgūl olan Halil Ağa bin İbrahim geçen günler Sofya civarında bir Bulgar köyüne gider. Halil Ağa avdetinde Kostenbrut Garası’na karib bir tarlalıkta meyyiten bulunur. Kendisine saika isabet etmiş diye işaa olunup oranın Bulgar papasları tarafından ayin icra edilerek defni icra olunur. Bu vak’a Sofya’da meskun ahali-i İslamiyyeyi son derece mahzun ve mükedder bırakmıştır. Şu çirkin vak’a vaktinden evvel gerek başmüfti efendiye ve gerek vekil-i lahıkı Süleyman Faik Efendi’ye haber verilmişse de hiçbir teşebbüste bulunmamışlardır. Zavallı müslüman! Sofya gazetelerinde okunduğuna göre Haziran’da Eski Cuma kasabasında Muallimin-i İslamiyye Kongresi pek parlak bir surette küşad edilmiş ve Bulgaristan’ın cihat-ı muhtelifesinden gelmiş olan iki yüz muallim Maarif-i İslamiyye’nin ihtiyacat ve esbab-ı terakkīsini müzakere etmek üzere bir araya toplanmışlardır. Bu ictima’ Eski Cuma ahali-i İslamiyyesi üzerinde derin bir te’sir husule getirmiş ve şimdiye kadar maarifsizlik yüzünden bin türlü belaya duçar olmuş bulunan zavallı Bulgaristan İslamlarının kalblerinde tatlı ümidler uyandırmıştır. Muallimler kongrenin devam edeceği dört beş gün zarfında evvela bütün Bulgaristan mekatib-i ibtidaiyyesinin nevakıs ve ihtiyacatını tedkīk saniyen mekatib programlarında ve sehil usulleri ta’yin ve izah rabian ihtiyacat-ı milliyye ve menabi’-i varidat elde etmek hususunda müzakerat icra edecekler ve sadisen Bulgar Muallimin Cem’iyeti’yle umur-ı maarifte teşrik-i mesaiye karar vereceklerdir. Kaşgar’dan Alman gazetelerine iş’ar edildiğine göre milis askeri birçok kimseyi katletmiş ve birçok mebaniyi kaç kişi bulunduğu rivayet ediliyor. § Sirbang Eyaleti Kıtaat-ı Askeriyye Kumandanlığı’na ta’yin edilen Ceneral Bi Barkul şehrinde asiler tarafından katledilmiştir. Evvelce yazıldığı üzere efrenci Temmuz’un onunda Tunus’tan Victor Hugo kruvazörüyle hareket etmiş olan Tunus beyi maiyyeti erkanı nazırlar ve çocuklarıyla beraber Toulon’a gelerek orada tahte’l-bahr sefineler manevralarında hazır bulunduktan sonra Paris’e müteveccihen yola çıkmıştır. Paris’te suret-i resmiyyede beş gün kadar hükumet-i cumhuriyyenin misafiri olacak ve reis-i cumhur ile birlikte Temmuz manevralarında hazır bulunacaktır. Misaferet-i resmiyye nihayet bulduktan sonra bey bir-iki hafta kadar Paris’te kalacaktır. Times gazetesinin Tahran’dan istihbaratına nazaran İran hükumeti son Rus notası müfadına tevfikan ikinci bir Kazak alayı teşkil edecek ve merkezi Tebriz’de bulunacaktır. Bu alaya iki Rus zabiti kumanda edecek ve dört de küçük zabit bulunacakmış. Petersburg Ajansı’nın Tebriz’den keriyyesi i’zam edilmiştir. Tahran’dan Rus gazetelerine çekilen telgraflar İran ahvalini pek fena gösteriyorlar ve pek endişe-bahş rivayat deveran ediyor. Genç Nasyonalistler Rusya-İngiltere aleyhine bir hareket hazırlıyorlarmış. Kazrun tir. sil etmekte olan on iki zadeganın sene-i hazıra imtihanları hazır bulunmuşlardır. Rusya hükumetinin Kafkasya’daki Kazak askerinden üç taburu bir erkan-ı harb kumandanının kettiği haber alınmıştır. Şu yeni sevkiyat usatın son zamanlarda sık sık Rusya hududunu tecavüz etmelerinden neş’et eylemekte imiş. Londra’dan alınan bir telgrafta beyan edildiğine nazaran ahvaldeki vahamet hasebiyle Basra Körfezi sevahiline asker i’zamı mes’elesinin hükumetçe tedkīk edilmekte olduğu Kalküta’dan iş’ar olunuyormuş. Elyevm Ribat’ta bulunan Mulay Hafiz şehr-i mezkurda bulunan askeri tayyarelerini ziyaret etmiş ve huzurunda yapılan tecrübelerden pek memnun kalmıştır. Mulay Hafiz tayyarelere karşı büyük bir temayül ve merak hissetmekte olduğundan hemen kumandana müracaat ederek kendisinin de uçurulmasını taleb eylemiştir. Fakat mevcud tayyareler yalnız bir kişilik olduğundan arzusu Figaro gazetesi bu kere Afganistan’dan aldığı haberlerden telaşa düşmüş. Afganistan emiri açık fikirli Osmanlı ve İranlılardan bir mikdarını nezdinde cem’ ederek İslam hükumetleri beyninde bir i’tilaf husule getirmek için teşrik-i mesai ediyormuş. Figaro bunun neticesi Avrupa devletleri menafiini rahnedar edeceği gibi muhatarat-ı azimeyi dahi müntic olacağını uzun uzadıya teşrih ediyor. Hindistan muhbirimiz Tevfik Bey bu hafta hareket etmiştir. Cenab-ı Hak selamet ü afiyetler ihsan buyursun. Diğer muhbirlerimiz de inşaallah birkaç güne kadar hareket edeceklerdir. TEFSIR-I ŞERIF çalkandıklarını söylemiştik. Gelelim sure-i şerifedeki “salihat”a. “Salihat” zevk-i selimin kabul ettiği a’mal-i hayrdır ki bunlardan bir takımı her din-i sahihin amir olduğu ibadat-ı sahiha gibi ruhu tezkiye kalbi tasfiye edecek hareketler; diğeri Allah yolunda bezl-i mal etmek biçarelere muavenette bulunmak esna-yı hükümde adilden ayrılmamak; mazlumları gadrden kurtarmak gibi insaniyeti kurtaracak büyüklükler; elhasıl üçüncüsü de emanet iffet insaf muhabbet şefkat gibi evsaf-ı kerimenin mahall-i suduru olan fazıl melekelerdir. Evet ister bedene müteallik bir fi’l-i zahir suretinde tecelli etsin; ister ruha aid bir vasf-ı batini şeklinde görünsün; bunların kaffesi salihat-ı a’mal zümresindendir. İnsanın insanlığı bunlarla kaimdir. A’mal-i salihadan ahlak-ı fazıladan hissedar olmayanların hüsranına hükmetmek şöyle dursun böylelerine insan demek bile doğru değildir. “Tevasi” iki kimseden birinin diğerine bir şey tavsiye eylemesidir. “Hak” batıl mukabilidir ki ma’lumdur. “Sabr” bütün ahlak-ı fazılanın anasıdır. Kitabullah’ın tam yetmiş yerinde zikrolunmuştur. Sabır nedir? Sabır ruhun bir melekesidir ki tarik-ı hakda tahammülü güç olan şedaide katlanmak nefsin hoşlanmadığı meşakkatleri sineye çekmek ancak o meleke sayesinde kabil olabilir. Sabrın fıkdanı yahud zaafı kadar büyük musibet tasavvur edilemez. Tedkīk olunursa görülür ki bütün nekais bütün rezail seciye-i sabrın yokluğundan yahud azlığından meydan alır. Mesela: Cehaleti ele alsak görürüz ki bu felaketin başlıca sebebi sabrın zaafıdır. Çünkü: Şuabat-ı ilmden birine intisab eden adam o şu’bede ihtisas sahibi olacak kadar uğraşmaya mesail-i gamızayı tedkīk için yorulmaya kendisinde sabır göremiyor. Ma’lumatını tahkīk derecesine çıkarmaya üşenerek firaş-ı taklide yan gelip yatıyor. Şimdi böyle bir adamın çalışıp istifade ettiği farz edilse bile ifade zahmetine tahammül edemeyeceği için evinin bir köşesine büzülerek halkı bir takımlarının dediği gibi “Allah’a bırakır”; kendisi hiç uğraşmak istemez. Kezalik pintilik rezilesini ele alsak anlarız ki bu da sabrın yokluğundan ileri geliyor. Evet pinti malını veremez muttasıl biriktirmek için mücahede eder durur. Bir çok hayırlı işler zuhur ettiği halde hepsinden yüz çevirerek hiç biri için on parasını feda edemez. Şimdi bu adamın elini bağlayan sebebi araştırsak sabrındaki zaafından başka bir şey bulamayız. Evet bu adam vahimesinde dolaşıp günün birinde üzerine çökmekle kendisini tehdid eden zaruretin hayal-i mehibine karşı durabilecek bir sabra malik olsaydı hem nefsini hem de kavmini öldüren bu sefil hırs ile bu mühlik hastalık ile ma’lul olmazdı. Bir müsrif ezvak-ı behimiyyesi uğrunda bir çok paralar heder eder; bir hevesine mağlup adam muharrematın içine dalar. Her ikisinin ma-meleki biter hali fenalaşır. İzzeti zillete serveti sefalete inkılab eder ki bunların kaffesi hevesat-ı nefsaniyyeye karşı sabr edememekten başka bir sebep tahtında değildir. Şimdi fezail-i insaniyyeyi de birer birer gözden geçirecek olsak yine sabra varırız. Artık mevkii bu kadar yüksek olan bir haslet Kitabullah’da bilhassa zikrolunmaya layık değil midir? Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib “Hak” ilmin medar-ı kemali itminanın ma-bihi’l kararı aklın bais-i yakīni olduğu gibi “sabır” da fezailin yegane cazibi rezailin yegane dafii salihat-ı a’malin yegane müdafiidir. Ashab-ı kiram rıdvanullahi aleyhim efendilerimizin birbirlerine daima bu sure-i celileyi okumalarındaki hikmet şimdi anlaşılmıştır sanırız. Sure-i celilenin tefsiri hakkında daha fazla izahat isteyenler Sıratımüstakīm ’in numaralı nüshalarına müracaat buyurmalıdırlar. HAK VE HAKĪKAT Yine Dozy söylüyor: “Muhammed’in en aziz dostu ve din-i hak taharri eylediği sırada mahrem-i esrarı bulunmuş ve istikameti ve sabit-i secayası ile umumun mazhar-ı Muhammed sonraları; “Ebubekir müstesna herkes benim Resulullah olduğuma iman etmezden evvel az çok tereddüd etti.” derdi. Ebubekir ra hazretleri kable’l-bi’set Resul-i Ekrem Efendimiz hazretlerinin en samimi bir dostu ve ibadet-i asnamdan mücanebetleri hasebiyle ha’iz-i muhabbet ve meveddetleri olabilirdi. Bu hususa dair kütüb-i siyerde rivayetler de vardır. Fakat bundan dolayı düşman için ta’n u i’tiraza ser-rişte olacak bir cihet yokdur. Kanaat-i vicdaniyye hasıl etmedikçe akl ü kiyaset sahibi olan kimse babasına bile tabi’ olmaz. Bilhassa “da’va-yı risalet gibi bil-vücuh ha’iz-i garabet bulunan hususatta tasdik ve mütabaat için dostluğun ne te’siri olabilir? Hazret-i Ebubekir’in i’tiraf olunan istikamet ve sa’ir secaya-yı aliyyeleri metanet-i fikriyyelerine burhan-ı kat’i o­ la­ cağından hakk-ı alilerinde müdahene isnadına ve iman hususunda bütün mü’minlere tekaddüm ve pişvalıklarına binaen taklid tevehhümüne mesağ yokdur. Din-i hak taharrisinde hem-dem ve hem-raz olmak sıfatı dendir. Resul-i Efham Efendimiz hazretlerinin din-i hak taharrisinde bulunmaları hatta bundan dolayı zümre-i hunefa tir. Zat-ı Risalet-penah Efendimiz’in müddet-i ömürlerinde mütalaa veya müzakere ile iştigal buyurmamış oldukları bütün erbab-ı ıttıla’ ve ibtisarın ma’lumu olan hakaik-ı kat’iyyedendir. Evet! Ebubekir hazretleri tasdik-ı risalet babında asla tereddüd ve tela’süm etmeyerek kabul-i hakka müsaraat eylemiş ve hatta mazhar buyuruldukları şu muvaffakiyet-i uzmadan dolayı “Sıddik” ünvan-ı şerifini ihrazla kesb-i imtiyaz etmiş oldukları müsellem-i enamdır. Fakat bu teferrüdleri –kütüb-i siyer ve tevarihde tastir olunduğu vechile– Zat-ı Risalet-penah Efendimiz hakkında evvelce edinmiş oldukları ma’lumat-ı kafiyye sayesinde kemal-i sühuletle hakk u hakīkati anlamış olmalarından münba’isdir. Ebubekir es-Sıddik ra hazretleri –zikr ü senaları geçen– Varaka bin Nevfel ve Zeyd bin Amr gibi erbab-ı vukūf ve irfandan ve Şam ve Yemen seyahatlerinde mülakī olduğu daha bazı zevattan bilhassa Rahib Raskova cenab-ı Bahira ile mülakat-ı nübüvvet vukū’ bulan sefer-i mübarekte kafile ile beraber bulunarak muma-ileyhden ahz ü ikmal eylediği ma’lumat-ı sahiha ile tamamen tenevvür etmiş ve Resul-i Ekrem hazretlerinin ihraz-ı risalet buyuracaklarına emniyet-i kamile hasıl eylemiş idi. Risalet-i celile ihsan buyurulduğu gün Ebubekir Efendimiz Hazret-i Hadice’nin birader-zadesi Hakim bin Hızam ra’ın hanesinde bulunuyorlardı. Muma-ileyhin dadısı hane-i saadetten gelerek “ammesi” ta’bir-i Türkice halası olan Hadicetü’l-Kübra’nın zevc-i pakine –Hazret-i Musa as gibi– mansıb-ı risalet ihsan buyurulduğunu kendisinden istima’ etmiş olduğunu haber vermesi üzerine müşarun-ileyh hazretleri der-akab kıyamla doğru nezd-i Risalet-penahi’ye varıp istifsar-ı keyfiyyet etmiş ve kıssa-i vahy ve risalet kendisine hikaye buyurulmakla bila-tevakkuf; “Eşhedü en la-ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluh” diyerek tasdik ve ikrara mübaderet eylemiş idi. Hakim bin Hızam hazretleri kesret-i hayr ile ma’ruf ağniya-yı Kureyş’dendir. Feth-i Mekke senesi nail-i hidayet olabilmiştir. Müellefe-i kulubdan ma’dud idi. Tamam yüz yirmi sene mu’ammer olarak Hicret-i Seniyye’nin ellidördüncü salinde Medine-i Münevvere’de irtihal etmiştir. HEGEL’İN MAKALESİ MÜNASEBETİYLE “TEALLÜM-İ NEBI” İDDİ’ASINA REDDİYEDİR Nasturilerden teallüm-i nebi iddiasının reddine dair be­ yan ettiğimiz delail munsıfane düşünenlere bu teallümün adem-i imkanı hakkında oldukça kanaat hasıl etmiştir zannederim. Fakat yine muannidler eksik değildir. “Getirdiğiniz delail kendi kitaplarınızdandır. Binaenaleyh onlarla bizi ilzam edemezsiniz.” diye i’tiraz edecek olurlarsa cevabında deriz ki: “Pekala! Cenab-ı Peygamber’in Nasturilerle mülakat ettiğini siz nereden öğrendiniz? Yine bizim kitaplarımızdan değil mi? Kütüb-i İslamiyyede mübeyyen olan mülakat mes’elesini kabul edip de delailine gelince; “İşte orasını dinlemeyiz. Çünkü kendi kitaplarınız bizce mu’teber değildir.” diyerek bir da’vada hesabınıza gelen şıkkı alıp da diğerini mu’teber addetmemekte ne gibi bir hak iddia edebilirsiniz? Buna tercih bila-müreccah denir ki batıldır deriz.” Latife: Birine niçin namaz kılmadığını sormuşlar. O da demiş ki: “Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim i’nde: yani; “Namaza yaklaşmayınız” buyurmuştur da onun için kılmam.” “İyi amma biraz daha aşağısını oku” demişler. “Orası hesabıma gelmediği için okumam.” demiş. Çünkü ayetin aşağısı gelir. Yani “Sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayınız.” demekdir. Şimdi bizimkiler de mülakata kadar okuyorlar aşağısına bakmıyorlar. Halbuki biz yalnız kendi kitaplarımızla değil birçok delail-i akliyye ve mantıkıyyeden maada İncil ile de isbat-ı müddea ediyoruz. * * * Maamafih ulema-yı kiram-ı İslamiyye bu i’tirazı da kabul etmişler ve pek mukni’ cevaplar vermişlerdir. Hazret-i Resul’ün nasturilerden teallüm eylediği iddiasına karşı İshak Efendi merhumun Zıya’ü’l-Kulub u’nda şu mutalaata tesadüf olunmuştur: Fazıl-ı müşarun-ileyh Hazret-i Fahr-i Alem’in Bahira ile mülakatını evvelce beyan ettiğimiz üzere izah buyurduktan sonra diyorlar ki: “Haydi velev sellem Hazret-i Resul-i Ekrem Şam-ı Şerif’e dahil olup beş on gün ulema-yı Yahud ve Nasara ile mülakat etmiş olsun böyle müddet-i kalilede ve o yaşta ulum-ı evvelin ve ahirini ahzeylemiş olsa bile yine en birinci mu’cizelerden addolunmaya şayan değil midir? Hem de bu takdirce iki müşkil sual varid olur. Birincisi; Hazret-i Peygamber’e ta’lim eyleyen rahib bu kadar ulumu Hazret-i Peygamber’e ta’lim edeceğine kendisine iddia-yı nübüvvet etse olmaz mı idi? İkincisi de; muallim Bahira Hazret-i Peygamber’den zuhura gelen ulum-ı bi-nihayeyi acaba hangi menba’ ve me’hazden almış idi? Çünkü Hazret-i Nebiyy-i Zi-şan’ın canib-i Hakk’dan tebliğ eylediği ulum ahkam-ı li daha ziyadedir. Zira Kur’an-ı Kerim –kema hüve’l-meşhur– altı bin altı yüz altmış altı ayet olarak ahkam-ı ilahiyye ve maarif-i Rabbaniyyeyi havi oldukdan maada lisan-ı ilham-beyan-ı cenab-ı nübüvvetten ulum ve maarif ve sünnete vacibat mendubat menhiyyat mekruhat ve me’surata dair yedi yüz bin hadis-i şerif-i sahihu’s-sened zuhur eylediği mü’eyyid İmam-ı Nesai der ki: “Yedi yüz elli bin hadis-i şerif cem’ etmiş idim. Lakin elli bin hadisin senedinde zaaf olduğu cihetle terkeyleyip yalnız yedi yüz bini hıfz eyledim.” Hala sıhhati beyne’l-Yehud ve’n-Nasara musaddak ve mu’takad olan Tevrat ve İncil derununda kısasdan maada emr ü nehye ve sair ahkam-ı diniyyeye müteallik ayatın cümlesi bir yere cem’ edilse yedi yüze bile baliğ olmaz. Ve bunu Kur’an ile İncil ’i mukayese babımızda isbat eyledik Zıya’ü’l-Kulub’ da. Hal böyle iken Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem rehabin-i nasaranın hangisinden ne makūle ilm ahzedebilir? Bir havz-ı sağīrden bir bahr-ı muhit münşaib olmak mümkün müdür? Bundan da ma’lum olur ki kavmi içinde bir rahib yok iken bu iftiraya cür’et olunduğu halde eğer Beni İsrail’den ba’s olunsaydı kim bilir daha ne guna-gun iftiralara badi olurdu! İhtimal ki Cenab-ı Hak Nebiyy-i Muhterem’ini o makūle iftiralardan sıyaneten Beni ba’s ve irsal buyurdu. İnteha” * * * nesine karşı da yine kanaat gelmeyerek hala o iddiada ısrar olunur ve denirse ki: “Siz ne derseniz deyiniz Hıristiyanlık’ın hakayık-ı esrar ve dekayık-ı hafayasını o kadar mükemmel bilip de reddi için dahi o kadar kuvvetli berahin-i kitabiyye ve delail-i mantıkıyye ve hıkemiyye irad edebilmek ta’limsiz mümkün olabilecek ahvalden değildir.” Artık münazaranın mükabere derecesine vardığına teessüf etmekle beraber cevabında deriz ki: “ Kur’an ’ın Hazret-i Resulullah’a böyle künhüyle hakīkatiyle ihbar ve i’lam eylediği şeyler yalnız hakayık ve dekayık-ı nasraniyyeden mi ibarettirler? Haydi teslim edelim Nasraniyyet’i ol Nebiyy-i Zi-şan Bahira veyahud Nastura’dan öğrendi ya Yahudiyyet’i nereden öğrendi? Haydi onu da İbni Selam gibi Ka’bü’l-Ahbar gibi İslam ile müşerref olan ulema-yı Yehud’dan öğrendi; ya Sa’ibiyyet’i nereden? Haydi onu da kefere-i Kureyş’den kendisi bizzat teallüm eyledi öğrendi… Bir tarafda iddia-yı nübüvvet edip; “Herşeyi Allah bana öğrediyor.” demek diğer tarafda ötekinden berikinden teallüm etmek gibi azdadı cem’ mümkün olmamağla beraber münazara mucebince kabul ediyoruz sizin dediğiniz olsun! Pekala! Ya acaba tarihi coğrafyayı kozmoğrafyayı hey’eti mevalid-i tabiiyyeyi ahkam-ı şerayii ilm-i hukūku hikmeti tababeti siyaseti ahlakı ekonomiyi velhasıl ulum-ı evvelin ve ahirini ol hace-i yekta-yı cihana kim öğretmiştir? Şimdi Avrupa’da olduğu gibi o zamanlarda dahi Mekke’de Cidde’de Taif’de filanda darü’l-maarifler mi mevcud ve fünun eylemişlerdir diye iddia olunabilsin? MADDİYYUN VE MESLEKLERİ Üçüncü fırka da diyordu ki: “Ecram-ı ulviyye ve onun bulunduğu hey’et kıdem-i şahsiyye ile kadim olduğu gibi silsile-i hayvanat ile nebatat da kıdem-i nev’iyye ile kadimdir. Fakat büzur-ı nebatiyye ve cerasim-i hayvaniyyenin cüz’iyyatından hiçbir şey kadim değildir. Ancak her bir cürsume dan o kalıba müşakil olanlar onda tekevvün ederler.” Diğerlerinin kavilleri gibi bunların da zahib olduğu bu nazariye pek muhakemesiz binaenaleyh bedihiyyü’l-butlandır. Çünkü bu da’vanın sıhhatine kail olmak için mutlaka müşahedata göz yummak kanun-ı tabiatten gafil olmak lazımdır. Zira daima gözümüzün önünde duran bir hakīkattir ki; hılkati nakıs olan hayvanatın pek çoklarından tammü’l-hılka hayvanat tevellüd eylediği gibi hılkati tam olan bir hayvandan da aslına muhalif olarak nakısu’l-hılka veyahud zaidü’l-hılka hayvanlar meydana geliyor. İşte silsile-i hayvanat üzerinde cari olan şu hal bunların da’va-yı batıllarının sehafetini tamamıyla ortaya koymaktadır. Bunlardan bir cemaat de şu yolda beyan-ı mütalaada bulundular: Enva’-ı hayvanat ile nebatat halat-ı muhtelifede dönüp durdular; mürur-ı zaman tekerrür-i eyyam ile muhtelif suretler aldılar; en sonra meşhudumuz olan suver ve hey’ete vasıl oldular. Bu re’y-i batıla kail olanların evveli meşhur Epicure’dir. Bunun zu’m-ı fasidine göre insanlar geçirmiş oldukları etvarın bazılarında vahşi hayvanlar gibi vücudunun her tarafı kıllar ile mestur imiş. Fakat insanlar daima bulundukları tavırdan tavr-ı ahara intikal ederek tedrici bir surette tekamül ede ede şu görülen suret-i hasene ve hulk-ı kavime vasıl olmuşlar. Bunlara göre suretin bir halden diğer hale tebeddülüne nev’in terakkīsine illet mürur-ı zamandır. Fakat bunlar mürur-ı zamanın bu suretle illet olabilmesine dair ne bir delil getirebilirler ne de burhan üzerine istinad ediyorlar. Yalnız bir da’vadır gidiyor. Bu mezhebin de zamanımızdaki maddiyyun mezhebinden başka bir şey olmadığı tezahür ediyor. Hatta bunun mezhebine efkarına zamanımız mütefekkirleri şayan-ı ehemmiyyet bir şey bile Kıdem-i envaa kail olmak epeyce bir zamana kadar devam edip gelmişti. Fakat ne zaman ki “ilm-i tabakatü’l-arz” bu mesail-i muallaka-i tabiatin üzerindeki muzlim perdeleri kaldırdı o zaman mevalid hakkında kıdem-i nev’iyyeye kail olanların kavillerinin butlanı anlaşıldı. Bundan sonra müteahhırin-i maddiyyin evvelce dermiyan ettikleri fikirden rucu’ ederek hadis olduğunu söylediler. Maahaza bu defa da iki bahisde ihtilaf ettiler: le tekevvün eylediği. Bu mes’ele hakkında serd-i mütalaa eden efkar-ı muhtelifeden birisi şu yolda beyan-ı mütalaa ediyordu: “Küre-i arz küre-i şemsden ateş-feşan bir halde ayrıldıktan sonra pek çok zamanlar yekpare bir ateş gibi kendi mihverinde deveran etti. Bilahare arz incimad ederek ki o zaman arz üzerinde cerasim-i tohum hayvaniyye ve nebatiyyenin yaşayabilmesi kabildi. İşte o zaman bu kadar hayvanat ve nebatat-ı muhtelifenin tohumları tekevvün eylemiş tabiat tarafından serpilmiştir. Fakat sonraları küre-i arzın o tavrı munkazi olduğu için tekevvün-i cerasim de munkatı’ olmuştur. Binaenaleyh hal-i hazırda arzın tabiati buna müsaid değildir.” Diğer bir fırka da bunların külliyyen hilafına olarak diyordu ki: “Tekevvün-i cerasim munkatı’ olmamıştır. Dest-i feyyaz-ı tabiat evvelce tohm-ı hayatı nasıl serpti ise el-an devam ediyor. Alel-husus hararetin ziyadesiyle şiddetli olduğu hatt-ı istivada el-yevm tekevvün-i cerasim vakı’dır.” Şu iki fırkadan her birisi cerasim-i mezkurenin hayat-ı nebatiyye ve hayvaniyye ile yaşamalarının esbabını beyandan aciz kalmışlardır. Bunlardan bazıları da şu yolda idare-i kelam ediyorlar: “Küre-i arz kürre-i şemsden hin-i infisalinde cerasim-i hayvaniyye ve nebatiyye de arz ile beraber mevcud idi. Binaenaleyh cerasimin tekevvünü arz küre-i şemsden ayrıldıktan sonra değildir; belki arz ile beraber güneşten infisal etmişlerdir.” Bu da’vanın butlanı da bedihidir. Çünkü her şeyden evvel bu kendi istinadgahları olan usule mugayirdir. Bunların da’vasına göre arz küre-i şemsden infikak ederken yalın ateş halinde idi. Şu halde nasıl oldu da cerasim-i mezkure yanıp mahvolmadı? mezkurenin hadıyd-i noksaniyyetten zirve-i kemale suud hal-i naksdan şu gördüğümüz suver-i mutkıne hey’et-i muh­ keme bünye-i kamileye ne suretle tehavvül eylediği mes’elesidir. Bu muammayı halletmek için hukemadan bazıları şu yolda idare-i kelam eyledi: “Her nevi’ için kendisine mahsus bir cürsume bu cürsumeden her birerleri için de tabiat vardır. Bunlar etvar-ı hayvaniyyede kendilerine münasib olan harekete tabiatiyle meyl ve tabiatlerine mülayim ve fakat hayat ile muttasıf olmayan ecza’-i saireyi de kendilerine cezb ve bu suretle tegaddi ederek ecza’-i saireyi de kendi cüz’lerine ilhak ederler ve bilahare nev’ine mahsus olan sureti bil-iktisab meydana atılırlar.” Bunlara cevaben deriz ki: “Sizin bu nazariyenizi “fen” ti yekdiğerine muhalif olmak lazım gelir. Halbuki tahlilat-ı kimyeviyye isbat ediyor ki; insan bakar hımar ve sair hayvanatın nutfeleri beyninde tefavüt yokdur. Anasır-ı basitada nutfeler yekdiğerine mümasil olarak zuhur etmiştir. Şu halde anasırı mümasil olan cerasimin tabiatindeki tehalüfün menşei nedir?” Hükemadan bazıları da muamma-yı mezkurun halli hususunda şu mütalaada bulundu: Enva’-ı cerasimin kaffesi alel-husus cerasim-i hayvaniyye cevher-i maddede mütemasil hakīkatte mütesavidir. Nev’ler arasında tehalüf-i cevheri infisal-i zati yoktur. Binaenaleyh zaman ve mekanın muktezası muhitin te’siriyle cürsume-i vahidenin nev’ine mahsus olan suretten nev’-i ahara mahsus olan surete Bu mezhebe süluk edenlerin reisi Darwin’dir. ---- EDEBIYAT BAHISLERI ---- Osmanlı üdebasını garblılardan bu kadar geride bı­ rakan esbabın en birincisi şüphe yoktur ki plan meselesi­ dir. Evet evvelce enine boyuna düşünüp tasarlanmış; bidayeti gayeti kestirilmiş muntazam muayyen bir tertib dahilinde çalışmakla ale’ -amya nazımlık yahud nasirlik etmek arasındaki farkı teslim için uzun uzadıya muraka­ beye varmak Eski şairlerimiz böyle muntazam plan dahilinde ha­ reket etmeyi hatıra getirmiş olmadıklarından başka; bizim tarz-ı kadim şiirimiz de doğrusu pek öyle plan dinler takımdan değildi. Yeni şairlerimiz plana lüzumu kadar değilse de az çok ehemmiyet veriyorlar. Maamafih nasirlerimiz oldukça muntazam oldukça ma’kul bir tertib dahilinde yazı yaz­ maya başladılar. Garblılar eskiden beri “resimsiz plansız hiçbir eser-i san’at meydana gelemez.” iddia-yı muhikkındadırlar. Hat­ ta Almanların en büyük edibi olan meşhur Goethe “Ne çı­ karsa plandan çıkar.” düsturunu daima tekrar ederdi. Ne hacet! Dest-i kudretten çıkan asarı bile nazar-ı im’an müdhişesini kemal-i hayretle görürüz. çıkıyor. Evet güzel bir plan metin bir eser-i edebinin temeli me­ sabesindedir.Vakıa şu sözler birden bire pek kaide-perestane telakkī olunabilirse de iyi düşünülünce bundan daha sağlam bir düstur bulunamayacağı anlaşılır. Meydana getirilecek eser ne olursa olsun insan öyle bir plan dahilinde harekete mecbur olmalıdır ki o plan ne kadar mümkün ise o kadar işlenmiş olsun; onun haricine çıkmak kabil olmasın. Şimdi böyle müfredatlı bir plan ta­ sarlandıktan sonra bir kere işe başlanıldı mı artık önce kabul edilen nisbetler gözetilmelidir. Çünkü o nisbetler birçok düşünülerek kabul edilmiş idi; çünki plandan maksad taşkınlıklara meydan vermemek idi. İnsan ne kadar çok yazar ne kadar çok tetebbu’ ederse şu hakīkate o nisbette kuvvetli bir kanaat hasıl eder; iyi bir plan bir eserin metanetine kıymetine üslub kadar hadimdir. Evet iyi bir plan metin bir üslub ile birleşince artık o eser cihan-ı edebde bekaya namzeddir. Büyük ediblerin muhalled eserleri hep bu tarzda yazılmış olanlardır. Pek meşhur bir tiyatro müellifi eserinin planını çiz­ dikten sonra “Tiyatromu bitirdim.” dermiş. Bu sözde bi­ raz ifrat olsa bile planın ehemmiyetini pek vazıh bir surette gösterir. Semahat-ı karihaya mağrur olarak işe başlayıvermek ben plana tabi’ olacağıma plan bana tabi’ olsun demek doğru bir hareket değildir. En büyük kabili­ yetler nizama ittiba’ ederler. Eczası arasında nisbet gözetilmemiş kaide-i i’tidale riayet olunmayarak gah ifrata gah tefrite gidilmiş elhasıl gelişi güzel yazılmış ne kadar asar-ı edebiyye görüyoruz ki eğer biraz plan biraz intizam dahilinde hareket edilmiş olsaymış bugün bütün o eserler kuşe-i nisyana atılmaya­ cak muhafaza-i mevcudiyyet edecek imiş. Öyle ya büyük kabiliyette yaratılmış olduğu halde eserlerini sırf karihasının sevkine tabi’ olarak rastgele yazan edibler unutulup gidiyor da nisbetle o kadar yüksek fıtratta olma­ yan diğer birtakım muharrirler kalemi ele almıyor; mevzuunu iyi seçiyor; sonra iyi düşünüyor; planı ile adam akıllı uğraşıyor; icabeden yerini tavzih lazım gelen tarafını tenkih ediyor. Evvelce planını güzelce tertib etmeyen bir edib için eserinde sukūt muhakkaktır. Kim planını iyi çizmiş; ne söyleyeceğini ne yapacağını kestirmiş ise muvaffakiyet onundur. Bazı gençler böyle bir mecburiyete kolay kail olmu­ yorlar. Evet karihanın sevkine hayalin servetine müte vekkilen işe başlayıvermek çok zamanlar tabiata daha mülayim gelir. Hiçbir inkişaf yapılmaksızın hiçbir rehber almaksızın maksada varılır zannolunur. Yazmak bir an evvel yazıp bitirmek hırsı bu gibi ihtiyatlara meydan bı­ rakmaz. Öyle ya! Tabiat-ı şairane galeyana gelmiş; nükte­ ler mazmunlar saha-i hayalde dolaşıp duruyor. Artık ne­ ye beklemeli? Hayır hiç de öyle değil! O sanihalar o ma’nalar o fikirler biraz sıkışmakla biraz tazyik görmekle hiç bir şey gaib etmez. Görmez misiniz ihtimara terk edilen mayi’ da­ ha kuvvetli olur; şişenin ağzını vaktinden evvel açarsanız dışarıya fışkıran köpükten başka birşey değildir. SECDE-İ KALB Bahar olunca tabiatte bir hayat uyanır; Cihan bir yeni reng-i taravete boyanır. Sabahleyin o küçük kuşların teraneleri O tatlı nağme-i şadi-i şairaneleri Temevvücat-ı meserretle titretir ruhu; Bir ihtizaz-ı nüvazişle kalb-i mecruhu Sevindirir ona serper reşaşe-i eşvak Verir o zemzeme bir başka mesti-i ezvak; Eser nesim-i muattar hayat-ı taze verir Şu hakdanı behişt-i saadete çevirir. Bulutlarıyla sema bir hadika-i ezhar Akar serair-i aşkı fısıldayan enhar; Akar kemal-i sükunetle zi-huzur u vakūr Birer neşide-i ilham-ı şairiyyet okur. Şükufeler birer iklil-i husrevane giyer Televvünüyle döner hacle-i arusa bu yer. Güneş bu sahne-i rengin-i safı yaldızlar; Eder bu hüsn-i tabiiye gıbta hep kızlar. Bütün zemin ü sema hep şükufe hep envar; Bakılsa aleme her şeyde bir letafet var. Gönül bu levha-i şi’ri görür düşer vecde Eder o Mübdi’-i Feyyaz’a karşı bin secde. TERBIYE-I İCTIMAIYYE PRENSIPLERI mahsulü olmadıkça müsmir ve paydar olamazlar. Kabil-i zer’ bir hale getirilmeksizin tohum atılan bir tarladan mahsul alabilmek ümniyesi vahi bir ümiddir. Zemin ihzar edilmeden ani hareketlerle bir tehavvül-i ictimai husulüne çalışmak kadar tehlikeli bir teşebbüs olamaz. Basiretkar bir zeka ile tehlikenin ehemmiyetini evvelden takdir olunamaz veya bu gibi bir teşebbüsün tehlikedar netayic tevlid edebileceğine ihtimal verilmezse müz’ic ve belki mahuf hadisata intizar etmelidir. Çünkü kavanin-i müsbete la-yetegayyerdir. Daima her te’sir bir aks-i te’sir hasıl eder. Te’sir ne kadar ani ve na-be-mevsim olursa aks-i te’sir de o nisbette şedid ve tehlikedar bulunmak mukteza-yı nevamis-i fıtrattır. Bir cisim ne kadar ziyade bir sür’atle hareket ederse harekatı ta’dile sai olan mevani’ de o kadar te’sirli olur ve diğer bir cisme çarptığı zaman da o kadar çok zedelenir. Hılkat-şiken harekattan na-be-mevsim ileri atılmadan faide me’mul etmek kadar kuteh-binlik olamaz. Saha-i hilkat bi-payan bir dershane-i hikmettir. Ta’lim ve terbiye ve ulum-ı ictimaiyye esaslarını idare-i hayat ka­ nunlarını hatta kavaid-i iktisadiyyeyi sahne-i tabiatten istihrac etmeye mecbur olduğumuzu takdir etmeliyiz. Çünkü nevamis-i fıtrat haricinde yapılan kasri harekatın daima ma’kus netayic tevlid ettiği binlerce vukūatla teeyyüd etmiş bir hakīkattir. Şark’ta parlak ve cidden faideli teşebbüslerin az müddet sonra ya büsbütün akīm kalmasına veyahud ma’kus bir netice hasıl etmesine bir sebep aranılırsa müteşebbislerin muhitı hazırlamadan işe girişmiş olmaları gösterilebilir. Psikolociya-yı enam hakkında tetebbuata girişmemekten mütevellid olan bu büyük kusur en azimkar bazuları bile aciz ve bi-tab bırakmıştır. Mahdud ve sabırsız beş on dimağın ihtiyacatını tatmin ya sürüklemek demektir. Halbuki ma’şerde de o ihtiyac hissettirildikten sonra yürünülecek olursa kitle sendelemeksizin ric’at arzusu göstermeksizin bu yolda büyük bir hahişle ilerleyebilir. En metin müteşebbislerde bile bir müddet sonra inkisar-ı hayalden mütevellid bir azimsizlik görülmesi halat-ı gayr-i muntazara karşısında pay-ı sebatın lerzedar olması yine evvelce muhiti nii evvelden takdir ederek icab eden tedabiri vakt ü zamanıyla Muhit bir teşebbüse müsaid hale getirildikten sonra işe başlanılır ise şüphe yok ki bu gibi gayr-i muntazar mevani’ zuhura gelmez. Gelse bile izalesi çareleri malum ve muayyen olacağından başlanılan iş behemehal netice-pezir olur. ler. Yapabilecekleri şeyi ancak kavaninin tarz-ı te’sirini ta’dil edebilmekten ibarettir. Yoksa mukteza-yı kanun ne ise behemehal o suretle tecelliyab-ı zuhur olacaktır. Yeni doğmuş bir çocuğu kendi yediğimiz yemeklerle tagdiye etmeye kalkışırsak biçare çocuğun mevtini tesri’ ve teshil etmiş oluruz. Bizim idame-i hayatımızı te’min eden bir gıda nev-zadın mucib-i mematı olur. Çünkü cihaz-ı hazm bizde tedricen tekemmül ederek ağdiye-i mezkurenin hazmı için iktiza eden mihaniki hikemi ve kimyevi ef’ali icra edebilecek bir hale gelmiş olduğundan vazifesini hakkıyla ifa eder ve deveran-ı deme karışabilecek mevad zügabeler vasıtasıyla massolunarak ev’iye-i mahsusa mevadd-ı muhterikayı bu suretle tedarik eder kanun-ı hayat çocuğun a’za-yı hazmiyyesi henüz bu kabiliyeti iktisab edememiştir. O yalnız şir-i maderi kabul ve hazm eder. Hatta iki üç yaşındaki bir çocuğun yaşamasını pek güzel te’min eden ağdiye-i hafife bile bir nev-zad için su’-i hazmı Muhit-ı ictimaide de aynı hal caridir. Tekamülat-ı ictimaiyyeye karşı bir nev-zad halinde bulunan ma’şerlerin evvela kabiliyet-i dimağiyyeleri tedricen inkişaf ettirilmeli ba’dehu inkişaf nisbetinde hüsn-i telakkī edebilecekleri efkarın zerkıne teşebbüsatın tatbikıne girişmelidir. Noksan bir gıda inhizal ve zaafiyeti fazla bir gıda da su’-i hazmı müntic olacağı gibi ma’şerin müsaid bulunduğu derecede tenvir edilememesi milletin zaafını fazlaca ileri gidilmesi de ahenk-i cem’iyyetin bozulmasını müstelzim olur. Cehalet-zede ve mahkum-ı an’anat bir milletin tenvirini deruhde eden hey’etin bu dakīk noktayı hiçbir zaman nazaran ehemmiyyetten dur tutmaması iktiza eder. Ancak asırlarca imtidad eden tekamülat-ı dimagiyyenin müsaid bulunacağı bir teşebbüsü henüz o tekamülün ilk kademesine ayak atan bir kavme gelişi güzel tatbika kalkışmak o teşebbüs ne kadar güzel ve ne derece faide-bahş olursa olsun hiçbir vakit muhit-ı ictimaide intıba’-pezir olacak bir eser bırakamaz. Fazla gıda su’-i hazmı ve bi’n-netice inhiraf-ı mizacı mucib olacağı gibi bu halde evvela su’-i tefehhüm ve bil-ahare buhran ve ihtilac-ı ictimaiyi istilzam eder. Memleketi müstaid bulunduğu terakkıyata mazhar edebilmek için terbiye-i umumiyyeyi sabit bir metoda tevfikan muayyen bir gayeye tevcih etmek esaslarını ihzara çalışmalıdır. Gaye muayyen olmaz metodlar muhtelif bulunurlarsa sarfedilen mesaiden yine bir semere hasıl olamaz. Hedefleri muhtelif ve belki muakis bulunan ferdlerin te’lif-i amal ve efkar edebilmeleri En evvel düşünülecek şey ma’şeri sevkedeceğimiz gayenin ta’yini mes’elesidir. Mefkure ne olacak ise ilk evvel o teayyün etmelidir. En mühim ve en ziyade dai-i münakaşa olacak nokta da bu mes’eledir. Bu husus teayyün ve mazhar-ı kabul olduktan sonra edebilmek mes’elesi kalır ki tekamül-i tedrici usulünü ta’kib edecek hazik ve azimkar bir hey’et-i tenviriyyenin buna muvaffak olması pek de o kadar müşkil bir iş değildir. Hastalığı teşhis eden hazik bir tabib marizın alabileceği gıda ve ilacın keyfiyet ve kemmiyetini takdir ve ta’yin hususunda fenn-i tıbbın vesaya ve prensiplerini ihtiyatkarane tatbika muvaffak olursa mesaisinin mucib-i memnuniyyet netayic tevlid edeceğinde şübhe edilemez. ---- FENNIN SAHA-I ITTILAI ---- Cilvegah-ı şuunatta her gün yeni bir levha-i bedia-nüma arzeden her gün yeni bir ihtira’-ı hayret-engiz ile bizi valih bırakan alem-i fen Onsekizinci Asır’dan beri seri’ ve azimkar adımlarla muttasıl ilerlemekte terakkī etmektedir. Fikr-i tecrübenin tasavvurata galebesinden beri atılan hatveler güzergah-ı fende daha derin ve daha paydar izler bırakmaya başlamıştır. Fennin saha-i tekamüldeki seyr-i seri’-i terakkī-nümasını rengarenk şükufeler bedia-nüma manzaralar dil-ruba meşcereler mevcedar havzalar latif koylar pür-ahenk ırmaklar ve nehirlerle müzeyyen bir kıt’a-i behiştinin ortasından her tarafa hakim muazzam bir şahikaya suud eden kimsenin esna-yı suudundaki müşahedatına teşbih edebiliriz. Dağın sarp bayırlarına meni’ kayalarına tırmanarak yukarı çıkmaya devam eden bu zat yükseldikçe ufk-ı mer’isinin daha ziyade vüs’at peyda ederek pişgah-ı hayret-engizinde daha rengin ve daha bedia-nüma menazır zuhur ettiğini müşahede eder. Nazarının hakim olduğu eteklerin ovaların yaylaların vadilerin koyların velhasıl bütün bu güzel kısımların planı gittikçe en ufak tafsilatıyla daha müsennem olarak önündeki levhada teressüm etmeye başladığını görür. Evvelce seçemediği kısımları daha vazıh nazarının daire-i nüfuzundan gizlenmiş olan şeyleri daha ayan rü’yet eder. Şahs-ı said henüz bu levhayı temaşa ederken uzaktan uzağa yeniden daha başka bir letafeti daha başka bir cazibeyi haiz diğer manzaralar tecelli-nüma-yı zuhur olmakta devam eder. Yükseldikçe zirve-i cebele doğru ilerledikçe manzara daha ziyade bir vüs’at daha ziyade ihtişam ve azamet kesbeder. Ufuk daha ziyade genişlenir. Saha-i müşahede daha rengin fakat daha karışık ve daha ulviyet-nüma bir hale gelir. Mavera-yı ufukta daha çok hıred-fersa bedialar daha ziyade vecd-engiz manzaralar bulunduğunu hisseder. Ve yükseldikçe aynı hal mütemadiyen daha ziyade rengin ve revnakdar olmak üzere tevali eder gider. Terakkıyat-ı fenniyye de ayniyle buna benzer. Fen saha-i tekamülde attığı her hatve ile menatık-ı mechuleden birini keşfetmiş bir diğerine tekarruba başlamıştır. Kainat-ı mahsuseden bizi haberdar eden alem-i hissinin gizli sütredar gencinelerine nüfuz edebilmek için bize rehber olan havassımız maatteessüf ancak pek dar bir sahayı Çıplak gözle müşahede edebildiğimiz şuaat ve elvanın maverasında kim bilir göremediğimiz farkedemediğimiz nice şua’lar ne kadar renkler vardır. Hiss-i basar bedayi’-i hilkatten pek mahdud bir kısmını daire-i tetebbuuna alabilir. Kimyanın terakkıyat-ı hayret-nüması sayesindedir ki gözümüzle göremediğimiz ne kadar renkler şua’lar bulunduğuna vakıf oluyoruz. İspektroskop tayf-bin denilen alet yeşil mai turuncu ve kırmızı yedi renkten mürekkeb olduğunu nasıl anlayabilecektik? Hikmet ve kimyanın terakkıyatı değil midir ki ziya-yı şemsde şua’at-ı kimyeviyye şua’at-ı haruriyye denilen bir takım şua’lar daha mevcud olduğuna kani’ olduk ve tayf-ı şemside bunları aynen müşahede edebildik? Röntgen şua’ına Lenard şua’ına radyum ma’deninin müşa’şaatına havassımıza gizli kalan bütün bu şua’lara keşfiyat-ı fenniyye sayesinde ıttıla’ hasıl etmiyor muyuz? Havassımızdan diğer biri hiss-i samia ancak mahdud ve muayyen iki had arasındaki savtları hissedebilmektedir. Bu iki had maverasında daha tiz veya daha pest bir takım esvat mevcud olduğu halde biz bunları işitmekten mahrum bulunuyoruz. A’sab-ı sem’iyye bu iki had maverasındaki ihtizazatı zabtedecek kadar hassasiyet gösteremiyor. Beşeriyet yalnız fezanın eb’ad-ı bi-payanında kudret-i fatıranın azametine dall olan şa’şaa-paş binlerce milyonlarca şemslerin ahterlerin hayret-engiz avalim-i muazzamanın mevcudiyetinden tamamıyle haberdar olamamak acziyle titrememiştir. Aynı zamanda üzerinde yaşadığı kürenin sinesinde gizlenen alemlerden de bi-haber bulunuyordu. Saha-i tetebbu’ asırdan asıra tedricen tevessü’ ettikçe acz-i beşer de o nisbette artmaya başlamıştır. Teleskopların keşfi sayesindedir ki beşeriyet a’mak-ı fezada sair binlerce güneşlerin milyonlarca yıldızların arzımızdan binlerce defa büyük olan şemsden pek ziyade büyük daha bir çok şemslerin alemlerin mevcudiyetine vakıf olabildi. Arzın bu la-yuad cihanlar arasındaki mevkii tarz-ı hareketi teayyün etti. Daha sonra mikroskoplar ihtira’ edildi. Bu ihtira’-ı nevin de pişgah-ı tetebbu’-ı beşeriyyete vasi’ bir alem-i diğer bir cihan-ı hurde-bini açtı: Her yerde etrafımızda bizi muhit olan eşyada aktar-ı hevaiyyede sularda gözümüzle göremediğimiz ha­ vassımızdan hiçbiri ianesiyle vücudlarından bile haberdar olamadığımız milyarlarca uzvi mevcudat zi-hayat mahlukat bulunduklarını bunların yaşadıkları muhitler dahilinde mütemadi bir faaliyetle hareket ve tekessür ettiklerini gösterdi. Yine bu sayede ecsamın teşekkülat-ı zerreviyyelerinin tedkīkı taht-ı imkana girdi: Girivet-i demeviyyenin ensice ve huceyrat-ı bedeniyyenin zi-hayat birçok tufeyliyat-ı uzviyyeye aramgah oldukları anlaşıldı. Ancak keşfedilen bu hurde-binlerle vücudlarından haberdar olunan nakī’iyelerin bedenlerinde bile daha asgar uzviyat-ı hayatiyyenin yaşamakta olduklarına ıttıla’ hasıl oldu. Bu ıttıla’ gittikçe hayret-bahş bir dereceye vasıl oldu. Bir halde ki zeka-yı beşer saha-i hilkatte mevce-i hayatın acaba nerelerde vakfe-gir olduğunu düşünmek hususunda bi-hakkın aciz ve hayran kaldı. Fen yine terakkī ve tekamülünde devam ve muttasıl tevessü’ ve teali ediyor. Zeka-yı beşer her gün daha ziyade bir cesaret ve emniyetle yeni ufuklara yeni alemlere doğru yükseliyor. Ala-i hilkatten yeni bedialar keşfine çalışıyor. Fakat bu kadar harikalar gösteren zeka-yı beşer ala-i fıtratın bi-payani-i hıred-fersası önünde yine ızhar-ı acz etmekte muztar kalıyor. Bildiğimiz şeylerle henüz ıttıla’ hasıl edemediğimiz şeylerin mukayesesi insanı müdhiş bir inkisar-ı hayale uğratacak kadar payansız görünüyor. Pişgah-ı celaletinde zanu be-zemin-i hayret olduğumuz bu san’at-hane-i bedia-nümada henüz fennin saha-i ıttılaı fevkınde daha o kadar çok şeyler vardır ki ma’lumat-ı beşeriyyenin mechulatına nisbeti asgar-ı na-mütenahinin a’zam-ı na-mütenahiye nisbeti addedilse hata edilmiş olmaz. Fikr-i beşer mahdud kişver-i ma’rifet bi-payan!.. Kavanin-i kainattan daire-i ıttılaımıza dahil olan şeylere nisbeten henüz vakıf olamadıklarımız bir cihan kadar vasi’ ve şümullü!.. Mahdud ve pek noksan olan havassımızla na-mütenahi bir okyanus-ı bedayi’ içinde hiç denilecek kadar cüz’i ve mugfil ma’lumatla hemen her şeyden bi-haber yaşıyoruz! Mağrur insanlar seylabe-i huzemat içine gömülmüş a’malara ne kadar da benzerler!..... KILINÇ DINİ Ve yine o hükümdarın yirminci sene-i saltanatında Nehemya Kudüs şehrini mümkün olan sür’atle bina eylemek üzere emir aldı. Civarındaki bütün kabail Samiriyyeliler Amoniler ve Arablar bu teşebbüsüne açıktan açığa i’tiraza kalkıştı. Bu halde Yahudiler’in duçar olduğu müşkilat-ı azime Ahd-i Atik yani Tevrat ’ta Nehemya lisanından nakledilmek en münasibdir. Salifüz-zikr kabailin nasıl hep birden Kudüs’e gelerek harb ve tecdidini men’ için nasıl ittifak ettikleri musarrahtır: “Bununla beraber biz Allah’a dualarımızı ettik ve gece ve gündüz onları beklemeye başladık. Ve Yehuda dedi ki: “Yük hamallarının takati azaldı daha yacağız.” Düşmanlarımız da dedi ki: “Onların ta ortalarına gelip onları katl-i i’dam ve işi men’ edinceye kadar ne bizi görecekler ne de bilecekler… Bunun için surun yüksek yerlerine ve alçak yerlerine hatta familyaların arkasına kılıçları mızrakları ve okları ile adamlar koydum. Ve baktım kalktım. Onların kibarlarına Beni Yehudiler’in amirlerine ve sair ahaliye dedim ki: “Onlardan yani düşmandan korkmayınız! Mahuf ve büyük olan Allah’ı der-hatır ediniz ve kardeşleriniz oğullarınız kerimeleriniz zevceleriniz ve haneleriniz için kavga ediniz! Düşmanlarımız her şeyin bize ma’lum olduğunu anladılar ve Allah’ın onların hilelerini boşa çıkardığını görünce biz surda işimize geldik. Bundan sonra ahalimin yarısı surda çalışır yarısı kılıç mızrak ok ile bekler oldu. Amirler de Yehuda’nın haneleri arkasında dururlardı. Duvarlarda çalışanlar yük taşıyanlar yükleyenlerin hepsi bir el ile iş görüp bir el ile silah tutarlardı. Çünkü bütün sur amelesinin kılıcı beline kuşanmış olarak bina ederlerdi. Ve kumanda borusunu çalan da benim yanımda idi. Ve ben amirlere ekabire ve diğer ahaliye dedim ki: “İş büyük ve geniştir ve biz sur üzerinde birbirimizden ayrılmış uzaktayız. Bunun için yanımdaki boruyu ne taraftan işitir iseniz bize o tarafa yetişiniz. Rabbimiz bizim için muharebe edecek!” İşte bu suru binaya çalıştık ve yarımız sabahtan yıldızların parladığı vakte kadar kılıç ve mızrak ile beklerdi. Bundan başka biz demiş idik ki: “Haydi. Hariçte bulunan herkes maiyyeti hizmetcisi ile Kudüs dahilinde ikamet etsin ki geceleri bize muhafız olurlar ve gündüzleri çalışırlar.” Böylece ne ben ne kardeşlerim ne hizmetcilerim ne de yanımdaki muhafızlar hiç birimiz yaykamak lazım gelmedikçe sırtımızdan esvabımızı çıkarmadık.” “Öyle oldu ki bütün düşmanlarımız bunu işitince ve etrafımızdaki kardeşlerimiz bu halleri görünce düşmanlarımızın cesareti kırıldı. Sur dahi elli iki günde bittiğinden bunun Rabbimiz’in işi olduğunu anlamış idiler.” “Nehemya’nın zaman-ı idaresinden İskender-i Kebir’in devrine kadar Millet-i Yehudiyye’nin tarih-i vekayiinde görülebilen yegane vak’a ser-rahibin familyasında irtikab edilen bir cinayet-i müdhişedir. Elyaşib’in yerine ser-rahib olarak Yuda Yehuda gelmişti. Yehuda’yı da Con Yahya ta’kīb etti. Bu sonraki Bagus ile biraderi Jseus Yu’u kıskanarak ve Fars emiri olan Bagus hakkında; “Rahiblik mesleğini alacak” su’-i zannını ederek onu bir vazife-i mukaddesedir diye katletti.” Kable’l-milad hinin memaliki ma’lum olduğu üzere taksim olunmuş bu esnada Kudüs Ptolemy yani Batlamyusye düşmüş idi. Bu vak’a neticesinde Kudüs-i Şerif ile Samiriye havalisinin ve Karizm Cebeli’nin Yahudileri esir edilip Mısır’a naklolundu. Ve Kudüs Yahudileri ile Samiriyeliler arasında zaman-ı kadimden beri mevcud olan adavet el-an devamda idi. Şurası şayan-ı dikkattir ki Josephus bu adavet-i daimenin tarihinden şöyle bahseder. “Samiriyeliler ile Yahudiler arasında örf ve adat-ı kadime daimi bir menba’-ı ihtilaf yegane kudsi ve celil bir ibadetgahtır. Samiriyeliler ise iddia eylerlerdi: Karizm[ Ma’bedi tercih edilmeye sezadır. Bu Biz şimdi takriben senelik bir müddeti sür’atle geçerek Antiochus’un Suriye tahtına çıktığı devre nakl-i kelam eyleyelim ki: Basun namında ve mevkiinden indirilmiş bir serrahib bir takım erbab-ı ihtilal riyasetine geçerek Yehudiye diyarında ref’-i alem-i isyan eyliyor. Bunun üzerine Antiochus Kudüs üzerine hareket ediyor orasını ziyade bir mukavemete ma’ruz olmadan fetheyliyor. Üç gün devam eyleyen kıtal ile kırk bin kişi mahv ve bir çok Yahudileri de satılmak üzere esir ediyor. Bu esnada hükümdar-ı müstevli Kudüs Ma’bedi’ni de yağmalıyor. Yahudileri asırlardan beri saha-i kainattan en mukaddes en ulvi mevki’ addeyledikleri mihrab-ı sıl şöyle diyebiliriz ki: Yahudilik’in an’anat ve mevcudiyet-i diniyye ve mülkiyyesini hak ile yeksan kılıyor. ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- – Nasıl seyahat ettiğimi bilemiyorum cevabını verdim. Gülerek; – Semerkandlılar sizin fesad çıkarmaya çalıştığınızı söylüyorlar dedi ve bir kağıt gösterdi. Bakınca Server Han’ın yazıp Şir Ali Han-ı Kandehari’ye gönderdiği kağıt olduğunu anladım. – Vakıa bu mektubdaki mühür benimdir. Fakat yazı ve – Niçin böyle yaptınız? diye sordu. – Bu kağıtta devletiniz aleyhine bir şey varsa ondan mes’ulüm. Yoksa yazmayıp da mühürlediğim bir kağıttan ne çıkar? sualinde bulundum. – Bir kere danışmalı idiniz. dedi. – Siz uzakta idiniz danışıncaya kadar da Afgan murahhasları avdet eyleyeceklerdi diyerek kağıdı alıp yırttım. Bunun üzerine; – Artık Semerkand’a avdet ediniz. Ailenizi meraktan kurtarınız dedi. – Beni Semerkand’da tevkīf ve terzil ettiler. Bir daha oraya gidemem. Burada bir menzil verecek olursanız Taşkend’de dım ledel-icab Afganistan’a azimet için münasib bir mevki’de bulunmaktı. – Neresini intihab ederseniz ikamet buyurunuz dedi. Bir gece tevakkuftan sonra Semerkand’a avdet ederek ehl ü ıyalimi aldım ve bir müddet de Taşkend’de ihtiyar-ı *** Afganistan’a azimet için hazırlanıyordum. Bu hususda Ceneral Kaufman ile dur u dıraz mükalemeden sonra Rusya hükumetinden müsaade istihsal ettim. Bir gün gizlice çıkıp tüccardan birinin nezdine gittim. Bu zat icabında bana ödünç para vereceğini vaad etmişti. İki bin eşrefi ikrazıyla da vadini ifa eyledi. Gizli çıkışım da Rusların beni ta’kib ettirip ettirmediklerini anlamak içindi. Şu tedbir ile arkamda casus olmadığını da öğrendim. ka düşüp ötede beride beni aradıklarını gördüm. Serdar Abdullah Han kapının önünde durup me’yusane etrafa bakınıyordu. Seslendim. Beni görünce sevindi ve selama durdu. Paraları ona teslim edip içeriye girdim. Arkamdan gelip; – Bu eşrefileri nereden buldunuz? dedi. – Birinden istikraz ettim dedim ve bu işi gizli tutmasını tavsiye eyledim. Ertesi günü bir araba kiralayıp At Pazarı’na gittim. Oradaki ahali ayağa kalkıp selamıma durdu. At canbazları hayvan alacağımı anlayınca yanıma geldiler. Yüz re’s at mübayaa ettim. Abdan Han vasıtasıyla da eyer takımı ve sair levazımı tedarikinde bulundum. Üç gün içinde esbab-ı seferi tehiyye ederek dördüncü Cuma günü namazdan sonra rufeka ve ahibba ile veda’laşıp yola çıktım. O gece Çelçik Nehri’nin kenarında menzil ittihaz ettik. Civarındaki şehrin hakimi beni akşam yemeğine çağırdı. Evvela özür diledim ısrar edince kalkıp gittim. Yemek esnasında; – Rusya hükumeti size ne kadar yol harçlığı verdi? diye sordu. – Memleketime azimet için izin verdiler ki benim için büyük bir lütufdur bundan başka bir şey istemem. Harçlık için Allah Kerim’dir cevabını verdim. Bu cevap üzerine kalkıp dışarı çıktı ve beş bin manat getirip kabulünü rica etti. Ba’det’teşekkür lüzumu olmadığını söyledim. – O halde yadigar olarak şunları alın diyerek altı patlar bir tabanca ile kuyruktan dolma bir tüfenk verdi. Kabul ettim. Geceyi hoşça geçirip sabahleyin hakim ve Taşkend’den gelen bazı rufeka ile veda’ eyleyerek Partepe’ye müteveccihen yola çıktık. Gece yarısı oraya vasıl olduktan sonra Paskat’a gittik. Orada da üç gün oturup Hocend-i Ataklı Kal’ası’na geldik ve ahibbadan birinin hanesinde altı gün misafir olduk. Kal’aya vürudumun üçüncü günü birkaç beygir almak üzere pazara çıktımsa da güzel hayvan bulamadım. Orada birisine sorduğum sırada bir zat yanıma gelip beni çay yahud kahve içmeye da’vet etti. Birlikte gidip görüştük. Bu zat evvelce memleketin rüesasından imiş. Ruslar Hocend’i alınca sairleri gibi bunu da mevki’ ve mansıbından azletmişler. Geçinmek için bir dükkan açmaya mecbur olmuş. Ben dükkanında otururken –sabıkan rüesa-yı beldeden bulunan– sair tacirleri de çağırıp benimle görüştürdü. Hepsi de: “Merak etmeyin bizde aradığınız beygirler vardır.” dediler ve yüz kadar dinç hayvan meydana çıkardılar. İçlerinden otuz re’sini intihab ve iştira ettim. Mütercimi ---- RAMAZAN VAAZLARI ---- Ramazan-ı şerif yaklaştı. Ma’lum ya o şehr-i mübarekte bütün kulub-ı müslimin cilalanır; beşeriyet muvakkaten melekutiyete tehavvül ve irtika eder. Ruhlarda bir i’tila hislerde bir safa hasıl olur. Telkīnat-ı diniyye o ayda har bir mevki’-i kabul ve icabet bulur. Her müslim ibadeti hem-cinsine muaveneti kendine bir meşgale-i mahsusa addeder. İki evli bir köye varıncaya kadar “Ramazan hocaları” tedarik edilir. Onlar bütün bir ayı va’z u nasihatle tasfiye-i ruh ve ahlak halkın küme küme koşuşması hakīkī bir ittihadın nümune-i mukaddesini teşkil eder. Hülasa; Ramazan müslümanların ruhu müstesna bir şehr-i akdes ve a’zamıdır… Fakat bu Ramazan’ın kadr-i bülend-i sehharanesini takdir fırsattan bil-istifade vazife-i tenvir ve irşadı hakkıyla ifa edebilir müslümanlıkta matlubu olan gayeye vasıl olmanın yolunu bulabilir miyiz?.. İşte burası hakīkaten ca-yı sual ve melaldir!. Şehirlileri şöylece bertaraf edelim de evvela köylüleri o her türlü saadetten refahtan mahrum dindaşlarımızın ahvalini nazar-ı i’tibara alalım: Bugün köylülerin hepsi bir umman-ı cehalet ve atalet içinde boğulmakta çırpınmaktadırlar. Fesad-ı ahlak cinayat her türlü fenalık onları ihata etmiş biçareler –adeta– zümre-i beşerden hariç bir tarz-ı hayat-ı ictimaide bulunuyorlar. Bunları layık olduğu mertebe-i ulya-yı terakkıyata ıs’ad ve maali-i İslamiyyeden behredar eyleyecek vaazlardır. Ramazan-ı şerif bu vazifeyi ifa için büyük bir fırsattır. Çünkü medid bir senenin ancak o ayında hoca yüzü görebilen köylülerin va’z u nasihate telkīnat-ı diniyyeye arzu ve iştiyakları pek galibdir. Bu arzu-yı dindaraneden Ramazan hocalarıdır. Ramazan hocaları vazife-i ikaz ve irşadı acaba hakkıyla edelim. Biz; köylere giden akıllı uslu gerçekten hocaların hatta büyük kasabalarda da vazife-i irşadı ifa eden ulemanın bit-tabi’ hepsini murad etmiyorum verdikleri vaazları dinliyor bunların medar-ı bahs ü iştigallerini –ekseriyetle– Beni İsrail hikayelerinden akıl ve mantığa hiç uymayan hurafattan –mesela dünyanın koca öküzün boynuzu üzerinde durduğuna dair u’cubelerden– ibaret buluyoruz! Hele köylere tavsiye usulüyle gönderilen bazı zevat bu kabil vaazları da ifa edemeyecek derecede aciz olduklarından bunlardan hiç istifade edilmiyor. Taşralarda Şa’banü’l-muazzam ayında nüvvab müfti efendiler tarafından hocalara birer tavsiye verilerek köylere gönderilirler. Fakat köyün cesamet ve ehemmiyetiyle hocanın ehliyet ve liyakati beyninde –çok defa– bir nisbet-i adile gözetilmez. Daha doğrusu bu mes’ele-i mühimmeye hiç ehemmiyet verilmez. Ehliyetsizler büyük büyük köylere gider hakīkī talebe-i ulum ve hoca efendiler birkaç haneli köylerde ömürlerini telef etmekle ve neticede mağdur ve me’yus olmakla kalırlar. Bazan da o kadar uğraştıkları halde bir tavsiye almaya bile muvaffak olamazlar. Tavsiye aldıktan sonra köylere kabul olunup olunmamak mes’elesi de bahs-i ahar! Çünkü kable’r-Ramazan tavsiyesiz olarak köylere yerleşenler köylüleri memnun etmek için avam-firibane beyanatta bulunarak tavsiyeli ve hakīkī hocayı köylülere koğduranlar az değildir!.. İşte bu yüzden de biçare talebe-i ulum her vakit mağduriyet-i elimeye mahkum olmaktadır. Meşihat-i Celile-i İslamiyyemiz bu gibi ahvale meydan verilmemesi ne telgrafla her halde bir emr-i kat’i i’ta buyurmalıdır. Çünkü mes’ele bir mes’ele-i hayatiyyedir. Vaazlara gelelim: Mevaiz-i diniyye ve tebligat-ı şer’iyye asrın emzice ve ihtiyacatıyla mütenasib olmak lazımdır. Bu dakīkaya peygamberan-ı izam hazeratı bile dikkat buyurmuşlardır. Her nebiyy-i zi-şan ümmetinin ihtiyacat ve asrının icabatına göre ba’s ü irsal olunmuş ve ona göre tebligatta bulunmuştur. Hal-i hazır acaba bir takım hurafatı dinlemeye müsaid midir? Maddi ma’nevi saadetimizi kafil olan Din-i Mübin-i İslam başka türlü ahkamı muhtevi değil midir? Tasfiye-i ruh ve ahlak ittifak ilim cihad ihzar-ı kuvvet ticaret nezafet… gibi her biri fevz ü necatımızı müemmin olan mevadda dair evamir-i diniyye ve şer’iyye yok mudur? Fakrın medayihini servetin zemaimini i’dad-ı kuvvetin lüzumsuzluğunu… hala –ale’l-ıtlak– beyan ile bu milleti mahkum-ı zillet ve zeval etmek reva mıdır? Hazinelerimiz lebaleb doldu da bunların boşaltılmasına fakr u zaruretin ihtiyarına mı lüzum görünüyor? Vatanımızı mehalik-i ecnebiyyeden umur-ı dahiliyyemizi nifak u şikaklardan tathir edebildik mi?.... Hülasa; millet-i İslamiyyeye yazıktır. İslamiyet ayn-ı ulviyyettir. Mezellet meskenet biz müslümanlara asla yakışmaz. Bugün köylerde nazar-ı teessüre çarpan ahlaksızlıkları tedavi etmenin çaresine bakmalıyız. Köylerde zatü’z-zevc kadınlar dağa kaldırılıyor efrad yekdiğerinin hukūkunu tanımıyor hukūk-ı ahara araziye tecavüz ediliyor alat-ı ziraiyye hayvanat çalınıyor mahsulat tahrib olunuyor darb ü cerh katl ü i’dam vukū’ buluyor. Hülasa ne kadar ahlaksızlık varsa hepsi köylerde icra-yı tahribat edip duruyor. İşte bunları bu emraz-ı ictimaiyye ve ahlakıyyeyi tedavi edecek ancak ma’neviyattır. Ma’neviyatın sahibleri mübelliğleri ise muhterem hoca efendilerdir. Enzar-ı dikkati celbeden bazı ahval hakkında –ki bunlar umumidir– biraz daha teşrihatta bulunmaya lüzum görüyorum: dırlar! Kendilerine ilmin fevaid-i ma’neviyye ve maddiyyesini ruhlarında bir arzu ve iştiyak hazırlamalıdır. Meşrutiyet efkar-ı umumiyyeye müsteniddir. Efkar-ı umumiyye ekseriyetin muhassalasıdır. Ekseriyet ise –bilhassa Anadolu içerilerinde– köylerdedir! Şu halde meşrutiyeti feyyaz ve müsmir bir hale getirebilmek için evvel emirde kısm-ı ekseriyyeti yani köylüleri tenvir ve hiç olmazsa orta bir seviyeye getirebilmenin çaresine tevessül etmek lazımdır. Ve illa bu hal-i cehaletin devamı bizi tedenniden tedenniye daima teşevvüşe daima fena cereyanlara kapılmalara sürükleyeceği Avrupalılara; “Osmanlı mülkünde efkar-ı umumiyye yoktur” hükmünü bi-hakkın verdireceği muhakkaktır. zevatın bir kısmı terk-i dünyayı tevekkülü fakrı emr ü telkīn edegelmişlerdir. Bugün köylü ataleti mahz-ı şeriat tevekkülü ayn-ı ibadet yakıcı ve ihtiyari bir fakrı mucib-i dühul-i cennet olarak biliyor. Terk-i dünya tevekkül fakr… gerçi birer meziyettir fakat bizim gibi şerait-i ictimaiyyesi ma’lum olan bir millet için ayn-ı zillettir. Din-i Celil-i İslam’ı –ahireti unutmamak şartıyla– bizim servet ü gına sahibi olmamızı hac zekat cihad ianat hayrat ve meberrat… gibi dinimizin en mümtaz esasatını teşkil eden mevaddı daima emir ve teşvik etmekte ziraat san’at ticaret i’mar-ı belde hakkında da ayrıca tergībatta bulunmaktadır. Tevekkül esbaba tevessülden sonra olur. Bizde yanlış anlaşılan kelimelerden biri de işte budur tevekküldür. Köylü tarlayı iki parmak tulünde sabanlarla yalnız bir kere sürer buğdayı atar tarlanın hiç semtine varmaz oturur sonra Allah’a tevekkül eder!.. Kendisine; “Yeni alat-ı ziraiyye ile tarlanı birkaç defa kurutma yap sonra tavında iken sür toprağı tesviye et. Ondan sonra buğday danesini at” denilse; “Ben tevekkülüm! – mütevekkil değil de ayn-ı tevekkül!!– Allah ne verirse ona razıyım.” cevabını verir… man olur ki köylüler ellerine söğenleri alarak birbirine girişir mehakime düşerler. Artık iş güç kalır. Senelerce mahkeme salonlarında sürüklenirler. İhraz-ı galebe için tarlalarına çift öküzlerine varıncaya kadar satarlar avukatlara me’kel olurlar. Bu husumet ahfaddan ahfada sirayet eder her köy birçok muhasım fırkalara ayrılır!.. Bunları Kur’an -ı Azimü’l-Burhan’ın emri vech ile ıslah etmek bir kardeş haline getirmek aralarında hakīkī bir ittihad ve teavünün husulüne çalışmak dini tarihi ictimai delillerle zihinlerini kandırmak… vaizlerin vezaif-i esasiyyesindendir. nediyor! Hürriyeti alabildiğine bir serbesti bazıları da bayraktan mahiyetinden farziyetinden meşrutiyetin meşruiyetinden bahsetmek alem-i İslam’ın buhran-ı hazırını düşmanların tertibat ve ma’neviyatını… müessir bir surette izah eylemek ruhlarında bir hiss-i daimi-i muavenet uyandırmak her halde vacibdir. ma. Bu yüzden kolera illet-i efrenciyye uyuzluk çiçek… gibi emraz-ı sariyye tekessür etmektedir. Tabibe müracaat köylüler nazarında adeta haram ve dinsizliktir!! Şurası garib ki cehlin ahlaksızlığın verdiği cesaret ve cür’etin sevki ve askerlikten kurtulmak sevdası ile bazıları frengiyi yekdiğerine telkih de ediyorlar! Bu illet-i hanüman-suz köylülerin hayat-ı ictimaiyyesini günden güne mahvetmektedir. Kendilerine evvel emirde nezafet ve taharetin lüzumunu bazı hastalıkların sari olduğunu –çünkü bunlar sirayet-i emraza da kani’ değildirler!– anlatmak sonra “Tıbb-ı Nebi”den bahs manın cezası ne olduğunu harbin farziyyetini muhafaza-i din ve vatan için can kan vermenin lüzum ve ehemmiyetini umumiyyesini iflasa mahkum eden bir adet-i cahile-i kadimedir. Köylerde bir düğün –la-ekall– elli liraya patlar. Bu yüzden fukara birçok borç ve derde giriftar olur tarlasını bağını satar insafsız muhtekirlere faiz-i mürekkebin bir başka türlüsü sermayenin iki üç misli ile borçlanır. Bu borç – ekseriya– evlada kadar da intikal eder! Bu adeti ifa edemeyecek delikanlılar ise bil-mecburiye istediği kızı dağa kaldırır bila-nikah ona takarrub eder. Bilahare o delikanlı hükumet tarafından ele geçirilir senelerce zindanlarda çürür zinde ve kavi vücudu yıprar. Bu yüzden bir çok cinayetler tahaddüs eder hanümanlar söner. İşte bu gibi hususatta tam bir fakīr düğünü yapılmasını tavsiye kendilerini israf ve tebzir aleyhine ahd ü misaka ittifaka da’vet eylemek Serdar-ı Enbiya sav Efendimiz hazretlerinin kerime-i muhteremeleri Hazret-i Fatımatü’z-Zehra’nın nasıl gelin olduğunu cihazı neden asli tenasül olduğunu fakat tenakuhda ve emr-i mesnun-ı hitanda irtikab-ı muharremat memnu’ ve bunun enva’-ı mahzuratı calib bulunduğunu anlatmak aile saadeti bir hayat-ı nuşin-i maişet husulüne çalışmak Nebiyy-i Muhtar sav Efendimiz’in –bugün bir ilm-i celilin me’haz-i aslisini teşkil eden– hikmet-i ebediyyesini izah aralarında emniyet-i tamme husulünü te’min alat-ı ziraiyye şirketleri emniyet sandıkları teşkil ve te’sisine himmet etmek hülasa dimağlarında la-yemut bir hiss-i iktisad uyandırmak mukaddes bir vazifedir. Netice bunlar ve buna mümasil dertlerdir ki her halde vaizlerce nazar-ı dikkate alınacak birer mahiyettedirler. Vaizler bu cihetleri düşünmüyor da sırf Beni İsrail hikayeleriyle Bunlar bahsedilmesin demiyorum. Fikrim hasran ve kasden bu gibi hikayelerle vakit geçirilmemesi merkezindedir. bazı hurafat ile vakit geçirirlerse bu vatana hizmet etmiş sayılmazlar. Binaenaleyh Ramazan gibi büyük bir fırsattan tahsil takımını teşkil eden o saf sınıf-ı ahalisi mesaiye tasfiye-i ahlaka sevkolunduğu Din-i Celil-i İslam’ın meziyyat-ı la-tuhsası izah bizim terakkīmiz ancak Din-i Celil’e sarılmakla husul bulacağı tefhim büyüklere ülü’l-emre kanuna aşk-ı din ve insaniyet edildiği her taraftan bu maksad-ı esas uğrunda çalışıldığı takdirde servet ve ahlak-ı umumiyyeye büyük hizmetler edilmiş olacağından bu cihetler hakkında enzar-ı dikkat ve ibreti celbe –naçizane– lüzum-ı mübrem görmekteyim. – – Balıkesri * * * Enzar-ı Millete: CEM’İYET-İ TEDRISİYYE-İ İSLAMİYYE’YE ---- MUAVENET ---- Cennet-mekan Sultan Abdülaziz Han hazretlerinin evahir-i saltanatlarında namlarıyla ilelebed iftihar ettiğimiz zevat ve ahrar-ı ümmetten müteşekkil Cem’iyet-i Tedrisiyye-i İslamiyye tirdiler. Darüşşafaka iane-i umumiyye ile yapılmış bir müessese-i . kuruş Hazine-i Maliyye’den kuruş da vükela-yı devlet ve me’murin ve zevat-ı saire tarafından iane edilmiş ve bu vech üzere tehassül eden . kuruş Darüşşafaka ile te’sis olunmuştur. Fakat bugün Darüşşafaka milletin anadan babadan mahrum ve ebedi bir sefalete mahkum evladını istiab edemiyor. Her sene binlerce kişi müracaat ediyor. Bunlardan ancak mevcudun noksanını ran içinde ağlayarak geldikleri yere dönüyor. Her ma’nasıyla hüzn-akin olan şu manzara karşısında titremeyecek kalb bulunamaz fakat icab eyler ki o titremeler evlad-ı fukara ve şüheda için vesile-i rahm ü şefkat olacak eserler meydana getirsin! Evet bunlar ne olacak? Sefalete mahkum mu? Ey millet-i necibe; bugün yetimlerimiz pek çoktur! Öyle olduğu halde bu çocukların ta’lim ve terbiyesi için yegane bir mü’essese-i İslamiyye olan Darüşşafaka’dan maada hiçbir millet mektebi yoktur. Yalnız milletimizden değil sekenesi olu­ yor. Cem’iyet-i Tedrisiyye-i İslamiyye bunların hangisini alsın? Mektep İstanbul’daki eytamı bile alamıyor. Aktar-ı çocukları Darülhilafe’de tahsil etsinler diye gönderiyorlar bunlar cem’iyete müracaat ediyorlar. Cem’iyet-i Tedrisiyye-i mesi ahkamına tevfikan bir mikdarını kabul ediyor diğerleri ne oluyor? Madem ki Darüşşafaka millet tarafından iane-i umumiyye bulunuyoruz; öyle olduğu halde milletimizin i’tilasına vatanımızın terakkīsine sebeb olacak olan milletin bu öksüzlerinin feryadını işitiyoruz da neden biz de bir mektep yapmıyoruz neden her şeyi hükumetten bekliyoruz? Memalik-i ecnebiyyede hükumete muavenet edecek bir çok cem’iyetler vardır ki bu hususda hükumeti bile geçmişlerdir. Şimdi size bir mahalli gazetenin yazmış olduğu bir bendi ber-vech-i ati arzediyorum: “Misyonerlerin varidat-ı seneviyyesi iki yüz elli küsur milyon dolardır. Otuz bin misyoner vardır. Üç yüz bin kişi misyon-ı müretteblerinden maaş almaktadırlar. Misyonerlik alemi dört yüz kimyagere altı bin süt anasına üç bin rahibe otuz bin mektebe yüz altmış risale-i mevkūteye beş yüz gazeteye maliktir.” Cem’iyet-i Tedrisiyye-i İslamiyye’nin yalnız bir Darüşşafakası’yla vardır. Bu ne yapabilir? Cem’iyet-i Tedrisiyye vazife-i tenviriyyesini Ve her suretle ihtiyar-ı fedakari ediyor. Lakin noksani-i vesait onun bir çok amalini ta’kīm eylemektedir. Çünkü lazım olduğu kadar parası yoktur. Bugün Cem’iyet-i Tedrisiyye-i her üç ayda birer liradan senevi dört lira iane vermek bundan maada senede bir lira-yı Osmani veren zevat da a’zayı muavine olur. Her türlü ianat maal-iftihar kabul olunur. Cem’iyet-i Tedrisiyye-i İslamiyye’ye efazıl-ı nisvan da dahil olabildiğinden yakın zamanda muhterem hanımefendilerin adedi tekessür ederek kız daruşşafakasını te’sis etmeleri arzu-yı yeganemizdir. “DIN MANİ’-İ TERAKKĪ DEĞİLDİR” Bugün maatteessüf görülüyor ki değil haricten hatta içimizden bazı cahil kimseler dini ve fenni ayırarak fennin dine dinin fenne hiçbir rabıta ve alakası olmadığını iddia ediyorlar. Bu kadarla da iktifa etmeyerek dinin terakkīye mani’ olduğunu söylüyorlar. O gibi efkar-ı batıla ashabı emin olsunlar ki bugün din olmasa görülen bu kadar asar-i medeniyyet meydana gelmez hükumetler teşekkül etmez bunun neticesi olarak bu mücessem-i letafet Osmanlı memleketi bu mücessem-i şecaat Osmanlı milleti de mevcud olamazdı. Bir zamanlar hududumuzu Kafkas dağlarından Viyana surlarına kadar tevsi’ eden eslafımız o büyük atalarımız hiç şübhesiz bu muvaffakiyetlere bu muhteşem muzafferiyetlere salabet-i diniyye metanet-i ahlakıyye sayesinde vasıl olabilmişlerdir. Evet Allah aşkı vatan muhabbeti olmasa idi acaba muvaffak olabilecekler miydi? Hiç şübhesiz hayır. Bu hakīkati Avrupalılar bile teslim ediyorlar. Ehl-i Salib muharebelerinin sebeb-i zuhuru İslamiyet’i mahvetmekten başka bir şey miydi? Kendilerinin selametlerini istikballerini İslamiyet’in bu muazzam devletin inkırazında görüyorlar. Fas mahvoldu İran inkıraza mahkum oldu; sıra bize evet biz Osmanlılara daha doğrusu İslamlara geldi. Çünkü bizden başka bir İslam hükumeti kalmadı. Onların nokta-i nazarınca biz mevte mahkumuz; çünkü cahiliz çünkü taassubumuz var çünkü cereyan-ı umumiye tabi’ olmuyoruz. Bunun için mevte mahkumuz. Acaba cidden böyle miyiz yoksa böyle mi anlatılmışız? Bir nokta-i nazardan onları ma’zur görmeliyiz. Zira maatteessüf Avrupalıları kat ender-kat geçerek İslamiyet aleyhine hücum ediyorlar. İslamiyet’in pa-bend-i terakkī olduğunu iddia edecek kadar kuteh-binlikte bulunuyorlar. Bu gibi eşhasa sorarız ki fennin hangi noktasının dine dinin hangi noktasının fenne mugayir olduğunu görüyorlar. Bu suale cevap veremezler. Çünkü din ile fenni beraber mütalaa etmemişlerdir. Yalnız öteden beriden kaba saba bildikleri ma’lumatla iktifa ederek ötekinin berikinin mukallidleri olmuşlar ve intisablarıyla mübahi olmaları iktiza eden Din-i Mübin-i İslam hakkında biraz olsun tedkīkatta bulunmak zahmetini ihtiyar etmemişlerdir. Evet bu gibi eşhasın Din-i Celil-i İslam hakkında ma’lumatları pek mücmel hatta yok denecek bir derecededir. Eğer Protestan Katolik ve edyan-ı saireyi mutalaa ettikleri kadar Din-i İslam’ı da tedkīk ede idiler bu gibi iddialarda bulunmaya cür’et edemezlerdi. O zaman anlarlar idi ki İslamiyet’in yegane müracaatgah-ı şer’isi olan Kur’an-ı Kerim o Kitab-ı Mübin fennin henüz keşfettiği ve etmekte olduğu nice hakaik ve serairi on dört asır evvel bize ihbar buyuruyor. Fakat biz de onları anlayacak o ihbarat-ı ulviyyeden istinbat-ı ahkam edecek kabiliyet olmadığı için istihracatta bulunamıyoruz. Bulunamıyoruz da o Kitab-ı Azimü’ş-şan’ın ulviyetinden şübhe ediyoruz. Hayatın mebdei su olduğu hakkındaki nazariye alem-i fenne atılalı daha ne kadar oldu? Fakat Kur’an-ı Kerim o Kitab-ı Mübin bize ayet-i kerimesiyle on dört asır evvel ihbar buyuruyor. Evet biz de tasdik ederiz ki dinimize bazı hurafat karışmıştır. Bazı şeylere tesadüf olunur ki fen onları kabul etmez. Fennin kabul etmediği şeyi de din kabul etmez. O gibi hurafatın menşei taharri edilsin görülür ki menşei ne ayet-i kerime ne ehadis-i şerifedir. Belki Din-i Mübin-i İslam’ın kadrini tenzil etmek için bazı bed-hahan tarafından an-kasdin ehadis-i şerifedendir diyerek naklolunmuş ehadis-i mevzuadır. Bugün fennin iki kere iki dört edercesine kabul ettiği hakīkatlerin içinde hiçbir nokta ve mes’ele gösterilemez ki dinimizde o hükmü carih bir kayda tesadüf edilsin. Bilfarz bugün “melaike-i kiramın mevcudiyetine iman” melaike-i kiramın mevcudiyetini bile inkar ederek fennin kabul edemeyeceğini söylerler. Kendilerine niçin kabul etmediklerini sorarsanız teleskoplarla mikroskoplarla görülemediği cevabını alırsınız. Acaba mikroskoplar keşfedilmeden evvel bir şahıs kalkıp da; “Muhtelifü’t-tabia bir çok cürsumeler vardır. Bunlar emraz-ı müdhişenin başlıca amilleridir.” diye idi inanırlar mı melaike-i kiramın mevcudiyetine inanmıyorlar? Eğer inanmaz leri cevab-ı na-savab; “Görmüyoruz”dan ibarettir. Demek ki her görülmeyen şeyin mevcud olmaması iktiza etmez olunmasına mani’ oluyor. İşte maddi bir misal arzettik. Her rü’yet olunamayan şeyin mevcud olmaması iktiza etmeyeceğini Eğer kendileri bu kadarla iktifa etmezler ise yine sorarız: “Bugün feza-yı namütenahiyi imla eden ve bütün zerrat arasında mevcud olan mesamatı işgal eden “esir” nam seyyale-i latifin mevcudiyetini nasıl isbat ederler? Şübhesiz eserden müessire intikal tarikıyla. Demek izi görmeden havass-ı hamsemizle hissetmeden mevcudiyetine inanıyo­ ruz ve inanıyorlar da melaike-i kiramın mevcudiyetine gerek kavlen gerek aklen isbat olunduğu halde niçin inanmıyorlar? Bugün i’tikadat-ı diniyye ilm-i kelamda pek güzel olsun mütalaa etseler veya bir bilene sorsalar kendilerinin efkar-ı batılalarına karşı nasıl cevap verildiğini anlarlar. Doğrusunu söylemek icab ederse bir dereceye kadar bu gibi şübban-ı vatan ma’zur görülmelidir. Çünkü daha bidayette pek ufak bir şübhelerini halletmek için müracaat edecek ve kendilerinin anlayabilecekleri bir tarzda Türkçe tahrir edilmiş bir “ilm-i kelam” mevcud değil. Teşekkür olunuyor ki son zamanlarda velev pek sathi olsun bazı ilm-i kelama müteallik kitaplar neşrolundu. Fakat bunlar da hakkıyla fen ve din tedkīk edilerek yazılmadığı için kendilerinden beklenilen fevaidi te’min edemiyorlar ve edemezler. Ulema-yı kiramımız zahmet buyurup da bu tarzda oldukça mikyası vasi’ bir kitap yazsalar hiç olmazsa makale-i alimaneleriyle efkar-ı umumiyyeyi tenvire sa’y ü gayret buyursalar hiç şüb­ hesiz emekleri boşa gitmemiş olur. Hem bu gibi makaleler ve münazaralar ile asla mevcud olmayıp da sonradan nasılsa karışmış olan hurafat dinimizden çıkar da dinimiz Avrupalılar nazarında bile olanca ulviyetiyle şa’şaasıyla arz-ı vücud eder. ZABİTANIN TE’EHHÜLÜ MES’ELESİ Zafer Gazetesi ’nin numaralı nüshasındaki “Açık Mektuba Cevap” makalesine cevab: M. C. Bey’e Zabitanın teehhülü mes’elesi hakkında Zafer ’in numaralı nüshasındaki makaleniz tamamıyle hatalıdır. Verilen cevablar gerek neşrolunmuş gerek olunmamış mütalaa-güzar-ı alileri olmuştur. Bundan bir maksad bir gaye var Biz bunu böyle yapmadık. Ancak kendi ictihadatımızı umuma kabul ettirmek istedik. Şu birkaç satırı yine Zafer sütunlarında yazmak ister idik. Fakat bahsimizin gazetenin mesleğiyle gayr-i muvafık bir cereyan hasıl etmesinden asıl bu gibi mesailde alakadar olan muhterem Sebilürreşad sütunlarını intihab ettik. Mes’elenin tenvirini de onun hak-guluğundan bekleriz. Bizim söyleyeceğimiz bir şey varsa o da asıl maksadımızı teşrih ederek ne vechile mevzu’dan uzaklaştığını göstermektir. Zafer ’in numarasında erkam ile irae buyurulan masraf yekununu kapatacak bir tahsisat buluncaya kadar teehhül edemeyecek bir zabitin asgari yirmi iki sene zarfında bekar geçinmesi icab ettiğinden ve bu tarz-ı hayata da Avrupalılar misal gösterildiğinden; “Bir Osmanlı müslüman zabiti Avrupalılar gibi hayat geçirebilir mi?” sualine nazar-ı dikkatinizi celbetmiş idik. Buna da Avrupalıları yakından ted­ kīk ederek tarz-ı hayat ve muaşeretlerine iştirak etmemizi tavsiye buyurdunuz. Gerçi bu tavsiye şayan-ı teşekkürdür. Fakat ne çare ki hüviyet-i milliyyesi an’anesi Avrupalılardan daha ali olan bir milletin efradından birisinin tebdil-i tarz-ı hayat etmesi Zafer ’in numaralı nüshasındaki suallerimi yazmaya bundan dolayı kendimi mecbur görmüş idim. numaradaki cevabınızda Avrupa adab-ı muaşereti hakkında te’lif buyurduğunuz kitabın mütalaası tavsiye buyurulmuş. Maksadımız Avrupa adab-ı muaşeretini kuru kuruya öğrenmek değil bunu taklid etmekteki mecburiyetimizi anlamak idi. Mecburi olmayan işlemesinden bir muhassenat me’mul bulunmayan bir fiil için kendi ef’alini tebdil lüzumsuz bir zahmetten başka bir şey değildir zannındayız. Muhterem dindaş. Azıcık insaflı davranarak mevzu’-ı bahsimiz olan mes’elenin gazete sütunlarındaki mehazirinden bahsolunarak tağlit-ı ezhana çalışmaktan ise bir nebze olsun tavsiye buyurulan usulün muhassenatından bahsetseniz daha iyi olurdu. Muhatabınızı taassub-ı hissine mağlub farzediyor iseniz aldanırsınız. Avrupalılarda görmüş olduğunuz hayata müteallik iyi usuller hep müslümanlarındır bizimdir; o taharet ve nezafet neşv ü nema bulmuştur. Cümlesi bizde mevcuddur. Fakat onların ahlaklarındaki bütün o mezmumat da hep onlarındır kendi mu’tekadatları müvelledatıdır; yine onların olsun. Adat-ı kadimeye merbutiyet ta’biriniz de anlaşılamamıştır. Bundan bir şey anlaşılıyorsa o da medeniyet-i İslamiyye evc-i a’lada iken ol vakit Avrupalıların adatıyla müteamil ahlakıyla mütehallik olduğumuzu yavaş yavaş inhitata yüz çevirdikçe tedricen adab-ı muaşeretimizin bozulduğunu dürbünün aksi tarafından bakıp iyi görmeye benzer. Dünyaya medeniyeti İslamiyet getirdi. İnsanları cehlin mülevvesatından yine o tathir ettiği halde medeniyetin şeriatımızla kabil-i te’lif olmadığını iddia edecek kimse tasavvur olunur mu ki buna aid bahsin de kapalı mübhem terkedilmesi Bir milletin adatı an’anatı o milletin mu’tekadatının müvelledatından başka bir şey değildir. Bu da seleften halefe devredilmiş kıymetli bir mirastır. Şu halde biz de adat-ı kadimemize mehasinden ise merbutiyetimiz zaruridir. Biz adab-ı muaşeretimizi terkederek Avrupalıları taklid eder isek milliyetimizi gaib etmekten başka ne kazanırız? Milliyetini gaib eden bir kavim tamamıyle hüviyetini gaib etmiş başka bir kavme kalbolarak mahvolmuş değil de nedir? ki habl-i metini sımsıkı tutarak onun feyziyle tefeyyüz etmesine acaba ne mani’ tasavvur olunuyor ve ne mahzur görülüyor ki adab-ı muaşeretimizi usul-i hayat ve tenasülümüzü Avrupalılara benzetelim? Tarik-ı tekamüle doğru milliyetimizi muhafaza ederek Avrupalılarla tahlit edelim değişelim? Frenklerin şahsında bize görünen ulviyet acaba nedir? Bütün bu suallerin cevabını kudret-i ilmiyyesi efzun olan mütefekkirlere terkederek hülasa olarak deriz ki: Bizim herşeyde rehberimiz olacak elimizde sönmez bir meş’alemiz var. Bizi her türlü muavvec dolambaçlardan muzlim mülevves yerlerden kurtaracak derecede şu’le-bardır. Biz onunla yolumuzdaki uçurumları görüp gideriz. Bizi ta’kīb edenler de aynı şu’leden istifaza ederler. Muhterem dindaş. Eğer hem-cinsinize iyilik arzu eder iseniz “medeni!” Avrupalılara acıyarak onları irşad buyurmanız daha munsıfane olurdu. MÜLAHAZAT-I MÜTENEVVİA Tedvir-i Devlette Baş: İbtida-yı makalde şurasını arzedelim ki bu milletin selameti bu mülkün terakkīsi uğrunda her kim yararlık gösterirse onun ef’alini takdir ve devam-ı muvaffakiyetini temenni bizim için bir vazife-i vicdaniyyedir. Ama yararlık gösterenler şüyuhtan olurlarmış veya şubbandan sayılırlarmış bizce hiçbir beis yoktur. “Fülan ve fülan zatlar tecrübe-didedirler kar-azmudedirler.” veya; “Fülan ve fülan kimseler görgüsüzdürler acemidirler…” yollu ağraz-ı muzmere ve menfaat-i mektume-i şahsiyyenin ilcaatına göre nasa telkīnatta bulunanlar takbiha müstahaktırlar. Ef’ali tedkīk etmeli insaf ile muhakemata girişmeli de ondan sonra kimlerin rical-i müfide-i devletten olup kimlerin olmadıklarına hüküm vermeli. İ’lan-ı Meşrutiyet’ten evvel geçmiş olan otuz bu kadar seneyi bir kere düşünelim. O uzun müddet zarfında başka memleketlerde yapılan terakkiyat butun-ı salifede yapılmış olan terakkiyat-ı beşeriyyenin hiç birisine kıyas kabul etmeyecek kadar büyüktür. Yine o uzun müddet zarfında faaliyet-i milliyyemize arız olan mevanii ve memleketimizde yapılan şeylerle yıkılan şeyleri hatıra getirelim: Bunu iyice mülahaza edersek devletimizin nasıl olup da harita-i alemden silinip gitmediğine hayran kalırız. Zahir merhamet-i Rabbaniye mazhar olmuşuz. Fakat bu takdir-i Rahmanu’r-Rahim’e karşı artık isyan etmemekliğimiz lazım gelir. Devr-i Meşrutiyyet’te yapılan hatalarla savabların muvazenesinde halka yanlış zehablar ilka edenler münafıktırlar ağraz-ı hasise ilcasıyla bu mülk ü millete ihanet ediyorlar demektir. Devr-i Meşrutiyyet’te birçok neşriyat-ı müfide vukū’ buldu ve buluyor halk yeni yeni birçok şeyler öğrendi ve öğreniyor idari birçok yerlerde teşebbüsat-ı umur-ı nafia artıyor. Memleketin ticaretle me’luf anasırı arasında serbestçe Bu devr-i cedid şübhesiz kuvve-i müfekkiresi başka türlü husul bulmuş ahlak-ı siyasiyyesi başka bir maye ile yoğurulmuş ricale dahi muhtacdır. İhtiyac-ı zamandan mütevellid bu halin ehemmiyeti atiyen daha ziyade tavazzuh eyler. § Faaliyete İsabet-i Nüzul: Her altı ayda bir kere buhran-ı siyasiye duçar olan bir memlekette terakkiyat-ı seria ümidi pek vahi olur. Avrupa; “Müslümanlarda terakkī isti’dadı yok” deyip gidiyor. Rahat kaldığımız yok ki isti’dadımızı gösterebilelim. Hatve-i terakkīyi aheste atmakla da menzil-i temeddünde ilerlenebilir lakin bizi bekleyen yok ki. Her buhran ile erbab-ı istilaya bir vesile-i cedide bahşediyoruz. Bu gümrahlığımıza bir çare bulunabilecek zamanın vürud ettiğine dair biz maatteessüf alaim-i sabite göremiyoruz. Müterakkī memleketlerdeki şuabat-ı idariyyenin kaffesinde birer iş makinesi kurulmuştur ki bizzat işler gider; gelip giden nazır ve amirlerin işi ise onu yağlamak gibi bir vazifeden ibaret kalır. Bizde tebeddül vukūu umur-ı ammenin temşiyetine sekte getiriyor herşey kargaşalık nöbeti geçiriyor. İşte böylece bu milletin cehd ü faaliyetine nüzul mal yerinde tecdid sadedinde tefevvuk izharına kalkışması yolundaki meslek-i ma’hud ise artık herkesin canına tak dedi. Vükela-yı sabıka tarafından istihzar edilmiş olan kanun layihaları biz zannetmeyiz ki ekseriyetle fırsat-ı tatbik bulabilsinler. Meclis-i Meb’usan encümenlerinde şimdiye kadar tedkīk edilmiş olan levayih-ı kanuniyyenin birçoğu da kuşe-i nisyandan kurtulup çıkmaya muvaffak olursa ne mutlu! Yeni nazırlar yeni kanunlar yaparlar. Onlar da tedkīka takarrub ederlerken yine bir buhran çıkar mülk ü millet de hal-i harabide bekler. § Duruğ-ı Tezvirden Bir Deha: Ahibbadan bir zat bize Londra’da münteşir Times gazetesinden tercüme olunmuş bir fıkra gösterdi. Bu fıkra Times ’ın Viyana muhabiri tarafından gönderilmiş bir telgrafnameden müstahrecti. Muhabir-i muma-ileyh de bunda serd eylediği efkarı Viyana’da çıkan Allgemeine Zeitung nam ceridenin İstanbul muhabirinden aldığı havadise atfeylemiştir. Hükumet-i Osmaniyye’nin akd-i sulh eyleyeceği havadisinin geçenlerde Bingazi’de İtalyanlar tarafından işaa olunması üzerine mücahidlerin düşmanı def’ edinceye kadar harbe devam eylemek azm-i kat’isinde bulunduklarını mücahid-i ali-himem Enver Bey’in İstanbul’a bildirdiği işitilmiş Alem-i Osmaniyyet ve İslamiyyet’in bed-hahları bu azm-i merdane-i mücahidini dahi su’-i te’vile uğratmışlar ve böylece Devlet-i Osmaniyye’nin zararına olarak bir sulh akdettirmek bir tuzak daha ilave eylemek istemişlerdir. Guya Enver Bey mücahidin beyninde kesbeylediği nüfuz ve şöhretten bil-istifade Bingazi’de iddia-yı hükumet ve hilafet edecekmiş de hükumet-i Osmaniyye akd-i sulh etse bile muharebede devam azm-i kat’isinde bulunmak istemesi ondan dolayı imiş! Bu bir tezvirdir ki akl-ı selimi olan her müslüman mahiyet-i batılasını yek-nazarda anlar ve hamiyeti olan her Osmanlı bu iddia-yı batılı kemal-i nefretle reddeyler. Guya Enver Bey’in bu fikri İstanbul mahafil-i resmiyyesinin bazılarında telaşı mucib olmuş da Sadr-ı esbak Kamil Paşa’nın konağında vukūa gelen bir ictima’da bu mes’ele mevzu’-ı bahs edilmiş! Biz bu acib havadisi Times gazetesinin Temmuz-ı efrenci tarihiyle neşrolunan nüshasından muhibbimizin tercüme eylediği fıkradan öğreniyoruz. VAHIM GÜNLER Buhran-ı hazırın derece-i vehametini ta’yin için içinde bulunduğumuz şerait-ı hazıraya sathi bir nazar atmak bile kifayet eder. Haricen bir devlet-i muazzama ile muharebe dahilde memleketin kıtaat-ı muhtelifesinde iğtişaş ve bütün şu gavaile karşı koyabilecek yegane muntazam kuvvet olan ordudaki asar-ı tereddüd… İşte ahval-i hazıramızın dehşet-nümun hutut-ı esasiyyesi. Biz şu hallere dalıp kalmış iken elbette ki etrafımızı almış olan düşmanların da hırs ve tama’ları kesb-i şiddet ediyor. Şiraze-i hayatı bozulmakta olduğu farzedilen bir devlete son tekme atmanın tam sırası gelmiş olduğu fikri elbette ki kesb-i kuvvet eder. Bulgaristan’dan Yunanistan’dan ve sair memleketlerden gelen haberleri mütalaa ediniz. Bulgaristan bir yormuş ve havadis-i mezkurenin tevlid edebileceği vaz’iyeti karşılamaya hazırlanıyormuş. Hatta bazı müfrit vatanperver Bulgarlar Bulgar nazırlarının hayatına su’-i kasd icra ederek Bulgaristan hükumetini hal ve vaz’iyet-i hazıradan istifade ederek Osmanlılara i’lan-ı harb ettirmeye azmetmiştir. olan matbuat ise şu buhran-ı vahime nihayet verilmesini bir lisan-ı niyaz u tazarru’ ile bize tavsiye ediyorlar. Tehlike pek yakın pek aşikardır. Fakat maatteessüf biz tehlikeye doğru kendi ellerimiz ile atılıyoruz. Ma’kūl nasihatleri hayr-hah dimağlar kalmamış gibidir. Halbuki bizden bütün beşeriyetin tarihin beklediği bu muydu? Zannediliyor ki alem-i İslam’ın dehşet-nümun su­ kūtu içinde hiç olmazsa makam-ı mualla-yı Hilafet’i havi bulunan alem-i İslamiyyet’in son melce’ ve penahı bulunan şu memleket kendine tevdi’ edilmiş olan emaneti muhafaza edecektir. Hiç olmazsa küre-i arzda bir dane İslam hükumeti kendi istiklal ve şevketini müdafaa ve muhafaza ederek Kelimetullah’ın serbestane cari olacağına son bir me’va olacaktır. Fakat eyvah! Bu kadar memalik ve akvam-ı İslamiyye’nin sürüklenmiş olduğu hufre-i ma’dumiyyet bizi de bir kuvve-i cazibe-i müdhişe ile kendi agūşuna çeker gibi gözüküyor. Şu memleketlerin istiklal ve mevcudiyetlerini ademabad-ı nisyana sevketmiş olan asar ve alaimin bizim de içimizde nümayan olduğunu müteessifane ve müteellimane bir halde müşahede etmek mecburiyetindeyiz. Henüz birkaç ay evvel İran’ın ve Marakeş’in hayatına kalem çekmiş olan havadis bizde de tekerrür etmeye başladı. Rical-i devlet ve zimemdaran-ı umur içinde adem-i imtizac efrad-ı millet arasında ihtilaf tereddüd teşettüt-i ara… hükumetleri ve saltanatları yıkabilmek mahiyet ve isti’dadını havi olan şu alaim ve asar bizim gibi kuva-yı maddiyye ve ma’neviyyesi gayr-i muntazam etrafı haris ve müntekım düşmanlar ile muhat bir devlet ve millet için bütün ma’nasıyla mühliktir. Bu kadar perişanlıklar içinde bu kadar tehlikeler karşısında bulunan bir devlet ve millet kendisini yalnız kırılmaz kesilmez bir ittihadla idare menafi’-i umumiyyenin müdafaa ve muhafaza edebilir. İran ve Marakeş bu kaide-i ictimaiyyeye tebaiyyet etmediler. İradat-ı ferdiyyeler çarpıştı efrad-ı millet yekdiğerine karşı çıktı herkes kendi fikr ü amalinde ısrar ve inad etti. İşte bin-netice istiklaliyet ve mevcudiyet-i milliyyelerini gaib ettiler. Kendimizi aldatmayalım: Biz de aynı tehlike karşısındayız. Bunu her bir Osmanlı her bir müslüman görmelidir anlamalıdır. Saymış olduğumuz tarik-ı felaket-engizde biraz daha ileri gidersek emin olalım ki hak-i pak-i vatanı maazallah düşman ayakları ile çiğnenmiş göreceğiz. Biz kendi kendimizle uğraşırken zaten asırlardan beri ma’dumiyetimizi kendileri için bir hedef bir amal edinmiş Osmanlılar’ın bırakacakları harabeler üzerinde kendi saadet ve satvetlerini te’sis etmek hevesi ile yaşayan düşmanların üzerimize atılacaklarında asla şekk ü şübhe etmeyelim. Şimdiye kadar şu düşmanları harb-i hazırdan istifade ile üzerimize atılmak cesaretinden mahrum ettiren Osmanlılar içinde devam etmekte olan ittihad ve ittifak idi. Eğer maazallah bundan sonra aramıza sokulmuş olan adem-i imtizac ve ittifak kesb-i şiddet ederse eğer ordu-yı Osmanideki tereddüd ve tezelzül devam ederse mezkur düşmanların vatan-ı Osmaniye tecavüz edeceklerine emin olalım. Bizim yeni teşekkül etmiş olan hey’et-i vükela ve Meclis-i Meb’usan’dan yegane temenniyatımız yegane istirhamatımız kendi vaz’iyetleri a’mal ve harekatı ile millete bir nümune bir timsal bir rehber-i ittihad ve ittifak olmalarıdır. Hiçbir fırka şahsi ihtirasat ve temayülatına meydan vermeyerek bütün dikkat ve vakitlerini yalnız memleketi duçar bulunduğu müşkilattan istihlas cihetine atf u sarf etsinler. Bugün fırkalardan temayülat-ı şahsiyyeden ziyade ihtiyacımız memleketi düşünmektir. Unutmayalım ki cümlemiz bila-istisna gayet vahim bir tehlike karşısındayız. Unutmayalım ki tehlikenin uhdemize vaz’ edeceği mes’uliyet gayet ağır ve büyüktür. Mes’ele yalnız Osmanlılık’la alakadar değildir. Bütün İslamiyet’i de havidir. Maazallah bu memleketin başına bir felaket gelirse bütün İslamiyet’i mahv ü nabud addetmek caiz olacaktır. Artık alem-i İslamiyyet’in kelime-i tayyibenin melce’ ü me’vası yeryüzünden kalkmış demektir. Böyle vahim ve azim bir mes’ele karşısında fırka ve şahsi ihtirasat siyet ve şeref-i İslamiyye ile gayr-i mütenasib olur. Der-hatır edelim ki geçirmekte olduğumuz buhranlardan milletler kendilerini yalnız bir fedakari-i umumi bir ittihad ü ittifak-ı tamme vasıtası ile istihlas edebilmişlerdir. Bilakis bu gibi fedakarlıklara ittihad ü ittifaka adem-i isti’dad ibraz etmiş olanlar mahv ü nabud olmuşlardır. Zaten Halife-i müslimin ve binaenaleyh alem-i İslamiyyet’in hıfz u müdafaası vazifesi ile mükellef bulunan zat-ı melek-simat şu hal ve evzaı takdir buyurmuşlardır. Sadr-ı a’zam paşa hazretlerine hitaben ısdar buyurmuş oldukları ferman-ı alilerinde bilhassa; “Efkar-ı umumiyyenin teskin ve huzuru” lüzumu üzerinde ısrar etmişlerdir. Halife-i müsliminin şu emr ü iradelerine ittibaan hey’et-i vükela ve Meclis-i Meb’usan’ın da şu hakīkatleri takdir edeceklerine kaviyyen eminiz. Fırka ve tefrika ihtirasatlarını düşmana ve tehlikeye karşı olsun unutalım yekdiğerimize sarılalım esas ve ruh-ı dinimiz olan ittihad ü ittifaka riayet edelim. Bu münasebetle hem vatan ve devleti kurtarmış hem de kendimiz için atide uzun uzadıya münakaşat ve muhasamatta bulunmak üzere asırlar kazanmış oluruz. Nefsimize hırslarımıza bu an-ı tarihide galib gelirsek atide onların inkişafı için vasi’ bir meydan hazırlamış oluruz. Eğer tefrika ve ihtilafta bir zevk bir haz duyarsak bile muvakkat bir zaman için tefrika ve ihtilaftan vazgeçelim. Ve illa düşman-ı bi-aman gelir ne ittihadcı ne kit ihtilaf ve tefrika için bir saha bile bulamayız. Osmanlılar şu hali gözleri ile görmek isterlerse zencir-i esarete giriftar olmuş olan mesela Kafkasya’da İran’daki din kardeşlerini ziyaret etsinler. Bugün bu mel’un ve menfur ihtilafat neticesi olarak İran’a musallat olmuş olan Rus Kazakları hem hürriyetperverleri hem istibdad tarafdaranını bila-istisna yakıp kesiyorlar kimseye iftirak ve ihtilaf için bile fırsat vermiyorlar. Acaba bu kadar tecarib-i tarihiyye bizim için bir ders-i RUSYA MÜSLÜMANLARI Rusya’dan el-Hilal ’e yazılıyor: Rus coğrafiyyununun kavlince Rusya şarkında güneş tulu’ eylediği anda garbında gece oluyor denilecek kadar vasi’dir. Vladivostok ile Finlandiya sevahili arasındaki mesafe küre-i musannaa üzerinde bu müddeayı te’yid ediyor. Küre-i arzın yedide birini işgal eden Rusya memalik-i vasiasında Rus menabiine nazaran muhtelifü’l-ecnas milel ve akvam mevcuddur. kadar ta’dad olunan bu cinslerden munkarız nesli munkatı’ olmak derecesine gelmiş olan kavim Haput Kavmi’dir. Şimdi bu kavimden Ruslar arasında ancak birkaç hane kalmıştır. Merkez-i faaliyeti Tiflis şehrinde bulunan Encümen-i Fen bu kavmin mütekellim olduğu lügati elsine-i mütedavile ile bu elsinenin şuabatından olan hiçbir lehçe ve şivede bulamıyor. Semaya “difko” Huda’ya “mefko” babaya “terifiko” dedikleri anlaşılan bu bir avuç milletin lügati henüz tetebbu’ olunamadığı için hangi ırk-ı beşere mensub oldukları belli değildir. Hülasa-i kelam bu kadar muhtelifü’l-ecnas akvamı zir-i idaresinde bulundurmakta olan Rusya’da müslümanlar Ruslardan sonra adeden ikinci derecede gelir. Ruslar Malorus ve Likorus Büyük ve Küçük Rus lar dahil olduğu halde - milyon ve müslümanlar da - milyon raddesindedir. Şu nokta-i nazardan bugün Rusya’da bulunan müslümanlar nefs-i Rus unsuruna nisbeten Rusya’da müslümanların bulunmadığı bir eyalet bir kaza yoktur. Merkez-i hükumet addolunan Petersburg ile Moskova’da mukīm müslümanların adedi günden güne tezayüd etmektedir. Cenuba doğru gittikçe her şehir ve kasabada birer İslam mahallesi vardır. Başlıca müslümanlar Türkistan Sibirya Vasati Rusya ile Lehistan-ı Kadim taraflarında cenuben Kırım Şimali Kafkasya tavattındırlar. Ruslar Kraliçe Katerina’nın zamanından beri Rusya müslümanlarını başlıca iki kısma ayırarak bunlardan birine bir müddete kadar “Ömeri” diğerine “Ali” mezheb ünvanını vermişlerdir. Hayır ve şerrini temyiz etmek gibi kuvve-i mümeyyizeden mahrum olmayan müslümanlar kendilerine verilen ünvan ve saireyi asla nazar-ı dikkat ve i’tibara almayıp kaffesinin nokta-i nazarı vahdet-i İslamiyye ve rabıtaları da kelime-i tayyibe-i tevhid olup bunlar habl-i metin gibi Din-i Mübin-i dan hali kalmazlar. Bugün Rusya müslümanları hey’et-i mecmualarıyla kendilerini “Muhammedi” bilirler. Mezahib ve adab ve ayin-i diniyyelerini cevami’-i şerifede ifa eylerler. Maamafih Sünni Şii diye başlıca iki kısma münkasem olup bu kısımlar da evvelkisi Hanefi Şafii ötekisi de Ca’feri İmami Şeyhi ve Babi gibi fırkaları muhtevidir. Sünni mezhebi ekseriyeti Şii mezhebi ekalliyeti teşkil eder. Milliyetlerine gelince bila-istisna kaffesi Türk’tür. Bunlar Türkmen Çağatay Tatar Nogay ve Azerbaycan lisanlarıyla mütekellim olup bu lisanlar ise esasen Türkçe’nin birer lehçeleridir. Buhara ve Hive Emaret ve Hanlığı ahval-i ma’lumeleriyle Rusya’nın nüfuz ve idare-i siyasiyyesi altında bulundukları nazar-ı i’tibara alınınca Rusya müslümanları nefs-i Rus unsurunun nısfı raddesinde oluyor. Cuma ve Cumartesi günleri kıtaat-ı askeriyye zabitan muvacehesinde irad ve bilumum asakir-i şahaneye tebliğ edilen beyanname-i hazret-i padişahidir: “Asker! Hey’et-i vükelanın isti’fasına mebni kaide-i Meşrutiyet’e tevfikan Meclis-i A’yan ve Meb’usan reislerinin mülahazatını da istima’ ettikten sonra Londra’daki Sefir-i kebirimiz Tevfik Paşa’yı mesned-i Sadaret’e da’vet eylemiştim. Hey’et-i cedide-i vükelanın umur ve masalih-i devlette tecrübekar ve tamamıyle müstakil bi’r-re’y ve her türlü te’sirat-ı hususiy­ yeden azade zevattan teşkili nezdimde matlub ve mültel­ zimdir. Halbuki dünkü gün bazı zabitan namına olarak Ka­ nun-ı Esasi ahkamına ve herkesin riayetle mükellef olduğu hukūk-ı mukaddese-i Hilafet ve saltanata karşı bazı metalib vukūa gelmiştir. Hukūk-ı sariha-i saltanata ve başında kumandan-ı a’zam sıfatıyla ben bulunduğum ordunun ahkamına yemin ile mecbur-ı itaat olduğu Kanun-ı Esasi’ye münafi bir taleb dermiyan edecek ordu-yı şahanem içinde bir ferd-i askerin vücuduna kail olmadığım halde adedinin bi-şübhe pek kalil olması lazım gelen bir zümre namına vukūa gelmiş olan müracaata askeriyyelerini bir an için unutmuş bulunanlardan olacağını tahmin ettiğimden ve askerliğin üssü’l-esası inkıyad ve intizam ve Makam-ı Hilafet ve saltanata irtibat-ı tam demek olduğunun ve bu sıfatı haiz bulunanların siyasiyyatı bir tarafa bırakarak yalnız ümeralarından alacakları emri harfiyyen feda ile mükellef bulunduklarından bunun aksine hareket millet ve memlekete ihanet olacağının ve hatta bu yolda hadis olan tezahürat neticesiyledir ki müterakkıb-ı fırsat olan düşmanın dün gece payitaht-ı saltanat-ı seniyyemizin kapısına kadar gelerek fürceyab-ı duhul olmaya çalışması mühim bir nümune-i ibret olduğunun bütün asakir-i şahanemize neşrini ve işbu irademizi payitahtımızda bulunan kıtaat-ı askeriyyemiz muvacehesinde bizzat kıraet eylemesini Harbiye nazırı vekiline emrettim.” Temmuz Pazartesi günü merasim-i mah­ susa ile Babıali’de kıraet olunan hatt-ı hümayun suretidir: “Vezir-i maali-semirim Gazi Ahmed Muhtar Paşa Said Paşa’nın vukū’-ı isti’fası cihetiyle mesned-i Sadaret ehliyet ve kifayetinize binaen uhde-i rü’yetinize ihale ve Makam-ı Meşihat-i İslamiyye Cemaleddin Efendi uhde-i istihaline tef­ viz olunmuştur. Kanun-ı Esasi’nin yirmiyedinci maddesi mucebince hey’et-i cedide-i vükelanın intihab ve arzını hoşnudiye ve hudus-ı müşkilata ve şikayata badi olan mu­ a­ melatın hey’et-i vükelaca hemen tahkīkıyla mugayir-i ka­ nun-ı ma’delet ahvalin izalesine ve te’min-i efkar-ı umumiy­ yeye hadim olacak tedabir-i kanuniyyenin ittihazına ve mem­ leketimizin selameti ve ma’nen ve maddeten husul-i terakkıyatı Kanun-i Esasi ahkamına ve levazım-ı Meşrutiyyet’e fevkalade riayete mütevakkıf olduğundan hey’et-i cedide-i vükelanın bu babda dahi mesai-i hamiyyet-mendanesine sun. Amin! Fi Şa’ban sene Fi Temmuz sene Sadaret’e Ahmed Muhtar Paşa Meşihat’e Cemaleddin Efendi Şura-yı Devlet’e Kamil Adliye’ye Hüseyin Hilmi Dahiliye’ye Ferid Harbiye’ye Nazım Maliye’ye Ziya Bahriye’ye Mahmud Muhtar Evkaf’a Mehmed Fevzi Nafia’ya Damad Şerif Ziraat ve Maadin’e Reşid Paşalar Maarif’e Müsteşar Said Bey Hariciye’ye Noradunkyan Efendi hazeratı. Atideki ma’lumat darü’l-cihaddaki İslam kumandanlarının tebliğ edilmiştir: Haziran’ın yirmisekizinde bir alay piyade bir batarya top ve Arab süvarilerinden mürekkeb bir düşman kıt’ası Bükmüş’ten cenub istikametinde ilerleyerek Bunume’deki kuvvetimizle muharebe ve neticede firar suretiyle mücahidin üzerine top ateşi devam eylemiştir. Temmuz’un birinde fecirden evvel düşmanın Seyyidsaid’den bir liva ile huruc ve sefain-i harbiyyesiyle karadan mütezayiden topçu bataryalarının ateşi himayesinde sahildeki Seyyidali istikametine ilerleyerek mahall-i mezkuru işgal etti. Tarafımızdan mukabil taarruzlar icra edildi. Bu muharebede hayli telefatı vardır. Birçok İtalyan tüfengi müsadere olundu. Mücahidinin şüheda ve mecruhu mikdarı henüz ma’lum olmayıp iki topçu neferi mecruh olmuştur. Harbiye Nezareti’nden İstihbarat Kalemi’ne varid olmuştur. Bugün ba’de nısfı’l-leyl bire doğru düşmanın bir torpido filosu boğaz medhaline girmiş ve Soğanlıdere ile Dardanos istikametine kadar ilerlemiştir. Seddülbahir’den verilen ma’lumat üzerine Soğanlı ve Dardanos mıntıkalarında bulunan bataryalarımız şiddetle ateş açmış ve yarım saat kadar devam etmiştir. Torpidolardan ikisinin Baykuştepe önünde battığı oradaki topçu kumandanı Mülazım Hasan Efendi tarafından haber verildiği ve vakı’ olan mükerrer sual üzerine işbu haberin sıhhatinde ısrar eylediği ve dışarıya yalnız üç torpidonun çıktığı görüldüğü ve bu çıkan torpidolarla Seddülbahir istihkamatı arasında ateş teati edildiği ve şimdi İmroz civarında on beş kadar ziya görülmekte olduğu ma’ruzdur. hükumet-i Osmaniyye Düvel-i Muazzama’ya tebliğ ettiği bir notada Çanakkale Boğazı’nın geçit mahallini bir kat daha daraltmış olduğunu ve tamamıyle seddetmek fikrinde bulunduğunu beyan etmiştir. Mısır gazeteleri İdris’in yeni bir hezimetini muarızlarından olan Seyyid Dahyani’nin hareketinden bil-istifade Sabya civarında bulunan imamın kaidleri Seyyid Yusuf ve Seyyid Ebi Nib üzerine havenesini saldırmış ise de vukū’ bulan musademe-i şedidede İdris mensubini fena münhezim olarak tüfenk ile üç top bırakmak suretiyle bakıyyetü’s-süyufu firar eylemişlerdir. Karadağ hükumeti tarafından hudud-i Osmaniyye’de oldukça mühim tahşidat-ı askeriyye icra olunduğu gibi Rusya hükumetiyle de büyük bir istikraz akdedileceği müstahberdir. Rila’dan Cisr-i Mustafapaşa’ya kadar imtidad eden Osmanlı ve Bulgar hududunda Bulgaristan’ın tahşidat bu tahşidatın esbabını sual etmesi üzerine cevaben sonbaharda rikattan ibaret bulunduğu bildirilmiştir. Mısır’da münteşir el-Alem refikımızda okunduğuna göre Londra Cem’iyet-i İslamiyyesi a’zasından fazıl-ı muhterem Ali Efendi hazretleri Haziran’da Londra Cem’iyet-i İslamiyyesi ganlı Hindli müslümanlardan mürekkeb bir cemm-i gafir huzurunda İngiliz lisanıyla gayet beliğ bir nutuk irad etmiş nutuklarında bu son senelerde müslümanların başlarına gelen felaketleri tezkar ederek yapılan muahedelerin parçalandığını verilen vaadlerin istihfaf edildiğini ta’dad ediyor: Avusturya Devleti Osmanlı’nın tamamiyet-i mülkiyye ve hukūk-ı hükümranisini himaye etmeyi taahhüd ettiği halde Bosna-Hersek’i yuttu. ’de İngiltere ile Rusya arasında mün’akid muahedelere rağmen İran’ı Moskof ayakları altında çiğnedi kanlar içinde yuvarladı. Halbuki mezkur muahede mucebince İran istiklalinin muhafazası mukarrer idi. Cezair Konferansı’nda istiklali taht-ı te’mine alınan Marakeş ne oldu? Osmanlı memleketinin istiklaliyet ve tamamiyet-i mülkiyyesini muhafaza hususunda vaz’-ı imza eden devletlerden biri olan İtalya Trablus’un ilhakına kadar tecavüz etmekle iktifa etmeyip Cezair-i Bahr-ı Sefid’e kadar tama’ını uzattı. Müttefikan vermiş oldukları kararı ve kanun-ı düveliyi çiğnedi. Hatib-i muhterem bilahare Mısır’a atf-ı nazar ederek Londra Muahedesi’nin madde-i mahsusasını göstererek lede’l-hace asakir-i Mısriyyenin Devlet-i Osmaniyye emr ü hizmetine amade olacağı taahhüd edildiği halde muhalefet edildiğini Lord Kitchener’ın Mısır’a ta’yin olunmasından maksad ne olduğunu bit-tafsil esrarıyla şerh u beyan buyurdu. Sonra da Hindistan’da İngilizlerin müslümanlara karşı muamelelerinden bahsederek müslümanlar için hıristiyan devletlerinden hiçbirine i’timad kat’iyyen caiz olmadığını Avrupalıların müslümanlar hakkında meslekleri Gladstone mesleği olduğunu Gladstone’un; “Salib’in aldığı Hilal’e iade olunmaz.” sözü her Avrupalı devletin üssü’l-esas-ı harekatı bulunduğunu “bizim bedbahtlığımız iftirakımızda bahtiyarlığımız samiini tenvir etti ve dedi ki: “Her ne kadar Avrupalılar bizi taassub ile itham etseler bile biz yine kendimizi muhafaza hakkında yazılan eserler risaleler gazeteler bilhassa İngiltere’nin amalini ve Balkan Cem’iyeti’nin efkar ve makasıdını Trablusgarb ve Marakeş mücahidleri için kalben ve kalıben muavenette bulunup ehl-i İslam’ın halasına hizmet edenlerin kaffesini hayır ile yad ettikten sonra hazırunu Kur’an huzurunda yemin etmek suretiyle ittihad ü ittifaka da’vet etmiştir. Cem’iyet-i İslamiyye bu mühim hutbenin mufassal bir suretini tab’ ettirerek Avrupa’da bulunan bilumum müslüman kardeşlere tevzi’ etmeyi taht-ı karara almıştır. Bu son senelerde Rusya Hükumeti müslümanları pek ziyade tazyik ediyor o derece ki herkes hayatından bizar bir hale geldi. Fakat çaresiz hürriyet ve yerek feryad ederek ömür sürüklemek mecburiyetindedirler. Bundan bir sene evvel “Bubi” karyesindeki medrese-i İslamiyye bila-sebeb kapatılmış müderris ve muallimleri tevkīf olunmuştu. Tamam bir sene bila-muhakeme hapishanelerde süründükten sonra biçarelerin şimdi kimisi iki ay kimisi beş ay daha habse mahkum olmuşlardır. “Allah zalime insaf versin.” demeyelim; Allah Millet-i İslamiyye’yi ikaz ve mazhar-ı Ufa beldesinde vefat eden Fatıma Hanım müslüman mekteplerine sarfolunmak üzere yüz bin ruble bin iki yüz elli lira nakid ve –kıymeti henüz takdir edilmeyen– bir çok mücevheratı vasiyet etmek suretiyle cidden şayan-ı takdir pek büyük bir hamiyyet-i maarif-perverane göstermişlerdir. Cenab-ı Hak rahmet-i ilahiyyesine mazhar eylesin. Fas’da Fransız himayesinin te’sisine dair olan Fransa-Fas Muahedenamesi’nin tasdikini mutazammın layiha-i kanuniyye ceride-i resmiyye ile neşrolunduğu Paris’ten bildiriliyor. Temmuz tarihiyle Ribat’tan Paris’e iş’ar ediliyor: “Marakeş ile Ümmü’r-Rabi’a mevki’leri arasındaki Dikale mıntıkası kamilen hal-i ihtilaldedir. Muhafaza-i sadakat eden hukkam firara mecbur kalmışlardır.” TEFSIR-I ŞERIF Tercümesi “Bilmiş olunuz ki: Allah emanetleri ehline vermenizi bir de insanların beyninde hükmederken adl ile hükmetmenizi size emrediyor; Allah’ın size verdiği şu nasihat ne güzel bir nasihattir! Şüpheniz olmasın ki Allah hem işitir hem görür.” * * * Ayet-i celile Sure-i Nisa’ya mensubdur. Zemahşeri diyor ki: “Bu hitab bütün emanetler hakkında bütün insanlara varid olan bir hitab-ı amdır. Bir kavle göre Ka’be-i Mu’azzama’nın perdedarı Osman bin Talha için nazil olmuştur. Şöyle ki: Aleyhissalatu vesselam Efendimiz fetih günü Mekke’ye girince Osman Ka’be’nin kapısını kapadı; anahtarını vermek istemedi. “Muhammed’in gerçekten peygamber olduğunu bilseydim o zaman verirdim” dedi. “Bunun üzerine Hazret-i Ali radıyallahu anh Osman’ın bileğini büküp anahtarı aldı Ka’be’nin kapısını açtı. Resul-i Ekrem salallahu aleyhi ve sellem Efendimiz içeri girip iki rekat namaz kıldı çıktı. “O zaman Abbas anahtarın kendisine verilmesini; sikayet sidanet yani sakalık perdedarlık vazifelerinin kendi tarafından ne bu ayet-i kerime nazil oldu. “Artık aleyhissalatu vesselam Efendimiz anahtarı Osman bin Talha’ya vermesini; bir de kendisinden özür dilemesini Hz. Ali’ye emretti. Ali aldığı emri yerine getirince “Demin kolumu incittin. Anahtarı zorla elimden aldın... Şimdi de gelmiş gönlümü alacaksın öyle mi?” itabına hedef oldu. “Bu sözü işiten Ali: “Allah senin hakkında Kur’an indirdi.” diyerek ayet-i celileyi okudu. Osman Kelam-ı İlahi’yi dinledikten sonra hemen imana geldi. Bunun üzerine vazife-i sidanetin ilelebed evlad-ı Osman’a verildiği Cenab-ı Hak tarafından Hazret-i Peygamber’e vahiy buyuruldu. “Bazılarına göre de hitab vazifelerini hakkıyle eda etmeleri Görülüyor ki ayet-i celilede iki büyük emir var: Biri emanetlerin erbabına tevdii; diğeri de adaletin hakkıyle tatbiki. “Emanet” hak vedia vazife gibi bir çok ma’nalara gelir. Hakīkat kimsenin hakkını diriğ etmemek; her ferde ehliyetine göre vazife ta’yin eylemek ta’bir-i diğerle işleri erbabının eline vermek bir cemaatin selameti için o derecelerde zaruridir ki: Bu zarureti kabulde azıcık düşünmek bile haramdır. “Adl” ise bütün fezaili bütün mehasini cami’ bir fazilettir. Hiç bir zaman hatırdan çıkmamalıdır ki işleri ehline tefviz etmeyen; bütün muamelatında adaleti düstur-ı hareket tanımayan milletler için yaşamak ihtimali yoktur. “Memleket kılıç ile alınır; lakin adalet ile muhafaza olunur” sözünü Timurlenk gibi zalim bir cihangirin ağzından Evet işe göre adam bulmalı; adama göre iş vermeli. Zira ne kadar müşkül olursa olsun bir vazife tasavvur edilemez ki ehli aransın da bulunmasın; kezalik kabiliyeti ne derecelerde dun bulunursa bulunsun hiç bir adam gösterilemez ki onun da görebileceği bir iş mevcud olmasın. Ne yalnız azmin büyüklüğü her mes’elenin halline kafidir; ne de kabiliyetin küçüklüğü büsbütün ihmalini muktezidir. Bizde bir kere efrad mesleğini kendi isti’dad-ı fıtrisine göre ta’yin edemez. Çünkü meslek intihabı mes’elesinin gerek şahsı gerek milleti için hayat memat mes’elesi olduğunu pek geç öğrenir. Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib Teessüf olunur ki efradı temsil eden hükümet de umuru tevzi’ ederken aynı giriveye düşüyor. Yukarıdan beri söylenen sözler gayet basit bir takım hakīkatlerdir. Biz bunu i’tiraf ederiz. Şu kadar var ki bizden evvel çöküp giden milletler hep bu gibi basit hakīkatlerin kurban-ı zuhulü olmuşlardır! TERCÜME-I MEAL-I MÜNIFI “Der-hatır ediniz Ey Beni İsrail! o zamanı ki sizden birbinizin kanını dökmemek ve kendi öz ellerinizle kendinizi vatanınızdan çıkarmamak üzere ahd ü peyman aldık; siz de buna razi oldunuz. Verdiğiniz sözde sebat edeceğinize ahd-şikenlik etmeyeceğinize yekdiğerinizi şahid tuttunuz.” Sure-i Celile-i Bakara. * * * Hitab-ı ilahi asr-ı mes’ud-ı Cenab-ı Risalet-penahi’deki alehissalatü vesselam ulema-yı Yehud’adır. Hadise-i ahd ü misak ise Hazret-i Musa aleyhi’s-selam hazretlerinin za­ man-ı nübüvvetlerinde vukū’ bulmuştur. Üslub-ı beyan tev­ bih ve tekdire şiddet vermek için –ahlafı eslaf makamına mecaz-ı hazf vardır. Takdiri: ’ dir. Bu üslub-ı beyan ulema-yı belagatça meşhur ve pek makbuldür. Bu nazm-ı celilin sebeb-i nüzulü hass ise de hükmü ammdır. Zira i’tibar nazmın umumiyetinedir sebebin hususiyetine değil. Binaenaleyh bu tekdir-i ilahiye istihkakda birbirini öldüren vatanlarını a’daya terk edip kaçan her kavim müsavidir. Bir de haber tarzında şeref-vürud eden ve sıyağ-ı menfiyyesi hakīkatte nehy ma’nasını mutazammındır. Nehy de tahrimidir. Katl-i nefsin hurmet-i azimesi bedihidir. Hele terk-i vatan gibi umumi bir felaket-i müdhişeye avuç açmak fitneler uyandırmak şikak u nifaklar Kavaid-i usuliyyedendir: Farzın zıddı –istilzamen– haram haramın zıddı da –istilzamen– farzdır. Mesela; katl-i nefs haram bu cinayet-i azimeden ictinab farzdır. Terk-i vatan haram hıfz-ı vatan farzdır. Farz olmasa terki haram olmamak lazım gelir. Halbuki terki haram. Öyle ise hıfzı kemal-i ehemmiyyetle farzdır. Şu halde; siga-i nahiyyesi istilzamen vatana muhabbetin vücubuna yani farz olduğuna delalet eder. hadis-i şerifinin sıhhatine şu delil-i Kur’an i kafidir. Veliyyü’n-ni’met-i cihan-ı insaniyyet hace-i dershane-i medeniyyet alehissalatü vesselam Efendimiz hazretleri Mek­ ke-i Mükerreme’den hicrete me’mur oldukları gün Harem-i Şerif’i teşrif buyuruyorlar. Beyt-i İlahi’ye nazar-ı teessürle bakarak şu hüzün-engiz hitab ile rasime-i vedaı ifa ediyorlar: “ Ey Ka’be-i Muazzama! bir hak-i mübarek ve mukaddessin! Çünkü sen yeryüzünde Allah’a en sevgili bir makam-ı muhteremsin. Eğer süfeha-i Kureyş beni hicrete mecbur etmemiş olaydı senden bir lahza ayrılmaz senin agūşundan başka bir yerde sakin olmazdım! Şimdilik elveda’ ey mukaddes vatan!” Mevahib-i Ledünniyye li’l-Kastelani Sünen-i Tirmizi Müsned-i İmam-ı Ahmed Ah!.. Ne acıklı ne dil-suz veda’-ı peyamberi alehissalatü vesselam. Aradan tam bin üç yüz sene geçmiş iken yine her cevher-i harfi birer şerare olup ruha yapışıyor cayır cayır yakıyor. Bu ulvi hitabe-i veda’ o ruh-ı akdesin ne büyük bir vatan muhabbetiyle mütehassis olduğuna şahid-i ebedidir. Vahy-i ilahinin ilk tecelligahı olmakla bahtiyar Cebel-i Hira’dan ferman-ı celil-i Kur’an ’ın mehabet-i celaliyle haşian avdet ve cenab-ı Hadicetü’l-Kübra ala-zevciha ve aleyha efdalü’s-salevat ve ekmelü’t-tahıyyat ve ecmelü’t-teslimat valide-i muhterememizle Varaka bin Nevfel’i lutfen ziyaret buyurmuşlardı. O Cenab-ı Hakk’ın envar-ı ulviyyetinden mahluk mader-i ismet-penahımız o melek-haslet anamız sözü açtı. Varaka kemal-i i’tina ile dinledi büyük bir meserretle; “Hak-i payinize yüz süren Cibril’dir Hazret-i Musa’ya nazil olan Namus-ı Ekber’dir.” diye rütbe-i ulya-yı risaletlerini tebşir ve tebrik etti. Fakat bir lisan-ı teessürle: “ Süfeha-i Mekke zat-ı kudsiyyet-sıfatınızı mecbur-i hicret edeceği gün ne olsa da hayatta bulunsam! Size canımla başımla hizmet ve muavenet ederdim.” deyince o sultan-ı kişver-i ismet ve risalet alehissalatü vesselam Efendimiz; “ ! Vay! Onlar beni sevgili vatanımdan mecbur-ı hicret edecekler mi?” Buhari Kitabu Bed’i’l-Vahy İstifham-ı inkari ve istib’adisiyle beyan-ı hayret buyurdular. Bu cümle-i celilenin ihtiva ettiği teessür ve teessüf-i peyamberinin alehissalatü vesselam derecesi takdir olunsun! Mehmed Fahreddin EDEBİYAT SÜLEYMANIYE KÜRSÜSÜNDE Bir de İstanbul’a geldim ki: Bütün çarşı pazar Na’radan çalkanıyor! Öyle ya... Hürriyyet var! Galeyan geldi mi mantık savuşurmuş... Doğru: Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru. Kimse farkında değil anlaşılan yaptığının; Kafalar tütsülü hülya ile gözler kızgın. Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden Yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden! Zurnalar şehrin ahalisini takmış peşine; Yedisinden tutarak ta dayanın yetmişine! Eli bayraklı alaylar yürüyor dört geçeli; En ağır başlısının bir zili eksik belli! Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük; Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük! Kim ne söylerse hemen el vurup alkışlanacak: – Yaşasın! – Kim yaşasın? – Ömrü olan. – Şak! Şak! Şak! Ne devairde hükumet; ne ahalide bir iş; Ne sanayi’ ne maarif ne alış var ne veriş. Çamlıbel sanki şehir: Zabıta yok rabıta yok; Aksa kan sel gibi bir dindirecek vasıta yok. “Zevk-i hürriyyeti onlar daha çok anlamalı” Diye mekteplilerin mektebi tekmil kapalı! Haydi öyleyse çocuklar ebediyyen azad! Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan... Sahneden sahneye koşmakta bütün şakirdan. Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa Hep ağızlar deşilip kimde ne cevher varsa Saçıyor ortaya... İster temiz ister kirli; Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli Dalkavuk devri değil! Eski kasaid yerine Üdebanız ana avrat sövüyor birbirine! Türlü adlarla çıkan na-mütenahi gazete Ayrılık tohmunu bol bol atıyor memlekete. Bularak fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it! Yürüyor dine beş on maskara alkışlanıyor Nesl-i hazır bunu hürriyyet-i vicdan sanıyor! Kadın erkek koşuyor borç ederek Avrupa’ya... Bilemem Asya sizin şıklar için pek mi sapa? Hakk’a tefviz ile üç tane yetişmiş kızını; “Analık ilmini öğretmek için” baldızını Taşıyanlar bile varmış Paris’e yüksünmeyerek... Şüphesiz yıktı o hülyaları meşhudatım... Ben fakat kendimi bir müddet için aldattım: Galeyandır... Galeyan geldi mi kalmaz mantık. Su bulanmazsa durulmaz... Hele sabret azıcık... Eskisinden daha berbad iyileşmek ne gezer! Vatanın takati yoktur o kadar ihmale: Dolu dizgin gidiyor baksana izmihlale. Ey cemaat uyanın elverir artık uyku! Yok mudur sizde vatan namına hiçbir duygu? Düşmeden pençe-i hizlanına istikbalin Biliniz kadrini hürriyyetin istiklalin. Söyletip başka memalikteki mahkumini: Hakimiyyet ne imiş öğreniniz kıymetini. Yoksa onsuz ne şu dünya kalır İslam’a ne din... Kuşatır millet-i mahkumeyi hüsran-ı mübin. Müslümanlık sizi gayet sıkı gayet sağlam Bağlamak lazım iken anlamadım anlayamam Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize! Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize? Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı Aynı milliyyetin altında tutan İslam’ı Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir. Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir. Arnavutlukla Araplıkla bu millet yürümez... Son siyaset ise Türklük o siyaset yürümez! Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan; Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan. Siz bu da’vada iken yoksa iyazen-billah Ecnebiler olacak sahibi mülkün nagah! Diye dursun atalar: “Kal’a içinden alınır.” Yok ki hiçbir işiten... Millet-i merhume sağır! Bir değil mahvedilen devlet-i İslamiyye... Girdiler aynı siyasetle bütün makbereye. Girmeden tefrika bir millete düşman giremez; Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez. Bırakın eski hükumetleri meydandakiler Yetişir şöyle bakıp ibret alan varsa eğer. Edecekler. Bu da gayetle tabi’i. Zira Yaşamak hakkını kuvvetliye vermiş Mevla. Müslüman fırka belasıyle zebun bir kavmi Medeni Avrupa üç lokma edip yutmaz mı? Ey cemaat yeter Allah için olsun uyanın... Sesi pek müdhiş öter sonra kulaklarda çanın! Arzı oynattı yerinden yıkılırken Iran... Belki bir kıl bile ürpermedi sizden bu ne kan! ---- EDEBIYAT BAHISLERI ---- Müfredatıyle düşünülmüş iyi çizilmiş bir plan ol­ mazsa eserinizin başa çıkacağı pek şüphelidir çıksa da karmakarışık bir şey olur. Çünki sevk-i tesadüfe kalmış olacağı için eserin değersiz ehemmiyetsiz bir kısmı lüzumundan fazla ciheti lakaydane geçiliverir. Büyük bir adamın şu sözleri hiç bir zaman nazar-ı dikkaten dur tutulmamalıdır: Sırf evvelce planını çizmemek mevzuu lüzumu ka­ dar düşünmemek seyyiesidir ki büyük kabiliyetler bile müşkilat ler. Vakıa ortada birçok maani birçok efkar görülür lakin onları ne birbirleriyle mukayese ettikleri ne de aralarında bir tertib gözettikleri olmadığından hangisi hangisine tercih etmek lazım gelecek birden bire kestire­ mezler. Tereddüd-i mahz içinde saplanıp kalırlar. Lakin ne zaman bir plan çizer ne zaman mevzua doğrudan doğ­ ruya irtibatlı olan bütün efkarı toplar sonra da onları bir tertibe bir nizama koyarlar canlı yeri neresi olacağını hissederek o ruhlu noktayı ihsasa uğraşırlar. Artık bunlar için yazmak işkence değil adeta eğlence olur. Demek iyi yazmak için evvela mevzuu tamamiyle temsil etmiş olmak saniyen maaninin efkarın sırasını iyice görerek onlara muntazam mantıki bir silsile-i cere­ yan verebilmek Bir kere de kalem ele alındı mı artık o çizilmiş olan daire dahilinde cevelanına ruhsat verilmeli; yalnız harice çıkmasına yahud bazı yerlerde pek çok bazı yerlerde pek az elhasıl nisbetsiz bir tarzda dolaşmasına müsaade olunmamalıdır. Yani devr edeceği sahanın ta’yin eyleyeceği hareketten başka bir hareket verilmemelidir. Madem ki bugün plan bu kadar mühimdir gayet mutaassıb davranarak bidayette iyice kesip biçmelidir. Mevzu’ henüz mevadd-ı ibtidaiyye halinde henüz ecza-i müteferrika şeklinde iken kabil-i ıslahtır. Yoksa bir kere kisve-i nazma yahud nesre girdi mi artık feda edilemez. Çünkü o kadar uğraştıktan sonra bu fedakarlık insana pek zor gelir. Bir de herkesin bazı maaniye hatta bazı elfaza karşı hususi bir temayülü vardır; onları lüzumlu lüzumsuz kul­ lanmak sarf etmek ister. Onun için plan çizilirken o fikir­ ler o kelimeler şayet mevzua uzaktan temas ediyor daha doğrusu bir güzellik vermiyorsa hemen atılıvermelidir. Meşhur Pascal’ın dediği gibi “Bir şeyin yalnız güzel olması kafi değildir mevzua bigane olmaması da şarttır. Mevzu’ öyle ister ki: ne bir şey eksik olsun ne bir şey fazla.” Plan hakkında söylediğimiz şu sözleri bir Fransız edibinden naklettik. Çünki garblıların bu mes’eleye ne ka­ dar i’tina ettiklerini göstermek istiyorduk. Evet bizim divanlarımızda mecmualarımızda yer yer öyle kıymetli beyitler öyle cem’iyetli mısralar bulu­ nur ki bir garp şairinin karihasından nadiren sünuh eder. Lakin maattessüf onların tertibine hiç riayet edilmemiş hatta böyle bir tertib akla bile getirilmemiş olduğu için hey’et-i mecmuaları payidar bir güzellik gösteremiyor. Mesela Fuzuli elbette pek büyük bir şairdir; Leylaname ’sinde elbette pek yüksek şiirler vardır. Lakin hazret efsanesini nazma kalkışmazdan evvel eserine nasıl başlayacağını nelerden bahsedeceğini nasıl bir netice ve­ receğini düşünmemiş; yani hiç bir plan hiç bir taslak yapmadan sia-i karihasına servet-i hayaline semahat-i hissine güvenerek işe başlayıvermiş onun için bu kadar emeği heder olmuş gitmiş! Leylaname-i Fuzuli için haşa kıymet-i edebiyyeden mahrumdur demek istemiyoruz; demek istiyoruz ki Fuzuli daha az şair lakin daha çok san’atkar olsaydı o eseri vücuda getiren ecza-yı edebiyyeden daha az kıymetli mevad ile daha güzel bir bedia telif edebilirdi. Fuzuli için söylenen bu sözler Nabiler Yahyalar Şeyh Galibler hakkında da variddir. Bizim garb edebiyatından ettiğimiz daha doğrusu edeceğimiz istifade onla­ rın bütün hissiyatına hatta bütün adatına tercüman olarak bu millet-i merhumeye anlayamayacağı anladığı surette de zevk alamayacağı birtakım u’cubeler okutmak yahud halkın zevk-i behimisini okşayacak zaten sallanıp duran ahlak-ı umumiyyeyi temelinden yıkacak numuneler göster­ mek değildir. Gözümüzü açmalı aklımızı başımıza alma lıyız da edebiyatı onlar gibi çalışmalıyız; şeraitini cami’ bir eser-i edebi nasıl oluyor ne gibi hazırlıklar isti­ yor buralarını onlardan öğrenerek muntazam muayyen planlar metin muhkem usuller ta’kib etmeliyiz. TERBİYE VE TA’LIM TA’LIM VE TERBIYEDE EBEVEYNIN VEZAIFI Haleflerini yaşayacakları muhit ve zamanın ihtiyacat ve bekadan ıskat etmiş olurlar. Ta’lim ve terbiye mes’elesinin saadet-i vatan ve hayat-ı milletle en ziyade alakadar mesailden bulunduğunu tasdik etmeyecek hiçbir ferd-i mütefekkir yoktur zannederim. Fakat bizde –maatteessüf– en ziyade terbiyesi hususu olduğunu i’tiraf etmelidir. Nesl-i atiyi düşünmek mukadderat-ı müstakbele-i vatanı düşünmek demektir. Ati-i vatanın saadet veya inkırazı planlarını çizecek kalemler bugünkü mürebbilerin dest-i ihtimam ve hamiyyetine mevdu’ bulunuyor. Refah ve terakkī-i memleketten ümidvar olarak müsterih bir vicdanla istikbale nigeran olabilmek için bugünkü nesli yarın yaşayacakları zamana o zamanın ihtiyacat ve icabatına göre terbiye etmeye çalışmalıyız. Ta’lim ve terbiye mes’elesinde başlıca üç amilin nazar-ı Çocuğun kendi Ebeveyn ve ailesi Muhit-i ictimai Terbiyeden gaye çocuğun saadet ve refah-ı müstakbelesini te’min etmek onu mücadele-i hayata hazırlamak ve o mücadelede muzafferiyetine medar olacak esaslarla kendisini techiz etmek velhasıl çocuğu ailesinin ve içinde yaşayacağı cem’iyetin lüzumlu ve faide-bahş bir uzv-ı faali haline getirmekten ibarettir. Ancak bu gaye gözetilmek şartıyla verilecek bir terbiyeden netayic-i müsmire iktıtaf olunabilir. Fakat bu gayeye göre çocuğu kim terbiye edecek? Bu hususta en çok te’sir kimler tarafından icra edilebilecek? Bu suallerle ta’lim ve terbiye mes’elesinin en dakīk bir noktasını kurcalıyoruz: Terbiye ve tezkiye-i nefse çalışmak herkesin bir hakk-ı meşruu olduğundan bir çocuk kendi kendini idare edebilecek bir sinne geldikten yani saha-i hayata atıldıktan sonra ıslah-ı nefse çalışması kendinin mukaddes bir vazifesi olacağı şüb­ hesizdir. Fakat bir çocuk terbiye-i asliyye ve ibtidaiyyesini alarak ef’al ve harekatından mes’ul olabilecek bir sinne vasıl olmadıkça bittabi’ kendisine böyle bir vazife teveccüh edemez. Çocuk devre-i tufuliyyette iken bu vazife ailesine ve mensub olduğu cem’iyete yani hükumete aid bulunur. Aile ve hükumet çocuğun ta’lim ve terbiyesine en yakīnden alakadar iki amil-i mü’essirdir. Hükumet nesl-i atinin terbiyesine dolayısıyla yani mektepler vasıtasıyla icra-yı te’sir edebilir. Aileler ise bu vazifeyi doğrudan doğruya ifa ederler. Devre-i derecede mes’ul olan kendi velisi ve ailesidir. Bu mes’uliyet o kadar azimdir ki yalnız derece-i ehemmiyyetini düşünmek Hengam-ı tufuliyyette çocukların dimağı her türlü irtisamatı ahz u zabta müsaid hassas bir fotoğraf plağına müşabihtir. İyi kötü her ne görür işitir ise –nik ü bedi temyiz etmeksizin– onları kamilen zabt ve kabul eder. Devre-i sabavette çocukların dimağlarında nakş-gir olan mürtesemat-ı seyyie bilahare –ne kadar i’tina edilirse edilsin– tamamıyle zail olamaz. Bütün hayat müddetince ef’al ve harekatta i’tiyadat ve melekat-ı evveliyyenin bariz izleri müşahede olunur. Muhit-i ictimaimizde vazife ve mes’uliyet-i übüvvetini bi-hakkın takdir edebilen bir usul bir gaye gözeterek evladının ta’lim ve terbiyesine i’tina gösteren zevatın maatteessüf o kadar çok olmadıkları seviye-i irfan-ı umumiden pek güzel istidlal olunabilir. Ekseriyet vezaif-i übüvveti daye-i tabiata bırakmış olduklarından bu suretle hüdayi nabit olarak yetişen gençlerde secaya-yı lazıme aramak kadar abes bir şey olamaz. Vazife-i beşeriyyelerini ihtirasat-i behimiyye ilcasıyle agūş-ı tabiate bir bedbaht daha atmaktan ibaret addeden mıdır? Her hayvan bir sevk-ı cibilli ile kendi yavrusunun tagdiye ve muhafazasına i’tina etmiyor mu? Vezaif-i übüvveti bir hayvan kadar ifa edemeyen etmek arasına sokulabilirler? Evladının ta’lim ve terbiyesinden hiç de mes’ul değilmiş gibi lakayd bir vaz’iyet alan veya vazifesini sabahleyin çocuğu kolundan tutarak bir mektebe def’ etmekten ibaret addeden ebeveyn bizde hemen ekseriyeti teşkil etmektedir. Bu suretle yetişecek bir nesil mader-i vatanı pür-ihtiram ve şefkat okşayacağına sine-i bedbahtisini parçalamakla zevk-yab olursa istiğrab edilir mi? Çocuğu hiss-i şefkati tatmin eden bir oyuncak gibi telakkī etmek kadar şan-ı beşeriyyete bir darbe olamaz. Bir hiss-i hod-endişi mevludu olduğunda şübhe edilemeyen bu telakkī pek çok gençleri evvela şımarık ve bilahare atıl ve her türlü kudret-i teşebbüsiyyeden mahrum bir hale getirmektedir. Hiss-i şefkati çocuğun gayr-i ma’kūl hevesat-ı tıflanesine baziçe yapan za’f-ı kalb erbabının muhabbet namı altında ciğerparelerine ettikleri ihanet pek vahim ve dil-hıraş netayice meydan açtığı binlerce vak’alarla müeyyeddir. Yüksek tabakata mensub ailelerden bazılarının terbiye edilmek üzere çocuklarını cahil lalaların budala dayelerin dest-i ihmal ve aczlerine bırakmalarını nasıl telakkī etmelidir? Çocuk ne olduğunu secayasının ne suretle tenmiye edilmesi edilebileceğini fezailin ne gibi şeylerden ibaret bulunduğunu bilmeyen bilemeyen bir şahsın dest-i terbiyyetine tevdi’ edilen çocuk doğrudan doğruya anası babası tarafından agūş-ı felakete atılmış demek değil midir? Kalbleri evladlarının saadet ve muhabbetiyle titreyen bu zavallı pederler işledikleri cinayetin çocuklarının hayat-ı müstakbelelerine karşı irtikab ettikleri ihanetin ehemmiyet ve dehşetini takdir edebilselerdi hiç şübhe yok ki vicdan-suz cahil mutabasbıs ve izzet-i nefsden mahrum ne oldukları belirsiz bir takım eşhasın dest-i terbiyyetlerine tevdi’ edilen ma’sumlardan necabet-i ruhiyye fazilet-i hulkiyye ve secaya-yı metine beklemek bütün ma’nasıyle kaba bir hamakattir. Çocuğa lala olarak alınacak adam da evsaf-ı lazıme bu­ lunup bulunmadığını tedkīk etmek zahmetine girişmek pek az pederlerde müşahede olunabilen bir hareket-i vazife-şinasidir. Ale’l-ekser hiçbir meziyet-i zatiyye aranılmaksızın çocuk la-ale’t-ta’yin bir hizmetkarın! dest-i ihmal ve atılına terkedilmektedir. En mukaddes vazifelerini bu suretle mühmel bırakan pederler hiç olmazsa bir azab-ı vicdani olsun hissetmezler mi? Vezaif-i übüvveti biraz takdir edebilen bazı zevat ücretinin mümkün olduğu kadar dun olması şartıyla muallim sıfatıyle rast gele bir şahsı çocuklarının ta’lim ve terbiyesine me’mur ederek kendilerini bu ağır mes’uliyetten kurtulmuş addederler. Ciğerparesini metanet-i ahlakıyyesinden fazilet-i zatiyyesinden pedagoji ilmindeki ihtisas ve melekesinden emin olmadığı bir şahsa tevdi’ etmekle vazife-i übüvvet haiz bulunmasına son derece i’tina etmek ve bu yolda fedakarlıktan çekinmemek de iktiza eder. Aksi takdirde mürebbi ve muallim ta’yin etmemek daha az zararlı bir tedbir olur. * * * Çocuk terbiye-i ibtidaiyyesini agūş-ı maderde aşiyane-i pederde almalıdır. Terbiye-i asliyyeden mahrum bir genç mübareze-i hayatta daima mağlub kalır; her fiili her hareketi Aile terbiyesi esastır. Esas çürük olursa –bilahare ne kadar lemez. Çocuğun alacağı ilk terbiye –ister iyi ister fena– ebediyyen dimağında payidar olur gider. Akıl ve muhakemeden ziyade sevk-ı garizi ve temayü­ latın hakim bulunduğu unfuvan-ı sabavette kazanılan i’tiyadat kolay kolay terkedilemez. Çocuğun tehlikeye en ziyade ma’ruz kaldığı zaman hengam-ı sabavettir. Melekat-ı dimağiyyenin tenmiyesi kuva-yı bedeniyyenin terbiyesi esasları hep bu zamanda ihzar olunmak icab eder. Ekser çocukların cılız çelimsiz sıska ve mariz düşmelerinin başlıca sebebi ebeveynin lakaydisi ve ta’lim ve terbiye prensiplerine tevfik-ı hareket edememeleri keyfiyeti olduğunda asla tereddüd edilemez. Ana ve babalarının cehaleti yüzünden na-be-mevsim uful eden yavrular özürlü kalan çocuklar muhit-ı ictimaimizde maatteessüf ta’dad edilemeyecek kadar çoktur. Ciddi ve asil bir terbiye-i fikriyye alamamak yüzünden sönen zekalar mahkum-ı akamet kalan isti’dadlar o kadar çoktur ki memleketin herhangi tarafında bu hususta insana medar-ı intibah olacak fecia-nüma binlerce nümuneler gösterilebilir. Ailelere teveccüh eden vazife-i terbiyye pek mühim ve pek büyüktür. Aşiyane-i aile bir dershane-i fazilet olmalıdır. Çocuk burada fezail-i ahlakıyyenin her gün daha parlak bir nümunesini görebilmelidir. Peder ve mader herşeyden ziyade yavrularının kuva-yı bedeniyye ve melekat-ı dimağıyyelerinin temrinler ile onları terbiyeye sa’y etmelidir. Yanlış fikirlerden ma’nasız göreneklerden sıyrılarak muayyen ve mu’tedil bir usule tevfikan çocuğu hem kendisi hem ailesi hem vatanı ve hem bütün beşeriyet için nafi’ ve elzem bir uzv-ı zinde olarak yetiştirmeye çalışmalıdır. Vazife-i übüvvet bunu iktiza eder. Fakat çocuk her zaman her yerde kendisini şu esaslar gözetilmek şartıyla terbiye edebilecek nüfuz ve iktidara malik bir aile içinde bulunamaz teali-i fikrisine hadim parlak ve fezail-nüma misaller göremez. Bu sebebe mebnidir ki vazife-i terbiyyede vasi-i umumi olan ve nesl-i atinin ta’lim ve terbiyesiyle pek ziyade alakadar bulunan hey’et-i ictimaiyyenin yani hükumetin de bir hakk-ı te’siri vardır. Hükumetler bu hak ve bu vazifelerini umumi mektepler vasıtasıyle ifa edebilirler. Gelecek makalemizi de bu hususa hasredeceğiz. SİYASİYAT MÜLAHAZAT-I MÜTENEVVIA Londra’da bulunan bir dostumuz bize gönderdiği gazete maktu’ları tercümelerinden birinde İtalya’nın Avrupa payitahtlarında göstermekte olduğu faaliyet-i siyasiyye hakkında yeni bir nümuneden bahsolunuyor. Şöyle ki: McCullough isminde an-asl Amerikalı bir muharrir bidayet-i harbde İngiltere’den kalkıp Trablus’a gider. yesi hakkında irtikab ettikleri katl-i am vahşetlerini görür ve muhabirlik ettiği Londra’da münteşir Westminster Gazette nam cerideye tafsilatını yazmaktan çekinmez. Bunun üzerine gitmiş gelmiş olan bütün Londra gazeteleri muhabirleri bir müddet sonra İtalya’yı tenkīden hiçbir şey söylemek istemedikleri veya İtalya lehinde icale-i kalem eylemeye başladıkları halde Mösyö McCullough beyan-ı hakīkat zımnında Trablusgarb Muharebesi esbab ve tafsilatını muhtevi koca bir kitap bile yazar. İngiliz ceraid-i yevmiyye ve resail-i üsbuiyyesi kütüb-i cedide hakkında kısm-ı edebilerindeki intikadatta bu kitabın sıhhat-i mündericatı lehinde söz söylemek Westminster Gazette ceridesi kitap mündericatındaki sıhhati musaddak bir intikad derceyler. Naşirlerin vazifesi müelliflerin yazdıkları asarı tab’ ve füruht olup onun mündericatı hakkında kat’iyyen müdahale edemedikleri halde Mösyö McCullough’ın eserini neşredenler resimlerden bazılarının tab’ına muvafakat eylemezler. Zira bunlar İtalyanların sıbyan ve nisvan-i İslamiyye hakkında reva gördükleri cinayat-ı feciayı musavvir imişler. Naşirler kaideten mündericat-ı asara hiç müdahale edemedikleri halde bu eserin naşirleri mezkur kitabın ibaresiyle derc edilebilen tasvirleri tasvib etmek istemediklerini ve yalnız bir muamele-i kisb icrasıyçün neşrine tavassut eylediklerini mukaddime-i kitapta ihtar eylerler. Hiç işitilmemiş ve görülmemiş olan bu muamele münasebetiyle mezkur gazete maktu’larından birinin tercümesinde nelerinde bile hissolunduğu ima ediliyor. Ve ilave-i mütalaat olmak üzere hükumet-i Osmaniyye Hariciyesi’nin mesail-i muhtelifede efkar-ı ecnebiyyeyi Osmanlılar lehinde çevirmek Beyanından hiçbir vakit çekinmediğim bir zehab vardır ki baladaki mütalaat vesilesiyle burada dahi tekrar edeceğim: Nazır gelir nazır gider; sefirler gelir sefirler gider. Madem ki –sekiz veya on kadar erbab-ı iktidar ve hamiyyet seçildikten sonra– bütün hariciye ve sefarat me’murini çıkarılarak bir unsur-ı cedidi muhtevi olmak üzere teşkilat yapılamıyor imdi haricde namus ve menfaat-i milliyyemizin rekabet ve tecavüz-i ağyara karşı muhafazasını hiç ümid etmemekliğimiz lazım gelir. Onları muhafaza sadedinde Mec­ lis-i Meb’usan tasvib ederse tahsisat-ı munzamma veya mesture olarak daire-i aidesine senede on beş bin otuz bin veya elli bin lira daha versin. Bu fedakarlık Avrupa’nın büyük ve zevkli payitahtlarında yaşayan bazı zevatın hoşuna giderse de bu milletin ecanib mukabelesinde muhafaza-i şeref ve müdafaa-i menfaatine medar olamaz. § Hükumet-i cedidenin hükumet-i sabıka tarafından matbuat hakkında ittihaz edilmiş olan mukarreratı keen-lem-yekün addetmesiyle bazı kimselerin: Ne yar-ı can imişsin ah ey didar-ı hürriyyet Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten diye terennüme başladıkları anlaşılıyor. Evet bazı kimseler birşeyin esir-i aşkı olunca bilahare tahatturuyla insanlar muvacehesinde –eğer haya sahibi iseler– utanacakları pek çok münasebetsizliklerde bulunurlar. Beş-on günden beri bazı gazetelerde gördüğümüz levha-i inkılabı tasvir edenler arası çok geçmeksizin şimdiki hallerinden dolayı havf u hicaba düşseler gerektir. Hürriyet-i matbuatın pek iyi bir şey olduğunu herkes bilir. Fakat memleketimizde layıkıyla bilinmeyen bir şey varsa o da matbuatın –muhite ve hey’et-i ictimaiyyenin vaz’iyetine göre– hayır yerinde çok kere şer vücuda getirebileceğidir. Bazı Avrupa memleketlerinde olduğu gibi burada dahi ahiren yeni yeni bazı ceraid ve resail bila-mani’ intişara başladı. Lakin Avrupa memaliki hakkında tahkīkatta bulununca anlaşılıyor ki Avrupa memalikinden mesela İngiltere’de kesesi bol olmayan ecanib veya müşevvikīn-i nifak parasına muhtac olan hey’et-i ictimaiyyede bir mevki’-i şeref sahibi bulunmayan eşhas gazete çıkaramadığı gibi gazete ve resail yazanlar dahi elfaz-ı müstehceneden müftereyattan haysiyet-i şahsiyyeye tecavüzden ictinaba mecburdurlar. Orada bizim şu İstanbul dediğimiz Babil Kulesi’ne benzer bir belde ve binaenaleyh ecnas-ı mütehalife-i beşer kargaşalıkları bulunmasa gerektir. Elbette orada bir millet-i vahide bir vahdet-i terbiyye ve selamet ve adab-ı milliyyeyi salimane surette muhakeme edebilir bir ahenkdar efkar-ı amme bulunur. Hele orada öyle bizde olduğu gibi ecanib tarafından veya ecanibin iltizamıyla memleketin selameti ve istiklal-i siyasisi üzerine icra-yı te’sir edebilir ceraid ve resail fırsat-ı Meşrutiyet’in i’lanı akībinde bizde de matbuat hürriyet-i müfrita ihraz eylemişti. Bu halden memleketin başına hayli belalar geldi. Bunun üzerine hürriyet-i matbuatı su’-i isti’mal edenler hakkında tedricen takyidata hacet görüldü. Ondan sonra; “Matbuatın hürriyeti selbolundu.” diye haykıranlarımız çoğaldı. “Hürriyet-i matbuat yoktur.” diye burada haykırmakla iktifa etmeyip de Avrupa ceraidi muhabirlerinin dahi bu şikayete iştirak ettirildikleri bir sırada Panorama ünvanıyla bir İstanbul varaka-i yevmiyyesine öyle menfur ve şedid bir makale yazıldı ki onda namusuna tecavüz olunmadık bir sahib-i mevki’ ve haysiyet bırakılmadı. Londra’da Paris’te Berlin’de vakı’ olsa mürtekiblerinin beyne’n-nas mezmum ve kanunen mahkum olacağı böyle bir makale burada binlerce kimselerin kin ve garazını okşadı nice arsızları yılıştırdı sevindirdi. Şimdi yeni hürriyet yeni yeni cerideler varak-pareler tevlid eyliyor. Bunların önünü hükumet nasıl alacak? Korku kalmadı diye ahiren çıkan beyannamelerden “ Umum Evlad-ı Araba ” ünvanlı varaka-i tezvir vahdet-i Osmaniyyeye likin bir huccet-i nifak u şikakıdır. Hele gençlerin ve ale’lhusus genç kadınların ahlak ve safiyet-i ırzına te’sir-i muzırrı olacak ufak tefek hikayat-ı zillet ü şenaatin yine meydan-ı füruht bulduğu görülmektedir. Hasıl-ı kelam matbuata na-mahdud bir serbesti vermek tedbirinin hataya mı veya savaba mı mukarin olduğunu memleketin ehl-i hamiyyet ve haysiyyetinin takdirine bırakırız. § Bizde selefin başladığını halefin bozduğu lisan-ı ammede deveran eden tenkīdattandır. Bir me’murun icraatını onun yerine gelen me’mur hoş görmez diyorlar. Kimsenin kimseyi beğenmediği ve her başı sivrilen kimsenin “menem diğer-nistlik” da’vasına saptığı bir memlekette bu hale tabii nazarıyle bakmalıdır. Hiss-i rekabet selefde devama mani’ olmaktadır ki tabii bu tenkīd devair-i yetini keşmekeşte bırakan ve terakkıyat-ı seriaya hail olagelen bu hal bizde mevcud olan ilel-i ictimaiyye asarındandır. Bunun def’i uzun müddet terbiye-i hamiyyet ve medeniyyet görmekle mündefi’ olur. Eğer devairin maiyyet me’murları ekseriyetle daha vukūflu daha vazife-şinas olsalardı amir-i lahıkın tedabiri amir-i sabıkın mübaşeret ettiği ef’ali hükümden düşürmez ve amirlerde fikr-i müdavemet ve hiss-i ta’kībin adem-i mevcudiyyetinden dolayı umur-ı ibad ve terakkıyat-ı bilad geri kalmazdı. Devairde iş makineleri maiyyet me’murları tarafından yalnız sür’at ve derecat-ı harekatını tanzim eylemelidir. Bizde selefin yaptığını halefin bozması şuabat-ı idariyyede kurulmuş ve gayret şarttır. Lakin tecrübekarlığı kar-azmudeliği daha ziyade maiyyet me’murlarında aramalıdır. Memalik-i muntazama-i garbiyyede mesela adliyeden dahiliyeden maariften harbiyeden bahriyeden yetişmediği halde sahib-i ilm ü şuabata amir olarak gelir orada hazır makine bulduğundan ammenin oralarda bizde olduğu gibi esasından sarsılmaması da bundan dolayıdır. § Kavminin kadrini tebcil et­ meyen cism-i millide faidesiz bir uzuvdur. Kavminin aczinden bahseden kavmi için pek muzırdır. Ef’al-i kavmiyyenin beyanında –i’tidali geçmemek üzere– tefahur caiz ise de milletine safahat-ı azamet atf eylemekte mahviyete riayet eylemek terbiye-i medeniyye iktizasındandır. Dikkat olunursa görülür ki efradı kıracak derecede acz-i kavmiden bahsedenlerimiz pek çoktur. Maamafih mükalemat-ı hususiyyede bu tavr-ı kasveti iltizam eylediğimiz halde muvacehe-i ammede söz söylemek istediğimizde milletimize sıfat-ı azamet vermekte ıtraya saparız. Makalat ve hutebde mesela “kitle-i azime-i Osmaniyyet” ta’biri alem-i Osmaniyyetin ehemmiyet-i siyasiyyesini ihtar makamında isti’mal edildiğinden gurur-ı tefahura haml olunamaz. Fakat “kavm-i necib” veya “ali-cenab” veyahud “millet-i muazzama-i Osmaniyye” ta’­ birlerinin ammeye hitabda isti’mali münevver ve medeni bir hey’et-i ictimaiyyece adab-ı mahviyyete muvafık sayılmasa gerektir. Bu makūle tefahur-ı aleni-i avam-firibanenin makamat-ı mühimmede re’s-i ahzabda bulunanlardan bile sadır olageldiği işitilmektedir. Bu zatlara adab-ı mahviyyete riayette nasa nümune-i imtisal olmağı tavsiye ederiz. BİR MEMLEKET NASIL MAHVOLUR Ben doğrusu sahaif-i tarihde; “Fülan memleket munkarız oldu fülan saltanata nihayet verilmiş bulundu fülan kavim ve millet mahv u na-bud oldu…” gibi şeyler okurken bir türlü anlayamıyordum ve kendi kendime daima diyordum ki: “Nasıl olur da milyonlarca nüfusu havi asırlarca yaşamış hükümranlık etmiş olan bir millet bir kavim bir saltanat birden bire durup dururken inkıraza doğru yürür mahv u na-bud olur?” Fakat bugün içinde bulunduğumuz ve bir müslümanı hayatından bile bıktıracak bizar ettirecek kadar acı müellim olan ahval bana şu muammayı keşfettiriyor ve avamil ve anasır-ı inkıraziyyenin neden ibaret olduğunu ayne’l-yakīn gösteriyor. Ben evvela burasını anlıyorum ki bir milletin bir saltanatın kalb ve dimağında caygir olur. Memleket ve vatan evvelce efrad-ı milletin kalbinden sıyrılmış bulunur. Efrad-ı millette kendi infialat ve ihtirasatlarını kendi hissiyat ve efkar-ı şahsiyyelerini memleketin menafi’-i umumiyyesi namına feda edecek kadar metanet-i ahlakıyye salabet-i ma’neviyye kalmıyor. Memleketi saltanatı halas etmek için ma’nen maddeten kendilerini kurban edecek efrad az bulunuyor. Saniyen: Burasını anlıyorum ki bu hal yani memlekete adem-i merbutiyyet ve ihtirasat-ı şahsiyyenin menafi’-i amme üzerine tahakküm etmesi bütün efrad-ı milletin iradat-ı zatiyyelerini gevşetiyor zaifleştiriyor. Galat-ı rü’yet ve etmeyi bir alamet-i metanet ve şecaat addetmeye başlıyor. Hakīkat-i halde bu bir esaret-i ma’neviyyeden başka bir şey değildir. Metanet addettikleri şey kendi ihtirasat ve infialatlarının altında zebun ve esir kalarak onların irae etmekte olduğu muavvec yollara sapmaktan ibarettir. Salisen: Böyle bir vaz’iyete sokulmuş olan efrad-ı millette kuvve-i müdrike ve muhakemenin muvazenesi bozuluyor. Efrad-ı nas havadis ve vekayii ihata ile tahlil ve tedkīk edemiyorlar mahiyetini ve derece-i vehametini derk eylemek halde kendi fikir ve hissiyatını en musib ve en muvafık hakīkat addediyor ve onların tezahür etmesinde onların hayyiz-i husule gelmesinde malik olduğu bütün kuvveti ile ısrar ve inad ediyor. memleket ve devletinin hayat ve bekası için yegane zamin-i hakīkī olan rabıtalar bozuluyor. Ruh-ı cem’iyyet yerine ruh-ı ferdiyyet kaim oluyor. Evvelce vahid-i küll olan bir vücud yavaş yavaş birçok gruplara fırkalara bölünüyor inkısama uğruyor. Sonra inhilal ve inkısam şu fırkalara bile sirayet ediyor bunları da yavaş yavaş hal-i ferdiyyete sevkedinceye kadar taksim ve tahlile duçar ettiriyor. Bilahare hayat-ı vahid-i küll yerine inhilal ve inkısama uğramış gayet gevşek ve zaif bir çok vücudlar kaim oluyor. Yukarıdan beri ta’rif etmekte olduğumuz alaim-i ziyade bir sür’atle icra-yı tahribat eder. Bu gibi tazyikat-ı harice arasında en müessiri harbdir. Zaten içinden bile inhilale uğramış olan bir hey’et-i ictimaiyye harici tazyikat te’siri ile elbette ki emr-i inhilalini daha ziyade tesri’ eder. İhtirasat ve infialat daha ziyade kesb-i kuvvet ederler muvazene-i ma’neviyye daha ziyade bozulmuş olur ferdiyetin ictimaiyet üzerine tahakkümü daha ziyade kesb-i şiddet eder. mış olan bir hey’et-i ictimaiyyeye dahil veya haricden arız olan bir tekme neticesinde zaten hal-i ferdiyyette bulunan ve hayat-ı ictimaiyyelerini müdafaa ve muhafaza kuvvetinden mahrum kalmış olan bir muhit mahv u nabud olur. Eski Asya imparatorluklarının Endülüs’ün hilafet-i Beni Abbasiyye’nin Roma’nın ve Bizans’ın suret-i inhilal ve inkırazını esbab-ı izmihlallerini tedkīk ve mütalaa ediniz; hep aynı alaim-i ictimaiyyeyi müşahede edersiniz. Her yerde efradın ayrı ayrı ve yekdiğerine muhalif ve mütezadd mecmualar teşkil ettiklerini şu mecmuaların yekdiğerlerine karşı geldiklerini aralarında uyuşamadıklarını herkes gördüğü ve hissettiği felaket-i umumiyyeye karşı koyulacak esbab-ı tedaviyi yalnız kendi düşüncelerinde kendi ilaclarında görerek başkalarının irae ettikleri ilacları kabul etmemekte ısrar ve inad ettiklerini görürsünüz. Bizans İmparatorluğu’nun son melce’ ve penahı olan İstanbul bile her taraftan Osmanlılar ile ihata edilmiş olduğu Ayasofya kubbeleri Osmanlı ordusundaki Macar mühendislerinin gülleleri altında titrediği Mehmed Fatih hazretlerinin sınıf-ı ruhban yegane çare-i istihlası eızzelerin şefaatinde görerek eızzelere kurban kestirilmekte eızzeler için ayinler asker ve me’murin-i devlet de yine kendi aralarındaki entrikalara dalarak şu felaket-i umumiyye içinde bile adam kayırmak bir fırkanın diğer fırkaya tefevvuk etmek kendi menafi’-i hususiyyelerini te’min eylemek umuru ile iştigal ediyorlardı. Bilahare Mehmed Fatih hazretleri şu inhilal ve Bizans kaldı ne imparatorluk; ne fırka kaldı ne de tefrika!! Eyvah! Bugün bile birkaç yüz sene geçtikten sonra şu eski Bizans’ın enkazı altında muhtefi bulunan Bizans ruhu Osmanlılardan dehşetli bir intikam alıyor. Bu ruh Din-i Mübin-i Ahmedi’nin bize telkīn etmekte olduğu hablü’l-metin-i lıklara ihtirasatlara sevketmiştir. Biz de aynı tazyik altında ezilip bitiyoruz; ezilip bittiğimizden bile haberdar değiliz. Bir gün gelir ki ne vatan kalır ne hükumet; ne devlet kalır ne saltanat; ne fırka kalır ne tefrika! O vakit eyvah nadim ve peşiman olacağız; fakat şu nedametin ve peşimanlığın semere-bahş olamayacağı aşikardır. Cereyan-ı havadis ve vukūat bizi önüne alarak sürüklüyor. Nereye? Bilmiyoruz. Fakat bildiğimiz bir şey var ise o da varacağımız noktanın sahil-i necat ve felah olmadığıdır. Haricde bir devlet-i muazzama ile muharebe dahilde ihtilal ve karan-ı Millet” namıyla bir cem’iyet-i hafiyye tezahür ediyor bugün “Muhafazakaran-ı Meşrutiyyet” namıyla ona karşı diğer bir cem’iyet alabildiğine intişar ediyor. Birimiz usatın Osmanlı zabitanından birisini salben i’dam ettiklerini tel’in ediyoruz; diğerlerimiz aynı usatın şehirleri fethettiklerini kasabaları aldıklarını alkışlıyoruz; birimiz Meclis-i Meb’usan’ın feshini taleb ediyoruz diğerimiz aynı meclis için ölmeye müheyya olduğumuzu bütün cihana i’lan ediyoruz. Yahu! Bize ne oluyor? Aklımızı başımıza toplayalım. Eğer merd isek merdliğimizi evvela kendimize kendi ihtirasat ve infialatımıza galebe etmekle isbat edelim. Düşman kapı önündedir. Binlerce vatan ve dindaşlarımız Afrika’nın yakıcı güneşi altında bizim için bizim şan ve şerefimiz için gece gündüz mücahede ediyorlar. Bari onlardan utanalım haya edelim. Ölmek bitmek istiyorsak kendimizle beraber şu İslamiyet’e de bir nihayet vermek istiyorsak pekala ölelim. Fakat böyle kendi kendimizi çiğneterek zilletle ölmeyelim. Temmuz : Üç Temmuz’a tesadüf eden Salı günü zevali saat dörtte Makarr-ı Hilafet’i terkle müteheyyi’-i azimet olan Rusya Kumpanyası’na mensub Dicle vapuruna bindim. Vapur fekk-i lenger edip savb-ı maksuda şitaban olacağı esnada ne kadar mağmum mahzun ve mükedder olduğumu bir türlü ta’rif ve tasvir edemem. İstanbul menazır-ı latifesi mesacid ve cevami’-i aliyyesi ile Bizans’a Bizans tarihine aid olan kasırlar binalar birer birer gözümün önünde resm-i geçit yaparcasına geçerken ben ailemi çocuklarımı ahibba ve eviddamı düşünür ve bana ikinci bir maskat-ı re’s kadar aziz ve sevgili olan İstanbul’un firak-ı gam-aluduyla müte’essir oluyordum. Aynı zamanda Sebilürreşad ceride-i İslamiyyesi uğrunda taahhüd eylediğim hıdemat-ı mühimmeyi piş-i nazar-ı dikkate getirip pek büyük ve ağır bir yük altına girmiş olduğumu tasavvur ettikçe daraban-ı kalbim arttıkça artıyordu. Saat dört buçuk zevalida kalkan vapur yavaş yavaş dı. Bunlar her unsur ve mezhebden bulunuyorlardı. Mesela bana verilen numaralı kamarada France namında ve Avusturyalı genç bir banka me’muru vardı ki İzmir’deki mir’deki Crédit Lyonnais Bankası’na nakl-i me’muriyyet eylemişti. Gece vakti yemek masası başında bu oda arkadaşı olan gençle zemin-i musahabemiz İtalya Muharebesi’ne intikal ediverince derhal Osmanlıların lehinde ve İtalyanların aleyhinde olarak beyanatta bulundu. Huzzar ise söze sohbete şarlatan fırsat düşmanı bir kavim olduklarını söylediler. Temmuz: Hasılı o geceyi pek mağmum bir halde geçirerek ertesi Çarşamba günü Temmuz sabahı Çanakkale’ye ve akşamı zevali saat dörtte Midilli’ye vasıl olduk. Oda arkadaşımla beraber karaya çıktık. Bu adada maatteessüf iskeledeki polislerden başka Türkçe bilir kimselere rast gelemedik. Rast gele oturduğumuz bir kahvehanede şekerli kahve istediğimizi bir türlü kahveci olan herife anlatamadık. Biraz dolaştıktan sonra tekrar vapura döndük. Vapur buradan birçok yük ve saire alarak gece yarısından sonra yoluna düştü. Temmuz: Temmuz’un beşine tesadüf eden Perşembe günü sabahleyin zevali saat sekizde İzmir’e geldik. Derhal İzmir’e inecek olan kamara arkadaşıma refakat ederek doğruca rıhtıma ve Pasaport İdarehanesi’ne uğrayarak sonra “Hotel Hall”a kadar gittik. Bir müddet istirahatten sonra rıhtımda ve çarşılarda gezerek ahval-i mahalliyye hakkında biraz tetebbu’da bulundum. nisbeten daha ehvendir. Bunun sebebi ise İzmir’e uğrayan vapurlarla yolcuları olsa gerektir. Aynı zamanda İzmir’de pek büyük bir kuvve-i askeriyye bulunmakta olduğunu bir zabit bana söyledi. Bu askerlerin herşeyi mükemmel ve muntazamdır. Osmanlı asakiri Anadolu cihetine her bir ihtimale karşı asker çıkaracak olan İtalya’ya tüfenkle mukabele etmeyeceklerine ve bilakis ormanlardan kesecekleri meşe odunlarıyla o hınzırları tepeleyeceklerine kasem eylemişlerdir. olan para ve ufaklık mes’elesidir ki insan çarşıdan bir şey satın alınca birkaç dakīkada geri alınan parayı saymakla meşgūl olmaya mecbur oluyor. Hükumet Maliye Nezareti evzan ve mikyasat-ı Osmaniyyeyi bilmem ki ne zaman yoluna koyacaktır. Çünkü bu hallerin ref’ u def’i ve Osmanlı parasının her yerde aynı fiyatla sarfolunması devletimizin nüfuz ve i’tibarını göstermeye hizmet edeceğine şübhe yoktur. Mecidiyenin yirmi kuruş olduğunu öğrenen ecnebiler onu ondokuza sarf olunduğunu görünce ızhar-ı hayretten kendilerini alamıyorlar. Mısır’da on paralık bir şey alınsa hemen liranın üstünü ufaklık olarak derhal iade ederler. Bu ufaklık mes’elesinde zannedersem en büyük rolü ifa edenler miyanında en ziyade alakası olan Osmanlı Bankası’dır. pıyor. Bu şehirde Midilli’de olduğu gibi lisan-ı Osmani Rumca’dır. Rumca bilmeyen buralarda ve Sakız’da sıkıntı çeker. Lisan-ı Osmani’nin intişarına kim bilir bundan sonra muvaffakiyet elverebilecek midir? Bu lisan mes’elesinin siyaset ve hakimiyet üzerindeki te’sirini burada bir iki lakırdı ile tavsif edemeyeceğim. § Vapurumuz İzmir’den akşamın saat dördünde mufarakatle gece yarısına yakın Sakız’ı buldu. Burada pek az tevakkuf ettik. Karadan ekmek ve saire ile sakız reçeli vapura kayıkçılar tarafından getirilmişti. Cuma günü saat dört alafrangada vapurumuz Rodos’a muvasalat etti. Limanda birkaç küçük torpidobotla iki büyük İtalyan kruvazörü bulunuyordu. Vapurumuza doğru İtalya bayrağıyla birkaç İtalyanı hamil olan bir muş geliyordu. Muşun vapura yanaşmasıyla manmaya başlayıp soluklarını güverte üzerinde aldılar. Bu gelenlerin biri binbaşı rütbesinde diğeri sivil bir doktorla üç jandarma zabitinden ibaret bulunuyorlardı. Çok geçmeksizin İtalyan doktor vapurdaki yolcuları mu­ ayeneye koyuldu. Resm-i geçit yaptırırcasına yolcular birer birer önünden geçerken muayene ve teftiş ediyordu. İslam kadınların yüzlerini açıp dikkatle bakıyordu. Şübhe ettiği eşhası ayrı bir tarafa ayırıp sonra isticvab eyliyordu. Bu kadarla da kanaat etmeyerek asker olup olmadıklarına dair kurtuldum. Zira evrakımı çantalarımı tedkīk ve ta’mik etmiş olsaydı dini ve Osmanlı bir ceride-i İslamiyye’nin muhabir-i mahsusluğuyla Hindistan’a ve alem-i İslam’a gitmeye me’­ mur olduğumu bilir bilmez hemen beni evvela Rodos’a ve oradan ihtimal ki Palermo’daki üsera-yı Osmaniyye nezdine gönderecekti. Huda-nekerde böyle bir hale ma’ruz olsaydım bütün emeklerim amalim mahvolacağı gibi Sebilürreşad ’ın da teşebbüsatı netice-pezir olamayacaktı. den burada birkaç söz söylemek isterim ki esasen Rusların Rus Kumpanyası’nın yalancılıklarına aid olacaktır. Bunu yalnız ben tenkīd ve şikayet etmiyorum. Benimle beraber bu vapurda bulunan sair Osmanlılar da aynı halde bulunuyorlar. Hatta Sebilürreşad ’a yazacağım mektubu imzalamaya bile amade olduklarını mükerreren beyan eylemektedirler. Rus Kumpanyası’ndan bilet alırken vapurlarının Rodos’a uğrayıp uğramayacağını ve İtalyanların teftişatına ma’ruz bulunup bulunmayacağını gerek ben gerek sair yolcular sorup nefy cevabını aldıklarına rağmen Rus vapuru Rodos’a uğramıştır. Buraya çıkaracak ve alacak hiçbir yük ve metaı da olmadığı ahiren anlaşılmıştır. § Rodos’da bir fevkaladelik olmadığını ve İtalyanlarda da eski faaliyet kalmadığını Rodos’daki Musevilerden biri söyledi. Hatta birçok ebniye ve inşaata başlamış olan İtalya her nedense birden bire eli ağırlaşmıştır. Rodos’a yolculardan hiçbirini çıkarmaya ve kasabayı gezmeye İtalyan me’murları müsaade etmediler. Hatta İspanyol tebaası bulunan bir Musevinin karaya inmesine bile mesağ göstermediler. § Her ne hal ise iki buçuk saat kadar Rodos’da tevakkuf ettikten sonra Rus vapuru demirini kaldırıp yola revan oldu. Esna-yı rahda limanın haricinde demirlemiş olan İtalyan kruvazörü mürettebatı ve zabitanı tarafından vapurumuzun hamil olduğu Rus bayrağı selamlandı. Bizimki de bil-mukabele cevap verdi. Hülasa gerek bana ve gerek Sebilürreşad ’a geçmiş olsun demek lazım gelir. Rus vapurunda intizam ve nezafet namına bir eser yoktur. Vapurun birinci mevkii sair kumpanyaların ikincisi kadar temiz olmadığı gibi yemekleri dahi pek biçimsiz ve tatsız şeylerden ibarettir. Aynı zamanda bu yemeklerin fiyatı o kadar pahalıdır ki acından ölmek derecesine gelenler bile bir şey satın almakta tereddüd ediyorlar. Ez-cümle limonatanın küçük bir şişesi bir franga ve bir tabak çorbanın da aynı fiyata satıldığını da söylemek sair şeyler hakkında zannedersem kariin-i kirama oldukça iyi bir fikir verebilir. Tuhaf ve hakīkī bir hikayeyi yad etmekten bir türlü kendimi alamıyorum. İzmir’de kamara refikım benden ayrıldıktan sonra kamaraya bir genç ve saçlı sakallı bir papaz getirildi. Bu adam İstanbul’dan Yafa’ya kadar bir bilet almış ve fakat bütün kamaralar dolu bulunduğu için iki gün kahve ocağında yatmış bilahare münhal yer vukūuna binaen bulunduğum kamaraya gönderilmiştir. Bu biçare yalnız yemeksiz bir mevki’ bileti yüz bu kadar franga satın alarak yemeğini bir sepet içinde beraber getirmiştir. Arasıra çay içmek mu’tadı olduğundan ve vapurda bardağı iki kuruşa satılan çayın fiyatını istiksar eylediğinden kendi çayını kullanmaya karar veren papaz refikıma bu kerre vapurdaki aşçı ve kamarot sıcak suyu da para ile satmaya kalkışmaları üzerine papaz cenabları haddinden aşırı köpürerek bağıra bağıra kamaraya doğru yürüdü. Hiçbir şeyden haberim olmayan ben; “Hayrola ne oldu?” diye sormaklığım üzerine; “Bu kafir hınzırlarda insaftan eser bile kalmamıştır.” mukaddimesiyle hakkında yapılmak istenilen muameleyi kırık dökük Türkçesi’yle anlatmaya başladı ve aynı zamanda sesini Bu esnada şikayetçilerin adedi çoğalmaya başladı. Kimi vapurda yazı kağıdı kimi de vakit geçirecek oyun ve eğlence alatının fıkdanından kimi de orada masa üzerinde bulunup da gayr-ı kabil-i isti’mal olan kağıd kurutmasını elinde tutup huzzara gösteriyordu. Öyle bir pandomimaya daha ilk defa olarak tesadüf ediyorum. Hakīkaten sıcak suyu para ile satmak usulünü ilk defa galiba Rus vapurları icad ediyorlar. Vapur acentesinin diğer gayr-i kabil-i afv bir kabahati vardır ki başlıca yalan söylemesidir. Vapurun Beyrut’a muvasalat edebileceğini kimine Pazar kimine de Pazartesi günü söylemişken ahiren vapur kumandanının ifadesi üzerine ancak önümüzdeki Salı günü öğle vakti oraya yetişeceğimiz tahakkuk eylemiştir. Hele bu vapurun güvertesinde yaşayan zavallı Osmanlıların halini bir türlü ta’rif ü tavsif edemem. Öyle ani rahatsızlıklara mahkum bulunuyorlar ki görüp de müteessir olmamak gayr-i kabildir. Vapur iskelelere yanaştığında bu biçareler bütün eşyalarını büküp kaldırmaya ve tekrar limandan hareket ettikten sonra tekrar yerleştirmeye mecbur olmakla beraber sabah ve akşam tayfaların tahkīrleri yüzünden de zavallılar büsbütün bizar oluyorlar. § Maatteessüf henüz ne hükumet ne de millet-i Osmaniyye kendi tebaa ve din kardeşlerini böyle mütegallib ve yalancı ecnebi kumpanyalarının tegallüb ve i’tisafından kurtarmak nememişlerdir. Böyle bir Osmanlı kumpanyası teşekkül edecek olursa evvela bereketli ve sağlam bir kar te’min edecek saniyen kendi vatandaşlarını ecnebilerin bu gibi tahkīratına hedef olmaktan tahlis eyleyeceğinde hiç şübhe yoktur. Fakat vaktiyle dünyayı zabtedip bir aşiretten bir devlet çıkaran Osmanlılarda el-yevm hıref ve sanayi’ ve ticaret namına hiçbirşey kalmamıştır. Teşebbüs-i şahsiye malik olmayanların sonu inkıraz olduğu her gün edille ve burhanıyla meşhudumuz olmakta iken hala memleketimizde bir müteşebbis yüzünü görmekten mahrumuz. Vapurdaki Osmanlı arkadaşlarım benim Hindistan’a kadar bir yolculuk ihtiyar ettiğimi işittiklerinde hayret ve behte duçar oldular. Bana; “Bu Temmuz sıcağında Haleb tarikıyla Bağdad’a Irak’a Basra’ya Hindistan’a gitmek doğrusu büyük bir cesarete muhtacdır.” demesinler mi! Hasılı bu milleti seyahat ve ticarete bir an evvel alıştırmak ve bunları bu gibi nafi’ ve istifadeli yollara sevk ile rızk ve maişet peşine Teşebbüs-i şahsi ve ticaret hevesiyle ma’ruf olan milletler hiçbir zaman makhur ve mağlub olmaz. Nümune göstermek lazım gelse Iranileri derhal gösteririm. Bu vapurda bile iki lediler. Bunlar İran’ın Horasan şehrinden ticaret ve kar için Suriye ve Mısır’a “firuze” götürüyorlar. Vapurdaki frenk madamalarına bile birkaç danesini satıp vapur navlunlarını kar çıkardıklarını bana söylediler. § Şimdi gece ve saat zevali üç buçuktur. Yarın Pazar ve Temmuz’un sekizidir. Zannedersem sabah vakti vapurumuz Mersin’e uğrayacak ve bir-iki saat kadar orada duracaktır. Fakat Mersin’de kolera olduğu cihetle yolcuların karaya çıkabilmeleri biraz meşkuk gibi görünüyor. Havalar gittikçe sıcaklaşıyor. Hele bu gece kamarada yatmak hiç kabil değildir. Aydınlık da azdır. Henüz hilal halinde olan ay cevv-i semada pek az meks ettiğinden denizde bir letafet görünmüyor. Fakat şu birkaç günlük yolculukta hamd olsun fırtına ve emsaline tesadüf etmedik. Herkeste bir şetaret ve şenlik vardır. Denizin koyu mai rengi ile güneşin iltimaatı pek şairane bir manzara teşkil ediyor. § Her ırk ve milletten vapurda yolcu vardır. Adeta sefine-i Nuh’a benziyor. Yeryüzünde elsine-i şarkıyye ve garbiyyenin ekserisi vapurda tekellüm ediliyor. Rusya’nın seyaset-i dahiliyyesi pek yolunda olmadığını bir Rusyalı madam bana bugün anlatıp er geç Rusya’da büyük bir gürültü kopacağını da söyledi. Bu ictihadın ne derecede kabil-i vüsuk olduğunu vekayi’-i siyasiyyeyi daha yakından ta’kīb edenler bilse gerektir. Vapurda Musul’a gidecek olan iki Keldani papazı vardır. Bunlar Dersaadet’te ve Fransa Sefareti sokağında kain olan Saint Benoit Mektebi’nde Latince ve Fransızca ruhbanlık derslerini on sene zarfında ikmal edip şimdi de memleketlerine avdet ediyorlar. Her ikisi Arabca tekellüm ediyor. Aramızda birçok münakaşat ve mübahasat-ı diniyye cereyan etti; gah ben onları ilzama bazan onlar beni iknaa çalıştılar. Fakat “Ekanim-i Selase” bahsine gelince; “Bu hususta papa hazretleri bile sağlam bir cevap veremez. Çünkü bu öyle bir sırdır ki o bile künhüne vakıf değildir.” cevabında bulundular. § Vapurumuz yarın akşam İskenderun’a öbür gün Pazartesi Trablusşam’a ve Salı günü de Beyrut’a muvasalat edip bir gün kalacaktır. Sonra oradan Hayfa’ya Port Said tarikıyla İskenderiye’ye ve oradan tekrar İstanbul tarikıyla Odesa’ya geri gidecektir. Bu vapur pek eski ve fakat daimi surette ta’mir olunduğundan henüz revnakını gaib etmemiştir. Vapurda iki küçük topla on iki tüfenk bulunuyor. Bu vapurlar zannımca Rusya’nın nüfuzunu Şark ahalisine ve bilhassa müslümanlara tanıttırmak için İstanbul ve Suriye sularına amed-şod ederler. Hükumet-i Osmaniyye’nin bu gibi ticaret ve şirket vapurlarına silah taşıyacak kadar müsaadekarane davrandığına doğrusu taaccüb olunur. § Beyrut’ta tedkīk ve tetebbu’ edecek bazı noktalar için birkaç gün kalmaya mecburum. İhtimal ki Cebel-i Lübnan’a da uğrarım. “Haleb’de kolera vardır.” diye şimdiden bir havadisdir gidiyor. Her ne ise Cenab-ı Hak hayırlısını sin’de postaya veririm; mümkün olmadığı takdirde Trablus’dan veya İskenderun’dan gönderirim. Din-i Celil-i İslam’ın en ziyade ehemmiyet verdiği şeylerin birisi de hiç şübhe yok ki seyahattir. Çünkü İslamiyet bir kavme bir beldeye mahsus olmadığı gibi hükümleri de umumidir; efraddan ziyade hey’et-i ictimaiyyeyi nazar-ı lazım olan kavanini vaz’ etmiştir. Bir cem’iyetin yaşaması vahid gibi merbut olarak zaif noktalarda birbirlerine muavenet ederek cem’iyeti muhkem bir kal’a haline ifrağ etmekle kabil olabilir ki bu da ancak seyahatler icra ederek yekdiğerinin halinden haberdar olabilmeye mütevakkıftır. İşte bunun içindir ki İslamiyet bu cihete pek büyük ehemmiyet vermiştir; hatta ehemmiyetini göstermek için müteaddid ayat-ı kerime bile nazil olmuştur. Fakat her nasılsa bu mühim ve mühim olduğu kadar da faideli olan seyahat mes’elesi birçok zamanlardır İslamlar arasında unutulmuş adeta bir kasabada yaşayan diğerlerinin halinden haberdar değil bir hale gelmiş. Bir seyyah esna-yı seyahatte bazan öyle şeyler görür ki hakīkaten me’yus olur. Bazan da öyle şeylere tesadüf eder ki milletinin istikbali hakkında kendisinde büyük bir ümid hasıl olur. Bunun her ikisini de enzar-ı ümmete arzetmek me’yusiyete sebeb olan halin izalesini taleb etmek lazımdır. da bu hakīkatleri bana gösterdi. § İstanbul’dan Şa’ban akşam alaturka saat bire on kalarak hareket ve sekize yirmi kala Alpullu İskelesi’ne geldim. Oradan posta arabasıyla Babaeski’ye oradan da hiç durmayarak doğruca Şa’ban gündüz alaturka saat üçe on kala Kırkkilise’ye geldim. Burada ahali zabitan me’murinden bazı zevat ile görüştüm. Bir İslam ceridesi olması cihetiyle Sebilürreşad hakkında göstermiş oldukları teveccühat-ı dindarane bana pek büyük ümid verdi. Hakīkaten Sebilürreşad ceride-i İslamiyyesi hakkında pek büyük teveccühleri var. Ta’mim ve intişarına o kadar sa’y ediyorlar ki ta’rif edemem. Musahabe esnasında zabitandan bir zatın söylemiş olduğu şu sözler Sebilürreşad hakkındaki teveccühün ne derecede olduğunu göstereceği – Bugün Sebilürreşad ceride-i İslamiyyesi’nin her tarafa lışmak için adeta hac sevabı vardır. Çünkü haccın hikmet-i şer’iyyesini teemmül edecek olursak en büyük hikmetlerinden birisi bütün müslümanların aktar-ı alemin her köşesinden o makam-ı mübareke gelerek birleşip yekdiğerinin halinden haberdar olması ve o münasebetle müslümanlar arasında tearüf ve teavün esaslarının kuvvetlenmesidir ki Sebilürreşad ceride-i İslamiyyesi’nin ta’kīb etmekte olduğu meslek de budur. Daima alem-i İslam’ı yekdiğerinden haberdar ederek onları intibaha da’vet ediyor… § Ferdası şehrin içerisini yanımda bir refik ile geziyorduk. Bu sırada bir arsaya geldik. Bu arsa hakīkaten nazar-ı dikkatimi celbetti: Etrafı gayr-ı müslimlerin haneleriyle muhat bazı kimseler de orasına burasına abdest bozmuşlar. Bununla beraber kısmen harab olmuş bir minare de bu arsanın orta yerinde duruyor. Bu yekdiğerine mugayir olan iki hal karşısında bulunmaklığım bila-ihtiyar refikıma şu suali irad etmeme sebeb oldu: – Azizim bu hal ne? Bu ortada duran minareye benzer şey ne oluyor? Müteessirane cevap verdi: – Burası vaktiyle müslümanların namaz kılması için yapılmış mukaddes bir ma’bed muazzez bir cami’-i şerif idi. Doksanüç Muharebesi’nde Ruslar buraya gelmişler bunu yıkıp harab etmişler bu minarenin yarısı kalmış şimdi de gayr-i müslimler geliyor da gözümüzün karşısında buralara tebevvül ediyorlar!.. Şu cevap karşısında öyle bir hale geldim ki bütün vücudum bir ra’şe-i teessür içinde kaldı. Zira bu hal bizdeki ahval-i ruhiyyeyi tamamen meydana koyuyordu. Biz müslümanlar cevami’ ve mesacide abdest almaksızın girmezken cami’lerimizi en mukaddes bir mahal i’tikad ederken nasıl oluyor da gözlerimizin önünde o mukaddes ma’bedlerimiz –düşmanın gözüne battığı için düşman tarafından tahrib olunan bir Ka’be-i mukaddesenin– derununa abdest bozuyorlar da biz hiçbir teessür duymuyoruz? Biz i’la-yı kelimetullah ve haysiyetini yar u ağyara karşı böyle mi muhafaza edeceğiz? Bizler ecdad-ı izamımızın evladları değil miyiz? Oraya gelip abdest bozmakla Ka’be-i Muazzama’ya Zemzem Kuyusu’na tebevvül etmek beyninde ne fark vardır? Bizde hiç kan hiç his yok mudur? Burada Kırkkilise ahali-i müslimesinin üzerine terettüb eden bir vazife-i diniyye vardır ki o da; hiç ihtiyac olmasa bile düşmanın tahrib ettiği bu cami’-i şerifi eskisinden daha mükemmel olarak yeniden yapmak yar u ağyara karşı Müslümanlığın ulviyetini namus ve haysiyetini muhafaza etmektir. İnadına olarak gelip oraya tebevvül etmek isteyenlere karşı bu camii ihya etmek hacca gitmekten daha efdaldir. Ümid ederiz ki şimdiye kadar nazar-ı dikkate alınmayan bu ma’bed-i mukaddesi ahali-i hamiyyet-mendan § Daha sonra o caddeyi ta’kīb ederek gittim meydanlık bir yere geldim. Burası vasi’ havadar memleketin en hakim bir noktası bulunuyordu. Burada pek dehşetli bir bina nazar-ı dikkatimi celbetti. Sordum; Rum mektebi olduğunu söylediler. O zaman biraz tevakkuf ettim mülahazaya daldım. Bilmem İslamlardaki bu kansızlık nedir? Her yerde İslamlara nisbetle sair vatandaşları müteyakkız mütenebbih müterakkī bir halde; İslamlar ise sanki dünya ile hiç alakaları yok imiş gibi herşeye karşı lakayd. Şimdi gönül arzu ederdi ki koca bir Kırkkilise sancağında –görmüş olduğum Rum mektebine muadil– hiç olmaz ise sekiz-on kadar İslam mektebi olsun. Fakat heyhat! § Sonra memleketin servet-i iktisadiyyesi tekmil gayr-i şeklinde yazılmıştır. müslimlerin elinde bulunuyor. Bir zat-ı muhteremin ifadesine göre geçen sene bir müslüman furun açtığı halde kimseden rağbet göremediği için bilahare kapamaya mecbur kalmış. Vah Müslümanlığa! Hani ya müslüman müslümanın kardeşi değil miydi? Müslümanın müslümana muaveneti lazım değil miydi? İnsan bu gibi halleri görüyor da; “Hissizlik kansızlık atalet taksim olunurken başta müslümanlar bulunuyormuş!” diyeceği geliyor. Burada herşey fiyatlı; hususıyle me’murin ve zabitan sınıfları kadar hiss-i teavün yok sair sınıflara iki kuruşa verilen bir şey me’murin ve zabitana üçe veriliyor. “Siz maaş sahibisiniz” diyorlar. Hele hane kirası pek fahiş. Sokakları o kadar [gayr-i] muntazam ki bir cani firar etmiş olsa derhal bir saniyede gaib olur iki kişi yan yana zor gider! JAPONYA TİCARET-İ BAHRİYYESİ Biliyorsunuz ki Japonların terakkıyat-ı mühimmelerinden biri de ticaret-i bahriyyelerinin tealisidir. Bu hususda Garb asarı fıtri olan adavetlerine mebni her vakit Japonların lak adedlerden ibaret gösterirler; fakat son vakitlerde hükumetin murakabesine tabi’ ve gümrük liman idarelerinin tasdiki oldum. Şu cümleden sene-i miladisine aid bir ticaret-i bahriyye istatistiki buldum ki bu babda kariin-i muhteremeye bazı ma’ruzatta bulunmayı münasib görüyorum: Bu eserlerden birisi hususan şayan-ı dikkat olup Japonya’nın yirmi senelik ticaret-i bahriyyesini göstermektedir. Şöyle ki: senesinde Japon şirketlerine ve eşhasa aid ekalli tonilato olmak şartıyla sefain-i ticariyyenin adedi mecmuunun sikleti bin tonilato iken senesindeki a’dadı tonilato sikleti iki buçuk milyon raddelerinde yani vasati olarak her sefine tonilato raddesinde bulunuyor. El-yevm Japonya ticaret-i bahriyyesinde meşhur şirketler: Dowayova Kisen Kaisha Ticaret-i Bahriyye Şirketi Nippon Yusen Kaisha Japonya Bahriye Ticareti Japonya Gönüllü Filosu namlarıyla üç kumpanyadır. Birinci şirket münhasıran millet parası ile vücuda getirilmiş ve bin dokuz yüz iki senesine kadar ufak ticarethanelerden ibaret olan birkaç ehl-i gayretin ittihadıyla meydana çıkmıştır. El-yevm bu şirketin bin tonilato sikletinde sefaini vardır. Şimdi de bin tonilato istiabında bir yeni gemi daha yapmaya başlamışlardır. Şirketin yeni projesi mucebince senesinde bütün filosu milyon tonilatoya kadar irtifa’ edecektir. Nippon Yusen Kaisha şirketi yani ikinci şirket dahi hükumetin postasını nakl ile ve fakat Hindistan ve Avrupa hatlarına olup mecmu’-ı istiabı bin tonilatodur. Bu şirket de sefaininin nezafet ve güzelliği ile meşhurdur. Birincisi ise cesamet-i fevkaladeleri ile meşhurdur. Üçüncü şirket Japonya Gönüllü Filosu’dur ki bunun nısf hissesi hükumetindir. Binaenaleyh bu vapurlar esna-yı sulhda bir ticaret gemisi eyyam-ı harbde hafif kruvazördürler. Bu şirketin gemileri cümlesi yeni ve gayet seri’ ve metin olup seyirleri ila mildir. Bu şirketin en eski gemisi seneliktir ki bunun sür’ati mil olup harb için bati addedildiğinden bu sene İlkbaharında filodan ihrac olunup satılmıştır. Hakeza Japonya’da bulunan i’malat-ı bahriyye tezgahları şayan-ı mülahaza bir derecede terakkī etmektedirler. Elyevm bütün Japonya’da yerde küçük ve büyük tersane mevcud olup altısı bunlardan en mühimmidir: Osaka Kobe ve Nagazaki şehirlerindekiler hususi olup Kore Yokosuka ve Kiyoshni’deki tezgahlar da hükumete aiddir. Hususi tersanelerin en büyükleri Kobe ve Nagazaki tezgahlarıdır. Bu iki tezgahta el-yevm Japonya Hükumeti için to torpido muhribi birkaç da sahil karakoluna mahsus top çekerleri inşa olunmakta. Osaka Tezgahı ise el-yevm yukarıda arzettiğim bin tonilatoluk bir gemi ile birkaç da daha küçük gemiler inşa etmektedir. El-yevm tezgahlarda çalışan amelenin hesabı - bin raddelerindedir. Yukarıda arzettiğim üç şirketten maada sevahilde seyr ü sefer eden ve birkaç vapura malik daha kadar şirket ve ticarethaneler vardır ki bunların ehemmiyeti o kadar yoktur. Tokyo’da bulunan meşhur ticarethane ve şirketlerin ekserisini ziyaret ettim. Ziyaret edemediklerimi de bil-vasıta anladım. Taaccüb olunacak pek çok ahval kaydettim. Şu cümleden bu kadar büyük şirketlerde ve onların inşaat tezgahlarında bugüne kadar hiçbir ecnebi kullanılmamıştır. En son İngiliz me’muru senesi Mitsui nam mütemevvilin muavenetine ihtiyacları kalmamış. Zann-ı acizaneme göre buraları bizim ehl-i ticaret için hakīkaten gelip görülecek ve nümune alınacak birer ticaret daireleridir. Hususan tezgahlarındaki mütehassısların bile medhettiğini işitip geçen sene hayran olmuştum. Burada bulunan Rus ataşenavalının rivayetine göre Yokosuka Tezgahı gibi mükemmel bir tezgah el-yevm yalnız birkaç yerde varmış. Rusların meşhur Baltık ve Sivastopol Tersaneleri bundan çok derecede aşağı ve nakıs imiş. § Bugünlerde vasıl olan bazı İstanbul gazetelerinde Reji oldum. Lakin onu hakkıyla idare edecek muktedir me’murlarımız olmadığı eskiden beri ma’lumum idi. Japonya’da dahi tütün inhisarı hükumet elinde ve son derece mükemmel bir haldedir. Geçen sene sonbaharda hasta bulunduğum zaman etibbanın tavsiyesi mucebince dağlar arasına köylere gitmiş idim. Oradaki bir köylü dükkanında nasıl bir tütüncüler köyü olduğu halde hükumetin takayyüd ve faaliyeti sayesinde hiç olmazsa kaçak tütünün ne olduğunu bilen adama bile rast gelemedim. Tütün kaçırmak ne olduğunu bi­ le unutmuşlar. Tütün isti’mali gayet şayi’ olduğu halde kimse kendi tütününü isti’mal etmiyor. Belki hepsi hükumetin tütününü kullanıyorlar. Eğer hükumetimizde böyle bir fikir mevcud ise her nasıl olsa da buraya bir-iki İngilizce bilen mütehassıs gönderseler tabii faideden hali olmazdı; şayan-ı desi çok olurdu zannederim. Hususan bizdeki kolculara edilen masarıf ve kaçakçılarla beynlerinde vukūa gelen mukatelat ve muhakemeler burada söylense kat’iyyen inanılmaz zannederim. Tokyo: Temmuz SENUSI HAZRETLERİNİN MÜCAHİDIN-İ İSLAM’A MEKTUBU VE İKİ OĞLUNUN MEYDAN-I HARBE VUSULÜ el-Alem refikımızın darü’l-cihaddan aldığı mektubdur: yalan intişar etmekte Seyyid Senusi hazretlerinin kendilerine zahir olduğu da’va olunmakta idi. Biz bu gibi sarih eracif hakkında bir şey demeye lüzum bile görmemiştik. Fakat bilmezdik bu derece yalana sebeb ne idi. Halbuki Mevlana es-Seyyid Senusi hazretleri ibtida-i harbden bu ana kadar mücahidin-i kiramı cihada teşvik etmekte ve umum zaviye şeyhlerinin merkezlerinden meydan-ı harbe azimetleri hususuna lazım gelen evamiri ısdar etmekte idi. Umum meşayih-ı kiram da sem’an ve taaten asakir-i Osmaniyyeye iltihak ederek mücahedeye iştirak ettikleri ellerinden geleni diriğ etmeyip bütün mevcudiyetleriyle sarf- ı mesai etmekte oldukları aşikardır. Bizzat kendileri dahi harbe geleceklerini vaad ederek mahdumlarını evamir-i mahsusa ile göndermiştir. Kendileri de Kufra’dan mufarakat etmiştir. İstikballerine me’mur teşrifatcılar çıkıp kendilerine intizar etmektelerdir. Cenab-ı seyyidin maiyyeti erkanının kesreti ve yollarda suların azlığı bit-tabi’ esna-i seferde betaetlerini mucib olmuştur. An-karib kariin-i kirama Seyyid Senusi hazretlerinin meydan-ı harbe vusulünü dahi tebşir ederim. Bu kere evladlarıyla Urban mücahidine göndermiş olduğu hutbenin suretini göndermekle iktifa ederim: ] ---- . . ---- ---- . . ---- . : . . . ---- . . . . . ---- el-Muktebis en-Nur el-Kuddusi HAYAT-I AKVAM-I İSLAMİYYE ADAKALE’DE Tuna üzerinde beşyüz elli senelik Osmanlılıktan kalmış bir eser… Daha Birinci Murad’ın vasıl olduğu Tuna’daki ha­ kimiyet-i nehriyyemizin son izi… Burası ümmü’l-vatana maddeten ne kadar muttasılsa ma’nen de tekayyüdden o nisbette azade görülmüştür. Mevkiini görseniz cennete teşbih ederdiniz. Tuna’nın verdiği feyz ü bereketten en ziyade müstefid olan bir mevki’ şübhesiz ki bu Osmanlı adacığıdır. Adanın kuvve-i inbatiyyesi yerinde olduğu gibi yazın bu sıcaklarında bile Tuna’nın verdiği serinlik ahalinin faaliyetini tezyid eylemektedir. Ada pek büyük değildir; çevresini yarım saatte değilse kırk dakīkada bol bol dolaşabilirsiniz. Ahalisi yedi sekiz yüzü buluyor. Evleri tahta perde içinde saklı olduğu için tarz-ı mi’marileri hakkında ma’lumat veremeyeceğim. Fakat sokaklarının genişliği bir metre ile iki metre arasında tahallüf eder. Ahalisi fakīr addolunabilir. Maamafih hepsi çalışkandır. Ada içinde umuma aid olmak üzere iki bina bulunuyor ki birisi müdir-i muhtereminin dediği vechile İstanbul’daki Topkapı haricinde bulunan reji kolcusu kulübeleri kadar büyük ve müzeyyen hükumet konağı diğeri de taştan binasıyla güzel bir minber ve yekpare bir halısıyla adada birinci derecede zinetli bulunan cami’-i şeriftir. Camiin içinde mektep olmak üzere ayrılmış hususi odalarda iki muhterem sima küçükleri yetiştirmekle meşgūl. Her ikisine de gösterdikleri gayretten dolayı hasbe’l-meslek tekrar teşekküre borçluyum. Hükumet konağının arkasında kafi mikdar arazisi varken ve defaat ile Viyana Sefareti vasıtasıyla müracaat-ı resmiyyede bulunulmuşken dört hükumetin nokta-i iltisakında bulunan bu mevki’-i mühimme bir hükumet dairesi yaptırılmıyor. Viyana Sefareti dedim de hatırıma geldi: Adanın vaz’iyet-i hukūkıyye ve idaresi pek garibdir. Adanın müdiri bittabi’ diğer nahiye müdirlerinden farklı bir maaş alır. Müdirin bir kaimmakam yahud mutasarrıf veya valiye tabi’ olmayıp Viyana Sefareti’ne merbutıyeti ve ba-husus bazan da bu defa olduğu gibi sabık bir şehbenderin ta’yin edilmiş olması hükumetin buraya layık olduğu ehemmiyetle baktığını zannettirirse de heyhat!. Karşısında Orşova Macaristan’ın en kıyısı olduğu halde asfalt kaldırımlarıyla muazzam ve latif binalarıyla nazara çarparken üç çeyrek ötede Herküleç taşlıklar dağlar arasında ilim ile irfan ile vücuda getirilmiş bir mevki’-i behişti arzederken öbür tarafta Sırbistan’ın Bulgaristan’ın Romanya’nın muntazam kasabaları bulunurken adanın bir metre genişliğindeki sokakları tahta perde içindeki evleri bir kulübeden daha küçük hükumet konağı bir müdir ile bir muallimden ve dört jandarmadan mürekkeb me’murin kadrosu hakīkati hemen gösteriveriyor. Hatta hükumet-i sabıka buraya asker göndermek zahmetinden kendisini kurtarmak için Avusturya’dan nefer askerle bir zabit gelmesine bile müsaade etmiştir. Daha garib olmak üzere şunu da söyleyeyim ki adada daire-i askeriyye bahçesinde senede üç-dört gün Avusturya sancağı rekz olunur bir bandıra direği de vardır. Bunun kadar badi-i teessüf olacak bir şey daha varsa o da adanın dört tarafındaki askeri kumandanlık dairesinin hatta asker ikamethanesinin bizim hükumet dairesinden pek büyük olmalarıdır. Adanın dört tarafındaki askeri karakol dairelerine zamimeten bu üç mevki’-i resmiye karşı –tekrar edeyim– bizim bir tek hükumet dairemizle bir de camiimiz var. Onların kırk altı askerine karşı bizim altı me’murumuz bulunuyor. Yeni ta’yin olunan hakim bile el-an gelmemiştir. Buranın bir de belediye meclisi vardır ki rast gelen dükkanda ve ekseriya bir kahvede in’ikad eder. Belediyenin senevi varidatı ancak on iki bin kuruştur. Bu para ile bir belediye dairesi yapılması mümkün olmadığı gibi bir belediye tabibi de bulundurulamıyor. Hatta Orşova’dan zaman zaman birkaç gün için bir doktor bile getirilemiyor. Ancak bir ibtidai muallimi ta’yin edilebilmiş. Şayan-ı teşekkürdür. Çünkü her şeyden evvel muallime olan ihtiyac takdir olunuyor demektir. Su adayı o kadar yiyor ki “i’tikal” bir tarafının arzı hemen otuz otuz beş metreye inmiş. Adanın etrafına rıhtım gibi bir şeyler yapmak na-kabil. Çünkü belediyede para yok. Birkaç seneye kadar adanın ikiye bölüneceğinden korkuluyor. Her sabah; Tuna yükseldi mi? diye bir defa sahile koşan bu zavallı halk hükumetten bir mikdar para istemeyi akledemiyorlar. İ’tikale karşı birkaç söğüt ağacı dikmek çaresi varsa da ne onu bulabiliyorlar ne de bulsalar esaslı bir mani’ olabilecek. Adanın ahalisi üç san’atla iştigal eder: Şekercilik kayıkçılık kaçakçılık. Burada bir gümrük me’muru ta’yin etmek külfetinden kurtulmak için hükumet ahaliyi rüsum-ı saireden olduğu gibi bu resmden de afvetmiştir. Onun için ahali Macaristan’da bahalı bulunan şekeri adalarına getirterek muahharan Orşova’ya nakledip külli bir kar ile satarlar. Bu yüzden zengin olanları çoksa da fakīrlere bu san’at kapalıdır. Bunu zenginler bir inhisar tahtına vaz’ etmişlerdir. Kayıkçılık da başlıca vesait-i maişetten biridir. Şu kadar ki son zamanlarda getirilen bir Avusturya motoru bu ticareti de ehemmiyetsiz bırakmıştır. Tebaamızın şikayatı mesmu’ olmamakla beraber şiddetini el-an muhafaza etmektedir. Kaçakçılık pek vasi’ bir mikyastadır. Burada Reji tütünü de yoktur. Ahali kendileri tütün i’mal ederler. Bir fabrika vardır ki tütün i’maline yetişemez. Ma’mulat teneke ve mukavva kutular içinde dört tarafa naklolunur. Tuna üzerinde bu tütünlerin gerek naklinde gerek vapurlar derununda bey’inde büyük bir amil vazifesini görürler. Adaya gelmezden evvel beş yüz elli senelik hakimiyet-i nehriyye-i Osmaniyyenin son parçasına koşmak oradan Osmanlı puluyla etrafa mektublar kartpostallar yağdırmak me’muru ta’yin etmek adanın me’murin bordrosuna zam vukūunu icab ediyor. Ahaliden birisi yalnız bey’iyesine razi olarak pul satacağını söylüyormuş. Müdiriyet Viyana Sefareti’ne yazmışsa da iki yüz kuruşluk bir müvezzi’ ta’yini zaruri olduğundan hükumetçe adem-i kabulünden korkuluyor. Zannediyorum ki hayır tahkīk eyledim ki buranın pul sarfiyatı yevmiye Romanya’nın Macaristan’ın bu taraf hududuna kadar gelen züvvar-ı ecnebiyye ve o taraflar ahalisi adayı behemehal ziyaret ederler. Hele adaya üç çaryek mesafede bulunan Herküleç banyoları zairini o kadar fazladır ki çok defa Orşova’ya telgrafla telefonla otellerin dolu olmasına binaen banyolara kimsenin gönderilmemesi züvvarın Orşova’da beklemeleri lüzumu bildirilir. İşte bu zairin Osmanlı toprağına koşarak Osmanlılığın Yirminci Asır’daki medeniyetini görmek Osmanlı parasını almak Osmanlı puluyla etrafa mektublar göndermek istiyorlar. Fakat hepsi de benim gibi hüsran-ı emele uğruyor. Burada Osmanlı parasını bereket olarak saklarlar. Bu parayı bilenler nezdinde bulunduranlar diğerlerine naz ile gösterirler. Pulun bir danesi bile bulunmaz. Mektublar Orşova’ya Macar postahanesine gönderilir. Hele ecnebilerin bizim medeniyetimizi görmek için buraya gelip sonra onu bütün memalikimize kıyas eylemeleri o kadar girandır ki… Üsküp’te kalıplanmış fesim yollarda berbad olmuştu. Zannediyordum ki adada kalıpçı bulabileceğim. Yanılmadım; kalıpçı vardı. Vardı amma kalıbı bir o da benim işime yaramadı. Müdir Rif’at Bey çalışkandır. Bir hükumet dairesi bir hapishane bir posta merkezi yapmak istiyor. Fakat bizim o daracık bütçemizin ufacık fakat ma’nen pek büyük olan bu adaya bir şey verip veremeyeceğini te’kidleriyle beyhude araştırıp duruyor. Avusturya’nın kırk altı askeri için yapılmış hapishaneye karşı bizim bir mahkememiz bir hakimimiz bile yok ki sekiz yüz Osmanlı İslamı için bir hapishane yapılsın. Eskiden bir hakim varmış. Hükumet dairesinde yer olmadığından nerede oturduğunu bilmiyorum. Fakat bildiğim bir şey var ki o da adi bir zelle-i lisaniyye üzerine birinin i’damına hükmetmesidir. Vakıa edilen şikayet üzerine hükumet onu kaldırmış fakat yerine ta’yin edilen de el-an meydanda yok. Şer’i ve hukūkī işlerden bir kısmını bu hakim görecek. Fakat umur-ı hukūkıyye-i saire ile umur-ı cezaiyye meclis-i idareye aid. Adada kavanin-i Osmaniyye de cari değildir. Mesela üç sene habsine Ceza Kanunu’nun karar verdiği bir fiil için üç gün habs kafi görülür. Sonra yer olmadığı için mücrimin habsi de pek müşkil olur da ikinci ve üçüncü günleri afvolunuverir. Müdir bey tahrir-i emlake başladığını tahrir-i nüfus yapmak “Emlakimizi tahrir etmeyin; vergi mi alacaksınız? Nüfusumuzu bilmeyin; asker mi alacaksınız?” diyorlarmış. Çünkü bura ahalisi bütün vergilerden muaftır. Dört jandarmamızın elbisesi Avusturya askeri elbisesi yanında o kadar fena ki sormayın. Ne ise bu sene hükumet edilen ricalara karşı bir kışlık bir de yazlık elbise gönderebilmiş. Lakin bunların ne tüfenkleri ne de kasaturaları yoktur. Müdir bey bu dört kişinin yerine bir komiserle iki polisin gönderilmesini sefaret vasıtasıyla hükumetimizden rica etmiş. Verilen cevap ise şu: Yüz altmış beş kuruş maaşları olan bu dört ihtiyar jandarma İstanbul’a isteniyor. Orada jandarma mektebinde okutulup ikmal-i tahsillerinden sonra adaya tizam gösteriyor. Muntazam kumandanlık dairesi mükemmel asker ikamethanesi güzelce karakollar yapılmış temiz ve muntazam geziyorlar. Maamafih müdir ile beraber biz birkaç kişi gidiyorken nefer hiç beklemedi. Yüksek sesle bir “pardon”u müteakib safımızı yardı geçti. Hükumetimiz arzu ettiği vakit çıkarmak üzere Avusturya askerini getirdiği vakit kaleyi onlara vermiş. Yıkılan bazı mevki’leriyle bütün? kale bağçesini bugün asker kamilen zabt etmiş bulunuyor. Adanın en münbit yeri bulunan bu kısm-ı arazi adanın sülüsü değilse bile herhalde rub’unu buluyor. Buranın istifadesi kendilerine aiddir. Hatta daha garibi bu kısm-ı arazide vukū’ bulan hadisat-ı hukūkıyye ve cezaiyyeyi de kendileri halletmek koparırlar. Müdiriyet hayvanların girememesi için nihayet buraya müntehi yola divar çektirmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu mevki’den bir kısmını ifraz ederek umumi bir park yapmışlar adada hiç Avusturyalı olmadığı tekmil ahali İslam bulunduğu halde bu bağçede bulunan “Aviso” serlevhalı bir cemileler gösterildiği de olur. Ez-cümle sabık kumandan askeri fuyla Adakale yazdırmış yanına da ayla yıldız yaptırmıştır ki müdir bey bilhassa bunu bize irae ile memnuniyetini bildiriyordu. Asker her üç ayda bir tebdil olunur. Müdiriyet bundan da beyan-ı memnuniyyet eylemektedir. Adada imparatorun hususi günlerinde ve diğer bir iki günde Avusturya bayrağı temevvüc etmesine de her nedense öteden beri alışılmış i’tiraz edilmiyor. Bunu mukabil bizimkiler de bir şey düşünmüşler: Her Cuma hükumet dairesine çektikleri Osmanlı sancağından başka bir danesini de minarede bulunduruyorlar. Güzel bir mukabele değil mi? Ey Tuna üzerinde mütemevvic ve bulunduğun mevki’-i dini kadar mukaddes ve ulvi Osmanlı sancağı; seni bir daha tebcil ederim! EY ULEMA-YI İSLAMIYYE! HALA MI UYKU? Ey ulema-yı izam ey hükumet-i İslam! Şeriat-i Garra-i Mutahhara diyanet-i semha-i mukaddese sizden istimdad ediyor: A’da-yı Din-i Mübin her taraftan canavarcasına saldırıyor misyonerler her fırsattan istifade ederek hukūk-ı İslamiyyeye tecavüz ediyorlar bizim ciğergahımıza kadar hulul ederek muhadderat-ı İslamiyyenin akaidini ifsad için tedbirler düşünüyorlar bir çok acuzeler irsal ederek mekteplere hastahanelere hatta hanelerimize kadar girerek nisvanımızı götürüp teabbüd ettiriyorlar. Üfürükçülük san’at-ı rezilesi o kadar şayi’ olmuştur ki: Aktar-ı Mısriyye’nin her tarafını den Sudanilerden bir takım koca karılar misyonerlerin elinde alet olarak hanelerimize gelirler nisvanımızı iğfal ederler akīdelerini bozarlar mugayyebattan ahbar ve emraz-ı mütenevviayı tedavi edeceklerini ileri sürerek paralarını aldıktan sonra şuurlarına kadar te’sir ederler. En belası da bunları tenkīd filan kat’iyyen caiz değil. Bunların meşayihı ifritleri hep bir olup yekdiğerinden infisali kabil değilmiş. İ’tiraz da kat’iyyen caiz olmayıp her ne derlerse hemen tasdik etmek vacibmiş! Şu suretle asabi hastalıklı olanları büsbütün yoldan çıkarırlar. Şimdi misyonerler bunların İslam kadınlarına olan derece-i te’sirini tamamıyle anlamışlar büyük paralar ile o mel’uneleri İslam ailelerine hanelerine saldırıyorlar ve şu suretle kadınlarımız vasıtasıyla evladımıza tecavüz ederek onları iğfal edecekler. Kadınlara diyorlar ki: “Bizim gaybden haber veren şeytanımız hastalara şifa veren ifritimiz kiliseye gitmek Meryem’e secde etmek lazımdır…” İşte bu gibi ta’limat-ı Nasraniyye’den her ne lazım ise söyleyerek bilahare tedavisine mübaşeret ederler. Misyonerlerin tecrübeleri neticesi olarak diyanet-i İslamiyye bu yol imiş. Bu suretle nisvanımızı iğfal edebilirlerse onlar da evvelden [evlad-ı] müstakbelemizin maderleri olduğu cihetle gayeye vusul kolaylaşır az zaman büyük muvaffakiyet te’min olunması melhuz imiş! Ey ulema-yı kiram! Kendinize veresetü’l-enbiya’ ünvanını takınmak için herkesten evvel siz ihtimam ederseniz Şeriat-i Garra-i Mutahhara’nın müdafaası dahi size vacibdir. Artık bu gaflet bu cehaletten uyanınız bu üfürükçülüğün hurmeti için fetva ısdar ediniz bunun yegane ilacı budur. Bu Cenab-ı Vacibü’l-Vücud’a şirktir. Bu gibi bir fetva-yı şer’i ile bu san’at-ı redieyi men’ ve o fetvayı gazeteler sütununda ve risale şeklinde neşrediniz avam ve havas kaffesi okusun görsün. Hükumete resmen tebliğ ederek men’ini taleb ediniz. Hükumet-i İslamiyyenin vazifesi bu gibi mel’un ve mel’uneleri men’ etmektir. Bu suretle Din-i Mübin-i İslam üzerine açılmış muharebeyi müdafaa etmek size vacibdir. Zannederiz ki hükumet murad ederse bu şerire kadınları o san’at-ı rezileden men’ etmek için bir çare bulur. Hiç olmazsa; “Herkesin ailece rahatını o suretle mümkün olmadığı takdirde bunların men’i için ayrıca hususi kanun vaz’ etmeli behemehal men’ ederek bu fitne-i azime ve beliyye-i kebirenin önünü her halde almalı her halde bunun çaresini arayıp bulmak hükumet-i İslamiyyenin vazifesidir. MİSYONERLER ÇALIŞMAKLA Şa’banü’l-muazzam tarihli el-Alem refikımız böyle bir ünvan ile “kanatır-ı hayriyye”den Ahmed Atyu imzasıyla gönderilen bir mektubu neşrediyor. Aynen tercüme ediyoruz: “Bu günlerde misyonerler bütün mevcudiyetleriyle Nasraniyet’i neşretmek hususunda ellerinden gelen vesailin her türlüsüne teşebbüs ederek her türlü fedakarlıktan geri kalmıyorlar her ne lazım ise hepsine teşebbüs ediyorlar: Mektepler hastahaneler açarak erkek ve kız çocuklarını meccanen kabul ediyorlar; kitaplar risaleler gazeteler neşrederek meccanen tevzi’ ediyorlar; tekkeler açarak fukara ve eytam-ı müslimini iğfal etmek istiyorlar. Bunların hepsinden esas maksadları Nasraniyet’i tervic olduğunu bilmeyen bir müslüman yoktur. Bunların o kadar mesailerine rağmen beri taraftan insanların hakīkat ve basiret sahibleri muhtelif milletlerin ileri gelenleri sürü sürü ihtida ederek Din-i Mübin-i İslam’ı kendi hüsn-i ihtiyarlarıyla kabul ederek müşerref oluyorlar. İşte size bu ay zarfında Din-i İslam ile müşerref olanların isimlerini ta’dad edeyim: Muhammed Bey Ragıb Mina a’yanından Ivaz Beğ Uryan Beni Süveyf a’yanından Feylesof Muhammed Osman Efendi İngiliz eşrafından Hazretü’l-vecihü’l-müfekkir Mehdi Efendi İskenderiye a’yanından Bu zat daima; diyor. Ben bu satırları yazarken bir i’lam-ı şer’i okudum. Menuf Mahkeme-i Şer’iyyesi hakimi huzurunda iki kadın Din-i İslam biisinde alabildiğine kat’-ı merahıl ediyor. Evet bunda şübhe yoktur; zira bu din din-i fıtridir.” Darü’l-cihaddaki İslam kumandanlarının iş’arı üzerine Harbiye Nezareti’nden Osmanlı Ajansı’na tebliğ edilmiştir: Temmuz’un yedinci günü ale’s-sabah düşmanın Mısrata’nın garb istikametine ve cebheye karşı tam bir fırka kuvvetiyle başladığı harekat-ı taarruziyyesi mücahidinin mukavemet-i şedidesiyle iki-üç kilometre sonra tevakkufa uğradığı ve bu sırada sağ ve sol cenahda bulunan mücahidinin düşmanın Mısrata ile muvasalasını kat’ ve her taraftan taaruza kıyam eylemeleri üzerine ortada kalan düşman kuvvetlerinin azim bir perişani içinde muhtelif istikametlere firara başladıkları ve hurmalıklar içinde ta’kīb olunarak birçok defa boğaz boğaza cereyan ve gündüz saat dörde kadar devam eden muharebat ve ta’kībat neticesinde meydanda külli telefat bırakarak mütebakīsinin canlarını kurtarabildikleri ve mücahidinin hayli ganaim ve bu miyanda bir de top esteri elde ettikleri ve işbu muharebede on beş kadar şehid ile otuz küsur mecruh olduğu ve kuvve-i ma’neviyyenin fevkalade bulunduğu ma’ruzdur. § Ahiren vukū’ bulan Mısrata muharebesinden sonra hurmalıklar içinde yeniden cesedlerle eşya ve kuyulardan palaska ve cebehane ihracına devam olunduğu ve ve ’ıncı Alaylar’la Zenci kıtaatından maada Üçüncü Alay’a aid birçok cesed ve eşya dahi cem’ olunduğu ve bu muharebeye üç alay ile Zenci taburlarının iştirak ettiği ve bu fırkanın külli telefat vererek büyük bir perişaniye uğradığı ma’ruzdur. Osmanlı Ajansı Piemonte ve Caprera kruvazörleri Hudeyde’nin şimalinde bulunan beyan ediyor. Acaba ne için Roma tarikıyla? Böyle bir suale lüzum var mı? Lord Kitchener kim olmuş bir İngiliz me’muru değil mi? Elbette başka bir şey değil. Lord Kitchener’ı zihnimizde ne kadar büyütecek olsak yine bir konsolostur. Fakat Avrupa gazetelerinden bazıları bu babda başka türlü mütalaalarda bulunuyorlar. Esasen Lord Kitchener gibi ümera’-i askeriyyeden olan bir zatın bu suretle konsolosluk vazifesini deruhde etmesine başka ma’nalar veriyorlar. Lord Kitchener İtalya ve Trablusgarb muharebesiyle esasen alakadardır. Mısır’a konsolos ta’yin olunması dahi aynı maksada mebnidir. Devlet-i Aliyye’nin Mısır askerini Trablus’a sevketmek fikrine meydan vermemeyi yahud Mısır tarikıyla Osmanlı askerinin esliha ve mühimmatını geçirmemeyi… daha konsolosluk vazifesini kabul ederken deruhde etmiş. Böyle bir vazifeyi ifa ettikten sonra “Roma”ya Lord Kitchener’ın misafir olmak hakkını haiz olacağı şübhesizdir. Rusya Hükumeti İran’a her cihetten müdahale etmeye karar vermiştir. İran’da teşkili mukarrer olan Kazak Alayı kumandanlığını dahi Rus zabitanı uhdesine tevdi’ etmek üzere İran hükumeti kabul etmiştir. Bunların da vazifeleri kan dökmek olacaktır. Herhangi gazeteyi ele alıp da bakacak olursak mutlaka Fas Tunus mes’eleleri Sultan Abdülaziz ve Abdülhafiz isimleri göze çarpar. Bir zamanlar umum Mağribiler Abdülhafiz’a hüsn-i zan ederek biraderi Abdülaziz aleyhine kıyamını istihsan etmişler vatan ve milletin selameti uğrunda büyük büyük ümidleri Abdülhafiz’a tevcih etmişlerdi. Hatta o derecede hüsn-i zan ederlerdi ki; bu adamda yegane bir emel var ise o da vatan ve millet-i İslamiyyenin selametine hizmet etmektir. Kanlar dökülecek canlar feda olunacak vatan ve milletin haysiyet ve namusunu layıkıyla müdafaa için lazım gelen esbaba kemal-i ciddiyyetle teşebbüs olunacak zannolunuyordu. Va esefa ki bu zanların da fasid olduğu çok sürmeyip tahakkuk etti. Vatanın selameti uğrunda canını feda ederek bir gün geldi Fransızların kucağına atıldı resmen Fransa himayesini iltizam denaetini irtikab etti. Fransızlar da milletine hıyanet eden Abdülhafiz’ı iğfal ederek nail-i meram olduk zannetmişlerken Sultan Abdülhafiz’ı elde etmekle memleketini dahi elde ettik zehabına düşmüşlerken birden bire efkar-ı umumiyyede heyecan başgösterdi. Umum Marakeş ahalisi silaha sarılarak memleket ve vatanlarını düşman tasallutundan muhafazaya kıyam ettiler her beldeye her türlü mihen ve mezahime göğüs gerekek vatan uğrunda kanlarını canlarını feda etmeye karar verdiler. Bunun üzerine Fransa hükumeti de anladı ki Marakeş’e tasallut etmek için yalnız Wilhelm cenablarının muvafakati ve Mulay Hafiz’ın rızası kafi değilmiş; belki asıl memleket ve vatanın sahibleri olan milletin rızası lazım keş’de Fransızlar da aynı haldedir. Ne canlar gitti ne paralar sarf olundu. Fransızlar nedamet edecek dereceye gelmişler. Halbuki sonraki pişmanlık faide vermez. Şimdi ızhar-ı acz etmek de müşkil. Hülasa Arabların kuvve-i ma’neviyyelerini Fransızlar şimdi anladılar pek büyük müşkilata duçar olacaklarını tamamıyla keşfettiler. Abdülhafiz’dan başka vatanın asıl sahibleri olduğunu ayne’l-yakīn müşahede ettiler. Biz de Mağribi kardeşlerimize yalnız bir kelime tavsiye ederiz: nass-ı celilini unutmayınız. Evrak-ı resmiyyeden tebeyyün ettiğine göre Rusya’nın Grodna vilayetinde senesinde sarf olunan rakı krotke iki milyon yüz bin ruble kıymetinde iken senesinde iki milyon beş yüz bin rubleye çıkmıştır. Rusya hükumeti şimdiye kadar hep Rusların cehaletinden istifade etmekte idi. Bu kere Rus askeri miyanında dahi laf anlar adamlar zuhur edebileceği ümidi biraz açıldı. Bundan bir ay mukaddem Rusya Karadeniz Donanması efradı miyanında bir iğtişaş zuhur ederek taifeler amirale karşı muhalefet etmiş bilahare efrad-ı bahriyyeden on kişi mahkeme kararıyla kurşuna dizilip onu kalebend ve yüzlercesi de nefy olunmuştu. Şimdi de asakir-i berriyye miyanında iğtişaş zuhur ederek yüzlerce nefer itlaf olunduğu rivayet olunmaktadır. Temmuz tarihiyle Rangoon’dan Darülhilafe matbuatına çekilen telgraftır: Rangoon Cem’iyet-i İslamiyyesi Burma Hindistan tini bu fevkalade müşkil zamandaki adem-i ittihadı büyük bir zucret-i kalbiyye ile telakkī ediyor ve Devlet-i Osmaniyye eylemeye da’vet eyler. Aynı zamanda bu uğurda sarf-ı nüfuz etmesini Amiral … burada isim okunamamıştır’dan rica eder. Kalküta’da münteşir Hablü’l-Metin refikımızda okunduğuna göre Hindistan’ın Lucknow beldesinde ictima’ e­ den Nedve-i İslamiyye Rusya’nın Meşhed-i Şerif’de yaptığı tecavüzatı nazar-ı i’tibara alarak ber-vech-i ati mukarreratı Rusya’nın Meşhed-i Şerif’de olan askerini geri çektirmek Rusya askeri tarafından tahrib olunan mesacidin ta’miri için hükumet-i mezkureye ihbar Rebiul-ahir’in onbeşinci gününü Rus mezalimi hatıra-i müellimesi olmak üzere bir yevm-i matem ittihaz ederek müslümanlara o güne mahsus bir elbise ta’yini.. Bu mukarreratın HADIS-İ ŞERIF Bu hadis-i şerif ecille-i ruvat-ı ashabdan Ebu Hureyre radıyallahü anhdan mervi olan Sahih-i Müslim hadislerindendir. Mü’minlerin tabibü’l-kulubu olan Hazret-i Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz bize buyuruyor ki: “Nefsimi yed-i kudretinde tutan Zat-ı Ecell ü A’la’ya kasem ederim ki siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size bir şey göstereyim mi ki siz onu yapınca sevişesiniz? Kendi aranızda selamı ifşa ediniz.” Bir bu hadis-i şerifi okuyorum bir de bu asırda yaşayan müslümanların haline bakıyorum da ruh-ı İslam’dan ne kadar uzaklaştığımıza hayretler ediyorum. Tealim-i nebeviyyenin füyuz-ı necat-bahşasından kalblere isale-i hayat-ı cavidani eden evamir-i nebeviyyeden bu kadar gafil olmasaydık ruh-ı İslam’dan bu kadar bi-haber davranmasaydık şübhesiz bugün mezelletin bu derekesine düşmezdik. İslam’ın mecd-i sabıkı kılıçla kuvvetle hasıl olmuş diye vehm edenlere karşı bu ve emsali evamir ve nevahi-i nebeviyyeden daha parlak daha mukni’ burhan mı olur? Bir zamanlar her müslümanın üssü’l-esas-ı akayidi iken bugün –hezaran teessüfle söylüyorum– habaya-yı hakayık zümresine dahil olan bu gibi desatir-i hikmet hangi kavmin mülk-i yemini olur da kişver-i saadeti fethetmekte müşkilat çeker? Hangi bahtiyar millet sevişmek düsturunu havass u avamına telkīn eder de yine zeval ü izmihlal girivesine düşer? Biz müslümanlar bugün ayet-i kerimesini münasebet düşsün düşmesin tilavet ediyoruz da yine yekdiğerimizde gördüğümüz en ehemmiyetsiz taksiratı tifade ederek birbirimizi tahkīr ve tezlil etmekle dem-güzar oluyoruz. Teavün ve tenasur yerine birbirimize hasım olmayı herbirimiz diğerinin hizlanına karşı la-kayd kalmayı tehabb ü tevadd yerine de buğz nefret yarışına çıkmayı ikame etmişiz. Hadi-i A’zam’ımızın Mukteda-yı Mükerrem’imizin sözleri ise meydanda. Buna muttali’ olan zamane müslümanlarının yüzlerini humret-i hacalet istila etmez mi? Yüzlerce milyonlara baliğ olan ehl-i İslam’ın her yerde zelil olması her iklimde ecanibin ayakları altında hakīr düşmesi dini unutmaktan Peygamber-i Zi-şan’ın evamirine adem-i Hepimiz; “Müslümanız” diyoruz. Da’va-yı imanda sadık meş’ale-i hidayet gözümüzün önünde duruyor; birbirimizi sevelim. Birbirimizi sevmek için evvel be-evvel tanışalım. Her yerde müslümanlar ne halde imiş öğrenelim. Bir müslüman bir müslümana rast geldiği vakit selamullahı diriğ etmeyelim bir “es-selamü aleyküm” demeye üşenmeyelim. Muhbir-i Sadık bu kelime-i tayyibenin iksir-i muhabbet deva-yı acil-i salah u saadet olduğunu işte bize bildiriyor. Ne garib körlüktür ki bugün “es-selamü aleyküm” gibi muhatabımız hakkında selamet-i dareyni temenni ma’nasını mutazammın olan bir kelime-i tayyibeyi ca-nişin-i ihtiram olanlardan esirgiyoruz da ona bir inhina-yı teabbüd ikamesinden sıkılmıyoruz! Ne acib bir dalalettir ki lafz-ı selam ile yanımıza giren bir müslimi –tahkīr olundum zannıyla– bir nazra-i işmi’zaz ile karşılıyoruz! Adab-ı İslamiyye o derecede giriftar-ı gurbet olmuştur ki muhatabımız gücenmesin diye selamullahı çok kere terkediyoruz da kalbini bir “bonjour” veya “bonsoir” ile tatyib etmeyi evla görüyoruz! Cehalet o kadar teammüm etmiştir ki selam veren kimseye karşı redd-i selam farizasını icra “es-selamü aleyküm” diyerek mukabele etmeyi bile aklımıza getiremiyoruz. Bizi bu çıkmaz yollara sevkeden şey hep hüsn-i idareden mahrum bir sevda-yı temeddün ile ihtiyar ettiğimiz taklid-i bi-ma’nadır. Sahib ve Müdir-i Mes’ul: H. Eşref Edib Anlayamıyorum; biz mukallid olacak olduktan sonra celalet-i kadrine mü’min ve mülhid bütün akvam-ı cihan şehadet eden bir Nebiyy-i Zi-şan’a neden taklid etmeyelim? O Resul-i Mükerrem’e ki kemal-i tevazuundan hakīr ve celil tanısın tanımasın her kime rast gelse selam verirdi ve ümmetine de böyle emrederdi. Zira ifşa-yı selam esbab-ı ülfetin başlangıcıdır isticlab-ı meveddetin miftahıdır. Zira lafz-ı selam şeair-i İslamiyyedendir. Bu lafz-ı mübarek yalnız ehl-i müslümanlar yekdiğerini tanır. Bir de lafz-ı selamın müeddası bizatihi buğz u adavete fesad-ı zatü’l-beyne mani’dir. Zira bir insan sevmediği bozuştuğu kimsenin saadet-mend olmasını istemeyeceğinden bu dua-yı mübarekle muhatabı –eğer ağzından çıkanı kulağı işitir makūleden ise– içindeki hıkd u buğza bedel muhabbet doğar. Müslüman kardeşi için olur. SÜLEYMANIYE KÜRSÜSÜNDE Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamber’den Ki uzaklardaki bir mü’mini incitse diken Kalb-i pakinde duyarmış o musibetten acı? Sizden elbette olur ruh-i Nebi da’vacı. Ey cemaat uyanın! Yoksa hemen gün batacak. Uyanın! Korkuyorum: Leyl-i nedamet çatacak. Ne vapurlarla trenler sizi bidar etti; Ne de toplar bu derin uykuya bir kar etti! Sizi kim kaldıracak suru mu İsrafil’in? Etmeyin... Memleketin hali fenalaştı... Gelin! Gelin Allah için olsun ki zaman buhranlı; Perdenin arkası –Mevla bilir amma– kanlı! Siz ki son lem’a-i ümmidisiniz İslam’ın Dayanın gayzına artık medeni akvamın! Şimdilik sulha sebep ordunuzun kuvvetidir; Bir de vaz’iyyet-i mülkiyyenizin kıymetidir. Bu tezebzüble o kuvvet de fakat sarsılacak... Çünkü isyanları bastırmaya me’mur ancak! Ordu madam ki efradını milletten alır; Milletin keşmekeşinden nasıl azade kalır? Öyledir memleketin hali düzelmezse eğer Kışlalar evlere asker de ahaliye döner! Durmasın sonra kazan kaldıradursun ordu... Düşmanın safları çiğner bu mukaddes yurdu! Enbiya yurdu bu toprak; şüheda burcu bu yer; Bir yıkık türbesinin üstüne Mevla titrer! Dışı baştanbaşa bir nesl-i kerimin yadı; Öyle meşbu’-i şehadet ki bu öksüz toprak: Fışkıran otları bir sıksa adam kan çıkacak! Böyle bir yurdu elinden çıkaran nesl-i sefil Yerin üstünde muhakkar yerin altında rezil! Hem vatan gitti mi yoktur size bir başka vatan; Çünkü mirasyedi sail kovulur her kapıdan! Göçebeyken koca bir devlete kurmuş bünyad... Çerge halinde mi görsün sizi kalkıp ecdad? “Çerge halinde...” dedim... Korkarım ondan da tebah: Saltanat devrilecek olsa iyazen-billah Öyle iğrenç olacak akıbetin manzarası Ki tasavvur bile vicdanlar için yüz karası! Azıcık bilmek için kadrini istiklalin Bakınız çehre-i meş’umuna izmihlalin: Yarılıp sanki zemin uğrayıvermiş yer yer Bin sefil ordu ki efradı bütün aileler. Hepsi aç bir paralar yok kadın erkek çıplak; Sokağın ortası ev kaldırımın sırtı yatak! Geziyor çiğneyerek bunları yüzlerce köpek; Satılık cevher-i namus arıyor: Kar edecek! Sen işin yoksa namaz kılmak için mescid ara... Kimi cami’lerin artık kocaman bir opera; Kiminin göğsüne haç boynuna takmışlar çan; Kimi olmuş balo vermek için a’la meydan! Vuruyor bando şu karşımda duran minberde; O sizin secdeye baş koyduğunuz mermerde Dişi erkek bir alay boklu ayak dans ediyor... Avlu baştan başa binlerce dilenciyle dolu: Eski sahipleri mülkün kapamışlar da yolu El açıp yalvarıyorlar yeni sahiplerine Bu sizin ağlamanız benzedi bir digerine: Endülüs tacı elinden alınan bahtı kara Savuşurken o güzel mülkü verip ağyara Tırmanır bir kayanın sırtına etrafa bakar. Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar Başlar ağlatmaya biçareyi hüngür hüngür! Karşıdan valide sultan bunu pek haklı görür Der ki: “Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla... Şimdi hiç yoksa kadınlar gibi olsun ağla!” TA’LIM VE TERBIYEDE ÜSSÜ’L-ESAS Avrupa ulum-ı ictimaiyye mütehassıslarının eserlerine kamusü’l-ulumlarına bakılırsa avamil-i ictimaiyye ve müessirat-ı milliyye olmak üzere vahdet-i ırk vahdet-i lisan ve mekan ve –esaslanmış kadim bir– iştirak-i menafi’ terkibleri görülür. Şimdi bu müessiratı –umumi bir nazarla– hey’et-i ictimaiyye-i vahdet-i lisan ve mekan ne de öyle –esaslanmış kadim bir– lümanların amil-i cem’iyyeti ve nazım-ı milliyyeti olmaktan pek uzak bulunduğuna bila-tereddüd hükmedebiliriz. O halde bizim düstur-ı ictimai ve millimiz nedir? Şübhesiz hepsinin fevkınde sehhar bir amil-i cem’iyyet füsunkar bir müessir-i milliyyet bir nazım-ı hayat-ı medeniyyettir. Evet bizim mürebbi-i fikr ü vicdanımız nazım-ı cem’iyyetimiz ruh-ı vahdetimiz cazibe-i ittihadımız mazimiz halimiz ebedi hayat-ı istikbalimiz odur. Bakınız aksa-yı Şark’tan münteha-yı Garb’a kadar Çin’­ de Sumatra Cezayir-i Müctemiası’nda Hindistan’da Türkistan’da Arabistan’da Acemistan’da Asya-yı Suğra’da Av­ rupa’da Afrika’da binlerce ırkları lisanları –tevhide tenezzül etmeksizin– nasıl agūş-ı vefa-penahına almış! Nasıl ruhen yekpare bir kitle-i ma’neviyye-i tevhid vücuda getirmiş! Hepsinin Allah’ı bir Peygamber’i bir Kitab’ı bir Kıblegah’ı bir. İnsanlara –İslamiyet’ten başka– bu derece hürriyet-i vicdan serbesti-i hayat veren bir din bir kanun bir amil-i cem’iyyet bir müessir-i milliyyet varsa gösterilsin! Trablusgarb’da Arabları Türkleri Kürdleri Çerkesleri Arnavudları Boşnakları ilh. el ele verdirir vicdanlarını ruhlarını mezc ederek müdhiş bir düşmana karşı –istihkar-ı hayat istihfaf-ı mevt ettirerek– saldırır. Fikdan-ı vesaitla beraber la-yenkatı’ şanlı bir silsile-i muzafferiyyet içinde yaşatır ve bütün cihan-ı insaniyyeti velehlere hayretlere düşürür. Ta aksa-yı Şark’tan Çin’in köhne surları üzerinden elli milyonluk bir kitle-i tevhidin kalbini coşturur. Çin ehl-i İslam’ının kalbi Osmanlı müslümanlarındadır. Zümre-i tevhidi gulgule-i ittihadıyla ufuklarımızı sarstırır kalblerimizi sürur ve heyecanlar içinde gaşy ettirir. Nerede vahdet-i ırk vahdet-i lisan ve mekan? Hani ya emel. Nazar-ı idrak ve irfanları maddiyat ve tabiiyyat içinde boğulup kalmış olan Avrupa filozofları bu ma-fevka’t-tabia bu ruhi ve lahuti amil-i cem’iyyete bu füsunkar müessir-i milliyyete bir türlü akıl erdiremezler şaşıp da kalırlarsa yeri vardır! “Bir öyle Melik’e ey esiran! Hürriyetim olmasın mı kurban?” Madem ki hey’et-i ictimaiyyemizin ruh-ı milliyyeti İslamiyet’tir evlad terbiye ve ta’liminde üssü’l-esas olan ancak ve ancak odur. Hayatımızı cem’iyet-i İslamiyyeye medyun değil miyiz? O sayede yaşamıyor muyuz? Evladlarımız da o muhterem cem’iyetindir. Çünkü onlar varis-i hayatımız hayat-ı diniyye ve milliyyemizdir. Onlar müstakbel cem’iyet-i İslamiyyedir. Terbiye-i evlad emr-i mühimminde her mü’min için ittihazı farz-ı ayn olan üssü’l-esas: “ Ey mü’minler! Hitab-ı ulvi –hazır gaib– kıyamete kadar bütün ehl-i imana şamildir. Evladlarınızı üç haslet-i celile üssü’l-esası üzerine te’dib ve terbiye ediniz. Birincisi Nebiyy-i Zi-şanınız’a alehissalatü vesselam muhabbet evladdan ziyade sevmek.” Düşününüz ki Allah; “ Sultan-ı Kişver-i Nübüvvet ve Risalet hakīkī mü’minlere öz canlarından daha kıymetli daha sevgilidir. Uğrunda feda-yı hayatta zerre kadar bile tereddüd etmezler. Ve bunu kendileri için en ulvi bir şeref en büyük bir bahtiyarlık bilirler.” Sure-i Celile-i Ahzab buyuruyor. Bu muhabbete ihtiyac bende değil sizdedir. O muhabbet hayat-ı cem’iyyetinizin –tevhid-i ilahiden sonra– en metin en la-yetezelzel istinadgahıdır. “ Sevgili Resulüm! Onlara söyle: Sizi sebilü’r-reşad-ı tevhide irşadıma mukabil hiçbir ecr ü mükafat bumdur. Çünkü emr-i ilahi mukteza-yı münifidir.” ferman-ı Samedanisi’ni der-hatır ediniz. Üçüncüsü Kur’an-ı Kerim ’i güzelce okumak ve –mümkün olduğu kadar– hıfzına çalışmak. Çünkü sizin habl-i metin-i i’tisam ve ittihadınızdır. Sizin faslü’l-hitab-ı nizaınız odur. O size –vasıta-i risaletimle– Allah’ın emanet-i kübrasıdır kanun-ı len-yetegayyeridir. Cami’-i Sağīr “ Çocuğa yedinci yaşında namaz kılmayı öğretiniz! Zinhar haline bırakmayınız! Hatta –icab ederse– kulağını çekiniz! Tokatlayınız!” Namaz dinin direğidir. Hayat-ı cem’iyyetinizin esasıdır. Çünkü en müessir vasıta-i ictima’dır. Uhuvvet-i ictimaiyyeniz diniyye ve milliyyeniz bütün saadetiniz ancak namazla kaimdir. Keza Cami’-i Sağīr ---- HIFZUSSIHHAYA DAIR ---- Hıfzussıhha ancak son senelerde pek ziyade mazhar-ı terakkī olmuş bir fendir. Birçok müdhiş hastalıkların esbab-ı zuhur ve intişarına dair vukū’ bulan keşfiyat-ı ahire hıfzussıhha kavaidinin lüzum ve ehemmiyetini bir kat daha artırmıştır. Sıhhatinin muhtel olmamasını istemeyecek bir kimse tasavvur edilemez. Cihanda sıhhat kadar bir ni’met zindegi kadar bir saadet olabilir mi? Fakat hasta olmamayı istediğimiz halde sıhhatin muhafazası için iktiza eden tedabirin tatbikında şayan-ı hayret tekasül gösteriyoruz. Hatta bu husustaki lakaydi hayatı tehlikeye düşürecek kadar korkunç netayic tevlid ettiği halde yine i’tiyadat-ı muzırradan kendimizi kurtaramıyoruz. Bu husustaki lakaydi kısmen cehaletten kısmen de ha­ yat-ı muntazama ile adem-i i’tilaftan ileri gelmekte olduğu şübhesizdir. Sıhhatin kıymetini takdir ederek muhafazasına ne yolda çalışmak icab edeceğini anlamak için hayatımızın gayr-i mer’i ve pek müdhiş düşman orduları tarafından ne suretle tehdid edildiklerini öğrenmek iktiza eder. Muhafaza-i sıhhat hususunda gösterilecek lakaydinin ne kadar vahim netayic tevlid edeceğini bir kanaat-i tamme ile takdir etmek lazım gelir. müdhişeye karşı bedenimizi ne suretle vikaye edeceğimizi bize öğretecektir. Hıfzussıhha fenninin ehemmiyeti cidden takdir edilen memleketlerde kavanin-i sıhhiyyeye riayet sayesinde her sene nüfusca vukū’ bulan telefat mikdarının bi’n-nisbe tenakus ettiği müzmin ve sari hastalıkların mümkün mertebe önü alındığı istatistiklerle sabit olmuş bir hakīkattir. sıyla nakilleri sokakların genişlettirilerek havadar ve temiz bir hale getirilmesi mikrop yuvası olan eski viranelerin ortadan kaldırılması su birikintilerinin bataklıkların kurutulması çarşı ve pazarların tanzifatına riayet edilmesi emraz-ı sariyyeye karşı tathir ve ta’kīm usullerinin muntazaman tatbiki sayesinde Avrupa’nın vaktiyle birçok sari hastalıkların menba’-ı olanların adedi günden güne azalmakta olduğu belediyelerin neşrettikleri cedvellere müracaatla pek güzel anlaşılabilir. Hükumetlerin mesaisine her sınıf efrad-ı millet tarafından sunda herkes kendine teveccüh eden vezaifi hakkıyla ifaya çalışırsa hasıl olacak netice bit-tabi’ daha ziyade parlak ve daha ziyade mucib-i memnuniyyet olur. Kolera veba… gibi emraz-ı sariyyenin Garb’dan ziyade Şark’ta Avrupa’dan çok Asya’da tahribat ika’ etmesi Garblıların hıfzussıhha kavaninine fart-ı riayetlerinden ve Şarklıların ise bilakis bu hususta büsbütün atıl ve bi-kayd kalmalarından başka bir şeye haml edilemez. Tedabir-i sıhhıyyeye i’tina edebilmek için zengin olmaya lüzum yoktur. Kavaid-i sıhhıyyenin tatbiki her zaman para sarfına ihtiyac göstermez. hükm-i celilinin etmek daima muayyen zamanlarda yemek yemek beden idmanlarına devam etmek saf ve ceyyid hava teneffüsüne çalışmak pislikten nefret etmek nezafete i’tina göstermek gibi şeyler pek de para sarfına ihtiyac göstermez zannederim. Maamafih bilahare hastalığın müdhiş pençesi altında kıvranarak avuç dolusu doktor ve ecza parası te’diyesine mecbur kalmaktan ise bahşayiş-i Rabbani olan sıhhatin muhafazasına i’tina göstermek bu uğurda az-çok masraftan çekinmemek daha ma’kūl bir hareket olmaz mı? Bir tarlaya atılan tohumlardan bazılarının pek güzel neşv ü nema buldukları halde diğer bazılarının filiz vermeden çürüyüp mahvoldukları herkesin bildiği bir şeydir. Keyfiyet-i zer’de hiçbir fark olmadığı halde tohumlardan bazılarının mahvolmuş olmasından veyahud arazinin o kısımları tohumun Beden de hastalık tohumlarına karşı aynıyle böyle bir tarlaya müşabihdir. Aynı şerait dahilinde ve aynı muhit içinde bulunan iki şahıstan birisi bir hastalığa duçar olduğu halde diğerinin sıhhatine asla halel tari olmadığı ekseriya müşahede olunan ahvaldendir. Mesela yağmura tutularak iyice romatizma gibi bir hastalığa yakalandığı halde arkadaşına asla bir şey olmaz. Birinci şahıs hastalığın merhametsiz ıztırabatı altında kıvranır dururken ikincisi sapasağlam gezer dolaşır. Aynı bir şehirde yaşayan insanlardan bazıları havayı suyu sokakları meskenleri… istila etmiş olan uzviyat-ı hurde-biniyyenin mikrop denilen düşmanların te’siratıyla ağır ve tehlikeli hastalıklara uğradıkları halde diğer büyük bir kısmının bu gayr-i mer’i düşman alaylarının istilasından masun kaldıklarını biliyoruz. Hatta aynı bir hastalık eşhasa nazaran vahametçe muhtelif tezahürat gösteriyor. Aynı maraza duçar olan iki şahıstan biri hastalığı ehemmiyetsizce geçirebildiği halde diğeri tehlikeli safhalara ma’ruz kalıyor. Acaba niçin? Bazı kimselerin bedeni tehlikeli hastalıklara neden daha ziyade müstaid bulunuyor? Bu isti’dad-ı marazi neden neş’et ediyor? Hastalıklara karşı vücudu techiz ve takviye etmek mümkün müdür? Bütün bu suallere hıfzussıhha pek sade bir cevap veriyor: Her şahıs kendi i’tiyadatı kendi tarz-ı hayatıyla bedenini bir takım hastalıkların zuhur ve inkişafına müstaid bir hale getirir. Yine bu sebebden aynı bir hastalığa bir şahıs daha kolay yakalanabilir. Maraz bu şahsın bedeninde daha çabuk devre-i vahamete girer. Çünkü bu şahsın tarz-ı hayatı vücudunu zaif düşürmüş hastalığın istilasına mukavemet edemeyecek bir hale getirmiştir. Uzun müddet mülevves ve mahsur bir hava teneffüs etmek bedeni temrinlerden idmanlardan mahrum bırakmak vücudun muhtac olduğu gıdayı verememek fena bir surette tegaddi etmek iş ü işrete fart-ı sefahete mübtela olmak gibi ahval bedeni hastalıklara müstaid bir hale getirecek başlıca sebeblerdir. Halbuki hıfzussıhha kavaidine riayet edilerek echize-i bedeniyye takviye deveran-ı dem teneffüs hareket ve hazm gibi ef’al-i hayatiyyenin suret-i muntazamada devamları te’min edilirse beden hastalıklara karşı akīm ve gayr-i müsaid bir hale getirilmiş olur. Beşeriyeti tahrib eden hastalıklardan bir çoğunun sebebi bugün tamamıyle anlaşılabilmiştir. Fena ve mülevves sular ğu kat’iyyen ma’lum bir keyfiyettir. Durgun sular veya bataklıklar civarında yaşayan insanların ekseriya humma-yı munkatıaya uğradıklarına herkes dikkat edebilir. Terli terli soğuk su içilecek olursa ekseriya mühlik bir konjestiyona uğranıldığını avam-ı nas bile anlamıştır. Tafsilat-ı ma’ruza gösteriyor ki bir takım tedabir-i ihtiyatıyyeye fart-ı riayet sayesinde hastalıkların istilasına karşı vücudumuzu mümkün mertebe muhafaza ve takviye etmek taht-ı talığının önü alındığını biliyoruz. Nezafete riayet göstermek elbiseleri me’kulat ve meşrubatı temiz tutmak haneleri havadar ve güneşe ma’ruz bir halde inşa etmek şehirlerin sokaklarını genişletmek çarşı ve pazarları daima tathir etmek sayesinde veba ve kolera gibi sari hastalıkların müdhiş afetlerin daire-i tahribatı pek ziyade küçüldüğü istatistiklere müracaat etmeye bile lüzum göstermeyecek kadar aşikar bir keyfiyettir. Bedeni hastalıklara karşı mücehhez ve mukavemetli bir hale getirecek tedabirin tatbikıyla vazife bitmiş olmaz. Herşeyden evvel ruh ve bedeni tekamül ettirmek hayattan mümkün olduğu kadar çok Hıfzussıhha ruh ve bedeni tekamül ettirecek emraz-ı müdhişeye karşı lazım gelen tedabiri öğretecek bir fendir. Bu fennin ahkam-ı vesayası o kadar karışık değildir. Fakat bu sade ahkamın tatbikinde gösterilecek terahi ve tekasül vahim neticeler verir. Çünkü akciğerler kalb ev’iye-i demeviyye cild izam adalat a’sab havas ve dimağ gibi a’za-yı bedenin tekamülü muhafaza-i sıhhati ahkam-ı mezkurenin suret-i muntazama ve daimede tatbikine vabestedir. ---- AFGANISTAN ---- Altıncı Fasıl Bedahşan’a Vürudum Esnasındaki Vekayi’ sene Hoçend’de üç gün daha oturduktan sonra Oratepe’ye müteveccihen yola çıktık. Hin-i hareketimizde bir adama dört bin rupiye verip Mir Cihandar Şah’ın Hokand’da bulunan oğullarına gönderdim ve; – Ben Oratepe’ye gidiyorum. Siz haber-i ahire kadar Hokand’da oturun diye haber yolladım. Erbab-ı mütalaa tahattur eder ki; Mir Cihandar Şah kayınpederim olup Şir Ali Han tarafından ihrac edilmiş ve şimdi kendilerine para yolladığım oğulları tarafından katlolunmuştu. Ruslar bu peder katillerini tutup habsetmişler ve benim tavassutum üzerine üç yıl sonra mahbesten salıvermişlerdi. Hareketimizin akşamı Timab’a vasıl olduk. Yollar çamur hava bozuk idi. Timab’da kimseyi tanımadığım için bir dükkancıya müracaatla; – İslam rüesasından biriyim; beni kabul edin dedim. Kemal-i şefkatle kabul ve ikişer ikişer bizi evlerine misafir ettiler. Gece toplanıp epeyce dertleştik. Sabahleyin –yol azığı olmak üzere– ekmek ve nevale getirip verdiler. hil olduk. Oradaki Hindular beni kendi kervansaraylarına da’vet ettiler. Sair tacirler de bu teklifte bulundular. Hiçbirini kırmamak için arkadaşlarımdan bazılarını bunların kervansaraylarına gönderdim. Kendim de tanıdığım bir tacirin –da’vet ve ısrarı üzerine– evine gitmeye mecbur oldum. Burada amca-zadelerime bir mektup yazıp; “Belh’e gidin; Taşkend’deki ta’limatım mucebince hareket edin” dedim. On iki gün Oratepe’de ikamet ve bazı hil’at ile levazım-ı saire iştira ederek Oçi Geçidi’ne müteveccihen yola çıktım. Yolumuz bir dağdan geçiyordu ki Semerkand’dan gelenler mutlaka buradan geçmeye mecbur bulunuyordu. Halbuki geçit o esnada kardan kapalı idi. Tefrik ettiği dağ ise uzaktan büyük bir yumurta gibi bembeyaz duruyordu. Ben bu geçitten geçip Bedahşan’a gidecektim. Geçit başına gelince ne kadar dik ve sa’bu’l-mürur olduğunu görmekle beraber mütevekkilen alallah tırmanmaya rüzgar esmeye soğuk fevkalade surette artmaya kar ise dizlerimize kadar çıkmaya başladı. Atlarımızı önümüze katıp kuyruklarından tutarak ilerliyorduk. Bir fersah kadar mesafe kat’ etmiştik ki arkadaşlarım soğuğun şiddetinden muztar kaldılar. Kendilerini tesliye ettim. Fakat birkaç danesi kar üstüne düşünce müezzine ezan okumasını söyledim. Yedi defa ezan okunmuştu ki rüzgar durdu soğuk şiddeti de kesildi. İ’tikadımız saf olduğu için Cenab-ı Hak şu suretle bize necat verdi. Atımın kuyruğundan tuttuğum halde ilerliyor ve omuzlarım yerinden çıkıyor sanıyordum. Yüz nefer arkadaşımızdan ancak on kişi ile ben zirve-i cebele vasıl olabildik. O kadar kuvvetten düşmüştüm ki ayaklarım yürüyemiyordu. Kar üzerine oturup sürüne sürüne aşağıya inmeye başladım. Arkadaşlardan beşi önümde gidiyordu. Dağın öbür tarafına indiğimde ora ahalisinden üç yüz kadarının odunlar ile hazır bulunduklarını gördüm. Hemen ateş yaktırıp ısındım. Bizi evlerine götürüp misafir ettiler ve kadaşlarımı getirdiler. Güneş doğarken kal’aya vasıl olduk. O derece hasta idim ki beni attan indirip yatağa yatırdılar. Gurub-ı şemse kadar uyumuşum. Uyandığım vakit her tarafım ağrıyordu. Güç ile kımıldanabiliyordum. Kal’a ahalisinden beherine bir ve reislerinden her birine de beş aded eşrefi verip gönüllerini aldım. On gün bu kal’ada oturup istirahat ettik. Bütün arkadaşlarım da kesb-i afiyyet eyledi. Ba’dehu buradan Hisar’a gitmek mümkün olup olmadığını sordum. “Yol üzerinde dört büyük dağ vardır.” dediler. Binaenaleyh Semerkand tarafından gitmeye karar verdim. Çünkü o yolda Telkar isminde yalnız bir dağ vardı. Fakat sa’bu’l-mürur on noktadan geçmek lazım geliyordu. Hele Cennet denilen nokta hakkında; “Sırat Köprüsü gibidir ki üzerinden ka’r-ı Cehennem’e düşmek muhtemeldir. Cehennem’de ateş bu Cennet’te ise kar ve buz olmaktan başka fark yoktur” deniliyordu. Ne ise birçok zahmet ve meşakkat çekerek bu noktalardan geçtik. İki gece Pençkend kal’alarında istirahati müteakıb Karadaş ve Mağyan’a gidip iki gün oturduk. Vaktiyle alem-i ma’nada Hace Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerini görmüş ve “Muazzez evladım! Türbemdeki büyük sancağı alıp Afganistan’a gittiğin vakit beraber götür. Sana feth u nusret hasıl olacaktır” emrini telakkī etmişim ve bu emir üzerine türbedeki sancağı yanıma almıştım. Burada iki koyun kurban ederek fukaraya dağıttıktan sonra sancağı açıp Şehr-i Sebz’e müteveccihen yola çıktım ve Cevz namındaki kal’aya vasıl oldum. Kal’anın hakimi beni istikbal ve kabul etmedi. Çünkü Buhara emiri “Abdurrahman Han Rusya hükumeti nezdinden firar etmiştir. Onu kabul ve kimsenin kendisine erzak satmasına müsaade etmeyin” mealinde bir emirname göndermişti. Zavallı hakim “Benim gavur padişahımın yani Buhara emirinin verdiği emir mucebince sizden tebaüde mecburum” diye haber yolladı. – Merak etmeyin. Cenab-ı Hudavendigar bize nasır ve mededkardır cevabını verdim. Kal’a ahalisi yanımıza sokulmadıkları gibi bizi de yanlarına uğratmıyorlardı. Mescidi menzil ittihaz ederek arkadaşlarıma; – Nehir kenarındaki karı süpürüp atları oraya bağlayın dedim ve ba’dehu mescidin damına çıkıp; – Ey ahali! Eğer hüsn-i rızanızla bize erzak satarsanız memnun olurum. Aksi takdirde cebren almaya mecbur olacağım Bunun için mukateleye de hazırım. Madem ki her riş edersek daha iyi olur diye seslendikten sonra rufekaya kal’aya hücum emrini verdim. Ahali bunu görünce ellerinde Kur’an-ı Kerim olduğu halde çıkıp rica ve niyaza başladılar ve; – Biz ceddiniz Emir Dost Muhammed Han-ı merhumun hayr-hahanındanız. Onun hafidine de hizmet etmek ister bize lüzumu olan şeyleri getirip sattılar. Tahirü’l-Mevlevi MEV’IZA Müslüman kardeşler! Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimesinde bizlere hitaben buyuruyor ki: “Ey benim mü’min kullarım! Sizler Allah’ın Peygamber’inin size hayat verecek sizi dünya ve ahirette saadete erdirecek olan da’vetlerine icabet ediniz! Yaşamak mevcudiyet-i milliyyenizi ilelebed muhafaza etmek bütün milletler fevkınde bir hayat geçirmek isterseniz –yaşamak kanundan çizmiş olduğu tarik-ı müstakīmden ayrılmayın! Eğer o kanundan inhiraf ederseniz mutlaka mevte mahkumsunuz!...” Bize hayat verecek bizi saadet-i ebediyyeye erdirecek olan şeyler neden ibaret olduğunu söylemezden mukaddem bir kere halimizi tedkīk ve neticede zuhur edecek olan maraza göre ilac tertib etmek lazımdır. Müslüman kardeşlerim; Eğer bugünkü müslümanların halini geçirmekte oldukları felaketli dakīkaları tedkīk edecek olursak göreceğiz ki: Bugünkü müslümanların hal-i esef-iştimali müslümanların bidayeten bulundukları mahuf müdhiş hale pek ziyade benziyor. Çünkü hadis-i şerifi muktezasınca cede zaif idiyse şimdi de aynı kisveyi iktisab eylemiştir İslamlar her yerde zillet ü meskenet içinde her yerde mağdur mazlum hukūk-ı meşruaları ayaklar altında pa-mal oluyor. Herhangi memlekette bulunan müslümanların haline atf-ı nazar edecek olursak müşahede edeceğimiz hallere karşı hüngür hüngür ağlamamak kabil değildir. Fakat İslam’ın bulunduğu mevki’ ne kadar elim olursa olsun biz yine me’yus olmayacağız; zira ye’s insanları ataletten başka bir şeye sevketmez! Allah buyuruyor ki: Bu kadar va’d-i ilahiye karşı istikbalden ümidimizi kesip de ellerimizi göğsümüze koyarak; “Ne yapalım kader böyle imiş” diye miskin miskin durmak Allah’ın rahmetinden ümid kesmekten başka nedir? Bazı kimseler görüyoruz ki; hadis-i şerifiyle binaenaleyh İslam’ın terakkīsi için çalışmak beyhudedir..” diyorlar. Acaba bu doğru mu? Hayır; böyle söylemek azim cinayettir Allah ve resulüne iftiradan başka bir şey değildir. Zira pek çok ayat-ı kerime ve ehadis-i nebeviyye gibi bu hadisin maba’di olan; rivayeti de gösteriyor ki İslam bir zaman zaif düştükten sonra yine evvelki izzet ve mecdini bulacak yine bir gün gelip de bütün cihana karşı meydan okuyacaktır. Onun içindir ki bu zaif zamanında eski satvet ve şevketini iadeye çalışanları Cenab-ı Peygamber Efendimiz tebrik ve müjde ile tebşir ediyor. Şimdi düşünelim; İslamları bidayeten bulundukları za’fiyetten kurtaran ne idi? Gerçi onların hali ile bizimki bir değildir. Zira onlarda za’fiyet yalnız adeden pek mahdud olmalarından ileri gelmiştir. Biz ise adeden üç yüz elli milyondan fazlayız. Fakat ne çare ki hakīkatte yine onlar kadar kuvvetimiz yoktur. Çünkü sellerin getirip de oraya buraya dağıttığı çörçöp gibi dağılmışız. Bila-tevakkuf diyeceğiz ki kavaid-i Kur’an iyyeye hakkıyla tebeiyyet! Onlar; gibi ayat-ı Kur’an reket ittihaz ederek yorulmak bilmez bir azim ile çalıştılar. Çok geçmeden gibi nusus-ı Kur’an iyyenin sırrı zahir oldu. Bir hizb-i kalil olan küre-i arzın en hücra köşlerine varıncaya kadar rekzeylediler. Bütün dünyayı zalam-ı cehaletten kurtardılar. Yalnız Endülüs’de Bağdad’da… İslamların asar-ı medeniyyesi olarak binlerce medreseler zuafa ve mesakin için –ücretsiz olarak– binlerce hastahaneler hanlar hamamlar vücuda getirildi. O zamana kadar vahşet cinnet cehalet eden bu şems-i hakīkat sayesinde gözlerini açarak o zamana kadar ne vahim bir hal içinde bulunduklarını anladılar. Endülüs Bağdad medreselerine atıldılar; orada gördükleri tahsil ile memleketlerini vahşetten cehaletten ulum ve maarife karşı olan husumetten tahlisa çalıştılar ve muvaffak da oldular. Fakat va esefa ki İslamlar gittikçe Kur’an’ın ahkamından uzaklaşmakta başta olanlar kendi hevesat-ı nefsaniyyesine tabi’ olarak ittihad ve ittifak kaidelerini uhuvvet müsavat teavün ve adalet esaslarını arkaya attılar; birbirleriyle saltanat gavgasına düşerek yekdiğerinin gözünü oymaya kalkıştılar manlar arasında zuhur eden nifak u şikak sebebiyle –İspanyol vahşilerinin yed-i zalimanelerine geçerek milyonlarca külhanlarda ihrak edildi binlerce cami’ler de hayvan ahırı oldu. O zamandan i’tibaren İslamlar tedenni Avrupalılar terakkī etmeye başladılar. O kadar ki onlar terakkī hususunda bir karış ileri gittilerse biz mutlaka bir arşın geride kaldık. Nihayet şimdi müşahede edilen hal-i esef-iştimale geldik. Müşlüman kardeşler! Evvelce olduğu gibi şimdi de bizi bu halden kurtaracak olan Kur’an ’dır. Ölmüş mahvolmuş olan millet-i İslamiyyeye taze taze hayat bahşedecek onun mevcudiyet-i milliyyesini muhafaza edecek olan Kur’an ’dır ahkam-ı İslamiyyeye tebeiyyettir. Kur’an diyor ki: Bir millet yaşamak mevcudiyetini göstermek zillet ve meskenetten kurtulmak isterse ittihad ve uzatmak lazımdır. Uhuvvet biliyorsunuz ki kardeşliktir. İki öz hakīkī kardeş birbirlerine nasıl muamele ederse İslamlar da yekdiğerine karşı aynı muameleyi yapmak lazımdır. Sonra bir de; emr-i ilahisi mucebince teavün lazımdır. Acaba teavün ne gibi şeylerdir? Şimdi de onu bilelim ki ona göre muavenette bulunalım! Mü’min kardeşlerim! Teavünün pek çok aksamı vardır: Ez-cümle tahsil-i ilm kesb [ü] ticaret şirketler teşkil etmek teavün cümlesindendir. “Cehl ile İslamiyet ilim ile Nasraniyet payidar olmaz” kelamı ne büyük bir hakīkattir. Din-i İslam nida ediyor sayahat-i şedide ile feryad edip çağırıyor ki: Bilenler ile bilmeyenler bir değildir. Beni yaşatmak bende gizli olan esrar ve hakayıka vakıf olmak için mutlaka tahsil-i ulum ü fünun etmeniz lazımdır. Eğer ilmi mehcur cehli ihtiyar ederseniz o zamandan i’tibaren ben size elveda’ derim. Siz de düşmanlarınızın esaret boyunduruğu altında inlersiniz! Din kardeşlerim! Dikkat ediyor musunuz? Şu ayat-ı kerime ve ehadis-i nebeviyyeler Din-i Celil-i İslam’ın ne büyük bir kanununa ne kat’i bir düsturuna terceman oluyorlar?! Evet! Bilenler de bilmeyenler ise felaket uçurumlarının kenarlarına yaklaşmaktadırlar ki buna bütün milletlerin hali şehadet eder. Hiçbir devlet yoktur ki: Cehl ile payidar olsun! Sonra kesb ü ticaret… Evet! Bir milleti teşkil eden efrad ne nisbette gayur çalışkan azminde sebat ederse o millet de o nisbette mes’ud daimi bir hayat geçirebilir. Eğer bir milletin efradı tenbel atıl azimsiz sebatsız olursa o milletin Allah belasını vermiş demektir. Artık o milletten hayat namına birşeyler beklenilmemelidir. Kesb ü ticaret de teavün cümlesinde dahil binaenaleyh milletin terakkīsine hadimdir. Çünkü kesb ü ticaret eden maişetini tedarik eylediğinden hayatı cem’iyete bar olmadıktan başka diğerlerinin de havaicini husule getirdiği veya teshil eylediği cihetle cem’iyete yardım etmiş olur. Bakınız Mülteka Şarihi Damad merhum kesb faslında ne diyor: Kesbin menfaati kasibe münhasır değildir gayra da şamildir. Şeyh-zade merhum da; ayet-i kerimesinin tefsirinde şöyle diyor: Cenab-ı Hak fisebilillah cihad edenlerle kendinin ehl ü ıyalinin teayyüşü ve ebna-yı cinsinin ihtiyacatı terakkīsi için mal-ı helal iktisab edenleri bu ayette beraber cem’ ederek bu iki sınıfın derecesini müsavi kılmış olmakla ticaretin cihad menzilesinde olduğunu beyan buyurdu. Zaten bir hadis-i şerifde de Cenab-ı Peygamber Efendimiz; buyurmuyor mu? Kesb [ü] ticaret hakkında yüzlerce ayet-i kerime binlerce ehadis-i nebeviyye varid olmuştur ki bu mev’izada bunların zikri kabil değildir. Binaenaleyh tahsil-i ulum u fünundan sonra esbab ve vesail-i maişetin a’zamı ehemmiyeti kesb ü gayrettir. İnsan hayat ile kaim hayat-ı beşer de çalışmak ile daimdir. Herşey çalışmak ile istihsal her şey çalışmak sayesinde istisal olunur. Daha sonra şirketler teşkil etmek… Evet bu da teavün cümlesindendir. Zira bir insanın başa çıkaramayacağı mu’zamat-ı umur şirketlerin kuvvetine müsahhar olduğu cihetle şirketlerin cem’iyet-i beşeriyyeye yardımı pek mühimdir. Şirketler adeta alem-i ticaretin ruhu mesabesindedir. Umur-ı ticariyyenin bu kadar vüs’at peyda etmesi şirketler sayesindedir. Measir-i külliyye-i beşeri saha-i vücuda isal eden ancak şirketlerdir. Görülmüyor mu ki; kargahlar te’sis kanallar küşadı demiryolları yapılması gibi bunca umur-ı cesimenin hemen kaffesi şirketler ile meydana gelmiştir. Biz kendimizi düşünürsek bu babda haricden delil taharrisine muhtac olmayız. San’at ticaret şirket gibi menahic-i saadeti kendimize seddeylediğimiz günden beri sırtımızdaki gömleğe varıncaya kadar bütün havaic-i zaruriyyemizi bilad-ı ecnebiyyeden celbetmeye başladık. İğneden ipliğe varıncaya bilcümle ihtiyacatımızı haricden tedarik ediyoruz. Bu kadar mi’marlarımız mühendislerimiz var iken ve hala onların meydana getirdikleri asar-ı muhalledenin revnakı fehameti gözlerimizin önünde pertev-feşan iken bugün hemen külliyen denebilecek bir ekseriyetle ma’bedlerimize varıncaya kadar hayatımızı başka eller ile bina ediyoruz. Allah bu ümmet-i ten bu mazlumiyet bu esaret boyunduruklarından kurtulmak daşlarımızdan ibret alarak ruhlarımıza kadar sirayet eden kanunsuzluk hissizlik atalet mikroplarını bırakarak çalışınız kesb [ü] ticaret edelim. Bu sayede büyük büyük mektepler küşad edelim çocuklarımızı okutalım ve şunu da hatırlarımızdan çıkarmayalım ki Allah çalışanlar ile beraberdir. Eğer biz bu yolda çalışacak olursak emin olunuz ki bir gün olup da İslamların şan ve şerefi bütün dünyaya hakim olduğunu göreceğiz. Biz görmesek de evlad ü ahfadımız mutlak görecektir. Allah o şanlı günleri göstermekle cümlemizi mes’ud ve bahtiyar eylesin! Amin! ---- HAK ---- – – Beşeriyet ferda-yı hilkatten beri ne zaman başı sıkıldıysa O’nun huzuruna diz çökmüş O’nun halaskar Ka’besi’ne sığınmıştır. Denebilir ki dimağ-ı insaniyyette doğan ilk ma’nayı mücerred O’dur; ilk meveddetler i’tilaflar hürmetler ilk şikayetler tehdidler nefretler niza’lar O’nun engüşt-i ikazıyla uyanmış yine O’nun kudsi ve sekinet-bahş hükümleriyle tenvim edilmiştir. Zaiflerin da kavilerin de melceidir: Birinciler bess-i şekva ve fasl-ı da’va ikinciler neyl-i muzaheret için O’na koşarlar. bu zavallılara karşı ebkemdir. Onlar hakkın natıkası olmak da’vasını tutarlar. Her zümre hatta her ferd O’nun malik ve memlukü olmakla mütesellidir. O her elin silahıdır her ağzın lisanıdır her i’tikadın musaddıkıdır her da’vanın şahididir. Bütün müddeilerin ilk nida-yı da’veti ilk hüccet-i kıyamı hak olmuştur. Arzular iştihalar zulümler zevkler safalar diba-yı hak ile ilbas edildikten sonra ca-yı telbis bulabilmiştir. Hasılı beşeriyette her hareketin her fikri kıyamın mesned noktası haktır; ister harici bir muzaheret olsun ister olmasın mutlaka her da’vada öne hak sürülecektir. Şu farkla: Da’valarını kudret-i maddiyye ile himaye edebilecek olanlar hakkın pişdarlığını kuvvetin dümdarlığıyla te’yid ve teşdid ederler. Hırman-ı kuvvetle nalan olanlara gelince: Bunlar yalnız hak diye bağırır dururlar kuvve-i te’yidiyyeleri yoktur. Bu iki hey’eti karşı karşıya gelmiş farzediniz ikisi de aynı şeyi istiyor ve; “Benim hakkım” diyor. “Hakkın mikyası yok mu? Ona göre ölçer biçer; hak senindir” der geçeriz!” diyeceksiniz. Sizinle beraber ben de öyle diyeceğim. Bütün düşünceli kafalar da öyle diyor öyle olmasını istiyor. İstiyor amma öyle oluyor mu? Bir kere zavallı beşeriyet hakkın ne olduğunda da ihtilaf ettiği için bu hususta nokta-i nazarları muhtelif iki müddei zümreye aynı mikyası kabul ettirmek lazım gelecek bu da olamayacak. Senin hak bildiğin ona göre hak değil. Sonra böyle müşterek kabul-i ammeye mazhar bir hak mikyası elde bulunsa bile muta’ olamıyor. Çünkü söyledik ya hak umumun benimsediği bir şeydir; “hak bendedir benim lehimde olursa haktır aleyhimde oldu mu hak olduğunda şübheye düşerim.” diye düşünülüyor. Hasılı; “hak deyince akar sular durur.” gibi sözler bol bol her ağızdan akıyor. Fakat ortalık yine bir seylab-ı tereddüd hayır bir tufan-ı intifa’ içinde yüzüyor. Sözü buraya kadar getirdikten sonra kendimize gelelim: Bugün müslümanlığın Osmanlılığın elinde yegane silah haktır. Bunun keskinliğine şübhe yok; hayır keskinliğine değil keskin olabileceğine. Acaba biz bunu te’min edebilecek miyiz hakkı biliyor muyuz keskinletiyor muyuz? İş burada. kın bileği taşı kuvvet olmuştur: Hakkımız var; fakat himaye edecek kuvvetimiz yoksa neye yarar? Hatta i’tiraf edelim kuvvet yoksulluğunu hak yoksulluğuna delil addedenler de var. Bu acıdır. Fakat ne yapalım ki bugün kuvvetli ve hakim bir akīdedir ve tatlı tatlı tatbik olunuyor. Alemin mukadderatını toplarıyla tüfenkleriyle dretnotlarıyla taşıyan bütün mes’uliyetlere göğüs geren Garb milletlerinde müdir-i efkar olan feylesofların hakkı nasıl düşündüklerini bilmek bize pek lazımdır. Çünkü Garb’ın binayı ef’ali o düşünceler üzerine kurulmuştur. Şimendüferler vapurlar onunla hareket ediyor süngüler zırhlılar onun işaretine munkad. O halde Garb’dan kopan gird-bad-ı efkar arasında bocalamak bizi ürkütmemelidir. Bugün müterakkī devletler mütemeddin milletler vasıl oldukları bu derece-i tekamüle bizim için bir hülyadan başka bir şey olmayan o gaye-i san’ata ne ile nail olabilmişlerdir? Şübhesiz fen ile değil mi? Amerika İngiltere Almanya Fransa gibi düvel-i muazzama irtika ettikleri makamat-ı aliyyeye ve teveccühat-ı umumiyyeye ne sayesinde mazhar olabilmişlerdir; ulum ve maarifle değil mi? Bugün gözle görülemeyen birden hissedilemeyen fakat müdhiş bir surette neticesi tezahür edecek olan “istila-yı iktisadi” nasıl hüküm-ferma oluyor? Bu istilaya “istila-yı ilmi” demek daha münasibdir. Zira Almanya gibi kaffe-i ulum ve fünunun her şu’besinde mütehassıslar yetiştirmiş sanayii son derece ileriye götürmüş bir memleket şübhe yok ki bizim gibi cehaletin muzlim a’makında çırpınan zavallı milletleri bir istila-yı şanını evc-i kemal-i irfana çıkarmak için çalışıyorlar. Evet bir zamanlar bu İslam hükumeti de ulum ve fünunun maderi denebilecek bir hale gelmiş; büyük hem de pek büyük adamlar yetiştirmiş şöhretini Şark’tan Garb’a isal etmiş; her devleti her milleti kendisine ser-füru edecek bir hale getirmiş; bütün aktar-ı cihanda ulum ve maarif tahsili bir hükumet-i muazzama ve mütemeddine idi. Fakat bilahare Garblılar bizden istifaza ettikleri ulum ve fünun sayesinde terakkī etmişler; ileri hem de pek ileri gitmişler; biz ise geri hem de pek geri kalmışız. Kalmışız da işte bugünkü mevki’-i Bizden alındığına hiç şübhe edilmeyen maarif ve medeniyeti yine bize satmak istiyorlar. Onları bizim aleyhimize adamların biz de büyük evladları olduğumuzu isbat etmek saireler kendi dinlerini neşr ü ta’mim ediyorlar; herkes birer uzvumuzu kesmeye hazır u amade bulunuyor da vücudumuzda kan bile deveran etmiyor. Acaba biz bu halimizle o büyük adamların ahfadı olduğumuzu isbat edebilir miyiz? Eğer bu devlet-i muazzama bir gün gelip de mahv u inkıraz bulacak olursa hiç şübhesiz bir istila-yı askeri ile değil belki bir istila-yı ilmi ve iktisadi ile mahv u fena bulacaktır. Biz bugün harici düşmandan değil dahili düşmandan korkmalıyız. Bu dahili düşman da cehaletten başka bir şey midir? Dahilen her gün muharebedeyiz. Hem nasıl muharebe? Yüz kişiye karşı - kişi muharebe ediyor. Evet bugün yapılan nakıs istatistikler a’zami yüz kişiye karşı altı kişinin okuyup yazma bildiğini irae ediyor. O da okuyup yazma. Hakkıyla mektep görmüş hiç olmazsa bir i’dadi tahsili elde etmiş efrad-ı milletin adedi beşyüzde bire bile vasıl olamıyor. Eğer bu hakīkat kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkate alınır ve eskiden beri me’lufumuz olan lakaydlığı biraz olsun terkederek tedkīk edersek görürüz ki altı yüz senelik bu Osmanlı Devleti on dört asırlık bu İslam memleketi şeci’ milleti döndürücü seri’u’s-seyr bir sür’atle koşuyor fakat farkına varılmıyor. Çünkü bir kitle-i vahide teşkil etmiş öyle gidiyor. Acaba bu cereyanı durduracak istikametini tebdil edecek bir çare-i halas yok mudur? Eğer bire karşı on çalışılırsa ihtimal bir sukūt-ı muhakkaktan tahlis-ı giriban edilmek ümidi vardır. Evet Avrupalılar bir çalışırsa biz on çalışmalıyız. Çünkü hem her gün her saat her dakīka tevsi’-i daire etmekte olan ulum ve maarifi ta’kīb etmek hem de evvelce aramızda açılan mesafeyi kat’ etmek icab eder. Fakat değil on misli çalışmak hatta onların çalıştığının onda biri kadar bile çalışmıyoruz. Her devlet bütçesinden maarife külliyetli meblağ ayırırken bizde ise tenkīs edilmeye bakılıyor. Hep tecrübe ile vakit geçiriliyor. Köhne bir bina yaldızlanmaya bakılıyor. Hiç temellerini ta’mire kimse teşebbüs etmiyor. Şübban-ı vatan bir mekteb-i aliden çıkıncaya kadar ne kadar zahmetler çekiyor. Zaten i’dadinin gayr-i mütecanis dersleriyle hırpalanmış olan bir zihin darülfünunun her gün mütebeddil programlarıyla kitabsız dersleriyle Maarif nazırının tebeddülüyle mütebeddil nizamname ve ta’limatname ile bütün bütün harab oluyor. Velhasıl darülfünunlardan çıkarken oldukça müntesib oldukları şu’be ve fen hakkında bir ma’lumat edinerek çıkılmıyor. Demek ki bizde bu suretle mütehassıslar yetiştirmek ve yetişmek hemen adimü’l-imkandır. Muhtelif şuabatta yetişen mütehassıslarımız da sırf kendi eser-i sa’ylarıyla ve şaz kabilinden olarak yetişmişlerdir. Eğer bu memleketin ahvaline vakıf olmayan bir ecnebi gelip de darülfünuna girse şübhe yok bir mahalle mektebi olduğunu tasavvurda bir dakīka bile tereddüd etmez. Öyle bir binanın hayaline bile getirmez. Bugün darülfünunun muhtelif şu’beleri arasında darülfünun namını ahzetmeye layık olabilen ancak “Mekteb-i Fünun-ı Tıbbiyye”dir ve darülfünuna gelen züvvar-ı ecnebiyyeye de ancak burası irae edilebiliyor. Bilfarz Tıb Fakültesi’nin laboratuvarı ile darülfünunun laboratuvarı hiçbir zaman mukayese edilemez. Maatteessüf mütehassıs yetiştirmek için açılan darülfünunun Hikmet Laboratuvarı hiç olmazsa Tıb Fakültesi Hikmet Laboratuvarı kadar olsun olmak icab ederken onda biri kadar bile olamaz. Acaba niçin? Tıb Fakültesi’nin muhterem muallim ve muavinleri laboratuvarı Avrupa laboratuvarlarından aşağı kalmamak için gece gündüz çalışıyorlar. Hikmet Laboratuvarı gibi bir kısmı da muvaffak oluyorlar. Halbuki darülfünunda muallimler ancak dersten derse uğramak zahmetini ihtiyar ediyorlar çalışacak bile olsalar vesait yok. Maarif’e müracaat ederlerse; “Para yok” cevabını almakta gecikmiyorlar. Artık bu millet mahvoluyor. Biraz da maarife himmet edelim. Donanmaya iane veriyoruz acaba Maarif daha mı az ianeye muhtacdır? Almanya Fransa ile ettiği muharebede gaib etti. Esbabını tedkīk etti cehalet olduğunu anladı. Birçok mektepler açtı; köşebaşlarına kürsiler koydu bu kürsilere hocalar ta’yin etti. Az bir zamanda bu umumi dersler sayesinde Alman milleti terakkī etti. En nihayet bu ulum ve maarif sayesinde Fransa oldu. Demek ki topun tüfengin yapamadıklarını ulum ve fünun pek güzel yapıyor. İşte bunları piş-i teemmüle alan Avrupalılar mekteplerinin fevkalade mükemmel olmalarına ve milletlerinin mütemeddin ve müterakkī bulunmalarına rağmen yine günde binlerce kitaplar her gün gazetelerle yüzlerce makaleler neşrediyorlar. Bizde ise gazete sütunlarında lisan münakaşatından nisaiyyun ve raculiyyun gibi derece-i taliyyede bulunan mesaille iştigalden başka bir şey görülmüyor. Birisi kalkıp da ulum ve fünun hakkında makale neşretmiyor. Eğer bugün lisana atfedilen ehemmiyet kadar fennin neşr ü ta’mimi neşredilecek ve bu suretle şübban-ı vatan istifade edecekti. Lisanın terakkīsi için Ziya Paşa Namık Kemal gibi eazım-ı ümmet mahbub-ı kulub-ı millet zevat pek çok uğraşmışlardır ve hala da uğraşılıyor. Acaba fen hakkında kim uğraşmıştır; kim fennin terakkī ve tealisi için sarf-ı gayret etmiştir? Eğer mahvolmamak istiyor isek eski şevket ve şanımızı Lisan milletin dili ise fen de “beyn”idir. AHVAL-İ HAZIRA Ağlayarak sızlayarak i’tiraf edelim ki ahval vahimdir; hem de müdhiş bir surette vahimdir. Alem-i İslam’ın muhtevi bulunduğu bunca devlet ve hükumetler peyderpey yekdiğerlerini vely ederek müdhiş bir silsile ile berbad olarak adem-abada sürüklendiler. Maddi ma’nevi birer maraz-ı ictimai bunları ta esasından çürüterek ecanibin tekmesine karşı ma’dumiyete hazırlanmış zaif ve natüvan bir hale soktu. Hindistan Türkistan Buhara Hive Kafkasya Hacıtarhan Kazan Kırım Afrika-yı Şimali’de kain hükumat-ı İslamiyye hep şu halin kurbanı olarak mahv u nabud oldular. Yirminci asrın ibtida-yı infilakında dört yüz milyon nüfusu muhtevi olan alem-i İslam’da müstakil olarak az-çok hakimiyet-i milliyyelerini muhafaza etmiş olan önümüzde yalnız üç hükumet-i İslamiyyeyi buluyoruz ki onlar da Osmanlılık’tan Marakeş’ten ve İran’dan ibarettir. Fakat bunların da aynı maraz-ı ictimaiye duçar olduklarını bir felc-i müdhişin bunların da vücuduna arız olduğunu hiss ü idrak ediyoruz. Bunların diğerlerini mahkum-ı adem eden avamilin altında ezilmekte kırılmakta parçalanmakta olduklarını görüyoruz. Lakin yegane fark bunların mariz olduklarını muhtac-ı tedavi bulunduklarını anlamış olmalarındadır. Bunlar ölmeden evvel ölümü gördüler ve bir hiss-i muhafaza-i nefs saikası ki gecikmiştiler. Bir taraftan tedavi etmek istedikleri maraz ta olan kuvvet-i iradeyi metanet-i ahlakıyyeyi bunlardan selbetmişti; diğer taraftan da tedavinin hayyiz-i husule gelmesi menafi’-i zatiyye ve hayatiyyelerine muhalif olan ecanibin bin türlü mümanaatlarına duçar oldular. Evet kendilerini rakılmış olsaydı elbette ki bir çok döğüşmelerden didişmelerden sonra nail-i meram olabilirlerdi. Fakat maatteessüf beynelmilel şerait-ı hayatıyye öyle bir şekl ü renk ahzetmiştir ki zamanımızda hiçbir kavim ve millet kendi başına bırakılmıyor hiçbir millet ve kavme döğüşmek ve didişmek fırsatı verilmiyor. lamiyyeye müstevli olan maraz-ı ictimainin diğer tarafdan ecanibin müdahalat hıyel ve tezvirat-ı guna-gunu te’siri ile yalnız beş-altı sene zarfında Marakeş ve İran gibi iki büyük hükumet-i İslamiyyenin de kanlı facialar içinde bütün diğer akvam ve milel-i İslamiyyenin arkası sıra aynı hufre-i inkıraza sürüklendiklerini gördük. Şimdi yalnız Osmanlı Hükumeti kalıyordu. Bütün İslamiyet’in ve belki bütün beşeriyetin şimdi nazarları şu devlete doğru atfedildi. Herkes kendi kendinden soruyordu: Acaba Hilafet-i Muazzama-i İslamiyye’yi havi İslamiyet’in Kelime-i Tayyibe’nin son melce’ ve me’vası olan şu devlette kendisini tedavi edebilecek kuvvet-i iradeye metanet-i ahlakıyye ecanibin hıyel ve tezviratını bertaraf etmek için kifayet edebilecek kadar zeka ve idrak bulunacak mı? Yahud burası da karar-ı mukaddere ittibaan aynı hufre-i inkıraza doğru sürüklenecek mi? İslamiyet için bir hayat ü memat mes’elesi ve Avrupa siyasiyyunu için de mühim bir mahiyet-i siyasiyyeyi muhtevi bulunan şu nokta yalnız bizi ve Avrupa siyasiyyununu düşündürüyordu. Mesail-i ictimaiyye yologları da işgal ediyordu. Bu nokta mühim bir madde-i re ve mübahase ediliyordu. Bir zamanlar biz bütün aleme alem-i İslam’ın teşkil ettiği kaide-i umumiyyeden müstesna kalacağız tedavisine girişmiş olduğumuz marazın bertaraf edilmesine muvaffak olacağımız ümidini verdik! Fakat evyah ki bugün içinde yuvarlandığımız vakayi’ ve hadisat bunun bir aldatıcı serab olduğunu gösteriyor ki bütün alem-i İslam’ı mahkum-ı inkıraz etmiş olan bir maraz-ı Bugün vaz’iyet öyle bir şekl ü hal kesbetmiştir ki artık çıkılacak yol bile gayr-i kabil-i tasavvur oldu. En keskin en muktedir bir zeka bile sapmış olduğumuz çıkmaz yoldan ne suretle istihlas-ı giriban edeceğimizi kestiremez. lerin ashab-ı zeka ve erbab-ı dirayet olmalarındadır. İran’ı Marakeş’i haziz-ı inkıraza sürükleyen cühela-yı nas halkın alt takımının üst takımına tahakkümü; cehaletin sefahetin küm-fermadır. Bizde cühela ahalinin alt takımı işe bilfi’l karışmıyor; bütün zimam-ı umur efkar-ı münevvere denilen sunuf elindedir. İşte en ziyade teşettüte ve tezebzübe sebeb olanlar da bunlardır. Bunların kendi aralarında uyuşamadıkları yekdiğerine laf ve dert anlatamadıklarıdır. Memleket haricen namus ve şerefini muhafaza ve müdafaa yor; dahilen naire-i isyan ve tuğyan memleketin mühim bir kısmını yakmaktadır. Ordu müdhiş bir tefrika tehlikesine ma’ruz kalmıştır. Ahali fırka fırka olarak yekdiğerine karşı metler yalnız başına bile bir devleti bir hükumeti mahkum-ı Etrafımızı çenber gibi kuşatmış olan ve canımızı almak için daima müterassıd müterakkıb bulunan düşmanlar üzerimize akıntılar icra etmeye başladılar. Acaba gözü yerinde aklı başında kalbi de hal-i tabiisinde bulunan insanlar bütün şu alaimi görerek idrak ederek kendi vazifelerini ta’yin edemez miydiler? Bir an için olsun ihtirasat ve infialatlarını unutamaz mıydılar? Fakat eyvah ki biz tamamen aksi bir surette hareket ediyoruz. Şu alaim bizi yekdiğerimize yaklaştıracak kalblerimizi muhkem bir surette rabtedecek yerde bilakis bizi daha ziyade ayırıyor bais-i nifak u şikak oluyor. Bugün bütün şu perişanlıklara şu asar-ı inhilale karşı koyacak ve milleti teşhis edecek elimizde iki kuvvet vardır: Birisi hükumet diğeri meb’usan. Halbuki iş öyle bir renk kesbetti ki bunlar yekdiğeri ile yüzleşmek anlaşmak değil kendi aralarında gayr-i kabil-i imla bir hufre-i felaket açtılar. Madem ki biz vatanın şu cümlemizi beslemekte olan mihriban-ı vatanın bister-i ihtizarında bile kavgalarımızı ihtirasatımızı miyoruz bizim vatanperverliğimiz nerde kalıyor? Ah insaf ediniz! Yalnız Osmanlılık değil onunla beraber tam bir alem bir beşeriyet bir medeniyet o büyük muhteşem vediatullah olan İslamiyet de batıyor. Acaba bu muhteşem tabutu kendi elinizle hak-i nisyana gömdüğünüz zaman etrafta bir yandan şakırdayan handeleri istihzaları; diğer yandan gelen sada-yı enin ve hüznü figan-ı nefrin ve tel’ini işitiyor musunuz? Bari bu handelerden bu istihzalardan utanalım; bu enin ve figanlardan korkalım! * * * MALEZYA MÜSLÜMANLARI el-Alem refik-ı muhteremimizde Malezya’da sakin ihvan-ı dinimiz hakkında görülen ma’lumatı ber-vech-i ati iktibas ediyoruz: “Malayo” Malezya sakinlerine verilmiş bir namdır. Malezya; Malakka Johor ve Singapur Adaları’ndan ibarettir. Bu adalar halkının asılları cins-i asferdir. Sonraları Hindlilerle dana gelmiştir. Hala cins-i asferin mümeyyiz hassaları kendilerinde görülür. Öteden beri Malezya havalisinde sakin bulunurlar ve balıkçılık ile taayyüş ederlerdi. Memleketlerine Müslümanlık Hind Çin yoluyla ve tacirler şecaat ve şehamet sahibi bir halktır. Fakat kanaatkarlıkları kendilerine “iş”ten yüz çevirtmiş “işçilik” ile aralarını açmıştır. Ulum maarif ve sanayi’ telakkīsi hususunda maatteessüf kabiliyetleri yoktur. İşten yüz çeviriyorlar balıkçılık ve “hind cevizi” garsiyle kanaat ediyorlar. Bunları bir defa diktiler mi artık nemasını inayet-i ilahiyyeye bırakırlar. Memleketlerinin bütün menabi’-i refahını Hindlilerle Çinlilere bırakarak kendileri kendi diyarlarında garib kalmışlardır. Lisanları dünyanın en kolay ve güzel bir dilidir. Arabca yazılır. Java’da Sumatra’da Borneo ve Siyam’da münteşirdir. Memleketleri üçe ayrılır: Müslümanların müstakil bulundukları kısım ki Johor’dur. Town Singapur. Ecnebilerin hulul ettiği kısımlar: Beral Sencor Kelapian İngilizlerin Patani Siyam’ın. Johor küçük bir emarettir; askere sahib bir devlet değildir. Malezya’nın cüz’-i cenubisini teşkil eder. Dokuz bin mil-i murabbaı sahasındadır. Nüfusu iki yüz bindir. Bunun otuz beş bini müslüman Malezyalılar yüz elli bini Çinliler on beş bini Javalılardır. Johor’un vasat tarafları meskun değildir çöllüktür. sene-i miladiyyesinden evvel adım atılmamıştır. Buranın hasılatı: karabiber cambiyer Gambrier hazeran hind cevizi ananastır. Az mikdarda her şey de yetişir. Toprağı az münbittir. Bazı Avrupalılar kahve ve çay yetiştirmek Yeni Johordur ki boğazın kenarında ufak bir kasabadır. Yirmi bin nüfusu vardır. Bunun yalnız beş bini Malayo ve Hindlidir bakī Çinlidir. Kasabanın sene-i miladiyyeşeklinde yazılmıştır. sinde kurulduğunu iddia ederler. Müekked olan cihet şudur: Malayo’nun en meşhur ümerasından Temenjon Ondokuzuncu asır evailinde Linca’da Sumatra kurbunda bir ceziredir. zuhur etmiş ’de buradan Johor’a geçerek ’de İngiltere hükumeti hakimiyetini tasdik edinceye kadar kalmış ve sonra yeni payitahta gitmiş. Johor Bahru’da el-yevm raca olan zatın –Raca İbrahim– teşyid ettiği bir kumar gazinosu vardır. Bir Çinli şirket de diğer birini te’sis etmiştir. İşte bunun için bu payitahta “Şark-ı Aksa’nın Monte Carlosu” derler. Payitaht değersiz evlerden terekküb eder. Emaretin ecnebi bir binbaşının idaresinde bulunan bir taburdan ibaret askeri de burada bulunur. Bahriyesi ve ton istiabında bulunan iki gemidir. Bunun biri sultana hastır diğeri de posta işlerinde kullanılır. Şekl-i idaresi mutlakıyettir. Re’s-i idarede Raca İbrahim bulunuyor. Bu zat okumuş terbiyeli frenkleşmiş müteferrenc bir adamdır. Dört veziri vardır; yirmi kadar da karye şeyhi. Bu emaretin halkı müslümanlığın yalnız esas ve mütearef kavaidini bilirler. Kur’an-ı Kerim ’den adeten namazda okunan bazı kısa sureleri hıfzederler hususi bir lehce ile okurlar. Bolobenc kasabalarıyla “Bolo” cezire; “benc” cevzetü’t-tayyib ağacı demektir. Singapur Adası’dır. İngiltere buralara Hind’e sahib olduktan deniz hükümranlığı Portekizlilerin Hollandalıların elinden çıktıktan sonra sokulmuştur. Bundan evvel kulübelerden mürekkeb üç karye halinde bulunuyordu. Yegane san’atları balıkçılık idi. Bugün son iki ni almıştır. Bunların hepsi birden merkez-i idaresi Singapur olan “Straits setlements garer hükumetini meydana getiriyor. Bu hükumetin başında Londra’da Müsta’merat Nezareti’nden ta’yin olunan bir muhafız bulunur. Bu zata umur-ı tarafından intihab kısm-ı diğeri hükumetçe ta’yin olunan a’zadan mürekkeb bulunan bir meclis yardımcı olur. Muhafızın “Malakka” ve “Penang”da iki vekili vardır. ’de bu hükumete İngiliz Borneosu’nun şimali de ilhak olunmuştur. Bundan evvel buraları British North Bornes Co namı verilen bir şirket isti’mar ediyordu; İngiltere’ye bir meblağ mukabilinde buraları terketti. Hind Şirketi de böyle yapmamış mıydı! Bu diyarda maişet cidden ucuzdur. Yerlilerin yegane taamı diğer Hind memleketleri gibi pirinçtir. Bu havalide esir ticareti şayi’ olmuştur. İşte bu dehşetli bir hakīkattir. Malayoların “misyonerler”e hiç aldırdıkları yoktur. Şimdiye kadar Iseviyet veya putperestliğe kapılmış hiçbir Malayo görülmemiştir. Bunun için misyonerler buralarda neşr-i dinden vazgeçerek savuşmuşlardır. ---- HIND YOLUNDA ---- − Temmuz: Geçenki mektubumda Rodos’a kadar tesadüf eylediğim şeyleri yazmıştım. Şimdi de maba’dini yazmakla kariin-i kirama lazım gelen ma’lumatı veriyorum. Cumartesi ve Temmuz’un yedisi sabah vakti erkenden Mersin sahiline yetiştik. Kasabanın uzaktan görünüşü ve dağların eteğinde bulunuşu cidden latif ve ferah-feza bir manzara teşkil ediyordu. Akşama kadar tevakkuf edeceğinden karaya çıkıp dolaşmayı münasib gördüm. Binaenaleyh bir kayığa binerek rıhtıma çıktık. İtalyanların tekrar Çanakkale Boğazı’na hücum ettikleri havadisini ahali ötede beride nakl ü hikaye ettiklerinden keyfiyeti menbaından istifham için telgrafhaneye gittim. Evvela esna-yı rahda yazmış olduğum mektubu Sebilürreşad İdarehanesi’ne göndermek için postahaneye uğradım. Ahiren telgrafhanede nevbette bulunan bir efendiden bombardıman keyfiyetini sorduğumda; “Böyle bir havadis münteşir olmuştur. Adana vilayetinden henüz bura mutasarrıflığına resmi bir ma’lumat vürud etmemiştir. Fakat yeti de söylenmektedir.” dedi. Binlerce haneye malik olan bir livaya ajans tarafından ma’lumat verilmediğine pek ziyade taaccüb ettim. Zira Osmanlı Ajansı altı yüz haneye malik olan her Osmanlı kasabasına ma’lumat i’tasına mecbur olduğundan bu hususun ihmal edildiğini anladım. Bura ahalisinde biraz hayat ve faaliyet eseri meşhud ise de maişetlerini atalarından kalma usul ile te’min eylemekte ve kasabanın ticaret ve sair feyyaz işleri birkaç ecnebinin elinde bulunmaktadır. Mersin’de göze çarpan ve nazar-ı dikkati celbeden bir şey var ise şimendüfer sebebiyle kasabadaki asar-ı umranın pek seri’ bir surette terakkī eylemesi keyfiyetidir. Kasabanın evleri ve binaları sokaklarının genişliği hakīkaten güzeldir. Fakat maatteessüf kaldırımlar caddeler tamamıyla kesif bir toz tabakasıyla mesturdur. İnsan yarım saat kadar dolaşacak olursa üstü başı toz içerisinde kalır. Şimendüfer istasyonuna gidip orayı gözden geçirdim. İstasyon gayet küçük ve Alman tarzında bina edilmiş etrafına bağçeler tarh olunmuştur. İstasyona mücavir bir kıraathaneye oturup etrafı temaşaya koyuldum. Rıhtımdan istasyona kadar muvassal olan depo ve sair anbar ve şimendüfer hututu yeniden yapılmakta ve bu ameliyata lazım gelen alat ü edevat Alman vapuruyla Mersin’e getirilmektedir. Kasabada müessesat-ı Osmaniyyeden yalnız hükumet konağıyla daire-i askeriyye ve posta ve telgrafhane gibi binalara tesadüf olundu. Fakat Mersin’de Amerika misyonerlerinin mektep ve kiliseleri gayet muhteşem bir bina ve tamamıyla Amerika tarzında mefruş bulunuyor. Binanın dahiline girmeye teşebbüs ettim. İçeride soğuğun def’iyle sıcağın teskini için “kalorifer” “vantilatör” gibi alat ve edevat-ı medeniyyenin son ihtiraatı kendisini enzara arzediyordu. Kütübhane salonunda her türlü İngilizce Almanca Fransızca kitaplarla büyük bir tahrir masası bulunuyordu. Zair bulunmak sıfatıyla orada mevcud olan deftere imza etmekliğim rica olunması üzerine Türkçe olarak; “Osmanlı bayrağı altında bulunan bir Osmanlı livasında bunca saadet ve refah mayan misyonerler cidden tebrike sezavardırlar.” cümlesini yazdım. Bu bina dahilinde misyonerler istediklerini yapar ve hiçbir teftişe ma’ruz değildirler. İngilizce lisanıyla Hıristiyanlık’ın neşrine var kuvvetlerini bazuya vermişlerdir. Mersin’de İngiliz lisanıyla mütekellim müteaddid Ermenilere tesadüf eyledim. Maatteessüf lisan-ı Osmani’nin neşrine hükumetimiz misyonerler kadar ihtiyar-ı külfet etmediğini her zeki ve mütefekkir görebilir. “Burada kolera vardır.” diye sıhhiye ve belediye tarafından meyvelerin satılması men’ edilmiştir. Mersin’de yenecek en iyi yemek kebabdır ki bunun i’malinde yerlilerin pek ziyade maharetleri vardır. Biz de Mersin’in bu yemeğini tadarak kasabadan mufarakat ettik. Bu kasabada tam tahsil çağında bulunan çocuklar deniz kenarında ve denizde nim-uryan bir halde geziniyorlar. Bunlar mektebe devam edecek olsalar herbiri bir harika olur. Fakat velilerinin cehaleti yüzünden biçarelerin istikbali mahvolup gidiyor. Hükumet bunları tahsile cebren sevketmeyecek olursa bence büyük bir cinayet işlemiş olur. Midilli Sakız Rodos’tan birçok Rum aileleri buraya gelerek sahib-i mal ve servet olmuşlardır. Burada da müslümanların ticaret ve teşebbüs-i şahsiye malik olmadıkları göründü. Mersin’den akşam geç vakit mufarakat edip vapura döndüm. Temmuz: Pazartesi günü de İskenderun’a muvasalat ettik. Burada şimdilik bir fevkaladelik yoktur. Fakat Bağdad Şimendüferi’nin bir şu’besi buraya isal edilip bir de güzel bir rıhtım inşa edildikten sonra herhalde kasabanın umran ve servetine büyük bir hizmeti dokunacağı şübhesizdir. Bu kasabanın Osmanlı bir kasabası olduğunu görenler tasdik eder. Aynı zamanda pek ucuzluktur. Ahalisi de munsıf ve mükrimdir. Fakat dikkat neticesinde buradaki iyi iş ve ticaretlerin sırf Ermenilere münhasır olduğu anlaşılır. Müslümanlar lerle iştigal ediyorlar. Buralarda alış veriş metelik ve beşlik ta’bir ettikleri “eski yüzlükler” iledir. Mecidiyeyi de on dokuz kuruş hesabıyle alırlar. Burada da misyonerlerin ve bilhassa Amerikalıların müessesesi vardır. Hatta çarşıda Türkçe’ye tercüme olunmuş ve Amerika’da suret-i mahsusa ve nefisede tab’ edilmiş enacil ve sair ruhbana mahsus hikayeli kitaplar satan bir Ermeniye rast geldim. Bu adam yalnız kitap satmıyor; aynı zamanda telkīn vazifesiyle de meşgūldür. Ben ise bilmemezlikten gelerek misyonerlerin İskenderun’da ne yaptıklarını kendisinden sordum. Cevaben; medeniyet ve insaniyete hizmet için bunca meşakk u mezahimi ihtiyar ile beraber birçok para sarfıyla burada bir mektep açtıklarını tedrisatta bulunan bu protestan papasıyla beni görüştüreceğini papasın bu vapurla Beyrut’a gitmek üzere bulunduğunu söyledi. Hülasa muhatabımdan anlamaklığım lazım gelen şeyleri öğrendikten sonra vapura avdet ettim ve mevzu’-ı bahs olan papasla uzun uzadıya görüştük. Temmuz: Salı günü Temmuz öğle vakti Trablusşam’a ulaştık. Yine karaya çıktık. Maatteessüf Türkçe bilene tesadüf etmedik. Arabca bilmeyenlerin burada pek ziyade sıkıntı çektiklerini anladım. Hamdolsun ben Arabca tekellüm ettiğim cihetle kendileriyle görüşebildim. Trablus’tan Beyrut’a doğru yollanıp yevm-i mezkurun akşam saat altısında Beyrut’a eriştik. Kasabanın manzara-i muhteşemesi uzaktan pek dil-ruba görünüyordu. Binalar birer heykel-i umran ve medeniyet suretinde nazırinin temaşasına ma’ruz bulunuyordu. Vapur rıhtıma pek yakın mesafede demir attı. Mersin koleralı bulunduğu halde orasıyla yolcular hem ihtilat hem de vapurumuz oradan yolcu almışken hamdolsun temiz “pratika” almaya muvaffak olarak yolcularını sahile indirmeye muvaffak oldu. Vapurda bulunan Beyrutlu Yasin-zade Misbah Efendi’nin delaletiyle sahibi müslüman ve Trablusşamlı olan “Kasru’l-Bahr” Hoteli’ne nazil oldum. Bu hotel iki katlı ve deniz kenarında gayet temiz örf ve adab-ı İslamiyyeye muvafık bir surette tanzim ve tertib edilmiştir. Müslüman aileler burada gereği gibi rahat edebilirler. Hotelin bütün müstahdemini de İslamdır. Bu müteşebbis müslümanı a’mak-ı kalbimden tebrik ettim. Keşke Memalik-i Osmaniyye’nin her tarafında böyle güzel ve mükellef mefruş hoteller müslümanlar tarafından te’sis edilse de müslim yolcuların rahat ve istirahatleri te’min edilse. Temmuz: On Temmuz id-i millisine tesadüf eden günde Beyrut Valisi Hazım Beyefendi suret-i resmiyyede bilumum me’murin-i mülkiyye ve askeriyyeyi ecnebi konsoloslarıyla rüesa-yı ruhaniyyeyi beşaşetle kabul ettiğini yerli gazeteler yazıyor. İkindi vakti de kasabada mevcud olan askerlere bir resm-i geçit icra edildikten sonra yevm-i mezkurun sabahında Mısır’da çoktan beri kendisini tedavi ile iştigal eden ve o gün Beyrut’a muvasalat eden Tobruk Mevkii Kumandanı Edhem Paşa hazretleri bir nutuk irad ederek İtalyanların Trablusgarb’la Bingazi’de bize karşı daima mağlub olacaklarını edillesiyle beyan etmiş ve bilcümle huzzarın takdiratına mazhar olmuştur. O gece Beyrut’ta emakin-i resmiyye fevkalade bir surette donaldığı gibi Beyrut’taki eşraf ve a’yan ve mu’teberanın meskenleri de şan-ı Meşrutıyyet’e layık bir surette donalmıştı. Bu şehr-ayin kasaba ahalisinin pek şen ve şatır olarak düşmanımız olan İtalyanların tecavüzatına ehemmiyet vermediklerini Beyrut kasabası hakīkaten ma’mur ve Avrupa şehirlerine min-külli’l-vücuh benzemektedir. Kasabada yeniden birkaç geniş caddeler açılmış ve İstanbul’da bile emsali bulunmayan elektrikli tramvayların amed-şüdünü te’min ile halkın Beyrut müslümanları alış verişte ticarette gereği gibi umur-ı ticariyye ve iktisadiyye ile imrar-ı hayat ve te’min-i saadet ve refah etmekte Avrupalılara rekabet eylemekte olduklarını maa’l-mesar müşahede eyledim. Bu kavm-i necib bütün ma’nasıyla Devlet-i Aliyye’ye –her türlü ecnebi entrikalarına rağmen– merbut ve can ve mallarını bile Devlet-i Aliyye ve Millet-i Osmaniyye uğurunda feda etmeye amade olduklarını fiilen hiss ü idrak eyledim. Bu muhterem usurda kat’iyyen ayrılık gayrılık hissi yoktur. Aksa-yı emelleri yekvücud Osmanlı kitlesi halinde yaşamak ve Osmanlı bayrağı altında ma-dame’l-hayat imrar-ı hayat ve evkat eylemektir. Hatta hükumet konağı civarında güzel bir eczahaneye malik olan Beyrutlu Bedi’ Şemli Efendi namında hamiyet ve gayret-i mücesseme ıtlakına sezavar olan bir zat donanma vergisi namıyla her hafta muntazaman birer kuruşluk bir resmin hükumetçe tarh edilmesi lüzumunu ve buna bütün Arabların kemal-i hahiş ve istekle iştirake amade olduklarını söyledi. Burada Vali Hazım Bey’le İttihad ve Terakkī Murahhası Ahmed Fehmi Beyler’in Arablık-Türklük milliyet mes’elelerinin münazaat ve münakaşatını ref’le onun yerine hissiyat-ı samimiyyenin yerleştirilmesinde gösterdikleri himem-i meşkureyi yad ü tezkar etmeksizin bir türlü geçemeyeceğim. Bi-taraf ve her türlü gıll u gıştan azade ve hükumetle hiçbir suretle işleri olmayan mevsuku’l-kelim ahaliden işittiğime nazaran Beyrut’ta mürtekib hiçbir me’mur yoktur. Hele Beyrut Adliyesi me’murları cidden nezih ve vazife-perver kimselerdir. Adalet ve hakkaniyet gereği gibi nam-ı padişahiye cins ü mezheb– deavat-ı hayriyyelerini isticlaba muvaffak olmuşlardır. Adliye me’murları içinde bilhassa Bidayet Merkez Ceza Reisi Cemal Bey’in nezahet ve nezaketiyle büyük bir fedakarlığını misal ve nümune olarak kayda mecbur oldum. Bu hamiyetli zat geçenlerde bir jandarma zabitini yolsuz muamele ve vazife icrasından dolayı bidayeten habse mahkum etmiş ve verilen hüküm istinaf olunmuştur. Bu mes’eleden yirmi gün sonra mahkum olan zabit hükumet konağı kapısında bekleyerek oradan geçmekte olan Cemal Bey’e bir bastonla tecavüz eylemiş ve akībinde adliye me’murları bu ikinci yolsuz muamele üzerine me’muriyetlerini muvakkaten terkle nezarete isti’falarını vermeye teşebbüs eylemişlerdi. Aynı zamanda Cemal Bey’in izzet ve istikametine hüsn-i ahlak ve namusuna meftun olan Beyrut ve mülhakatı ahalisi de yapılan haksızlığı Adliye Nezareti’ne protesto eylemeye başlamışlar. Ve bu yüzden fena bir tatsızlık yüz göstermeye başlamıştır. Ahiren bu kargaşalıklara tatsızlıklara nihayet vermek karşı hakkını helal etmek fedakarlığında bulunmak suretiyle mes’eleye hatime vermiştir. Bunun üzerine mir-i muma-ileyhin esniye ve mahamid-i ahlakıyyesiyle fedakarlığı bilcümle ahali tarafından mazhar-ı takdir olmuştur. Bu zat İtalyanların Beyrut’u bombardıman ettikleri esnada müsellah olarak refakatindeki polislerle beraber dolaşmakla asayişi muhafaza etmek vazifesini de hamiyyeten deruhde eyleyerek büyük bir hizmet ifasına mazhar olmuş Beyrut bombardımanı esnasında Vali-i Vilayet Hazım Beyefendi’nin hazm ü dirayeti sayesinde kasabada büyük bir fenalığın daha doğrusu –Adana’da olduğu gibi– bir katl-i amın önü alınmış ve bu suretle devleti azim bir gaileden kurtarmıştır. Vali-i vilayetin ilm-i idaredeki nüfuz ve kuvvetini hemen her ağızdan işittim. Müşarun-ileyhin layıkıyle bir Osmanlı dahisi olduğuna bütün ahali hüsn-i şehadet eylemektedir. Vicdanıma namusuma yemin ederim ki henüz vali ile görüşmediğim halde ahaliden işittiğim ve icra eylediğim tahkīkat neticesinde bu satırları yazıyorum. Bunu yazmaktan maksadım müşarun-ileyhi bir hüsn-i misal ve nümune olarak göstermek ve vücuduyla iftihar eylemektir. Şimdilik bu kadar yetişir. Sonraki mektublarımda Beyrut’un ahval-i sairesini tedkīk ve tetebbu’ ederek icab eden ma’lumatı muhterem kari’lerimize arzederim. – – Evvelce yazdığım vechile Temmuz günü alafranga saat beş buçukta Kırkkilise’den hareket ederek akşam saat dılmış idi. O gece Edirne’de kalarak Temmuz ale’s-sabah ona onaltı kala Filibe’ye hareket eyledim. Edirne’den hareketimden iki saat sonra idi ki artık Osmanlı yurduna veda’ ediyordum. Öyle bir veda’ ki adeta evladın anasından –süt emdiği sırada– ayrılmasını andırıyordu. O zaman gayr-i ihtiyari olarak arız olan halatı tavsif edecek bir kelime bulmaktan tamamıyle acizim. Bu suretle ye’s içinde tamam saat dörtte Filibe’ye geldim. Buraya geldiğim zaman bende ye’s namına bir şey kalmayacak tamamen muhati imişim de ben anlayamıyormuşum. Çünkü Filibe’ye dahil olur olmaz iki şey nazar-ı dikkatimi celbediyordu: Birisi yakın bir zamanda bir İslam yurdu olan Filibe şehrinde tanıdığım bir zatın hanesine varıncaya kadar cisi de içinde bulunduğum Filibe’nin on onbeş sene evvelki Filibe’ye benzememesi. İşte bu iki cihet beni cidden dil-hun ediyordu. Onun için kendi kendime diyor idim ki: “Aman ya Rab! İslamların idaresinde iken bakılmaya değeri olmayan Filibe bugün ne hale gelmiş! Her yerde zillet ve meskenet bize saadet ve selamet başkalarına mı taksim olundu?” Doğrusu birkaç sene zarfında Bulgaristan’da görülen bu kadar terakkıyat karşısında insan valih ve hayran kalıyor. “Memleketi i’mar edin. Çarşılarınız göze görünecek surette gayet dehşetli olsun. Fakat cami’leriniz sade ve zinetsiz olsun. Arza salih olan kullarım varis olurlar. Eğer siz bu kanundan inhiraf ederseniz bu amelinizle kendinizin o yerlere layık olmadığınızı isbat etmiş olursunuz. O mülke başka kimseleri varis kılarım…” diye hitab edip duran Kur’an olduğu halde bizler hiç kulak vermemişiz de bunun cezasını şimdi çekiyoruz. Böyle giderse –maazallah– daha birçok yerlere başkalarının varis olacağı şübhesizdir. Bir mecliste otururken Bulgaristan’ın akılları valih ve hayran eden bu kadar terakkıyatına dair söz açarak bu terakkıyat-ı serianın ne sayede olduğu sualime karşı Bulgaristan ricalinden bir zatın vermiş olduğu cevabı bilhassa zikretmeden geçemeyeceğim: “Sizde bu kafa var iken kat’iyyen eser-i terakkī gösteremezsiniz. Zira biz Bulgarlar kendi aramızda pek çok fırkalara ayrılırız; fakat Bulgarlık’a vatana taalluk eder bir mes’ele olursa derhal fırka gürültülerini bir tarafa atarak muvafık muhalif cümlemiz o mes’ele ile uğraşırız. Bulgarlık aleyhinde görülen cüz’i bir şeye karşı muhalif muvafık bütün gazeteler müttefikan hücum ederler. Fakat siz böyle değilsiniz! kapısı önünde muharebe ediyor da siz de yine birbirinizle muharebe ve sandalye kavgası ediyorsunuz. Sizin yaptığınız bu hareketi İtalya’da Sosyalistler bile yapmıyor. Binaenaleyh Bulgaristan’ın bu kadar terakkıyatını çok görmemeniz lazımdır!..” Bilmem ki düşünüyor muyuz? Bir Bulgar ricalinin ağzından sudur eden bu sözlere bu cevaba karşı yüzümüz kızarıyor mu? Burada yalnız bir şey daha söyleyeceğim: Burada bulunan muallimin-i muhteremeden birkaç zat bizi bir bahçeye götürdüler. Bunun da eskiden İslam kabristanı olup iki-üç bin liraya istenildiği halde verilmeyip bilahare hiç parasız söylediler. Burasını ta’rif etmek için İstanbul’da öyle bir yer göremiyorum ki oraya teşbih ederek anlatayım! İçinde sun’i deniz olup kayıklarla geziyorlar. Üstad-ı muhterem Akif Bey gelmeli de içinde bir saat kadar oturup manzumeler neşideler yazarak anlatmalı… Binaenaleyh; “Allahım biz İslamlara da teyakkuz u intibah ver” diyelim başka bahse geçelim. * * * Filibe müslümanlarında Makam-ı Hilafet’e karşı olan merbutıyet o kadar büyük ve sağlamdır ki Osmanlılarda cüz’i bir ihtilaf hissederlerse hemen ağlamaya başlıyorlar. Biçareler gözlerini Makam-ı Hilafet’e dikmişler bütün ümidlerini oradan bekliyorlar. Diyorlar ki: “Bizim burada rahat yaşamamız yatıp kalkmamız yiyip onun saadet ve selameti ile mütenasibdir. Osmanlı hükumetinin za’fiyetini orada tehaddüs eden ihtilafat-ı dahiliyye ve onun tevlid edeceği vahameti anlamak için Bulgaristan adeta bir “barometre”dir. Her ne zaman Osmanlı hükumetinde cüz’i bir ihtilaf zuhur ederse biz burada enva’-ı tahkīrata hedef oluruz…” Tüccardan bir zatın dükkanında oturmakta iken aramızda cereyan eden şu muhavere şayan-ı dikkattir. Arkadaşım dükkan sahibine hitaben: – Nasıl alış-verişler güzel gidiyor mu? Dükkan sahibi: – Alış-verişimiz gayet güzel gidiyor; amma gönlümüz şen değil. – Canım alış-veriş güzel olur da insanın gönlü şen olmaz mı? – Yahu görmüyor musun Osmanlı ahvalini? Osmanlılar arasında bu ihtilaf bu nifak u şikak devam ettikçe bizim gönlümüz ferahlı olur mu? Biz burada milyona malik olsak bize ne faide? Makam-ı Hilafet –Allah etmesin– biraz zaiflesin de sen burada başına şapka geçirmeden durabil bakalım; bu mümkün mü?.. Allahım; felaket günleri gelmezden evvel Osmanlı müslümanlarının da basiretlerini aç! * * * Beş altı seneden beri Bulgaristan müslümanları arasında maarifin terakkīsi ve evlad-ı vatanın tealisi için çalışan bir Cem’iyet-i Muallimin bulunduğu ma’lumdur. Bu cem’iyet birkaç senelerdir maarif-i İslamiyyenin terakkīsi için sa’y ü gayret ve muayyen zamanlarda kongreler akdediyormuş. Cem’iyetin bu seneki kongresi Eski Cuma’da in’ikad eylemiş ve Haziran’ın yirmi altısından dört Temmuz’a kadar devam eylemiştir. Kongrede reisi ve katib intihabatı ve saire gibi bir takım teferruat ve daha sonra mekatib-i ibtidaiyye ta’limatnamesinden birkaç madde ta’dilatı kabul edilerek tir. Bilahare köy muallimleri için “kur”lar te’sisi müzakere edilerek paraya mütevakkıf olan büyük işin piyango tertibiyle hasılatından on bir yerde “kur” küşadı takarrur etmiş ve nerelerde olacağı da Merkez-i Cem’iyyet-i Muallimin bir layiha ile ta’yin eylemiştir ki ber-vech-i atidir: Aydos Filibe Plevne Rusçuk Eskicuma Hezargrad Şumnu Pravadi Var­ na Dobroviç Silistre. Bu “kur”lara devam edecek efendilerin adedi yirmiden dun olmayacaktır. Şayet aşağı olursa “kur” oradan başka tarafa naklolunacaktır. Gelecek sene kongre Filibe’de in’ikad edecek. Bu senelik merkez Şumnu’dur. Bu sene Bulgar Muallimin-i İslamiyye Cem’iyeti şayan-ı dikkat bir hatve-i terakkī daha atmışlardır ki o da dört Temmuz’daki eden Bulgar Muallimin Kongresi’nde Muallimin-i İslamiyye Cem’iyeti’ni temsil eylemek üzere mekteplerin muallimlerin maarif-i İslamiyyenin ahvaline vakıf ve Bulgarca’ya aşina iki zatın murahhas olarak intihab edilip gönderilmesine karar verilmesidir. Doğrusu bu teşebbüs ne kadar faide-bahştır. Bu hususta Muallimin-i İslamiyye Cem’iyyet-i muhteremesini tebrik etmeyi bir vecibe addediyorum. Vazife-i mukaddeseyi ifa etmek için Filibe Mekatib-i İslamiyye Müdürü Halil Zeki Bey ile Rusçuk muallimlerinden Hafız Ahmed Muhtar Efendiler ekseriyet-i ara ile intihab olunarak gönderildiği gibi Muallimin-i İslamiyye Cem’iyyet-i Merkeziyye reisinin de bu kongreye iştiraki takarrur etmiş ve Muallimin-i İslamiyye namına gönderilen bu zevat-ı kiram Bulgar Muallimin Kongresi tarafından alkışlarla kabul olunmuşlardır. Tahkīkatıma nazaran Bulgar Muallimin Cem’iyeti yirmi sene mukaddem birkaç kişi ile işe başladığı halde bugün beş bin a’zası yarım milyon ihtiyat akçesi cem’iyetin malı olarak Sofya’nın en mu’tena bir yerinde iki yüz elli bin frank kıymetinde kendi mülkü olmak üzere bir merkez-i idaresi olduğu gibi vereme duçar olan muallimlerin tedavisi için bir darü’t-tedavi yaptırılmak üzere biriktirilmiş ve biriktirilmekte olan birkaç yüz bin frank da mevcud imiş. Bununla beraber felaketzede mağdur muallimlere muavenet muallim evladlarının emr-i tahsil ve terbiyesine mahsus tahsisatları hep ayrı bulunuyormuş. Tabiidir ki yirmi senelik bir sa’y neticesinde vatandaşları olan Bulgar muallimlerinin böyle bir müessese vücuda getirdiğini gidip anlayan Muallimin-i İslamiyye Cem’iyyet-i muhteremesi kendi teşekkülatlarına daha ziyade takviyet vereceklerdir. Bulgar kongre reisinin beyanına nazaran Bulgar Muallimin Cem’iyeti pek çok safahat-ı tarihiyye geçirmiş hatta bin dokuz yüz beş senesinde bu cem’iyeti bozmak emeliyle hükumet bir hayli roller oynamış ise de a’zasının sebat ve metaneti sayesinde bugün hükumetin bile yıkamayacağı bir kuvvete malik bulunuyormuş. Bunlar ile tevhid-i mesai eden muallimin-i İsmamiyyenin de yakın zamanda böyle bir kuvvete malik olacağını şimdiden ümid ederiz. Şimdi gelelim nefs-i Filibe’ye: Filibe’de bir zükur bir inas rüşdiyesi üç de zükur-inas muhtelit olarak ibtidaiye vardır. Zükur rüşdiyesi muallim-i evvelinin bin inas rüşdiyesi muallimesinin yedi yüz kuruş maaşları olup bunlar Hükumet-i Seniyye tarafından gönderilmektedir. Diğer muallimlerin maaşatı iktidarına göre Filibe Maarif Encümeni tarafından tesviye edilmektedir. Bu mekteplerde bulunan şakirdanın mecmuu kadardır. Mekteplerini gidip gezdim. Mekteb-i rüşdiyye Rus imparatoru tarafından Bulgarlara bir hatıra olmak üzere yapılan Bulgar İ’dadisi’nin karşısında güzel bir mevki’de kaindir. Şimdiye kadar nehari olan rüşdiyeye leyli olmak üzere bir kat daha ilave edilmektedir. Burada bilhassa köylerden gelecek talebe yatarak kendilerine yemek verilecektir ki Filibe Encümen-i Maarifi’nin bu teşebbüsü de bilhassa şayan-ı teşekkürdür. Tahkīkatıma nazaran bu mektep gelecek sene i’dadi derecesini bulacaktır. Yukarıda bahsettiğim “kur”lardan Muallimin Cem’iyeti Filibe Merkez Şu’besi daha evvel davranıp kongrenin küşadından evvel açmıştır ki gidip her iki kısmını da gezdim. “Kur”lar demek köylerde bulunan muallimleri imamları okutmak için açılmış bir ders bir sınıf demektir. Onları müfti-i belde vasıtasıyla köylerden getirtip tevsi’-i ma’lumat ve usul-i tedris öğretmek için bir buçuk ay kadar tahsil ettiriyorlar bu suretle istikbal için muallimler yetiştirmeye çalışıyorlar. Devam edenlerin adedi elliye baliğ olmaktadır. Filibe Maarif-i İslamiyyesi’nin Filibe mekteplerine sarfettiği meblağ yirmi bin frank raddesinde olup on iki bin frankı Evkaf-ı İslamiyye Sandığı’ndan iki bin beş yüzü Bulgar hükumetinden mütebakīsi de Maarif Encümeni’[ni]n kendisine aid emlakten hasıl olan varidattır. Yukarıda söylediğim gibi şimdiye kadar Bulgar Muallimin Kongresi’ne iştirak etmeyen müslüman muallimleri bu sene eden kongreye iştirak etmiş ve bundan pek büyük faideler hasıl olacağı da anlaşılmıştır ki Bulgar Muallimin Kongresi’nde reisin huzzara hitaben söylemiş olduğu ber-vech-i ati birkaç cümle buna şahid-i beliğdir: – Bulgar Muallimin Cem’iyeti muallimin-i İslamiyyeye her vechile müzaherete ve onlarla beraber harekete müheyyadır… Allah bizim Osmanlı İslam muallimlerine de teyakkuz u hükumetinin muallimlerinden hisse almalarını tavsiye ederim. Filibe’deki Mekatib-i Rüşdiyye Programı: Birinci sene: Kur’an-ı Kerim ulum-ı diniyye hesap kı­ raat imla ve kitabet-i Bulgarca coğrafya Farisi tarih-i İslam aile dersleri kavaid-i Osmaniyye hüsn-i hat Arabi. ulum-ı diniyye Arabi coğrafya hesap teoriya kavaid-i Os­ maniyye Farisi tarih hüsn-i hat kıraat imla ve kitabet. Üçüncü sene: Kur’an-ı Kerim hesap teoriya tarih-i Osmani Arabi Bulgarca kıraat Farisi kavaid-i Osmaniyye. Birinci sene: Bulgarca kıraat coğrafya hesap Arabi Fransızca malumat-ı diniyye hayvanat hıfzussıhha tarih-i coğrafya tarih malumat-ı medeniyye kavaid imla Fransızca Bulgarca hayvanat Arabi Kur’an-ı Kerim hendese kıraat. Üçüncü sene: Fransızca Bulgarca kitabet nebatat hen­ ­ dese hesap nahv-ı Osmani hikmet coğrafya Arabi malumat-ı medeniyye Farisi tarih-i umumi ulum-ı diniyye kimya. Dördüncü sene: Akaid vücud-ı beşer hikmet usul-i defteri ma’lumat-ı medeniyye coğrafya Arabi Fransızca hendese Bulgarca kitabet Farisi tarih kimya hesap cebir. Aksekili Ahmed Hamdi Hindistan Mektubu: HİNDİSTAN MÜSLÜMANLARI VE HARB-İ HAZIR Hindistan müslümanları umumiyetle muharebe-i hazıraya kalben zahir olduklarında şüphe yoktur. Değil yalnız Hindistan müslümanları belki bütün dünya müslümanları müzaherete şitab etmişler bu mes’ele-i mühimmede alakadar olduklarını fiilen göstermişlerdir. Herkes kendi muhiti dairesinde te’sir ve teessür eylediği muhakkak olup yalnız muhitlerin ihtilafı derecesinde alakaları da tehalüf edeceği şüphesizdir. Hindistan müslümanları muhit i’tibariyle üç tabakaya tefrik olunur: Tabaka-i aliyye ki ashab-ı servet ü i’tibardır. Bunların her biri daima hükumetin tarassut ve tehdidatı altında bulunduklarından hiçbir vakit kalbinde olanı ifşa edemezlerdi. Hükumetin Hindistan müslümanlarını Hindu yani Mecusiler ve Bengaleler derecesinde büsbütün tazyikat altında bulunduramaz. Zira onlarda olduğu gibi komiteler ve hafi cem’iyetlerin müslümanlarda olmadığını biliyor. Maamafih müslümanların Trablusgarb mücahidin-i kiramına olan hissiyatını hükumet anladı. Bunlar da tabaka-i aliyye derecesinde değilse de yine daimi tarassut altında bulunurlar. Üçüncü tabaka da fukara ve guraba ve işçilerden mürekkeptir. Bunların siyasetle iştigale kat’iyyen hal ve vakitleri müsaid değildir. Bunların kūt-i yevmiyyesini düşünmekten başka bir emeli gam ve kederi yoktur. Ramazan-ı şerifin son günleri idi. Telgraflar Hindistan’a umum müslümanlar galeyana geldi. Gayret-i diniyye ve hamiyyet-i heretlerinden bahsetmeye lüzum göremem. Devlet-i Aliyye ve Halife-i muazzamalarına olan fart-ı muhabbetlerini dahi beyana hacet yoktur. Hiç şüphe yoktur ki mağribden maşrıka kadar bütün müslümanlar aynı his ile mütehassistirler. Harp devam ettikçe yine aynı hissiyat üzere devam edeceklerdir. Fakat gariptir ki burada olan müslümanlar Avrupa devletlerinin Osmaniyye aleyhinde beslemekte olduğu adavetini ve Balkan hükumetlerinin harekat-ı bedbinanelerini gazete sütunlarında okudukça bu hali mutlaka Salib’in Hilal’e hücumu suretinde telakkī ederler. Emin olunuz ki hiç mübalağa değildir: İngilizlerin taht-ı tarassutunda bulunan tabaka-i aliyye ashabı tüccaran-ı mu’­ teberan kendi iş güçlerini unuttular mağazalarında borsadan ticaretten bahsedecekleri yerde herkesin mağazası adeta bir mahfil-i siyaset oldu. Her yerde muharebe havadisi mücahidinin hamaseti Avrupa devletlerinin Hilafet-i Osmaniyye’ye olan adaveti ve ahval-i saire ile akşamı buluyorlar. derecelerinde merak etmeye başladılar; her yerde gazete okuyanların yanlarına sokularak havadis aramaktadırlar. Hulasa her akşam muharebeye dair kalbe itmi’nan verecek bir haber almadıkça kimse evine gidemiyor. Burada musavver gazetelerden biri bir zamanlar Hazret-i Sultan Mehmed Reşad Han hazretlerinin resm-i mübarekleri neşretmiş fakat satılamamış kalmış. İ’lan-ı harb haberi şayi’ olunca gazete iki misli fiyata çıktı. Herkes aldığı resimleri hanesinde yahut mağazasında en muhterem mevkie ta’lik ettiler. Son vakitler gazeteyi arayıp da bulamayanlara Osmanlı arması diye ay yıldız resmi satıldı. Bir gün bildiğim tüccardan biri bana gelmiş diyor ki: “Yahu ne yapalım? Evde çocuklar Enver Neş’et Fethi Beyler’in resimlerini istiyorlar; akşam eve gidemiyorum. Çocuklar; “Bu resimleri getirmezsen eve gelme!” diyorlar. Rica ederim ne yaparsan yap şunların resimlerini getir! Eğer burada bu adamların resimlerini bulamazsam muharebe meydanına kadar gideceğim” Tüccarın sözleri son derece bana te’sir etti. Mısır’da bildiğim bir zata telgraf çekerek muma-ileyhin resimlerini istedim. Bu gibi daha neler var. Hulasatü’l-hulasa Trablusgarb Muharebesi müslümanların umumuna ale’s-seviyye te’sir etti. Bütün müslümanların gözleri kulakları Darülhilafetü’l-İslamiyye’ye ve muharebe meydanına ma’tuf kaldı. İşte Hindistan müslümanları ahvalinden bir hulasa. Umum mücahidin-i İslamiyye na­ mına Cebel Meb’usu mücahid-i muhterem Süleyman Ba­ runi Efendi hazretleri tarafından Ağustos tarihiyle Dehibad’dan matbuat-ı Osmaniyye’ye çekilen telgraftır: “Biz Trablus’ta düşmanla uğraşmakta iken hükumetimizin de ihtilalat-ı dahiliyye ile uğraşmalarına pek çok esef ettik. Düşman cihetinde vukūunu ümid ve temenni [ettiğimiz] bu hareketi vatan-ı Osmani içinde gösterenlerin selamet-i vatanı ne derece tehdid eylediklerinden düşman-ı gaddarımıza ne kadar cesaret verdiklerinden gafil olsalar gerektir. Fakat şu afet devam etmemeli ve bu kimseler serian mütenebbih ve nadim olmalıdırlar. Zira Bizanslılar münazaat-ı dahiliyye ile gözleri kararmış iken Fatih ordusunun Yeniçerilerin mükerrer isyanlarından vatan-ı Osmani’nin nasıl parçalandığı asla unutulacak felaketlerden değildir. Bu günlerde düşman matbuatının oradaki asker ve ahalinin isyanından dolayı i’lan-ı şadumani eylediğini görerek ağladık. Gafil vatandaşlar düşmana zafer kazandırdınız memleketimiz mirasına göz dikenlere ümidler verdiniz. Bunlarla mı kopup size vasıl olan bu sada-yı intibahı işitecek kadar aklınızı muhafaza etmiş iseniz ne mutlu vatana!...” Allah emirlerine kulak asmayan bir halk kul sözüyle mi mütenassıh olacak? Muhterem mücahidler o kum çöllerinde bize istinaden harp ediyorsanız neticede kendi hayat beka ve istirahatımız için her zamanki gibi kulağınızdan tutup sizi düşmana teslime mecbur kalacağımızı biliniz. Yok sırf Müslümanlığı muhafaza için Allah yolunda cihad ediyorsanız Allah sizinle beraber olduğu için hitabınızı ona tevcih ediniz ki beyhude gitmesin. Berlin’den iş’ar olunduğuna göre Gazette de Voss Enver Bey’e bir telgraf çekerek; “şahsi ve askeri nokta-i nazarından nasıl olduğunu sulh ihtimali mevcud olup olmadığını” sormuş Temmuz’da Enver Bey de şu cevabı vermiştir: “Şahsi ve askeri nokta-i nazarından pek iyiyiz. Sulhun bizce ehemmiyeti yoktur.” Cidde’deki kariin-i muhterememizden bir zat tarafından bildirildiğine göre ilk kafileden sonra Mayıs ibtidasından Temmuz sene tarihine değin Cidde’ye muvasalat buyuran hüccac-ı kiramın mikdarı ve mevridi ber-vech-i atidir: İki postada Sevakin’den Sudani üç postada Bombay’dan Hindi muhtelif postalarda Mısır’dan Mısri muhtelif mahallerden Osmanlı ve saire dokuz postada Singapur-Batavya’dan Cavalı. Temmuz’un on dokuzuncu günü ezani saat üçte Kosova Vilayeti dahilinde Koçana Kasabası çarşısında yekdiğerinden beşer dakīka fasıla ile iki bomba yüz seksen kişi mecruh olmuştur. Hadise esnasında ahali-i ve katil derdest edilmiştir. Temmuz’un yirmi birinci günü altı bin kadar Karadağlı ile Malisör Seniçe ve Moykovaç taraflarında hücum ile karakolları tahrib etmişlerdir. Bizim tarafımızdan Ragova müstahfızlarına silah tevzi’ edilmiş ve derhal kuva-yı ihtiyatiyye gönderilmiştir. Bunun üzerine Moykovaç istirdad olunmuş ise de Karadağlılar top isti’maliyle be-tekrar işgal etmişlerdir. Me’murin ile birçok ahali Şahovik’e çekilmişlerdir. Düşman büyük kuvvetle ilerlediğinden Seniçe Kasabası büyük tehlikede kaldığına sıbyan ve nisvan şiddetli heyecanda bulunduğuna sür’atle imdad gönderilmesine dair Seniçe meb’usu Amir Bey’e müteaddid telgraflar çekilmiştir. Osmanlı ricali birbiriyle uğraşmaktan düşman tecavüzünü def’a acaba vakit bulabilecekler mi?.. Çetine Ağustos: Türkiye’nin Çetine sefiri dün hudud hadisatını şifahen protesto etmiş ve bugün Karadağ kabinesine yirmi dört saat zarfında Hükumet-i Seniyye’ye tarziye verilmesi talebini mutazammın bir nota vermiştir. Sefir bu talebi is’af edilmediği takdirde münasebat-ı diplomatikıyyeyi kat’ ederek İstanbul’a avdet edeceğini beyan eylemiştir. Russkiy Slova gazetesinde okunduğuna göre; İran hududunda Yüzbaşı Nikitin taht-ı kumandasındaki Rus askeriyle Osmanlı asakiri miyanında şiddetli bir müsademe olmuş Osmanlılar büyük zayiata duçar oldukları mevkiinden varid olan resmi telgraftan anlaşılmış. Nikitin kemal-i muvaffakiyyet ile mevkiini muhafaza ettiği de ilave olunuyor. Karadeniz Kazaklarına mensub birkaç müfreze Bakü Alayları’ndan teşkil olunan İran hudud muhafızlarını takviye etmek üzere Tiflis’ten hareket ettiği Petersburg Telgraf Ajansı’na bildirilmiştir. Şayan-ı i’timad menabi’den tereşşuh eden rivayata nazaran şah-ı sabıkın İran’a avdeti ettiği buna mukabil İngiltere’nin Cenubi İran’da bir takım ta’vizat elde etmesi muhtemel olduğu Tahran’dan Colonia gazetesine bildirilmiştir. Bu haberin doğru olması muhtemeldir. Zira kendileri gelip uğraşmaktan birçok telefata duçar olmaktan ise dahili fitneler çıkararak budala müslümanları birbirine kırdırdıktan zebun ve bitab düşürdükten sonra gelip bila-mezahim istila etmek Avrupa politikasının üssü’l-esasıdır. Ne çare ki anlayan yok! Rusların nim-resmi gazetesi olan Novye Vremya yazıyor: Zah Arık Nehri üzerinde bulunan gayet büyük Troviski Ordugahı kurbünde Niyaz Bey Kışlağı’nda bir takım hüviyetleri mechul kimseler tarafından açılmış meyhaneye saldat neferler ve bazı zabitan devam etmişler. Orada karakol vazifesinde bulunan süvari pişdar alayı zabitleri teşvikata kapılarak nihayet itaatsizlik baş göstermeye başlamış. Bilahare Temmuz’un birinci gecesi efrad silaha sarılarak zabitanın çadırlarını kurşuna tutmaya başladılar. Topçu ve piyade askeri sevkolunarak vak’anın etrafa sirayet etmemesine te’min-i asayişe gayret olunduysa da her iki taraftan birçok telefat oldu. Ancak ertesi günü ihtilalin önü alınabildi. İhtilalcilerden dört yüz kişi tevkīf olundu. Birçoğu da dehalet etti. Rusya’da son zamana kadar müslümanların mektep ve medreseleri tamamıyla kendi idarelerinde olup hükumet kat’iyyen müdahale etmezdi. Şimdi Rusya Hükumeti müslümanların mekatib ve medaris-i diniyyelerini teftiş diği Kırım’da münteşir Tercüman Gazetesi ’nde görülmüştür. Müfettiş olacak adamların Misyoner Cem’iyeti’ne mensub olması muhakkak addolunur. [ ] Hindistan: Pise Ahbar Lahor gazetesinin rivayetine göre; umum Hindistan ahalisi gayet sıkıntı içindedir. Her tarafta hükumetin mezaliminden şikayet olunuyor. Bir taraftan açlık diğer taraftan arazi vergilerinin sene be-sene tezayüd etmekte olması bütün Hindistan ahalisini ruhsuz bir ceset haline getirmiştir. Bu hal devam ederse millet kendi hayatı için çare aramak hususunda lazım gelen esbaba teşebbüs edecektir. Breçiya’dan yazılıyor: “Burada harb aleyhinde gayet büyük bir miting akdolunmuştur. Nümayişçiler ’den ziyade idi. Hutaba hükumetin siyasetini şiddetle tenkīd etmişlerdir. Nümayişçiler tarafından hükumet müteaddid defalar tahkīr edilmiştir.” Düşmana yakışan nifak u şikak maatteessüf Osmanlılar arasında zuhur etti. Koçana’da iştial eden bomba münasebetiyle Bulgarlar hakkında reva görülen muamelat-ı cebriyyeden Bulgar Hükumeti hükumet-i Osmaniyyenin nazar-ı dikkatini celb ve bu gibi muamelata bir nihayet verilerek ciddi bir tahkīkat icrasıyla bu muamelata cür’et edenlerin tecziyesini taleb için İstanbul sefirine evamir-i lazime i’ta eylediği Sofya’dan bildiriliyor. Ministerler Meclisi Tuna Fırkası’nın ber-vech-i zir efrad-ı ihtiyatiyye ve redifesini da’vet etmeye karar vermiştir: ve ’uncu sınıf efradı taht-ı silaha da’vet edilmiştir. Aynı fırkanın sınıf da’vet edilecektir. TENKĪD VE TAKRIZ MEDENIYET-I İSLAMIYYE TARIHI ’NIN ---- HATALARI ---- Bir de Abdülmelik ile Velid Haccac’ın şenaatlerine karşı ru-yı rıza göstermişlerse ma’lumdur ki Emeviler’in bu ba Haccac cehennemde yerleşebildi mi yoksa hala iniyor mu?” demiştir. Kezalik Hişam Halid’in bir müslüman karısını tahkīr ettiğini işitince derhal emaretten azlederek hapse atmıştır. Nitekim vak’a İbni Hallikan’da mezkurdur. Elhasıl eğer müellif Emeviler’den yalnız bir yahud iki adama atıp tutmuş olaydı kendisine hak verirdik. Lakin o mu’tadı olan desise tarikına saparak ferdi cemaat biri ikiz nadiri amm şazzı muttarid suretinde göstermiştir. * * * Buhtunnasr’ın zulümlerini işittik Cengiz Han’ın şenaatlerine yakīn hasıl ettik Tatar’ın cinayetlerine muttali’ olduk; lakin Allah’a yemin ederim ki –eğer müellifin sözleri doğru ler’den daha hunhar Emeviler’den daha gaddar değilmiş! Müellif diyor ki: “Muaviye Busr bin Ertat’ı askerle beraber gönderdi. Bundan başka Ali şiasından kimi bulurlarsa öldürmelerini hatta kadınları da çocukları da bırakmamalarını emretti. ” İşin hakīkatini anlatmazdan evvel bir mukaddime serdetmek lazım geliyor: Müellif Abbasiler’i medhediyor onların harekatını adalete esas rıfk u mülayemete delil ittihaz eyliyor da diyor ki: “Abbasiler’in saye-i devletinde memleketlerin ma’mur olması şayan-ı istiğrab değildir. Zira adalet emn ü asayişi te’min eder. İnsanlar canlarından hukūklarından emin oldukları surette işe sarılacakları için tabii memalik ma’mur olur ahali refahiyet kazanır verginin mikdarı çoğalır. ” mıyla müsavi bulursak tabiidir ki Abbasiler’in bırakılıp da yalnız Emeviler’in zemmolunmasını fahiş bir haksızlık büyük bir tarafgirlik addederiz. Sonra bir mes’ele daha var: Ma’lumdur ki; müverrihlerin kaffesi Abbasiler zamanında da Emeviler’in mehasinini söyleyemezdi. Kazara böyle bir cür’ette bulunanlar ta’zibatın envaına hedef olurdu ki tarihten bizim için buna dair birçok misaller göstermek kabildir. Vakıa kemal-i iftihar ile şunu söyleyebiliriz ki; müslüman müellifleri vekayii olduğu gibi rivayet etmek hakkı bi-perva söylemek hususunda birinciliği kazanmışlardır. Hakīkati beyan etmekten ne padişahların kudreti ne de zalimlerin mehabeti kendilerini men’ etmemiştir. Ancak kasden yalan seylemekle hakkı söylememek arasında fark vardır. Onun bulunmadılar. Lakin birçok mehasinlerini sükut ile geçmeye mecbur oldular dersek bu sözlerimiz cerh olunamaz i’tikadında bulunuyoruz. Abbasiler’e gelince bunlar zamanlarında hem memleketin sahibi hem halkın malik-i mutlakı oldukları için teveccühleri hayat gazapları herkes için memat idi. Ufacık hatalarını muahaze ölüm tehlikelerini göze aldırmaksızın kabil olamazdı. ---- TEBRIK ---- Kudumüyle cihan-ı tevhidi nurlara gark eden Ramazan-ı Şerifi Sebilürreşad yeryüzündeki bütün müslüman kardeşlerine tebrik eder. TEFSIR-I ŞERIF Tercümesi “Tanrı’nın yoluna insanları hikmetle güzel güzel nasihatle da’vet et; bir de onlarla mübahase ederken en iyi tarik hangisi ise onu tut; senin Tanrı’n yok mu işte o yolundan sapanı da bilir hidayeti kabul edenleri de bilir.” * * * Ayet-i kerime tarzındaki tehdid-i mehib ile başlayan Sure-i Nahl’in son sayfasındadır. Şüphe yoktur ki aleyhissalatu vesselam Efendimiz’e teveccüh eden bu hitab-ı Sübhani o Peygamber-i güzinin ümmetine de teveccüh eder. Ayetteki sebil den maksad bütün hakayıkı bütün fezaili cami’ olan Müslümanlık’tır. Gayet fıtri bir din olan; daha doğrusu fıtratın kendisinden başka bir şey olmayan İslam’ı kabul etmeyenler ya o din-i ilahinin ruhundaki sırr-ı mübini sırrındaki ruh-ı güzini göremiyorlar; yahud gördükleri halde nefsani bir yığın esbabın te’siri altında kalarak görmek istemiyorlar. bul etmeyenlere karşı bu emr-i ilahiye tevfik-i hareket olunmaz da –ber-mu’tad– şiddetli davranılırsa bu şiddetle pek ma’kus pek menhus te’sirler husule getirilmiş olur. Evet dini anlayamadıkları için fikirlerine mülayim bulamayanlar böyle bir harekete karşı İslam’ın büsbütün düşmanı kesilirler. Hakayık-i diniyyeden inadları saikasıyla yüz çevirenler de i’lan-ı harbe kalkışırlar. Zaten hiddetler şiddetler tazyikler cebrler hep aczin me­ şimesinden düşen bir sürü eksik mahluklardır ki beşeriyet muztar kalmadıkça bunları agūş-ı kabulüne alamaz; alsa da mümkün değil sevemez. İnsanlar rıfk ister mülayemet ister; ağızdan çıkmasını bekler. Resul-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri mu’cizelerin en bahirini şiddetlerin en kahirini gös­ termek iktidarında iken bakınız insanları Allah yoluna getirmek için hangi tarikı ihtiyar etmekle me’mur. Kemal’in dediği gibi “Fikre galebe yine fikrin şanındandır.” Mülhid yahud muanid fikirleri devirecek kudreti kendilerinde görmeyenler; sebil-i hakkı bulabilmek için bir hayli mücahede geçirmiş olmayanlar mevki’-i irşada çıkıp da gayet müşkil vazifelerdir. Sözlerini dinletebilip de efkarı arkalarından getiremeyenler cemaati kabil-i hitab olmamakla töhmetleyerek işin içinden sıyrılıveriyorlar; asıl kabiliyetsizliğin aczin kendilerinde olduğunu hiç hatırlarına getirmiyorlar! Ömründe medrese mektep görmemiş; üç beş uydurma hadis ile sekiz on şeni’ masaldan başka sermaye-i ma’rifet edinememiş ümmi vaizler kürsilere tasarruf edeliden beri bu millet-i merhume dini umacı hey’etinde sahib-i şeriati de –haşa– yeniçeri ağası fıtratında tahayyül etmeye başladı! linden silindi gitti! Hiç esasa imanı olmayanları cehennemle korkutmak; Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib yahud o pek acib bir kılığa soktukları cennetle avutmak mümkün olur mu? Ne garibdir ki: Derse çıkacak hoca efendiden icazetnameden başka sıkı bir imtihan geçirmiş olmasını isteriz de vaaz kürsüsüne tırmanacak mürşid-i kamilden hiç de ehliyetname sormayız! Halbuki iş aksine olmak lazım gelirdi. Öyle ya okutacağı dersi hakkıyla bilmeyen müderris esasen tedrise kalkışamaz. Zira karşısındaki talebe temyiz iktidarında olduğu için hocasının aczine yarım saat bile dayanamaz. Vaizlerin mevkii ise böyle müşkil değil; çünkü cemaatin bir kısmı din namına söylenen her sözü dinlemek i’tiyadındadır! Üdeba-yı ulemadan Ziya Paşa merhum “Bizde gayet mühim iki vazife vardır ki bil-iltizam en ehliyetsiz ellere tevdi’ olunur: Biri nahiye müdürlüğü diğeri çocuk lalalığı” diyor ki biz buna bir de “vaizliği” ilave etmek için hiç düşünmeye hacet görmüyoruz. Vaizlik mürşidlik edecek adamın yalnız sebil-i hakkı tanıması kafi değildir; o caddeye çıkan yolların nerelerden sapmak ihtimali olduğunu iyice bilmelidir. Bir de yanlış yol tutanlara “Dalalettesin!” demekle iş bitmez. Oraya nasıl düşmüş; saha-i reşada nasıl çıkacak buralarını tamamıyla ta’yin etmeli sonra biçarelerin eline yapışmalıdır. Hele “tekfir” tehdid makamında ele alınacak silahlardan değildir. Zira bunun ika’ edeceği mevt-i ma’neviyi duyacak hisler pek azaldı. Onun için “Sus! Kafir oldun...” nidası top gibi patlasa yine kuru sıkı telakkī olunacak! TERCÜME-I MEAL-I MÜNIFI “Ey şeref-yab-ı iman sevgili kullarım! Üzerinize oruç tutmaklığınız farz olundu. Nitekim sizden evvel geçen ümmetlerin de üzerlerine farz olunmuştu. Bu fariza-i mühimme ile mükellefiyetiniz münafi-i İslamiyyet ve mugayir-i insaniyyet ahlak-ı rediyye ve ef’al-i diniyyeden ittika ve ictinab etmeniz * * * Bilsek –ey mü’min kardeşler!– şu iltifat ve şu hitab-ı ila­ hiye muhatab olmak şerefinin büyüklüğünü yüceliğini bilsek!.... Vicdanımızı dinleyelim! İltifat ve hitab-ı padişahiye nailiyyet şerefi bizim için ne kadar kıymetdar ne derecede bais-i sürur u iftihardır. Şübhesizdir ki birer canlı meserret kesiliriz. Muhakkaktır ki fart-ı şadiden kabımıza sığamayız. O derece-i bala-terinde ki guya bir daha yed-i hilkatten geçmişe sanki yeniden dünyaya gelmişe döneriz. Sanki bu cihan-ı dun bütün mefatih-ı hazain-i pür-füsunuyla bize verilmiş! Öyle değil mi? Halbuki bulunmak saadet-i uzmasıyla gerçekten –eğer kadr-dan isek eğer sahib-i rüşd ü iz’an isek eğer haiz-i cevher-i akdes-i hitabda o padişah da sufuf-ı muhatabin miyanında tufan-ı mesar içinde çırpınıyor. Bütün ihvan-ı diniyle cebinsa-yı zemin-i tazarru’ u ibtihal oluyor. Hitab-ı ilahi ezeli olduğu gibi ebedidir de. Onun içindir ki biz ehl-i iman bu kudsi hitaba el-an muhatab bulunmakla müftehir ü mübahiyiz. “El-hamdü lillahi ala-ni’meti’l-imani ve’l-İslam” Cenab-ı Sultan-ı ekalim-i risalet ü nübüvvet aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri ümmet-i muhteremelerine iltifat ü nevazişi natık böyle ayat-ı celile şeref-bahş-ı nüzul oldukça mübarek güneş-i cemalleri pertev-nisar-ı beşaşet ü meserret olurdu. Hele encüm-i asman-ı risalet olan sahabe-i güzin aleyhim rıdvanullahi’l-ekber hazeratı o envar-ı mesar içinde gaşy olur giderlerdi. O dakīka-i hitab-ı Hak onlar için da­ reyn­ den muazzez bir hayat-ı ebedi bir fahr-i sermedi idi. Bu hitab-ı teşrif biz mü’minlere saadet-i hayat namına bir düstur-ı sıhhat ü afiyet ihsan ü inayet buyuruyor: Fariza-i celile-i sıyam. Bununla beraber bir de cümle-i tesliyet-bahşayı Çünkü takdir-i hikmette irfan-ı ni’mette acz-i idrakimizi za’f-ı vicdanımızı biliyor. Bu tesliyet; avam-ı ümmete aiddir. Havassa gelince onlar bizden evvel geçen ümmetlere de farz imiş.” diye müteselli olur. Ifası nefse ağır gelen bir emrin umumiyeti anlaşılınca tahammülü kolaylaşır. Havas ise: “Elhamdülillah bu ni’met-i ilahiyye yalnız bize has değilmiş ihvan-ı insaniyyetimiz olan ümem-i salife de ni’met-i sıyam ile mütena’im imişler.” diye Cenab-ı Hakk’a arz-ı şükran u mahmidet ederler. “ – Ey ümmet-i hal ü istikbalim! Sizden hiçbiriniz ta ki kendi nefsi için istediği ni’metleri husulünü arzu ettiği –maddi ma’nevi– saadetleri dader-i İslamiyyet ve insaniyeti için temenni etmedikçe hadis-i şerifi bunların vasf-ı halleridir. Yine mes’uddur o hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyye ki Kur’­ an-ı Hakim amir-i vicdanı mürebbi-i idrak ü irfanı cismani ruhani nazım-ı hayatı ola! Ah ... Eğer bu ezeli kanun-ı ilahinin kadrini bilsek! Himye kanun-ı tıbbın en mühim bir düstur-ı sıhhisidir. Tababet daha bir milyon sal-i istikbal içinde tekemmül etse yine sername-i mefhareti edecek hadis-i şerifine müdani bir düstur-ı sani bulamaz. Tababet henüz beşerin muhit-ı idraki haricinde himye-i şer’iyye ile me’mur idi. nazm-ı celili bu da’vamızın sıdkına bürhan-ı satı’dır. Bugün tababet bütün o bedayi’-ı terakkī ve tekamülüyle beraber lisan-ı hikmet-beyanından işitilen en büyük hıfzussıhha düsturu şu oluyor: “Le jeune entretient la santé” Bunun Türkçesi: “Ruh sıhhat-i hayatı muhafaza eder. Himyeye riayet eden hastalanmaz.”dan ibarettir. Bu düsturun kaili değil hatta ellinci ceddi bile rahm-i madere düşmemiş aleyhissalatü vesselam samia-i insaniyyeti teşnif vicdan-ı medeniyyeti sena-han-ı ulviyyeti ediyordu. Akl-ı iş ü nuşun! hiç de hoşuna gitmeyen çehresini ekşiten bu emr-i lahutiyi akl-ı insaniyyet vicdan-ı İslamiyyet layık olduğu ehemmiyetle takdir ve kemal-i tekrim ile der-agūş eder. O ruhun –gerek şahsi gerek ictimai ve medeni– menafi’-i hayat-bahşası mükemmel bir hıfzussıhha kitabı vücuda getirecek kadar çoktur. Din-i celil-i İslam hıfzussıhha kavaninini bir liste şeklinde göstermekten şanı alidir. Çünkü dinin mevkii bütün maddiyat ve ma’neviyatın fevkınde ukūl-i beşerin yetişemeyeceği bir serir-i ulviyyettir. Bütün ulum u fünun onun bir harf-i hikmetinde mündemicdir. Din reçete yazmaz. Çünkü ona ihtiyac bırakmaz. Hastalığın def’i elbette ref’inden evladır. Hüner bir musibet gelmeden önüne sed çekmektir. Yoksa geldikten sonra buyurun firaş-ı ıztırab u enine! Fenn-i menafi’u’l-a’zanın herkesin anlayabileceği derecede basit ve vazıh olan şu sözlerini dikkatle okuyalım: “Her uzvun bir zaman-ı fi’li olmasına mukabil bir de vakt-i sükun u istirahati olmalıdır. Faaliyyet-i uzv gündüzün olduğu gibi lenmeden ila-nihaye faal kalacak olursa kuvvetini zayi’ eder. Bir daha filini icraya muktedir olamamak tehlikesine düşer.” Mide de bir uzvdur. Hem de a’za-yı vücudun hazine-i hayatıdır. On bir ay mütemadi bir faaliyyet ile ifa-yı vazife eden midenin bir ay hakk-ı sükun ve istirahati olmamalı mıdır? Bu pek bedihi bir hakīkat-i fiz[yo]lojiyyedir. Hastalanınca tabibin en şiddetli perhiz emirlerini kemal-i mutavaatla kabul eden insan tababet ve tabibin halıkını nasıl dinlemez? Hakkında ayn-ı rahmet ve mahz-ı ni’met olan evamir-i mukaddese-i silker? Mukteza-yı akl-ı selim bu mudur? Orucun menafi’-i hayatiyyesine dair ma’lumat-ı fizyolojiyye almak için ihvan-ı saimine etibba-yı hazikamızdan merhum Hüseyin Remzi Bey’in İlmihal-i Tıbbi’ si ile Altuni-zade Muhyiddin Bey’in Sıhhat ve Afiyet-i İslam’ ını ve Tabib-i muhterem Milaslı İsmail Hakkı Bey’in Din-i İslam ve Ulum u Fünun’ unu kemal-i ehemmiyetle tavsiyeyi bir fariza-i diniyye addederim. Evamir-i hazıkaneleri dinen vacibü’r-riaye olan ancak böyle muhterem tabibler böyle hakīkī mü’minlerdir. Cenab-ı Hak emsalini asarını çoğaltsın! Şehr-i celil-i sıyam alem-i İslam’a ecell-i na’ma-yı Samedaniyyedendir. Kadr-i azimini bilelim de indallah makbul ü muhterem olalım! HADIS-I ŞERIF Bu hadis-i şerif Sahih-i Müslim hadislerindendir. Ravileri Abdullah bin Ömer Ebu Musa El-Eş’ari Seleme ve Ebu Hüreyre radiyallahü anhüm’dür. Ebu Hüreyre hazretlerinin rivayetinde ziyadesi de vardır. Bu ziyade ile beraber hadis-i şerifin tercümesi şu olmuş oluyor: “Her kim bize karşı silah çekerse bizden değildir. Her kim de bizi aldatırsa yine bizden değildir.” Din-i İslam tehabb ü tevadd teavün ü tenasur dinidir. Müslümanlar beynindeki uhuvvet uhuvvet-i nesebiyyeden akvadır. Bu uhuvveti kıracak vahdet-i İslamiyyeye karşı gelecek şakk-ı asa-yı müslimin edecek herhangi fiil ve hareket –mukteza-yı tabiatı olarak– İslam’ın haricinde kalır evamir ve ta’limat-ı nebeviyyeye muhalif düşer. Bunların en fenası müslümanın müslümana kılıç çekmesi müslümanın müslüman canına kasdetmesidir. Müslümana karşı silah çekmek kebairin a’zamıdır. Buhari ile Müslim ’in rivayet ettikleri diğer bir hadis-i şerifte; buyurulmuştur ki “Müslümana sebbetmek fısktır. Müslüman ile mukatele etmek ise küfürdür” demektir. Din-i İslam müslimin can u ırzını te’min etmiştir. Her müslümanın canı da ırzı da diğer bütün müslümanlara haramdır. Bu hürmete riayet etmemekteki ma’siyetin derecesine bakın ki müslümana söğmek fısk olu[y] or. Yani adeta daire-i dinden çıkmaya yol açıyor. Üzerine bi-gayri hakkın silah ile yürümek ise adeta küfür mertebesini buluyor. Zat-ı Ecell ü A’la Kur’an-ı Kerim ’inde: Yani: “Ey mü’minler. Hablullah’a yapışın da dağılmayın ayrılmayın. Bir de Allah Teala hazretlerinin şu büyük ni’metini hatırınızdan çıkarmayın ki siz yekdiğerinizin düşmanı hep kardeş oluverdiniz” diye bize imtinan ediyor. Müslimine bahş ettiği nimetlerin en büyüğü bu ülfet-i kulub olduğunu bize haber veriyor. Diğer bir ayet-i kerimede de: Yani: “Mü’minlerin kalbini Allah Teala te’lif etti. Eğer sen ru-yı zemindeki ni’am ü hazainin kaffesini birden infak edeydin yine kalblerini te’lif edemezdin” diyerek o ni’metin büyüklüğünü bize iş’ar ediyor. Kur’an ’ın neresini okusanız ehadis-i şerifenin hangisine baksanız bu imtinan-ı Rabbaninin azamet ü ehemmiyeti nazarınızda artar. Zira İslam ve imanın mebna-yı üstüvarı gönül birliğidir kardeşliktir. Lisan-ı Şeriat’te her ne zaman “Kardeşiniz şöyle olsa böyle olsa” denilmişse maksud olan din kardeşliğidir. Gönül birliğini tefrikaya ilka edecek vahdeti şikaka müncer edecek kardeşliği adavete kalb edecek herhangi fiil ve hareket ve hatta kasd u niyyet iman ve İslam’a muhalif olduğu için Resul-i Ekrem salla’llahü aleyhi ve sellem Efendimiz onu ya küfür ile ya füsuk ile ya nifak ile tavsif buyurmuşlar ve halavet-i İslam’dan ne derecede nasibedar olduğumuzu anlatmak için bize hiç şaşmaz bir mizan-ı adalet bir mi’yar-ı fazilet ihsan etmişlerdir. Müslim ile Buhari’de mervi olan: Yani: “Müslim o kimsedir ki müslümanlar onun dilinden elinden salim olur” hadis-i şerifinden daha sağlam bir mikyas bulunabilir mi? Elinde böyle terazisi olan kimse kardeşinin canına kasd ve hatta kalbini bi-gayri hakkın rencide ederse da’va-yı iman ve İslamda bulunmaya haya etmez mi? Buhari’deki diğer bir hadis-i şerifte: Yani: “İki müslüman kılıçlarıyla karşılaştıkları zaman katil de maktul de cehennemdedir” buyurulmuştur. Bunu duyan ashab-ı kiramdan birinin: “Ya Resulallah. Katilin cehenneme girmesini anlıyoruz. Ya maktule ne oluyor ki o da onunla beraber tutuluyor?” tarzında irad ettiği suale: Yani: “Arkadaşının katline haris idi de onun dis-i şerifte buyurulmayıp da buyurulmasını böyle bir halde mukteza-yı İslam olan uhuvvetin artık zail olduğuna ve muktezi ile muktezanın zevaline binaen her iki hasmın da makarr-ı ehl-i küfr olan cehenneme gideceğine haml etmek icab eder. Artık görünen köye kılavuz istemez. Bugünkü dereke-i lam’ı şöyle bir acele ile çevirmek de kafidir. Peygamber-i zi-şanımız Hadi-i muazzamımız bize ne öğretmiş biz müslümanlar hangi yoldan gitmişiz! Ne musibettir ki şehrah-ı sulh u selamı gösteren Peygamber-i ahirzamanın ümmeti olan bizler hep harb u hısam yolunu tutmuşuz. İslam’ın en son tahassungah-ı bekasında bile kardeş kanı içmekten bıkmadık usanmadık. Ne emirler ne nehiyler ne tarihi ibretler Her devirde her diyarda ecanibin pa-yı hakareti altında ezildiğimizin illeti bünyan-ı mersus gibi yekvücud olmamıza dair olan ihtarat-ı mükerrereye ittiba’ etmemek olduğunu bilip dururken yine hep yekdiğerimizin hürmetini hetk etmiş durmuşuz. Bizim bu halimiz mehbit-ı vahy olan o Resul-i zi-şanın zaten ma’lumu olduğu için ahirzaman fitnelerinden bizi çokça tahzir buyurmuşlar son nefes-i mübareklerini Hakk’a teslim buyurdukları ana kadar ümmet arasında tahaddüs edecek şikak ve mücadelenin mazarratını beyan etmekten vazgeçmemişler hatta Buhari ile Müslim’in rivayetine göre Haccetü’l-veda’da bile Cerir bin Abdillah el-Beceli’ye cemaat-i ashabı susturmak için emir verdikten sonra: buyurmuşlardır ki: “Benden sonra kafir olup da birbirinizin boynunu vurmaya kalkışmayınız” demektir. Ne acınacak hal ne bitmez tükenmez gaflettir ki darülislam olan yerler hep bu yüzden darülküfr oldu her yerde müslümanlar Beni İsrail hakkında varid olan ayet-i kerimesine ma-sadak oldu son ilticagah-ı İslam’da bile yalnız rahat ve huzurumuz değil varlığımız bile münselib oldu da biz yine hala birbirimizi boğmaktan yekdiğerimizin kanı ile ırz u namusu ile teşeffi etmekten vazgeçemiyoruz! Artık gözlerimizin çapaklarını silip bu giran hab-ı gafletten uyanmanın zamanı gelmiş çoktan beri geçmiştir bile. Bu fena huylardan vazgeçip evamir-i diniyyemizin binde birine olsun ittiba’ edelim. Te’lif-i kuluba teavün ü tenasura müsliminin malına canına ırzına hürmet etmeye alışalım. Hatta muaveneti yalnız mazlumlara değil zalimlere bile teşmil edelim. Buhari’de Tirmizi’de Müsned-i İmam Ahmed’de varid olan atideki hadis-i şerif ile amel edelim: : . : Resul-i Ekrem salla’llahü aleyhi ve sellem Efendimiz: “Kardeşine ister zalim olsun ister mazlum olsun yardım et.” buyurmuşlar. Biri: “Ya Resulallah zalim olduğu halde ona nasıl yardım edeyim?” diye sorunca: “Onu zulümden men’ edersin. Ona yardım böyle olur” cevabını vermiştir. ---- KANAYAN YARALARIMIZ ---- Siyasiyat ve ihtirasat mücadelatı afak-ı vatanda gittikçe daha ziyade kesif daha ziyade muzlim sehabeler tevlid edecek bir hal alıyor. Bağrı yanık sinesi hançer-zede bedbaht vatanın kayıdsız evladları mevcudiyet-i milliyyeyi kemiren mader-i vatanı her gün daha seri’ daha hevl-engiz hatvelerle adem diyarına takrib eden hastalıkları; bi-füturi-i mu’tade ile karşılıyor müzmin bir hale gelinceye kadar tedavi etmek lüzumunu hissetmiyor etmek istemiyor! Sanki herkes bütün gayretini bütün azmini hastalığın daha vahim bir devreye girmesine daha müdhiş safhalar geçirmesine hasr etmiş! Yalnız; evet yalnız bunun için çalışıyor!.. Asırlarca kaygusuz evladlarının düşüncesiz hareketlerinden tevellüd eden mesaib altında inleyen tündbad-ı ihtirasları uğrunda zedelenerek canhıraş vaveylalarla bihude yere sızlanan vatan bugünkü nesilden de aynı lakaydi ile mi muamele görecektir? Sema-yı vatan ilim yerine cehalet faaliyet yerine atalet bulutlarıyla istila edildiği uzun devirlerden beri şems-i saadet bu bedbaht iklime en sönük şuaatını bile isar edememiştir. sadmeler insafsız hançerlerle parçalatmış kuvve-i zindegisini menabi’-i hayatiyyesini kurutmuş echize-i faalesini artık bir inhizal ve bi-tabiye duçar eylemiştir. Vatan bir harika-i ilahi olarak yaşıyor. Bugünün mütefekkirleri acaba hasta nefes-i vapesinini verdiği zaman mı uyanacaklar tevarüs ettikleri la-kaydiden kurtulmak için böyle feci’ bir zamanı mı bekleyeceklerdir?! Bugün Anadolu’ya seyahat etmek oradaki biçare köylülerin tarz-ı hayatını yakından görmek suret-i maişetlerini emraz-ı ruhiyye ve bedeniyyelerini tedkīk etmek ... zahmetini şerih u müsterih bir kalb ile atiden ümidvar olarak avdet edebilsin! Her saat göreceği fecia-nüma levhalar karşısında yüreğinde yaralar açılmadan dönmek mümkün olsun! Vaktiyle gürbüz tüvana ve bütün ma’nasıyla dinç bir ırk yetiştiren Anadolu bugün baştan başa yosunlu bir harabezar mikroplu bir hastahane haline gelmiş! titretir kavi ve sağlam bir unsur yerine cansız çelimsiz hastalıklı frengili sıtmalı bir sürü sıska alayı veya müteharrik bir yığın canlı cenazeler kaim olmuş! Vasi’ Anadolu arazisinin Huda-dad kuvve-i inbatiyyesi bile artık eski kudret-i feyyazanesini gaib etmiş işlenmeden emile emile menabi’-i gıdaiyyesi kamilen kurumuş. Münbit vadiler bir çoraklığa mahsuldar tarlalar bir dikenliğe zümürrüdin çimenlikler merzagī bir sazlığa tehavvül etmiş! Bağlar bağçeler kamilen bozulmuş vaktiyle oraların ma’mur olduklarını bildiren asar-ı kadimeden başka hiçbir şey kalmamış. Uzak zamanlardan beri hükümran olan çöllerinde Rumeli balkanlarında Irak badiyelerinde Kürdistan ovalarında dolaşarak sürünerek çürüyen vücudlar menabi’-i zindegileri kuruduktan kardeşlerinden pek çoğunu o diyarların yosunlu toprakları altına gömdükten sonra dönebiliyorlardı. Bu alil ve yarım kadidler çökük tavanlı yıkık duvarlı kulübelerinde yosunlu ve çamurlu inlerinde sızlayarak kendilerini bekleyen ailelerine kavuşuyorlardı. Yoksulluk açlık sefalet zulüm hastalık gibi hain sebeblerle çürüyen kadınlarla perişan ve kötürüm bir halde yurduna dönen bu iskeletlerin mahsul-i hayatları ne olabilirdi? Şimdi sorarız? Sevk-ı kaderle meydan-ı felakete sukut eden bu tali’-zede nesilde yaşamak yaşayabilmek isti’dadı bulunabilir mi? Bunlar hayata değil bir müddet süründükten sonra memata namzed değil midir? de koşuyor. Bugünün vicdanlı mütefekkirleri yarın huzur-ı tarihte bu sür’atin ta’diline olsun şitab etmedikleri cihetle itham olunmayacaklar mı? Ya Rab! Bu ne derin uyku! Hab-ı giran-ı ataletten la-kaydiden bizi sur-ı İsrafil mi uyandıracak? Yoksa istila ordularının samia-hıraş boruları mı?! ...... Mader-i vatanı düşünmek yarasından akan kanları dindirmek sinesini parçalayan hançerleri çıkarmak cerihalarını sarmak evladlarına teveccüh eden en mukaddes bir vazife değil midir? Şahsi ihtiraslar arkasında mest ü meshur koşanlar şübhe yok ki bir gün pek müdhiş bir maniaya çarparak ezileceklerdir. Ne çare ki kendileriyle beraber felek-zede vatan da ayaklar altında kalacak!... Evet ırk inhizale inkıraza düşmüş! Anadolu baştan başa karanlık haşyet-engiz bir hastahane haline gelmiş! Nur-ı ümid gibi şu’le-i ma’rifet de bu bedbaht iklimde sanki ebediyyen sönmüş! Buna karşı vatanın evladları bu felaketleri bu acıklı manzaraları görmemek işitmemek için gözlerini kapamışlar kulaklarını tıkamışlar heva-yı nuşin-i hay u huy içinde uyuşmuş kalmışlar. Veraset kanunu; evet bizi kemiren kanımızı cevelandan dimağımızı tayerandan alıkoyan bu müdhiş ve müessir kanun; gençleri de ihtiyarlara ahfadı da ecdada benzetiyor benzetmeye çalışıyor. Onlar da babaları dedeleri gibi la-kaydi ve atalet çukurlarına sürükleniyorlar. Onlar da cedleri gibi istikbali düşünmek görmek görmeye çalışmak istemiyorlar. En bariz hakīkatlere en korkunç izmihlal alametlerine karşı onlar da kendilerinden evvel geçen ve bütün bu felaketleri hazırlayan ataları gibi “Adam sende!..” demekle iktifa ediyorlar. Zavallı vatan; acaba seni canıyla imanıyla sevecek evladların yetişmeyecek mi?!... Esir milletler cahil kavimler inkıraza sürüklenen ırklar nasıl kurtulmuşlar nasıl kurtarılmışlar! Buraları düşünmek bugünün mütefekkir vatanperverlerine teveccüh etmez mi? Çare-i tedavi vaktiyle aranılmazsa hastalık müzmin ve mühlik bir devreye girdiği vatan çökmeğe millet ezilmeye başladığı zaman gösterilecek telaşlar koparılacak vaveylalar hiçbir faide te’min edemez. Dün bizden cahil ve bizim çobanlarımız bizim mahkumlarımız olan fakat bugün bize ilimleriyle terakkīleriyle muntazam idareleriyle bi-hakkın caka satan bizi ezmeye yeltenen bir avuç Bulgarlardan olsun ibret almayacak mıyız?!.. Bulgarları kurtaran terakkī ve tealiye sevk eden nevvar dimağlar polat bazular acaba nasıl düşünmüşler ne yolda çalışmışlar ne gibi tedbirlerle mahkum ve sefil bir kavmi hakim ve mes’ud bir dereceye çıkarmışlar?!... Ruh-ı terakkī sine-i milletten doğmalıdır. Millet de bu ruhu yetiştirecek surette terbiye edilmelidir. Bir milleti düştüğü girdabdan kurtaracak zinde dimağlar aynı gayeyi aynı ideali ta’kīb etmek kavi bir iman la-yetezelzel bir kanaatle garazsız ivazsız çalışmak uğraşmak eden hailler manialar pa-yı azm ü sebatlarını sarsamaz sarsacak kadar metanetsiz bulamazsa –ki bu da gayr-i meşru’ ve şahsi hiçbir ümniye beslememek her türlü siyasi ihtiraslardan azade kalmak sayesinde müyesser olur– emin olmalı ki böyle bir hey’et o bedbaht milleti kurtarır kurtarabilir. Bulgarları tahlis edenler reh-güzar-ı gayretlerine vasi’ bir saha-i faaliyyet açanlar bu gibi hey’et-i tenviriyyelerdir. Hiçbir zaman hiçbir memlekette hükumetler bu ağır vazifeyi tamamıyla yüklenememişlerdir. Esasen de yüklenemezler. Hükumetler halka ve bu yolda toplanan hey’etlere yalnız rehberlik ederek onların mesailerini teshil icab eden muaveneti diriğ etmezlerse vazifelerini ifa etmiş olurlar. Cihan-ı beşeriyyetin en müterakkī milletleri olan İngilizler Fransızlar İsveçliler Belçika ve İsviçreliler bile el-an bu gibi hey’etlerden müstağni olamamışlardır. Esasen bu mes’ud memleketlerde her türlü teşebbüsat-ı nafia ve tenviriyye hükumetlerden ziyade efrad-ı milletten müteşekkil ferd yığınlar tarafından icra edilir. Münevver ve zinde dimağlı ferdlerin muhassala-i iştiraki kitleyi emin ve müsmir sahalara sevk eder harika-nüma muvaffakıyetler gösterir. Hey’et-i tenviriyyelere en ziyade ihtiyacı olan bir iklim varsa o da bizim memleketimizdir. Heyhat ki bu gibi nafi’ teşebbüslere en az cilvegah olan mahal de yine bizim tali’siz vatanımızdır. Kani’ olalım ki: Irk inhizale düşmüş inkıraza yuvarlanıyor. Vatanın hamiyetli ve mütefekkir evladları bu la-kaydiden sıyrılmazlarsa vicdani mes’uliyetten tarihi mahkumiyetten acaba nasıl kurtulacaklardır?!... SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜNDE Bırakın matemi yahu! Bırakın feryadı... Ağlamak faide verseydi babam kalkardı! Hem neden ye’se gelip inleyelim sızlayalım? Derdiniz neyse dökün ortaya bir anlayalım. Sizde erbab-ı tefekkürle avamın arası Pek açık.. İşte budur bence vücudun yarası. Milletin beyni sayarsak mütefekkir kısmı; Bilmemiz lazım olur halkı da elbet cismi. Bir cemaat ki dimağında dönen hissiyyat Cismininkiyle bir olmaz durur aheng-i hayat Felcin a’razını göstermeye başlar a’za; Böyle bir bünye için akıbet elbette fena. Mütefekkir geçinenler ne diyor sizde bakın: “Medeniyyette tealisi umumen Şark’ın Yalınız bir yolu ta’kib ederek kabildir; Başka yollarda selamet arayan gafildir: Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı Aynı izden giderek harice hiç çıkmamalı. Garb’ın efkarını mal etmeli Şark’ın beyni; Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan; ya’ni Garb’ı taklid edemezsek: Ne desek beyhude. Bir de din kaydını kaldırmalı artık zira Bütün esbab-ı terakkīmize mani’ o bela!” Bakalım şimdi ne merkezde avamın hissi? Şüphe yoktur ki tamamiyle bu fikrin aksi: Görenek neyse onun hükmüne münkad olarak Garb’ın efkarını asarını düşman tanımak; Yenilik namına vahy inse kabul eylememek; Şöyle dursun o teceddüd ki dışardan gelecek Kendi milliyyetinin kalb-i muhitinde doğan Yerli hem haklı teceddüdlere hatta udvan... Müşterek hissi budur işte avamın sizde. Mütefekkirleriniz tuttuğu yanlış izde Öyle saplandı ki: Aldırmadı hiç başkasına! Hiç o gitsin de dönüp bakmayarak arkasına Nasın efkarı –ki efkar-ı umumiyye odur– Gitmesin kendi yolundan... Bu nasıl kabil olur? Açılıp böylece artık iki hizbin arası Pek tabi’i olarak geldi nizaın sırası. Yıldırımlar gibi indikçe “beyin”den şiddet Bir yanardağ gibi fışkırdı “yürek”ten nefret! Öyle müdhiş ki husumet: Mütefekkir tabaka Her ne söylerse fena gelmede artık halka; Hem onun aksini yapmak ebedi mu’tadı. Bir felaket bu gidiş... Lakin işin berbadı: Mütefekkir geçinenlerdeki taşkınlıktan Geldi efkar-ı umumiyyeye mühlik bir zan: “Bu fesadın başı hep fen okumaktır.” dediler; Onu mahvetmeye kalkıştılar artık bu sefer. Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün? Çünkü efkar-ı umumiyye aleyhinde bütün; Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünun Önce gayetle büyük hürmet arar sonra sükun. Asr-ı hazırda geçen fenlere sahip denecek Bir adam var mı yetişmiş içinizden bir tek? Mütefennin tanılan üç kişinin kıymeti de Münhasır anlamadan dinlemeden taklide! Kim mesaisini bir gayeye vardırdı hani? Gösterin paye-i tahkīke teali edeni? Nazariyyata boğulmakla geçen ömre yazık! Ameli kıymetidir kıymeti ilmin artık. Bu hakīkatleri lakin kim okur kim dinler! Yetişen zübbelerin hepsi beş on söz beller Düşünür “Dini nasıl yıkmalı bunlarla?” diye... Böyle bir maksad için çok bile i’dadiyye! TA’LIM VE TERBIYEDE MEKTEPLER Bir milleti teşkil edecek ma’şerler arasında evladlarının ta’lim ve terbiyesine i’tina edebilecek onları yaşayacakları devre göre yetiştirecek ailelerin adedi bi’n-nisbe pek mahduddur. Bilhassa bizim memleketimizde vezaifini bi-hakkın takdir etmiş veya ettiği halde sia-i maliyyesi icab eden ta’lim ve terbiyeyi verebilmeye müsaid bulunmuş ailelerin mikdarı ekalliyeti teşkil edecek bir raddededir. Hey’et-i ictimaiyye ve hükumetin istinadgahı olan kitleyi zinde ve münevver bir halde yetiştirmek hükumetlerin en mühim vezaifinden birini teşkil eder. Hükumet sırf kendi menfaati kendinin te’min-i refah ve şevketi için etfal-i memleketin tenvir-i fikrisine terbiye-i bedeniyyesine i’tina etmeye mecburdur. Bu mecburiyeti takdir bu hakkı ifada tegafül ve tekasül gösteren bir hükumet bekadan ziyade inkıraz peşinde koşmakta olduğunu kendi hareketiyle isbat etmiş olur. Bu mühim dakīkayı cidden takdir eden hükumetler Maarif teşkilatında esas olarak darü’l-mualliminlerle tedrisat-ı bi-hakkın müstahak zevat yetiştirilmesine i’tina göstermişlerdir. Memalik-i garbiyyede tahsil-i ibtidainin –bizde olduğu gibi değil– hakīkaten sıkı bir mecburiyet altına alınması sayesindedir ki bugün oralarda ta’lim ve terbiye görmemiş efradın mikdarı yok denilecek bir raddeye tenezzül etmiştir. ribka-i hakimiyyetimizden kurtulmuş olan faal ve yaşamaya müstahak bir memleketin maarif hususundaki hayret-bahş terakkīleri bi-hakkın yüzümü[z]ü kızartmalıdır. muhteşem ve daha mükemmel mebani ile müzeyyen olan karyenin en havadar ve en dil-rüba mevakıinde pür-ihtişam ve gurur yükselen bir veya müteaddid kaşane-i dil-rüba nazara çarpar. Bu binaların ne olduğunu sual etmeye lüzum yoktur. Oraları nesl-i atiyi agūş-ı şefkat ve irfanında perverişyab-ı kemal edecek birer daru’l-ilm birer mekteb-i fazilettir. Köyün gerek erkek gerek kız bütün çocukları bu mekteplere devama mecburdur. Bu tali’li yavrucaklar tahsil ve terbiyelerini pedagoji fennine vakıf en muktedir muallimlerin dershane-i irfanında ikmal edinceye kadar bilcümle levazimat-ı tedrisiyyeleri meccanen hükumet tarafından tedarik edilir. Hükumet bu gençlerin hayat-ı müstakbelelerini de nazar-ı Hükumet bu çocuklara; tahsil-i ibtidaiyi bize nazaran man boş zamanlarında tenvir-i dimağlarına hadim olacak açık yazılmış birçok da kitap hediye eder. Bu kitaplar arasında mutlaka vezaif-i medeniyye vezaif-i vataniyye vezaif-i aileye dair kıymetdar kitaplar bulunacağı gibi bir de diksiyoner mevcud olmak şart-ı esasidir. rinden bir zat beray-ı seyahat oraya gelmişti. Bir tenezzüh henüz payitahtta bile görülmesi nasib olmayan bu gibi şeyler o mes’ud memleketlerin köylerine kadar taammüm etmişti civar köylerden birine gidilmişti. Köye girerken sıhhi dil-rüba haneler arasında ve karyenin en güzel ve en şerefli bir mahallinde inşa edilmiş bir bina cenah-ı himaye ve şefkatini bütün köy üzerine açmış gibi pür-şan u i’tila nazarlarımızı okşamaya başlamıştı. O zat bu binanın ne olduğunu sual etmiş “mektep” cevabını alınca şaşalamıştı. Evet Osmanlı Devleti’nin ancak bir vilayeti kadar cesameti haiz olan bu memleketin her kasabasında yükselen darülfünunlar jimnaslar ticaret ve sanaat mekteplerinden başka her köyünde de yegane darülfünunumuzdan daha muhteşem daha müzeyyen ve asrın terakkıyat-ı ahiresine göre inşa edilmiş bir veya birkaç ibtidai mektebi vardır. Ne mes’ud memleket! Ne tali’li çocuklar!... * * * Ta’lim ve terbiyede hükumetin bil-vasıta bir hakk-ı te’siri olması mekatib-i umumiyyede çocukların daha esaslı ve daha iyi terbiye alabilmelerini te’min edebilir mi? Ta’bir-i diğerle bir çocuğun hususi bir tahsil görmesi veya mekatib-i umumiyyeden birinde ikmal-i tahsil etmesi şıklarından acaba hangisi daha ziyade inkişaf-ı fikrisini te’min ve çocuğu metin bir seciye sahibi yapar? Pedagoji ulemasının kısm-ı a’zamı mektep tahsilini hususi tederrüse tercih etmişlerdir. Hatta bazıları çocuktaki secayanın tekamülüne mektebin aşiyane-i pederden daha ziyade müsaid bulunduğunu iddia ediyorlar. Filhakīka bir çocuk mektepteki rufekasıyla temasda bulundukça tedricen kendi kuvasına i’timad etmeye başlar. Derslerde rufekasına galebe ve tekaddüm etmek emellerini ta’kībe koyulur ve bu sayede kendisinde vazifesine azm ü sebatla çalışmak arzuları uyanır. Evvelce anlayamayacağı öğrenemeyeceği zu’munda bu­ lunduğu mebahisi; hiss-i rekabet saikasıyla çalıştıkça; günden güne daha kolay öğreneceğinden büsbütün cesareti artar ve artık yavaş yavaş kendi iradesine hakim olmaya başlar. Derslerde ma’ruz kaldığı müşkilatı başlı başına bertaraf etmek mecburiyetinde bulunacağından bu hal kendisinde fikr-i teşebbüsü tenmiye eder. Mekteb aynı zamanda çocuklara yekdiğerine karşı ne suretle muamele edilmek icab ettiğini de öğreteceğinden şakirdan daha mektep sıralarında iken cem’iyet hayatıyla ülfet peyda ederler ve vezaif-i ictimaiyyelerini küçük yaştan öğrenmiş olurlar. Mekteb küçük mikyasda bir sosyete bir cem’iyettir ve öyle olmalıdır. Mekteb idareleri ve mualli[m]in bu hususu nazar-ı dikkate alarak çocukları hayat-ı ferdiyyetten kurtarıp hayat-ı Mekteplerin tahsil-i hususiye esbab-ı tercihlerinden biri de mekatibin çocuklarda kuvve-i zekaiyyenin inkişafına daha ziyade müsaid olması keyfiyyetidir. Bir mektepte ikmal-i tahsil etmiş bir şakird ile ailesi içinde hususi ta’lim görmüş bir talib arasında kuvve-i zeka kuvve-i muhakeme metanet-i fikriyye ve görgü nokta-i nazarından pek büyük bir fark vardır. Mekteb çocuğu bir hayat-ı muntazamaya alıştırır. Melekat-ı dimağiyyesini tenmiye eder. Genç şakirdde hiss-i vazife ve hiss-i mes’uliyyet esaslarını uyandırır. Tahsilini suret-i hususiyyede ikmal eden bir genç dar bir saksıya mağrus fidana benzer. Böyle bir fidan neşv ü nema bulmak için icab eden mevaddı tamamıyla saksıda bulamayacağı gibi büyüdükçe de artık saksıya sığışamayacak bir hale gelir tedricen körlenir ve belki de kurur gider. Maamafih çocukların mekatibde tahsil ve terbiye görmelerini aile arasında suret-i hususiyyede teallüm etmelerine bila-kayd ü şart tercih tarafdarı değiliz. Bu tercih mektebin bütün ma’nasıyla bir mekteb olmasıyla mukayyed olmalıdır. Derme çatma adamlardan müteşekkil ve pedagojinin ne olduğundan vazifelerinin neden ibaret bulunduğundan bihaber bir hey’et-i ta’limiyye ile rutubetli hava ve ziyadan mahrum ma’sumların değil canilerin bile ikametine müsaid olamayan gayr-i sıhhi bir binanın içine bir sürü ma’sumları göndererek henüz körpe olan dimağ ve bedenlerini tahrib etmeyi kimse tavsiye edemez. Erbab-ı felsefeden Jan Jak Russo Rousseau ve Lok Locke gibi zevat terbiye-i hususiyyeyi mekteplere tercih ediyorlarsa da biz muntazam mektepler ve vazife-şinas muallimler bulunduğu takdirde çocuğun bir mektebe gönderilmesinin her halde daha ziyade faide-bahş olacağı iddiasında Esasen her pederin kuvve-i maliyyesi hususi muallimler tedarikine müsaid değildir. Muktedir ve vazife-şinas bir muallim cüz’i bir ücretle hususi olarak hizmet-i tedrisiyyeyi kabule yanaşmaz. Fazla para vermeye de her pederin kesesi müsaid olmaz. İşte bu gibi esbab saikasıyladır ki ekseriyet çocuklarını bir mektebe göndermek mecburiyetindedirler. Cem’iyet-i beşeriyyeye karşı bir gayz-ı ebedi bir infial-i sükunet na-pezir perverde eden Emil Emile müellifi çocuklardaki temayülat-ı necibe-i fıtriyyenin sosyete hayatıyla muhtell olduğuna kani’dir. Russo çocukların mümkün olduğu kadar muhit ve sosyetenin te’siratından masun kalmalarına muhiti ve hey’et-i ictimaiyyenin genç ve ma’sum çocuklar üzerine icra edecekleri te’siratı daima tehlikedar görüyor. Diyor ki: Çocuklarda fıtri olan her şey iyidir mükemmeldir. Fakat fıtri olan temayülat-ı hasene te’sirat-ı beşeriyye ile tedricen gaib olurlar ve yerlerini temayülat-ı seyyieye terk ederler; hey’et-i ictimaiyyenin te’siratı irşadi değil ıdlalidir. Russo’nun bu sözlerinden çocukların mekatibe gönderilmemesi gibi bir netice-i mantıkıyye çıkıyor. Russo çocukları hey’et-i ictimaiyyeye göre değil tabiata nazaran yetiştirmek tarafdarıdır. Şu halde küçük bir mikyasda birer hey’et-i ictimaiyye demek olan mektepler Russo nazarında mahkumdur. Emil müellifinin heyecan-engiz mütalaat-ı bed-bina[ne] sini tenkīd edecek değiliz. Esasen Russo çocukları icabat-ı tabiata göre terbiye edilmelerini tavsiye ettiği halde icabat-ı mezkurenin neden ibaret olduğunu suret-i kat’iyyede ta’yin edemiyor. Tavsiye ettiği tarz-ı terbiyyenin ne yolda tatbik edileceğine dair basit bir plan bile gösteremiyor. Russo’nun fikrince terbiye tabiata göre olmalı imiş! Acaba hangi tabiata!? Emil müellifi burasını suret-i kat’iyyede ta’yinde tereddüd ediyor. Bazı beyanatından edvar-ı kadimede yaşayan insanların hayat-ı vahşiyanelerini hayat-ı medeniyyeye tercih ettiği anlaşılıyor. Fakat Russo’nun tavsiyesine tatbikan terbiye edilecek bir çocuk bugünkü cem’iyet Vasat-ı muhitiye tevafuk edemeyen uzviyat mahkum-ı alem-i İslam’ın büyük mütefekkiri cenab-ı Haydar’ın sername-i makaleyi tezyin eden tavsiye-i hikmet-nümunu kadar parlak bir delil olabilir mi? Feylesof Lok ise daha başka esasa ve cem’iyete bir uzuv olarak yetiştirmek gayesini ta’kīb eden mekteplere tercih eder gibi görünüyor. Ta’lim ve terbiyede Lok’un gaye-i hayali; asalet vakar ve nefse hakimiyettir. Lok’a göre terbiye insandaki ihtirasat ve hevesatı akıl ve muhakemenin zir-i hakimiyyetine almak esasına mübteni olmalıdır. Görülüyor ki Lok pedagoji ile ahlakı tamamıyla birbirine karıştırmıştır. Acaba terbiye-i hususiyye Lok’un bu mefkuresinin husulünü bi-hakkın te’min edebilir mi? Burası insanı biraz düşündürür. Aynı mefkure daha şümullü olmak üzere mekteplerde niçin ta’kīb edilemesin!? Nefsine hakimiyet terbiyenin bir gayesi değil bir vasıtasıdır. Esasen insana teveccüh eden vezaif yalnız nefsine hakimiyet değildir. Mekteplerde nefse hakimiyetle beraber çocuğun bilahare yaşayacağı muhitte idare-i maişetini te’mine ve kendisine teveccüh eden diğer vezaifi hüsn-i ifaya medar olacak bir terbiye almasına ne mani’ vardır? Hayat-ı cem’iyyete bigane olarak yetişecek bir genç – nefsine ne kadar hakim olursa olsun– mücadele-i hayatta da­ Halbuki ta’lim ve terbiyeden maksad insanları cem’iyet tir. ---- AFGANISTAN ---- ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- O geceyi kal’anın rüesası ile sohbet ve istirahat eylemek üzere geçirip sabahleyin Şehr-i Sebz’e azim oldum. Şehrin civarına vusulümde orada bulunan Buhara emirine “Ben ki Serdar Abdurrahman’ım. Amm-i muhteremim emir hazretlerine ber-vech-i ati ma’ruzatta bulunuyorum: Afganistan’a gitmek için buraya geldim. Eğer müsaade buyurulacak olursa ziyaretinizle teşerrüf eyledikten sonra azimet etmek istiyorum” mealinde bir ariza gönderdim. Ertesi günü cevabı geldi ki “Allah aşkına yanıma gelmeyiniz. Sizinle görüşmem kabil değildir” tarzında yazılmıştı. Bu cevabı alınca Rusların mahmisi olan bu adamla görüşmekten sarf-ı nazar ederek şehre girmek istedim. Muahharan ondan tahvil-i fikr ile Ya’kūb Bağ’a gitmek için yola çıktım. Yolun yarısını kat’ eylediğimiz sırada iki üç bin öküzün yayılıp otlamakta olduğunu gördük. Bizim arkadaşlar bunları görünce korkup geri döndüler. Çünkü öküzleri Buhara emiri tarafından sevk edilmiş asker sanmışlardı. Naçar şehre avdete karar verdik ve bir fersah kadar yürüdük ki öküzlerin bize doğru geldiğini ve şehir kapılarının seddedildiğini gördük. Hizmetimde iken Semerkand’da kalıp Buhara emirinin hizmetine giren bazı adamların vürudum üzerine kendi hizmetinden çıkacakları vehmiyle Buhara emiri bana yukarıki cevabı yazmış bizimkiler ise Abdurrahman Han gelecek diye birleşerek it’am u ikram levazimi tedarikine kalkmıştı. Büyük kapının mesdud bulunduğunu görünce diğer ka­ pı tarafına gittik. Orada gördüğüm eski adamlarımdan birine bir mektup verip arkadaşlarına götürmesini söyledim ki mektubda “Benimle birlikte Afganistan’a geleceğinizi me’­ mul ederim. Bugün ikindi vaktine kadar gelirseniz beraberce Yartepe’ye gideriz” demiştim. Şahs-ı merkum mektubumu götürüp Ceneral Nasir Han da herifi habsettikleri gibi mektubu da gizlemişler. Nafile yere bunları bekledikten sonra ikindi üstü Yartepe’ye müteveccihen yola çıktım ve geceyarısından üç saat sonra oraya vasıl olup üç gün oturdum. İkametim esnasında eski adamlardan on kişi Şehr-i Sebz’den kaçıp geldi ve: – Yazdığınız kağıdı bize göstermediler dedi. Müsebbiblerinin harekat-ı namerdanesinden müteessir ve mahzun oldum. Üç gün sonra “Kelteminar” denilen mevkie müteveccihen yola çıktık. Buhara emiri bizi nezaret altında bulundurmak minar’a geldiğimizde muakkıbleri nehir kenarında gördük. Üzerlerine ateş etmelerini rufekama emrettim. İçlerinden on beşi maktul ve mecruh olunca bırakıp kaçtılar. Bundan sonra yürüyüşümüzde sür’at lazım olduğunu anladığım cihetle üç menzili bila-tevakkuf kat’ ederek ertesi gece Yanda kasabasına geldik. Ertesi günü Balyun’a oradan da Serasya Yorcı Reygar tarikıyla Hisar’a vasıl olduk. Buhara emirinin oğlu burada idi. Lakin benim geldiğimi haber alınca şehirden çıkıp Karadağ yaylağına gitti. Hisar güzel ve müferrih bir kasaba olup derununda afyonkeşlerin kahvehanesi ve bade-nuşların meyhanesi de vardı. Bu kasabaya konduğum sırada aklıma bir mu’ziblik geldi. Serdar Abdullah Han’a söyleyip şehrin sergerdelerine “Sizinle mahremane bir mükalemede bulunmak arzusundayım. Emiriniz hakīkaten bizimle dosttur. Ruslardan çekindiği için lakaydane davranmaya mecbur olmuştur” mealinde bir mektup yazdırıp gönderdikten sonra bazı tenbihatta da bulundum. Bu mektup üzerine Buhara emirinin sergerdelerinden altı kişi geldi. Esna-yı mülakatta Abdullah Han çadırın ortasındaki perdeyi kaldırıp bana ta’zim ettikten ve kim olduğumu misafirlere söyledikten sonra onların atlarının dizgininden tutup: –Zat-ı fahametiniz emir-zade olduğu için bu sergerdeler atlarını size takdim ediyorlar dedi. Sahibleri bir şey diyemedikleri cihetle şu sayede altı at sahibi olduk. ŞEMSÜDDIN-I SIVASI EBU’S-SENA ŞEYH ŞEMSÜDDIN AHMED ES-SIVASI Tarikat-ı Halvetiyye şuabatından “Şemsiyye” şu’besinin müessisi olan arif bi’llahdır. tarihinde Mehmed Efendi namında bir zatın sulbünden Zile’de dünyaya gelerek sinleri yediye baliğ olduğu zaman peder-i alilerinin mürşidi olan Amasyavi Şeyh Hacı Hızır Efendi’nin daavat-ı hayriyyesine nail olmak üzere maiyyet-i pederde Amasya’ya azimet ve hazret-i Şeyh’in teveccühatına mazhariyetten sonra maskat-ı re’sine avdetle ta’lime başladığı mukaddemat-ı ulumu tahsil ederek Tokat’a rihlet ve meşahir-i ulemadan Arakıyeci-zade Şemsüddin Efendi’den ulum-ı akliyye ve nakliyye tahsiline sarf-ı ma-hasal-i gayret eylediler. Hitam-ı tahsilleri esnasında görmüş oldukları rü’yayı urefadan Künkçü-zade’ye arz ederek pek çok talibin-i ilm ü letle ulum-ı aliyye tedrisine mübaşeret ve az vakitte iktisab-ı şöhretle rüteb-i ilmiyyeden “Sahn-ı Süleymani” ahzine muvaffak oldularsa da mukaddema gördükleri ma’na tecelliyatı mukaddimesinin zuhurundan naşi terk-i meslek eyleyip canib-i Hicaz’a azimet ve ba’de’l-hac memleketlerine muavedetle va’z u tedris ile iştigal ve bu esnada Hallü’l-Meakıd ismiyle kal ettiler. Bu vech ile güzarende-i evkat iken süluk-i tarikat-ı aliyye daiyesiyle Cumapazarı karyesinde post-nişin olan ve peder-i alilerinin pirdaşlarından bulunan Şeyh Muslihuddin Efendi’den inabetle tavr-ı rabia kadar terakkī ederek evvela Tokat’a ba’dehu Zile’ye giderek tedris-i talibin ile meşgūl oldukları zamanlarda Zübdetü’l-Esrar ismiyle Muhtasaru’l-Menar Şerhi ’ni meydana getirdiler. Bu esnada meşayıh-ı Halvetiyye küberasından Mecdüddin-i Şirvani hazretlerinin Tokad’ı teşriflerini üstad-ı ekremi Şemsüddin Efendi müşarun-ileyhin terbiye-i mürşidanelerine dehalet ve altı ay zarfında tekmil-i etvar-ı tarikatle nail-i mertebe-i hilafet olarak memleketlerine avdet eyleyip irşad-ı aşıkīn ve ta’lim-i talibin meşgale-i hayriyyesine başladılar. Bu sırada ashab-ı hayr u yesardan Sivas Valisi Hasan Paşa tarafından bina olunan cami’-i şerif imametiyle dergah-ı münif-i meşihatine olunan da’vete icabetle ailesiyle beraber Sivas’a rihlet ederek ila-ahıri’l-ömr tedris ü terbiyetle iştigal buyurdular. du nur ile” mısraının delaleti olan tarihinde ... emr-i celiline mutabaatle terk-i alem-i nasut eylediler. Eğri seferinde bulunan müstecabü’d-da’ve zevat-ı aliyyedendir. Kaddesa’llahü sirrahü’l-aziz. Tafsil-i ahval ve menakıb-ı aliyyeleri Şeyh Receb-i Sivasi’nin Necmü’l-Hüda ve Şeyh Nazmi-i İstanbuli’nin Hediyyetü’l-İhvan ve Müstakīm-zade Süleyman Sa’deddin Efendi’nin Hülasatü’l-Hediyye isimlerindeki eserleriyle asar-ı saire de mezkurdur. Ser-halka-i Halvetiyan olan Pir-i a’zam Seyyid Yahya-yı Şirvani hazretlerine merbutıyyetleri Aniş-şeyh Muslihiddin ani’ş-Şeyh Hızır el-Amasi ani’şŞeyh Habib-i Karamani ani’ş-Şeyh Seyyid Yahya-yı Şirvani. Ani’ş-Şeyh Mecdiddin Nurullah Abdülmecid-i Şirvani ani’ş-Şeyh Kubad-ı Şirvani ani’ş-Şeyh Muhyiddin Muhammed eş-Şirvani ani’ş-Şeyh Ziyaiddin Yusuf Mahdum-ı Şirvani ani’ş-Şeyh Seyyid Yahya-yı Şirvani Kaddesa’llahü esrarahüm hazeratıdır. esrar Halli’l-Meakıd risiyye Vasıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dur olmadan Kenz açılmaz şol gönülden ta ki pür-nur olmadan “Mutu kable en-temutu” sırrına mazhar olan Gördü anlar haşr u neşri nefha-i sur olmadan Sen müyesser eyle ya Rab bizlere Beyt’in tavaf Hak cemalin ka’besini kıldı aşıklar tavaf Yerde Ka’be gökyüzünde Beyt-i Ma’mur olmadan Mest hem mestane geldim ta ezelden ta ebed Mest olanların kelamı kendüden gelmez veli Pes Ene’l-Hak nice söyler kişi Mansur olmadan Bir devasız derde düşdi bu dil-i Şemsi müdam Hakk’a makbul olmak ister halka menfur olmadan ---- HIND YOLUNDA ---- – – Beyrut vilayeti akvam ve anasır-ı Mesihiyye’nin nümayişgahı ve Avrupa devletlerinin de hedef-i amalini teşkil eden bir yerdir. Bu vilayette bütün Avrupa devletlerinin mürevvic-i efkarı propagandacısı vardır. Her devlet kendi siyasetini tervicle kendisini beğendirmek Mekatib-i ecnebiyye bu siyasetin en birinci mürevviclerinden olduğu gibi gazetelerin de büyük bir dahli vardır. Bin beş yüz nüshadan ziyade satış yapmayan gazetelerin adedi bir ikiye münhasır olmayıp pek çoktur. Matbuatı iki kısma belki üç kısma tefrik etmek icab eder. Bir kısmı matbuat-ı Mesihiyyedir ki başlıcaları el-Ahval –sabah ve akşam iki kere intişar eder– Lisanü’l-Hal e l-Beşir en-Nasir gazeteleridir. Bunlar kendi hal ve mevki’lerini ta’yin ve teşhis ederek gayet mu’tedilane ve bi-tarafane bir surette neşriyata devam ediyorlar. Aynı zamanda hükumet-i Osmaniyye’nin menafiini de piş-i nazar-ı teemmüle alarak ona göre yazı yazıp hiçbir fırkayı diğerine tercih etmedikleri gibi aynı zamanda hiçbirisine de temayül göstermemektedirler. Yalnız kendi menafi’-i milliyyelerini mu’tedil bir surette ta’kīb etmekle iktifa ediyorlar. Matbuat-ı mahalliyye içinde sahibi İslam olanlardan biri yevmi e r-Re’yü’l-Amm diğeri de üsbui e l-Belağ ceride-i diniyyesidir. Bu iki ceride hakīkaten meslek sahibi ve sırf Osmanlı menafiini ta’kīb etmektedirler. Geçenlerde Asfer Kumpanyası aleyhinde Beyrut ve Şam gazeteleri uzun uzadıya bendler ve makaleler derc eylediklerinden Asfer bizzat bu gazetecilerden birkaçını ıtma’ etmek suretiyle kendi lehine çevirmeye muvaffak olmuş ise de mezkur gazetecilerden er-Re’yü’l-Amm sahibi Taha Müdevvir Efendi içlerinden çekilip para ahzini menafi’-i vataniyye ve diniyyesine mugayir gördüğünden bir başmakale ile hem kendisine vukū’ bulan teklifi hem de arkadaşlarının foyalarını meydana koymakla muahedelerini bozmuştur. Bu genç Osmanlı Daru’l-muallimin Mektebi’nde ikmal-i tahsil etmekle beraber aynı zamanda Fransızca’ya da aşina ve Arabca lisanıyla tahrire son derece muktedirdir. Mesleği ise daima hükumet-i Osmaniyye’ye bi-tarafane sadıkane hizmet etmekten ibarettir. Nitekim hüsn-i hizmetine mükafaten birkaç gün evvel kendisine bir de nişan verilmiştir. el-Belağ ceride-i diniyyesi haftada bir defa Cuma günleri muntazaman intişar eder ve tamamıyla Avrupa devletlerinin entrikalarından ve akvam-ı İslamiyye ile şuun-ı İslamiyyeden bahis siyasi ictimai edebi felsefi ve dini bir gazetedir. Bir-iki ay evvel gazetesine derc ettiği bir kasideden dolayı tine karar verilerek tekrar Beyrut’a avdet eylemiştir. Ziyaretine gittiğim zaman idarehanesinde bulamadım. Maamafih Matbuatın aksam-ı sairesi ise el-Müfid ve el-İttihadü’l-Osmani gazeteleridir ki birincisi meslek ü mişvar sahibi olmakla beraber Arablığı ve her şeyin lisan-ı Arabi ile teati olunmasını ve me’murinin lisan-ı Arabiye aşina olmaları lüzumunu ta’kīb ediyor. Sahibi de terbiyeli ve lisan-aşina efkarıdır. Halbuki Beyrut’ta Hürriyet ve İ’tilaf Fırkası’nın resmi bir kulüp ve merkezi ve teşkilatı yoktur. Ancak evvelce dır ki bunlar her nedense Cem’iyet-i İttihadiyye’den ayrılan kimselerdir. el-Müfid gazetesinin ta’kīb ettiği meslek her ne kadar hadd-i zatında meşru’ ve ma’kūl ise de pek müfritane ve na-be-hengamdır. Çünkü ittifak ve ittihada en muhtac olduğumuz bir sırada Arablık hissiyatını ta’kīb etmek ve ayrılık gayrılık mesleğini neşre hizmet eylemek zann-ı acizanemce devlet ve milletin menafii muktezasından olamaz. el-İttihadü’l-Osmani gazetesi isminden anlaşılacağı üzere evvelce sırf İttihadiyyun’dan olduğu halde birkaç ay evvel ahiren sırf İ’tilafcı olduğunu i’lan eylemiştir. İki gün evvel Beyrut Divan-ı Harb-i Örfisi tarafından gazetesi bila-müddet ta’til edilmesi üzerine yeniden el-İ’tilafü’l-Osmani namıyla diğer bir imtiyaz almaya başlamıştır. Renkten renge şekilden şekle giren bu adamdan her iki fırkanın da bir hayır görmeyeceğine sened veririm. Halihazırda İttihad ve Terakkī Cem’iyeti’nden başka Bey­ rut’ta resmi bir cem’iyet yoktur. Cem’iyet-i mezkurenin hem kulübü hem de teşkilatı olup aynı zamanda el-Bürhan ve Ebabil gazeteleri de onlara mensub olduğu rivayet olunmaktadır. Bu hafta zarfında bir de Cem’iyyetü’l-İha’i’l-İslami namıyla diğer bir cem’iyetin teşkiline Beyrut eşrafından Şeyh Mahmud Efendi Ferşuh himmet eylemiştir. Müşarun-ileyh tarafından vukū’ bulan da’vet üzerine gece vakti hanesine gittim. Orada me’murin ve eşrafdan müteaddid zevat ile Tobruk mevkii Kumandan-ı sabıkı Halil Edhem Paşa ve nezdinde misafir bulunduğu Da’uk Efendi de hazır bulunuyorlardı. Teberrüken ve teyemmünen iki genç tarafından Furkan-ı Mecid tilavet olunduktan sonra şair ve edib Fuad Efendi tarafından gayet fasih ve beliğ bir nutuk kıraet olunduğu gibi küçük bir çocuk tarafından da Arabiyyü’l-ibare bir manzume kıraet olundu. Hane sahibi ve cem’iyetin müessisi zat da cem’iyetin suret-i teşekkülüyle mesleğinden bahis bir nutuk ve neşide okudu. Bendenizin de bir şey söylemekliğimi rica eylemeleri üzerine acizane bir-iki söz söyledim. Cem’iyet-i mezkurenin programıyla beyannamesini leffen takdim eyledim. Beyrut’ta anasır-ı muhtelife bulunduğunu balada söylemişidim. Şimdi bu anasır üzerine icra-yı te’sir ve nüfuz eden devletlerden bahsedeceğim. Beyrut müslümanları Osmanlı oldukları halde maatteessüf aralarında gereği gibi ittifak u ahenk mevcud değildir. Aynı zamanda kendi menafi’-i milliyye ve kavmiyyelerini layıkıyla düşünememektedirler. Fakat şayan-ı tebrik bir şey varsa Beyrut müslümanlarının pek hamiyyetli ve gayretli ve mükrim misafirperver ve teşebbüs-i şahsi taraftarı oldukları keyfiyyetidir. Gerek Beyrut İslamları ve gerek Latinlerin bir kısmı tamamıyla Devlet-i Aliyye’ye sadık ve hayırhah bulunuyorlar. Latinlerin diğer bir kısmı da Fransa hükumetinin nüfuzunu teshil ve tercih ediyorlar. Ortodokslar ise külliyyen Rus taraftarı bulunmakla ma’ruf ve meşhurdurlar. Rusya hükumeti tarafından Ortodokslara pek çok iyilikler yapılmış ve on beş haneyi muhtevi olan köylerinde bile bir bab mektep açmak suretiyle hem çocuklarını ta’lim hem de kendi nüfuzunu ileri götürmektedir. Ayrı bir makale ile göndereceğim istatistiğe dikkat buyurulursa Ruslar tarafından te’sis olunan mekatibin seksen yedi aded olduğunu mütalaa eden kari’lerimiz şübhesiz taaccüb edeceklerdir. Hatta bu kadarla da iktifa edilmeyerek bütün talebelerin başında Rus şapkası bulunuyor. Bu mektebe devam eden mualliminin kısm-ı a’zamı Osmanlı ve yerli olup İslam çocuklarının da çoğu hükumet mekteplerinin fıkdanı yüzünden bu mekteplere devam etmektedirler. Beyrut’ta her devletten ziyade Fransa Devleti’nin nüfuzu vardır. Maruni taifesi –ki Cebel-i Lübnan’ın kısm-ı a’zamını teşkil ediyor– tamamıyla Fransa’nın nüfuzu altında bulunmakta ve gençleri ise Fransız politikasını tervic eylemektedirler. Maruniler içinde hissiyat-ı Osmaniyye ile mütehassis bir ferd bile bulunmaz. Bu taifenin Cebel’de bir patrikleri vardır. Patrikin me’muriyyeti resmen hükumet-i Osmaniyyece gayr-i musaddak olup kendisinin hiçbir fermanı yoktur. Yalnız Fransızlar bu zata çok ehemmiyyet veriyorlar. Fransa nüfuzuna en çok hizmet eden bu zattır. Fransa konsolosu hemen her işte bu patrikin re’yine müracaat ediyor. Aynı zamanda Fransa nüfuzunu tervic eden gazeteler de Beyrut’ta intişar ile bu fikre hizmet eylemektedirler. Mevsukan istihbar ettiğime nazaran Vali-i Vilayet Hazım Beyefendi Babıali’ye gönderdiği bir takrirde Beyrut vilayetinin Alsas-Loren’den pek az farkı bulunduğunu ve Devlet-i Aliyye tarafından kemal-i sür’atle tedabir-i kat’iyye ve müessire güne sür’at ve faaliyetle intişar edeceğini geçenlerde yazmış olduğu halde buna karşı Babıali’den hiçbir ciddi cevap alamamıştır. kadar değil ise de her halde hatırı sayılır. Yalnız hal-i hazırdaki çe’yi de öğrenmiş bir zattır. Kendisi tamamıyla Osmanlı muhibbi bir zattır. Vali Hazim Beyefendi’ye birçok işlerde –ecnebilere karşı– yardım ve muaveneti dokunmuştur. Hükumet-i mahalliyyenin kesb-i kuvvet etmesine de taraftardır. Beyrut bombardımanı esnasında fart-ı gayret ve hamiyyeti sebkat eden bir yerli askere kendi devleti namına İngiliz konsolosu bir gümüş tütün tabakasını kendi eliyle ihda etmiştir. § Beyrut şehri her şeyden evvel pek temiz berrak bir suya elektrikli tramvaya havagazı ve su şirketlerine malikiyyetle ahalinin esbab-ı istirahatleri te’min edilmiştir. Kasaba ortasında ve hükumet konağının karşısında genişçecik bir meydanda bir beledi bahçesi vardır. Bahçenin içinde bir yemek lokantasıyla birkaç kahvehane vardır. Beyrut hotelleri de güzel ve temizdir. Yalnız sokakların kısm-ı a’zamı henüz dar ve taş ve çimento ile tefriş edilmemiş bir haldedir. Bu yüzden toz toprak hiç eksik değildir. Beyrut Belediyesi’nin varidatı kırk bin lira kadardır. Fakat beledi varidatı nafi’ hizmetler ifasına muvaffakiyyet elvermemiştir. Mesela Beyrut Hükumet Konağı’nın civarında ikamet eden fahişelerin çoğu elyevm emraz-ı habise-i sariyye ile ma’lul bulunmaları yüzünden memleket dahilinde frengi hastalığı günden güne tevsi’-i daire-i sirayet etmiştir. Beşeriyyetin bu yüzkaraları her nerede bulunurlarsa mutlak memleketi telvis ederler. Bidayet-i emrde pek az masrafla önü alınırken ihmalcilik sayesinde en sonra evlad-ı vatanı bu gibi müdhiş öldürücü tamonu’da olduğu gibi– inşa ve te’sise mecburiyyet hasıl olacaktır! Bu işte en ziyade vazifesini ifa eden Sıhhiyye Müfettişiyle Sıhhiye Komisyonu olduğu halde maatteessüf mukarreratlarının çoğu icra edilmediği cihetle a’zaların birkaçı Komisyon’a gelmekten imtina’ eylemişlerdir. Hele koleranın Haleb’den Şam’a sirayeti ve Şam’ın da Beyrut’a yakın bulunup günde bir defa Şam’dan Beyrut’a trenin gidip gelmesi nazar-ı dikkat ve i’tibara alınırsa cidden hükumetin pek ziyade yorulması lazım gelir. Halbuki Beyrut te bulunması ve daima revayıh-ı kerihenin intişarıyla kolera mikroplarının beslenmesine hizmet ettiği fennen sabit iken bunun ref’ine bir çare-i kat’iyye düşünülememiştir. Sıhhiye Müfettişinin faaliyetini burada münteşir Fransızca Leroy gazetesi bir başmakale ile sena etmesine bakılırsa hükumet-i mahalliyye tarafından memleket içinde yapılması babdaki kusurun kimde olduğunu ben bir türlü anlayamadığım gibi me’murları medh u zemmeylemek de vazifem haricindedir. § Hüseyin El-Mısri’nin İ’damı – Bu hafta zarfında üç kişi öldüren Hüseyin El-Mısri’nin i’damı hakkında sadır olan leri katilin i’damını şiddetle taleb eylediklerinden sabahleyin Temmuz erkenden katil habishaneden kuvve-i zabıta ile den sonra i’dam edilmiştir. Sairine ibret olmak üzere ölüsü bir saat kadar asılı bulunduktan sonra defnine müsaade olunmuştur. – – Geçen mektubumda Bulgaristan muallimin-i İslamiyyesinden bu seneki kongresinden Bulgar Muallimin Kongresi’ne suret-i iştirakinden bundan hasıl olacak fevaid-i azimeden bahsetmiştim. Bilahare yirminci asr-ı medeniyyetin yegane silahı olan maarif mes’ele-i mühimmi hakkında daha ziyade ma’lumat almak bu cihetle Bulgaristan mekteplerine dair Sebilürreşad kari’lerine esaslı bir ma’lumat vermeyi düşündüm. Bunun için bazı yerlere müracaat etmiş isem de hakīkī bir ma’lumata dest-res olamadığımdan her halde Sofya’ya gitmekliğim lazım geldi. İşin en ziyade fena olan ciheti şu ki: Biz hududdan geçeli on gün olduğu halde hala pasaportumu vermiyorlardı. Hududdan geçerken pasaportları hep aldılar fakat Filibe’ye gelmezden mukaddem diğerlerinkini verdiler benim pasaporta gelince kimi Filibe istasyonunda verileceğini kimi de konsoloshaneden alınacağını söylediler. yok. Bu defa Sofya’ya gideceğim tahakkuk edince artık neçarniğe kaymakam müracaat ederek daha ziyade Filibe’de ği– bir vaadde bulundu: Bugün mektup yazacağını ve fakat benim pasaportsuz da gidebileceğimi söyledi; ve “Şayet sual ederlerse buraya havale edersin.” cümlesini de ilave eyledi. Ben de bunun üzerine ne olursa olsun “Tevekkeltü ala’llah” deyip alafranga saat beşte faytona rakiben Sofya trenine yetiştim. Saat beşte tren hareket ediyordu. Fakat ne garib hal! İnsan lunmaktan daha güç bir şey yokmuş Bulgarlar bana söylerler ben de onlara cevap veriyorum amma bilseniz ne sual! ne cevap! Her nasılsa Allah iki kişi gönderdi bunlar güzel Türkçe biliyorlardı. Başladılar ordan burdan söz açmaya nihayet söz Osmanlı kabinesine geldi. Hakīkaten Bulgarlar hakkımızda pek bed-bindirler. Birkaç istasyon geçtikten sonra Bulgaristan’ın kibrit fabrikasına geldik. Bu fabrikayı görünce bir kendimizi bir de Bulgaristan’ı düşündüm ve hemen bila-ihtiyar bir kere ah! çektim. Oradan da geçerek saat on raddelerinde Sofya tabi’ gece idiyse de elektriklerin ziyasıyla ortalık gündüzden daha parlak idi. gürültüsü insanın beynini patlatmıyor hepsi lastikli olduğu cihetle ses çıkarmıyorlar. Tramvaylar da tekmil elektrikle işliyorlar. Her nereye gidersek yirmi paraya biz de bittabi’ bir tramvay ile doğruca Metrepol Hoteli’ne geldik. O gece orada istirahat edip ferdası gün yanıma iki refik bularak lazım gelen tetebbuatta bulundum. Sofya’da beş-altı kişiden başka İslam yok demektir. Burada dört gün kadar kaldım. Başmüftülük’te bulunan İkinci Katib Hasan Fuad Bey bize pek çok delalette bulundu. Burada asar-ı İslamiyyeden hiçbir şey yoktur. Mesmuata nazaran vaktiyle kırk beş cami’-i şerif ile belki bu kadar da mescid var imiş: Bilahare Bulgaristan tarafından bunların hepsi hedm edilerek yalnız cami’-i şerifin birisi eski halinde kalmış diğer birisi de evvelce kilise idi diyerek “Küllü şey’in yerci’u ila-aslihi” kaidesine tevfikan aslına tahvil olunmuş ben de yanına giderek kubbenin üzerindeki salibe nazar ede ede bir kahve içtim. Daha doğrusu bir fincan zehir içtim ... Oh! Ne acı şey ..! Eski meşhur cami’lerden birisi de müzehane olmuştur. § O günü refiklerim beni Bulgar Kütübhanesi’ne götürdüler Bulgarların gayet dehşetli bir kütübhanesi vardır. Bu kütübhane fevkani tahtani olmak üzere iki kattır. Karşıdan görünce bizim Nafia Nezareti’ne biraz benzer; kütübhaneyi daha görürken İstanbul’da böyle mühim bir kütübhanemiz olmadığına ne kadar teessüf ettim. Buranın asıl me’muru gayet nazik mahviyyetli Türkçe Arabca güzel bilir bir gençtir. Gittiğimiz vakit kendisini tecvid-i Kur’an ’a müteallik yazma bir Arabca kitabın mütalaasıyla meşgūl bulduk. Bu kütübhanede . kadar asar-ı İslamiyye vardır. Bunların içinde en ziyade nazar-ı dikkatimi celb eden şey dokuz yüz seksen üç tarihinde Farisi lisanı üzere te’lif olunmuş bir kısas-ı enbiyadır. Kitap ta’lik yazıyla yazılmış ve içinde pek çok enbiya-i izamın resimleri de gösterilmiştir. Hatta Nuh aleyhisselamın sefinesi Salih aleyhisselamın mu’cizesinin ne suretle olduğu; enbiya-i kirama itaat etmeyenlerin suret-i helakleri bile tablolar ile gösterilmiştir. Kitabın kabı da asar-ı atikadandır. Bu kitap diğer kitapların bulunduğu yerde olmayıp büyük bir demir sandık derununda kilitli bulunuyor. Me’mura niçin burada mahfuz olduğunu sual ettim. Cevaben dedi ki: “Kütübhanemizde en kıymetli kitabımız olduğu için ziyaından korkuyoruz da onun için bu büyük demir sandıkta muhafaza etmeye mecbur kalıyoruz.” . tarihinde Vidin muhafızı Hafız Ali Paşa merhum tarafından vakfedilmiştir. Tahkīkatıma göre bu zat Melek Ahmed Paşa merhumun divan efendisi olup Sofya’da vefat etmiş ve bu kitabı da Bitlis Hanı ile olan bir muharebede Bitlis Hanı’nın kütübhanesinden almış imiş. § O gün yine şehrin içinde şayan-ı ehemmiyyet olan mevakii dolaşırken bir meydanlıkta yüksek bir yerde at üzerinde büyük bir heykel ve bunun etrafında yine at üzerinde birçok ceneraller ön tarafında alamet-i muzafferiyyet olmak üzere bir de kadın resmi bulunuyordu. Bunun İkinci Aleksandr olup Bulgar milletine yapılan iyiliğe mukabil bir hatıra olup namının ebediyyen unutulmaması için yapıldığını söylediler. İşte milletini milliyetini sevenler büyüklerine böyle hürmet ederler dediler bunun bir aynı da yine Bulgar Müzehanesi’nde görülür Bulgarlar şimdiye kadar kaç nevi’ elbise giymişler ve giyiyorlarsa hepsi müzehanede vardır. Köylerin en adi elbisesinden en yüksek beylerinkine varıncaya kadar mevcuddur. Zannedersem milliyetine muhabbeti olanlara layık bir amel olsa gerektir. Bu miyanda yine en ziyade nazar-ı dikkatimi celb eden şey yeni yapılan Bulgar kilisesi olmuştur. Kilise yapılıp hitama ermek üzeredir. Kubbeleri altun yaldız ile yaldızlanmış parıl parıl parlıyor. . . dört milyon frank sarf olunduğunu söylediler. Bunun karşısında dehşetli bir bina daha vücuda getirilmiş ki o da büyük papaslara mahsus bir yerdir. Bu kiliseden başka daha birçok cesim kiliseler de vardır. Bilmem ki bir taraftan yirminci asr-ı medeniyyette dinin zerre kadar ehemmiyyeti haiz olmadığı öne sürülerek bu uzun uzun minarelerin cami’lerin hala göz önünde durduğuna taaccüb edilirken diğer tarafta –krala mahsus hala bir saray yok iken– nasıl olur da milyonlar sarf edilerek kiliseler ruhanilere mahsus ali binalar nezaretler vücuda getirilmeye çalışılır?! Demek oluyor ki “din”in büyük faidesi var imiş ki ehemmiyyet veriliyor. Böyle milyonlar sarf ederek kiliseler vücuda getirmekteki maksad hiç şübhe yoktur ki Bulgar milletinin milletin istikbalini te’min etmek hususunda “din”in pek büyük bir dahli vardır. Bu kiliselerdir ki Bulgaristan’ın istiklalini vücuda getirmiş ve daha tahayyül eyledikleri pek çok şeyleri getirecek i’tikadında bulunuluyor. Onun için bu defa Bulgar Eksarhhanesi ile ministerler arasındaki ihtilafta hepsi birden ayağa kalktılar Eksarhhane ye dair bilahere ayrıca bir makale yazacağım. Bulgarlar’da İslamlara karşı acib hissiyat var: Bir İslam gördüler mi hepsi birden kadın erkek tekmil ona bakarlar bazan tahkīr de eksik değil bir gün kralın sarayı yanındaki meşhur Belediye Bahçesi’nde taşradan gelmiş bir misafir ile beraber otururken görmedik demeyecek kadar biz de gördük fakat ben Bulgarca bilmediğim için söylediklerini işitmiyorum da iyi geliyor. Eğer gezen adamın başında bir de sarık olursa Sofya’nın karıncaları bile ona bakarlar. Şurasını da söylemek mecburiyetindeyim ki her işte müslümanlara karşı mutlaka müşkilat gösteriyorlar. senesindeki protokol ahkamına riayet edilmiyor. Bunu bilahare yazacağım mes’eleler izah edeceği gibi paso mes’elesinde bana karşı yaptıkları muamele de isbat ediyor. Pazar günleri yortu günleri –hıristiyanlar gibi– müslümanlar da dükkanlarını kapatmaya mecburdur. Bu da müsavat adalet sayılacak mı bilmem. Sofya’da bulunduğumun ikinci günü gazete muhbirlerine mahsus olan usulden müstefid olmak için bir paso almak maksadıyla nezarete müracaat ederek kendimi bildirdim. Ne maksadla gezeceğimi sordular ben de cevaben: Hiçbir maksadım yoktur yalnız Bulgaristan’ın gerek maarif ve gerek hususat-ı sairede göstermiş olduğu terakkıyat-ı seria ve bunun esbabını mensub olduğum cerideye yazarak kendi milletimizin nazar-ı intibahına arz edeceğim ... dedim bunun üzerine bir arzuhal yazmak lazım geldiğini bu arzuhalde ne suretle ve nereden çıkıp nereye gideceğimi de sırasıyla zikretmemi mükerreren tenbih eyledi ki tamamen kayd altına alıyordu. Biz de söylediği gibi arzuhal yazdık arzuhali başka bir yere havale ettiler. Bu kere de oraya gittim orada Sebilürreşad ’dan bir-iki nüsha istediler verdik bu defa da meclise koyacağız yarın gel cevabını aldım. Yarın oldu gittim nazır olmadığı cihetle birkaç saat sonra gelmemi söylediler. Birkaç saat sonra olunca nazır da gelmişti. Fakat yine meclise koyacağız yarın gel cevabını aldım bu defa maksadları tamamen anlaşılıyordu; fakat her nasılsa yine gittim bu defa da üç gün sonra gelmemi söylediler ben de kemal-i teessür ve teessüfle dedim ki: Bütün muhbirler hakkında cari olan bir usulü Sebilürreşad muhbiri hakkında tatbik etmekten niçin istinkaf ediyorsunuz? Bu şimdiye kadar ben de burada beklemesem olmaz mı? Bunun üzerine: Sebilürreşad öbür gazetelere benzemeyip hakkında bir karar vermeden paso vermeyeceklerini söyledi. Biz de Sebilürreşad ’ın ilmi ve fenni bir risale olmakla beraber aynı zamanda da siyasi bir gazete olduğunu binaenaleyh asıl böyle gazeteleri himaye etmek lazım geleceğini anlatarak paso almadan yine Filibe’ye döndüm. kilatın bir nümunesi! İslam gazetesi muhbirine bu muamele olursa başkalarına neler olmaz? § Sözüme hitam vermezden evvel Sofya şehrine aid olarak birkaç cümle daha söylemek isterim. Sofya’nın içerisi kısmen dört parmak arzında altı-yedi parmak tulünde kesme paket taşlar ile döşenmiş olup araları da zifttir. Görenler sabun kalıbı zannederler. Bir kısmı da İstanbul’da gördüğümüz paket taşlarının ufakları ile döşenmiştir. Her tarafı zift olan yer de vardır. Pek dehşetli bahçeler vücuda getirilmiş. Eğer İstanbul’a buraya sarf edilen himmetin yarısı sarf olunsa öyle bahçeler vücuda gelecek ki alem hayret içinde kalacak! Bu gibi mu’zamat-ı umurda o kadar masarıf bile etmiyorlar. Bütün mahbuslara işletiyorlarmış: Mesela on beş sene mahkum olan kimselere birkaç senesini afvederek hizmet ettiriyorlar ki pek a’la bir usul! Zira bu suretle cem’iyet-i beşeriyye iki cihetten müstefid oluyor: Birisi milletin menafiine aid büyük büyük müesseseler vücuda geliyor diğeri de cem’iyet-i beşeriyyenin bir a’zası ataletten kurtarılıyor. Bilmem ki ne gibi mülahazaya mebni bizde de bu usul tatbik olunarak istifade edilmiyor? Şimdi bahis asıl maksadımız olan maarife geldi zaten Sofya’ya o maksadla geldiğimden bunu ayrı makaleye bırakıyorum. § Zavallı müslümanlar! Evet zavallı müslümanlar diyorum. Çünkü: Avrupa bir taraftan yirminci asırda insaniyetten medeniyetten bahsediyor; Huda ne-kerde müslümanlar tarafından cüz’i bir şey görülse insaniyet medeniyet namına protestolar yağdırılır; müslümanların barbarlığından vahşiliğinden bahsolunur; hatta bu kadarla da kalmayarak medeniyet namına müslümanları temizlemek lüzumu bile dermiyan olunur. Diğer taraftan ise müslümanlar aleyhinde tasavvuru bile insanın kalbini parça parça edecek olan bir takım mezalim kurun-ı vusta barbarlarının bile cesaret edemeyeceği canavarlıklar insana insaniyete şeyn verecek vahşetler icra ediliyor da medeni? Avrupalılar hiç ses bile çıkarmıyorlar. Demek oluyor ki müslümanlara reva görülen her fenalık bütün edebsizlikler ayn-ı medeniyyet? mahz-ı adalet? oluyor da müslümanların hukūk-ı meşrualarını taleb etmeleri barbarlık oluyor. Bulgaristan’da müslümanlara reva görülen muamele-i zalimanenin derecesini anlatmak için “Pravadi” kazasının “Putreşan” karyesinde Hüseyin ibni Mehmed ile zevcesi Hanife’ye icra edilen canavarlığı bütün müslümanların nazar-ı “Hasan Celal” Efendi tarafından sair gazetelere gönderildiği gibi –bir İslam gazetesi olmak münasebetiyle– Sebilürreşad ceride-i İslamiyyesine de gönderilmek ve bu münasebetle Bulgaristan müslümanlarının hal-i esef-iştimalinden bütün müslümanları haberdar etmek için bu mezalimi tasvir eden levhanın bir aynı da bil-vasıta bendenize gönderilmiş olmakla vak’ayı ber-vech-i ati enzar-ı kariine arz ediyorum: “Son günlerde bazı vatandaşlarımızın İslamlara karşı ettikleri tecavüzat hakīkaten fena bir renk almaya başladı. Tecavüz o dereceye geldi ki insan zavallı ma’sum İslamlara edilen bu edebsizlikleri gördükçe ağlamaktan kendini alamaz. zün önünde muhadderat-ı İslamiyyenin de ırzına tecavüz edilmeye başlandı. Hatta bu edebsizliklere asayiş ve inzibatın te’minine me’mur olan bazı polislerin de iştiraki insanı acı acı düşündürüyor. İşte ber-vech-i zir bir vak’a yazacağım ki her bir hamiyetkar kalblerde bir hiss-i elim-i teessür uyandıracaktır. Pravadi kazasına tabi’ Putreşan karyesinde manifaturacılık eden Dimitri’nin dükkanından bir değirmi çenber gaib olur. Dükkancıda hasıl olan zan ve şübhe üzerine Yeniköy merkezinde İstarşo Jandarma onbaşısı Kosta Pançef ile beraber Putreşan karyesi ahalisinden Hüseyin bin Mehmed’in hanesi taharriye gidilir. Muma-ileyhin zevcesinin çenberleri aktarma edildikte bir danesi müşabehet peyda edip dükkancıya gösterildi. “Benziyor lakin böyle değildir” diyerek su’-i zanla iktifa edilir iş bir sükutla geçer. Bir-iki gün mürurunda mezkur İstarşo Kosta Pançef piyade jandarmalarından biriyle tekrar Hüseyin bin Mehmed ve zevcesi Hanife’yi beray-ı istintak Temmuz’da Yeniköy merkezine celb ve her ikisini de odasına alarak bir istid’a eden olmadığı halde mezkur Hüseyin’i son derece şiddetle döğüp mahbese ilka eder ve Hanife’yi de yanında alıkoyup odanın kapısını kapayarak ve pencerenin perdelerini indirerek “Çabuk çıkar şalvarı?” deyip revolver ve kılınç ile tehdid ederek mezbureye zeban-dirazlık ettikte biçare kadın ağlayıp feryada başlamışsa da feryad u figanı o haris canavara zerre kadar te’sir etmemiş ve cebren ırzına tecavüz edip namusunu pay-mal etmiştir. Zavallı kadının feryadı üzerine imdadına can atan jandarma bulunmuşsa da kapı beklemekte olan çandarın müdafaasından ve kapının kapalı bulunmasından muavenet mümkün olmayıp akūrane hareketini ba’de’l-icra biçare kadın gözyaşları içinde dışarı çıkarılır. Buna Yeniköy süvari jandarmalarından İstani Pençof ve Dobref isminde rütbesinin kıymetini bilir iki namuslu Bulgar ve Putreşan’dan Ahmed Mustafa Ağalar şehadet edip ve lazım gelen makam-ı alide dahi şehadet edeceklerini ihbar ettiler. Bunun üzerine bütün “kamçı boyu bir galeyan” ve heyecana düşer. Neticede Pazar günü Pravadi müftisi efendi beray-ı tahkīk karye-i mezkureye gitti. Karyeye muvasalatında köy imamlarıyla birlikte gidilerek tahkīk-ı keyfiyyet olundukta vukū’-ı hal ta’rifinden ziyade vukū’ bulduğunu ve söylenmesi gayr-i kabil edebsizlikler yaptığını ağlaya ağlaya köy imamı Abdullah ve Bekir Hocalar huzurunda ikrar etmiştir. Hemen yapmış olduğu arzuhali müfti efendiye takdim eder ve diğer istid’asını dahi Naçalniğe vermelerini efendi-i muma-ileyhten rica eder. Biçare kadının zevci beş gün Yeniköyü’nde dört gün de Pravadi’de mahbus bulunduğu ve zerre kadar kabahati olmadığı halde gözü korkutularak bu haksızlıktan kimseye şikayete kadir olamamıştır. Çenber sirkati tahakkuk etmeyip ve istid’a eden dahi bulunmamış sine gönderip dört gün sonra da Hüseyin’i Pravadi’ye gönderir. Ahaliden bir şikayete meydan bırakmamak için yollara jandarmalar ikame edip gelen giden tarassud altına alınmıştır. Bugün Pravadi eşrafından İbrahim Efendi Saatçi Hasan Efendi Belediye Reisi Muavini Ali Efendi Said Efendi Mustafa Efendilerden müteşekkil bir hey’et müfti efendi ile beraber Pravadi Naçalnik Vekili Kasabof’a hem arzuhali takdim ve hem de bu me’murun tecziye olunmasıyla hukūk-ı İslamiyyenin sıyaneti istirham olundu. Çünkü Kosta Pançef isimli bu canavarın harekat-ı bi-edebanesi bu kadarla kalmayıp “Karyağdı” karyesinden Cemile isminde bir kadını zevci ile beynlerinde olan niza’dan naşi nezdine celb ve onun da namusuna tecavüz ederek guya zevcine itaat emri verir. Ve yine bundan bir buçuk ay mukaddem Sarıkovanlık karyesinde Halil Hoca’nın kızı “Ümmühan” nam kadını da­ hi Pirece karyesinde Ali Hoca’nın odasına celb edip o gece mezbureye akūrane bir surette denaetini icra eder. Vak’adan sonra arzuhalin bir kopyası Varna Sancak Müftiliği’ne bir de Upravitel Efendi’ye bir kopya da Başmüfti da gazetelere bir kopya Pravadi gazetesi ser-muharriri Nedo Petrof Efendi’ye Pravadi gazetesinde aynen derc olunmuştur. Bir de sosyalistlerin şefi Vladislaf Marinof Efendi’ye verilmiştir. Narod ve Pravadi’de çıkan Sabojdane gazeteleriyle neşrolunacaktır. yüzünden zavallı müslümancıklar bugün yarın hicret fikirlerindedirler. Hani ya nerede o “Türk Arnavutlar’da Türkler Bulgar kızlarına tecavüz ediyor” diye iftira eden gazeteciler! Hani ya nerede o bizim Gospodin Otroci? Bu acıklı vak’ayı görür de acaba ne derler? Az buçuk kızarmaz mı? Heyhat! Aman ya Rabbi! Te’min ya Rabbi! Te’min-i asayişe me’mur adamlar böyle yapıyorlar ahaliye ne kalıyor? Her halde yakın vakitte hükumet-i mahalliyyenin o heriften beline hiç yakışmadığı o kılıcı o resmi elbiseleri alıp polisya namusunu da lekeleyen o canavarın da ceza-yı sezaya çarptırılmasını merci’-i aidinin adaletinden bekleriz.” HINDISTAN VE AFGANISTAN MÜSLÜMANLARI ARASINDA DIN KARDEŞLIĞI TEZAHÜRATI Afganistan’ın payitahtı olan Kabil şehrinde lisan-ı Farisi “Hindli Müslüman Kardeşlerimiz Bizim Hakkımızda Neler Hissediyorlar?” ünvanıyla Emritser’de Urdu lisanıyla münteşir Müslüman ceridesinden tercüme ettiği makaleyi neşrediyor. Biz de mezkur makaleyi Siracü’l-Ahbar ’dan ber-vech-i ati iktibas ve tercüme ediyoruz: Madem ki Müslümanız Kur’an-ı Kerim ’in rişte-i mukaddesiyle birbirimize bağlıyız. İşte bundan dolayıdır ki Çinli bir müslümanın derdinden Afrika müslümanları da bi-aram olur yine bir kısım müslümanların terakkīye saadete doğru ilerlediği haberi bütün dünyadaki müslümanları hoşnud şadan eder. Hasılı alemdeki bütün müslümanlar –ister beyaz ister siyah renkli olsun ister Amerikalı ister Asyalı bulunsun– bir kabilenin efradı bir cismin a’zası gibidirler. Hal böyle olmakla beraber birbirinden uzak ma’şerlere nisbetle yakın olanlar –komşu hakkı nasıl fazla ise– birbirlerinin hallerinden daha ziyade mes’uldürler birbirlerini düşünmek hakkına daha ziyade maliktirler. Binaenaleyh biz Hindlilerin Afganistanlı müslüman kardeşlerimiz hakkında bu suretle mütehassis olmamız bir emr-i tabiidir. İşte bunun için Afganistan’ın payitahtı olan Kabil’de Siracü’l-Ahbari’l-Afganiyye ’nin intişarı bize birçok hayırlı haberler vaad etti kalbimiz ümidlerle doldu. Niçin? Yalnız şunun için: Bu suretle Afganlı kardeşlerimiz arasında ruh-ı terakkī ve bidari sereyan edecek. Siracü’l-Ahbar neşr-i uluma emin bir vasıta olacak. Ulum ve fünunun bugünkü terakkıyatına bigane kalan ekser Afganlılara rehnümalık edecek. Cehalet yüzünden peyda olup şer’-i şerife muhalif olan rüsum ve bid’atleri ortadan kaldıracak; hakīkī Müslümanlığı telkīn edecek. Hasılı dini dünyevi hizmetlerde bulunarak yeni baştan Afganistan’ı izzet-i zindegiye nail edecek. Elhamdülillah biz bu ümidleri tahminimizden fazla nümadar bulduk. Siracü’l-Ahbar-ı Afganiyye ’yi; bülend-paye mazmunlarla pirayedar görüyoruz. Vakıa o henüz bir gülbün-i nev-reste ve naziktir. Lakin takat ve tedbirin verdiği müsaade nisbetinde işini tam bir doğrulukla yoluna koydu yüksek tabakadakilere zevk-ı mütalaa verdi saha-i mütalaanın pek ziyade tevessü’ edeceğine ümidimiz kamildir. Siracü’l-Ahbar ’ın bu muvaffakıyeti karşısında “Hükümdar-ı bidar-mağz” siracü’l-milleti ve’d-din padişah-ı devlet-i memleket-i Afganistan hazretlerinin ihsanlarını teşviklerini şahanelerinin hüsn-i kuşişleri sayesinde nur-ı ilm cilveger oldu. Böylelikle Afganistan bir buk’a-i nur olacaktır. İnşaallahü Teala nam-ı mübarekleri de Afganistan tarih-i ulumunda payidar ve memduh olup kalacak altun suyu ile yazılacaktır nesl-i ati ism-i memduhlarını kemal-i hürmet ve ta’zim ile yad eyleyecekler Afganistan’da ulum ve fünunun terakkīsi hususunda gösterdikleri himayet-i aliyyeyi nazar-ı ihtiram ve tekrim ile göreceklerdir. Bu suretle zat-ı ma’rifet-meabları Huda ve mahluk nazarında aziz olacaklardır. Afganistan ne suretle terakkī yolunu tutabilir? Biz neşriyat-ı sabıkamızda da dermiyan etmiştik ki İslam’ın raz-ı terakkīsi; müslümanları “yetişmiş müslüman” yapmaktadır. Kur’an-ı Mecid ’i –nazar-ı amik ile– çok okumalı ahkam-ı münifesiyle amel etmeli. O kitab-ı muazzamın nüktelerini Resul-i Ekrem salla’llahü aleyhi ve sellem nin ihtilatı yüzünden dine girmeye yol bulan fena rüsum ve adatı bir kalemde ortadan kaldırıvermeli ve eslafımızı serir-i terakkīye eriştiren onları üstad-ı küll yapan avamil-i hakīkıyye hangileri ise onlara tabi’ olmalı. Yine bizi berbad u tebah eden mazarratlar fırlatan neler olduğunu araştırarak bunlardan kaçmalı. Bu anasır-ı amilenin hepsi Kur’an-i Kerim ’de ve ehadis-i nebeviyyede teşrih buyurulmuştur. Lakin efsus ki bizim o tarafa teveccüh ettiğimiz yok. Bu yolu terk ederek kendi kendimizin esbab-ı felaketini ihzar etmiş olduk. Biz Siracü’l-Ahbar Müdiri cenab-ı Mahmud Tarzi Sahib’in bu sırr-ı necata vakıf olduğunu görmekle müteselli olduk. Birinci senede kalem-i kudretlerinden nebean eden “İlim ve İslamiyyet” makalesinde vakıa mazmun muhtasardır. Fakat Afganistan’ın halet-i ilmiyyesine göre biz mezkur mazmunu büyük bir ganimet biliriz.” HÜRRIYET-I HAKĪKIYYE NEFSE HAKIMIYETTIR Nefsine kendisine kendi hissiyat ve efkarına malik olmayan yenin esası teşkilat-ı siyasiyye ve kavanin-i esasiyyeden evvel insanların kalb ve dimağlarında caygir olur. Menbaı kalb ve dimağ-ı beşer olmayan hürriyet ne hakīkī ne de daimi addedilebilir; geçici ruzgar gibi olur birgün gelir birgün de gider. Zira hürriyet esaretle tev’em olamaz birlikte yaşayamaz. Dahilen esir olanlar zahiren hür olamazlar. Batınen girdbad-ı nefsani içinde boğulup kalanlara haricen ne kadar serbesti ve azadi verirseniz veriniz yine bilahare esir kalacaklardır. Zaten hürriyetin esası menbaı kalb ve dimağ olduğu gibi istibdadın esaretin de esas ve menbaı kalb ve dimağdır. İnsanlar fıtraten hür doğuyorlar. Zira hürriyet fıtratın hilkatin kainatın esasıdır. Hürriyet bir kanun-ı ilahidir. Lakin her kanunun olduğu gibi bu kanunun da hududu vardır. İşte insanlar şu hududu ta’yin ve kendi nefslerine hakim olarak hudud-ı mezkureye riayet edemediklerinden esir oldular. Mesela henüz daire-i medeniyyet ve ictimaiyyete dahil olmamış ormanlarda kayalıklarda su kenarlarında av mertebesine maliktirler. Lakin bunlar şu hürriyetin mahiyet ve hududunu ta’yin ve o hududa riayet edemediklerinden bilahare kendilerinden kavi ve daha ziyade nefsaniyyetine mağlub olan birisi tarafından taht-ı esarete alındılar. Devr-i medeniyyete gelince aynı hal müşahede ediliyor. Roma Cumhuriyeti’ni te’sis edenleri tarih metanet-i ahlakıyye safa-yı kalbiyye hakimiyyet-i nefsiyye ile tavsif ediyor. Bunlar hakīkaten er oğlu erler idiler. Zira her şeyden ziyade kendi nefslerine kendi hissiyat ve efkarlarına hakim idiler. Keza Yunanistan Cumhuriyetleri te’sis ediliyor. Fakat asırlar mürur ediyor. Eski metanet-i ahlakıyye safvet-i kalbiyye hakimiyyet-i nefsiyye gibi havas bozuluyor. Yavaş yavaş hırs tama’ infialat-ı şahsiyye onların yerine kaim oluyor. Efradı idare eden amil; artık menfaat-i umumiyye için kendini feda etmek kendi efkar ve hissiyatını kurban eylemek gibi sıfat değil bilakis kendini ileri sürmek diğerleri üzerine tefevvuk etmek ne olursa olsun kendi efkar ve hissiyatı üzerinde rın efradın batınen esir kendi infialat ve ihtirasatları elinde zebun oldukları anlaşılıyor. İşte tam o zaman bir “Sezar” nümayan oluyor ve bazılarını altun diğerlerini ise demir zencir ile bağlayarak şiraze-i hayatı yeniden habl-i hürriyyetle değil habl-i istibdad ile iade ediyor. Bugün bile usul-i hürriyyet ve meşrutiyyetle idare edilen milletler arasında en ziyade hür ve serbest olan elbette ki ve kavanin-i esasiyyesi başkalarınkinden daha ziyade hürriyetperver olduğu için mi? Asla ve kat’a! Bilakis: İngiltere’nin muharrer ve muayyen kavanin-i esasiyyesi bile yoktur. Kurun-ı vustadan kalma ve barbarlık zamanlarını andırır birçok kanunlar el-yevm bile mevcuddur ve icabı halinde icrası mecburidir. Mesela bugün İngiltere Ceza kanunları içinde bazı mücrimleri darb etmek gibi kararı müstelzim kanunlar mevcud ve mer’idir. Avrupa’nın diğer kıtaatında böyle bir kanun nefret-i ammeyi celb eder ve kimse tarafından kabul edilemez. Keza İngiltere’de Lordlar sınıfı bir takım hukūk ve Bilahare İngiltere kralı kanunen mutlak ve öyle imtiyazata maliktir –mesela mesail-i diniyyede– ki Rusya imparatoru bile malik değildir. Fakat bunların kaffesi ile beraber bütün cihanca müsellemdir ki İngiliz kavmi dünyada en hür ve en serbest bir kavimdir. Zira İngilizler tabiatlarının terbiyelerinin be-evvel kendilerine malik kendi nefslerine galibdirler hudud-ı hürriyyeti anlamışlardır ona riayet ediyorlar. tehalif ve mütezadd fırkalara mensub bulunan şu matbuatta en ziyade gözünüze iki nokta çarpacaktır: Birisi bütün efkar-ı umumiyyenin mesail-i hariciyyede ittifakı. Bütün millet hükumetin doğru yanlış ta’kīb etmekte olduğu siyaset-i hariciyyeyi te’yid ve takviye ediyor. Ah ! Bu ne metanet ne fetanet ! Bir ecnebi İngiliz matbuatını okurken bütün bir milletin bir ferd-i vahid gibi aynı noktaya doğru yürüdüğünü hissediyor. Bu halin ecanib üzerine bahşetmekte olduğu te’sir-i azimi düşününüz! Bunun in’ikası olarak Meclis-i Meb’usan’da mesail-i hariciyye hakkında asla uzun uzadıya müzakereler cereyan etmez. Hükumet tarafından filan yahud filan mes’ele [ ] hakkında verilen izahat bir sükun-ı tam içinde dinlenilip kimse kalkıp da “Neden filan şeyi filan tarz ve şekilde yapmadın?” demez. İngiltere’de bu bir kaidedir an’anedir. Zira her bir İngiliz diğer İngilizi kendisi kadar vatanperver namuslu addediyor ona kendisi kadar i’timad ediyor. dahiliyye hakkında bu kadar fırkalar arasında bu kadar müzakereler münakaşalar mübahaseler geçiyor. Fakat kat’iyyen müstehcen şeref-i nefsi izzet-i şahsiyyeyi haleldar edecek bir kelime-i vahideye tesadüf edilemez. Bütün müzakereler bütün mübahaseler ilmi fenni ve son derece edeb dairesinde cereyan eder. Bunun sebebi aynıdır. Yani rı hürmet i’timad i’tibardır. Bir de İngilizler bir mes’eleyi müzakere ederken kendilerini kendi hissiyat efkar ve infialatlarını onların mutlak galebesini düşünmüyorlar ki yekdiğerlerine karşı elfaz-ı müstehcene muhıll-i haysiyyet ve namus kelimeler isti’mal etsinler. Onlar her şeyden ziyade hakkın hakīkatin tezahürünü düşünüyorlar ve bunun için de elfaz-ı müstehcenenin haysiyet ve namus-şiken elfazın vesile olmadığını pek ra’na takdir etmişlerdir. Şimdi şu yukarıdan aşağıya kadar yazdığımızı nazar-ı dikkate alarak biraz da kendi ahlak-ı siyasiyyemize kendi matbuatımıza da bir dikkat edelim! Ah! İnsan için ta a’mak-ı kalbine kadar müteessir ve müteelim olmamak kabil değildir. Hürriyyet-i matbuat iade edildi deniyor; fakat bence esaret-i nefsiyyemiz i’lan edilmiştir; dahilen batınen ne kadar esir olduğumuz ne kadar kendi ihtirasatımız infialatımız nefsaniyyetimiz elinde zebun bulunduğumuz meydana atılmıştır. Okuyunuz bugünkü matbuatı! Ne ye’s-aver ne ümid-şiken levhalara tesadüf edilir! İzzet-i nefs haysiyyet-i şahsiyye namus ırz hulasa bir insan için bir evlad-ı vatan için en muazzez en muhterem addedilmesi lazım gelen her şey çiğneniyor çamurlatılıyor; bütün kudsiyyata hücum ediliyor; ne ferd kalıyor ne aile! Aralıkta münaze’un-fih olan mes’ele bir tarafta bırakılarak hep yekdiğerimiz üzerine atılıyoruz. Hiç düşünmüyoruz ki hey’et-i ictimaiyye-i Osmaniyyeyi teşkil eden bütün efrad yekdiğerinin ırz u namusunu can u malını taht-ı kefalet ü zımana almak için birlikte yaşıyorlar. Bu kadar can u mal vergisi veren Osmanlılar bu kadar kanlar bahasına devletin bekasına çalışan Osmanlılar yalnız yekdiğerinin haysiyet ve şerefini te’min için şu fedakarlıkları kardeşi. Böyle olduğu halde aynı şeref ve haysiyeti aynı ırz ve namusu yıkmakta ne kadar da haz ve lezzet duyuyoruz!? Anlaşılmaz bir muamma! Daha doğrusu mevt-aver bir derd ve musibet! Acaba hemşehrilerimizi vatandaşlarımızı bu kadar haysiyetsizlik şerefsizlik namussuzlukla itham etmekle biz şeref izzet haysiyet mi kazanıyoruz? Dün takdir ettiğini bugün çamurlar içinde ezen efradının namus ve haysiyetine riayet etmeyen bir millet hiçbir zaman ne hür olur ne de felah bulur. Zira yarın da bugünkülerin diğer taraftan namus ve haysiyeti çiğnemeyeceğini kim te’min eder? Te’min değil öyle olacağı muhakkaktır. Zira böyle bir muhit hürriyete hakka hakīkate aşık olmaktan ziyade kendi nefsaniyyetine kendi infialat ve ihtirasatına esirdir. Esir olan da hür olamaz. Zira hürriyetle esaret tev’em olamaz birlikte yaşayamaz. Temmuz’un yirmi üçüncü Cuma günü sabahı on sekiz harb sefine[si] on iki nakliye gemisi ve külliyetli merakib-i bahriyye-i sağīreden mürekkeb İtalya filosu denizden ve iki Eritre üç İtalya alayı iki bölük İtalyan süvarisi lük-i mitralyözi Seyyidali cihetinden gelerek garbdan Zuvara üzerine muharebe açmıştır. Zuvara’da bulunan mücahidinin yirmi iki Temmuz akşamı yapılan şiddetli bombardıman üzerine sahilde üç-dört noktada yalnız onar-onbeşer kişiden mürekkeb nöbetçiler bırakarak dahile çekilmiş olmalarına mebni düşman tulu’dan evvel iskelenin birkaç kilometre şarkındaki nikata bila-mukavemet asker çıkarmış ve bir alay kuvvetle Zuvara’nın bir buçuk kilometre şarkındaki iskeleye yürümüş ve Zuvara sahilinde bulunan kırk-elli asker ve mücahid geriye çekilerek Zuvara tahliye olunmuştur. Zuvara hurmalığının şark ve garb kenarlarında mukavemete tesadüf etmediği halde düşman üç buçuk saat kadar tevakkufla karadan ve denizden ateş açmıştır. Düşmanın Zuvara’ya karşı yaptığı taarruza mukabil Trablus cihetinde Seyyid Abdülcelil Tepesi’ne hücum eden bir kısım mücahidin düşman mevziine duhul ve esliha ve eşya iğtinam ve fakat donanma ateşi altında bila-lüzum durmayarak bilahare avdet eylemiştir. Muharebe dört saat kadar imtidad etmiş olup üç mecruhumuz olduğu tahakkuk eylemiştir. Enver Bey’den alınan Temmuz tarihli telgrafnamedir: Bingazi’de yeni bir vukūat yoktur. Tobruk’ta düşman on beş santimetrelik toplarla ordugahı topa tutmuş ise de hiçbir zarar iras edememiştir. Derne’yi de aynı suretle bombardıman etmekte ise de hiçbir zarar ve telefatı mucib olmamakta ve külliyyen te’sirsiz kalmaktadır. Vaziyetimiz aynıdır. Şehir ve İtalyan ordugahını döğüyoruz. İtalyan Rakalı ordugahını terk ve ateşten mahfuz olan istihkamlarının arkasına kamattan açtığı ateşin hiçbir te’siri olmamıştır. On gün evvel başladığımız bombardımana fasılalı devam edilmektedir. Temmuz’un ’nci Cuma gecesi zevali üç buçuk sularında Edirne Selanik İstanbul Bursa Aydın vilayetlerinde oldukça müdhiş bir zelzele olmuştur. Zelzelenin merkezi Marmara sevahil ve havza-i garbiyyesi olduğu cihetle Gelibolu Tekfurdağı ve havalisinde yüzlerce kura ve kasabat mahv u harab olmuş birçok kimseler enkaz altında vefat etmiş binlerce aile mesken ve me’vasız kalmıştır; bazı mahallerde sular kurumuş bazı mahallerin de suları tezayüd etmiştir. Zelzeleyi müteakıb bazı yerlerde yangın zuhur etmesiyle bu sebeble de yüzlerce haneler yanıp kül olmuştur. Felaketzedegana İstanbul’dan vapurlar dolusu ekmek ve erzak gönderilmiştir. Darülhilafe’de şeref-mukīm sahibetü’l-hayr bir hanımefendi tarafından afetzedegan için yorgan Amerikan bezi pirinç un yağ vesaire olmak üzere bin liraya yakın kıymette eşya ve erzak irsal edileceği haber alınmıştır. Her türlü mesaibe duçar olan vatanımız eksik kalan bu felaketi de gördü. İnşaallah bununla felaket defteri kapanmış olur. Cenab-ı Hak bilcümle memalik-i İslamiyyeyi afat ve mesaib-i kevniyyeden muhafaza buyursun amin. § Geçen sene vukū’ bulan harik-ı kebir esnasında İstanbul’u ziyaret eden Hindistan mihracelerinden Behupal Hakimesi Beyabi Bigüm hazretleri o zaman bu harik-ı hanman-suzdan musab olanlara tevzi’ edilmek üzere beş bin lira veriyi izhar buyurmuşlardı. Haber alındığına göre hakime-i müşarun-ileyha muhtacin-i musabine tevzi’ kılınmak üzere maniyyeye iş’ar eylemişlerdir. Beyabi Bigüm hazretlerinin Osmanlıların felaket ve meserretleriyle daima müşterik ve onların hisleriyle mütehassis olduğunu sarahaten ima eden şu lutf-ı insaniyyet-güsteranesi dahi hiç şübhe yok ki kulub-ı Osmaniyanın en amik köşesinde ca-yı ihtiram ve kabul bulacak bu ikinci hediyeden dolayı da müşarun-ileyhaya takdim-i şükran olunacaktır. Bu nam ile Beyrut’ta bir cem’iyet teşekkül etmiştir. Muhabir-i mahsusumuz tarafından kaddimesinde deniliyor ki: “Bazı müslüman gençlerinin zamanımızın mühlik cereyanlarına kapılarak dine devlete vatana müteallik vacibattan yüz çevirdiklerini insanı doğru yoldan saptıran gayr-i meşru’ amellerle ülfete başlayıp israf denilen çıkmaz yola düştüklerini gören Beyrut müslümanlarından bir takımı; genç yaşlı bütün müslümanları iktisadiyat yolunda yürümeye alıştırmak kavl-i kerimiyle me’murun-bih olan uhuvvet-i İslamiyyeye irşad etmek ve bu suretle zıll-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’de birr u takva yolunda muhabbetler ülfetler teavünlerle mes’ud olmalarını te’min eylemek üzere El-İhaü’l-İslami namıyla bir cem’iyet teşkiline karar vermişlerdir. Bu teşebbüsle bütün anasır arasında Osmanlı vatanına muhabbet-i ruhi; kuvvet bulacaktır. Bu şerif maksadlar işte bizi “ma’rufu emr fahşa münker ve bağyi nehy eden” böyle iktisadi bir cem’iyet-i hayriyyenin te’minine tahrik ve teşvik etmiştir.” Nizamnameden anlaşıldığına göre bu cem’iyetin gayesi; kardeşliğin sevişmenin zamanın felaketlerine karşı yekdiğere muzaheretin neşri olup umur-ı siyasiyye ile kat’iyyen iştigal olunmayacaktır. Bu cem’iyet a’zasından olabilmek için; feraiz-ı diniyyeyi eda ile şer’-i şerifin nehy kanunun men’ ettiği şeylerden uzaklaşmakta ve halk ile iyi geçinerek onlarla sıdk u istikametle muameleyi taahhüd etmek lazımdır. bir mevkıf inşasını tazammun eden beyanatı; el-Alem refik-ı muhteremimizde Mısır’ın her tarafından birçok protestolarla karşılanmıştır. Bu ihticacnamelerde mezkur beyanatın Mısır’ın hürriyet ve istiklal-i siyasisine Devlet-i Osmaniyye’nin hukūk-ı hakimiyyetine karşı bir tecavüz olduğu beyan olunmakla beraber muahedat ve kavanin-i düveliyyeye de muhalif addolunacağı ilave ediliyor. Kazak fırkası teşkil ederek iki Rus zabitinin kumandası altına tevdiini” İran’dan şiddetle taleb etmişti! Ahiren Royter Ajansı ’na Tahran’dan varid olan habere göre İran Hükumeti buna muvafakat etmiş ve fırkanın kişilik olmasını kararlaştırmıştır. Ancak bu fırkanın Tebriz Fırkası gibi İran Harbiye Nezareti’ne tabi’ olmasını şart koşmuştur. Hükumet mazbatasında hatır-nüvazlık demek olan bu muvafakatin Rusya’nın işgal-i askerisi tahtında bulunan nikattan çekilmesiyle neticeleneceğini dermiyan ediyor. Varid olan haberlere göre Fransa-Almanya ittifakını mutazammın olan “Tevkī”den biraz evvelki halde tegayyür yoktur. Fransızlar hala evvelce hulul ettikleri yerlerde bulunuyorlar. Memleketin Çünkü orada Faslıların ateşin bir heyecan-ı harb ile kendilerine muntazır olduğunu biliyorlar. Biz bu haberler karşısında Faslıların şehamet ve vatanperverliğine takdir-han oluyoruz. Fransa hükumetinin yaptığına da esefler ederiz. Fransa hükumetinin diyoruz Fransız milletinin değil. Çünkü hükumet tama’karlık ediyor millet ise zıll-i selam ve sükun el-Liva’ Mancester gazetesi Fas’ta Mocador’da bulunan muhabirinden aldığı haberleri ber-vech-i ati neşrediyor: “Hiç şübheye mahal olmayan bir hakīkat varsa o da bütün Fas’ın Fransız himayesine karşı şiddetli sabit ve bütün kuvvet-i meyelanla düşmanlık göstermekte bulunduğudur. Bu hakīkat gayr-i kabil-i inkardır. Fas samim-i ruhu ile biliyor ki: Maddi değilse bile ma’nevi olarak alem-i İslam’ın muzaheretine naildir. Bunun Cezayir’de Tunus’ta Mısır’da Türkiye’de diğer cihat-ı şarkıyyede birçok şevahidi vardır. Sudan Marakeş lüzum yoktur. Bütün müslümanların sakin bulunduğu yerlerde “Fransa Müslümanlığın yegane düşmanıdır.” diye düşünceler hasıl oluyor. Hakayık-ı ahvale vakıf olanlara göre Fas için vesail-i müdafaa çoktur. Bilhassa cenub cihetlerinde Atlas silsilesinin arkasında Mulay Hamid İlahiyan’ın rufeka-yı mücahidini ile beraber Fransızları Fas’dan tard ederek Fas’da Mulay Abdülhafiz’ın temsil ettiği hükumet-i munkarızaya mukabil yeni bir hükumet te’sis etmek emelinde bulunduğunu görüyoruz.” TEFSIR-I ŞERIF Tercümesi “İyilikle kötülük bir olamaz; kötülüğü en büyük iyilik han­ gisi ise onunla def’ et; böyle yaparsan aranızda düşmanlık bulunan adam adeta sadık dost olur.” * * * Ayet-i kerime ayetleriyle başlayan Sure-i Secde’ye mensubdur. Zemahşeri diyor ki: “İyilikle kötülük nefsü’l-emrde ayrı ayrı şeylerdir. Senin önüne iki iyilik çıktığı zaman nisbetle daha büyük olanını ihtiyar et de düşmanlarının birinden gelen fenalığı onunla def’ eyle. Mesela böyle bir fenalığa karşı akla gelecek iyilik onu afvetmendir; lakin en büyük iyilik fazla olarak kendisine iyilikte bulunmandır: Seni zemmedeni medhetmen; ciğerpareni öldüren adamın oğlunu ölümden kurtarman gibi.” Celaleyn ’de ise kavl-i celili gazaba karşı sabır; cehle karşı hilm; fenalığa karşı afv ile tefsir olunmuştur. Zaten bunu ta’kīb eden ayet-i kerimede fenalığı afvettikten başka fazla olarak bir de iyilikte bulunmak büyüklüğü ancak sabır denilen seciye-yi mübarekeden geniş mikyasda nasib alanlarla insanlıktan hazz-ı azimi bulunanların karı olduğu musarrahtır. Şu halde biz Celaleyn ’in gösterdiği mikdara da razıyız. Evet ahlak-ı umumiyyenin bu derekelere düştüğü bir zamanda insanlardan o kadar büyük fedakarlıklar o kadar necib hareketler beklemek hirmana rıza göstermek demektir. Ancak hoş görülebilecek kusurları afvetmedikten başka büsbütün i’zam ile ağır surette mukabeleye kalkışmayı; uhuvvet-i İslamiyyeyi unutarak ebedi bir düşmandan görürüz; ne de milletin menfaati hesabına. Afv ile safh ile muamelede bulunarak düşman-ı canı yar-ı can etmek kabil iken ufacık bir hataya ağır ağır mukabelelerde bulunmak yüzünden kardeşlerin ebediyyen birbirine hasım olması reva mıdır? Maalesef görüyoruz ki efrad-ı millete mürşidlik etmesi lazım gelen hem de kendilerini o mevki’de gösteren zümre yani mütefekkir tabaka sözleriyle yazılarıyla hareketleriyle halkı pek yanlış bir yola götürüyorlar! Memleket dahili harici bir çok felaketlere ma’ruz iken biz hala birbirimizin mazideki seyyiatını kurcalamakla; hala birbirimize bir daha yüz yüze bakamayacak kadar şeni küfürler savurmakla uğraşıyoruz! Mehmed Akif HAK VE HAKĪKAT – – Yine Dozy başlıyor: “An’ane-i tarihiyye beş mühim ihtidayı Ebubekr’e atfediyor. Vakıa bu bir mübalağa gibi görünür. Şurası muhakkaktır ki din-i cedidi neşre gayretle çalışıyor ve bunun için fedakarlığı seviyordu. Diğer zevat da Muhammed’i tasdik ettiler. Evvela biri on altı diğeri on yedi yaşında iki genç oldu ki biri hem zevcesinin hem kendisinin akrabası bulunan Zübeyr ile Muhammed’in diğer akrabası Sa’d bin Ebi Vakkas idi. Sonra tüccardan Abdurrahman bin Avf ve Talha imana geldi. Müteheyyic muzlim?! Osman bin Maz’un ki daha kable’l-ihtida hiç şarab içmiyordu. HusyeSahib ve Müdir-i Mes’ul: H. Eşref Edib lerini çıkartarak çilekeş halinde dünyayı gezmek istiyordu. Muhammed’in dilber kızı Rukıyye’nin dest-i izdivacına nail olmak maksadıyla ihtida eden Osman bin Affan. İlk ihtida bunlardandır.” Bu satırları okuyanlar insafla düşünmelilerdir ki din-i mübin-i kiramın her birine bir türlü garaz ve vesile isnadına cür’et eden Dozy’nin ortaya sürmüş olduğu evrak-ı fasideden müteşekkil defter-i mefaside Tarih-i İslamiyyet namını veren mütecasirin zerre kadar bu dine muhabbet ve irtibatı mutasavver midir? Bu büyük cür’etkarın bu derece Müslümanlık düşmanı olduğuna hayret ve teessüf olunur. Ey mütercim efendi ey gece gündüz nan u ni’metiyle geçindiğin milletin bütün mukaddesatını yıkmaya çabalamaktan zevk alan ni’met na-şinas efendi! Sizde zerre kadar olsun irfan ve insaf yok mu? Bir kere düşününüz: Roman mı yazıyorsunuz yoksa bugün zinet-saz-ı alem-i ekvan olan üçdört yüz milyon efrad-ı İslamiyyenin kemal-i samimiyyet ile teessüsünden pişvayanı olan eazımın teracim-i ahvalinden mi bahsediyorsunuz? Tecavüzat-ı garazkaranenin de bir hadd ü gayesi olmak icab etmez mi? Peygamberan-ı izam hazeratından sonra dünyada en büyük en muazzam ve muhterem tanılmış olan Hulefa-yı Raşidin içinde ser-amed-i ali-şan bulunan Ebubekr es-Sıddik hazretlerinin din-i mübine aid hidemat-ı celilesinin ulviyyet ve ehemmiyyeti derkar ve gayr-i kabil-i inkar olması dolayısıyla bil-mecburiyye i’tiraf olunduğu halde beş mühim niçin? Ya! Bunu an’ane-i tarihiyye ihbar ediyormuş da onun bu hizmeti tasdik edilecek olursa an’ane-i tarihiyye dedikleri vesaik-ı İslamiyyenin bilcümle şehadatına karşı ağız açmadan kabul etmek lazım gelecek tezvirat yolları tamamen kapanmış olacak. Bu ise müfterilerin iflasını mucib büyük bir felakettir. Halbuki bu hakīkati yalnız tevarih-i İslamiyye yazmıyor. Bütün bi-taraf tarih-şinasan i’tiraf ediyorlar. kısmı genç imiş bir kısmı da şeref-i karabeti haiz imiş veya ticaretle iştigal ediyormuş; diyerek ta’rizde bulunmak da pek ma’nasız ve mantıksızdır. Bu türlü ahval ve avarızın ihtidaya bais olacak münasebat-ı kaviyye ve ilel-i mucibe kabilinden olmadığı muarızlar arasında daha genç daha yakın akraba olanların vücuduyla sabittir. Hele Hazret-i Osman Efendimiz hakkındaki isnad-ı barid ve iftira-yı kasidin zerrece hissedar-ı terbiyye olan düşman ağızından işitilecek hezeyanlardan olmadığı derkardır. Kerime-i pakize-i seniyye Hazret-i Rukıyye’nin o esnada Ebu Leheb-zadelerden birinin taht-ı nikahında bulunması bu isnad-ı vakahatkaranenin butlanına dair olan beyyinatın en vazıhlarındandır. Gerçi –cild-i evvelde beyan olunduğu üzere– muahharan Ebu Leheb ile zevcesinin dünya ve ukbaca vahamet-i encamları beyanına dair “Tebbet” suresinin nüzulü üzerine münfail olan Ebu Leheb’in ilhah u ısrarı üzerine mahdumu o dürre-i cihan-kıymetin şeref-i bi-adil-i rü’yetinden mahrum bırakılmış huzur-ı Risalet-penahi’ye gelerek tatlika cür’et etmiş olmakla Hazret-i Osman musaheret-i seniyye şeref ve saadetini ihraz etmiş idi. Fakat bunun böyle olacağı kable’l-vukū’ keşfolunmak asla kabil değildi. Demek oluyor ki Dozy adeti vechile buradaki cühelaya karşı telbis-i hakīkat irtikabına yeltenmiş ancak şu suretle giriftar-ı fazahat olacağını hesaba katmamış. Mütercim-i garazkarın dibace-i kelamında ehl-i İslam’a etmekte bulunduğu sevgili Dozy’sinde tecessüm ediyor. Osman bin Maz’un ra da sabikīn-ı evvelin zümre-i celilesindendir. Fakat beş mühim ihtidayı sayarken araya katılması Dozy’nin ve hempasının mübtela bulunduğu şaşkınlık emaratındandır. Zevat-ı hamse Hazret-i Osman bin Affan ile Talha ve Zübeyr ve Sa’d bin Ebi Vakkas ve Abdurrahman bin Avf hazeratından ibarettir ki her biri Aşere-i Mübeşşere-i kiramda dahildir. Osman bin Maz’un’un ihtidası Aşere-i Mübeşşere’de dahil olan Said bin Zeyd hazretlerinden bile sonra vukū bulmuştur. Kaldı ki Dozy veya mütercimi kendi sıfat-ı rediesi olan müteheyyic-i muzlim ünvanını hazret-i müşarun-ileyhe Makam-ı te’yidde sahabi-i müşarun-ileyhin kable’l-İslam dahi şarab içmeyen hoşyaran zümresinden olmasını irad ediyorlar. Besbelli kendi meşreb ü mezaklarına muvafık düşmediği ecilden olacak! Bir de saded haricine çıkarak müşarun-ileyhin maksad-ı tezehhüdle ıhtısa arzusunda bulunmasını ta’yib ediyorlar. Evet! Bir aralık kendisine böyle bir tasavvur arız olup misilli ehadis-i şerife ile irşad olunduğuna dair bir rivayet vardır. Fakat bu nevi’ efkar-ı hususiyye muhakemesine girişmek bunların kat kat salahiyetleri haricinde bulunduğu hüveydadır. TEALLÜM-I NEBI İDDIASINA REDDIYE – – Bu saydığımız ulum öyle ale’l-amya yekun dolsun diye söylenmiş sözler değildir bunların her biri hakkında cildler dolusu ayat ve ehadis mevcuddur. Lakin bunlara vukūf için bir parça sa’y ü himmet ister. Mahbub-ı dilara-yı hakīkat öyle kolayca arz-ı didar etmez. Biz bu uluma aid yalnız birer ayet veya hadis zikredeceğiz ki Arabların bir darb-ı meseli vardır. der. Yani bir katre su gölden nümune olur. Biz de birer nümune göstereceğiz. Artık söz anlayanlar insaf ile düşünsünler. Mevalid-i tabiiyyeden bir misal: Esteizü bi’llah kavl-i keriminde bütün nebatat ve eşcarda izdivac isbat ediliyor. Bütün ağaçlar erkekli ve dişilidirler ve yekdiğeriyle zevc ve zevce olurlar buyuruluyor. Hikmet-i tabiiyye uleması bile bunu ne kadar müddet sonra anlayabilmişlerdir. Demek ki cenab-ı Peygamber “nebatat” da bilirmiş. Neyi bilmez ki? Acaba nereden öğrendi? şekkil kitab-ı mahsus vardır. Bir hadis-i şerif beyan edelim: Yani bir arzda taun illeti mevcud olduğunu olursa ondan da harice çıkmayınız. yeye çare olarak bulunan karantinanın icmali bu değil midir? Sonra kolera zamanlarında etibbanın vesayası şer’-i etmez mi? * * * Celile bir misal teşkil eder ki Mecelle ’nin bugün Fransa Kanun-ı Medenisi “Code civil”den daha mükemmel olduğu erbab-ı hukūk nezdinde müsellemdir fıkhın muamelat kısmından maddeyi havi Türkiyyü’l-ibare olan kitab-ı mezkurun her bir mebhasi mutlaka bir hadis-i şerife veya bir ayet-i celileye istinad eder. Mesela hadis-i şerifi bugün nazariyyat-ı hukūkıyyenin en yüksek mevkiini ihraz eylemiştir. Keza gibi ehadis-i Nebeviyye hukūkun esaslarını teşkil ediyor hatta ulemadan bir zat: hadis-i şerifinden maada hazret-i Peygamber hiçbir şey söylememiş olsaydı yalnız bu hadis sadakatine delil-i kafi teşkil ederdi.” diyor İslam’da hiçbir hikmet yoktur ki ya doğrudan doğruya veya bil-vasıta ayat ve ehadis[den] münşaib olmuş olmasın. Hikemiyyat-ı İslamiyye bütün füyuzatını hep o menba’dan ahz ü telakkī eylemiştir. Bu söylediklerimiz deryadan bir katredir bunu da iyi bilmeli ulum-ı fıkhiyye hakkında ahkam-ı İslamiyye ta’dadı kabil olmayacak derecede kesirdir. * * * Kozmoğrafya hey’et ve tabakata aid misali hace-i muhterem bu’ Beyan-ı Hak ve Hakīkat’ inden iktibas edelim: “Bin üç yüz sene evvel kamerin ziya-yı zatiye malik olmadığını ve şems merkez-i alem olup havl-i şemsde deveran eden cemi’ kevakibin şemsden müstenir olduğunu bilmek ihtimali yok Kur’an-ı Kerim ise daha o zamanlar kelimesi metin u­ nazm-ı celili ile bu hakīkati i’lan etmiştir. gibi ayat-ı celile dahi şemsin bizatihi ziyadar olduğunu kamerin nuru Kezalik o zamanlarda şemsin merkez-i alem olmasını küre-i arzın deveranda bulunmasını i’tikad eden bir kimsenin bulunması imkan haricindedir. Halbuki Kur’an-ı Kerim ’de ayet-i celilesi arzın havl-i şemsde deveranından haber veriyor. Kavl-i esahha göre bu ayet-i kerime ahval-i kıyamet beyanına dair değildir. Çünkü kavl-i şerifi makam-ı tehvil ü tahvife münasib olmadığı gibi ta’bir-i alisi mevki’-i ihlak ü ifnaya münasib düşmez. Yine bu kabilden olan nazm-ı şerifi de müfessirin-i kiramı hayli zaman it’ab eylemişti. Çünkü o devirlerde seyr ü hareketle şemsin neharı tecliye ve teşkil etmekte olması zannolunuyordu deveran-ı arz ile husul bulan neharın bize şemsi tecliye ve ibraz etmesi leylin de onu gaşi ve satir olması ayn-ı hakīkat olduğunu bilmek şemsin merkez-i alem olduğunu bilmeye tevakkuf eder. Kezalik cirm-i kamerin müşahede olunan eşkal-i muhtelifesi hacminin küçülüp büyümekte olmasından değil belki şemse nisbetle ihtilaf-ı menazilinden naşi olduğunu beyan eden nazm-ı celilinden kamerin havl-i şemsde dair olduğunu bilmek iktiza eder. Keza yağmurun buhardan tekevvün suretiyle husul bulduğunu mübeyyin olan fermude-i Rabbanisiyle bila-istisna bütün miyahın denizleri ve gölleri muhtevi bulunan a’mak-ı arzdan hurucunu sarahaten bildiriyor gibi ayat-ı Kur’an iyye de suret-i tekevvününe dair işareti havidir. Bunlardan başka –Kevakibi-zade merhum tasrih eylediği vechile– hayat-ı eşyanın ma-i teblur ile havayı teşkil eden müvellidü’l-ma’ murad edilmek gerektir hudusü arzın semadan ayrılması ve kabil-i intikas olmasıyla kamerin arzdan infisali bütün kainatta müstemir olan şuhus ve hübuttan hareket-i daime husulü terkibat-ı kimyaiyyede zabt-ı makadirin ehemmiyyeti alem-i kevnin esir ile imtilası ve onun madde-i kainat olması ve buhar ve elektrik ile merakib-i berriyye ve bahriyyenin hareket etmesi tabakat-ı arziyyenin yedi kısma münkasem olması gibi bir takım desatir-i fenniyye dahi ayat-ı atiyye işaratından müsteban olur. Esteizü billah: Bu işaratın ekserisi herkese bazısı da yalnız erbabına münceli olmaktadır. İ’caz-ı Kur’an -ı Mübin’de iştibah edenler biraz insaf edip düşünmelidir ki devr-i cahiliyyette neş’et eden bir zatın kelamında bu mertebe sıdk-ı ifade ve o zamanlarca ma’ruf ve ma’mulün-bih olmayan mesail-i ilmiyyeye dair bi-nihaye işarat ve rumuz-i aliyye bulunmak kabil olur mu? İnteha. Bakınız ahkam-ı İslamiyyedeki mezayaya da teallüm-i Nebi iddiasının delail irad olunduğu nisbette ne kadar solduğu anlaşılıyor. Çürük esasa istinad eden da’valar bittabi’ beka bulamaz. SÜLEYMANIYE KÜRSÜSÜNDE Üdebanız hele gayetle bayağı mahlukat! Halkı irşad edecek öyle mi bunlar? Heyhat! Kimi Garb’ın yalınız fuhşuna hasbi simsar; Kimi Iran malı der köhne alır hurda satar! Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarab; Biradan fahişeden başka nedir şi’r-i şebab? Serseri: Hiç birinin mesleği yok meşrebi yok; Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok! Şimdi Allah’a söver... Sonra biraz bol para ver Hiç utanmaz Protestanlara zangoçluk eder! O benim en ebedi hasmım olan Rusya bile Hakkı teslim edelim: Hiç de değildir böyle. Mütefenninleri ta keşfe kadar tırmanıyor; Edebiyyatı anıldıkça zemin çalkanıyor. Kudretim yetse eğer on yedisinden yukarı Üdeba namına kim varsa huduttan dışarı Atarım hem asarım boynuna “bah-name”sini: Okuyanlar onu elbette çıkarmaz sesini. Sonra bir tarz-ı telafi bulurum: –gerçi garib– Konturatlar yaparak Rusya’dan on onbeş edib Celb eder yazdırırım millet için birçok eser! Galiba bahsi değiştirdi bu müz’ic sözler... Nerde kaldıktı?.. Evet... Ortada bir pis uçurum Var ki günden güne dehşetleniyor korkuyorum: –Kapatılmazsa gelip bir yere şayed efkar– Olmasın millet-i merhumeye bir kanlı mezar. Hem bu hüsran-ı müebbeddeki mes’uliyyet Mütefekkirlere raci’ kalacaktır elbet. Başı boş kaldı mı zira şaşırıp ber-mu’tad Bulamaz kendiliğinden yolu asla efrad. Yalınız gösterilen yol tutacak yolsa gider; Hissidir çünkü onun azmine daim rehber. Mütefekkirleriniz anlamıyorlar sanırım Ki çemenzar-ı terakkīde atılmış her adım Değişir büsbütün akvama cema’ate göre. Başka bir kavmin izinden yürümek çok kerre Adeta mühlik olur. Bir de ne var her millet Gözetir seyr-i tekamülde birer başka cihet. Sonra hatırlamıyorlar ki umumen beşerin Daima koştuğu son maksada yükselmek için Tutacak silsile akvama değildir hep bir; Belki her millet için ancak o “mahiyyet”tir Ki kopar kendisinin ruh-i umumisinden. Şimdi bir kavmin içinden mütefekkir geçinen Zümre evvelce bu “mahiyyet”i takdir ederek; Sonra kaç safhası mevcud ise tenvir ederek; Çekecek oldu mu önden bu İlahi feneri Arkasından da cemaat yürür artık ileri. Ruhudur çünkü karanlıkta elinden yedecek... Yolcu şaşkın mı ki dursun mütemadi gidecek. Mehmed Akif TA’LIM VE TERBIYEDE MEKTEPLER Geçen haftaki makalemizde genç dimağların inkişaf ve tekamülü nokta-i nazarından mektepleri tahsil-i hususiye tercih etmiştik. Bu gün de aynı iddiada ısrar edeceğiz. Hatta biraz daha ileri giderek diyeceğiz ki: Bir mektep sosyeteye karşı ne kadar az kapalı olursa şakirdanın inkişaf-ı fikrisine de o nisbette faide-bahş olur. Mekteplerde saat-i mesai ve istirahat muayyen ve muntazam olduğundan bu hal henüz küçük yaşta bulunan çocukları ciddi bir intizama alıştırır. Çalışmak zamanlarında rerek iade-i kuvvet etmek lüzumuna dair kendilerinde bir kanaat-i kat’iyye hasıl eder. Mektep çocukların şahsiyyetini inkişaf ettireceği gibi aynı zamanda onları hayat-ı cem’iyyetle de ülfet ettirir. Pedagojinin en mühim mesailinden birini teşkil eden çocuğu zabt ve idare etmek keyfiyyeti yani çocukta tenperveri ve avareliğe karşı olan temayülatın önünü almak her an bütün harekatını nazar-ı teftişten dur tutmamak melekat-ı ruhiyyesini bozacak eğlencelere sefahetlere karşı mücadele etmek muhayyilesinin bi-ma’na hülyalara kapılmasına meydan bırakmamak gibi takayyüdat mekteplerde daha kolay icra ve tatbik edilebilir. Çocuk mektepte muayyen ve sabit ta’limata tevfikan muamele görür. Bir trampet sadası ona ders namaz teneffüs mütalaa eder. Bir intizam-ı tam içinde geçen mektep hayatını –ta’lim ve terbiye nokta-i nazarından– kararsız gayr-i sabit ve gevşek olan aile hayatına tercih etmek icab eder. Aile arasında terbiye gören bir gencin kuvasından hiçbirisi layıkıyla inkişaf ve tevessü’ edemez. Çünkü aile içinde çocuklar ve zaifler himaye edilirler. Validenin hiss-i şefkat ve meveddeti evladına bir istinad­ gah-ı halaskar olacağından çocuk kendi hukūkunun sıyanetini maderinin hiss-i merhametinden bekler. Bu hal ise melekat-ı dimağıyyesinden birçoğunun layıkıyla nemalanmasına bir mania teşkil eder. Bir çocuk ailesi arasında haksızlıklara karşı kendini veya bir diğerini müdafaa etmek lüzumunu pek az hisseder ki bu şerait dahilinde melekat-ı ruhiyyenin bir şeyi kazanmayacağı tabiidir. Çocuk mektepte her gün muayyen ve sabit nizamlara tevfik-ı harekete mecbur olduğunu kendisiyle beraber diğer arkadaşlarının da aynı usullere aynı ta’limata itaat ettiklerini göre göre bir kanun-ı umumi bir kudret-i mutlaka bulunduğuna dair kendisinde tedricen daha vazıh ve daha kanaat-bahş bir fikir hasıl olur. Hüsn ü hal ve hareketleriyle herkesin mazhar-ı takdiri olan arkadaşlarının kazandıkları teveccühata karşı kendisinde bir hiss-i gıbta uyanır ve onlar gibi olmaya çalışır. Arkadaşlarının mucib-i mücazat olan hataları kusurları onda derin bir intibah hasıl eder ve bu intibah o gibi harekat-ı na-layıkadan ictinab etmek lüzumunu hissettirir. Arkadaşlarından göreceği muamelat bile çocuk için bir ders-i ibret yerini tutar. Kendisine hüsn-i muamele eden arkadaşlarına karşı kalbinde pek derin bir hiss-i hürmet ve muhabbet uyanacağı cihetle; kendisinin de refikleri tarafından mazhar-ı hürmet ve meveddet olabilmesi için; onlara karşı hüsn-i muamelede bulunmak icab edeceğini istidlal eder. Arkadaşlarından hırçın kaba nezaketsiz geçiniksiz olanlarla kendini herkese sevdirmek herkesin mazhar-ı hürmeti olabilmek edeceğini anlar ve ictinab etmeye gayret eder. Mektepte bütün arkadaşlarıyla birlikte aynı muamele gören dersleri onlarla beraber aynı suretle tederrüs eden bir çocukta; adaletin ne olduğuna müsavatın hudud-ı tabiiyye ve lazimesinin neden ibaret bulunduğuna dair; daha mektep sıralarında iken; bir fikr-i mahsus tevellüd eder. Mekteb idareleri ve muallimin çocuklarda bu fikrin suret-i salimede tenmiyesine fevkalade i’tina etmelidirler. Çünkü ufak bir haksız muamele ehemmiyetsiz bir müsavatsızlık genç dimağlarda ebediyyen zail olamayacak izler bırakabilir. Çocuk arkadaşlarıyla temasda bulundukça başkalarının ef’al ve harekatının kendi şahıs ve saadetiyle ne kadar alakadar olduğunun farkına varır. Bu hal; bilmukabele; onu arkadaşlarına karşı ufak tefek bazı hizmetler bazı iyilikler ifasına sevk eder ki bu suretle de mektepte temayülat-ı necibe-i ahlakıyyenin esasları kurulmuş olur. Bunun neticesi olarak ma’sum kalblerde mütekabilen bir hiss-i uhuvvet ve samimiyyet uyanır ve bu hal ila-nihaye devam eder gider. Mekteplerin fevaid-i ma’ruzayı te’min edebilmesi mualliminin bu gayeleri takdir edecek mezayayı haiz ve vazifelerinin ehemmiyet ve ciddiyetini ihataya muktedir olan zevat miyanından intihab edilmelerine mütevakkıftır. Pedagoji bilmeyen bir kimse; ne kadar alim ne kadar muktedir olursa olsun; hiçbir zaman iyi bir muallim olamaz. Muallimlik dakīk ve müşkil bir san’attır. San’atın gavamızından bi-haber kimselerden bedia-nüma asar beklenilemez!. Mekteb; ta’lim ve terbiye hususunda; aile muavenetinden hiçbir zaman müstağni olamaz. Mekteb; aile ve hey’et-i ictimaiyyeye; nesl-i cedidin ta’lim ve terbiyesinden yegane mes’ul kendisi olduğu fikrini veremez ve vermemelidir. Evet mektep bütün mesaisini bu uğura sarf eder. Fakat çocukların terbiyesinden yegane mes’ul kendisi değildir. Ebeveyn ve efrad-ı ailenin evladları üzerindeki hakları ne kadar mukaddes ise evladlarına karşı vazifeleri de o kadar esaslı onlar üzerine icra edecekleri te’sirler de o nisbette amik o nisbette devamlı ve o kadar hakimdir. Cismani fikri ve ahlakī terbiyede aileler mekteplerin ihmal edilmeyecek bir müşariki bir muavinidir ve öyle olması Bir valide çocuğunun kalbini ruhunu daha iyi keşfeder daha iyi anlar. Zekasını açmak meveddet ve samimiyetin fazilet ve mehasinin ilk cürsumelerini onun taze dimağında inkişaf ettirmek yollarını daha güzel takdir eder. Anlayacağı bir lisanla ona herşeye dair doğru ve esaslı ma’lumat-ı ibtidaiyye verebilir. Valideler çocuklarına az kelime ile çok şey öğretebilir ve onların dimağında derin ve devamlı izler bırakırlar. Bir ruh-ı şefikın bir ruh-ı ma’sumla beş on kelimelik müşafehesi haşin bir muallimin saatlerce süren takrirlerinden daha müessir daha payidar eserler bırakmaz mı?! Herhangi birimiz hissiyat ve efkar-ı evveliyyemizi yoklayacak olursak analarımızın müessir ve şefkat-amiz telkīnatlarına dair la-yetezelzel kanaatler payidar izler bulmaz mıyız?!... Fakat şurasını da kemal-i hicabla der-hatır etmelidir ki çocuklarına esaslı bir terbiye ibtidai bir ma’lumat verebilecek kadar münevver fikirli valideler muhit-ı ictimaimizde pek azdır. Kızlarına lazım gelen terbiye-i esasiyyeyi veremeyen milletler oğullarını ebedi bir bedbahtlığa nesillerini agūş-ı inkıraz ve sefalete atmış olurlar. Kadınların evladlarının ta’lim ve terbiye-i evveliyyelerini bir aşiyane-i nezahet ve samimiyet yapacak zevcinin refik-ı mesaisi olacak surette necib ve asil bir terbiye almaları evamir ve vesaya-yı Peyamberi’den olduğu halde; bilmem ne gibi yanlış fikirlere saplanarak; kız çocuklarının cahil kalmaları tahsil görmelerine tercih edilmektedir. Bu yanlış fikrin ekseriyyet-i milleti taht-ı teshirinde bulundurması cidden acınacak bir felakettir. Çocuklarda hissiyat-ı neci[b]e ve ahlak-ı fazıla esaslarının aileler tarafından atılması icab eder. Filhakīka çocuğun dimağındaki ilk intıbaat aşiyane-i ailede teşekkül etmektedir. Ebeveyn evladları üzerinde bir nüfuz ve bir hakk-ı tabiiye malik olduklarından te’sirleri de bittabi’ muallimlerin te’siratından daha tabii ve daha sebatlı olur. Ebeveynin evamir ve nevahisi çocukları tarafından daha müsaadekarane bir surette mazhar-ı telakkī olur çocuklar bu evamire karşı daha ziyade asar-ı inkıyad gösterirler. Çocuklar ihtisasat-i aliyye ve fezail-i neci[b]enin ilk nü­ munelerini lane-i ailede görmeli muavenet-i mütekabile esaslarını kendi kardeşlerinin ef’al ve harekatından öğrenmelidir. Agūş-ı ailede böyle bir terbiye-i ibtidaiyye alan çocuk bir mektebin sakf-ı irfanı altına girdiği zaman; refiklerine kardeş muallimlerine baba nazarıyla bakacağından; onların telkīnatını aynı tarz-ı itaatkarane ile kabul eder. Görülüyor ki ta’lim ve terbiyenin en mühim amili mektep olduğu halde bu hususta ailenin ehemmiyeti de mektepten dun bir derecede kalamıyor. Yalnız nazar-ı dikkate alınacak nokta aile ve mektebin terbiye hususundaki ideallerinin gaye-i hayallerinin müttehid bulunması keyfiyetidir. Bu ittihad te’min edilirse mektepler secaya-yı lazime ve fezail-i aliyye ile ittisaf için en emin bir melce’-i irfan olurlar. TA’LIM VE TERBIYEDE ÜSSÜ’L-ESAS − terbiyeleri emrinde kemal-i i’tina ve ehemmiyetle tatbikı dinen aklen ve hikmeten üzerimize farz-ı ayn ayn-ı farz olan ve “terbiye-i etfal” namına yazılacak herhangi bir eserin len-yetegayyer ve ebedi ilk düsturları olacak iki emr-i celil-i Risalet-penahi sav. Evet dinen olduğu gibi “aklen ve hikmeten de farzdır” diyorum. Bu pek bedihi bir hakīkattir. Bedihiyatı idrak edemeyecek kadar da fıkdan-ı rüşd gabavet-i akl ile ma’lul olan cism-i milletin mefluc birer uzv-ı bi-ruhu demektir. O gibilerin vücud-ı milletteki mevkii fazla tırnak kadar lüzumsuz nasır kadar faidesizdir. Peki hissiyat-ı mukaddese-i diniyşeklinde yazılmıştır. yemizi –bir an için– kalbimizin harim-i tebcil ü tekriminde gizleyelim de hissiyat-ı milliyyemizi yaşatacak –bunlardan baş­ ka– ta’lim ve terbiye prensipleri arayalım: Acaba ırkan lisanen ve mizacen muhtelif binlerce insan kitlelerini bir yere toplayabilecek onların vicdanlarını ruhlarını yekdiğerine mezc edip millet-i vahide mahiyetini verebilecek desatir-i esasiyye bulabilecek miyiz? Her kitle terbiye-i etfal hususunda kendi secaya-yı kavmiyye ve unsuriyyesini desatir-i esasiyye ittihaz edecek olur ve kavmiyet hisleri uyanırsa vahdet-i milliyye-i İslamiyye aradan çekilip gitmiş olmaz mı? Tevhid-i ilahi üssü’l-esası üzerine mebni olan milliyet-i İslamiyyenin hayatı vahdettir. Teaddüd ve tenevvü’ ise onun ölümüdür. Din-i tevhid nasıl milel-i mütenevvia ve muhtelife teşkil eder? Mü’min olan her kimsenin milleti ancak millet-i İslam’dır. vesselam Efendimiz hazretlerinin şu: – Asabiyyet-i kavmiyye ve unsuriyyesini asabiyyet-i diniyye ve milliyyesinden üstün tutup ümmetimden hem-ırkı olan müslümanları vahdet-i diniyye ve milliyyelerinden ayırarak vahdet-i kavmiyyeye da’vet eden bizden değildir. Asabiyyet-i kavmiyye üzerine ihvan-ı dinine karşı kılıç çekip harb eden de bizden değildir. Bu asabiyyet-i cahiliyye üzerine ölen dahi bizden değildir. hadis-i şerifleri vahdet-i milliyye-i İslamiyyenin gayr-i kabil-i tecezzi olduğunu bir lisan-ı tehdid ve teb’id ile beyan buyuruyor. Zaten bu aklen ve matıkan da muhaldir. cümle-i nafiyyesi tehdidden ziyade hakīkate mahmuldür. Çünkü kavmiyyet ve unsuriyyeti milliyete tercih aynıyla dine ve Mübelliğ-ı zi-şanına sav tercih demektir. Din ve Peyamber muhabbetini asabiyyet-i kavmiyyesine feda eden kimse nasıl mü’min sayılabilir? Buna hiç de aklım ermez. Hem ayet-i kerimesine inanmak hem de muhabbet-i kavmiyyeyi hubb-i Nebi’ye –haşa– tercih etmek ... hiçbir mü’min kalbinin düşeceği gayya-yı tenakuz ve hüsran değildir. Hakīkī mü’minler ne kavmiyet bilirler ne de unsurin tanırlar.. Onların ruhlarında füruzan olan bir ateş-i sevda varsa o da hasebün leh ve aşk-ı Risalet-penah’tır. Bu muhabbete karşı dünya ve mafiha hiçtir. Buyuruluyor ki “ Ey –hazır ve gaib– mü’minler sizden hiç biriniz imanın rütbe-i bala-terin-i kemaline vasıl olamaz; ta ki ben ona peder ü maderinden öz evladından ve bütün cihan-ı insaniyyetten daha sevgili daha kıymetdar olmadıkça. Şimdi libas-ı kavmiyyet ve unsuriyyetlerini çıkarıp kisve-i hubb-i Nebi sav’i iktisa eden ve bu sevda-yı ulvide şeklinde yazılmıştır. yekdiğeriyle rekabet eyleyen hakīkī mü’minlerin vücuda getirdikleri hey’et-i ictimaiyyedeki hayat-ı diniyye ve şevket-i milliyye tasavvur olunsun! İşte bu kudsi muhabbet-i Resul sav vücud-ı cem’iyyet ve milliyyetimizin la-yemut bir ruh-ı feyyazıdır. Onu biz hakīkī mü’minler nasıl sevmeyiz? Nasıl takdis etmeyiz? Nasıl yoluna feda-yı hayatı en büyük bir saadet bir bahtiyarlık bilmeyiz? Şübhesizdir ki zat-ı akdes-i Risalet-penahileri mihr-i cihan-efruz-i insaniyyet ve medeniyyettir. Güneş bize muhtac değil biz güneşe muhtac ve müftekıriz. Çünkü o bize ifaza-i envar-ı hayat ediyor o bizi yaşatıyor; biz onu değil. Yad-ı namı revan-ı pakine vesile-i ithaf-ı rahmet olmak enzar-ı diyanet-perveranesine arz edeceğim. Beyrut’ta düşman gülleleriyle batan Avnullah zabitanından Yüzbaşı Fuad Bey gülle yağmuru altında ailesine hitaben yazdığı vasiyetnamesinde evladının ta’lim ve terbiyesine dair şu sözler görülüyor: “Çocuklarımı terbiye-i İslamiyye dairesinde ta’lim ve tedris ediniz. Kur’an -ı azimüşşan ümmü’l-kitabdır. Akaid ve vezaif-i diniyye ve İslamiyyelerini kema-hiye hakkuha öğrettikten sonra ulum ve fünun-ı mevcudeyi ve memleketin en ziyade lüzum gösterdiği ecnebi lisanlarını tahsile gayret etmeli !....” İşte genç yaşında hıfz-ı din hıfz-ı vatan rütbe-i celile-i şehadete nailiyetle bahtiyar olan merhum-ı müşarun-ileyhin son ve en mukaddes emeli! Şimdi her ferd-i mü’minin bu fikri bu vicdanı taşıması bu his ile mütehassis olması evladını bu suretle terbiyeye başlaması hayat-ı milliyye namına en mühim bir fariza-i diniyye ve milliye değil mi? Hakīkat bu kadar vazıh bu derece bedihi iken nasıl olur da “Bir Millet İçin Ruh-ı Terbiyye ve Tedris” ünvanıyla yazılan bir makalede: “Diyanet mes’elesi burada mevzu’-ı bahs olamaz.” denir? Sonra uhuvvet-i diniyye rabıta-i ictimaiyye muhabbet-i milliyye nerede kalır? Kim kimi sever? Kim kimin yüzüne bakar? Kim kimin muavenetine koşar? Teessüf olunur teessüf ...! Sadedimize gelelim: Çocuğun vicdan-ı ismeti bir fonograf plağına benzetilebilir. Bu cama göre bir kelime-i mukaddese-i Tevhid levha-i garrasıyla bir Salib resmi müsavidir. Hangisi mukabile getirilirse ondaki yazı veyahud sureti cezb ve intikaş eder; ve ilelebed kalır gider. “Her insan fıtrat-ı iman üzerine doğurulur. Sonra babası anası hangi dine hangi millete mensub iseler o esas-ı diyanet ve milliyyet üzerine ta’lim ve terbiye olunur. Yahudi hadis-i celili işte bu hikmeti beyan emrinde şeref-varid olmuştur. Binaenaleyh her müslüman çocuğu evvel be-evvel din-i celil-i İslam üzerine terbiye olunmalı. Terbiyesinin üssü’l-esası tamamıyla öğretildikten sonra ulum ve fünun-ı mevcudenin elsine-i ecnebiyyenin tahsiline başlatılmalı. Zira cenab-ı Ali’nin ra dediği gibi “Evlad istikbal içindir. Mazi için değil. Binaenaleyh onu istikbal için ta’lim ve terbiye etmelidir.” Bu da kazaya-yı bedihiyyedendir. Her cem’iyet-i medeniyyenin hayat-ı sahihası ruh-ı milliyyetidir. Bu ruhun gıdası ise maide-i irfan nevale-i terakkī ve tekamüldür. Bu maideden bu gıdadan mahrum kalan herhangi bir cem’iyet-i medeniyye açlığa ve bi’n-netice mevte mahkumdur. İnsan mazi ile yaşamaz. İstikbal ile yaşar. Görülmez mi: Henüz ana rahminden düşen çocuğun küçük midesini iki katre süt şişirirken gün geçtikçe mide genişledikçe katreler de ziyadeleşir. Bir zaman gelir ki artık süt gıdası olamaz. Ekmek yemek ister. İlk nefes-i hayatında mini mini vücuduna geçirilen yarım arşınlık zıbın bir ay sonra atılır. Daha büyüğü yapılır. Vücudu büyüdükçe ihtiyacat-ı hayatiyye ve iktisadiyyesi de o nisbette çoğalır. İşte beşeriyet de böyledir. Her asr-ı hayatında ihtiyacatı mütezayiden teceddüd eder. Daima terakkī daima tekamül. Fakat hayat-i diniyye ve milliyyemizi yaşatmak için. Yoksa “incor-poration” suretiyle gıda olmak ve yabancı vücudları yaşatmak Nerede kaldı insanlar ...! ---- HIFZUSSIHHAYA DAIR ---- Mikroplar ve emraz-ı müntine mikropların ifrazatı toksinler emraz-ı müntinenin menşe’ ve suret-i intişarı ma’lum mikroplar gayr-i ma’lum mikroplar mikropların bedene suret ve tarik-ı duhulleri mikropların tarz-ı hayatı tekessür ve inkısamları sporlar haşereler akarlar didanlar sinek sürfeleri ve protozoerler bunlara karşı tedabir-i ihtiyatiyye emraz-ı müntinede zaman-ı tefrih Kur’an -ı Mübin Sari ve müntin hastalıkların esbabı mikrop denilen bir takım tufeyliyat-ı hurde-biniyyenin bir vasıta ile bedene duhul ve orada neşv ü nema bularak vücudu tahrib etmelerinden neş’et eder. Gözümüzle göremediğimiz bu küçük uzviyyat suda toprakta her yerde mebzulen mevcuddur. Bunların mevcudiyetlerini mikroskop hurdebin denilen bir alet vasıtasıyla anlıyoruz. Mikroskoplarla muayene ettiğimiz zaman her an tefeneffüs ettiğimiz heva-yı nesimin bile bi-payan yığınlarla mikrop kümeleriyle mali olduğunu görebiliriz. Hava dahilinde bulunan tozlar kum kömür pamuk ve bez kırıntıları nebatat böcek parçacıkları deri kıl ve mevadd-ı saire enkazından ibarettir. Hava dahilinde bunlardan maada iki yüz nevi kadar da mantar mevcud olduğu erbab-ı tedkīkın cümle-i beyanatındandır. Bu mantarlardan bazıları bir çok emraz-ı cildiyyenin menşeini teşkil ederler. Mesela kel illeti cild-i re’si tahriş ederek orada yuva yapan mantarlardan neş’et etmektedir. Tedkīkat-ı hurde-biniyye daha ileri götürülürse hava dahilinde daha bir çok mikroplar bulunduğu tahakkuk eder. Bu mikroplardan bazılarının te’sirat-ı muharribaneleridir ki vücudumuzda hasıl olan yara ve berelerin kolayca iltiyam-pezir olmasına mani’ olur ve yarayı günden güne daha tehlikedar bir hale getirirler. Bu tehlikenin önünü almak için yara ve berelerin açık bırakılmaması bunların muntazaman asitborikli sularla yıkanması icab eder. Yine bu mikroplar iledir ki kolera verem çiçek kızamık kızıl hunnak kuşpalazı gibi emraz-ı müntine zuhur ve intişar etmektedir. Mikrop nam-ı umumisi altında toplanılan uzviyyat hamire ferment bakteri bacteries ve basil bacilles isimleriyle de yad olunur. Mikroplar suda mevadd-ı uzviyyede ekmek et süt meşrubat derununda bulunurlar ve bunlar da tehavvülat-ı mühimmeye sebeb olurlar. Ekmeğin mayalanması sütün ekşimesi şıranın sirke ve şaraba münkalib olması hep bu hamirelerin te’siratıyla vukūa gelir. Mikroplardan bazıları da mevcudat-ı hayatiyye bedenlerinde yaşarlar. Mikropların eşkali pek mütehavvildir: Bazılarının yuvarlak bazılarının üstüvani bir kısmının virgül ve tirbüşon veya çubuk şeklinde bulundukları hurdebinlerle olurlarsa olsunlar cesametçe bir milimetrenin ancak bindesiyle ölçülebilecek kadar küçüktürler. Mikroplar yaşadıkları sahada bazan sakin ve bazan fevkalade müteharrik bulunurlar. Yaşadıkları muhit müsaid şeraitı haiz bulunursa sür’atle tekessür ve inkısam ederler. Çoğalan mikroplar ya hep bir yerde toplanarak bir koloni teşkil ederler veya birbirlerinden büsbütün ayrılırlar. Mikropların bir nevi yumurtaları vardır ki erbab-ı fen bunları spor namıyla yad ediyorlar. Sporların kudret-i hayatileri bizzat basillere nisbeten pek ziyadedir. Mesela basiller derece-i hararette telef oldukları halde sporlar ratıb bir vasat dahilinde - derece hararete kadar hayatlarını muhafaza edebilirler. Görmediğimiz bu uzviyyat-ı sağīre halkı o kadar tedhiş etmiştir ki mikrop der demez herkes titremeye başlar. Maamafih unutmamalı ki mikropların hepsi muzır ve tehlikeli değildir. Hatta mikroplardan bazıları beşeriyet için nafi’ bir hizmet bile ifa ederler. Sirke hasıl eden bakteriler ekmek mayası peynir mayası ... işte bu gibi nafi’ hamirelerden başka bir şey değildir. Mikroplar toksin denilen zehirli bir madde-i kimyeviyye yeniye bir takım mikroplar keşfedilmekte olduğu gibi evvelce sari olup olmadıkları mechul olan bazı hastalıkların da emraz-ı sariyyeden bulundukları; keşfiyyat ilerledikçe; anlaşılmakta ve bunların da bir nevi mikropları bulunduğu tahmin edilmektedir. Mesela zatürrie La pneumonie hastalığından vaktiyle hiç şübhe edilmiyor ve sari olduğuna ma-yı tifoidi kuşpalazı verem kolera gibi emraz-ı müntinenin mikropları bugün suret-i kat’iyyede tanılmış olduklarından bunların te’sirat-ı mühlikelerinin önünü almak çareleri aranılmaya başlanmıştır. Halbuki çiçek kızamık kızıl hastalıklarıyla koyunlardaki cederi La clavelee illetinin sari birer maraz oldukları ve bunların mikroplardan neş’et ettikleri şübhesiz olduğu halde henüz bu mikroplar etibbaca suret-i kat’iyyede ma’lum olamamışlardır. Mevcudiyetleri kat’i olan bu mikropların keşfedilememesi bunları telvin ederek kabil-i rü’yet bir hale vaz’ edebilecek bir usulün henüz bulunamamasından ve mikroskopların da bu kadar küçük mevaddı gösterebilecek kadar tekamül edememesinden ileri geldiği muhakkaktır. Seretan Le cancer hastalığının da henüz keşfedilememiş bir nevi mikroptan neş’et ettiği zannedilmektedir. * * * Mikroplar bedene suver-i muhtelife ile nüfuz edebilirler. Bazan doğrudan doğruya teneffüs ettiğimiz hava vasıtasıyla dahil-i beden olurlar. Bazan da yediğimiz gıdalarla birlikte cihaz-ı hazm tarikıyla vücuda girerler. Mikroplu tozlar veya müvellid-i maraz cürsumeleri havi sularla mülevves olan veya pişmemiş bulunan me’kulat ve meşrubat mikropların nakli için en emin birer vasıtadır. Turplar salatalar çiy süt istiridye ve hayvanat-ı na’ımeden bazıları pek ziyade ihtiyatla ekl olunacak gıdalardan oldukları unutulmamalıdır. Bazı defa da mikroplar didanlar sinek veya protozoerlerin sürfeleriyle em’aların gışa-yı muhatilerine telkīh olunurlar. Sath-ı bedende açılacak yara veya bere kesik ve çizik gibi yerler de mikropların idare-i bedene duhulü için bir menfez vazifesi ifa edebilirler. Emraz-ı zühreviyye maladies vénériennes emraz-ı cildiyyeye bu suretle yakalanıldığı tahakkuk etmiştir. Bir haşerenin ısırmasıyla da vücuda bazı hastalık mikropları dahil olabilir. Mesela sivrisineklerin ısırmasıyla humma-yı mütekattıa ve humma-yı asfer hastalıkları diğer bir nevi sineğin ısırmasıyla uyku hastalığı pire ve tahtakurularının tifoidi gibi bazı hastalıkların zuhuru muhtemel olduğu etibba tarafından musırran beyan ediliyor. Filhakīka hayvanat-ı muziyye bu hastalıklara duçar olan nın kanında bulunan mikroplarla televvüs edeceği şübhesizdir. Echize-i massiyyeleri bu suretle mikroplarla televvüs eden muziyat sağlam bir adamı ısırdıkları zaman a’za-yı massiyyelerindeki mikropları o şahsın kanına telkīh ederler ve o kimse de bu suretle aynı hastalığa yakalanabilir. Adi sinekler bile emraz-ı sariyye mikroplarının en faal bir vasıta-i intişarı vazifesini ifa ederler. Tederrün-i rievi humma-yı tifoidi ve kolera hastalıkları ekseriya bu sinekler vasıtasıyla intişar ve intikal etmektedir. Şöyle ki sinekler bu nevi hastalığa mübtela olan kimselerin balgamları tükürükleri veyahud mevadd-ı müzahrafeleri üzerine konarak hortumları ayakları kanatları ile bir yığın mikrop yüklenir ve oradan kalkarak süt yemek gibi mevadd-ı gıdaiyye ve su kapları üzerine kondukları zaman yüklenmiş oldukları mikroplarla bunları da telvis ederler. Geceleri cibinlik altında yatmak yemekleri tel dolaplar derununda muhafaza etmek gibi ihtiyatlar sayesinde sineklerin sebebiyet verebilecekleri mehazirin önü mümkün mertebe alınabilmek kabildir. Profesör Guyyar Guiart Rafael ve Mençikof gibi zevatın son zamanlarda icra ettikleri tedkīkata nazaran didanlar sinek sürfeleri ve protozoerlerin dahi mikropların intişar ve Mesela tenyalar teinas botriyosefaller Bathriocephales askarid lomberikoidler ascarides lombricoides oksiyorlar oxyuerslar trikosefaller trichocephales gibi em’alarda ve bağırsaklarda tufeyli olarak yaşayan didanlar bu hususta pek ziyade şayan-ı tedkīk görünüyorlar. Bunların apandisit appendicite humma-yı tifoidi kolera gibi hastalıkların zuhur ve tevellüdü nokta-i nazarından ifa ettikleri vazife pek ziyade haiz-i ehemmiyyet olduğu zan ve tahmin edilmektedir. Hind-i Çini taraflarında sular ve çamurlar içinde yaşayan bir nevi hurdebini didan anguillule ile protozoerlerden bir nevi amipin amibe de ladysenterie dizanteri hastalığının anlaşılmıştır. Hayvanat-ı nakī’iyyeden balantidiyum Balantidium dahi dizanteri amipine müşabih bir vazife ifa etmektedir. Sinek sürfeleri bir takım sancılara ve kan ziyaına sebebiyet verecekleri gibi bağırsakları da tahriş ederek mikropların kana duhulüne müsaid menfezler açabilirler. nevi huveynatın sürfeleri ve yumurtaları sularda çiy sebzeler üzerinde salatalarda meyvelerde iyice pişirilmemiş olan etlerde çamurlarda toz ve topraklar arasında mebzulen bulunabilir. Mevadd-ı mezkurenin ekl ü şürbü veyahud ellerin bu nevi toz topraklar ve çamurlarla mülevves olması didan-ı em’a yumurta ve sürfelerinin cihaz-i hazma duhulünü te’min ederler. Bunların bağırsaklara duhulüne mani’ olabilmek için suların kaynatılarak içilmesi sebzevatların iyice pişirilmeden ekl edilmemeleri meyve ve salataların temiz sularla iyice yıkandıktan sonra yenilmesi gibi tedabir-i ihtiyatiyyeye riayet etmek icab eder. Hatta etibbadan bazıları meyve ve salataların bile çiy olarak yenmelerine muarız bulunuyorlar. Sofraya oturmadan evvel ellerin gayet temiz olarak yıkanması lazımdır. Esasen elleri yıkamadan evvel sofraya oturmak an’anat-ı diniyyemize de mugayirdir. İslamiyet’in hıfzu’s-sıhhaya riayet hususundaki tedabir ve tavsiyelerini daima bir fikr-i tebcil ile yad ve tatbik etmeliyiz. Çünkü fennin en son keşfiyyatı cihan-ı irfanın en mütebahhir ulema ve etibbası da bugün aynı hakīkatleri tekrar aynı tavsiyeleri Emraz-ı müntinenin seyri hastalığın nev’ine göre pek mütehavvildir. Ekser-i ahvalde hastalık birçok safhalar geçirir. Fakat nadiren kolerada olduğu gibi bütün safahatını bir gün içinde geçirerek şahs-ı musabı derhal telef edenleri de mevcuddur. Devre-i tefrih yani hastalık mikrobunun bedenine duhulünden i’tibaren ilk alaimini izhar edinceye kadar geçen zaman hastalığın nev’ine göre tehavvül eder. Bazı ahvalde koleranın zaman-ı tefrihı birkaç saat olduğu olduğu halde kızıl kızamık çiçek hastalıklarının zaman-ı tefrihları - gün kadar imtidad ettiği vakı’dır. Cüzzam illetinin Lepre yedi gün ve bazı ahvalde kuduz hastalığının Zaman-ı tefrihın şu suretle tehavvül etmesi keyfiyeti hastalıkları tevlid eden mikropların tedkīkı hususunda pek ziyade Mösyö Pastör emraz-ı sariyyenin menşei mikroplar olduğunu on dokuzuncu asır nihayetlerine doğru keşfetmişti. Aradan bi’n-nisbe pek az bir müddet geçmiş olduğu halde mikrop ilminin microbiologie mazhar olduğu terakkıyat cidden hayret-bahşadır. Maamafih mikropları henüz tamamıyla ma’lum olamayan birçok hastalıklar daha bulunduğunu unutmamalıdır. Fakat etibbanın hayatları bahasına gösterdikleri sa’y ü gayret günden güne saha-i tababeti daha nevvar bir hale getirmekte olduğunu inkar etmek pek haksız bir nankörlük olur. Jener Jenner tarafından telkīh usulünün keşfinden beri saha-i tababette tecelli-nüma olan terakkıyata karşı zanu-be-zemin-i tekrim olmak beşeriyetin vezaif-i minnetdarisinden olduğunu daima der-hatır etmeliyiz. ---- AFGANISTAN ---- ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Hisar’da hoşça bir gece geçirip “Sergerdelerinizin takdim ettiği atlardan müteşekkirim. Şayed ileride Ruslar ile aranız açılacak olursa Kabil’i teşrif buyurunuz. Kemal-i hürmet ve minnetle sizi istikbal ederim” mealinde bir mektup yazarak Buhara emirine gönderdikten sonra yola çıkıp bir geceyi Tengikak’ta geçirdik. Oradan da Kuzguntepe’ye gidip altı gün ikameti müteakıb Hace Gülgun’a vasıl olduk. Burada beni asabi bir başağrısı tuttu ve lutf-ı ilahi ile üç gün sonra bila-tedavi geçti. Şahzade Hasan ile amcaları Mir Yusuf Ali ve Mir Nasrullah’ın Rustak Katagan Bedahşan vilayetlerini aralarında taksim ettikleri ve Şehzade Hasan’ın Feyzabad’da Mir Yusuf Ali’nin Rustak’ta Mir Nasrullah’ın da Kaşem’de hükumet eylemekte bulunduklarını öğrendim. Hace Gülgun’a vürudumu müş’ir Şahzade Hasan’a bir mektup yazıp adamlarımdan Miralem ile gönderdim. Bu mektubun irsalinden sonra da kalkıp üçüncü günü akşamüstü Rustak kalelerinden birine dahil olduk. Şahzade Hasan mektubumu okuyunca Miralem’i habsettirmiş “Afganlıların ayak bastığı toprağı biz necis addediyoruz. Binaenaleyh Ceyhun’u geçip bu tarafa gelmeyiniz. Yoksa sizi cebren vilayetimizden [ ] çıkarmaya mecbur olacağız.” mealinde bir de cevap yollamış. Ben de bu cevabın cevabı olmak üzere “Ey alçak ahmak! Sana ve biraderlerine bu kadar hizmette bulunmuş ve sefil ailene sıhriyyet peyda eylemiştim. Hin-i hacette bana yardım edeceğinizi umuyordum. Şimdi anladım ki aldanmışım. Ölümden korksa idim buralara kadar gelmezdim. Hangimizin daha metin ve daha yürekli olduğu yarın anlaşılır” tarzında bir mektup gönderdim. Şehzade Hasan hemen o gece bin süvari gönderip geçeceğimiz sahili muhafaza ettirdi. Evvela ses çıkarmadım fakat ortalık kararınca verdiğim emir üzerine bizim karakollardan yirmi nefer karşı tarafa tüfenk atarak süvarileri kaçırdılar. Altı danesi de elimize düştüler. Ertesi gün yanımdaki yüz on kişi ile on iki bin kişilik bir düşmana karşı duracaktım. Vakıa bu yüz on kişinin ne kadar şeci’ olursa olsun on iki bin kişiye karşı koyamayacağını biliyordum. Lakin fi-sebilillah mücahede ettiğimi ve Cenab-ı Hakk’ın mücahidin-i dine olan mevaidini düşündüğüm için on bin ve hatta bir milyon düşmanın nazarımda ehemmiyeti kalmamıştı. Yarın sabah Allah yoluna öleceğim diye seviniyordum. Bu ma’rekeden kurtulsam da Bedahşan ve Katagan ahalisinin elinde katlolunacağımı onlardan da halas bulsam İngiliz askerine karşı duracağımı düşünüyorum. Bu kadar muhatarat üzerine hayatımdan ümidvar olmamakla beraber bir şahsı Cenab-ı Allah muhafaza buyurursa bütün dünyaya galebe eyleyeceğini kaviyyen i’tikad ediyordum. Bende o derece kuvvet husule gelmişti ki cihanın tekmil askeri önüme çıksa karınca gibi ayağımın altında ezilecek farz eyliyordum. Bunları nakletmekten maksadım izhar-ı şecaat değildir. edecek olursa şübhesiz zafer ve saadet bulacaklardır. Ertesi gün Şahzade Hasan’ın askerine mukabele için mütevekkilen ala’llah yola çıktık. Üç fersah kadar mesafe kat’ eyledikten sonra düşman askerini gördük ki on iki bayrağı hamilen on iki bin kişi oldukları halde bize doğru geliyorlardı. Aramızda rub’ fersah kalıncaya kadar birbirimize yaklaştık. O vakit düşman askerinin şeytan çarpmış gibi müteferrik bir surette yürüdüğünü gördük. Diğer taraftan Şehzade Hasan’ın amca-zadesi olan Bedahşan beyinin askerini müşahede ettik ki tekbir alarak geliyorlardı. Arkadaşlarıma: – Durun bakalım anlayalım diyerek birkaç kişi ile ilerledim ve nereye gitmekte olduklarını sordum. – Serdar Abdurrahman Han’a selam ve ihtiram için gidiyoruz cevabını verdiler. – Abdurrahman Han’a muti’ iseniz böyle hep birden değil kısım kısım olarak nezdine gitmelisiniz dedim. Sergerdelerinden birkaçını ayırıp göndermeye karar verdikleri esnada: – Abdurrahman Han benim diye hüviyetimi izhar ettim. Müteaccibane selam verdiler ve: – İsterseniz Şahzade Hasan’ın askerini ta’kīb ederek hepsini öldürelim. istifsarında bulundular. – Ben müslümanları öldürmek için değil fi-sebilillah din düşmanlarıyla cihad etmek üzere geldim. Hatta bu kaçan süvariler de avdet ederlerse kendilerini kemal-i muhabbetle kabul eyler ve İngilizler ile edeceğim harbe götürürüm dedim. Ondan sonra yola devam ederek Rustak şehrinin haricindeki Kal’a-i Mir’e konduk. Şehrin eşraf u a’yanı hediyelerle gelip ta’zimat ve tekrimatta bulundular ve kemal-i sadakatle bey’atimi kabul ettiler ben de onları hil’atler iksasıyla tesrir eyledim. Burada bir gün içinde yirmi bin kişilik bir kuvveti nasıl elde etmiş olduğuma dair bir sual varid olabilir. Cevaben derim ki insanların kalbi Cenab-ı Hakk’ın yed-i kudretindedir. benim tarafıma imale etti. ---- MAKALAT ---- _______ MÜSLÜMANLIK İLMI VE FENNI BIR DINDIR Savabü’l-Kelam fi-Akaidi’l-İslam ünvanlı eser-i mu’teberin mukaddimesidir Hak ve savab olan her şeyin daima muarızları bulunmak kavaid-i külliyye-i kevniyyeden ve adat-ı umumiye-i beşeriyyedendir. Bunun sebebi de hadd-i zatında efrad-ı beşerin efkar ve ukūlündeki tefavüt ve tehalüftür. Alelhusus hakkı batıldan tefrik savabı hatadan temyiz için muktezi olan kuvve-i muhakeme kuvve-i mümeyyize kuvve-i fikriyye gibi ahval-i mümtazenin nev’-i beşerin bilcümle efradında bulunması şimdiye kadar gelip geçen a’sarda görülen halat-ı beşeriyye ve insaniyyeye nazaran gayr-i mümkindir. İhtimal ki istikbal bu imkanı tehiyye eder. Maarif-i beşeriyye ilerler efrad-ı beşerden her biri kendi leh ve aleyhinde olan hukūku tamamıyla anlayacak ona riayetin vecayib-i akliyye ve insaniyyesini tamamıyla takdir edebilecek bir zaman gelir de hakk u savaba karşı muarazalar da’valar da mahv u zail olur veyahud azalır. Fakat mücerred ilim ve maarifin öyle bir saadet-i umumiyye ve muhtemeleyi istihsal ve ikmal edebileceği me’mul müdür? Böyle bir saadet emel edilse bile beşerin tarih-i tegayyürat-ı ahvaline göre o zamanın henüz pek uzak olduğu cidden baid bulunduğu muhakkaktır; hatta denilebilir ki nev’-i beşerin öyle bir zamanı hiç de görememesi Efrad-ı beşer tarafından hakk u savaba karşı en ziyade muarazaya münazaaya hedef olan hususattan biri ve en mühimmi umur-i diniyyede tecelli etmiştir. Vakıa akvam ve milel-i muhtelife ve mütenevvianın görenek denilen gayr-i musib hakka gayr-i muvafık bazı adat ve i’tiyadatında dahi hakk u savabın pek çok muarazata münazaata uğradığı şüb­ hesiz ise de; i’tiyadat ve teamülat-ı kavmiyye ve milliyye dahi umur-ı diniyye kadar hedef-i i’tiraz olamamış ve olamamakta bulunmuş olduğu bedihidir. Kitab-ı ahval-i beşer tetebbu’ ve tedkīk olunsa her sahifesinde bu ifadeyi müeyyid bir eser bir delil bir bürhan bulunur. Ekseriya o sahifelere yerleşmiş olan eserler deliller bürhanların kan ile mülemma’ olduğu görülür. Umur-i diniyyenin bu kadar muarazata bunca münazaata sebebiyet vermesinde büyük bir illet mühim bir hikmet vardır. Bu illet bu hikmet de insanın ebediyetine mütealliktir. Ebediyetindeki saadete veya şakavete raci’dir. Bu kargah-ı maişeti hay u huy-i meşgalesiyle ve enva’-ı debdebesiyle lü lezzatını istihsal eden nev’-i beşerin tabii tenebbüt eden nebatat gibi mahv olup gideceği bi-nam u nişan kalacağı da pek azdır cidden nadirdir. Hatta o fikirde bulunanların dahi tereddüdden hiçbir zaman kurtulmadıkları bit-tedkīk anlaşılır. Bütün edyan-ı semaviyye insanları ma’ade ma’adin vücudunu fu olanlara ma’lum olduğu vechile buna kat’a bir diyecek yoktur. Bu sevkin keyfiyet ve sureti ne kadar muhtelif ve mütenevvi’ olursa olsun neticesi yine ma’adi i’tiraf dairesine yetişir. Edyan-ı semaviyye ile mütedeyyin olmayanlar dahi insanı nev’-i beşeri nebat gibi tenebbüt edip mahv olacak bir mertebede hakīr görmek istemiyorlar. İnsan için behemehal bu dar-ı hayattan bu dünya-yı maişetten başka bir merciin mevcudiyetine bir ma’adin vücuduna i’tikad ederler. O merciin neresi olduğu ne olduğu nasıl olduğu ne vakitte ne suretle görüneceği kendilerince mechul olmasıyla ve öyle bir merci’ var ise onda saadet ve şakavet mi bulunacağı bu saadet ve şakavetin suver-i imkaniyye ve istihsaliyyesi ne gibi esbab u harekata ne makūle muamelata menut ve merbut bulunduğu suret-i kat’iyyede bilinememesiyle herkes kendi fikrince kendi aklınca ittihaz ettiği kararın verdiği hükmün kat’i olduğuna musib idiğine i’tikad etmekle mesrurdur mahzuzdur. O esbab ve muamelata mümkün mertebe mütevessildir. yin aradan münazaat dahi o i’tikadata taarruzdan veyahud cebren o i’tikadı başkalarına kabul ettirmekten neş’et ediyor. Edyan-ı semaviyye erbabından olanlar bi’z-zarur uluhiyyete ma’budiyyete haşre ma’ade i’tikad ve yalnız “nübüvvatta” ahkam-ı şerayiin nesh u feshinde ihtilaf ettiklerinden onlar bittabi’ nev’-i beşer için bir merci’-i ebediye bir dar-ı ahiretin vücuduna kail bulunurlar. Mütedeyyin oldukları edyan ve şerayiin gösterdiği tarika göre o merci’-i ebedideki saadet ve şakavetin esbab-ı meşrua ve muayyenesini de bilirler ve ona göre hareket ederler. husus o merci’-i ebedide bir saadet-i ebediyyeye terakkīsi de gayet müteali bir derece-i ulviyyedir. İki nokta-i mütehalife teşkil eden şu tenezzül ve zillet bu teali ve ulviyyet ise pek ziyade mühim bir mes’eledir. Bu mes’ele-i mühimmedir ki nev’-i beşerle edyan arasında gayet kavi bir rabıta pek metin ve rasin bir alaka akdetmiştir. Devr-i Adem’den bugüne gelinceye kadar nev’-i beşer bu alakalar bu rabıtalar arasında sıkışarak sıkılarak yuvarlanarak gelmiş ve hiçbir zaman bu kuyud-ı mütehalife ve mütebayineden azade kalmamıştır. Dünyada bu derya-yı maişetin emvac-ı mütebayinesi arasında birbirine tesadüf eden mütehalif din ve mezheb erbabının tesadüfü hep birbirine kendi fikrini anlatmak beğendirmek veyahud kendi fikrine ötekinin tecavüzünü men’ etmek gibi ahvalden mütevelliddir. Herkes kendi fikri hakk u savab ve ötekinin fikri hata olduğunu kaşalar ihdası hep o hakk u savabı muhafazaya mebnidir. A’sar-ı ahirede envar-ı fünun u medeniyyet Avrupa’yı bi-hakkın işrak etti. O ma’den-i envardan o menba’-ı ziyadan eşi’a-i zertar-ı fünun ve medeniyyet bütün küre-i arza sevk olunmaya başladı. Şu asr-ı ahirde ise medeniyetin o envar-ı lamiası fünunun o ziya-yı şa’şaa-paşı gerçekten bütün alemin gözünü kamaştıracak dereceye vardı. Bir taraftan medeniler nur-i medeniyyetleriyle gayr-i mütemeddinleri tenvire inareye ve diğer taraftan gayr-i mütemeddinler o envar-i medeniyyetten istifadeye istinareye gayet ciddi bir suretle çalışmakta olduklarını görüyoruz. Avrupa’nın o menba’-i medeniyyet o ma’den-i fünun olan memleketin dini bin dokuz yüz seneden beri küre-i arzımızda gayet mühim bir suretle icra-yı hükm ü nüfuz eden dinidir. Bu dinin ne edyan-ı siyasiyyeden ve ne de edyan-ı fenniyyeden olmadığı ihtilaf-ı mezahibiyle beraber bütün Hıristiyanlık alemince de musaddaktır gayr-i kabilü’l-i’tiraz bir hakīkattir. Avrupa’da “fenn”in terakkıyat-ı fevkalade-i hazırası çoktan beri bu dinin ahkamına karşı gelmeye başlamıştır. Ta’bir-i aharla erbab-ı fen tarafından bu dinin muvafık-ı fen olmadığı ve binaberin gayr-ı lazimü’l-ittiba’ olduğu meydana konulmuştur. Mütefennin olanlar ruhbanın maddi ve ma’nevi idari ve siyasi bunca mesai-i fedakarilerine rağmen dinin saadet-i beşeriyyeyi ne ‘acilen ne acilen istihsale kifayeti olmadığını isbat etmişler ve etmekte bulunmuşlardır. [ ] Avrupa’da maarif ve bunun mahsulü olan medeniyet hur etmekle mahkum olduğu anlaşılmıştır. Hayfa ki fen ve dinin şu muarazasından hasıl olan netice dahi dine adem-i beraber mütefenninler ortaya lazimü’l-ittiba’ bir din koyamamışlardır. Binaenaleyh Avrupa’da dinsizlik günden güne çoğalmakta bulunmuştur. Dinin ruhbanı ve henüz ekseriyeti zayi’ etmemiş olan ruhban tarafdaranı Cizvitler misyonerler mektepler müessesat-ı aliyye gibi enva’-ı vesayıt-ı mümkine dahilinde fünunun eşi’a-i münevviresine karşı dinin sönük bir hale gelen ziyası daima tedenni etmektedir. Her gün bir darbe-i tenezzüle uğramaktadır. Fennin muhacemat-ı mütevaliyyesiyle dinde görülen bu tedenni terakkıyat-i medeniyye icabıyla artık Avrupa’ya da münhasır kalmıyor; telgraflar postalar şimendüferler vapurlar hasılı esbab-ı muhtelife-i medeniyye vasıtasıyla dünyanın her tarafına tecavüz ediyor mühim bir suretle bütün küre-i arza yayılıyor. Avrupa’ya pek yakın olan ve vesayıt-ı nakliyye ile daha ziyade tekarrüb eden memalik-i mahruse-i Osmaniyye dahi “fenn”in ortaya vaz’ ettiği dinsizlikten büsbütün kurtulamamaktadır. Bu münasebetsiz efkar ihtilat ve teveddüd münasebetiyle ve taklid eseriyle bizi de ta’ciz etmeye başlamıştır. Fakat biz müslümanlar hamden li’llahi teala mütedeyyin olduğumuz din-i mübin-i İslam edyan-ı saire gibi fennin o müşa’şa’ güneşine karşı erimekten masundur. Ma’kūl olan her fenni kabul ettiği için daima fenne galebe edeceği ve fen dahi envar-ı din-i Ahmedi’den bir şu’be bulunduğu muhakkak olmasıyla dinsizliğe karşı ilelebed her nevi sademattan mahfuz ve me’mundur. Bizim muhtac olduğumuz şey envar-ı hakayık-ı diniyyemizi ziya-yı fen ile karşılaştırarak o ziyanın bu envardan müteşa’ib olduğunu ortaya koymaktır bu hakīkati lüzumu nisbetinde isbat etmektir. Şayan-ı taaccübdür ki fen ve medeniyet müterakkī olmadığı zamanlarda Avrupa’nın şarka daha doğrusu Iseviyyet’in diyanet-i celile-i Ahmediyye’ye karşı taassubunu nasıl muhafaza etmiş ise bugün dahi o din-i mübinin medeniyete tahsil-i ulum ve fünuna mani’ olduğu iddiası yine o kuvvetiyle meydana sürülüyor. Bizzat kendisi fennin darbe-i kahrı altında zebun kalmış olan din-i Yesu’ erbabı Müslümanlığın yalnız fenne muhalif olduğunu da’va etmekle iktifa etmeyerek man’-i ulum ve medeniyet olduğunu iddiadan da bir türlü geri kalmıyorlar. Avrupa’da mütefenninlerin bazısı diyanet-i celile-i İslamiyyenin bir din-i fenni olduğunu bilseler öğrenmiş olsalar bile ekseriyet-i erbab-ı fen dinimize vukūfları olmadığından envar-ı fünunun o şa’şaa-i harikası karşısında azva’-i diyanet-i Ahmediyye’nin haşa din-i Yesu’ gibi sönük olduğunu zannedebilirler. Bilmezler ki alemin gözünü kamaştıran o şa’şaa-i fenniyye envar-ı diyanet-i Ahmediyye’nin bir nebzesidir bir şu’besidir. Avrupa’nın ruhbanı ve tarafdarları fenne karşı din-i Yesu’un merkezi olan Avrupa’daki mağlubiyetle beraber çar-aktar-ı cihanda yine o dinin tevsiine çalışıyorlar edyan-ı gayr-i semaviyye ile mütedeyyin olanları o dine idhal etmek gayretinde bulunuyorlar; ale’l-husus Afrika’da bu mesailerini mertebe-i gayete yetiştiriyorlar. Cizvitlerin misyonerlerin neşr-i din emrindeki gayret-i fevkaladeleri malen bedenen fedakarane mesaileri herkesçe ma’lum olduğu cihetle teşriha gayr-i muhtacdır. Avrupa haricindeki memalikin ve bahusus şarkın her tarafında her memleketinde bunların göze çarpan mektepleri hastahaneleri ebniye-i saireleri müessesat-ı mütenevvia-i ilmiyyeleri lisan-ı hal ile bu ifadeyi tasdik ediyor. Faaliyetleri sezavar-ı hayret bir dereceye varıyor. Din-i mübin-i İslam’ın ne Cizvitleri ne de misyonerleri olmadığı halde nerede din-i Yesu’ ile karşı karşıya geldilerse edyan-ı gayr-i semaviyye erbabına te’sirat-ı harikuladesini gösterdi ve mütedeyyin olmayanları kendi tarafına celb etti ve ediyor. Bu hakīkat o faal Cizvitlerin de o mukdim misyonerlerin de taht-ı tasdikında bulunduğu her gün gazetelerde ayn-ı şükran ile görünüyor. Din-i mübin-i Ahmedi’nin fenne riayetini fenne mutabakatını fenne muvafakatini isbat edebilecek asar-ı nafia ortaya konulur ve Avrupa erbab-ı fünunu bu suretle dinimizin hakayıkını öğrenirse fennin ve Avrupa’daki erbab-ı fennin kamilen dinimize hürmet ve riayet etmeye mecbur olacaklarında şübhe edilir mi? Hiç olmazsa din-i mübin-i İslam’ın terakkıyat-i medeniyyeye ulum ve fünuna mani’ olduğu hakkındaki iftiraların önüne olsun bir sed çekilmiş olmaz mı? Kıbale-i fennin tevlid ettiği dinsizlik efkarını henüz cenin bu gibi asar-ı nafia-i diniyye beklemek zamanı gelmiştir. Zira Avrupa dinsizliği memleketimizde ayak basmaya başlamıştır. Hamdolsun bizde erbab-ı fünun çoğalmış Avrupa mütefenninlerinin emsali zevat zuhur etmiştir. Binaenaleyh din-i mübin-i Ahmedi’nin fenne münafi ve mugayir olduğu hakkındaki iftiraların redd ü cerhi dinimizin kaffe-i ma’kūlatı ve ma’kūlat cümlesinden olan fünunu kabul etmek esasına mübteni bulunduğunun dinsizlere karşı mütefenninlere karşı velhasıl alem-i medeniyyete karşı isbat olunması ve dakayık-ı umur-ı diniyyeye vukūfu olmayan efrad-ı ümmeti de dinsizlik olan o müz’ic misafirin şerrinden zararından vikaye edilmesi erbab-ı kalem ü fen olan üdebamıza ulemamıza bir vazife-i diniyye halini almıştır. Biz müslümanlarca hamdolsun ma’lumdur ki ulum-ı Kur’an iyye la-yetenahidir. Bu ulumu bu fünunu tefsir eden müfessirlerimizin eserleri de add ü ihsadan haricdir. Kitab-ı Aziz’in ilim ve fen kitabı olup dinimizin akla muvafık ma’kūlata mutabık bir din-i mübin olduğunu her zaman da dinimize karşı zuhur etmiş olan efkar-ı batılaya mukabil ulema-yı millet müdafaa suretiyle ve isbat-ı hakk u savab tarikıyla te’lifat-ı mühimme vücuda getirmişlerdir. Ulum-ı diniyyemizin en mühim bir kısmını teşkil eden İlm-i Kelam ulema-yı izam-ı eslafın himmetiyle bu fikr ü mütalaaya mebni vücuda gelmiştir. Fennin müterakkī olduğu erbab-ı fennin çoğaldığı ve ba-husus fennin edyana maddi ma’nevi doğrudan doğruya veya dolayısıyla taarruz ettiği şu zamanda bu asr-i medeniyyette de dinimizin “kat’ıyyüs’sübut” olan fünun-ı cedide-i mevcudeye mutabakat hususundaki hakīkati izah ve Her şeyde pişva ve muktedamız olan Arablar zamanlarındaki ahvale ezmine-i muhtelifede tesadüf ettikleri efkar-ı batıla-i muhtelifeye göre izhar-ı hakīkat zımnında hazret-i Kur’an ’dan istinbat ettikleri uluma dair yüzlerce binlerce müellefat-ı mühimme ve nafiayı vücuda getirmişlerdir. Fakat o dühat-ı Arab zamanında veyahud Arablarda ashab-ı dühatın mevcud bulunduğu vakitlerde şimdiki fünunun tevlidine sebeb olduğu dinsizliklere dair ne alem-i medeniyyette ne de ahval-i bedeviyyette asar ve alamat-ı muzırra yoğidi. Onun için fünun-ı hazıra-i medeniyyeyi muhakemeten din-i mübin-i Ahmedi’yi müdafaa ve muhafazaya müteallik asar-ı Arabiyye görünememek zaruridir. Eslaf-ı kiram-ı ulemanın bu husustaki ma’zereti bedihidir. asırda zuhur eden müftereyatın fenne tatbikan ve hazret-i Kur’an -ı Mecid’e ve din-i mübin-i Ahmedi’ye istinaden redd ü cerhi bilhassa Osmanlılar’ın erbab-ı ulum ve fünununa kalmış bir vazifedir. Eazım-ı ulema-yı asrdan ma-bihi’l-iftihar-ı ümmet ve sera­ medan-ı erbab-ı ilm ü fazilet olan Trablusşam fudalasından ve ashab-ı kemalden semahatlü –Şeyh Hüseyin Efendi Cübeyr hazretlerinin akayid-i İslamiyyeye dair Husun-ı Hamidiyye namıyla te’lif ettikleri risale-i mühimmenin lisan-ı azbü’l-beyan-ı Arabiden – Savabü’l-kelam fi-Akayidi’l-İslam – ünvanı tahtında Türkçe’ye tercüme ve neşrini tensib ettim. Fazıl-ı müşarun-ileyh hazretlerinin bu eserleri akaid-i İslamiyyeyi tavzih ve fenne tevfikan İslamiyet’e edilen bazı sı i’tikadat-i diniyyemizi takviyeye ve i’tirazat-ı fenniyyeyi de redd ü cerhe fil-cümle medar olduğu cihetle kemal-i aczimle beraber tercüme ve neşrine cesaretim mücerred ulemamıza üdebamıza erbab-ı fünunumuza böyle bir fikri ve dinimize zaman icabınca muktezi olan bir hizmeti ihtardan ibarettir. Tevfik Allah’tan. MÜLAHAZAT-I MÜTENEVVIA Muamelat-ı beşeriyyenin tesri’-i tesviyyesine en mühim bir vasıta olan telgraf hakkında bizde pek çok şikayet işitiliyor. Bizdeki telgraf maksadı layıkıyla hasıl edemiyor. Her şey gibi bu da ıslahata muhtac. Geçenlerde Meclis-i Meb’usan’da Posta ve Telgraf bütçesi tedkīk olunduğu sırada posta gibi telgraf hakkında dahi birçok mülahazat-ı i’tiraziyye beyan olunmuş efrad-ı nasın telgraf muamelatından layıkıyla istifadesine mani’ olan ahval şerh edilmiş. Zabıt müzakeratı[nı]n gazetelerde mütalaasından anlaşıldığına göre hutut-ı telgrafiyyenin adem-i kifayeti mevani’-i mezkurenin başlıcasını teşkil etmektedir. Memleket vasi’ ve hutut-ı kafiyye ta’likı ise uzun zamana ve çok paraya muhtac. Maamafih başka memleketlerde ve hatta noksan vesait ile intizam ve mehma-emken sür’at-i muayyene yine te’min olunabilir. Efrad-ı nasın muamelat-ı ticariyye ve ictimaiyyede telgraflardan sühulet-i kesretidir. Resmi telgrafnamelerin efrad telgrafnamelerine takdimen keşidesi i’tiyadat-ı idariyyedendir. Menafi’-i amme muvacehesinde nef’-i ferd beklemeli değil mi ya. Ancak ferdin vikaye-i hukūku için muamele-i resmiyyedeki müsta’celiyyet ve ehemmiyet de muhakkak bulunmalıdır. resmiyyenin çok kere mevadd-ı müsta’cele kılığında teller vasıtasıyla cereyanında devam olundukça –velev ki hutut-ı telgrafiyyemiz tekessür eylesin– efrad-ı nasın muamelat-ı ticariyye ve ictimaiyyesi hakkındaki muhaberat-ı müsta’celesi telgrafhanelerde ma’ruz-ı avk u ihmal olur gider. Asabiyeti tutan amirin telaşa düşen me’murun hemen telgraf başına müracaat eylediği ve tellerin beyan-ı halde tahrirat tastirinden daha kolay addedildiği yerlerde tekaddüm-i resmiyyet dolayısıyla halkın muhaberat-ı şahsiyesi daha çok zaman sektedar olur gider. Ya resmi telgrafnamelerin tatvilini mucib olan ve tahrirata muhsus bulunan elkab isti’maline kelimat-ı tavsifiyye ve iltifatiyye beyanına ne demeli? Başka memleketlerde telgrafnamelerde lazime-i icaz ve taksire be-gayet riayet olunur. Mesela Fransa’da bir adam “Paris’te Dahiliye’de filan me’muru filana” diye bir adres yazdığı halde bizde “Dersaadet’te Dahiliye Nezaret-i Celilesi ... Kalemi hulefasından izzetlü veya saadetlü filan beyefendi hazretlerine” yollu yazması iktiza eyler. Bu misillü zevaid-i resmiyyete riayet lazım geldikçe hutut-ı mevcudeden nasın istifadesi elbette mahdud kalır. Müterakkī memleketlerde bile telgraflar menba’-ı varidat teşkil etmezler onların ziyanı posta hasılatından çıkar. Lakin o memleketlerin hükumetleri ziyana bakmayıp da tezyid-i hutut eyledikleri gibi telgraf ücuratını da ahalinin kudret-i te’diyyesi nisbetinde tenzil eylerler. Bu ise halkı muamelat-ı kesbiyye ve ictimaiyyede intizama sür’ate müdavemete tergīb eyler. Bu vechile halkın terakkıyat-i medeniyyesinden de devlet ve memleket müstefid olur. § Dünyada dünyayı do­ laşarak medeni hey’et-i ictimaiyyelerde mevcud olan ma­ hafil-i muaşereti görenlerimiz az değildir. Bunlar pek [i]yi bilirler ki medeni memleketlere isti’dad-ı fıtrilerine mesai-i zevat yalnız bir sınıfa mensub değildir. Bizde ise tabaka-i aliyyeye vusul için hala tarik-ı temeyyüz birdir; o da tarik-ı resmiyyettir. Derecat ile sınıf-ı me’muriyyetten yetişmemiş ve turuk-ı ma’lume-i resmiyyeden birinde kat’-ı rüteb etmemiş bulunan bir kimse bu vatanın umurunda sahib-i re’y ü nüfuz olamıyor; teşrifat-ı ictimaiyyede ise öyle bir kimsenin Çend seneden beri meşruti bir devlet haline girdik. Hatta bir aralık hürriyet ve müsavat-ı şahsiyyenin pek vasi’ surette tevsii tarafına bile meylettik. Fakat tevarüs eylediğimiz fonksiyoneriter daha doğrusu me’muriyet-i resmiyye illeti bilahare nüks etti. Tarik-ı me’muriyet-i resmiyyenin haricinde bir adam ta’lim ve terbiye gördüğü halde bu mülk ü millete yararlık gösteremez mi? Elbette gösterebilir. Ticaret ve sanaatte ta’lim ve te’lifde liyakatini fiilen göstermiş olan kimselerin de medeni bir hey’et-i ictimaiyyenin mevki’-i mahafil-i aliyyesinde şerefleri bulunmak iktiza eder. Nazar-ı ammede mevzi’-i şerefin bizimki gibi bir bürokras’tan derecat let için teali ve iktisab-ı refah ümidlerinden vazgeçmek lazım gelir. Mehd-i meşrutiyyet tavsif olunan İngiltere’de ulum ve fünun ile fabrikatörlük ile hatta gazetecilik ile temeyyüz eden zevata “Lordluk” ünvanı verilegelmiş ve bunların kamarada mevki’leri bulunmuştur. Bizde bu hususatta muhafazakar bulunanlar zamanın temayülatına ehemmiyet-i kafiyye atfetmiyorlar demektir. Taannüd ederlerse cidal-i siyaside la-cerem er geç mağlub olmuş olurlar. § Ma’lumdur ki zaman-ı kadimde şark müterakkī ve mütemeddin garb cahil ve vahşi bi-ahlak ve pür-nifaktır. Bu iki daire-i arz halkı kadimden biri yekdiğerini taht-ı tahakküme alacak teşebbüsattan geri durmamış ve fakat son zamanlarda garb tevsi’-i daire-i tecavüzünde ve binaenalayh şark üzerinde vaz’-ı tahakkümünde mazhar-ı muvaffakıyet olmuştur. Bu muvaffakıyet devam ettikçe şarka mahsus bir eser-i hakimiyyet kalmaz. Nifak u fesadda puyan olan ve akvam-ı şarkıyyeden bulunan müslümanlar felaket-i tabiiyyete düştükçe eyvah derler amma geç salah u teyakkuzun ne faidesi olur? Bizim şu muhit-ı fasidde pek çok kimseler vardır ki evvelce dahi söylediğimiz vechile çıkaramadıkları takdirde devletimizin battığını arzu edecek derekede hissiyat-ı redie izhar ederler. Son senelerde adedleri artan bu musibetler filan ve filan devletin tabiiyetinde bulunmağı filan ve filan “zatların icra-yı hükumet ve nüfuz eylediği devlete” yani kendi devletine tabiiyete müreccah tuttuklarını söylemekten utanmamaktadırlar. Böyle menfur ve hainane bir his beslemeleri hakīkatte filan zatların devleti su’-i idareye uğratmalarından dolayı değil ancak o zatların yerine geçemediklerinden naşi idi. Hırs-ı kin ü intikam bizde bazı kimselerin basiretlerini o derece ta’lil etmiştir ki şimdiye kadar tabiiyet-i garbiyyuna düşmüş olan ehl-i İslam’ın hal-i ye’s ü mezelletini hiç göremezler. Onlarca en mutavassıt bir frenk kendi vatandaşlarından en akıl ve alim bir adama bile müreccahtır. Halbuki vatanları fütuhat-ı ecnebiyyeye duçar olan ve binaenaleyh ekserisi iktidar-ı sathiye malik ve birçoşeklinde yazılmıştır. ğu da şarlatan me’murin-i ecanibin taht-ı hükm ü nüfuzunda kalan memalik-i şarkıyye müslümanları tek başına müstakil kalmış olan şu mülk-i İslam’ın olsun istila-yı ecanibden sıyanetine dua ederler. Cezayir’den Tunus’tan Hind’den Mısır’dan Kafkasya’dan Bulgarya’dan gelen müslüman gençlerine sorunuz da bakınız. En azablı bir istiklal-i siyasi-i millinin en hür ve muntazam sayılan bir idare-i ecnebiyyeye bin kat müreccah olduğunu size söylerler. Hırs-ı vuhuşane düşkünleri beka-yı istiklal-i Osmaniyyet’e hadim olabilecek her türlü kuva-yı milliyye ve diniyyemizi kesre uğraşan yabancılara yardım bile ederler. Zaman geldikçe bu erbab-ı makūlelerin gazab-ı Rabbani’ye duçar olmaları niyazıyla iktifa edelim. § Garbda cari olan adattan biri gelişigüzel şarka tatbik olunuverince muvaffakıyet-i hasene te’min edemiyor. Fi’l-vakı’ tabiat-i beşeriyye her yerde az çok müteşabih olduğundan eğlenceden latifeden insanlar her yerde hoşlanırlar. Mizah ve latife ile okşanan kalbden kasvet ve keder çıkar; hatta iyi bir kahkaha dahi ruha ferahlık verir ve binaenaleyh sıhhat-i cisme yarar. Maamafih ferahın tarzı adat ve hissiyat-ı mahalliyye ile mütetabık olmaz Bizde mizah-ı siyasi bir bid’attir; çok kere nezahet ü bi-tarafi ile vukū’ bulmadığından bir bid’at-i seyyiedir. Hatta Avrupa’nın müterakkī memleketlerinde bir mizah eğer nezahetten ari olur ve infiali da’vet edecek bir şekilde bulunur kat’iyyen guş-ı telakkī ve ca-yı kabul bulamaz. Çirkab-ı garaz yırtılıp süprüntü sepetine atılmaya layık görülür. Anlayabildiğime göre hal bizde öyle değilmiş! Mizahda garaz namerdlik zebunküşlük hasse-i intikam ne kadar ziyade tasvir olunursa makbuliyeti de o nisbette ziyade bulunur imiş! Geçen gün bir zat “Şunu gördünüz mü?” diye elime resimli bir [ ] risale tutuşturdu. Açtım göz gezdirdim lakin doğrusu ya ıttılaım risaleyi veren zat gibi beni mesrur edemedi. İade eylediğim sırada kendisi gibi benim yüzümde dahi tebessüm-i beşaşet bulunmaması onun yüzünde bir hayret peyda ediverdi. Hele Anadolu’ya mensub bir zatın tarz-ı telaffuzunu taklid etmek Anadolu’daki birçok ihvan-ı dinimizi güldürmez; bilakis müteessir eder kızdırır. Bundan evvel yazdığım bir mülahazada matbuatın takyid veya tahliyesi bir ihtiyac-ı tedrici ile vukū’ bulmak lazım geleceğinden bahseylemiş idim. Bu iki surette dahi mübalatsızlık ağrazı tahrik ve buhranı teşdid eder. Matbuat hakkındaki tedabir-i ahireden dolayı bazı gazeteler alabildiklerine gitmeye başladılar. Onlara uymak hamiyet-i sahihası olan Osmanlılar için tarik-ı necattan sapmak demektir. ---- HIND YOLUNDA ---- Nüfuz-ı Ecanib Beyrut Mektepleri: Beyrut ahalisi ister İslam ister Hıristiyan olsun içlerinde Türkçe bilir kimselere nadiren tesadüf olunur. Devr-i sabıkta ve lahıkta Türkçe lisanının ta’mimi ile ahaliyi nüfuz-ı ecanibden tahlis için buraya ta’yin olunan valiler tarafından hiç ciddi bir teşebbüs ittihaz olunmamıştır. Şaz ve nadir olarak bu fikirde bulunan valilerin bu babdaki layihalarına Babıali havale-i sem’-i i’tibar eylememiştir. Beyrut vilayetindeki maarif-i Osmaniyye Anadolu’daki vilayetlerin pek madunundadır. Hükumet ve devlet tarafından vaktiyle maarifle lisan-ı Osmani’nin ta’mimi hakkında bezl-i himmet ve ehemmiyet olunsaydı zeki ve ifrat derecesinde fatin olan Beyrut ahali-i mahalliyyesinin cümlesi bugün Türkçe lisanıyla tekellüm eder ve ecnebileri büyük ve azametli görmekten kurtulurlardı. Biçare ahalinin kısm-ı a’zamı kendi lisan-ı mader-zadları bulunan Arabcayı bile –kavaid-i sarfiyye ve nahviyyeye tevfikan– doğru okuyup yazmaya gayr-i muktedirdirler. Türkçenin neşr u ta’mimine çalışmamak yüzünden değil midir ki Girit’i de adeta kendi rızamız ve elimizle bugünkü hale getirdik. Bağdad vilayetinde Türkçe lisanını ta’mim burası kadar lazım değildir. Zira ora ahalisi daima Kürdler ve Türklerle hal-i temasta bulunmak sayesinde herkes az çok Türkçe konuşur. Bir de Bağdad vilayeti kadar Beyrut vilayetinde hükumetin mekatib-i hususiyye ve resmiyyesi yoktur. Halbuki burada her şeyden evvel ve elzem ve namaz ve oruç gibi farz ve vacib bir şey varsa maarifin neşr u ta’mimidir. Ahaliyi ecnebi boyunduruğu altından ancak bu suretle tahlis etmek mümkündür. Öyle olmasa muamelat-ı hükumetin lisan-ı Arabi ile icra ve tatbik olunmasını taleb etmekte ahalinin hakkı vardır. Zaten ikide birde yerli ve muhalif vaz’iyyetini takınan gazeteler muamelat-ı resmiyye ile tebligatın Arabca liyyeden ziyade ısrar u ilhah eden el-Müfid gazetesidir. Eğer bu mutalebe-i aleniyye altında –zamir-i müstetir– gibi hafi bir maksad yoğise –bana kalırsa tamamıyla– haklıdır. ye sarf etmiyor. Halbuki mekatib-i hususiyye-i İslamiyye ve ecnebiyyede Türkçe lisanının tedrisiyle ta’mimi için hükumetimiz muavenet-i nakdiyyede bulunmak mecburiyetindedir. Ta’yin olunacak muallimin de me’muriyetleri Maarif müdirleri tarafından tasdik olunmalıdır. Bu şeraiti kabul etmeyen mektepleri sedd ü ta’tile hakkımız vardır. Beyrut’taki mekatib-i ecnebiyye ile Maarif Müdiriyeti arasında hiçbir vechile bir rabıta yoktur. Maarif müdiri ise –imtiyazat-ı ecnebiyye ile hükumetin kudretsizliği yüzünden– ses çıkaramamaktadır. Zira böyle bir fikirde olduğunu ecnebiler hissedecek olurlarsa dakīkasında yaygarayı koparırlar. Halihazırda Beyrut Maarif Müdiri bulunan Faik Bey Beyrut’a yeni muvasalat ettiği zaman mekatib-i ecnebiyye müdir ve reisleri tarafından kendisine beyan-ı hoşamedi edilmedikten maada birkaç gün sonra kendisi onları ziyaret etmeye karar vermiş ve fiilen mekteplerine kadar gittiği halde pek baridane bir surette kabul etmişler hatta kendisine iade-i ziyarette bile bulunmaya tenezzül etmemişlerdir. Bundan başka yine bir ecnebi mektebinin mükafat resm-i tevziine da’vet olunduğu halde usulen ve nezaketen mükafatın talebeye tevzii Vilayet Maarif Müdiriyyeti tarafından icrası icab ederken maatteessüf Fransa konsolosu cenabları fuzulane olarak bu vazifeyi icra eylemiştir. Bir Osmanlı vilayetinde bir Osmanlı Maarif müdirine bu kadar ehemmiyet vermemek tahkīr ve tevhin ma’nasını tazammun etmez mi?! Bu gibi tatsızlıkların yegane sebebi ise vaktiyle ve hala bizim tarafımızdan ta’mimi lazım gelen maarifin ecnebiler tarafından icra olunmasından ileri gelmiştir. Sonra daha calib-i dikkat ü im’an bir şey varsa bizim mekteplerimizin Hazret-i Adem devrindeki tarzda bulunup mekatib-i ecnebiyyeye min-külli’l-vücuh rekabet edememesi keyfiyetidir. On on iki sene bir ecnebi misyoner mektebine devam eden bir Osmanlı tıfl-ı ma’sumunun a’mak-ı kalbinde Osmanlı[lı] k hissi kalabilir mi? Haşa ve kella! Misyonerler mekatibinde bir İslam çocuğa verilen dersle bir gayr-i müslim çocuğa verilen ders beyninde hiçbir fark ve tefavüt olmadığı gibi kitapları da birdir. Bu kitapların hemen her sahifesinde Hıristiyanlığa aid adat ü ahlak ile teslise müteallik cümleler vardır ki hemen birkaç yüz defa ma’sum talebenin gözüne vicdanına dimağına kuva ve hayatına ister istemez ilişir. Bu hal senelerce –İştayn ve Tirbing mağazalarının reklam ve i’lanları gibi– göz önünden geçerse artık o tıfl-ı ma’sumda Bu kadarla iktifa edilse yine ziyanı yoktur. Fakat sabah akşam gayr-i müslim talebelerle beraber mektebin ibadethanesini teşkil eden kiliseye müslimlerin gitmesi usulü caridir. Esna-yı ibadette bir müslim talebenin gayr-i müslimlerle beraber bulunması şart ittihaz kılınmış ve programa da lamiyet’te cari olan örf ve adata hakkıyla ve layıkıyla vakıf olamayan bir küçük çocuk bu mekteplere devam ettikten sonra gereği gibi tanassur ile Hıristiyanlığı kabul etmeye tabiatıyla mecburdur. Akaid-i diniyyesiyle adat ve i’tikadatını İslam mekteplerinde küçüklükten beri tahsil etmeye muvaffak olanlar biraz büyüdükten sonra bu gibi mekteplere girecek olurlarsa ihtimaldir ki mekatib-i mezkurenin avamil ve müessiratından yakalarını kurtarabilirler yoksa aksi takdirde muhaldir. vuzuh eder. Beyrut müslümanları pek gayretli ve hamiyyetli oldukları için hükumete maarifin neşr ü ta’mimi hakBeyrut Vilayeti Dahilinde Mevcud Mekatib-i Muhtelife İstatistik Cedveli Esami-i Kaza Mekatib-i Resmiyye Nim-resmi Mekatib Mekatib-i Hususiyye-i Mekatib-i Hususiyye-i Gayrimüslime Mekatib-i Ecnebiyye Yekun Aded-i Mekatib Talebe ve Talibat Me’mur ve Muallim Aded-i Mekatib Talebe ve Talibat Me’mur ve Muallim Aded-i Mekatib Talebe ve Talibat Me’mur ve Muallim Aded-i Mekatib Talebe ve Talibat Me’mur ve Muallim Aded-i Mekatib Talebe ve Talibat Me’mur ve Muallim Aded-i Mekatib Talebe ve Talibat Me’mur ve Muallim Yekun kında var kuvvetleriyle yardım ve muavenet etmeye hazır olduklarını Maarif müdiri söylediği gibi kendilerinden de istidlal ettim. Mesela gerek küçük ve gerek büyük mekteplerin lara senevi bir mikdar tahsisat verirse az bir zaman içinde balada arz eylediğim felaketlerden millet-i necibe-i Osmaniyyeyi kurtarmak imkan dahilindedir. Burada bir külliye –ki darülfünun demektir– inşasının lüzumuna gerek vali ve gerek ahali tarafından defaatle Maarif Nezareti’ne müracaat olunduğu halde matlub derecesinde bir neticeye dest-res olamamışlardır. Yalnız üç yüz lira kadar bir muavenetle iktifa edilmiştir. Burada bir sanayi’ mektebi vardır ki ismi var cismi yoktur. Fakat mektebin binası gayet büyük ve bir darülfünun kanların tıbbiye ve hukūk mekteplerine rekabet etmek için hükumet bir darülfünun inşasına er geç mecburdur. Konya Hukūk Mektebi’yle Şam Tıbbiye Mektebi’ni hükumet Beyrut’a nakledip Mekteb-i Sanayi’ binasını da bu işe hasr eylemelidir. Vali-i vilayetin de fikri bu merkezde olduğunu fikrini bildirmiştir. Beyrut vilayetinde iki Tıbbiye mektebi vardır. Biri Fransızların diğeri de Amerikanlarındır. Amerikan ve Fransız Tıbbiye mekteplerinin beherinde üçer yüz talebe vardır. Bu Tıbbiye mekteplerinde eczacılık için birer şu’be olduğu gibi aynı zamanda Amerikan Tıbbiye Mektebi’nde dişçilik Amerikanların bir de Ticaret Mektepleri vardır ki nüfuzlarını bu vesile ile daha ziyade te’mine muvaffak olagelmektedirler. Beyrut’a bir de Sanayi’ mektebi lazımdır. Çünkü memlekette san’at muhabbeti pek çoktur. Hakīkaten güzel şeyler de yapılıyor. Fransızların Beyrut’ta bir de Ecole Laique namıyla bir mektepleri vardır ki Selanik’teki mekteplerine benzer. Bu mektepte kiliseleri olmadığı gibi ibadat ve taat-ı diniyye dahi icra edilmemektedir. Bu mektebin bir de hukūk şu’besi vardır. Bu mekteplerden başka ibtidai ve i’dadi derecesinde ecnebilerin sair mektepleri daha vardır ki bunların hiçbirisinde Türkçe tedris edilmiyor. Osmanlı bir talebe buralara devam ettikten sonra az müddet içinde Osmanlılığını hatta Müslümanlığını unutur gider. Beyrut’ta en ziyade calib-i nazar-ı dikkat bir şey daha vardır ki hıristiyanlarla müslümanların isimleri birbirine müşabihtir. Yalnız hıristiyanlarda “Muhammed” ve “Ahmed” Hasılı devlet Beyrut’ta bir hükumet-i Osmaniyye’yi te’sis etmek isterse maarife dikkat edip ona göre fedakarlıkta bulunmalı ve Türkçe lisanını da bu suretle neşr u ta’mim eylemelidir. Aynı zamanda bu kadarla iş bitmez adalet ve müsavatın layıkıyla icra ve te’miniyle kuvvetli bir hükumete burada şiddetle ihtiyac vardır. Bu ise değerli ve her türlü tecrübeden geçmiş ciddi faal devletin haysiyetini muhafazaya muktedir me’murlarla meydana gelebilir. Halihazırda me’murlarla ahali beyninde gereği gibi bir aşina olmamaları ve me’murinin de Arabca tekellüm edememeleridir. Beyrut jandarma ve polisleri matlub bir halde değildirler. Çünkü hem adedleri az hem de ... Re’s-i Beyrut’ta bulunan bir eczahanede bulunduğum esnada ismini bilmediğim genç bir polis geldi ilac istedi bi’n-netice belsoğukluğuna duçar bulunduğunu eczacı söyledi. Diğer bir polis de sokakta vazife başında bulunduğu esnada bir taraftan konyak içip diğer taraftan da gramofon çaldırıyordu. Bunu ben re’ye’l-ayn gördüğüm gibi ertesi günü ceraid-i mahalliyye de yazmıştır. Hükumet-i Osmaniyye’nin asayiş me’murluğunu deruhde eden bir me’mur böyle olursa artık hükumetin ahali nazarında haysiyet ve i’tibarı kalır mı?! Ahmed Agayef Bey’in müdhiş adedler altında bir makalesini okumuşidim. Hakīkaten Beyrut’ta ve memalik-i Osmaniyye’nin birçoğunda bulunan mekatib-i ecnebiyye pek dehşetli bir yekun teşkil ediyorlar. Buna binaen burada pek derin bir surette ettiğim tahkīkat neticesinde atideki istatistik cedvelini tanzime muvaffak oldum. Yalnız cedvelin dikkatle kariin tarafından mütalaa olunmasını rica ederim. Neticede her şey anlaşılır. Ahali-i mahalliyyeyi hükumetten soğutturan esbab u vesailin başlıcası terbiye-i ecnebiyye ile müterebbi olması ve saniyen devr-i sabıktaki me’murinin zulm ü irtikabıdır. Meşrutiyetten sonra her ne kadar irtikab adet-i mezmumesi ortadan gaib olmuş ise de kökü henüz maatteessüf kal’ u kam’ edilmemiştir. Bir de maatteessüf Arablık Türklük ayrılık gayrılık hissiyatı neşredecek cereyanın da Beyrut’ta neşr u ta’mimi için bir cereyan-ı hafi mevcud olduğu “Fityan-ı Kahtan” namı altında bir cem’iyet teşkil eylediklerini anladım. Fakat hamden sümme hamden ukala-yı millet üzerine bir te’sir icra edememekte olduklarını ve yalnız birkaç serseriden ibaret bulunduklarını da istihbar ettim. Burada şimdilik ahkam-ı örfiyye sayesinde asayiş hüküm-fermadır. Bunu Beyrut’un ileri gelen namuslu zevatı bir ni’met telakkī ediyorlar. Hatta eşraftan birisinin beyanatına bakılırsa Divan-ı Harb-i Örfi’nin teşekkülünden evvel her gece silah sesleri işitilir ve mutlaka vukūata sebebiyet verilirdi. Fakat ahkam-ı örfiyye sayesinde bu hal külliyyen ref’ ve zail olmuştur. Bunu yazmaktan maksadım Beyrut’un daimi bir surette ahkam-ı örfiyye ile idare edilebileceğini te’yid etmek değildir. Ancak kavi bir hükumete memleketin şiddetle muhtac olduğunu bildirmektir. şeklinde yazılmıştır. Zaten burada teşekül eden Divan-ı Harb o kadar şiddetle meşgūl değildir. Yalnız vücudu ahaliye bir rahmet olmuş ve şerirlere hadlerini tanıttırmıştır. Şimdilik bu kadar yetişir. Geçen mektubda Sofya’ya gelmekteki maksadımı izah etmiştim. Gerek buraya gelmezden ve gerek geldikten sonra Bulgaristan muallimin-i İslamiyyesi namına Bulgar Muallimin Kongresi’ne iştirak eden zevatın bazılarıyla görüştüğüm gibi bilhassa kongre reisi ile de görüştüm. Bittabi’ maarif-i Bu suretle destres olabildiğim ma’lumatı bununla beraber Bulgaristan mekatib-i ibtidaiyye-i İslamiyyesine mahsus ve “ ” madde ve birçok izahatı havi olan ta’limat ve mezkur mekatibe aid programı gönderiyorum. Gerek ta’limatta muhtevi olduğu mevad; gerek bu maddelerin her birisi müzakere edilirken kongrede cereyan eden münakaşat ve mübahasat-ı ilmiyye gösteriyor ki: Bulgaristan ahali-i İslamiyyesi ve bilhassa vatanın milletin saadet ve selameti kendilerine mevdu’ olan muhterem muallimin-i hakīkaten intibah ve teyakkuz devresinde olduğumuzu; millet-i si ne yolda olacağını bi-hakkın takdir etmişler bunun için bütün fedakarlıklarıyla bu maraz-ı müzmini mahv etmeye çalışıyorlar. Ben bu yüz kırk altı maddenin her birisi hakkında cereyan eden müzakereyi bizzat görüp okuduğum için yakın bir zamanda Bulgaristan müslümanlarının bir maarif ordusu teşkil edeceklerine kanaat hasıl eyledim. Elverir ki bütün muallimler ahali azimlerinde sebat etsinler yorulmasınlar bizde olduğu gibi evvela heves ile pek hızlı giderek sonra duruvermesinler. Zaten durmak da kabil değil ya! Ve bilsinler ki her güçlüğün yanında bir de kolaylık vardır. Şurası da ma’lum olmalıdır ki bu hususta muallimin müttefik olmalı garaz ivaz gibi şeyler beslemeyerek vatanı milleti düşünmeli. Ben isterdim ki bu maddeler hakkında cereyan eden mübahasat-ı ilmiyyeden bütün Sebilürreşad kari’leri müstefid olsunlar! Maatteessüf bu kabil olmadığı cihetle yalnız yirmi beşinci maddenin müzakeresi münasebetiyle kongre a’zasından muhterem bir zata söylemiş olduğu mühim fıkraları zikr ile iktifa edeceğim. Ta’limatnamede görüleceği vechile yirmi beşinci madde aynen şudur: Madde – “Her muallim evkat-ı haliyyesinde ba-hu­ sus eyyam-ı ta’tiliyyede ilmi ve terbiyevi ma’lumatını tez­ yid ve tevsie mecburdur. Arzu olunur ki muallimler topoğrafya coğrafya tabakat fenlerine dair ma’lumat almaya memleketin ahval-i iktisadiyyesini öğrenmeye milli türküleri masalları adatı hasılı vatanın ahval-i umumiyyesini zabta çalışsınlar.” Bu maddeyi şerh makamındaki fıkra ber-vech-i atidir: “Efendiler! Tezyid ve taleb-i ilm ile me’mur olan biz müslümanlar ve be-tahsis muallimler evkat-ı haliyyesini mütalaaya hasr ile ulum ve fünun-ı mütenevviada; ba-husus san’atımız olan tedris ve terbiye-i etfale müteallik son zamanlarda si’-i ma’lumat etmeliyiz. Zaman; zaman-ı terakkīdir. Eğer biz terakkī etmeye çalışmazsak inhıtat muhakkaktır. Tarih nazarında vicdanımız huzurunda mes’ul kalırız. Efendiler! Çocuklarını terbiye etmeyi deruhde ettiğimiz bu mazisi şanlı; fakat hali perişan zavallı millet-i İslamiyyenin saadet ve selametine hizmet edebilmek onları bulunduğu mezlaka-i cehaletten kurtarabilmek için pek çok fedakarlıklar yapmaya mecburuz. Bulgar efkar-ı umumiyyesini uyandırmakta pek çok himmetleri sebk eden müteveffa Slavikof’un tercüme-i halinde pek çok şeyler gördüm: Zavallı kendisini milletine sevdirince milletin teveccühünü kazanınca pek çok sıkıntılar maddi pek çok fedakarlıklar yapmaya mecbur olmuş. Birçok mahrumiyetlere tahkīrata katlanmış. Fakat sabr u sebatla bin-netice meramına nail olmuş. Biz de silkimizde tefeyyüz edebilmek muvaffak olabilmek için büyük fedakarlıklar yapacak ma’lumatımızı ziyadeleştireceğiz. san bulunduğu memleketin mensub olduğu milletin tarihini bilmek farzdır ve zannederim ki burada hepimiz müttefikiz. Pek a’la! Biz Bulgaristan Türkleri tarihimizi biliyor muyuz? Mazimizi tanıyor muyuz? Ben diyeceğim ki hayır! Canım tarih okumuyor okutmuyor muyuz? Okuyor okutuyoruz. Ama o umum Türkiye Tarihi! Ya bulunduğumuz Bulgaristan bu eski Tuna vilayeti ya bu eski Rumeli eyaleti tarih-i hususisine dair ne biliyoruz? Mesela Cum’a Şumnu Yenipazar Osmanpazarı Varna Rusçuk hakkında ne ma’lumatımız var? Buraların ahalisine dair ne biliyoruz? Deliorman’ın adamı ile Karlova’nın veyahud başka yerlerin adamları birbirlerine benziyor mu? Bu benzememezliğin sebebi nedir hiç tahkīk ettik mi? Demek isterim ki bu maddenin ruhu şudur: Biz muallimler bulunduğumuz yerlerin ahval-i coğrafyasını topoğrafyası tabakatü’l-arzına dair ma’lumatını bilsek tahkīkatta bulunsak eski masallarımızı toplasak adetleri öğrensek pek çok yeni ma’lumata destres oluruz zannederim. Milletdaşlarımız olan Macarlar bir tarihte memleketimizde misafereten bulunmuşlardı. Bizim ne kadar türkülerimiz masallarımız varsa hepsini toplamışlar birçok mecmualar yapmışlar. Maatteessüf biz birçok tarihi türkülerimizi unuttuk yahud unutacağız. Ya bu vatanın yetiştirdiği büyük adamlar; bunları biliyor muyuz? Burada birçok measir-i hayriyyenin pek çokları bizim benimseme[me]miz yüzünden mahv olup gitti bir takımları da mahv olacaktır. Eğer şimdiden bunları sahife-i tarihe tesbit etmezsek emin olunuz ki bizden sonra gelecekler; ecdadımız evet! O şanlı ecdadımız hakkında pek fena su’-i zanda bulunacaklar. Müslüman medeniyetine müslüman umranına müslüman an’anatından bir şey bulamayacaklardır. Binaenaleyh bize bu maddenin geçmesiyle beraber herkesten –yani muallimler– sene nihayetine kadar bulunduğu yerin ahval ve adatına dair bizim nokta-i nazarımıza muvafık birer tahkīkat-ı tarihiyye ve coğrafiyye isteyeceğim. mebani ve hayrat bugün ister mevcud olsun ister olmasın. me-i halleri. reselerin kütübhanelerin mezarların tarihleri banileri ve saireleri. vayat-ı tarihiyye. harbiyye ve bunlara dair ahali-i mahalliyyenin bildikleri. yeleri. suretleri. Balaya aynen nakledilen şu fıkralar gösteriyor ki Bulgaristan muallimin-i muhteremesi muallimlik vazifesini bi-hakkın takdir etmeye başlamışlardır. Evet; biz muallimlerin vazifesi yalnız ders zamanında yarım yamalak birkaç saat söz söyleyip de çıkıp gitmek değildir. Bize öyle geliyor ki dünyada muallimlik vazifesi gibi mühim ve mukaddes bir vazife yoktur. Zira milletin terakkīsi mekteplerde aldığı ders ile mütenasibdir. Mektepte mualliminden ne kadar fikir alır ne gibi bir duygu ile perverde olursa o mensub olduğu milletin de kendisinden o kadar istifade edebilir. Binaenaleyh bu vazife-i mühimmeyi üzerlerine alan muallimler bir kere vazifenin büyüklüğünü takdir ederek ona göre çalışmaları lazımdır. Ölmüş olan bir millete ruh verecek onu yavaş yavaş ayağa kaldırıp gezdirecek ona dünyayı seyrettirecek ona hukūkunu insaniyetini bildirecek olan muallimler olduğu gibi bir milleti atalete inkıraza doğru sürükleyip götürecek olan da muallimlerdir. pek vasi’ ma’lumata malik olmalı; derin bir vukūf ile huzur-ı tullaba çıkmalı. Ehli olmayan kimseler verilen dersleri kabul etmemeli hangi dersi kabul ettiyse gece ve gündüz o ders hakkında tetebbuatta bulunmalı. Bununla beraber o dersten maksad ne olduğunu da hatırdan çıkarmamalı? Sonra muhit-ı milliyi kendi mensub olduğu milleti düşünmeli! Adat-ı milli ve an’anatına ehemmiyet vermeyen milletler er geç mahkum-ı inkıraz olduklarına tarih şahid-i beliğdir. Yukarıdan beri söylediklerim gayr-i kabil-i inkar bir hakīkat iken maatteessüf bizim muallimler hala bunu takdir edememişlerdir. Ders zamanlarının haricinde çalışmak şöyle dursun ders zamanında bile bir saati zor geçiriyorlar. Memleketimizin en büyük mektebi olan darülfünunda öyle muallimler biliyoruz ki ders zamanı olan bir saatte üç defa saate bakar zil vurulmadığından şikayet eder hiç derse bakmadan; tedkīkatta bulunmadığı bir dersi talebeye takrir etmek ister. Yine öyle muallimler görülür ki kürsüye çıktığı gibi men­ sub olduğu milleti unutarak milliyetini tahkīr etmeye kalkışır efendim din milliyet gibi şeylerin ehemmiyeti yoktur bunlar terakkīye mani’dir der. Yine öyle muallimler görülür ki talebenin fikrini bütün ma’nasıyla kurun-ı ulaya irca’ etmek ister. Hasılı bir saat evvel gelir birisi bir şey söyler öbür saatte diğer muallim gelerek onu nakz eder talebe de şaşırır kalır. Gönül arzu eder ki bizim muallimler de bir Muallimin-i nihayet versinler! Balaya aynen nakletmiş olduğumuz madde pek çok hakīkatleri havidir. Zannederim her birisinde büyük büyük maksadlar vardır. Allah onlara muvaffakıyet bizimkilere teyakkuz ve intibah versin! Seyyid Senusi Hazretleri – el-Liva gazetesinin darü’l-harbde bulunan muhabirinin Cağbub’dan keşide eylediği telgrafta Senusi Şeyh-i Kebiri Seydi Ahad eş-Şerif hazretlerinin Calu’ya geldiği ve yakında Cağbub’a muvasalat edeceği ve ihtifalat-ı layıka ile istikbali için tertibat ve zetesine yazıldığına göre şehr-i halin on dokuzuncu günü Palermo namındaki vapur Trablusgarb’dan buraya muvasalat eyledi. Bu vapurda kaffesi mecruh olmak üzere üç bin nazaran bunlar Zanzur ve Seydi Said vak’alarında mecruh olanlardan ber-hayat kalanlar olup İtalyan askerlerinin izhar ettikleri temerrüd ü isyan üzerine memleketlerine iadeleri taht-ı karara alınanlardır. Mezkur vapurda bulunan Malta gazetesi muhabirinin verdiği izahata göre Trablusgarb’daki jandarma mektebi mürettebatından on üç nefer intihar etmişlerdir. Trablusgarb ve havalisindeki İtalya askerleri parasızlıktan açlıktan ve bilhassa yorgunluktan son derecede şikayet ediyorlar. Yakında kumandan-ı umuminin intiharı yahud İtalyan askerleri tarafından katli havadisine intizar edilmektedir. beri Karadağlılar bila-inkıta’ ateş ederek Yaşko Glova Kulesi’ne doğru ilerlemekte idiler. Ertesi gün Karadağlılar taarruz eyledikleri Eşter Karakolu’nda bir onbaşıyı şehid eylemişler ve karakolu ihrak etmişlerdir. Osmanlı müfreze-i askeriyyesi bunun üzerine Berane’ye avdete mecbur kalmış ve on altı nefer gaib olmuştur. Bundan maada bir mülazim vak’aya kuva-yı imdadiyye sevk edilmiştir. Fakat bundan evvelce haberdar olan Karadağlılar anasır-ı hıristiyaniyyeden mürekkeb olan havali-i mezkure ahalisini teşvik ile asakir-i Osmaniyyeye taarruza teşci’ eylemişlerdir. Binaenaleyh asakir-i imdadiyyenin vürudu üzerine hücum eden halk ile bir saat şiddetli bir müsademe icrasına mecburiyet hasıl olmuştur. Karadağlılar her ne kadar Berane kasabasına dahil olmuşlar ise de istihkamlar asakir-i Osmaniyye’nin taht-ı işgalinde kalmış ve bilahare kuva-yı muavinenin vürudu üzerine [Kara]dağlılar çekilmeye mecbur olmuşlardır. Karadağlılar tarafından Berane’ye karşı vukū’ bulan tecavüz-i hukūk-şikenaneden dolayı Babıalice süfera-yı Osmaniyye vasıtasıyla devletlere evvelisi gün bir tahrirat-ı umumiyye irsal ve tebliğ kılınmıştır. Bu tahrirat-ı umumiyyede Karadağlılar’ın hududlarda tevali eden ve ahiren Berane kasabasına karşı vukū’ bulan hukūk-şikenane harekat ve tecavüzatları ber-tafsil izah u beyan edilmiştir. Diğer taraftan Karadağlılar’ın tecavüzat-ı ahireleri üzerine bittabi’ hudud civarında tedabir-i lazimeye tevessül edilmesi mecburiyeti hasıl olmuş ve Karadağlılar harekat-ı sakīmanelerine nihayet vermedikleri takdirde terettüb edecek bilcümle mes’uliyetin Karadağ’a raci’ olacağı bildirilmiştir. Hariciye Nezareti’nden aldığı emir üzerine Çetine Maslahatgüzarlık vazifesini ifa eden Ali Rıza Bey dahi Karadağ Hariciye Nezareti nezdinde teşebbüsat-ı müessire-i siyasiyyeyi ifa eylemiştir. Üsküb’den varid olan ma’­ lu­ mat-ı telgrafiyyeye nazaran Karadağlılar’ın mütecavizane bir vaz’iyet alarak hatta Berane’ye kadar pa-yı tecavüz uzattıklarını haber alan bilumum Arnavudların bu hareketten pek ziyade münfail olarak Hükumet-i Seniyye’nin en küçük bir lerini beyan etmeye başladıkları ve harekat-ı kıyamiyyenin bu sebeble de tebdil-i şekl ü mahiyet ederek sükunun sür’atle teessüs eylemekte olduğu anlaşılmıştır. Ağustos’un dördüncü günü Hanya kasabası haricinde bir İslam bir şahs-ı mechul tarafından cerh edilmiştir. Mısır’da Hidiv ile Lord Kiçinır’a ve Reis-i Nüzzar Said Paşa’ya su’-i kasd tertibatıyla va gazetesi muharrirlerinden İmam Vakid ve Muhammed Abdüsselam Efendiler ile talebeden Mahmud Tahir El-Arabi Efendi’nin Kahire Cinayet Mahkemesi’nde icra olunan muhakeme-i vicahiyyeleri neticesinde İmam Vakid Efendi’nin hidemat-ı şakka ile beraber on beş sene küreğe vaz’ olunmasına ve Muhammed Abdüsselam ve Mahmud Tahir El-Arabi Efendilerin de on beşer sene hapislerine karar verildiği okunmuştur. Tanca’dan “Ajans Havas” a yazılıyor: Ayın on dördünde Puvan kıt’a-i askeriyyesi tarafından mecruh verdikleri te’min olunmaktadır. Mecruhlardan yirmi bir neferin yarası vahimdir. Fumaliler nezdine dahil olan Manga kuvve-i askeriyyesine mensub Senegal efradından mürekkeb bir müfreze yüz kadar Fas süvarisi tarafından duçar-ı taarruz olmuştur. Müsademe birkaç saat devam etmiştir. Fransızların kuvve-i imdadiyye almaları üzerine Faslılar ric’ate duçar edilmiş! Fransızların bu müsademede iki maktul ve yirmi mecruhları vardır. Mulay Yusuf başlıca şehirlerde Hükumet-i Şerifiyye Sultanı i’lan olunmuştur. Merkez-i idaredeki i’lan esnasında ahali ulema ve mu’teberandan pek çok kimse hazır bulunmuş ve bilahare beray-ı arz-ı ubudiyyet saraya azimet eylemişlerdir. Rusya Hükumeti Karadeniz’in en büyük harb limanı olan Sivastopol’da idare-i örfiyye zetesine iş’ar olunduğuna nazaran Baltık Denizi’ndeki en büyük harb limanı olan Kronştad’da dahi idare-i örfiyye ya efrad-ı bahriyyesinde harekat-ı ihtilaliyyenin son derecede tevessüünden dolayı idare-i örfiyyelerin i’lan olunduğu beyan olunuyor. Rusya hükumeti idare-i örfiyyenin i’lanını Puvankara’nın azimetine te’hir eylemek istemiş ise de harekat-ı hükumeti isti’cale sevk eylemiştir. Rusya’da senesi yalnız Rus rakısı olmak üzere yedi yüz yetmiş dört milyon . . ruble kıymetinde rakı içilmiştir. İçilen rakının mikdarı milyon kova çilaktir. Her çilak yirmi şişe hesab olunur. Umum Rusya’da bir sene zarfında küul isti’malinden vefat edenler . tedavisi gayr-i kabil hastalığa duçar olanlar . beray-ı tedavi hastahanelere girenler . bu sebeble tecennün edenler . kişidir. Nefs-i Petersburg vefeyat istatistiğinde binde otuz rakıdan vefat görülüyor. İşte nim-resmi bir istatistik olduğu cihetle nazar-ı i’tibara alınarak mülahaza olunursa Rusların istikbali bir derece keşfolunabilir. Müslümanlar da Şeriat-i Garra-i Muhammediyye kıymetini takdir etsinler hamrin hürmetine bundan daha büyük bir delil aramak abestir. Petersburg Ajansı Tiflis’ten venler’e ale’l-gafle hücum ve kabail-i mezkurenin bütün ordugahını zabtetmiştir. Miralay Çenançef Anbulan civarında Hacebeylü kabilesini mecbur-ı ric’at etmiştir. Diğer bir Rus kıt’ası Rus pişdarını bunların kuvve-i külliyyesinden ayırmak Rusların bu muharebede zayiatı yedi maktul dört mecruhtan reken şimal istikametine doğru Şahsevenler’e karşı bir hareket Rusya ile Moğolistan [arasında] atideki beş maddeyi hükumeti Moğolistan’ı kendine düşman göreceği ihtirasat-ı ecnebiyyeye karşı müdafaa edecektir. Rusya hükumeti Çin’in Moğolistan umur-ı dahiliyyesine müdahalesini men’e çalışacaktır. Moğolistan Rusya’dan gayri yerlerden istikraz akdetmemeyi deruhde eder. Rusya hükumeti; memlekette servet-i tabiiyyenin semeredar olması hususunda hukūk-ı hususiyyeyi haiz olacaktır. Umum Moğolistan ve mülhakatında turuk-ı hadidiyye inşası hakkı ancak Rusya’ya verilecektir. TEFSIR-İ ŞERIF Tercümesi “Yoksa yeryüzünde de dolaşmadılar mı ki kendilerinden evvel gelenlerin akıbetleri nasıl olduğunu göreler? İşte yeryüzünde kuvvetçe asar-i medeniyyetçe kendilerine faik ları Allah’ın azabından bir kurtaran da olmadı.” * * * Ayet-i celile ---- . . ---- ayetleriyle başlayan Suretü’l-Mü’min’e mensub olmakla beraber “Dünyayı dolaşınız; evvelce gelip giden milletlerin leri esbabını tedkīk ediniz...” mealini natık ayat-ı kerimeye Kitabullah’ın böyle bir çok yerinde tesadüf olunur. Hakīkat insan kafa gezdirmemek şartıyle gezer; uğradığı yerlerde ağzını değil gözünü açarsa pek büyük ibretler görür. Hele biz şarklılar için devr-i alem seyahatine pek o kadar hacet yok: Zira memleketimizin her köşesinde büyük büyük saltanatlar koca koca milletler kaynamış hala gidiyor; toprağımızın neresini eşsek bakıyoruz ki: Orada başlı başına bir cihan-ı ümran gömülmüş yatıyor! Vaktiyle yerin yüzünü bizden çok hem kıyas kabul etmeyecek kadar çok i’mar eden; kuvvetlerine satvetlerine medeniyetlerine samanlarına servetlerine kıyamete kadar şehadet edebilecek eserler bırakan bu ümmetler acaba hangi zelzelenin hangi tufanın hangi kıyametin te’siriyle yerin dibine geçmişler? Hangi inkılab-ı elimin kurban-ı bi-günahı olarak bu alemden gitmişler? Haliyle varid olacak bu suali halletmek için tarihi karıştırırsak anlıyoruz ki bütün o felaketler o inkırazlar o helakler enbiyanın gösterdiği yola gitmemekten ileri gelmiş. Peygamberler Allahü Zü’l-celal tarafından insanlara hem dünyada hem ukbada mes’udiyetlerini kafil olacak birer şeriat tebliğ ediyorlar. Bu alem-i hilkatte cari olan kavanin-i tezasına tevfik-i hareket ederseniz dünyada bir hayat-ı tayyibe Yok Allah’ın evamirini dinlemezseniz her iki dünyada belanızı bulursunuz” diyorlar. Milletler bu ilahi tebligatı dinledikçe fıtratın ezeli ebedi kanunlarına itaatten ayrılmadıkça; maddi ma’nevi her türlü feyzi her türlü terakkīyi elde ediyorlar. Bilakis o tebligatın sıd­ kına semaviyetine inanmayacak; o kanunların kat’iyetinden istisna kabul eylemeyeceğinden zuhul edecek bir hale gelince esfelü’s-safilin-i hüsrana doğru inip gidiyorlar. Hem o evamirin yalnız ilahi olduğuna iman etmek bir cemaati kurtarmıyor; onlara hakkıyle sarılmak onların gös­ terdiği yoldan sapmamak icab ediyor. İsyanlar tuğyanlar fitneler tefrikalar sefahetler ataletler nifaklar şikaklar ce­ ha­ letler musallat oldukları milletleri izmihlal uçurumuna mutlaka sürüklüyor. Artık bu belalar ister imansızlık yüzünden neş’et etsin isterse esasa inanıldığı halde a’male karşı mübalatsızlıktan tan kabil değil geri kalmıyor. Öyle ise biz de bari bundan sonra olsun gözümüzü açalım. Tarihi öyle masal dinler gibi dinlemeyelim. Her vak’adan kendimiz için ibretler hisseler almaya çalışalım. Gezdiğimiz uğradığımız memleketlerin yalnız havasıyla suyu Sahib ve Müdir-i Mes’ul: H. Eşref Edib hakkında ma’lumat edinmeye kasr-ı himmet etmeyelim! Geçmişten ibret almamakta devam edersek el-iyazu-billah gelecekler için pek acıklı bir ibret olacağız. Mehmed Akif MÜDAFAAT-I DINİYYE HAK VE HAKĪKAT − Dozy Tarih ’inden: “Diğer mühtedilerin kaffesi ecnebi köle ve kadın idi. Bir Allah-ı vahide i’tikad ve amellerinden mes’uliyetleri fikri ekserisinde bir keşif ve rehber ihtiyacı uyandırmıştı. Muhammed mu’cizeleriyle bu ihtiyacı teskin etti ve kendisinin bizzat gördüğü gibi hastalığının hamlelerinde me’muriyet-i mahsusa-i kudsiyyesinin isbatını gördüler.” Zikrolunan zevat-ı kiramı ta’kīb eden mühtedilerin hiçbiri rical-i ahrardan değilmiş bu da hilaf-ı hakīkat olarak söylenmiş ve garaz-ı izdirayı mutazammın bulunmuş olmağla şayan-ı tekzibdir. Def’-i iştibah için o sırada nail-i hidayet olan zevatın en meşhurlarını ta’dad edelim: Zeyd bin Amr bin Nüfeyl’in ferzend-i paki cenab-ı Said zevcesi Fatıma binti el-Hattab –ki Ömer el-Faruk’un hemşiresidir– ile beraber daire-i münciyye-i İslamiyyet’e dahil olmuş idi. Kezalik eminü’l-ümme Ebu Ubeyde bin el-Cerrah Ubeyde bin el-Haris bin Abdilmuttalib Ebu Seleme el-Mahzumi Kudame bin Maz’un Abdullah bin Maz’un Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rebia –ki zadegan-ı Kureyş’tendir– Ebu Zer-i Gıfari Halid bin Said bin el-As Amr bin Said Yasir ve oğlu cenab-ı Ammar Husayn ve oğlu İmran bu zümrede dahildir. Bunlardan biraz sonra da Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ömer saadet-i ezeliyyelerini izhar etmişlerdir. Rıdvanu’llahi aleyhim ecmain Bir de iman edenlerde zaten tevhid ve mücazat i’tikadı bulunmasına binaen rehber ihtiyacı uyanmışidi diyor. Bu da doğru değildir. O esnada birkaç büyük zattan maada kabul-i kendilerinde i’tikad-ı vahdaniyyet eseri bulunmadığı gibi mes’uliyet-i a’mal dediği ceza-yı uhrevi fikri de yok idi. Arab müşriklerinin kabul-i İslamiyyet’e kabiliyetleri pek az ve ihtidaları gayet müteassir olduğunu Dozy ma-sebakda izah ve i’tiraf eylediği gibi Resul-i Ekrem Efendimiz’e muarız bulunan sanadidin ne derece mütemerrid ve umur-ı ahiretle müstehzi olduklarını da ileride sırası gelince tasvir edecektir. Maahaza rehber talebinde bulunan eşhası irşad etmek de kolay bir şey olmadığını mukaddime-i kitapta biz izah etmişidik. Yeniden bir din te’sis edip halaıkı me’lufları bulunan adat ve i’tikadattan çevirmek te’yidat-ı Sübhaniyyeye mazhar olmaya mütevakkıftır. Dozy’nin kelamı tenakuzdan da salim değildir. Bir taraftan zat-ı Risalet-penahi hakkında mu’cizeleriyle halkın rehbere dair hissetmekte oldukları ihtiyacı teskin etti me’muriyet-i kudsiyyesinin isbatını gördüler diyor diğer taraftan da saha-i nübüvvetin müberra bulunduğu bir nevi hastalıktan bahs ile halt-ı kelam ediyor! Bu hastalık Şebrenger nam doktorun isnad eylediği “histeriya-yı adali” denilen sinir illetinden bir nevi’ masruiyetten ibarettir ki bu zümre-i garazkaran esna-yı vahyde enbiyada müşahede edilen halet-i mukaddese-i insilahiyyeyi buna hamle yelteniyorlar. Cild-i evvelde biz bu iftira-yı telbiskaraneyi redd ü ibtal ile onların utanmak bilmeyen çehrelerine çarptık hengam-ı vahyde enbiya-yı izam hazeratında görünen bu tegayyürat-ı zahiriyyenin vukūu emr-i zaruri olduğunu defaatle anlattık. Binaenaleyh artık burada ıtnab-ı makale lüzum görmüyoruz. Dozy bunu müteakıb kelamı Hazret-i Ömer el-Faruk ra’un İslamiyet’ine nakl ile evvela müşarun-ileyhin şecaat ve istikamet gibi bazı evsaf ve mezayasından bahsetmiş ba’dehu keyfiyet-i ihtidalarına dair –kısas-ı enbiyada mezkur– kıssa-i ma’lumeyi nakl ile bunu da an’ane-i tarihiyye dahilinde kain ihtiraat cümlesinden addeylemiştir. Bu kıssanın mahza müşarun-ileyhin din-i hakkı kabul etmesi –haiz bulunduğu ehemmiyete binaen– bir keramete bir harikaya atfedilmek bu vesile ile Kur’an-ı Kerim ’in tilavet ve mütalaasındaki te’sir mübalağalı bir tarzda gösterilmek maksadıyla tertib olunmuş bir menkabe bir efsane olduğu iddiasında bulunarak mebde’-i kıssada “Şiire muhabbeten burada bu menkabeyi zikrederiz” nihayetinde de “Bu bir menkabedir ki hem Ömer’in ihtidasını müessir bir surette tasvir etmek hem de bu ihtidanın ulviyyet-i Kur’an Buna dair olan şübhesini de iki yüzden yürütmek istiyor. Evvela Hazret-i Ömer bais-i hidayeti gösterilen Taha suresini okumazdan evvel Kur’an-ı Kerim ’in başka suver ve ayatını istima’ etmemiş değildi. Çünkü “Muhammed’in vahyleri kafi derecede ma’ruf idi.” Niçin bunlar kendisine te’sir etmemiş? Saniyen! Din-i cedide –menakıbın dediği kadar– ateşin düşman olmamışidi. Binaberin onun müessis ve müntesibleri hakkında taarruzatta bulunması istib’ad olunur. Hatta hemşiresiyle eniştesi Said’in ra ihtidalarına vakıf idi diyor. Ve bu iddiasını Hazret-i Said’in Kufe kürsisi üzerinde ala-melei’n-nas müşarun-ileyhin izhar-i İslamiyyetlerinden evvel zevcesi ile kendisini tasdik etmekte olduğunu beyan etmiş olmasıyla te’yide çalışıyor. Bu şübhelerin her biri kabil-i def’dir. Çünkü Kur’an-ı Kerim ’in medar-ı ihtida olması mücerred uzaktan istima’la tecelli etmez. Belki bil-iltizam mazmun-ı şerifini tedbir ve mülahazaya vabestedir. Caiz ki Hazret-i Ömer kıssanın beyanını havi olduğu zamana kadar hiçbir ayet-i celileyi dikkat ve i’tina ile nazar-ı mütalaaya almamış hakkıyla mülahaza ve tefekkür etmemiş olsun. Hazret-i Said’in zikrolunan i’lanı hazret-i müşarun-ileyhin olmasına delil olamaz. Belki kıssada mezkur ruz-ı ihtidadaki mülakat neticesi olan tasdik ve i’tirafa da müsaiddir. Her halde Dozy’nin taht-ı i’tirafında olarak –Hazret-i Ömer kemal-i celadeti ve istiklal-i fikri ile beraber– kanaat-i vicdaniyyesi hilafına hareket etmemiş ancak ve ancak istima’-ı Kur’an sayesinde nail-i hidayet olmuştur. İstimaın tekerrür edip etmemesi esas i’tibariyle siyyandır. Bu cihet kabil-i inkar olmadığı halde Kur’an -ı Azim’in te’sir-i harikanesini tasavvur maksadıyla kıssa ihtiraına mecburiyet iddiası be-gayet gülünç bir şey oluyor. SÜLEYMANIYE KÜRSÜSÜNDE Mütefekkirleriniz dini de hiç anlamamış; Ruh-i İslam’ı telakkīleri gayet yanlış. Sanıyorlar ki: Terakkīye tahammül edemez; Asrın asar-ı kemaliyle tekamül edemez. Bilmiyorlar ki: Ulumun ezeli dayesidir; Beşerin bir gün olup yükselecek payesidir. Mündemic sine-i pakinde bütün insanlık... Bunu teslim eder insafı olanlar azıcık. Müslüman unsuru gayet mütedenni doğru; Şu kadar var ki: Değildir bu onun mahzuru. “Müslümanlık” denilen ruh-i İlahi arasak “Müslümanız!” diyen insan yığınından ne uzak! Dini tedkīk edeceksek dönelim haydi geri; Alalım neş’et-i İslam’a yakın bir devri: O ne dehşetli terakkī o ne müdhiş sür’at! Öyle bir harika gösterdi mi insaniyyet? Devr-i fetrette kalan hem de asırlarca kalan; Vahşetin gılzetin a’makına daldıkça dalan; Gömerek dipdiri evladını kum çöllerine Bunda bir neşve duyan hiss-i nedamet yerine; Önce dağdan getirip yonttuğu taş parçasını Sonra halik tanıyan bir sürü vahşi yığını Nasıl olmuş da otuz yılda otuz bin senelik Bir terakkī ile dünyaya kesilmiş malik? Nasıl olmuş da o fazıl medeniyyet o kemal Öyle bir kavmin içinden doğuvermiş derhal? Nasıl olmuş da zuhur eyleyebilmiş Sıddik? Nereden gelmiş o Haydar’daki irfan-ı amik? Önce dehşetli zıpırken nasıl olmuş da Ömer Öyle bir adle sarılmış ki: Değil kar-ı beşer? Hail olsaydı terakkīye eğer Şer’-i mübin Devr-i mes’ud-kudumuyle giren asr-ı güzin En büyük bir medeniyyetle mi eylerdi zuhur? Mündemic olmasa ruhunda onun na-mahsur Bir tekamül o kadar harika nerden doğacak? Mütefekkirleriniz anlaşılan pek korkak Yahud ahmak... İkisinden bilemem hangisidir! Sanıyorlar ki: “Bugün Avrupa tekmil kafir. Mütedeyyin görünürsek diyecekler; barbar! “Libri pansör” geçinirsek değişir belki nazar...” Şark’ı baştan başa yıllarca dolaştım gezdim; Hem de oldukça görürdüm... Kafa gezdirmezdim! Bu Arabmış bu Acemmiş bu Tatarmış demedim; Müslüman unsurunun hepsini gördüm kendim. Küçük ademlerinin ruhunu tedkīk ettim; Büyük ademlerinin fikrini ta’mik ettim. Nedir esbab-ı terakkīsi? Yakından görmek. Bu uzun boylu mesai bu uzun boylu sefer Bir kanaat verecekmiş bana dünyada meğer. O kanaat da şudur: Sırr-ı terakkīnizi siz Başka yerlerde taharriye şitab etmeyiniz. Onu kendinde arar yükselecek bir millet; Çünkü her noktada taklid ile sökmez hareket. Alınız ilmini Garb’ın alınız san’atini; Veriniz hem de mesainize son sür’atini. Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız; Çünkü milliyyeti yok san’atin ilmin; yalnız Bütün edvar-ı terakkiyi yarıp geçmek için Kendi “mahiyyet-i ruhiyye”niz olsun kılavuz. Çünkü pek saçmadır ümmid-i selamet onsuz. Sonra dikkatlere şayan olacak bir şey var: Kocaman bir ağacın tıpkı çiçeklenmesine Benzetirler ki hakīkat ne büyük söz bilene! Bu muazzam ağacın gövdesi baştan aşağı; Sayısız kökleri tekmil dalı tekmil budağı Milletin sine-i mazisine merbut; oradan Uzanıp gelmededir. − Öyle yaratmış Yaradan − Bir cemaat ki nihayet ona gelmez de iyi Ağacın hey’et-i mecmuası yahud çiçeği Ta gider sine-i milletten urup hake serer... Milletin kendi olur işte o baltayla heder! Çünkü meydanda kalan kütle yığınlarca odun! Hastalanmışsa ağaç gösteriniz bir bilene Bir de en çok köke baksın bakacak kimse yine. Aşılarken de vurun kendine kendinden aşı. Şayed isterseniz ağacın donanıp üstü başı Benzesin taze çiçeklerle bezenmiş geline; Geçmesin dikkat edin balta çocuklar eline! Size aid sizi tahlis edecek sa’y-i beliğ. Ya İlahi bize tevfikıni gönder... − Amin! Doğru yol hangisidir millete göster... − Amin! Ruh-i İslam’ı şedaid sıkıyor öldürecek. Zulmü te’dib ise maksud-i mehibin gerçek Nara yansın mı beraber bu kadar mazlumin? Bi-günahız çoğumuz... Yakma İlahi! − Amin! Boğuyor alem-i İslam’ı bir azgın fitne; Kıt’alar kaynayarak gitti o girdab içine! Mahvolan aileler bir sürü ma’sumundur; Kalan avarelerin hali de ma’lumundur... Nasıl olmaz ki tezelzül veriyor Arş’a enin? Dinsin artık bu hazin velvele ya Rab! − Amin! Müslüman mülkünü her yerde felaket vurdu; Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu. O da çiğnendi mi çiğnendi demek Şer’-i mübin... Hak-sar eyleme ya Rab onu olsun... − Amin! Ve’l-hamdu li’l-lahi Rabbi’l-alemin. TA’LIM VE TERBIYE ESASLARI Ta’lim ve terbiye ile meşgūl olan zevatın münferid tecrübelerini şahsi metodlarını bir yere toplayarak ma’kūl ve faide-bahş olanları bit-tefrik umumi prensiplerle yekdiğerlerine rabt etmek suretiyle muayyen bir sistem meydana çıkarılırsa bunun tatbikından pek çok faide istihsal olunabilir. Her mürebbi muallim kendi idrak ve temayülatına göre bir usul ta’kīb etmekte serbest kalırsa muhtelif gayelere göre terbiye edilecek olan nesl-i ati arasında bir ahenk bir vifak bulunamaz. Bu halin mahzurları ise izahtan müstağnidir. Şübban-ı vatanın acemi ellerde beyhude ve gayesiz u­ sullerle heder edilmesine bittabi’ müsamaha gösterilemez. Mürebbi ve muallimlerin kavanin-i tabiiyyeyi hiçe sayarak arzuları vechile bir usul-i keyfi vaz’ ve tatbikına kalkışmaları neticesiz ve hilkat-şiken bir hareket addolunabilir. Bu hal genç dimağları terakkīye değil bilakis inkıraza sevk etmekten başka bir netice hasıl edemez. Yetiştirilecek gençler –ki atiyen mukadderat-ı vatan ken­ dilerine tevdi’ olunacaktır– agūş-ı maderden i’tibaren nevamis-i tabiiyyeden müstahrec bir usule tatbikan metin ve esaslı bir terbiye-i fikriyye alamazlarsa istikbalden intizar edilen tatlı ümniyeler bir serab halini alır. Asliyetini gaib ederek yetişecek nesil milletin saadet ve refahına karşı daimi bir unsur-ı tehlike ve tehdid teşkil edebilirler. Her millet kendisine mahsus bir takım secaya-yı nebileye maliktir. Bu seciyelerdir ki milletlere mümtaz birer paye-i mahsus bahş etmiştir. Ta’lim ve terbiye secaya-yı necibe-i milliyyenin muhafaza ve neticesi esasına müstenid olmalıdır. Silsile-i uzviyyatta müşahede olunan temadi ve tekamül-i cismani ve psikolocya kanunu aynıyla nev’-i beşerde de hükümrandır. Yalnız sevk-ı tabii ve temayülat-ı ırkıyye insanlarda meleke-i zekaiyye muğlak bir terbiye-i psikolojiyye neticesinde Saha-i hilkatte hüküm-ferma olan temadi kanunu uzviyyatta tecdid-i şekl yani tenasül tarzında tecelli ederek cismani ve psikolocyai iki safha arz etmektedir. Temadi-i cismani tekamül-i uzviyi intac ettiği gibi temadi-i psikolocyai de temayülat ve sevk-i garizi gibi amillere merbut bulunmaktadır. Avamil-i mezkure hayat-ı ruhiyyenin üss-i muharrikleri olup veraset namı altında ecdaddan ahfada intikal ederler. Fakat çocuk büyüdükçe vasat-ı muhitinin temayülat-ı şahsiyyesine olan te’siri de o nisbette artmaya başlar. Nihayet bu te’sirata ser-füru etmek mecburiyeti hasıl olur ki bunu da muhite tevafuk suretinde beyan edebiliriz. Temayülat-ı mezkureye daha sonra ebeveyn ve mürebbilerin te’sirat-ı nid bir gayeye müteveccih bulunan bu te’sirat da ta’lim ve terbiye ünvanı altında cem’ edilmektedir. Çocuktaki isti’dad ve temayülat-ı psikolojiyyenin yaşayacağı muhite göre inkişaf ettirilmesi icab edeceği gibi gayenin de behemehal muayyen olması lazımdır. Çocukları ta’lim ve terbiyeden maksad nedir? Onları ne gibi bir gaye taayyün etmesi iktiza eder. Bu husus taayün ettikten sonra nasıl yetiştireceğimiz mes’elesi gelir ki pedagoji bize bu esasları Şimdiye kadar mekteplerimizde ta’kīb edilen tarz-ı tedris ve terbiyede Eflatun’un köhne Hükumet Mefkuresi kabul edilmiş olduğu görülür. Çocukları hükumet me’muru olmak üzere yetiştirmek gayesine müstenid olan bu usul bile maatteessüf suret-i salimede tatbik olunamıyor. Cidalgah-ı hayata atılacak gençler acaba yalnız idare-i hükumet vazifesiyle mi mükellef olacaklardır? Ve öyle mi olmalıdır?... Her şahıs evvela bizzat kendini sonra umur-ı zatiyyesini hüsn-i idare ile muvazzaf değil midir? Saadet-i hayatiyyenin en esaslı renklerinden bulunan bu vazifeleri hakkıyla ifa edebilecek kadar bir terbiye-i asile alamamış olan bir genç umur-ı hükumeti ne suretle idare edebilecektir? Mütalaa-i acizaneme göre ta’lim ve terbiye çocukları cem’iyet içinde ne olmaları lazım ise o hayat için hazırlamak esasına müstenid olmalıdır. Bu esasa binaen ta’lim ve terbiye edilecek bir genç hayatın bilcümle safahatında bizzat kendi kendini zeka ve kudret-i akliyyesini umur ve hususat-ı zatiyyesini vezaif-i medeniyye ve ictimaiyyesini hüsn-i idare ve kuva-yı bedeniyyesini muhafaza ederek arasında yaşadığı cem’iyet-i beşeriyeye nafi’ bir uzuv olarak yetişebilir. Hazret-i Haydar’ın ... tavsiye-i aliyyesi ta’lim ve terbiye hususunda bizim için bir mişkat-i hakīkat-bin olamaz mı? Alman hakim-i şehiri Kant “Altından çıkamayacağımız mes’uliyetlerin en ağır ve en müşkili ta’lim ve terbiye mes’elesidir.” demişti. Filhakīka böyledir. Hayat-ı ictimaide müşterek olan efraddan her biri diğerlerinin terbiyesine az çok bir te’sir icra etmekten geri kalmaz. Ensal-i cedideyi örf an’ane te’sir-i muhit tevarüs muvaneset gibi avamilin te’siratından kurtararak hem şahıs ve hem nevi için en haşin ve en ziyade velud şerait-ı hayatiyyeye tevfik etmek ve insan namına bi-hakkın şayeste bir mertebeye i’laya çalışmak hakīkaten güç bir mes’eledir. a’lim ve terbiyeye esas olmak üzere evvelemirde ber-vech-i ati üç şey nazar-ı i’tibara alınırsa bu ağır ve müşkil vazife mehma-emken tahfif edilmiş olur: Bir tarz-ı hayatı iyi ve saadet-bahş görmek Bu tarz-ı hayatı tercih etmek Çocuğu bu hayata hazırlamak Bu prensipler gözetilmek üzere tatbik edilecek tedrisat sayesindedir ki vatana muhtac olduğu münevver ve zinde dimağlar yetiştirilebilir. M. Şemseddin ---- TARIH ---- ---- AFGANISTAN ---- ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- O havali sergerdeleriyle ahalisi aralarında bir meclis teşkil ettikten sonra bana bir takım hediyeler getirdiler birkaç gün içinde iki bin süvari ile bin piyade teşkil olunarak Mir Baba Big kumandasında Feyzabad’a gönderilmesine emir verdim. Bu emir icra olundu. Ber-vech-i ati bir de mektup yazıp bu askere terfik ettiğim bir me’mur ile yolladım: “Ehl-i İslam! “Ben müslüman olan Afgan ahalisiyle harb etmek için değil a’da-yı din ile cihad eylemek üzere geldim. Binaenaleyh bana itaat göstermeniz lazımdır. Benim hükmüm canib-i İlahi ve taraf-ı Risalet-penahi’dendir. Çünkü hepimiz Allah’ın kuluyuz ve cümlemiz cihad ile me’muruz. Feyzabadlıların bana mütabaat edeceklerini umduğum başka bir de ümera ile eşrafa hitaben bir mektup tahrir ile Mir Baba Big’e tevdi’ ettim. O mektup da şu suretle muharrer “Mir Şahzade Hasan ve Feyzabad sergerdeleriyle ahalisine ma’lum ola ki: “Ben Afganistan’ı İngilizlerden kurtarmak için geldim. Bu emel sulhan kabil olursa fe-biha olmadığı surette harb edeceğim. “Siz memleketin ümerası ve ekabirisiniz. Vilayat-ı İslamiyyenin Frenkler eline geçmesine rıza göstermeyiniz. Şayed böyle bir felaket vukū’ bulursa namusumuz berbad olacağı gibi bütün dünya nazarında asabiyet-i kavmiyye ve gayret-i diniyye sahibi olmamakla nifak u şikak neticesinde memleket ve dini elden kaçırmakla itham ediliriz. “Beyler! “Nesayıhımı dinleyiniz. Sözüme kulak asmadığınız surette açık söyleyeyim ki sizi din düşmanı farz eyleyerek harb edeceğim. İyi düşününüz: Ya dinin hamisi olunuz yahud benimle muharebeye hazırlanınız.” Bu mektubu okuyan sergerdegan ile ahali beylerinin nezdine gidip bana itaat ve memleketlerinin yed-i küffara geçmesine mümanaat etmelerinin en doğru bir hareket olacağını söylemiş. Bey ise: – Ben Keşmir hakimleriyle iyi görüşürüm. Abdurrahman gibi bir müslümana tabi’ olacağıma Keşmir ümerasına Sergerdeler de: – Sizin Keşmir Hindularına tabi’ olacağınızı bilse idik hiçbir vakit kendimize hakim intihab etmezdik. Madem ki fikriniz anlaşıldı sür’at-i mümkine ile Keşmir’deki dostlarınızın yanına buyurun cevabını vermişler. Budala herif memleket ve hükumetini bırakıp ve ıyal ü etfalini Çetral ve Ledah tarikıyla Keşmir’e gitti. Çok geçmeden de orada vefat ederek ehl ü ıyalini zaruret içinde bıraktı. * * * Birkaç gün sonra Katagan Beyi Mir Sultan Murad’a “Afganistan’ı le vilayetiniz dahilinden geçmeye müsaade eder ve gerek mali ve gerek askeri bana yardım eyler misiniz?” mealinde bir mektup yazıp yolladım. Şöyle bir cevap gönderdi: “İngilizlere muhalefet edecek kuvvetimiz olmadığından vilayetimiz dahilinden geçmenize müsaade edemeyeceğiz.” Tekrar şu mektubu irsal ettim: “Küffar ile müttefik olduğunuz anlaşıldı ve ibtida sizinle harb etmek lazım geldi.” Bu mektubu da gönderdim ama Mir Sultan Murad’ı fikrinden döndüremeyeceğimi anladığımdan sutur-ı atiyyeyi havi bin kadar beyanname yazdırıp derviş kıyafetine girmiş bir me’mur ile Belh askerine isbal ettim: “Ey Afganistan ahalisi! “Ma’lumunuz olsun ki: Belh’e girmek için yola çıkıp Rustak’a vasıl oldum. Fakat gelip size iltihak etmeme Mir Sultan Murad mani’ oluyor.” * * * şeklinde yazılmıştır. Bir parça da Bedahşan ahvalinden bahsedelim: Evvelce beyan olunmuştu ki: Amca-zadelerim Serdar Server Han ile [ ] Serdar İshak Han’a yol masrafı kuyruktan dolma altmış tüfenk ve on iki bin fişenk verip Türkmenlere hitaben yazılmış mektublar ile Semerkand’dan Müşarun-ileyhima ile Abdülkuddus Han Türkistan’a vasıl oldukları esnada Gulam Haydar Han iki üç bin Kızılbaş süvarisini bunların ahz ü giriftine me’mur etti. “Bu Gulam Haydar Han Verdek taifesinden olup Şir Ali Han zamanında “Grinellik” Binbaşılık rütbesini ihraz eylemiş ve Muhammed Ya’kūb Han’ın devr-i emaretinde Belh Hakimliği’ne ta’yin olunmuş mansıb-ı cedidine geçince Gader Han Kızılbaş’ı Şebergan Hakimliği’ne Gulam Muizzüddin Han Nasıri’yi Serpul Hakimliği’ne Muhammed Server’i de Ağça Hakimliği’ne nasb eylemişti.” Amca-zadelerim Gulam Haydar Han’ın teşebbüsünden haberdar olunca –mukabeleye kuvvetleri olmadığı için– Belh tarikını bırakıp Şebergan cihetine gittiler ve yolda Şebergan hakimine –ki Kızılbaş idi– bir kağıd yazdılar. mişti. Gece yarısı Şebergan haricine geldikleri sırada Server Han şehre gidip hakimle görüşmek fikrinde bulundu. Biraderleri men’ etmek istedilerse de dinlemedi ve: – Beni bırakırsınız yahud sizi tüfenkle vururum! diyerek Şerbet Ali namındaki hizmetkarı ile gidip kale kapısını çaldılar ve: – Kimsiniz? sualine: – Ceneral Gulam Haydar Han’dan Şebergan hakimine bir kağıd getiriyoruz cevabını verdiler. Kapı açılıp bunlar içeriye girdilerse de karakol me’muru Server Han’ı tanıdığı cihetle: – Şehre girmekten maksadınız nedir? diye sordu. Server Han maksad-ı duhulü anlattı. Me’mur: – Şimdi dönüp gidiniz. Yoksa hakim sizi esir edecektir. Yarın süvarilerinizle gelecek olursanız ahali ile birlikte size mutavaat eyleyeceğiz dedi. Server Han benim Bedahşan’ı teshir ettiğimi zımnen işitmiş olmakla beraber bu sözü dinlemedi: – Buranın hakimi beni da’vet etmiştir. Gidip onun elini ayağını öperek kendisine itaat eyleyeceğim cevabını verdi. Nihayet hakimin huzuruna götürüldü ve eli ayağı bağlanıp bir binbaşı ile bir müfrezeye teslimen Deşt-i Erzene tarikıyla Mezar-ı Şerif’te bulunan Gulam Haydar Han’a gönderildi. Müfreze ile bedbaht esir sabahleyin Devadi’ye geldiler ve oradan Gulam Haydar Han’a Server Han’ın giriftini müş’ir haber yolladılar. Gulam Haydar Han erkan-ı hükumetiyle müşavereden sonra Server Han’ın vürudu duyulacak olursa Kuhistan ve Özbek taifelerinin iğtişaş çıkarmaları ihtimaline binaen vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Bu karar üzerine Gulam Haydar Han’ın Veziri Rıdvan ile Gulam Muizzüddin namında bir herif Server Han’ın katline me’mur olarak Devadi’ye geldiler. Ve mukteza-yı me’muşeklinde yazılmıştır. riyetlerini ifa eyleyerek cesed-i maktulü oradaki bir divarın dibine defneylediler. Vazife-i me’murelerini icra ettiklerini isbat § Diğer amca-zadelerim el-Kuddus ve İshak Hanlar Server Han’ın başına gelen felaketten haberdar olmadıkları halde Meymene tarafına gittiler. Meymene Valisi Dilaver Han bunların vürudunu işitince ahz ü giriftleri için oradaki Türkmenlere emir verdi. Fakat Türkmenler: –Biz Abdurrahman Han’ın amca-zadelerine taarruz değil ömrümüz oldukça kendilerine hizmetle iftihar ederiz diyerek Dilaver Han şu hali görünce Abdülkuddus ve İshak Hanları Muhammed Eyyub Han tarafından tevkīf olunmaları ---- HAK ---- Diyorlar ki: “Hakk”ın mebdei nedir? Bu mes’ele “vazifenin mebdei” gibi muhtelif suretlerle hallolunmuştur: On sekizinci asır feylosof Helvetius’a göre hakkın mebde’ principei “arzu- désir”dir. Arzu olunan her şeyde hak vardır. Fakat iki şahıs aynı zamanda aynı maddeyi isterlerse bunlardan her birinin hakkı nasıl ta’yin olunacak? En büyük hakka en şiddetli arzu mu nail olacak; o halde arzunun bu şiddeti nasıl takdir olunacaktır? Şübhesiz bu her birinin sarf edeceği gayrete ve nihayet elde edeceği muvaffakıyete göre taayyün edecektir. Böylelikle “Helvetius Nazariyesi” şu surete müncer oluyor: Herkes kuvvetli olmak şart-ı zarurisiyle arzu ettiği şeye nail olmak hakkına maliktir: Hak kuvvetten Son asır ibtidalarında yetişen feylosof Destutt de Tracy; hakkın menşe’ini ihtiyacda buluyor. Bu ta’dil “Epikür”ün cyrenaisme’e müncer olan mezhebine benziyor. Arzular; sebatsız ve ekseriya ca’lidir. İhtiyaclar ise sabit tabiidir herkeste aynı şeydir. Her ferdin emniyete hürriyete temellüke ihtiyacı vardır. O halde emniyet hürriyet temellük birer haktır. Fakat “arzu” ile “ihtiyac”ın hududunu tesbit etmek mümkün değildir. Terakkıyat-i medeniyye; evvelce ancak bir “arzu”dan ibaret olan şeyleri bugün “ihtiyac” suretinde tecelli ettiriyor. Bununla beraber aynı müşkil burada da vardır: İki adam aynı şeye karşı müsavaten arz-ı ta’yin edecektir? Bu kaide “nefs-i ihtiyacat - des be soins eux-memes”den istinbat edilemez: Yine bu kaide bir fikr-i sebebiyyet olamayınca evvelki gibi bu da bir “vakıa-i tecrübiyye”den bir “kuvvet”ten başka bir şey değil demek olur. O halde bu nazariyat-ı ihtiyariyye - Les theories empiriques Hobbs’un “Hak kuvvettir.” nazariyesine müncer oluyor: “Hakīkat-i halde yapabileceğiniz her şeyi yapmak hakkına da maliksiniz.” Lakin “Hak kuvvettir.” kaziyyesi ya “tahlili - analytique” ya “te’lifi - synthetique”dir. Birinci su[re]te göre: Elden gelen her şey yapılabilecek en kuvvetli olan daima istediğini yapıverecek demektir. Ancak hakkı böyle “kuvvet” ile aynı seviyeye koymak onu inkar etmek demektir. O halde “Hak kuvvettir” diyecek yerde daha sade bir şekilde “Kuvvet kuvvettir.” yahud ıstılah-ı halka göre: “Kuvvete hiçbir mania karşı duramaz.” denivermelidir. ziyye bedihi olamaz siz en kuvvetli olabilirsiniz fakat bu; yapmak kudretine malik olduğunuz şeyi suret-i meşruada yapmak için bir sebeb bulunduğunu isbat etmez. O halde “kuvvet”in meşru’ olduğuna [na]sıl bir delil ikame etmelidir? Şu yolda istidlal etmekten başka çare yok gibi görünüyor: Ben muvaffak olduğum müddetçe Cenab-ı Hak da benimle beraber oluyor demektir; kuvvet ise irade-i İlahiyyenin bir tecellisidir. O halde ona karşı durmak küfr-amiz olur. Fakat hiçbir şey “kuvvet”in bu esrarengiz “hassıyyet - caractere”inden daha ziyade muzlim ve kabil-i i’tiraz olamaz. Cenab-ı Hak “bir kudret-i amya - puissance aveuqle” değildir; o herşeyden evvel Müsebbibü’l-esbab ve Hakim’dir. Bununla beraber insanın malik olduğu kuvvet daima mahdud ve mütehavvildir: Bugün hak olduğu iddia olunan bir şey yarının hakkına zıd olabilir. Bundan anlaşılıyor ki kuvvet “hakk”ın hassıyetlerinden hiçbirine malik değildir. O bilakis nisbi ve mütehavvildir. O halde kuvvet hiçbir suretle “hakk”ı te’sis edemez; o ancak hakka hadim olduğu zaman meşru’ olabilir. Adaletsiz bir kuvvetin muzafferiyetlerine karşı daima istikbalin telafi ve tashihlerinden i’dadlarından ümidvar bulunmaya imkan-ı müsaade vardır. Abdüllatif Nevzad * * * MÜLAHAZAT-I MÜTENEVVIA Geçen mülahazat-ı mütenevvia fıkralarının birinde adedi kalil olan milletler için zamanımızda istiklal-i siyasi üzere idame-i mevcudiyyetin nın birçok aksamını istila etmiş ve her gittiği yerde vaz’-ı hakimiyyet eylemiş olan tavaif-i Etrak kendileri için muzır pek çok hataya-yı siyasiyyede bulundukları halde büyük bir meziyyet-i siyasiyye dahi gösteregelmişlerdir ki bu da kendilerine mülhak olan tavaif-i saire-i Müslimeyi kendileriyle bir saymış olmalarıdır. Türkler için din ve millet birdir. Binaenaleyh gıll-i nifakdan ve garaz-ı muzmer-i şikakdan azade olarak Türklük aleminde yaşayan her taife ma’nen ve maddeten mütena’im olur ve can [u] gönülden olan bu gibi nush-ı şerifi de zaten ma’lum değil mi ya? Memalik-i Saltanat-ı Osmaniyye’nin vilayat-ı mühimmesinden birisinde sakin ufak bir taife vardır ki aslen Beni yet etmişlerdir. Bu taife efradı cümlemizce müslüman tanılıyor; lisanları da Türkçe’dir. Aslen mensub oldukları iddia edilen cemaat-i Museviyye ile kapı bir komşu bulundukları halde aralarında vahdete delalet eder bir rabıta kalmamıştır. Münasebet-i sıhriyyet de cari değil; birisinde lisan-ı aile eski dönme daha doğrusu mühtedi tesmiye olunduğu ma’lum Daire-i hidayete girdikten sonra müslüman sayılırlar biter; mek istemez. Hala bir taife-i mühtediyye sıfatını iltizam eden efrad-ı mezkure ise evsaf ve mezaya-yı milliyyede ahenk hasıl eden ibadet ve sıhriyyet hususlarında cemaat-i muazzama-i müslimeden mu’tezil bir tavr-ı hayat iltizam edip gitmektedir. Bu ise bizim için cidden teessüf olunacak bir haldir. Müslüman sıfatını alan bir cemaat her halde vahdet-i ayrılık gayrılık gütmemelidir. Zamanımız a’sar-ı cahile yadigarı olan i’tikadat-ı garibenin revacına müsaid olmamak lazım gelir. Gönül isterdi ki Selanik’e mensub olan zeki çalışkan kargüzar o taife-i sagīre her hususta sair efrad-ı müslime menin agūş-ı uhuvveti kendileri için açıktır. Din-i fıtrat olan ve muhadenet-i beşerin en müessir bir vasıtası bulunan İslamiyet’e Evkaf Nazır-ı sabıkı Hayri Bey’in muamelat-ı evkafiyyenin hüsn-i temşiyyetindeki himmeti pek çok kimseler tarafından tasdik olunagelmiştir. Bu zat Evkaf Nezareti’nin müstemirren ifa-yı hüsn-i vazife eyleyebilmesi için Evkaf nazırının kabinede dahil bulunmamasını arzu eylermiş. Pek doğru bir arzu. Bazı kimseler: “Meşrutiyette kabineler sık sık değiştiğinden devaire nuzzar-ı cedide vürud edegelmesi çok kere muamelat-ı cariyyeyi sektedar ediyor” diyorlar. Zannımca bunu hal-i meşrutiyyete atfeylemek bir hata-yı fahiştir. Tebeddül-i mütetabii ve binaenaleyh tezebzüb-i idariyi mucib olan şey hal-i meşrutiyyet değil; ancak hal-i inkılabdır. Bu mülk hal-i inkılabdan kurtulmadıkça umuru da teşevvüşten hali kalamayacaktır. Biz Maarif Nezareti’ni işgal eden zatların bile hey’et-i vükeladan haric kalmasını arzu ederdik. Maarif hususundaki noksanımızdan dolayı bunca şikayetler vakı’ olduğu ma’lumdur. Dört senelik devr-i inkılabımızda yarım düzine nazır gelip gitmesinden dolayı maarifçe esaslı hiçbir terakkī meydana gelemedi; hatta maarif-i umumiyye Nazır-ı sabıkı Emrullah Efendi’nin tedrisat-ı ibtidaiyye ve muallimlerin terfii hakkında tanzim eylediği layiha-i kanuniyyeler Meclis-i mesdudun encümen-i mahsusunda tedkīk e­ dil­ mişiken buhran-ı hazır sebebiyle arızaya uğradı daha doğrusu ma’ruz-ı harabi oldu. Nitekim diğer birçok kavanin dahi aynı felakete uğradı. Yeni nazırların yeni levayıh-ı kanuniyye teklif edegeldiği yeni meb’usan intihabının üç dört ayda ancak vukū’ bulabildiği ve yeni gelen bir meclisin tertibat ve muamelat-ı dahiliyyesini ikmal edip de ciddi surette iş ve levayıh-ı kanuniyye çıkarmaya başlaması la-ekal üç aya mütevakkıf bulunduğu nazar-ı i’tinaya alınırsa hayat-ı mülkiyyemizden kıymetli zamanların nasıl heba olup gittiği anlaşılıyor da insanın yüreği yanıyor. Bari şu mülk ü milleti bila-arıza terakkī ettirecek başka türlü çareler dahi keşfolunsa da efrad-ı millet de biraz tesliyet bulsa !!! § Ramazan’da Taat ve İntihabat – Geçenlerde intihabata başlanılması için taşraya evamir ısdar olunduğunu gazetelerde okuduğum zaman Ramazan-ı Şerif’te bunun ehl-i İslam için hoş bir hal addolunmayacağını düşünmüş ki bu da Ramazan’da pek tabiidir. İntihabat hayat-ı siyasiyyenin en dağdağalı umurundandır; imdi ihtirasatı ağrazı münafeseyi teşdid eyler. İhvan-ı diniyyenin yekdiğerine karşı hilm ü rıfk üzere müsaadat-ı semihane ile muamele etmesi muktezi olan mübarek bir zamanda musaraa ve mübareze-i siyasiyyeye tutuşturulmaları muvafık-ı maslahat değildir. Arzu edilen meb’usan intihabatının tesriinde gayr-i müslimler tir. Geçenki intihabat münasebetiyle gayr-i müslim a’zanın adem-i kifayetinden ve binaenaleyh Türklerin nisbet-i adile kaidesine adem-i riayetlerinden bahseden ecnebi gazeteleri hoşa gidecek bir haldir. Fakat bundan mutazarrır olacak taraf ancak unsur-ı İslam’dır. Bir fırkadan diğerinin iğtinam edeceği a’zanın mikdarı nisbetinde Meclis-i Meb’usan’da unsur-ı İslam za’fiyetle temessül edeceği gibi müslümanlardan Ramazan’da taat ve ibadat ile meşgūl olan bir kısm-ı külli-i efradın intihabat işlerinde gayret-i kafiyye ile iştigal edememeleri dahi ahali-i İslamiyyenin hukūk-ı intihabiyyesinin tamami-i te’minine mani’ olur. § Çend seneden beri hükumet-i meşruta-i Osmaniyye’nin hürriyet-i matbuatı takyid eylediğinden pek çok bahsetmiş olan İngiliz matbuatına şaşarım. Hilal-i Osmani gazetesinde muzır addolunacak ne vardı ki Mısır’a duhulü şiddetle men’ edildi? Bizdeki takyid-i matbuatı şiddetle tenkīd eylemiş olan İngiliz gazeteleri Mısır’daki matbuat-ı İslamiyye üzerine İngiliz me’murlarının tenbihi musib addeylemişlerdir. Anladığımıza göre Japonya’nın Tok­ yo şehrinde Hindli Bereketullah Efendi nam zatın İngilizce olarak neşreylemekte olduğu Uhuvvet-i İslamiyye risalesi dahi Times gazetesi tarafından “müfsid ve muzır” bir gazete olarak telakkī edilmiş ve İngiltere hükumetinin o babda nazar-ı dikkati celb olunmuştur. Artık Uhuvvet-i İslamiyye risalesi Hindistan’a giremeyecek demektir. Zahir İngiliz siyasiyyunu ehl-i İslam’a layık olan şekl-i matbuatı müslümanlardan ziyade kendilerinin ta’yine salahiyetdar olduklarına zahibdirler! Biz Hilal-i Osmani ceride-i mu’teberesinde menafi’-i İslamiyye ve Osmaniyye’nin muhıkkane ve mu’tedilane müdafaasından başka bir şey göremiyoruz. O halde men’-i duhulünde taannüdden maksad nedir anlayamayız. Bugün Hilal-i Osmani gazetesinin Türkçe nüshası Osmanlılar havi olarak çıkıyor. Gönül isterdi ki bu gazetenin Arabca kısmından da Mısırlılar müstefid ola. Zira Müdir-i Mes’ulü olan Şeyh Abdülaziz Şavuş fazilet ve fetanet-i siyasiyye sahibi bir zat olup onun vukūf-ı mükemmelinden her müslüman müstefid olabilir. Hele İngiltere’nin siyaset-i şarkıyye ve İslamiyyesini Şeyh Abdülaziz derecesinde anlayabilir bizde bir racül-i devlet bile yoktur. Bu iddiama kani’ olmak istemeyenler Osmani ’nin Türkçe ve Arabca nüshalarını alıp okuyabilirler. GARBIN ŞARKTA KILISE SIYASETI Sebilürreşad ’ın numaralı nüshasında Hindistan mu­ habir-i mahsusunun “Beyrut Cereyan-ı Siyasisi” namı tahtındaki makalesinde Beyrut vilayeti akvam ve anasır-ı Mesihiyyenin nümayişgahını ve Avrupa devletlerinin hedef-i amalini teşkil eden bir mahal olduğunu yazıp bir hakīkati söylemiştir. Bu devletler mezheb namı altında yekdiğerine rekabeten politika çevirdikleri cümlece ma’lumdur. Garbın şarkta çevirdiği kilise politikası hemen kurun-ı vustada bed’ eylemiştir. Evvela Roma Kilisesi’nin hamisi yine Roma imparatorları na rehber olmuşlardı. Ba’dehu İstanbul Osmanlılar’ın yed-i zab­ tına geçtikten sonra İslamiyet’in Avrupa’yı tehdidi mülahaza olunarak Latin Kilisesi’nin sıfat-ı hamiliğini Hamburg hükümdarları yed-i himayesine almış ve senesi Viyana Musalahası’nda Avusturyalılar’ın işbu himayesi ilk defa olmak üzere tanınmış idi. Bunu müteakıb ’de İstanbul Karloviç Saroviç Belgrad ve Ziştovo Musalahalarında işbu himaye-i hukūk-ı Ehl-i Salib tevsian Habsburg hükümdarlarına verilmiş idiyse de hemen On Altıncı asır evasıtından beri bu hukūk-ı himayeyi o zamanlar filosunun kesreti sayesinde Bahr-i Sefid’de hakim olan Fransızlar tedricen gasb etmişler idi. senesinde Fransızlar Viyana’nın ilk muhasarasını mucib oluyor. Ba’dehu senesinde yine devleteyn-i mezkureteyn beyninde teati olunan Ticaret Mukavelenamesi’nde daha bir takım imtiyazat sızlara verildiği gibi Avusturyalılara da şarkta mevcud Katolikleri sıyanet hakkı verilmiş idi. Her ne kadar Fransızlara verilen imtiyazat yalnız Fransız tebaasına şümulü sarahaten mukavelenamede münderic idiyse de Fransızların kuvve-i bahriyyesi sair Avrupa devletleri bahriyesine nisbeten kavice bulunduğundan balada zikrolunduğu üzere himaye-i hukūk-ı Ehl-i Salib Fransızlar üzerine devrolmuş idi. Çünkü: Papalık makamının günden güne zaif düşmesine mebni müşkilat vukūunda bizzat himayeye muktedir olamadığından bazı İspanya bazı Venediklilerin bazı defa da Avusturyalıların agūş-ı himayesine atılmaya muhtac kaldığından nihayet Bahr-i Sefid muhafızı sıfatını takınan Fransızların Papa tarafından kabul olunmuştu. Fransızlar’ın bu teşebbüsatına karşı en müdhiş rakībi Ruslar idi ki senesi Küçük Kaynarca Muahedesi’nde: Evvela Ruslar şarkta mevcud Ortodoks milletlerinin himayesi hakkını kazanarak Fransızlara tekaddüm etmiş idiyse de fi Haziran sene tarihinde vukū’ bulan Paris Muahedesi’ne gelinceye kadar Fransızlara tevdi’ olunan hakk-ı himaye yalnız hususi bir imtiyaz hükmünde iken işbu muahedede Fransızların şarkta “hami-i hukūk-ı Ehl-i Salib” olarak tanınmasına kongrede mevcud murahhaslar tarafından tasviben karar verilmesi Ruslar’ın bu hukūktan sakıt olmasına bais olmuş idi. Bu himaye mes’elesinin esasen meydana çıkması Suriye’de mevcud kabile ve müteferrik mezahib-i Hıristiyaniyye’nin yekdiğerine karşı buğz u adaveti olduğundan hatta ’ncı asırda Ortodoks mezhebi mensubini Roma Kilisesi’ne mensub Françiskanları kilise ve me’valarından çıkarıp teb’ide kadar çalışmışlar ise de İmparator On Üçüncü Lui’nin müdahalesi üzerine zabtettikleri kiliselerle mebaninin Rum ve Ermenilerin yed-i gasbından tekrar alınmasına ve Kudüs’te bir de Fransız Konsoloshanesi’nin te’sis olunması için cü ve On Beşinci Lui’nin teşebbüsat-ı mükerreresine atfen Beyt-i Makdis hemen tamamen Katolikler’e verilmiş; işte Fransızlar’ın böyle bir muvaffakıyet-i fevkalade ile kazandıkları bu gibi imtiyazatın Paris Muahedesi’nde bir hukūk-ı milel sıfatıyla resmen tanınmasına bais olmuş idi. Bunun üzerine Ortodokslar ile Ruslar Beyt-i Makdis’teki haklarını evail-i zaman-ı Hıristiyaniyyeye istinad ettirerek çünkü Makber-i mahalde tarih-i miladisinde Roma İmparatoriçesi Mukaddes Helen Kocası İmparator Kostantinus Kloros ve Kostantin-i Kebir’in validesi kocasının vefatından sonra rahibeliği tir. tarafından bina olunduğunu iddia hatta müverrihin-i Yunaniyye’den Dipocedis Kirmpakos kendi tarihinde Hazret-i Ömer tarafından tasdik olunduğunu yazıyor ise de bunun sahih olduğuna delalet edecek diğer tarihlerde hiçbir şeye tesadüf olunmamıştır. Diğer taraftan da Latinler İmparatoriçe Helen’in Katolik mezhebine mensub olduğunu binaenaleyh Makber Kilisesi’nin kendilerine aid olduğunu Bu Makber-i İsa Kilisesi senesinde ihrak olunuyor ki müsebbibinin Rumlar olduğu rivayeti ihtimale pek karib olduğu şununla anlaşılıyor: O zamanlar Latinler’in maliyece pek zaif bulunmalarından bil-istifade kilise Ortodokslar tarafından müceddeden bina ve taht-ı muhafazaya dahi alınır Ortodokslar tarafından inşası Latin hukūkunun iskatına bir sebeb olamayacağından bahisle hukūklarının kema-fi’ssabık vikaye olunması için evamir-i kat’iyye ahzine dahi muvaffak olurlar. senesinde Fransızlar’ın Maruniler’in hamisi sıfatıyla Cebel-i Lübnan’a girerek yerleşip kalmasına mani’ olmak müdahale nihayet senesinde Lübnan’a imtiyaz verilmesine bais ve tarafeynce teati olunan mukavelede Fransızlar’a asla bir salahiyet ve hakk-ı himaye tefrik olunmadığından asırlardan beri Fransızlar’ın elde etmeye çalıştıkları emelleri mahv u perişan etmiş idi. Bu maksad ve emellerinin mahviyetini gören Fransızlar te’sir ve nüfuzlarının iadesi maksadıyla senesinde Beytüllahim’de Latinler tarafından vaz’ olunmuş ve üzerinde “Bu Hayrünnisa’dan tevellüd eden Jesu Krist’tir.” ibaresi mahkuk bir yıldızın sirkatini ganimet ittihaz ederek altı yüz sene mukaddem lağv olunmuş olan Kudüs Latin Patrikliği’nin tekrar te’sisine müsaade olunmasını taleb ve hadisenin taharri ve tecessüsü için bir de me’mur-ı mahsus gönderir. Bu me’mur Mösyö Bone senesinde Belgrad Muahedesi’nin Otuz Üçüncü maddesine istinad ederek Roma Katolikleri hukūk-ı kadimesinin tekrar iade olunmasında tiyle mümanaatta bulunmak ister ise de Fransa hükumetine bu hususta Portugal Sardunya Napoli ve Avusturya hükumetlerinin muavenet etmesiyle Babıali muahede mucebince harekete mecbur kalır. İşbu hareket Rus nüfuzunun arz-ı Filistin’de hükümden sukūtunu ima ettiğinden bu defa da Ruslar kıt’a-i mezkure üzerinde statükonun muhafaza olunmasını arzu ve aksi takdirde sefirini geri çağırmakla münasebat-ı diplomatiyyenin kat’ olunacağını makam-ı tehdidde anlatması üzerine hükumet-i Osmaniyye bir komisyon teşkil ederek münazeun-fih olan mes’eleyi taharri ve neticede komisyon Ortodokslar lehine ittihaz-ı karar eder ve mucebince sudur eden ferman gayet mutantan surette Kudüs’te kıraet ettirilir. Lakin Çar Nikola dahi buna kanaat etmemiş olmalı ki bidayet-i mes’elede suret-i mahsusada Dersaadet’e irsal eylediği Prens Menşikof Babıali’den Ruslar’ın arz-ı Filistin üzerinde olan hukūkunun tahdid ve tasdik olunmasını da taleb eder. Her ne kadar Babıali adem-i muvafakat yoluna gider ise de nihayet sadır olan diğer bir ferman ile Ruslar’ın tahdid-i hukūk talebi is’af lakin arz-ı Filistin üzerinde taleb ettikleri tasdik-ı hukūk doğrudan doğruya reddolunur. Bu da Kırım Muharebesi’ni intac eder. Bugünkü günde arz-ı Filistin üzerinde Moskof bayrağının temevvüc etmediğine sebeb ancak cennet-mekan Sultan Mecid’in bu talebe karşı kat’i olan muhalefetidir ki [şayan-ı] teşekkürdür. Bunun üzerine Berlin Muahedesi’ne gelinceye kadar daha bazı ufak tefek sızıltılar geçirildi ise de nihayet senesinde vuku’ bulan Berlin Muahedenamesi’nin Altmış yahin-i milel-i muhtelifenin cümlesi mensub oldukları milletlerin konsoloslarının himayesi tahtındadır” cümlesi derc olunmasıyla değil yalnız Ruslar’ın iddiasında bulundukları tekmil Şark hıristiyanlarının hamiliği sıfatı sakıt hatta cümle devletler kendi tebaaları hakkını haiz oldu. Ancak bu muahededen en ziyade mutazarrır olan Fransızlar idi. Ba’dehu Almanya imparatorunun Dersaadet’e ve Suriye’ye olan seyahati ve bir Alman Katolik kilisesinin vaz’-ı esası esnasında doğrudan doğruya kendisi himaye edeceğini ve gayrın himayesine muhtac olmadıklarını açıkça herkese anlattığı gibi Fransızlar’ın bu halk üzerinde mevcud olan nüfuzunu da kırdı. Lakin bu işten münfail olan Fransızlar dolandırıcı “Tobini ve Loran” mes’elesiyle İstanbul Rıhtım mes’elesini vesile ittihaz ederek yeniden bir hadise çıkarır ve matlubatına Türkiye’de mevcud Fransız mektepleri ve Fransız himayesi tahtında bulunan cümle müessesat-ı hayriyye için vukū’ bulan idhalatın gümrük resminden muaf tutulması ve bu gibi müessesatın gerek ta’mir ve tevsii ve gerekse daha bir takım müessesatın müceddeden te’sisi hakkını haiz olmayı ve bir de Kaldei Patrikliği’nin resmen kabulünü ilave eder. senesinde Almanya’nın talebi üzerine Memalik-i Osmaniyye’de mevcud Alman müessesat-ı hayriyye ve mektepleri ba-irade-i seniyye resmen kabul olunur. Fransızlar Almanlar’ın bu muvaffakıyetine karşı bir teşebbüste bulunamadıkları gibi senesinde Roma Katolikleri ile Ortodokslar beyninde vukū’ bulan mudarebede Alman İspanyol rağmen ashab-ı cinayetin taht-ı mes’uliyyete alınmamalarını Fransız ve Ruslar müttefikan arzu etmişler ise de Devlet-i Aliyye tarafından dahil-i memalikte böyle hadisenin vukūunda mücrimleri taht-ı muhakeme[ye] almak ancak kendine mahsus bir vazife olduğu ciddiyetle beyan olundu ve yalnız huzur-ı mehakim ve cereyan-ı muhakemede her iki cihetin hukūkları muhafaza olunabilmek için konsoloslarının mevcud bulunmasına müsaade ile cümlesi taht-ı mes’uliyyete alındı. senesinde bir İtalyan ruhbanının katlolunması üzerine Fransızlar’ın bu cinayete karşı bi-taraf ve bigane kaldığını gören İtalyanlar sefiri Marki Malaspinna ma’rifetiyle Sultan Hamid’e olan müracaatlarında Rum ruhbanlarının cezalandırılmasını ve esna-yı vak’ada hiçbir teşebbüs ve muhalefette bulunmayan hükumet me’murlarının azlini taleb eder. İtalyanların bu hareketi Almanlar tarafından iltizam olunduğundan Babıali bu talebin is’afı yolunu tercih ederek cürmü isbat edilen Rum papaslarını habs ile cezalandırır. Lakin İtalyanlar böylelikle işe nihayet vermeyi arzu etmediklerinden bu defa da Habeş İmparatorluğu tarafından Kudüs’te elde ettikleri bir manastırın o ana kadar Fransız himayesi tahtında iken şimdi İtalya Hükumeti himayesine tevdiini taleb eder ve is’afı yoluna gidilmesine de muvaffak olurlar. Şu pek muhtasarca arz eylediğim tarihçe arz-ı Filistin’de hıristiyanların yekdiğeriyle olan tercih-i hukūk mücadelelerinin ne kadar kadim olduğunu bize anlattığı gibi bu mücadele yüzünden ne gibi müdahale-i ecnebiyyeye ma’ruz kaldığımız ve bizzat kendi hakimiyetimize sahib olmaya muktedir olamadığımız için vatanımız dahilinde anasır-ı muhtelifenin adem-i ittifak u ittihad sebebiyle Avrupa devletlerinin her bir talebini is’afa mecbur kaldığımız buna binaen beynelmilel politika nokta-i nazarından ne kadar ma-dun bir halde bırakıldığımız netayicini meydan-ı tezahüre vaz’ eder. Avrupa devletlerinin her biri arz-ı Filistin’i Hıristiyanlığın beşiğidir diyerek ancak nüfuzlarını takviye ettirmek için papazlarının ruhbanlarının hemşirelerinin ve bunlara mahsus müessesatın adedini günden güne tezayüd ettirmekten geri kalmıyorlar. Fransızlar memleketlerinde hükumet ile kiliseyi yekdiğerinden tefrik ve Jesvitleri tard ettikleri halde bile yalnız nüfuzlarının şark-ı karibde te’sirsiz kalması ve zaten bu kiliseler ve müteferrik mezahib-i Hıristiyaniyye yüzünden suret-i daimede tahaddüs eden münazaalardan tarik-ı sasatı olan senevi bir milyona karib frank el-an bütçeden tayyolunmadı. Rusya’da açlıktan ve kahtlıktan telef olan bu kadar binlerce insana ehemmiyet vermeyerek mahza şarkta nüfuzlarının bakī kalması ve bununla da entrika çevirmek maksad-ı yeganesiyle hükumetin teşvikı ve maddi ma’nevi muavenetiyle müessesatını günden güne teksir ettiriyorlar. Protestanların şu son asırlardaki harekatını dahi bunlara ilave edecek ve onların cümlesini bu kilise politikalarında bu minval üzere önlerine bir sed çekmeyerek terakkīde devam ettirecek olur isek memleketimizin an-karib ne hal kesb edeceğini şimdiden tefekkür ediverelim! Frits Lorh’un Suriye’de Roma ve Ortodoks Kiliseleri namlı kitabındaki istatistiğe nazaran yalnız Kudüs’te mevcud Katolikler’in ’üne bir manastır ’üne bir kilise ’ine bir papaz cem’iyeti ve her yedi kişiye de bir Katolik papazı isabet ediyor. Diğer kilise mensubini ve müessesatı dahil olmadığı halde yalnız Roma Katolikleri’nin müessesatı ruhban ve rahibe manastırı imaret hastahane ve dört yüz şakirdi havi erkek ve kız i’dadi mektebi öksüz mektebi kız sanayi’ mektebi nehari mektebi küçük çocuklara mahsus kindergarten bulunma çocuklara mahsus mektep a’ma mektebi ile darü’l-aceze bundan maada kilise ve kapek mevcuddur. Roma Katolikleri’nin Kudüs’teki mevcudu ’dir ki bunlardan ’ü papaz ve ’si de rahibedir. Bir kere de arz-ı Filistin’de mevcud yüzlerce kilise ve binlerce mektepleri ve bunların hiçbirisinin de boş kalmadığını düşünecek olur isek memleketin ihtiyacı tezahür eder. Sahib-i memleket olduğumuz halde bile diğer millet ve devletlerin memleketimiz dahilinde böyle müessesatta bulunduklarına ve bulunmalarına bizi icbar ettiklerine asla gücenmemelidir. Zira kendi ihtiyacatımızı yine kendimiz kapatamayacağımız bahane ederek memleketimize girdiler ve başımıza da nice beliyye getirdiler. Bu adamlar böyle müessesatın meydana getirilmesine bir medar olmak için her kilisenin medhaline fedakarlık akçesine mahsus bir sandıkça vaz’ olunmuştur ki derununa her ferd hemen bila-istisna maliyesinin vüs’atine göre bir meblağ atar. İşte bunun üzerine daha bir takım hayırhahan tarafından verilen meblağ teraküm ederek taraf-ı hükumetten olan muavenetle bu gibi müessesat meydana getiriliyor. Altı yüz bu kadar senelik bir hükumet bulunduğumuz hal­ de değil memalik-i hariciyyede hatta memleketimiz maada ne müessesat-ı hayriyyelerimiz ne de evlad-ı vatana din-i mukaddesimizi hakkıyla tahsil ettirecek mekteplerimiz mevcuddur. Olan yerlerde de tabiatsizlik yüzünden veya ihmalciliğimizden mahv u perişan oldu gitti. Tam ecnebilerin memleketimizi ihata edip İslamlığa olan taarruzunu görünce her ne kadar aklımız başımıza geldi ve mektepler ile müessesat-ı hayriyye yaptırmaya vakıflarımızı ihya etmeye başladık yani yalnız hükumetin yed-i iktidar ve maliyesine terk olunduğundan ve bir de maatteessüf o menhus unsur münazaatı memleketimizden henüz zail olmadığından sür’atle terakkīsine değil yalnız mümanaat hatta yapılmasına bile azim bir hail oluyor. Zaten memleketimizi bir harabezara çeviren bu kilise ve unsur münazaatı olduğunu ve bununla da daima müdahale-i hariciyyeye ma’ruz kaldığımızı pek yakından bildiğimiz halde el-an bu gibi menhus bir tabiattan vazgeçemiyoruz. Bu defa da Arnavutluk mes’elesiyle diğer vukū’ bulan iğtişaşat-ı dahiliyyemize guya bir hüsn-i suretle tesviye çaresini bulmak bununla beraber Makedonya mes’ele-i muallakasının da hükumat-ı mütecavire-i sagīrenin arzu ve emellerine muvafıkça bir suretle halliyle bertaraf etmek için müttefikan “maamafih dostane?!” bir müdahalede bulunmak üzere henüz teati-i efkarda bulunan Avrupa devletleri Avrupa’daki hukūk-ı hükümranimizin sonunun başlangıcını ihzar etmediklerinden bizi te’min edecek kimdir? Milel-i muhtelife aleyhimize yekdiğerleriyle ittifak u ittihad ediyorlar da biz bir millet bir vatan evladları olduğumuz halde yekdiğerimizle lehimize ittifak u ittihada muvaffak olamıyoruz. Değil bir memleket hatta bir aile içerisinde bile zıddiyet-i efkar husule gelirken bunun her defasında eli sopalı veya silahlı olarak def’ine kalkışacak olur isek o ailenin veya o milletin mahvına kalkışmış olmaz mıyız? İslamiyet bize hubb-i vatan telkīn ettiği halde hususiyle gayr-i müslim vatandaşlarımıza bir numune-i imtisal olmaklığımızı bildiğimiz halde vatanımızı kendi elimizle felaketten felakete sevk ediyoruz. Cenab-ı Hak isyanımızı görüyor ve bizi beliyyeden beliyyeye sokuyor da el-an mütenebbih olmuyoruz. Başımızda felaket deveran ettiği zaman günahımızı i’tiraf ediyor ve “Allah bizi hem fırsat hem musibet veriyor da yine ıslah-ı nefs etmiyoruz. “Biri yapar bine dokunur” fehvasınca bir unsur yapıyor koca bir milletle beraber bir İslam hükumeti daha mahv u perişan olup gidiyor. Allah-ı Zü’l-celal encamını hayreyleye. ---- HIND YOLUNDA ---- – – Bu son zamanlarda Cebel-i Lübnan’da başlamış olan cereyan-ı siyasiyi anlamak ve hakīkatin neden ibaret olduğunu öğrenmek ve bu babda ceridemiz kari’lerine ma’lumat vermek için Beyrut’tan Cebel-i Lübnan’a gittim. Beyrut’tan Cebel’e şimendüferle gidilir. Bu şimendüfer imtiyazını vaktiyle Beyrut eşrafından Beyhümler almış ve yüz bin lira para mukabilinde bir Fransız kumpanyasına satmışlardır. Şimendüfer dar hatlı ve mürtefi’ tepelere tehlikesiz çıkabilmek için dişli yapılmıştır. Şimdi ise daha mükemmel bir hale ifrağı Cebel müteaddid ve münteşir kasabalardan mürekkeb olup berri ve bahri olarak iki kısma tefrik edilebilir. Şimendüfer Beyrut İstasyonu’ndan müfarakat eder etmez birkaç dakīka sonra birbirini vely eden üç tünelden mürur ile ceste ceste ve aheste mürtefi’ bir tarika salik olur. Beyrut’u terk edip bir saat sonra Aliye kasabasına muvasaletle el-Kasr el-Cedid Hoteli’ne indim. Bu kasaba sath-ı bahrden altı yedi yüz metre irtifaa malik ab u hevası latif her tarafı ma’mur ve temiz bir yerdir. Etraf-ı erbaasında köşkler saraylar güzel manzaralı hane ve bahçeler tarh ve yuvası makamında bulunuyor. Beyrut valisinin burada bir ikametgahı vardır ki her sabah Beyrut’a inip umur-ı mevduasını rü’yet ettikten sonra akşamleyin Aliye’ye avdet eder. Burada Beyrut’tan gelen ağniya ve erbab-ı servet edebi ve faziletkarane bir hayat geçirmeyip bütün vakitlerini sefahet ve kumar ile imrar ederler. Gece taamından sonra kumar oyunu her yerde oynanmakta olduğu gibi El-Atiye ta’bir olunan rakshaneler de ikinci ve üçüncü tabakada bulunan ahalinin izdihamgahını teşkil ediyor. Şayan-ı dikkat bir şey var ise ekl ü şürb ile hotel ücreti burada Avrupa ve sair bilad-ı mütemeddinede olduğu gibi bahalı değildir. Orta halli bir adam ayda on liralık bir masrafla gayet iyi bir yaz mevsimini geçirebilir. Burada Beyrut Valisi Hazım Beyefendi ile bir saat kadar görüşmek nasib oldu. Müşarun-ileyh cidden hazm ü ihtiyata malik bir zattır. Haddizatında kibr ü azamet denilen haslet bu adamda asla yoktur. Esna-yı seyahatte Beyrut vilayetinin güç idareli bir yer olduğunu müşarun-ileyhin beyanatından Lübnan’da asar-ı umran ve terakkī gereği gibi meşhuddur; hatta birçok memalik-i Osmaniyyenin mağbut ve mahsudü bulunmaktadır. Asayiş ve emniyet ma’na-yı hakīkīsiyle burada hükü[m]ferma olmakla beraber ziraat ve felahat dahi son derece müterakkī bir haldedir. Amerika Avrupa ve Mısır’a muhaceret eden Lübnanlılar kendi yurdlarını usul-i cedid-i ziraiyye dairesinde i’mar eylemeyi öğrenmişlerdir. Yaz mevsimini geçirmek ve bu Osmanlı ülkesini yakından müşahede etmek için her sene binlerce misafir seyyah buraya gelmekte olduklarından ahalinin daha ziyade müstefid olmalarına hizmet ediyorlar. Aliye kasabası bir müdiriyyet merkezi olup müdirin maiyyetinde birçok jandarma bulunup asayiş gereği gibi muhafaza edilmektedir. Cebel-i Lübnan ahalisi kanaatkar ve fakīr zürra’ ve fellahinden mürekkebdir. Buralarda her türlü yazlık ve kışlık sebze ve meyve yetişmektedir. Ancak çileği İstanbul’unki kadar tatlı ve lezzetli olamıyor. Cebel-i Lübnan’ı ihata eden dağ zirveleri kış zamanı kamilen kar ile örtülür. Buraları umran ve tekamüle o kadar müstaiddir ki emsaline hiçbir yerde tesadüf olunmaz. Cebel’in ileri gelen eşrafından bir zat ile görüşmek nasib oldu. Ahval-i hazıra-i mahalliyye ile Lübnanilerin metalibini kendisinden istizah eyledim. Siyasiyyatla uğraşmadığını ve fakat ismini yad etmeyeceğimi vaad eder isem bana her hakīkati bi-tarafane söyleyeceğini vaad etti. Ben de dilhahına muvafık bir surette davranacağımı kendisine vaad ettiğim § Cebel-i Lübnan ahalisi gayet fakīr oldukları için seyyahin yüzünden yaz vakti para kazanıyorlar. Buraya gelen seyyahlar sayesinde ahali birçok para kazanır ve kış zamanında aileleriyle beraber müsterihane ve münzeviyane bir surette geçinirler. Fakat Cebel sevahilinde bir iskele ve limanın fıkdanı yüzünden buraya amed-şüd eden seyyahin birçok suubata duçar olduklarından kesretle buraya seyyahin gelememekte olduklarına binaen mezkur küşadı için devlete müracaat olunduğu gibi aynı zamanda mezkur limanın gümrük ve sıhhiye ve saire muamelatıyla varidatını Devlet-i Aliyye’ye terke bir diyecekleri yoktur. Mezkur limanın açılmasından gerek devlet ve gerek Lübnan ahalisi seviyyen istifade edebilir. Vaktiyle Devlet-i Aliyye tarafından senevi Cebel-i Lübnan’ın açık olan bütçesini kapatmak için muavenet namıyla bir mikdar paranın verilmesi vaad edilmiş iken bu cihet keen-lem-yekün hükmünde kalmış ve ahiren buna mukabil kendilerine posta ve telgraf varidatı bahş ü ihsan olunmuştur. Lübnanlıların sair metalibi ise şunlardır: Yerli jandarma tanzimi mecalis-i idare a’zalığına intihab olunacak zevatın suret-i intihablarını layıkıyla te’min eden en doğru bir nizamnamenin vaz’ı mahkeme reisleriyle hey’et-i hükkamın bila-sebeb ve muhakeme mutasarrıfların keyfiyle ma’zuliyetlerini vikaye edecek bir kanunun ta’yini evvelce yanlış bir surette misaha ve tahmin olunan arazi ile hiç misaha olunmayan araziyi yeniden tedkīk ile ona göre şimdiden sonra ma’kūl bir vergiye tabi’ tutulması bir de bütün memalik-i Osmaniyye’de olduğu gibi Cebel dahilinde de mehakim-i ticariyyenin te’sisi gibi mevad Lübnanilerin başlıca metaliblerini teşkil etmektedir. Bu metalibin bazısı –bana kalırsa– kabil-i is’af olup bazıları cek bir haldedir. Zira Cebel’in müstakil bir limana malik olması yüzünden Beyrut Limanı halihazırdaki ehemmiyetini büsbütün gaib edecek Beyrutluların şikayatına meydan verecektir. Sair metalibleri ise dahili bir şey olup is’af edilmesinde bir beis yoktur. Maamafih Lübnanlılar bu metalibin hemen bu gibi bir zamanda is’afını iltizam etmiyorlar. Ancak Amerika Avrupa ve Mısır’da bulunan Lübnanlılar metalib-i mezkurenin sür’atle te’mini[n]i istemekte ve Avrupa devletleri de kendilerini bu hususta teşci’ ve tergīb eylemektedirler. Hatta kemal-i cür’etle diyebilirim ki Lübnan fellahlarının bundan asla haberleri yoktur. Bu gürültüyü yapanlar yüz kişiyi bile tecavüz etmiyorlar. Muhatabım Türkçe ve Fransızca’ya vakıf eşraf-ı mahalliyyeden bir Lübnanlı olduğu cihetle Lübnan ahalisinin Devlet-i Aliyye’ye karşı ne gibi bir hissiyatla mütehassis bulunduklarını sordum. Muma-ileyh Lübnan ahalisinin Devlet-i Aliyye’ye tamamıyla sadık ve muhlis olduklarını Avrupa devletlerinin nüfuz ve boyunduruğu altında yaşamayı ikrah eylediklerini söyleyerek sözüne delil olarak atideki beyanatta bulundu: Memalik-i Osmaniyye’de olduğu gibi Lübnan ahalisi de anasır ve mezahib-i muhtelifeden mürekkeb bulunuyorlar. Mesela İslam Rum Mütesavile Düruz Katolik ve Maruniler Lübnan ahali-i mahalliyyesini teşkil ediyor. Maruniler sair anasıra nisbeten adedleri çoktur. Küçük ve az adede malik olan tavaif-i saire daima Devlet-i Aliyye nüfuzuyla onun merciiyyetini nüfuz-ı ecnebiye tercih ediyorlar. Bunun sebebi ise büyük bir kitle teşkil eden taife ve cemaatlerin tegallübünden ancak bu sayede –icabında– tahlis-ı giribana muvaffak olabileceklerini tahmin ettiklerinden naşidir. Lübnanilerin en mühim metaliblerinden biri de dahili temyiz mahkemesinin teşkili ve deavi-i mümeyyezenin İstanbul’a gitmemesi keyfiyetidir ki bu matlabın da gayr-i kabil-i tervic olduğunu anladım. Zira böyle bir hakka malik olmak ve bunu talebde ısrar u ilhah etmek asla doğru olamaz. Bu matlabın tervicini en ziyade arzu edenler de ahali-i mahalliyye olmayıp memalik-i ecnebiyyede yaşayan Cebel ahalisidir. Haricde yaşayanların ise böyle bir talebe hak ve salahiyetleri yoktur. Devlet-i Aliyye zannederim ki hiçbir vakit Lübnanilerin bu arzularına iştirak etmez. İştirak etmemekte de ma’zurdur. Çünkü böyle bir hukūka Lübnaniler malik olurlarsa Devlet-i Osmaniyye ile her türlü rabıtaları çözülecektir. Binaenaleyh bu babda ilhah etmemelerini muhatabıma nasihat ettim. § Cebel-i Lübnan’da Fransa nüfuzu yok değildir. Fakat zu’m ve tasavvur olunduğu kadar şayan-ı ehemmiyyet değildir. Cebel ahalisiyle ecnebiler ve Fransa Devleti beyninde hakīkat-i halde doğrudan doğruya bir rabıta olmayıp ancak rabıta-i mezkure sırf dini bir şekilde olup o da Maruniler’in Fransa ile dinen –la-siyaseten– merbut bulunmalarından ibarettir. Bu rabıtaya en ziyade hizmet eden Maruni patrikiyle Fransa konsoloslarıdır ki her ikisi de zan ve tahmin edildiği kadar bütün ahali üzerinde matlub derecede nüfuza malik bulunmuyorlar. Bu nüfuza gelince tabiatıyla ve mürur-ı zamanla hasıl olmuş bir şeydir. Zira Fransa hükumeti bu nüfuzunu te’min için öteden beri büyük fedakarlıklar ihtiyarıyla Lübnanlılara ve bilhassa Marunilere mektepler hastahaneler ve müessesat-ı hayriyye üzere patrikleri vasıtasıyla mebaliğ-ı külliyye tevzi’ etmek suretiyle muvaffak olmuştur. İşte Fransa nüfuzu bu vechile ceste ceste Lübnan’a girip kökleşmiştir. Bununla beraber Lübnan ahalisi yine Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’ye merbut bulunuyorlar. Çünkü Lübnanlılar iyi biliyorlar ki bugün içinde yüzmekte oldukları refah ve saadet tamamıyla Devlet-i Aliyye tarafından kendilerine vaktiyle bahş ü ihsan olunmuş bir ni’mettir. Bu ni’mete ise yeryüzünde yaşayan hiçbir kavim malik değildir. Askerlikten vergiden her türlü tekalif-i resmiyye ve emiriyyeyi Devlet-i Osmaniyye’ye takdim etmekten ma’fuv ve azade bulunan Lübnan ahalisi ale’d-devam devletin bu lutfuna karşı hissiyat-ı minnetdarane ve sadıkane yaşamamaya mecburdurlar. Hususiyle Avrupa Amerika’ya muhaceret eden Lübnanlılar düvel-i mezkurenin ne kadar çok vergi aldıklarını gördükten sonra içinde bulundukları ni’metin kadr ü kıymetini takdir etmelidirler. Böyle düşünmek ve hissiyat-ı muhlisanelerinde devam etmek Lübnanilerin kendi menfaati muktezasındandır. § Cebel-i Lübnan mutasarrıfına Devlet-i Aliyye tarafından bahş olunan salahiyet bütün memalik-i Osmaniyye’de bulunan valilerden kat kat ziyadedir. Hatta sadrazamın da fevkınde bir salahiyete malik olduğu atide beyan olunan mevaddan kolayca anlaşılır: Cebel-i Lübnan mutasarrıfı beş sene müddetle ta’yin o­ lunur bir Osmanlı idare me’murudur. Mutasarrıf Mülkiye ve Askeriye Adliye ve İdare me’murlarını azl ü nasba me’zun ve salahiyetdar olmakla beraber aynı zamanda la-yüs’el dir. Hin-i hacette mutasarrıfı kendisini her türlü mes’uliyetten kurtarabilmek için gah ecnebi nüfuz ve imtiyazatına bazan da devlet-i metbuasına istinad ile tahlis-i giribana muktedirdir. Lübnan mutasarrıfı kadar me’murin-i Osmaniyye içinde hiçbir kimse mes’ud ve bahtiyar değildir. Şöyle ki mutasarrıfın aylığı ayda iki yüz elli Osmanlı lirası olup her sene mülhakatı devr ü teftiş için dahi ayrıca üç yüz lira kadar bir tahsisatı vardır. Bu devr ü teftiş ise uzun ve masraf ihtiyarına muhtac bir şey olmayıp yalnız bulunduğu mahalden yarım saatlik mesafe uzaklığında bulunan bir kaymakamlığa kadar teşrif etmek ve orada kemal-i istikbal ve ihtiramla nevale-çin-i izz ü ihtişam olmaktan ibarettir. Mutasarrıfın iki ikametgahı vardır ki biri yazlık diğeri de kışlıktır. Mutasarrıfın yazlık konağını teşkil eden mevki’ öyle bir yerdir ki memalik-i şarkıyyenin en birinci kusur-ı aliyye ve müzeyyenesinden bulunduğu gibi aynı zamanda Avrupa hükümdaranının da mahsud ve mağbutu bulunacak kadar mefruş ve müzeyyendir. Kışlık ikametgah ise Beyrut’un en a’la bir yerindedir. Icarı da Lübnan Hükumet Sandığı’ndan tesviye ve te’diye edilir. Bu iki saray-ı muhteşeme lazım gelen alat ü edevatın cümlesi Lübnan hükumeti tarafından mübayaa olunup yerli yerine yerleştirilmiş ve mutasarrıf hazretlerinin rahat ve istirahatleri gereği gibi te’min olunmuştur. Mutasarrıf istediği yere hususi trenler ve müzeyyen araba ve otomobillerle gider gelir. Bir de kendisini eğlendirmek emrinde ve icabında levazim-i seferiyye gibi maiyyetinde bulundurmaktadır. Bu bando yirmi dört saatte ve yemek zamanlarında üç defa mutasarrıfı dinlendirmek için isti’mal olunmaktadır. Cebel-i Lübnan’da istihdam olunan jandarmalardan yüz nefer daima mutasarrıfın konağı etrafında maiyyet-i askeri vaz’iyyetiyle her emre amadedirler. Mutasarrıf rüşvet irtikab etmeyecek olsa bile yılbaşı münasebetiyle karısına –Yusuf Franko Paşa’ya olduğu gibi– etek dolusu kıymetinde hedaya ve behaya Cebel eşraf ve erkanı tarafından verilir ki bunu ahz etmekte mutasarrıf vicdanen mes’ul ve müttehem olmasa ahlakan her halde müttehemdir. Hülasa Cebel Mutasarrıflığı’na ta’yin olunan zat Avrupa’daki küçük devletlerin bir kralı kadar ve ondan ziyade saadet ve refah içinde yaşar. Halbuki bunca saadet ve azameti tedarik etmek para ile gayr-i kabildir. Lübnan mutasarrıfları bu saadet ve rahatı kaçırmamak ve daha bir müddet buna nail olmak için Lübnanileri devlete pek fena ve hilaf-ı vakı’ tanıttırmaya ve aynı zamanda yere– iş açıp hem ecnebilerin müdahalatına hem de yerlilerin gücenmelerine hizmet edebilir. Cebel-i Lübnan mutasarrıf-ı sabıkının harekat ve sekenatını tedkīk edemedim. Çünkü mufarakat etmek üzere ceridemiz kari’lerine ma’lumat vermeyi çok arzu ediyordum. Çünkü bu zat-ı muhteremin lehinde ve aleyhinde cereyan vardır. Hakīkati öğrenmek bitaraf bir kimseden müşarun-ileyhin Müşarun-ileyh hazretleri Temmuz’un on yedisine müsadif olan Salı gününde Avrupa tarikıyla Dersaadet’e gitmek üzere maiyyetinde madamaları bulunduğu halde Beyrut’tan mufarakat etti. Kendisini Beyrut valisi ahibba ve eviddası teşyi’ etmişlerdir. Bir bando muzika vasıtasıyla da ihtiramat-ı resmiyye hakkında ifa kılınmıştır. S . M. Tevfik ---- BULGARISTAN MEKTEPLERI ---- Geçen mektubumda Bulgaristan mekatib-i İslamiyyesine aid olup bu seneki kongrede kabul edilen ta’limat ve bazı mütalaatı Sebilürreşad kari’lerinin nazar-ı dikkatlerine arz etmiştim. Bilahare bu bahsi daha ziyade ta’mik ederek komşumuz bulunan genç Bulgaristan’ın umum mekatibi ve bunlarda bulunan şakirdan ve hususat-ı saire hakkında Sebilürreşad kari’lerine daha etraflı ma’lumat vermek için Bulgaristan Maarif Nezareti’ne İstatistik Dairesi’ne müracaat ettim. Hin-i müracaatımda gerek nazır ve gerek sairleri tarafından görmüş olduğum muamele-i insaniyyetkaraneye karşı bilhassa müteşekkirim. mekatib-i umumiyyesi ber-vech-i ati taksim olunur: di -Ali -Sanayi’. * * * Bu mekteplerde altı yaşına kadar olan ufak çocukları okuturlar. Bunların adedi ’tür. Üçü resmi onu hususidir. Bunlarda bulunan şakirdanın mecmuu: ’tir. Bunlardan; ’ü zükur ’i inastır. Bu mecmuun ’u mekatib-i resmiyyede ’sı hususidedir. Bunlarda muallime ile bir muallim vardır. Bu mekteplere . ’i muallim ve muallimeler maaşatı . ’i de masarıfat-ı saire olmak üzere cem’an yekun . frank sarf olunuyor. * * * Bulgaristan mekatib-i resmiyye-i ibtidaiyyesi: . olup . zükur . ’sı inas olmak üzere cem’an yekun . şakirdanı muhtevidir. Bu mekteplerde: . muallim . muallime bulunmaktadır. Masarıfata gelince: . . ’i muallim ve muallime maaşatı . . ’sı da masarıfat-ı saire olmak üzere cem’an . . frank sarf olunmaktadır. Müslüman mektepleri: . ’dır. Bu mekteplerde bulunan şakirdanın mecmuu: . ’u zükur . ’u inas olmak üzere cem’an: . ’dir. . muallim muallime vardır ki yekunu . eder. Masarıf: Muallim ve muallime için . masarıfat-ı saire . ki yekun . . franktan bine kadardır. Bu muallimler içerisinden yüz otuzu meslek sahibi yani yalnız muallimdir. Diğerleri muallim olduğu gibi başka şeyler de yapıyor. Mesela müezzin veyahud § Burada mevzu’-ı bahs olan “müslüman mektepleri” ünvanında Tatar Pomak müslüman Kıbtiler ve saire de dahildir. Biz bunların hepsine birden müslüman mektebi diyoruz. Fakat Bulgarlar böyle ta’dad etmiyorlar. Onlar kendi nokta-i nazarlarına kendi siyasetlerine yarayacak bir surette taksim ederek bunların hepsini ayrı ayrı bir millet gibi göstermeye çalışıyor. Ve hepsinden az çalışkan olmak üzere Türkleri gösteriyorlar. * * * Bulgar mektepleri: aded şakirdanın mecmuu . . zükur . inas. . muallim muallime. Mecmu’-ı masarıfat frank: . . . . muallim ve muallime için . . masarıfat-ı saire. Müslüman mektepleri: aded. Şakirdanın mecmuu . ve . zükur inas. muallim muallime. Mecmu’-ı masarıfat: . . muallim ve muallime Müslüman rüşdiye muallimlerine verilen maaşat-ı seneviyye yedi yüz yirmi bir franktan bin iki yüz franka kadar ise de bu sene ziyadeleşmek üzeredir. * * * Çünkü müslümanlarda henüz i’dadi yoktur. İ’dadi muhtelif derecelerdedir. Fakat biz yalnız yedi senelik olan i’dadiden bahsedeceğiz. . inas . . Zükur: Birinci sene . ikinci sene . üçüncü sene . dördüncü sene . . Dördüncü seneden i’tibaren şu’be ikiye ayrılıyor: Birisi fünun kısmı diğeri edebiyat. Dördüncü sene fünun kısmında: . edebiyatta: ; beşinci sene fünunda: . edebiyatta ; altıncı sene fünunda: edebiyatta: ; yedinci sene fünunda: edebiyatta: ’dir. cü sene ; dördüncü sene ; beşinci sene ; altıncı sene ; yedinci sene Rüşdiye ve i’dadi muallim ve muallimelerinin maaşat-ı seneviyyeleri bin franktan üç bin franka kadardır. * * * Mekatib-i Aliyye; tarih ve filoloji fakültesi; fizik ve matematik fakültesi hukūk fakültesi gibi fakültelere ayrılarak bunların her birisi de şuabata inkısam eder: Tarih ve filoloji fakültesi ber-vech-i ati üç şu’beye ayrılıyor: şu’besi - Islav Filolojisi ve Edebiyat şu’besi. Birinci şu’bede talebe-i asliyye ve samiin olmak üzere talebe vardır. Bunlardan ’u zükur ’u inastır. Otuz zükurdan ’i talebe-i asliyye ’u samiindir. İnasın ’u asliyye ’u samiattır. Bu fakültede talebe ve talibat vardır. lardan zükur inastır. ’nin ’ü talebe-i asliyye ’ü samiindir. inastan ’i talibat-ı asliyye ’i samiadır. Üçüncü şu’bede şakird olup bunların ’sı zükur ’ü inastır. Zükurun ’ü talebe-i asliyye ’ü samiindir. şeklinde yazılmıştır. yekunu ’dir. § Fizik ve Matematik fakültesi hükmünce bu da ber-vech-i ati şuabata inkısam eder: Riyaziyyat ve Hikmet-i tabiiyye şu’besi Kimya şu’besi Tarih-i tabii şu’besi. Birinci şu’bede beş samiin olmak üzere ’si zükur dördü samiat olmak üzere inas vardır ki yekunu ’dir. Üçüncü şu’bede: Üçü samiin olarak zükur iki samia olmak üzere inas vardır ki yekunu ’tür. Şu halde bu fakültenin mecmuu ’dir. § Hukūk Fakültesi: Bu fakültede talebe-i asliyye samiin olmak üzere zükur; dördü asliyye dördü samia olarak inas vardır. Darülfünunda bulunan talebenin mecmuu . ’dur. * * * Bu da iki kısımdır: Birisi rüşdi derecesinde ve fakat ameli olan mektepler diğeri de i’dadi derecesindeki mekteplerdir. dır. Bunlardan ’ü ticaret ikisi demirci ikisi ziraat biri doğramacı biri şekerlemeci birisi de yemiş bahçesi ve bağcı mektepleridir. San’ata müteallik olup da rüşdi derecesinde olan mektep vardır. Bunlardan seksen dokuzu başlıca mektep on üçü de mahalli mekatib-i rüşdiyyelerine merbuttur. Bunlar da şu vechile inkısam ediyor: Ticaret mektebi elektrik mektebi doğramacı sepetçi şekerlemeci şapkacı çiçekçi umumi ziraat bağcı ve yemişçi San’ata müteallik olan mekteplerde de diğerleri gibi hem zükur hem inas mevcuddur. * * * Körler mektebinde zükur inas vardır ki cem’an ’dır. Dilsizler mektebinde zükur inas olmak üzere talebe vardır. Bunların yekunu ’tir. Körler mektebinde altı muallim bir muallime; Dilsizler mektebinde de sekiz muallim bir muallime vardır. Bunlara verilen maaşat franktan . franka kadardır. MÜSLÜMAN KARDEŞLERIMIZE Mütalaa etmekte olduğumuz Sabah gazetesinin i’lanat sahifesinde “Knor’un et suyu daneleri” i’lanı gözümüze ilişti. Deniyor ki: “Et fiyatının yüksek olduğu zamanlarda hiçbir ev kadını “Knor” et suyu danelerinden çorba ve salça ihzar etmeyi unutmamalıdır...” Halbuki bu etsuyu değil belki domuz yağıdır. Birkaç defa oldu bu i’lanı görüyoruz. Müslüman kardeşlerimizin Ramazan-ı Mübarek’te bu gibi domuz yağından i’mal edilmiş olan mezkur daneler ile iftar etmelerine bir türlü sabredemeyerek hakīkat-i hali yazmak mecburiyetini hissettik. Müteaddid defalar bu etsuyu danelerini i’lan eden Mösyö Knor’un fabrikasında bulunduk. Bu danelerin derununda asla etsuyu olmayıp sırf domuz yağından ibaret olduğunu bizzat gördük. Sebilürreşad ceride-i İslamiyyesi’nin bu hakīkati müslüman kardeşlerimize i’lan etmesini rica ederiz. Müslim olan kimseler için özr-i şer’i bulunmadıkça şehr-i Ramazan’da nakz-ı sıyama tasaddi muharremat-ı diniyyeden olup bunun mes’uliyet-i ma’neviyyesi pek azim olduğu gibi bu babdaki mübalatsızlığın alenen nin Kanun-ı Ceza’nın ’uncu maddesine tevfikan icra-yı mücazatı hakkında mukaddema Meclis-i Vükela kararıyla şeref-sadır olan irade-i seniyye-i cenab-ı padişahi hükm-i münifinin tatbik ve icrası emr-i mütehattim olduğu ve taife-i nisadan tesettüre adem-i riayetle adab ve şeair-i İslamiyyeyi muhafazada kusur edenler görülür ise men’i hakkında zabıtaca tedabir-i hakimane ittihazıyla hissiyat-ı İslamiyyenin rencide edilmesine meydan verilmemesi vacibattan bulunduğu makam-ı Meşihat-ı Ulya’dan bildirilmiştir. Atideki ma’lumat darü’l-cihaddaki İslam kumandanlarının tebliğ edilmiştir: Trablusgarb: Ayın ikinci günü sabahı üç kıt’a-i askeriyyeye müfrez düşman ordusu Zuvare’den huruc ve Münşiye üzerine yürüyerek ordugahımıza pek yakın bir mesafeye tekarrüb etti ve derhal şedid bir muharebe başladı. Fakat mücahidinimizin mukavemeti karşısında düşmanın mesaisi boşa çıkmıştır. İtalyanlar alaturka saat sekiz buçuğa kadar mevakıımiz önünde kalmışlarsa da bilahare ric’at ve askerlerimiz tarafından Zuvare bahçelerine kadar ta’kīb olundular. Şimdi bu telgrafı gönderdiğim zamana kadar tarafımızdan şehid ve mecruh vardır. Vahada görülen düşman maktulinin adedi yüzü tecavüz etmektedir. Şehrin mu’teberanından olan Zuvare Belediye Reisi Tem­ muz’un otuzuncu günü yanında maiyyeti erkanından dinin kaffesi bu hareket-i denaetkaraneyi tel’in ve kendilerinin daima sadık kalacaklarını te’min etmektedirler. Derne İtalyan ordugahının on beş günden beri fasıla ile bombardıman edildiği ve düşmanın mukabil ateşinden hiç zarar görülmediği ve yirmi altı Temmuz’da yapılan bombardımanda şarapnellerin tamamen düşman barakaları üzerinde patladığı ve düşmanın denizden ve istihkamattan yirmi dört top ile iki buçuk saat mütelaşi ve gayr-i muntazam endaht etmiş ise de topçularımıza zarar vermediği ve ancak iki topçu neferinin mecruh olduğu ve endahtın olduğunu gösterdiği ve kumandanlarla askerin mahfuz mahallere çekildikleri Bingazi ve Havalisi Kumandanlığı’ndan mevrud Ağustos tarihli telgrafnamede bildirilmektedir. Alessabah düşmanın üç tayyaresi Tobruk üzerine Basil ve Gavre istihkamlarından asakir-i Osmaniyye ve mücahidin karargahı bombardıman edilmiş ise de hiçbir zararı mucib olmamıştır. Tayyarelerden atılan yirmi kadar bombadan yedisi patlamayarak toplanmıştır. Hastahaneye attığı bombalardan biri hastahanenin metre kurbünde ve lamış ise de bir guna zarar iras etmemiştir. Paris: İtalya ile müzakerat-ı sulhiyye şayiatı üzerine mahalli Arab rüesasının icabında Trablus’un istiklalini i’lan ve kendi kendilerine harbe devam edecekleri Trablus’tan Ajans Havas ’a yazılıyor. Türk zabitleri Arablarla kalmayı vaad eylemişlerdir. Trablusgarb ve havalisinde bulunan mücahidlerin kaffesi Avrupa’nın müdahalesi ne dereceye varırsa varsın İtalyanların harekatı ne kadar iştidad eylerse eylesin toprağı kendi kanlarıyla boyanan memleketlerinden kat’iyyen feragat etmemekte yekdil ve yekzeban olarak müttefiktirler. Buradaki Osmanlı ümera ve zabitanının daima terakkıyat-ı ziraiyye ve iktisadiyeye sarf-ı gayret ve ihtimam etmeleri kumandan-ı umumi ile refakatindeki bütün zabitanın dahi mücahidinin bu fikrine tamamen müşterik olduğuna en kat’i bir delil olup bu havalide uzun müddet yanların sevahili taht-ı işgale almalarına asla nazar-ı ehemmiyyet atfetmemekte ve bu halin uzun zaman sürmeyeceğine kani’ bulunmaktadırlar. Bir de şurası ma’lum olsun ki Trablusluların kabul ve rızalarına iktiran etmeyecek olan her bir teşebbüsün zerreten-ma faidesi olamayacaktır. Maraş’ta Kayabaşı Medresesi’nde Kırmacı-zade Hacı Mehmed Said Efendi’nin delalet-i hamiyyetperveranesiyle Maraş ashab-ı hamiyyeti tarafından Trablus mücahidin-i gönderilmek üzere Harbiye Nezareti’ne teslim edilmiştir. Garbi Hindistan’da kain Koraçi şehrinden İstanbul matbuatına atideki telgrafname vürud eylemiştir: “Buradaki İslamlar tarafından akdolunan bir mitingde memalik-i Osmaniyye’de hüküm-ferma olan fırka münazeatı muvafık-ı maslahat görülmeyip tenkīd edilmiş ve umum Osmanlı din kardeşlerinden halihazırda ihtilafat-ı dahiliyyenin bertaraf edilmesini ve rıza-yı ali-i hazret-i Hilafet-penahi dairesinde ittihad ve ittifak etmelerini rica ve istirhama karar verilmiş ve ihtilafatın beyhude devamı Hindistan’daki ehl-i İslam’ın Türkiye hakkında perverde eylediği teveccühat-ı azime ile kabil-i te’lif görülmemiştir.” Hilal-i Osmani refikımizde okunduğuna göre Hindistan’ın Keşmir vilayetindeki otuz beş bin Hindlinin din-i mübin-i İslam’ı kabul ettikleri mevsukan haber alınmıştır. ASAR-I MÜNTEŞİRE FENNIN EN SON KEŞFIYATINDAN Memleketimizde fenni ve ilmi eserlerin neşr u ta’mimine ne kadar ihtiyac olduğu şübhesizdir. Milleti kurtaracak fezail-i ahlakıyye ile terakkıyat-ı fenniyyedir. Fennin her gün daha sür’atli hatvelerle ilerlediği halde maatteessüf muhitimizin ciddi eserlere karşı o derece rağbet göstermemesi neticesi olarak terakkıyat-ı fenniyyeden büsbütün bigane bulunuyoruz beyhude laklakıyata sarf edilecek kıymetdar zamanları ilmi ve fenni bir eser mütalaasına hasr ederek tenvir-i fikre çalışırsak vezaif-i beşeriyyemizi daha güzel ifa etmiş oluruz. Bu gibi asar mütalaası yalnız erbab-ı fenne mahsus kalmamalıdır. Herkesin de terakkıyat-ı asriyyeden haberdar olması icab eder. Bunun için umumun anlayacağı tarzda yazılmış eserlere ihtiyac vardır. İşte ceridemiz hey’et-i tahririyyesinden M. Şemseddin Beyefendi’nin bu defa Fennin En Son Keşfiyyatından ünvanıyla neşrettiği kıymetdar kitap bu ihtiyaca karşı kaleme alınmıştır. Bu kitap mümkün mertebe açık yazılmış mebahis-i lazimenin kolayca anlaşılması için otuz dört kadar da şekil ilave edilmiştir. Mektep ve medaris-i ilmiyye müdavimini eserin mütalaasından pek çok istifade edebilecekleri gibi fennin muhteraat-ı hayret-engizinden haberdar olmak isteyen herkes de kitapta merakını teskin fikrini tenvir ve muamma gibi görülen şeyleri hallettirecek esaslı ve kat’i ma’lumat bulabiliyor. Kitabın mündericatı İ’lanat kısmımızda tamamıyla münderictir. Sebilürreşad ’ın ’inci Cildinin Hitamı Müdir-i Mes’ul: Eşref Edib A. Süleyman: A[ayın]. Kaşgar: A[ayın]. Selim Bursa: Abdullah Quilliam [William Henry]: Abdülaziz Nevaiti: Abdüllatif Nevzad: Abdürreşid İbrahim Efendi: Ahmed Agayef: Ahmed eş-Şerif es-Senusi el-Muktebis en-Nur elKuddusi: Ahmed Hamdi Aksekili Sebilürreşad Bulgaristan Muhabir-i Mahsusu: Ahmed Hilmi Savur Kazası Müftüsü: Ahmed Münir bin Abdürreşid İbrahim Japonya’da Osmanlı Talebesinden Tokyo: Ahmed Naim Baban-zade Meclis-i Maarif A’zasından: Ahmed Sakī Girit Resmo ahali-i müslimesi vekil-i umumisi Da’va Vekili Giridi: el-Alem : Ali Hilmi İtalya’da mukim Çekmeceli Komiser Muavini: Ali Rıza Seyfi Göztepe: Ali Salahaddin: Ali Şeyhü’l-Arab: Boşnak İbrahim Alagiç İzmir: Bursalı Mehmed Tahir bin Rif’at: Cemal Cem’iyet-i Tedrisiyye-i İslamiyye Teşebbüs Komisyonu ve Darüşşafaka Evkaf Encümeni a’zasından: Ç - Ş - Z[ze]: Emir Abdurrahman Han: Ferid Hariciye Tercüme Şu’besi Mümeyyizi: G[gayın]. N Üsküb: H[ha]. Mehmed Şevket Selanik İttihad ve Terakkī Mektebi Ulum-ı Diniyye Muallimi: Halil Fahreddin Şair Ziya Paşa Hafidi: Halim Sabit Kazanlı: Hasan Ruhi Samsun İ’dadi muallimlerinden: Hilal : el-Hilalü’l-Osmani : Hüseyin Rıza Debre-i Bala: Hüseyin Yüzbaşı Alay Tabur Bölük Sofulu: Kolcalı Abdülaziz Enderun-ı Hümayun Muallimi: Kolinoviç Hidayet İstanbul Darülfünun-i Osmani Diniyye Şu’besi’nden: el-Liva Mısır: M. Şemseddin Midilli İ’dadisi Müdürü: Mehmed Akif Darülfünun Muallimlerinden: Mehmed Ali Redif Mülazım-ı evveli Babaeski: Mehmed Fahreddin Alay Müftüsü: Mehmed Fevzi Ahmed İbrahim Almanya’da Hayilbron fabrikalarında tahsilde bulunan müslümanlardan: Mehmed Hayreddin Stuttgart: Muhammed Hilmi Mustafa Şevki Selim Sami Mustafa Hafız İbrahim Muhammed Muhammed Ali: Muhammed Reşid Rıza Efendi: Mustafa Baban-zade: Mustafa Muhsin Üsküp Sultanisi muallimi: Müntesibin-i Fen’den Bir Müslüman: Nazmi Efendi: Ömer Faruki Tenkīd-i Muhıkk muharriri Rusçuklu: Rumeli : S[sin]. M. T[te]: bk. Seyyid Mehmed Tevfik Sebilürreşad: Seyyid Mehmed Tevfik Basralı Sebilürreşad ’ın Hindistan Muhabiri: Siracü’l-Ahbar-ı Afganiyye: Sireti Balıkesri : Şeyh Şibli en-Nu’mani: T[tı]. M.: Tahirü’l-Mevlevi: Üsküdarlı Ali Enver San Francisco: Yunus-zade Ahmed Vehbi Bolvadin: |/\|